Haset edilmeyen tek nimet
10/26/2003
Her nimet sahibi haset edilir. Haset edilmeyen tek nimet, tevazudur. Tevazu, kimde olursa olsun, sahibini mahcup etmez. Zira tevazu, her iyiliğin anahtarıdır. Tevazuun zıddı olan kibir ise, her iyiliğe engeldir. Bunun için; “Alçak gönüllü olan kurtulur, kibirli olan ise yanar” buyurulmuştur.
Bir kimsenin iyi olabilmesi, iyi bir Müslüman olması ile mümkündür. İyi bir Müslüman da, doğru bir itikada sahip olur, kendisine lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenir ve bunlara uygun hareket eder. Böyle olan bir Müslüman, ilim öğrendikçe, ibadet edip yükseldikçe, tevazu gösterir. İtikadı bozuk, bid’at ehli bir kimse ise, ibadet ettikçe, bilgisi arttıkça büyüklenir, herkese tepeden bakar yani kibirli olur.
Tevazu, bir haldir. Hiç kimseye tepeden bakmamak ve hiç kimseden de kendini aşağı görmemek halidir. Tevazu sahibi olmak başkadır, tevazu göstermek başkadır. Tevazu göstermeye çalışmak, kibirdendir. Çünkü tevazu sahibi olduğunu göstermeye çalışan kimse, kendinde bir varlık, bir kıymet, bir değer olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Halbuki tevazu sahibi olan kimse, kendinde bir varlık görmez. Bu sebeple de, tevazu göstermeye ihtiyaç duymaz.
Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağda, sert toprakta yetişmez. Hikmet de, mütevazı olanın kalbinde gelişir, kibirlinin gönlünde gelişmez. Bir kimse, başını yükseğe kaldırırsa, tavana değer ve yaralanır. Şayet bu kimse başını eğerse, o zaman tavan, ona gölgelik eder ve kendini de korur. Bu sebepten dolayı; “Kendini büyük gören küçüktür. Kendini küçük gören ise büyüktür” buyurulmuştur.
Salih kimseleri ziyaret etmemek kibir, fakirleri ziyaret ise, tevazu alametidir. Doğru sözü kabul etmeyip münakaşa etmek, kusurunu bildirenlere teşekkür etmemek, fakirlerin davetine gitmemek kibir alametidir. Kibirli olan kimse, salih insan, iyi bir Müslüman olamaz.
Her konuda ben bilirim demek ve benlik davasında bulunmak kibirdir, çok kötüdür. Bilhassa dini konularda, benim görüşüme, benim düşünceme göre diyerek, konuşmak ve yazmak çok tehlikelidir. Çünkü Din, nakle dayanır.
Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram zamanında din ne ise, şimdi de odur. Ekleme ve çıkarma yapılamaz. Beş vakit namaz o zaman nasıl idi ise, şimdi de öyledir. Böyle olduğu nakledilir, bildirilir. Bana göre şu kadar olsun demek, dini değiştirmek ve beğenmemek olur. Bu hal, insanın imanını bile tehlikeye sokar. Zaten bir kimse, büyüklenerek ben derse, Allahü teâlâdan ve Onun sevdiklerinin kalblerinden gelen feyiz ve bereket kesilir. Büyüklenen, kusuru başkasında arayan, sevimsizleşir, etrafında insan kalmaz. Böyle kimseler, dost edinemezler. Bir kimse, herkesi haklı, kendisini haksız bulmadıkça, kendi kusur ve noksanlarını bırakıp, başkasının kusuru ile meşgul oldukça, manevi bakımdan zerre kadar ilerleyemez.
Allahü teâlâ ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsan buyurmuştur. Fakat yalnız üç sıfatı kendine mahsustur. Bu üç sıfattan hiçbir mahlukuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, Kibriya, Gani olmak ve Yaratmak sıfatlarıdır. Kibriya, büyüklük, üstünlük demektir. Gani olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şey Ona muhtaç olmak demektir. İnsan ise ihtiyaç sahibidir. Allahü teâlâ yaratıcıdır, insan ise yaratıktır, mahluktur ve fânidir. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecavüz etmek olur. Kula kibirlenmek yakışmaz. En büyük günahtır. Zira Müslim’de bildirilen hadis-i kudside buyuruldu ki:
(Azamet ve kibriya bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azap ederim.)
Vaktiyle bir âbid, ibadet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında;
"Falan ayakkabıcıya git! Senin için dua etsin" denir. Âbid dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını sadaka verdiğini söyler. Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını anlar, fakat kendisinin dağda sırf ibadetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibadetine döner. Yine gece rüyasında, (Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararmanın sebebi ne?" diye sor) denir. Âbid, gidip sorar. Ayakkabıcı, "Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helak olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır" der.
İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ve tevazu ile üstünlük kazandığını anlar.
Tevazu sahibi olabilmek için dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilmek gerekir. İnsan, hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihayet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Dünya zindanında, her an, ne zaman azaba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azabı çekecek, sonra diriltilip kıyamet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür mü yakışır, tevazu mu? Hikmet ehli ne güzel söylemiş:
“Toprak ol toprak, gül bitsin sende, ancak topraktır kavuşan güle.”
..Bir işin delisi olmadıkça
11/2/2003
Bir şeye gönül veren, onu kendine dert edinenler hep başarılı olmuşlardır. “Maksat sahibi olan, deli gibidir” sözü meşhurdur. Bunun için; “Bir işin delisi olmadıkça, o işin velisi olunmaz” denmiştir.
Başarmak, başarılı olmak güzeldir. Gül de güzeldir ama dikenleri var. Dikenine katlanmayan güle kavuşamaz. Çalışmak, çile çekmek, sıkıntılara, eziyetlere katlanmak da, başarı yolunun dikenleridir. Başarmak, muvaffak olmak isteyen, bu dikenlere katlanmak mecburiyetindedir.
İyi, güzel, salih bir Müslüman olmak, hepimizin arzusudur. Bunun da, çilesi, sıkıntıları var. Bunlara katlanan, neticeye kavuşur. Bu konuda İslam âlimlerinin büyüklerinden olan Muhammed Ma’sum-i Fâruki hazretleri, Mektubat kitabının birinci cilt, yirmi kinci mektubunda buyuruyor ki:
“Resulullahın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetlerinin nurları ile ışıklanmadıkça doğru yola kavuşulamaz. O yüce Peygamberin izinde bulunmadıkça, felaketlerden kurtulmaya uğraşmak boşunadır. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymadıkça, Allahü teâlâyı sevmek saadeti ele geçemez. İmran suresinin otuz birinci âyetinde mealen; (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Bana uyanları Allah sever!) buyuruldu.
Allahü teâlâ, Habibine böyle demesini emir buyurmaktadır. Saadete kavuşmak isteyen kimse, bütün âdetlerini, ibadetlerini ve alış-verişlerini Onun gibi yapmaya çalışmalıdır. Bu dünyada, bir kimsenin sevdiğine benzemeye çalışanlar, bu kimseye sevimli ve güzel görünürler. Bu kimse, onları da çok sever, beğenir. Bunun gibi, sevgiliyi sevenler, her zaman sevilir. Sevgilinin düşmanları, sevenin de düşmanları olur. Bundan dolayı, görünen ve görünmeyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak o yüce Peygamberi sevmekle ele geçebilir. Yükselebilmenin, ilerlemenin ölçüsü, bu sevgidir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en sevimlisi olarak yarattı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü Onda topladı. Eshab-ı kiramın hepsi, Ona âşık idiler. Hepsinin kalbi, Onun sevgisi ile yanıyordu. Onun ay yüzünü, nur saçan cemâlini görmeleri, lezzetlerin en tatlısı idi. Onun sevgisi uğruna canlarını, mallarını feda ettiler. Onu canlarından, mallarından, kısaca, her sevilenden daha çok sevdiler. Onu aşırı sevdikleri için, Onu sevenleri de sevdiler. Bunun için birbirlerini de çok sevdiler. Onun üstünlüğünü anlayamayıp, Onun güzelliğini göremeyip, Onu sevmek saadetine kavuşamayanlara düşman oldular. Çünkü, taatlerin, iyiliklerin başı, dostları sevmek ve düşmanları sevmemektir. Allah’ı seviyorum diyenlerin, Eshab-ı kiram gibi olmaları lazımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir. Kendiliğinden hasıl olur. Bu kimse, sevmesinde ve düşmanlığında deli gibidir. Bunun içindir ki Peygamber efendimiz; (Kendisine deli denilmeyen kimsenin imanı tamam olmaz) buyurmuştur.
Kendisinde bu delilik bulunmayanlar, sevmekten mahrumdurlar. Düşmanlık etmeyince, dostluk olmaz! Seviyorum diyebilmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lazımdır.”
Hasan-ı Basri hazretleri, ilim ve faziletlerinden istifade ettiği Eshab-ı kiram ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek; "Siz onları görseydiniz mecnun, deli zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir", kötülerinizi görseler; "Bunlar da Müslüman mı?" derlerdi" buyurdu.
Hakiki sevgi, iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde de eksilmeyendir.
Şakik-i Belhi hazretleri de, bir gün, kendilerine nasihat kâr etmeyen bir grup insana şöyle buyurur:
“Eğer çocuk iseniz mektebe, deli iseniz tımarhâneye, ölü iseniz kabristana gidin. Ama Müslüman iseniz Müslüman olmanın şartlarını yerine getiriniz!”
Ebu Said-i Harraz hazretleri bir gün sokağa çıktığında bir kalabalığı gördü. İnsanlar bir delinin başında toplanmışlardı. Deli kaçıyor, onlar peşinden koşuyorlardı. Deli onlara doğru dönünce kaçıyorlar. Sonra deli peşlerine düşüyordu. Ebu Said-i Harraz hazretleri;
-Dur ey deli! diye seslendi. Bunu duyan deli dönüp baktı ve;
-Deli kime derler biliyor musun? dedi. Ebu Said-i Harraz hazretleri;
-Hayır bilmiyorum deyince, deli dedi ki:
-Deli ona derler ki, attığı her adımda Allahü teâlâyı anmaz ve gâfil gezer.
Müslüman, akıllı olur. Akıllı kimse, zararını ve kârını bilen kimsedir. Ne aldığına ve bunun karşılığında neyi feda ettiğine dikkat eder. Maksat dünyalık ise, bunun kıymeti, değeri de bu kadar olur. Eğer maksat ahiret ise, o zaman dünyada rahata, ahirette de ebedi saadete kavuşulur.
Dili ve gönlü Cenab-ı Hakkın rızasında olana mübarek olsun. Böyle olabilmek kolay değildir diye, bir şeyin tamamını da terk etmek, uygun değildir. Zira:
“Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır” sözü meşhurdur.
.Kendini seven başkasını sevemez
11/9/2003
Tabipler diyor ki, hasta perhiz yapmalıdır. İyi olmadan önce ona gıda iyi gelmez. Yağlı kuş eti bile böyledir. Hatta hastalığını arttırır. Bunun için, önce hastayı iyi etmeyi düşünmek lazımdır. Bundan sonra, uygun gıda vererek, eski kuvvetli hâline kavuşturulması düşünülür. Bunun gibi, (Kalblerinde hastalık vardır) mealindeki âyet-i kerimede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibadeti ve taati fayda vermez, belki zarar verir.
(Çok Kur’an-ı kerim okuyanlar vardır ki, Kur’an-ı kerim bunlara lanet eder) hadis-i şerifi meşhurdur.
(Çok oruç tutanlar vardır ki, onun oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur) hadis-i şerifi de sahihtir.
Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de, önce hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emir buyururlar. Kalbin hastalığı, Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Belki, kendisine bağlanmasıdır. Çünkü herkes, her şeyi kendi için ister. Çocuğunu sevmesi, kendini sevdiği içindir. Malı, mevkı’i, rütbeyi hep kendi için ister. Onun mabudu, tapındığı şey, kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır.
Kalb, bu bağlılıklardan kurtulmadıkça, insanın kurtulması çok güç olur. Bundan anlaşılıyor ki, aklı başında olan ilim adamları ve kalbi uyanık olan fen adamları, her şeyden önce, bu hastalığın giderilmesini düşünmelidirler.
Kulun dileği ve isteği sadece sahibi ve sahibinin dileği olmalıdır. Başka, hiçbir dileği bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış, kölelikten kaçmış olur. Nâziât suresi kırkıncı âyetinde mealen,
(Kim Rabbinin azametinden korkup, kendini nefsinin arzularından men ederse, varacağı yer şüphesiz Cennettir) buyurulmuştur.
Hep, kendi isteklerinin arkasında giden bir kul, kendi keyfine, arzusuna esir demektir. Kendi nefsinin kölesidir. Hep, melun şeytanın emrlerini yapmaktadır.
Nefsinin kötü arzularına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken helali haramdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, dünyaya düşkün olmayı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günahtır.
İnsanın, Allahü teâlânın marifetine kavuşmasına mani olan en kuvvetli düşman, nefsin arzularıdır. Bu arzular bitmez ve tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. (Maksudun, mabudundur) sözü meşhurdur. Câsiye suresinin yirmi üçüncü âyetinde mealen, (Nefsinin arzularını ilâh edinen kimseyi gördün mü?) buyurularak, bu hâl haber verilmektedir.
Bir insanın maksudu; arzusu, teveccüh ettiği, özendiği, sağ kaldıkça ele geçirmek istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmaya katlandığı, hiç vazgeçmediği şey ise, bu maksudu, mabudu olur ve bu hâli ibadet olur. Çünkü ibadet, zilletin, inkisârın son derecesidir.
Allahü teâlâdan başka mabud tanımamak için, Ondan başka maksud olmamak, Ondan başka murâd olmamak lazımdır. Bunun için de, (Lâ ilâhe illallah) derken, Ondan başka maksud olmadığını bilmek lazımdır.
Bir kimse, maksadına kavuşmak için, Allah göstermesin dinin dışına çıkarsa, farzlardan birini bırakır, bir haram işlerse, mesela namazı, orucu bırakır veya içki içerse, bu maksudu, onun mabudu olur, ilâhı olur. Maksudu için dinin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek için, haram işlemezse, din, o maksudu reddetmez, menetmez ve onu maksud bilmez. Onun maksudu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dinini gözetmektir, der. O maksuda karşı, o kimsede, yaradılış icâbı, bir arzu hasıl olmuştur. Fakat, bu arzusu, dine olan arzusunun miktarına yetişememiştir.
Maksadı dünya olan, herkese sıkıntı verir ve her şeyden şikayet eder. Herkese sıkıntı veren, kibirlidir. Herkesi şikayet etmesi kibrindendir. İnsanın kendini beğenmesi de kibirdendir. Kendini beğenmesi, kendini sevdiği içindir. Kendini seven, başkasını sevemez.
Mütevazı kimse, kendini beğenmez, kibirlenmez, insanlara tepeden bakmaz. Bunun için, herkesi sever ve herkes de onu sever. Mütevazı demek, ölmüş demektir. Ölü, kimseyi şikayet etmez, ölüyü şikayet eden de olmaz.
Kim toprak gibi mütevazı olursa, her nimete kavuşur. Bir parça yükselse, su o toprakta durmaz. Din büyüklerinin feyz ve bereketine kavuşmak için toprak gibi mütevazı olmak lazım. Rahmete kavuşmak için toprak olmak lazım.
Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Akıl sahibi, nefsini ezip, ahirette lazım olan şeyler için çalışır. Ahmak olan da nefsinin arzuları peşinde koşup, Cennete götürmesi için de, Allah’a dua eder.)
.
Mazlum olmak
11/16/2003
Mazlum, zulüm görmüş, zulme uğramış, hâlim, selim, sakin, sessiz kimse demektir. Zâlim ise, zulmeden kimseye denmektedir.
Dünya hayatında insan, ya zâlim veya mazlum olmaktadır. Malına, mülküne, canına, namusuna tecavüz edilen mazlumdur. Kalbi kırılan, mazlumdur. Hakları gasp edilen, mazlumdur. Dövülen, hakaret edilen, mazlumdur. İtilen, kakılan, hor görülen, ezilen, kıymet verilmeyen hep mazlumdur.
Dünyaya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakir. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlum. Ama o hâllerinin hepsi de geçti ve unutuldu.
Ezilmenin, zulme uğramanın verdiği mahcubiyet, boyun büküklüğü, kalbin kırıklığı, mazlumun duasının kabulüne, zâlimin de felaketine sebep olmaktadır. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Mazlumun duası kabul olur)
(Üç kimsenin duası muhakkak kabul olur: Mazlumun, misafirin ve ana babanın)
(Kâfir olsa da, mazlumun bed duası red edilmez)
(İnsanlara zulmeden, Kıyamette bunun azabını çekecektir)
(Gayrı müslime zulmedenden, Kıyâmet günü, onun hakkını ben isteyeceğim)
Aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temin eder. İslam’ın güzel ahlakı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Bölücü olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de rahata, huzura kavuşur. Hem de, ahiretin sonsuz azaplarından kurtulur.
Bütün rahatlıkların, saadetlerin başı, iman etmekte, Müslüman olmaktadır. İman etmek de, çok kolaydır. İman etmek için, bir yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izin almak gibi, bir şey yapmak lazım değildir. Hatta, imanlı olduğunu kimseye bildirmek, belli etmek bile lazım değildir. İman, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden inanmak demektir. İman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur. Yani seve seve yapar. Böylece, Müslüman olur.
Zâlimin biri, büyüklerden birine zulmederdi.
-Buna beddua et dediklerinde,
-O, bana değil, kendine düşmanlık etmektedir. Kendine yaptığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilave edemem buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki,
(İnsan, kendine zulmedene beddua eder. Böylece, hakkını, dünyada almış olur. Belki, zâlimin hakkı da, kendine geçmiş olur.)
İbadetleri yaptığı halde, zulmeden ve tevbe etti ise de, mazlumu bulamayan, bununla dünyada helalleşmeyen bir kimse hakkında hikaye olundu ki:
Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Dünyada helalleşemediği kul hakları varsa, meydana çıkarılır. Mazlum onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ mazluma;
-Ey mazlum! Yukarıya bak buyurur. O mazlum baktığı vakit görür ki, bir köşk var. Gayet büyüktür. Ziyneti ve büyüklüğü akıllara hayret verir. O mazlum:
-Yâ Rabbi! Bu nedir? der. Allahü teâlâ:
-Bu satılıktır. Benden satın alır mısın? buyurur. O mazlum ise:
-Yâ Rabbi! Bunun kıymetini ödeyecek benim bir şeyim yoktur der. Allahü teâlâ buyurur ki:
-Kardeşini zulümden af edip halâs edersen, köşk senindir. O kul da:
-Yâ Rabbi! Emr-i ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçtim der.
Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle muamele eder. Nitekim İsrâ suresinin yirmi beşinci âyetinde mealen, (Ben azim-üş-şân, tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur.
Tevbe eden, zulümden, günahtan ayrılıp da, ebediyen bir daha o günahı işlemeyendir.
Hazret-i Ömer Irak memleketlerinden birine cihad için ordu göndermişti. Bir gün Medine’de otururken, birdenbire;
-Efendim buradayım! buradayım! diye seslendi.
Hiç kimse neden böyle seslendiğini anlayamadı. Nihayet ordu zaferler kazanarak döndü. Kumandan hazret-i Ömer’e kazandıkları zaferleri anlatmaya başladı. Hazret-i Ömer;
-Bunları bırak, kendisine zorla suya gir dediğin kimsenin hâli ne oldu, diye sordu. Kumandan,
-Yâ Emir-el müminin! Bu işte benim kötü bir niyetim yoktu. Bir suya ulaştık. O sudan geçmek için derinliğini öğrenmek istedik. O kimseyi soyup, suya koyduk. Hava soğuk idi. Yâ Ömer, yâ Ömer diye feryat eyledi. Sonra şiddetli soğuk sebebiyle vefat etti, dedi.
Komutanın anlattıklarını dinleyenler, daha önce hazret-i Ömer’in Lebbeyk, Lebbeyk diye söylemesinin, “Ey Ömer, nerdesin” diye seslenmesine cevap olduğunu anladılar. Hazret-i Ömer, o kumandana
-Eğer bundan sonra usul olarak kalmayacağını bilseydim, senin boynunu vururdum, dedi. Haydi şimdi git, o mazlumun diyetini ailesine ver. Bir daha böyle bir şey yapma, dedi.
Mazlum, hakkımdır diyerek başkasına zulmedemez. Mecelle’de bir kaide var. Madde 921:
“Mazlum olanın, başkasına zulmetmeye hakkı yoktur. Her ikisi de öder. Mesela sahte para alan, bunu başkasına veremez.”
Bir zaman iftira sebebiyle Zünnun-i Mısri hazretlerini hapsettiler. Günlerce aç kaldı. Bir kadın iplik parası ile hazırladığı yemekten ona gönderdi.
Zünnun-i Mısri hazretleri o yemekten yemedi. Kadın bunu işitince, üzüldü.
“Helal para ile yaptığımı biliyorsun, niçin yemedin?” dedi.
“Evet yemek helaldi. Fakat zâlimin tabağı içinde getirdiler” buyurdu. Yemeği zindancıların tabağında getirmişlerdi.
İbn-i Vefâ hazretleri de buyurdu ki:
"Bir zâlime kalben meyleden kimseyi fitne ateşi sarar. Böyle kimse, ancak Allahü teâlânın yardımı ile kurtulur."
|
.
Ölmeden önce ölmek
11/23/2003
Peygamber efendimiz, “Mutu Kable En Temutu yani Ölmeden önce ölün” buyuruyor. Peki ölmeden önce ölmek ne demektir? Bunu İslam âlimleri açıklamışlar. Âyet-i kerimeleri Peygamber efendimiz, Peygamber efendimizin sözlerini de müctehid olan İslam âlimleri açıklar. İşte bu hadis-i şerifi de İslam âlimleri açıklamışlar ve buyurmuşlardır ki:
“Dünyada inanılan şeyler öldükten sonra görülecek. İnsan ölüp hakikatleri görünce nasıl olacak ise, neleri yapmış olmayı isteyecek ise şimdiden onları yapması ölmeden evvel ölmek demektir.”
Amellerin, ibadetlerin kıymeti, imanın derecesi ile ölçülür. İbadetlerin parlaklığı, ihlâsın miktarına bağlıdır. İman ne kadar kâmil, olgun ise, ihlâs o kadar çok olur. Ameller de, o kadar çok nurlu olur ve kabul edilir. İmanın kâmil olması ve ihlâsın tamam olması, marifete yani Allahü teâlâyı tanımaya bağlıdır. Marifet ve hakiki iman da, ölmeden önce olan ölmeye bağlıdır. Bu hâl kimde daha fazla var ise, onun imanı daha kâmil, olgun olur. Bunun içindir ki, hazret-i Ebu Bekir’in imanı, bütün ümmetin imanlarından üstün oldu. Peygamber efendimiz, hazret-i Ebu Bekir için; (Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek isteyen, Ebu Kuhâfenin oğluna baksın!) buyurmuştur.
Ölmeden önce ölen kimse, münakaşa etmez, yalan demez, haram yemez, gıybet etmez, kimsenin kalbini kırmaz, kimsenin malında, mülkünde, makamında gözü olmaz. Ahiretteki hesabı ve o gün hangi halde olacağını düşünür ve daha dünyada iken kendi hesabını kendisi görür. Zaten Peygamber efendimiz; (Ölmeden evvel ölünüz. Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!) buyurmuştur.
Öldükten sonra olacak şeyleri düşünen ve o gün rezil olmamak için kendine çeki düzen veren bir kimseden, kimse şikayetçi olmaz. Ve bu kimse de, hiç kimseden şikayetçi olmaz. Ne şikayet eder ve ne de şikayet edilir. Ölüden kimseye zarar gelmez ki.. Peygamber efendimiz; (Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve ahirette zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur) buyurmuştur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Cehennemden kurtulmak isteyen, helal ve haramları iyi öğrenmeli, helal kazanıp, haramdan kaçınmalıdır. Dinin sahibinin yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. İslamiyet’in hududunu aşmamalıdır. Gaflet uykusu ne zamana kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakit atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri, kulakları açacaklar. Fakat, o zaman pişmanlık işe yaramayacak. Rezil olmaktan başka, ele bir şey geçmeyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Ahiretin çeşit çeşit azapları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zaman, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi ahiretin çeşitli azaplarından kurtaralım! Tahrim suresi altıncı âyetinde mealen; (Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır) buyuruldu.”
İmanı olan ve aklı olan ve bâliğ olan erkek ve kadınlara, mükellef denir. Mükellef olanların, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesareti azaltır. Peygamber efendimiz buyurdu ki; (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!)
Bu dünya, bir konaktır. O cihana bakınca zindandır. Bu geçici varlık, bir görünüştür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki; (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!)
Dünya hayatı, rüya gibidir. Ölüm uyandırıp, rüya bitecek, hakiki hayat başlayacaktır. Müslümanın ölümü, hayattır. Hem de, sonsuz hayat!
Bir köylüye;
-Sen öleceksin demişler. O da,
-Ölünce nereye giderim diye sormuş.
-Allahü teâlâya! cevabını alınca,
-Hayrı ancak kendisinde bulduğumuz Rabbime kavuşturacak olan ölümden korkum kalmamıştır der.
İnsanın meşgalesi, asıl maksadını unutturmamalıdır. Asıl maksat, zengin olmak, şan şöhret sahibi olmak değil, ahireti kazanmaktır. Her an son nefes endişesi ile yaşamalıyız. Korkusuz, endişesiz yaşamak tehlikelidir. Gerçi suyun aktığı yönden gideceği yer belli olur. Ancak, milyonda bir de olsa tersi olabilir. Bunun için korkmak lazımdır. Zira Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.)
|
.Her kötülüğün ilacı
11/30/2003
Allahü teâlâ, ölüm hariç her derdin devasını yaratmıştır. Her sıkıntının, her üzüntünün çaresi vardır. Her şey bir sebep ile yaratılmıştır. Bir şeye kavuşmak isteyen, o şeyin sebebine yapışır. Herhangi bir şeyin sebebine yapışan da, onun neticesine kavuşur.
Her derdin, hastalığın, sıkıntının ilacı olduğu gibi, kötülüklerden kurtulmanın da bir ilacı vardır. Doğru kılınan namaz, her kötülüğün ilacıdır. Çünkü Ankebut suresinin kırk beşinci âyetinde mealen; (Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhalde uzaklaştırır) buyurulmaktadır.
Âyet-i kerimede geçen “herhalde” muhakkak anlamındadır. Yani namaz, insanı, kötülüklerden muhakkak uzaklaştırır demektir. Yalnız âyet-i kerimede, “Doğru kılınan namaz” buyuruluyor.
Şartlarına uyarak, doğru kılınan namaz, her kötülüğün ilacıdır. Her türlü kötülükten insanı uzaklaştırır. Buna inanmak lazımdır. (İnkâr eden mahrum kalır) sözü meşhurdur. İnanarak ve de şartlarına uyarak kılınan namaz, insanı, kötülüklerden kesin olarak uzaklaştırır. Namaz kıldığı halde, kötülüklerden kurtulamayan kimse, hatayı kendinde aramalıdır. Guslünü, abdestini ve namazlarını kontrol etmesi lazımdır. Muhakkak bir yerlerde hatası vardır. Çünkü Rabbimizin sözü kesindir.
İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı da elden bırakmamalıdır.
Namaz bir ölçektir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükafata kavuşur. Kim ki, eksik ölçerse yani şartlarına ve adabına uygun kılmazsa, Allahü teâlânın buyurduğu Cehennemi hatırlasın.
Bunun için anne ve babaların, evlatlarına namazın önemini anlatması ve mutlaka namaz kıldırması lazımdır. Çocukların, namaz kılmasına mani olan her şeyin, felaketlerine sebep olacağını bilmelidir. Çocukların istikbalini garantiye almak, iyi bir Müslüman olması ile mümkündür. Diploma ile istikbal garantiye alınmış olmaz. İyi bir Müslüman olduktan sonra diploma işe yarar. O zaman, hem kendisine hem de insanlara daha çok faydalı olur.
Eğer bir anne, bir baba, evladını namaza kaldırmıyorsa, onu eliyle Cehenneme atıyor demektir.
İnsanı dünyada ve ahirette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Müminun suresi başındaki âyet-i kerimede mealen, (Müminler herhalde kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşu’ ile kılanlardır) buyuruldu.
Dünya işlerinde bir darlığa ve sıkıntıya düşen kimse, istiğfara ve namaza yönelmelidir. Doğru kılınan namaz her derdin ilacıdır.
Dünya sıkıntılarını ileri sürerek namazda gevşek davranmak, akıllı kimselerin yapacağı şey değildir. Zira günlerin beraberinde getirdiği hadiseler, bizi tesiri altına almamalıdır. İyi bir Müslüman olmaya bakmalıdır. Zaman içerisinde gelen musibetler ve belalardan dolayı sabırsızlık göstermemelidir. Dünyanın sevinci de, kederi de, bolluğu da, darlığı da devamlı değildir. Dünyanın geçici olan bu halleri, bizi aldatmamalıdır. Bunları ileri sürerek, her kötülüğün ilacı olan ve her şeyden önce Rabbimizin emri olan namazı, terk etmemelidir.
Her gün beş vakit namaz kılmak zor değildir. Günah kirleri ile kalbler kararmış ise, o zaman zor gelir. Namaz kılmak, Allahü teâlâdan korkan müminlere kolay gelir, zor gelmez. Zira Bekara suresi, kırk beşinci âyetinde mealen; (Namaz kılmak, yalnız müminlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir) buyuruldu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Farzların en üstünü, en yükseği namazdır. "Namaz, müminin miracıdır" ve "Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamanı, namazda olduğu zamandır!..." hadis-i şerifleri bunu haber vermektedir. "Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki..." hadis-i şerifinde bildirilen, Resulullah efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakire göre, namazdaki zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan koruyan, namazdır. Resulullah efendimizin; "Yâ Bilâl, beni ferahlandır!" buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey, namazdır. Dinin direği namazdır. Müslümanlık ile kâfirliği birbirinden ayıran, namazdır.”
Abdullah-ı Dehlevi hazretleri de buyurdu ki:
“Bütün ibadetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'an-ı kerim okumak, tesbih söylemek yani sübhânallah demek, Resulullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfar etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan isteyerek Ona dua etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rüku hâlinde, cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibadetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, Mirac gecesi farz oldu. O gece mirac yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymayı düşünerek namaz kılan bir Müslüman, O yüce Peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.”
Kısacası namaz, müminin miracı ve her derdin ve her kötülüğün de ilacıdır.
.Öğrenmenin acısını tatmayan
12/7/2003
Öğrenmenin acısını bir müddet tatmayan, hayatı boyunca cehaletin zilletini yudumlar.
İlim öğrenmek farzdır. Farzları, haramları öğrenmek farz, vacipleri öğrenmek vacip, sünnetleri öğrenmek ise sünnettir. Öğreneceğiz ve kaçınacağız. Bir hadis-i şerifte; (Bilerek yapılan az bir ibadet, bilmeyerek yapılan çok ibadetten daha iyidir!) buyuruldu.
Resulullah efendimiz bir kere de; (Şeytanın bir âlimden korkması, cahil olan bin âbidden korkmasından daha çoktur!) buyurdu.
İslam dininde kadın, kocasının izni olmadan nafile hacca gidemez. Sefere, misafirliğe gidemez. Fakat, kocası öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, ilim öğrenmeye gidebilir.
Görülüyor ki, büyük ibadet olan hacca izinsiz gitmesi günah olduğu halde, ilim öğrenmeye izinsiz gitmesi günah olmuyor.
Erkek olsun kadın olsun, Müslümanların ilim öğrenmesi farzdır. Beşikten mezara kadar ilim öğreneceğiz. Zira Peygamber efendimiz; (Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız!) buyurdu.
Yani, bir ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyarın da çalışması lazımdır. Öğrenmesi ibadettir. Çünkü Resulullah efendimiz; (Yarın ölecekmiş gibi ahirete ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerine çalışınız!) buyurdu.
Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.
Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerin kıymetli eserlerini okumak kendisine ağır gelir. Halbuki İmam-ı Mâlik ve Ebu Bekr-i Verrâk hazretleri; "Fıkıh öğrenmeyip tasavvufla uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan, bid'at sahibi yani sapık olur. Her ikisini edinen hakikate varır" buyuruyorlar.
Peygamber efendimiz de; (İbadetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir) buyurarak, fıkıh, ilmihal bilgilerini öğrenmenin ehemmiyetini bildirmektedir.
İlim, insanlara, ekmek ve su kadar lazımdır. Zira Peygamber efendimiz; (Bütün Müslüman erkeklerine ve bütün Müslüman kadınlarına, ilmi aramak, öğrenmek farzdır!) buyuruyorlar. Ayrıca Peygamber efendimiz; (İlim öğreniniz! İlim öğrenmek ibadettir. İlim öğretene ve öğrenene cihâd sevabı vardır. İlim öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilim öğrenmek, teheccüd namazı kılmak gibidir) buyurmaktadırlar.
Ancak ilim, rivayet ve kuru malumat, bilgi çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir. İlim, ezber edilen şey değil, ezber edilen şeyden temin edilen faydadır.
Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir. İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmuş değildir.
Kendini bilmeyene ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Layık olandan ilmi esirgeyen de, zulmetmiş olur.
İlim öğrenmek için üç şart vardır:
Birincisi; hocanın yani ilim öğretenin maharetli olması lazımdır.
İkincisi; talebenin zeki olması, sürat-i intikal sahibi olması lazımdır.
Üçüncü şart ise; ilim öğrenmek için uzun bir zamanın lazım olduğu unutmamak lazımdır.
İlim ganimettir. Sükut kurtuluştur. Halktan bir şey ummamak ise, rahatlıktır.
Batın ilmi zahir ilmi öğrendikten sonra öğrenilir. Zahiri ilimleri öğrenip onunla amel eden kimseye Allahü teâlâ batın ilmini açar. Batın ilmi ancak kalbin açık olup nurlanması ile elde edilir. Bunun için açık ve zahir olan şeylere sarılmalı, bilinmeyen yollara girmekten sakınmalıdır.
Hakkı doğruyu kim söylerse söylesin kabul etmelidir. Söyleyene değil, söylenen söze bakmalıdır. Ancak ölçü şu olmalı: Ehli sünnet itikadına uygun olmayan sözlerin ve söyleyenlerin hiçbir kıymeti yoktur.
Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.
Ölmemek için, yemek, içmek lazım olduğu gibi, inkârcılara aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dinini, imanını öğrenmek lazımdır. Ecdâdımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle Müslüman kaldılar. İslamiyet’in zevkini aldılar. Bu saadet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de Müslüman kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki inkârcılara kaptırmamamız için, birinci ve en lüzumlu çare, her şeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hazırladığı ilmihâl kitaplarını okumak ve öğrenmektir. Zira Resulullah efendimiz buyurdu ki:
(İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz.)
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan Abdullah-ı Ensâri hazretleri de talebelerine şöyle buyururlardı:
"Ahirette her incinin bir sedefi vardır. Her şeyin kendi hâline göre bir şerefi, değeri vardır. İnsanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir. Onun şerefi de ilim iledir. İlmi olmayan kimse, cahillik içinde kalır, muhabbet kadehini içemez, vilayet libasını giyemez. Allahü teâlâ cahili kendine dost edinmez.
.
Dünya iş ahiret ücret yeridir
12/14/2003
Dünya iş yeridir. Ahiret ücret yeridir. Ahirette faydası olamayan şey dünyalıktır. Dünyada Cehenneme götürücü tuzaklar var. Bu tuzaklara yakalanmamalıdır. Kur'an-ı kerimde, bu tuzaklar şöyle bildiriliyor:
(Dünya hayatı, la’b, lehv, ziynet, tefahur ve malı, parayı, evladı çoğaltmaktır.) [Hadid 20]
[La’b oyun, lehv eğlence, ziynet süslenmek, tefahur öğünmek demektir.] Bunların bir tanesine yakalananın gönlü ölür.
Dünya hayatı, iş yapacak zamandır. Keyf yapacak, eğlenecek zaman ileride gelmektedir. Orada, dünyada yapılan işlerin karşılığı ele geçecektir. İş zamanını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsul almaması gibidir.
Dünya insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünya, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, nimet yeridir. İbadet edenlere kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selamet yeridir. Ana rahmine nispetle, Cennet gibidir. Ahirete nispetle çöplük gibidir.
Dünyada olanlar İslamiyet’e uygun kullanılırsa, ahirete faydalı olurlar. Hem dünya lezzetine, hem de ahiret nimetlerine kavuşulur. Hadis-i şerifte; (Dünya sizin için yaratıldı. Siz de ahiret için yaratıldınız! Ahirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur) buyuruldu.
1760 senesinde Diyarbakır'da vefat Ahmed Mürşidi Efendi, bir talebesinin nasihat istemesi üzerine ona şöyle buyurur:
"Asla dünya malına meyletme. Kimseye el açmayacak kadar malın olsun yeter. Bilmez misin her işin hayırlısı ortasıdır. Dünya ahiretin tarlasıdır. Sen bu âleme para ve mal toplamak için gelmedin. İyi ameller yapmak için geldin. Kimseye el açmayacak ve yetecek kadar mal kazandıktan sonra, vaktini Hak teâlâya ibadet ederek geçir. Topladığın o mal ve mülk senin değil mirasçılarınındır. Senin rızkın, ancak âlemlerin rızık vericisi olan Allahü teâlâ tarafından sana yemen içmen için verilenden ibarettir.
Malım mülküm yok deme. Olmadı diye gam çekme. Bu benim mülkümdür diyene, bir gün ecel gelir. Bu surette o malın sahibi olduğuna dair iddiası yalan olur. Bu yalan dünya, daima insanlara gaflet gömleği giydirir. Bu fâni mülkü elimizden alır. Kendini ona sahip sanacak bir yalancı müşteri bulur. O da ölür, yerine başkası çıkar. Dünyanın âdeti böyledir. Verir alır, alır verir."
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, dünyaya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek talebesi olan Akbıyık Sultan'a buyurur ki:
-Evladım bu dünya fânidir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Ahiretten gafil olma. Zira gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol.
Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;
-Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünya, ahiretin tarlasıdır" buyuruyor. Bu sebeple dünya malı ile de meşgul olmak gerekmez mi? diye sorar.
Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, uzun bir sükuttan sonra;
"Evladım! Madem ki dünyayı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terk et. Bu dergâhta dünya ile meşgul olanların işi yoktur" buyurur.
Seyyid Emir Gilâl hazretlerinin oğlu Seyyid Emir Hamza hazretleri de buyurdu ki:
“Bütün iyiliklerin başı, dünyayı terk etmektir. Bütün kötülüklerin başı da dünya sevgisidir. Bununla birlikte, Server-i kâinat efendimiz; "Dünya ahiretin tarlasıdır" buyurdu. O halde dünyada ahiret işleri yap ve dünyaya ve dünyanın nimetlerine bağlanma! Dünya rahat yeri değildir. İbret yeridir. Bunun için Resul-i ekrem efendimiz; "Dünya ibret yeridir, tamir etme yeri değildir" buyurdular.”
Dünya sevgisi, günahların başıdır. Günah işlenmeyen yerde huzur vardır. Günah işlenirse huzursuzluk başlar. Günahlar kalbi sıkar. Zikri ilahi ile meşgul olmak, insana ferahlık verir, günahlara karşı soğukluk getirir. Bir Müslüman günah işlemese, Cennet nimetleri başlar. Şunu da unutmamak lazımdır ki; “İsyanı, günahı çok olanın, nisyanı, unutkanlığı da çok olur” buyurulmuştur.
Allahü teâlâ günah işlemeyenlerden ve günah işlenmeyen yerlerden razıdır. Bunun için, günah işlememeye ve yakınlarımızı günahtan korumaya çalışmalıyız. Zira Allahü teâlâ günah işleyen bir kulunu muvaffak etmez.
Dünya demek; haramlar, isyanlar, inkârlar kısacası günah olan şeyler demektir. Dünyada, ahiret için yapılanlar, dünya ve dünyalık olmaz. Zira hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ, ahiret için yapılan iyiliklere dünyada da mükâfât verir. Fakat, yalnız dünya için yapılan işlere ahirette hiç mükâfât vermez) buyuruldu.
Maksadı, gayesi dünyalık olanlar için de, Peygamber efendimiz; (Yalnız dünya için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur) buyurmaktadır.
Bütün nimetleri, sefası, cefası geçici olan dünya için Resulullah efendimiz; (Dünya, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyuruyor.
Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür. Sözlerin güzeli de, güzellerin sözüdür. Kâinatın efendisi, Yaratanın sevgilisi, kısa ve öz olarak; (Dünyaya, burada kalacağınız kadar, ahirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) buyurmaktadır.
|
.Mesut olmanın sırrı
12/21/2003
Dünyadaki bütün insanlar mesut olmak ister. Fakat, mesut olan, pek azdır. Çünkü, saadetin neden ibaret olduğu bilinmiyor.
Saadet, yalnız dünya saadetinden ibaret değildir. Aksine, asıl saadet ahiret saadetini elde etmektir.
Ahiret saadeti için Allahü teâlânın kanunlarına ve emirlerine yani Kur’an-ı kerime ve Peygamber efendimizin sözlerine itaat etmek lazımdır. Allahü teâlânın emirleri arasında; Öldükten sonra tekrar dirilmek, yani ahirete inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak ahiretin nihayetsiz olduğunu, ebedi olduğunu bize bildiriyor. Dünya hayatı ise, sayılı günlerden ibarettir. O halde, saadet iki başlı demektir:
1-Biri ahiret saadeti,
2-Öteki de dünya saadeti.
Bu iki saadetten hangisi önemlidir? Bunu akıl ve izan sahibi insanlar kolaylıkla anlayabilir. Aklımız ve izanımız ahiret hayatının, dünya hayatı ile mukayese edilemeyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir.
Ahiret saadetine dair Hakkın kitabı, Kur’an-ı kerim ve Peygamber efendimizin sözleri ve din âlimlerinin binlerce kitapları vardır. Fakat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmıştır. Çok ehemmiyetli olan ahiret saadeti adeta unutulmuş, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise, felaketin en tehlikelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur. Peygamber efendimiz; (Mesut o kimsedir ki, dünya onu terk etmezden önce, o dünyayı terk etmiştir) buyurmaktadır.
Vaktiyle bir türlü mesut olamayan tüccarın biri, mutlu olmanın sırrını öğrenmesi için, oğlunu, insanların en bilgili olan birinin yanına göndermiş. Delikanlı günlerce yol yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan aradığı kimsenin evine varmış.
Delikanlı, girdiği evde, hummalı bir manzara ile karşılaşmış. Tüccarların biri girip, diğeri çıkıyormuş. Evin sahibi sırayla içerideki insanlarla konuşuyormuş. Delikanlı, sıranın kendisine gelmesini beklemiş ve huzura alınınca, babasının arzusunu anlatmış. Hikmet ehli zat:
-Mutluluğun sırrını açıklayacak zamanım yok demiş delikanlıya. Sonra da demiş ki:
-Git, çevreyi dolaş! İki saat sonra da benim yanıma gel! Hemen arkasından ilave etmiş:
-Ama, senden bir ricada bulunacağım.! diyerek delikanlının eline bir kaşık vermiş, içine de iki damla yağ koydurmuş. Arkasından tenbih etmiş:
-Etrafı dolaşırken bu kaşığı elinde tutacak ve yağı dökmeyeceksin!
Delikanlı dışarı çıkıp etrafı dolaşmaya, verilen süreyi doldurmaya başlamış. Fakat gözü hep kaşıktaymış.
İki saat dolar dolmaz, hemen çıkmış o kimsenin huzuruna. Hikmet ehli kimse,
-Güzel, demiş. Sonra gence sormuş:
-Bahçıvan başının, on yıllık bir çalışma sonunda meydana getirdiği eşsiz güzellikteki bahçeyi, çiçekleri, emsalsiz lezzetteki meyveleri gördün mü?
Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü kendisine verilen iki damla yağı dökmemek için hiçbir tarafa bakamamış. Ev sahibi demiş ki:
-Öyleyse git, etraftaki güzelliklere bakarak, bahçeyi tekrar dolaş!
Delikanlı kaşığı alıp, tekrar dışarı çıkarak gezmeye başlamış. Bu sefer bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat eserlerinin zarâfetini görmüş.
Hikmet ehli zatın yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. Ev sahibi sormuş:
-Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bunun üzerine, ev sahibi, demiş ki:
-Sana verebileceğim tek bir nasihat var:
Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün hârikalarını görerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü idrak etmektir; ama kaşıktaki iki damla yağı da unutmadan.
Sonra iki damla yağı yorumlamış:
-Bu iki damla yağdan, birinci damla, sağlığımız. Eğer kendimize bakmazsak, sağlığımız yerinde olmazsa, başka şeyleri görmemiz zaten mümkün değildir. Acılar içinde kıvranan kimse, dünyanın en güzel manzaralı yerinde olsa bile gözü bir şey görmez. Kuş tüyünden yatakta yatsa, bu yatak iğneli yatak gibi gelir ona.
İkinci damla da dostluklar, yani bizi ayakta tutan varlığımızın, var olmamızın hikmetini hatırlatan hakiki dostlar. Dostları olmayan kimse için dünyanın zindandan farkı yoktur.
Sevmek ve sevilmek, insanı hayata bağlayan, bütün sıkıntıları unutturan en güzel ilaçtır.
Sevmekten sonra da acımak gelir. Seven ve acıyan, herkese, her şeye iyilikle bakar. Kötülük düşünmez. İyileri iyi oldukları için sever. Kötülere ise kötü oldukları için acır. Onların da iyi olmaları, hidayete kavuşmaları için çırpınır.
Bu iki şeyin hakikatine varan, gerçek mutluluğa kavuşur. Bunun için, artık hiçbir sıkıntı, dert olmaz. Bu mutluluğun verdiği haz, bütün sıkıntıları örter.
Peygamber efendimiz de, İslamiyet’in hülasası ve saadetin sırrı olarak; (Allahü teâlâyı, emirlerini büyük bilmek, bunlara saygılı olmak ve yarattıklarına acımak, merhamet etmek) buyurmuşlardır.
Hikmet ehli de diyor ki:
Yüzüğünde ne yazılıydı, bilsen Süleyman’ın:
Sakın aldanma, yoktur vefâsı dünyanın!
Mesut, o kimsedir ki, bütün kazandığını,
Yiye. Bırakıp, sevindirmeye düşmanın.
.Hiç kimse yanmasın düşüncesinde olmak
12/28/2003
Müslümanlık, dünya ve ahiret saadetidir. Allahü teâlânın en sevdiği şey, imandan sonra kullarına hizmet etmektir. Bunun için Peygamber efendimiz; (İnsanların hayırlısı, en üstünü, insanlara daha faydalı olanlarıdır) buyurmuşlardır.
Yanan bir evden birini kurtarmak, çok büyük sevap olduğu halde, Cehennem ateşinden kurtarmak yanında hiç kalır. Bir kişi daha yanmaktan kurtulsun diye uğraşmak ve hiç kimse yanmasın düşüncesinde olmak lazımdır. Zira Tahrim suresinin altıncı âyet-i kerimesinde mealen; (Kendinizi, evlerinizde ve emirleriniz altında olanları ateşten koruyunuz!) buyurulmaktadır.
Abdullah ibni Ömer hazretleri bir gün Resulullah efendimizin huzuruna gelmişti. Kendisine çok iltifat ederek; (Kıyâmet günü herkesin beratı, yani kurtuluş vesikası, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah’ın beratı ise, dünyada verilmiştir) buyurdu. Bunun sebebi sorulduğu zaman, Resulullah efendimiz; (Kendisi vera’ ve takvâ sahibi olduğu gibi, dua ederken “Yâ Rabbi! Benim vücudumu, kıyâmet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek din kardeşlerini kendi canından daha çok sevdiğini göstermiştir) buyurdular.
Hazret-i Ebu Bekri Sıddıkın da böyle dua ettiği Menâkıb-i çihâr yâr-ı güzin kitabında yazılıdır.
Hasan-ı Basri hazretlerinin Şem'un adlı mecusi bir komşusu vardı. Hastalanıp halsiz düştü. Hem ziyaret ve hem de komşusunu ateşten korumak için yanına gitti ve:
-Ey Şem'un! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu gayretlerin boşa çıkacaktır. Zira sen yıllarca ateşe taptın ve yaratıcı sanarak ona secde eyledin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır. Ateşten kurtulman için, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah" demelisin.
Mecusi, bazı mazeret ve bahâneler ileri sürünce Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki:
-Senin ileri sürdüğün bu bahâneler teferruattır. Asıl olan imandır. İmanla şereflenenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmazlar. Ama kâfirler sonsuz azap içinde olacaklardır. Eğer azâba uğramak istemiyorsan, gel ikimiz de elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak.
Hasan-ı Basri hazretleri orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve;
-Ey Şem'un! Ateş cenâb-ı Hakkın mahlukudur ve Hakk'ın emriyle yakar. Allah'ın emriyle ateşin mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alameti görülmedi. Bu hâl karşısında gönlü yumuşayan mecusi, İslam’a meyletti ve;
-Ey Hasan! Sözlerin güzel ve hoş. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden sonra affa ve merhamete layık olur muyum? O Kelime-i tevhidi söylemekle Cennet'e girip nimetlere nâil olabilir miyim? dedi. Hasan-ı Basri hazretleri;
-Evet, buyurdu. Mecusi;
-Ey Hasan! Eğer bir ahitnâme yazıp bana kefil olursan, imana gelirim. Çünkü ben hâlimden korkuyorum dedi.
Hasan-ı Basri hazretleri gereken teminatı vererek onun iman etmesine vesile oldu. Şem'un imanla şereflendikten sonra da vefât etti.
Hasan-ı Basri hazretleri evine dönünce yaptıklarına, söylediklerine pişman oldu ve kendi kendine;
"Ey Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlıkta bulundun, acaip sözler söyledin" dedi. Bu düşünceyle uyuya kaldı. Rüyasında Şem'unun nurlar içinde, başına Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc, beline altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü. Şem'un, Hasan-ı Basri'ye yönelerek;
-Allahü teâlâ bir zengin pâdişâh imiş. Kullarına lütfu büyük ve merhametinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsiler rahmetine gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsinin günahları ve hataları da iyiliğe çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kılınmıştır dedi ve;
-Senin yazdığın o kâğıda da ihtiyaç kalmadı. İşte kâğıdın deyip Hasan-ı Basri'nin eline verdi.
Sabahleyin uykusundan uyanan Hasan-ı Basri hazretleri o kâğıdı elinde buldu.
En zor iş, İslamiyet’e hizmet etmektir. Çünkü Allahü teâlâ en zor işi en güvendiğine en çok sevdiğine vermiştir. Peygamberlere ve vârislerine vermiştir. Allah’ın dinini, Allah’ın kullarının ayaklarına kadar götürmek, ne büyük bir zevktir ve ne büyük bir saadettir.
Dünyada iken, Allahü teâlânın dinine, Onun razı olduğu şekilde doğru olarak hizmet edenler, Onun kullarının müşküllerini halledenler, mahşerde, tahtlar üzerinde, kürsülerde, gölgelerde oturacaklar. Allahü teâlâ onlarla konuşacak. Böyle olan kimseler için, ne hesap var ne de azap..
Din Büyükleri, bir kimsenin imanının kemâle gelmesini, okuduklarından ve dinlediklerinden istifade etmesini; “Herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir” diye bildirmişlerdir. Zaten Peygamber efendimiz de; (En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir) buyurmuşlardır.
.
|
|
|
Hatada ısrar helak olmaya sebeptir
1/4/2004
Âlim, hakkı bâtıldan ayırt eden, İslam âlimlerinden nakil yapan kişidir. Âlim, ışığı, karanlığı gören kimsedir. A’ma, ışığı göremez. Zira a’maya, her şey hep karanlıktır.
Hakiki âlim, nakledendir, vasıta olandır. Kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değildir. Bunun için dini konularda, kendinden bir şey söylememelidir. Zira dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar hep aynıdır, değişmez. Dinde yorum, görüş olmaz. Benim görüşüme, senin görüşüne göre din olmaz. Din, ne ise odur. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi Muhammed aleyhisselam nasıl bildirmiş ise, o öyledir. Buna ilave yapılamadığı gibi, eksiltme de olmaz. Bu sebeple nakleden aziz olur, nakle dayanmadan kendi düşüncesini din diye anlatan rezil olur. Ehli sünnet itikadını, ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından nakletmeli ve böyle kıymetli eserleri yaymalıdır. Zira doğru iman, doğru ibadet bilgilerini duymak, öğrenmek, insanların en tâbii hakkıdır. Bunu yapmak, kıymetli ve şerefli bir hizmettir.
Bir insanın, iki şeyden birine tâbi olma mecburiyeti vardır. Ya kendi düşüncesine, görüşüne, anlayışına tâbi olur veya hakiki bir âlime tâbi olur. Kendine tâbi olan kendi gibi olur. Ama hakiki bir âlime tâbi olan, o âlimin bildirdiklerine mesela İmam-ı Rabbani hazretlerinin sözüne göre hareket eden insan, yavaş yavaş olgunlaşır, zamanla fazilet sahibi bir insan olur. Çünkü tâbi olunca, adeta onun kalbi ile tâbi olanın kalbi arasında bir hat kurulur. O âlimin kalbinden fışkıran iman dolu ihlâs, muhabbet, Allahü teâlâya karşı olan muhabbeti, Peygamber efendimize olan tâbiiyeti, ona uyana inikas eder, yansır, akseder. Aynen karpuzun, güneşin karşısında olgunlaşması gibi olur.
İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi, nakli bırakıp, kendi yorumlarını, görüşlerini din diye anlatan din adamlarıdır. Böylelerine Ulemâ-i su’ yani kötü din adamı, din yobazı denir. Kötü din adamları, mahsulün önündeki suyu kesmiş kayalara benzer. Suyu bırakmazlar ki mahsul sulansın, hayat bulsun. Taş oldukları için, kendileri de istifade edemezler.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzili hazretleri buyurdu ki, hocam şöyle anlattı ki.." şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri;
-Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz, demesi üzerine buyurdu ki:
-Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam hocamın derslerinden kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile olan hocama karşı edebe riayet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.
Âlimlerin ziyneti; bilmiyorum demektir. Cahillerin özelliği ise, bilsin bilmesin her konuda konuşmaktır. Âlim, her kelimeden korkar, vesika bulmadan söyleyemez. Her suale cevap vermek, bir âlim için ahmaklık işaretidir. Bilmiyorum demek edeptir ve bir şeyler bildiğinin alametidir. Bilen ve edepli olan, tevazu gösterir, bilmediği konuda konuşmaz ve bilmiyorum der. İlimden önce edep lazımdır. Zira hazret-i Ömer; “Edep, ilimden önce gelir” buyurmaktadır.
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İbni Mübarek hazretleri de; “Bütün ilimleri bilenin eğer edebinde noksanlık varsa, onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam. Fakat edepli ile görüşemesem üzülürüm” buyururdu
Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır! Hayâsız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Hadis-i şerifte; (Hayâsızlık insanı küfre düşürür) buyuruldu.
Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur. Hayâsı olan Allah’tan utandığı için günahtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allah’tan da utanmaz. İnsanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. İnsanlardan utananın, Allahü teâlâdan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadis-i şerifte; (Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır) buyuruluyor.
Hiç kimse yağan yağmura düz tepsi tutarak su biriktiremez. Cenâb-ı Hak bu yağmuru toprağa indirir. Toprakta bu yağmur süzülüyor, kanallar meydana geliyor. Bu kanallar tekrar dünyaya çıkıyor. Tertemiz su, belirli bir yerde toplandıktan sonra dağılıyor ve herkes bir musluğa gelip su içiyor. Yani esasında her yere yağan rahmet, su, bir musluktan içilmek ihtiyacına haiz. Musluğa gitmeyen, suya kavuşamaz. Onun için kavuştuğumuz muslukların yani mezhep imamlarımızın, ehli sünnet âlimlerinin kıymetini iyi bilelim. Çünkü temiz su orada var.
.Müslüman yol levhası olmalı
1/11/2004
Müslüman, yol levhası gibidir. Sizi arzu ettiğiniz yere götürür. Ebedi saadete götüren yol levhası olmak çok kıymetlidir. Çünkü Cehenneme götüren yol levhaları da var, hem de pek çok. Yolları gösteren levhaların maddi değeri, yok denecek kadar azdır. Ama gösterdiği istikamet çok mühimdir. Peygamber efendimiz, Eshab-ı kiram için; (Karanlık gecelerde, yıldızlar yol gösterdikleri gibi, Eshabım da, saadet yolunu göstermektedirler. Herhangi birisinin sözlerine tabi’ olursanız, saadete kavuşursunuz) buyurmuşlardır.
Müslüman, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste imanı tehlikededir.
Müslüman, bencil, egoist değildir. Sırf kendini düşünmez. Allahü teâlânın kullarına hizmeti, onlara yardım etmeyi birinci vazife bilir. Bunun için güler yüzlü olmaya, insanların itimadını, sevgisini kazanmaya mecburdur. Zira güler yüzlü olmayanın, insanların itimadını, sevgisini kazanması zordur. Cömert olmayan, vermekten hoşlanmayan, insanların sevgisini kazanamaz. İhlaslı olmayanın, yani sırf Allah rızasını gözetmeyenin, yaptığı hizmetlerde insanlardan takdir veya maddi bir karşılık bekleyenin ihlası zedelenir. Allahü teâlâ da ihlassız kimseyi muvaffak kılmaz.
Bir Müslüman, başka bir Müslümanın yanına, herhangi bir iş için, rahat gidemiyorsa, çekinerek gidiyorsa, o kendisinden çekinilen Müslümanın son nefesinden korkulur.
İslam âlimleri, güzel ahlakın çeşitli tariflerini yapmışlardır. Fakat bütün bu tariflerin özeti; “Güzel ahlak, kimseye yük olmamak, fakat herkesin yükünü çekmektir” şeklindedir.
Bunun için Müslüman, yükünü çektiren değil, insanların yükünü çekendir. Elbette bunu başarmak kolay değildir. Ama başarılmaz da değildir. Çünkü başaranlar olmuştur. Sabırlı ve gayretli olan başarır. Zira sabır, insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur. Peygamber efendimiz, Müslümanı; (Müslüman demek, Müslümanlara eli ile, dili ile zarar vermeyen kimse demektir) buyurarak tarif etmişlerdir.
İnsan, ölüme hazırlanırsa, huyu güzel olur. En büyük müjde, mümine ölümü hatırlatmaktır. Müminin ölümü, büyük saadettir. Sevgiliye ancak ölümle kavuşur. Ölümü hatırlamak, ömrü uzatır, çok yaşama arzusu ise, ömrü kısaltır. Böyle biri, üç şeye hasret gider. Topladığına doymaz, umduğuna kavuşamaz, ahiret yolculuğu için yeterli hazırlık yapamaz.
Kendini beğenmeyip haramlardan sakınanın kabına, rahmet dolmaya başlar, ihlası artar, istifade etmeye başlar. İşte bu istifadenin hasıl olup olmadığı, kimseye yük olmayıp, herkesin yükünü çekmeye başlaması ile anlaşılır. Elbette herkese iyilik yapamayız, buna gücümüz de yetmez. Fakat, hiç kimseye kötülük yapmaya da hakkımız yoktur.
Başarının sırrı, güler yüz, tatlı dil ve güzel siyasettir. Güzel siyaset, herkesin memnun olması demektir. Sevgi yakınlık ister, kaçan mahrum kalır. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Kendisini seveni, başkası sevmez.
Din büyüklerinin naklettikleri ve talebelerine nasihat olarak bildirdikleri bir formül var; “Allahü teâlânın ve insanların sana nasıl davranmasını istiyorsan, sen de insanlara öyle davran” diye. Bir kimse, bu formüle göre hareket ederse, hem kendisi, hem de çevresindekiler rahat eder, huzurlu olur. Zaten mertlik demek, herkes ile iyi geçinmek demektir.
Müslümanın kul hakkından çok korkması lazımdır. Her Müslümana karşı derin muhabbet ve hürmet içinde olmalıdır. Hiç kimseyi incitmemelidir. Büyüklerimize karşı mutlaka hürmetkâr olmalıyız. Emrimiz altında olanlara, çocuklarımıza karşı şefkatli olmalı ve onları dindar olarak yetiştirmeliyiz. Çünkü ölüm ani gelir. Herkes pişman olacak. O pişmanlık günü gelmeden tevbe etmek akla gelmeyebilir. Bugün fırsat varken istigfâr etmelidir. Peygamber efendimiz; (En iyiniz, günahtan sonra hemen tevbe edeninizdir) buyurmaktadır.
Müslüman kibirli olmaz. Kimseye sıkıntı vermez. En büyük tehlike, kibirlenmektir. Dünyada verilen bazı payelerle kibirlenen, sonunda perişan olur. Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete giremez. Hiç kimse elbise veya etiketinden dolayı makbul olamaz. Müslümanın şerefi, ilim ve edep sahibi olmasıyladır.
Sıkıntı veren, kibirlidir. Herkesi şikayet etmesi de kibrindendir. Mütevazı demek, ölmüş demektir. Ölü olan, kimseyi şikayet etmez, ölüyü şikayet eden de olmaz. Peygamber efendimiz; (Bir Müslüman, kendisine istediği bir iyiliği, başka bir Müslüman için istemezse ve bir Müslüman, kendisine gelecek bir kötülüğü istemediği halde, o kötülüğü başka bir Müslüman için isterse, onun imanı tam değildir) buyurmaktadır.
Kim toprak gibi mütevazı olursa, her nimete kavuşur. Bir parça yükselse, su o toprakta durmaz. Büyüklerin feyz ve bereketine kavuşmak için toprak gibi mütevazı ve rahmete kavuşmak için de toprak olmak lazımdır.
Mümin, toprak gibi, su gibi, hava gibi olmalıdır. Herkese akıl veren değil, yol gösteren olmalıdır. Kısacası mümin, Peygamber efendimizin; (En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir) buyurduğu gibi olmaktır.
.İnsanın iki kalbi yok ki
1/18/2004
İnsanın iki kalbi yok ki, birisi ile Allahü teâlâya, diğeri ile de Allahü teâlâdan başkalarına yönelesin.. Allahü teâlâ, bir kalb yaratmış. Bu kalbde de, ya Cenab-ı Hakkın sevgisi veya Onun mahluklarının sevgisi bulunur. İkisi aynı anda bulunmaz. Zira iki zıd şeyin muhabbeti, sevgisi, bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap eder. Kalbde, yâ dünya sevgisi, yahut Allahü teâlânın sevgisi bulunur. Dünya demek, haram olan şeyler demektir. Zikir, ibadet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allahü teâlânın sevgisi, kendiliğinden dolar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, zikrullahtır)
Günah işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünya muhabbeti yerleşerek, Allahü teâlânın sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar.
Kalb, yürekte bulunan bir kuvvettir. Görülmez. Ampulde bulunan elektrik ceryânı gibidir. Buna, gönül diyoruz. Gönül, insanlarda bulunur. Hayvanlarda bulunmaz. Bedendeki bütün a’zâ, kalbin emrindedir. His uzuvlarımızın duydukları bütün bilgiler kalbde toplanır. İnsanın, inanmak, sevmek, korkmak, kalbindedir. İtikâd eden, yani iman eden ve kâfir olan, kalbdir. Kalbi temiz olan, İslamiyet’e uyar. Kalbi kötü olan İslamiyet’ten kaçar. Güzel, iyi ahlakın ve kötü huyların yeri kalbdir. Allahü teâlâ, dinleri, Peygamberleri, kalbi temizlemek için gönderdi. Kalbi temiz olan, herkese iyilik eder. Veşşemsi suresinin dokuzuncu âyetinde mealen, (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günahta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu.
Mevâkib tefsirinde diyor ki:
(Nefs tezkiye edilince, kalb tasfiye bulur. Yani nefs, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahluklara bağlılığı kalmaz. Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, İslamiyet’in beğenmediği, haram ettiği şeyler demektir.)
İslamiyet’e inanmayan, iman etmeyen kimsenin kalbi, şekerin tadını anlayamayan safralı gibi, hastadır. Bu hâl, Bekara suresinin dokuzuncu âyet-i kerimesinde mealen; (Kalblerinde hastalık vardır) buyurularak haber verilmektedir.
Âyet-i kerimede bildirilen hastalık tedavi edilmedikçe, hakiki iman ele geçmez. Bu âfetler varken, akıl yolu ile kalbde hasıl olan iman, imanın suretidir. Çünkü nefs, bu imanın tersini istemekte, küfründe inat ve ısrar etmektedir. Böyle iman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna iman etmesi gibidir. Her ne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bilmektedir. Safrası düzeldikten sonra, şekerin tatlı olduğuna hakiki iman hasıl olur. İmanın hakikati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itminânından sonra kalbde hasıl olur. İtminân, hakiki inanmak demektir. İşte böyle hakiki iman yalnız Evliyada bulunur ve elden gitmez. Yunüs suresinin altmış ikinci âyet-i kerimesinde mealen; (Biliniz ki, Allahü teâlânın Evliyası için, azap korkusu, nimetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur!) buyurularak bu durum bildirilmektedir.
Aklın Peygambere kolay inanması ve kalbde tâm iman hasıl olması için en yakın yol, Allahü teâlâyı zikretmektir. Ra’d suresinin otuzuncu âyetinde mealen; (İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itminâna, rahata kavuşur!) buyuruldu. Yani, tam imana kavuşur. Düşünerek, akıl ile ölçerek, bu yüksek makâma kavuşmak, güç, hem de çok güçtür.
Akıllı insan, ahiretini düşünen insandır. Önce ahiret bilgileri öğrenilecek. İkinci olarak, bu bilgilere göre yaşanacak. Üçüncü olarak da, böyle olan kişilerle arkadaşlık yapılacak.
Allahü teâlânın sevmediği bu dünyanın arkasında koşmamalıdır! Gönlünü hep Allahü teâlâya bağlamak sermâyesini elden kaçırmamalıdır! Ne sattığını ve buna karşılık neyi aldığını düşünmelidir! Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır. Dünya ile ahiret birbirinin zıddıdır, tersidir. İkisinin sevgisi bir kalbde toplanamaz. İkisi bir araya getirilemez. Bu iki zıddan dilediğini seç ve seçtiğine karşılık kendini sat, fedâ et! Ahiret azâbı sonsuzdur. Dünyada olanlar çok azdır. Allahü teâlâ, dünyayı sevmez, ahireti sever.
Seyyid Burhâneddin hazretleri buyurdu ki:
"İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar. Fakat fırsat elden gider. Artık kaçırılan fırsatlara pişmanlığın faydası yoktur. Çünkü dün geçti, bir daha geri gelmez. Ahirette kurtuluşa erenler, haramlardan ve dünya sevgisinden yüz çevirip, hâlis bir niyet ile Allahü teâlâya dönenlerdir. Allahü teâlâya götüren yol yalnız bunlara açıktır. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte; "Dünya sevgisi her kötülüğün başıdır" buyurdu. İki sevgi kalbde bir araya gelmez. Bu kısa hayata aldanmaktan sakının."
Netice olarak, insanın iki tane kalbi yoktur, tek kalbi vardır. İstikbalini düşünen, bu tek kalbe ne dolduracağını iyi düşünmelidir. Şu beyt, her şeyi çok güzel izah etmektedir:
İstediğin gibi yaşa, bir gün öleceksin!
İstediğini topla, bir gün ayrılacaksın!
.Nakleden aziz olur
1/25/2004
Âlim, hakkı bâtıldan ayırt eden, İslam âlimlerinden nakil yapan kişidir. Âlim, ışığı, karanlığı gören kimsedir. A’ma, ışığı göremez. Zira a’maya, her şey hep karanlıktır.
Hakiki âlim, nakledendir, vasıta olandır. Kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değildir. Bunun için dini konularda, kendinden bir şey söylememelidir. Zira dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar hep aynıdır, değişmez. Dinde yorum, görüş olmaz. Benim görüşüme, senin görüşüne göre din olmaz. Din, ne ise odur. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi Muhammed aleyhisselam nasıl bildirmiş ise, o öyledir. Buna ilave yapılamadığı gibi, eksiltme de olmaz. Bu sebeple nakleden aziz olur, nakle dayanmadan kendi düşüncesini din diye anlatan rezil olur. Ehli sünnet itikadını, ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından nakletmeli ve böyle kıymetli eserleri yaymalıdır. Zira doğru iman, doğru ibadet bilgilerini duymak, öğrenmek, insanların en tâbii hakkıdır. Bunu yapmak, kıymetli ve şerefli bir hizmettir.
Bir insanın, iki şeyden birine tâbi olma mecburiyeti vardır. Ya kendi düşüncesine, görüşüne, anlayışına tâbi olur veya hakiki bir âlime tâbi olur. Kendine tâbi olan kendi gibi olur. Ama hakiki bir âlime tâbi olan, o âlimin bildirdiklerine mesela İmam-ı Rabbani hazretlerinin sözüne göre hareket eden insan, yavaş yavaş olgunlaşır, zamanla fazilet sahibi bir insan olur. Çünkü tâbi olunca, adeta onun kalbi ile tâbi olanın kalbi arasında bir hat kurulur. O âlimin kalbinden fışkıran iman dolu ihlâs, muhabbet, Allahü teâlâya karşı olan muhabbeti, Peygamber efendimize olan tâbiiyeti, ona uyana inikas eder, yansır, akseder. Aynen karpuzun, güneşin karşısında olgunlaşması gibi olur.
İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi, nakli bırakıp, kendi yorumlarını, görüşlerini din diye anlatan din adamlarıdır. Böylelerine Ulemâ-i su’ yani kötü din adamı, din yobazı denir. Kötü din adamları, mahsulün önündeki suyu kesmiş kayalara benzer. Suyu bırakmazlar ki mahsul sulansın, hayat bulsun. Taş oldukları için, kendileri de istifade edemezler.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzili hazretleri buyurdu ki, hocam şöyle anlattı ki.." şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri;
-Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz, demesi üzerine buyurdu ki:
-Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam hocamın derslerinden kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile olan hocama karşı edebe riayet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.
Âlimlerin ziyneti; bilmiyorum demektir. Cahillerin özelliği ise, bilsin bilmesin her konuda konuşmaktır. Âlim, her kelimeden korkar, vesika bulmadan söyleyemez. Her suale cevap vermek, bir âlim için ahmaklık işaretidir. Bilmiyorum demek edeptir ve bir şeyler bildiğinin alametidir. Bilen ve edepli olan, tevazu gösterir, bilmediği konuda konuşmaz ve bilmiyorum der. İlimden önce edep lazımdır. Zira hazret-i Ömer;
“Edep, ilimden önce gelir” buyurmaktadır.
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İbni Mübarek hazretleri de; “Bütün ilimleri bilenin eğer edebinde noksanlık varsa, onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam. Fakat edepli ile görüşemesem üzülürüm” buyururdu
Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır! Hayâsız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Hadis-i şerifte; (Hayâsızlık insanı küfre düşürür) buyuruldu.
Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur. Hayâsı olan Allah’tan utandığı için günahtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allah’tan da utanmaz. İnsanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. İnsanlardan utananın, Allahü teâlâdan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadis-i şerifte; (Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır) buyuruluyor.
Hiç kimse yağan yağmura düz tepsi tutarak su biriktiremez. Cenâb-ı Hak bu yağmuru toprağa indirir. Toprakta bu yağmur süzülüyor, kanallar meydana geliyor. Bu kanallar tekrar dünyaya çıkıyor. Tertemiz su, belirli bir yerde toplandıktan sonra dağılıyor ve herkes bir musluğa gelip su içiyor. Yani esasında her yere yağan rahmet, su, bir musluktan içilmek ihtiyacına haiz. Musluğa gitmeyen, suya kavuşamaz. Onun için kavuştuğumuz muslukların yani mezhep imamlarımızın, ehli sünnet âlimlerinin kıymetini iyi bilelim. Çünkü temiz su orada var.
.Hakiki bayram
2/1/2004
Bayram, affa uğramaktır. Bayram, günahlardan kurtulma günüdür. Müminin bayramı, günahlarının affedildiği gündür. İmanla öldüğü gün bayramdır. Cennette Allahü teâlânın rüyetine kavuştuğu ve Peygamber efendimizi gördüğü gün, müminin bayramıdır. Hakiki bayram, Rabbimizin huzuruna, yüz akıyla çıkabilmektir.
Bir bayram günü, insanların neşeyle eğlendiklerini göre hazret-i Ali; "Günah işlemediğimiz gün de, bizim bayramımızdır" buyurmuşlardır.
Bir kimse, Dâvud-i Tâi hazretlerinden nasihat isteyince, ona hitaben; "Dünya hayatında oruçlu gibi ol. Ölüm geldiğinde bayram sevinci içinde ol! Halktan yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçıp kendini mesut kıl. Dilini koru. Lüzumsuz şeylerden kaçın. Dünya ile çok az ilgilen. Ahirete götüreceğin şeyler nispetinde dünya ile ilgilen" buyurmuştur.
Behlül-i Dânâ hazretleri de şu beytleri sık sık okurlarmış:
"Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir.
Ancak ilâhi azâptan emin olanlar içindir.
Bayram bineklere binenler için de değildir.
Ancak hata ve isyânı bırakanlar içindir."
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın ümmetine, nice mübarek günler, geceler ihsan etmiştir. Ramazan ve Kurban bayramları da bu ihsanın içindedir. Bunları fırsat, ganimet bilerek, Rabbimizin rızasına kavuşmayı talep etmeliyiz.
Ana-baba hayatta ise, rızasını almak için uğraşmalıdır. Zira ana-babasını razı eden kimse için, Cennette iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek onlarla sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duaları alınmalı, haklarını helal ettirmelidir. Ana-babanın dualarını almak için vesilelerden biri de bayramlardır. Bayramlarda, ana-babaya çeşitli hediyeler alıp, bayramları tebrik edilerek, hakları helal ettirilmeli ve dualarını almalıdır! Arada kırgınlıklar varsa bu vesile ile giderilmelidir. Allahü teâlâ Musa aleyhisselama buyurdu ki:
(Yâ Musa, günahlar içinde bir günah vardır ki benim indimde çok ağır ve büyüktür. O da, ana-baba evladını çağırdığı zaman emrini dinlememesidir.)
Ana-baba, kızıp bir şey söylediği zaman onlara karşılık vermemelidir. Emrettikleri şeyleri bir an önce yapıp onların duasını almalıdır. Onların üzülüp beddua etmelerinden korkmalıdır. Zira atılan ok tekrar geri gelmez. Onlar hayatta iken kıymetini bilip, hayır dualarını almak lazımdır.
Soğuk bir kış gecesinde, Bâyezid-i Bistâmi hazretleri küçükken annesi ile yatsı namazını kılıp yatmıştı. Gece yarısına doğru annesi uyandı. Çok susamıştı. Oğluna seslendi:
-Oğlum, bir bardak su verir misin?
Hemen yatağından fırlayarak su testisine baktı. Fakat içinde su yoktu. Annesine:
-Anneciğim, testide su yok ben hemen doldurup geleyim, dedi.
Koşarak dışarı çıktı. Her yer buz ile kaplıydı. Zorlukla testiyi doldurup geri döndü. Fakat, geri dönene kadar annesi tekrar uyumuştu. Elinde su dolu bardak ile, annesinin baş ucunda beklemeye başladı. Hava çok soğuk olduğu için, bir müddet sonra soğuktan titremeye başladı. Buna rağmen, bardağı bırakıp yatmadı. Elinde su bardağı saatlerce ayakta annesinin uyanmasını bekledi. Nihayet, annesi, "su, su" diye mırıldanmaya başladı. Hemen, "buyur anneciğim, suyun hazır" dedi. Annesi daha ilk sözünde suyun hazır olmasını anlayamadı. Oğluna sordu:
-Oğlum ne çabuk getirdin?
-Anneciğim, daha önce uyandığında, su istemiştin. O zaman su olmadığı için, testiyi doldurmaya gittim. Geldiğimde senin daldığını gördüm. Uyanmanı bekledim.
Oğlunun bu kadar sadakatli olduğuna çok sevinen annesi sevinçten ağladı. Allahü teâlâ kendisine böyle bir oğul ihsan ettiği için şükretti:
-Yâ Rabbi ben oğlumdan razıyım, sen de razı ol, dedi. Annesinin duası sebebiyle, Bâyezid-i Bistâmi hazretleri, evliyalıkta yüksek derecelere kavuştu. Allahü teâlânın sevgili kulu oldu.
İmanlı olup, Cehennemden en son çıkacaklar Allah yolunda olan ana-babasının İslamiyet’e uygun olan emirlerine âsi olanlardır. Allahü teâlâ Musa aleyhisselama buyurdu ki:
(Yâ Musa, ana-babasını razı eden beni razı etmiş olur. Ana babasını razı edip bana âsi olan kimseyi dahi iyilerden sayarım. Ana-babasına âsi olan, bana muti [itâatkâr] olsa bile, onu fenâlar tarafına ilhâk ederim.)
Rabbimizin rızasına kavuşmak için bayramlar birer vesiledir. Kul haklarından ve günah kirlerinden kurtularak, hakiki bayramlara kavuşmayı talep etmeliyiz. Dinimizin emirlerine uyarsak, dünyada rahat ve huzurlu oluruz. Ahirette de ebedi saadete kavuşuruz. Zira İslamiyet ilaç gibidir, su gibidir. Müslümana iyi gelir, hıristiyana iyi gelmez diye bir şey yoktur. Kim kullanırsa ona iyi gelir. Çünkü mevcudiyeti şifadır. Aspirini kim kullanırsa, baş ağrısına iyi gelir.
Eşrefoğlu Rumi hazretleri, sevdiklerine sık sık şu nasihati yapardı:
“Akıllılar bu dünyada şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar, herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1-Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk edesin. 2-Her şeyden kurtulasın. 3-Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden razı olsun.”
.Neticeye ulaşmak sabırla olur
2/8/2004
Netice almak isteyen, sabırlı olur. Sabır; yüzü ekşitmeden başa gelen dert ve musibeti yudum yudum içine sindirmektir. Sabır; emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen bela ve musibetlerde tahammül etmek, katlanmaktır.
Sabır; bütün hayırların, iyiliklerin anahtarıdır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, her menzile sabırla ulaşılmaktadır. Çocuğun büyümesi ve eğitimi, sabretmeye bağlıdır. İyi bir insan, iyi bir Müslüman olmak, sabırla ele geçer. Zaten Din Büyükleri; “Sabır bütün hayırların, Sıdk kurtuluşun ve Şükür de bereketin anahtarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o, en yüksek manevi mertebelere kavuşur” buyurmuşlardır.
Abdullah ibni Abbâs hazretleri, kızının vefat ettiğini öğrenince önce; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'un" der ve akabinde de; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtaç idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" der ve iki rekat namaz kılar. Namazı kıldıktan sonra; “Allahü teâlânın; Bekara suresinin kırk beşinci âyet-i kerimesinde; (Sabır ve namaz ile yardım isteyin) mealindeki emrini yerine getirdik" buyurur.
Sabır, dinin yarısı, namaz ise dinin direği. Bu ikisine yapışan, hedefine ulaşır, maksadına kavuşur. Peygamber efendimiz; (Sabreden, zafere kavuşur) buyurmuşlardır.
Abdullah Mürteiş hazretleri; "Bütün işlerin neticesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs" buyurmuşlardır.
İsmâil Fakirullah hazretleri; “Tevekkül etmek, Teslim olmak, Sabretmek ve Rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır” buyurmuştur.
Yahyâ bin Muâz-ı Razi hazretleri ise; “Kıyâmet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş ve zenginliğe ne ölçüde şükredilmiş ise, o hesap edilecek. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir” buyurmaktadır.
Ebu Ali Dekkâk hazretlerine; Sabır nedir? Diye sual edilince cevaben buyurur ki:
“Sabır, ismi gibidir. Zira Sabır, ilaç olarak kullanılan tadı acı bir ağacın adıdır. Sabırlılar dünya ve ahiret izzetine konarak necât ve kurtuluşa erdiler. Çünkü onlar Allahü teâlâdan Onunla olma şerefine nâil olmuşlardır. Allahü teâlâ bunun için; (Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir) buyurmuştur. [Tur suresi: 4]
Sabrın târifi ve sınırı takdire itiraz etmemektir. Şikayet yollu olmaksızın başa gelen musibetleri açıklamak sabırsızlık olmaz. Allahü teâlâ, Eyyub aleyhisselam kıssasında; (Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur) buyurmuştur. Halbuki O, Eyyub aleyhisselamın; (Başıma bu dert geldi) [Enbiyâ suresi: 83] dediğini haber vermiştir. Bu ümmetin zayıfları, ruhsatla, izin verilen şeylerle amel ederek sıkışık kalmasınlar ve nefes alsınlar diye Allahü teâlâ, Eyyub aleyhisselamın; (Başıma bu dert geldi) dediğini bildirmiş ve böyle şeyler söylemeyi haram kılmamıştır."
Seyyid Abdülkâdir Geylâni hazretleri buyurdu ki:
"Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samimi olup olmadığı, başına bela ve musibet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musibet geldiğinde sabır ve sükun hâlini muhafaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musibet ve fakirlik zamanında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alamet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum" deyince; (Fakirlik için bir elbise hazırla) buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum" deyince; (Bela için elbise hazırla) buyurdu.
Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır.”
Ahmed Yekdest Cüryâni hazretleri; “Dünyanın esası mihnet, sıkıntı üzere kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, hakka kullukta, günah işlememekte, bela ve mihnet anında sabırdır" buyurmaktadır.
Molla Abdurrahman Câmi' hazretleri de; "İhtiyarlık, gençliğin sonu ve neticesidir. Netice ise, başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin, ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur" buyuruyor.
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İmam-ı Rabbani hazretleri de şöyle buyurmaktadır:
“Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudside buyuruyor ki:
(Kazâ ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!)
.Her günü son gün bilmeli
2/15/2004
İyi bir Müslüman, her gününü son gün ve kıldığı her namazı da son vakit olarak bilir. Zaten Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (Dünyada garip veya yolcu gibi ol ve kendini ölmüş say!) buyurmuşlardır.
Seyyid İbrâhim Desuki hazretleri, ömrünün son günlerinde talebelerine hitaben:
"Ey evlatlarım! Ömrünüz her geçen gün azalmakta, eceliniz yaklaşmaktadır. Bir gün bu üzerinde yaşadığınız dünya dürülecek, kıyâmet kopacaktır. Her gün amel defterinizi hayırlı işlerle doldurmaya bakınız. Böyle yapanlara müjdeler olsun. Amel defterlerini, yasaklardan kaçmayarak günahlarla dolduranlara da yazıklar olsun. Vakitlerinizi isrâf etmeyiniz. Zamanlarınızı boşa geçirmeyip değerlendiriniz. Yoksa pişman olursunuz. Duanızın kabul olmasını istiyorsanız, helalden yiyiniz ve Müslüman kardeşlerinizin hakkında yersiz söz etmekten dilinizi tutunuz" buyururlardı.
Atâ-i Horasâni hazretleri de, sevdiklerine şöyle nasihat ederdi:
"Hep iyilik yapın. Zirâ yapılan iyilikler, işlenen kötülükleri yok eder. Sonunda dünyadan ayrılacağınız için, kendinizi ondan ayrılmış kabul ediniz. Bir gün mutlaka tadacağınız için ölümü tatmış gibi olunuz. O halde şimdi kendinizi oraya gidip yerleşmiş tasavvur ediniz. Zâten bütün insanların varacağı son durak burasıdır. Her insan yolculuğa çıkacağı zaman mutlaka hazırlık yapar. Yolculukta lüzumlu eşyâlarını yanına alır. Sefere, hazırlıklarını yaparak çıkan kimseye gıpta edilir. Hazırlıksız yola çıkan pişman olur. Çünkü, yola çıkıp, güneş altında kalınca, gölgelenecek bir şey bulamaz. Güneşin sıcağı altında nice sıkıntılarla karşılaşır. Susadığı zaman, susuzluğunu gidereceği bir su bulamaz. Soğukla karşılaştığında üzerine alacak bir şeyi yoktur. İşte böyle kimsenin, o sıkıntılı halde iken, hazırlıksız yola çıktığına ne kadar çok pişman olacağını siz düşünün. Bu sıkıntı dünyadadır. Dünyanın sıkıntısı geçicidir. Fakat ahiretin devamlı olan dayanılmaz acı ve ızdıraplarına yakalanırsak, hâlimiz nice olur? Bu bakımdan insanların en akıllısı, sonsuzluk âlemi, gerçek vatan olan, ahiret için iyi hazırlanandır. Dehşeti tüyler ürperten kıyâmet gününde, Allahü teâlâ kimi arşının gölgesi altında gölgelendirirse o kimseyi, o gün güneşin sıcaklığı asla rahatsız etmez. Oradaki sıkıntılardan kurtulur."
Muhammed Hâdimi hazretlerinin oğluna yaptığı vasiyet ise şöyledir:
“Dünyaya kıymet verme. Ona ve dünya ehline ihtiyacını açma. İhtiyaç gösterirsen, her şeye muhtaç olmaktan kurtulamaz, ömrün boyunca düşkün ve aşağı olursun ve hiçbir şey elde edemezsin. İhtiyacını yalnız Rabbine aç ve daima Onun emrine uy. İşte o zaman her şey sana muhtaç olur ve her şey hatta padişahlar senin peşine düşer. Bunlar nasihatlerin anasıdır, onlarla amel edersen hiç bir şeye muhtaç olmazsın.
Ömrünü, faydalı şeylerde harca, mâlayâni şeylerde zâyi etme. Şu hadis-i kudsiye sarıl: "Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!" Kim dünyaya tâbi olursa, felah bulamaz. Sermâyeni, seni zillette düşürecek amellere harcama. Resulullah efendimizin şu hadisini düşün; "Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış! Ahiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itaat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle! Dilediğin gibi yaşa; muhakkak öleceksin. Dilediğini sev, muhakkak ayrılacaksın." Peygamber efendimizin şu hadisine de dikkat et: "Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol." O halde ömrünü boş şeylerle zâyi etme.”
İmam-ı Gazâli hazretleri nefsine, daha doğrusu hepimizin nefisine hitaben buyuruyor ki:
“Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne ma’lum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tayin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ansızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir.
İnsanın her bir nefesi, kıymetli bir cevher gibidir ki, bunlardan bir hazine yapılabilir. Asıl bunu hesap etmek icap eder. Aklı olan kimse, her gün, sabah namazından sonra, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, ortağı olan nefsine demelidir ki: (Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Ömür bitince, ticaret sona erer. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermayeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fayda vermez. Bugün, ecelin geldiğini, daha bir gün müsaade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O halde, bu günü elden kaçırmaktan, bununla, saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi a’zânı haramdan koru! Resulullah efendimiz buyurdu ki;
(Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.)
Hüküm, neticeye göre verilir. Onun için şu beyitteki sözlere kulak vermemiz gerekmektedir:
Mala, mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.
.Cimriler Cennete giremez
2/22/2004
Cimrilik; Allahü teâlânın kuluna ihsan ettiği malı, ilmi ve bütün iyi şeyleri, dinin ve mürüvvetin yani insanlığın vermeyi emrettiği yerlere vermemek yahut vermesi kendisine zor gelmek demektir. Zira Şakik-i Belhi hazretleri; “Allahü teâlânın verdiği nimetlerden, mahlukuna faydalı olanları vermekten kaçınan, cimridir” buyurmuştur.
Dinin vermeyi emrettiğini vermeyenler, daha çok cimridir. Zekâtı vermeyen, çoluk çocuğunun nafakasını, geçimini temin etmeyenler veya bunları yük sayarak yapanlar böyledir. Bunlar tabiatlarında cimridirler. Zoraki cömert olmaya çalışırlar veya mallarının döküntüsünü yâhut istemeyerek orta derecede vermek isterler. Yiyeceği çok olduğu halde, aç komşusuna vermemek, önünde yemek varken uzaktan bir fakirin geldiğini görüp, yemeği saklamak, mürüvvete yani insanlığa aykırı olup, cimriliktir.
Yusuf Sinânüddin hazretleri buyurdu ki:
“Cimrilik sadece malı tutmak, onu hayır yerlere sarf etmemek değildir. İbadetlerini yapmayan kimse, nefsine cimrilik ettiği gibi, Resulullah efendimizin ism-i şeriflerini duyduğu halde salât-ü selam okumayan, Müslüman kardeşine rastlayıp selam vermeyen kimse de cimrilik etmiş olur.”
Ebu Hafs haddâd hazretlerine; "Cimri kime derler?" diye sual edilince; "İhtiyaç anında başkasını düşünmeyene" diye cevap vermişlerdir.
İnsanların nefsi bahildir, cimridir, tamahkârdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta inatçıdır. Cimriliğin altında; mal sevgisi, uzun emel ve çoluk-çocuk sevgisi yatmaktadır.
Âlimlerden bazıları cimriyi, ipekböceğine benzetmişlerdir. Bu böcek, gayet kısa olan hayatında nefsini korumak için bütün çabasını harcayarak bir koza yapar. Sonunda yaptığı kozanın içinde ölür de o kozadan başkaları faydalanırlar.
Bir kimse bir iş için bize muhtaç olduğunda, kıskançlık edip, o şeyi ona öğretmez veya muhtaç olduğu şeyi vermezsek, cimrilik etmiş oluruz.
Cimrilerin en kötüsü, Müslümanlara emr-i ma’ruf ve nehy-i münker yapmayan, onlara dinlerini öğretmeyen veya yanlış öğretenlerdir. Peygamber efendimiz; (Bahil, cimri olanlar, her ne kadar zâhid olsalar da Cennete giremezler) buyurmuştur.
Peygamber efendimiz, bir başka hadis-i şeriflerinde de; (Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden öncekilerin helakına sebeb oldu) buyurmuşlardır.
İmam-ı Gazâli hazretleri buyuruyor ki:
“Günahların büyüğü üç tanedir. Bunlar: 1-Bahilliktir. 2-Haset yapmaktır. 3-Riyâdır.”
Zeynelabidin hazretleri, oğlu Muhammed Bâkır hazretlerine hitaben buyurdu ki:
“Ey oğlum! Şu kimselerle arkadaşlık etme, zirâ fâsık kimse seni bir lokma ekmek için terk eder.
1-Cimri ile arkadaşlık etme, cimri senin çok muhtaç olduğun şeylerini elinden almak ister.
2-Yalancı ile arkadaşlık etme. Yalancı da fâsık bir kadına benzer; senin yakınlarını senden uzaklaştırmak ve senden uzak kimseleri sana yaklaştırmak ister.
3-Bir de sıla-i rahmi terk edenlerle arkadaşlık yapma. Zirâ onlar Kur’an-ı kerimin üç âyeti ile lânetlenmiştir.”
Bişr-i Hâfi hazretleri; "Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini karartır" buyurmuştur.
Bekr bin Abdullah Müzeni hazretleri de; “Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, mütteki sınıfına geçemez” buyurmaktadır.
Hâtim-i Esam hazretleri cimri birinin hastalandığı zaman sadaka dağıttığını görünce; "Allah'ım bu kulunun hastalığını devam ettir. Çünkü bunun böyle sadaka dağıtması, kendi günahları için kefâret, fakirler için de daha faydalı olmaktadır" diye dua etmişlerdir.
Şihabüddin Sühreverdi hazretleri de, oğluna yaptığı nasihatte şöyle buyuruyor:
“Ey oğul! Allahü teâlânın sana rızık olarak verdiği şeylerde cömert ol. Cimrilikten, hasetten, kin ve hileden sakın. Çünkü, cimri ve hasetçi kimsenin yeri Cehennem'dir. Hiçbir zaman hâlini insanlara açma. Zâhirini süsleme. Çünkü zâhirini süslemek, bâtının harap olmasındandır. Rızık konusunda Allahü teâlânın vaatlerine güven. Çünkü Allahü teâlâ, her canlının rızkını vereceğine dair kefil oldu. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen; (Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı, ancak Allahü teâlâya aittir) buyurdu. [Hud suresi: 61] İnsanlardan hiçbir şey bekleme. Hakkı söyle. Mahlukâttan hiçbirisine meyletme. Mâlayâniyi terk et. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte; (Kişinin mâlayâniyi, faydası olmayan şeyleri terk etmesi, onun Müslümanlığının güzelliğindendir) buyurdu.”
Netice olarak kul, emanetçidir. Emanetçi, kendine emanet edilene sahiplenemez, bu benimdir diyemez. Kendisine verilen, mal, ilim, güzel huy ve iyilikler, nereye verilecekse, oraya vermekle mükelleftir. Çünkü insana verilen her şeyin, ahirette hesabı vardır. Herkese, bunu niçin yaptın, niçin söyledin, niçin verdin diye hesap sorulacaktır. Onun için cimrilik de, diğer kötü huylar gibi, dinimizce men edilmiştir. Hatta Cennete giremez buyurularak, bunun çirkinliği, kötülüğü bildirilmiştir. Elbette ki, cimri de, bedelini ödeyince, cezasını çekince, eğer imanlı olarak vefat etmiş ise, sonunda Cennete girecektir. Hayatta iken vermeye alışmalıdır. Zira bir gün en kıymetli şeyi yani canımızı, ruhumuzu vereceğiz..
.Ecelin geleceğini bilen emelini azaltır
2/29/2004
Ecelin geleceğini yakînen bilen bir kimse, emelini azaltır. Zira Resulullah efendimiz; (Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir) buyurmuştur.
Dünyanın nimetleri hakkında çok şeyler yazılmış ve söylenmiştir. Ama şu beyit, bütün bunları özetleyivermiştir:
Vefâsızdır, ey deni dünya senin her nimetin!
Ecel fırtınaları, mahv eyliyor her rif’atın.
Dâvud-i Tâi hazretlerine akrabalarından birisi: "Akrabayız. Bana nasihat verip vasiyet ediniz" deyince Dâvud-i Tâi hazretleri ağlamaya başlar ve; "Gece ve gündüz, yolculukta bir konak yeri gibidir. Dünya ile ahiretin arası bu kadardır. Dünyadan, ahirete mutlaka gideceğimize göre oraya hazırlanmak lazım. Çünkü yolculuğun bitmesi yakın, ecelin gelmesi de ondan daha aceledir. Ben bunları sana söylüyorum, fakat bu nasihate, senden çok, benim ihtiyacım vardır" buyurur.
Abdülaziz bin Ebu Revvâd hazretlerine; "Nasıl sabahladın?" diye sorulunca, ağlamaya başlar ve; "Ölümü unutmuş, üstelik günahları da çok olan kimsenin hâli nasıl olur. Ecel, süratle geliyor, ömür her gün eksiliyor. Akıbetin Cennet mi, Cehennem mi, ne olacağı bilinmiyor. Ya Cehennem olursa, hâlimiz ne olur?" buyurur.
Ahmed Mürşidi Efendi bir gün talebeleri ile sohbet ederken, bir talebesinin nasihat istemesi üzerine ona buyurdu ki:
"Asla dünya malına meyletme. Sen bu âleme para ve mal toplamak için gelmedin. İyi ameller yapmak için geldin.
Malım mülküm yok deme. Olmadı diye gam çekme. Bu benim mülkümdür diyene, bir gün ecel gelir. Bu surette o malın sahibi olduğuna dair iddiası yalan olur. Bu yalan dünya, daima insanlara gaflet gömleği giydirir. Bu fâni mülkü elimizden alır. Kendini ona sahip sanacak bir yalancı müşteri bulur. O da ölür, yerine başkası çıkar. Dünyanın âdeti böyledir. Verir alır, alır verir."
İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri kendisinden nasihat isteyen halife Hârun Reşide; “Bugünün işini yarına bırakma, yoksa işleri ve hakları zâyi edersin. İstekler bitmeden ecel gelir çatar. Ecel gelip çatmadan salih amel işle. Çünkü ölüm gelince, amel yapılmaz” buyurmuştur.
Ömer bin Abdülaziz hazretleri de nasihat isteyen birine yazdığı mektubunda; “İmdi, sana Allahü teâlâdan korkmayı, Allahü teâlânın sana ihsan ettiği şeylerle, ahirete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve geceler, süratle gidiyorlar. Ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor. Kötü amellerimizden dolayı Allahü teâlâdan af ve mağfiret dileriz. Günahlarımızdan ve bu yüzden bize gazap etmesinden Ona sığınırız” buyurmuştur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Her geçen an, ömrümüzü azaltmakta, ecel zamanını yaklaştırmaktadır. Bugün aklımızı başımıza toplamazsak, yarın âh etmekten ve pişmanlıktan başka elimize bir şey geçmez.
Dünya hayatı, iş yapacak zamandır. Keyf yapacak, eğlenecek zaman ileride gelmektedir. Orada, dünyada yapılan işlerin karşılığı ele geçecektir. İş zamanını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsul almaması gibidir.
Cehennemden kurtulmak isteyen, helâl ve haramları iyi öğrenmeli, helâl kazanıp, haramdan kaçınmalıdır. Gaflet uykusu ne zamana kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakit atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fakat, o zaman pişmanlık işe yaramayacak. Rezil olmaktan başka, ele bir şey geçmeyecektir.
Hepimize ölüm yaklaşıyor. Ahiretin çeşit çeşit azapları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zaman, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi ahiretin çeşitli azaplarından kurtaralım! Tahrim suresi altıncı âyetinde mealen, (Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır) buyuruldu.”
İmam-ı Gazâli hazretleri de buyuruyor ki:
“Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmeyeceği ne ma’lum? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tayin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir.
Bugün, ecelin geldiğini, daha bir gün müsaade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O halde, bu günü elden kaçırmaktan, bununla, saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi a’zânı haramdan koru!”
Şu mısralar söylenecek ve yazılacak her şeyi, kısaca özetleyivermiş:
Bu dünya bir köprüdür, her gelen bir bir geçer durmaz!
Hani âbâ-ü ecdâdın, ne oldu, kimseler sormaz.
Hani annen, baban nerde, bu dünya kimseye kalmaz.
Gelenler hep sefer eyler muhakkak dâr-ı ukbaya.
Yüzün dön, ilticâ eyle, Cenâb-ı Zât-i Mevlaya!
.Günahtan kaçmak önce gelir
3/7/2004
İslam dininde haramlardan sakınmak, emirleri yapmaktan daha önce gelir. Zira ameller üçe ayrılır. Birincisi günah olan işlerdir. Bunlar Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir ki masıyyet denir.
Emredilenleri yapmamak ve yasak edilenleri yapmak masıyyettir yani günahtır. İkincisi Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir ki taat denir. Bunları yapanlara sevap verileceği vaad edilmiştir. Üçüncüsü ise mubâhlardır. Bunlar, yapanın niyetine göre, taat veya günah olurlar.
Bunlardan birincisi yani günah olan işlerden sakınmak çok kıymetlidir. Zira nefse, günahlardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha çok sevaptır. Zaten Peygamber efendimiz; (Bir zerrecik yani çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir) buyurmuşlardır.
Abdullah bin Ömer hazretleri de; (Kanbur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabul edilmez, faydası olmaz) buyurmuştur.
Dinimizin bildirdiği sıraya göre, önce ehl-i sünnete uygun iman etmek, sonra haramlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekruhlardan sakınmak, sonra müekked sünnetleri, daha sonra da müstehabları yapmak lazımdır. Bu sırada, önce olanı yapmayanın, sonra olanı yapmasının hiç faydası olmaz ve önce olanı yapabilmek için, sonra olanı terk etmesi câiz, hatta vâcib olur.
Sehl bin Abdüllah-i Tüsteri hazretleri buyuruyor ki:
(Hakiki imana kavuşmak için, dört şey lazımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helal yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeye sabretmek.)
Allahü teâlâ, haramdan sakınanı, farzları yapanlardan daha çok sever. İyi huylu olmak farzdır. Kötü huylu olmak haramdır. Kötülük yapmaktan sakınmak, iyilik yapmaktan daha kıymetli ve daha sevaptır.
Kalb, göze tâbidir. Gözler haramdan sakınmazsa, kalbi korumak güç olur. O halde, imanı olanların, Allahü teâlâdan korkanların, harama bakmaması, günah işlememesi lazımdır. Ancak bu suretle, kendini korumak, dünya ve ahirette zarardan kurtulmak mümkün olur.
Zamanımızda vera’ ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzuvları haramdan korumak, insanlara ve hayvanlara zulüm, işkence yapmamaktır. Bunun için, haramların hepsinden ve tahrimi mekruhlardan sakınmak takvâ olur. Farzları ve vâcibleri terk etmek haramdır. Müekked sünnetleri özürsüz terk etmek tahrimen mekruh olur. İtikâdda, ahlakta ve amelde emir olunanları terk edene azap yapılacaktır. Azaba sebep olan şeyleri terk etmek lazımdır.
Emirleri Allah rızası için yapana sevap verilir. Hayırlı iş yapana niyetine göre sevap verilir. Kötü iş yapanın niyetine bakılmaz. İyi niyetle yapsa da, cezasını çeker. Zira iyi niyetle günah işlenmez.
Günah işlenen uzuvlardan sekiz uzuv meşhurdur. Bu uzuvlar, kalb, kulak, göz, dil, el, mide, ferc ve ayaklardır. Günah işleyen, bu uzuvların kendileri değildir. Bunlarda bulunan his kuvvetleridir. Dünyada ve ahirette saadete kavuşmak, rahat etmek isteyen kimse, bu uzuvların günah işlemelerine mani olmalıdır.
Günah işlememek, kalbinde meleke, tabiat, hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye Mütteki ve Salih denir. Kalbde tabiat hâlini almadan, kendini zorlayarak günahlardan sakınmak, takvâ olur ise de, veli olmak için, günah işlememek tabiat, huy hâlini almalıdır. Bunun için de, kalbin temizlenmesi lazımdır. Kalbin temizlenmesi, İslamiyet’e uymakla olur. İslamiyet üç kısımdır: İlim, amel, ihlâs. Emirleri ve yasakları öğrenmek, öğrendiklerine tâbi olmak, bunları yalnız Allah rızası için yapmak lazımdır. Kur’an-ı kerim, bu üçünü emir ve methetmektedir.
Bir kimsenin kalbinde Allah sevgisinden başka bir sevgi varsa, diğer insanların kalbinde o insana karşı sevgisizlik doğar. Allahü teâlâya yakın olmak, yani Onun sevgisine kavuşmak için, ihlâs ile İslamiyet’in hükümlerine uymak lazımdır. Bu hükümlere uymak, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, sonra haramlardan sakınmak ve farz olan ibadetleri, ihlâs ile yapmak demektir.
Din Büyükleri, talebelerine ve kendilerini sevenlere nasihat ederken hep; “Allahü teâlâyı an, dilini, başka işlerle uğraşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur. Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan sevgisinin gerçek olup olmadığının alameti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevazu gibi üç hasletin bulunmasıdır” buyururlarmış.
Bir yandan günah işleyip, bir yandan da, "Estagfirullah" demek, istigfar değildir. Asıl istigfar; Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmak, günahları terk etmektir.
Allahü teâlâ, izzeti ve şerefi ilme ve ibadete vermiştir. İlim de ehli sünnet âlimlerinin eserlerinde vardır. Alçaklığı ve zilleti de haramlara vermiştir. Haramlara düşmemek, dünya sevgisini kalbe sokmamak lazımdır.
.İstemek zillet vermek ise izzettir
3/14/2004
Dinimizde bir şey istemek zillet, bir şey vermek ise izzettir. Allahü teâlâ dünyaya zillet, ahirete izzet vermiştir. Kuldan isteyen zelil, Allahü teâlâdan isteyen ise aziz olur. Hadis-i şerifte; (Veren el, alandan yüksektir) buyuruldu.
Abdullah-ı Ensâri hazretleri; "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, daima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır" buyurmaktadır.
Şeyh Edebâli hazretlerinin, Osman Gâzi’ye yaptığı meşhur vasiyette ise; "Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsanı eksik etmeyesin ki, insan ihsanın kulcağızıdır” buyurulmaktadır.
Dini kurtarmak için, dünyayı vermek lazımdır. Zira dünya malını kalbinden atan, Allah’ın sevgili kulu olur. İyi sebebe yapışan iyi netice alır.
Para, dünyada iş görmek için yaratılmıştır, sevmek ve biriktirmek için değil. Zira paranın sevgisi yılan sevgisi gibidir. Mal kazanmakla, şeref kazanılmaz. İzzet ve şeref, Allahü teâlâya kul olmakta, ilimde, edepte, ihlas ile amel etmektedir. İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. İnsanın şerefi de ilmi ve edebi ile belli olur. Allahü teâlâ kime izzet vermişse, onu kimse zelil edemez. Kime zillet vermişse, onu da, kimse aziz edemez. Peygamber efendimiz; (Şan, şeref ve üstünlük, mal ile değil, ilim ve irfân ile ölçülür) buyurmuştur.
Din Büyükleri; “Şerefül-insan bil-iman vel-ma’rife lâ bil-mâl vel-menzile” buyurmuşlardır. Yani insanın izzeti, iman ve marifet iledir. Mal ve makam ile değildir.
Abdülhâlık Goncdüvâni hazretleri, sevenlerine ve oğluna hitaben; “Sana vasiyet eylerim ey oğul ki, her hâlinde ilim, edep ve takvâ üzere ol! İslam âlimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh öğren! Cahil tarikatçılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhrette âfet vardır. Aslandan kaçar gibi, cahillerden kaç! Bid’at sahibi, sapıklar ile ve dünyaya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helalden ye! Çok gülme! Herkese, şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakir görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Mayan fıkıh ve evin mescid olsun!” buyurmaktadır.
Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya, ihlâs ile itaat ve ibadet etmektedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve bela, günah yolundan gelir. Rahat ve huzur da, itaat yolundan gelmektedir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değiştiremez.
Kim Allahü teâlâdan korkarsa, haram işlemezse, bütün mahlukat ona itaat eder. Onu aziz eder. Kim, Allahü teâlâdan korkmaz, haram işlerse, Allahü teâlâ onu zelil, rezil eder. Allahü teâlâdan korkup haram işlemezse aziz olur. Aksini yapan zelil ve rezil olur. Ebu Ali Rodbâri hazretleri; "Dünyayı kazanmakta nefsler için zillet, ahireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, bâki olan ahireti istemekteki izzetin yerine, fâni olan dünyayı isteyerek zilleti seçerler" buyurmaktadır.
Yahyâ bin Muâz-ı Razi hazretleri de; “İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, kişiler için zillet, ahireti aramakta ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşlerinde koşarak zillete düşmek, ebedi olanı terk edip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terk edene ne kadar çok şaşılır” buyurmaktadır.
Kulun elbette istekleri olacaktır. Fakat istenecek kapıyı iyi bilmeli ve ona göre istemelidir. Çünkü Allahü teâlânın nimetleri, ihsanları güneşten daha açık ve aydan daha âşikârdır. Başkalarından gelen nimetleri de gönderen Odur. Başkalarının ihsan etmesi, bir emanetçinin, birisine emanet vermesi gibidir. Allahü teâlâdan istemeyip, başkasından yani Onun yarattıklarından bir şey istemek, fakirden bir şey beklemek gibidir.
İstenecek kapıdan, istenecek şeyi de iyi bilmelidir. Cenab-ı Haktan, rızasını, muhabbetini talep etmelidir. Din Büyükleri, Allahü teâlâ için; “Vermek istemeseydi, istek vermezdi” buyurmuşlardır. Çünkü, istemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı demektir. İstek nimetinin kıymetini bilip, bunun elden kaçmasına sebep olacak şeylerden sakınmalıdır. Bu nimetin elden çıkmamasına en çok yarayan şey, buna şükretmektir. Çünkü, sure-i İbrâhimin yedinci âyetinde mealen; (Nimetlerime şükrederseniz, elbette arttırırım) buyuruldu.
Dinimizde vermek, kıymetlidir, muteberdir. Fedakârlık etmek, vermek demektir. Haklı olduğu halde, sen haklısın demek, vermektir. İnsanlara güler yüzle muamele etmek, vermektir. Yük çekmek, vermek demektir. Bunun için veren aziz olur. Alan ise, zelil olur. Yükünü çektiren, sıkıntı veren, fedakârlıktan sakınan, haklı olmadığı halde haklıyım diyen neticede zelil olur. Fedakârlıkta bulunan yani vermesini bilen, sevilir, sayılır, hürmet görür. Hep almaya çalışan ise, sevimsiz olur, horlanır, itibarsız olur. İnsan, kendini, almaya değil vermeye alıştırmalıdır. Çünkü bir gün en çok sevdiğimiz şeyi yani canımızı vereceğiz. Bunun için vermeye alışan, kolay can verir denmiştir.
.İnsanın asıl maksadı
3/21/2004
İnsanın maksadı, yani hep arzu ettiği şeyler, onun mabudu olur. “Maksudun, mabudundur” sözü meşhurdur. Câsiye suresinin yirmi üçüncü âyetinde mealen; (Nefsinin arzularını ilâh edinen kimseyi gördün mü?) buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimleri, insanın maksudu, yani hep arzu ettiği şeyler, onun mabudu olur buyurdular.
Allahü teâlâ, insanları başı boş bırakmadı. Her istediklerini yapmaya izin vermedi. Nefslerinin arzularına taşkın ve şaşkın olarak tâbi olmalarını, böylece felaketlere sürüklenmelerini dilemedi. Rahat ve huzur içinde yaşamaları ve sonsuz saadete kavuşmaları için arzularını ve zevklerini kullanma yollarını gösterdi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan kul, mesut ve rahat olur. Nefsinin isteklerine, arzularına uyan ise, zelil olur. Çünkü nefs, Cenâb-ı Hakka düşmandır. Zira bir hadis-i kudside, Allahü teâlâ; (Nefslerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünkü, nefsleriniz, bana düşmandırlar!) buyurmuştur.
Ebu Bekr Kettani hazretleri, sevdiklerine nasihat ederken; "Hakiki mümin; nefsi istediği halde dünyadan yüz çeviren, Resulullah efendimizin yolunda ve izinde yürüyen, gayesi ahiret olan, cömert olup, Rabbine yönelendir" buyururdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Bir insanın maksudu, arzusu, özendiği, sağ kaldıkça ele geçirmek istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmaya katlandığı, hiç vazgeçmediği şey ise, bu maksudu, mabudu olur ve bu hâli ibadet olur. Bunun için, bir kimse, maksadına kavuşmak için, Allah göstermesin İslamiyet’in dışına çıkarsa, farzlardan birini bırakır, bir haram işlerse, namazı, orucu bırakırsa, bu maksudu, onun mabudu olur, ilâhı olur.”
Süfyân bin Uyeyne hazretleri insanların kendisini övmelerine, yermelerine aldırmaz ve onlara; "Bir kimse ibadetlerini yapar, hep Allahü teâlâyı hatırlarsa, dünya yani insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler, ondan uzaklaşır. Allahü teâlâyı hatırlamaktan gafil oldukça da dünya ona yaklaşır. İbadetlerden ve Allahü teâlâyı hatırlamaktan maksat, dünyayı kendinden uzaklaştırmak içindir” buyururdu.
Ahmed Gazâli hazretleri, insanlara sık sık vakitlerini boş geçirmemeleri için şöyle nasihat ederdi:
“İnsanlar bu âlemde yolculuk halindedirler. Onların ilk konakları beşik, sonuncusu ise kabirdir. Hakiki vatan, ya Cennet veya Cehennemdir. İnsan için, ömrünün en kıymetli sermayesi vakitleridir. Şehveti ve şehevi arzuları, yolunu kesen eşkıyadır. Kazancı ve kârı; Cenneti ve oradaki ebedi nimetleri elde etmek, Allahü teâlânın rızâsına ve cemâline mazhar olmaktır. Zarar ise; Cehennemde çeşitli azaplara mâruz kalmak, Allahü teâlânın rahmet ve cemâlinden uzaklaşmaktır. Kim Cennete girmek isterse, vakitlerini Allahü teâlânın beğendiği şeylerle geçirsin.”
Din büyüklerinden Ahmed Sârban hazretlerinin çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı. Bu hanım kocasını ziyarete gelenlere;
-Siz bu heriften ne medet umuyor ve ne hayır bekliyorsunuz. Sizin işiniz yok mu? diyerek bağırırdı.
Bir gün bu zatın talebeleri hem bu durumu düşünüyor hem de birbirleriyle şöyle konuşuyorlardı:
-Acaba nasıl oluyor da hocamız böyle bir hanımla yaşayabiliyor, bir arada geçinebiliyor? Onların bu düşüncelerini anlayan Ahmed Sârban hazretleri şu cevabı verdi:
-Dostlarım! Mesele sizin zannettiğiniz gibi değildir. Benim böyle bir kadına tahammül etmem, nefsâni bir hevesten değildir. Bu bizim talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat, çirkin huylu insanlarla da iyi geçinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içinizden atın bana öyle gelin. İşte bu kadar.
İnsanlar zor zamanlarda, bir zorlukla karşılaştıklarında müdara yapamazlar yani insanları idare etmezler. Böyle zamanlarda herkes içindekini ve gerçek yüzünü dışa vurur. Bencil bencilliğini, fedakâr fedakârlığını, hain hainliğini gösterir. Bu problemli zamanlar bir imtihandır. Böyle durumlarda, insanın maksadı, gayesi ne ise, o meydana çıkar.
İlim tahsilinde maksat, niyet bozuksa, netice felakettir. Maksat ve niyet düzgünse, netice izzettir, selamettir. İnsanın ilmi arttıkça, Allah’a sevgisi arttıkça, nefsinden soğumaya, nefret etmeye başlar. Bu hâle kavuşmak, Allahü teâlânın, o kuluna lütuf ve ihsanıdır. O kulunu sevdiğinin alametidir. Rüveym bin Ahmed hazretleri: “İnsanın okumaktan gayesi kalbini kötü huylardan temizleyip, faziletlerle süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakın olmak ve yakınlık mertebesine kavuşmak olmalıdır. Bilgisiyle; riyaset, servet, makam, cahillerle münakaşa ve akranlarına üstünlük gayesi göstermemelidir" buyurmuştur.
İslamiyet, bir ağaç gibidir. Kökü iman, gövdesi ibadet, meyvesi ise, ihlâstır. Kalb, dünya arzularından, nefsin isteklerinden birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, ahireti sevemez, oraya hazırlanamaz. Bunun için asıl marifet, asıl maksat, çok para, mevki, makam kazanmak değil, kul olmak ve çok sevap kazanmaktır.
Sen unuttun ama unutulmadın
3/28/2004
İnsanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymadıkları ve İslam dininin gösterdiği rahat ve huzur yolundan ayrıldıkları için, dünyada bereket kalmadı. Rızklar azaldı. Tâhâ suresinin yüz yirmi dördüncü âyet-i kerimesinde mealen; (Beni unutursanız rızklarınızı kısarım) buyurulmaktadır.
Bunun için, iman rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. “Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çektiği kendi cezâsı” sözü Nahl suresinin otuz üçüncü âyetinden alınmıştır. Bugünkü zulmet karanlıkları, Allahü teâlâyı, Peygamberi, İslamiyet’i unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir ailenin nafakasını, rahat yaşamasını temin edemez hâle gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkça, Onun bildirdiği İslam dinine uymadıkça, Onun Peygamberinin güzel ahlakı ile bezenilmedikçe, dalâlet, felaket akıntısını durdurmak imkansızdır.
İslam âlimlerinin büyüklerinden Ahmed Gazâli hazretleri; “Ey insanoğlu! Allahü teâlâ her şeyi senin için yarattı. Seni de kendisi için yarattı. Yer, ikâmet etmeni sağlar. Melekler, seni muhafaza eder. Güneş sana ışık verir. Hepsi senin için yaratılmıştır. Sen ise, Allahü teâlânın senin için yarattığı şey ile meşgul oldun, nimetin sahibini unuttun. Sana gelen bağış ve lütuflarından faydalandın, vereni hatırlamadın. Böylece nimetin şükrünü edâ etmedin. Sana verdiği ihsan ve lütuflarının hürmetine riâyet etmedin. Halbuki sen, sadece Allahü teâlâyı bir bilip, Ona kulluk için yaratılmıştın” buyurmaktadır.
Tabiinin büyüklerinden Hasan-ı Basri hazretleri, Ömer bin Abdülaziz hazretlerine yazdığı mektupta Ona ve bizlere hitaben buyuruyor ki:
"Şüphesiz ki dünya, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedi kalacak yer değildir. Dünyada zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer. Dünya zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helak eder, öldürür. Dünyada, yaralı olup da yarasını tedavi ile uğraşan kimse gibi ol. Sakın ona dalma, aldanma! Dünya, süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helak ediyor. Yaşayanlar, ölenlerden ibret almıyor. Dünyaya düşkün kimse, muradına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyaya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız ahiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın!”
İnsanı çevreleyip imanına musallat olan dört düşman vardır; Sağında şeytan, solunda nefs, arkasında kötü arkadaş, önde ise dünyadır. Dünya bu zararda rehber olmuştur.
Hepimiz ahiret yolcusuyuz, bunun inkârı mümkün değildir. Herkes bir sefere giderken yolda ve gittiği yerde kendine lazım olanları alır, diğerlerini almaz. İhtiyaç olmayanı almak ahmaklık olur. Dünyadan da, ahirete lazım olanlar tedarik edilir. En akıllı insan, ölüme hazırlanandır. En ahmak, dünyaya tapandır. Zaten ahmaklar olmasaydı, dünya harap olurdu.
İnsan bir yere gitmek için, bir yerde vasıtaya biner, başka yerde iner, dünya buna benzer. Yalnız, vasıtayı iyi seçmeli. Çünkü son durakta ya Cennet veya Cehennem vardır. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Mesela Paris’e giden uçağa binen Kâbe’ye varamaz.
Şeytan; uzaklaştırıcı demektir. Allahü teâlânın sevgisinden, merhametinden uzaklaştıran şeydir. Üç türlü şeytan vardır. Birinci şeytan, bilinen İblis ve torunlarıdır. İblis; Allah rahimdir affeder diye, günahları vesvese verir. İnsan bunu dinlemezse çeker gider. Bu şeytanın hileleri zayıftır. İkinci şeytan nefstir. Bu daha kuvvetlidir. Şeytan gibi çekip gitmez. Çok inatçıdır, tekrar tekrar aldatıncaya kadar uğraşır. Üçüncüsü ise, daha da kuvvetlidir. Bu kötü arkadaştır. Dünyada rezil eder, ahirette Cehenneme götürür. İnsanın imanını öyle çalar ki, o şahsın ruhu bile duymaz. Her türlü bozuk yayınlar da kötü arkadaştır. İnsanlar düşmanı dışarıda arıyorlar, halbuki düşman kendi içimizdedir. Bu düşman da nefstir.
İbadetlerin faydası Allahü teâlâya değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allah’a bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı işlemek akıl işi değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olabilir mi? Kur’an-ı kerimde sık sık, (Hiç mi düşünmüyorsunuz?) diye ikaz edilmektedir.
Din Büyüklerinden bir zat, gafletten kendini kurtaramayan talebesine nasihat olarak:
“Evladım, insanların çokluğu, dilediklerini yapmaları, gaflet içinde yaşamaları, sakın seni de gaflete düşürmesin. Zira sen tek olarak öleceksin, tek olarak kabre gireceksin, tek olarak hesabını vereceksin. Sen dini, imanı, Allah’ın emir ve yasaklarını unuttun. Sen unuttun ama unutulmadın” buyurur.
Yâ Rabbi! Unuttuğumuz ve yanıldığımız şeyler için bizleri hesaba çekme!
.Düşmanını tanımayan dostunu bulamaz
4/4/2004
Dünyayı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Zira bir hadis-i şerifte; (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) buyurulmuştur.
Dünya, insanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar, oyunlar, faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, hep bunun için dünya demektir. Hadis-i şerifte; (Dünya ile ahiret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini razı edersen, öteki gücenir) buyurulmuştur.
Her insanda nefs vardır. Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. Emirlere uymak istemez. Bir hadis-i kudside, Allahü teâlâ; (Nefslerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünkü, nefsleriniz, bana düşmandırlar!) buyurmaktadır.
Mevlanâ Celaleddin-i Rumi hazretleri; "Nefs, yaratıkların içinde en ahmak olanıdır. Hep kendi zararını ister. Onun yakasını bırakmaya gelmez. Çünkü en büyük düşman nefstir” buyurmuştur.
İnsan için en büyük düşman, kendi nefsidir. Bunu düşman bilmedikçe, insanın kurtuluşu imkansızdır. Sehl bin Abdullah-ı Tüsteri hazretleri; "Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur" buyurmuştur.
Bir kalbde, iki sevgi olmaz. Ya Allahü teâlânın sevgisi veya Onun düşmanlarının sevgisi vardır. Kalb, hiç boş kalmaz. Bunun için hikmet ehli; “Kalbini düşmandan boşalt! Dostu kalbe çağırmaya lüzum kalmaz, zira dostun muhabbeti, kendiliğinden kalbe gelir” demişlerdir.
Seven, sevdiğinin dostlarını sever, düşmanlarına da düşman olur. Sevgi bunu gerektirir. Abdullah Mürteiş hazretleri; "Kul, Allahü teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman olmakla kazanır. Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsidir" buyurmuştur.
Nefs, Şeytan ve Kötü Arkadaş, bu üç düşmana karşı çok dikkatli ve uyanık olmak lazımdır. Zira bunlar, insanın imanının çalmak, yok etmek için uğraşmaktadırlar. Din büyükleri; “İmanın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı, istekleri, önde dünyaya düşkün olmak ve arkada ise şeytan, imanı almak dilerler. Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyasını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı insanın dinini, imanını, edebini, hayâsını, ahlakını bozmaya uğraşanlar, böylece dünyasına ve ahiretine, ebedi saadetine saldıranlardır” buyurmaktadırlar.
İslam âlimlerinden Ahmed Siyâhi hazretleri oğluna nasihat olarak buyuruyor ki:
“Ey oğul! Dünyaya sarılmış, ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve beraberlik gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe ile sabittir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş kimselerle beraber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne karşı dalkavukluk yaparlar, gıyabında, arkadan ise aleyhinde bulunurlar.”
Nefs ve kötü arkadaştan sonra, insan için en büyük düşman şeytandır. Bu konuda Ahmed bin Âsım Antâki hazretleri; “En tehlikeli düşman, sana en yakın, en gizli ve kalbi devamlı kötü vesveseleriyle meşgul eden şeytandır” buyurmaktadır.
Allahü teâlâ, iblise, Resulullah efendimize giderek, soracağı bütün suallere doğru cevap vermesini emretti. İblis yaşlı bir ihtiyar şeklinde, Resulullah efendimizin huzuruna geldi. Resulullah efendimiz ona;
-Sevmediğin ve düşman olduğun kimseleri söyle buyurunca, İblis;
-Dünyada en sevmediğim kimse sensin ve âdil sultânlar, tevâzu sahibi zenginler, doğru sözlü tüccârlar, ihlâs sahibi ve ilmi ile amel eden âlimler, din-i İslamı yaymaya çalışanlar, merhametli olanlar, tevbe edenler, haramdan kaçınanlar, daima abdestli bulunanlar, daima hayır ve hasenâtta bulunanlar, güzel huylu ve insanlara faydalı olanlar, Kur’an-ı kerimi tecvide uygun okuyanlar ve herkes uyurken namaz kılanlardır dedi.
Resulullah efendimiz;
-Dünyada sevdiğin, dost olduğun kimseleri söyle buyurdu. İblis;
-Zâlim sultânlar, kibirli zenginler, hâin tüccârlar, içki içenler, teganni edenler, fuhuş yapanlar, yetim malı yiyenler, namaza ehemmiyet vermeyenler, uzun dünya arzularına sahip olanlar, hemen öfkelenip, öfkesini yenemeyenler benim dostum, sevdiğim kimselerdir cevabını verdi.
İbn-i Vefâ hazretleri de, kendisinden nasihat isteyen bir kimseye şöyle buyurur:
"Dini dünya isteklerine âlet eden, herkesin imanını bozan kötü din adamı İblis'ten daha zararlıdır. Çünkü, şeytan vesvese verdiği için, mümin bir kimse onun düşman olduğunu bilir. İblis'e uyduğu takdirde âsi bir kul olacağını anlar, günahına derhal tevbe eder. Kötü din adamları ise, hak ile bâtılı karıştırarak, nefslerinin arzusuna göre hüküm verirler ve doğru yoldan ayrılırlar. Kötü din adamlarından Allah'a sığın ve onlarla bir arada bulunmaktan sakın! Sadık, iyi ve sağlam din âlimleriyle birlikte bulun."
Hep hocasından nakil yapan bir zâta; “Sen hocandan ne öğrendin?” diye sual edilince;
“Ben hocamdan, kimi sevip, kimi sevmeyeceğimi öğrendim” cevabını vermiştir.
Kendine acımayan başkasına acımaz
4/11/2004
Kendine acımayan, başkasına hiç acımaz. Herkese acımanın yolu, beş vakit namazdan geçer. Zira Ankebut suresinin kırk beşinci âyetinde mealen; (Doğru kılınan namaz, insanı, kötülüklerden muhakkak uzaklaştırır) buyuruldu.
Bir kimse, namaz kıldığı halde, kötülüklerden uzaklaşmıyor ise, bu kimsenin kıldığı namazda eksiklik var demektir. Çünkü insanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir.
Bir Müslüman, namazını vaktinde kılmamakla, kendini ateşe atmaktadır. Böylece kendine acımamış oluyor. Kendine acımayan, elbette başkasına da acımaz. Zira namaz kılarken, bütün müminlere selam verilmekte, dua edilmektedir. Namaz kılmayan, müminlerin bu hakkını çiğnemekte ve onlara zulmetmektedir. Çünkü, her namazda oturunca, “Ve alâ ibadillahissalihin” diyerek müminlere dua edilmektedir. Namaz kılmayanlar, müminleri bu duadan mahrum bırakıyorlar. Böylece, namazlarını vaktinde kılmayanlar, diğer müminlere, onlara dua etmemekle acımamış oluyorlar.
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan Süfyan-ı Sevri hazretleri; “Dinin, senin etin ve kanın yerindedir. Kendin için ağla. Kendine merhamet et. Sen kendine acımazsan, başkası hiç acımaz” buyurmaktadır.
Allahü teâlâya iman eden, Onun emir ve yasaklarına saygılı, yarattıklarına da merhametli olur. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz; (Bir kimse, Allah’tan korkarsa, her şey ondan korkar. Bir kimse Allah’tan korkmazsa, her şeyden korkar olur) buyurmaktadır.
Allah’tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sahiplerine, zâlimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlak sahiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasihat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikram eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Malı ve mevkiyi herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar.
Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kendi rızasına tâbi olan, kendine kuldur. İnsan kendine nasıl muamele edilmesini istiyorsa, başkalarına karşı da öyle hareket etmelidir. Zira hadis-i şerifte; (Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, imanı kâmil olmaz) buyurulmuştur.
İnsanın başına belaların gelmesine sebep, kendine düşkün olmasıdır. Kendi kendisinden kurtulursa, Allahü teâlâdan başka şeylere düşkün olmaktan kurtulur. Câsiye suresinin yirmi ikinci âyetinde mealen; (Kendi nefsine tapanları gördün mü?) buyuruldu.
Varlıklar içinde en cahil olanı, insanın nefsidir. Çünkü, nefs-i emmâre kendine düşmanlık yapmaktadır. Hep, kendini yok edici şeyleri istemektedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sahibi olan ve bütün iyiliklerin sahibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir. Hep, kendi can düşmanı olan şeytana uymaktadır.
Muhammed Rebhâmi hazretleri Riyâd-un-nâsıhin isimli kitabında buyuruyor ki:
“Ey insan! Kendine merhamet et! Aklından gaflet perdesini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi ol, sarıl! Vereceğin karar, çok büyük, çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hazırlan! Hakka tâbi olmadıkça, ebedi azaptan kurtulamazsın! Son pişmanlık fayda vermez.
Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrafında gördüğün, konuştuğun, sevdiğin, korktuğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayâl gibi, gelip gittiler. İyi düşün! Ebedi ateşte yanmak, ne büyük azaptır! Sonsuz nimetler içinde yaşamak ise, ne büyük nimettir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir.
Kendine acı! Suale çekileceksin. Halbuki, verecek cevabın yok. Kendine ve herkese öyle iyilik et ki, başkası iyilik yapınca, sen yaptın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük etme ki, başkası bir fenalık yapınca, sen yaptın sanmasınlar. Hadis-i şerifte; (Ey Âdem oğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşattığındır) buyuruldu.”
Başkalarına merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. Zira Resulullah efendimiz; (Başkalarına merhamet etmeyene, merhamet olunmaz) buyurmuştur.
Kısacası:
Mert isen, kendine baba ol!
Herşey söz dinleyene verilir
4/18/2004
İnsan, kendi noksan aklı ile, mutlak yaratıcıyı anlayamayacağından, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlâ, her asırda, her kavme Peygamberler göndermiştir. Böylece, işin hakikatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. Sa’idlerden olanlar, iman ederek kurtuldular, dünya ve ahiret saadetine kavuştular. Bedbaht olanlar ise, itiraz ve inkâr ederek, hüzün ve hüsranda kaldılar.
Her şey söz dinleyene verilir, her şey, bu her şeyin içinde vardır. İtiraz eden, söz dinlemeyen, kendi nefsine tâbi olur. Nefsine tâbi olan da, helak olur. Çünkü nefs, yaratılış icabı, inkâr, isyan ve itiraz edecek şekilde yaratılmıştır. Ebu Cehil, nefsine tâbi oldu, Peygamber efendimize itiraz ederek peki diyemedi ve kaybetti. Hazret-i Ömer ise, peki dedi ve aziz oldu. Halid bin Velid hazretleri de, peki demek suretiyle, Seyfullah ismini almakla şereflendi.
Tarih boyunca, itiraz edenler hep kaybetmiştir. Kendilerini ve kendilerine tâbi olanları da felakete sürüklemişlerdir. İnsanların huzurunu bozan fitnelere sebep olmuşlardır. Meşhur tefsir âlimi olan Fahreddin-i Razi hazretleri; “Biliniz ki ben, ilim âşığıydım, doğru olsun yanlış olsun, bir şeyin ne olup olmadığını öğrenmek için pek çok şey öğrendim. Vallahi kelam, akâid ilmi ile ilgili, doğru yanlış bütün itikâdları, filozofların görüşlerini çok tetkik ettim. Ancak Kur'an-ı kerimde bulduğumu hiçbirisinde görmedim. Çünkü Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın yüce kudretini ve azametini teslim ve kabul etmeye teşvik ediyor, itiraz ve karşı çıkmaktan, derin mücadele ve münazaradan men ediyor. Çünkü beşer aklı, derin ve anlaşılması zor meseleler arasında boğulup gitmektedir. Bu sebeple dinimizin bildirdiklerini aynen kabul edip, üzerinde konuşmamak en sâlim yoldur” buyurmaktadır.
İtiraz eden, söz dinlemeyen kimse, sevimsiz olur. Hiçbir yerde itibarı olmaz, hürmet görmez. Zaten dinimiz, bu halin kötü bir huy olduğunu, tedavi edilmesi lazım geldiğini bildirmektedir. Yusuf bin Esbat hazretleri; “Güzel ahlakın alametleri; arkadaşının söylediğine itiraz etmeyip, kabul etmek. Kendine ve herkese ve hatta her mahluka karşı merhametli ve insaflı olmak. Kimsenin aybını araştırmamak. Başkasında bir kusur görünce, istemeyerek yapmıştır diyerek iyiye yormak. Kendisinden özür dileyenlerin özürlerini kabul etmek. Başkalarından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabır ve tahammül etmek. Başkalarının kusurlarını araştırmak yerine, kendi kusur ve kabahatlerini düşünüp araştırmak, düzeltmeye çalışmak. Büyük-küçük herkese karşı edepli, tatlı dilli, güler yüzlü olmaktır” buyurmaktadır.
Cüneyd-i Bağdâdi hazretleri de; "Fakirlik, kimseden bir şey istememek ve kimseye itiraz etmemektir" buyurmuştur.
Ebu Ali Dekkâk hazretleri ise; “Sabrın tarifi ve sınırı, takdire itiraz etmemektir. Rıza ise, gelen musibetler karşısında kayıtsız kalmak, vurdum duymaz olmak demek değildir. Rıza; Allahü teâlânın hükmüne, takdirine itiraz etmeyip, boyun eğmektir" buyurmaktadır.
Anadoluda yetişen, gönül ehlinden Ali Hâfız Efendi de, talebelerine ve sevenlerine hep;
"Peki deyin, itirazcı olmayın" buyururdu.
Allahü teâlâ, kullarına, çeşitli zamanlarda, çeşitli fırsatlar ihsan etmektedir. İnsanın eline böyle fırsat, böyle devlet birkaç kere geçer. Bu fırsatların kıymetini iyi bilmeli, iyi değerlendirmelidir. İslam âlimlerinden Muhammed Bekri hazretleri, sevenlerine nasihat olarak buyuruyor ki:
"Darıldığın bir şeyden dolayı canın sıkıldığı zaman feryat etme. İşini Allahü teâlâya teslim et. Bu niçin böyle oldu diye Hakk'a itiraz etme. Çünkü Hakk'a itiraz eden pişman olur. Allahü teâlânın kazâ ve kaderine razı olan kimse, pek yüksek ve şerefli derecelere kavuşur.”
Ahmed bin Harb hazretleri bir gün tevekküle teşvik ve alıştırmak için çocuklarından birine;
-Yavrum! Bir şeye ihtiyacın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü teâlâya; yâ Rabbi! İhtiyacım olan falan şeyi bana ihsan et, diye dua et buyurdu. Çocuk;
-Peki efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi yapacağım dedi. Ahmed bin Harb hazretleri evdekilere de;
-Bunun isteğini, kendisi görmeden şu deliğe koyuverin diye tenbih etti. Bu hâl bir müddet böyle devam etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten alıyordu. Bir gün evde kimse yok iken, çocuk âdeti üzere, deliğin yanına gidip yemek istedi. Allahü teâlânın izniyle o delikten yemeği alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden aldığını sordular. Çocuk;
-Her zamanki aldığım yerden dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb hazretleri, çocukta hakiki tevekkülün teşekkül ettiğini anladı.
Allahü teâlâya ve Onun Resulüne itiraz edenler, ebedi saadetten mahrum kaldıkları gibi, Peygamber efendimizin vârisi olan hakiki İslam âlimlerine itiraz edenler de, bu saadetten mahrum kalırlar. Bunun için bir kimsenin, nerede Peki ve nerede Hayır diyeceğini iyi bilmesi lazımdır. Kısacası, Abdülaziz Bekkine hazretlerinin buyurdukları gibi:
"Peki, demesini öğrenmek lazımdır."
Kibriyâ Allaha mahsustur
4/25/2004
Allahü teâlâ, kullarına gönderdiği kitapların hepsinde, kibri ve gururlanmayı kötülemiş ve yasak etmiştir. Nahl suresinin yirmi üçüncü âyetinde mealen; (Allahü teâlâ, kibirli olanları elbette sevmez!) buyurulmaktadır.
Peygamber efendimiz de, bir hadis-i şeriflerinde; (Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete girmeyecektir) buyurmuşlardır.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsan buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsustur. Bu üç sıfattan hiç bir mahlukuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, Kibriyâ, Gani olmak ve Yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Gani olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şey Ona muhtaç olmak demektir.”
Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecavüz etmek olur. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Zira O, kibriyâ sahibidir. Azamet, büyüklük ve kibriyâ, yücelik ancak Allahü teâlâya mahsustur. Hadis-i kudside; (Azamet ve kibriyâ bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azap ederim) buyuruldu.
Tekebbür edene, yani kibir sahibi olana karşı tekebbür etmek caizdir. Kibir sahibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevaptır. Kibir sahibine karşı tevazu eden kimse, kendisine zulmetmiş olur. Bid’at sahiplerine ve kibirli zenginlere karşı da tekebbür etmek caizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Takıyyüddin Sübki hazretleri; “Çok iyi anlayıp gördüm ki, bütün fesadın başı kibirdir. Kibir, şeytanın büyüklenip kendini beğenmesi ile işlenen ilk günah oldu. Kalbde kibir, büyüklenme hasıl olduğu zaman, kendisini büyük görüp, başkalarını aşağı görür. Kibir, kalbi nasihat kabul etmekten ve emre itâat etmekten alıkoyar” buyurmaktadır.
Bâyezid-i Bistâmi hazretleri bir gün yolda giderken yanından geçen bir köpeği görür ve köpeğe değip necâset bulaşmasın diye elbisesini toplar. O anda köpek, Allahü teâlânın kudreti ile dile gelip; "Benden sana bulaşacak kir, üç defa yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri, yedi deryâda yıkansa temiz olmaz" der.
Kibriya yani üstünlük, yalnız Cenab-ı Hakka mahsustur. Sonradan yaratılan, dünyaya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan bir insana, kibirlenmek mi yakışır yoksa tevazu göstermek mi? İmam-ı Zeynelabidin hazretleri buyuruyorlar ki:
“Kibir sahipleri benim çok garibime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri halde yine de kibirlenirler; bunlar neyine güvenirler!”
Müslüman, kibirli olmaz, olamaz. Bir kimse kibirliyse, onun Müslümanlığında ve aklında noksanlık vardır. Zira Ahmed bin Hanbel hazretleri; "Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız" buyurmaktadır.
Kibirli kimse, saadet kapısından içeri giremez. Kendini beğenen, kendini üstün gören, kendini kabiliyetli gören, kendini iyi gören bir kimse, saadet kapısının dışında dolaşır, kapıdan içeri giremez. Kibirli kimse, kibrini kırarsa, kibrini yıkarsa o zaman saadet kapısından içeri girer.
Kibir, bütün saadetlere engel bir duvar gibidir. Bu kibir duvarı, saadet kapısını açmaya engeldir. Diğer günahlar, kibir gibi değildir. Allah hepimizi affetsin. Hepimizin günahları vardır. Fakat elhamdülillah Müslümanız. Ancak Müslüman kibirli olamaz. Eğer kibirliyse, o kimsede noksanlık var demektir. Bu çok mühim bir ölçüdür. Kibirden kurtulmanın tek çaresi ise, kibirli olmayanlarla beraber olmaktır. Allahü teâlâdan ve Onun dininden bahsederek sohbet etmektir. Allah adamlarını ve Müslümanları Allah rızası için sevmek ve sevilmektir. Hiç kızmamak, gücenmemek, darılmamak, haddini bilmek, kusurunu görmek, ayıbını görmektir. İslam âlimleri, akıllı olmak lazımdır buyurmuşlardır. Akıllı insan, karşısındakinin iyi tarafını, kendisinin kötü taraflarını gören kimsedir. Karşısındakinin kötü tarafını gören kimse, akıldan mahrumdur. Kendisinin iyi taraflarını gören kimse de, akıldan mahrumdur. Demek ki akıllı insan, akıllı, iyi bir Müslüman, daima Müslümanların iyi taraflarını görür, o iyi taraflarına aşık olur. Kendisinin iyi taraflarını göremez. Dolayısıyla daima arkadaşlarına muhtaçtır. Arkadaşlarına muhtaç olmayan, onun hizmetine, duasına ihtiyaç duymayan mahvolmuştur. İşte o, felakettedir.
İnsanoğlu, nefsinin esiri olunca, her şeyi yapacağını, her şeye sahip olacağını zanneder. Ölümü unutur, hiç ölmeyecekmiş gibi hareket eder. Ele geçireceği şeylerde çok acelecidir, sabırsızdır. Halbuki insan, acele etse de, here şeye sahip olmayı arzu etse de, Allahü teâlânın takdirinden başkası olmaz. Rabbimizin emri olduğu için sebeplere yapışıp neticeyi sabırla beklemek lazımdır.
Kızmak, sinirlenmek kibirdendir. Aceleci, sabırsız olmak, şeytandandır. Her iki hâl de, insanı felakete sürükler. İnsan aceleci, sabırsız da olsa, iş olacağına varacaktır. Netice olarak, İslam âlimlerinin buyurduğu gibi:
"Kibir, her iyiliğe, her fazilete, her güzelliğe ve her başarıya engeldir."
|
.Kendine hayrı olmayanın
5/2/2004
Kendisine hayrı olmayan kimsenin, başkasına hayrı olmaz. İnsan kendisi için hayır işlemezse, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz. Abdullah ibni Vehb hazretleri; "Kişinin beğendiği şeyi başkası için de beğenmesi güzel olur. Çünkü kendisine faydası olmayanın, başkasına faydası olmaz" buyurmuştur.
Kendisine hayrı olup olmadığını merak eden bir kimse, beş vakit namaza verdiği öneme baksın. Zira, şartlarına uyarak doğru kılınan namaz, her hayrın anahtarı, her derdin ilacıdır. Müslüman olduğu halde namaz kılmayan kimse, kendine kötülük etmiş olur. Kendine kötülük eden bir kimse de, başkasına iyilik edemez. Vakitlerini zayi eder, boşa harcar. Vakitlerini lüzumsuz bir şekilde harcayan kimseyi ise, Allahü teâlâ sevmez. Zira hadis-i şerifte; (Bir insanın malayani ile vakit geçirmesi, Allahü teâlânın, onu sevmediğinin alametidir) buyurulmuştur. Malayani, faydasız iş demektir. Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nafile ibadet yapmak, malayani ile vakit geçirmek olur. Abdullah-ı Ensâri hazretleri de:
"Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti; o kulun, kendisine faydası olmayan boş şeylerle meşgul olmasıdır" buyurmuştur.
Kendine hayrı olmayan, başkasına hayırlı olamaz, kendine acımayan, başkasına acıyamaz. Kendine acımayana da, hiç kimse acımaz. Zira “Men, lâ yerham, lâ yurham!” buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir. Ayrıca “Kendi zararını isteyene, hiç acınmaz!” sözünü de herkes bilir.
Merhametli olan, merhamete kavuşur. İkram edene, ihsan olunur. İnsanların kusurlarını örtenin, ayıpları örtülür. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Birbirlerine merhamet edenlere, Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yer yüzünde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olan melekler de, size merhamet etsin.)
Mevlanâ Celaleddin-i Rumi hazretleri, bütün mahlukâta karşı merhametli idi. Bir gün bir talebesine bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir viraneye gitti ve o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdi. Talebesinin kendini takip ettiğini anlayan hazret-i Mevlanâ;
-Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resulullah efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Siz de Onun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu dedi.
Talebesi bu sözler üzerine;
-Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbap ve dostlarınıza da merhamet edersiniz dedi. Bunun üzerine hazret-i Mevlanâ;
-Evliyaullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlukâta ve ahbaplarına da şüphesiz merhamet eder buyurdu.
İnsanın kendine ve başkasına faydalı olabilmesi, doğru bir imana, doğru bir amele sahip olmasına ve bunlardaki samimiyetine bağlıdır. Bu hâl de temiz bir kalb ile mümkündür. Zira İmam-ı Rabbani hazretleri; “Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise, yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayırlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibadetlerin, tek başına hiçbir faydası olmaz. Kalbin selamet bulması da, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmaması lazımdır. Yani her yapılan şey, O emrettiği, O beğendiği için yapılmalıdır” buyurmaktadır.
İmam-ı Gazâli hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir talebesine yazdığı mektupta buyurur ki:
“Ey oğlum! Nasihat vermek kolaydır. Nasihat kabul etmek güçtür. Çünkü, nefslerine uyanlara, dünya zevklerinin peşinde koşanlara, nasihat acı gelir, haramlar ise tatlı gelir. Bütün nasihatler, Peygamber efendimizden alınmıştır. Ondan gelmeyen nasihatler fayda vermez. Dünyaya yayılmış olan bu nasihatlerden birisi de şudur:
(Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazap ve azap edeceğine alamet, dünyaya ve ahirete faydası olmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir sâati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişman olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği halde onun hayırlı işleri, yani sevapları, kötü işlerinden, yani günahlarından ziyâde olmadı ise, Cehenneme hazırlansın) Bu hadis-i şerifin manâsını iyi anlayanlara, bu nasihat yetişir.”
Bazıları, Allahü teâlâyı sevdiğini söyler, fakat Ona isyan eder. Böyle sevgi olmaz. Eğer bu kimse, sevgisinde samimi olsaydı, Allahü teâlâya itaat ederdi. Çünkü seven, sevdiğine itaat eder.
İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsan, saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmeli ve dünyaya düşkün olmaktan kaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir. Dünya, ahirette saadete kavuşmak için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı kimseler bu fani dünyaya düşkün olmayıp, kulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır. Aksi halde “Zararına razı olana acınmaz” sözünün muhatabı oluruz.
Nimetler ne zaman artar
5/9/2004
Nimet, insana faydalı olan, tatlı gelen şey demektir. İnsanların, sıhhatli, sağlam, rahat, neşeli yaşamalarına ve ahirette sonsuz saadete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere nimet denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lazım olan bütün nimetleri yarattı. Bunlardan nasıl istifade edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere Din denir. Âdem aleyhisselamdan beri, Müslüman olsun veya olmasın, herhangi bir insan, bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur.
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamayacak kadar çok nimet, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, Resuller ve Nebiler göndererek, saadet-i ebediyye yolunu göstermesidir. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükredilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar.
Müslümanlık nimetlerinin ortadan kalkmasına sebep, bunların kıymetinin bilinmemesidir. Elimizden alan Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın âdet-i ilahiyesi şöyledir ki, iyi işleri sevdiği kullarına, kötü işleri düşmanlarına yaptırır. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde İbrâhim suresinin yedinci âyetinde mealen; (Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim) buyuruyor. Hadis-i şerifte de; (Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allah’ın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir.) buyurulmaktadır.
Muhyiddin ibni Arabi hazretleri de; “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfran-ı nimet etmiş olur” buyurmaktadır.
Her nimet için de böyledir. Şükretmek, o nimeti izin verildiği ve emredildiği yerde kullanmak demektir. Dil ile elhamdülillah veya çok şükür demek şükür etmek olmaz. Buna "hamd" denir. Hamd dil ile, şükür beden ile yapılır. Göz nimetine şükretmek için Allahü teâlânın bak dediği yere bakılır, bakma dediği yere bakılmaz. İman nimetine şükretmek için de, onu Allahü teâlânın diğer kullarına ulaştırmak gerekir. Ama doğru imanı, yani ehl-i sünnet itikadını.
Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya, ihlâs ile itaat ve ibadet etmektedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve bela, günah yolundan gelir. Rahat ve huzur da, itaat yolundan gelmektedir.
Kavuştuğumuz her nimet, hep Hakka imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsanıdır. Gördüğümüz her musibet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.
İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık icabıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sahipleri, büyük bilinir. O halde, her nimetin hakiki sahibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icabıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. İyilik edene teşekkür lazım olduğunu akıl da, İslamiyet de göstermektedir. Şükrün derecesi, gelen nimetlerin miktarına bağlıdır. Nimet, ne kadar çok ise, şükretmek lüzumu da çok olur. Unutmamak lazımdır ki, her nimet, külfet mukâbilidir. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlânın bir nimet vermesini ve bunun devamlı olmasını isteyen, Lâ havle vela kuvvete illâ billah çok okusun!) buyuruldu.
Bir gün Resulullah efendimizden duaların efdali hangisidir diye sorulduğunda; (Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. İmandan sonra, âfiyetten daha büyük nimet yoktur) buyurdu.
Müslümanlar, Allahü teâlâya tevekkül eder. Tevekkül, çalışmadan yatıp beklemek değildir. Tevekkül, çalışıp sebebine yapışıp, o sebebin tesirini Allahü teâlâdan beklemektir. Çalışmadan bana ver Yarabbi denmez. Namaz kılmadan, Yarabbi günahlarımı affet demeye benzer. Çalışmayıp herkese muhtaç kalanların, dini ve aklı noksan olur.
İyi sebebe yapışan iyi netice alır. Çalışırken netice alamazsak, kabahati kendimizde aramalıyız.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyâmet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da, rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaziyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük nimet iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özür ile, hangi sebeple, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamber efendimiz; (Yarın yaparım diyen helak oldu, ziyân etti) buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep ahiret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.”
|
.Kim kimi severse
5/16/2004
Dünyada, kim kimi severse, ahirette onun yanında haşrolacaktır. Bir kimse, Resulullah efendimize kıyâmeti sorunca;
-Kıyâmet için ne hazırlık yaptın? buyurdu.
-Allah’ın ve Resulünün sevgisini hazırladım deyince Peygamber efendimiz;
-Sevdiklerinle beraber olursun buyurdu.
Allahü teâlâyı ve Onun Peygamberini sevmek demek, emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, bunlara karşı edepli, saygılı olmak demektir. Salihleri severek onlardan faydalanmak için, onların yaptıklarını yapmak lazım değildir. Çünkü, onların yaptıklarını yaparsa, o da, onlardan olur.
Peygamber efendimiz bir gün;
-Bir cemaati seven kimse, onların arasında haşrolunur buyurunca Ebu Zer Gıfâri hazretleri;
-Yâ Resulallah! Bir kimse, bir cemaati sevse, fakat onların yaptıklarını yapmasa, nasıl olur diye arzetti. Peygamber efendimiz;
-Yâ Ebâ Zer! Sevdiklerinle beraber olursun buyurdular.
Hasen-i Basri hazretleri; “Sen iyilere, ancak onların iyi amellerini yapmakla kavuşabilirsin! Yahudiler ve hıristiyanlar, Peygamberlerini seviyorlar ise de, onlar gibi olmadıkları için, onların yanına gidemeyeceklerdir” buyurmuştur. İmam-ı Gazâli hazretleri de; “Salihlerin iyi amellerinden birkaçını veya hepsini yapmadıkça, yalnız sevmekle, onların yanına kavuşulamaz” buyuruyor.
Abdullah-ı Ensâri hazretleri anlatır:
"Birisi, rüyasında Peygamber efendimizi görür. Evliyadan bir grup ile bir yerde oturuyorlar. Herkes, Resulullah efendimiz dinliyor. Birden semanın kapıları açılır. Elinde ibrik ve leğen ile bir melek gelir. Melek, ibrik ve leğen ile herkesin önüne gelir, orada bulunanlar ellerini yıkarlar. Rüyayı gören kimse en sonda bulunur. Sıra ona gelince;
-Leğeni kaldırın. O, bu tâifeden değildir diye bir ses işitilir. Melek de leğeni alıp götürür. O kimse,
Peygamber efendimize dönerek;
-Yâ Resulallah! Ben bunlardan değilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunları çok seven birisiyim der. Peygamber efendimiz de;
-Bunlara muhabbet eden bunlardandır buyurur. Bunun üzerine melek, leğenle ibriği getirir, o kimse de elini yıkar. Peygamber efendimiz o kimseye dönüp tebessüm ederler ve;
-Bize muhabbet ettikçe bizimlesin buyururlar. O kimse bu rüyadan sonra Allahü teâlânın sevdiklerinden biri olur."
Doğru yolda gidenleri sevmek, onlarla tanışmak, görüşmek, onlar gibi olmaya özenmek, o büyüklerin sözlerini işitmek ve kitaplarını okumak, Allahü teâlânın nimetlerinin en büyüklerindendir ve Onun ihsanlarının en kıymetlilerindendir. Peygamber efendimiz, (Elmer’ü me’a men ehabbe) buyurdu. Yani, kişi, dünyada ve ahirette sevdiği ile beraber olur. Bunun için din büyüklerini seven kimse, onlarla beraber olur.
Herkes neyi severse onun zikrini çok eder. Allah'ı seven Allah'ı, Resulullahı seven Onu, evliyayı seven evliyayı çok zikreder, anar. Yani hiç hatırından çıkarmaz. Nitekim çocuklarını, hanımını, tarlasını, bağını, bahçesini, parasını seven bunları hiç gönlünden çıkarmadığı gibi. Herkes kalbini yoklarsa kimi çok sevdiğini anlar. Herkes sevdiği ne emrettiyse onu cânı gibi yerine getirir. Bazısını yapar, bazısını yapmazsa sevgisi az, hiç tutmazsa sevmediği anlaşılır. Süfyân bin Uyeyne hazretleri; "Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, Allahü teâlânın rızası için sever" buyurmaktadır.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
“Sevgi, sevgilinin dostlarını sevmeyi, düşmanlarına düşmanlık etmeyi gerektirir. Bu sevgi ve düşmanlık, âşıkların elinde ve iradesinde değildir. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından uzaklaşmadıkça sözünün eri sayılmaz. Buna yalancı denir. Sevgi, sevgilinin her şeyini sevmeyi gerektirir. Büyükler, “Sevdiğin zatı inciten kimseye gücenmez isen, köpek senden daha iyidir” demişlerdir. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allah’tan uzaklaştırır. Onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sevgiliye dost olunmaz.”
Bir cemaati seven kimse, ya onların bütün amellerini ve ahlakını edinmiştir veya hiçbirini edinmemiştir. Yahut da, birkaçını yapmıştır. Hepsini yapabilen, onlardan olur ve onlarla olur. Onlara olan sevgisi, onu da tam onlar gibi yapmıştır.
Sevdiklerine hiç uymayan, onlara hiç benzemeyen kimse, onlardan hiç olamaz. Sevgisi, sözde kalır. Yalnız sözde kalan sevmeye, sevmek denilmez.
Sevdiklerinin birkaç ameline uyan kimse ise, imanda uymamış ise, onlardan olamaz. Onları seviyorum demesi hiç doğru olmaz. Onun kalbinde, onlara sevgi değil, düşmanlık vardır.
Kişi, sevdikleri gibi inanıp, taat ve ibadetlerde, onlara tam uymazsa, beğenmediği için uymamış ise, seviyorum demesinin yine faydası olmaz. Onlarla birlikte olamaz. Gücü yetmediği, nefsine hâkim olmadığı için, hepsine uyamamış ise, onlarla birlikte olmasına mani olmaz.
Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir. Unutmayan unutulmaz. Ve Peygamber efendimizin buyurduğu gibi:
(Kişi, dünyada kimi severse, ahirette onun yanında olur.)
Gönül susunca dil zehir kusar
5/23/2004
Dil, büyük bir nimettir. İyiliği de kötülüğü de büyüktür. Cennete de, Cehenneme de götürür. Cirmi küçük, cürmü büyüktür. İman ve küfür dildeki ifadeden anlaşılır. Dil, ya hak konuşur, ya bâtıl. Diğer uzuvların sahası dardır. Kulak sadece işitir, göz sadece görür. Dilin sahası geniştir. Hayır ve şer için geniş alana sahiptir.
Abdullah bin Mübârek hazretleri, bir yolculuğunda, sahrada koyunlarını otlatan bir çocuğa rastlar. Çeşitli sualler sorar ve aldığı cevaplar karşısında hayran kalır ve çocuğa tekrar sorar:
-Peki bu sahrada başka neler öğrendin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, Rabbim bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile Onu bileyim. Onun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermeyeyim ve böylelerinden uzak olayım.
Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, Onun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla Onu hatırlatanları dile getirmeyi, Ondan bahsetmeyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı imâ etti.
Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece Ona hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Çocuğun bu cevabı üzerine Abdullah bin Mübârek hazretleri:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bu söylediklerinin içindedir buyurmuştur.
Bir söz söylerken hem kendimizin, hem de karşımızdakinin ahiretini düşünerek konuşmalıyız. Zira ağızdan çıkan söz, muallakta kalmaz, ya sağ tarafa veya sol tarafa yazılır.
Çok konuşmak dostluğu bozar. Lüzumsuz konuşmak, ayıpları açığa çıkarır. Acı, sert söyleyenden, dostları, sevdikleri kaçar, uzaklaşır. Peygamber efendimiz; (Çok konuşan çok yanılır, çok yanılanın yalanı çoktur. Yalanı çok olan da Cehenneme layıktır) buyurmuştur.
Abdullah bin Selam hazretlerinin Cennetlik olduğu bildirilince Eshab-ı kiram, kendisini Cennetlik eden amelinin ne olduğunu sordular. O da; “Boş söz konuşmam ve kimseye karşı kötülük beslemem” diye cevap verdi.
Eğer bir kimsenin kalbinde darlık ve üzüntü, vücudunda bitkinlik ve halsizlik, rızkında eksiklik ve bereketsizlik olursa, bunun boş ve yersiz konuşmalardan meydana geldiğini bilmelidir! Dil söylemezse, kalb rahat eder. Sözü az, ameli çok olanın, gönül gözü parlar, açılır. Diline sahip olan, bedenine de sahip olur. Çünkü hadis-i şerifte; (Her sabah, bütün uzuvlar, yalvararak dile derler ki: Bizim hakkımızı gözetmekte, Allah’tan kork, kötü söz söyleme, bizi ateşte yakma! Bizim dine uyup uymamamız senin sebebinledir. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğri oluruz) buyurulmuştur.
Sükut yani dile sahip olmak, yorulmadan yapılan ibadet, masrafsız takılan bir ziynet, hükümdarlığa muhtaç olmadan ele geçen bir devlet, duvara ihtiyaç duyulmadan yapılan kale, çalışmadan kazanılan zenginlik ve ayıpların kapatılmasıdır.
Hazret-i Lokman hakime;
-Bu makama nasıl yükseldin? diye sual edildiğinde;
-Doğru konuşmak, emanete riayet etmek ve faydasız sözleri terk etmekle diye cevap vermiştir.
Dil yırtıcı bir hayvan gibidir, serbest bırakılırsa sahibini parçalar. Sükut eden, hataya düşmekten, yalandan, dedikodudan, söz taşımaktan, kendini övmekten, boş konuşmaktan ve daha bir çok dil afetlerinden kurtulur. Çok konuşan hata eder. Eshab-ı kiram hep hayır konuştukları halde, yanlış konuşmak için değil, belki boş bir söz söyleriz diye sükut ederlerdi. Hazret-i Ebu Bekir, ağzına taş koyar ve; “Başa gelen bütün felaketler bundan gelir” buyururdu.
Çok konuşanın dili sürçer, kalbi kararır. Kalbi kararan da, hata üstüne hata yapar ve kalb kırar da farkında bile olmaz. Diline sahip olan, dinini korur. Din büyükleri, talebelerine ve sevenlerine hep:
“Bir kimsenin cahil olduğunun alameti şunlardır: Canlı-cansız her şeye kızar. Diline sahip olamaz ve sır saklayamaz. Parasını yerli yerince harcayamaz. Herkese güvenir. Dostunu düşmanını ayıramaz. Kötü kimselerle arkadaşlık eder” diye nasihat etmişlerdir.
Dile sahip olmak, az konuşmak dinimizin emridir. Peygamber efendimiz; (Dilini tutan kurtulur) buyurmuşlardır.
Susmak, açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin mağfiretine sebep olur. İnsanın selameti dilini korumasındadır. Zira Resulullah efendimiz; (Selamet isteyen, sükut etsin, dilini tutsun!) buyurmuşlardır.
Söz insanın terazisidir. Fazlası ziyan, azı vakardır. Az konuşan kınanmaz, üstelik itibarı da çok olur. Şaka, alay ve boş konuşmak ise, belaya yol açar. Vüheyb bin Verd hazretleri; “İbadet veya hikmet on kısımdır. Bunun dokuzu, sükut edip, konuşmamaktır” buyurmuştur.
Kişi, dilinin altında gizlidir. Dil, irfan hazinesinin anahtarıdır. Çok konuşan, gönüldeki hizmet cevherini boşaltır. Kısacası:
“Dil söylerse gönül susar, gönül susunca da, dil zehir kusar.”
|
.Başkasına yük olan alçalır
5/30/2004
Dünya lezzetlerine aldanmayan, Cennet nimetlerine kavuşur. İki âlemde aziz ve muhterem olur. Aksi olursa, insan zelil olur. Zira hazret-i Ömer, bir hadise üzerine; “Biz aşağı, bayağı insanlardık. Acem şâhlarının elinde esir idik. Allahü teâlâ Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten, bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelil eder. Her şeyden aşağı eder. İzzet, İslam’dadır. İslam’ın ahkâmına uyan, aziz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzuru, saadeti başka şeylerde arayan zelil olur” buyurmuştur.
Dinimiz, almayı değil vermeyi, yük olmayı değil, yük çekmeyi emir ve tavsiye etmektedir. Peygamber efendimiz; (Veren el, alandan yüksektir) buyurmuşlardır.
Bir şeyler koparabilmek, dünyalık ele geçirmek, insanların zaaflarından istifade ederek onların sırtından geçinmek için yaltaklanmak yani temelluk etmek, kötü bir huydur. Zira hadis-i şerifte; (Temelluk, Müslüman ahlakından değildir) buyurulmuştur.
Mevlanâ Celaleddin Rumi hazretleri, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak ederek; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyada da ahirette de şefâat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize daima vermeyi, ihsan ve ikramlarda bulunmayı, herkese karşı tevazu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur" buyururlardı.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de; "Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir" buyurmuştur.
İzzet ve şerefi, Allahü teâlânın dinine uygun olmayan hâllerde arayan kimseyi, Allahü teâlâ, hor-hakir ve zelil eder. Peygamber efendimiz, Müslümanı; (Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir) buyurarak tarif etmişlerdir. Ayrıca Resulullah efendimiz; (Kendin için istediğini, insanlar için de istemek, kendin için istemediğini insanlar için de istememek) buyurarak, nasıl olmamız gerektiğini bildirmişlerdir.
Senâullah-i Pâni püti hazretleri; "Ne istersen yap, fakat, insanlara eziyet ve sıkıntı verme yolunu seçme. Çünkü dinde bunun gibi büyük günah yoktur" buyurmuştur.
Seyyid Emir Hazma hazretleri, hocası Mevlanâ Ârif hazretlerinden naklederek buyuruyor ki:
“Yükünüzü çekecek bir dost isterseniz, bu çok az bulunur. Eğer yükünü çekeceğiniz birini ararsanız, bütün dünya size dosttur."
Mevlanâ Hâlid-i Bağdâdi hazretleri de talebelerine ve sevenlerine hitaben buyurur ki:
"Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; cahiliye âdetlerinden ve pek aşağı olan bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, bedeni beslemeye çok ehemmiyet verenlere, kendilerinden bir şey beklemek suretiyle makam ve mevki sahipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Çünkü bu şekilde onlarla görüşmek, onların lekelendiği şeylerle siz de lekelenmiş olursunuz. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünya ehline alakası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadisle meşgul olanınızdır."
Hâris el-Muhasibi hazretleri, nasihat isteyen bir talebesine; “Hiç kimseyi incitme. İster az ister çok olsun veya ihtiyacın olsun yahut da olmasın hiçbir halde kendi yükünü kimseye yükleme. İnsanlardan hiçbir şey bekleme ve sahip oldukları hiçbir şeye göz dikme!” buyurmuştur.
Hayırlı insan, ailesine ve çocuklarına faydalı olandır. Her hayır ve fayda ise, İslamiyet’in içindedir. Dinimiz de, insanların sıkıntısını, yükünü çekmemizi emretmektedir. Buna uyan, rahat eder. Dünyada da, ahirette de aziz olur. Allahü teâlânın kullarına hizmete edene, onların yükünü alana, Cenab-ı Hak yardımcı olur.
Seyyid Emir Hazma hazretleri, kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurur:
“Bizi sevenler, Resulullah efendimizin sünnetine uyarlar. Yani İslamiyet’e uyarlar. Haram işlerden ve haram yemekten sakınırlar. İnsanların yükünü çekip, kimseye yük olmazlar. Şöhretten sakınırlar. Müslümanlara acıyarak, onlara yumuşak davranırlar. Daima Allahü teâlâdan korkarlar ve günahlarının affedilmesi için yalvarırlar. Gıybet etmezler. Dünyaya, dünyanın rahatlığına ve ziynetine güvenmezler. Salihlerin ve Eshab-ı kiramın yolunda ve onların ahlakı üzere olurlar. Büyükleri inkâr etmezler ve bid'at ehline uymazlar.”
Para, şan şöhret insanı rahatlatmaz. İslamiyet ile kontrol altına alınmazsa, insanı dünyada ve ahirette perişan eder. Yanan bir evden birini kurtarmak çok büyük sevap olduğu halde, Cehennem ateşinden kurtarmak yanında hiç kalır. Bir kişi daha yanmaktan kurtulsun diye uğraşmalı. Hiç kimse yanmasın düşüncesinde olmalı. Dünyada iken, Allahü teâlânın dinine razı olduğu şekilde doğru hizmet edenler, Allahü teâlânın kullarının müşküllerini halledenler, mahşerde, tahtlar üzerinde, kürsülerde, gölgelerde oturacaklardır.
Dünyada ve ahirette aziz olmak isteyen, kimseye sıkıntı vermez, yük olmaz; herkesin sıkıntısını ve yükünü çekmeye, gücü nispetinde gayret gösterir. Kısacası:
“Yük çeken aziz, yükünü çektiren ise, zelil olur.”
.Yumuşak ve mülayim olan kazanır
6/6/2004
İnsan davranışlarında sertlik, iticilik ve korkuyu, yumuşaklık ise, sıcaklığı, şefkati, merhameti ve sevgiyi doğurur. Korkutarak elde edilen başarı, yıkılmaya, sevgi ile elde edilen muvaffakiyet ise, artmaya, büyümeye mahkumdur. Bunu için Resulullah efendimiz; (Allahü teâlâ refiktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsan eder. Başkalarına vermez) buyurmuşlardır.
Enes bin Mâlik hazretleri, “Resulullah efendimize on sene hizmet ettim. Bu zaman içinde bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim” buyurmuştur.
Peygamber efendimizin bu güzel hâli, Âl-i İmran suresinin yüz elli dokuzuncu âyetinde mealen: (Yanında bulunanlara yumuşaklık ve tatlılıkla muamele etmen, Allahü teâlânın sana bir kerem ve rahmetidir. Eğer kötü ahlaklı olup, sert davransaydın etrâfındakiler dağılırlardı) buyurularak övülmektedir.
Çelebi Cemâleddin efendi, hiç kızmaz, dostuna, düşmanına aynı muamelede bulunurdu. Onun bu geniş müsâmahakâr hâlini anlayamayanlar;
-Bu kadar yumuşaklığın, insanlara karşı bu kadar tahammül ve sabır göstermenin manâsı nedir? Diye sual ettiklerinde;
-Hilm, yumuşaklık kılıcı, demir kılıçtan, hatta yüz zafere sebep olan kılıçtan daha keskindir diye cevap vermişlerdir.
İmam-ı Rabbani hazretleri de, buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lazım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lazımdır. (Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Onun yarattıklarına acımak lazımdır) hadis-i şerifi, bu iki hakkı yerine getirmenin lazım olduğunu göstermektedir. Bu iki haktan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak lazımdır. Onlarla iyi geçinmek vaciptir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz.”
Hazret-i Hasan ile hazret-i Hüseyin bir gün çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyarın abdest aldığını gördüler. Adamcağız abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, böyle abdest sahih olmaz demeye de sıkıldılar. Yanına giderek;
-Efendim, biz iki kardeş, birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz fakat buna bir karar veremiyoruz. Biz bir abdest alalım. Siz de hangimizin haklı olduğunu bize bildirin olur mu dediler. Adamcağız bu teklifi kabul edince, önce hazret-i Hasan, sonra da hazret-i Hüseyin güzel bir abdest aldılar. İhtiyar, bunlara dikkatle bakıyordu ve sonunda;
-Evlatlarım! Abdest almasını şimdi ben sizden öğrendim meğer yanlış alan benmişim demiştir.
İbrâhim aleyhisselam, bir gün 200 mecusiye ziyafet vermişti. Ziyafetten memnun kalan Mecusi topluluğu, İbrâhim aleyhisselama;
-Bize ne emredersen yapalım dediler. İbrâhim aleyhisselam da;
-Sizden bir dileğim var, buyurdu.
-O nedir? dediklerinde,
-Benim Rabbime bir kere secde etmenizi istiyorum dedi. Kendi aralarında müzakere ettiler ve; “Bu ihtiyarın ihsanları, ziyafetleri meşhurdur. Bunu kırmayıp, bunun Rabbine bir kere secde eder, sonra gidip yine tanrılarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz” diye karar verip secdeye gittiler. Onlar secdede iken, İbrâhim aleyhisselam; (Yâ Rabbi! Gücümün yettiği bu kadar! Daha fazlasını yaptırmak benim elimden gelmiyor. Bunları hidayete, saadete kavuşturmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara Müslümanlık nasip eyle!) diye dua etti ve duası kabul olup, hepsi Müslüman oldu.
İnsanlara karşı sert veya yumuşak davranılması konusunda şöyle bir hikaye anlatılır:
Rüzgarla güneş, hangisinin daha güçlü, kudretli olduğu üzerinde konuşurlar. Rüzgar, gücüne güvenip; “Ben senden kudretliyim”, Güneş de; “Her zaman kaba kuvvet işe aramaz” der. Sonunda tecrübe etmeye karar verirler.
Rüzgar güneşe, “Senden daha kudretli olduğumu şimdi sana göstereceğim. Bak şu ihtiyarın paltosunu sırtından nasıl çıkartacağım, gör!” der.
Rüzgar kuvvetle esmeye başlar. İhtiyar, açılan paltosunun iki yakasını hemen elleri ile sıkıca tutar. Rüzgar, paltoyu sırtından bu hâliyle atamayacağını anlayınca, fırtınaya dönüşür, ama ihtiyar paltosuna daha çok sarılır. İşi sağlama almak için de düğmelerini iyice ilikler.
Bunun üzerine güneş, “Sen beceremedin, bak şimdi ben güzellikle, tatlılıkla ihtiyarın paltosunu şimdi nasıl çıkarttıracağım, gör” der.
Saklandığı bulutun arkasından çıkan güneş, bir gülümsemeyle, tatlı bir sıcaklıkla ortalığı ısıtıverir. İhtiyar terlemeye başlar, sonunda kendiliğinden paltosunu çıkarır, neşe içinde yoluna devam eder...
Güneş rüzgara dönerek, “Gördün mü? Tebessüm, sıcak ilgi, nezâket ve dostluk, sertlikten kudretlidir. Gerçekte kuvvetli olmak, insanlara bir işi zorla yaptırmak değil, kendiliğinden yapacak hâle getirmektir” der.
İsâ aleyhisselam, bir gün havârileriyle beraber yahudilerin yanından geçiyordu. Oradakiler, kendisine çok kötü şeyler söylediler. Bu sözlere rağmen onlara iyi ve tatlı cevaplar verdi. Yanındakiler;
-Onlar, sana kötülük yapıyor, sen ise onlara iyi şeyler söylüyorsun dediklerinde, buyurur ki:
“Herkes, başkasına, yanında bulunandan verir.”
.
Hak ağırdır ve acıdır
6/13/2004
Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda faydalıdır. Hak sözü kabul etmek, nefslere ağır gelir. Bunun için, Peygamberler, davetlerine başladıkları zaman, hep itirazla karşılaşmışlardır. İslam âlimlerine itiraz edilmesinin sebebi de, yine nefse, hak sözün ağır gelmesindendir. Bâtıl ise, hafif ve aynı zamanda belalı ve zararlıdır. Bâtıl olan sözler ve işler, nefslere tatlı gelir. Nefslerine tâbi olanlar, sonu zararlı ve belalı olan bâtıl yollara maalesef iltifat etmektedirler.
Müslüman, Hakka ve doğruya aşıktır. Bunun için kendini hep kusurlu ve hatalı kabul eder. Zaten mertlik de, suçu kendinden bilmektir. Peygamber efendimiz; (Haklı olduğu halde dahi, münakaşa etmeyen kimseye, Cennette bir köşk verilecektir) buyurmaktadır.
Resulullah efendimiz bir gün Mu’âz ibni Cebel hazretlerine hitaben buyurdu ki:
(Yâ Mu’âz! Sana vasiyet ederim ki, takvâ üzere ol! Hep doğru söyle. Ahdine sadık ol. Emanete hıyânet etme. Yetimlere merhamet et. Komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma. Hep tatlı konuş. Her Müslümana selam ver. Kur’an-ı kerimin yolu olan fıkıh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde ahireti düşün. Hesap gününe hazırlan. Dünyaya gönül bağlama. Hep güzel, faydalı işler yap. Hiçbir Müslümanı kötüleme. Yalancı şahitlik yapma. Doğru sözü kabul eyle!)
Her şeyin, her işin bir gayesi bir kıblesi vardır. Müslümanın hedefi ise, Cenab-ı Hakkın rızası ve sonsuz saadet yurdu olan Cennet nimetlerine kavuşmaktır. Bunun için esas gaye, imanla ölmek, ölürken de Allah diyebilmektir. Allah’ı unutarak iş yapan, Cehennem ateşini talep etmektedir.
Hak, doğru tektir. Bunu kabul etmek ise güçtür. Hakkı kabul ettirmek için zorlamak da, doğru değildir, çünkü münakaşa çıkar. Fizikte bir kaide vardır. Artı artıyı, eksi eksiyi iter. Zıt kutuplar ise, birbirini çeker. İki taraf da ben haklıyım derse, neticede kavga çıkar, geçim olmaz. Bir evde bile, karı kocadan birisi fâni yani yok olursa, o evde geçim olur. İkisi de diri ise geçim olmaz.
Hakkın, doğrunun kabul edilmemesi, kibirdendir. Kibir ve bunu benden başkası bilmemelidir iddiası ise, insanları daima yalnız bırakır ve sevimsiz kılar. Çünkü bunun dibinde karşı tarafa güvensizlik vardır. Güven ise, sevginin barışın ve başarının temelidir. Güvenin kaybolduğu yerde hayat durur ve insanlar birbirine düşman olur, merhamet kaybolur. Bunların yuvaları yıkılır ve cenazelerine kimse gelmez olur. Halbuki, birlikte, beraberlikte, kardeşlikte, anlaşmada yani cemaatte rahmet vardır.
İtiraz etmeyen, Hakkı kabul eden ve kendini beğenmeyip haramlardan sakınanın kabına, rahmet dolmaya başlar, ihlâsı artar, istifade etmeye başlar. İşte bu istifadenin hasıl olup olmadığı, kimseye yük olmayıp, herkesin yükünü çekmeye başlaması ile anlaşılır.
İtiraz eden, doğruyu kabul etmeyen kimse, sevimsiz ve asık suratlı olur. Güler yüzlü olmayanın ise, insanların itimadını, sevgisini kazanması zordur. Cömert olmayan, vermekten hoşlanmayan kimse de, insanların sevgisini kazanamaz. İhlâslı olmayanın, yani sırf Allah rızasını gözetmeyenin, yaptığı hizmetlerde insanlardan takdir veya maddi bir karşılık bekleyenin ise, ihlâsı zedelenir. Allahü teâlâ da, ihlâssız kimseyi muvaffak kılmaz.
Doğruyu kabul ettirmekle değil, anlatmakla memuruz. Çünkü kalbleri çeviren Cenab-ı Hak’dır. Herkese iyilik yapamayız; fakat, hiç kimseye kötülük yapmaya da hakkımız yoktur.
Herkes konuşurken hep Ben der. Benim dediğim, benim düşüncem, benim görüşüm diyerek kendini beğenir. Kendini beğenen kimsenin Hakkı kabul etmesi ise çok çok zordur ama imkansız değildir. Zira her insanda şef olmak arzusu vardır. Bu, insanın tabiatında vardır. Bu hâl yalnız yüzü ahirete dönük olanlarda olmaz.
Her şeyin dayandığı bir temel vardır. Sevginin dayandığı temel ise, karşılıklı güvendir. İnsan güvendiği ve çok sevdiği biri için hayatını feda eder. Güven varsa, sevgi de vardır. Güven ve sevgi varsa, başarı da vardır. İnsanları, başarılı olmaları için zorlamak doğru değildir. Aksine onların, bulundukları yerde mutlu olmalarını sağlamalıdır. O da, güven ve sevgi ile olur. Zaten bir kimse, birini severse, ona güvenir. Seven ve güvenen kimse, Hakka itiraz etmez, onu zevkle kabul eder.
Hakkı kabul etmemekte en büyük tehlike, kibirlenmektir. Dünyada verilen bazı payelerle kibirlenen kimse, sonunda perişan olur. Kalbinde zerre kibir bulunan kimse, Cennete giremez. Hiç kimse elbise veya etiketinden dolayı makbul olamaz. Zira Müslümanın şerefi, ilim ve edep sahibi olmasıyladır. Mal, mülk, makam hepsi geçicidir. Kalıcı olan, Hakkı kabul edip, Ona ittiba etmektir. Zaten; (İnsanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil!) buyurulmuştur.
Şu beyit de her şeyi özetlemektedir:
“Mâl ve mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi.
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.”
|
.
İmanlı olmanın şükrü
6/20/2004
Herkese her nimeti gönderen, her şeyi var eden, her varlığı, her an varlıkta durduran yalnız Allahü teâlâdır. İnsanlarda görülen iyi ve üstün sıfatlar, cenâb-ı Hakkın lutfü ve ihsanıdır. Hayatımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep Ondandır. İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duaları kabul eden, dertleri, belaları gideren, rızkları yaratan ve sahiplerine ulaştıran yalnız Odur. Allahü teâlâ, nimetlerini, ihsanlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saadet ve kurtuluş yolunu gösteriyor.
Yoldan sapmamak ve Cennete girmek için teşvik buyuruyor. Cennetteki sonsuz nimetlere ve kendi rızasına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine iman etmemizi ve uymamızı emrediyor.
Allahü teâlânın kullarına ihsan ettiği nimetlerin en büyüğü, kendini onlara tanıtıp, iman etme nimeti ile kullarını şereflendirmesi, kıymetlendirmesidir. Her nimete şükretmek lazım olduğu gibi, bu nimete de şükretmek lazımdır. Zira sure-i İbrâhimin yedinci âyet-i kerimesinde mealen; (Şükrederseniz, verdiğim nimetleri elbette arttırırım) buyurulmaktadır.
Nisâ suresinin, yüz kırk altıncı âyet-i kerimesinde de mealen; (İman eder ve nimetlere şükrederseniz, Allahü teâlâ, size azap etmez!) buyurulmaktadır.
Her verilen nimet, bir külfet karşılığıdır. Gelen nimetler ne kadar çoksa ve ne kadar büyükse, mesuliyeti ve şükrü de o nispette büyük ve çok olur.
İnanmak yani iman, çok mühimdir. İman, ufak bir şüpheyi götürmez. Şüphesi olan kimse, din âlimlerinden şüphesini sorarak ve öğrenerek, gidermelidir. Aksi takdirde, iman nimeti, elden gider. İmansız insan, dünyanın en bahtsız insanıdır. Çünkü, ebediyen Cehennem azabında yanmaya mahkumdur.
Bu sebepten dolayıdır ki, en büyük nimet, iman nimetidir. İmanlı olmanın şükrü ise, Müslüman olarak birbirimizi sevmektir. Bu çok önemlidir. Peygamber efendimiz; (Bir kimse din kardeşini severse, bu sevgisini ona bildirsin!) buyurmuşlardır.
Ayrıca herkes, sevdiğiyle beraber olacaktır. Dünyada kimi seviyorsa ahirette de onunla beraber olacaktır. Kızdığı kimse ile değil, sevdiği kimse ile beraber olacaktır. Zira Peygamber efendimiz: (Herkes sevdiği ile beraber olur) buyurmuşlardır.
Müminlerin birbirini sevebilmesi, öncelikle Resulullah efendimizi sevmesine bağlıdır. Zira Peygamber efendimiz; (Bir kimse, beni kendi nefsinden ve ehlinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, bana iman etmiş olmaz) buyurmaktadırlar.
Birbirini sevenler, birbirlerinde hata, kusur, ayıp aramazlar. Dedi-kodu yapmazlar, gıybet etmezler. Beraber olmaktan zevk alırlar. Göremediği, konuşamadığı zamanlarda, birbirlerini özlerler. Kavuşmak, bir araya gelmek için can atarlar. Zira muhabbet, sevmek demek, hep beraber olmayı istemek, beraber olmaktan zevk, lezzet duymak demektir. İnsan sevdiğini hiç unutmaz. Muhabbetin yeri kalbdir. Kalbleri birbirine bağlıyan bağ ise, muhabbet, sevgi bağıdır.
İmam-ı Gazâli hazretleri, Sultan Sencer'e hitaben buyurur ki:
“Ey Sultan! Hak teâlâ, sana nimet olarak; doğru iman, güler yüz, güzel ahlak ve iyi ameller ihsan etmiştir. Bunlardan iyi amel işlemek senin elinde, diğerleri ise, hediye-i ilâhidir. Madem ki Allahü teâlâ bu nimetleri sana ihsan etmiş, sen de dördüncüden, iyi amel etmekten kendini mahrum etme ki, küfran-ı nimet etmiş olmayasın. Zira Allahü teâlâ, yarın kıyâmet günü, herkesi hesaba çekecek ve "Benim nimetimin hakkını nasıl edâ eylediniz, nasıl yerine getirdiniz?" buyuracaktır.”
Şükür demek, Allahü teâlânın verdiği nimeti, ona karşı isyânda kullanmamak demektir. Nimeti elden kaçırmamak için de, onun şükrünü yerine getirmek lazımdır. Allahü teâlâ Musa aleyhisselama hitaben; (Yâ Musa! Bir kimse kendine verdiğim nimeti benden bilip kendinden bilmezse, nimetlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise, nimetin şükrünü edâ etmemiş olur) buyurmuştur.
Cehennemden kurtulmak önce iman etmekle, sonra da emir ve yasakları öğrenip bunlara uygun hareket etmekle mümkündür. Bilmeden yapılan ibadetler makbul değildir. Çünkü, dört rekat olarak emredilen bir namaz, beş rekat olarak kılınamaz. Kılınırsa yanlış olur, kabul olmaz. Bunun için ilmihâl bilgilerini öğrenmek şarttır. Zira cahil sofu, şeytanın maskarası olur buyurulmuştur.
Allahü teâlânın ihsan ettiği en büyük nimet iman nimeti olunca, bu nimeti korumak ve şükrünü edâ etmek, çok zor da olsa lazımdır. Fakat, nimetin sahibi büyük bilinir ve Onun kullarına merhametle muamele edilir ve sevdikleri de sevilirse, bu nimetin şükrü yerine getirilmiş olur. Ayrıca iman nimetinin elden gitmemesi için de, sabah akşam şu iman duasını okumak lazımdır:
(Allahümme inni e’uzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a’lemü ve estağfirü-ke li-mâ lâ-a’lemü inneke ente allâmülguyub.)
Sabah duası, imsâkdan, akşam duası ise, öğle namazından sonra okunmaya başlar.
|
.Nefsine güvenen pişman olur
6/27/2004
İnsan, bir iş yaparken, ya kendine yani nefsine veya nefsin de sahibi, yaratanı olan Allahü teâlâya güvenir. Nefsine güvenen, kendini beğenir, bencil, egoist ve kibirli olur. Allahü teâlâya güvenen ise, tevekkül sahibi ve mütevazı olur. Nefse güvenmek, mantık ilmine de aykırıdır. Çünkü, bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe, güvenmek sözünün manâsı kalmaz.
Dinimiz, bir kimsenin, bilgisi, kabiliyeti ve çalışması ile kendinde bir güven bulunmasını reddetmiyor. Zira bu güven olmazsa, kişi, başkalarına muhtaç olur ve zillete düşer. Nefse itimat, kimsenin yardımına güvenmeyerek, fazla çalışmak anlamında kullanıldığı zaman, mahzuru olmaz. Çünkü, tevekkül de, böyle çok çalışmayı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve tevâzu ile süslüyor. Ve böylece tevekkül, nefse itimattan beklenilen faydayı, daha edepli ve daha kıymetli olarak temin ediyor.
Dinimiz, kişinin sahip olduğu meziyetleri, kendinden yani nefsinden bilip, nefsine güvenmesini reddediyor. Çünkü insandaki ilmin, çalışmanın ve her türlü kabiliyetin esas sahibi, Cenab-ı Haktır. Nefsine güvenen, yaratana değil, kendisi gibi yaratılmış bir varlığa güvenmektedir. Kendisi muhtaç olan bir varlık, nerede kaldı ki başkasına himmet, yardım etsin...
İnsan, elbette bir şeye güvenecektir. Çünkü güven, insanı huzurlu kılar ve başarıya götürür. Ama bu güvenmek nereye olmalı? Nefse mi yoksa, nefsin de sahibi olan Allahü teâlâya mı? Herkes kendini yani nefsini üstün bilir. Başkasının yumruğunu yemeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhurdur. Birbiri ile çarpışacak kuvvetler için, sebeplere elden geldiği kadar yapıştıktan sonra, nefse güven yerine Allahü teâlâya güvenerek üstünlük aramalıdır. İki taraf da Allahü teâlâya güvenince, haksız olan, hakkı kabul eder. Aksi halde kavga olur.
Allahü teâlâya güvenen, Rabbim bana yardım eder, çünkü, ben haklıyım derse, rahat eder ve kazanır. Fakat, nefsim bana yardım eder, çünkü ben haklıyım derse, kavga eder, yalnız kalır ve kaybeder. Çünkü, haksız olan egoistin nefsi, daha çok ister ve daha azgın bir şekilde karşı tarafa saldırır. Bu hâl ise, güçlülerin zayıfları ezmesine, onlara zulmetmesine ve adaletin ortadan kalkmasına sebep olur.
Allahü teâlâya güvenmek, kalbde hasıl olan bir hâldir. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanının pek çok olduğuna iman etmekle hasıl olur. Bu hâl, kalbin vekile güvenmesi, Ona inanması ve Onunla rahat etmesidir. Böyle bir insan, dünya malına gönül bağlamaz. Dünya işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyada, bunun benzeri, bir kimseye iftira edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi rahat olur. Biri, avukatın, iftirayı, hileyi iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekten çekinmemesi, iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmaya candan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca uğraşmaz.
Âl-i İmran suresindeki; (Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekildir) mealindeki âyeti kerimenin manasını iyi anlayıp, her şeyi Allahü teâlâ yapar, Ondan başkası bir şey yapamaz diyen, Cenab-ı Hakkın ilminde, kudretinde noksan, kusur olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına itimat ederek tedbire, sebeplere yapıştığı halde, bunlara değil Cenab-ı Hakka güvenir. Rızk takdir edilmiş, ayrılmıştır, sebeplerine yapışınca ve vakti gelince bana ulaşır der.
Bazı kimseler, ilmen bunları bilir ve inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümitsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki, bir şeye inansalar da, tabiatları, imanlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hatta bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği halde, yine bunlara tâbi olur. Mesela, tatlı yerken, başka biri tatlıyı pis bir şeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği halde, yine yiyemez. Yine böyle kimseler, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemeyeceğini bildiği halde, yatamaz.
Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli iman, hem de kuvvetli kalb lazımdır. Böylece, kalbinde şüphe kalmaz. İtimat ve rahatlık tam olmadıkça, tevekkül, güven de, tam olmaz. Çünkü tevekkül, kalbin, her işte, Allahü teâlâya itimat etmesi, güvenmesi demektir.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, “Hayırlı ise olsun” demelidir.
Kısacası, Allahü teâlâya güvenen, O emrettiği için sebeplere yapışan ve bu sebeplere tesir ihsan etmesi için dua eden, huzurlu olur, kazanır. Nefsine güvenen ise, bencil, egoist, kibirli olur. Kendisi rahat edemediği gibi başkasını da huzursuz eder ve kaybeder.
.Kanaat eden rahat olur
7/2/2004
Kanaat demek, bir hırkaya razı olup tenbel oturmak demek değildir. Kanaat, kendi kazandığına razı olup, başkasının kazancına göz dikmemek demektir.
Dinimizde zaruret miktarında kazanmak için çalışmak farzdır. İhtiyaç miktarında kazanmak, sünnettir. Buna, kanaat denir. Ziynet olan şeyleri kazanmak, mubahtır. İhtiyaç ve ziynet eşyasını dine uygun olarak kazanmak ibadet olur. Bunları kazanmak için, dinin dışına çıkmak, haram olur. Böyle ele geçirilenler de, dünyalık olur.
Bir kimsenin her günkü halinden memnun olması, her halinde Allahü teâlâya şükretmesi, bu kimsenin kanaat sahibi olduğunu gösterir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmayarak kendi halinden memnun ve razı olan insanın öncelikle kalbi rahattır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnun ve razıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan razıdır.
Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir. Kanaatkâr olmayan bir zengin, kanaatkâr olan bir fakirden daha fena durumdadır. Çünkü, o zenginin kalbi rahat değildir. Kanaatkâr olan fakir ise, kalbi rahat olduğu için, sanki bir hazine içinde yaşamaktadır.
Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikayet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsus sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıpta edilecek bir meziyettir.
İnsan, kazandığına kanaat etmeli, Allahü teâlânın taksimine razı olmalıdır. (Kanaat eden doyar) buyuruldu. Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şey içine koymuştur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: 1-İzzeti, şerefi, ibadete; 2-Zilleti, sefaleti, günaha; 3-İlmi, hikmeti, çok yememeye; 4-Heybeti, itibarı, gece namaz kılmaya; 5-Zenginliği, kimseye muhtaç olmamayı da, kanaate tâbi kılmıştır. Bir hadis-i kutside: (Ey Ademoğlu! Kanaat et zengin ol. Hasedi terk et, rahat ol! Dünyayı terk et, dinin halis olsun) buyurulmuştur.
Peygamber efendimiz, bir gün, Ebu Hüreyre hazretlerine hitaben buyurdu ki:
(Ya Eba Hüreyre! Vera sahibi ol! İnsanların en abidi olursun. Kanaat sahibi ol! İnsanların en çok şükredeni olursun. Kendin için istediğini, insanlar için de iste! Kâmil mümin olursun. Sana komşu olanlarla iyi komşuluk yap! Hakiki Müslüman olursun. Gülmeyi azalt! Şüphesiz ki çok gülmek kalbi öldürür.)
Eshab-ı kiramın ileri gelenlerinden Ebu Sa’id Hudri hazretleri anlatır:
“Bir gün annem beni Resulullah efendimizden bazı şeyler istemem için gönderdi. Huzuruna varıp oturdum. Mubarek yüzünü bana çevirerek: (Kim sahip olduğu şeye kanaat ederse, Allahü teâlâ onu başkasına muhtaç etmez. Kim çirkin şeylerden sakınırsa, Allahü teâlâ onu iffetli eyler. Kim sahip olduğu şey ile yetinirse, Allahü teâlâ ona kâfidir. Kim bir ukıyelik miktarında bir şeye sahip olduğu halde, başkasından bir şey isterse, devamlı isteyici olur) buyurdu. Ben de, kendi kendime falan devemiz bir ukıyeden daha iyidir dedim. Hiçbir şey istemeden Resulullah efendimizin huzurundan kalkıp gittim.”
Şumeyt bin Aclan hazretleri buyurdu ki:
"Her gün ömrünün bir kısmı gitmekte, sen ise buna üzülmüyorsun. Her gün sana yetecek kadar rızk verilmekte, fakat, sen, sana verilen şeyleri kâfi görmüyorsun ve seni azgınlaştıracak, Allahü teâlâdan uzaklaştıracak şeyi istiyorsun. Aza kanaat etmiyor, çokla doymuyorsun. Kendine ihsan edilen ve içinde bulunduğu nimetlere şükretmekten aciz iken, daha fazlasını istemek nasıl uygun olur? İsteğinin fazlalığı seni aldattı. Arzu ve istekleri dünya için olan bir kimse, ahiret için nasıl çalışabilir. Hayret edilir, ne kadar çok şaşılır şu kimseye ki, ahirete inanıyor ve dünya için çalışıp ona koşuyor."
Sa’lebe bin Ebi Hatıb, Ensardan idi. Bedir gazasında bulunmadı. Hazret-i Osman zamanında vefat ettiği bildirilmektedir. Malının çok olması için Peygamber efendimizden dua istedi. Resulullah efendimiz buna; (Kanaat et!) buyurdu. Fakat dua için, tekrar tekrar ısrar etti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz dua ettiler ve malı, hayvanları çoğaldı. Onlarla uğraşıp namaza gelmez oldu. Resulullah efendimizin gönderdiği zekat toplama memurlarına zekat vermedi. Hakkında Tevbe suresinin yetmiş altıncı âyeti nazil oldu. Bunu işitince, sadakasını getirip yalvardı ise de, kabul buyurulmadı. (Sa’lebeye yazıklar olsun!) hadis-i şerifine hedef olmak felaketine duçar oldu.
Sa'di-i Şirazi hazretleri; "Hak teâlânın lütuf ve ihsan buyurduğu bahta ve rızka kanaat etmeyen kimse, Rabbini bilmemiş ve Ona itaat etmemiş olur. Ey bir yerde durmayan, sebat etmeyen, rızk için didinip duran, koşan kişi! Sakin ol, yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez" buyurmuştur.
Netice olarak Zünnun-i Mısri hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Kanaat eden rahat bulur, üstün olur.”
Mümin gıda gibidir
7/4/2004
Peygamber efendimizin bildirdiklerinin, söylediklerinin ve haber verdiklerinin hepsini beğenip kalbin kabul etmesine, yani inanmasına İman denir. Böyle inanan insanlara da, Mümin denir. Resulullah efendimize bir kimse gelip;
-Müslümanların hangisi daha hayırlıdır? diye sual edince, Peygamber efendimiz;
-Elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir cevabını vermişlerdir.
Müminin yüzü, ahirete dönüktür. Yaptığı, söylediği her şeyi, Allah için yapar ve söyler. Tenbellik yapmaz, uyuşuk olmaz, kimsenin malında, mülkünde, makamında gözü bulunmaz. İmam-ı Evzâi hazretleri; "Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münafık, çok konuşur, az iş yapar" buyurarak müminin nasıl olması lazım geldiğini bildirmiştir.
İmam-ı Gazâli hazretleri, insanları üç kısma ayırmıştır:
Birinci kısımdakiler, gıda gibidir. Bunlara herkesin devamlı ihtiyacı olur. Her zaman aranılan kimselerdir.
İkinci kısımdakiler, ilaç gibidirler. Bu kısımdakilere her zaman değil, bazen ihtiyaç duyulur.
Üçüncü kısımdakiler ise, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyaç duyulmaz. Ama istemediğimiz halde onlar bizi bulur. Bu kısımdakilerle geçinmek icap eder, kötülüğünden kurtulmak için idare edilirler.
Mümin, İmam-ı Gazâli hazretlerinin bildirdiği birinci kısımdakilerden yani gıda gibi olanlardan olmalıdır ve her zaman mümine ihtiyaç duyulmalıdır. Mümin, ekmek gibi, su gibi olmalıdır. Susması da, konuşması da faydalı olmalıdır.
Vehb bin Münebbih hazretleri buyurdu ki:
"Müminin, insanların arasına karışması, onlardan öğrenebileceği faydalı şeyleri alabilmek için susması, boş ve faydasız sözden sakınmak için konuşması da, başkalarına iyi ve güzel şeyleri anlatmak içindir. Mümin, günahlarını düşünür, onlar için üzülür. Amellerini küçük görür, yaptıklarından dolayı gururlanmaz."
Fudayl bin İyâd hazretlerine, bir kimse gelerek, mümin ve münafığın hâli nasıldır, bunlar birbirinden nasıl ayırt edilir diye sual edince, cevabında; "Mümin, tatlı tatlı meyvesini versin diye hurma diker, fakat diktiği hurmada diken bitmesinden de korkusu vardır. Münafık ise, hurma yerine dikenli bir çalı diker ve bundan da taze hurma bitmesini bekler" buyurmuştur.
Allahü teâlâya iman etmek nimeti ile şereflenen bir kimse, Cenab-ı Hakkın emirlerine saygılı olduğu gibi, Onun yarattıklarına karşı da merhametli, şefkatli olur. Zaten, Allahü teâlânın emirlerine hürmet ve mahluklarına şefkatli olmak, İslamiyet’in özetidir. Mümin de, böyle olur. Cenab-ı Hakkın emirlerine hürmet eden, yarattıklarına merhamet eden bir kimse, yalan söylemez, dedi-kodu yapmaz, kötü düşünmez, herkese acır, yardım eder ve herkesle de iyi geçinir. Zaten Peygamber efendimiz; (Mümin, ünsiyet eder ve kendisiyle ünsiyet edilir. Yani, sevilip kendisiyle iyi geçinilir. İyi geçinmeyen ve kendisiyle geçinilemeyen kimsede hayır yoktur) buyurmuşlardır.
Resulullah efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde de mümini; (Kâmil mümin, eli ile, dili ile, mahluklara zararı dokunmayan kimsedir) diyerek tarif etmişlerdir.
Müminin yüzü ahirete dönük olduğu için, geçici olan şeylere dönüp bakmaz. Bunlarla zaman kaybetmez. Ebu Abdullah el-Kureşi hazretleri; “Dünya mezbelelik gibidir. Hiç bir kıymeti yoktur. Bunun içindir ki, sadık mümin, dünyanın ne sevgisi, ne buğzu ile uğraşmaz” buyurmuştur.
Allahü teâlâya iman eden bir kimse, başkalarının hata ve kusurları ile değil, kendi hata ve kusurları ile meşgul olur. Bu sebepten dolayı, herkes tarafından sevilir ve hürmet görür. Ebu Bekr-i Dükki hazretleri; "Allahü teâlâyı tanıyan kimse, Ondan ümidini kesmez ve hep Ona ilticâ edip, sığınır. Onu unutan kimse de, mahluklara ilticâ eder. Nefsinin kötülüklerini tanıyan kimse, hiçbir amelini beğenmez, güzel ve kusursuz bilmez. Hep kendini kusurlu bilir. Mümin bilerek hata yapmaz. Gaflet ile bir hata yaparsa, hemen hatasını düşünüp üzülür ve derhal tevbe istigfâr eder" buyurmuştur.
Mümin, Allahü teâlânın her an kendini gördüğünü, kalbinden geçirdiklerini dahi bildiğini bilir ve böyle inanır. İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri; “Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır” buyurmuştur. Böyle bilen ve inanan bir kimse, kötülük yapamaz. Her zaman dinine ve dünyasına faydalı olan şeylerle meşgul olur. Cenab-ı Hakkın yarattıklarına faydalı olur, onlara hizmet ve yardımda bulunur. Kendi ayıpları ile meşgul olduğu için, kimsenin ayıbını, kusurunu açığa çıkarmak için uğraşmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her kim dünyada bir mümin kardeşinin işini görürse, Hak teâlâ, o kimsenin yetmiş işine kolaylık ihsan buyurur. O yetmiş işin on tanesi dünyada, altmış tanesi kıyâmet günündedir. Bir kimse, bir mümin kardeşinin aybını kapatırsa, Allahü teâlâ o kimsenin bütün ayıplarını kıyâmet günü kapatır!)
Kısacası şu beyitte ifade edildiği gibi:
“Mümin iyi huyludur, herkes ondan memnundur.
Kimseye zulm eylemez, kendi de huzurludur.”
.Razı olan rızaya kavuşur
7/9/2004
Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikayet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsus sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıpta edilecek bir meziyettir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Şüphe edilen altını, ateşle muayene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dert ile, bela ile imtihan eder. Bazısı, bela ateşinden halis olarak çıkar. Bazısı da, bozuk olarak çıkar.)
Kul için, sahibinin işinden razı olmaktan başka çare yoktur. İnsan, bu dünyada kalmak için yaratılmadı. Dünyada iş yapmak, çalışmak için yaratıldı. İbrahim-i Havvas hazretleri anlatır:
“Bir zaman Şam civarındaydım. Nar ağacı gördüm. Tatlı nar yemek arzu ediyordum. Lakin gördüğüm narlar ekşi olduğu için, yemeyip sabrettim. Tatlı nar bulduğum zaman yerim deyip, yoluma devam ettim. Bir yere varınca, eli, ayağı olmayan, zayıf, halsiz, yaralı bir kimse gördüm. Yaralarına kurt düşmüş, hatta birçok eşek arısı yaralarına hücum etmiş, zavallıya ızdırap veriyorlardı. Onun bu çaresiz ve muzdarip haline acıyarak, yanına varıp;
-Bu halden kurtulmak ister misin? dedim.
-Hayır dedi. Ben hayretle;
-Niçin? dedim.
-Sağ sâlim olmak nefsimin arzusudur. Bu halde olmam ise Rabbimin muradıdır. Onun muradının aksi bir şeyi Ondan istemek, kulluğuma yakışmaz, takdirine razı olmak, elbette benim için hayırlıdır dedi.
-Müsaade et de hiç olmazsa arıları senden uzaklaştırayım, sana çok ızdırap veriyorlar dedim.
-Onlar bana ızdırap verdikçe, benim hâlim daha hoş oluyor. Ey Havvas! Sen benim çektiğim sıkıntıları, eşek arılarını boş ver, sen tatlı nar yemek arzusunu kendinden uzaklaştırmaya bak dedi.
-Bütün bunları nereden biliyorsun? dedim.
-Allahü teâlâ bildiriyor dedi. Sonra izin isteyip yoluma devam ettim.”
Zünnun-i Mısri hazretleri anlatır:
“Beni İsrailde yedi yüz sene Allahü teâlâya ibadet eden bir abid daima:
-Ya Rabbi! Senin rızanı isterim! diyordu. O sırada peygamber olan Danyal aleyhisselama vahy geldi ki;
(O abide söyle, eğer göktekilerin ve yerdekilerin ibadetini yapsa, yeri Cehennemdir!) Danyal aleyhisselam bunu o abide bildirdi. Abid, bunu duyunca sevindi ve;
-Ey Rabbimin hükmü! Ne hoşsun! Onun kazası hoş geldin! dedi. Sonra da;
-Ey Allah'ın Peygamberi! Yedi yüz yıl Hakk'ın rızasını istedim. Onun mülkünde kendimi sivrisinekten aşağı kabul ettim. Şimdi, Cehennemin odunu olmaya layık olduğumu ve Onun rızasının bunda bulunduğunu, yani Cehenneme gideceğimi anladım. Artık Onun rızası olan yeri ister oldum dedi. Yine vahy geldi ki:
(Ey Danyal! O kuluma söyle, o benden razı olunca, ben de ondan razıyım. Onu Cennet ve Cemâlime layık eyledim.)
Rıza, Allahü teâlâdan kendisine gelen takdirata razı olmaya denir. Nefs, inkârdan kurtulup, Allahü teâlânın kaza ve kaderinden razı olursa, Allahü teâlâ da, ondan razı olur. Böylece insan, kendini anlar ve tanır. Nesini tanıyan da, Rabbini bulur. Cenab-ı Hakkı tanıyan kimsede ise, büyüklük, kendini beğenmek hastalığı kalmaz ve nefsin kötülüklerinden kurtulmuş olur.
Enes bin Malik hazretleri anlatır:
“Zeyd bin Erkam hazretlerinin gözü ağrıyordu. Ona geçmiş olsun ziyaretine gittim. Resulullah efendimiz de orada idi. Mubarek elleriyle Zeyd bin Erkamın iki gözünü açtı. Mubarek ağzının suyundan koydu ve, (Senin için bir sıkıntı kalmadı) buyurdu. Gözleri hemen iyileşti. Sabahleyin Resulullah efendimizin huzuruna gitti.
-Ey Zeyd, gözlerinin ağrısı devam etseydi ne yapardın? diye sordular.
-Ya Resulallah, sabrederdim ve Allahü teâlânın takdirine rıza göstererek neticeyi beklerdim, dedi. Bunun üzerine Resulullah efendimiz:
-Canım kudretinde olan Allahü teâlâ için, eğer senin gözlerin o halde kalsaydı ve sen de sabretseydin affedilmiş olarak Allahü teâlâya kavuşurdun, buyurdu.”
Ahmed bin Alevi hazretlerinin talebelerinden birinin çocuğu vefat etmişti. O talebe buna çok üzülüyordu. Bunun üzerine Ahmed bin Alevi hazretleri talebesine buyurdu ki:
-Evladım, kazaya rıza gösterip sabredeceksin. Allahü teâlâ, bu yavruyu sana emanet verdi. Şimdi geri alırken sana çok sevap, iyilik verecek, acıyarak doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete ve ihsana kavuşabilmek için sabretmeli, Onun yaptığını hoş görmelisin. Kızar, bağırıp çağırırsan, sevaba kavuşamazsın. Onun emrine razı olup, kazaya rıza göstereceksin. Bunları dinleyen talebe;
-Efendim, Allahü teâlânın takdirine razı oldum dedi.
Ebu Ali Dekkak hazretleri de; "Rıza, gelen musibetler karşısında kayıtsız kalmak, vurdum duymaz olmak demek değildir. Rıza; Allahü teâlânın hükmüne, takdirine itiraz etmeyip, boyun eğmektir" buyurmuştur.
Netice olarak İsmail Fakirullah hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Allahü teâlâdan razı olandan, Allahü teâlâ da razıdır. Kazaya rıza, evliyanın şanındandır.”
.Nefse en hoş gelen şey
7/11/2004
Nefs Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. İnsan haklarını, kanunları çiğner. Onun zevklerinin sonu yoktur. Bunun içindir ki, bütün kanunlar, nefslerin taşkınlıklarını önlemek için konmuştur. Nefsin taşkın zevkleri, insanı sefalete, hastalıklara, aile facialarına, felaketlere sürüklemektedir.
Nefs, bir kötülükler deposudur. Kendini iyi sanarak cehl-i mürekkeb olmuştur. Dünyada nefse en hoş gelen şey, mümin kardeşinin gıybetini yapmaktır. Nefs bundan haz duyar. Gıybet ettirmek için, sabahlara kadar değil, senelerce oturtur adamı ve uyku bile getirtmez. Nefs, gıybete daldığı zaman öyle bir zevk verir ki, gıybetini ettiği kimseyi kötülemek, ondan bahsetmek ve onu alt etmek için her türlü kılığa girer ve insanın da felaketini hazırlar. Nefs, gıybete dalınca, ruh mahvolur, perişan olur. Onun için kimsenin aleyhinde konuşmamalı ve konuşanları da dinlememelidir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sahibi olamaz: 1-Gıybet etmemeli, 2-Mümine su-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, 3-Kimse ile alay etmemeli, 4-Harama bakmamalı, 5-Doğru söylemeli, 6-Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsanları, nimetlerini düşünmeli, 7-Malını helal yere harc edip, haramlara vermemeli, 8-Nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, 9-Beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazife bilmeli, 10-Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.”
Bir gün Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin huzurunda; zamanın sultanını kötülediler. O gün oruçlu idi. Kötüleyene dönerek;
-Eyvah orucumuz gitti! buyurdu.
-Siz kimseyi kötülemediniz ki! dendiğinde;
-Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette söyleyen de dinleyen de aynıdır buyurdu.
Ahmed bin Âsım Antâki hazretleri buyuruyor ki:
"İnsanın en kötü işlerinden birisi gıybet etmesidir. Bu yüzden, dünya ve ahirette zarara uğrar. Hatta o yüzden ona buğzedilir. Melekler ondan uzaklaşır. Şeytanlar sevinir. Gıybet, amelleri boşa çıkarır. Herkes yanında sevgisini kaybeder. Değeri kalmaz. Gıybet ile söz taşımak, birbirine yakındır. İkisi de aynı şeyden doğar. İkisi de taşkınlık ve azgınlıktır. Azgın olmayan kimse bunlarla uğraşmaz. Söz taşıyan, kâtil gibidir. Gıybet eden ise, leş yiyen gibidir. Azgın kimse kibirlidir. İnsan nefsini bu hastalıklara kaptırınca, iftira günahına da girer. Böylece gıybet, kişinin nefsini temize çıkarmak istemesinden ve kendisini beğenmesinden doğar. Gıybetten, en büyük beladan kaçar gibi kaçmak lazımdır. Çünkü o Kur'an-ı kerimde haram kılınmıştır."
Bir kimse Ahmed bin Harb hazretlerine gelerek;
-Efendim gıybet hakkında ne dersiniz diye sual edince;
-Bana kim düşmanlık yapıyor, kim beni gıybet ediyor ve hakkımda kötü söylüyor, keşke bilsem de ona altın ve gümüş göndersem. Benim işimde çalışarak kazandığı sevapları benim defterime geçirdiğine göre benim paramdan harcasın cevabını vermişlerdir.
Ebu Câfer Haddâd hazretleri, gıybetin insanı felakete düşüreceğini gösteren bir hadiseyi şöyle nakletmiştir:
"Yanımızda çok çalışan, çok ibadet eden bir genç vardı. Bununla beraber bu genç, başkalarını çok gıybet ederdi. Bir ara kayboldu. Bir müddet sonra onu kötü kimselerin yanından çıkarken gördüm. Niye bu hâle düştüğünü sordum. O da;
-Gıybet beni bu hâle düşürdü. Bu kötü insanlardan birine tutuldum. O manevi hallerin hepsini elimden kaçırdım. Şimdi bunların yanından ayrılamıyorum dedi.”
İsmâil Fakirullah hazretlerinin akrabasından Abbas isminde yaşlı biri huzuruna gelir. Ağzı eğilmiş, konuşamıyordu. İsmâil Fakirullah hazretleri, akrabasının o hâlini görünce üzülür ve ağlar. Sonra da mübarek eliyle ağzını mesh eder. Fâtiha suresini okur, el kaldırıp, duada bulunur. Allahü teâlânın izniyle o kimsenin ağzı düzelir, eski hâline gelir ve:
-Efendim, beni affetmenizi istirham ediyorum. Bu gece arkanızdan uygun olmayan sözler sarf ederek gıybetinizi yapmıştım. Uyuduğumda gâibden bir sille, tokat gelip, bir vuruşta ağzımı bu hâle getirdi deyip tekrar tekrar af diler. İsmâil Fakirullah hazretleri de;
-Bize karşı olan kusurun bizden yana helal olsun. Hak teâlâ sana hidâyet versin. Bundan sonra sakın bir kimseyi gıybet etmeyesin. Müminin mümini gıybet etmesi kesin olarak haramdır. Bizi gıybet etme ki, bizim gibi zelil kulun sahibi, azizdir ve intikam alıcıdır. Dikkatli ol, buyurur.
Bir gün Hasan-ı Basri hazretlerine birisi gelip;
-Filan kimse seni çekiştirdi, gıybet etti deyince;
-Sen o zâtın evine niçin gitmiştin? diye sordu. O şahıs;
-Misafir olarak davet etmişti dedi.
-Sana ne ikram etti diye sorunca;
-Çeşitli yemekler ve meşrubat... cevabını aldı ve buna karşı;
-Bu kadar yemeği içinde sakladın da, bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin? buyurdu.
Ve gıybet; Dırâr bin Mürre hazretlerinin buyurduğu gibi:
"Gıybet etmek, annesi ile yetmiş kere zina etmekten daha kötüdür."
.Nasıl davranılmasını istiyorsan
7/16/2004
Allahü teâlânın bize nasıl muamele etmesini istiyorsak, biz de Onun kullarına öyle muamele etmeliyiz. Eğer biz, Onun kullarına iyilik yaparsak, Cenab-ı Haktan iyilik buluruz. Şayet biz, Onun kullarını kırar döker onlara eziyet edersek, Allahü teâlâ da bize azap eder. Affedersek, Rabbimizi de affedici buluruz. Hadis-i şerifte; (Bir kimse, kendine istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, imanı kâmil olmaz) buyurulmuştur.
Bir kimsenin kalbinde Allah sevgisinden başka bir sevgi varsa, diğer insanların kalbinde o insana karşı sevgisizlik doğar. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize hitaben, âl-i İmran suresinin yüz elli dokuzuncu âyet-i kerimesinde mealen; (Yanında bulunanlara yumuşaklık ve tatlılıkla muamele etmen, Allahü teâlânın sana bir kerem ve rahmetidir. Eğer kötü ahlaklı olup, sert davransaydın etrafındakiler dağılırlardı) buyurmaktadır.
Vaktiyle Basra’da yaşayan büyük bir tüccara, başka şehirde bulunan bir adamı; “Bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al” diye bir mektup yazar. Tüccar da, buna uyarak çok şeker satın alır. Piyasada şeker kalmaz, sıkıntı başlar ve pahalı olarak elindeki şekerleri satar. Neticede otuz bin dirhem gümüş kâr eder. Sonra kendi kendine düşünüp, “Şeker kamışlarına afet geldiğini Müslümanlardan saklayarak, onlara hıyanet ettim, bu nasıl Müslümanlıktır” der ve satıştan elde ettiği otuz bin dirhem gümüşü, şekerlerini almış olduğu kimselere götürür. Her birine;
-Bu para senindir der.
-Niçin, dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlatır. Hiçbiri almayıp,
-Sana helal olsun derler. Fakat akşam evine gelince, uzun uzun düşünür ve;
“Belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyanet ettim” diyerek, ertesi gün tekrar götürür. Her birine yalvararak otuz bin dirhem gümüşü taksim eder.
Hain olmaktan, hıyanet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına da yapmamalıdır. Bennan-ı Hammal hazretleri; "Başkalarının zarar görmesine sevinen kişi, kurtuluşa eremez" buyurmaktadır.
Abdullah bin Hubeyk hazretleri, Allahü teâlânın sonsuz ihsanına rağmen günah işlemekte ısrar edenleri; "Sana iyilik edene bile kötülük ediyorsun. Kötülük edene nasıl iyilik edebilirsin" diyerek, gafletten uyandırırdı.
Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretleri, Bağdat’ta yetişen âlim ve velilerinden olup 10. yüzyılda yaşamıştır. Bu zat, kendisine yapılmasını istemediği bir şeyin, başkasına da yapılmasını istemezdi. Hatta isar sahibi olup kendine çok lazım olan bir şeyi başkasına layık görürdü. Ona göre gerçek isar, arkadaşın rahatı için güçlüğü tercih etmekti. İslamiyet’in inceliklerini kavrayamayan devrin veziri, zamanın halifesine gidip, bunlar hakkında çirkin sözler sarf edip, devlete zarar verdiklerini ve cezalandırılmaları gerektiğini söyler. Halife bunları duyunca, bahsedilen zatların idam edilmesi için ferman çıkarır. Bunların içinde Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretleri ile beraber, Cüneyd-i Bağdadi hazretleri gibi evliyanın büyüklerinden olan zatlar da vardı. İdam için önce birini getirirler fakat Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretleri hemen fırlayıp, idam sehpasına gelir ve;
-Önce beni idam et der. Cellat;
-Kılıç, kendisine koşulacak bir şey değildir. Niçin acele ediyorsun? Sana henüz sıra gelmedi deyince, Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretleri;
-Bizim yolumuz isar yani arkadaşını, kendine tercih etme, fedakârlık yoludur. En kıymetli ve tatlı şey candır. Ben kendimi feda edip, bir kaç saniye de olsa bu kardeşlerimin yaşamasını arzu ediyorum buyurur. Zaten bir hadis-i şerifte; (Bir kimse zulümle öldürülürken, orada bulunmayınız! Orada bulunup da, kurtarmayana lanet yağar) buyurulmuştur.
Bütün bu olanlar halifeye arz edilince halife şaşırıp;
-Bunların hallerini kadı incelesin diye emir verir. Zamanın Kadısı, bunları dinler, durumlarını ve sahip oldukları ilimleri ve halleri anlayıp halifenin huzuruna çıkar ve:
-Efendim, eğer bu zatlar zararlı ve kötü kimseler ise, ben, yeryüzünde iyi bir kimsenin bulunduğunu kabul etmem. Bunlar çok yüksek kimselerdir. Kendilerinden devlete hiçbir zarar gelmez diye arz eder. Halife bunları dinledikten sonra, onları huzuruna kabul eder, ikramda bulunur ve bir arzuları olup olmadığını sorar. Onlar da;
-Bizim arzumuz, bizi unutmandır. Biz, senin bizi kabul etmen ile şeref kazanmayız, buradan kovman ile de hakir olmayız. Bizi kabul etmen veya kovman bizim için aynıdır. En iyisi sen bizi unut ve kendi hâlimize bırak derler. Halife çok ağlayıp, izzet, ikram ve hürmet ile kendilerini uğurlar.
Ubade bin Samit hazretleri nakleder:
“Bir gün Resulullah efendimiz, Eshab-ı kirama hitaben;
-Ben size Allahü teâlânın indinde şerefli olacağınız şeylerden haber vereyim mi? Buyurunca, Eshab-ı kiram;
-Evet ya Resulallah dediler. Bunun üzerine Resulullah efendimiz;
-Allahü teâlânın indinde şerefli olup, yüksek derecelere kavuşmak istersen; sana kızana sen yumuşaklıkla muamele et. Sana zulmedeni, affet. Seni ziyaret etmeyeni de ziyaret et buyurdular.”
Netice olarak, bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi;
(Mümini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir.)
.İslamiyet ağaç gibidir
7/18/2004
İslamiyet bir ağaç gibidir. Kökü iman, gövdesi ibadet, meyvesi ise, ihlâsdır. İman olmazsa, amel, ibadet yapılmazsa, ihlâs hasıl olamaz. Zira Peygamber efendimiz; (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat sözleri ve işleri İslamiyet’e uygun olmazsa, onun büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı olduğunu biliniz!) buyurmaktadır.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Tasavvuf yolunda ilerlemenin sebebi, İslamiyet’te inanılması lazım olan şeylere, yakînin, imanın artması içindir. Hakiki iman da, bu demektir. İkinci sebebi de, fıkıhta bildirilen vazifeleri yapmanın kolay ve tatlı olması içindir. Tasavvuf, bu ikisine kavuşmak içindir. Bunlardan başka bir şey için değildir.”
Kökü olmayan bir ağaç düşünülemediği gibi, iman olmadan da, amel ve ihlâstan bahsetmek mümkün değildir. İman edip ibadet eden ve haramlardan sakınan kimseye, Müslüman denir. Bunlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. İman, muma benzer, İslamiyet’in bildirdiği hükümler ise, mumun etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, İslamiyet’tir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız İslam olamaz. İslam olmayınca, iman da yoktur. Zira Mâide suresinin elli yedinci âyet-i kerimesinde mealen; (Biriniz, imandan ayrılır ve kâfir olarak ölürse, yapmış olduğu bütün iyi işleri yok olur. Dünyada ve ahirette, ona faydası olmaz) buyurulmaktadır.
İnsanların amel etmeden yalnız iman etmekle kurtulamayacakları, Ankebut suresinin ikinci âyet-i kerimesinde mealen; (İnsanların, iman ettik demekle bırakılmayarak, din yolunda karşılaşacakları sıkıntılara katlanmalarına göre, iman ettik sözlerinin doğru veya yalan olduğu anlaşılacağı..) buyurularak bildirilmektedir.
Ma'ruf-ı Kerhi hazretleri; "Amelsiz Cenneti istemek ve emir olunduğunu yapmadan rahmet ummak, cahillik ve ahmaklıktır" buyurmuştur.
Ehl-i sünnet itikadına göre, amel imandan bir parça değilse de, farzların farz ve haramların da haram olduğuna inanmak imandandır. Bu sebepten dolayı imanın sağlam ve doğru olması lazımdır. Çünkü iman, İslamiyet ağacının köküdür. Kök sağlam olmazsa, gövde çürük olur ve bir kıymeti olmaz. Zira Peygamber efendimiz; (Beni İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi, Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur) buyurmuştur.
Eshab-ı kiram, kurtulan bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukları zaman, Resulullah efendimiz; (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir) cevabını vermişlerdir. Bu hadis-i şerif dört Sünen kitabında mevcuttur.
İman doğru olduğu gibi, amelin de doğru olması lazımdır. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen; (İman edenler ve salih, iyi amel işleyenler) buyurularak amelin de salih yani doğru ve güzel olması övülmektedir. Ahmed bin Ebü'l-Havâri hazretleri; "Sünnet-i seniyyeye uymadan amel edenin ameli bâtıl olur" buyurmuştur.
Amelin salih olabilmesi için, hem doğru bilginin olması ve hem de ihlâs ile yapılması lazımdır. İhlâs; hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünya faydalarını düşünmeden bütün işleri, ibadetleri yalnız Allah için yapmak demektir. Resulullah efendimiz, Muâz bin Cebel hazretlerini Yemen'e vâli olarak gönderirken; (İbadetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir) buyurmuştur.
Sehl bin Abdullah-ı Tüsteri hazretlerine;
-İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir? diye sorduklarında;
-İhlâstır. Zira ihlasta nefsin nasibi yani payı yoktur cevabını vermişlerdir.
Şeyh Abdülkuddus hazretleri oğluna yazdığı bir mektubunda şöyle nasihat eder:
"Vaktin kıymetini bil! Gece ve gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş vakit namazı sünnetleri ile ve tadil-i erkân ile, huzur ve huşu ile, Allahü teâlâyı görür şekilde ve Peygamber efendimizin bildirdiği gibi kılmaya çalış! Bunları yapınca, dünyada ve ahirette sayısız nimetlere kavuşursun. İlim öğrenmek, ibadet yapmak içindir. Kıyâmet günü, işten sorulacak, çok ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibadet de, ihlâs elde etmek içindir. Her şeyi Allahü teâlânın rızası için yapmak olan ihlâs da, hakiki mâbud ve kayıtsız şartsız var olan Allahü teâlâyı sevmek içindir."
Cüneyd-i Bağdâdi hazretleri buyurdu ki:
"Bir kimse, yaptığı ibadetlerini ihlâs ile yaparsa, Allahü teâlâ o kimseye, boş hâllerden, lüzumsuz heveslerden halâs olmak, kurtulmak nimetini, rahatını ihsan eder."
Bir gün Peygamber efendimiz;
-Bir kimse ihlâs ile Lâ ilâhe illallah derse Cennete girer buyurunca, eshab-ı kiram;
-Yâ Resulallah! Bunu ihlâs ile söylememizin alameti nedir? diye sordular. Resulullah efendimiz de;
-Sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden men etmesidir cevabını verdiler.
Netice olarak Müslümanlık, doğru iman, doğru bilgi, doğru amel ve ihlâs demektir.
Dünya hayatı geçici
7/23/2004
Dünya hayatı geçici, ahiret hayatı ise sonsuz kalınacak şekilde yaratılmıştır. Geçici dünya hayatı, sonsuz ahiret hayatını kazanmak için bir kazanç yeridir. Herkes burada ne yaparsa, ahirette karşısına o çıkacaktır. Cennetteki nimetler ve Cehennemdeki azaplar, insanların dünyada yaptıklarının, nimet veya azap şekline çevrilmesidir. Herkes yaptığının karşılığını alacaktır.
Bir kimsenin meşguliyeti ne ise, akıbeti de öyle olur. Bunun için herkes ne ile meşgul olduğuna iyi bakmalıdır. Ne aldığına ve bunun karşılığında neyi sattığına dikkat etmelidir. Dinini verip, dünyayı satın almaya çalışanlar, hem dünyalarını, hem de ahiretlerini harap ederler. Dünyayı verip ahireti satın almaya çalışanlar ise, dünyada da ahirette de rahat ederler, huzur içinde yaşarlar ve ebedi saadete kavuşurlar.
Dünya hayatı elbette bir gün son bulacaktır. Zaten herkes öldüğü zaman, kendisi için dünya hayatı son bulmaktadır. Ayrıca Rabbimizin murat ettiği zaman geldiğinde, üzerinde yaşadığımız dünya da yok olacaktır.
İmam-ı Gazali hazretleri dünya hayatının son bulması hakkında buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, Sur üfürüldükten sonra, kıyametin kopmasını murad buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bazısı bazısına taşar. Güneşin nuru giderek simsiyah olur. Dağlar toz haline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde, yedi kat gökte ve kürside diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefat etmiş olur ve eğer ruhani ise, ruhu gitmiş olur. Her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz. İşte o zaman Allahü teâlâ: (Ey alçak dünya! Senin içinde tanrılık davası edenler ve ahmakların ilah tanıdıkları acizler nerededir ve senin güzellik ve letafetinle aldattığın ve ahireti unutturduğun kimseler nerededir?) buyurur. Sonra, Mümin suresinde bildirildiği gibi, mealen; (Mülk kimindir?) buyurur. Hiçbir yerden cevap gelmez. Bunun üzerine Allahü teâlâ; (Vahid ve kahhar olan cenab-ı Allah’ındır) buyurur.
Bundan sonra Cenab-ı Hak; (Ben azimüşşan, Melik-ü deyyanım. Yani kıyamet gününün tek hakimi ve sahibiyim. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar, benden başkasına ibadet edenler nerededirler? Zâlimler, kendini beğenip kibirlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?) buyurur. Buna da cevap verecek kimse bulunmaz.
Bu hâl, Allahü teâlânın dilediği bir vakte kadar öylece devam eder ve sonra bütün canlılar, mezarlarından yeşil ot gibi biterek kalkarlar.
İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalktıkları vakit görürler ki, dağlar atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış, yer ise, kendisinde ne eğrilik, ne de yükseklik var. Hepsi dümdüz olmuş, bir kağıt sayfası gibi görünür. İşte insanlar, kabirlerinin üzerine oturdukları vakit, çıplak olarak, her tarafa hayret ve düşünceli bir şekilde bakarlar. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde; (İnsanların her biri elbisesiz olup, hepsi çıplak oldukları halde haşr olunurlar) buyurmuşlardır.
Fakat gurbette elbisesiz olarak vefat etti ise, onlara Cennetten elbise getirilir ve giydirilir. Şehidlerin ve sünnet-i seniyyeye yani İslamiyet’in hükümlerine uyup o şekilde vefat etmiş olanların iğne deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zira Peygamber efendimiz; (Ey ümmetim ve Eshabım! Siz ölülerinizin kefeninde mübalağa ediniz! Zira, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Halbuki diğer ümmetler çıplaktırlar) buyurmuştur.”
İmam-ı Gazali hazretleri, kıyamette olacak olan hadiselerden bir kısmı hakkında böyle buyurmaktadırlar. Bu anlatılanlar elbette olacak ve elbette hepimiz bunları göreceğiz. Nefs ve şeytan, insana ölümü ve ölümden sonraki hayatı düşündürmek istemez. Her ikisinin de vazifesi, insanın imanını çalmak, haramlarla, günahlarla meşgul ettirmektir. Böylece imansız olarak ölmemizi istemektedirler.
Zina etmek, büyük günahlardandır. Şeytan ve nefs bu günahı bazılarına yaptırtamaz. Ancak bundan yani zinadan daha büyük günahı hemen hemen herkese kolayca yaptırtabilmektedirler. Zina etmekten daha büyük günah olan gıybeti, oturduğu yerde herkes rahatlıkla işleyebilmektedir. Bir kimse dedikoduya başladığı zaman, şeytan, o kimsenin yüzünü okşar ve daha çok dedikoduya dalmasına yardımcı olur. Halbuki yapılan dedi-kodu, sevapları alıp götürmekte, dedikodusu yapılan kimsenin günahları da kendi üzerine yüklenmektedir. Ahireti düşünen akıllı bir kimse, kazandığı sevapları, sevmediği kimseye hiç verir mi? Ama sevmediği kimsenin dedikodusunu, gıybetini yaparak rahatlıkla sevaplarını ona vermekte ve günahlarını da yüklenmektedir.
Bu sebeple, neyi alıp sattığımıza çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Dünya hayatını, ahiret hayatı için kazanç yeri görüp, buna göre çalışanlara müjdeler olsun
.Kabir Cennet bahçesi veya
7/25/2004
Kabir, iman ile ölenler için Cennet bahçelerinden bir bahçe, imansız olarak ölenler için ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olmaktadır. Çünkü hadis-i şerifte; (Kabir, dünya konaklarının sonu, ahiret menzillerinin ilki olup, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyurulmuştur.
İmam-ı Rabbani hazretleri, kabir hayatı ile ilgili olarak buyuruyor ki:
“Kabirde azap yapılacağı sahih ve meşhur hadislerle, hatta Kur'an-ı kerimdeki âyetlerle bildirilmişken, çok kimsenin bunda şüphe ettiği, hatta inanmadığı, böyle şey olmaz dediği görülüyor.
Ölülerin hâli, dünyadaki dirilerin hayatı gibi değildir. Dünyanın nizâmı için, buradaki hayatta hem his, hem de istekle, irâde ile hareket vardır. Kabir hayatında, ölülerin azap ve acı duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. Kabirde ruhun bedene bağlanması, diri iken bağlanmasının yarısı kadardır. İşte bunun için ölüler, azabı duydukları halde, hareket etmez ve kıpırdayamazlar.
Kabir azabı, rüya gibi değildir. Kabir azabı, azabın görüntüsü değil, azabın kendisidir. Kabir azabı, ahiret azaplarındandır. Dünya azapları, ahiret azapları yanında hiç kalır. Eğer ahiret azaplarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder.”
İmam-ı Suyuti hazretleri de buyuruyor ki:
“Ruh, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyadaki bağlılıklar gibi değildir. Rüya gören kimsenin gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fakat, ölülerin cesetlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rüya görenin bağlılığından pek çok kuvvetlidir. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit, kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvı ve gaz haline gelince de, bu bağlılık yine devam eder.”
Peygamber efendimiz kabir hayatı hakkında; (Mümin ölü için Cennetten yaygı serilir. Cennet elbiseleri giydirilir. Ona Cennetten bir kapı açılır. Kabre Cennet kokuları yayılır. Yanına güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan biri gelir. Buna "Sen kimsin?" diye sorar. O da, "Senin salih amelinim" der. Bunu işitince, "Yâ Rabbi kıyâmet çabuk kopsa da, çoluk çocuğuma ve nimetlere kavuşsam" der) buyurmuşlardır.
İslam âlimlerinden İmam-ı Yâfi'i hazretleri buyurur ki:
“Ölenleri iyi veya kötü halde görmek, Cenâb-ı Hakkın bazı kullarına ihsan ettiği bir keşiftir. Dirilere nasihat vermek ve ölülere hayırlı bir iş yapılmasına vesile olmak içindir. Ölüleri görmek daha çok rüyada olmaktadır. Uyanık iken gören evliya da vardır.
Peygamber efendimiz, hazret-i Ali'nin de bulunduğu bir toplulukta, hazret-i Ömer'e hitaben:
-Yâ Ömer! Ölünce seni dar bir mezara koyarlar. Münker-Nekir melekleri gelir. Gözleri şimşek gibi çakar, sesleri gök gürültüsü gibidir. O zaman ne yapacaksın? diye sordular. Hazret-i Ömer:
-Yâ Resulallah, o zaman, şimdiki gibi aklım başımda olur mu? diye arz edince,Peygamber efendimiz:
-Evet yâ Ömer, cevabını verdiler. Bunun üzerine hazret-i Ömer:
-Öyleyse hiç korkmam. Allah’ın izniyle onların sorduğu sorulara lazım olan cevabı veririm, diye arz etti.
Bu hadiseden uzun bir zaman geçtikten sonra hazret-i Ömer vefat etti. Gerekli hazırlıklar yapılıp defnettiler. Hazret-i Ali, herkes gittiği halde telkin için beklemeye başladı. Ve daha önce Peygamber efendimizin huzurunda, hazret-i Ömer’in söylediği sözleri hatırladı ve onun kabirdeki halini göstermesi için Cenâb-ı Hakka dua etti. Ve hazret-i Ali bu haldeyken Münker-Nekir melekleri gelip sorguya başladılar. Allahü teâlâ, hazret-i Ali’ye orada olanları gösterdi ve Münker-Nekir melekleriyle hazret-i Ömer arasındaki konuşmaları işitiyordu. Münker-Nekir melekleri:
-Rabbin kim? diye sorunca, hazret-i Ömer meleklere:
-Siz kaç günlük yoldan geldiniz? diye sordu. Melekler de:
-Yedi bin yıllık yoldan geldik, cevabını verdiler. O zaman hazret-i Ömer:
-Siz bu kadar uzak yoldan geldiniz ve Allah’ı unutmadınız da, ben birkaç dakikalık yoldan gelir de Rabbimi nasıl unuturum? dedi. Bunun üzerine Melerler:
-Biz senin böyle cevap vereceğini biliyorduk. Ancak emrolunduğumuz için böyle sual ettik, dediler. Hazret-i Ömer de:
-Muhammed aleyhisselamın ümmetine böyle heybetli gelmeyiniz, daha yumuşak ve şefkatli geliniz diye istirhamda bulundu. Bunları müşâhede eden, gören, işiten hazret-i Ali de;
"Yâ Ömer, sözünün eriymişsin" buyurdu.”
Ebülleys-i Semerkandi hazretleri; “Kabir azabından kurtulmak isteyen, namaza devam etmeli, sadaka vermeli, Kur'ân-ı kerim okumalı, Allahü teâlâyı çok tesbih etmeli; hainlikten, dedikodudan ve üzerine idrar sıçratmaktan kaçmalıdır” buyurmuştur.
Ölüm haktır ve muhakkak hepimizin başına gelecektir. Din büyükleri; "Olması muhakkak, kesin olan şeyleri, olmuş biliniz ve ona göre hazırlık yapınız!" buyurmuşlardır. Öyleyse bugünden ölüme ve ölümden sonraki hayata hazırlık yapmamız lazımdır.
.Nefsin isteklerini terk etmeli
7/30/2004
İnsan olarak çoğumuz, alıştığımız şeyleri, yanlış da olsa terk edemiyoruz. Halbuki İslamiyet, nefsimize hoş gelenleri değil, Allahü teâlânın rızasına uygun olanları yapmamızı emretmektedir. Doğru ve hak olan, bizlerin nefslerimize uyarak yaptıklarımız değil, Rabbimizin emrettikleri, Peygamber efendimizin bildirdikleridir. Müslüman olmakla, Rabbimizin çok büyük bir ihsanına kavuşmuşuz. Bu nimetin elden çıkmaması için, nefsimize değil, İslamiyet’in bildirdiklerine tâbi olmamız lazımdır. Çünkü ebedi kurtuluş, Muhammed aleyhisselamın bildirdiklerine inanmakla ve ancak Ona uymakla mümkündür.
Bu konuda, İslam âlimlerinden Yusuf Nebhani hazretleri buyuruyor ki:
“İnsan, alıştığı âdetleri sever. Bunlardan ayrılmak istemez. Doğunca, süt emmeye alışır. Bundan ayrılmak istemez. Büyüdükçe, evine, mahallesine, şehrine alışır. Bunlardan ayrılması, çok güç olur. Sonra, dükkanına, sanatına, çalıştığı fen işlerine ve çoluk çocuğuna, diline, dinine alışır. Bunlardan ayrılmak istemez. Böylece, muhtelif cemaatler, kavimler, milletler hasıl olur. Şu halde, bir milletin dinlerini sevmeleri, dinlerinin en hayırlı din olduğunu anladıkları için değildir. Aklı olan, kendi dinini ve başka dinleri incelemeli, dinler arasında hak olanı anlamalı, ona sarılmalıdır. Çünkü, bâtıl dine bağlanmak, insanı ebedi felaketlere, daimi azaplara götürür.
Muhammed aleyhisselam kırk yaşında iken, Peygamber olduğu kendisine bildirildi. Altmış üç yaşında iken vefat etti. Peygamberliği yirmi üç sene devam etti. Bütün Arap yarımadası kendisine itaat ettikten ve dini her tarafa yayılıp anlaşıldıktan ve daveti şarkta ve garpta işitildikten ve Eshabı, yüzelli bin olduktan sonra vefat etti. Veda haccını, yüz yirmi bin Sahabi ile yaptı. Bundan seksen gün sonra vefat etti. (Bugün dininizi ikmal ettim ve üzerinize olan nimetimi tamamladım ve dininizin İslam olmasını beğendim) mealindeki, Maide suresinin üçüncü âyet-i kerimesi, bu hacda nazil oldu.
Bu Sahabilerin hepsi, sadık ve emin idi. Çoğu dinde derin âlim ve hepsi Evliya idi. Resulullahın dinini ve mucizelerini, yer yüzüne yaydılar. Çünkü, cihad için, memleketlere yayıldılar. Gittikleri yerlerdeki insanlara, din bilgilerini ve mucizeleri ulaştırdılar. Bunlar da, başkalarına bildirdiler. Böylece, her asrın âlimleri, sonraki tabakadaki, daha çok âlime bildirdi. Bunlar da, bu ilimleri ve bunları bildirenleri, binlerce kitaplara yazdılar. Öğrendikleri hadis-i şerifleri, sahih, hasen gibi, birçok kısımlara ayırdılar. Yalancıların hadis diyerek uydurdukları sözleri kitaplarına sokmadılar. Bu hususta, çok dikkatli ve hassas davrandılar. Bunların gayretleri ile, İslam dini çok sağlam esaslar üzerine kuruldu ve hiç değiştirilmeden yayıldı. Diğer dinlerin hiçbiri böyle sıhhatli nakledilemedi.
Bir insanın, tâbi olduğu dinin bâtıl olduğunu anlaması ve bu dini terk ederek, Muhammed aleyhisselama iman etmesi, nefsine çok güç gelir. Çünkü nefs, Allahü teâlâya ve Muhammed aleyhisselama ve Onun getirdiklerine düşman olarak yaratılmıştır. Bâtıl dindeki analar, babalar, muallimler ve kötü arkadaşlar, radyolar ve televizyonlar, nefsin bu düşmanlığını kuvvetlendirirler. Bunun için, “Çocuğa bir şeyler öğretmek, taşa yazı yazmak gibidir” denilmiştir. Nefsin bu düşmanlığını yok etmek için çok çalışmak, nefs ile cihad etmek ve nefsi akıl ile inandırmak lazımdır.
Ey insan! Kendine merhamet et! Aklından gaflet perdesini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi ol, sarıl! Vereceğin karar, çok büyük, çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hazırlan! Hakka tâbi olmadıkça, ebedi azaptan kurtulamazsın! Son pişmanlık fayda vermez. Son nefeste hakkı tasdik etmek kabul olmaz. Fakat, Müslümanın günahlarına tevbe etmesi, kabul olur. O gün, Allahü teâlâ; (Kulum! Sana akıl nurunu vermiştim. Bununla, beni anlamanı, bana ve Peygamberim Muhammed aleyhisselama ve Onun getirdiği İslam dinine iman etmeni emretmiştim. Bu Peygamberin geleceğini, Tevratta ve İncilde haber vermiştim. İsmini ve dinini her memlekete yaydım. İşitmedim diyemezsin. Gece gündüz, dünya kazancı için, dünya zevkleri için çalıştın. Ahirette başına gelecekleri hiç düşünmedin. Gaflet içinde iken, ölümün pençesine düştün) derse, ne cevap vereceksin?
Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrafında gördüğün, konuştuğun, sevdiğin, korktuğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayal gibi, gelip gittiler. İyi düşün! Ebedi ateşte yanmak, ne büyük azaptır! Sonsuz nimetler içinde yaşamak ise, ne büyük nimettir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkansızdır. Bunu düşünmemek ve tedbir almamak, büyük cahillik ve cinnettir. Allahü teâlâ, hepimizi, nefsimize uymaktan korusun! Amin.”
.Keyfine göre yaşa
8/1/2004
İmam-ı Gazali hazretlerinin talebelerinden bir tanesi, kendi kendine:
"Senelerce zahmet çekip çok şey öğrendim. Bu kadar çok ilimden bana en lüzumlusu ve en faydalısı acaba hangisidir? Ahirette imdadıma yetişecek, mezarda dünyadaki dostlarım beni yalnız bırakıp gittikleri zaman, bana arkadaş olacak, mezardan kalkınca, ananın evladından, kardeşin kardeşinden, dünyadaki dostların birbirlerinden kaçıp, herkesin başının çaresini aradığı vakit beni kurtaracak olan acaba hangisidir? Dünyada ve ahirette faydası olmayan acaba hangileridir? Bilsem de bunlardan uzaklaşsam. Çünkü, Peygamber efendimiz: (Faydasız ilmi öğrenmekten, Allahü teâlâdan korkmayan kalbden, dünyaya doymayan nefsten, Allah için ağlamayan gözden ve kabule layık olmayan duadan Allahü teâlâ bizi korusun) buyurmuştur” diye uzun zaman düşünür.
Daha sonra, bunları anlamak için hocası olan İmam-ı Gazâli hazretlerine bir mektup yazar ve durumunu arz eder. Hocası İmam-ı Gazâli hazretleri de, uzun bir cevap yazıp gönderirler. O mektubun başında, talebeye hitaben şöyle denilmektedir:
Ey sevgili oğlum ve sadık dostum! Allahü teâlâ, sana uzun ömürler verip, ömrünü ibadetle ve Onun gösterdiği yolda gitmekle geçirmek nasip eylesin! Bütün nasihatler Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdan alınmıştır. Ondan gelmeyen nasihatler fayda vermez. Dünyaya yayılmış olan bu nasihatlerden, birisini bile almadın ise, senelerce yanımda niçin kaldın ve niçin okudun? Peygamber efendimizin dünyaya yayılan nasihatlerinden birisi şudur:
(Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazap ve azap edeceğine alamet, dünyaya ve ahirete faydası olmayan şeylerle meşgul olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir sâati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişman olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği halde onun hayırlı işleri, yani sevapları, kötü işlerinden, yani günahlarından fazla olmadı ise, Cehenneme hazırlansın.)
Bu hadis-i şerifin manâsını iyi anlayanlara, bu nasihat yetişir.
Ey evladım, nasihat vermek kolaydır. Nasihat kabul etmek güçtür. Çünkü, nefslerine uyanlara, dünya zevklerinin peşinde koşanlara, nasihat acı gelir, haramlar ise tatlı gelir.
Hele senin gibi, ilim ismi verilen ve ilim şekline sokulan, lüzumsuz şeyleri öğrenenlere ve ilmi, dünyada ve ahirette kendine ve insanlara faydası olmak için değil, herkese büyüklük satmak için ve yalnız dünyalık kazanmak için okuyup, ahiretlerini düşünmeyenlere nasihat tesir etmez.
Ey oğlum, amelsiz ilim, insanı kurtarır zannediyorsun ve ilim sahibi olunca, amel etmeden kurtuluruz sanıyorsun. Bu hâlinize çok şaşılır. Çünkü ilmi olan kimsenin, amelsiz kuru ilmin kıyâmette kendine zarar vereceğini, bilmiyordum, diye özür ve bahane yapamayacağını bilmesi lazımdır. Zira Peygamber efendimiz; (Kıyâmet günü azapların en şiddetlisi, elbette, ilminin faydasını görmeyen âlime olacaktır) buyuruyorlar.
Din büyüklerden biri, Cüneyd-i Bağdâdi hazretlerini, rüyada görüp ne halde olduğunu sorunca, Cüneyd-i Bağdadi hazretleri; "O kadar sözlerim, keşf ve işaretlerim, yani zâhiri ve bâtıni bilgilerim hep harap oldu, tükendi; yalnız bir gece kıldığım iki rekat namaz imdadıma yetişti" cevabını vermiştir.
Ey evladım, Ameli, ibadeti elden bırakma! Kalbe ait hâlleri ve bilgileri unutma! Yani hareketlerin ilme uygun olsun!
İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım:
Bir kimse, dağda bir aslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesur olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, aslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sahibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz.
Diğer bir misâl, bir doktor hastalansa, hastalığını teşhis edip ilacını da bilse ve bu ilaç hakikaten o hastalığa çok iyi gelse, ilacı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemeyeceğini pekâlâ bilirsin.
Ey oğlum, Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası olmaz. İlim öğrenmek ve kitap okumak için çok gecelerini feda ettin ve çok tatlı uykularını kendine haram eyledin. Bilmem ki, niçin kendini bu kadar harap ettin? İlim öğrenmekten maksadın eğer dünya menfaatlerini toplamak, şöhret, mevki sahibi olmak ve Müslümanlara büyüklük göstermek idi ise, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azaba sürüklemişsin! Yok eğer maksadın İslamiyet’e ve Muhammed aleyhisselamın dinine yardım etmek, ahlakını temizlemek, nefsini kırmak idi ise, sana müjdeler olsun! Kendine ne güzel ve ebedi bir istikbâl hazırlamışsın. İstikbâl, seâdet-i ebediyyeye kavuşmaktır.
Ey oğlum, Keyfine göre yaşa! Fakat bu yaşaman uzun sürmeyecek, bir gün elbette öleceksin. Gece gündüz düşündüğün, sımsıkı sarıldığın lezzetlerden elbette ayrılacaksın. Dünyanın nesini seversen sev, hepsine veda edeceksin! Elinden geleni yap! Fakat unutma ki, her yaptığının hesabını vereceksin!
.Hududu geçmek haddini bilmemek
8/6/2004
Haddini bilmemek, kendisi için tayin edilen hududu, sınırı geçmek, edepsizliktir. Çünkü din büyükleri, edebi; "Hududa, sınırlara riayet etmek onu taşmamaktır. En büyük edep ise ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir" diye tarif etmişlerdir.
Edebe riayet etmeyen hiç kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz, Onun sevgili kulu olamaz. Peygamber efendimizin ve Onun yolunda olan din büyüklerinin yolu, baştan sona hep edeptir. Namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzihi bir mekruhtan sakınmak; zikretmekten, tefekkür etmekten üstündür.
Edep, insanın kendisini Hak teâlânın iradesine tâbi etmesidir. Allahü teâlânın fermanına muntazır olmasıdır.
İslamiyet, edep dinidir, tevazu dinidir. Cahil olan, cesur olur. Kendini âlim sanır. Âlim olan tevazu gösterir. Tevazu göstereni ise, Allahü teâlâ yükseltir. Dinde söz sahibi olmak için, müctehid olmak lazımdır. Müctehid olmayanların, din büyüklerini muhakeme etmeye kalkışmaları edep sınırlarını aşmak olur.
(Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, la bil mal-ı vel haseb) buyurulmuştur. Yani insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil! Şems-i Tebrizi hazretleri; "Ademoğlunun edepten nasibi yoksa, insan değildir. Ademoğlu ile hayvan arasındaki fark budur" buyurmuştur.
Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mensur ile İmam-ı Malik hazretleri Medine-i münevverede Resulullah efendimizin mescidinde bulunuyorlardı. Halife Mensur, yüksek sesle bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Malik bin Enes hazretleri;
-Ey müminlerin emiri! Bu mescidde sesini yükseltme. Çünkü Allahü teâlâ, Hucurat suresi ikinci âyet-i kerimesinde mealen; (Ey iman etmekle şereflenenler! Sesinizi Nebiyyullahın sesinden yukarı çıkarmayınız. Ona karşı birbirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz. Ona saygısızlık gösterenlerin ibadetleri yok olur) buyurarak bir kavmi terbiye eyledi. Vefat ettikten sonra da Resulullah efendimize hürmet, hayatlarındaki hürmet gibidir buyurdu. İmam-ı Malik hazretlerinin bu nasihatlerini dinleyen halife Mensur sesini yavaşlattı ve;
-Ey İmam! Resulullahın huzurunda dua ederken kıbleye mi döneyim yoksa Resulullaha yönelerek mi dua edeyim? diye sordu. İmam-ı Malik hazretleri;
-Ey müminlerin emiri! Yüzünü Resulullah efendimizden başka tarafa çevirme. Çünkü Resulullah efendimiz, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için vesilemizdir. Bundan dolayı da yüzünü Resulullaha dönmeli, Onun şefaatini dilemelisin. O zaman Allahü teâlâ Onu sana şefaatçi kılar buyurarak; (Onlar nefslerine zulmettikten sonra gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resulüm de onlar için istigfar ederse, Allahü teâlâyı elbette tevbeleri kabul edici ve merhamet edici olarak bulurlar) mealindeki Nisa suresinin altmış dördüncü âyet-i kerimesini okudu.
Din büyüklerinden İbn-i Ata hazretleri; "Nefs, yaratılışı icabı edepsizdir. Halbuki kul, sürekli olarak edebe riayet etmekle memurdur. Nefsin tabiatı, muhalefet etmektir. Kulun vazifesi ise, gayret ederek, nefsin bu kötü arzularına mani olmaktır" buyurmaktadır.
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri, kendisini sevenlerden birisine hitaben buyurur ki:
"Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevabını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer cevabını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihan için bir şey sorma. Onlarla münazara ve münakaşa etme. Kendini beğenerek en başa, yukarıya oturma. Edebe çok riayet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardır. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak yolunda senin önüne ve yoluna bir şey engel olursa onu terk eyle!"
Sadüddin-i Kaşgari hazretleri de, talebelerine hitaben şöyle buyurur:
"Ey talebelerim! Biliniz ki, Allahü teâlâ bu kadar azamet ve büyüklüğü ile bizlere gayet yakındır. Bu sözü anlayamazsanız da, böylece itikad edip inanmalısınız. Size lazım olan odur ki, tenhada ve açıkta edebi gözetiniz. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahi, ayağınızı uzatmayınız. Her an Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi, zahir ve bâtın edebi ile süsleyiniz. Görünüşteki zahir edep; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, daima abdestli bulunmak, istigfar eylemek, az söylemek, her işin inceliğini titizlikle yapmak, İslam âlimlerinin eserlerini okumak gibi hususlardır. Bâtın edebi ise; uygunsuz kimselerle düşüp kalkmamak, dünyaya bağlanmamak, Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten uzaklaşmaktır."
Netice olarak, Ebü'l-Berekat Emevi hazretlerinin buyurdukları gibi:
"Edep; kulun, Allahü teâlâya karşı vazifelerini, vakitlerini nasıl ayarlayacağını, kendini Ondan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir."
Allah yolunda edeb lazımdır edeb!
Ölünceye dek, taleb gerekdir taleb.
İnsanın ilmi arttıkça
8/20/2004
İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâya olan sevgisi, muhabbeti arttıkça, nefsinden soğumaya, nefret etmeye başlar. Bu hâle kavuşmak, Allahü teâlânın, o kimseye bir lütfu ve bir ihsanıdır. O kulunu sevdiğinin alametidir. Zünnun-i Mısri hazretleri, kendisini sevenlere hitaben şöyle buyurur:
“Biz öyle insanlara kavuştuk ki, onların her birinin ilmi arttıkça, zühdü de artıyordu. Dünyaya karşı ihtiyaçsız olup, onu sevmiyorlardı. Ama siz, bu halin tam zıddına sahipsiniz. İlminiz arttıkça, dünyaya karşı sevginiz artıyor. Ona kavuşmak için, birbirinizi iterek geçiyorsunuz. Onlar başkaydı. Dünya malını ilim elde etmek için harcarlardı, onları böyle gördük. Ama siz şimdi tam tersine; bir bilginiz varsa, dünyalık sahibi olmak için, ortalığa saçıyorsunuz.”
Allahü teâlâya yaklaşmak yani Onun sevgisine kavuşmak ilimle olur. Cahil sofu şeytanın maskarası olur sözü meşhurdur. Zümer suresinin, dokuzuncu âyet-i kerimesinde mealen; (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurulmaktadır.
Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde; (Bilerek yapılan az bir ibadet, bilmeyerek yapılan çok ibadetten daha iyidir!) buyurmuşlardır.
İbadetlerin sıhhatli olması, o ibadetlere ait şartların bilinmesi ile mümkündür. Bir haramdan, bir mekruhtan sakınmak da, yine o haramın veya mekruhun bilinmesi ile olur. İlim olmazsa, o hususla ilgili bilgiler öğrenilmezse, emirlerin yapılması, yasakların terk edilmesi mümkün olmaz.
İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeye cesaret edemez. Bunun için, Peygamberlerin hepsi ve bunların vârisleri, hep tevazu sahibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucub gibi kötü huylar hiç yoktu. Hadis-i şerifte; (Âlim olduğunu söyleyen kimse, cahildir) buyurulmuştur. Her sorulana cevap veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, cahilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, bilgi sahibi yani âlim olduğu anlaşılır.
Resulullah efendimize;
-En kıymetli yer neresidir diye sual edilince;
-Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim cevabını vermişlerdir. Daha sonra Cebrail aleyhisselama sormuş, ondan da, aynı cevabı almış ve O da, Allahü teâlâya sormuş, Mescidler’dir cevabını almıştır.
İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri de, kendisine arz edilen bir suale bilmiyorum cevabını verince, “Hem Beyt-ül-maldan maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun” hitabı ile karşılaşır ve; “Beyt-ül-maldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-malda bulunanların hepsi yetişmezdi” cevabını verir.
Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar dua edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyamette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır) buyurmuşlardır.
Abdüla'la Kureşi hazretleri ilmiyle amil olup öğrendiklerini her zaman tatbik eder ve; "Kime bir ilim verilir de bu ilim ona Allah korkusundan ağlama huyunu kazandırmazsa, o bu ilmin faydasını göremez" buyururdu.
Abdülhalık Goncdüvani hazretleri, talebelerinden birine yaptığı nasihatte, şöyle buyurmaktadır:
“Evladım, sana ilim tahsili ile edep öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma. Resulullah efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakiki uygulayıcısı olan eshabın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh öğren. Cahil tarikatçılardan sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret afettir, tehlikelidir. Hemen her halinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemaatle kılmaya gayret et. Bid'at sahibi sapıklar ile ve dünyaya düşkün kimselerle arkadaşlık etme. Şüpheli şeyleri terk et. Çok kere dünyalık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu talep için yola düşersen, dinin elden gider. Kimseyi hakir görme. Kimse ile münakaşa etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme. Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felakete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Sermayen fıkıh, din bilgisi, evin mescid olsun.”
Ebu Abdullah el-Kureşi hazretleri de; “Ömrü uzadığında iyi amelinin artması, ihtiyacı çoğaldığında cömertliğinin artması, ilmi arttıkça tevazuunun artması, evliyanın alametlerindendir” buyurmuştur.
Peygamber efendimiz, sık sık şöyle dua ederlerdi:
(Faydasız ilmi öğrenmekten ve Allahü teâlâdan korkmayan kalbden ve dünyaya doymayan nefsten ve Allah için ağlamayan gözden ve kabule layık olmayan duadan Allahü teâlâ bizi korusun.)
..Kendini övenin değeri düşer
8/22/2004
Bir kimse kendini övmeye başlarsa, değeri düşer. Zira Peygamber efendimiz; (Metholunmayı, övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasihatleri işitmez olur) buyurmuştur.
İslam âlimleri, övülmeyi sevmenin, kalb, gönül hastalığı olduğunu bildirmişler ve tedavi yollarını da göstermişlerdir. Övülmeyi sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Övülmek, böyle kimselere tatlı gelir. Vehb bin Münebbih hazretleri; "Münafığın özelliklerinden ikisi, övülmeyi sevmek, zemmedilmekten, yerilmekten hoşlanmamaktır" buyurmuştur.
Bir gün Zünnun-i Mısri hazretlerine;
-İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar? diye sordukları zaman;
-İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse cevabını vermişlerdir.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri anlatır;
"Bir gece rüyamda hazret-i Ömer’i gördüm. Kendisine;
-Ey müminlerin emiri! Dünya sevgisinin alameti nedir? Diye sordum. Şöyle cevap verdi:
-Kötülenme korkusu ve övülmeyi sevmektir.
Dünyayı sevmenin alameti bunlar olunca, dünyayı terk etmenin alameti, doğru yolda bulunmakta kötülenmekten korkmamak ve övülmeyi sevmemektir."
Yunus bin Ubeyd hazretleri manifaturacılık yaparak nafakasını temin ederdi. Kul hakkına girmekten çok korkar, şüpheli olmak korkusu ile mubahların çoğunu terk ederdi. Malını övmez, methetmezdi. Bir gün çırağı bir kumaşı müşteriye gösterirken; “Yâ Rabbi! Bu Cennet kumaşından bana da nasip et!” dediğini işitti ve bunun kumaşı övmek manâsına gelebileceğini düşünerek kumaşı sattırmadı. Müşteriler, kusurlu bir malı, kusursuz zannederek alırlar ihtimâlini düşünerek, havanın bulutlu ve kapalı olduğu günlerde pazara çıkıp satış yapmazdı.
Ali bin Sehl İsfehâni hazretleri; "Zenginliği aradım; ilimde buldum. Övülmeyi aradım; fakirlikte buldum. Âfiyeti günahsız olmayı aradım; zühdde, şüphelilere düşmek korkusuyla mubahların çoğunu terk etmekte buldum. Kolay hesabı aradım, susmakta buldum. Rahat ve huzuru aradım; vermekte, cömertlikte buldum" buyurmuştur.
Bir kimsenin, soyu ile, babaları, dedeleri ile övünmesi ve başkalarına karşı bunlarla üstünlük taslaması, tekebbür etmesi, cahillik ve ahmaklık olur. Zira Kabil, Âdem aleyhisselamın, Yam da, Nuh aleyhisselamın oğlu idi. Babalarının Peygamber olması, bunları küfürden kurtarmadı. İnsanın, babalarının, dedelerinin salih olmaları ile övünmesi de yersizdir, akıllı bir hareket değildir. Önemli olan, onlar gibi salih olmaya ve onların yolunda bulunmaya çalışmaktır. Zira hadis-i şerifte; (Bir kimsenin kendi kötü ise, ahirette nesebinin üstünlüğü ona fayda vermez) buyurulmuştur.
Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde de; (Ecdadı ile övünen kötü kimse, rahmet-i ilahiden uzak, Cehennem odunudur) buyurmuşlardır.
Allahü teâlânın verdiği nimetler sebebi ile başkalarına karşı üstünlük taslamak ve övünmek de uygun değildir. Zira böyle övünmek, haramdır, günahtır. Ama bu nimetler bende emanettir, bunların esas sahibi Rabbimdir diye düşünülür ve anlatılırsa, o zaman bu hâl, şükür olur, kıymetli ve makbul olur. Çünkü Peygamber efendimiz; (Allahü teâlânın verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur) buyurmuştur.
Bir damla sudan yaratılıp sonra toprağa girecek ve orada böceklere yem olacak bir kimsenin kendini övmesi, insanlara üstünlük taslaması çok çirkindir. Bu hâl, bir hastalıktır. Dinimiz bunun için övünmeyi yasak etmiştir. Peygamber efendimiz; (Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı) buyurmuştur.
İnsanın kendini övmesi, başkalarını hakir, aşağı gördüğü içindir. Halbuki hadis-i şerifte; (Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter) buyurulmaktadır.
Övünme hastalığı, insanın kendini başkalarından üstün görmesinden kaynaklandığı için, konuşmalarında, başkalarını hep aşağılayıcı ifadeler kullanır. Bu insanlar adam olmaz, bunlar iflah olmaz, bunlarda hayır yoktur diyerek, kendi üstünlüğünü açığa çıkarmak ister. Bu hâl ise, kibirdir ve insanı felakete götürür. Zira hadis-i şerifte; (İnsanlar helak oldu diyenin kendisi helak olmuştur) buyurulmuştur.
Din büyüklerinden bir zât, kendisini yüzüne karşı öven bir kimseye; “Beni niçin övüyorsun? Öfkeli iken tecrübe ettin de beni hâlim selim mi buldun? Benimle yolculuk ettin de iyi biri olarak mı gördün? Bana bir emanet verdin de buna riayet ettim mi? Bilmediğin kimseyi nasıl översin?” buyurmuştur.
Bir insan için ölüm anı yani son nefeste imanla gitmesi çok mühimdir. Ölürken imanla gitmeyen kimseyi hayatında övmek neye yarar? Bunun için kendimizi övmek, bizi övenlere ses çıkarmamak, bilmediğimiz insanları övmek uygun olmaz
..
. Acele eden hata yapar
8/8/2004
Acele etmemeli. Zira acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek ise, Allahü teâlâdandır. Her şeyin sahibi, yaratanı olan Rabbimiz, kullarının isyanlarına bile ceza vermekte acele etmiyor ve onların rızklarını kesmiyor. Hatta Ahkâf suresinde, Peygamber efendimize hitaben, mealen; (Peygamberlerden Ulül’azm olanların sabrettikleri gibi Sen de sabret! Onlara azap verilmesi için dua etmekte acele eyleme!) buyurmaktadır. Bunun için işleri de acele etmemeli ve hemen karar vermemelidir. Zira acele ile verilen kararlara şeytan karışır. Hadis-i şerifte; (Acele şeytandandır. Teenni Rahmandandır) buyuruldu.
Peygamber efendimiz, vefatlarından önce, Mescid-i Nebide, Eshab-ı kirama hitaben; (Ey Muhâcirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur. Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değiştirmeye, irâdesinden üstün olmaya kalkışırsa, Onu kahr ve perişan eder. Allahü teâlâya hile etmek, Onu aldatmak isteyenin işleri bozulup, kendi aldanır...) buyurmuşlardır.
Nefs-i emmâre inatçıdır. Bir işi murad ettiği vakit, neticesine varmaya acele eder. Bunun için nefsin istediği bir şey hatıra gelince, şeytan, “fırsatı kaçırma, hemen yap” der. O da, yapar. Şeytanın vesvesesi olan hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Bunun için, hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ, acele etmeyeni sever. Acele şeytandandır. Allahü teâlâ, hilmi, yani yumuşak huyu sever) buyurulmuştur.
Umumiyetle acele etmeye sebep, insandaki dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi olan, bundan kendini korur. Zira kanaat, bitmeyen bir hazinedir.
Kalbe gelen şeyi yaparken Allahü teâlânın rızası var mı, yok mu düşünmeli, sevap mı, günah mı olacağını anlamalı ve günah değilse, yapmalıdır. Böylece, teenni edilmiş, yani acele edilmemiş olur. Yalnız bazı yerlerde acele etmek lazımdır. Hadis-i şerifte; (Acele etmek, şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenaze hizmetlerini çabuk yapmak, misafiri doyurmak, günah yapınca hemen tevbe etmek) buyuruldu.
İhtiyaçları ve kıymetli şeyleri elde ederken acele etmeyip, yavaş, temkinli hareket etmeye, vakâr denir. Vakâr, ağır başlı olmaktır. Yoksa fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir.
Ebu Abdullah Nibaci hazretleri, talebelerine hitaben; "Allahü teâlâdan gelen şeyleri, nimetleri ve kendisinden Allahü teâlânın neyi istediğini bilmeyen kimse, kalbini perdelemiş olur. Kim nefsinin isteklerine kavuşmak için acele ederse, iyiliklere kavuşma yollarını keser. Kim nefsinin her istediğini yer ve bunların peşine düşerse, o kimsenin başına çeşitli belalar gelir” buyurmuştur.
İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri, talebesi Ebu Yusuf hazretlerine hitaben; “Yolda yürürken vakarlı bir şekilde yürü. Acele acele, salına salına yürüme. İşlerinde aceleci olma. Konuşurken yüksek sesle konuşma, bağırıp çağırma. Daima kendin için sükun ve sükutu seç” buyurmuştur.
Evlad-ı Resulden olan Muhammed Cevad hazretleri de; "Üç şey kimde bulunursa, pişman olmaz. Bunlar; acele etmemek, meşveret ve tevekküldür" buyurmuşlardır.
İbadetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmelidir. Vakti girince namazı hemen kılmalı, geciktirmemeli, vaktinden sonraya kalmaması için acele etmelidir. Eğer vaktinde kılınamamış ise, hemen kaza etmeli ve bu hususta da acele etmelidir. Ama namazı acele ile değil, şartlarına uyarak kılmalıdır. Zekat vakti geldiği zaman da, hemen vermeli, geciktirmemelidir. Cenaze işlerini geciktirmemek lazım geldiği de, kitaplarda yazılıdır. Bir günah işlendiği zaman, tevbe etmekte acele etmeli, tevbeyi sonraya bırakmamalıdır. Zira hadis-i şerifte; (Ölmeden evvel tevbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mani çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hatırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızklarına ve yardımına kavuşunuz!) buyuruldu.
Seyyid Emir Hazma hazretleri, talebelerine şöyle vasiyette bulunmuştur:
“Ey talebelerim! Daima namaz vakti ne zaman girecek de namaz kılacağım diye bekleyin. Abdesti, namaz vakti girmeden alınız. Namazı huşu ve hudu ile kılınız ve Allahü teâlâdan korkunuz. Namaz vaktinde hiçbir şeyle meşgul olmayınız. Nitekim Resul-i ekrem; (Vakit geçmeden namaza, ölüm gelmeden tevbeye acele edin) buyurdu.”
Süfyan-ı Sevri hazretleri de, bir sevdiğine hitaben; “Cömert ol. Bununla Allahü teâlâ, sana hesabını kolay yapar. Çok iyilik yap. Kabrinde sana arkadaş olurlar. Haramlardan sakın. İmanın tadını duyarsın. Dinin ve ahiretin hususunda, Allahü teâlâdan korkan kimselerle istişâre et, onlara danış. Hayırlı işlerde acele et. Allahü teâlâ, seninle günah olan ve kötü şeyler arasına perde yapar” buyurmuştur.
..Ölmeli fakat hak yememeli
8/27/2004
Birinin malını, parasını, gizlice almaya hırsızlık, bilerek zorla almaya ise gasp denir. Çalınan ve gasp edilen para, mal, sahibine geri verilmedikçe, çalana veya gasp edene, ölünceye kadar devamlı günah yazılır. Bu hâl, akıllı bir kimsenin yapacağı iş değildir. Böyle yapıldığında, gasp, hırsızlık günahının yanında, bir de şu günah var. Eğer bu mal, para, çalınmamış, gasp edilmemiş olsaydı, paranın, malın sahibi onunla hayırlı bir hizmet yapacak idiyse, bu hizmete mani olunduğu için hırsızlık ve gasp günahına bu vebal de eklenir. Kul hakkı çok önemlidir. Bunun için ölmeli fakat başkasının hakkını yememelidir.
Kul hakkı, Allahü teâlânın hakkından önce ödenir. Kul hakkı, ne kadar az olsa da, Cennete girmeye manidir. Kul hakkına dokunmamaya, hakkı olanları ödemeye, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyada ödemek kolaydır. Nezaket ile, yumuşaklıkla haktan kurtulmak mümkündür. Fakat, ahirette, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok güçtür, çaresi bulunmaz. Zira Resulullah efendimiz; (Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helalleşsin, ödesin! Zira ahiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları, buna yüklenecektir) buyurmuşlardır.
Ebu Bekr-i Şibli hazretleri, vefat etmeden biraz önce; "Üzerimde bir dirhem kul hakkı vardı. Onun sahibi için, bin dirhem sadaka vermiştim. Bununla beraber, hâlâ gönlüme ondan ağır bir şey gelmez" buyurmuştur.
Bir gün bir grup insan Kıbrıs'ta yetişen velilerden Hafız Ali Efendiyi ziyarete giderler. Gidenlerin hepsi de atlıdır. Kıbrıs'ta çok olan zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının altında geçerler. Keçiboynuzları salkım salkım sarkıyor, olmuş meyveler insanların başına değiyordu. İçlerinden biri; "Ne güzel ballanmış, bir tane yesek" deyince, diğeri; "Kul hakkı geçer, sakın yeme" dediyse de, o kimse bir tane keçiboynuzu koparıp yer. Sonra Hafız Ali Efendinin huzuruna varırlar. O sırada, sevdiklerine sohbet eden Hafız Ali Efendi onlara bakıp; "Kul hakkından çok sakının. Haram yemeyin. Başınıza Keçiboynuzları değse de, bir taneden ne çıkar demeyin. Hiç bir zaman kul hakkını yemeyin” buyurur.
Kul hakkının en mühimi ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ve güler yüzle, yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmaya çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaş hakkı gelir. Üzerinde kul hakkı bulunanın ibadetlerinin kabul olmayacağı, Cennete giremeyeceği bildirildi. Kâfirin hakkından kurtulmak, Müslümanın hakkından kurtulmaktan daha zordur denildi. Herkese iyilik yapmalı, kötülük edenlere, kötülükle karşılık vermemelidir. Peygamber efendimiz; (Kul hakkı, müminin aybı, kusurudur) buyurmuştur.
İnsanların haklarını gözetmek, nafile ibadetlerden, zikretmekten önce gelir. Mesela, bir kimse, Allahü teâlânın ismini söylerken, zikrederken bir görme özürlü kimse oradan geçse ve o a’manın önünde bir çukur bulunsa, bir adım atınca çukura düşecek olsa, bu kimsenin zikre devam etmesi mi, yoksa zikretmeyi bırakıp, o a’mayı çukura düşmekten kurtarması mı daha efdaldir? Şüphesiz önündeki çukura düşecek olan a’mayı kurtarması, zikr-i ilahiden daha iyidir. Çünkü Allahü teâlânın, ona ve onun zikrine ihtiyacı yoktur. Görme özürlü kimse ise, muhtaç bir kuldur. Bunu zarardan kurtarmak daha efdaldir. Hele, o a’mayı kurtarmayı dinimiz de emrettiği için, onu kurtarmak, zikirden daha mühimdir. Böylece dinin emrine de uyulmuş olur. Zikretmekte, yalnız Cenab-ı Hakkın hakkı vardır. Onun emri ile bir a’mayı önündeki çukura düşmekten kurtarmakta ise, iki hak birden yerine getirilmiş olmaktadır. Bu haklardan biri kul hakkı diğeri ise, Yaratanın yani cenab-ı Hakkın hakkıdır.
Abdüllah ibni Mubarek hazretleri; “Haram olarak ele geçen bir kuruşu, sahibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekten daha sevaptır” buyurmuştur. Din büyükleri de; “Haksız alınan bir kuruşu sahibine geri vermek, kabul olan altı yüz hacdan daha sevaptır” buyurmuşlardır.
Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeyen ve kendi nefsi için başkasının hakkını yiyen veya başkasını aldatanlar, hak sahipleri ile helalleşmedikçe affedilmeyeceklerdir. Yani, üzerinde kul veya hayvan hakkı bulunan kimseleri Allahü teâlâ affetmez ve bunlar ibadet etseler bile, Cehenneme girecekler, cezalarını göreceklerdir.
Her Müslümanın, ölüme hazırlanması lazımdır. Bunun için de, tevbe etmelidir. Kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Yani, hakları sahiplerine verip helalleşmelidir. Bir hadis-i şerifte; (Müsevvifler helak oldu) buyuruldu. Yani, ileride tevbe ederim, ileride helalleşirim diyenler, tevbeyi geciktirenler ziyan etti. Lokman hakim hazretleri oğluna nasihat ederek; “Oğlum, tevbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar” buyurmuştur.
.İlim çoktur fakat ömür
8/29/2004
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde, önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğrenmelidir. Zira İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İmam-ı Rabbani hazretleri; “Ehl-i sünnet İtikâdını ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistân kitabı ve hikâye kitapları okumamalıdır. Fıkıh kitapları yanında, Gülistân ve benzeri kitaplar lüzumsuzdur. Dinde lazım olanları, önce okumak, öğrenmek ve öğretmek lazımdır. Bunlardan fazlası ikinci derecede kalır” buyurmaktadır.
Şeyh Sadi Şirazi hazretlerinin Gülistân kitabını, kendimize lazım olan din bilgilerini öğrenmeden önce okumak lüzumsuz olursa, bid’at ehlinin ve din düşmanlarının kitaplarının ve yazılarının tiryâkilerine acaba ne denir. Yâ, din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmeden, para, mal, mevki kazanmaları için uğraşanlara ne demelidir! İstikbâli temin etmek, acaba bunları kazanmak mıdır? Yoksa, Allahü teâlânın rızasını kazanmak mıdır?
İlim öğrenmek çok kıymetlidir. Bilenle bilmeyenin bir olmayacağı, Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir. İlk nâzil olan âyet-i kerime, “Oku!” emri ile başlamaktadır. İlim, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. İlmi teşvik eden, öven sayısız hadis-i şerifler mevcuttur. Peygamber efendimiz; (Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır) buyurmaktadırlar.
Beşikten mezara kadar ilim öğrenmemizi emir ve tavsiye buyuran, yine Resulullah efendimizdir. Fakat insanın ömrü kısadır, ilmin ise sonu yoktur. İmam-ı Rabbani hazretleri, bir talebesini; “Vakit, keskin bir kılıç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan böyle yapar” buyurarak, öğrenilecek ve yapılacak işlerde, sıralamayı iyi yapmak ve vakti lüzumlu işlere harcamak konusunda ikâz etmişlerdir.
İbni Âbidin hazretleri de; “Din bilgilerinden kendine lazım olanları öğrenmek, farz-ı ayındır. Bundan fazlasını öğrenmek farz-ı kifâyedir” buyurmuşlardır.
Şeyh Abdülkuddus hazretleri, oğluna yazdığı bir mektupta; "Evladım, öncelikle vaktin kıymetini bil! Gece ve gündüz ilim öğrenmeye çalış! İlim öğrenmek, ibadet yapmak içindir. Kıyâmet günü, işten sorulacak, çok ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibadet de, ihlâs elde etmek içindir. Her şeyi Allahü teâlânın rızası için yapmak olan ihlâs da, hakiki mâbud ve kayıtsız şartsız var olan Allahü teâlâyı sevmek içindir" buyurmuştur.
Ebu Abdullah-ı Rodbâri hazretleri de, bir sohbetinde, talebelerine hitaben; "Sadece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını görür. İlim kendisiyle amel edilince kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıymetlenir" buyurmuştur.
İslam âlimlerinden Takıyyüddin Sübki hazretleri de şöyle buyurmaktadır:
“Kulun her hâlinde, kendine lazım olan bilgileri öğrenip ibadet yapması gerekir. Çünkü ömür çok kısadır. Ömrünün bir kısmı küçüklükte geçer. Bir kısmı büyüyünce, bedeni ihtiyaçlarını temin etmek, uyku, kendisine ârız olan hastalık, özür hâlleri, zaruri meşgaleler, insanlarla uğraşma ve geçim derdi gibi işlerle geçer. Bunlardan geriye, insan için çok az vakit kalır. İşte insan, ya bu kısacık ömrünü, kendine lazım olan bilgileri öğrenerek ibadet ve tâatle geçirerek Allahü teâlâya, Cennetine ve çeşit çeşit nimetlerine kavuşur, veya bu kısacık hayatı kendi aleyhine zâyi eder de, ebedi hüsrana uğrar veya ömrünü günah ve başkalarına düşmanlıkla geçirir. Böylece şeytanın yardımcılarından olur, onunla birlikte Cehennem ateşinde yanar. Herkes, yaşadığı kısa ömür içerisinde bu üç halden birinde bulunur.”
Ehl-i sünnet itikâdını, farzlardan ve haramlardan lazım olanları öğrenmek, kadın-erkek her Müslümana farz-ı ayındır. Bunları öğrenmemek suçtur, büyük günahtır. Bunları öğrenmeden, başka şeyleri öğrenmekle, ömür sermayesini tüketenler, ahirette hüsrana uğrayacaklardır. Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti, dinine ve dünyasına faydalı olmayan işlerle vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun, kendisine lazım olan fıkıh ilmi ve bu bilgilere uygun ibadet etmekle meşgul olmasıdır.
Ahmed Nâmıki Câmi hazretleri; "Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek, insana, bütün dünyadaki kazançların hepsinden, yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyidir ve üstündür" buyurmuştur.
İlim, elbette lazımdır. Fakat insana verilen ömür, sınırlıdır. Bunun için, mühim olanlara öncelik vermelidir. Emredilen ibadetler, bilgisizce yapılırsa, bunun bir faydası olmaz. Çünkü hazret-i Ali; "Allahü teâlâya ilimsiz ibadet eden kimse, değirmene bağlı merkep gibidir. Gün boyunca yürür, fakat hep aynı yerindedir" buyurmuştur.
İslamiyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs. Emirleri ve yasakları öğrenmek, öğrendiklerine tâbi olmak ve bunları yalnız Allah rızası için yapmak lazımdır.
.
İbadetleri göstermekten utanmak
9/3/2004
İbadetleri başkalarına göstermekten haya etmek, utanmak caiz değildir. Haya yani utanmak, günahları, kabahatleri göstermemeye denir. Bunun için, Kur'an-ı kerim okumaktan, namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, haramlardan sakınmaktan, Allahü teâlânın dinine hizmet etmekten ve bunları yaparken başkalarının görmesinden çekinmek, utanmak caiz değildir. (Haya imandandır) hadis-i şerifinde bildirilen haya, kötü, günah şeyleri göstermekten haya etmek, utanmak demektir. Haris el-Muhasibi hazretleri; "Haya, Allahü teâlânın beğenmediği kötü huylardan vazgeçmektir" buyurmuştur.
Müminin, önce Allahü teâlâdan haya etmesi lazımdır. Bunun için, ibadetlerini ihlas ile yapmalıdır. Hadis-i şerifte; (Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkir etmiş olur) buyuruldu.
Ziyaeddin Nurşini hazretleri; “Eğer insan, bir çocuktan utandığı kadar Allahü teâlâdan utansa, o kimseden ilahi emirlere zıt bir hareket zuhur etmez” buyurmuştur.
İbadet, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsanına kavuşmak için yapılan ibadet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlas ile ibadet etmemiz emrolundu. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlânın birliğine iman edenden ve namazı ve zekatı ihlas ile yapandan Allahü teâlâ razı olur) buyuruldu.
Resulullah efendimiz, Mu'az bin Cebel hazretlerini, Yemene vali olarak gönderirken; (İbadetlerini ihlas ile yap. İhlas ile yapılan az amel kıyamet günü sana yetişir) buyurmuştur.
Abdullah-ı Ensari hazretleri buyurdu ki:
"Öyle zaman olur ki, Allahü teâlâ bir kulunu ibadetleri ile meşgul eyler. O ibadetler, o kulun azıtmasına sebep olur. Yani kibir ve ucba kapılmasına yol açar. Yine öyle zaman olur ki, o kulunu bir işe, bir günaha düşürür. O günahı sebebiyle kul o kadar üzülür ki, bu üzülmesi o kimsenin hidayetine sebep olur. Haline bakıp gafletten uyanır. Tevbe ve istigfar eder. Bu her iki durumda da atılgan olmamalıdır. Allahü teâlâ, cesaret ve atılganlıkla günah işleyip de; "O bizi affeder" diyen kullarını sevmez. Günahları küçük görmekten daha zararlı bir şey yoktur. Günahların küçüklüğünü değil de, kimin koyduğu yasakları çiğnemekte olduğunu düşünüp, haya etmelidir."
Ali Havas Berlisi hazretleri de; “Dünyada Allahü teâlâdan haya edenleri, Allahü teâlâ kıyamet gününde azarlamaktan ve onlara gazap etmekten haya eder” buyurmuştur.
Amr bin Utbe hazretleri, Tabiin döneminde yetişen evliyadandır. Bir gazada o da bulunmuştu. Bir nöbet esnasında, nöbeti arkadaşlarına devredip namaza durur. Bu sırada bir aslan kükremesi işitilir. Herkes telaşa kapılıp, sağa sola kaçmaya başlar. Amr bin Utbe hazretleri, kendinden geçmiş bir vaziyette namazına devam eder. Aslan, Onun etrafında dolaşıp bir şey yapmaz. Sonra arkadaşları; "Aslandan korkmadın mı?" deyince O; "Allahü teâlânın dışında başka bir şeyden korkmaktan Allahü teâlâya karşı haya eder, utanırım" diye cevap vermiştir.
İsmail Ankaravi hazretlerine, haya yani utanmakla alakalı bir sual arz edilince, cevaben buyurur ki:
"Bir gün Peygamber efendimiz Eshabına buyurdu ki: "Eshabım! Allahü teâlâdan tam bir şekilde haya ediniz." Eshab-ı kiram; "Ya Resulallah! Biz zaten Allahü teâlâdan, haya eder utanırız" dediler Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Haya bu değildir. O kimse ki Allahü teâlâdan tam bir şekilde haya eder. Gözünü, kulaklarını ve diğer uzuvlarını haramlardan, bâtınını ve edep yerini haram ve zinadan korur, ölümü hatırlar, ahireti diler, dünyanın süs ve ziynetlerini terk eder ise, hakikatte bu kimse Allahü teâlâdan haya etmiştir." Haya güzel bir huydur ki dinimizce iyi olduğu bildirilmektedir."
Bişr-i Hafi hazretlerinin, kendisine tevbe nasip olduğu zaman ayağında ayakkabısı yoktu. Daha sonra da hiç ayakkabı giymedi. Kendisine bunun sebebi sorulduğu zaman; "Allahü teâlâya tevbe ettiğim, günah işlememeye söz verdiğim zaman yalın ayaktım. O zaman giymediğim ayakkabıyı şimdi giymeye haya ederim” cevabını vermiştir.
Ebu Süleyman Darani hazretleri; "Kul, Allahü teâlâdan haya ederse, Allahü teâlâ onun ayıplarını örtüp, insanlardan gizler, hatalarını affeder. Kıyamet günü hesabını kolay eyler" buyurmuştur. Abdülkadir Geylani hazretleri ise; "Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz. Gaflette olmayınız. Zamanınız, zayi olup gidiyor. Halbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binaları kurmakla meşgul oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzurunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor” buyurmuştur.
Dünya nimetleri geçicidir. Ömürler ise, pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dinini vermek, ibadetleri terk etmek ve haramlara dalmak ahmaklık ve hayasızlıktır. Yusuf bin Hüseyin hazretleri; “Allahü teâlânın kendilerini her an görmekte olduğunu bilen insanlar, Onun kendilerini görmekte olduğunu düşünerek, Ondan ve emirlerinden başka şeye iltifat etmekten haya ederler” buyurmuştur.
|
. |
|
|
|
|
|
...
Akıl kıymetlidir ancak...
5 Eylül 2004 01:00
Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saâdeti felaketten, doğruyu eğriden ve yararlıyı zararlıdan ayırabilen bir kuvvet yaratmıştır. Bu çok kıymetli kuvvet, akıldır. Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırdetmek için yaratılmıştır. Akıl bir ölçü âleti gibidir. İki iyi şeyden, daha iyi olanını ve iki kötü şeyden, daha kötü olanını ayırır. Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terkedendir. Akıl göz gibidir. Din de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez. Şaşmayan, yanılmayan akla Akl-ı selim denir. Akl-ı selim sahibi olan kimse, nefsine değil İslamiyete uyar. Akıl kıymetlidir ancak tek başına senet değildir. Akıl yalnız başına yol gösterici değildir. Dînin rehberliğine muhtaçtır. Yoksa sapıtır. Akıl tek başına doğru yolu bulamaz, bulabilseydi Peygamberler gönderilmezdi. Bunun için insan, kendi aklına göre hareket etmemelidir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla beraber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği imânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için imân da odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, imân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyyette felsefe yoktur, İslâm felsefesi, İslâm filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan İslâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslâm âlimleri vardır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri gibi zatlar, filozof değil müctehittir. Akıl göz gibidir... Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Akıl, yalnız başına maneviyatı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri ve -Onlar vasıtası ile gönderdiği- dinleri yaratmıştır. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bunları bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Molla Câmî hazretleri; "Akıl dışında olan şeyler, keşif, müşâhede ve kalb gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlayamaz. Nitekim, his uzuvları da, aklın anladığı şeyleri anlayamıyor" buyurmaktadır. İslâmiyyete uymayan veya aklı az olan kimseler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir ferd, hiçbir cemiyet mesut olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesut yaşayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmayan aklı da, bazan doğruyu bulur, bazan da yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur? İsrâ sûresinin 15'inci âyetinde meâlen; (Kim doğru yola girerse, kendi lehine girer. Kim, kendi aklına uyarsa, sapıtırsa, kendi zararına sapıtır. Kimse kimsenin günâhını çekmez. Biz Peygamber göndermedikçe azâb etmeyiz) buyurulmaktadır. İnsanların şekil ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akıl, tabiat ve ilimleri de farklıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir. Birinin tabiatına uygun olan bir şey, başkasının tabiatına uymaz. O halde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü, doğru bir senet olamaz. Ancak, akıl ile din, birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Bunun içindir ki din büyükleri: "Dinini ve imânını, insan düşüncelerinin neticelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!" buyurmuşlardır. Hangi akıl hüccettir?.. Evet akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyetin bütün emirlerini aklına uygun getirmek isteyen, aklı ile isbâta kalkışan kimse, Peygamberliğe inanmamış olur. Onunla konuşmak akıl işi değildir. Her şeyi akıl ile çözmek isteyen kişi, Tahta ayak takmış bacaksızlara benzer. Kısa aklına uydurmak ister her işi, Dün yaptığını, bugün değiştirmek ister.
.
Gafletin insana yaptığı zararı
9/10/2004
Gaflet; nefsine uyarak, Allahü teâlâyı, Onun emir ve yasaklarını unutmak demektir. Bayezid-i Bistami hazretleri; “İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı zararı Cehennem ateşi bile yapmaz” buyurmuştur.
İnsanların gaflete, hatta günaha, isyana, küfre dalması çeşitli sebepler yüzünden olur. Bunlar, insandan insana değişmekle beraber, cehalet, kibir ve ölümü unutmak, gafletin en büyük sebeplerindendir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız!) buyurmuşlardır.
Ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesareti azaltır. Nefse uymak, İslamiyet’e uymaya mani olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur. Peygamber efendimiz; (Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve ahirete zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur) buyurmuşlardır.
Gençlik ve sıhhat, insanı gaflete düşürebilir. İnsan, gençliğine ve sıhhatine güvenerek, dünyanın zevk ve eğlencelerine kendini kaptırabilir. Bunun için de, ibadetlerini vaktinde yapamaz, tevbe etmeyi hatırına getiremez, ahireti unutabilir, kibre, gurura sürüklenebilir. Bunun için hazret-i Ali; “Gaflet, insana gurur getirir, helake yaklaştırır” buyurmuştur. Abdülkadir-i Geylani hazretleri de; “Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gafil olmasıdır” buyurmuştur.
Parasına, makamına, gençliğine ve sıhhatine güvenen kimse, dünya malına, makamına kendini kaptırabilir. Ömrünü, nefsinin istek ve zevkleri için harcayabilir. Bu gaflet hali de onu, Cehenneme götürür. Zira Resulullah efendimiz; (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır) buyurmuşlardır.
Cenab-ı Hakkın emirlerine değil de, kendi düşüncelerine, nefsine tâbi olan kimse, gafil demektir. Böyle olan kimsenin kalbi paslı, kirli demektir. Pas tutmuş bir kalbde ise, Allahü teâlânın sevgisi olmaz. Bunun için İbn-i Ataullah hazretleri; "Gönlünde günahlar ve dünya sevgisi olanın, kalbi nasıl parlar? Yahut, nefsi emmarenin arzularına göre hareket eden, Allahü teâlânın rızasını nasıl kazanır? Gaflet ve günahlardan temizlenmeden, Allahü teâlânın huzuruna girmeyi nasıl ister? Çirkin işlerinden tevbe etmeyen, ince sırları anlamayı nasıl umar?" buyurmuştur.
Gafil olanın yaptığı ibadetler, hep gaflet içinde olur, sahih olsa bile, kabul olma ihtimali zayıftır. Yeme ve içmede, helale, harama dikkat etmeyen kimse, istese de kendini gafletten kurtaramaz, yaptığı ibadetlerden zevk alamaz.
Behaeddin-i Buhari hazretleri buyuruyor ki:
"Yenilecek bir gıda, bir yiyecek, her ne olursa olsun gaflet içinde, gadapla veya kerahatle hazırlansa, tedarik edilse, onda hayır ve bereket yoktur. Zira ona nefs ve şeytan karışmıştır. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka bir çirkin netice meydana gelir. Gaflete dalmadan yapılan ve Allahü teâlâyı düşünerek yenen helal ve halis yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların halis ve salih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi; yemede ve içmede bu hususa dikkat etmediklerinden ve ihtiyatsızlıktandır. Her ne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşu ve hudu halinde bulunmak, zevkle ve göz yaşı dökerek namaz kılabilmek, helal lokma yemeye, Allahü teâlâyı hatırlayarak yemeği pişirmek ve yemeği Allahü teâlânın huzurunda imiş gibi yemeye bağlıdır. Vücuduna haram lokma karışmış bir kimse, namazdan tat duymaz."
Alaüddevle Semnani hazretleri ise; "İnsan vücudunda amellerin tohumu, yenilen lokmadır. Bir kimse lokmayı gaflet içinde yerse, lokma helalden de olsa, insanların ondan fayda görmesi mümkün değildir" buyurmuştur.
Ebu Bekir Tamistani hazretleri, dünyayı imar etmenin gaflet ehlinin işi olduğunu bildirerek buyurdu ki:
"Gaflet, gaflet ehlinin işi olduğu gibi, dünyaya önem vermek ve ona bel bağlayarak imar etmek de gaflet ehlinin işidir. Ancak her dünyaya çalışan gaflet ehli sayılmaz. Bir sanat ehli, yaptığı sanatla kullara faydalı olmayı niyetine almalıdır. İş böyle olunca, ona gaflet ehli denmez. Ancak dünyaya gönül verip, onu elinde toplamak isterse, dünya ehli olur ve gaflet ehli sayılır.”
Ahmed Siyahi hazretleri, oğluna nasihat ederek; “Ey oğul; Şeytanın silahı gaflet yani Allahü teâlâyı unutmaktır. Ona karşı tedbir, Allahü teâlâyı anmak ve hatırlamak, Onun büyüklüğünü düşünmektir” buyurmuştur.
Gafletten kurtulmanın çaresi ise, gafil olmayanlarla beraber olmak veya böyle olanların kitaplarını, hayatlarını okumaktır. İmam-ı Rabbani hazretleri; “Seher vakitleri istigfar etmelidir. Gafletten, nefse uymaktan lezzet almamalıdır. Dünyanın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü hatırlamalı, ahiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir” buyurmaktadır.
.Yarın yaparım diyen
9/12/2004
Hayırlı işleri sonraya, yarına bırakmak, kötü huylardandır. İbadetleri vaktinde yapmamak, haramlardan sakınmamak ve kendisine lazım olan ilimleri öğrenmeyi geciktirmek, kötü huylardan sayılmaktadır. Peygamber efendimiz; (Ölmeden önce tevbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mani çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızklarına ve yardımına kavuşunuz!) buyurmaktadır.
Zekatını vaktinde vermeyen kimse, fakir olunca, çok pişman olur. Namazlarını vaktinde kılmayan, orucunu tutmayan, farzları yapmayan, haramlardan sakınmayan kimse de, çok pişman olacaktır. Bu borçlardan kurtulmadan vefat ederse, ahirette çok ah eder. Fakat bu ah etmenin bir faydası olmaz. Çünkü onun feryadını kimse işitmez ve dinlemez. Nitekim Resulullah efendimiz; (Yarın yaparım diyen helak oldu, ziyân etti) buyurmuştur.
Abdülehad Serhendi hazretleri, bir talebesine hitaben; “İyi amelleri sonraya bırakanlar helak oldular. Yarın yaparım diyenler, ya yarına kavuşamazsa.. Yarına kavuşup da, bu imkânı, sıhhati, kuvvet ve rahatlığı bulamaz. O zaman çok pişman olurlar” buyurmuştur.
Amasya'da yetişen velilerden Ali Hâfız Efendi de talebelerine sık sık; "Ölümden korkuyor ve hazırlığımız yok diyorsak ne duruyoruz? Ne yapacaksak bir an önce yapalım. Yarın, vakit, fırsat elverir mi, bunu bilmiyoruz. Giden günler ömürden gidiyor. Sonra bu sermaye aniden tükenir de haberimiz bile olmaz!" diye nasihat ederdi.
İmam-ı Rabbani hazretleri de, bir yakınına hitaben; “Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir haldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir arada bulunduğu bir zamandasın. Saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeplere yapışmayı, yarar işleri yapmayı, niçin yarına bırakıyorsun?” buyurmuştur.
Câfer-i Sadık hazretleri, Peygamber efendimizin torunlarındandır. Çok alçak gönüllü olup kimseyi incitmezdi. Her mümini kendisinden daha kıymetli bilirdi. Bir gün hizmetçilerini çağırıp onlara;
-Geliniz, sizinle sözleşelim. Kıyâmet günü içinizden hanginiz kurtulursa, onun diğerlerine şefaatçi olması için birbirimize söz verelim buyurdu. Onlar da;
-Ey Allahü teâlânın Resulünün evladı! Sizin bizim şefaatimize ihtiyacınız yoktur. Dedeniz Muhammed aleyhisselam, bütün insanların ve cinlerin şefaatçisidir dediler. Bunun üzerine Câfer-i Sadık hazretleri;
-Ben bu amellerimle, işlerimle yarın kıyâmet gününde ceddimin yüzüne bakmaya utanırım buyurmuştur.
Daygam bin Mâlik hazretlerinin yakınlarından biri, başlarından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
"Biz, Daygam bin Mâlik hazretleri ile beraber gemi ile yolculuk yapıyorduk. Gece olunca O, sabaha kadar ağladı, inledi. Sabah olunca biz; "Ey Mâlik! Gecen çok uzun sürdü" dedik. Yine ağladı. Sonra; "İnsanlar yarın başlarına gelecek şeyleri bilseler, hayattan ebedi olarak lezzet almazlardı. Vallahi şu gecenin şiddetli karanlık ve korkusu, bana ahireti ve oradaki işin zorluğunu hatırlattı. O gün bütün işler insanı üzer dedikten sonra, Lokman suresinin 33. âyet-i kerimesini okudu. Bu âyet-i kerimede mealen; (Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evladı, ne evladın babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın) buyurulmakta idi."
Ebü'l-Hasan-ı Şâzili hazretleri, başlarından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
"Bir arkadaşımla bir mağarada bulunuyorduk. Allahü teâlânın muhabbetiyle yanmayı ve Ona kavuşmayı istiyorduk. Yarın kalbimiz açılır, velilik makamlarına kavuşuruz derdik, yarın olunca da, yine yarın açılır derdik. Yarınlar gelip geçiyor ve bir türlü bitmiyordu. Bir gün birden heybetli bir zât yanımıza girdi. Ona; "Kimsin?" dedik. Abdülmelik'im, yâni Melik olan Rabbimizin kuluyum dedi. Velilerden olduğunu anladık. "Nasılsınız?" dedik. "Yarın olmazsa, öbür yarın kalbim açılır diyenin hâli nasıl olur? Allahü teâlâya, sırf Allah için ibadet etmedikçe, vilayet ve kurtuluş yoktur" dedi. Bu söz üzerine gafletten uyandık. Tevbe ve istigfâr ettik. Bunun üzerine kalblerimiz Allahü teâlânın muhabbetiyle doldu."
Ebu Said-i Ebü'l-Hayr hazretleri buyurdu ki:
"Vakit, iki nefes arasındadır. Biri geçti biri henüz gelmedi. O halde dün gitti, yarın nerede. Gün bugündür. Vakit keskin bir kılıçtır."
İmam-ı Gazâli hazretleri de; “Bugün, ecelin geldiğini, daha bir gün müsaade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farzet ve yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi azânı haramdan koru!” buyurmuştur.
Netice olarak, Bişr-i Hâfi hazretlerinin buyurduğu gibi; "Dün öldü, bugün can çekişiyor, yarın doğmadı. Öyle ise şu anı değerlendirmek için amele sarıl."
Gel, düşünme kara kara!
Yarın, girince mezara,
Cevap için hazır mısın?
.Her kabdan içindeki sızar
9/17/2004
Söz ve yazı, sahibinin aynasıdır. Çok kimse, düşmanına kızdığı zaman, onda, kendindeki kötülüklerin bulunduğunu söyler. Her kabdan, içinde bulunan sızar. Alçak olanın sözleri ve kelimeleri de, kendi gibi olur. O çirkin sözlerin karşısında kalanlar ise, pisliğe düşen pırlantaya benzer.
Bir kimse, kötü düşünceli ise ve insanlara kötülük yapmaktan zevk alıyorsa, böyle bir kimse, etrafındakilere, kötü düşüncelerinden başka bir şey veremez. Dolayısı ile etrafındakilere hep kötülük yapar, sözleri ile onları incitir, kalblerini kırar. İyi düşünceli olan ve insanlara iyilik yapmaktan, yardımda bulunmaktan zevk alan bir kimse de, çevresindekilere, kendinde bulunan meziyetleri yani iyilikleri, güzellikleri verir. Atalarımız; "Her kabdan içindeki sızar" demişlerdir. Onun için bir kimse, iyi mi yoksa kötü mü olduğunu, çevresindeki, yanındaki insanlara sormalıdır. Yahut da çevresindeki insanlara nasıl muamele ettiğine bakmalıdır. Onlara iyilikte bulunuyor, sözleriyle, davranışlarıyla yardımda bulunuyor, kalblerini kırmıyorsa, iyi bir kimse demektir. Bunun tersi ise, o kimse, kendinin kötü olduğunu anlamalı ve bu huyundan vazgeçmelidir.
Yumuşak huylu kimse, daima neşeli ve rahat olur. Böyle kimseyi herkes sever ve herkes över.
Olur olmaz her şeye öfkelenen, kızan kimseyi hiç kimse sevmez. Zaten bu şekildeki öfke, şeytanın vesvesesinden meydana gelmektedir. Nitekim hadis-i şerifte; (Gadap, şeytanın vesvesesinden hasıl olur. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, öfkelenince abdest alınız!) buyurulmuştur.
Abdullah ibni Abbas hazretlerine bir kimse hakaret ederek, kötü sözler söyleyince, ona; “Bir ihtiyacın varsa, sana yardım edeyim” cevabını vermiştir.
Zeynel Abidin Ali hazretlerine bir kimse, hakaret edip, kötü sözler söyleyince, elbisesini çıkarıp o kimseye hediye etmiştir.
İsa aleyhisselam, yahudilerin yanından geçerken, kendisine çok kötü şeyler söylediler. Onlara iyi ve tatlı cevaplar verdi. “Onlar, sana kötülük yapıyor, sen onlara iyi şeyler söylüyorsun” dediklerinde; “Herkes, başkasına, yanında bulunandan verir” buyurmuştur.
Davud-i İskenderi hazretleri buyurdu ki:
"Bir kimse sana, nefsani hazinesinden bir şeyler vermek isterse, onu sakın kabul etme! Bir kimse ki, sana akıl hazinesinden bir şey vermek isterse, bunu, içindeki hikmet nuru ile mukayese et! Arzuna göre ister kabul et, istersen reddet! Bir kimse de, sana kalb hazinesinden bir şey vermek dilerse, sakın onu reddetme! Hemen kabul et! Hatta fazla vermesini, arttırmasını iste!"
İbrahim Desuki hazretleri, oğlu kendisinden nasihat isteyince, ona hitaben; "Ey gözümün nuru evladım. Önce içindeki nefs denilen ejderi öldür! Yüzünü toprağa sür! Hata ve isyanını kabul ve itiraf et ve işlediğin hata dolu ibadetlerinin yüzüne çarpılmasından kork!" buyurmuştur.
Ebu Bekr-i Verrak hazretleri ise; "Eskiden fütüvvet sahipleri yani başkasını kendine tercih edenler, arkadaşlarını över, kendilerinden bahsetmezlerdi. Hatta kendilerini kötülerlerdi. Rahatlığı, dostları için, zahmeti kendilerine seçerlerdi. Şimdiyse herkes kendini övüp, dostlarını kötülüyor. Zahmeti arkadaşlarına, rahatı kendilerine alıyorlar" buyurmuştur.
Rükneddin Ebü’l-Feth hazretleri, buyuruyor ki:
“Kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibarettir. Suret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, surete göre değil. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ, suretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar) buyuruldu. Ama sıfatın hükmü, hakikat üzere, ancak ahirette görünür. Çünkü orada her şeyin hakikatı zahir olur. Bu suret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel’am-ı Baura, o kadar taatiyle birlikte, köpek suretinde haşrolunacaktır. A’raf suresinin 176. âyet-i kerimesinde mealen; (Onun hâli köpeğe benzer) buyuruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecavüz eden, kendini kurt suretinde; kibirli olan, kaplan suretinde; bahil ve haris olan da, kendini domuz şeklinde bulacaktır. Kaf suresinin yirmi ikinci âyet-i kerimesinde mealen; (Şimdi senin perdeni açtık! Artık bugün gözün keskindir) buyurulması, bunu gösterir. İnsan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında yer almaktadır. A’raf suresinin yüz yetmiş dokuzuncu âyet-i kerimesinde mealen; (İşte onlar, hayvanlar gibidir; doğrusu daha sapık ve aşağıdırlar) buyuruldu. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi ise, ancak Allah’a sığınmak ve Ondan yardım istemekle mümkündür.”
Ebu İdris hazretleri şöyle nakletmektedir:
"Horasan'da Dahhak hazretleri ile karşılaştım. Üzerimde, eski bir kürk vardı. Dahhak; "Kirli elbiseler içerisinde temiz bir kalb, temiz elbiseler içindeki kirli bir kalbden daha hayırlıdır, iyidir" buyurdu.”
Netice olarak; herkes ne yaparsa kendine yapar ve her kabdan da içindeki sızar. Yahya bin Mu’az-ı Razi hazretleri; “Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktarda, herkes sana yardımcı olur” buyurmuştur.
.Kötülük edeni affedebilmek
9/19/2004
Zulmedeni affetmek, hilmin, merhametin ve şecâatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek, ihsanın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsanda bulunmak ise, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Ra’d suresinin yirmi ikinci âyetinde mealen: (Onlar, şu kimselerdir ki, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve âşikâr infâk eder, verirler. Kendilerine kötülük yapanlara, iyilik ederler. O müminler için ahiret saadeti ve rahatı vardır) buyurulmuştur.
Peygamber efendimiz; (Sana darılana git, barış! Zulüm yapanı affet. Kötülük yapana iyilik et!) buyurmuştur.
Muhyiddin Arabi hazretleri de; “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfran-ı nimet etmiş olur” buyurmuştur.
Abdullah-ı Dehlevi hazretleri, Müslümanlara karşı çok şefkatli ve merhametli idi. Seher vakti bütün Müslümanlara dua ederdi. Kötülük gördüklerine de iyilik yapardı. Kudretullah Han isminde bir komşusu vardı. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerine sıkıntı verir, gıybetini yapar, aleyhinde konuşurdu. Bir gün Kudretullah Han hapse düşer. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri, onun hapisten çıkması için çok uğraşır fakat bunu ona hiçbir zaman söylemez.
Ebu Ali Sekafi hazretleri, güzel ahlak sahibi idi. Kendisine kötülük edenleri bağışlar ve nasihat ederdi. Bu zatın kuşçuluk yapan bir komşusu vardı. Her zaman sıkıntı verirdi. Ebu Ali Sekafi hazretlerinin evinin damına konan güvercinleri taşlayıp uçururdu. Bir gün Ebu Ali Sekafi hazretleri evinin damında oturmuş Kur'an-ı kerim okuyordu. Kuşçu komşusu yine güvercinlere taş attı. Lakin attığı taş bu defa Ebu Ali Sekafi hazretlerinin alnına rastladı ve yardı. Yüzünden aşağı kanlar akmaya başladı. Etraftan bu hâli görenler; "Şimdi Ebu Ali hazretleri şehrin vâlisine gider, onu şikayet eder ve zararını defeder. Zirâ vâli onun ricasını kabul eder. Böylece hepimiz onun zararından kurtuluruz" dediler. O zaman Ebu Ali hazretleri hizmetkârını çağırdı ve; "Evladım! Şimdi şu bahçeye git ve uzunca bir çubuk yap getir" buyurdu. Hizmetçi çubuğu hazırlayıp getirince; "Şimdi şu çubuğu kuşçu komşumuza götür ve şu güvercinleri taş atarak değil de, bu çubukla uçurmasını söyle" buyurdu. Hizmetçi gidip Ebu Ali Sekafi hazretlerinin sözlerini söylediğinde, kuşçu yaptıklarına pişman oldu ve özür diledi.
Hâce Behâeddin Zekeriyyâ hazretleri, tevâzu sahibi, gayet alçak gönüllü bir zat idi. Hiç kızmazdı. Haddini bilmeyenlerden kendisini üzenler, rahatsız edip sıkıntı verenler, hatta daha da aşırı giderek bağırıp çağıranlar, hakâret edenler olurdu. Bunların hepsine sabreder, hepsini affeder, hepsini hoşgörü ile karşılar, kötülük edenlere, sıkıntı verenlere iyilikle karşılık vermeye çalışır ve; "Hak yolu seçenler, Allahü teâlâya giden yolda denenirler, imtihan edilirler. Başkalarından gelen sıkıntılara karşı sâkin ve sabırlı olmak yetmez. Aynı zamanda onlara gül demeti sunabilmelidir" buyururdu.
İmam-ı Zeynelabidin hazretleri buyurdu ki:
“Kıyâmet günü, fazilet sahipleri kalksın diye çağrılır. İnsanlar arasında bir grup kalkar. Onlara;
-Hadi Cennete giriniz denilir. Onlar Cennete giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler;
-Nereye gidiyorsunuz derler.
-Cennete derler.
-Hesaptan önce mi Cennete giriyorsunuz? derler.
-Evet cevabını verirler.
-Sizler kimlersiniz? dediklerinde,
-Biz fazilet ehliyiz derler.
-Sizin faziletiniz nedir? diye sorarlar. Onlar da;
-Dünyada bize hakâret edildiğinde tahammül ederdik. Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında affederdik derler. Bunun üzerine melekler,
-Hadi Cennete giriniz. Salih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler.”
Ebu Hafs-ı Haddâd hazretleri, Allahü teâlâya ve Onun kullarına karşı edep hakkında şöyle buyururdu:
"Allahü teâlâya karşı edep, onun emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, Ondan korkmak, çekinmek. Bir bela ve sıkıntı sırasında insanlara güzel muamele, genişlik zamanında yumuşaklıkla, nefsin yoksulluğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve kerem ile davranmak, gücü yettiği zaman affetmek, insanlara merhamet ve şefkat göstermek, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik etmektir.”
Ebu Hüseyin Verrâk hazretleri şöyle anlatmaktadır:
"Biz talebeliğimiz sırasında, şu hususlara dikkat ederdik. Bize verilen şeyleri, ihtiyacımız olsa bile severek muhtaç birine verirdik. Bize kötülük yapanlardan asla intikam almaz, hatta onları mazur görüp özür dilerdik. Hakâret gördüğümüz kimseye iyilik yapardık. İçimizdeki kötü düşünceler yok oluncaya kadar ona ihsanda, ikramda bulunurduk."
Netice olarak herkese iyilik yapmalı, kötülük edenlere, kötülükle karşılık vermemelidir. Aklı olan, İslam’ın güzel ahlakı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir.
Hikmet ehlinin buyurduğu gibi:
"Mert isen, kötülük yapana, iyilik yap.
.
Samimi insan tavrını değiştirmez
9/24/2004
Samimi, ihlaslı insan, en iyi halinde de, en zayıf halinde de tavrı değişmeyen kimsedir. Böyle olan bir Müslüman, Allah için sevinir ve Allah için üzülür. Zaten dinimiz de böyle olmamızı istemektedir.
İhlas, halis, temiz etmek, niyeti temizlemek, yalnız Allah için yapmak demektir. Böyle ihlasın hasıl olması için, Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lazımdır. Zümer suresinin üçüncü âyetinde mealen; (Biliniz ki, Allahü teâlâ, halis olan din ister) buyuruldu. Böylece, herkese, ihlas kazanması emrolundu.
Kalbde ihlas hasıl olması, Allah isminin çok söylenmesi, hatırlanması ile olur. Kalbin temizlenmesi, İslamiyet’e uymakla olur. İslamiyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlas. Emirleri ve yasakları öğrenmek, öğrendiklerine tâbi olmak, bunları yalnız Allah rızası için yapmak lazımdır. İtikadı doğru olan her Müslümanda, az da olsa, bu ihlas, bu samimiyet vardır. Zira ihlas ile yapılan ibadet, insanı hakiki imana kavuşturur. Hadis-i şerifte; (İbadetlerini ihlas ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidayet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler) buyuruldu.
Allahü teâlâya yakın olmak, yani Onun sevgisine kavuşmak için, ihlas ile İslamiyet’e uymak lazımdır. İslamiyet’e yapışmak, yani emirleri yapmak ve haramlardan sakınmak, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturur ise de, bunları ihlas ile yapmak şarttır. Hem emir ve yasaklara uymalı, hem de, ihlas elde etmelidir. Zira ihlas, lafta değil, insanın işlerinden belli olur. Resulullah efendimiz Mu’az bin Cebel hazretlerini, Yemene vali olarak gönderirken; (İbadetlerini ihlas ile yap. İhlas ile yapılan az amel kıyamet günü sana yetişir) buyurmuştur.
İbadetin kabul olması için, niyetin halis olması, yani yalnız Allahü teâlânın rızası için yapılması lazımdır. Bu ihlası elde etmek kolay değildir. Nefsi temizlemek, takva ile yani haramlardan sakınmakla olur. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibadetlerini ihlas ile yapması çok güçtür. Hadis-i şerifte; (Kırk gün ihlas ile İslamiyet’e uyan kimsenin kalbini, Allahü teâlâ hikmet ile doldurur. Bunları söyler) buyuruldu.
İslam âlimleri ve tasavvuf büyükleri buyuruyor ki;
“İnsana vacip olan birinci vazife, iman, amel ve ihlas sahibi olmaktır. Dünya ve ahiret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ve dil ile, yani söz ve bedenle yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlaktır. İhlas, amelini yani bütün işlerini, ibadetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.”
Amellerin, ibadetlerin kıymeti, imanın derecesi ile ölçülür. İbadetlerin parlaklığı, ihlasın miktarına bağlıdır. İman ne kadar kâmil ise, ihlas da o kadar çok olur.
İnsanın birinci vazifesi, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmaktır. Bunun da tek yolu, Resulullah efendimize uymak ve bid’atlerden sakınmaktır. Resulullah efendimize kolay ve doğru uyabilmek için ihlas lazımdır. İhlas ile yapılmayan ibadetler faydalı olmaz yani kabul edilmez. İhlas elde etmek de, Din Büyüklerinin bildirdikleri şekilde ve Onların gösterdiği yolda çalışmakla nasip olur. Eshab-ı kiramın hepsi, sohbette bulunarak ve Resulullah efendimizin bildirdiklerin yaparak, ihlasın en üstün derecesine kavuştular.
Din Büyükleri, Cenneti, Allahü teâlânın razı olduğu yer olduğundan ve Cenneti isteyenleri sevdiği için, isterler. Cehennemden sakınmaları da, Allahü teâlânın gazap ettiği yer olduğu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatlı geldiği için değildir. Cehennemden kaçınmaları, orada azap ve sıkıntı olduğu için değildir. Çünkü, bu büyükler, sevgilinin yaptığı her şeyi güzel görür. Bunları kendilerinin maksadı bilirler. Sevgilinin her işi, sevgili olur. İşte, tam ihlas budur.
Şeyh Abdülkuddus hazretleri oğluna nasihatinde; "Vaktin kıymetini bil! Gece ve gündüz ilim öğrenmeye çalış! İlim öğrenmek, ibadet yapmak içindir. Kıyamet günü, işten sorulacak, çok ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibadet de, ihlas elde etmek içindir. Her şeyi Allahü teâlânın rızası için yapmak olan ihlas da, Allahü teâlâyı sevmek içindir" buyurmaktadır.
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri de; "Bir kimse, yaptığı ibadetlerini ihlas ile yaparsa, Allahü teâlâ o kimseye, boş hallerden, lüzumsuz heveslerden kurtulmak nimetini ihsan eder" buyurmuştur.
Ebü'l-Kasım Bişr hazretleri talebelerine hep; "Tamah ve dünyaya düşkünlükten kurtulmaya gayret edin. Çünkü insanda tamah varken, ihlas yani her şeyi Allah için yapma arzusu bulunmaz. Kulluk, ihlas ile olur” buyururdu.
Netice olarak, samimi olan yani ihlas sahibi olan bir Müslüman, her sözünde, her işinde Cenab-ı Hakkın rızasını gözetir. Zamanın ve hallerin değişmesi ile, halinde, tavrında bir değişiklik olmaz.
Ahmed Mürşidi Efendinin şu duasına amin dememek mümkün mü?
"Ya Rabbi! Bizi kötü huylardan koru. Bize, işlerimizi ihlas ve içtenlikle yapmayı, bize ihlas ile amel etmeyi nasip eyle!”
|
..Yılan candan kötü arkadaş ise
9/26/2004
Yılan, insanı candan eder, kötü arkadaş ise, insanı hem candan hem de imandan eder. Zira; “Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir” buyurulmuştur.
İnsan, kendisinin ve her şeyin yaratıcısını tanımaya elverişli olarak, yaratılmıştır. Yaratıcısına ibadet etmek ve Ona yaklaşmak arzusu, her insanda vardır. Fakat böyle elverişli olmanın ve bu isteğin kıymeti yoktur. Çünkü, nefs, şeytan ve kötü arkadaş, insanı aldatarak yaratılışındaki bu arzuyu yok eder.
Din büyükleri; “İmanın düşmanı dörttür: Sağda kötü arkadaş, solda nefsin hevâsı, istekleri, önde dünyaya düşkün olmak ve arkada şeytân, imanı almak dilerler. Kötü arkadaş, yalnız insanın malını, parasını çalmak, dünyasını almak için aldatanlar değildir. Arkadaşların en kötüsü, en zararlısı insanın dinini, imanını, edebini, hayâsını, ahlakını bozmaya uğraşanlar, böylece dünyasına ve ahiretine, ebedi saadetine saldıranlardır” buyurmuşlardır.
Ahmed Nâmıki Câmi hazretleri, iyi bir arkadaşın nasıl olacağını anlatırken buyuruyor ki:
“Görüşülen, beraber olunan kimsenin iyi arkadaş mı yoksa kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek hususlar şöyledir: Gördüğünüz kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı sağlıyor, bunu tazeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa, işte o iyi bir arkadaştır. Ama beraber olduğunuz kimse, cenâb-ı Hakkı ve Onun zikrini size unutturuyorsa, o kimse kötü bir arkadaştır. Ondan, yırtıcı aslandan kaçar gibi hatta daha çok kaçmalıdır. Çünkü aslan, insanın canını alabilir fakat imanına zarar veremez. Kötü arkadaş ise, insanın hem imanının ve hem de canının gitmesine, onun ebedi felaketine sebep olur.
İyi arkadaşa sahip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. İnsana ulaşan her felaket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır.
İyi arkadaş, insanı, aşağılıklardan yüksekliklere ulaştırır. Kötü arkadaş ise, bunun tersini yapar.
Herkesle arkadaş olmamalı. Konuşulan kimselerin akıl ve anlayışlarına uygun konuşmalı.
Kibirlenmemeli ve sırrını da herkese söylememelidir. Herkesin sözüne aldanmamalı. İnsanların sözlerine değil, işlerine bakmalı. Kendi kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına faydası olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu kendisine çevirip iyi yapabilirse ne âlâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok fenadır.”
İbrâhim bin Ebu Tâlib Betâihi anlatır:
“Ebu Bekr bin Kavvâm hazretlerini ziyaret etmek için yola çıktım. Yolda bir kervana rastladım ve onlarla arkadaş oldum. Yol boyunca, içkiden ve içki meclislerinden bahsettiler. Ebu Bekr bin Kavvâm hazretlerinin huzuruna vardığımda bana;
-Hayırdır yâ İbrâhim bu hâlin nedir? dedi. Ben de;
-Benim hâlim nasıldır efendim? dedim. O zaman;
-Elinde içki ve âletleri var deyince, ben de;
-Yolda gelirken bir kervandakilerle yol arkadaşlığı yaptım. Onlar devamlı içkiden bahsetmişlerdi. Demek ki konuşmaları bana da tesir etmiş dedim. Bunun üzerine Ebu Bekr bin Kavvâm hazretleri;
-Evladım, iyi kimselerle bulun. Kötü kimselerden elinden geldiği kadar uzak dur. Çünkü onlarla sohbet, dünya ve ahirette yüz karasıdır buyurdu.”
İstanbul'da yetişen âlim ve velilerden Muhammed Murâd efendi, kendisini sevenlere sık sık şu nasihati yapardı:
"İlim ve mârifet ehli şöyle tenbih etmişlerdir: Üç kimse ile arkadaş olup sohbet et. Birincisi, ilim ehli ve hüner, sanat sahibi olan kimselerle arkadaş ol. Dünya ve ahiret saadetine kavuşman kolay olur.
İkincisi, güzel ahlak sahibi kimselerle arkadaş ol. Çünkü böyle kimseler dostun ayıbını görmemezlikten gelerek örterler ve bu ayıbını nasihatle, düzeltirler. Bu hususta çok gayret gösterirler. Üçüncüsü; kötü niyetli olmayan, dünyaya düşkünlük göstermeyen, sadık ve ihlâslı olan kimselerdir.
Şu üç sınıf kimseden de sakınmak lazımdır: Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefslerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünya rahatı kazandırır ne de ahirette rahmete kavuşturur! İkinci grup, yalancı ve hain olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felakete sebep olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır... Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri faydalıdır."
Fudayl bin İyâd hazretleri; "Kötü huylu birinin bana arkadaş olmasından ziyâde, güzel huylu günahkâr birisinin arkadaş olmasını arzu ederim" buyurmuştur.
Dâvud-i Tâi hazretleri; "Senin ayıplarını araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma" buyurarak, insanları uyarmıştır.
Netice olarak, kötü arkadaşın her türlüsünden sakınmalıdır. Muhammed bin Fadl hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kötü arkadaş, keder ve üzüntüdür.”
Kötü arkadaşla hiç görüşme,
O, zehirli yılandan da fenâdır!
Yılan alır insanın cânını,
O alır cânını, imanını!
.Her düşmanlık sevgiye dönüşebilir fakat
10/1/2004
Bütün düşmanlıkların sevgiye dönüşmesi umulur. Fakat hasetten dolayı olan düşmanlık böyle değildir. Zira kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazmedemez. Yani onun boyunu bosunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Daha kötüsü, onun başına gelen fenalıklara sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir.
Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere razı olmayan insan demektir. Allahü teâlânın verdiğine razı olmayan insandan, Allahü teâlâ razı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan razı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür.
Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanan, ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanç denir. Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insanlar, kendilerinden aşağı olan insanları görmezler fakat kendilerinden yüksek ve varlıklı insanların ise, her şeylerini görürler ve onları kıskanırlar.
Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir. Nice fakirler vardır ki, bir lokma ekmeği kazandığı zaman, Allahü teâlâya şükreder ve zenginlerin halini düşünmez bile. Nice zenginler de vardır ki, milyarlarına daha birkaç milyar ekleyemediği için üzüntü içindedirler.
Haset, ibadetlerin sevabını giderir. Hadis-i şerifte; (Haset etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, haset de hasenatı yok eder!) buyuruldu.
Haset eden, onu gıybet eder, çekiştirir. Onun malına, canına saldırır. Kıyamet günü, bu zulümlerinin karşılığı olarak, hasenatı alınarak ona verilir. Haset edilendeki nimetleri görünce, dünyası azap içinde geçer. Uykuları kaçar. Hayır, hasenat işleyenlere, on kat sevap verilir. Haset bunların dokuzunu yok eder, birisi kalır. Hadis-i şerifte; (Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı: Haset ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemin ederim ki, imanı olmayan Cennete girmeyecektir. Birbirinizi sevmedikçe, imana kavuşamazsınız. Birbirinizi sevmek için, çok selamlaşınız!) buyuruldu.
Abdullah bin Hubeyk hazretlerine, Horasan'dan sevdiği birisi geldi ve kendisinden nasihat isteyince ona hitaben buyurdu ki:
"Ey Horasanlı! Dilinle yalan söyleme, gözünle harama bakma. Kalbinle Müslüman kardeşine haset etme. Kin tutma ve iyi şeyler arzu et. Eğer böyle yapmazsan, sonunda bedbaht olursun."
Akşemseddin hazretleri de sohbetlerinde sık sık; "Kimseye kızmayın, eziyet ve cefa etmeyin. Ömrünüzün uzun olmasını istiyorsanız, kimsenin nimetine haset etmeyin. Kimseyi kötüleyip, atıp tutmayın. Sizden üstün kimselerin önünden yürümeyin” buyururdu.
Burhaneddin Tirmizi hazretleri buyurdu ki:
"Haset, nefs köpeğinin sıfatıdır. Çünkü o, dünya leşinin başında durmaktadır."
Fudayl bin İyad hazretleri talebelerinden birinin vefatı yaklaşınca, onun yanına giderek Yasin-i şerif okumaya başladı. Talebe; "Ey hocam! Bunu bana okuma" deyince, Fudayl hazretleri sustu. Sonra o talebeye kelime-i tevhidi telkin etti.Talebe; "Ben o mübarek sözü söyleyemiyorum. Çünkü ondan uzağım" dedi ve vefat etti. Fudayl bin İyad hazretleri evine dönerek evden çıkmaksızın bir müddet mahzun oldu, ağladı. Sonra rüyasında talebeyi Cehenneme götürürlerken gördü ve; "Ey oğul! Sen talebelerimin en iyilerindendin. Neden Allahü teâlâ senden marifet nurunu aldı?" diye sordu. Talebe; "Üç şey sebebiyle Allahü teâlâ benden marifet nurunu aldı. Birincisi, nemime. Çünkü ben size başka, arkadaşlarıma başka söyler, söz taşırdım. İkincisi haset. Ben arkadaşlarıma haset ederdim. Üçüncüsü, içki. Bir defasında hastalanmıştım. Hastalığımı tedavi ettirmek için hekime gittim. Hekim bana; "Her sene bir kadeh şarap içeceksin, yoksa iyi olmazsın" dedi. Ben de böylece alışıp gittim" dedi.
Vehb bin Münebbih hazretleri buyurdu ki:
"Hasetçinin alameti üçtür. Haset ettiği kimse, yanında yoksa, gıybetini eder. Yanında bulunduğu zaman dalkavukluk yapar. Onun başına bir bela geldiği zaman sevinir."
İbn-i Vefa hazretleri de buyurdu ki:
"Sakın Allahü teâlânın lütfuna mazhar olmuş ve senden üstün kılınmış bir kimseye haset etme. Çünkü hasetin sebebiyle Allahü teâlânın gazabına uğrayabilirsin. Çehren değişip, kötü akıbetlere düşebilirsin. Nitekim Adem aleyhisselama haset edip, böbürlenerek secde etmeyen iblis, melun oldu.”
İmam-ı Şafii hazretleri ise; “Dünyada en huzursuz kimse, kalbinde haset ve kin taşıyanlardır” buyurmuştur.
Netice olarak, haset etmek, Allahü teâlânın takdirini değiştirmez. Boşuna üzülmüş, yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da, cabası olur. Zaten hiçbir hasetçi muradına kavuşmamıştır. Kimseden hürmet, saygı görmemiştir. Ebülleys-i Semerkandi hazretleri buyurdu ki:
“Üç kimsenin duası kabul olmaz: Haram yiyenin, gıybet edenin, haset edenin.”
.
İnsanları memnun etmek zordur
10/3/2004
İnsanları her bakımdan razı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin, bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, daima sahibini, yaratanını razı ve memnun etmeye bakmalı, ihlâs sahibi olmalıdır. Ali bin Vehb-i Sincâri hazretleri, talebelerine sık sık; "İhlâs; bütün işleri, insanların rızası için değil, Allahü teâlânın rızası için yapmaktır" buyururdu.
Kim Allahü teâlânın rızasını, nefsinin arzu ve isteklerine tercih ederse, Allahü teâlâ da o kulundan razı olur. Kim insanların rızasını tercih etmek suretiyle, Allahü teâlânın gazabına sebep olacak şeyi yaparsa, o kimseye hem Allahü teâlâ gazap eder, hem de onu insanların gözünden düşürür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kimse insanların kızacakları şeyde Allahü teâlânın rızasını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızasını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır)
İslam âlimlerinden bir zât da;
"Kim Allahü teâlânın katındaki derecesinin ne olduğunu bilmek istiyorsa, Allahü teâlânın rızasını ne kadar gözettiğine baksın" buyurmuştur.
Seyyid Abdülkâdir Geylâni hazretleri, sevenlerine hitaben şöyle buyururdu:
"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemaat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızasını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, âdi ve bayağı niyetlerin için tevbe et. İnsanlara gösteriş için, onların rızalarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabul etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyaya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünya hapishanesindesin."
Bâyezid-i Bistâmi hazretleri yağmurlu bir havada Cuma namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak halde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca camiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecusinin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek; "Onunla helalleşmeden nasıl Cuma namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzurunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecusinin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecusi;
-Buyurun bir arzunuz mu var? diye sorunca;
-Sizden özür dilemeye geldim dedi. Mecusi hayretle;
-Ne özrü? diye sordu. O da;
-Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu deyince, Mecusi hayretle;
-Peki ama ne zararı var? Zaten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez dedi. Bâyezid-i Bistâmi hazretleri;
-Doğru ama, bu bir haktır ve sahibinin rızasını almak lazımdır dedi. Mecusi;
-Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dininiz mi öğretti? diye sorunca;
-Evet dinimiz ve bu dinin Peygamberi olan Muhammed aleyhisselam öğretti dedi. Mecusi;
-O halde biz niçin bu dine girmiyoruz? diyerek kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
Cüneyd-i Bağdâdi hazretleri, "Tasavvuf nedir?" diye soran bir kimseye şöyle cevap vermiştir:
"İnsanların rızasını bırakıp, Allahü teâlânın rızasını aramak, kötü huyları terk edip, nefsâni olan işlerden uzaklaşmak, ruhu yükselten vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakiki ilimlere sarılmak, hep en uygun şekilde hareket etmek, Allahü teâlâya verilen ahidde durmak, Muhammed aleyhisselamın dinine uymaktır."
Hamdun-ı Kasâr hazretlerine, “Gaflet nedir?” diye sual ettiklerinde, cevabında; "Kulun Rabbini unutup, Onun rızasını aramayı bırakıp, nefsinin esiri olmasıdır. Dünya için süslenen, kendisine bir fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyen insanlara karşı gösteriş yapmasıdır. Böyle kimseden daha aşağı kimse yoktur. Dünyayı gözünde küçültmezsen, dünya ehli gözünde küçülmez. İnsan, gücü yettiği kadar kendi kusurlarını görmeye çalışırsa, kendini beğenme belasından kurtulur" buyurmuştur.
İbn-i Atâullah hazretleri de; "Gönlünde günahlar ve dünya sevgisi olanın, kalbi nasıl parlar? Yahut, nefsi emmârenin arzularına göre hareket eden, Allahü teâlânın rızasını nasıl kazanır? Gaflet ve günahlardan temizlenmeden, Allahü teâlânın huzuruna girmeyi nasıl ister? Çirkin işlerinden tevbe etmeyen, ince sırları anlamayı nasıl umar?" buyurmaktadır.
Netice olarak, Allahü teâlânın rızasına kavuşandan, Onun kulları da razı ve memnun olur. Abdullah-ı Ensâri hazretlerinin buyurduğu gibi:
"Allahü teâlâ, kendi rızasını isteyenlerin yardımcısıdır."
|
.Nefse en ağır gelen şey
10/8/2004
Nefsi en fazla tahrip eden ve ona en ağır gelen şey, başkasından gelen Hak söze evet demektir. El-hikem-ül Ataiyye’de; “İki işten, nefsine ağır geleni yap! Çünkü, Hak olan iş, nefse ağır gelir” buyurulmaktadır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Amellerin en faziletlisi, nefse en zor gelenidir.)
Yusuf bin Esbat hazretleri; “Alçak gönüllü olmanın alametlerinden birisi de, söyleyen kim olursa olsun, hak sözü kabul etmektir” buyurmuştur.
Fudayl bin İyad hazretleri; "Hakka boyun eğ, hakkı takip et, kim söylerse söylesin hakkı kabul et" buyurmaktadır.
İbn-i Ata hazretleri ise; "Tevazu, kim söylerse söylesin hakkı kabul etmektir" buyurmuştur.
Güç olan işi yapmak, nefse ağır gelir. Nefsi daha çok ezer, zayıflatır. İbadetler, nefsi zayıflatmak, nefsi kırmak için emrolundu. Çünkü nefs, insanın da, Allahü teâlânın da düşmanıdır. Onu zayıflatmak, azmasını önlemek lazımdır.
Bir işte, nefse uymak ne kadar az olursa, faydası o kadar daha çok olur. Yani, Allahü teâlânın rızasına daha çabuk kavuşturur. İslamiyet’in emir ve yasakları, nefsi kahretmek, yıpratmak içindir. Çünkü nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır. Hadis-i kudside; (Nefsine düşmanlık et! Çünkü, o benim düşmanımdır) buyuruldu.
İnsanlarda bulunan nefs-i emmare, din bilgilerine inanmamakta, tabiatı, yaratılışı, İslamiyet’e uymamaktadır. Bunun için, İslamiyet’e uymak, nefse acı gelmekte, ona uymak istememektedir. Nefse en zor gelen şey, en ağır gelen yük, İslamiyet’in emir ve yasaklarına uymaktır. Nefsi ezmek için, İslamiyet’e uymaktan başka yol yoktur.
Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur’an-ı kerimde haber verilmiştir. Çünkü nefs, daima Allahü teâlâyı inkâr, Ona inat, isyan etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sahibi olmaya yahut fıska yani haram işlemeye başlar. Ebu Bekir Tamistani hazretleri; “Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür” buyurmuştur. Sehl bin Abdullah Tüsteri hazretleri de; “İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır” buyurmaktadır.
İslam bin Yusuf Belhi hazretleri, Hatem-ül-esam hazretlerine bir şey hediye etmişti. Hatem-ül-esam hazretleri bunu kabul edince, kendisine;
-Bunu kabul etmek nefsin arzusuna uymak olmaz mı dediklerinde;
-Kabul etmekle kendimi zelil, onu aziz eyledim. Reddetseydim, kendim aziz, o zelil olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi cevabını vermiştir.
Resulullah efendimiz, uzun bir hadis-i şerifin sonunda buyurdu ki:
(İnsanı felakete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.)
Nefse uyup, tevbe ve istigfar etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Zira hadis-i şerifte; (Aklın alameti, nefse galip ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir) buyuruldu.
Kötü şeyler nefse tatlı gelir. İnsanın, kötü bir şey yapınca, arkasından riyazet çekmesi, nefse güç gelen şey yapmayı âdet edinmesi, faydalı bir ilaçtır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Nefse sükunet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır.)
Nefse uyan kimse, hep İslamiyet’in dışına çıkar. Hayvanlarda akıl ve nefs olmadığı için, ihtiyaçlarını bulunca kullanırlar. Yalnız bedenlerine zarar veren, kendilerini inciten şeylerden kaçarlar. İslam dini, rahat ve huzur içinde yaşamak için lazım olan şeylerden ve dünya lezzetlerinden faydalı olanları yasak etmiyor. Bunların elde edilmesinde ve kullanılmasında, akla ve dine uymayı emrediyor.
İslam dini insanların dünyada da, ahirette de rahat ve huzur içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymayı emrediyor. Nefse uymayı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felaketlere sürüklenirdi. Nefs olmasaydı, insan, yaşaması ve üremesi için ve medeni hayat için lazım olan şeyleri kazanmak için çalışmasında kusur ederdi ve nefs ile cihad sevabından mahrum kalırdı. Meleklerden daha üstün olmak yolu kapalı kalırdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ahirette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yemek için et bulamazdınız!)
Yani, hayvanlar ahiretteki azapların korkusundan dolayı, yemekten, içmekten kesilirlerdi. Bir deri, bir kemik kalırlardı. İnsanlarda nefs olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan, yiyemez, içemez, yaşayamazlardı.
İnsanların yaşayabilmeleri, nefslerinin gafleti ve dünya lezzetlerine düşkün olması iledir. Nefs, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilaç gibidir. Doktorun tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helak olur.
İslamiyet, nefsin helak edilmesini, yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, ondan istifade edilmesini emretmektedir.
.Allahü teâlânın sevgisi arttıkça
10/10/2004
Bir kimsede, Allahü teâlânın sevgisi arttıkça, kendinden iğrenmeye, halinden utanmaya başlar. Çünkü cenâb-ı Hakkın lutfü ile, bu sevgiye kavuşan bir kimsede, mahluklara ait sevgi yavaş yavaş azalır ve başka şeylere olan bağlılık da yok olur. Kalbinde Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmayan kimsede, aşağı, çirkin sıfatlar ve bütün kötü huylar yok olur. Hadis-i şerifte; (Dünya sevgisi arttıkça, ahirete olan zararı da artar. Ahiret sevgisi arttıkça, dünyanın ona zararı azalır) buyurulmuştur.
İslamiyet’i öğrenmekten, Din Büyüklerinin kitaplarını okumaktan, sohbetlerinde bulunmaktan maksat, nefsin kötü huylarından ve çirkin sıfatlarından temizlenmesi içindir. Çirkin sıfatların, kötü huyların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. Çünkü, Allahü teâlâdan başka şeylere düşkün olmak, nefse düşkün olmaktan ileri gelir. İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifade edeceği içindir. Allahü teâlânın sevgisi insanı kaplayınca, insan, kendini sevmekten kurtulur. Kendine düşkün olmaktan ve kendini sevmekten kurtulan insan, kendisi ile bağlantılı olan bütün sevgilerden de kurtulur. Kendisinde sadece Allahü teâlânın sevgisi kalır. Bu sevgi de, onu, çirkin sıfatlardan, kötü huylardan temizler, kurtarır. Veşşemsi suresinin dokuzuncu âyetinde mealen; (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günahta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu.
Allahü teâlâyı sevmek, başka şeyleri sevmekten daha çok olmadıkça, hatta kalbde Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça, kâmil iman ve tam takvâ elde edilemez. Feth-i Musuli hazretleri: "Kendi arzularından ziyâde Allahü teâlâyı isteyenin kalbinde Allah sevgisi doğar" buyurmuştur.
Seven; sevdiğini Allahü teâlâ için sever, her işi Onun rızası için yapar. Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, Allahü teâlânın rızası için sever."
Kalb, birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevki, övülmeyi sevmek gibi çeşitli arzuları, bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakikatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefslerini düşünmemektedir. İnsanın nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. İnsan, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Bir kul, nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez.
Hâtim-i Esam hazretleri buyuruyor ki:
"Dört şey olmadan, dört şeyi iddia eden yalancıdır. 1-Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddia eden, 2-Fakirleri, yoksulları aşağı görerek, Resulullah efendimizi sevdiğini iddia eden, 3-Elinden geldiği halde fakirlere sadaka vermeyerek, Cenneti sevdiğini iddia eden, 4-Günahlardan sakınmadığı halde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddia eden yalan söylemiştir."
Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lazım değildir. Sıvıyı boşaltmak lazımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlukların sevgisi, hatta düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahluklardan temizlemeye sebep de, Ehl-i sünnet itikâdı, haramlardan sakınmak, farzları ve diğer ibadetleri yapmaktır.
İsmâil Fakirullah hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habibi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi sahibi olan, başkasıyla nasıl meşgul olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ mealen; (Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası olan, iddiasında yalancıdır) buyurdu.”
Mazhar-ı Can-ı Cânân hazretleri; "Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için mâsivâyı yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır" buyurmaktadır.
Abdüsselam bin Meşiş Haseni hazretleri, kendisinden nasihat isteyen kimseye; "Dünya kirinden temizlen. Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tevbe ile düzelt. Allahü teâlânın sevgisine yapış. Allah sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası odur” buyurmuştur.
Abdullah bin Mübârek hazretleri de; "Allahü teâlâya isyân ederken, Onu sevdiğini söylersin Eğer sevgin doğru olsaydı, Ona itaat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itaat eder" buyurmaktadır.
.Allahü teâlânın sevgisi arttıkça
10/10/2004
Bir kimsede, Allahü teâlânın sevgisi arttıkça, kendinden iğrenmeye, halinden utanmaya başlar. Çünkü cenâb-ı Hakkın lutfü ile, bu sevgiye kavuşan bir kimsede, mahluklara ait sevgi yavaş yavaş azalır ve başka şeylere olan bağlılık da yok olur. Kalbinde Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmayan kimsede, aşağı, çirkin sıfatlar ve bütün kötü huylar yok olur. Hadis-i şerifte; (Dünya sevgisi arttıkça, ahirete olan zararı da artar. Ahiret sevgisi arttıkça, dünyanın ona zararı azalır) buyurulmuştur.
İslamiyet’i öğrenmekten, Din Büyüklerinin kitaplarını okumaktan, sohbetlerinde bulunmaktan maksat, nefsin kötü huylarından ve çirkin sıfatlarından temizlenmesi içindir. Çirkin sıfatların, kötü huyların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. Çünkü, Allahü teâlâdan başka şeylere düşkün olmak, nefse düşkün olmaktan ileri gelir. İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifade edeceği içindir. Allahü teâlânın sevgisi insanı kaplayınca, insan, kendini sevmekten kurtulur. Kendine düşkün olmaktan ve kendini sevmekten kurtulan insan, kendisi ile bağlantılı olan bütün sevgilerden de kurtulur. Kendisinde sadece Allahü teâlânın sevgisi kalır. Bu sevgi de, onu, çirkin sıfatlardan, kötü huylardan temizler, kurtarır. Veşşemsi suresinin dokuzuncu âyetinde mealen; (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günahta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu.
Allahü teâlâyı sevmek, başka şeyleri sevmekten daha çok olmadıkça, hatta kalbde Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça, kâmil iman ve tam takvâ elde edilemez. Feth-i Musuli hazretleri: "Kendi arzularından ziyâde Allahü teâlâyı isteyenin kalbinde Allah sevgisi doğar" buyurmuştur.
Seven; sevdiğini Allahü teâlâ için sever, her işi Onun rızası için yapar. Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, Allahü teâlânın rızası için sever."
Kalb, birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevki, övülmeyi sevmek gibi çeşitli arzuları, bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakikatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefslerini düşünmemektedir. İnsanın nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. İnsan, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Bir kul, nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez.
Hâtim-i Esam hazretleri buyuruyor ki:
"Dört şey olmadan, dört şeyi iddia eden yalancıdır. 1-Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmadan, Allahü teâlâyı sevdiğini iddia eden, 2-Fakirleri, yoksulları aşağı görerek, Resulullah efendimizi sevdiğini iddia eden, 3-Elinden geldiği halde fakirlere sadaka vermeyerek, Cenneti sevdiğini iddia eden, 4-Günahlardan sakınmadığı halde, Cehennem ateşinden korktuğunu iddia eden yalan söylemiştir."
Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lazım değildir. Sıvıyı boşaltmak lazımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlukların sevgisi, hatta düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahluklardan temizlemeye sebep de, Ehl-i sünnet itikâdı, haramlardan sakınmak, farzları ve diğer ibadetleri yapmaktır.
İsmâil Fakirullah hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habibi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi sahibi olan, başkasıyla nasıl meşgul olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ mealen; (Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası olan, iddiasında yalancıdır) buyurdu.”
Mazhar-ı Can-ı Cânân hazretleri; "Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için mâsivâyı yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır" buyurmaktadır.
Abdüsselam bin Meşiş Haseni hazretleri, kendisinden nasihat isteyen kimseye; "Dünya kirinden temizlen. Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tevbe ile düzelt. Allahü teâlânın sevgisine yapış. Allah sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası odur” buyurmuştur.
Abdullah bin Mübârek hazretleri de; "Allahü teâlâya isyân ederken, Onu sevdiğini söylersin Eğer sevgin doğru olsaydı, Ona itaat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itaat eder" buyurmaktadır.
.
Maksat yemek içmek ise
10/15/2004
İnsanın şerefi, kıymeti, değer verdikleri ile ölçülür. Bir kimse neye kıymet veriyorsa, onun değeri de o kadardır. İlim ve edebe kıymet veren, kıymetlidir, değerlidir. Çünkü değer verdikleri kıymetlidir. Zira; “Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, la bil mal-ı vel haseb” buyurulmuştur. Yani insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı, babası ve dedeleri ile değil!
Bir kimse, yeme ve içmeye kıymet veriyorsa yani bunu kendine maksat edinmiş ise, bu kimsenin değeri de, helada çıkardıkları kadar olur. Kim neye kıymet veriyorsa, neyi kendine maksat ediniyorsa, kendi değerini, kıymetini kolaylıkla anlayabilir. Mala kıymet veren, bir gün bu maldan mahrum kalır. Zira ölünce mirasçılara kalacaktır. Gücüne, yakışıklılığına, güzelliğine kıymet veren de, bir gün bunları kaybettiği zaman ah etmek durumunda kalır.
Maksadı yeme ve içme olan kimseye oruç ibadeti, aşılması imkansız bir dağ gibi görünür. Şeytan ve nefs, o kimsenin bu zaafını bildiği için, oruç ibadetinden mahrum bırakır. Diğer ibadetleri yapmaktan ve mübarek geceleri, zamanları kıymetlendirmekten de mahrum kalmasına sebep olur.
Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetler pek çoktur. Bunların en kıymetlisi ise, iman etmek, Müslüman olmakla şereflenmektir. Bu şerefe kavuşan bir kimse, neye kıymet vereceğini, neleri yapınca değerli olacağını iyi bilir. Bu nimetin kıymeti bilinmezse, hakkı gözetilmezse elden gider. Şükredilirse ve hakkı gözetilirse elde kalır, artar. Sure-i İbrahimin yedinci âyetinde mealen; (Şükrederseniz, verdiğim nimetleri elbette arttırırım) buyurulmaktadır.
Ahmed bin Alevi hazretleri az yer ve az içerdi. Gıdası çoğunlukla sütten ibaretti. Bazen birkaç gün yalnız bir hurma kâfi gelirdi. Helal lokma yemeye çok dikkat ederdi. Talebelerinden biri; "Efendim sizden yemek yeme arzusu nasıl gitti? Siz gençliğinizde iyi yerdiniz" diye sordu. O da; "Gençliğimden sonra zamanla böyle bir hâl meydana geldi. Nasıl şu gördüğünüz duvarın bir şeye arzusu yoksa, bende de tıpkı onun gibi yemek arzusu kalmadı" dedi ve şöyle buyurdu:
"Âlimler buyurdular ki: Yemenin yedi mertebesi vardır. Birincisi yaşayacak kadar yemek; ikincisi, farz namazı kılacak ve farz olan orucu tutacak kadar yemek. Bu iki mertebe yemek farzdır. Üçüncüsü, nafile olan namazı ve nafile orucu tutabilecek kadar yemek. Bu kadar yemek müstehaptır. İmam-ı Gazali hazretleri bu konuya dair; "Akıl sahiplerinin gayesi Cennette Allahü teâlâya kavuşmaktır. Allahü teâlâya kavuşmak ise, ilim ve amel ile olur. Bunlara bedenin sıhhati ve selameti ile devam edilebilir. Bedenin sıhhat ve selameti ise yiyeceklerden alınan gıdalarla olur. Ancak gıdalar ihtiyaç miktarı alınmalıdır. Bu yüzden selef-i salihinden bazı âlimler bedenin ihtiyacı olan gıdayı almayı din işlerinden saymışlardır." Dördüncüsü, çalışıp kazanmaya kuvvet sağlamak için yemek. Bu, dinin beğendiği tokluktur. Beşincisi, midenin üçte birini dolduracak kadar yemek. Altıncısı, midenin üçte birinden fazlasına doldurulan yemek olup, mekruhtur. Çok yiyince insanda ağırlık ve uyku meydana gelir. Lokman Hakim hazretleri buyurdu ki: "Mide dolunca insanın düşüncesi, zekası uyur, durur. Öyle kimseden hikmet çıkmaz. Azaları ibadete karşı tenbel olur. İnsanların ekserisi bu hâl üzeredir. Yedincisi, zarar verecek derecede çok yemek aşırı doymak. Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Her hastalığın aslı çok yemek yemedir." Bu haramdır."
Yemekleri, keyif için, lezzet için değil Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye kuvvet bulmak için yemelidir. Başlangıçta böyle niyet etmek mümkün olmazsa, insan kendini zorlamalı hatta bu şekilde niyet edebilmek için Allahü teâlâya yalvarmalıdır. İslamiyet’te yeme ve içmeden maksat, emirleri, kulluk vazifelerini yerine getirmeye kuvvet temin etmek içindir. Hedef, az yemek, az içmek değil, doyuncaya kadar, kâfi miktarda yemek ve içmektir. Bahaüddin-i Buhari hazretleri; “Bir şey yemek, aç kalmaktan iyidir” buyurmuştur. Alaüddevle Rükneddin hazretleri de; “Bir şey yemek, aç kalmaktan iyi olduğunu, önceden bilseydim, az yiyiniz demezdim” buyurmuştur.
Dinimiz; acıkmadan yememeli, doymadan kalkmalı diye bildirmektedir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İnsan kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek, yağmur gibidir. Fazla su, ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda kalbi öldürür.)
Çok yemek, hastalıkların başı, az yemek yani perhiz etmek ilaçların başıdır. Midenin üçte biri yemeklere, üçte biri içeceklere ayrılmalıdır. Üçte biri hava payı, yani boş olması en aşağı derecedir. En iyi derece, az yemek ve az uyumaktır. Hadis-i şerifte; (İyiliklerin başı açlıktır. Kötülüklerin başı tokluktur) buyuruldu. Yemeğin tadı, açlığın çokluğu kadar artar. Tokluk, unutkanlık yapar. Kalbi kör eder, alkollü içkiler gibi, kanı bozar. Açlık, aklı temizler, kalbi parlatır. Bir hadis-i şerifte; (Çok yiyeni, çok içeni Allahü teâlâ sevmez) buyuruldu.
Netice olarak, yemek, içmek, giyinmek esas maksat değildir. Bunlar, maksada kavuşturacak vasıtalardır. Bu vasıtaları da, dinimizin bildirdiği ölçüler içinde yerine ve zamanına göre kullanmalıdır.
|
.Her işte samimi olmak
10/17/2004
İslamiyet’e tam uyabilmek, ilim, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde, her işte, her harekette, her duruşta, kendiliğinden hasıl olan ihlâs, muhlas olan kimseye nasip olur.
İhlâs, hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünya faydalarını düşünmeden bütün işleri, ibadetleri yalnız Allah için yapmak demektir.
İhlâs, gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veya nafile bütün ibadetleri, mesela hayrât ve hasenât yapmayı, Müslümanları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı, zikri, istigfârı Allah rızası için yapmaktır.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
"Bütün müminler ibadet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lazımdır. Bazı kimselerde, ibadetlere başlarken yapılan niyet, ihlâs, zahmet çekerek, kendini zorlayarak hasıl oluyor ve kısa bir zaman devam ediyor. Sonra kalbe nefsin arzuları geliyor. Devamlı ihlâs sahiplerine Muhlas denir. Zahmet çekerek elde edilen, devamsız ihlâsın sahiplerine Muhlis denir. Muhlas olana, ibadet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefslerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir Velinin kalbinden gelir."
İş ve ibadet, ihlâs elde etmek içindir. İhlâs da, hakiki mabud ve kayıtsız, şartsız var olan Allahü teâlâyı sevmek içindir.
İbadete başlarken nefs ve şeytan ile mücadele ederek, devamsız olan ihlâs elde edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan ibadetler de, zamanla nefsi zayıflatır, devamlı ihlâs elde etmeye sebep olur. Fakat buna kavuşmak senelerce sürer.
Resulullah efendimiz, Muâz bin Cebel hazretlerini, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır:
(İbadetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir.)
Bir gün Peygamber efendimiz, huzurunda hazır bulunanlara hitaben şöyle buyurmuşlardır:
(Kıyamet günü, ilk hesaba çekilecek üç sınıf insan vardır.
Bunlardan birincisi, Allahü teâlânın kendisine ilim verdiği kimsedir. Cenab-ı Hak buna;
-Sana ilim verdim. Bu ilimle ne yaptın, ne gibi amel işledin diye soracak. O kimse de;
-Ya Rabbi, sabah-akşam bana verdiğin ilimle sana kulluk ettim, ibadet ettim. Kullarına senin dinini anlattım ve bunları da senin rızan için yaptım diyecek. Allahü teâlâ, bu kimseye hitaben;
-Yalan söylüyorsun. Sen, sana verdiğim ilimle, falan kimse ne kadar bilgili, ne kadar âlim desinler diye öyle yaptın ve bu şekilde meşhur da oldun buyuracak ve melekler de;
-Evet buyurduğun gibi ya Rabbi diyerek Cenab-ı Hakkı tasdik edeceklerdir.
İlk önce hesaba çekilecek ikinci sınıftaki kimse ise, kendisine mal, servet verilendir. Allahü teâlâ;
-Sana verdiğim malla, servetle ne yaptın diye soracak. O kimse;
-Ya Rabbi, bana verdiğin malı, sabah-akşam demeden senin kullarına dağıttım, tasaddukta bulundum diyecek. Allahü teâlâ;
-Yalan söylüyorsun. Falan kimse ne cömert ne hayır sahibi bir kişidir desinler diye dağıttın, onlar da sana böyle söyledi, muradına kavuştun buyuracak.
İlkönce hesaba çekileceklerin üçüncüsü ise, harpte ölendir. Allahü teâlâ;
-Sana verdiğim güç, kuvvetle ne yaptın diye soracak. O kimse;
-Ya Rabbi, bana verdiğin gücü, kuvveti, senin yolunda harcadım, senin rızan için düşmanlarınla harp ettim ve öldürüldüm diyecek. Allahü teâlâ ve melekler;
-Yalan söylüyorsun. Falan kimse, ne kahramandır, ne yiğittir desinler diye harbe gittin, döğüştün ve öldürüldün. Sana da böyle söylediler buyururlar.) Daha sonra Peygamber efendimiz, o sohbette hazır bulunan Ebu Hüreyre hazretlerine dönerek; (Ey Eba Hüreyre, işte Kıyamet günü, Cehennem ateşinin ilk yakacağı kimseler bunlardır) buyurmuşlardır.
Dâvud-i İskenderi hazretleri buyurdu ki:
"Amelin ve ilmin hâlis olanını iste! Hâlis niyetle Allahü teâlâya ibadet ederken, insanlık hâli bazı kusurların olursa, onlar için de derhal tevbe et!"
İbn-i Hafif hazretleri buyurdu ki:
"Akıllı insan, önce itikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbadetini güzel yapar ve ahiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir.”
Sâlim bin Abdullah hazretleri buyurdu ki:
“Eğer sen Allahü teâlânın rızasını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yardımcı insanlar gönderir. Allahü teâlânın yardımı, herkesin niyetinin derecesine göredir. Eğer niyet tam hâlis olursa, Allahü teâlânın yardımı da tam olur. Eğer niyet noksan olursa, Allahü teâlânın yardımı da ona göre olur."
Süfyân bin Uyeyne hazretleri buyurdu ki:
"Helal lokma ile, hâlis kalb ile kırk gün ibadete devam eden kimsenin kalbi nurlanır, hikmet söylemeye başlar."
İnsan, şeytana karşı ancak ihlas ile korunabilir. Zira İslam âlimlerinin büyüklerinden olan Ma'ruf-ı Kerhi hazretleri, kendi kendine; "Ey nefsim! Halis ol, temizlen ki, halâs olasın, kurtulasın" derdi.
Hazret-i Ömer, Ebu Musel Eşari hazretlerine yazdıkları bir mektupta; "Niyeti halis olan kimseye, kendisi ile insanlar arasındaki işlerinde, Allahü teâlâ ona yeter" buyurmuştur
.Yaptığının hesabını vereceksin
10/22/2004
İnsan, ne yaparsa yapsın, ne kadar ömür sürerse sürsün ve nasıl yaşarsa yaşasın neticede ölümü tadacak ve yaptıklarından hesap verecektir. İmam-ı Gazali hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir talebesine hitaben; “Keyfine göre yaşa! Fakat bu yaşaman uzun sürmeyecek, bir gün elbette öleceksin. Gece gündüz düşündüğün, sımsıkı sarıldığın lezzetlerden elbette ayrılacaksın. Dünyanın nesini seversen sev, hepsine veda edeceksin! Elinden geleni yap! Fakat unutma ki, her yaptığının hesabını vereceksin!” buyurmuştur. Enbiya suresinin kırk yedinci âyetinde mealen; (Kıyamet günü terazi kuracağım. O gün, kimseye zulüm edilmeyecektir. Herkesin, dünyada yapmış olduğu zerre kadar iyilik ve kötülüklerini meydana çıkarıp, teraziye koyacağım. Herkesin hesabını yapmaya yetişirim) buyuruldu.
Allahü teâlâ, kullarına çok merhametli olduğu için bu durumu haber verdi ki, herkes dünyada kendi hesabına baksın, Ahirette mahcup olmasın. Peygamber efendimiz de; (Ahirette hesaba çekilmeden önce, dünyada iken hesabınızı görünüz ve tartılmadan önce, kendinizi tartınız!) buyurmuşlardır.
Ayrıca Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde, yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münacât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir sanatta veya ticarette çalışıp, helal para kazanır. Dördüncüsünde, istirahat eder ve mubah olan şeylerle kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez)
İmam-ı Evzai hazretleri buyurdu ki:
"Kul, dünyadaki her anından kıyamette hesap ve sorguya çekilecek. Hem de gün gün, saat saat. Bu durumda, Allahü teâlâyı anmadığı bir an karşısına çıkınca, pişman olur ve kendini parçalamak ister. Bizim, hayatlarına yetiştiğimiz insanlar şöyleydi: Gece uykusundan en erken uyanırlar, sabah namazını vaktinde kılarlar, sonra bir müddet ahiret işlerini, akıbetlerinin ne olacağını düşünürlerdi. Bundan sonra kendilerini fıkıh öğrenmeye ve Kur'an-ı kerim okumaya verirlerdi."
Din büyükleri, bu dünyanın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile alış-verişte olduklarını anlamışlardır. Bu ticaretin kazancı Cennettir. Ziyanı da Cehennemdir. Yani kârı, ebedi saadet, ziyanı da, sonsuz felakettir. Din büyükleri, nefslerini, ticaretteki ortak yerine koymuşlar, sözleşme yapmışlar ve bu sözleşmeye uyulmadığı zaman da, nefslerini hesaba çekip ceza vermişlerdir. Muhyiddin-i Arabi hazretleri; “Peygamber efendimizin, (Hesaba çekilmeden evvel, hesabınızı görünüz) emirleri ile, bazı meşayıh, her gün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesaba çekiyor. Ben, hesapta onları geçtim ve işlediklerimle beraber, düşündüklerimde de, hesabımı görüyorum” buyurmuştur.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
“Mahşer günü herkes için büyük bir kitap çıkarılır ki, onda mahlukların bütün amelleri yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye zulmetmez. Mahlukların her gün yaptıkları amelleri bu kitap ile Allahü teâlâya arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese suresinin on altıncı âyet-i kerimesinde bildirilen (Kiramün berere) meleklerine yani kerim ve itaatkâr meleklere, o amelleri yazmayı emreder. Bu kitap işte odur. Casiye suresinin yirmi sekizinci âyet-i kerimesinin (Biz yaptığınız amellerin hepsini yazdırdık) meal-i şerifi bunu haber vermektedir.
Kıyamet günü, herkes, ayrı ayrı hesaba çekilir. Nur suresi, yirmi dördüncü âyetinde mealen, (Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehadet eder) buyuruldu.
Hesaptan sonra, bütün insanlar Sırat köprüsüne gönderilecektir. Sırat köprüsünden geçemeyenler azap meleklerine teslim olunurlar.”
Yahya bin Muaz-ı Razi hazretleri buyuruyor ki:
“Kıyamet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş ve zenginliğe ne ölçüde şükredilmiş ise, o hesap edilecek. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir.”
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Meşayıh-ı kiramdan birçoğu, muhasebe yolunu seçmişlerdir. Her gece, yatacağı zaman, o gün yapmış olduğu işlerini, sözlerini, hareketlerini, hareketsizliklerini, düşüncelerini, her birinin niçin olduğunu anlarlar. Kusurlarını ve günahlarını temizlemek için, tevbe ve istigfar ederler. Allahü teâlâya boyun bükerler, yalvarırlar. İbadetlerini ve iyiliklerini de, Allahü teâlânın hatırlatması ile ve kuvvet vermesi ile olduğunu bilirler. Bunun için, Hak teâlâya hamd ve şükrederler.
Peygamber efendimizden gelen haberlere uygun olarak her gece yatarken, (Sübhanallahi velhamdü lillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber) 100 defa okunursa, tesbih, tahmid ve tekbir eylemiş olunur. Böylece, muhasebe yapılmış olur. Kendini hesaba çekmiş sayılır.”
Bir hadis-i kudside Allahü teâlâ şöyle buyuruyor:
(Ey kullarım, bedenleriniz zayıf, yol uzak, yük ağır, Sırat incedir. Geminizi yenileyin! Azığınızı bol alın! Yükünüzü azaltın! Halis para alın, gittiğiniz yerdeki sarraf, kalp para almaz.)
.
Kusursuz dost arayan
10/24/2004
Sadık olan dost, insanı, tehlikelerden, zararlı şeylerden korur, muhafaza eder. Ancak böyle dost bulmak çok zordur.
Düşman, insanın ayıbını, kusurunu arayıp, yüzüne çarpar. Dost ise, insanın ayıbını görmez, kusurlarını araştırmaz. İbrâhim Edhem hazretleri ile yolculuk yapan bir kimse, kusurlarını bildirmesi için kendisine yalvarınca, İbrâhim Edhem hazretleri; “Seni dost edindim. Her hâlin ve hareketlerin, bana güzel görünüyor. Ayıbını, kusurlarını git başkalarına sor” buyurmuştur.
Said bin Cübeyr hazretleri, kimsenin yüzüne karşı kusurunu söylemez, nasihati umumi yapar ve:
"Vaâz ve nasihati, her bakımdan kusursuz olan kimselerin yapması lazım gelirse, kimsenin bir şey anlatmaması icap ederdi" buyururdu.
Atalarımız, “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” demişler. Çünkü insan demek, zaten kusur demektir, eksiklik demektir. İnsan âcizdir, güçsüzdür. Âciz bir kuldan ancak kusur meydana gelir. Evliyanın büyüklerinden Hâris-i Muhasibi hazretleri, “Kulluk, insanın âciz olduğunu idrak etmesi, anlamasıdır” demiştir. İnsanın bu olduğu bilinirse, ileride hayal kırıklığına düşülmemiş olur. Kişi görüştüğü kimselerden her an bir hata, bir yanlışlık beklentisi içinde olmalıdır. İnsan çiğ süt emmiş derler. Nerede, ne zaman ne yapacağını tahmin etmek mümkün değildir.
“Öldüm, bittim, yıkıldım, falancadan böyle bir hareket beklemiyordum, beni hayal kırıklığına uğrattı, onun bu hâlini görünce şoke oldum” gibi sözleri çok kimseden duymuşsunuzdur.
Böyle hayal kırıklığına uğrayanlar, önce insanı iyi tanısalardı yıkıma uğramazlardı. Bunun için her şeyden önce şu hususları bilmek ve kabullenmek gerekir:
1-Hiç kimse mükemmel değildir. Bazı insanlar diğerlerine göre daha üstündür, ama hiç kimse tam anlamıyla mükemmel değildir. İnsanoğluyla ilgili en yaygın özellik; insanların hata yapmasıdır. Hatadan, günah işlemekten sadece Peygamberler korunmuştur. İstisna olanlar yalnız onlardır. Bunun dışında, âlim de olsa, evliya da olsa herkes nefsine uyup günah işleyebilir.
2-Karşımızdaki kişi mutlaka bizden farklıdır. Bizim kopyamız değildir. Onun için, karşımızdakinden, kendimiz gibi düşünmeyi, kendimiz gibi giyinmeyi, kendimiz gibi yaşamayı, aynı şeyden zevk almayı beklemeye hakkımız yoktur. Dolayısıyla bizim gibi değil diye onu sevmemezlik edemeyiz. Herkesi olduğu gibi kabullenmek zorundayız.
3-Her insan, “Hata yaptın”, “Yanlış yaptın”, “Bu da yapılır mıydı” gibi sözlerden hoşlanmaz. Kendi fikrimizin ayrı olması, bizim bir hakkımız ise, karşımızdakinin de farklı olması onun hakkıdır.
Herhangi bir hadisede, hiçbir insan yüzde yüz hatalı veya yüzde yüz haklı olmaz. Aralarında oran farkı vardır. Biri yüzde seksen haklı ise, diğeri yüzde yirmi haksızdır. Oranı diğerine göre az da olsa, onda da hata payı vardır. Hiç kimse durup dururken bir diğerinin kalbini kırmaz, onu üzmez. Az veya çok mutlaka bir sebebi vardır.
Çoğumuz, “Bende de hata olabilir, fakat bu kadar tepki gösterecek bir şey yapmadım ki” deriz. Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Her maddenin bir kaynama noktası vardır. Kimi madde 60 derecede kaynar, kimisi 100 derecede, kimisi de 5000 derecede kaynar. Ama neticede mutlaka kaynar. İnsan da böyledir. Bazısı yüzde onluk bir hatada kaynar, bazısı da yüzde doksandokuzda... Ama mutlaka kaynar. Kızmak, üzülmek, kırılmak insanın özelliğindendir. Bu özellikleri olmasa insan, insan olmaktan çıkar, melek olur.
Eğer bütün insanlar aynı ve mükemmel olsaydı, dünyanın nizamı bozulurdu. Hiç kimse ne tamamen iyi, ne de tamamen kötüdür.
Ahmed Siyâhi hazretleri oğluna nasihat ederek buyurur ki:
“Ey oğul! Dünyaya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve beraberlik gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe ile sâbittir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş kimselerle beraber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne karşı dalkavukluk yaparlar, gıyabında, arkadan ise aleyhinde bulunurlar.
Sana sadâkat, bağlılık iddiasında bulunanların, yaptıkları iyilikleri başına kaktıklarını görürsün. Çünkü sadâkat ve bağlılık adına yaptıkları az bir iyilik karşılığında ağır, pek fazla bir hizmet ve karşılık beklerler, çok şey ümit ederler. Bu ümitlerine bir defa olsun müsaade etmezsen derhal, gösterdikleri sevgi, sadâkat ve bağlılıklarını bırakırlar. Çok defa onların isteklerinden yakanı kurtaramaz, arzularının hasıl olması yolunda boşuna dinini ve şerefini feda etmiş, yüz suyu dökmüş olursun.
Ey oğul! Eğer sana hakiki dost arkadaş lazım ise, Allah için sevenlerle beraber ol. Böyle kimselerden dostluk ve kardeşlik bağı kurduğun kimseye, muhtaç olduğunda ihtiyacından fazla malın varsa ver. Yahut onu kendinle beraber tut veya kendine tercih et. Beraber olduğunuzda ve arkasından ayıplarını ört ve gizle. Kusuru olduğunda sabır ve tahammül et. Hayatta iken ve vefat ettiğinde onu hayırla an.”
.
Kalb hastalığının ilacı
10/29/2004
Hastalıklar, maddi ve manevi olarak ikiye ayrılmaktadır. Bedenin hastalanması, maddi hastalıklardandır. Kalbin hastalanması ise manevi hastalıklardandır ve diğerinden çok daha önemlidir. Çünkü kalbin hastalığı, Allahü teâlâyı inkâr, küfür ve günahlardır. Bu ise, insanı sonsuz felakete götürür. İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İmam-ı Rabbani hazretleri, bu konu ile alakalı olarak buyuruyor ki:
“Önce hastayı iyi etmeyi düşünmek lazımdır. Bundan sonra, uygun gıda vererek, eski kuvvetli haline kavuşturulması düşünülür.
Bunun gibi, (Kalblerinde hastalık vardır) mealindeki âyet-i kerimede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibadeti ve taati fayda vermez, belki zarar verir. (Çok Kur’an-ı kerim okuyanlar vardır ki, Kur’an-ı kerim bunlara lanet eder) hadis-i şerifi meşhurdur. (Çok oruç tutanlar vardır ki, onun oruçtan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur) hadis-i şerifi de sahihtir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de, önce hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emir buyururlar. Kalbin hastalığı, Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Belki, kendisine bağlanmasıdır. Çünkü herkes, her şeyi kendisi için ister. Çocuğunu sevmesi, kendini sevdiği içindir. Malı, mevkiyi, rütbeyi hep kendisi için ister. Onun mabudu, tapındığı şey, kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır. Kalb, bu bağlılıklardan kurtulmadıkça, insanın kurtulması çok güç olur.”
Kalb hastalığının ilacı, İslamiyet’e uymak ve Allahü teâlâyı çok zikretmek, yani ismini ve sıfatlarını hatırlamak, kalbe yerleştirmektir. Din büyüklerinin sohbeti veya kitaplarını okumak, bu tedaviyi kolaylaştırır. Böyle sohbet veya kitaplara kavuşmak, dünya ve ahiret saadetlerine kavuşmaya sebeptir.
Said bin Cübeyr hazretleri buyuruyor ki:
“Muhammed suresinin yirminci âyetinin, (Kalblerinde hastalık olanları gördün) meali, münafıkları açıkça göstermektedir. Çünkü, üç türlü kalb vardır: Biri, müminin kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahü teâlâya bağlıdır. İkincisi kasi ve ölü kalbdir. Kimseye acımaz... Üçüncüsü, hasta olan gönüldür. Hastalık, münafıklık hastalığıdır. Allahü teâlâ, bu üç kalbi de, Hac suresinin elli birinci âyetinde bildiriyor. Bu üçten, ikisi azaptadır. Biri, kurtulucudur. Müminin kalbi selimdir. Allahü teâlâ, kalb-i selimi meth ve sena buyuruyor. Şü’ara suresinin seksen sekizinci âyetinde mealen, (O gün, mal ve çocuklar fayda vermez. Yalnız, kalb-i selim ile gelen faydalanır) buyuruldu.”
İmam-ı Rabbani hazretleri; “Tasavvuf yolunda ilerlemekten maksat, nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara suresinde, (Kalblerinde hastalık vardır) mealindeki âyet-i kerimede bildirilen hastalık tedavi edilmedikçe, hakiki iman ele geçmez. Bu afetler varken, akıl yolu ile kalbde hasıl olan iman, imanın suretidir. Çünkü nefs, bu imanın tersini istemekte, küfründe inat ve ısrar etmektedir. İmanın hakikati, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itminanından sonra kalbde hasıl olur” buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz zamanında bu kalb hastalığının tedavisi, Resulullah efendimizin sohbeti ile oluyordu. Başkaca bir riyazete, sıkıntıya lüzum kalmıyordu. Eshab-ı kiramın hepsi, o sohbetin bereketi ile Resulullah efendimizin mübarek kalbinden feyz alıyorlardı. Ve böylece tasavvufun en yüksek derecelerine kavuştular.
Zikir, her işte Allahü teâlâyı hatırlamak, kendini gafletten kurtarmak, gaflet de, Allahü teâlâyı unutmak demektir.
Zikir, yalnız Kelime-i tevhidi söylemek ve tekrar tekrar Allah demek değildir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak, zikir olur. İslamiyet’in emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak, hep zikirdir.
İslamiyet’in emirlerini gözeterek yapılan alışveriş zikirdir. Dine uygun olarak yapılan nikah, talak zikir olur. Çünkü, bunları yaparken, emirlerin, yasakların sahibi hep hatırlanmaktadır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde Ra'd suresi otuzuncu âyetinde mealen; (İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itminana, rahata kavuşur) buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz de; (Allah'ı sevmenin alameti, Onu zikretmeyi sevmektir) buyurmuşlardır.
Tefsir-i azizi sahibi, Dehr suresini açıklarken buyuruyor ki:
“Zikretmek, Allah’tan başka şeylerin sevgisini, onlara düşkün olmayı kalbden çıkarmak içindir. Kalbin mahluklara bağlılığını yok etmek için en iyi ilacın zikir olduğu tecrübelerle anlaşılmıştır. Hadis-i şerifte, (Zikrederek, kalblerinin yükünü hafifletenlerin yolunda olunuz!) buyuruldu. Bunun için, “Allah’a, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, kalbin mahluklara olan bağlantılarını kesmek, onu dünya zevklerine düşkün olmaktan kurtarmak lazımdır. Kalbi kurtarmak için de, zikirden daha faydalı bir ilaç yoktur” demişlerdir.”
Ebu Said-i Ebü'l-Hayr hazretleri de; "Zikir, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, Ondan başkasını unutmaktır” buyurmuştur.
Ebü'l-Hasan-ı Harkani hazretleri ise; "Nimetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır" buyurmaktadır.
|
.Yapılan iyilikleri de gizlemeli
10/31/2004
Allahü teâlânın sıfatlarından biri Settar’dır. Settar, günahları örtücü demektir. Cenab-ı Hak, kullarının ayıplarını, kusurlarını yüzlerine vurmuyor, işledikleri günahları açığa çıkarmıyor, mahcup etmiyor. Kulun da, haya sahibi olması, utanması lazımdır. Hatalarını, kusurlarını gizlediği gibi, yaptığı iyilikleri, hayır ve hasenâtı da gizlemesi lazımdır. Râbia-i Adviyye hazretleri, kendisinden nasihat isteyenlere hep; "İşlediğiniz günahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyin" buyururdu.
Resulullah efendimiz buyuruyor ki:
(Yedi kısım kimse vardır ki, Allahü teâlânın ihsan ettiği gölgeden başka gölge bulunmadığı kıyâmet gününde, Allahü teâlâ onları Arşın gölgesinde gölgelendirir. Onlardan birisi, sadaka verdiği zaman sağ elinin verdiğini, sol eli dahi bilmeyen kimsedir.)
Müctehid âlimler, bu hadis-i şerife dayanarak, sadakayı gizli vermenin lazım geldiğini bildirmişlerdir. Sadakanın içine, bütün hayır, hasenât girmektedir. Bunları yaparken gizli yapmalıdır. Açıkça göstere, göstere yapılırsa, riyâ karışabilir.
Riyâ tehlikesi olmadığı zaman ve insanları iyiliğe teşvik etmek için, hayır hasenâtı açıkça yapmanın da hiçbir mahzuru yoktur. Çünkü bazı yerler vardır ki, hâlis niyetle, kendini riyâdan koruyarak ve başkalarını teşvik için hayrın, iyilik ve sadakanın, âşikâre olması daha efdâldir.
Hadis-i şerifte; (Bir hayrın yapılmasına yol gösteren onu yapan gibidir) buyurulmuştur. Bu hadis-i şerife göre, sadakayı âşikâre vermenin, iyiliği açıkça yapmanın iki kat sevabı olur. Birisi, vermiş olduğu sadaka sevabı, ikincisi ise, başkalarını teşvik etmek sevabıdır. Böyle, hâlis niyetle, iyilik ve sadakayı açıkça yapmak, gizlemekten elbette daha güzeldir.
Riyâdan sakınmak için, sadakanın gizli verilmesi uygun ise de, başkalarını teşvik için, açıkça vermekte de bir beis yoktur. Bundan dolayı Kur’an-ı kerimde sadakanın açıkça verilmesi nehyolunmamış, fakat, gizli vermenin daha efdâl olduğu bildirilmiştir. Bekara suresinin ikiyüz yetmiş birinci âyetinde mealen: (Sadakaları âşikâre verirseniz ne güzeldir. Eğer gizlerseniz ve onları [sadakaları] fakirlere verirseniz bu sizin hakkınızda daha hayırlıdır ve günahlarınıza kefârettir. Allahü teâlâ sizin yaptıklarınızdan haberdârdır) buyurulmuştur.
Bu âyet-i kerimede açıkça verilmesi bildirilen sadaka, farz olan zekattır. Farz olan zekatı açıkça vermek riyâ olmaz, daha sevap olur. Nafile olan sadakayı ise gizlice vermek efdaldir. Gizli verilen nafile sadakanın, açıktan verilen nafile sadakadan yetmiş kat daha sevap olduğu hadis-i şerifle bildirilmiştir.
Zekât vermek, Allahü teâlânın emrini yapmaktır. Sadaka ve hayrâtın çoğu ise, şöhret, hürmet ve nefsin şehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteriş karışmaz. Nafile ibadetlerde ise, gösteriş çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, âşikâre vermek lazımdır. Bu suretle insan iftiradan kurtulur. Nafile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabul ihtimâli fazla olur.
Müslüman, ibadetlerini herkesin yanında gösteriş olarak yapmaz. Zaten nafile ibadetler gizli yapılır. Peygamber efendimiz eshab-ı kiramın büyüklerinden olan Mu’âz bin Cebel hazretlerine hitaben: (Yâ Mu’âz! Ayıpları gizle, kimsenin ayıbını yüzüne vurma! Farzlardan başka kıldığın namazları ve ibadetleri kimseye söyleme! Dünya işini ahiret işinden büyük görüp, evvel yapma! Hiç kimseye hor bakma! Kimsenin gönlünü kırma, herkesle hoş geçin. Eğer bu şekilde hareket etmezseniz elem verici azâba uğrarsınız) buyurmuştur.
Bir Müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur’an-ı kerimde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Bişr-i Hâfi hazretleri, talebelerine ve sevenlerine; "Kötülüklerinizi gizlediğiniz gibi iyiliklerinizi de gizleyiniz!" buyururdu.
Bütün din büyükleri, nafile olarak yapılan ibadetleri, iyilikleri, yardımları gizlemenin lazım geldiğini bildirmişlerdir. Ya'kub-ı Mekfuf hazretleri de, sevenlerine; "Muhlis yani ihlas sahibi olan kimse, günahlarını gizlediği gibi, sevaplarını da gizleyen insandır" buyururdu.
Yahyâ bin Eksem hazretleri, Abbasi halifelerinden Me’mun zamanında mahkeme reisliği yapıyordu. Ona birisi gelip; “Allahü teâlâ kâdımıza iyilikler verip, hâlini iyi eylesin. Bana yemek yemede ölçüm ne olsun, söyler misin?” dedi. Yahyâ bin Eksem; “Açlık ile tokluk arasında yiyeceksin” dedi. O kimse tekrar; “Gülmede ölçü ne olacak?” deyince; “Yüzünde açıklık olacak, fakat sesini yükseltmeyeceksin” cevabını verdi. “Ağlama hakkında ne dersin?” diye sorunca; “Allahü teâlânın korkusundan ağladığını kimseye söyleme!” cevabını verdi. “Amellerimi gizleme hususunda ne söylersin?” deyince; “Gücünün yettiği kadar gizle” diye cevap verdi. “Amelimden ne kadar göstereyim?” deyince de; “Salih kimselerin sana uyacağı, insanların sana itimat edebileceği kadar” cevabını vermiştir.
.
Nimetlerin en büyüğü
11/5/2004
Nimet kelime olarak, iyilik, rızk, saadet anlamlarına gelir. İnsana faydalı olan şeylerin hepsine nimet dendiği, kitaplarda yazılıdır. Görebilmek, konuşabilmek, yürüyebilmek, yiyebilmek, hep birer nimettir. Bütün bu nimetlerin hepsini, herkese gönderen, her şeyi var eden, her varlığı, her an varlıkta durduran yalnız Cenab-ı Haktır. İnsanlardaki üstün ve iyi sıfatlar, hep Onun lütfu ve ihsanıdır. Hayatımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, kuvvetimiz, görmemiz, işitmemiz, söz söyleyebilmemiz, hep Ondandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nimetleri, iyilikleri gönderen hep Allahü teâlâdır. Cenab-ı Hakkın ihsan ettiği bu nimetlerin, hepsi kıymetli, hepsi faydalıdır. Ancak bunların da en kıymetlisi, en lüzumlusu, en çok faydalı olanı elbette vardır. İman nimeti, bütün nimetlerin üstündedir.
Din Büyükleri talebelerine; “Allahü teâlâ bir kuluna iman vermiş ise, o kula ne vermemiş. Bir kula da iman vermemiş ise, o kula ne vermiş!” buyurarak, iman etmenin, en kıymetli nimet olduğunu bildirmişlerdir. Bir hadis-i şerifte; (Allahü teâlâdan afiyet isteyiniz. İmandan sonra afiyetten daha büyük nimet yoktur) buyurulmuştur.
İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri kendisinden nasihat isteyenlere; "Nimetlerin başı üç nimettir. Birincisi bütün iyilikleri içine alan İslam nimetidir. İkincisi, hayata tat veren sıhhat ve afiyet nimetidir. Üçüncüsü, insana faydalı olan, azdırmayan zenginliktir" buyururdu.
Süfyan bin Uyeyne hazretleri de sohbetlerinde buyururdu ki:
"Maddi hayatın devamı için, dünyadaki su ne kadar mühim ise, manevi hayat için de; "La ilahe illallah" Kelime-i tevhidi o kadar, hatta daha fazla mühimdir. Bu kelimenin yüksek manasını ruhuna sindirebilen kimse diridir. Bu yüksek manayı ruhuna işlemeyen kimse ölüdür. Allahü teâlânın, kullarına ihsan ettiği nimetlerin en yükseği bu kelimedir."
İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duaları kabul eden, dertleri, belaları gideren hep Allahü teâlâdır. Rızkları yaratan ve her canlıya ulaştıran da Odur. Allahü teâlânın ihsanı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi de o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayanları, devamlı isyan halinde olanları, herkese rezil ve rüsva etmiyor ve namus perdelerini yırtmıyor.
Günahları örtmesi gibi, affı ve merhameti de o kadar çoktur ki, cezayı ve azabı hak edenlere, ceza vermekte, azap etmekte acele etmiyor.
Nimetlerini, ihsanlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Hiç kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saadet ve kurtuluş yolunu, kullarına Peygamberleri vasıtası ile gösteriyor. Bu saadet yolundan sapmamak ve Cennete girmek için teşvik buyuruyor. Cennetteki sonsuz nimetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızasına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor.
Allahü teâlânın nimetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler de, yine Ondan gelmektedir. Başkalarını vasıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine Allahü teâlâdır.
İnsanın, bu nimetleri gönderene, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâya yapılması icap eden bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtaç, ayıplı ve kusurludur. Böyle aşağı olan insan, Allahü teâlânın şanına yakışacak bir şükür yapamaz. Çok şey vardır ki, insanlar onları güzel ve kıymetli sanır. Fakat, Allahü teâlâ, bunları kötülük bilir ve beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeye, saygı göstermeye yarayan vazifeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
Onun için, insanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve bedenle yapmaları ve inanmaları lazım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve Onun sevgili Peygamberi tarafından tebliğ edilmiştir.
Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslamiyet denir. Allahü teâlâya şükür, Onun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibadeti, Allahü teâlâ kabul etmez, beğenmez. Çünkü, insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslamiyet, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Netice olarak, en büyük nimet, iman nimetidir. Bu nimete şükretmek için, Muhammed aleyhisselama uymak lazımdır. Ahmed bin Yahya Müniri hazretleri; “Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmekten; her kötülük ve sıkıntı da, masiyetten yani günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve bela, günah yolundan gelir. Rahat ve huzur da, itaat yolundan gelmektedir” buyurmuştur.
|
.Orta hâl üzere olun
11/7/2004
Orta yol deyince, iki şey anlaşılır: Birisi, herkesin anladığı gibi, bir şeyin tam ortasıdır. İkincisi, takdiri orta olmaktır. Yani belli bir şeyin ortasıdır. Ahlak bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. Bunun için, iyi huy, herkese göre farklı olur. Hatta, zamana ve mahalle göre de değişir. Birinde güzel olan bir huy, başkasında iyi olmayabilir. Bir zamanda iyi denilen bir huy, başka zamanda iyi olmayabilir. O halde iyi huy, tam ortada olmak değil, ortalamada olmaktır. Peygamber efendimiz; (İşlerin en iyisi, onların ortasıdır) buyurarak, bunu bildirmektedir.
Her iyi huyun zıddı, karşılığı olan sayısız kötü huy vardır. Çünkü iyilik demek, tam orta yol demektir. Ortanın sağında, solunda olmak, iyilikten ayrılmak olur. Ortadan uzaklığı kadar, iyiliği azalır. Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Doğru yola kavuştuktan sonra, orada kalmak, oradan hiç çıkmamak çok zordur. Hud suresinin 113. âyetinde mealen; (Emrolunduğun doğru yolda bulun!) buyuruldu. Bu âyet-i kerime indiği zaman, Resulullah efendimiz; (Hud suresi, sakalıma ak düşürdü) buyurmuştur.
Âyet-i kerimede emrolunan istikâmeti yerine getirebilmek için, Peygamberler, Veliler, Sıddıklar şaşkına dönmüşlerdir. Bu korkudandır ki, Resulullah efendimizin mübarek sakalına ak düşmüştür. İmam-ı rabbani hazretleri de, sevenlerine hep; “Allahü teâlâ, aşırı hareketlerden korusun! Ortalama, adalet üzere doğru yolda bulunmak nasip etsin!” buyururdu.
Mısırda yetişmiş, âlim ve evliyadan Abdülaziz Dirini hazretleri talebelerine şöyle nasihat ederdi:
"Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece sakının. İsrâf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır. Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kişi itibar bulamaz.
Sakın dünyanın parlaklığına, cazibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hilelerine aldanma. Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyanın sağı solu belli olmaz. Bakarsın bazen suda ateş parçası olsun ister. Bazen insana yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helak olur gider.
Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rıza gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkansız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine bina etmiş, kurmuş olursunuz.
Zaman akıp gidiyor. Hadiseler birbiri peşinden geliyor. Yumuşaklık; vakar ve sükunettir. Dünya hırsı bir anlıktır. Sabır, yumuşak olmaya, meseleler üzerinde temkinli ve dikkatli hareket etmeye vesile olur. Kızmak, kabalığa yol açar. Dünya hayatı, bir uyku hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktır.
İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenniden başka sermayeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi olmayacak düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. İnsan, gençliğinin kıymetini bilmelidir. Hiç vakit kaybetmeden, gençliğin her ânını değerlendirmelidir. Sonra, âh gençliğim, tekrar elime geçse de iyi işler yapsaydım, diye pişmanlık duyulur. Onun için, gençliğin, insana emanet olduğunun farkında, idrâkinde ve bunun şuurunda olmak ne kadar mühimdir! Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir.
Ahiret yolculuğunun çok yakın olduğunu, hatırınızdan asla çıkarmayınız. Ahiret hazırlığını elden kaçırmaktan çok sakınınız. Çünkü, her girişin bir çıkışı vardır. Bu dünyaya geldiğimiz gibi, bir gün bu dünyadan ayrılacağız.
Yaptığınız uygunsuz işler için bir sebep ve özür göstermeyi bırakınız. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmakta gevşeklik göstermeyiniz. Ahirete hazırlanmakta sabırlı olunuz ve sebat gösteriniz.”
Abdülaziz Dirini hazretleri, dualarında da Allahü teâlâya şöyle münâcâtta bulunurdu:
"İlâhi! İhsan ve ikram ederek bize kendini tanıttın. Nimetlerin deryâsına bizleri daldırıp garkettin. Her an nimetlerin deryâsında yüzmekte, onlardan istifade etmekteyiz. Bizleri razı olduğun, beğendiğin yer olan Cennetine davet ettin. Seni hatırlamak, emirlerini yapmak sebebiyle, bizlere sonsuz nimetler hazırladın, ihsan ettin.
Yâ İlâhi! İsyânımız ve günahımız, senin azabını bilmemek, duymamak sebebiyle değildir. Lakin âsi nefsimiz bize, azaba düşürecek işleri yaptırdı ve günahları işletti. Senin günahları örtüp, yüzümüze vurmaman sebebiyle şımardık. Bu yüzden çok günah işledik. Senin af ve magfiretine güvenip, günahlara daldık. Şimdi yaptıklarımızın cezası olarak, bize hazırladığın azap ile karşı karşıyayız. Cehennem azabından bizi şimdi kim kurtarabilir. Senden başka kim bize bir kurtuluş ipi uzatabilir.
Yâ Rabbi! Bizim günahlarımızı affet. Kusurlarımızı bağışla. İbadetlerimizdeki kusurlarımızı af ve magfiret eyle. Yâ İlâhi! Bilmeyerek yaptıklarımızı affet ve bizi aklıselim sahibi kıl. Sen, Rabbimizsin, sana inandık. Sen günahları affedersin, affedicisin."
.Kolaylaştırın nefret ettirici olmayın
11/12/2004
İnsanlara ebedi saadet yolunu gösteren İslamiyet’in esası, temeli, kolaylık, hafiflik ve kulları zahmetten, yorulmaktan kurtarmaktır. Çünkü insanlar, zayıf, nazik yaratılmıştır.
Bedenin hastalığı, İslamiyet’in emirlerinin yerine getirilmesini güçleştirdiği gibi, kalb hastalığı da, İslamiyet’e uymayı güçleştirmektedir. Zira Şura suresinin on üçüncü âyetinde mealen; (Müslüman olmalarını istemekliğin, kâfirlere çok güç gelmektedir) buyurulmaktadır.
Görünen uzuvların kuvvetten düşmesi, ibadeti güçleştirdiği gibi, kalbde imanın zayıflaması da güçleştirmektedir. Yoksa, İslamiyet’in her emrinde kolaylık vardır. Nisa suresinin yirmi yedinci âyetinde mealen; (Allahü teâlâ, emirlerinin hafif olmasını diledi. Çünkü, insanlar zayıf yaratıldı) buyuruldu.
Dinde harac, zorluk yoktur, demenin manası; Allahü teâlâ kolaylık emretmiştir, demektir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibadetleri rahat ve kolay ve keyfine göre değiştirsin demek değildir. Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
“İbadetleri iktisat üzere, yani ne az, ne de pek aşırı olmayarak, orta miktarda yapmak lazımdır. Bekara suresinin yüz seksen beşinci âyetinde mealen; (Allahü teâlâ, sizin için kolaylık istiyor. Güç işleri yapmanızı istemiyor) buyuruldu. Bunun için, hastanın ve yolcunun oruç tutmamasına izin verdi. Bize ağır ve sıkıntılı işler yapmayı emretmedi. İnsan iki işten birini yapmak karşısında bulunursa, bunlardan hafif ve kolay olanını yapması daha doğrudur. Peygamber efendimiz, birinin mescidde saatlerce namaz kıldığını işitti. Mescide gelip, bunu omuzlarından tutarak; (Allahü teâlâ, bu ümmetten kolay işler yapmasını istiyor. Güç işleri beğenmiyor) buyurdu.”
Allahü teâlâ, bu ümmete kolay şeyleri emretti. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ, emrettiği şeyleri yapmanızı sevdiği gibi, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever) buyuruldu.
Zaruret zamanında, dinin emirlerini yapmaya azimet denir. Bazen, azimet olanı yapmak daha iyidir. Mesela, ölüm ile korkutulan kimsenin, imanını gizlememesi böyledir. Öldürülürse, şehid olur. Bazen ruhsat olanı yapmak, daha iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır, ölürse günaha girer.
Allahü teâlânın sevdiği ruhsat, kendi emirlerini yaparken zaruret haline düşenler için, bildirmiş olduğu kolaylıkları yapmaktır. Yoksa, emirleri yapmaktan kurtulmak ve aklına, görüşüne göre kolaylık aramak caiz değildir.
Dinde güçlük göstermeyiniz demek, kolayınıza geleni yapınız demek değildir. İslamiyet’in izin verdiği, caiz olan kolaylığı yapabilirsiniz demektir. Mesela, hasta olduğu için veya çok soğuk olduğu için ayakları yıkamak güç olunca, mest üzerine mesh edilir. Çünkü, İslamiyet’ buna izin vermiştir. Fakat kolaylık olsun diye ayakları yıkamadan mest giyilmez. Çünkü İslamiyet’ bu kolaylığa izin vermemiştir. Hasta olan kimse, başkasının yardımı ile yıkar. Soğuk ise, suyu ısıtıp da yıkar. Mestlerini bundan sonra giyer. İslamiyet bu kolaylığa da izin vermiştir. Din âlimlerinin sözlerine ehemmiyet vermeyip de, fıkıh kitaplarının gösterdiği kolaylıkların dışına çıkmak caiz değildir. İslamiyet’i, kendi aklına, kendi görüşüne göre çevirmek isteyenlere Dinde reformcu veya Zındık denir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın nimetlerinin en kıymetlisi, bütün emirlerinde kolaylık göstermesidir. İslamiyet’in bütün isteklerinde tam kolaylık gözetilmiştir. Mesela yirmi dört saat içinde, yalnız on yedi rekat namaz kılmayı emir buyurmuştur. Bunu kılarken de, en kolay olanı okumayı kabul etmektedir. Ayakta kılamayanın, oturarak kılmasına izin vermiştir. Oturarak kılamayan, yatarak kılabilir. Rüku ve secdeleri yapamayan, ima ile, işaret ile kılabilir demiştir. Abdest almak için su kullanamayana, toprak ile teyemmüm etmesine izin vermiştir. Zekat için de, malın yalnız kırkta birini fakirlere ayırmıştır. Ömründe bir kere hac etmeyi farz etmiştir. Sayılamayacak kadar çok şeyleri helal etmiş, izin vermiştir. Yiyecek, içecek ve kumaşlardan çoğunu mubah etmiş, pek azını haram kılmıştır. Zararlı olan içkiyi yasak etti ise de, buna karşılık çeşitli faydalı şerbetleri mubah etmiştir. İpekli kumaşlardan bir kısmını erkeklere haram etmiş ise de, buna karşılık süslü, renkli sayısız kumaşları helal eylemiştir. İnsafsız, taş yürekli bir kimse, bu kadar çok kolaylığı, güç ve ağır yük görürse, kalbinin bozuk olduğunu göstermiş olur. Birçok işler vardır ki, sağlam insanlar bunları kolay yaptığı halde, hasta kimselere güç gelir. Kalbin hasta, bozuk olması demek, Peygamberlerin getirdikleri bilgilere, tam inanmaması demektir.”
Netice olarak Allahü teâlâ, İslamiyet’i, nefsi, arzularından, âdetlerinden vazgeçirmek için göndermiştir. Nefsin istekleri ile İslamiyet’in istekleri birbirinin zıddıdır. İbadetleri yapmakta güçlük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alamettir. Nefsin istekleri kalmayınca, güçlük de kalmaz.
.
Bugün bayram
11/14/2004
İyd, bayram demektir. Ramazan ayında günahlar affedildiği ve Müslümanlar sevindikleri için İyd denilmiştir.
Bayram, affa uğramaktır. Bayram, günahlardan kurtulma günüdür. Müminin bayramı, günahlarının affedildiği gündür. İmanla öldüğü gün bayramdır. Cennette Allahü teâlânın rüyetine kavuştuğu ve Peygamber efendimizi gördüğü gün, müminin bayramıdır. Hakiki bayram, Rabbimizin huzuruna, yüz akıyla çıkabilmektir.
Bir bayram günü, insanların neşeyle eğlendiklerini göre hazret-i Ali; "Günah işlemediğimiz gün de, bizim bayramımızdır" buyurmuşlardır.
Dâvud-i Tâi hazretleri, nasihat isteyen kimseye; "Dünya hayatında oruçlu gibi ol. Ölüm geldiğinde bayram sevinci içinde ol. Halktan yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçıp kendini mesut kıl. Dilini koru. Lüzumsuz şeylerden kaçın. Dünya ile çok az ilgilen. Ahirete götüreceğin şeyler nispetinde dünya ile ilgilen" buyurmuştur.
Sırri-yi Sekâti hazretleri anlatır:
“Bir bayram günü hazreti Ma'rufu hurma toplarken gördüm ve;
-Bunları ne yapacaksın? diye sordum.
-Şu çocuğu ağlarken gördüm ve niçin ağladığını sordum. Bana yetim olup anne ve babasının olmadığını, arkadaşlarının yeni elbiseleri ve oyuncakları olup kendisinin olmadığını söyledi. Şimdi bunları toplayıp satacağım, ağlamayıp oynaması için ona oyuncak satın alacağım dedi. Bunun üzerine;
-Bu işi bana bırak deyip çocuğu alıp götürdüm. Yeni güzel elbiseler ve oynaması için bir oyuncak aldım. Çocuk o zaman memnun oldu. Bundan sonra kalbime bir nur geldi, kalbim parladı ve hâlim bambaşka oldu."
İmam-ı Şâfii hazretlerinin talebelerinden biri anlatır:
“Bir bayram günü İmam-ı Şâfii hazretleri ile beraber mescidden çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selamı olduğunu ve bunu kabul buyurmasını rica etti. İmam-ı Şâfii hazretleri keseyi kabul etti. Biraz sonra biri gelip,
-Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızası için biraz para istiyorum dedi. İmam-ı Şafii hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu.”
Şumeyt bin Aclân hazretleri bir bayram günü eğlenen kalabalığa bakarak; "Eskimeye mahkum bir elbise ve bir müddet sonra böceklerin yiyeceği et olan şu insanları görüyor musun?" buyurarak kabre girecek bir insanın gaflet içinde eğlenip oynamasına olan hayretini bildirmiştir.
İbrâhim Ubeydi şöyle anlatır:
“Bir bayram günüydü. Muhammed Zeynelabidin hazretleri, benim, yanından ayrılmamı istemedi ve;
“Bugün bayramdır. İnsanların bir araya gelip dağılma günüdür. Sen benim yanımdan ayrılma. Ziyarete gelenlerin ayrılmalarından sonra, bende bir yalnızlık oluyor. Bugün benim dostum ol. Seninle konuşmak beni memnun ediyor” buyurmuştur.
Zünnun-i Mısri hazretlerinin on sene canı mahalli bir yemek istedi. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine; “Ne olur, bayram günü olsun bana bu yemeği versen” deyince, Zünnun-ı Mısri hazretleri; “Ey Nefsim! Şayet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur’an-ı kerimi hatim edersen, sana bu yemeği veririm” dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği yemeği getirdiler. Bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza durdu. “Niçin böyle yaptın?” deyince; “Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın, diyerek lokmayı geri koydum” cevabını vermiştir.
Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurlarmış:
"Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir.
Ancak ilâhi azaptan emin olanlar içindir.
Bayram bineklere binenler için de değildir.
Ancak hata ve isyânı bırakanlar içindir."
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın ümmetine, nice mübarek günler, geceler ihsan etmiştir. Ramazan ve Kurban bayramları da bu ihsanın içindedir. Bunları fırsat, ganimet bilerek, Rabbimizin rızasına kavuşmayı talep etmeliyiz.
Ana-baba hayatta ise, rızasını almak için uğraşmalıdır. Zira ana-babasını razı eden kimse için, Cennette iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek, onlarla sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duaları alınmalı, haklarını helal ettirmelidir. Ana-babanın dualarını almak için vesilelerden biri de bayramlardır. Bayramlarda, ana-babaya çeşitli hediyeler alıp, bayramları tebrik edilerek, hakları helal ettirilmeli ve dualarını almalıdır! Arada kırgınlıklar varsa bu vesile ile giderilmelidir. Allahü teâlâ Musa aleyhisselama buyurdu ki: (Yâ Musa, günahlar içinde bir günah vardır ki benim indimde çok ağır ve büyüktür. O da, ana-baba evladını çağırdığı zaman emrini dinlememesidir.)
Eşrefoğlu Rumi hazretleri de buyuruyor ki:
“Akıllılar bu dünyada şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar, herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1-Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk edesin. 2-Her şeyden kurtulasın. 3-Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden razı olsun.”
|
.Alma mazlumun ahını
11/19/2004
Zâlim, zulmeden, başkasının hakkına tecavüz eden, onların hakkını gasp edip kullanan kimse demektir. Zâlimin diğer anlamı ise, Allahü teâlâyı inkâr eden, inanmayan demektir. Bunun için hadis-i şerifte; (Zâlimin çok yaşamasına dua etmek, Allahü teâlâya isyan olunmasını istemektir) buyuruldu.
Mazlum ise; zulme, haksızlığa uğrayan, elinden malı, mülkü alınan, gasp edilen, sövülen, dövülen, hakaret edilen, kalbi kırılan kimse demektir. Peygamber efendimiz; (Üç kimsenin duası muhakkak kabul olur. Mazlumun, misafirin ve ana babanın) buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de; (Mazlumun bedduasından korkunuz. Çünkü onunla Allahü teâlânın arasında bir perde yoktur) buyurulmuştur.
Umumi olarak zâlim, başkasının hakkına tecavüz eden anlamında kullanılmaktadır. Allahü teâlânın, insanların ve hayvanların haklarına tecavüz eden kimse, zâlim olmaktadır. Hatta insan, kendisi için bile zâlim olabilmektedir. Mesela İslam âlimlerinden İmam-ı Mücahid hazretleri; “Sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse zâlimlerdendir” buyurmaktadır.
Ömrünü İslamiyet’in emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren Ebu İshak Kazeruni hazretleri, vefatından önce şu vasiyette bulunmuştur:
“Zâlimlerden ve bunlara yakın kimselerden uzak dur. Her kim bunlara meylederse, âlim ve faziletli bile olsa, salihler ve Allah adamları yanında kıymetli olmaz. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Şu üç şeyi yapanlar cürüm işlemiş olur. İki topluluk arasında bozgunculuk yapıp, fitne çıkaranlar; ana-babasına asi olanlar; zâlimlerle dostluk kurup, onların zulmüne yardımcı olanlar." Ve yine; "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ben alemlerin Rabbiyim. İzzet ve celâlim hakkı için zâlimlerden intikam alırım. Bir kimse bir zâlimin elinde bir mazlumun zulme uğradığını görse, buna mani olmaya gücü yetip de, o mazluma yardım etmezse, ondan intikam alırım" buyurdular.”
Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
“Fıskın yani günahın en kötüsü, zulüm yapmaktır. Çünkü, açıkça yapılmakta ve kul hakkı da karışmaktadır. Al-i İmran suresinin, elli yedinci ve yüz kırkıncı âyetlerinde mealen; (Allahü teâlâ, zâlimleri sevmez) buyuruldu. Hadis-i şerifte, (Zâlimin çok yaşamasına dua etmek, Allahü teâlâya isyan olunmasını istemektir) buyuruldu. Süfyan-ı Servi hazretlerine; “Çölde bir zâlim susuzluktan helak oluyor. Ona su verelim mi?” diye sual edildiğinde, “Hayır vermeyin” buyurdu. Zâlim, oturduğu evi gasp yolu ile almış ise, o eve girmek haram olur. Zâlim olmayan fasık kimseye tevazu edenin dininin üçte ikisi gider. Zâlime tevazu edenin halinin nasıl olacağını buradan anlamalıdır. Zâlimin elini öpmek, karşısında eğilmek, günahtır.”
Eshab-ı kiramın büyüklerinden olan Muaz bin Cebel hazretleri; “İyi bir Müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduasından çok sakın ve hiç kimseye zulmetme!” buyurmuştur.
Zâlimin biri, Din Büyüklerden birine zulmederdi. Bu zatı tanıyanlar;
-Buna beddua et dediklerinde,
-O, bana değil, kendine düşmanlık etmektedir. Kendine yaptığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilave edemem buyurdu. Hadis-i şerifte; (İnsan, kendine zulmedene beddua eder. Böylece, hakkını, dünyada almış olur. Belki, zâlimin hakkı da, kendine geçmiş olur) buyuruldu.
Zulme uğrayan, uğradığı zulüm kadar hak sahibidir. Daha fazla ileri giderse, bu sefer kendisi zâlim olur. Zira Mecellenin 921. maddesinde; “Mazlum olanın, başkasına zulmetmeye hakkı yoktur. Her ikisi de öder. Mesela sahte para alan, bunu başkasına veremez” denmektedir.
Bir zaman iftira sebebiyle Zünnun-i Mısri hazretlerini hapsettiler. Günlerce aç kaldı. Bir kadın iplik parası ile hazırladığı yemekten ona gönderdi. Zünnun-i Mısri hazretleri o yemekten yemedi. Kadın bunu işitince, üzüldü. “Helal para ile yaptığımı biliyorsun, niçin yemedin?” dedi. “Evet yemek helaldi. Fakat zâlimin tabağı içinde getirdiler” buyurdu. Yemeği zindancıların tabağında getirmişlerdi.
İmam-ı Taki hazretleri: "Zulüm yapan, zâlime yardım eden ve bu zulme razı olan, bu zulme ortaktır” buyurmuştur. İbn-i Vefa hazretleri ise: "Bir zâlime kalben meyleden kimseyi fitne ateşi sarar. Böyle kimse, ancak Allahü teâlânın yardımı ile kurtulur" buyurmaktadır.
Allahü teâlâ, zâlime imhal eder yani belli bir müddet tanır fakat ihmal etmez yani o zâlimin cezasını mutlaka verir. Zâlime yardım eden de cezasız kalmaz. Çünkü hadis-i şerifte; (Bir zâlime yardım edene, Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder) buyurulmuştur.
Bizde bir atasözü vardır; “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” diye. “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun da Allah’ı var” sözü meşhurdur. Bunun için hiç kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Çünkü Zilzal suresinin yedinci ve sekizinci âyetlerinde mealen; (Kim zerre kadar iyilik yaparsa onun mükafatını görecek, kim zerre kadar kötülük yaparsa onun cezasını görecektir) buyurulmuştur.
Şu beyitte ifade edildiği gibi:
Aldatmasın seni, diktatörün sarayları, kumaşı,
Saray bahçesini, sular daim, mazlumların göz yaşı.
.Dünya sana da kalmaz
11/21/2004
Dünya, kaybolan bir gölge gibidir. Nimetleri geçicidir. İnsana verilen ömür ise çok kısadır. Geçici ve yok olan bu nimetleri ele geçirmek için dinini vermek ahmaklıktır. Peygamber efendimiz; (Dünyaya, burada kalacağınız kadar, ahirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) buyurmuşlardır.
Bu dünya nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Ahirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve ahiretin en kıymetli insanı olan Muhammed aleyhisselama tâbi olarak geçirilirse, ebedi saadet, sonsuz kurtuluş umulur. Yoksa Muhammed aleyhisselama tâbi olmadıkça, her şey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, ahirette ele bir şey geçmez.
Mal, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri muradına kavuşamamıştır. Malı, mevkiyi hayır için arayan ve hayır işlerde kullanan, rahata, huzura kavuşmuştur. Mal, mevki gaye olmamalı, hayra vasıta olmalıdır. Mal, mevki, bir deryâya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryânın gemisidir. Hadis-i şerifte; (Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı!) buyuruldu.
İnsan, dünyada bâki değildir. Dünya zevklerine daldıkça, dertler, üzüntüler, güçlükler artar. Bunun için Ahmed Siyâhi hazretleri oğluna nasihat ederken buyurur ki:
“Ey oğul! Dünyaya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve beraberlik gam, keder ve üzüntü getirir. Bu, tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de sen onlardan faydalanamazsın. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan, nefsinin arzu ve isteklerine uymuş kimselerle beraber olma. Böyle kimseler gizli düşman olup, insanın yüzüne karşı dalkavukluk yaparlar, gıyabında, arkadan ise aleyhinde bulunurlar. Onların yanına gelerek oturmalarına bakıp aldanma. Maksatları senden manen faydalanmak olmayıp dünyalık maksatlarına, mal ve mevki elde etmeye seni vesile, âlet etmek içindir. Bir kusur ettiğinde, hakkında kötülük düşünenlerin ve düşmanlarının en azılısı olurlar. Zamanındaki insanları tecrübe ettiğinde, onlarda bundan başka bir özellik bulmayacaksın.”
Dünya haraptır. Şerbetleri serâbdır. Nimetleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünya bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nimetleri geçici, hâlleri değişicidir. Fudayl bin İyâd hazretleri, insanlara dünyanın fâni geçici ve değersiz, ahiretin bâki, kalıcı ve paha biçilmez olduğunu anlatır ve; "Dünyanın tamamı altından olsaydı, yine yok olurdu. Ahiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine bâki olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyayı, altın da olsa reddeder. Bâki olan ahireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabul eder. İşin aslı, ahiret bâki ve altın gibi kıymetlidir. Dünya ise, fâni ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir" buyururdu.
Abdülaziz Dirini hazretleri, bir talebesine hitaben; “Sakın dünyanın parlaklığına, cazibesine ve onun dışı tatlı, içi zehir olan hilelerine aldanma. Onun inci gibi görünen ön dişlerinin arkasında, parçalayıcı dişler saklıdır. Çünkü dünyanın sağı solu belli olmaz. Bakarsın bazen suda ateş parçası olsun ister. Bazen insana yapamayacağı şeyleri teklif eder. Böylece insan, boyundan büyük işlere girer de helak olur gider” buyurmuştur.
Dünyaya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Fâni, geçici olanın sevgisini kalbden çıkarmadıkça, bâki, sonsuz olana kavuşulamaz. Kendini bilen kişinin bu dünyaya düşkün olmasına şaşılır. Şakiler dünyaya sarılır. Saidler ise, bâki, sonsuz olana sarılır. Peygamber efendimiz; (Dünya, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurmuşlardır.
İmam-ı Gazâli hazretleri, Selçuklu sultanı olan Sultan Sencere yazdığı bir mektupta buyuruyor ki:
“Dünyanın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: Dünya kırılmaz altın bir testi, ahiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedi olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünya, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir. Ahiret ise hiç kırılmayan ebediyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve daimâ göz önünde tutunuz.”
Amr bin Mürre hazretleri, dünyayı sevip onun peşinde ömrünü tüketenler hakkında; "Kim dünyaya yönelip dünyalık peşinde koşarsa ahiretini yıkar. Kim ahirete faydalı amel yaparsa, dünyaya düşkün olmaktan kurtulur. Böylece fâni geçici olanı verip bâki, kalıcı olanı alır" buyururdu. Hadis-i şerifte; (Dünya sizin için yaratıldı. Siz de ahiret için yaratıldınız! Ahirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur) buyuruldu.
Ve:
Kimseye bâki değildir, mülk-i dünya simü zer,
Bir harâb olmuş kalbi, tamir etmektir hüner.
.İstemesini bilmeyen kavuşamaz
11/28/2004
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmakta, nimetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri, sıkıntıları gidermek ve faydalı şeyleri vermek için de, dua etmeyi sebep yapmıştır. Peygamberler, hep dua ettiler. Ümmetlerine de dua etmelerini emrettiler.
Allahü teâlâdan kim bir şey istedi de, vermedi, kim Onun kapısını çaldı da eli boş döndü? Elbette istemesini bilmeyen, bir şey alamaz. Cenab-ı hakkın huzuruna edeple çıkmayan, Onun rahmetine kavuşamaz.
Evliyanın büyüklerinden Rabia-i Adviyye hazretleri, adamın birinin, dua ederken; “Ya Rabbi! Bana rahmet kapısını aç!” dediğini işitince; “Ey cahil! Allahü teâlânın rahmet kapısı, şimdiye kadar kapalı mı idi de, şimdi açılmasını istiyorsun?” buyurmuştur.
Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de, giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için de ayrıca dua etmek lazımdır.
Dua, Allahü teâlâya yalvararak, Ondan muradını istemektir. Allahü teâlâ, dua eden kulunu çok sever. Dua etmeyene gadap eder. Zira dua müminin silahıdır. Dua, gelmiş olan dertleri, belaları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mani olur.
Yalnız dua etmenin de şartları vardır:
1-Önce, günahlarına pişman olup, tevbe etmeli, istigfar okumalı.
2-Sadaka vermeli.
3-İmanını, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak düzeltmeli.
4-Duanın kabul olacağına inanmalı, güvenmeli.
5-İki dizi üzerine kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salevat okumalı.
6-Duayı üçten fazla söylemeli. Haram şeyleri ve hasıl olmuş şeyleri istememeli.
7-Kabul olmadı diyerek, ümidi kesmemeli, kabul oluncaya kadar, uzun zaman tekrar etmelidir.
8-Haram yememeli, haram içmemeli, haram şeyleri söylememelidir.
Makamat-ı mazheriyyede diyor ki:
“Duanın kabul olması için, ekl-i halal ve sıdk-ı makal ve ihlas ile yapmak şarttır:” Hadis-i şerifte de;
(Duanın kabul olması için, iki şey lazımdır: Birincisi, duayı ihlas ile yapmalıdır. İkincisi, yediği ve giydiği helalden olmalıdır. Müminin odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yaptığı duası, hiç kabul olmaz) buyurulmaktadır.
Seyyid Ahmed Rıfai hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlânın sevgili kullarını vesile ederek, cenab-ı Haktan bir şeyler istenebilir. Onları vesile ederek bazı ihsanlara kavuşulursa, bu yardımları ve ihsanları evliyadan bilmemek lazımdır. İhsanı yapan Allahü teâlâdır. Çünkü veliler, kendiliklerinden bir şey yapmazlar. Allahü teâlâ onları çok sevdiği için, onların dua ve hatırı ile yaratır. Peygamber efendimiz; (Saçları dağınık, kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi yaratır) buyurmuştur. Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri bile yaratınca, dualarını elbette kabul buyurur. Allahü teâlâ Mümin suresinin altıncı âyetinde mealen;
(Bana dua ediniz; duanızı kabul ederim) buyurdu. Duaların kabul olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan dua, elbet kabul olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, dualar kabul olmuyor. Bu şartları yerine getiren velilerin, âlimlerin dua etmeleri için, onlara yalvarmak, şirk olmaz. Allahü teâlâ, söylenilenleri, sevdiklerinin ruhlarına işittirir. Onların hatırı için istenileni yaratır. Allahü teâlânın sevdiği kullarının ruhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ve izinle, dirilere yardım ederler. Böyle inanarak evliyadan yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Allahü teâlâya tapınmak, Ona inanmak, Ondan istemek olur. Aklı olan, bunu pek iyi anlar.”
Abdülhalık Goncdüvani hazretlerine bir kimse; "Efendim! Son nefeste iman ile gidebilmemiz için bize dua buyurur musunuz?" diye talepte bulununca; "Her kim farzları eda ettikten sonra dua ederse, duası kabul olur. Sen, farz olan ibadeti yaptıktan sonra dua ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duanın kabul olmasına vesile olur" buyurmuştur.
Abdülkadir Geylani hazretleri de buyurdu ki:
"Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim" deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızk ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vazgeçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir.”
.Fıkıh öğrenmemek iflas alametidir
11/28/2004
Fıkıh kelime olarak, İslamiyet’i bilmek, anlamak demektir. İslamiyet’in hükümlerini bilen âlimlere Fakih denir.
Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lazım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, Kur’an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden, icmâ’-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. Hadis-i şerifte; (Fıkıh ilmi meclisinde bulunmak, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır) buyurulmuştur.
İbni Abidin hazretleri; “Fıkıh âliminin Müslümanlara sağladığı faydanın sevabı, cihâd sevabından çoktur” buyurmuştur.
İmam-ı Mâlik hazretleri; “Fıkıh öğrenmeyip, tasavvufla uğraşan, dinden çıkar. Zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid’at sahibi, yani sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır” buyurmaktadır. Ebu Bekr-i Verrâk hazretlerinin de böyle buyurduğu kitaplarda yazılıdır.
Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil, olgun insan olur. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki:
“Fıkıh bilgisi, ekmek gibi, herkese lazımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah ibni Mesud hazretleri olup, Eshab-ı kiramın yükseklerinden ve en âlimlerindendi. Bunun talebesi Alkama bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhim Nehai, bu ekini biçmiş, yani bu bilgileri bir araya toplamıştır. Hammâd-ı Kufi, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan imam-ı a’zam Ebu Hanife öğütmüş, yani bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebu Yusuf, hamur yapmış ve imam-ı Muhammed pişirmiştir. Böylece hazırlanan lokmaları, insanlar yemektedir. Yani, bu bilgileri öğrenip dünya ve ahiret saadetine kavuşmaktadırlar.”
Fıkıh öğrenmeyip, yalnız hadis öğrenen, iflâs etmiş demektir. Çünkü, farzları, haramları, âlimlerden veya bunların yazmış oldukları kitaplardan öğrenmek farzdır. Kendisi yapmak ve başkalarına öğretmek için fıkıh kitapları okumak, nafile namaz kılmaktan daha sevaptır. Hadis-i şerifte; (İlim öğrenmek, bütün nafile ibadetlerden daha sevaptır. Çünkü, kendine de, öğreteceği kimselere de faydası vardır) buyurulmuştur.
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyurdu ki:
"Ehl-i sünnet itikâdını, farzları ve haramları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek, kendine lazım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek ve Kur'an-ı kerimin tefsirini ve hadis ilmini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Namaz kılacak kadar Kur'an-ı kerim ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nafile namaz kılmasından daha çok sevap olur. İbadetlerinde ve günlük işlerinde lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevap olur. Lüzumundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nafile ibadetlerden daha sevaptır. Lüzumundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini yâni Allahü teâlâya ârif olanların sözlerini ve hayatlarını öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı arttırır. Derin âlimler, fıkıh bilgilerini, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir."
Celaleddin-i Rumi hazretleri oğlu Sultan Veled'e şöyle nasihat etmiştir:
"Ey oğlum! Sana vasiyet ediyorum ki: Her halde ilim, edep ve takvâ üzerine bulun. Her zaman geçmiş din büyüklerinin eserlerini inceleyerek, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolundan ayrılmamayı vazife edin. Fıkıh ve hadis-i şerif öğren, cahil sofulardan olma. Namazı her zaman cemaatle kıl. Şöhret isteme, zira şöhret âfettir. Makâma bağlı olma. Çok söz söyleme. Az söyle ve halkın kötülük ve eğrilerinden aslandan kaçar gibi kaç, bir kenarda dur. Helal ye ve şüphelilerden kaçın. Dünya malına kapılma. Dünya arzusu dinin zâyi olmasına sebep olur. Dışını süsleme. Zira dışın süsü; için, kalbin, ruhun harap olduğunu gösterir. Başkalarıyla mücadele etme ve hiç kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Âlimlere, evliyaya, mal, can ve tenle hizmet et. Din büyüklerinin hâllerini inkâr etme. Zira inkâr edenler rahat ve kurtuluş yüzünü göremezler."
Fıkhın ibadât kısmını kısaca öğrenmek, her Müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelat kısımlarını öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Yani, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur.
Tefsir, hadis ve kelam ilimlerinden sonra, en şerefli ilim, fıkıh ilmidir. Hadis-i şerifte; (Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir) buyuruldu. Bir başka hadis-i şerifte; (İbadetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir) buyurulmuştur.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
“Dünya ve ahiret saâdetlerine kavuşmak için, dünya ve ahiretin efendisine uymak lazımdır. Ona uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce itikâdı düzeltmek lazımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anlayıp bildirdikleri helal, haram, farz, vâcib, sünnet, mendub, mubâh bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lazımdır
.
Alan değil veren kurtulur
12/3/2004
İnsan, hayatta iken kendini vermeye alıştırmalıdır. Zira bir gün en kıymetli şeyini yani canını, ruhunu verecektir. Eğer insan, kendini vermeye alıştırırsa, can vermesi kolay olur. Dinimiz, almayı değil, vermeyi emretmektedir. İnsanların sıkıntılarına katlanmak, kahırlarını çekmek, yardımlarına koşmak, müşkillerini halletmek, hep vermektir yani fedakârlıkta bulunmaktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Şu üç şey için yemin ederim: Sadaka vermekle asla mal eksilmez. Öyle ise sadaka verin! Zulüm gördüğü şahsı, Allah rızası için affeden, dünya ve ahirette aziz olur. Öyle ise affedin! İsteme kapısını açana da, Allahü teâlâ fakirlik kapısını açar.)
Yükselen, olgunlaşan insanlar, hep vererek yükselmiş ve olgunlaşmışlardır. Dinimizde esas olan, nazlanmak değil, naz çekmek yani yük çekmektir. İnsanların yükünü çeken kimse, olgunlaşmaya, istifade etmeye başlamış demektir. Peygamber efendimiz; (Veren el, alandan yüksektir) buyurmuşlardır.
Ebu Ali Cürcani hazretleri; "Arif; tamamıyla gönlünü Allahü teâlâya, vücudunu halka hizmete veren kişidir" buyurmuştur.
Her şeyi yaratan, veren, ihsan eden Allahü teâlâdır. İnsanlar, isyan ettiği, emirlerini dinlemediği halde rızklarını kesmemiştir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Bütün mahluklara her nimeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, varolmak nimetini veren Odur. Her an, varlıkta durduran da Odur. Kâmil, iyi sıfatlar, insanlara, Onun rahmeti ile, acıması ile verildi. Hayat, ilim, sem, basar, kudret ve kelam sıfatlarımız hep Ondandır. Sayılamayan nimetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran Odur. Duaları kabul eden, belalardan kurtaran hep Odur. Öyle bir Razzakdır ki, kullarının rızklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını meydana çıkarmıyor. Hilmi o kadar çoktur ki, kullarının cezalarını vermekte acele etmiyor.”
Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (Allahü teâlânın ahlakı ile huylanınız!) buyurmuştur. Mesela, Allahü teâlânın sıfatlarından biri Settar’dır. Yani günahları örtücüdür. Müslümanın da din kardeşinin ayıbını, kusurunu örtmesi lazımdır. Allahü teâlâ, kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da, birbirlerinin kusurlarını, kabahatlerini affetmelidir. Allahü teâlâ kerimdir, rahimdir. Yani lütfu, ihsanı boldur ve merhameti çoktur. Müslümanın da cömert ve merhametli olması lazımdır. Rislan Dımeşki hazretleri; "Ahlakın en güzeli, gücü yettiği halde affetmek ve kendi ihtiyacı olan şeyi cömertçe vermektir" buyurmuştur.
Abdullah-ı Ensari hazretleri buyurdu ki:
"Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, daima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadis-i şerifte; "Veren el, alan elden üstündür" buyurulmuştur."
Veren kimse, her zaman itibarlı ve aziz olur. Almaya, istemeye alışan kimse de, zillete düşer. Zira Peygamber efendimiz; (Açgözlü olmaktan, istemekten sakının! Tamah, fakirliğin tâ kendisidir) buyurmuşlardır.
Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretlerini, kendi zamanında yaşayan birkaç evliya ile beraber, hasetçinin biri, halifeye şikâyet etmişti. İşin aslı araştırılmadan bunların idam edilmesi emredildi. Onlardan birisi idam edilmek üzere çağrılınca, Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretleri, hemen ileri atılıp;
-Önce beni idam edin dedi. Cellat;
-Kılıç, kendisine koşulacak bir şey değildir. Niçin acele ediyorsun? Sana henüz sıra gelmedi deyince, Ebü'l-Hüseyin Nuri hazretleri;
-Bizim yolumuz isar yani arkadaşını, kendine tercih etme, fedakârlık yoludur. En kıymetli ve tatlı şey candır. Ben kendimi feda edip, bir kaç saniye de olsa bu kardeşlerimin yaşamasını arzu ediyorum cevabını vermiştir. Bu hâli gören halife, onların durumunu tekrar tahkik ettirir ve bunların Allah adamı olduğunu anlayıp, özür diler ve serbest bırakır.
Mümin gıda gibi olmalıdır. Her zaman ona ihtiyaç duyulmalıdır. Vermeye alışan, yük çeken kimse, gıda gibi olur. Yoksa yüzü dünyaya dönük olan yani almaya alışan kimse, herkesle kavgalı olur. Yüzü ahirete dönük olan kimse ise, herkesin yükünü çeker yani hep verir ve herkesle de barışık olur.
İnsanların sıkıntılarına katlanmak güzel ahlaktır. Bunun için bir Müslüman, kendisi hakkında; “İnsan ancak bu kadar iyi olabilir” dedirtmek için gayret etmelidir. Kendisine böyle söylenen kimseye müjdeler olsun.
Bir kimse, kırıldığı kimselere iyilik edebiliyorsa, onlara hediye verebiliyorsa, rahat eder, huzurlu olur. Din büyükleri; “Kalbi en fazla nurlandıran şey; kızdığınız kimseye dua etmektir” buyurmuşlardır.
Fütüvvet yani mertlik, bizi sevmeyene ihsanda bulunmak ve sevmediğimiz kimse ile tatlı konuşmaktır. Zaten vermeyen, fedakârlıkta bulunamayan kısacası cömert olmayan kimse, insanların sevgisini kazanamaz. Sözün özü, Din büyüklerinin buyurduğu gibi; “Başkasına yük olan alçalır.”
.Hak söze evet diyebilmek
12/5/2004
Nefse en ağır gelen ve onu en fazla tahrip eden şey, başkasından gelen hak söze evet diyebilmesi, o hak sözü kabul etmesidir.
Nefse en hoş gelen şey de, mümin kardeşinin gıybetini yapmaktır. Nefs, bundan haz duyar. Nefs, gıybet için, sabahlara kadar değil kırk sene oturtur adamı uyku bile getirtmez. Gıybet etmek, nefse öyle zevk verir ki, mümin kardeşini kötülemek, ondan bahsetmek ve onu alt etmek için, uykuyu bile feda eder. Böyle durumda ruh, mahvolur, perişan olur. Bunun için Din büyükleri, gıybet konusunda çok titiz davranmışlar ve asla bu konuda müsamaha etmemişlerdir.
Kalbe, ruha lezzet veren şeyler, nefse sıkıntı verir. Ruhun lezzeti ile nefsin lezzeti, birbirinin zıddır. Birinin zevk duyduğundan öteki elem, sıkıntı duyar.
Her insanın, kendine merhamet etmesi, aklından gaflet perdesini kaldırması, bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalışması ve Hakkın hak olduğunu görerek, ona tâbi olması lazımdır. Zira insanın, bu konuda vereceği karar, çok büyük ve çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Dünyaya gelen her insan, muhakkak ölecektir. Bunun için insan, öleceği vakti düşünmesi ve öldükten sonra başına geleceklere hazırlanması lazımdır. Bir kimse, Hakka tâbi olmadıkça, ebedi azaptan kurtulamaz. Son pişmanlık ise, fayda vermez. Ayrıca son nefeste Hakkı tasdik etmek de, kabul olmaz.
Ahmed bin Âsım Antâki hazretleri, kendisinden nasihat isteyenlere hitaben şöyle buyurmuştur:
"Ey kardeşlerim! En faydalı korku, insanı günahlardan, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerden alıkoyan, ahiret işlerinin elden çıkması ile üzüntüye sevk eden; kalan ömrü ve son nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevk eden korkudur. En faydalı ümit, salih amel yapmayı kolaylaştırandır. Hak olan iş, insanlara adaletle muamele, insanın kendisi için istemediğini başkaları için de istememesi, kendisinden aşağıda olanın hak olan sözünü kabul etmesidir. En faydalı doğru söz, Allahü teâlânın rızası için nefsinin ayıplarını kabul ve tasdik etmektir. En faydalı ihlâs, riyâdan ve gösterişten kurtulmaktır. En faydalı hayâ, hoşuna giden bir şeyi Allahü teâlâdan isteyip, sonra da Onun rızasına uygun olmayan işi yapmamaktır. En faydalı şükür, yapılan günahları Allahü teâlânın setredip, gizleyip hiçbir kuluna bildirmediğini, bilmektir.”
Doğru sözü, itiraz etmeden kabul edebilmek, herkese nasip olmaz. Çünkü Hakkı kabul etmek, nefse ağır gelmektedir. Peygamber efendimizden beş asır sonra yaşayan İmam-ı Gazâli hazretleri, kendi zamanında yaşayan insanlar için; "Bu zaman, benim sözlerimi kaldıramaz. Bu zamanda bir hak söz söyleyenin, kapı ve duvar bile aleyhine geçer" buyurmuştur. Gerçekten de, o asırda İslam dünyasını saran bid’at, sapık görüşler ve felsefi düşünceler sebebiyle insanlar, İmam-ı Gazâli hazretlerinin naklettiği doğru sözleri kabul etmedikleri gibi, Ona düşman olmuşlardı.
Peygamber efendimizden üç asır sonra yaşayan Ahmed bin Âsım Antâki hazretleri de; "Ben öyle bir zamana yetiştim ki, o vakit İslam, başlangıcındaki gibi garip oldu. Hak söz de garip oldu” buyurmuştur.
Hak sözü kabul etmek zor olduğu gibi, doğru sözü söylemek de herkese nasip olmaz. Doğru olan, hak olan sözler nefslere ağır geldiği için, hak sözü söyleyenlere karşı, insanların nefsleri itiraz eder. Hatta itirazdan da ileri giderek, elleri ve dilleri ile, doğru söylen kimseye eziyet ederler, sıkıntı verirler. Bunun için bütün Peygamberler sıkıntı çekmişler, eziyet görmüşlerdir. Peygamberlerin vârisleri de, aynı itirazlara maruz kalmışlar ve eziyet, sıkıntı çekmişlerdir. Ancak doğruluktan hiçbir zaman ayrılmamışlar ve kazanmışlardır. Çünkü doğrunun yardımcısı, Allahü teâlâdır. Câfer-i Sadık hazretleri, oğlu Musa Kâzım hazretlerine hitaben; "Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder danışır, fikrini alır" buyurmuştur.
Ebu Abdullah el-Kureşi hazretlerinin annesinden kendisine bir ev miras kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda eşkıyâ yolunu kesip;
-Neyin var? dedi.
-Elli altınım var buyurdu. Eşkıyâ;
-Altınları ver! deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra geri verip, devesini çöktürdü ve;
-Buyurunuz efendim, deveme bininiz! dedi. Ebu Abdullah el-Kureşi hazretleri hayret edip;
-Sana ne oldu? buyurdu. O kimse;
-Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hasıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tevbe ettim. Sizinle beraber gelmek istiyorum dedi. Beraberce hacca gittiler. O kimse, hazret-i Ebu Abdullah ile olan bu beraberliği ve sohbetinde bir müddet bulunmasıyla Allahü teâlânın veli kullarından oldu.
İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri, Hârun Reşid hazretlerine yazdığı bir mektupta; “Doğruluktan ayrılma, yoksa idare ettiğin kimseler de doğruluktan ayrılır” buyurmuştur.
.Haklar vazife karşılığıdır
12/10/2004
Hak, kelimesinin birçok anlamı vardır. El-Hak, Allahü teâlânın isimlerindendir. “Hak şerleri hayr eyler” sözündeki Hak, bunu ifade etmektedir. Hak kelimesi, İslamiyet, doğru, gerçek anlamlarında kullanıldığı gibi, alacak, pay, hisse anlamlarına da gelmektedir. Kul hakları, hayvan hakları denince, bu anlamda kullanılmaktadır.
Bir kimsenin, bir başka kimse üzerinde hakkı var demek, o kimsede alacağı, hissesi, payı var demektir. Ele geçen her nimet, bir külfet karşılığında olduğu gibi, her hak da, bir vazife karşılığında hak olmaktadır. Bir öğretmenin, öğrencisine verdiği ödevleri istemesi hakkıdır. Ancak öğretmen, öğrencisine, o ödevleri yapacak bilgileri vermişse yani öğretmen vazifesini yerine getirmişse, o zaman öğrencisinden isteme hakkına sahip olur.
Ana-baba, evladına dinini öğretmiş, edep, terbiye vermiş, çocuğunu güzel yetiştirmiş yani ana-babalık vazifesini yerine getirmiş ise, evladından saygı beklemesi hak olmaktadır. Zaten çocuğa edep öğretilmemiş ise, o çocuktan değil edep, insanlık sıfatlarının bile yerine getirilmesi beklenemez. Zira Şems-i Tebrizi hazretleri; "Ademoğlunun edepten nasibi yoksa, insan değildir. Ademoğlu ile hayvan arasındaki fark budur” buyurmaktadır.
Karı-koca arasında da haklar vardır. Fakat bu haklar, erkeğin ve kadının kendi üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmesi şartına bağlıdır. Vazife yerine getirilmemiş ise, karşı taraftan hak talebinde bulunamaz. Mesela, kadın kocasından habersiz babasının evine gitse, uzun süre orada kalsa, kocasından nafaka hakkını talep edemez. Erkek de, kendisine yüklenen vazifelerini yerine getirmeden, hanımından, kadınlık vazifelerini yerine getirme hakkını talep edemez.
Herhangi bir yerde amir olan kimse de, çalıştırdığı kimselerin çalışma şartlarını hazırlamadan, ne iş ve o işi nasıl yapacaklarını öğretmeden, göstermeden, onlardan üretim bekleme hakkını talep edemez. Çalışan bir kimse de, işini yapmazsa, vaktinde gelmezse, o işle alakalı ücreti isteme hakkını talep edemez.
İnsanlara saygı, hürmet göstermeyen, onları hakir gören, iten, onlara zulmeden, o insanlardan, insanlık haklarını talep edemez. İnsanca davranış beklemesi, kendinin hakkı olduğu gibi, diğerlerinin de hakkıdır. İnsan, kendi üzerine düşen vazifeyi yerine getirmemiş ise, karşısındakinin yerine getirmesini beklemesi ve bu benim hakkımdır demesi uygun olmaz, insanlığa sığmaz.
İnsan, sosyal bir varlıktır yani toplu olarak, cemiyet halinde yaşamak mecburiyetindedir. Bu sebepten, insanlar arasında, karşılıklı olarak haklar ve vazifeler vardır. Dinimiz bunlara Kul Hakları demektedir ve çok önemlidir. Ahmed bin Mesruk hazretleri, insanların haklarına çok saygı gösterirdi. Sebebi sorulunca; "Müminlerin hakkına saygı, Allahü teâlânın hakkına saygıdandır" buyururdu.
Bütün insanların ve hayvanların hakkını gözetmek lazım olduğu gibi, Müslümanların haklarına riayet etmek de şarttır. Zira hadis-i şerifte; (Müslümanın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selamına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenazesinde bulunmak, davetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellah diyerek cevap vermek) buyuruldu.
İnsanın, kendisine karşı da vazifeleri vardır. İnsana ihsan edilen, akıl, beden, göz, kulak, el, ayak gibi organların, insan üzerinde hakları vardır. İslam âlimleri bunları uzun uzun yazmışlar ve açıklamışlardır. Ebu Hamza Bağdadi hazretleri, kendisinden nasihat isteyen birisine; "Haklar iki türlüdür. Biri nefsinin hakkı, ikincisi insanların hakkıdır. Nefsini günahtan men eder ve ahiretteki selametini talep edersen, hakkını ifa etmiş olursun. İnsanlar, senin kötülüğünden emin olur, sen de onlar için kötülük istemezsen, haklarını eda etmiş olursun. Kötülüğünün sana da halka da zarar vermemesi için çalış. İşte bunun için Hakk'ın hakkını ödemek ile meşgul ol” buyurmuştur.
Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere zâlim denir. Bunun için evde, sokakta, iş yerinde ve insanların bulunduğu her yerde, karşılıklı haklar ve vazifeler vardır. Bu haklara tecavüz edenler, zâlimlerden olmaktadır. Hak sahipleri ile, birebir görüşüp helalleşmedikçe de, bu günah, tevbe ile affolmuyor. Herkes, kendi üzerine düşen vazifeleri yerine getirirse, karşılıklı olarak haklar yerine gelmiş olur. Kimse, kimsenin hakkını çiğnememiş ve zâlim olmaktan kurtulmuş olur.
Bir gün Peygamber efendimiz, Eshab-ı kirama hitaben;
-Müflis kime denir, biliyor musunuz? Buyurunca, Eshab-ı kiram;
-Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz dediler. Bunun üzerine Resulullah efendimiz;
-Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyamet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekat sevabı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır buyurdu.
.Kendinizden aşağı olanlara bakınız
12/12/2004
İnsan, nefsine tâbi olduğu müddetçe, hiçbir şeyden memnun ve razı olmaz daha doğrusu olamaz. Çünkü insanın nefsi ilâhlık peşindedir. Ortaklığa bile tahammül edemez. Hâl böyle olunca, eline geçene kanaat edemez, gözü hep yükseklerde, başkasının malında, makamındadır. Mal, mevki, makam bakımından kendinden üstün olanları gördükçe, sinir krizlerine girer. Onları kıskanır, kötüler, gıybetini yapar. Hata üstüne hata işler. Huzuru kalmaz ve çevresinde bulunanların da huzurunu kaçırır. Halbuki Peygamber efendimiz; (O kimseye bakma ki, dinde senden aşağıdır, zirâ kendini beğenip, helak olursun. Dinde senden yukarısına bak ki, senden hayırlıdır. Malı çok olana bakma ki, Allah’ın kısmetine gazap edersin. Şu kimseye bak ki, yiyeceğini zahmet çekerek alın teri ile hazırlar, o zaman da, Hak teâlânın sana verdiği nimete şükredersin) buyurmaktadır.
Din büyükleri, talebelerine ve kendilerini sevenlere hep; “Dünyalığı kendinizden az ve aşağı olanlara bakın. Böyle yaparsanız, elinizdekine ve halinize şükredersiniz. Ahiret için böyle değil, bunun tersi yapılır. Ahiret için çalışıp verdiğine şükretmekle beraber daha çok isteyin. Ahireti bizden yüksek olanlara, üstün olanlara bakıp onlar gibi olmaya çalışın. Bunlar, ehl-i sünnet âlimleridir. Böyle yaparsanız, hem kendinizi bir şey zannedip kibre düşmezsiniz hem de makbul olanların yolunda olmuş olursunuz” buyurarak nasihat etmişlerdir.
Malın, paranın çok olması, mevkinin, makamın yüksek olması, insanı saadete kavuşturmaz, ebedi azaptan kurtarmaz. Bunlar, Allahü teâlânın rızasına uygun kullanılırsa, hesabı var, aksi halde azabı vardır. Zira Peygamber efendimiz; (Bir kimsenin dünyası selametli olursa, dini eksik olur) buyurmuştur. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifi, dünya lezzetlerine kavuşmak için, İslamiyet’in dışına taşan kimse, ahiret lezzetlerine kavuşamaz diye açıklamışlardır.
Abdurrahman bin Mehdi hazretleri; "Bir kimse, ilim bakımından kendinden üstün bir kimse ile karşılaşınca, bunu fırsat ve ganimet bilmelidir. Çünkü onun ilminden istifade eder. Kendi dengi birisi ile karşılaşınca, birbiriyle müzâkere eder ve birbirlerinden faydalanırlar. Kendisinden aşağı bir kimse ile karşılaşınca, ona tevâzu gösterir ve bir şeyler öğretir” buyurarak, insanın her durumdan istifade edebileceğini ve böylece huzurlu bir yaşayışa kavuşacağını işaret etmektedir.
Vehb bin Münebbih hazretleri; "Şu üç şey zulümdür: Kendisinden yukarıdakilere karşı gelip, emirlerini yerine getirmemek. Kendinden aşağıdakilere güç ve kuvvet kullanarak haksızlık yapmak. Zâlimlere yardım etmek" buyurmaktadır.
Ebu Bekr Verrâk hazretleri buyurdu ki:
“Kul, gizli ve açık her zaman Allahü teâlâya itaat eder, hiç bir an Onun emrinden çıkmaz. Kendisine kötülük edene iyilik eder, nefsin arzusuna uymaz, nimet zamanında şükreder, şiddet zamanında sabreder. Kendinden aşağı olana ikram eder. Kendisiyle istişare edenin sözünü dinler."
Ebu Süleyman Dârani hazretleri ise; "Dünya, kendisini isteyenden kaçar, kendinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse, yaralar. Kendini isteyip bağlananı ise öldürür. Çünkü dünya ile güreş etmeye gelmez. İnsanı yener, sırtını yere getirir. Dünyaya bağlanmak, Allahü teâlânın rızasını kazanmaya mani olan bir perdedir. Ahireti düşünmek ise, gönlün canlanmasına sebep olur. Dünya sevgisinin yerleştiği bir kalbde, ahiret düşüncesi göç edip gider" buyurmuştur.
Dünyalık ele geçirmek için dinini vermek, aklı olanın yapacağı şey değildir. Din büyükleri; “Sohbet-i agniyâdan yani dünyalık toplayanın sohbetinden kaçınmak lazımdır” buyurmuşlardır. Hâl böyle olunca, onlara özenmek ve böylece kendini huzursuz etmek, akıllı bir kimseye yakışmaz. Ebu Süleyman Dârani hazretleri; “Ahireti düşünmek aklın alameti ve kalbin hayatıdır. Kadın olsun, çocuk olsun, mal olsun, seni Allahü teâlâyı anmaktan alıkoyan her şey hayırsızdır. Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, Ondan başkasına meyletmeyin” buyurmuştur.
Celaleddin-i Devâni hazretleri, oturup kalkmakta ve insanlar arasında uyulması gereken edepleri anlatırken; “Bir meclise gidince, kendinden aşağı olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin büyüğü o ise, istediği yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuşsa, hâtırına geldiği zaman münasip yere gitmelidir. Orada boş yer yoksa, hiç sıkıntı ve dert etmeden geri dönmelidir” diye buyurmaktadır.
Muhammed bin Aliyyân hazretleri de; “Cömert, cömertliğini küçük görmedikçe ve onu kabul edeni kendinden üstün görmedikçe sofi olamaz” buyurarak, yaptıklarımızı büyük görmenin ve başkalarının malına, mevkiine göz dikmenin çirkinliğini açıklamakta ve huzurun, saadetin nelerde olduğunu bize göstermektedir.
İmam-ı Şâfii hazretleri ise; “İlmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felah bulmamıştır. Ama ilmi tevâzu için, insanlara hizmet için isteyen, elbette kurtulur" buyurmuştur.
.Herkesin bir derdi vardır
12/17/2004
Dünya, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Ahiret, bunun için yaratılmıştır. Dünya ile ahiret, birbirinin zıddıdır, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yani, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. Dünyada nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lazım olan şükrü yapmazlarsa ahirette çok acı çekeceklerdir. Dünyada tehlikelerden sakındığı, çalıştığı halde çok acı çeken müminler, ahirette çok lezzetlere kavuşacaktır. Bunun için Peygamberler ve Onların yolunda gidenler, hep dert ve bela içinde yaşamışlardır. Hatta “Belalar, mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra Evliyaya, sonra bunlara benzeyenlere gelir” buyurulmuştur.
İman nimeti ile şereflenenler, dünyada, birkaç gün dert, bela çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlayamazlardı ve ebedi nimetlerin kıymetini bilemezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlayamaz. Acı çekmeyen de, rahatlığın kıymetini bilemez.
Dertler, belalar, sıkıntılar, cahiller için sıkıntı ise de, Peygamberlere ve Onların yolunda olanlara, sıkıntı, eziyet değildir. Çünkü seven, sevdiğinin her şeyini sever. Din büyüklerine, sevdiklerinden gelen her şey, tatlı olmaktadır. Bunlar, nimetlerden lezzet aldıkları gibi, belalardan da lezzet duyarlar. Dünyada dert ve bela olmasaydı, bunların gözünde, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın acı hadiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. Şu beyit, bu Büyüklerin halini çok güzel anlatmaktadır:
Seni sevmekten maksadım, derdi ve gammı tatmaktır.
Böyle olmasaydı arzum, dünyada başka tat çoktur.
Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin birkaç tane hastalığı vardı. Bu hastalıklar sebebiyle namazlarını özürlü kılardı. Bunu bilen dostlarından biri dayanamayıp; "Efendim! Herkes hastalıktan kurtulmak için sizden dua istiyor. Cenab-ı Hak da dualarınızı reddetmiyor. Her gelen, şifaya kavuşarak huzurunuzdan ayrılıyor. Halbuki sizdeki hastalıkları biliyoruz. Dua buyurup da bu dertlerden kurtulsanız olmaz mı?" diye sordu. O da; "Onlar hastalıktan kurtulmak için dua istiyorlar. Biz ise, Allahü teâlânın verdiği bu dert ve belalardan, O gönderdiği için razıyız. Dert ve belalar, kemend-i mahbub olduğundan Allahü teâlâ, bu dertleri sevdiği kullarından dilediklerine verir. Bu sebeple dertlerin bizden gitmesini değil, gönderilmesini isteriz" buyurdu.
Hammad bin Müslim hazretleri de; "Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisinin yok olmasını isteyen, Ondan gelen her şeye, dert ve belalara razı olmalıdır" buyurmuştur.
Seyfeddin-i Faruki hazretleri ise; “Eğer Allahü teâlâ kullarına, hiç dert ve elem vermemiş olsa veya çok az vermiş olsaydı, insanlar Ona ibadet etmekten ve Onu zikretmekten gafil olurlardı. İnsanın, dünya ve ahiret saadetine, Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmesi için, ibadet ve taatten ve zikirden geri kalmaması şarttır. Buna göre herkes Allahü teâlânın rahmetine muhtaçtır. İyi düşününce, dert ve sıkıntıların, aslında birer nimet ve insanı Allahü teâlâya çeken birer kemend oldukları anlaşılır" buyurmaktadır.
Bu dünya, imtihan yeridir. Burada hak, batıl ile; haklı, haksız ile karışıktır. Allahü teâlâ, dünyada, dostlarına sıkıntılar, belalar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihanın faydası kalmazdı. Hatta bir hadis-i şerifte; (Şüphe edilen altını, ateşle muayene ettikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları dert ile, bela ile imtihan eder. Bazısı, bela ateşinden halis olarak çıkar. Bazısı da, bozuk olarak çıkar) buyurulmuştur.
Musa aleyhisselam, çok ızdırap çeken bir hastayı görünce; “Ya Rabbi! Bu kuluna merhametinle muamele eyle!” diye dua eder. Allahü teâlâ; (Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim sebepler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünkü, onun günahlarını, bu hastalıkla affedeceğim. Cennetteki derecesini, bununla arttıracağım) buyurmuştur.
Allahü teâlâ, acıdığı kullarını dert ile, hastalık ile, gafletten uyandırır. Çünkü sıhhatin hep yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmaya, Ona isyan etmeye, haram işlemeye sebep olmaktadır. Bunun için hadis-i şerifte; (Müminlerde, üç şeyden biri bulunur: Kıllet yani fakirlik, illet yani hastalık, zillet, yani itibarsızlık) buyurulmuştur.
Musa aleyhisselam zamanında yaşayan Firavunun, herkesin kendine tapınmasını istemesine sebep, 400 senelik bir ömür sürmesi ve bu zaman içinde bir kerecik başının ağrımaması, ateşinin yükselmemesi olmuştur. Bir kerecik başı ağrısaydı, o saygısızlık hatırına gelmezdi. Bunun için Din Büyükleri; “Mümine kırk gün içinde, muhakkak bir üzüntü, bir hastalık veya bir korku yahut da malına ziyan gelir” buyurmuşlardır.
Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Dostlarına hem dünyada, hem de ahirette rahatlık verebilirdi. Fakat, âdeti böyle değildir. Dünyayı imtihan yeri olarak yaratmıştır ve herkes bu imtihandan geçecektir. Şu beyitte ifade edildiği gibi:
Afet-i gamdan aceb, dünyada kim azadedir?
Herkesin bir derdi var, madem ki, adem-zadedir.
.
Başa gelene razı olabilmek
12/19/2004
Rızâ, Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak ve belalara sabretmek demektir. Böyle olan bir kul, Allahü teâlâdan bir felaket gelse, buna rıza gösterir ve hiç kimseye şikayet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsus sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir.
Hanım evliyadan Râbia-i Adviyye hazretleri hastalanmıştı. Ziyaretine gelenler; "Ey Râbia! Sana gelen bu hastalık çok ızdırap vermektedir. Dua et de Allahü teâlâ çektiğin bu ızdırâbı hafifletsin" dediklerinde, "Bu ızdırâbı çekmemi Rabbim irade etmiştir" buyurdu. Onlar; "Peki senin bir arzun, isteğin yok mudur?" diye sorduklarında; "Allahü teâlâ benim hakkımda ne irade ve ne takdir etmişse ona razı olmaktır" cevabı vermiştir.
Kul için, sahibinin işinden razı olmaktan başka çare yoktur. Zira insan, bu dünyada kalmak için değil, iş yapmak, çalışmak için yaratılmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
“Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile varolmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudside;
(Kazâ ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!) buyurmaktadır.”
Ahmed Rıfâi hazretlerine, iyi bir kul nasıl olmalıdır diye sorulunca, cevaben buyurmuştur ki:
"İyi, salih bir kul, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğer, gelen şiddet ve belalara sabreder, aza kanaat eder. Allahü teâlâdan başkasından korkmaz ve kimseden bir şey beklemez. Ancak Allahü teâlâdan ister. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren aziz ve zelil edenin Allahü teâlâ olduğunu bilir. Salih Müslüman, Peygamber efendimizin sünnetine tam uyar. Böyle olanların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşur, öfkelerini tutar ve şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar.
Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rıza göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere razı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıddır. Nefs bunları istemez. Saadete kavuşmak, nefsin rızasını terk edip, Allahü teâlânın rızasına koşmakla mümkündür."
Ebu Süleyman Dârani hazretleri, sevenlerine hitaben buyurdu ki:
"Allahü teâlâdan razı olmak ve Onun kullarına acımak, Peygamberlerin ahlakındandır. Başa gelen her şeye razı olmak hâline kavuşanlar, irfan sahipleri, âriflerdir. Allahü teâlâ önce gelen Peygamberlerden birine vahyederek bildirdi ki: Cebrâil aleyhisselam yeryüzüne indiğinde ibadetle meşgul olan bir kimseyi gördü. Hoşuna gittiği için; "Yâ Rabbi! Bu kimse ne iyi bir kuldur" dedi. Allahü teâlâ da; "Ey Cibril! Levh-i mahfuza bak" buyurdu. Cebrâil aleyhisselam Levh-i mahfuzda o kimsenin Cehennemlikler arasında yazılı olduğunu gördü. Allahü teâlâya; "Yâ Rabbi! Bu işin hikmeti nedir?" diye sordu. Allahü teâlâ; "Ben yaptığım işlerden kimseye karşı sorumlu değilim. Hiç kimse kullarım hakkındaki ilmime akıl erdiremez" buyurdu. Cebrâil aleyhisselam; "Yâ Rabbi! İzin verirsen o kimseye gidip durumu bildireyim" dedi. İzin verilince, o kimsenin yanına gitti ve; "Senin yaptığın ibadetleri Allahü teâlâ kabul etmedi. Levh-i mahfuzda senin Cehennem ehli arasında olduğunu gördüm" deyince, o kimse düşüp bayıldı. Cebrâil aleyhisselam onun ayılmasını bekledi. Ayılınca şöyle mırıldanıyordu: "Ey benim Allah'ım! Sana hamd ederim. Bütün hamd eden kulların sana nasıl hamd ediyorsa ben de öyle hamd ederim." Sonra Cebrâil aleyhisselama dönerek; "O bizim Rabbimizdir. Bütün ilmi kudretinin kemâli, rahmeti ve şefkati ile benim hakkımda öyle uygun görmüş. Ona yine hamd ederim. O beni benden daha iyi bilir" dedi ve secdeye kapandı. Secdede cenâb-ı Hakk'ı tesbih etmeye başladı. Bu durumu Cebrâil aleyhisselam Allahü teâlâya arzedip o şahıs hakkında üzüldüğünü bildirdi. Cebrâil aleyhisselama, Allahü teâlâ tarafından tekrar Levh-i mahfuza bakması bildirildi. Bu defâ Levh-i mahfuzda o kimsenin Cennetlik olduğu yazılıydı. Cebrâil aleyhisselam, cenâb-ı Hakk'tan hikmetini sual ettiğinde; "Kullarım işlerime akıl erdiremezler" buyurdu. Cebrâil aleyhisselam bu durumu yine bildirmek istedi ve izin verildi. O zâtın yanına gidip; "Müjdeler olsun sana! Yerin Cennet oldu" dedi. O kimse bu sözlere hiç şaşmadı ve eski hâlini hiç bozmadı. Eskisi gibi yine hamd ve cenâb-ı Hakk'ı tesbih etmeye devam etti."
Ebu Amr Osman bin Merzuk hazretleri, sevenlerine zaman zaman; "Allahü teâlâdan gelen her şeye razı olmak lazımdır. Bir kimse Allahü teâlâdan razı ise, Allahü teâlâ da ondan razıdır" buyururdu.
|
.
İstemekte zillet vardır
12/24/2004
Zillet; aşağılık, horluk, hakirlik anlamlarına gelir. İnsan, sadece Allahü teâlânın huzurunda, kendini böyle aşağı, hakir görür. Yaratanının huzurunda kendini aşağı görmesi, insanı aziz eder, yükseltir. Çünkü ibadet, züll ve zillet demektir. Yani, insanın Rabbine, mabuduna, hakir olduğunu, aciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Allahü teâlânın güzel ve çirkin dediklerine teslim olmak, Onun gönderdiği Kitaba ve Peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir.
Allahü teâlâya iman eden, Onun emirlerine boyun eğen, başını secdeye koyan aziz olur. Kendi nefsine, kendisi gibi aciz olan insanlara boyun eğen, onların huzurunda eğilen, dünyalık ele geçirmek için onlara yaltaklık eden bir kimse ise, zelil olur, hakir olur.
Tezellül, bayağılık, kendini aşağı tutmak yani zillet demektir. Tezellül, kötü bir huydur ve haramdır. Bir günlük yiyeceği, içeceği olan bir kimsenin, başkalarından yiyecek, içecek, para istemesi, dilenmesi, tezellül olur ve haramdır. Ebu Ali Rodbari hazretleri; "Dünyayı kazanmakta nefsler için zillet, ahireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, baki olan ahireti istemekteki izzetin yerine, fani olan dünyayı isteyerek zilleti seçerler?" buyurmuştur.
Herhangi bir ziyafete davet olunmadan gitmek, tezellüldür. Hadis-i şerifte; (Davet edilen yere gitmemek günahtır. Davet olunmadığı yere gitmek hırsızlık etmek olur) buyuruldu.
Fazla hediye almak için, az bir şeyi hediye olarak vermek, tezellüldür, bayağılıktır. Zaruret olmadan, herhangi bir kimseden bir şey istemek, dilenmek haramdır ve çirkindir. Zaruret ve ihtiyaç halinde mubah olursa da, istemek, o kimsenin, derecenin azalmasına sebep olur. Resulullah efendimiz, hazret-i Ömer’e hediye olarak bir şeyler göndermişti. Hazret-i Ömer ise, bunları almayıp geri gönderdi. Karşılaştıkları zaman Peygamber efendimiz;
-Niçin almadın? Diye sual etti. Hazret-i Ömer;
-Ya Resulallah, “En hayırlınız, kimseden bir şey almayandır” buyurmuştunuz, bunun için almadım deyince, Resulullah efendimiz;
-O sözüm, isteyip de almak içindi. İstemeden gelen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer;
-Allahü teâlâya yemin ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden gelen her şeyi alacağım dedi.
Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde de; (Aç olan veya bir şeye muhtaç olan, kimseden istemeyip, Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ, ona bir senelik rızık kapıları açar) buyurmuşlardır.
Eshab-ı kiramdan Ebu Said Hudri hazretleri, başından geçen bir hadiseyi şöyle nakletmektedir:
“Bir gün annem beni Resulullah efendimizden bazı şeyler istemem için gönderdi. Resulullah efendimizin huzuruna varıp oturdum. Mübarek yüzünü bana çevirerek ; (Kim sahip olduğu şeye kanaat ederse, Allahü teâlâ onu başkasına muhtaç etmez. Kim çirkin şeylerden sakınırsa, Allahü teâlâ onu iffetli eyler. Kim sahip olduğu şey ile yetinirse, Allahü teâlâ ona kâfidir. Kim bir ukıyelik miktarında bir şeye sahip olduğu halde, başkasından bir şey isterse, devamlı isteyici olur) buyurdu. Ben kendi kendime falan devemiz bir ukıyeden daha iyidir dedim. Hiçbir şey istemeden Resulullah efendimizin huzurundan kalkıp gittim.”
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, başkalarından bir şey istemeyi talebelerine yasak eder ve; "Başkasına el açıp bir şey isteyen, bizim talebemiz değildir. Ona dünyada da ahirette de şefaat etmeyiz ve ondan uzak dururuz. Biz, talebelerimize daima vermeyi, ihsan ve ikramlarda bulunmayı, herkese karşı tevazu üzere bulunmayı, tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı tavsiye ediyoruz. El açıp istemek bizim yolumuzda yoktur" buyururdu.
Abdullah el-Harraz hazretleri de, her zaman talebelerine; "Bizim yolumuz fütüvvettir yani cömertliktir, vermektir. Kimseden bir şey istemek değildir" buyururdu.
Avusturyalı Cecilla Cannoly, araştırmaları neticesinde Müslüman olup Reşide ismini alan bu hanım;
“İslamiyet’te en çok beğendiğim şey, dualardır. Çünkü, hıristiyanlarda dualar, Allahü teâlâdan hazret-i İsa vasıtasıyla, servet, mevki, itibar vesair gibi dünya varlıklarını istemek için yapılır. Halbuki, Müslümanlar dua ederken, Allahü teâlâya şükranlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riayet ettikleri müddetçe, Allahü teâlâ, onlara muhtaç oldukları her şeyi, onlar istemeden, verecektir” demektedir.
Yahya bin Muaz-ı Razi hazretleri buyurdu ki:
“İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, istemekte, kişiler için zillet, ahireti aramakta, istemekte ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşinde koşarak zillete düşmek, ebedi olanı terk edip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terk edene ne kadar çok şaşılır.”
Ebu Osman Hiri hazretleri de; "Dünyayı sevmek, Allah sevgisini kalbden götürür. Allahü teâlâdan başkasından korkmak, Allah korkusunu kalbden çıkarır; Allah'tan başkasından istemek, Allahü teâlâya olan ümidi kalbden uzaklaştırır" buyurmaktadır.
|
.Deme var mı ben gibi
12/26/2004
Kibriyâ, büyüklük, Allahü teâlânın bir sıfatıdır, sadece Ona mahsustur. Çünkü hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) buyurulmuştur.
Kibir, kişinin kendisini başkasından üstün görmesidir ve Allahü teâlâyı unutmanın alametidir. Hadis-i şerifte; (Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez) buyurulmuştur. Ahmed bin Hanbel hazretleri de; "Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız" buyurmuştur.
Bunun için insan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz.
Allahü teâlâ, dinleri, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak, nefs-i emmârenin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatıştırmak için göndermiştir. Kibir çeşitlerinin en kötüsü, Allahü teâlâya karşı kibirli olmaktır. Nemrud böyle idi. Tanrı olduğunu ilan etti. Allahü teâlânın nasihat vermek için gönderdiği Peygamberi ateşe attı. Firavun da böyle ahmaklardan biri idi. Mısırda tanrılığını ilan etti. “Ben sizin güçlü tanrınızım” dedi. Allahü teâlâ, nasihat vermek için, Musa aleyhisselamı gönderdi fakat inanmadı. Bunlar gibi, her asırda böyle ahmaklar gelmiştir.
İmam-ı Gazâli hazretleri buyuruyor ki:
“Kalb, meleklere mahsus bir evdir. Gadap, şehvet, haset, kibir gibi kötü sıfatlar, uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadis-i şerifte, (Köpek ve resim bulunan eve melekler girmez) buyuruldu. Bu hadis-i şerifteki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu söylemiyorum. Açık manâlarına inanmakla beraber, yukarıdaki manâları da ilave ediyorum.”
Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeye cesaret edemez. Bunun için, Peygamberler, tevazu sahibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucub gibi kötü huylar hiç yoktu.
Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibirli olmamalıdır. Yalnız, kibirliye karşı tekebbür etmek lazımdır. Bir âlim, cahili görünce, “Bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum” demelidir. Bir âlimi görünce, “Bu benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim” demelidir. Kendinden daha yaşlı bir kimseyi görünce, “Bu benden daha çok ibadet etti” demelidir. Gençleri görünce, “Bunların günahı az, benim günahlarım çok” demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, “Günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkir etmek lazımdır” demelidir. Bir bid’at sahibini veya kâfiri görünce, “İnsanın hâli son nefeste belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak” demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Fakat, bunları sevmemelidir.
Resulullah efendimiz, Medine’nin Baki kabristânına gidiyordu. Birkaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak öne geçmelerini emir buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebebi sorulduğunda; (Ayak sesini işittim. Kalbime kibirden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım) buyurdu. Kendisine kibir gelmez. Eshabına ve ümmetine ders vermek için böyle yaptı.
Ebü’dderdâ hazretleri buyurdu ki:
“Kibirli kimsenin arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkça, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar.”
Üzerinde hakkı bulunanları, yani tanıdıklarını ziyaret etmemek, kibir alametidir. Yanına başkasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evinin işini yapmamak, evine lazım olan şeyleri satın alıp evine getirmemek ve kullanılmış elbisesini tekrar giymek istememek, hep kibir alametidir. İş başında iş elbisesi giymek istememek de, böyledir. Fakirlerin davetine gitmeyip, zenginlerin davetine gitmek de tekebbürdür. Akrabasının ve çocuklarının muhtaç oldukları şeyleri temin etmemek ve doğru sözü kabul etmeyip münakaşa etmek, kusurunu, kabahatini bildirenlere teşekkür etmemek, herkesin yanında olursa riyâ olur. Hem yalnız iken, hem de başkalarının yanında yaparsa, kibir olur.
Medine vâlisi olan Ebu Hüreyre hazretleri, odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd hazretleri, bunu tanıyarak, yanındakilere, “Yol verin, emir geliyor” dedi. Gençler vâlinin böyle tevazuuna hayret ettiler. Hadis-i şerifte; (Önceki ümmetlerde kibir sahibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu) buyuruldu.
Abdullah bin Selam hazretleri, sırtında odun demeti taşıyordu. Bunu görenler, “O kadar çok malın, paran var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun” dediklerinde, “Nefsimi kibirden kurtarmak için” cevabını vermişlerdir. İmam-ı Zeynelabidin hazretleri; “Kibir sahipleri benim çok garibime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri halde yine de kibirlenirler; bunlar neyine güvenirler!” buyurmuştur.
Mal, mülk, gençlik, güzellik, makam, hep geçicidir ve birer emanettir. Onun için:
Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi?
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!
.İnsanın maksadı mabududur
12/31/2004
İnsanın, Allahü teâlânın marifetine kavuşmasına mani olan en kuvvetli düşman, nefsin arzularıdır. Bu arzular bitmez ve tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. (Maksudun, ma’budundur) sözü meşhurdur. Casiye suresinin yirmi üçüncü âyetinde mealen; (Nefsinin arzularını ilah edinen kimseyi gördün mü?) buyurularak, bu hâl haber verilmektedir.
Ayn-ül-Kudat hazretleri bir sohbetinde şöyle anlatmıştır:
“Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (İnsanlar üç kısımdır. Birinci kısım, hayvanlara benzer. İkinci kısım, meleklere benzer. Üçüncü kısım, Peygamberlere benzer) buyurmuştur. Birinci kısımda olanların maksadı, hayvanlar gibi yiyip içmektir. Bunlar hakkında A'raf suresinin yüz yetmiş dokuzuncu âyet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha da aşağıdırlar.) İkinci kısımdakilerin maksadı, melekler gibi tesbih, namaz, oruç gibi ibadetlerdir. Üçüncü kısım insanların maksadı ise, muhabbetullah ve Allahü teâlâya teslim olmaktır.”
Hallac-ı Mensur hazretlerine, "Talebe, mürid kime denir?" diye sual edildiğinde, "Mürid, maksadı Allahü teâlâ olan ve Ona kavuşmayınca hiçbir şeye meyletmeyen kimsedir" cevabını vermişlerdir.
İbrahim-i Havas hazretleri buyurdu ki:
"İyi insanların, bütün varlığı ile bağlı olduğu muradı, maksadı, Allahü teâlâ olmalıdır."
Bir kimsenin ilim tahsil ederken maksadının ne olması gerektiği Ahmed Gazali hazretlerine sual edildiğinde, cevaben şöyle buyurmuştur:
“İnsanın okumaktan gayesi, maksadı, kalbini kötü huylardan temizleyip, faziletlerle süslemek, gelecekte ise Allahü teâlâya yakın olmak ve yakınlık mertebesine kavuşmak olmalıdır."
Ali Müzeyyen hazretleri buyurdu ki:
"Bir kalbde, ahiret arzusu çoğaldıkça, dünya düşüncesi o kalbden kaybolur."
Bir insanın maksudu; arzusu, teveccüh ettiği, özendiği, sağ kaldıkça ele geçirmek istediği ve ele geçirmek için, her zillete, alçalmaya katlandığı, hiç vazgeçmediği şey ise, bu maksudu, ma’budu olur ve bu hâli ibadet olur. Çünkü ibadet, zilletin son derecesidir.
Allahü teâlâdan başka ma’bud tanımamak için, Ondan başka maksud olmamak, Ondan başka murad olmamak lazımdır. Bunun için de, (La ilahe illallah) derken, Ondan başka maksud olmadığını bilmek lazımdır.
Bir kimse, maksadına kavuşmak için, Allah göstermesin dinin dışına çıkarsa, farzlardan birini bırakır, bir haram işlerse, mesela namazı, orucu bırakır veya içki içerse, bu maksudu, onun ma’budu, ilahı olur. Maksudu için dinin dışına çıkmazsa, onu ele geçirmek için, haram işlemezse, din, o maksudu reddetmez, men etmez ve onu maksud bilmez. Onun maksudu yalnız Allahü teâlâdır ve Onun dinini gözetmektir, der. O maksuda karşı, o kimsede, yaratılış icabı, bir arzu hasıl olmuştur. Fakat, bu arzusu, dine olan arzusunun miktarına yetişememiştir.
Maksadı dünya olan, herkese sıkıntı verir ve her şeyden şikayet eder. Herkese sıkıntı veren, kibirlidir. Herkesi şikayet etmesi kibrindendir. İnsanın kendini beğenmesi de kibirdendir. Kendini beğenmesi, kendini sevdiği içindir. Kendini seven, başkasını sevemez.
Mütevazı kimse, kendini beğenmez, kibirlenmez, insanlara tepeden bakmaz. Bunun için, herkesi sever ve herkes de onu sever. Mütevazı demek, ölmüş demektir. Ölü, kimseyi şikayet etmez, ölüyü şikayet eden de olmaz.
Kim toprak gibi mütevazı olursa, her nimete kavuşur. Bir parça yükselse, su o toprakta durmaz. Din Büyüklerinin feyz ve bereketine kavuşmak için toprak gibi mütevazı olmak lazım. Rahmete kavuşmak için toprak olmak lazım. Ebu Bekr-i Dükki hazretleri buyurdu ki:
"Bir kalbde Allahü teâlâya kavuşmak arzusu doğar, bu aşkla yanarsa, beşeriyet kötülükleri o kalbden ayrılır."
Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Akıl sahibi, nefsini ezip, ahirette lazım olan şeyler için çalışır. Ahmak, aptal olan da nefsinin arzuları peşinde koşup, Cennete götürmesi için de, Allah’a dua eder.)
Kulun dileği ve isteği sadece sahibi ve sahibinin dileği olmalıdır. Başka, hiçbir dileği bulunmamalıdır. Böyle olmazsa, kulluk bağını koparmış olur. Naziat suresi kırkıncı âyetinde mealen; (Kim Rabbinin azametinden korkup, kendini nefsinin arzularından men ederse, varacağı yer şüphesiz Cennettir) buyurulmuştur.
Hep, kendi isteklerinin arkasında giden bir kul, kendi keyfine, arzusuna esir demektir. Kendi nefsinin kölesidir. Hep, melun şeytanın emirlerini yapmaktadır. Hakim-i Tirmizi hazretleri buyurdu ki:
"Kimin arzusu din, yani ahiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevi işleri de ahiret işi haline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünya olursa; niyetinin bozukluğu sebebiyle, ahiret işleri de dünya işi haline gelir."
Nefsinin kötü arzularına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken helali haramdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, dünyaya düşkün olmayı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günahtır. İmam-ı Şafii hazretleri buyuruyor ki:
“Kimin düşüncesi, arzusu, maksadı yemek içmek ise; kıymeti, barsaklarından çıkardığı kazurat kadardır.”
.
|
|
|
|
|
|
|
|
.xxxxxxxxxxxxxxxx
Maksat sahibi, deli gibidir...
9 Ekim 2005 01:00
Akıllı, zararını ve kârını bilen kimse demektir. Müslüman, akıllı olur ve ne aldığına ve bunun karşılığında neyi feda ettiğine dikkat eder. Maksat dünyalık ise, bunun kıymeti, değeri de o kadar olur. Eğer maksat ahiret ise, o zaman dünyada rahata, ahirette de ebedi saadete kavuşulur. Dili ve gönlü Cenab-ı Hakkın rızasında olana mübarek olsun. Böyle olabilmek kolay değil ise de, bir şeyin tamamı ele geçmezse, azını da terk etmemelidir. Zira: "Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır" sözü meşhurdur. Bir şeye gönül verenler, onu kendilerine dert edinenler hep başarılı olmuşlardır. "Maksat sâhibi olan, deli gibidir" sözü meşhurdur. Bunun için; "Bir işin delisi olmadıkça, o işin velisi olunmaz" denmiştir. Başarmak, başarılı olmak güzeldir. Gül de güzeldir ama dikenleri var. Dikenine katlanmayan güle kavuşamaz. Çalışmak, çile çekmek, sıkıntılara, eziyetlere katlanmak da, başarı yolunun dikenleridir. Başarmak, muvaffak olmak isteyen, bu dikenlere katlanmak mecburiyetindedir. Salih bir Müslüman olmak Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, çocukluk ve gençlik döneminde, tahsil için yaklaşık dört kilometre uzaklıktaki medreseye gider gelirdi. Mahalle çocukları gibi oynamaz gece de belirli vakitlerde uyumazdı. Annesi ona; "Arkadaşlarınla biraz oyna rahatına bak" dediğinde; "Anneciğim. Oyundan maksat hâtırı gönlü hoş etmek, hoş vakit geçirmektir. Benim gönlüm ya okumakla veya yazı yazmakla açılıp rahatlıyor" derdi. İyi, güzel, salih bir Müslüman olmak, hepimizin arzusudur. Bunun da, çilesi, sıkıntıları var. Bunlara katlanan, neticeye kavuşur. Bu konuda İslam âlimlerinin büyüklerinden olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymadıkça, Allahü teâlâyı sevmek saâdetleri ele geçemez. İmrân sûresinin 31. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Bana uyanları Allah sever!) buyuruldu. Allahü teâlâ, Habîbine böyle demesini emir buyurmaktadır. Saâdete kavuşmak isteyen kimse, bütün âdetlerini, ibâdetlerini ve alış-verişlerini Onun gibi yapmaya çalışmalıdır. Görünen ve görünmeyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak o yüce Peygamberi sevmekle ele geçebilir. Yükselebilmenin, ilerlemenin ölçüsü, bu sevgidir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en sevimlisi olarak yarattı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü Onda topladı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ona âşık idiler. Hepsinin kalbi, Onun sevgisi ile yanıyordu. Onun ay yüzünü, nûr saçan cemâlini görmeleri, lezzetlerin en tatlısı idi. Onun sevgisi uğruna canlarını, mallarını fedâ ettiler. Onu canlarından, mallarından, kısaca, her sevilenden dahâ çok sevdiler. Onu aşırı sevdikleri için, Onu sevenleri de sevdiler. Bunun için birbirlerini de çok sevdiler. Onun üstünlüğünü anlayamayıp, Onun güzelliğini göremeyip, Onu sevmek saâdetine kavuşamıyanlara düşman oldular. Çünkü, tâatlerin, iyiliklerin başı, dostları sevmek ve düşmanları sevmemektir. Allah'ı seviyorum diyenlerin, Eshâb-ı kirâm gibi olmaları lâzımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir. Kendiliğinden hâsıl olur. Bu kimse, sevmesinde ve düşmanlığında deli gibidir. Bunun içindir ki Peygamber efendimiz: (Kendisine deli denilmeyen kimsenin îmânı tamâm olmaz) buyurmuştur. Kendisinde bu delilik bulunmayanlar, sevmekten mahrûmdurlar. Düşmanlık etmeyince, dostluk olmaz! Seviyorum diyebilmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır." Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna nasîhat ederek buyurdu ki: "Vakitlerini dînin emirlerine uymakla kıymetlendir. Çok önemli olan vakit sermayeni kıymetlendirmeye gayret eyle. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. O halde sakın, sakın elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete faydası olmayan Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi etme. İçinde bulunduğun anda Allahü teâlânın râzı olduğu beğendiği şeylere sarıl." Nasîhat kâr etmeyenler Bir gün Şakîk-i Belhî hazretleri, kendilerine nasîhat kâr etmeyen bir grup insana hitaben: "Eğer çocuk iseniz mektebe, deli iseniz tımarhâneye, ölü iseniz kabristana gidin. Ama Müslüman iseniz Müslüman olmanın şartlarını yerine getiriniz!" buyurur. Ali bin Beşşâr hazretleri de buyuruyor ki: "Şu dört haslet kişinin kemâline alâmettir: Kalbi dünyâ sevgisinden kurtarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak. Sonunda, hesâba çekilmeyi gerektirecek şeyleri terk etmek, hâli hafîf ve yumuşak olmak. Dünyâlık biriktirmeyi azaltmak."
Hak olana evet diyebilmek...
31 Temmuz 2005 01:00
Hak olanı kabul etmek, çok zordur. Çünkü nefse en ağır gelen şey, başkasından gelen hak söze evet demektir. El-hikem-ül Atâiyye'de; "İki işten, nefsine ağır geleni yap! Çünkü, Hak olan iş, nefse ağır gelir" buyurulmaktadır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Amellerin en fazîletlisi, nefse en zor gelenidir.) Yûsuf bin Esbât hazretleri; "Alçak gönüllü olmanın alâmetlerinden birisi de, söyleyen kim olursa olsun, hak sözü kabûl etmektir" buyurmuştur. Fudayl bin İyâd hazretleri; "Hakka boyun eğ, hakkı tâkib et, kim söylerse söylesin hakkı kabûl et" buyurmaktadır. İbn-i Atâ hazretleri ise; "Tevâzu, kim söylerse söylesin hakkı kabûl etmektir" buyurmuştur. Güç olan işi yapmak, nefse ağır gelir. Nefsi daha çok ezer, zayıflatır. İbadetler, nefsi zayıflatmak, nefsi kırmak için emrolundu. Çünkü nefs, insanın da, Allahü teâlânın da düşmanıdır. Onu zayıflatmak, azmasını önlemek lâzımdır. Bir işte, nefse uymak ne kadar az olursa, faydası o kadar daha çok olur. Yani, Allahü teâlânın rızâsına daha çabuk kavuşturur. İslâmiyetin emir ve yasakları, nefsi kahretmek, yıpratmak içindir. Çünkü nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır. Hadîs-i kudsîde; (Nefsine düşmanlık et! Çünkü, o benim düşmanımdır) buyuruldu. Nefse en zor gelen şey İnsanlarda bulunan nefs-i emmâre, din bilgilerine inanmamakta, tabiatı, yaratılışı, İslâmiyete uymamaktadır. Bunun için, İslâmiyete uymak, nefse acı gelmekte, ona uymak istememektedir. Nefse en zor gelen şey, en ağır gelen yük, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktır. Nefsi ezmek için, İslâmiyete uymaktan başka yol yoktur. Nefs, daima Allahü teâlâyı inkâr, O'na inâd, isyân etmek ister. Bunun için nefsin arzuları, insanı Allah yolundan saptırıcıdır. Her işte, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bidat sahibi olmaya yahut fıska yani haram işlemeye başlar. Ebû Bekir Tamistânî hazretleri; "Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür" buyurmuştur. Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri de; "İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır" buyurmaktadır. İslâm bin Yusuf Belhî hazretleri, Hâtem-ül-esam hazretlerine bir şey hediye etmişti. Hâtem-ül-esam hazretleri bunu kabul edince, kendisine; -Bunu kabul etmek nefsin arzûsuna uymak olmaz mı dediklerinde; -Kabul etmekle kendimi zelil, onu aziz eyledim. Reddetseydim, kendim azîz, o zelil olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi cevabını vermiştir. Resulullah efendimiz, uzun bir hadîs-i şerifin sonunda buyurdu ki; (... İnsanı felakete sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.) Nefse uyup, tövbe ve istiğfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Zira hadîs-i şerîfte; (Aklın alâmeti, nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allah'tan af, merhamet beklemektir) buyuruldu. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. İnsanın, kötü bir şey yapınca, arkasından riyâzet çekmesi, nefse güç gelen şey yapmayı âdet edinmesi, faydalı bir ilaçtır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır.) Nefse uyan kimse, hep İslamiyetin dışına çıkar. Hayvanlarda akıl ve nefs olmadığı için, ihtiyaçlarını bulunca kullanırlar. Yalnız bedenlerine zarar veren, kendilerini inciten şeylerden kaçarlar. İslâm dini, rahat ve huzur içinde yaşamak için lâzım olan şeylerden ve dünyâ lezzetlerinden faydalı olanları yasak etmiyor. Bunların elde edilmesinde ve kullanılmasında, akla ve dine uymayı emrediyor. Nefs olmasaydı!.. İslâm dini insanların dünyada da, âhirette de rahat ve huzur içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymayı emrediyor. Nefse uymayı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felaketlere sürüklenirdi. Nefs olmasaydı, insan, yaşaması ve üremesi için ve medenî hayât için lâzım olan şeyleri kazanmak için çalışmasında kusûr ederdi ve nefs ile cihâd sevâbından mahrûm kalırdı. Meleklerden daha üstün olmak yolu kapalı kalırdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; (Âhirette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yemek için et bulamazdınız!) Yanî, hayvanlar âhiretteki azabların korkusundan dolayı, yemekten, içmekten kesilirlerdi. Bir deri, bir kemik kalırlardı. İnsanlarda nefs olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan, yiyemez, içemez, yaşayamazlardı. İnsanların yaşayabilmeleri, nefslerinin gafleti ve dünyâ lezzetlerine düşkün olması iledir. Nefs, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilaç gibidir. Doktorun tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helak olur...
Ölüm seni uyandırmadan!..
2 Ocak 2005 01:00
Dünyâ hayâtı, bir uyku hâlidir. Ölüm, bu uykudan uyanmaktır. Bu dünyâ, bir konaktır. Cennete göre, zindândır. Bu geçici varlık, bir görünüştür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadîs-i şerîfte; (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyurulmuştur. Dünyâ hayâtı, rüyâ gibidir. Ölüm uyandırıp, rüyâ bitecek, hakîkî hayât başlayacaktır. Sa'dî-i Şîrâzî hazratleri buyuruyor ki; "Ey kardeş! Bu dünyâ kimseye kalmaz. Gönlünü, her şeyi yaratan Allahü teâlâya bağla. Sana bu kâfidir. Dünyâ mülküne güvenip bel bağlama. Çünkü bu dünyâda senin gibi birçokları yaşamış ve sonunda ölüp gitmiştir. Diyelim ki en sonunda ölüm vardır ve bu can ölüm yolunu tutacaktır. O hâlde ister taht üzerinde can vermişsin, ister toprak üzerinde ne fark eder?" Bir kimse Hâtim-i Esam hazretlerinden nasîhat isteyince, o kimseye hitaben; "Eğer dost istersen Allahü teâlâ kâfi, yol arkadaşı istersen Kirâmen kâtibîn melekleri yeter. Eğer arkadaş istersen, Kur'ân-ı kerîm yeter. Eğer iş istersen, Allahü teâlâya ibâdet etmek yeter. Eğer nasîhat istersen, ölüm yeter. Eğer bu söylediklerimi kabullenmemiş isen sana Cehennem yeter" buyurmuştur. "Kendinizi hesaba çekiniz!" Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde; (Ölmeden evvel ölünüz. Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!) buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de; "Ölüm gelmeden önce ölmeyen kimseyi dertli bilmelidir! Ona geçmiş olsun demelidir!" buyurmaktadır. Ölmeden önce ölmek demek, öldükten sonra olacak olanları, başa gelecekleri iyi anlayıp, buna göre hareket etmek, yaşamak demektir. İnsan ölünce, kendisi için kıyameti kopmuş demektir. Çünkü dünyada iken yaptıkları, açık seçik ortaya çıkacak ve kendisi de görecektir. Bunların olacağını yakinen bilen bir kimse, hayatta iken, ölmüş gibi hareket eder. Kimsenin hakkını yiyemez, gıybet edemez, yalan söyleyemez, namazı ve diğer ibadetlerini terk edemez ve geciktiremez. Çünkü, yaptığı her şeyin tek tek hesabını verecektir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Ölmeden evvel tövbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mâni çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!) buyurmuşlardır. Bir gün Peygamber efendimiz ölüm hâlindeki bir kimseyi ziyâret ettiler ve; - Kendini nasıl buluyorsun? diye sual ettiler. O kimse; - Kendimi korku ile ümit arasında görüyorum cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: - Allahü teâlâ bir kalpte korku ve ümidi bir arada bulundurmaz. Eğer bir kimsenin kalbinde korku ve ümidi bir arada bulundurursa, onu ümit ettiklerine kavuşturur, korktuklarından da emin eyler. Rebî bin Haysem hazretleri buyurdu ki: "İnsan, ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, rûhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtirâslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için "Lâ ilâhe illallah" Kelime-i tevhîdini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu." Abdullah bin Dînar hazretleri, bir sohbetinde talebelerine ve sevdiklerine hitaben buyurdu ki: "Lokman Hakîm oğluna şöyle dedi: "Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır: Rûhunu Azrâil aleyhisselâm alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır. Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür." "Âhiret cezâ ve mükâfat yeridir" Ahmed bin Hadraveyh hazretleri ölüm döşeğinde iken 95 yaşındaydı. Kendisine bir mesele sorulunca gözleri yaşardı ve; "Ey oğlum 95 senedir çaldığım bir kapı vardı. İşte şimdi o kapı bana açılıyor. Benim için saâdetle mi yoksa bahtsızlıkla mı açılıyor, bilmiyorum. Suâle nasıl cevap verebilirim?" diye karşılık vermiştir. Âmir bin Abdullah hazretlerine, vefâtına sebep olan hastalığa tutulduğu zaman; - Niçin ağlıyorsun, ölümden mi korkuyorsun? dediklerinde cevaben buyurdu ki; "Benden daha çok ağlamaya lâyık kim var? Dünyâ hırsıyla veya ölüm korkusuyla ağlamıyorum. Fakat yolun uzunluğundan ve azığın azlığından ağlıyorum. Gecelerimi hep Cennet'e kavuşma ümidiyle ve Cehennem'e düşme korkusuyla geçirdim. Şimdi hangisine gideceğimi bilmiyorum! Sıcak günlerde oruç tutmaktan, uzun gecelerde namaz kılmaktan mahrum kalacağım için ağlıyorum. Çünkü dünyâ, kederler, üzüntüler yeridir. Âhiret ise, cezâ ve mükâfat yeridir." Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri de şöyle buyurmaktadır: "Dünyâ ekin yeri, insanlar da sanki ekindir. Ölüm, bu ekinleri biçen oraktır. Azrâil aleyhisselâm harman sâhibi, mezar da harman yeridir. Cennet ve Cehennem ise, ekinlerin durumuna göre konulacağı ambar gibidir. İnsanların da bir kısmı Cennet'e ve bir kısmı da Cehennem'e gideceklerdir." Bunun için Habîb-i Acemî hazretleri, sevdiklerine hep; "Boş oturmayınız. Çünkü ölüm peşinizdedir" buyururlarmış.
Niçin yarına bırakıyorsun?"
7 Ocak 2005 01:00
Dinini iyi bilen bir Müslüman, güzel ahlâk sahibi, dürüst ve çalışkan olur. Sözü, özüne uygundur. İşlerinde dikkatlidir. Çalışmaktan, iş görmekten zevk alır. Zamanın kıymetini iyi bilir ve bunun için, her işini zamanında yapar. İşlerini yarına bırakmadığı gibi, yarın yapacağı işleri bile bugünden halletmeye çalışır. Çünkü Peygamber Efendimiz; (İşlerinizi yarına bırakmayınız. Sonra yok olursunuz!) buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, herkese belli bir ömür takdir etmiştir. Bu ömrün ne zaman biteceği ise, kimseye bildirilmemiştir. İnsan, her an ölümle karşı karşıya gelebilir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz; (Ölmeden evvel tövbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mâni çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!) buyurmaktadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve râhatlığın bir arada bulunduğu bir zamandasın. Saâdet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeplere yapışmayı, yarar işleri yapmayı, niçin yarına bırakıyorsun? Vakit, keskin bir kılıç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan böyle yapar." Tehir eden helâk oldu! Abdülehad Serhendî hazretleri buyuruyor ki: "İyi ameli sonraya bırakıp tehir edenler helâk oldular. Sen dersin ki, yarın yaparım. Ya yarına kavuşamazsan! Yâhut kavuşur da, bu imkân, sıhhat, kuvvet ve rahatlığı bulamazsan. O zaman çok pişmân olursun." Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna nasîhat olarak buyurdu ki: "Ey oğlum! Vakitlerini dînin emirlerine uymakla kıymetlendir. Çok önemli olan vakit sermayeni kıymetlendirmeye gayret eyle. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. O halde sakın sakın elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete faydası olmayan Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi etme." İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri, Abbâsî Halîfelerinden Hârûn Reşîd'e yazdığı mektupta buyurdu ki: "Bugünün işini yarına bırakma, yoksa işleri ve hakları zâyi edersin. İstekler bitmeden ecel gelir çatar. Ecel gelip çatmadan sâlih amel işle. Çünkü ölüm gelince, amel yapılmaz. Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bu vazifede bir saat bile kalsan hakkı yerine getir. Çünkü âhiret gününde Allah indinde idârecilerin en mesûdu, tebaasını mesûd eden idârecidir." Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde; (Müsevvifler helâk oldu) buyurdular. Yâni, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyân ettiler. Lokman Hakîm hazretleri, oğluna nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar" buyurmuştur. Vakti ganîmet bilmek lâzım Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki: "Vakti ganîmet bilmek lâzımdır. Bu dünyâda, insana bitmeyen bir ömür verilmemiştir. İnsan için belli bir ömür vardır. Bu ömür de herkese nasip olmaz. Yarına kavuşacağımızı kim katî olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır." Süfyân-ı Sevrî hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir kimseye; "Ölüm her an gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse ölüm için hazırlıklı değildir. Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hatırlamaya işârettir. Günah ve kusur olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir" buyurmuştur. Abdülazîz Dîrînî hazretleri, bir sohbetinde buyurdu ki: "İnsanın ömrü, hep sonra yapacağım, edeceğim ile geçer. İnsanların temenniden başka sermâyeleri yoktur. Sonra yaparım diyenin düşüncesi, sonraya asılıp sallanmak gibi olmayacak düşüncelerdir. İnsanların günleri çok çabuk geçer. Ömürler, yolculuktan başka bir şey değildir." Avn bin Abdullah hazretleri, nefsine hitaben; "Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun, sana yazıklar olsun" buyurmuştur. Mühim işleri hemen yap! Çelebi Cemâleddîn Efendi, evinde sabah akşam misâfirlere, komşularına, fakir, yetîm ve dullara devamlı yemek çıkarırdı. Yolculara yemek ve binek temin ederdi. Gezdiği yerlerde, muhtaçlara imkanları dahilinde bir şeyler vererek, onları sevindirirdi. Hayır, hasenât ve iyilik yapmakta acele ederdi. Sebebi sorulduğunda; "Hayır yapmakta acele etmek lâzımdır. Tehir ve sonraya bırakmakta, çabuk geçen ömre güvenmek ve cimrilik korkusu vardır" buyururdu. Dâvûd-i Tâî hazretleri, sevenlerine hep; "Uzun emele dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır. Siz böyle yapmayınız" buyururdu. Yûsuf bin Esbât hazretleri, sâdık olmanın alâmetlerini anlatırken, bunlardan birinin de; "Nefsin isteklerini yapmaması, mühim işleri hemen yapıp, mühim olmayanları sonraya bırakması. Âhireti, dünyâya tercih etmesidir" diye bildirmiştir.
.
Zerre kadar kötülük eden...
16 Ocak 2005 01:00
Zerre kadar iyilik eden, bunun mükafatını alacağı gibi, zerre kadar kötülük eden de, bu kötülüğün karşılığını mutlaka görecektir. Nisâ sûresinin 122. âyetinde, meâlen; (Kötülük yapan, bunun cezâsını bulacaktır) buyuruluyor. Ayrıca Zilzâl sûresinin son âyetinde de meâlen; (Zerre ağırlığı kadar kötülük yapan, bunun cezâsını görecektir) buyurulmaktadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine ihsânda bulunarak, bu ümmetin işlediği günahların cezasını dünyada vermektedir. Zira bir hadîs-i şerîfte: (Ümmetimin azâbı dünyâda verilir) buyurulmaktadır. Peygamberlerden başka herkes günah işleyebilir. Allahü teâlâ sevdiği kullarının günahlarının cezasını ahirete bırakmaz. Çünkü günah, suçtur ve bunun karşılığı da cezadır. Allahü teâlâ sevdiği kullarından günah işleyenlere, dünyada üç sıkıntı verir: 1- Hastalık verir. Eğer o kul, sebeplere yapıştıktan sonra bu hastalığa sabrederse affedilir. 2- Günahların affı için ikinci yol maddi sıkıntıdır. Borçlu olmaktır. Borçlarını ödemek için çekilen sıkıntılardır. Bu da günahların affına sebeptir. 3- İnsanların yalan, dedikodu ve iftiralarıyla haksız olarak iftiraya uğramaktır. Kul, bu hale de sabrederse, işlediği günahlara kefâret olur. Dert ve belâ gelmesi... Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Rahat ve huzûr ise, itâat yolundan gelmektedir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değiştiremez. Nisâ sûresinin 78. âyetinde meâlen: (Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, nimeti olarak gelmektedir. Her dert ve belâ da, kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır) buyurulmaktadır. Muhammed bin Ka'b el-Kurezî hazretlerine; "Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür" meâlindeki Zilzâl sûresi: 7. ve 8. âyet-i kerîmesi sorulduğunda, cevaben buyurdu ki: "Kâfir olan bir kimse hayırdan zerre miktarı bir iş yapsa karşılığını dünyâdan ayrılmadan önce kendisinde veya ehlinde veya malında bulur. Karşılığını dünyâda görmesi kendisi için bir hayır değildir. Mümin kişi de şerden zerre miktarı bir iş yapsa, âhirete gitmeden onun cezâsını kendisinde, ehlinde ve malında görür. Böyle olması kendisi için şer değildir." Dertlerin, belâların gelmesine sebep, günâh işlemektir. Fakat, belâlar, sıkıntılar, günâhların affedilmesine sebep olur. Allahü teâlâ, sevdiklerinin günâhlarını affetmek için, onlara dert, belâ gönderiyor. Tövbe, istigfâr edince de, günâhlar affolur. Bunun için her musîbete ve belâya sabretmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Dert ve belâ çekenlere sevap olmaz. Dert ve belâlara sabredenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevap vardır. Belâ ve musîbete sabır... Bir hadîs-i kudsîde buyuruldu ki: (Ey insanoğlu! Gönderdiğim belâ ve musîbete sabredersen, ben de âhirette senin için Cennet'e girmenden başka bir mükâfâta râzı olmayacağım.) Fudayl bin İyâd hazretlerine; "Belâ ve musîbete uğramış kimseler hakkında ne yapmamız uygundur?" diye sual edildiğinde cevap olarak: "Onların acılarını paylaşarak ağlayınız. Sizin de onlar gibi, belki de daha şiddetli bir şekilde, günahlarınızın karşılığı olarak belâ ve cezâya çarpılmanız muhtemeldir" buyurmuştur. Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri buyurdu ki: "Başa gelen musîbet ve belâlarda üç iyilik ve üç fayda vardır: Birincisi; o kimsenin büyük günahlarının affına sebeptir. Yâni o kimse günahlarından temizlenir. İkincisi; bu musîbet ve belâ o kimsenin küçük günahlarına da keffârettir. Üçüncüsü; sıkıntılara dalıp, Allahü teâlâyı, sevgili Peygamberimizi ve büyük zâtları hatırlamaya sebeb olur." Hamîdüddîn Nâgûrî hazretlerine bir kimse; Cennet ve Cehennem'in ne olduğunu sorduğunda, cevaben buyurdu ki: "Cennet ve Cehennem, senin amellerindir. Zilzal sûresinin 7 ve 8. âyetlerinde meâlen; "Zerre kadar iyilik eden onun mükâfâtını görecek; zerre miktârı kötülük işleyen de, onun cezâsını görecektir" buyuruldu. Bugünkü amelinden, yarın sana şekiller verilecek. İyi ameller etmişsen, onlara uygun iyi sûretler önüne getirecekler." Günâhı çok olan... Günâhı, sevâbından çok olan müminlerin, Cehenneme girip, günâhlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmayacaklardır. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Müminleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hürmeti, kıymeti belli olur. Günâhı çok olan bir mümin, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Tövbe etmemişse onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. İsterse günâhlarının hepsini affederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünkü, zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacaktır.
.
Sevdiğinin sevdiklerini sevmedikçe...
21 Ocak 2005 01:00
Seven, sevdiğinin sevdiklerini sever ve sevmediklerini de sevmez. Ayet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın inkâr ve isyân edenlere düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. İnkâr ve isyân edenler, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, buğd-i fillah yani Allah için sevmemek, vâcib olmazdı. Ayrıca buğd-i fillah, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacakların en üstünü ve îmânın kemâline sebep olmazdı. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, Allahü teâlâyı sevmezse ve Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakîkî îmân etmiş olmaz. Mü'minleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; (Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki, falan âbide söyle: "Dünyâda zühd ederek, nefsini râhata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yaptın?" Âbid sordu: "Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır?" Allahü teâlâ buyurdu: "Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?") buyuruldu. Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır ve kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. "Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz" sözü meşhûrdur. Şeyh-ul-islâm Abdüllah-ı Ensârî hazretleri: "Ben Ebül-Hasen Sem'ûnu sevmiyorum. Çünkü, üstâdım Hıdrîyi üzmüştü. Bir kimse, hocanı üzer, sen de ondan üzülmezsen, köpekten aşağı olursun" buyurmuştur. Resûlullahı sevmek farzdır Her Müslümanın, Peygamber Efendimizi çok sevmesi lâzımdır. Resûlullah Efendimizi sevmek herkese farzdır. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâyı seven, beni sever) buyurulmuştur. Peygamber Efendimizi sevmenin alâmeti de, O'nun dînine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymaktır. Resûlullah efendimizi çok seven, Onu çok anar, çok söyler, çok över. Zira hadîs-i şerîfte; (Bir şeyi çok seven, onu çok anar) buyuruldu. Ayrıca Peygamber Efendimiz; (Bir kimse, beni çocuğundan ve babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz) buyurmuşlardır. Yani îmânı olgun olmaz. Allahü teâlâyı sevenin, Onun Resûlünü de sevmesi vâciptir. Sâlih kulları da sevmesi lâzımdır. Resûlullah Efendimizi seven kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de sevmesi lâzımdır. Çünkü, bir hadîs-i şerîfte: (Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmeyen kimse, beni sevmemiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette azâb görecektir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir. Kendiliğinden hâsıl olur. Bu kimse, sevmesinde ve düşmanlığında deli gibidir. Bunun içindir ki, (Bir kimseye deli denilmedikçe, bu kimsenin îmânı tam olmaz!) buyuruldu. Kendisinde bu delilik bulunmayanlar, sevmekten mahrûmdurlar. Düşmanlık etmeyince, dostluk olmaz! Seviyorum diyebilmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır." Bir gün Peygamber Efendimiz; (Bir cemâati seven kimse, onların arasında haşrolunur) buyurunca, Ebû Zer Gıfârî hazretleri; "Yâ Resûlallah! Bir kimse, bir cemâati sevse, fakat onların yaptıklarını yapmasa, nasıl olur" diye sual etti. Resûlullah Efendimiz de; (Yâ Ebâ Zer! Sevdiklerinle berâber olursun) buyurdu. Hasen-i Basrî hazretleri, bu hadis-i şerifi açıklarken buyuruyor ki: "Bu hadîs-i şerîfler seni yanıltmasın! Sen iyilere, ancak onların iyi amellerini yapmakla kavuşabilirsin! Yahûdîler ve Hıristiyanlar, Peygamberlerini seviyorlar ise de, onlar gibi olmadıkları için, onların yanına gidemeyeceklerdir." İmâm-ı Gazâlî hazretleri ise; "Onların iyi amellerinden birkaçını veyâ hepsini yapmadıkça, yalnız sevmekle, onların yanına kavuşulamaz" buyurmuştur. "O, bu tâifeden değildir" Abdullah-ı Ensârî hazretleri anlatır: "Birisi, rüyâsında Peygamber Efendimizi gördü. Evliyâdan bir grup ile bir yerde oturuyorlardı. Herkes, O'nu dinliyordu. Birden semânın kapıları açıldı. Elinde ibrik ve leğen ile bir melek geldi. Melek, ibrik ve leğen ile herkesin önüne geliyor, orada bulunanlar ellerini yıkıyordu. Rüyâyı gören kimse en sonda bulunuyordu. Sıra ona gelince; "Leğeni kaldırın. O, bu tâifeden değildir" dediler. Melek de leğeni alıp götürdü. O kimse, Peygamber Efendimize dönerek; "Yâ Resûlallah! Ben bunlardan değilim ama, biliyorsunuz ki, sizi ve bunları çok seven birisiyim" dedi. Peygamber Efendimiz; "Bunlara muhabbet eden bunlardandır" buyurdu. Bunun üzerine melek, leğenle ibriği getirdi, o kimse de elini yıkadı. Peygamber Efendimiz o kimseye dönüp tebessüm ettiler ve; "Bize muhabbet ettikçe bizimlesin" buyurdular. O kimse bu rüyâdan sonra bu yolun büyüklerinden biri oldu." Abdullah bin Muhammed Mürteiş hazretlerine; "Kul ne ile muhabbete nâil olur?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın evliyâsına dost olmak, düşmanlarına da düşman olmakla" cevabını vermişlerdir.
.
Gülerek günah işleyen...
23 Ocak 2005 01:00
Allahü teâlâ, insanların yaptığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara nimetler vereceğini vâdetti. Vâdettiği iyiliklerin ölçü birimine, sevâb denir. Allahü teâlâ insanların yaptığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan râzı olmadığını, bunların kötü işlerine kıyâmette, çok acı karşılıklar vereceğini, bildirdi. Bu acı karşılıklara, azâbdenir. Azâbların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine de, günâh denir. Günâh, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, yasak ettiklerinden sakınmamak demektir. Emir ve yasaklar, Müslümânlar içindir. Allahü teâlâ, imânı olmayanları, ibâdet etmekle şereflendirmedi. Onlar, her istediklerini yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günâh işledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her türlü nimete kavuşurlar. İstediklerini, çalıştıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyet verenleri, dünyâda cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emir verilmiş, onlardan yalnız birşey istenmiştir. Bu bir emir de, onların îmân etmeleri, Müslümân olmalarıdır. Kâfirler, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fakat bu suç, en büyük suçtur. Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyâda böyle bir cezâ olamaz. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhirette, Cehennemde verilecektir. Ameller niyete göredir Günâhlar, niyetsiz veyâ iyi niyyetle işlenirse, günâh olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i şerîfi, tâatlara ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veyâ başkasının malı ile sadaka verse, yâhut harâm para ile mekteb, câmi yaptırsa, bunlara sevâb verilmez. Zulüm, günâh, iyi niyyetle işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur. Günâh olduğunu bilmeyerek yaparsa, Müslümânların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi, öğrenmemesi de ayrıca günâh olur. Günâh işlemek nefse tatlı gelir. Bütün bidatler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Küçük günâh işlemeye devâm etmek, bunlarda ısrâr etmek, büyük günâh olur. Büyük günâh işlemeye ısrâr etmek ise, küfre sebep olur. Rıyâd-un-nâsıhîn kitâbında deniyor ki: "Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebep olabilir. Resûlullah efendimiz; (Bir zerrecik günâhdan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından dahâ iyidir) buyurdu." Peygamber efendimiz, Eshâb-ı kirâma hitaben; (Eğer Cennet ve Cehennemi görseydiniz, az güler çok ağlardınız) buyurmuşlardır. Cennete gitmeye vesile... Allahü teâlâ, bazı şeyleri, bazı şeyler için sebep, vesile kılmıştır. İmân, itaat ve ibâdetler, Cennete gitmeye vesile, sebep kılındığı gibi; inkâr, isyân ve günahlar da, Cehenneme gitmeye sebeptirler. Hiç kimse, gülerek, sevinerek idam edilmeye gitmez, gidemez. Gülerek, sevinerek günah işleyenin durumu da, bundan farklı değildir. Gülerek işlediği günahlar, o kimseyi Cehenneme götürmektedir. Bunun için Resûlullah efendimiz: (Gülerek günah işleyen, ağlayarak Cehenneme gider) buyurmuşlardır. Bir gün Peygamber efendimiz, rastgele gülenleri görünce; (Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız) ve (Kur'an-ı kerim, Cennet ve Cehennemin halini bildirirken nasıl böyle gülersiniz) buyurmuşlardır. Hamîdüddîn Nâgûrî hazretlerine; "Peygamber efendimiz; (Ölüm kefârettir) buyurdu. Ölüm günahlara kefâret olunca, âhiret rüsvâlığının mânâsı nedir?" diye sual edilince; "Günah vardır, ölümle affedilir. Günah vardır, kabirde kalmakla affedilir. Günah vardır, kabir azâbı ile affolur. Günah vardır, Cehennem ateşini görmedikçe ve Cehennem ateşi onu yakmadıkça hiçbir şeyle affolmaz. Buradan o kadar nûr götürmelidir ki, bu nûr, Cehennem ateşini söndürsün ve; 'Geç ey mümin, nûrun ateşimi söndürüyor'desin" cevâbını vermiştir. En şiddetli günah! Ahmed bin Âsım Antâkî hazretlerine; "En şiddetli günah nedir?" diye sorulduğunda: "Bir günahın günah olduğunu bilmemektir" cevabını vermiştir. Yine kendisine; "Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" diye sual edilince; "Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha dönmemesidir" buyurmuştur. Hasan-ı Basri hazretleri, kahkaha ile gülen bir gence; "Evladım, Sırat Köprüsünü mü geçtin veya Cennete gideceğine dair bir garantin mi var da böyle gülüyorsun?" buyurmuştur. İbrâhim bin Edhem hazretleri de, her zaman şöyle duâ ederdi: "Yâ Rabbî! Beni günah alçaklığından, sana tâat ve ibâdet lezzetine ulaştır."
.
"Azabınla helak etme..."
30 Ocak 2005 01:00
Azâb; işlenen günahlar sebebiyle âhirette çekilecek cezâ demektir. Allahü teâlâdan ve azâbından korkmak lâzımdır. Bir Müslüman, Allahü teâlâdan utanmazsa ve azâb yapılacağını düşünmezse büyük günâh olur. Zira, Allahü teâlânın azâbından korkmamak büyük günahlardandır. Tûr sûresinin 7. âyet-i kerimesinde meâlen: (Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz, zaman zaman; (Yâ Rabbî! Bizi gadabınla öldürme, azâbınla helâk etme ve bundan önce bize âfiyet ihsân eyle) diye dua ederlerdi. Ebû Ali Rodbârî hazretleri, Allahü teâlâdan korkmak aynı zamanda da ümitli olmak gerektiğini söyler ve: "Havf; Allahü teâlânın azâbından korkmak ve recâ; Allahü teâlânın rahmetinden ümitli olmak, bir kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birden bulunursa, hem kuş, hem de uçuş düzgün ve mükemmel olur. Kanatların birisi bulunmazsa, kuş da, uçuş da noksan olur. Kanatlarının ikisi de bulunmazsa kuş ölüme terk edilmiştir" buyururdu. Havf ve recâ arası... Mü'minin îmânı, havf ve recâ arasında olmalıdır. Allahü teâlânın azâbından korkmalı, fakat rahmetinden bir an ümit kesmemelidir. Her günâhı işlemekten çok sakınmalı, günahı sebebiyle îmânının gitmesinden korkmalıdır. Bütün günâhları işlemiş olsa bile Rabbimizin affedeceğinden hiç ümit kesmemelidir. Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyârlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. Tövbe edilmeyen herhangi bir günâhdan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez. Bunu Kur'ân-ı kerîm bildiriyor ve iki yüz bin sene itâat eden İblîs'in, kibredip, secde etmediği için, ebedî melûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tardeyledi... Mûsâ aleyhisselâm zamanında, Bel'am bin Bâûrâ İsm-i a'zamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. Allahü teâlânın bir harâmına, az bir meylettiği için, îmânsız gitti. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı... Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu... Sa'lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmiden çıkmazdı. Bir kerre sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti... Allahü teâlâ, bunlar gibi dahâ nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almıştır. Sure-i İbrâhimin 7. âyet-i kerimesinde meâlen: (Nîmetlerimin kıymetlerini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim) buyurulmaktadır. Kıyâmetin dehşetinden!.. Ebû Bekr Verrâk hazretleri, oğlunu mektebe göndermişti. Bir gün çocuğun benzinin sararıp bedeninin titrediğini gördü. Sebebini sorduğunda, oğlu: "Efendim, hocam bana Müzzemmil sûresinin 17. âyetini öğretti. O âyette cenâb-ı Hak meâlen; (Eğer siz "dünyâda" küfrederseniz, çocukları aksaçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günde "kıyâmet gününün şiddet ve azâbından" kendinizi nasıl koruyabilirsiniz?) buyuruyordu. Bu âyetin şiddetinden böyle oldum" diye cevap verdi. Daha sonra çocuk hastalandı ve bir müddet sonra da vefât etti. Babası Ebû Bekr Verrâk hazretleri oğlunun mezarının başında ağlayarak kendi kendine şöyle dedi: "Ey Ebû Bekr! Çocuğun bir âyet işitmekle hastalanıp can verdi. Bunca yıldır Kur'ân-ı kerîm okur hatmedersin, sana bir şey olmuyor. Yoksa kalbin taş mıdır?" Ahmed bin Âsım Antâkî hazretlerine; "Allahü teâlânın beğendiği işlerle meşgûl olan kimsenin sakınması gereken nedir?" diye sual edildiğinde: "Yaptığı sâlih amelleri gözünde büyüterek bir hayli ibâdet yaptığını, ibâdet ve tâat husûsunda durumunun iyi olduğunu düşünerek, günahlarını unutmaktan sakınması gerekir. Çünkü bunda, amellerinin onu şımartması ve işlediği günahların azâbından emin olması vardır. Böyle bir durum ise tehlikelidir" buyurmuştur. 'Kimseden bir şey istemem' Bir gün, Râbia-i Adviyye hazretlerine yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu. Komşudan alalım dediler. O da; "Kırk senedir, Allahü teâlâdan başkasından bir şey istememek üzere söz verdim. Zararı yok soğansız olsun" buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören hazret-i Râbia; "Bu ilâhî bir imtihandır, Allahü teâlânın azâbından emin değilim, korkuyorum!" deyip, yemek yerine kuru ekmeği yedi. Şakîk-i Belhî hazretleri de buyuruyor ki: "Allahü teâlânın azâbından korkmanın alâmeti haramları terk etmektir. Allahü teâlânın rahmetinden ümidli olmanın alâmeti de çok ibâdet etmektir."
.
Hatada ısrar, helâke sebeptir...
18 Şubat 2005 01:00
Hata; yanlışlık, yanılma, günah, kabahat, kusûr gibi anlamlara gelir. Hatâ, insanın şânındandır, çünkü insan, hata edecek şekilde yaratılmıştır. "Hatasız kul olmaz" sözü meşhurdur. Ancak hataya devam etmek tehlikelidir. Hata işlemeye devam, hatada ısrar etmek demektir. Hatada ısrar etmek ise, aklın az olduğunun alametidir yani ahmaklıktır. Ahmet Zerrûk hazretleri buyuruyor ki: "Masûm olmak, kusûrsuz olmak, Peygamberlere mahsûstur. Velînin masûm olması şart değildir. Isrâr ve devâm olmadan, büyük günâh işlemek, vilâyeti bozmaz. Velî, günâhından vazgeçer ve tövbe eder. Günâh işlemek, insanı helâk etmez. Günâha devâm etmek, tövbeyi terk etmek, helâk eder. Âdem aleyhisselâmın zellesi ile, İblîsin isyânı, bundan dolayı farklı oldular." Günâh işlemeye kasdetmek, az işlese dahî, ısrâr etmek olur. Kasdetmek, niyyet etmekle, irâde etmekle ve karar vermekle olur. Karar verip bir kerre yaparsa, ısrâr olur. Hiç yapmazsa, devâmlı yapmaya kasdetmesi, karar vermesi ısrâr olmaz. Günâh işledikten sonra, pişmân olunmazsa ve hele günâh işlemek tatlı gelirse, günâha ısrâr etmek, dadanmak olur. Pişmânlık, tövbenin bir parçasıdır. Küçük günâhlara ısrâr etmek, büyük günâh olur. Küçük günâhı küçük görmek ve küçük günâh işlediğini söyleyerek övünmek de, büyük günâh olur. Büyük günâh işlemeye ısrâr etmek de, küfre yani imanın gitmesine sebep olur. Câfer-i Sâdık hazretleri; "Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir" buyurmuştur. "Hiç insaflı davranmıyorsun" Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlânın, insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur: (Kulum! Hiç insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni kendime dâvet ediyorum fakat sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrâr ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzûruma gelince mâzeret olarak ne söyleyeceksin?)" Kusursuz, hatasız insan olmaz. Kusurunu, hatasını bilmek, o kimse için tövbedir. Tövbe eden, hatada ısrar etmemiş olur. İşlenen hatadan dolayı özür dilenmezse, tövbe edilmezse, hatada ısrar edilmiş olur. Sünnetleri özrsüz olarak kılmamakta ısrâr etmek, küçük günâh olur. Sünnete ehemmiyyet vermeyenin ise, imanı gider. Yalan söylemek, gıybet etmek, büyük günahlardandır. Fakat yalan söylemeye, gıybet etmeye devam edilirse, bunlarda ısrar edilirse, son nefeste imansız gitme tehlikesi baş gösterir. Din büyükleri; "Açıkça bir büyük günâh işleyen veyâ küçük günâh işlemekte ısrâr eden kimse, âdil olamaz. Bunun şâhitliği kabûl edilemez" buyurmaktadırlar. Muhammed Rebhâmî hazretleri buyuruyor ki: "Haramları, Allahü teâlânın yasaklarını, büyük ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ intikâm alıcıdır. Gadabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sayılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir." "Tövbenizi duyurunuz!" Günâh işleyecek kimsenin, bu günâhtan vazgeçmesi, Allahü teâlâdan korktuğu için veyâ insanlardan hayâ ettiği için, yâhut başkalarının yapmasına sebep olmamak için olur. Allahü teâlâdan korkarak terk etmenin alâmeti, o günâhı gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan hayâ etmek, onların kötülemelerinden korkmak demektir. Başkalarının günâh işlemelerine sebep olmak, yalnız yapmaktan dahâ çok günâhtır. Başkalarının bu günâhı işlemelerinin günâhları da, kıyâmete kadar bunlara sebeb olana yazılır. Bir hadîs-i şerîfte; (İnsan günâhını dünyâda gizlerse, Allahü teâlâ da, kıyâmet günü, bu günâhı kullarından saklar) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de: (Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tövbesini açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz) buyurulmuştur. Herkese vera sâhibi olduğunu bildirmek için, günâhını saklamak ve gizli olarak devâm etmek ise, riyâ olur. İmâm-ı Kastalânî hazretleri buyuruyor ki: "Günâh işleyen kimsenin kalbini zulmet kaplar. Kalbi karanlıklarla dolar. Gittikçe bid'at ve dalâlete, sapıklığa düşer. Zulmeti şiddetlendikçe, yüzünde de belli olur. Herkes bunu görmeye başlar. Onun içindir ki, bid'at ehlinin ve bozuk fırkalara mensûb kişilerin, zındıkların, kâfirlerin yüzünde aslâ nûr yoktur." "İbret almak istersen!" Bir kimsenin kalbinin kararmış olmasının alâmeti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. İşlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz. Atâ-i Horasânî hazretleri buyurdu ki: "Büyüklerimizden birisi, hatâ ve noksanlarını avucunun içine yazar, avucuna bakıp, hatâ ve noksanlarını görüp hatırlayınca, eli titrerdi." Nefs, bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak cehl-i mürekkeb olmuştur. Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır. İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyurdu ki: "İbret almak istersen, hatâ sâhibi kişilerin âkıbetlerine bak da kalbini topla!"
.
Şer gibi görünen şeyler...
20 Şubat 2005 01:00
Allahü teâlânın yarattıklarında, verdiklerinde ve gönderdiği her şeyde, bir hayır vardır. Allahü teâlânın, vermesi gibi, alması da hayırlıdır. Verdiği zaman, hayırlı olduğu gibi, aldığı zaman da, hayırlıdır. Hayırlı olan şeylere ise, sevinmek lâzımdır. İnsanlar, kendilerine hangi şeyin hayırlı, faydalı olacağını iyi bilemez. Allahü teâlâ, daha iyi bilir. Meselâ, bir hastanın babası, mütehassıs tabîb ise, buna etli, tatlı yiyecekler verince sevinip, "İyi olmasaydım, bana bunları vermezdi" der. Babası, etli, tatlı gibi yemekleri vermezse, yine sevinir. "Hastalığımı tedâvî etmek için bunları vermiyor" der. Allahü teâlânın da vermesine ve vermemesine böyle îmân olmadıkça, tevekkül sağlam olamaz. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlânın yarattıklarında, gönderdiklerinde hayır, iyilik vardır) buyuruluyor. Mukadder olan şey başa gelir, eğer sabredilirse ecri görülür. Sabredilmez, bağırılırsa, günaha girilir ve huzursuz olunur. Sıkıntı her ne kadar çok acı ise de, sabredilince, nimet olacağı bildirilmiştir. Kur'an-ı kerimde Bekara suresinin 216. âyet-i kerimesinde meâlen: (Hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır) buyurulmaktadır. Müslümanın başına gelen sıkıntılar onun hayrınadır. Çünkü hadis-i şerifte: (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Mümin başına gelen işten, hoşlansa da, hoşlanmasa da, o iş , onun için hayırlıdır) buyurulmaktadır. Ebû Bekr-i Dükkî hazretleri de: "Nice sevinçler vardır ki, sonları keder, nice hüzünler vardır ki, sonları kurtuluştur" buyurmuştur. Sıkıldığında feryâd etme! Muhammed Bekrî hazretleri buyurdu ki: "Darıldığın bir şeyden dolayı canın sıkıldığı zaman feryâd etme. İşini Allahü teâlâya teslim et. Bu niçin böyle oldu diye Hakk'a îtirâz etme. Çünkü Hakk'a îtirâz eden pişmân olur. Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olan kimse, pek yüksek ve şerefli derecelere kavuşur. Matlûbu ve maksûdu peşînen verilir. Sıkıntıları gider. Evliyânın sözlerini yerine getirip, onlara sâdık kaldıklarından ve kendilerini Allahü teâlâya teslim, işlerini de havâle etmelerinden dolayı başkalarından üstün olur. Bir sıkıntın olduğu zaman ümîdini kesme. Duâlara icâbet eden Allahü teâlânın fazlından ve lütfundan ümitli ol. Nice sıkıntı ve darlığın peşinden Allahü teâlânın yardımı yetişmiştir." Fudayl bin İyâd hazretleri, bir gün yolda giderken insanların neşe ve sevinç içinde olduklarını görünce; "Nice neşeli ve sevinçli kimseler vardır ki, onlara nasib olacak kefenlikler dokunup satışa çıkarılmıştır bile" buyurmuştur. Müminin başına gelen her şey, onun iyiliğinedir. Bir nimete kavuştuğu zaman şükreder, böylece şükredenlerden olur. Bir sıkıntı, bela geldiği zaman da sabreder ve böylece sabredenlerden olur. İsmâil Fakîrullah hazretleri: "Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır" buyurmuştur. Dertlerin, belaların gelmesi zahiren sıkıntı gibi olsa da, neticesi hayırdır, iyiliktir. Çünkü günahların affolmasına veya ahiretteki derecesinin yükselmesine sebep olur. Nitekim hadis-i şerifte; (Kul, ameliyle kendisine takdir edilen mertebeye ulaşamıyorsa, Allahü teâlâ ona, ailesine veya malına bela verir ve o belalara sabretmeyi de verir ki ezelde onun için takdir ettiği dereceye nail olsun) buyurulmaktadır. Ebû Süleymân Dârânî hazretleri de; "Bütün işlerde, kulun niyeti Allahü teâlânın rızâsı olursa, o işin sonu mutlaka iyi olur" buyurmuştur. Bela günahsız olanlara da gelir. Allah indinde derecesi daha yüksek olana daha çok, daha şiddetli bela gelir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (En şiddetli belaya düçâr olanlar, Peygamberler, sonra fazilet derecesine göre onları takip edenlerdir. Kişi dindarlığı derecesinde belaya düçâr olur. Eğer kişi dininde kuvvetli ise onun belası da şiddetli olur. Eğer dini gevşek ise belası da ona göre olur. Bela, kula öyle yapışır ki, günahı kaldığı müddetçe onu bırakmaz.) İnsan bela ile imtihan olur! Dünyaya gelmek insanın elinde değildir. Dünyaya gelen, buranın şartlarına katlanmak mecburiyetindedir. İnsan, neşeli olduğu gibi, sıkıntılı, üzüntülü de olur. Önemli olan bunların neticesidir. Her iki halde de halini değiştirmeyenlere müjdeler olsun. Dünya imtihan yeri olarak yaratılmıştır. Sevinci de var, hüznü de var. Her iki halde de insan imtihan edilmektedir. Hadis-i şerifte; (Şüphe edilen altın, ateşle muayene edildiği gibi, insan da bela ile imtihan olur) buyurulmuştur. Netice olarak mü'minin başına gelen her şey hatta şer gibi görünenler de, onun lehinedir hepsinde hayır aramalıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile varolmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabr etmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!)
.
Kötü olan, mal mevki değil...
25 Şubat 2005 01:00
Dinimizde, dünyâlık kazanmak için çalışmak, mal, mülk edinmek, mevki sahibi olmak, kötülenmemiş ve günâh da değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günâhtır, kötüdür. Zira Peygamber efendimiz; (Dünyâ sevgisi, bütün günâhların başıdır) buyurmuşlardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de; "Kalbinde zerre kadar dünyâ sevgisi olan veyâ kalbinde dünyâ ile zerre kadar ilgisi bulunan yâhut kalbine zerre kadar dünyâ düşüncesi gelen kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz" buyurmuştur. Kalb, muhabbet yeri, sevgi yeridir. Aşk, muhabbet bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünyâ sevgisi, yâhut Allah sevgisi bulunur. Dünyâ demek, harâm olan şeyler demektir. Zikir, ibâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti kalbe yerleşerek, Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kimse, hiç harâm karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir.) Kalbin hasta olması... Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, yani dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir. Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeyler okumaktan, seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak, bunları kalbden çıkarmalıdır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; kalbi temizlemeye ve nefsi ezmeye çalışmayanlara, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nimeti ihsân etmez." Allah adamlarının, evliyânın kalbinde, dünyaya karşı muhabbet olmaz. Zaten kalbinde dünya sevgisi olan kimse, Allah adamı, evliyâ olamaz. Allah adamlarını, yalancılardan ayıran fark, kalblerinde zerre kadar dünya sevgisinin olmaması, her sözlerinin, her hareketlerinin İslâmiyyete uygun olması, yanlarında bulunanların kalblerinde, Allahü teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olması ve başka şeylerden soğumalarıdır. Evliyâ ile münâsebeti olanlarda, bu alâmetler hâsıl olur. Münâsebetleri olmayanlar, zâten her şeyden mahrûmdur. Abdürraûf bin Alî Menâvî hazretleri kendisini sevenlerden birinin şöyle naklettiğini haber vermektedir: "Ebû Muhammed-i Basrî hazretlerini ziyâret için Basra'ya gelmiştim. Geçtiğim yerlerde hayvan sürüleri, arâziler, hurmalıklar gördüm. Bunların kime âit olduğunu sordum. Ebû Muhammed hazretlerine âit olduğunu söylediler. Hatırıma; 'Bunlar hükümdarların işidir. Acabâ Allah adamlarından birisi, kalbini böyle şeylerle niye meşgûl ediyor?' diye bir düşünce geldi. Bu düşüncelerle yoluma devâm ettim. Kur'ân-ı kerîmden En'âm sûresini okuyordum. Kalbimden öyle niyet ettim ki, o zâtın kapısına vardığım zaman hangi âyet-i kerîmeyi okuyor olursam, o âyet benim hâlimi bildirsin. Bu niyetlerle ve En'âm sûresini okuyarak, o zâtın dergâhının eşiğine ayağımı koyduğumda, En'âm sûresinin; (Onlar ki, Allahü teâlânın kendilerini hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü...)meâlindeki 90. âyetini okuyordum. Ben henüz içeri girmek için izin istemeden, hizmetçi acele ile çıkıp beni karşıladı ve Ebû Muhammed hazretlerinin yanına götürdü. Bu hâle çok hayret ettim. Ebû Muhammed hazretleri, ismim ile hitâb ederek: 'Yâ Ömer! Benim malım diye yeryüzünde gördüğün şeylerin hepsi emânettir. Onlara âit en ufak bir muhabbet, bu kulun kalbinde yoktur. Allah adamları bunları, Allahü teâlânın dînine hizmet ve O'nun kullarına yardım için ellerinde bulundurur. Ama zerre kadar bunlara muhabbet etmez ve bunlarla kalbini meşgûl etmez. Zâten, kalbinde zerre kadar dünyâ düşüncesi bulunan kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz. Nerede kaldı ki, bunlara gönül vermiş olsunlar' buyurdu. Bu hâli görünce, hayretim ve Ebû Muhammed hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığım daha da arttı..." "Dünyâya bağlı görünürler!" İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâya gönül kaptırmayan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmayan din âlimleri, âhiret adamlarıdır. Âhiretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlayan, dünyânın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyânın ise fânî, geçip tükenici olduğunu bilen bunlardır. Din büyüklerinden bazısı, dünyâyı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünyâ sevgisi, arzûsu yoktur. Sûre-i Nûrun 37. âyetinde meâlen bildirdiği gibi, (Bunların ticâretleri, alışverişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mâni olmaz.) Dünyâya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Bahâüddîn-i Buhârî hazretleri buyuruyor ki; "Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alışveriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu..
.
Bu dünya köprü gibidir...
4 Mart 2005 01:00
Dünya kelimesi, üzerinde yaşadığımız arz küresine verilen isimdir. Din kitaplarında geçen dünya kelimesi ise, yasak edilmiş, adi, alçak şey anlamındadır. (Dünya melûndur) hadis-i şerifinde kötülenen dünyâ; Allahü teâlânın yasak ettiği, haram kıldığı şeyler melûndur anlamındadır. Din kitaplarında kötülenen dünya budur. Cenâb-ı Hak, yarattığı bütün bu âlemi, yok olacak şekilde yaratmıştır. Sadece Cennet ve Cehennemi ebedi kılmıştır. Üzerinde yaşadığımız bu dünya da, yok olmak için yaratılmış ve yok olacaktır. Âhıret ise, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratılmıştır. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa ise, dünyâ ile âhiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Bü dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Zira hadis-i şerifte: (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur) buyuruldu. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddıdır, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yani, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. Bunun için, dünyâda nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlar için lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekeceklerdir. Dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken iman sahipleri ise, âhirette çok lezzetlere kavuşacaklardır. Sonlu sonsuz ile ölçülemez! Dünyânın ömrü, âhiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için Peygamber efendimiz: (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurmuşlardır. Mâlik bin Dînâr hazretleri şöyle anlatır: "Bir gece uyuya kalmışım. Gece yapmam ve okumam gerekenleri yapamamış, okuyamamıştım. Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve "okuryazarlığın var mı?" dedi. "Var", dedim. "Şu yazıyı okur musun?" dedi ve elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta; "Dünyânın geçici ve aldatıcı nimetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in zevk ve safâsından seni alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî saâdetine yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm oku. Zîra bunlar, uykudan hayırlıdır" yazılıydı." Senâullah-i Pânî pütî hazretleri, kendisini sevenlere yaptığı vasiyyetinde buyuruyor ki: "Dünyâya fazla kıymet vermeyiniz. İnsanlar çoğunlukla çocukluğunda ve gençliğinde ölmektedirler. Yaşlanan pek azdır. Hepsinin ömrü kısa süren bir sabah rüzgarı gibi geçmektedir. Nereye gittiğini bilmezler. Kalan ise bitmeyecek olan âhiret işleridir. Bu dünyâ lezzetleri sıkıntı çekmeden ele geçmiyor. O da az bir şeydir. Bu geçici ve az bir şey olan lezzetlere dalıp, ebedî lezzeti, âhiret saâdetini, Allah korusun elden kaçırmak ve ebedî felâkete düşmek ahmaklıktır. Dünyâyı tercih edenin eline bâzan dünyâ da geçmez. Bu durumda olan, dünyâda da âhirette de zarar eder." Dünyâ hayâtı, iş yapacak zamândır. Keyif yapacak, eğlenecek zamân ileride gelmektedir. Orada, dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecektir. İş zamânını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsûl almaması gibidir. İbrâhim bin Muhammed bin Ali et-Tâzî hazretleri: "Dünyâ hayâtı; oyun, eğlence ve süsten ibârettir. Dünyâ seni aldatmasın. Dünyâ, zâlim ve hîlekârdır. Bugün senin olduğunu sandığın malların, yarın başkasının olduğunu görürsün" buyurmuştur. Bu dünyâ nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Sâlih bin Beşîr hazretleri buyurdu ki: "Dünyânın fânî, geçici ve sıkıntılarla dolu olduğunu bilen bir kimse, dünyâya sarılmakla nasıl mutlu olabilir? Dünyâ, bizden evvelkilerin artığı, geçmişlerin terk edip boşadığıdır. Buradan, ayrılık zamanı gelmeden önce ayrılın ve ölüm, baş ucunuzda imiş gibi hareket edin!" Muhammed bin Ka'b hazretleri: "Dünyâ, geçici bir yerdir. İyiler ondan yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan uzaklaşandır. Dünyâ, kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer" buyurmuştur. Dünyâ kimseye kalmaz... İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bu dünyâ, âhiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan katkat meyve kazanmaktan mahrûm kalanlar, ne kadar tâlihsiz ve ahmaktır. Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir." Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhırete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) Bu dünyâ bir köprüdür, her gelen bir bir geçer durmaz! Hani annen, baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz.
.
İstediğini değil, istenileni yapmak...
6 Mart 2005 01:00
İnsan, hâlık değil mahluktur, yaratan değil yaratılandır. Her istediğini yapmak hakkına sahip değildir çünkü kuldur. Kulun, her istediğini yapmaya kalkması, kulluk değil, Ulûhiyyete yani İlâh olmaya kalkışması demektir. Halbuki Allahü teâlâ, rubûbiyyetini yani yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü, kullara bırakmaktan münezzehdir. Kulun vazifesi, emredileni, izin verilenleri yapmaktır. Kendi istediğini değil, Sahibinin yani Yaratanının istediklerini yapmakla vazifeledir. Nefs, kibirli ve kötülükler deposu olarak yaratıldığı için, emir altına girmek istemez. Kendi isteklerini, arzularını yapmak ister. Bunun için Câsiye sûresinin 23. âyetinde meâlen: (Nefsinin arzûlarını ilâh edinen kimseyi gördün mü?) buyurulmaktadır. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri; "Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun" buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanların nefs-i emmâresi mevki almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzûsu, şef olmak, herkesin, kendisine boyun bükmesidir. Kendinin kimseye muhtâç olmasını, başkasının emri altına girmesini istemez. Nefsin bu arzûları, ilah olmak, mabûd olmak, herkesin kendine tapınmasını istemek demektir. Allahü teâlâya ortak olmayı istemektir. Hattâ nefs, o kadar alçaktır ki, ortaklığa râzı olmayıp, âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, her şey, yalnız onun emri ile olsun ister. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefsin, benim düşmanımdır.) Nefsi kötülüklerden temizlemek Nefsin istediklerini değil, istemediklerini yaparak nefsi kötülüklerden temizlemek lazımdır. Aksi halde insan, nefsinin kulu, kölesi olur. Ebû Ali Dekkâk hazretleri, nasîhat isteyen birisine; "Sen kimin esiri ve mülküysen onun kulusun. Eğer nefsinin esiri ve mülkü isen nefsinin kulusun. Eğer dünyânın esiriysen, dünyânın kulusun ve kölesisin" buyurmuştur. Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri, sohbetlerinde nefsi şöyle târif ederdi: "Nefs, durgun bir suya benzer. Dıştan bakılınca temiz gibidir. Ama biraz tahrik edilip dalgalandırılınca dibinde saklı pek çok mikrobun olduğu görülür. Nefsin durumunu anlamak için onu imtihan etmelidir. Hem de mihnetle, meşakkatle ve boş arzularına muhâlefet ederek imtihan etmelidir. Herkes nefsine bakmalı, mihnet ve meşakkat ânında ne gibi bir şekil alıyor. Yersiz ve boş arzularını yenebilmek için direnmesini biliyor mu? Görmeli ve bilmelidir." Aziz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin kimyâ ilmindeki mahâretini bilen birisi, bir gün bu zâtın huzûruna çıkarak, kimyâ ilmini öğrenmek istediğini arzeder. Hiç kimseyi reddetmek âdeti olmadığı için, talebenin bu arzusunu kırmaz ve altında istirahat etmekte olduğu asma ağacından bir yaprak koparır. Yaprağın üzerine bâzı duâlar okuduktan sonra, talebenin hayret dolu bakışları arasında yaprağın altın olduğu görülür. Talebe fazla ısrar edince bu hâli üç defâ tekrâr eder. Talebenin maksadı, tekrârlar esnâsında duâyı öğrenmektir. Öğrendiğine kanâat getirince; "Bu iş çok basitmiş, ben de yapabilirim" diyerek asmadan bir yaprak alır ve üzerine öğrendiklerini okur. Fakat asma yaprağı bir türlü altın olmaz. Sonra; "Efendim! Ben de sizin okuduklarınızın aynısını okuduğum hâlde yaprak altın olmadı. Sebebi nedir acabâ?" diye sorar. Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri cevaben; "Evlâdım! Kimyâyı öğrenebilmek için, önce nefsi terbiye etmek icâbeder. Nefsi kimyâ etmeden, bu hallere bu mârifete kavuşulamaz" buyurur. Ebû Bekr Vâsıtî hazretleri sohbetlerinde; "Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dîne döndürmüş olur. Yüzünü dîne döndüren sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin istediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül ver" buyururdu. "Ne emrederseniz yaparım" Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine bir gün bir kimse gelip; "Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiçbir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var" buyurdu. O kimse; "Efendim! Bunun bir çâresi yok mu?" diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri: "Var ama sen kabûl etmezsin" buyurdu. O kimse ısrâr edip; "Aman efendim, lütfen bildiriniz. Ne emrederseniz yaparım" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdu ki: "Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, "Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum" de. O kimse bunları duyunca; "Sübhânallah, ben bunları yapamam. Bana başka bir şey emretseniz" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı, nefsi terbiye etmektir" buyurdu. Ebû Bekr Verrâk hazretleri de; "Uzuvlarını nefsinin istekleriyle tatmin ederek memnun eden, kalbine pişmanlık ağacı dikmiş demektir" buyurmuştur
.
Her kaptan, içindeki sızar...
11 Mart 2005 01:00
Eden kendine eder. İnsan, iyilik de etse, kötülük de etse kendine eder. İyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğünkü de kötülük olur. Her zaman iyilik etmeyi tercih eden, kurtulur. İyilik de, kötülük de, kalb ile alakalıdır. Kalb, temiz, iyi olunca, beden iyi işler yapar. Kalb bozuk olunca bütün uzuvlar, hep kötü iş yapar. Hadis-i şerifte; (Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur) buyurulmuştur. Zâhir işlerin bozuk olması, kalbin dağılmasına yol açar. Din büyükleri; "Zâhir, bâtının alâmetidir" buyurmuşlardır. Bunun için, içi aydın olan, dışına ışık verir. Kur'ân-ı kerîmde, (Habîs sözler, habîs insanlara yakışır) buyurulmuştur. Kör olana, güneşin varlığını anlatmaya uğraşılmaz. Safrası, karaciğeri bozuk olana, şekerin tatlı olduğunu anlatmak fayda vermez. Bozuk, habis rûhlara kemâlât, üstünlükler anlatılamaz. Bunlara cevâb vermek, başkalarının bunlara aldanmasını önlemek içindir. İlâç, hastaları ölümden korumak içindir. Ölüleri diriltmek için değildir. Abdullah ibni Abbâs hazretlerine bir kimse hakaret edince; "Bir ihtiyâcın varsa, sana yardım edeyim" karşılığında bulunmuştur. Hazret-i Hüseyin'in oğlu Zeynel Âbidîn Alî hazretleri, kendisine hakaret eden kimseye, elbisesini çıkarıp hediyye etmiştir. Îsâ aleyhisselâm, Yahûdîlerin yanından geçerken, kendisine çok kötü şeyler söylediler. Onlara iyi ve tatlı cevâblar verdi. "Onlar, sana kötülük yapıyor, sen onlara iyi söyliyorsun" dediklerinde; "Herkes, başkasına, yanında bulunandan verir" buyurmuştur. Söz, sâhibinin aynasıdır Söz ve yazı, sâhibinin aynasıdır. Çok kimse, düşmanına kızdığı zamân, onda kendindeki kötülüklerin bulunduğunu söyler. Her kaptan, içinde bulunan sızar. Kötü kimsenin sözleri ve kelimeleri de, kendi gibi olur. O çirkin sözlerin karşısında kalanlar, pisliğe düşen pırlantaya benzer. Hiçbir zaman kanalizasyondan gül kokusu beklenemez. Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde; (İnsanda bir et parçası vardır. Bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Fâsid olursa, bütün beden fâsid olur. Bu et parçası, Kalbdir!) buyurmuşlardır. Bedenin sâlih olması için, kalbin sâlih, iyi olması lazımdır. Kalb, Allahü teâlânın sevgisine kavuşunca salih, iyi olur. Allahü teâlânın sevgisine kavuşan bir kalb, komşusu olan nefse de tesîr eder. Nefs, emmâreliğinden kurtulmaya başlar. Allahü teâlânın beğendiği şeyleri sever ve beğenmediklerini sevmez. Bundan dolayı, bedenin hepsi İslâmın ahkâmına uymak ister ve böyle bir kimseden hep güzellikler meydana gelir. Bir kimsenin kalbinde ne varsa, sözlerinde ve davranışlarında da bu meydana çıkar. Kalbinde iyilikler, güzellikler bulunanın dilinden güzel sözler, davranışlarında da güzel ahlâk meydana çıkar. Peygamber efendimiz; (Kalb sâlih olunca, beden de sâlih olur) buyurmuşlardır. Kalbin sâlih, iyi olabilmesi; iman etmesi, İslâmiyetin emirlerine uyması ve Allahü teâlânın sevgisinin o kalbde yer etmesi lazımdır. Kalb iyi olunca, beden iyi, sâlih olur. Eshâb-ı kirâmın üstün olmasının sebebi, Peygamber efendimizin huzurunda ve sohbetinde, kalblerinin bütün kirlerden arınarak temizlenmiş olmasıdır. Yaptıkları amellerin ve söyledikleri sözlerin kıymetli olması, hep kalblerinin sâlih olmasındandır. Bunun için Peygamber efendimiz; (Başkaları Allah rızası için Uhud dağı kadar altın sadaka verseler, Eshâbımın Allah yolunda verdiği yarım sâ' arpanın sevâbına kavuşamazlar) buyurmuşlardır. Hazret-i Ömer vefât ettiği zaman, oğlu Abdullah bin Ömer hazretleri; "İlmin onda dokuzu gitti" buyurur. Orada bulunan gençlerin bu söze şaştıklarını görünce; "Sizin bildiğiniz fıkıh ve kelâm ilimlerini söylemiyorum. Resûlullah efendimizin mübârek kalbinden fışkırmış olan bâtın ilminin, ma'rifetin onda dokuzu gitti diyorum" buyurmuştur. Ebû Abdullah Seczî hazretleri buyurdu ki: "İlmini, din bilgisini doğru ve sağlam öğrenmeyenin işi, ameli doğru ve sağlam olmaz. Ameli doğru olmayanın bedeni saf ve temiz olmaz ve kalbi temizlenmez. Kalbi temiz olmayanın da niyeti temiz, doğru olmaz." "Dil kalbin aynasıdır" Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri buyuruyor ki: "Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, rûhun aynasıdır. Rûh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın aynasıdır. Bilinmeyen hakîkatler, bilinmiyen zâtdan çıkıp, bu uzun yollardan geçerek, dile gelir. Söz hâlini alarak, hakîkatlere uygun yaratılışlı olanların kulaklarına gelir." Ahirette her işinden sual edilecek ve herkes, söylediğinin, yaptığının hesabını verecektir. Allahü teâlânın dinine ve kullarına hizmet etmek; vermekle olur, almakla değil. Bu da kalbin selamete kavuşması yani kalbde Allahü teâlânın sevgisinden başka bir şeyin o kalbde kalmaması ile mümkündür. Kalb temiz olursa, niyetler de, sözler de işler de temiz ve güzel olur. Böyle kimseden hep güzellikler meydana gelir. Aksi halde; "Destursuz bağa giren, hesapsız dayak yer" atasözündeki netice hasıl olur yani ahirette hesabı çok çetin olur. Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz. Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!
.
Kim ne ederse karşılığını bulur...
13 Mart 2005 01:00
İyilik eden iyilik, kötülük eden de kötülük bulur. İyilik edene, mâl ile, hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, teşekkür ve duâ eder. Yapılan iyiliklere, karşılık yapmayanın başına kakılır, kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Errahman sûresinin 60. âyet-i kerimesinde meâlen; (İyiliğin karşılığı, ancak iyilik olur) buyuruldu. Enbiyâ sûresinin 47. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: (Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulüm yapılmaz. Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur.) Zilzâl suresinin 7. âyet-i kerîmesinde de meâlen: (Zerre miktarı iyilik yapan onun karşılığını bulur) buyurulmaktadır. İnsan, başıboş olarak yaratılmamıştır. Her yaptığının hesabını verecektir. Bunun için yaptığımız her işi, her davranışı iyi hesap etmemiz, iyi araştırmamız gerekir. Yaptığımız davranışın başkasına bir zararı var mı, kul hakkı geçiyor mu, geçmiyor mu iyi düşünmek lâzımdır. İşin aslını iyi bilmeden alelacele karar vermek insanı yanıltabilir. Kişi, ana-babasına nasıl muamele ederse, çocukları da ona öyle muamele ederler. "Eden bulur", "Ne ekersen onu biçersin" gibi güzel atasözlerimiz vardır. Birisi bir yerde babasını dövüyordu. Etraftan yetişenler; - Bu ne hâl, utanmıyor musun, insan hiç babasını döver mi, diye oğluna bağırdılar. Babayı oğlunun elinden kurtarmak istediler. Fakat dövülen şahıs, onlara dönüp o perişân hâliyle dedi ki: - Bırakın! Ben de burada babamı döverdim. Şimdi de aynı yerde evlâdım beni dövüyor. Onun suçu yok. Ben kendi yaptığımın cezâsını çekiyorum... Rüzgâr eken fırtına biçer "Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz", "Rüzgâr eken fırtına biçer", "Zulüm payidar olmaz" gibi yapılan iyiliklerin, kötülüklerin dünyada veya âhirette mutlaka bir karşılığının olacağını bildiren birçok atasözümüz vardır. Bunları unutmamak gerekir. Lokman Hakîm hazretleri oğluna hitaben buyurdu ki: "Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan günahkâr olur, diline hâkim olmayan pişmân olur." Abdülehad Serhendî hazretleri, nasîhat isteyen talebesine hitâben: "Allahü teâlâ hâzır ve nâzırdır. Her işini görmekte, her yaptığını bilmektedir. O hâlde bilerek, anlayarak söyle. Bilerek anlayarak dinle. Bilerek anlayarak iş yap. Bilerek dur, bilerek yürü. Kısaca bugün öyle ol ki, yarın mahcûb olmayasın. Birkaç gece rahatsız ol da, sonsuz râhata kavuş" buyurmuştur. Muhammed Murad Efendi buyurdu ki: "Kişi, kendine her ne muamele yapılırsa, başkasına da o muameleyi yapmalıdır. Bu nasihati kabul eden kimse, dünya ve ahirette selamet bulur." Abbasi halifelerinden Harun Reşid'in bahçesinde bir gül fidanı vardı. Bu gül fidanının gülünü merak ediyordu. Bahçıvanına, fidanın bakımını iyi yapmasını, gül açtığında da, gülünü kimseye koparttırmadan kendisine getirmesini emretmişti. Halîfenin emrini yerine getirmek için, gece gündüz fidanın üzerine titreyen bahçıvan; bir gün, henüz yeni açılmış olan gülün dalına konan bir bülbülün, gagalayarak yapraklarını uçurup, darmadağın ettiğini korku ile görür ve durumu sıkılarak halifeye arzeder. Halîfe durumu anlayınca: -Üzülme bahçıvan efendi, bülbülün de yaptığı yanına kalmaz der. Ferahlayan bahçıvan, tekrar ağaçların arasındaki işine döner. Bir gün bakar ki, otların arasında dolaşan bir yılan, o bülbülü ağzına almış, dikenlerin arasına doğru kayıp gidiyor. Durumu halîfeye arzedince halife: -Üzülme, yılanın da ettiği yanına kalmaz der. Bir müddet sonra bahçıvan, yine otlar arasında dolaşırken, işi azıtan azgın yılan, bahçıvanın ayağına dolanır ve onu sokmaya çalışır. Bahçıvan, elindeki kürekle kendini kurtarır ve yılanı öldürür ve durumu da halifeye arzeder. Halife Harun Reşid: -Üzülme efendi, senin yaptığın da yanına kalmaz der. Harun Reşid'in huzurunda Aradan zaman geçer ve bahçıvan, bir suç işler. Halîfe de, cezâlandırılması için hâkimin huzuruna sevkettirir. Ancak, bahçıvan, hâkimin bütün suâllerini cevapsız bırakır ve: - Ben ancak halîfeye karşı konuşurum. Başka kimse, benden cevap alamaz der. Nihayet Harun Reşid'in huzuruna getirilen bahçıvan, şöyle konuşur: - Efendim, siz, "Bülbülün yaptığı yanına kalmaz" dediniz; onu yılan yuttu. "Yılanın da yaptığı yanına kalmaz" dediniz; onu da ben öldürdüm. Benim de yaptığımın yanıma kalmayacağını söylediniz; işte o da oldu. Zat-ı Şahâneniz, benim kusurumu affedip, bağışlayınız! Siz bana etmeyiniz ki, size de bir eden bulunmasın... Bahçıvanın bu sözleri, Halîfe Harun Reşid'in çok hoşuna gider. Kendi şahsına karşı suç işleyen bahçıvanın kusurunu affederek onu bağışlar. Evet, atalarımız, "Çalma elin kapısını, çalarlar kapını" demişlerdir. "Eden bulur" sözü de bu mânâyı işâret eder. Büyüklüğün şanı, sana yapana aynısını yapmak olmayıp, onu affetmektir. Geçmişteki olaylardan ibret almaktır. Zaten Kur'ân-ı kerimde mealen; (Herkes yaptığını bulur) buyurulmaktadır.
.
Orta yolda olmak...
18 Mart 2005 01:00
Her iyi huyun zıddı, karşılığı olan sayısız kötü huy vardır. Çünkü iyilik demek, tam orta yol demektir. Bunun sağında veya solunda olmak, iyilikten ayrılmak olur. Zira hak olan, doğru olan yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Doğru olan hak yola kavuştuktan sonra, orada kalmak, oradan hiç çıkmamak da çok zordur. Hûd sûresinin: (Emrolunduğun doğru yolda bulun!) buyurulan 113. ayet-i kerimesi nazil olduğu zaman, Resûlullah efendimiz: (Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü) buyurmuşlardır. Ayet-i kerîmede emrolunan istikâmeti yerine getirebilmek için, Peygamberler, âlimler, evliya ve sıddîklar şaşkına dönmüşlerdir. Bu korku sebebiyle Resulullah efendimizin mübarek sakalına ak düşmüştür. Doğru yolda bulunabilmek çok güç olduğu için: (Sırat köprüsü, kıldan ince, kılınçtan keskindir) buyurulmuştur. Her namazda okuduğumuz Fatiha suresinde: (Doğru yola kavuşturmasını Allahü teâlâdan dileyiniz!) buyurulmaktadır. Bu sebeple Mü'minin, İslam âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri doğru olan, hak yola sarılması lazımdır. Zira Kıyâmet günü, Sırat köprüsünden geçebilmek için, dünyâda iken, doğru olan hak yolda bulunmak gerekir. İslam âlimleri; "Peygamber efendimiz, kıyâmetteki ni'metlerden ve azâblardan her ne haber verdi ise, onların hepsi, insanın bu dünyâda kazandığı huyların, ahlâkın ve amellerin sûretleridir. Oradaki görünüşleridir. Ahlâkta ve amelde doğru yolda bulunmanın, oradaki sûreti, görünüşü de, Sırat köprüsüdür" buyurmuşlardır. Muhammed Bâkîbillah hazretleri: "Sâdıklar ve hakîkate erenler söz birliği ile bildiriyorlar ki: Sırât-ı müstakîm, yâni şaşmayan doğru yol, Ehl-i sünnet vel-cemâatin yoludur buyurmuştur." 'Fırkalara bölünmeyiniz!' Dünyâda iken doğru olan hak yolda bulunanlar, İslâmiyyetten ayrılmayanlar, kıyamet günü Sırat köprüsünü, çabuk geçecek ve Cennet ni'metlerine, iyi amellerin bahçelerine kavuşacaklardır. Burada, din yoluna uymakta gevşek davrananlar, orada Sırat köprüsünü düşe-kalka geçeceklerdir. İslâmiyetin gösterdiği doğru i'tikâddan ve amellerden ayrılanlar, sağa, sola sapanlar, Sırat'tan geçemeyip Cehennem ateşine düşeceklerdir. Abdullah bin Mes'ûd hazretleri şöyle naklediyor: "Resûlullah efendimiz bize, doğru bir çizgi çizdi ve; (Bu, Allahü teâlânın yoludur) buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; (Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır) buyurdu ve; (Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırkalara bölünmeyiniz) meâlindeki En'âm sûresi 53. âyet-i kerîmeyi okudular." Orta yol deyince, iki şey anlaşılır: Birisi, herkesin anladığı gibi, bir şeyin tam ortasıdır. İkincisi, izâfî, takdîrî orta olmaktır. Yani belli bir şeyin ortasıdır. Ahlâk bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. Bunun için, iyi huy, herkese göre farklı olur. Hattâ, zamâna ve mahalle göre de değişir. Birinde güzel olan bir huy, başkasında iyi olmayabilir. Bir zamanda iyi denilen bir huy, başka zamanda iyi olmayabilir. O hâlde iyi huy, tam ortada olmak değil, ortalamada olmaktır. Kötü huy da, bu ortalamanın iki tarafına ayrılmaktır. (İşlerin en iyisi, onların ortasıdır) hadîs-i şerîfi de bunu bildirmektedir. Bundan dolayı, her iyi huya karşı, iki kötü huy bulunur. İyi huyların hepsi, ortalama miktârda olanlardır. Her iyi huyun aşırı veyâ az olması, birer kötü huy olur. İnsanda bulunması lâzım olan güzel ahlâktan, bazısı vardır ki, ne kadar çok olursa, iyiliği de o kadar artar zannolunur. Hâlbuki öyle değildir. Her iyi huyun bir sınırı vardır. O sınırı aşınca, iyilik gider, kötülük olur. İyi huyun az olması, kötülük olacağı ise, kolay anlaşılır. Şecâat yani kahramanlık ve sehâvet yani cömertlik bunlara birer misâldir. Bu iki iyi huyun yani şecaat ve cömertliğin aşırı, fazla olanları tehevvür yani atılganlık ve isrâftır. Câhiller, hele, İslâm ahlâkını bilmeyenler, isrâf eden kemseyi, çok cömerd sanır ve överler. Tehevvür edenlere de, çok cesûr, kahraman derler. Dinimizi doğru öğrenmeliyiz İnsanda bulunması lâzım olan güzel ahlâktan, huylardan bazısı da vardır ki, az olunca iyi zannolunur. Tevâzu böyledir. Tevazu, insanda kibrin bulunmaması demektir. Bunun noksan olması ise, tezellüldür. Tezellülü, tevâzudan ayırmak ise güçtür. Hattâ çok kimse, dilencinin zilletini, âlimin tevâzuu ile karıştırır. Çünkü, kibirsizlik dilencide daha çoktur. Bu sebeple dilenci, tevazu sahibi sanılır. Halbuki dilencideki tevazu değil tezellüldür ya'ni zillettir ve kötü bir huydur. Demek ki her şeyin orta miktarda olanı kıymetlidir. Aşırı olan her hareket ve söz, orta yol olan hak yoldan ayrılmak olur. Cömertlik güzel bir huydur. Fakat bunun aşırısı insanı israfa sürükler. Cömertliğin az olması da insanı cimri yapar. Tevazu sahibi olmak, güzel huylardandır. Fakat bunun aşırı olması, tezellül olur. Yani insanı zillete, aşağılanmaya sürükler. Tevazuun azlığı ise insanı kibre, kendisini beğenmeye götürür. Bu sebeple her işin orta miktarda olanını yapmak lazımdır. Tabii bunları yapabilmek için de, dinimizi, İslam âlimlerinin kitaplarından doğru olarak öğrenmemiz şarttır.
.
Övmek ve övülmeyi sevmek...
20 Mart 2005 01:00
Övülmeyi sevmek, kalb hastalıklarından yani kötü huylardan birisidir. Övülmeyi sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasından ileri gelmektedir. Medhedilmek, böyle kimselere tatlı gelir. Bu sebeple bu halin, bir üstünlük, bir iyilik olmadığını, velev ki öyle olsa bile, bunun geçici olduğunu, kalıcı olmadığını düşünmek ve bu huydan kurtulmanın yollarını aramak lazımdır. Dinimizde övmek de, bir başkasını kötülemek gibi yasak edilmiştir. Zira herhangi bir kimseyi kötülerken, gıybet, su-i zan ve o kimsenin gizli hallerini açığa çıkarmak gibi benzeri günahlar işlenmektedir. Herhangi bir kimseyi överken de benzer günahlara girilmektedir. Mesela bir başkasını öven kimse, sözlerine yalan karıştırabilir ve böylece de yalan söyleme günahına girebilir. Bunun için Halid bin Ma'den hazretleri: "Herhangi bir şahsı, onda olmayan vasıflarla öven kimse, kıyamet günü dili peltek olarak mahşer yerine gelir." buyurmuşlardır. Ayrıca herhangi bir kimseyi överken, karşısındaki şahsa yaranmak için riyaya kaçılabilir. Bazan öyle durumlar olur ki, bir kimse, karşısındakini överken, söylediği sözlere kendisi de inanmaz. Fakat o şahsa yaranmak için bunları söylemektedir. Bu şekilde konuşmak, söylemek ise, hem yalan, hem de riya olur. Böyle sözleri söyleyen de, bunları dinleyen de günaha girmektedir. "Yazıklar olsun sana!" Bir kimse, herhangi bir şahsı överken, o şahsın bilinmeyen ve bilinmesine de imkan olmayan yönlerini övebilir. Böyle övmek de, tamamen yalan ve riya olur. Peygamber efendimizin huzurunda, orada bulunmayan bir kimse övülmüştü. Öven şahsa karşı Resulullah efendimiz: (Yazıklar olsun sana! O kişinin boynunu kopardın. Eğer senin bu söylediklerini o kimse duysaydı iflah olmazdı.) buyurduktan sonra: (Muhakkak bir kimseyi methetmeniz gerekiyorsa, falan kimseyi böyle zannediyoruz. Allahü tealaya karşı hiç kimseyi temize çıkaracak değiliz. Herkesin murakıbı, gözetleyicisi Allahü tealadır. Eğer o kimse Allahü teala indinde de böyle ise iyidir dersiniz) buyurmuşlardır. Herhangi bir kimsenin iyi olduğu kesin olarak bilinmedikçe veya o şahısta cömertlik, yardımseverlik gibi hasletlerin mevcudiyeti yakinen görülmedikçe, o kimse için cömerttir, iyidir, yardımseverdir gibi methedici sözleri söylemek uygun olmaz. Hele bir kimsenin gözümüzle görmediğimiz, yakinen bilmediğimiz huyları hakkında çok güzeldir, iyidir gibi methedici sözleri söylememiz ise, hiç uygun olmaz. Nitekim hazret-i Ömer, bir kimsenin başka birisini övdüğünü görünce, o kimseye; - Sen övdüğün o şahısla bir yolculuk yaptın mı? diye sorar. O şahıs: - Hayır yapmadım diye cevap verince hazret-i Ömer: - Peki övdüğün o şahısla bir alışveriş veya ticari bir ortaklık yaptın mı? diye tekrar sorar. O şahıs da: - Hayır yapmadım diye cevap verir. Hazret-i Ömer: - Peki övdüğün o şahısla, sabah-akşam bir arada bulundun mu, komşuluk yaptın mı? diye sorar. O şahıs da. -Hayır böyle bir durumumuz hiç olmadı cevabını verir. Bunun üzerine hazret-i Ömer: - Vallahi sen, övdüğün o şahıs hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Bu halde iken nasıl olur da onun hakkında böyle övücü sözler söylersin! buyurmuşlardır. Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri anlatır: "Bir gece rüyâmda hazret-i Ömer'i gördüm. 'Ey müminlerin emîri! Dünyâ sevgisinin alâmeti nedir?' diye sual ettiğimde: 'Kötülenme korkusu ve övülmeyi sevmektir' cevabını verdiler. Dünyâyı sevmenin alâmeti bunlar olunca, zühdün yani dünyâyı terk etmenin alâmeti, doğru yolda bulunmakta kötülenmekten korkmamak ve övülmeyi sevmemektir." Bir insan, başkalarını övme hastalığına yakalanmışsa, bunun sonu gelmez. Bu kimse, menfaati gereği fasık ve zalimleri de övebilir. Halbuki bunların övülmesi, çok büyük günahtır. Nitekim hadis-i şerifte: (Fasık, kötü bir kimse övüldüğü zaman, Allah gadap eder) buyurulmuştur. Hasan-ı Basri hazretleri de: "Zalim bir kimseye, uzun ömürlü olması için dua eden bir kimse, yeryüzünde Allaha isyan edilmesini seviyor demektir." buyurmuşlardır. Övülen için de tehlikeler var! Öven kimse açısından böyle tehlikeler olduğu gibi, övülen kimse için de birçok tehlikeler vardır. Her şeyden önce, insanlar tarafından övülen kimsede, gurur, kibir ve ucub gibi hastalıklar meydana gelir. Kibir ve ucup ise, tedavisi çok zor bir hastalıktır. Peygamber efendimiz: (Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmeyecektir) buyurmuşlardır. Ölmek üzere yaratılan bir insanın, geçmişi, güzelliği, yakışıklılığı, gençliği, mal ve mevki sahibi olması ile övünmesi, cahilliktir. Bunlarla övünmek, olgun bir insana ve hele bir Müslümana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, insanın kendinde bulunan üstünlükler değildir. Vehb bin Münebbih hazretleri buyuruyor ki: "İnsanın dini için en faydalı ahlâk, dünyâya rağbet etmemesi, en kötüsü de, nefsinin arzu ve isteklerine uymasıdır. Nefse uymanın alâmeti; malı, makâmı ve herkes yanında medhedilmeyi sevmektir. Malı ve rütbeyi seven kimse, harâmlara düşer. Harâmları yapan, Allahü teâlâyı gazablandırır. Allahü teâlâyı gazablandıran kimse ise, helâk olur
.
Akıl âhireti, göz dünyayı görür...
25 Mart 2005 01:00
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl bir ölçü âleti gibidir. İki iyi şeyden, daha iyi olanını ve iki kötü şeyden, daha kötü olanını ayırır. Akıllı kimse, sâdece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir. Süfyân-ı Servî hazretleri: "Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır" buyurmuştur. Akıl göz gibidir. Din de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamâmlanmıştır. Vekî' bin Cerrâh hazretleri: "Akıllı, Hak teâlânın azamet ve kudretini anlayandır. Yoksa, dünyânın hîle ve desîselerine saparak, dolap çeviren kimse değildir" buyurmuştur. Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefîhtir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. İbn-i Semmâk hazretleri buyurdu ki: "Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennem'den kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu ise, oyun ve eğlencedir." Akıllı için birinci vazîfe!.. Akıllı olan ve bülûğ çağına giren erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarında yazdıkları îmân bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. İbn-i Hafîf hazretleri buyurdu ki: "Akıllı insan, önce îtikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir." Dünyâ yani haram ve mekruhlar, görünüşte hoştur. Aslında ise, öldürücü bir zehirdir. Ona müptelâ olmak, tutulmak ise, faydasızdır. Çünkü ona sarılan perişân, hor ve hakir olur. Aklı az olanlar dünyaya meyleder. Câfer bin Süleymân Dâbiî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâyı süt anneniz, âhireti de öz anneniz kabûl ediniz. Küçük çocuk süt annesine gitmek için feryâd edip çırpınır. Akıllandığı zaman ise öz annesine gitmeyi çok ister. Siz de akıl sâhibi iseniz öz anneniz olan âhirete yöneliniz." Akıllı kimse, kıymetsiz, geçersiz olan dünya malına kapılıp ona köle olmaz. Bu kısa dünya hayatında, Allahü teâlânın rızâsını ele geçirmeye gönül verir ve âhiret amelini hâzırlar. Dünyâ hayatında, akıllı kimselerden istenen şey, kulluk vazîfelerini edâ etmek ve Hakkın marifetini ele geçirmektir. Fudayl bin İyâd hazretleri buyuruyor ki: "Dünyânın tamâmı altından olsaydı, yine yok olurdu. Âhiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine bâkî olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyâyı, altın da olsa reddeder. Bâkî olan âhireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabûl eder. İşin aslı, âhiret bâkî ve altın gibi kıymetlidir. Dünyâ ise, fâni ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir." 'Ahmak diyenlere kızıyorsun!' Akıllı insanların, geçici, yok olucu şeylere gönül vermesi, pek yazık olur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri nefsine hitaben buyuruyor ki: "Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden dahâ ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, şu katile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idâm edeceklerini bildiği hâlde, zamânını eğlence ile geçiriyor. Bundan dahâ ahmak kimse olur mu?" Bişr-i Hâfî hazretleri de sevenlerine hitaben: "Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir" buyurmuştur. Şeytâna ve nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını unutmamalıdır. Sıhhat yerinde ve ecel henüz gelmemiş iken, Allahü teâlâyı çok zikretmeli, Kur'ân-ı kerîm okumalı, ibadet için zaman ayırmalıdır. Zira nefs-i emmâre ve alçak dünyâ, aldatıcıdır ve insana âhireti, Cennet nimetlerini unutturur. Şeytân ise, dünyâya teşvik etmekte, fakîrlik ve yoksullukla insanı korkutmaktadır. Ya Cennet ya Cehennem!.. Dünyâ ve içindekiler, gelip geçicidir, elde kalmaz. Âhiret ise, sonsuzdur, elden gitmez. İnsan, tercihine göre, ya Cennet nimetlerine kavuşacak veya Cehennem azabını tadacaktır. Onun için insanın, dünyada iken meşgul olduğu şeylere çok iyi dikkat etmesi gerekmektedir. İnsan, ya nefsine tabi olur ebedi felakete gider veya kalbinin selameti için çalışır ebedi saadete kavuşur. Akıllı olan kimse, dünyâ ihtiyaçları için âhiret işlerini geriye bırakmaz. Âhiret işlerinde tedbir ise, çalışmaktır. Kıyâmet gününün şiddetini ve kabrin yalnızlığını unutanlar, kendilerine verilen ömrü oyun, eğlence ile geçirenler, ecel geldiği zaman çok ah ederler ama, onların bu iniltilerine kimse kulak vermez. Bunun için Ebû Osman Hîrî hazretleri: "Akıllı kimse, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çâresine bakandır" buyurmuştur. Ve Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Akıllı kimse, ölmeden önce hesâbını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.)
.
Nefsini aradan çeken, huzurlu olur
27 Mart 2005 02:00
Allahü teâlâ, nefsi kendine düşman olarak yaratmıştır. Kötülükler deposu olduğu için hep kötülük yapmak ister. İslâmiyete uymak istemez. İslâmiyete uyanların nefisleri temizlenir. Temizlenen nefislerde, Allahü teâlâya ve Onun emirlerine, yasaklarına karşı bir düşmanlık kalmaz. Bunun için nefsini temizleyen, nefsini aradan çeken, nefsine uymayan bir kimse, herkesle iyi geçinir ve huzurlu olur. İbn-i Atâ hazretleri buyurdu ki: "Nefis, yaratılışı îcâbı edepsizdir. Halbuki kul, sürekli olarak edebe riâyet etmekle memurdur. Nefsin tabiatı îcâbı muhâlefet meydanında at oynatır. Kul, gayreti ile nefsin kötü arzularına ulaşmasını engeller. Nefsini dolu dizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur." Nefsine uyan, kibirli olur, kendini ve yaptıklarını beğenir. Bu hal, her iyiliğe engeldir. Nefsine uymayıp tevazu sahibi olan, her iyiliğe kavuşur. Dünyada huzurlu ve rahat olur. Ahirette de ebedi saadete kavuşur. Kibirli olan ise, kendisi rahat, huzurlu olamadığı gibi, başkasına da sıkıntı verir, huzursuzluk çıkartır. Böylece hem kendini hem de başkalarını yakar. Yanına başkasının oturmasını istememek, doğru sözü kabul etmemek, kusurunu söyleyene teşekkür etmemek ve zenginlerin davetini tercih etmek, kibir alâmetidir. Kibirli olan, sâlih insan olamaz. Kibir, her iyiliğe engeldir. Kibirli değilim diyen, kibirlidir. Hasta olduklarını bilseler! Kendini beğenen bir kimse, ilmi ile, ameli ile mağrûr olur. Egoist olur. Tövbe etmesi güç olur. Kendini üstün sanan kimse, aslında hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmektedir. Böyle kimse, hep nefsine uyar, nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki böyle kimselerin, kendileri çok câhildir. Ebû Hamza Horasânî hazretleri; "Nefsinden sıkılan kimsenin gönlü, yüce Mevlâsına bağlanmakla ünsiyet, yakınlık ve huzur bulur" buyurmuştur. Kendini üstün bilme ve yaptıklarını beğenme hastalığının ilâcını hâzırlayan âlimler, Ehl-i sünnet âlimleridir. Fakat bu hastalar hastalıklarını bilmedikleri, kendilerini sıhhatli sandıkları için, bu tabîblerin nasîhatlerini, ilimlerini kabûl etmezler, felâkette kalırlar. Ahmed bin Âsım Antâkî hazretleri buyurdu ki: "İnsanın en kötü işlerinden birisi gıybet etmesidir. Bu yüzden, dünyâ ve âhirette zarara uğrar. Hattâ o yüzden ona buğzedilir. Melekler ondan uzaklaşır. Şeytanlar sevinir. Gıybet, amelleri boşa çıkarır. Herkesin yanında sevgisini kaybeder. Değeri kalmaz. Gıybet ile nemime, söz taşımak, birbirine yakındır. İkisi de aynı şeyden doğar. İkisi de taşkınlık ve azgınlıktır. Azgın olmayan kimse bunlarla uğraşmaz. Söz taşıyan, kâtil gibidir. Gıybet eden ise, leş yiyen gibidir. Azgın kimse kibirlidir. İnsan nefsini bu hastalıklara kaptırınca, iftirâ günahına da girer. Böylece gıybet, kişinin nefsini temize çıkarmak istemesinden ve kendisini beğenmesinden doğar. Gıybetten, en büyük belâdan kaçar gibi kaçmak lazımdır. Çünkü o Kur'ân-ı kerîmde haram kılınmıştır." Kusuru başkasında arayanın etrafında insan kalmaz. Hep kendisini haklı bulan, kendi kusurlarını bırakıp başkasının kusuru ile meşgul olan, manevi bakımdan zerre kadar ilerleyemez. İhlâs ile ibâdet etmeyen Bel'âm-ı Bâûrâ gibi mürted olarak ölür. İbn-i Atâ hazretleri buyurdu ki: "Ahlâk iyi olmadıktan sonra, kılınan namazın, tutulan orucun çok olmasının önemi yoktur. Hattâ sadaka vermek ve nefsini yenmeye çalışmak bile hiçtir. Bu yolda yükselenler, ne namazla, ne de oruçla yükseldiler. Ne sadaka ile, ne de mücâhede ile üstün dereceler buldular. Yükselen, ancak iyi huyla yükseldi. Çünkü Resûl-i ekrem efendimiz; (Kıyâmet günü, bana en yakın olanınız, huy ve ahlâk bakımından en güzel olanınızdır) buyurdu." Evliyânın, İslâm âlimlerinin hayatını ve kitaplarını okuyanın kalbinden dünya sevgisi çıkar ve bu kimsenin ihlâsı artar. Böylece de, dünyada rahat ve huzurlu olur, ahirette de ebedi saadete kavuşur. Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî hazretleri: "İlim, insana Allah korkusunu kazandırır. İlim sâhibi olan kimsenin başkalarından korkusu gidip, kalbinde yalnız Allah sevgisinden hâsıl olan bağlılık duygusunun artması ile huzur ve sükûna kavuşur. Bu haller ise, herkesin ilimdeki derecesine göredir" buyurmuştur. Beterin beteri vardır... Ölümü hatırlayan ve ona hazırlanan kimsenin huyu, ahlâkı güzel olur. Böyle kimse nefsine uymaz, kibirlenmez, insanlara tepeden bakmaz. Herkesi sever kendisi de sevilir, huzurlu olur ve huzur dağıtır. Zaten ölümü hatırlamak, ömrü uzatır, ömrün bereketini artırır. Çok yaşama arzusu ise, ömrü kısaltır. Böyle biri, üç şeye hasret gider: 1- Topladığına doymaz. 2- Umduğuna kavuşamaz. 3- Ahiret yolculuğu için yeterli hazırlık yapamaz. Huzurlu olmak isteyen bir kimse, hiçbir zaman, hiçbir şekilde halinden şikayetçi olmamalıdır. Her zaman ve her durumda şükredici olmalıdır. Zira beterin beteri vardır. Ebû Bekr Kettânî hazretleri: "Takvâ sâhibi; nefsinin isteklerine uymayan, İslâmiyetin emirlerine tam uyan, yakîn ile huzur bulan, tevekkül direğine dayanan kimsedir" buyurmuştur.
.
"Mü'min mü'minin aynasıdır"
1 Nisan 2005 01:00
İnsanın sûretine "halk" insanın kalbindeki kuvvete de, "hulk" denir. Hulk, yani huy, kalbdeki meleke, arzû, hâl demektir. İnsanın itikâdı, sözleri, hareketleri, hep bu kuvvetten meydana gelmektedir. İnsanın isteğe bağlı hareketleri, davranışları, hep huyunun eserleridir. Kötü huy, kalbin hastalığıdır ve tedâvîsi güçtür. Bunun için ilâçlarını iyi bilmek ve iyi kullanmak lâzımdır. Ahlâkı değiştirmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek mümkündür. Herkesin ahlâkı değişebilir. Hiçbir kimsenin huyu, yaratılıştaki gibi kalmaz. Sonradan değişebilir. Ahlâk değişmeseydi, Peygamberlerin getirdikleri dinler faydasız, lüzûmsuz olurdu. Şu kadar var ki, bazı huylar pek yerleşmiş, rûhun hâssası gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek, yok etmek çok zor olsa da, yine değişir. Zira Peygamber efendimiz: (Ahlâkınızı iyileştiriniz!) buyurmuşlardır. İslâmiyyet mümkün olmayan şeyi emretmez. Tecrübeler, ahlakın değişebileceğini göstermektedir. İnsanların, ahlâklarını değiştirmede, kötüsünü atıp iyisini kazanmaktaki kabiliyetleri, istidatları aynı değildir. Bu sebepten herkese aynı ilaç tavsiye edilmemiştir. Kötü huyların ilacı... Kötü huyların hepsi için müşterek ilaç; önce hastalığı, sonra bu hastalığın zararını, sebebini, zıddını ve ilâcın faydasını bilmek, öğrenmektir. Bunlardan sonra, insanın bu hastalığı kendinde teşhîs etmesi, araması, bulması gerekir. İnsan, bu teşhîsi, ya kendisi yapar veya bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. İnsan, başkasında gördüğü bir kusuru, kendinde arar ve kendinde bu kusuru tesbit edip, bunun tevdavisi ile meşgul olursa, bu yol da, kötü huylardan kurtulmak için bir ilâç olur. Çünkü Peygamber efendimiz: (Mü'min mü'minin aynasıdır) buyurmuşlardır. Îsâ aleyhisselâma, "Bu güzel ahlâkı kimden öğrendin" diye sual ettiklerinde: (Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen huylarından sakındım. Beğendiklerimi ben de yaptım) buyurmuştur. İnsan, kendinde bir kötü huyu tesbit edince, bu kötü huya yakalanmasının sebebini araştırması, bu sebebi yok etmeye ve bu kötü huyun zıddını yapmaya çalışması lazımdır. Zira kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmakla mümkündür ve bunun için de çok uğraşmak lâzımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması zordur. Bir de, kötü şeyler, nefse tatlı gelir. İnsanın, kötü bir şey yapınca, hemen bunun ardından nefsine güç gelen şeyleri yapmayı âdet edinmesi de, bu kötülüklerden kurtulmak için faydalı bir ilaçtır. Nefs, kendine güç gelen şeyleri yapmamak için, onlara sebep olan kötü âdetini yapamaz. Kötü ahlâkın zararlarını okumak, işitmek de, faydalı bir ilaçtır. Hadîs-i şerîfte: (Allah katında kötü huydan büyük günâh yoktur) buyurulmuştur. Çünkü insan, kötü huyun günâh olduğunu bilmez. Bilmediği için, tövbe etmez ve bunu işledikçe de, günâhı kat kat artar. İyi huylu olmak isteyen... El Bâzinî hazretleri bir vaazında, güzel ahlâkın ve kötü huyların kaynağını anlatırken şöyle buyurmuştur: "Bütün güzel huylar kalbden, kötü huyların tamâmı ise nefsten doğar. İyi huylu olmak isteyen bir kimse, nefsini, dînin emir ve yasaklarına itâat eder bir hâle getirmeli, kalbinden de, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisini çıkarmalı ve kalbini günahlardan, kötü düşüncelerden temizlemelidir. Böylece, kötü huylar, güzel ahlâka çevrilmiş olsun. Kalb temizlenip, nefs doğru yola girince, insanın her hâli değişir. Artık kimsenin ayıpları görülmez olur. Gözler, insanların hep iyi hâllerini görür. Onlara karşı kalbde bulunan katılık, acıma duygusuna, şefkat ve merhamete dönüşür. Kin, hased gibi düşmanlıklar terk edilip onlara nasîhat etmek, hep iyilik yapmak duyguları ortaya çıkar. İnsanlar arasında düşmanlıklar tamâmen ortadan kalkıp, herkes birbirine nasîhat etmeye başlar. Güzel ve tatlı nasîhatlerle, insanlar birbirini doğru yola çağırırlar. Cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmak isteyen bir kimsede, nazlanmak kalmaz, korku başlar. Bu korku ondaki hâllerin iyiliğe çevrilmesi sebebiyledir. Kendisinde iyi hâllerin meydana çıktığı kimse, kusûrunu bildiği ve aczini anladığı için korkar ve kusurlarının hesâba sığmayacak kadar çok olduğunu bilir. Allahü teâlânın kendi üzerindeki hakkını, hiçbir zaman ödeyemeyeceğini, kendisine nasîb edilen sayısız nîmetlerin, hayırlı işlerin şükrünü yapmaktan âciz olduğunu anlar. İşte bu anlayışa erişen kimse, Allahü teâlâya hakkı ile kulluk etmeye başlar. Gönlündeki mâbûdlar teker teker yıkılıp gider. Hâlleri ve yaşayışı güzelleşir. Daha dünyâda iken, Cennet hayâtı yaşamaya başlar. Bu güzel huyların hepsi, Peygamberlerin, sıddîkların, evliyânın, sâlih kulların, ilmiyle amel eden âlimlerin ahlâkıdır." İnsaf ölçülerini aşma! Bayezid-i Bistamî hazretleri buyuruyor ki; "On şey insanı alçaltır: 1-Öfke ve hiddet, 2-Kin ve nefret, 3-Büyüklenme, 4-Zulüm ve haksızlık, 5-İnatçılık, 6-Cimrilik, 7-Başkasına ezâ ve cefâ etmek, 8-Mümin kardeşine saygısızlık, 9-Kötü huy ve fenâ ahlâk, 10- İnsaf ölçülerini aşmak."
.
Sıkıntı ve geçimsizliğin sebebi
3 Nisan 2005 01:00
İnsanlar, dinden uzaklaştıkça, geçimsizlik, sefâlet, işkence ve sıkıntının pençesinden kendilerini kurtaramıyor. Fende, teknolojide, akıllara hayret verecek şekilde ilerlemeler olduğu hâlde, dünyâdaki huzûrsuzluğun, insanlıktaki sıkıntının azalmadığı hatta arttığı göze çarpmaktadır. Allahü teâlâ, insanların saâdetlerine sebep olan şeyleri emretti. Felâketlerine sebep olanları da yasak etti. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veyâ bilmiyerek, bu emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşar. Bu hal, faydalı ilâcı kullanan herkesin dertten kurtulması gibidir. Dinsiz kimselerin ve milletlerin birçok işlerinde muvaffak olduklarını görüyoruz. Kur'ân-ı kerîme uygun olarak çalıştıkları için muvaffak oluyorlar. Fakat âhirette de, saâdete kavuşabilmek için Kur'ân-ı kerîme îmân ederek, niyyet ederek uymak lâzımdır. Huzura kavuşmak, başarılı olmak ve herkesle iyi geçinmek isteyen bir kimse, yüzünü ahirete çevirmesi lazımdır. Yüzü dünyaya dönük olan bir kimsenin, huzurlu olması, insanlarla iyi geçinmesi çok zordur. Zira yüzü dünyaya dönük olan, nefsini sever, nefsini seven de başkasını sevemez ve onlarla iyi geçinemez. Çünkü nefsini seven, nefsinin her istediğini yerine getiren, nefsin ve şeytanın peşinde giden bir kimse, kendinden başka kimseyi düşünmez. Böyle kimseler, din kitaplarından ve din büyüklerinden de istifade edemez. İstifade eden kimse, kimseye yük olmaz, herkesin yükünü çekmeye başlar ve herkesle de iyi geçinir. ? Kötülüklerden sakınmak Nefsinden nefret eden kimsenin, gönül gözü açılır. Böyle olan kimse, haramlardan, gururdan, kibirden ve bütün kötülüklerden sakınır. Kötülüklerden sakınan kimsenin kabına, rahmet damlamaya başlar. Kalbine rahmet damlaları giren kimse de, din kitaplarından ve din büyüklerinden istifade eder. Bu istifadenin hasıl olup olmadığının alameti ise, o kimsenin, kimseye yük olmayıp, herkesin yükünü çekmeye başlaması ve herkesle iyi geçinmesi ile anlaşılır. Böyle olan insanı, arkadaşları ve etrafındaki insanlar öyle severler ki, susuzluktan yanan bir kimse, su içerek suya nasıl kanarsa, öyle severler. Herkeste şef olmak, baş olmak, emir vermek arzusu vardır. Çünkü bu hal, insanın tabiatında vardır. Bu hal, ancak ve yalnız ahirete yüzü dönük olanlarda olmaz. İslam ahlakının çok tarifleri yapılmıştır. Fakat din büyüklerinin en çok tercih ettikleri tarif ise şudur: "Kimseye yük olmamak fakat herkesin yükünü çekmektir." Rahat ve huzur, İslamiyetin içindedir. İslamiyetin dışında huzur aramak, çölde seraba kavuşmak için koşmaya benzer. Bir gün herkes bunun böyle olduğunu anlayacak fakat iş işten geçmiş olacak. İnsan, Allahü teâlâya ibadet ederse, Cenab-ı Hak, onun dünyada işlerini kolaylaştırır. Kabirde acır, ahirette, mahşerde affeder. Bunun için dünyada ve ahirette Allahü teâlânın bize nasıl muamele etmesini istiyorsak, biz de Onun kullarına, insanlara öyle muamele etmeliyiz. Bir kimsenin kalbinde dünya muhabbeti artarsa, onu sevenlerin de ona muhabbeti o derece azalır. Kalbinde dünya sevgisi, para sevgisi, baş olma sevgisi olan yandı demektir. Az olan az yanar, çok olan da çok yanar. Kavgalar, münakaşalar, hep iki diri arasında olmuştur. Bir ölü ile bir diri arasında kavgaya hiç rastlanmamıştır; zaten mümkün de değildir. İki ölü arasında ise, kavganın, münakaşanın olması imkansızdır. Rebî bin Haysem hazretleri, kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söylemezdi. Bir gün kendisine biri kötü sözler söyleyince, ona; "Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şâyet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennet'e girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarım ki; söylediklerinden de kötü bir insanım" buyurmuştur. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki; "Din yolunda ilerlemek isteyen samimi ve sâdık bir kimse, geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah'tan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez." Kibir, iyiliğe engeldir İnsanın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibir ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibir sıfatıdır. Kibir ise, her iyiliğe, insanlarla iyi geçinmeye mani olduğu gibi, her sıkıntının da kaynağıdır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri: "Kalb, meleklere mahsûs bir evdir. Gadab, şehvet, hased, kibir gibi kötü sıfatlar, uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadîs-i şerîfte; (Köpek ve resim bulunan eve melekler girmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfteki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu söylemiyorum. Açık manâlarına inanmakla berâber, yukarıdaki manaları da ilâve ediyorum" buyurmuştur.
.
İyiliğe sebep olan, yapan gibidir
8 Nisan 2005 01:00
Allahü teâlâ, birçok düzenler ve faydalar olması için, her şeyi birer sebeple yaratmaktadır. İyiliğe sebep olanlara iyi, kötülüğe vâsıta olanlara da kötü denmiştir. Hayır, iyilik yapmak, her toplumda teşvik edilmiştir. İyilik yapmanın belli bir ölçüsü, sınırı yoktur. İnsanlara güler yüz ile muâmele etmek de hayırdır, iyiliktir. Üzüntüsüne ortak olup teselli etmek, imkân nisbetinde maddî bir ihtiyâcını gidermek, hastalığında ziyâret etmek, ikrâmda bulunmak hep hayırdır, iyiliktir. Nitekim Peygamber efendimiz; (Bir hayrın yapılmasına yol gösteren onu yapan gibidir) buyurmuştur. Hayır, iyilik yapmak, insanlar arasında muhabbetin, sevginin artmasına ve böylece toplumda birliğin, berâberliğin meydana gelmesine sebep olur. Şer, kötü ise, dinin ve aklın beğenmediği şeylerdir. Kısaca hayrın, iyiliğin zıddıdır. İyilik yapan, hayırla yâd edildiği gibi, kötülük yapan da bunun karşılığını, dünyâda da, âhirette de elbette görür. Kur'ân-ı kerîm'de Zilzâl sûresinde meâlen; (... Kim de zerre miktârı şer, bir kötülük işlerse onun cezâsını görür) buyurulmaktadır. Hayır ve şerri yaratan Allahü teâlâdır. Fakat bunları isteyen, arzu eden ise kuldur, insandır. İnsan ihtiyarı, dilemesi sebebiyle yaptıklarının neticesinden mesuldür. Allahü teâlâ, hayırlı, iyi şeylerden râzıdır, beğenir. Şer olanlardan yâni kötülüklerden râzı değildir, beğenmez. Bunun böyle olduğuna inanmak îmânın şartıdır. "Hayır işlerine koşun!" Hayırlı, iyi işleri yapmak, şer ve kötü olan işlerden kaçmak, ahlâkı güzelleştirir. İnsanı olgunlaştırır. Kur'ân-ı kerîm'de Bakara sûresinin 7 ve 8. âyet-i kerimelerinde meâlen; (O hâlde ey müminler! Siz de hayır işlerine koşun!) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Her iyi iş, sadakadır) buyurarak, hayra, iyiliğe teşvik etmektedir. Dinimizde, malı ve dünyâlığı kötüleyen haberler çoktur. Fakat, bu haberler, malı, dünyâlığı değil, bunların zararlı kullanılmasını kötülemektedir. Meselâ, insanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebep olan mal, zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kimselerde kendini göstermektedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüleyen haberler çok olmuştur. Görülüyor ki mal, birbirine zıt iki şeye sebeptir: Hayır ve şerre... Hayra, iyiliğe sebep olduğu için mal, methedilmekte, şerre, kötülüğe sebep olduğu için de kötülenmiştir. İnsanların dünyada rahat etmeleri, huzurlu olmaları ve ahirette de ebedi saadete kavuşmaları için, güzel iş yapanlar, insanlara bu konuda yol gösterenler ve onlar için iyi bir çığır açanlar, bu açtıkları güzel yoldan gelenlerin sayısınca sevaba kavuşmaktadırlar. Nitekim hadis-i şerifte: (Bir kimse güzel, yani İslâmiyyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevâb gibi, buna da verilir) buyuruldu. İbâdetlerin en fazîletlisi... İsmâil Ankaravî hazretleri, sevenlerine hitaben yaptığı bir nasihatte buyuruyor ki: "Hazret-i Ali; "Doğru bildiğini söylemek, susmaktan daha hayırlıdır. Günahkâr insanlara günah ve haramların kötülüğünü anlatmamak iyilik değildir" buyurmuştur. Bunun için kötü bir işi yapanı, o işten sakındırmak, ibâdetlerin en fazîletlisidir. Bir kimse bilmeyen birine yol gösterse, o da onun irşâdıyla hidâyete erse, yol gösteren kişi de, hidâyete kavuşan kimsenin sevâbı ve fazîleti kadar sevap kazanır. Zîrâ Peygamber efendimiz; (Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı gibi sevâb verilir. Bununla berâber onların sevâbından da hiçbir şey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günâhı gibi günah verilir. Bununla berâber ona uyanların günahlarından hiçbir şey eksilmez) buyurdu. Dînin direği nasîhattir. Bu sebeple Allahü teâlânın kullarına nasîhat etmeli ve yumuşak davranmalıdır. Eğer söz tutmazlarsa onlara yumuşaklıkla hakîkati anlatmaya devâm etmelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; (Ümmetimden bir tâife, hak üzerine mücâdele etmekte, kıyâmete kadar gâlib olarak devâm edecektir) buyurmuştur. Nasîhat edince fitne çıkma durumu varsa, bu hayırlı işten vazgeçilir. Nasîhati, kabûl edenlere, dinleyenlere yapmak gerekir." Zâlime yardım eden... İyilik yapan, iyi bir çığır açan, açtığı bu çığırdan gelenlerin sevaplarına ortak olduğu gibi, kötü bir çığır açan kimse de, açtığı bu kötü çığırdan gelenlerin kötülüklerine ortak olmaktadır. İmâm-ı Takî hazretleri: "Zulüm yapan, zâlime yardım eden ve bu zulme râzı olan, bu zulme ortaktır" buyurmuştur. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, kendisini sevenlere hitaben buyurdu ki: "Allahü teâlâyı, en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır. İhtiyaç sâhibini hayal kırıklığına uğratmayan kimse, hakîkî derviştir. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmek ve sefâlet içinde bulunanla dostluk kurmaktır..."
.
Ruhunu beslemeyen, onu öldürür!
10 Nisan 2005 01:00
İnsan, vücudunu, bedenini, hastalanmaması, ölmemesi, sıhhatli kalması için besliyor, bunun için yemek yiyor, su içiyor. Bedenin beslenmesi gerektiği gibi, ruhun da, beslenmesi, gıda alması lazımdır. Çünkü insan, hem ruh, hem de cesetten meydana gelmiştir. Cesedini besleyen, ruhunu beslemeyen, ruhunu öldürür ve onun katili olur. Nasıl kendini öldüren, intihar eden, bedeninin katili olursa, ruhunu beslemeyen de, onun katili olur. Vücudunu beslemeyenin, gerekli gıdaları vermeyenin, geçici olan dünya hayatı sona erer. Ama ruhunu beslemeyenin hayatı ise, sonsuz kere ölmüş demektir. Yani ruhunu gıdasız bırakan kimse, sonsuza kadar kendisini öldürmüş demektir. Birisi altmış senelik bir ömrün intiharı, diğeri ise, sonsuz hayatın intiharı... İkisinin arasındaki fark, ölçüye, hesaba sığmaz. Kaldı ki ruhunu beslemeyip öldüren kimse, ahirette zevk-i sefa içinde yaşamayacağı gibi sonsuz azap içinde olacak ve ateşte yanacaktır. Bunun için ruhunu beslemeyip, gerekli gıdaları vermeyerek ruhlarını katledenler, ahirette felakete uğrayacaklardır. Peki ruhu öldürmemek için ne yapmak lazımdır? Din büyükleri, İslam âlimleri, bunların cevaplarını ciltler dolusu kitaplar yazarak bildirmişlerdir. Ruhu öldürmemek için, onu beslemek lazımdır. Sabah-akşam yemek yiyerek, gerekli gıdalar alınarak beden beslendiği gibi, ruhu da, ona lazım olan gıdaları vererek beslemek lazımdır. Ebû Bekr-i Verrâk hazretleri buyurdu ki: "Kalb, ruh, hidâyetle, imanla diri olur. Dalâletle, inkarla ölür. Temizlik ve saflıkla sıhhat bulur. Dünyâya meyletmek ve kararmakla hastalanır. Zikirle uyanır, gafletle uyur. Kalbin diriliğinin alâmeti; iyiliğe rağbet, kötülükten el çekmek ve hayırlı amel işlemek. Ölümü de bunların tersidir." Ruhun birinci gıdası Ruhun birinci gıdası imandır. İman olmazsa, diğer amellerin, ibadetlerin bir faydası olmaz. İmandan sonra ruhun İkinci gıdası ise, namazdır. Çünkü namaz, dinin direğidir ve namazın dindeki yeri, vücudun baştaki yeri gibidir. Zira hadis-i şerifte: (Namazın dindeki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir) buyurulmuştur. Bir vücutta baş varsa, vücut hayatta, eğer baş yoksa, vücut hayatiyetini kaybetmiş demektir. Bunun gibi, bir kimse namaz kılıyorsa, dini var, namaz yoksa dini yok gibidir, demektir. Ruhun üçüncü gıdası ise, emredilen diğer ibadetleri yapmak, haramlardan sakınmak, dini konuları müzakere etmek, sohbet etmek ve bütün tefsir, hadis, fıkıh, ilmihal kitaplarını okumaktır. Ruhun, bu manevi gıdalara ihtiyacı vardır. Bu gıdalar verilmezse ruh ölür. Ebü'l-Hayr Fârûkî hazretleri buyurdu ki: "Bedenin sıhhati şu üç şeye bağlıdır: İyi gıdâ, vücutta bozuk zararlı bir madde bulunmaması ve zararlı şeylerden uzak durmak. Kalbin, ruhun sıhhati ise şunlara bağlıdır: 1- Sâlih amel; kalbin ve rûhun gıdâsıdır. 2- Kin, kibir gibi kötü ahlâktan sakınmak; bunlar bedendeki bozuk maddeler gibidir. 3- Günahlardan sakınmak." Zamanımızda insanlar, hep maddi gıdalar üzerinde durmaktadır. Elbette bu da lazımdır. Fakat maddi gıdayı alamayan kimse, eceli gelmişse açlıktan ölür. Eğer imanı varsa, ebedi saadete kavuşur. Fakat ruhun gıdası verilmez ve ruh ölürse, o zaman o kimseyi sonsuz bir felaket beklemektedir. Behâeddîn Zekeriyyâ hazretleri; "Bedenin selâmeti, sıhhati, az yemek; rûhun selâmeti, sıhhati, günâhları terk etmekte; dînin selâmeti, sıhhati ise Peygamber efendimize salât getirmektedir" buyurmuştur. Maddenin esir aldığı kimseler, ruhun gıdasından bahsetmenin, yalnız camilere ve oradaki görevlilere mahsus ve onların vazifesi imiş gibi zannediyorlar. Halbuki insan, sadece et ve kemikten ibaret değildir. Her insanın ruhu vardır ve bunun da beslenmeye ihtiyacı vardır. Ebû Bekr bin Ebî Sa'dân hazretleri buyurdu ki: "Ruhlar, nurdan yaratıldı ve karanlık bedenlerde yerleştirildi. Ruh kuvvetli olursa, akıl ile hemcins olur ve ona Allahü teâlânın nurları yağmaya başlar. Nefsin zulmeti gider. Böylece nefs, akıl ve rûhun nurlarıyla rûhânî bir varlık olur ve nefs, rûh ile berâber aklın emrine, yoluna girer. Ruhlar ise gelmiş oldukları gayb hazînelerine dönerler ve kaderin akışını öğrenirler. Ruh, kaderden cereyân eden şeylere muttalî olup, öğrenince, kazâ ve kaderden gelen her şeye râzı olur." İman o kadar kıymetlidir ki... Ruhun birinci gıdası olan iman, o kadar kıymetlidir ki, Allahü teâlâ bu imanın mükafatını dünyada vermiyor. Zira dünya, buna müsait değildir. İman etmenin mükafatı, Cennette verilecektir. Çünkü Allahü teâlânın dünyada verdiği, yıpranmaya, yok olmaya mahkumdur. Bozulmamak, yok olmamak ise, ancak Cennette olur. Önceki asırlarda camiler, birer medrese gibi, inananlara hizmet vermekte idi. Herkes bilmedikleri meseleleri hoca efendilere sorar ve ruhlarının açlığını giderirlerdi. Camiler erken açılır, Kur'an-ı kerim okunur, sohbetler yapılır, fıkıh kitapları okunurdu. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, sohbetlerinde hep; "Rûhun sıhhati, az günah işlemekte, bedenin sıhhati ise, az yemektedir" buyururdu.
.
Sabır, bütün hayırların anahtarıdır
15 Nisan 2005 01:00
Sabır; bütün hayırların, iyiliklerin anahtarıdır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, her menzile sabırla ulaşılmaktadır. Çocuğun büyümesi ve eğitimi, sabretmeye bağlıdır. İyi bir insan, iyi bir Müslüman olmak, sabırla ele geçer. Zaten din büyükleri; "Sabır bütün hayırların, sıdk kurtuluşun ve şükür de bereketin anahtarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa o, en yüksek mânevî mertebelere kavuşur" buyurmuşlardır. Sabır, dinin yarısı, namaz ise dinin direğidir. Bu ikisine yapışan, hedefine ulaşır, maksadına kavuşur. Peygamber efendimiz; (Sabreden, zafere kavuşur) buyurmuşlardır. Ebû Ali Dekkâk hazretlerine; Sabır nedir? Diye sual edilince cevaben buyurur ki: "Sabır, ismi gibidir. Zira sabır, ilaç olarak kullanılan tadı acı bir ağacın adıdır. Sabırlılar dünyâ ve âhiret izzetine konarak kurtuluşa erdiler. Çünkü onlar Allahü teâlâdan O'nunla olma şerefine nâil olmuşlardır. Allahü teâlâ bunun için; (Şüphe yok ki Allah sabredenlerle berâberdir.) [Tûr sûresi: 4] buyurmuştur. Sabrın târifi ve sınırı takdire îtirâz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksızın başa gelen musîbetleri açıklamak sabırsızlık olmaz. Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâm kıssasında; (Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur) buyurmuştur. Halbuki O, Eyyûb aleyhisselâmın; (Başıma bu dert geldi) [Enbiyâ sûresi: 83] dediğini haber vermiştir. Bu ümmetin zayıfları, ruhsatla, izin verilen şeylerle amel ederek sıkışık kalmasınlar ve nefes alsınlar diye Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın; (Başıma bu dert geldi) dediğini bildirmiş ve böyle şeyler söylemeyi haram kılmamıştır." Başa gelene katlanmak... Neticeye, sabırla ulaşılır. Sabır; yüzü ekşitmeden başa gelen dert ve musîbeti yudum yudum içine sindirmektir. Sabır; emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlerde tahammül etmek, katlanmaktır. Abdullah ibni Abbâs hazretleri, kızının vefat ettiğini öğrenince önce; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" der ve akabinde de; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" der ve iki rek'at namaz kılar. Namazı kıldıktan sonra; "Allahü teâlânın; Bekara suresinin 45. âyet-i kerimesinde; (Sabır ve namaz ile yardım isteyin) meâlindeki emrini yerine getirdik" buyurur. Abdullah Mürteiş hazretleri; "Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs" buyurmuşlardır. İsmâil Fakîrullah hazretleri; "Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır" buyurmuştur. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri ise; "Kıyâmet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş ve zenginliğe ne ölçüde şükür edilmiş ise, o hesâb edilecek. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir" buyurmaktadır. Sevgide samimi olmak! Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurdu ki: "Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum" deyince; (Fakirlik için bir elbise hazırla) buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum" deyince; (Belâ için elbise hazırla) buyurdu. Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır." Ahmed Yekdest Cüryânî hazretleri; "Dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzere kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, Hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır" buyurmaktadır. Netice başa bağlıdır!.. Molla Abdurrahmân Câmî' hazretleri de; "İhtiyarlık, gençliğin sonu ve netîcesidir. Netice ise, başa bağlıdır. Gençliğini iyi geçirenin, ihtiyarlığının da iyi geçeceği umulur" buyuruyor. İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri de şöyle buyurmaktadır: "Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!)
.
Günahlar kalbi hasta eder
17 Nisan 2005 01:00
Kalb, muhabbet yeri, sevgi yeridir. Aşk, muhabbet bulunmayan bir kalb, ölmüş demektir. Kalbde, ya dünyâ sevgisi, yâhud Allah sevgisi bulunur. Dünyâ demek, Allahü teâlânın yasak ettiği harâm olan şeyler demektir. Zikir, ibâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allah sevgisi gider. Muhammed Pârisâ hazretleri; "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, yani dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir" buyuruyor. Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeyler seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak, bunları kalbden çıkarmalıdır. Faydasız kitap, roman, gazete, dergi, hikâyeler okumak, lüzûmsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi arttırır. Bakması haram olan resimlere bakmak, filmleri seyretmek, haram olan çalgıları, sesleri dinlemek, dünya sevgisini kalbde yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması... Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâdan başkasına gönül vermesidir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak harâmları beğenmesi, bunlara düşkün olması demekdir. Kalbin hasta olması, islâmiyyetin emirlerinin tadını duymamak, yasak ettiklerinden zevk almaktır. Kalbin hasta, bozuk olması demek, Peygamberlerin getirdikleri bilgilere, tâm inanmaması demektir. Kalbin hasta olması demek, Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olmasıdır. Eğer bir kimse, kalbin bu tutulmasını hastalık bilmezse, çok alçak kimsedir. Eğer bilir de, aldırış etmezse, çok pistir. Abdullah Mürteiş hazretleri: "Kalbin, Allahü teâlâdan ve O'nun dostlarından başkasına meyletmesi, o kalbin hasta olduğuna işârettir" buyuruyor. Meymûn bin Mihrân hazretleri buyurdu ki: "İnsan bir günah işlediği zaman, kalbine siyah bir nokta yerleştirilir. Tövbe edince kalbi cilâlanır ve parlar. Dolayısı ile o siyah nokta kaybolur. Ama tövbe etmezse ve günah işlemeye de devam ederse, nokta nokta kalb kararır. Nihâyet bu siyahlık bütün kalbi kaplar. İşte buna 'rân' yani kalbin tamamen kararması denir." Günah işleyen, dünya ve ahirette büyük sıkıntılara maruz kalır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Günah işleyince kalpte siyah bir nokta hasıl olur. Eğer tövbe edilirse o leke silinir. Günahlara devam edilirse, o leke büyür ve kalbin tamamını kaplar.) Kalb kararınca, ibadet etmek zor olur, kalbi kararan kimseye günahları işlemek ise, kolay gelir. Peygamber efendimiz; (Derdiniz günahlardır, devası istigfardır) buyurmuşlardır. İnsanların başına gelen... İnsanların başına gelen bütün sıkıntılar günahları yüzündendir. İstigfar edince, yani pişman olup tövbe edince günahlar silinir. Hadis-i şerifte; (Kendini günahlardan korumayanı Allahü teâlâ [dünya ve ahirette felaketlerden] korumaz) buyurulmaktadır. Günahtan kaçmaya gayret edersek, Allahü teâlâ da bize yardım eder. Günaha önem vermezsek, felaketlerden kurtulamayız. Hadis-i şerifte; (Kişi işlediği günahlardan dolayı rızkından mahrum kalır) buyuruldu. Günah işleyenin kazancında bereket olmaz. Ömrü sıkıntı içinde geçer. Her günahı çok tehlikeli görmelidir! Müminin alametlerinden biri de, günahını çok tehlikeli görmesidir. Hadis-i şerifte; (Mümin, günahını başucunda dağ gibi görür, hemen üzerine yıkılacağından korkar. Münafık ise burnuna konmuş sinek gibi görür, hemen uçacağını zanneder) buyuruldu. Gizli işlediği bir günahı ona buna duyurmak da ikinci bir günahtır. Böyle günahların affı zor olur. Hadis-i şerifte, (Her mümin affedilir, ancak günahını başkalarına açıklıyanlar hariç) buyuruldu. Günâh işlemek küfr olmaz. Günâh olduğuna ehemmiyyet verilmezse, küfr olur. İbâdet yapmanın ve günâhdan sakınmanın lâzım olduğuna inanmamak küfr olur. Rıyâd-un-nâsıhînde buyuruluyor ki: "Küfrden ve bidatten başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısım, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günâhlardır. İçki içmek, namaz kılmamak ve bunlar gibi. Bu günâhların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (Bir zerrecik yanî çok az bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından dahâ iyidir.) Günâhtan kaçınmak farzdır! Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günâhı yapmamak, bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır." Allahü teâlânın yasak ettiklerinden kaçmamak günah olduğu gibi, emirlerine riayet etmemek de günahtır. Haram işlememek, farzı yapmaktan önce gelirse de, farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur. Mesela, namaz kılmamak içki içmekten daha büyük günahtır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Günahtan nefret eden ve ibadetten lezzet alan, hakiki mümindir.) Din büyükleri buyuruyor ki: "İyiler de, kötüler de iyilik yapar. Fakat, yalnız sıddîklar, iyiler, günâhtan sakınır."
.
Nemmâm Cennete giremez"
22 Nisan 2005 01:00
Nemîme; söylenmesi hoş olmayan bir şeyi açığa çıkarmak, ifşa etmektir. Nemîme, birinin aleyhinde konuşulan sözü, o kimseye ulaştırmak, fitne çıkarmak, ara açmak için insanlar arasında söz taşımak demektir. Kur'an-ı kerimde Kalem suresinde mealen; (Dili ile iğneleyen, koğuculuk eden) buyuruluyor. Hümeze suresinde; (Dili ile çekiştirip, yüzünden de alay eden) buyuruluyor. Hümeze, nemmâmlık eden demektir. Tebbet suresinde de; (Odun hamalı) buyuruluyor. Ebu Lehebin karısı için buyurulmuştu. Bu kadın nemmâm idi ve laf taşırdı. Lut aleyhisselâmın hanımı, eve gelenleri haber verirdi. Nuh aleyhisselâmın hanımı da, Nuh aleyhisselâma mecnun derdi. Huzeyfe-tül-Yemânî hazretlerinin bizzât işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz: (Nemmâm, Cennete giremez) buyurmuşlardır. Ka'b-ül Ahbar hazretleri şöyle nakletmektedir: "Musa aleyhisselam zamanında kıtlık olmuştu. Yağmur duasına çıkıldığı halde, yağmur yağmadı. Allahü teâlâ Musa aleyhisselama vahyederek; (Koğuculukta ısrar eden nemmâm, aranızda bulundukça, sana ve ümmetine icabet etmem, duanızı kabul etmem) buyurdu. Bunun üzerine Musa aleyhisselam: (Ya Rabbi, içimizde nemmâmlık yapan kim ise, onu bize bildir ve onu kovalım) diye niyazda bulununca Cenâb-ı Hak; (Ya Musa, ben sizi nemmâmlıktan men ederken, kendim mi nemmâm olayım?) buyurmuştur." Hizmetçinin kusuru!.. Hammâd bin Seleme hazretleri şöyle bir hâdise nakletmektedir: "Bir kimse, bir hizmetçi tutmak ister ve bir hizmetçi de bulur. Bu hizmetçinin bir kusuru olup olmadığını sorduğu zaman, kendisine; - Her şeyi güzel de biraz nemmâmlığı vardır, söz taşır denir. O kimse de; - Bu bir şey değilmiş, ben kabul ediyorum diyerek hizmetçiyi evine götürür. Hizmetçi bir gün evin hanımına; - Kocan seni sevmiyor. Seni bırakıp başka birisiyle evlenecek der. Ve istersen ben bir büyü yapayım, kocan seni sevsin. Ancak bu büyü için kocanın sakalından birkaç tel getirmen lazım der. Daha sonra kadının kocasına giderek; - Sen hanımına bu kadar iyilik yapıyorsun, bakıyorsun, değer veriyorsun ama, senin hanımının gözü dışarıda. Seni öldürüp başka biriyle evlenecek ve senin servetini onunla yiyecek der. Adam bu sözlere inanmayınca; -İstersen uyur gibi yap durumu yakınen görürsün der. Adam hınımını denemek için gerçekten uykusu gelmiş gibi yapar ve yatar. Hizmetçi hemen kadının yanına gidip; - Kocan uyuyor. Bu tam fırsattır, hemen sakalından birkaç tel kes getir, der. Kadıncağız eline usturayı alarak, kocasının yanına yaklaşır. Uyur gibi yapan adam, hanımının ustura ile kendisine doğru geldiğini görünce hemen ayağa kalkar ve hanımını öldürür. Hizmetçi hemen kadının akrabasına durumu haber verir ve iki aile hatta kabile birbirine girer ve perişan olurlar." İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki; "Nemîmeye ruhsat vermek yani söz taşıyana izin vermek, nemîmeden yani söz taşımaktan daha kötüdür. Birinci olarak: Nemîmeyi dinleyeni tasdîk etmemelidir, dinlememelidir. Zîrâ nemmâm, Müslümânlar indinde kötü kişidir. İkinci olarak: Söz taşıyanı, nemmâmı, söz taşımaktan men etmelidir. Üçüncü olarak: Tanımadığı şahsa söz taşıyıcılık sebebi ile sû'i zân etmemelidir. Zîrâ Müslümânlara sû'i zân harâmdır. Dördüncü olarak: Nemmâmın, söz taşıyıcının verdiği haberi araştırmamalıdır. Zîrâ tecessüs yani araştırmak harâmdır. Beşinci olarak: Nemmâmın haber verdiğini, nemmâm gibi, başka kimseye söylememelidir." Kabir azâbından kurtulmak için Ebü'l-Leys-i Semerkandî hazretleri buyurdu ki: "Kabir azâbından kurtulmak isteyen şu dört şeye sarılmalı ve şu dört şeyden de kaçınmalıdır. Sarılması gereken dört şey şunlardır: 1-Namazları doğru kılmalı, 2-Zekâtı vermeli, 3-Kur'ân-ı kerîm okumalı, 4-Allahü teâlâyı unutmayıp, çok anmalı ve zikretmelidir. Kaçınılması îcâb eden dört şey şunlardır: 1-Yalan söylememeli, 2-Hıyânet etmemeli, 3-Koğuculuk, yapmamalı, 4-Üzerine idrar sıçratmamalıdır. Resûlullah efendimiz; (İdrârdan sakınınız. Zîrâ kabir azâbının çoğu ondandır) buyurdu" Katâde bin Nu'mân hazretleri; "Kabir azâbı üç şeyden meydana gelir: Bunun üçte biri gıybet, diğer üçte biri nemîme yani söz taşıma, diğer üçte biri de idrardan sakınmamaktır" buyurmuştur İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri, oğluna nasihat ederek; "Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın çünkü sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın çünkü aşağılanırsın. Laf taşımaktan çok sakın. Çünkü söz taşımak insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören onların hedefi olur" buyurmuştur. "Yâ hayır söyle ya da sus!" Gıybet etmemeli, nemîme yanî Müslümânlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günâhı işleyenlere çeşitli azâblar yapılacağı bildirilmiştir. Peygamber efendimiz; (Allah indinde en sevimliniz, ahlâkı güzel ve insanlarla güzel geçinenizdir. En sevimsiz olanınız da, insanlar arasında laf taşıyan, dostları arasını açmak için çalışan ve temiz insanlarda kusur arayanınızdır) buyurmuşlardır. Müslümânların ayıplarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını affetmek çok sevâbtır. Peygamber efendimiz; (Yâ hayır söyle veya sus. Susan kurtulur) buyurmuşlardır.
.
Şükür; insanın aczini bilmesidir
24 Nisan 2005 01:00
Allahü tealaya şükretmek; O'nun dinini kabul etmek, O'na iman etmek ve O'nun bildirdiği emirleri, hükümleri yerine getirmek, yapmak demektir. Şükür, Allahü tealanın verdiği nimetle O'na asi olmamak, isyan etmemektir. Şükür, verilen nimeti, emre uygun kullanmak ve Allahü tealaya itaat etmektir. Şükür, bize gelen nimetleri Allahü tealadan bilmektir. Davud aleyhisselam: - Ya Rabbi, nimetin şükrünü nasıl eda edeyim? Çünkü şükrü eda etmek de senden bir nimettir, diye arzedince Allahü teala: - Ey Davud, şimdi şükretmiş oldun. Çünkü kendi aczini, nimetin şükrü olarak gördün, buyurdu. Şükrün ilmi, nimeti Allahü tealadan bilmektir. Bir kimse, sultanın emri ile hazineden birine para verse, o kimsenin bunu hazinedardan bilmesi şükür olmaz. Kağıt ve kalemin elinde bir şey olmadığını, kendiliklerinden bir şey yazamayacaklarını herkes bilir. Bunun gibi yeryüzündeki nimetleri yağmurdan ve yağmuru buluttan ve sahrada kurtuluşu rüzgârdan bilmek, cahillik olur ve insanı şükür makamından uzak tutar. Fakat, yağmuru, bulutu, rüzgârı, güneşi, ayı, yıldızları ve mevcut olan her şeyi, kâtibin elindeki kalem gibi, Allahü tealanın kudret ve emrinde olarak bilinirse şükre zarar vermez. Böylece kimsenin elinde bir şey olmadığı anlaşılınca, bütün nimetleri için Allahü tealaya şükredilir. "Başkasına şükrediyorlar!" Musa aleyhisselam, Allahü tealaya: - Ya Rabbi! İnsanlara el, ayak, göz, kulak ve bunlara benzer birçok nimetler verdin. Bu nimetlerin şükrünü nasıl ifa edebilirler? diye arzedince, Allahü teala: - Ya Musa! Bir kimse kendine verdiğim nimeti benden bilip, kendinden bilmezse, nimetlerimin şükrünü eda etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise, nimetin şükrünü eda etmemiş olur, buyurdu. Musa aleyhisselam bunları işitince, hemen şükür secdesi yaptı. Allahü teala bir hadis-i kutside: (İnsanları ve cinleri ben yarattım. Onlar ise, benden başkasına ibadet ediyor, tapıyorlar. Rızıklarını ben veriyorum, başkasına şükrediyorlar) buyurmuştur. Bize iyilik edenlerin hakkını gözetmek ve onları hayır dua ile anmak lazımdır. Çünkü insanların yaptığı iyilikleri bilmeyen, onlara teşekkür etmeyen, Allahü tealaya şükretmemiş olur. Bilhassa bize ilim öğretenlerin hakkına çok ehemmiyet vermelidir. Zira onlar ebedi saadete, ahiret nimetlerine ve Allahü tealanın rızasına kavuşmaya sebep olmuşlardır. Hadis-i şerifte: (İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü tealaya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez. Allahü tealanın nimetlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise nimete küfrandır) buyurulmuştur. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sahipleri büyük bilinir. O halde, her nimetin hakiki sahibi olan Allahü tealaya şükretmek, insanlık icabıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Peygamber efendimiz bir kimseye: - Nasılsın? buyurdu. O kimseden, "iyiyim" diye cevap alınca tekrar: - Nasılsın? buyurdu. O kimse: -İyiyim, elhamdülillah deyince, Peygamber efendimiz: - Bunu bekliyordum, buyurdular. Ecdadımızın birbirlerine "nasılsınız" demekten maksatları, cevap verenin şükretmesi, soran ve cevap verenin sevab kazanmaları için idi. Beden ile yapılan şükür, bütün a'zaların, Allahü teala tarafından bir nimet olduğunu bilmek ve ne için yaratılmış iseler, o işte kullanmaktır. Hepsi faydalı olmak için yaratılmıştır. Allahü tealanın istediği ise, bunları faydalı yerde kullanmaktır. Verdiği nimet, istediği ve sevdiği işe sarf edilince, şükrü yapılmış olur. Allahü teala, şükretmekle nimetlerini arttıracağını, şükrü terk edenlerin ellerinden nimetlerini alacağını, şiddetli azab edeceğini bildirmektedir. Zira sure-i İbrahim'in 7. ayet-i kerimesinde mealen: (Şükrederseniz, elbette size nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük edersiniz, haberiniz olsun, gerçekten azabım çok şiddetlidir) buyurulmaktadır. Hadis-i şerifte ise nimet, yabani bir kuşa benzetilmiş, uçup gitmemesi için şükürle ayağının bağlanması emredilmiştir. İnsanı, Allahü tealanın nimetlerine şükürden alıkoyan, insanın cehaleti ve gafletidir. Bunlardan kurtulmak için, doğru yazılmış din kitaplarını okumalı, dinimizi öğrenmeli ve öğrenilenleri de ihlasla yapmalıdır. Bu şekilde hareket edilirse, Allahü tealanın ihsan ettiği nimetlere şükredilmiş olur. Sevmenin üç alâmeti İslam âlimleri, yazdıkları kitaplarda, imanın gitmesine sebep olan halleri zikrederken, bunlardan birisinin de; "Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek" olduğunu bildirmişlerdir. Bütün iyilikleri yaratan, insana, can, mal, sıhhat veren, zararlardan, korkulardan koruyan Allahü teâlâyı sevmek, insanlık îcâbıdır. Zira hadîs-i şerîfte; (İhsân sâhibini sevmek, insânların yaratılışında vardır) buyuruldu. Allahü teâlâyı sevmenin de üç alâmeti vardır: 1-Onu sevenleri sevmek, 2-Ona itâat etmek, 3-Onu, dil ile, beden ile övmek. Bunlardan ikincisine şükür, üçüncüsüne hamdetmek denir. Onu sevenleri, O da sever. İhsânlarını arttırır. Vücûdumun her zerresi, gelse de dile, Şükrünün binde birini yapamaz bile...
.
Riyâ; imânda tereddüdün alâmetidir
29 Nisan 2005 01:00
Riyâ; gösteriş yapmak, ikiyüzlülük ve kendini, olduğundan başka göstermek demektir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ yani gösteriş ve ucb yani kendini ve yaptığı işleri beğenmek. Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış." Riyâ; kalb hastalıklarından olup, bir şeyi olduğunun tersine göstermektir. Ahiret amellerini yaparak âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzûlarına kavuşmak demektir. Kısaca, dünyâ kazancına dîni âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır. Ebû Muhammed Cerîrî hazretleri; "İhlâs, âhiretteki nîmet ve azaplara yakînen inanmanın alâmetidir. İbâdetlerdeki riyâ, gösteriş de, âhiretteki nîmet ve azaplara inanmakta tereddüt olduğunun alâmetidir" buyurmuştur. Sözleri veyâ ibâdetleri riyâ ile olan kimsenin, din bilgisi varsa, buna Münâfık denir. Din bilgisi yoksa, buna din yobazı denir. Riyânın zıddı, aksi İhlâstır. İhlâs, dünyâ faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de O, seni görmektedir) buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve medhetmelerine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan dahâ fenâdır. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ, hepsinden dahâ fenâdır. Kim haram yerse!.. Abdullah İsfehânî hazretleri buyuruyor ki: "İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeblerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan, hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Âlimler buyurdu ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır." Muhammed bin Elsem Tûsî hazretleri bütün ömrü boyunca Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine tam bir bağlılık içinde yaşadı. Haram ve şüphelilerden sakınmakta ve hattâ şüphelilere düşmek korkusuyla mubahların çoğunu terk etmekte çok dikkatli idi. Riyâya düşmek ve parmakla gösterilmek korkusuyla, nâfile ibâdetlerini evinde gizli yapar ve; (Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demektir) hadîs-i şerîfini okurdu. Bir defasında yerden bir taş alıp yanındakiler; - Bu, taş değil mi? diye sordu. Onlar da; - Evet deyince, tekrar; -Şu yüksek kaya da taş değil mi? diye sordu. Onlar; - Evet deyince; -İşte bunun büyüğüne de küçüğüne de taş denildiği gibi, riyânın azı da çoğu da tehlikelidir, buyurdu. Abdullah Mürteiş hazretleri, bir defâsında ramazân-ı şerîf ayının son on günü câmide îtikâfa başlamıştı. Ancak birkaç gün sonra îtikâfı bırakıp çıktılar. Sebebini soranlara: "Mescidde bâzı kimselerin riyâ ile, gösteriş yaparak ibâdet edip, Kur'ân-ı kerîm okuduklarını gördüm. Bu hâlleri sebebiyle, onlara gelecek olan belâdan korkup dışarı çıktım" buyurmuştur. Zulmânî buhar ve duman! Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri bir talebesine yazdığı mektupta buyuruyor ki: "Hased, ucb, kibir, riyâ, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makâm, yâni dünyâ sevgisi gibi kötü huylar; şehvet ve nefs toprağından yükselen, zulmânî buhar ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve göğsün genişlemesine sebeb olan îmân nûrundan, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı alıkoyarlar. Mahrûm bırakırlar. Kalb sâhasını karartır ve daraltırlar." Ebû Abdullah el-Basrî hazretleri; "Kalpten riyâ hastalığı ihlâs nûru ile; yalan hastalığı ise doğruluk nûru ile giderilip tedâvî olunur. Kim nefsinin arzu ve isteklerine muhâlefet eder karşı çıkarsa, Allahü teâlâ onu, ünsiyet, dostluk ve muhabbet makâmına kavuşturur" buyurmuştur. İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emrolundu. Hadîs-i şerîfte: (Allahü teâlânın birliğine îmân edenden ve namâzı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur) buyuruldu. Resûlullah efendimiz, Mu'âz bin Cebel hazretlerini Yemen'e vâlî olarak gönderirken: (İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir) buyurmuşlardır. İnsana Allah kâfîdir... Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri buyuruyor ki; "Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır." Ebü'l-Hayr-ı Aktâ hazretleri; "Kalp; niyetleri düzeltmek, yaptıklarımızı sırf Allah için yapmakla, riyâ ve gösteriş kirlerinden temizlenir. Beden de, Allahü teâlânın velî ve sâlih kullarına hizmet etmekle kıymet kazanır" buyurmuştur. Dünyâ nimetleri geçicidir. Ömürleri ise pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dînini vermek ahmaklıktır. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikçe, kimse kimseye fayda ve zarar yapamaz. İnsana Allahü teâlâ kâfîdir.
.
Vakit, keskin kılıç gibidir"
1 Mayıs 2005 01:00
Vakit; zaman, müddet, süre anlamında kullanılmaktadır. Ömür ise; insana ve diğer varlıklara verilen, belli bir zaman dilimidir. Bu zaman dilimi yani vakit, çok kıymetli ve o derecede de önemlidir. Çünkü insan, âhirette, kendine dünyada verilen bu zaman dilimi içindeki yaptıklarına göre muameleye tabi tutulacaktır. Bunun için Peygamber efendimiz; (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etti) buyurmuşlardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Vakit, keskin bir kılıç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan böyle yapar" buyurmaktadır. Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "İnsanın ömrü çok azdır. Sonsuz olan âhiret hayâtında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, dünyâdaki kısa hayâtında, âhirette iyi ve rahat yaşamaya sebep olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hazırlar." Bugünün işini yarına bırakma Abbâsî Halîfelerinde Hârûn Reşîd'in, nasihat isteyen mektubuna karşılık İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri, şunları yazar: "Ey müminlerin emîri! Bugünün işini yarına bırakma, yoksa işleri ve hakları zâyi edersin. İstekler bitmeden ecel gelir çatar. Ecel gelip çatmadan sâlih amel işle. Çünkü ölüm gelince, amel yapılmaz. Doğruluktan ayrılma, yoksa idâre ettiğin kimseler de doğruluktan ayrılır. Nefsin isteğine göre emir vermekten ve kızgınlıkla iş görmekten sakın. Biri âhiret ile diğeri dünyân ile ilgili iki işle karşılaştığın zaman, âhiret işini tercih et. Çünkü dünyâ fânî âhiret bâkîdir. Bu hayat, gece ve gündüzün yer değiştirmesinden ibârettir. Durmadan biri diğerinin peşini takip ediyor. Zaman, her yeniyi eskitir. Ömür az, iş mühim, dünyâ ve dünyâdakiler fânîdir. Âhiret ise, devamlı kalma yeridir." Hasan-ı Basrî hazretleri, zamânın halîfesi Ömer bin Abdülazîz hazretlerine yazdığı mektupta buyuruyor ki: "Şüphesiz dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir. Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer. Dünyâ zehir gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu öldürür. Dünyâya düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın. Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müddetçe, sevinçli ol. Yoksa, ne kadar üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindirirse, sonunda mutlaka beğenilmeyen bir şey vardır. Dünyâda sevinen aldanmıştır. Bugün faydalı görünen dünyâ, yarın zarar verir. Dünyâda, ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu, yok olmaya gider. Onun sevinci, hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli olmaz ki, beklenip tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri boştur. Onun iyiliği kederdir. Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini zannederler." Molla Câmî hazretleri buyurdu ki; "Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmetten saymazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince, o uzunluğun ne faydası olur? Nîmetin değeri, sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındadır." Ezelde takdîr edilmiş olan her şey, elbet vâki olacaktır. Ra'd sûresinin 40. âyet-i kerimesinde meâlen: (Her vakit için, bir hüküm vardır) buyurulmaktadır. Allahü teâlânın rızasını kazanmak için çalışmalıdır. İnsana verilen bu fırsat günlerini, ganîmet bilmelidir. Zira dünyâya iki kerre gelmek yoktur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Gençlik çağı, kazanç zamânıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamânında, yarar iş yapılamaz. Bunun için, zamânları kıymetlendirmek lâzımdır. Böylece, faydasız, boş yere vakit öldürmekten kurtulmuş olursunuz." Hayat, içinde bulunduğumuz andır Murâd-ı Münzavî hazretleri buyurdu ki; "Bu dünyâda, insana bitmeyen bir vakit, bir ömür verilmemiştir. İnsan için bir ecel yani belli bir ömür vardır. Bu ömür de herkese nasîb olmaz. Dün geçmiş, mazi olmuş, yarın yani gelecek ise meçhuldür. Zira yarına çıkacağımız belli değildir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir." Şumeyt bin Aclân hazretleri de buyurdu ki; "Hastalık gelmeden sıhhatin, meşgûliyet gelmeden boş vaktin, ölüm gelmeden evvel hayâtın kıymetini biliniz" Seyyid Ali bin Şihâb hazretleri, oyun ve boş şeylerle vakit geçirenleri gördüğü zaman, onlara; "Yavrularım, ömür çok kısadır. Oyun ve eğlence zamanı değildir. Yakında yaptıklarınıza pişman olursunuz" diye nasîhat ederdi. Gençlik geçti, sanki tatlı bir rüyâ, Bütün ömür de, bir sâattır güyâ...
.
Dünya, bir gölge gibidir
6 Mayıs 2005 01:00
Dünyâ zıll-i zâildir yani kaybolan bir gölge gibidir. Gelip-geçici olan bu gölgeye güvenen, sonunda pişman olur. Dünyâ harâb olmak üzere yaratılmıştır. Bunun için nimetleri zehrli, safâları ise, kederlidir. Dünya, bedenleri yıpratır, emelleri arttırır. Kendini kovalıyandan kaçar ve kendinden kaçanı ise kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nimetleri geçici, hâlleri ise, değişicidir. Dünyanın sonu fenâ yani yok olmak, dinin gayesi ise rızasıdır. Bu dünya, haramları terkeden için nimet, ibadet eden için ganimet, ibretle bakan için hikmet, manasını anlayan için ise, selamet yeridir. Dünyada herkes misafirdir. İnsanın malik oldukları ise, emanettir. Misafirin gitmekten, emanetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur. Birgün Musa aleyhisselam yolda giderken, ağlayan bir kimse görür. Dönüşte, aynı kişinin yine ağladığını görünce, Cenab-ı Hakka: -Ya Rabbî! Bu kimse senin korkundan durmadan ağlıyor, senden af diliyor diye arzedince, Allahü teâlâ: -Ya Musa! Onun gözyaşları ile beyni de aksa yine affetmem. Çünkü onun kalbinde dünya sevgisi var buyurmuştur. Muhammed aleyhisselam peygamber olarak gönderildiği zaman, şeytanlar İblisin başında toplanarak, üzüntülerini bildirirler. Bunun üzerine İblis onlara: Dünyayı severler mi? -Bunlar dünyayı severler mi? diye sorar. Onlar; -Evet, dünyayı sever derler. Bunun üzerine; -Öyleyse üzülecek birşey yok. Onlara birçok haksız kazanç sağlatırız. Lüzumsuz masraf yaptırırız ve lüzumlu yere para harcatmayız. Zaten her kötülük bu üç şeyden meydana gelir der. İsa aleyhisselam: "Dünyalık peşinde koşan, durmadan tuzlu su içen gibidir. İçtikçe harareti artar" buyurmuştur. Hazret-i Ali; "Dünya ile ahiret birer kuma gibidir. Birisini memnun eden, diğerini gücendirir. Eğer bütün varlığı ile helalinden dünya bana yönelse, üzerime bulaşacak bir pislikten kaçar gibi ondan kaçarım" buyurmuştur. Mâlik bin Dinar hazretleri; "Dünyalık için ne kadar üzülürsen, o nisbette ahiret sevgisi kalbinden çıkar. Âhiret için ne kadar üzülürsen, o nisbette dünya sıkıntısı kalbinden çıkar" buyurdu. Fudayl bin Iyâd hazretleri; "Dünyayı sevene, dünyaya düşkün olana her ne verilse doymaz, daha fazlasını ister" buyurdu. Ebu Süleyman Dârânî hazretleri; "Dünya bir binektir. Binebilirsen seni taşır, binemezsen o sana yüklenir ve seni öldürür" buyurdu. Hasan-ı Basrî hazretleri; "Dünyada herkes misafirdir. Yanındaki şeyler emanettir. Misafirin gitmekten, emanetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur" buyurdu. Îmân ile küfür birbirlerine zıt olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı yanî harâmları terketmek lâzımdır. Dünyâyı terketmek, iki türlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeylerle berâber, mubâhları da, yanî günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktarını kullanmaktır. Yanî tenbel ve işsiz olarak oturup da, dünyânın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her dürlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamânını, ibâdetle, müslümânların râhatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmek bunlar için durmadan çalışmaktır. Dünyâ zevkini böyle çalışmakta aramak ve bulmaktır. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve din büyüklerinin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu şekilde terketmek, çok faydalıdır. Bundan maksat, islâmiyyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmektir. Kovalarsan kaçar İkincisi, dünyâda harâm ve şübheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmaktır. Bu kısım da, böyle zamânlarda, çok kıymetlidir. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Ölümden önce olan herşeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz. Âhıretden sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhıret için tarladır. Âhırete yaramıyan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar islâmiyyete uygun kullanılırsa, âhırete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret nimetlerine kavuşulur. Dünyâ ile âhıret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyurdu ki; "Dörtyüz hocadan ders okudum. Bunlardan dörtbin hadîs-i şerîf öğrendim. Bütün bu hadîslerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım. Çünkü, kurtuluşu ve ebedi saâdete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz bir Sahâbîye buyuruyor ki: (Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış! Âhıret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itâat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günâh işle!)
.
Amelsiz ilim, insanı kurtarmaz
8 Mayıs 2005 01:00
Müslümanın, kendisine lazım olan din bilgilerini ve mesleğine, maişetine ait bilgileri öğrenmesi farzdır. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, ilim öğrenmek ve ilim adamları övülmekte, Zümer s ûresinin, 9. âyet-i kerimesinde de meâlen: (Bilen ile bilmiyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyrulmaktadır. Resûlullah efendimiz de; (Beşikten mezâra kadar ilim öğreniniz, çalışınız!) buyurmaktadır. İslâmiyyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Her müslümana önce lâzım, birinci farz olan şey, îmânı, farzları, harâmları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, müslümânlık olamaz. Îmân elde tutulamaz. Hak borçları ve kul borçları ödenilemez. Niyyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. Hadîs-i şerîfde; (Bir sâat ilim öğrenmek veyâ öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekten dahâ sevâbtır) buyuruldu. İlim öğrenmek, çok kıymetli bir emir olmasına rağmen, ilim insanı tek başına kurtarmıyor. Öğrenilen bilgilerle amel edilmedikçe, ilmin insana bir faydası olmaz. İmâm-ı Gazâli hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir talebesine yazdığı mektupta buyuruyor ki: "İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım. Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz. Diğer bir misâl, bir tabîb hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâç hakîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemiyeceğini pekâlâ bilirsin. Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası olmaz." Abdülazîz bin Ebû Revvâd hazretleri, ölüm hastası olan Mugire bin Hakî hazretlerini ziyarete gittiğinde nasihat ister. Mugire bin Hakî hazretleri de nasihat olarak; "Bu yatak için sâlih amel yap" buyurur. Abdülehad Serhendî hazretleri, kendisinden nasihat isteyenlere buyurdu ki: "Ey kardeşim! Bu dünyâ amel yeridir. Karşılık yeri âhirettir. Ameli, işi bitirmeden ücret, karşılık istemek yersizdir. İş ve amel bittiği gün, yapılan işin karşılığı ihsân olunacaktır. Az kabul ederlerdi Evvelkiler çok amel etselerdi, az kabûl ederlerdi. Şimdikiler az bir şey yapsalar, çok kabûl ediyorlar. Bir gümüş verseler, bir altın verdik diyorlar. Çünkü şimdi bidatler çoğaldı, nefsin arzuları her yerde mevcut, zulmet dalgaları ise, birbiri ardınca gelmektedir. Heybetinden öncekilerin ve sonrakilerin titrediği, cinlerin, insanların ve hayvanların dehşetinden şaşırdığı büyük korku geldi. Haşir ve neşir günü çok yaklaştı. Bir bölük Cennet'e, bir bölük Cehennem'e gitsin denecek gün geldi çattı. İşte bunları düşünüp uyanmalı, hakîkatleri gören gözleri açmalıdır. Akıllı gençlere, düşünen yaşlılara yazıklar olsun ki, gaflet pamuğunu kulaklarından çıkarmıyorlar ve gurur perdesini basîret gözlerinden uzaklaştırmıyorlar. Gençlik en büyük nîmettir. Elden geldiği kadar en iyi vakitleri, en iyi işlere sarf etmelidir. Kıymetli cevherleri, çocuklar gibi oyuncaklarla değişmemelidir. İstîdâd toprağınız temiz ve yüksektir. Sakın onu boş koymayın. Yâhut bozuk tohum ekmeyin." Abdülkâdir Geylânî hazretlerine; "Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sorulduğu zaman; "Temeli doğruluk üzerine attım. Aslâ yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı" cevabını vermişlerdir. Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: (İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye islâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harc eder). Abdullah bin Zeyd hazretlerine ilim sâhipleri sorulduğu zaman: "Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun ilmiyle amel ederler. Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı da ilmiyle kendisi amel etmediği gibi insanlar da amel etmez" cevabını vermiştir. Bunun için Abdülehad Nûrî Efendi; "İlmi ile amel etmiyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb edenleri bidat ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yarattıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren alimlere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır" buyurmuştur. Ve Peygamber efendimiz de; (İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir.) buyurmaktadır.
.
Aç gözlü olan, zillete düşer
13 Mayıs 2005 01:00
Aç gözlülük, dünyâ lezzetlerini harâm yollardan aramak, elde etmek demektir ve kötü huylardan, kalb hastalıklarından birisidir. Aç gözlülüğe, tamah yani doymazlık, çok istemek denmektedir. Fudayl bin Iyad hazretleri buyuruyor ki: "Tamah yani aç gözlülük, kişinin herhangi bir ihtiyacı sebebiyle dinini, mukaddes bildiği şeyleri, o ihtiyacı için feda etmesi, elden çıkarmasıdır. Hırs ise, kişinin nefsinin her isteğine boyun eğip o istekleri yerine getirmek için koşmasıdır. Nefsinin isteklerini yerine getirmeye çalışan kimse, çeşitli kimselere muhtaç olur. Eğer o kimseler, onun ihtiyacını yerine getirirse, bu kimseye istedikleri her şeyi yaptırırlar. Onlara boyun eğmek mecburiyetinde kalır. Onlara karşı yaptığı her şey, artık dünya menfaati için olur. Allah rızası için olmaz." Bir gün Ebü'l-Kâsım Bişr hazretleri, Ebû Saîd Mîhenî hazretlerine hitaben; "Ey Ebû Saîd! Tamah ve dünyâya düşkünlükten kurtulmaya gayret et. Çünkü insanda tamah yani aç gözlülük varken, ihlâs yâni her şeyi Allah için yapma arzusu bulunmaz. Kulluk, ihlâs ile olur. Şu hadîs-i kudsîyi unutma! Allahü teâlâ mîrâc gecesi Resûlullah efendimize: (Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir, benimle görür, benimle her şeyi tutar, benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca onu korurum) buyurdu" buyurmuştur. Çamura atılan altınlar!.. Selçuklu Sultânlarından Rükneddîn, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine beş kese altın göndermişti. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri talebelerine; "Bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurur ve talebeleri de bu emri yerine getirir. Dünyâya düşkün olanlar, bu altınları almak için çamurun içine dalarlar ve üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle gelir. Bu hali talebelerine gösteren Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri buyurur ki: "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamah yani aç gözlülük yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır." "Bunlar evliyânın sıfatlarıdır" Ebül Hasan Harkânî hazretleri, kendisini sevenlere hitaben buyurdu ki: "Âlimler ve evliyâ, Peygamber efendimizin vârisidir. Çünkü O'nda olan şeylerin bâzısı bunlarda da var. Resûlullah efendimiz fakirliği seçmişti. Bunlar da fakirliği tercih etmiştir. Resulullah efendimiz cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sâhibiydi. Halkın rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sâhibi değildi. Hayır ve şerri Allahü teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu. Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gururlanmazdı. İşte bunlar evliyânın sıfatlarıdır." İslam âlimleri, hırs ve tamahın yani aç gözlülüğün tedavisi için üç esas bildirmişlerdir. Bunlar; sabır, ilim ve ameldir. Bunlar da beş kısımda hülâsa edilmektedir: 1- Amel, geçimde iktisatlı olmak ve infakta ise orta halde bulunmaktır. Hadis-i şerifte: (Tedbirli olmak, geçimin yarısıdır) ayrıca; (İktisat eden, sıkıntı çekmez) buyurulmuştur. 2- Bugünkü rızkına kavuşan bir kimsenin, yarınki rızkına da kavuşacağına inanmasıdır. Zira Hud suresinde meâlen: (Yeryüzünde yaşıyan bütün canlıların rızkını vermek Allaha mahsustur) buyurulmaktadır. Hadis-i şerifte de; (Nafakan için üzülme! Zira senin için takdir edilen rızık, seni bulacaktır) buyurulmuştur. 3- Kanaat etmekte olan izzeti, hırs ve tamahta yani aç gözlülükte olan zilleti bilmektir. Hadis-i şerifte; (Mü'minin izzeti, insanlardan müstağni kalmasıdır) buyurulmuştur. Kimleri örnek almalı!.. 4- Peygamberlerin ve Onların vârislerinin hayatlarını göz önüne getirmeli ve kendilerine dünyanın bolca verildiği kâfirleri düşünmeli ve kimleri örnek alacağını iyi hesap etmelidir. 5- Mal, servet edinmenin tehlikelerini iyi öğrenmeli. Malın, servetin insanı dünyada meşgul ettiğini ve Mahşer günü de, Cennete geç girmeye sebep olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Seyyid Emir Hamza hazretleri de; "İnsanların elinde olana göz dikmeyiniz. Allahü teâlânın size verdiğine kanâat ediniz. Çünkü tamah eden yani aç gözlü olan, dâimâ sıkıntı ve üzüntü içinde olur. Kanâat eden de, her zaman neşeli ve rahattır" buyurmuştur.
.
Dua etmemek
20 Mayıs 2005 01:00
"Duâ etmemek; gamların en büyüğüdür" Duâ; istemek, yalvarmak, taleb etmek anlamındadır. Herhangi bir kimsenin, kendi arzusunun, dileğinin gerçekleşmesi veya bir başkasının, bir dileğine, arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması demektir. Allahü teâlâ, Mü'min sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde meâlen: (Bana hâlis kalb ile duâ ediniz. Duânızı kabûl ederim.) buyurmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen duâ kabûl olmaz.) buyurmuşlardır. Duânın kabul olup olmamasından değil, duâ ederken şartlarına uygun yapılıp yapılmadığından endişe etmelidir. Çünkü şartlarına uygun olarak yapılan duâ, mutlaka kabul olur. Bunu, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler haber vermektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Yalnız duâ etmekle kendimizi aldatmayalım! Allahü teâlânın kânûn-ı ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır" buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri de: "Duânın edeblerinden biri de; duâ ederken, âciz olduğunu ifâde etmek, huzûr ve huşû içinde Allah'tan korkarak ve kabûlünü umarak istediği şeyde devâm üzere olmaktır" buyurmaktadır. Sebeplere yapışacağız Kul, her zaman Sahibine, Yaratanına muhtaçtır. Allahü teâlâ, her şeyi sebeplerle yarattığı için, sebeplere yapışmakla emrolunduk. Sebeplere yapışacağız ve duâ da edeceğiz. Çünkü duâ etmemizi kendisi istemekte ve emretmektedir. Nimet zamanında da, bela anında da duâ etmekle emrolunduk. Nitekim İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Duâ etmekle emrolunduk. Kulun Rabbine duâ etmesi, yalvarması, yakarması, sığınması, ağlayıp sızlaması Rabbine hoş gelir" buyurmuştur. Belâ anında dua etmemek, yalvarmamak, o belâdan daha büyük bir üzüntüdür, daha bü yük bir kederdir, gamdır. Muhammed Ma'sûm hazretleri buyuruyor ki: "Belâ, Allahü teâlâdan gelir. Belâdan kurtaran da, O'dur. Her birinin belli vakti vardır. Vakitlerini değiştirmek mümkün değildir. Şikâyet, fayda vermez. Ona sığınılır ve duâ edilirse, hiç gam kalmaz. Duâ etmemek, gamların en büyüğüdür." Aceleci olmamalı Şartlarına uygun yapılan duânın neticesinden endişe etmemeli ve bu konuda aceleci de olmamalıdır. Birgün Peygamber efendimiz; (Kul günâh veya kat'-ı rahm yani sılayı rahmi terk dâvâsında bulunmadıkça ve acele etmedikçe duâsı kabul edilir) buyurmuştu. Orada bulunan eshâb-ı kirâmdan bazıları; -Yâ Resûlallah, acele etmek nedir? diye süal edince, Resûlullah efendimiz; (Duâ ettim de kabul edildiğini görmedim der ve o anda vaz geçerek duâyı bırakır) buyurmuşlardır. Duâ ederken, Allahü teâlânın sevdiklerini vesile ederek, onların hatırı ve hürmetine diyerek dua etmelidir. Zira Peygamber efendimiz; (Allahümme innî es'elüke bilhakkıssâ'ilîne aleyke yâni; "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hakkı için, senden istiyorum" derdi ve böyle duâ ediniz!) buyururdu. Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâdan dünyâ ve âhiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duâya devâm et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme nîmetini ihsân eder. Eğer Allahü teâla senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana râzı ve memnûn olacağın bir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için duâ edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muâmele etme hâlinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hâline çevirir. Eğer dünyâda borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir." Senin için hayırlı olan... Bir gün Ahmed bin Alevî hazretlerinin talebelerinden birisinin çocuğu vefât etmişti. O talebe buna çok üzüldü. Çocuğunu kucaklayıp, doğruca hocasının huzûruna götürdü ve; "Efendim, Allahü teâlâya duâ edin de, ya bu oğlumu diriltsin veya benim de rûhumu alsın." dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Alevî hazretleri talebesine hitaben; "Senin için hayırlı olan duâda bulunacağım. Yavrum! Kazaya rızâ gösterip sabredeceksin. Allahü teâlâ, bu yavruyu sana emânet verdi. Şimdi geri alırken sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete ve ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin. Kızar, bağırıp çağırırsan, sevâba kavuşamazsın. O'nun emrine râzı olup, kazâya rızâ göstereceksin." buyurup, duâ etti. Duâyı terk etmemeli fakat şartlarına uygun olarak yapmalıdır. Zira Ali Râmitenî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâya hiç isyân etmediğiniz bir dille duâ ediniz ki, duânız kabûl olsun." Yahyâ bin Main hazretleri de; "Allahü teâlâya itâat etmek bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır" buyurmuştur.
.
"Sâdık dost az bulunur"
22 Mayıs 2005 01:00
Sâdık olan, iyi olan bir dost, insanı tehlikelerden, korkulardan muhâfaza eder. Fakat böyle bir arkadaş, böyle bir dost bulmak çok zordur. Zira İmâm-ı Şâfiî hazretleri; "Sâdık dost ve hâlis Kimyâ az bulunur, hiç arama!" buyurmuştur. Bir kimse, kendisine din ve dünya saadeti konusunda yardımcı olan bir arkadaş bulursa, bunun kıymetini bilmeli, hakkını gözetmeli, hürmette kusur etmemelidir. Lüzumsuz külfetlerle onu sıkıntıya sokmamalıdır. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "Bir kimsenin, arkadaşlarıyla veya diğer insanlarla iyi geçinebilmesi için onlara külfet vermemesi, yük olmaması lazımdır. Mümkün olduğu kadar kendi işini kendi halletmelidir. Mecbur kalmadıkça, hiç kimseden mal, para gibi şeyler de istememelidir. Herhangi bir makama geçmek için de başkalarından yardım istememelidir. Gösterişte bulunmamalı Fazla hürmette, ikramda bulunarak ve gereksiz hizmetler yaparak, arkadaşlarına gösterişte bulunmamalıdır. Bir kimsenin kendisinin yapmak istemediği bir şeyi arkadaşından beklemesi, ona haksızlık etmek demektir. Din büyüklerinden Fudayl bir İyad hazretleri: "İki arkadaşın aralarının açılması, fuzuli külfetler yüzündendir. Ziyaretine gittiği arkadaşı, lüzumsuz bir sürü zahmete, külfete girince, insan bir daha ziyaretine gitmez, gitmek istemez" buyurmuştur." Zamanımızda bazı kimseler arasında külfet yarışı çok yaygındır. Arkadaş ve dostların birbirlerini hiç aramamalarının ve çok seyrek ziyaret etmelerinin sebeplerinden birisi böyle lüzumsuz külfetler olmaktadır. Hazret-i Ali: "Dostların, arkadaşların kötüsü, seni minnet altında bırakıp özür dilemeye mecbur bırakandır" buyurmuştur. Çeşitli zahmetlere giren bir kimse, arkadaşını borçlu duruma düşürmüş olur. Bu suretle kendisinden çekinilir. Yalnız iken nasıl hareket ediyorsa, arkadaşı varken de öyle hareket eden kimse ile arkadaşlık kolay olur. İki arkadaştan biri diğerinden çekiniyorsa, muhakkak birinin kusuru var demektir. Hadis-i şerifte: (Ümmetimin mütteki olanları külfet ve zahmet vermekten uzak durur.) buyuruldu. İnsan, kendini hiç bir arkadaştan üstün görmemelidir. Ev ziyaretlerinde, çay ve yemek ikramlarında, kendini gösterme, üstün olduğunu hissettirme duygusu olmamalıdır. Sırf Allah'ın nimetini, bereketlenmek için misafire, arkadaşına sunmak olmalıdır. Kendini faziletli gören, arkadaşına hakaret etmiş olur. Kendine uygun görmediği bir şeyi arkadaşı için yapan kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur. Nitekim hadis-i şerifte: (Kendisine reva gördüğünü, sana reva görmiyen kimsenin arkadaşlığında, sohbetinde hayır yoktur.) buyurulmuştur. Arkadaşlarla iyi geçinmek, sadece onlara yük olmamak, onlara sıkıntı vermemek değil, onlardan gelecek sıkıntılara da katlanmak demektir. Allahü teala, Musa aleyhisselama vahyederek: (Bana ita'at eden, arkadaşlarının eziyetlerine katlanır. Onlara haset etmiyenin dostları çoğalır.) buyurumuştur. İhtiyaçlarımızı görecek, sıkıntılarımıza katlanacak arkadaş arıyorsak, bu aradığımız, arkadaş değil, ancak bir hizmetçi olur. İhtiyaçlarına koşacağımız, eziyetlerine katlanacağımız, dertlerine ortak olacağımız insanlarla Allah için arkadaşlık kurmalıyız. Hazret-i Aişe validemiz: (Mü'min, mü'minin kerdeşidir. Onu ne ganimet bilir, ne de ondan çekinir.) buyurmuştur. Ahmed Siyâhî hazretleri, oğluna nasaihat ederek buyurdu ki: "Ey oğul! Eğer sana hakîkî dost arkadaş lâzım ise, Allah için sevenlerle beraber ol. Böyle kimselerden dostluk ve kardeşlik bağı kurduğun kimseye, muhtâc olduğunda ihtiyacından fazla malın varsa ver. Yahud onu kendinle beraber tut veya kendine tercih et. Beraber olduğunuzda ve arkasından ayıplarını ört ve gizle. Kusuru olduğunda sabır ve tahammül et. Hayatta iken ve vefat ettiğinde onu hayırla an." Arkadaşlık hukuku Bekr bin Abdullah el-Müzenî hazretleri bir talebesine şöyle nasîhat etmiştir: "Biri ile arkadaş olduğun zaman bâzı hususları yerine getirmen gerekir. Berâber olduğunuzda, şâyet onun nalınlarının ipi kopar ve o bunları düzeltip bağlayıncaya kadar sen onu beklemezsen, sen arkadaşlık hukukuna riâyet etmemiş olursun. Çünkü sen, bu hâlinle dost olamazsın. Yine, senin arkadaşın bir ihtiyâç için bir yerde oturduğunda, o işini bitirinceye kadar onu beklemezsen, yine hakîkî dost sayılmazsın. Din kardeşlerinden bir cefâ görürsen, bil ki bu, yaptığın bir hatâdan dolayıdır. Derhal Allahü teâlâya dön ve tövbe et. Ayrıca, bir sevgi görecek olursan, Allahü teâlâya olan tâatdan ve Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmaktan hâsıl olduğunu bil ve şükret!" Hazret-i Ömer de buyuruyor ki: "Sâdık dost bul ve onların arasında yaşa! Dürüst ve samimi arkadaşlar, genişlikte süs ve ziynet; darlıkta yedek sermayedirler. Dostunun sana düşen işini güzelce gör ki, lüzumunda sana daha güzeli ile karşılıkta bulunsun. Düşmanından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç. Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır. Kötü insanlarla düşüp kalkma, onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme, ifşâ ederler. İşlerini, Allah'tan korkanlara danış ve onlarla istişâre et."
.
Bütün kötülüklerin kaynağı
27 Mayıs 2005 01:00
Bütün kötülüklerin kaynağının içki olduğu, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerimde mealen, (Ey iman edenler; içki, kumar, tapınmaya mahsus dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer necistir. Onun için bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz) diye buyurmaktadır. Hadis- şeriflerde de içki şiddetle kötülenmiştir. İslam büyükleri içkinin zararlarını şöyle sıralamışlardır: İçki içen kimse, bir nevi deli durumuna düşer. İnsanların gülüp, alay etmesine sebep olur. Aklı başındaki insanlar nazarında değeri kalmaz. İnsanın haya perdesini yıkar. Zira hadis-i şerifte, (İçki içenin haya perdesi yırtılır, şeytan ona yoldaş olur, her kötülüğe sevkeder ve her iyilikten alıkor) buyurulmuştur. İçki, kişinin aklına da kesesine de zararlıdır. Paranın fuzuli yere harcanmasına sebep olduğu gibi, aklın ve zekanın zayıflamasına da sebep olur. Peygamber efendimiz: (İçki malı telef eder, aklı giderir) buyurmuştur. ? Düşmanlığa sebep olur İçki, arkadaşlar, kardeşler ve dostlar arasında düşmanlığa sebep olur. Nitekim Allahü teala Kur'an-ı Kerimde mealen: (Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister.) buyurmaktadır. İçki, insanı, Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor. Nitekim Allahü teala: (Şeytan içkide ve kumarda sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor.) buyurmuştur. İçki, şehveti kamçılar, dolayısıyla kişiyi zinaya götürür. Hadis-i şerifte, (İçki, zinadan kötüdür) buyuruldu. Ayrıca, içkili olan evli bir erkek, farkına varmadan nikah bağını çözebilecek sözler söyleyebilir. Böyle duruma düşen bir kimse, hanımıyla zina durumuna düşebilir. İçki, her kötülüğün anahtarıdır. Çünkü, içki içilince her türlü günahı işlemek kolaylaşır. Zira kişi aklını kaybettiği için haramı, helalı, yanlışı, doğruyu ayırt edemez. Hadis-i şerifte, (İçkiden sakının! Ağaç dal budak saldığı gibi, içki de, kötülük saçar)buyuruldu. İçki içen bir kimse, meyhaneye girmek ve pis içki kokuları bulundurmakla, daima yanımızda bulunan iyiliklerimizi kötülüklerimizi yazan hafaza meleklerine eza etmiş olur. Rahmet melekleri kendisinden uzak olur. Hadis-i şerifte, (Rahmet melekleri, sarhoştan uzak durur) buyuruldu. İçki içen kimse, iyiliklere, duaya kendisini kapamış olur. Çünkü içki içen kişinin iyilikleri ve duası kabul olmaz. Bu sebeple değil içki içmek, içki içilen yerden bile uzak durmalıdır. Zira hadis-i şerifte, (Allaha ve Ahirete inanan içki içmesin, içki içilen sofraya da oturmasın) buyuruldu. İçki içen kimse, daima korkulu durumda kalır. Ölümü anında onun o hali imansız gitmesine sebep olur. Çünkü ölümün ne zaman geleceği belli olmaz. Hadis-i şerifte, (İçki ile iman, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır) buyuruldu. Bu zararlar, yalnız dünyadaki cezalardır. Bir de Ahiretteki cezalar vardır. Onlar sayısız denecek kadar çoktur. Dünyadaki zararlar ile mukayese edilemeyecek kadar şiddetlidir. Ayrıca biri geçici diğeri sonsuzdur. Aklı başında bir insanın, bu dünyanın gelip geçici bir kaç zevkini Ahiretin ebedi, sonsuz zevklerine tercih etmesi mümkün değildir. Eshab-ı kiramdan Abdullah İbni Mes'ud hazretleri: "Pişmanlıkların en büyüğü ve en zararlası, kıyamet günündeki nedamettir. Azıkların en hayırlısı takvadır. İçki günahların da'vetçisidir. Gençlik, deliliğin bir şubesidir." buyurmuştur. Bir defasında Hazret-i Osman İslamiyeti tanımakla yeni şereflenmiş bir topluluğa şu nasihatta bulundu: Ey insanlar! İçki içmekten sakının. Şüphesiz ki içki, bütün kötülüklerin anasıdır. Bir zamanlar sizden önceki kavimlerden birinde bir abid vardı. Devamlı ibadetle meşgul olurdu. Küçük bir çocuk vardı Bir gün bir mahalleden geçerken kötü bir kadınla karşılaştı. Kadın, bir bahane ile onu evine soktu. Kapıyı iyice kapattı. İçeride küçük bir çocuk vardı. Bir kapta da içki bulunuyordu. Kötü niyetli kadın, abidi içeri alıp, kapıyı iyice kilitledikten sonra hemen niyetini açığa vurdu: -Ya benimle beraber olacaksın, yahut şu içkiden biraz içeceksin, yahut da şu çocuğu öldüreceksin. Bunlardan birini yapmadıkça buradan çıkamazsın. Yoksa bağırıp etrafı velveleye verir, evime girip bana tecavüze yeltendi derim. Kimseye de aksini inandıramazsın! Seni rezil ederim, dedi. Kötü niyetli kadının bu tehdidi karşısında abid düşündü ve kendi kendine: "Zina yapamam. Çocuğu da öldüremem. Bari onlara nazaran daha kolay atlatılacak bir günah olan içkiyi içeyim de sonra tevbe ederim" dedi ve içkiden biraz içti. Az sonra kafası dönmeye başladı. Kadın bir daha verdi. Derken, iyice sarhoş olup içkinin verdiği şehvet hırsı ile kadınla zina etti. Daha sonra da gördüklerini anlatır diye çocuğu öldürdü. Ey insanlar! Görüldüğü gibi içki, insana en kötü şeyleri yaptırabiliyor. Bunun için, içkiden şiddetle kaçının. Zira içki bütün kötülüklerin kaynağıdır. Allaha yeminle söylerim ki, kişinin kalbinde içki ile imanın birlikte kalması zordur. Bu işi yapa yapa zamanla içki içmek normal bir iş haline gelir. Bunun için, birinin gelmesiyle diğerinin orayı terketmesinden korkulur!.
.
Sevgi, kalb işidir...
29 Mayıs 2005 01:00
Sevgi, kalbin, gönlün, zevk aldığı herhangi bir şeye meyletmesi demektir. Sevgide asıl olan, bilmek ve anlamaktır. Çünkü insan, ancak, bildiğini, anladığını, tanıdığını sevebilir. Bitkilerde ve diğer cansız varlıklarda idrâk, anlama kuvveti olmadığı için, onlarda sevgi olmaz. Çünkü sevgi, sevmek, canlı ve anlayışlı olanların özelliğidir. İnsan, hoşuna giden, tabiatına tatlı gelen şeyi sever. Hoşuna gitmeyen, tabiatına ters gelen şeyi ise sevmez, hatta ondan nefret edebilir. Sevgi, bilip, anlamaya bağlı olduğu için, sevginin, muhabbetin de bölümleri, kısımları farklı olmaktadır. Herkesin his organları, herhangi bir şeyi farklı olarak algılar. Bu sebeple gözün, kulağın ve diğer organların zevk alması, kişilere göre farklılık gösterir. İnsan gözünün gördüğü bir şeyden zevk alırsa, onu sever. Kulağı ile işittiği bir şeyden hoşlanırsa, onu da sever. Kokladığı bir şeyi severse, bunu da sever. Bu beş duyu organlarının dışında kalb ile beğenilen ve hoşlanılan şeyler de vardır. Kalbin beğendiği, hoşlandığı şeyler de sevilmektedir. Allahü tealanın sevgisi bu kısımdandır. Sevginin sebebi, kaynağı, üç kısımda özetlenmektedir: ? Kendimizi sevmemizin sebebi! 1- Her canlı için ilk sevilen şey, kendi nefsi, zatıdır. Kişinin kendini sevmesinin asıl sebebi, hayatiyetinin devam etmesine olan meyli ve yok olmasından nefret etmesidir. Bu sebeple insan, evladını, malını, soyunu sevmektedir. 2- İnsan, ihsan sebebiyle sevmektedir. Zira insan, ihsanın, iyiliğin kölesidir. Bu sebeple Resulullah efendimiz: (Ya Rabbi, kötü kimsenin, kalbimin ona meyledeceği bir iyiliği yapmasını nasip eyleme!) diye dua etmişlerdir. 3- Bizzat o şeyin kendini, zatını sevmektir. Herhangi bir iyilikten, ihsandan dolayı değil, o şeyin kendini, zatını sevmektir. Esas sevgi de budur. Güzelliği anlayan herkes, güzel olanı sever. Güzelliği sevmek de, güzelliğin zatındandır. Zira o şeyde güzelliği anlamak, zevkin kendisidir. Mesela yeşillik, akar su, kendisi güzeldir. Allahü teala ise, güzellerin güzelidir. Zira Resulullah efendimiz: (Muhakkak ki Allahü teala, güzeldir ve güzeli sever) buyurmuşlardır. Resulullah efendimiz, Ebu Zerri Gıfârî hazretlerine hitaben; -Ya Ebâ Zer! İmanın rükünlerinin hangisi daha sağlamdır? diye sual edince Ebu Zerri Gıfârî hazretleri; -Allah ve Resulü daha iyi bilir diye arzettiler. Bunun üzerine Resulullah efendimiz: -Allah için muhabbet etmek, Allah için sevmek, Allah için düşmanlık etmektir, buyurdular. Enes bin Malik hazretleri anlatır: "Bir gün Resulullah efendimiz yanında bazı kimselerle ayakta sohbet ediyordu. O sırada bir grup insan selam vererek geçtiler. Peygamber efendimizin yanında bulunanlardan bir kimse, o geçip giden gruptaki bir kimseyi işaret ederek; -Allah için ben bu kimseyi çok seviyorum, dedi. Bunun üzerine Resulullah efendimiz; -Sevdiğini o kimseye bildirdin mi? diye sual ettiler. O şahıs da; -Hayır ya Resulallah bildirmedim, cevabını verdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; -Hemen git ve kendisini sevdiğini ona bildir, buyurdular. O da hemen gidip o şahsa kendisini sevdiğini söyleyince, o şahıs da: -Beni kim için sevdiysen, O da seni sevsin, diye karşılık veriyor..." Peygamber efendimiz bir gün Abdullah bin Ömer hazretlerini, etrafına dikkatli dikkatli bakarken gördü ve ne aradığını sordu. O da; -Ya Resulallah, sevdiğim, muhabbet ettiğim bir kimse vardı. Onu kaybettim, yerini de bilmiyorum. Onu arıyorum, diye cevap verdi. Resulullah efendimiz de: -Ey Abdullah, bir kimseyle tanışır ve onu seversen, o kimsenin kendisinin ve babasının ismini ve nerede kaldığını yani adresini sorup öğren. Eğer hasta ise ziyaretine git, bir işi varsa yardımcı ol! buyurdular. Resulullah efendimiz, Eshab-ı kiramla sohbet ederken bir bedevi geldi ve Peygamber efendimize, kıyametin ne zaman kopacağını sordu. Resulullah efendimiz; -Kıyamet için ne hazırların? diye sordular. O şahıs da; -Benim öyle fazlaca bir namaz, oruç ibadetim yok. Ancak Allah ve Resulünü çok seviyorum, dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: -Kişi, sevdiği ile beraberdir buyurdular. "Sevgin yük olmasın!" Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde; (İnsanlar, kendilerine ihsân, iyilik edenleri sever. Bu sevgi, insanın yaratılışında vardır) buyurmuşlardır. Dolayısı ile yapılan ihsân, ne kadar kıymetli ve ne kadar çok olursa, sevgi de o kadar fazla olur. Bunun için, herkes anasını, babasını, hocasını, ustasını, devletini, vatanını, din kardeşlerini çok sever. Bir Müslüman, hocasını, yani kendisine, din ve dünya bilgilerini, îmânını, Allahını, Peygamberini, güzel ahlâkı öğrettiği için, onu herkesten, çok sever. Bu sevgi, cibillîdir. İnsanın doğuşunda vardır. Bu sevgiden mahrûm olan kimse, hakîkî insan değildir. Hayvan gibidir. Çok sevilen kimse, insânın kalbinden, hâtırından çıkmaz. Zaten seven bir kimse, sevdiğini çok anar, hatırlar ve sevdiğinin hali ile de hallenir. Yalnız sevgi, Allah rızası için olmalıdır. Hazret-i Ömer'in buyurduğu gibi: "Sevgin yük ve buğzun da telef edici olmasın!"
.
Nefse değil, Allaha güvenmek
3 Haziran 2005 01:00
İnsanın, yaratılış icabı olarak bir yere güvenmesi gerekir. İnsan, ya kendine, kendi nefsine veya her şeyin sahibi, yaratanı olan Allahü teâlâya güvenecektir. Nefsine güvenen, bencil, egoist olur. Kendini helâk ettiği gibi, başkalarına da sıkıntı verir hatta zulmeder. İnsanlar indinde de sevimsiz olur. Nefse itimat etmek, dînimizde bildirilen tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Ayrıca bu hâl, kendini beğenmeye yol açar. Bu şekildeki nefse itimat, mantık ilmine de uygun değildir. Çünkü güvenilecek bir şey bulamamak demektir. Bir güvenen, bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe "güvenmek" sözünün mânâsı kalmaz. İslâmiyyetin emrettiği tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allah'a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, nefse itimâttan beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hâsıl olmaktadır. İslâmiyetin aleyhinde bulunanların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları içindir. Allahü teâlâya tevekkül eden de, nefsine itimât eden de, sebeplere yapışıp çalışmaktadır. Şu kadar var ki, nefsine güvenen, kimsesizdir çünkü kendinden başkasına güvenmemektedir. Tevekkül eden ise, kendi çalışmasından başka, Allah'ı vardır. Allahü teâlâdan kuvvet almaktadır. Tevvekkül eden kimse, hem bütün kuvvetiyle çalışmakta, hem de kazancını kendinden bilmek gibi bir egoistliğe, bencilliğe düşmemektedir. Tevekkül, bir zaaf değildir! Tevekkül, Müslümanlarda bir zaaf değil, bir kuvvettir. Müslümanlar, dinleri emrettiği için tevekkül etmektedirler. Tevekkül; dînimizde Müslümanların, bütün işlerinde Allahü teâlâyı vekil etmeleri; bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya güvenmeleri; bütün işlerini Allahü teâlâya ısmarlamaları; kalben O'na îtimât etmeleri demektir. Tevekkül, sözlük anlamı itibari ile "vekil etme" mânâsına gelmektedir. Ahmed bin Hanbel hazretleri tevekkülü; "Tevekkül; her şeyi Allah'tan bilmek ve rızkı O'nun verdiğine inanmaktır" diye tarif etmiştir. Tevekkül, kalbin yapacağı bir iştir ve îmândan meydana gelir. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Çünkü dînimizin bildirdiği tevekkülün hem akla, hem dîne, hem de tevhide uyacak şekilde anlaşılması lâzımdır. Bu ise, akla âit bilgilerle din bilgilerinin ve engin bir deryâ olan tevhid bilgilerinin doğru öğrenilmesi, tam anlaşılması ve günlük hayatta doğru olarak tatbik edilmesiyle mümkün olabilir. Bir kimse, hareketlerde, işlerde Allahü teâlâdan başkasının tesirini düşünürse tevhidi noksan olur. Eğer hiçbir sebep lâzım değildir derse dinden ayrılmış olur. Sebepleri araya koymaya ihtiyaç yok derse, akla uymamış olur. Böyle düşünenlerin sandıkları gibi tevekkül, her işi oluruna bırakıp, kendi isteği ile bir şeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, yılandan, arslandan, düşmandan sakınmamak, hasta olunca ilâç içmemek, dînini öğrenmek için çalışmamak demek değildir. Tevekkülün esâsı; gerekli sebeplere başvurduktan sonra insanlardan bir şey beklememek, sebeplere güvenmemek, herşeyi yalnız Allahü teâlâdan beklemektir. Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için önceden tedbir almayı, çocuk sâhibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilâç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki bu akla ve dîne uygun olmaz. Allahü teâlâ insanların ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebeplere yapışma kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamak uygun olmayıp, insanın vazifesi kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir. Başa gelene rıza göstermek Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, dînimiz çalışmayıp, boş oturup, tevekkül ediyorum demeyi yasaklamaktadır. İnsan çalışıp çalışmamakta, ilâç kullanıp kullanmamakta, iyilik edip etmemekte, dînini öğrenip öğrenmemekte serbesttir. Yapılan işin akla, dîne uygun olması Allahü teâlânın emridir. Bir iş için yapılması îcâb eden şartlara başvurduktan sonra başa gelene rıza göstermek, tevekkülün esâsıdır. Çalışıp, gayret gösterip lüzumlu bütün şartlara başvurduktan sonra zengin olmamışsa, hâline şükretmek ve bunun kendisi için hayırlı olduğunu kabul edebilmektir. Hasta olanın bütün tıbbî yollara başvurduktan sonra iyi olmayı veya hasta kalmayı Allahü teâlâdan bilmesidir. Ticâretle uğraşanın gerekli olan bütün tedbirleri aldıktan sonra büyük kârlara kavuşmasının veya iflâs etmesinin Allahü teâlâdan olduğuna inanmasıdır. Peygamber efendimiz, Ebu Hureyre hazretlerine hitaben; (Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allah'a tevekkül eyle. Bir arzun varsa Allahü teâlâdan iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyle cârî olmuştur ki, her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir) buyurmuştur.
.
Niyet, amelden önce gelir...
5 Haziran 2005 01:00
Yapılan amelin sevâbı, niyetin düzgün olmasına bağlıdır. Bir hadis-i şerifte; (Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız. Onların şânlarına yakışmayan bir şey söylemeyiniz! Nefsim elinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin biriniz Uhud Dağı kadar altın sadaka verse, eshâbımdan birinin bir müd arpası kadar sevâb alamaz) buyuruldu. Çünkü, sadaka vermek ibâdettir. İbâdetlerin sevâbı niyetin temizliğine göredir. Bu hadîs-i şerîf, Eshâb-ı kirâmın kalblerinin ne kadar çok temiz olduğunu göstermekdedir. Niyetin doğru olmasına ve niyetin içinde, nefsin bir arzûsu gizlenmiş olmamasına çok dikkat etmelidir. Niyetin doğru olması için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Her iyi işte, niyete dikkat etmelidir. İyi niyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır. İslâmiyette ibâdet yapmak için, niyetin büyük önemi vardır. Yapılan her işin İslâmiyete uygun olup olmadığı, niyet ile anlaşılır. Allahü teâlâ, Cehennemden kurtulmayı ve Cennete girmeyi vazîfe olarak bildirmeseydi, yalnız Cenneti, Cehennemi düşünerek yapılan ibâdetler de makbûl olmazdı. Din büyükleri, ibâdet yaparken bunları düşünmezler. Yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünürler. Fakat her Müslümânın âhiret menfaatlerini düşünmesi, kâfi görülmüştür. İbâdetleri âdetten ayırmak için, dünyâ menfaatlerini düşünmemek şart olmuştur. Allah için ve âhiret menfaati için yapılan şeyler, ibâdet olmuştur. Dünyâ menfaati için yapılan şeyler, âdet sayılmıştır. İslâmiyette niyet o kadar mühimdir ki, İslâmiyetin emrettiği bir şey, dünyâ menfaati için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhiret menfaati için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Sevap kazanma fırsatı Düşüncesini temizleyen ve niyetini düzelten bir kimse, yemekte, içmekte ve her türlü dünyâ işlerinde âhiret faydasını gözeterek, sevâb kazanmak fırsatını elden kaçırmaz. İnsanlar bütün işlerinde, hattâ ibâdetlerinde, dünyâ menfaati, maddî kazanç aramaya alıştırılırsa, menfaatperestlik, egoistlik hâsıl olur. Hâlbuki İslâmiyet, nefislerin böyle kötü isteklerini yatıştırmayı, maddîcilikten fedâkârlık etmeyi, menfaati hakîr görmeyi, ahlâkın ve rûhun temizlenmesini, yükselmesini istemektedir. İslâmiyete uymanın, ibâdet etmenin, dünyâ menfaatleri üzerine kurulmayacağı, akıl sâhipleri için pek meydânda olan bir hakîkattir. Böyle olduğunu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler göstermektedir. Şûrâ sûresinin 20. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız. Dünyâ menfaati için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat, âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir) buyuruldu. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, âhiret için yapılan iyiliklere dünyâda da mükâfât verir. Fakat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhirette hiç mükâfât vermez.) İslamiyetin âhiretteki faydalarıyla birlikte dünyâdaki faydalarını, sosyal iyiliklerini de düşünmek yasak değildir. İslâmiyetin hükümlerinin dünyâda olan faydalarını ve iyiliklerini Müslümânların da bilmesi faydalıdır. Ancak, Müslümânların yalnız bilmekle kalması lâzım olup, ibâdetleri dünyâ faydaları üzerine binâ etmek derecesine gelmemelidir. Böyle olursa, ibâdetler bozulur. İslâmiyetin istediği vazîfelerde dünyâ için ne kadar fayda bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için ve âhirette, azâbdan kurtulmak için yapmak lâzımdır. Böyle niyyet olunca, dünyâ faydalarının ayrıca düşünülmesi de, zarar vermez. İbâdetlerde âhiret faydalarını bırakarak, yalnız sosyal iyilikler aramak ve bu araştırmayı esâs tutmak, dîne inanmamak hastalığının alâmetlerindendir. İslâmiyetin hükümlerinin dünyâdaki faydaları, iyilikleri pek mühim ve meydânda olmakla berâber, Cennet ve Cehenneme inananlar, dünyâ menfaatlerini hâtırlarına bile getirmezler. Âhiretteki sayısız ve sonsuz saâdetler ve çok acı ve nihâyetsiz felâketler karşısında dünyânın gelip geçici zevk ve acılarının hiç değeri yoktur. İslâmiyetin hükümleri, sosyal faydalar üzerine kurulursa, bu hükümlerin zamânla değişmesine, bozulmasına yol açar. Amel, niyete göre dürüst olur. Nitekim hadis-i şerifte; (Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır) buyurulmuştur. Amellerin efdali... Hazret-i Ömer; "Amellerin efdali; farzları yapmak, haramlardan sakınmak ve doğru bir niyet sahibi olmaktadır" buyurmuştur. Ebu Hureyre hazretleri; "İnsanlar, niyetlerine göre haşrolunurlar" buyurmuştur. Hasan-ı Basri hazretleri; "Cennet ehlinin Cennette ve Cehennem ehlinin de Cehennemde ebedi olarak kalmaları, niyetleri sebebiyledir. Çünkü niyyetleri, inançlarında ebedi kalmak şeklindedir" buyurmuştur. Bilal bin Sa'da hazretleri; "Bir kimse mü'minim dediği zaman, Allahü teala onun ameline bakmadan bırakmaz. Amel ettiği vakit veraına bakar. Vera sahibi olunca da onun niyetine bakar. Eğer niyeti düzgünse, diğer kusurlarını affeder" buyurmuştur. İmâm-ı Sevri hazretleri de; "Önceki Müslümanlar, nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl niyet edeceklerini de öğrenirlerdi" buyurmaktadır.
.
İyi niyet, haramı helal yapmaz!
12 Haziran 2005 01:00
Bir Müslümanın yaptığı bütün işler, ya tâattır yani ibadettir veya ma'siyyettir yani günahtır, isyandır yahut da mubahtır. Bunun için bütün işler; tâat, ma'siyyet ve mubah olmak üzere üç kısma ayrılır. Günâhlar, niyetsiz veyâ iyi niyet ederek işlenirse, günâh olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i şerîfi, tâatlara ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veyâ başkasının malı ile sadaka verse, yâhut harâm para ile okul, câmi yaptırsa, bunlara sevâp verilmez. Bunlara sevâp beklemek, câhillik olur. Zulüm, günâh, iyi niyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâptır. Bilerek yapılırsa, büyük günâh olur. Günâh olduğu bilinmeden yapılırsa, Müslümânların çoğunun bildiği şeyleri, bu kimsenin bilmemesi, öğrenmemesi de ayrıca günâh olur. ? "Kalbim temizdir" diyenler... Bir kimse, içki içen arkadaşlarının gönlünü hoş etmeyi niyet ederek onların masasına otursa; "Ben şarap içmiyorum, arkadaşlarımın gönlünü kırmamak için oturuyorum. Böyle yapmak caizdir zira hadis-i şerifte; (Amel niyete göre değerlenir)" dese bunların hiçbiri doğru olmaz. Çünkü niyet, ibâdetlere ve mubâh işlere tesîr eder. Harâm işler, iyi niyet ile câiz olmaz. Yiğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden kimse, cihâd sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyet ile yapılınca, hayır olup sevâb kazanılır. Fakat, mü'min kardeşinin gönlünü hoş etmek niyeti ile harâm işlemek, câiz olmaz ve bu kimse, (Mü'mini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i şerîfine uymuş olmaz. Ancak zarûret ve fitne uyandırmamak için, içmemek şartı ile oturabilir ise de, önceden bundan sakınmak lâzımdır. Riyâ ile ve hakkı bâtıl ile karıştırarak mevki sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyet ile olsa da, câiz değildir. Çünkü, harâmları ve mekrûhları, iyi niyet ile yapmak câiz değildir. Hattâ, bazı harâmların iyi niyet ile yapılması, dahâ büyük günâh olur. Niyetin iyi olması, tâatlarda, ibâdetlerde faydalı olur. Mubâh, hattâ farz olan bir amel, niyete göre günâh olabilir. Günâh işleyenin; "Sen kalbime bak! Kalbim temizdir. Allah kalbe bakar" sözünün yanlış, hattâ zararlı olduğu buradan da anlaşılmaktadır. İbâdetin kıymetli olması, şartlara bağlıdır. Müslümân, faydasız şeyler ile vakit geçirmez. Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki, "Biz, bir harâma düşmek korkusundan dolayı, yetmiş halâli işlemekten sakınırdık." Bunun için, kimse ibâdetine güvenmemelidir. Çok ibâdet yaptığı için tekebbür etmemelidir. İbâdetin kabûl olması için, niyetin hâlis olması, yanî yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay değildir. Nefsi temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, harâmlardan sakınmak demekdir. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini ihlâs ile yapması çok güçtür. İmâm-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki; "Bu dünyâda herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her Müslümân böyle düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, Müslümân kardeşlerime yardım etmek, onları râhat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Her Müslümân iyi bilsin ki, bütün sanatlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir sanata yapışmak, ibâdet etmek olur. Her sanatı öğrenmek ve hele, harp vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmaya çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri okullarda, bu niyet ile okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Namâz kılan insanın bu niyet ile, her işi ibâdet olur. Namâz kılmayanların her hareketi de günâh olur. O hâlde, her Müslümân, namâzını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara faydalı olan bir meslek, bir sanat seçmektir. Yanî, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, Müslümânlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyif, oyun ve benzerlerine, sanat dense de ve harâm işleyenlere sanatkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hattâ, harâm olmayan, mubâh olan, fakat insanlara lüzûmlu olmayan sanatları seçmemelidir." "Kötü niyetler ibâdeti bozar" İmam-Rabbani hazretleri; "Amel ve ibâdet, niyet ile dürüst olur. Bütün ibâdetlerin kabûl olması için, Allahü teâlâ için yapılması ve böyle niyet edilmesi şarttır. Kötü niyetler, ibâdeti bozar" buyurmaktadır. Salim bin Abdullah hazretleri, Ömer bin Abdülaziz hazretlerine yazdığı bir mektupta; "Bilmiş ol ki, Allahü tealanın kuluna yardımı, niyeti nisbetindedir. Kimin niyeti tam ve doğru olursa, Allahü tealanın yardımı da o kimseye tam olur. Kimin niyeti eksik olursa, Allahü tealanın yardımı da, o nisbette azalmış olur" buyurmuştur. Netice olarak, Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Allahü teâlâdan başkası için her kim ne işledi ise, karşılığını ondan istesin, denilecektir...)
.
Günâhlar imânı gidermez ise de...
17 Haziran 2005 01:00
Günâh işlemek, küfür olmaz yani imânı gidermez. Fakat bir şeyin harâm, günâh olduğuna ehemmiyet verilmezse, küfr olur yani imân gider. Çünkü ibâdet yapmanın ve günâhtan, harâmdan sakınmanın lâzım olduğuna inanmamak, küfr olur yani imân gider. Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat, bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günâhı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ sevaptır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günâhlardan kaçınabilmek için, başka çâre yoksa, küçük günâhı işlemek câiz olur. Her günahı çok tehlikeli görmelidir! Müminin alametlerinden biri de, günahını çok tehlikeli görmesidir. Hadis-i şerifte; (Mümin, günahını başucunda dağ gibi görür, hemen üzerine yıkılacağından korkar. Münafık ise burnuna konmuş sinek gibi görür, hemen uçacağını zanneder) buyuruldu. Gizli işlenen bir günahı ona buna duyurmak da ikinci bir günahtır. Böyle günahların affı zor olur. Hadis-i şerifte; (Her mümin affedilir, ancak günahını başkalarına açıklayanlar hariç) buyuruldu. Kabahat gizli de, açık da işlenmez. En'am suresinin 120. ayet-i kerimesinde meâlen: (Açık da olsa, gizli de olsa günahlardan sakının!) buyurulmaktadır. Fakat gizli işlenmiş bir günahı açığa vurmak ayrıca günahtır. İbni Abidin hazretleri; "Günahını açığa vurmak ayrıca günah olur. Gizli yapılan günahı başkalarına anlatmak da günahtır" buyuruyor. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kim, dünyada günahını gizlerse, Allah da, kıyamette, o günahı herkesten saklar.) (Bir günaha düşen, Allahın örtüsünü, onun üzerinde bulundursun!) Kötü örnek olmamak için... Günahtan el çekemeyen kimse, kötü örnek olmamak için günahını gizlemelidir. Günahların hepsi Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Hadis-i şerifte, (Ufacık bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir) buyuruldu. Bir farzı yaparken haram işlemek mecburiyeti olursa, haram işlememek için farz tehir edilir, geciktirilir. Bir sünneti işlerken de, mekruh işlemek gerekirse, mekruhtan kaçmak için sünnet terk edilir. Allahü teâlânın yasak ettiklerinden kaçmamak, günah olduğu gibi, emirlerini yapmamak da günahtır. Haram işlememek, farzı yapmaktan önce gelirse de, farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur. Mesela, namaz kılmamak içki içmekten daha büyük günahtır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Günahtan nefret eden ve ibadetten lezzet alan, hakiki mümindir.) Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır. Hadis-i şerifte, (Günah işleyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez) buyuruldu. O halde günah işlemekten çok sakınmalıdır. Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, yani dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir. Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyler seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak, bunları kalbden çıkarmalıdır. Faydasız kitap, roman, gazete, mecmûa, hikâyeler okumak, lüzûmsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi arttırır. Haram şeylere bakmak ve dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan sakınması, nefsi kuvvetlendiren, azdıran her şeyden kaçınması lâzımdır." Günah işleyen, dünya ve ahirette büyük sıkıntılara maruz kalır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kendini günahlardan korumayanı Allahü teâlâ[dünya ve ahirette felaketlerden] korumaz.) İnsanların başına gelen bütün sıkıntılar, günahları yüzündendir. İstigfar edince, yani pişman olup tövbe edince günahlar silinir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Derdiniz günahlardır, devası istigfardır) buyurmuşlardır. Günah işleyenin kazancında bereket olmaz. Ömrü sıkıntı içinde geçer. Hadis-i şerifte; (Kişi işlediği günahlardan dolayı rızkından mahrum kalır) buyurulmuştur. Günahlar, kalbi karartır. Kalb kararınca da, artık ibadet etmek zor olur, günahları işlemek kolay gelir. Peygamber efendimiz; (Günah işleyince kalbde siyah bir nokta hasıl olur. Eğer tövbe edilirse o leke silinir. Günahlara devam edilirse, o leke büyür ve kalbin tamamını kaplar) buyurmuştur. Felaketlerden kurtulamayız! Muhammed Rebhâmî hazretleri buyurdu ki: "Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebep olabilir." Netice olarak, günahtan kaçmaya gayret edersek, Allahü telâlâ da bize yardım eder. Günaha önem vermezsek, felaketlerden kurtulamayız. Resûlullah efendimizin buyurduğu gibi: (Bir zerrecik yani çok az bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir.)
.
Kötülerden uzaklaşmadıkça, yakınlık olmaz
19 Haziran 2005 01:00
Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. "Teberrî etmedikçe, tevellî olmaz." Yanî uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Bir kimse, Allahü teâlâyı seviyorum dese, fakat Onun düşmanlarından teberrî etmese yani uzaklaşmasa, bu sözüne inanılmaz. Çünkü Âl-i İmrân sûresinin 28. âyetinde meâlen; (Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor) buyurulmaktadır. Kalbde îmânın bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve inkârdan, inkâr edenlere mahsûs olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden teberrî demek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. İbrâhîm aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve Peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, Mümtehine sûresinde meâlen; (Ey mü'minler! İbrâhîm aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz! Ya'nî siz de, onun gibi ve onunla berâber bulunan mü'minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünkü siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O taptıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin uydurma dîninize inanmıyoruz. Bu ayrılık, aramızda düşmanlığa sebep oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini kabûl etmedikçe bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini gösterecektir) buyuruyor. "Yaptıklarımdan bir fayda görmem" Abdullah bin Ömer hazretleri buyuruyor ki; "Ömrüm boyunca oruç tutsam, hiç uyumadan geceyi ibadetle geçirsem, bütün malımı tek tek Allah yolunda dağıtsam ve bu hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allaha itaat edenlere karşı bir sevgi ve Allaha isyan edenlere karşı da bir buğz olmasa, bütün bu yaptıklarımdan bir fayda görmem." Fudayl bin Iyad hazretleri ise: "Ey insan! Firdevs Cennetinde Peygamber efendimizle ve Sıddıklarla beraber bulunmayı istiyorsun ama, buna karşılık sen hangi güzel ameli işledin? Nefsinin hangi arzusunu geri çevirdin, hangi hiddetini yendin, sana gelmeyen hangi akrabana gittin, din kardeşinin hangi kusurunu affettin, Allah için, uygunsuz olan hangi yakınından uzaklaştın ve uygun olan hangi tanıdığına yakın oldun?" buyurmaktadır. Ebu İdris Havelani hazretleri, Muaz bin Cebel hazretlerine hitaben; -Seni Allah için seviyorum deyince, Muaz bin Cebel hazretleri; -Sana müjdeler olsun. Bir gün Resûlullah efendimizden işittim: "Kıyamet günü Arş-ı a'lanın etrafında birtakım insanlar için kürsiler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryat ederken, onlar feryat etmez. İnsanlar korkarken onlar korkmaz. Onlar, korku ve kederleri olmayan, Allahın gerçek dostlarıdır" diye buyurmuştu. Bunun üzerine Ebu İdris Havelani hazretleri; -Bunlar kimlerdir? diye sual edince, Muaz bin Cebel hazretleri; -"Onlar, Allah için birbirini sevenlerdir" diye nakletmişlerdir. Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeyi, düşmanlarına düşmanlık etmeyi îcâb ettirir. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık ve samimi olan mü'minin elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmadan, zahmet çekmeden kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel, düşmanları ise çirkin ve fenâ görünür. Seven, sevdiğinin düşmanlarından kesilmedikçe sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, yanî yalancı denir. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: (İbâdetlerin efdali, Müslümânları Müslümân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemektir.) "Dünyâ ve âhiretini zarara soktun" Abdülkâdir Geylânî hazretleri, sevenlerinden birine hitaben buyurdu ki: "Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytâna tâbi olursun. Âhiretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun."
.
Seven, sevdiğini hiç unutmaz
24 Haziran 2005 01:00
İnsan, sevdiğini unutmaz. Muhabbetin, sevginin yeri ise, kalbdir. Zira kalp, muhabbet yeri, sevgi yeridir. Aşk, muhabbet bulunmıyan kalp, ölmüş demektir. Kalbde, yâ dünyâ sevgisi, yâhud Allah sevgisi bulunur. Dünyâ, harâm olan şeyler demektir. Emirleri yaparak, haramlardan sakınarak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalp temiz olur. Bu temiz kalbe, Allahü teâlânın sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalp kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allahü teâlânın sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Bir kimseyi seviyorum deyince, sevdiğine karşı mecâzî muhabbeti, sevgisi olduğu anlaşılır. Câhil, bidat sâhibi, sâlih ve sâdık her müslümân, Resûlullah efendimizi böyle sevmektedir. Müslümân olmak için, bu kadar muhabbet, sevgi kâfi görülmüştür. Feyz getiren yani Peygamber efendimizin mübarek kalbinden gelen nûru alabilmek için, hakiki sevgiye kavuşmak lazımdır. Hakiki sevginin hâsıl olması için de, Resûlullah efendimizin sözlerini, işlerini, hâllerini ve ahlâkını öğrenmek ve bunları sevmek lâzımdır. Sevilene itâat edilir. Herşeyde ona tâbi olunur. Bir kimsede, bu hakiki sevgi çoğalırsa, o kimse, sevdiğinden başka herşeyi unutur. Fakat sevebilmek kolay birşey değildir. Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdiği hakîkî güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir. Hatırından çıkarmaz Seven, sevdiğini çok hatırlar, onu hiç unutmaz. Allahü teâlâyı seven Allahü teâlâyı, Resûlullah efendimizi seven Resûlullah efendimizi, evliyâyı seven evliyâyı çok zikreder, anar. Yâni hiç hatırından çıkarmaz. Zira hadis-i şerifde; (İnsan, sevdiğini çok zikreder) buyuruldu. Çocuklarını, hanımını, tarlasını, bağını, bahçesini, parasını, makamını seven bir kimse, nasıl ki bunları hiç gönlünden çıkarmaz ve hep hatırlarsa, Allahü teâlâyı ve Onun sevdiklerini seven bir kimse de, bunları kalbinden hiç çıkarmaz, hep hatırlar. Herkes kalbini yoklarsa kimi çok sevdiğini anlar ve sevdiği ne emrettiyse onu yerine getirir. Seven, sevdiğinin isteklerinin bâzısını yapar, bâzısını yapmazsa sevgisinin az olduğu, hiçbirini yapmazsa sevmediği anlaşılır. Abdullah bin Mübârek hazretleri, huzuruna gelen birine; "Allahü teâlâya isyân ederek, O'nu sevdiğini söylemen acâibdir. Eğer sevgin doğru olsayd ı, O'na itâat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itâat eder" buyurmuştur. İsmâil Fakîrullah hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâyı seven, Peygamber efendimizi de sever. Peygamber efendimizi seven O'na salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder." Bir müslümân, Allahü teâlâyı seven ve Allahü teâlânın da kendilerini sevdiği kimseleri çok sever. Çünkü bunlar, islâmiyeti doğru olarak insanlara öğreten rehberlerdir. Rehberi sevmek, Allahü teâlâyı ve Resûlullah efendimizi sevmekden ileri gelmektedir. Bu sevgiye, Hubb-i fillah denir. İbâdetlerin en kı ymetlisinin hubb-i fillah olduğu hadîs-i şerîfle bildirilmiştir. Rehber olabilmek için, ilimde ictihâd derecesine yükselmiş olmak, evliyalıkta vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye mertebesinde bulunmak lâzımdır. Böyle bir Rehberin her hareketi, her duruşu, her sözü, islâmiyete uygundur. Yani, her şeyde Resûlullah efendimize uymaktadır. Böyle bir Rehberin emirlerini yapmak, islâmiyete uymak demektir. Çünkü, Rehberin her sözü ve her işi islâmiyeti bildirmektedir. Peygamberlerin hepsi, insanlığa yol gösteren, onları cehalet karanlığından kurtaran rehberlerdir. Kıyamete kadar gelecek olan insanlara, Rehber olarak Muhammed aleyhisselâm gönderilmiştir. Dolayısı ile Muhammed aleyhisselâmı sevmek, herkese farzdır. Peygamber efendimiz de; (Allahü teâlâyı seven, beni sever) buyurmuştur. Muhammed aleyhisselâmı sevmenin alâmeti ise, Onun getirdiği dinine, yoluna, sünnetine ve ahlâkına uymaktır. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize hitaben, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; (Bana uyarsanız, Allahü teâlâ sizi sever) demesini emir buyurmuştur. Elinde değildir Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir. Kendiliğinden hâsıl olur. Süfyân bin Uyeyne hazretleri; "Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, Allahü teâlânın rızâsı için sever" buyurmuştur. Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, yanî dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir. Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeyler seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak, bunları kalbden çıkarmalıdır. Faydasız kitâb, roman, gazete okumak, lüzûmsuz şeyler konuşmak, dünya sevgisini arttırır ve insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü teâlâya kavuşmak istiyenlerin, bunlardan sakınması, nefsi kuvvetlendiren, azdıran herş eyden sakınması lâzımdır." Evliyâdan Ali Hâfız Efendi sohbetlerinde hep: "Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir. Unutmayan unutulmaz" buyururdu.
.
Bilerek ve ihlâsla yapılan ibâdet...
26 Haziran 2005 01:00
Bilerek ve ihlâs ile yapılan ibâdet, insanı, dünyâda küfürden, günâhtan kurtarır ve azîz eder. Âhirette ise, Cehennem azâbından kurtaracağını, Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 9. âyetinde ve Vel'asr sûresinde vadetmektedir. Ankebût sûresinin 45. âyetinde meâlen; (Doğru kılınan namâz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır) buyurulmaktadır. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namâz, doğru namâz değildir. Görünüşte namâzdır. Namaz ibâdetinin doğru olabilmesi için, öncelikle namaza ait hükümlerin bilinmesi ve bunların da bilerek yerine getirilmesi gerekir. Şartlarına uyularak kılınan namaz, insanı bütün kötülüklerden uzaklaştırır. Çünkü bu, Rabbimizin vadidir. Peygamber efendimiz de: (Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmeyerek yapılan çok ibâdetten dahâ iyidir!) buyurmuşlardır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almazlar ve nice namâz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, namâzını başkalarına anlatırlar. Namazı huşû ile kılmazlar. Eğer kendilerini karınca ısırmış olsa, namâzı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azametini bilip tanıyanların, ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın huzûrunda duran kimse, Onun heybet ve azametini bildiği, tefekkür ettiği kadar huşû eder, korkar. Pâdişâhlardan birinin huzûrunda kişiyi akrep sokar, o da sabreder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket etmez. Allahü teâlânın huzûrunda duranın da, elbette daha fazla huşû içinde olması îcâbeder." İbâdetlerin kabul olması... Allahü teâlâya yakın olmak, yani Onun sevgisine kavuşmak için, ihlâs ile İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyyete uymak, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri, ihlâs ile yapmaktır... Bütün ibâdetlerin kabûl olması, helâl lokmaya bağlıdır. Ahmed bin Abdullah İsfehânî hazretleri buyurdu ki: "Büyüklerden çoğu buyurdu ki; ibâdetler on kısımdır: Dokuz kısmı helâl kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir." Bunun için helâl kazanmaya çalışmalıdır. Harâmdan ve şüphelilerden kaçınmalıdır. Peygamber efendimiz; (Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir lokma harâm yiyenin kırk gün ibâdetleri kabûl olmaz) buyurmuştur. Süfyân-ı Sevrî hazretleri de buyurdu ki: "Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp temizlemek gibidir." Ebû Hüreyre hazretleri şöyle nakletmektedir: "Resûlullah efendimizden işittim, buyurdu ki: (Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve buyurdu ki; Ey Peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih, iyi işler yapınız! Mü'minlere de emretti ki, ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz!) Resûlullah efendimiz sözüne devâm ederek buyurdu ki: (Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. "Yâ Rabbî!" diye yalvarıyor. Hâlbuki yediği harâm, içtiği harâm, gıdâsı hep harâm. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?) Yani harâm yiyenin duâsı kabûl olmaz buyurdu." İşte harâmı, helâli, şübhelileri ve fâizi bilmeyen, bunları birbirinden ayıramayan kimse, harâmdan kurtulamayıp, yaptığı ibâdetleri boşuna gider. İslâmiyetin emirlerine uyup yasaklarından sakınana sevâb, emirleri yapmayıp yasaklarından sakınmayana ise, azâb vardır. İmân nimetine kavuşanın, ibâdet yapması emrolundu. İbâdet, Allahü teâlânın varlığını, Peygamberini, âhiretteki ni'metleri ve azâbları tasdîk etmekle, inanmakla başlar. Bunlara inanmakla ve ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalb, rûh temizlenir. Gazab edilmez, yani öfkelenilmez. Zira şehvet ve gazab, Yaratanı hâtırlamaya mâni olurlar. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ile ve his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Üçüncüsü, iyilere ni'metler, kötülük yapanlara azâb yapılacağı düşünülünce, insanlar arasında adâlet hâsıl olur. Nefsi zayıflatmak lâzımdır... Kalbin nefse aldanarak, fenâ huylu olmaması için, kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lâzımdır. Aklı kuvvetlendirmek, İslâm bilgilerini okuyup, öğrenmekle olduğu gibi, kalbin kuvvetlenmesi yani temizlenmesi de, İslâmiyete uymakla olur. İslâmiyete uymak için, ihlâs lâzımdır. İhlâs; işleri, ibâdetleri, Allahü teâlâ emrettiği için yapmak, başka hiçbir menfaat düşünmemektir. Farzları terk etmek büyük günâhtır. Bu günâhlardan kurtulmak için ibâdetleri, şartlarına uygun bir şekilde ihlâs ile yapmak lâzımdır. Bilerek ve ihlâs ile yapılan ibâdet, insanı dünyada küfürden, günahtan koruyarak aziz ettiği gibi, âhirette de ebedi saadete kavuşmasına sebeptir. İbâdet yapmadan Cennete girmek için duâ etmek ise, günâhdır. Hadîs-i şerîfte; (Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan, nefsine uyar, sonra Allahın rahmetini bekler) buyuruldu
.
İslâmiyete uyan, zulmedemez!..
3 Temmuz 2005 01:00
Allahü teâlâ, insanları zayıf ve muhtaç olarak yaratmıştır. İnsanlar, giyecek, yiyecek, barınacak, düşmandan korunmak gibi ve dahâ nice şeylere muhtaçtırlar. Bir kimse, kendi ihtiyaçlarını yalnız olarak hâzırlayamaz. Zaten buna ömrü de yetmez. İnsanların ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamaları lâzımdır. Bir insan, yaptığı herhangi bir âleti, bir başkasına verir ve ondan da, kendine lâzım olan başka bir şeyi alır. Bu ortaklık ihtiyâcına, "İnsan medenî olarak yaratılmıştır" denir. Medenî, yani birlikte yaşayabilmek için, adâlet lâzımdır. Çünkü herkes muhtaç olduğu şeye kavuşmak ister. Bu arzûya, Şehvet denir. Herhangi bir kimse, arzû ettiği şeyi başkası alırsa, alana kızar. Aralarında çekişme, zulüm, işkence başlar. Topluluk parçalanır. Toplulukta, adâleti sağlamak için, belli kuralların, kanûnların olması lazımdır. Bu kuralların da, âdil olarak bildirilmesi lâzımdır. Bunun için bunları, insanların üstünde bir âdil varlığın bildirmesi lâzımdır. Bunun teklîflerine uyulması için, güçlü kuvvetli olması ve teklîflerin ondan geldiğinin anlaşılması lâzımdır. Bunu anlatan, inandıran da, mucizelerle kuvvetlendirilen Peygamberlerdir. Peygamberler, her şeyin sahibi, yaratanı, hayat vereni olan Allahü teâlânın elçileridir. Bu elçiler vasıtası ile cenâb-ı Hak, insanların toplu olarak yaşarken uymaları gereken kuralları, kaideleri, insanlara bildirmektedir. Bu kurallara, kaidelere din denir. Allahü teâlânın en son gönderdiği din ise, İslâmiyyettir. Zevklerine düşkün olanlar! Kendi zevklerine, şehvetlerine düşkün olanlar ve kendilerini başkalarından üstün görenler, İslâmiyyetin hükümlerini beğenmezler. Bu hükümlere uymak istemezler. Başkalarının haklarına saldırır, günâh işlerler. İslâmiyyete uyana sevâb, uymayana azâb olacağı bildirilince, düzen kuvvetli olur. Bunun için, hükümleri koyanın, cezâyı verecek olanın tanınması lâzımdır. Bunun için de, ibâdet yapılması emrolundu. Her gün ibâdet yaparak, O hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığını, Peygamberini, âhiretteki nimetleri ve azâbları tasdîk etmekle, inanmakla başlar. Bunlara inanmakla ve ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalb, rûh temizlenir. Gazab edilmez, yanî öfkelenilmez. Şehvet ve gazab, yaratanı hâtırlamaya mâni olur. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ve his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Üçüncüsü, iyilere nimetler, kötülük yapanlara azâb yapılacağı düşünülünce, insanlar arasında adâlet hâsıl olur. Allahü teâlâyı tanıyan, Ona imân eden, Onun Peygamberini ve o Peygamber vasıtası ile gönderdiklerini de kabul eder. Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakınan da, kimseye zulmedemez, işkence yapamaz, kimsenin hakkını gasbedemez. Çünkü Peygamber efendimiz, bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini; (En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir) buyurarak bildirmişlerdir. Temel fıkıh kitaplarından Dürr-ül-muhtârda; "Gayr-i müslim vatandaşa zulmetmek, müslümâna zulmetmekten dahâ fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek, gayr-i müslime zulmetmekten dahâ fenâdır" denmektedir. Peygamber efendimiz; (Şerrinden, zararından emîn olunmayan kimsenin, dîni, namâzları, zekâtları, kendisine fayda vermez) buyurmuşlardır. Bunları bilen ve yaptıklarının hesabını ahirette vereceğine inanan bir Müslüman, zulmedemez, haksızlık yapamaz, yalan söyleyemez, insanları aldatamaz, hiçbir kötülük düşünemez ve yapamaz. Zira Zilzâl sûresinin 7. ve 8. âyet-i kerîmelerinde meâlen; (Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da, onun karşılığına kavuşur) buyurulmaktadır. İnsan iki şeyden ibârettir! Rükneddîn Ebü'l-Feth hazretleri, bir talebesine yazdığı mektupta buyuruyor ki: "Kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibârettir; sûret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değil. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar) buyuruldu. Ama sıfatın hükmü, hakîkat üzere, ancak âhirette görünür. Çünkü orada her şeyin hakîkati zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel'am-ı Bâurâ, o kadar tâatiyle birlikte, köpek sûretinde haşrolunacaktır. A'râf sûresi 176. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Onun hâli köpeğe benzer) buyuruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecâvüz eden, kendini kurt sûretinde; kibirli olan kaplan sûretinde; cimri ve harîs olan da kendini domuz şeklinde bulacaktır." Zulüm, günâh, iyi niyyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâbdır. Bilerek yapılırsa, günâhı, daha da büyük olur. Bunun için dinini iyi bilen bir kimse, zulmedemez ve bir zâlime de yardımcı olamaz. Çünkü Müslüman, Peygamber efendimizin; (Bir zâlime yardım edene, Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder) buyurduğunu bilir...
.
İsrâf nankörlüktür ve kalbi karartır!
4 Temmuz 2005 01:00
İsrâf, malı telef etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyânın mubâh olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Mal, büyük bir nîmettir. Malı isrâf, Allahü teâlânın nîmetini hakîr görmek, nîmete kıymet vermemek, nîmeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nîmet etmek, yâni şükür etmemek olur. Bu ise, nîmeti verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nîmetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Cenâb-ı Hak, İbrâhim sûresi, 7. âyetinde meâlen; (Şükrederseniz, verdiğim nîmetleri elbette artırırım) buyuruyor. İsrâf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi, durmayıp karartan, kemiren, tehlikeli bir hastalıktır. Tedâvisi pek güçtür. Bu sıfat, kalbi kaplamadan önce, gidermek ve bu felâketten kurtulmak için bütün ilâçlarına başvurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, cenâb-ı Hakka yalvarmalı, duâ etmelidir. İmâm-ı Birgivî hazretleri buyuruyor ki: "Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Kötü huyları araştırdım. Altmış olduğunu anladım. Altmış çeşit kötü huydan 27'ncisi, isrâf ve tebzîrdir. Tebzîr, tohumu tarlaya saçıp dağıtmak demekdir. Malı boş yere dağıtmaya da denilmektedir. Malı, İslâmiyyetin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmaya isrâf veyâ tebzîr denir. Mürüvvet, faydalı olmak, iyilik yapmak arzûsudur. İslâmiyyete uymayan isrâf, harâmdır. Mürüvvete uymayan isrâf ise, tenzîhen mekrûhdur." Şeytân'ın kardeşi olanlar!.. İsrâfın harâm olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır ve kötü bir huydur. Dînimizin, cimriliği, isrâftan dahâ çok kötülemesi, isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Cimriliğin dahâ çok kötülenmesi, insanların çoğu yaratılıştan, mal biriktirmeyi sevdiği içindir. İsrâfın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın; (İsrâf etmeyiniz! Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez) meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede de meâlen; (Tebzîr etme! Tebzîr edenler, şeytânların kardeşleridir) buyuruyor. Şeytânın kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü bir isim yoktur. İsrâfı, bundan dahâ çok kötüleyen bir şey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını isrâf edenlere bir şey vermeyiniz diye emir ederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen; (Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!) buyuruyor. Kur'ân-ı kerîmde Firavun'u kötülerken; (O, isrâf edenlerden idi) buyuruluyor. Lût aleyhisselâmın kavmi de; (Belki siz, isrâf eden kavmsiniz!) diye kötüleniyor. Abdullah-ı İsfehânî hazretleri buyuruyor ki: "İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, haset, düşmanlık ve riyâ doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf ederse, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider." Abdülazîz Dîrînî hazretleri, talebelerine şöyle nasîhat etmiştir: "Bütün işlerinizde ve hareketlerinizde, orta hâl üzere olun. Cimrilikten ve isrâftan son derece sakının. İsrâf ve haddinden fazla dağıtmakla, elde bir şey kalmaz. Bir gün insan muhtaç kalır. Cimrilik yapmak, hâl ve harekette ölçülü olmamakla da, kişi îtibâr bulamaz." Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenâr ve kabuklarını atmak isrâftır. Bırakılan kısımları başkası veyâ hayvan yerse, isrâf olmaz. Sofraya lüzûmundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrâr yemek için kaldırmamak isrâfdır. Yanî, yenmeyen ekmek parçalarını atmak ve riyâ, gösteriş, şöhret için fazla ekmek koymak isrâf olur. "Günahına siz de ortaksınız!" Süfyân-ı Sevrî hazretleri; birisiyle birlikte evinin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçti. Arkadaşı, bu adama bakmak isteyinci, Süfyân-ı Servî hazretleri mâni olup; "Eğer sizler bakmamış olsanız, böyle isrâf yapmazdı. Bunun isrâf günahına siz de ortak oluyorsunuz" buyurmuştur. İmâm-ı Mücâhid hazretleri buyuruyor ki: "Bir kimse, Allahü teâlânın emrettiği yerlere dağ kadar altın harcetse, isrâf olmaz. Bir dirhem yaklaşık beş gram gümüşü veyâ bir avuç buğdayı, harâm olan yere vermek isrâf olur." Nefîs yemekleri yemek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek, büyük binâlar yapmak ve İslâmiyyetin harâm etmediği dahâ bu gibi şeyler, helâldan kazanıldığı, kibir ve öğünmek için olmadığı zamân isrâf olmaz. Peygamber efendimiz, Abdullah ibni Abbâs hazretlerine hitaben; (İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür) buyurmuşlardır.
.
İsyân, insanı inkâra sürükler...
10 Temmuz 2005 01:00
İsyân; karşı gelme, baş kaldırma, âsî olma gibi anlamlara gelmektedir. İsyân kelimesi, inkâr karşılığı olarak kullanıldığı gibi, günah karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Zira fıkıh kitaplarında fısk; "Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymama, isyân etme, günâh" diye tarif edilmektedir. Allahü teâlâya isyân edene fâsık denir. Başkalarının isyan etmesine, fıskın yayılmasına sebep olana fâcir denir. Harâm işlediği bilinen fâsık sevilmez. Bid'ati yayanları ve zâlimleri sevmek, günâhtır. Hadîs-i şerîfte; (Fâsıkın fıskına mâni olmaya kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar) buyuruldu. Şumeyt bin Aclân hazretleri buyurdu ki: "Kim, fısktan günahtan râzı olur beğenirse, onu yapanlardan olur. Kim de Allah'a isyân edenleri beğenirse, râzı olursa, Allahü teâlâ onun ibâdetlerini kabûl etmez." Ömer bin Abdülazîz hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, bir kimse günâh işlediği için, başkalarına azâb yapmaz ise de, açıkça günâh işleyenler görülüp de, görebilenler mâni olmadığı zamân, hepsine azâb yapar." Allahü teâlâ, Yûşa aleyhisselâma vahyederek; -Kavminden kırkbin sâlih kimseye ve altmış bin fâsık kimseye azâb yapacağım! buyurunca Yûşa aleyhisselâm; -Yâ Rabbî! Fâsıklar, azâbı hak etmiştir. Sâlihlere azâb yapmanın sebebi nedir? diye arzetti. Cenâb-ı Hak da: -Benim gadab ettiklerime, onlar gadab etmedi. Birlikte yediler, içtiler buyurdu. Doğru yolda olanlar... Kur'ân-ı kerîmde Hucurât sûresinin 7. âyet-i kerimesinde meâlen: (Allahü teâlâ size îmânı sevdirmiş ve onu kalblerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Ana-babaya iyilik ve hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana ve babasına isyân edenlerin ömrü bereketsiz ve kısa olur. Ana ve babasına isyân eden mel'ûndur) buyurmuşlardır. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ dört şeyden ibârettir: Mal, söz, uyku ve yemek. Mal; insanı Allahü teâlâya isyân ettirir. Söz, insanı Allahü teâlâdan oyalar. Uyku, insana Allahü teâlâyı unutturur. Yemek ise insanın kalbini katılaştırır." İnsanın nefsi, Allahü teâlâya isyân, can düşmanı olan şeytâna itâat dilemektedir. Bunun için ibâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artırır. Günâhlar ise, kalbi karartır. Küfür ve harâm alâmetleri bulunan yemekler, kalbi karartır ve kabirde çürümeye sebep olur. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyuruyor ki: "Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden "Mesh" yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından yani mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Manen hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti ise, büyük günah işleyenin bu günahları işlemekten, elem duymaması, üzülmemesi, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. İşlenen büyük günahlardan dolayı kalb o kadar kararır ki, artık ikâz ve nasîhat da yapılsa, o kimse gafletten uyanmaz." Bedendeki bütün uzuvlar birer emânettir ve nimettir. Bu nimetleri, meşrû şekilde ve meşrû yerlerde kullanan kimse, emîn kimselerden olur ve böylece Cenâb-ı Hakka karşı tam şükür yapılmış olur. Bu emânetleri, gayr-i meşrû yerlerde kullanan kimse ise, Allahü teâlâya isyân etmiş ve hiyânet etmiş olur. Nefsin arzûlarının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, Ona inâd, isyân etmek ister. Nefsine uyan, küfre veyâ bid'at sâhibi olmaya yâhut fıska yani harâm işlemeye başlar. Ebû Bekr Tamistânî hazretleri buyurdu ki: Dünya nimetlerinin en büyüğü "Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür." Hadîs-i şerîfte de; (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar; nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır) buyuruldu. Nefse uymak, İslâmiyyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak ise, nefse uymaya sebep olur. Nefsin istekleri hep hayvânî arzûlardır. İnsan bu arzûları peşinde olduğu kadar, âhiret ihtiyâçlarını hâzırlamakta geri kalır. Nefs, mubâhlarla doymaz ve mubâhları kullanmayı artırdıkça, isteklerini artırır. İnsanı harâmlara sürükler. Mubâhları aşırı kullanmak, elemlere, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep midesini, zevkini düşünür. Hasîs ve rezîl olur. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri buyuruyor ki: "Kim öldükten sonra unutulmak istemezse, güzel amel işlesin ve isyân etmesin."
.
Akıllı, yüzünü âhirete çevirendir
11 Temmuz 2005 01:00
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl, dünya işlerinde ve kullar arasındaki münasebetlerde iyiyi kötüden ayırmada, bir ölçü aletidir. Akıl göz gibidir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teala gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl, yalnız başına manevi şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamayacağından, Allahü teala peygamberleri ve din ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünya ve ahirette rahat etme ve huzura kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir. Hadis-i şerifte: (Akıllı kimse ölmeden önce hesâbını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir) buyuruldu: İmâm-ı Şâfiî hazretleri buyurdu ki: "Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyandır." Bu dünyâ, âhiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrûm kalanlar, ne kadar tâlihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evlâdını tanımayacağı o gün için, hâzırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyâda da, âhirette de zarardadırlar ve sonunda pişmân olacaklardır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Aklın alameti, nefse galib ve hakim olmak ve öldükten sonra lazım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah'tan af, merhamet beklemektir.) İlim sahibi olmak için... İbni Hibban hazretleri buyurdu ki: "Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak." Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünyâ lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir. İbn-i Hafîf hazretleri buyurdu ki: "Akıllı insan, önce îtikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir." Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nimetler ihsân edecektir. Peygamberine tâbi olmayan, İslâmiyeti beğenmeyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Hadîs-i şerîfte, (Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan, nefsine uyar, sonra Allahın rahmetini bekler) buyuruldu. Âhiret için lâzım olan şeyleri, bu fânî dünyâda hâzırlamak lâzımdır. İbni Hibban hazretleri buyurdu ki: "Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz." Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz tam değildir. Çok şeyleri peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, peygamberlerin gönderilmeleri ile tam hüccet, delil olmuştur. Yani o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp, birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde bir sanatta veya ticârette çalışıp helâl para kazanır. Dördüncüsünde istirahat eder ve mübah olan şeylerle kendisini eğlendirip haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez.) Ahmed Bîcân hazretleri: "Akıllı kimseler kışın ihtiyâcını yazdan hazırlar. Ölümün hazırlığını da diri iken yaparlar" buyurmuştur. Akıllı o kimsedir ki!.. Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki: "Akıllı kimse, hayrı ve şerri bilen kimse değildir. Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir." Ebû Osman Hîrî hazretleri buyurdu ki: "Akıllı, korktuğu şey başına gelmeden önce, onun çâresine bakandır." Fudayl bin İyâd hazretleri buyurdu ki: "Dünyânın tamâmı altından olsaydı, yine yok olurdu. Âhiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine bâkî olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyâyı, altın da olsa reddeder. Bâkî olan âhireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabûl eder. İşin aslı, âhiret bâkî ve altın gibi kıymetlidir. Dünyâ ise, fâni ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir." Akıllı kimse, doğruyu anlayıp ona tabi olan kimsedir. Vekî' bin Cerrâh hazretleri buyururdu ki: "Akıllı, Hak teâlânın azamet ve kudretini anlayandır. Yoksa, dünyânın hîle ve desîselerine saparak, dolap çeviren kimse değildir."
.
Dünyâ, gölge gibidir...
17 Temmuz 2005 01:00
Dünyâ, insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet, sıkıntı yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, ni'met, ibâdet edenlere kazanç, ibret alanlara hikmet ve dünyayı tanıyanlara ise, selâmet yeridir. Dünya, ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete nisbetle ise, çöplük gibidir. Muhammed Murâd Efendi buyurdu ki: "Dünyada ve ahirette selâmet isteyen kimse, önce bedenini sıhhatli tutup, ihtiyacından fazla şeyleri kazanmak için haddi aşmamalıdır. Kendine her ne muamele yapılırsa başkasına da o muameleyi yapmalıdır. Bu nasihati kabul eden kimse, dünya ve ahirette selamet bulur." Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Abdülazîz Bekine hazretleri buyurdu ki: "Seni Mevlâdan alıkoydu ise, dünyâ bir çöp de olsa dünyâdır." Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Peygamber efendimiz buyurdu ki; (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) Bu dünyâ, çalışmak yeridir. Ücret alınacak yer ise, âhirettir. Abdülehad Serhendî hazretleri, kardeşine hitaben: "Ey kardeşim! Bu dünyâ amel yeridir. Karşılık yeri âhirettir. Ameli, işi bitirmeden ücret, karşılık istemek yersizdir. İş yapma ve amel etme bittiği gün, yapılan işin karşılığı ihsân olunacaktır" buyurmuştur. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyâda ni'metleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mü'min, âhirette çok lezzete kavuşacaktır. Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyurdu ki: "Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey, dünyâ demektir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiplerinin yapacağı şey değildir." Dünyânın ömrü, âhiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Bunun için Allahü teâlâ, sevdiklerine merhamet ederek, sonsuz ni'metlere kavuşmaları için, dünyâda birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmânlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!) Vaktiyle bir kimse ölür ve geride bir köşk ile iki oğlu kalır. Çocuklar, köşkü taksîmde anlaşamazlar ve kavga ederler. Tam o anda duvardan şöyle bir ses gelir: "Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir hükümdar idim. Çok yaşadım. Mezârda yüz otuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra, benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşaasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız!.." Atâ bin Meysere Horasânî hazretleri, nasîhat isteyenlere: "Dünyâya çok düşkün olduğunuzu görüyorum. Size âhireti tavsiye ederim. Dünyâ işleriyle uğraşırken âhiretinizi unutmayınız. Bir kimsenin dünyâda makam, mal ve mülk sâhibi olması, herkesin yanında sözünün geçmesi, âhirette Cehennem'e düşmesine, ateşte yanmasına mâni olamaz. Orada hüküm, Allahü teâlânındır. Dilerse azâb eder, dilerse Cennet'ine koyar. Onun için bu dünyâda, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya, şu imtihan yurdunda, îmân edip, sâlih ameller yapan, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyan, bu uğurda gelen sıkıntılara katlananlardan olmaya çalışmak lâzımdır" buyururdu. "Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun!.." Bir gün Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, talebesi Akbıyık Sultan'a hitaben; -Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol! buyurunca Akbıyık Sultan; -Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır" buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi? diye arzeder. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra; -Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur buyurmuştur. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.)
.
Arzusu âhiret olana...
18 Temmuz 2005 01:00
Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünyâ lezzetleri ile zevklenmek için değil, belki bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni'metler ihsân edecektir. Peygamberine tâbi olmayan, İslâmiyyeti beğenmeyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Hadis-i şerifte; (Arzûsu âhiret olup, âhiret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetçi yapar) buyurulmuştur. Bu dünyâ, âhiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrûm kalanlar, ne kadar tâlihsiz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşten kaçacağı, ananın evlâdını tanımayacağı o gün için, hâzırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyâda da, âhirette de zarardadırlar ve sonunda pişmân olacaklardır. Ahmed Mürşidî Efendi, bir talebesinin nasîhat istemesi üzerine ona hitaben buyurur ki: Bir gün ecel gelir!.. "Aslâ dünyâ malına meyletme. Ancak kimseye el açmayacak kadar malın olsun yeter. Bilmez misin her işin hayırlısı ortasıdır. Dünyâ âhiretin tarlasıdır. Sen bu âleme para ve mal toplamak için gelmedin. İyi ameller yapmak için geldin. Kimseye el açmayacak ve yetecek kadar mal kazandıktan sonra, vaktini Hak teâlâya ibâdet ederek geçir. Ondan sonra yat ve istirâhat et. Unutma, nefsinin de sende hakkı vardır. Topladığın o mal ve mülk senin değil mîrasçılarınındır. Senin rızkın, ancak âlemlerin rızk vericisi olan Allahü teâlâ tarafından sana yemen içmen için verilenden ibârettir. Malım mülküm yok deme. Olmadı diye gam çekme. Bu benim mülkümdür diyene, bir gün ecel gelir. Bu sûrette o malın sâhibi olduğuna dâir iddiâsı yalan olur. Bu yalan dünyâ, dâimâ insanlara gaflet gömleği giydirir. Bu fânî mülkü elimizden alır. Kendine, ona sâhip sanacak bir yalancı müşteri bulur. O da ölür, yerine başkası çıkar. Dünyânın âdeti böyledir. Verir alır, alır verir. Sakın kapına gelen fakirleri boş çevirme. Bir şeyin varsa, gizleyip yok deme. Verdiğin sadakayı da öğünme vâsıtası yapma. Sağ elinin verdiği sadakayı sol elin bilmesin. Cömertlik tâcını giymek istiyorsan, Allahü teâlânın aç ve muhtaç kullarını kollamalısın. Allahü teâlânın huzûrunda makbûl olmak istersen, herkes için hayır dile, insanları şefkatle sev. Kimsenin işliyeceği hayra mâni olma. Ne kadar iyilik etsen, yaptıklarını sayma. En küçük hayır ve şer amel defterine yazılır. İhlâsla, içtenlikle ve riyâdan uzak işlediğin bir amelin olsa, Allahü teâlâ onu amel defterine dağlar kadar büyük olarak geçirtir. İyilik ettiğin kimseye yaptığını başa kakıcı olma. İyilik ettiğin kimseden sana minnet beslemesini istersen, yaptığın iyiliğin bir kıymeti kalmaz. Bana iyi desinler diye yapılan iyilikler riyâ eseridir." Fırsat ganîmettir yani zamân çok kıymetlidir. Bu kıymetli zamânları faydasız şeylere harcetmemelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeyleri yapmakla geçirmelidir. Gafletten, nefse uymaktan lezzet almamalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmamalıdır. Ölümü hâtırlamalı, âhiretin dehşet ve şiddetini göz önüne getirmelidir. Kısacası, yüzümüzü dünyâdan âhirete çevirmelidir. Dünyâ işleri ile zarûret miktârı uğraşmalı, başka zamanlarda, hep âhireti kazandıracak işleri yapmalıdır. Sözün özü, gönül Allahü teâlâdan gayrisine tutulmaktan kurtulmalı, beden ve uzuvlar da, İslâmiyete uymakla süslenmelidir. Abdülkâdir Geylânî hazretleri oğluna hitaben buyurdu ki: "Ahiret için hazırlık yap!" "Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi Allahü teâlâdır. Senin düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyâdan, haram ve şüphelilerden neyi terk edersen, mutlaka bunun karşılığında âhirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de âhiret için hazırlık yap! Ey oğul! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i Ekrem efendimiz; "Hayat, âhiret hayâtıdır" buyurdu." Dünyâ sevgisi, âhirete hâzırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb, onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Hazret-i Ali buyurdu ki: "Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, diğerinden uzaklaşır."
.
Nefsini aziz eden...
24 Temmuz 2005 01:00
Nefs; can anlamına geldiği gibi, insanın bedeni ve insanın bizzat kendisi anlamına da gelmektedir. Ayrıca nefs, herhangi bir şeyin aslı, özü, cevheri, hakikati anlamında da kullanılmaktadır. Kur'an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde ve din kitaplarında kötülenen nefs, bu üçüncü anlamda, "Kötülüklerin özü, aslı" olarak bildirilmektedir. Bunun için nefs; "Kötülükler deposu" diye tarif ve ifade edilmektedir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: (Nefsine düşmanlık et! Çünkü o, benim düşmanımdır) buyurmaktadır. Şerefeddîn Yahyâ Münîrî hazretleri, nefsin yaratılması ile alakalı olarak buyuruyor ki: "Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları içindir. Allahü teâlâ nefsi böyle nice faydalar için yarattı. Fakat bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse uymayı frenlemeleri, ona hâkim olup, zararlarını önlemeleri için insanlarda akıl da yarattı." Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde; (Akıllılığın alâmeti; nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti; nefse uyup, Allah'tan af, merhâmet beklemektir) buyurmuşlardır. Nefs, Allahü teâlânın yarattığı bir mahluktur. Her mahlukun rızkını yaratan Rabbimiz, nefsin de rızkını yaratmıştır. Nefsin rızkı ise; Allahü teâlâyı inkâr etmek, O'na isyân etmek yani bütün haramlar, mekruhlardır! İnkâr, isyân ve haramlarla nefsini besleyen, onu kuvvetlendiren bir kimse, kendini felakete atmış demektir. Çünkü nefs kuvvetlendikçe azgınlaşır, küfrü, isyânı artar. Bu hal de insanı Cehenneme sürükler. Nefsin gıdası günahlar olduğu için, haramlardan, günahlardan sakınmak, nefse daha ağır gelmektedir. Günahtan kaçmak... Bu sebeple İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Nefse, günâhlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbdır" buyurmuşlardır. Abdülazîz Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Nefs-i emmâre, şehveti ve gadâbı aşırı çalıştırdığı için, buna uymak, insana tatlı gelir. İslâmiyet'e uymak ise, bu arzuları frenlediği, sınırlandırdığı için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyet'e uymak istemez. Nefse uymak ister." İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nefs hakkında buyuruyor ki: "Varlıklar içinde en câhil olanı, insanın nefsidir. Çünkü, Nefs-i emmâre kendine düşmanlık yapmaktadır. Hep kendini yok edici şeyleri istemektedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir. Hep kendi can düşmanı olan şeytana uymaktadır. Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister. Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur. İnsanın bütün kötülükleri, nefs-i emmârede toplanmıştır. Nefs-i emmâre hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri sever. İnsanın dünyâ ve âhirette saâdete kavuşması için nefsine uymaması, onu zayıflatıp, zarar yapmayacak hâle getirmesi lâzımdır. İnsanların nefs-i emmâresi; mevki sâhibi olmak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzusu, şef olmak, herkesin kendisine boyun bükmesidir. Nefsin bu arzuları ilâh olmak, mâbud olmak, herkesin kendisine tapınmasını istemektir. Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hep nefs-i emmârenin isteklerini yok etmek içindir. Çünkü nefs-i emmâre, Allahü teâlâya düşmanlık etmektedir. Nefsin isteklerini yok etmek, ancak İslâmiyyete uymakla olur." Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. İnsan haklarını, kanûnları çiğner. Onun zevklerinin sonu yoktur. Nefsini zelîl eden... Nefsin taşkın zevkleri, insanı sefâlete, hastalıklara, âile fâcialarına, felâketlere sürüklemektedir. Allahü teâlâ, bu fâcialara mâni olmak için yasaklar koymuştur. Nefislerinin esîri olanlar, bu yasakları beğenmiyorlar ve din kitaplarını bu sebeple kötüleyip, okumak isteyenlere de mâni oluyorlar. Halbuki Allahü teâlâ, Peygamberleri ve Onlar vasıtası ile gönderdiği dinleri, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak ve nefs-i emmârenin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatıştırmak için göndermiştir. Nefs, kalbin İslâmiyyete uymasını, sâlihlerin sohbetinde bulunmayı, âlimlerin kitaplarını okumayı istemez. Dinsiz, îmânsız olmayı ister. Akıllarına uymayıp, nefislerine uyan kimseler, bunun için, inançsız olmaktadır. Nefs ölmez. Fakat, gücü kuvveti kalmayınca, kalbi aldatamaz. Bu da, İslâmiyyete uymakla mümkündür. Netice olarak, Mücâhid bin Cebr hazretlerinin buyurduğu gibi: "Nefsini azîz eden, dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse ise, dînini azîz eder."
.
Ahmak, nefsinin peşinde koşandır
25 Temmuz 2005 01:00
Aklı az olup hep şaşıran kimseye, ahmak denir. Aklı hiç olmayan kimseye ise, mecnûn denmektedir. Ayrıca, aklı az ve kötü huylu olana da ahmak dendiği kitaplarda yazılıdır. İbn-i Semmâk hazretleri; "Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennem'den kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu ise, oyun ve eğlencedir" buyurmuştur. Ahmaklık; iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramama, aklın az, anlayışın kıt olması hâlidir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrûm olanlar, bunları sonradan temin edemezler" buyurmuştur. Akıllı kimse, yapacağı herhangi bir işin neticesini bilir ve buna göre adımını atar. Bu sebeple Peygamber efendimiz; (Akıllı insan, Allah'a itaat eden insandır) buyurmuşlardır. Akıllı kimse, ölümü ve ahireti unutmaz, nefsinin esiri, kölesi olmaz. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmediği gibi, gadabından da korkar. Hadis-i şerifte; (Akıllı, kendini kontrol edip ölüm sonrası için çalışan kimsedir. Ahmak da nefsinin arzûları peşinden koşup, Allahü teâlâya ümid bağlayan kimsedir) buyurulmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki: "Akıllı o kimsedir ki, nefsine hâkim olur da ölüm sonrası için hazırlanır. Âciz ve ahmak olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve Hâkim-i mutlak olan Allahü teâlâya karşı boş ümitlere kapılır." Dünyâya düşkün olanlar Aklı kıt olanlar yani ahmaklar, nefislerinin peşinde koşup, yaptıklarının neticesini bilemezler. Bu sebeple, geçici dünya zevklerinin peşinden koşarlar ve kendilerini de, çevrelerindekileri de felakete sürüklerler. Şumeyt bin Aclân hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâya düşkün olanlar, akılları kısa ve ahmak olanlardır. Onların arzuları, yiyecekleri, şehvetleri ve kendilerini süslemeleridir. Onlar şöyle derler: "Ne zaman sabah olacak. Sabah olsun ki, yiyelim, içelim, oynayalım. Ne zaman akşam olacak? Akşam olsa da uyusak." Onların geceleri, pislik içerisindedir, günah işlerler. Gündüzleri ise tembeldirler." Nefs, insanın ve Allahü teâlânın düşmanıdır. Onu zayıflatarak azmasını önlemek lâzımdır. Nefs öldürülmez fakat zayıflatılır. Allahü teâlâ nefsi, insan için bir hizmetçi olarak yaratmıştır. Ancak nefs, ahmak ve câhil bir hizmetçidir. Nefsin bu özelliği iyi bilinir ve ona karşı dikkatli olunursa, bu ahmak ve cahil hizmetçi, insanın yükselmesine sebep olur. Aksi olursa, insan zillete düşer. Ahmed Rıfâî hazretleri buyurdu ki: "Kulluk esâsının birincisi, nefsi tanımaktır. Halbuki onu tanıyan çok azdır. Onu tanımak şöyle dursun, varlığını kabûl edenler dahi kıymetli kimseler olarak kabûl edilir. Allahü teâlâ, nefsten daha ahmak, daha çirkin ve ondan daha pis kokulu bir şey yaratmadı. İrfan sâhipleri için, ondan daha dar bir zindan düşünülemez. Nefsini tanıyabilen, her tarafı emin olan, tehlikelerden korunmuş bir kaleye sığınmış olur. Tanıyamayan, hattâ anlamak istemeyen için ise, tehlike büyüktür. Onu anlamadıkça, şerrinden kurtulmak mümkün değildir. Onu anlamadan, mârifet sâhibi olunmaz." Akıllı kimseler, kendi ayıp ve kusurları ile meşgul olurlar. Ahmak olanlar ise, başkalarının hata ve kusurlarını araştırırlar. Bunun için Sırrî-yi Sekatî hazretleri: "Bir kimsenin ahmak olduğuna alâmet, kendi ayıbını bırakıp, başkasının ayıbıyla uğraşmasıdır" buyurmuştur. Ahmaklarla, nefsine uyanlarla arkadaş, dost olmak da, aklın azlığındandır. Zira akıllı kimse, nesine uymaz ve ahmakla da dost olmaz. Muhammed Murad Efendi buyuruyor ki: "Şu üç sınıf kimseden sakınmak lazımdır: Birincisi, fısk ve fücur ehli olup, günah işleyen, nefislerine uyup Allahü teâlânın emrinden çıkan kimselerdir. Bunlarla arkadaşlık ne dünyâ rahatı kazandırır ne de âhirette rahmete kavuşturur! İkinci grup, yalancı ve hâin olanlardır. Bunlarla dostluk acı azaba ve felâkete sebeb olur. Senden başkasına, başkasından sana söz taşır. Üçüncü sınıf, ahmak olanlardır. Bunların sözlerine itimat edilmez. Ne fayda sağlayabilirler ne de bir zarara mani olabilirler. Hayırlı gördükleri şer, faydalı gördükleri zararlıdır. Zararlı gördükleri ise, faydalıdır." Tecrübelerden ders almak... İslâm âlimleri; bile bile hatâda ısrâr eden kimsenin de ahmak olduğunu bildirmişlerdir. Eğer akıllı olsa idi, yaptığı hatada ve işlediği günahta ısrar etmezdi. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Kim tecrübelerden ders alır ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa, ona akıllı; kim tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir" buyurmuştur. Netice olarak, Ca'fer-i Sâdık hazretlerinin buyurduğu gibi: "Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür."
.
Seven, sevdiğinin yolunda olur...
1 Ağustos 2005 01:00
Muhabbet; sevgi, aşırı düşkünlük; muhib, seven, sevgi besleyen dost, mahbûb ise, sevilen, sevgili, sevilmiş anlamındadır. Muhabbetin yani sevginin yeri kalbdir. Seven ve sevdiğinden başka her şeyden kesilen, sevdiğine kavuşur. Böyle sevgisi olmayan ise, bu kavuşmayı ancak öğrenir, bilir ve bu bilgisini büyük nimet sanır. Allahü teâlâyı çok seven, Ona döner. Hiçbir şey Allahü teâlâyı unutmasına sebeb olmaz. Her gördüğü şeyi, kudretin eseri görüp, eser sâhibine yani cenâb-ı Hakka döner. Bunun için İsmâil Fakîrullah hazretleri: "Allahü teâlâyı seven, Peygamber efendimizi de sever. Peygamber efendimizi seven, Onun sünneti ile amel eder" buyurmuştur. Hâris el-Muhâsibî hazretleri buyuruyor ki: "Şu üç muhabbet çok mühimdir: Birincisi, Allahü teâlâyı sevmektir. Bunun alâmeti, ibâdeti günaha tercih etmektir. İkincisi, kuvvetli bir îmân ile Resûlullah efendimizi sevmektir. Bunun alâmeti, Resûlullah'ın sünnetine yapışmaktır. Üçüncüsüise Allah için mü'minleri sevmektir. Bunun alâmeti, mü'minlere eziyet etmemek ve onlara faydalı olmaktır." Her mü'minin, Resûlullah efendimizi çok sevmesi lâzımdır. Peygamber efendimizi çok seven, Onu çok anar, çok söyler, çok över ve bildirdikleri ile amel eder. Zira seven, sevdiğinin hâlini kazanır ve ona benzer. Hadîs-i şerîfte; (Bir şeyi çok seven, onu çok anar) buyurulmuştur. "Kıyâmet için ne hâzırladın?" Bir gün Peygamber efendimizin huzuruna bir kimse gelerek, Kıyâmet günü ile alakalı sualler arzetti. Peygamber efendimiz de o kimseye; -Kıyâmet için ne hâzırlık yaptın? diye sordu. O kimse; -Allahın ve Resûlünün sevgisini hâzırladım, cevabını verince, Peygamber efendimiz; -Sevdiklerinle berâber olursun, buyurdular. İmâm-ı Nevevî hazretleri, bu hadîs-i şerîfi açıklarken: "Bu hadîs-i şerîf, Allahü teâlâyı, Onun Resûlünü, sâlihlerin ve hayır sâhiblerinin dirilerini ve ölülerini sevmenin kıymetini, faydasını bildiriyor" buyurmuştur. Allahü teâlâyı ve Onun Peygamberini sevmek demek, emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, bunlara karşı edebli, saygılı olmak demektir. Sâlihleri severek onlardan faydalanmak için, onların yaptıklarını yapmak lâzım değildir. Çünkü, onların yaptıklarını yaparsa, o da, onlardan olur. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, bir cemâati sever. Fakat onlardan olmaz) buyurulmuştur. Onlarla berâber olmak, onların derecesine yükselmek demek değildir. Hadîs-i şerîfte; (Bir cemâati seven kimse, onların arasında haşr olunur) buyuruldu. Ebû Zer Gıfârî hazretleri; -Yâ Resûlallah! Bir kimse, bir cemâati sevse, fakat onların yaptıklarını yapmasa, nasıl olur diye arzedince, Peygamber efendimiz; -Yâ Ebâ Zer! Sevdiklerinle berâber olursun, buyurmuştur. Hasen-i Basrî hazretleri bu hadis-i şerîfi açıklarken buyuruyor ki: "Bu hadîs-i şerîfler seni yanıltmasın! Sen iyilere, ancak onların iyi amellerini yapmakla kavuşabilirsin! Yahûdîler ve Hristiyanlar, Peygamberlerini seviyorlar ise de, onlar gibi olmadıkları için, onların yanına gidemeyeceklerdir." İmâm-ı Gazâlî hazretleri de bu konu ile alakalı olarak; "Onların iyi amellerinden birkaçını veyâ hepsini yapmadıkça, yalnız sevmekle, onların yanına kavuşulamaz" buyurmuştur. Bir kimseyi veya bir cemâati sevenler, üç kısma ayrılmaktadır: 1- Onların bütün amellerini ve ahlâkını edinmiş olanlar. 2- Hiçbirini edinmemiş olanlar. 3- Birkaçını yapıp, başkalarını yapmayıp, bunların tersini yapanlar. Hepsini yapabilen, onlardan olur. Onlara olan sevgisi, onu da tâm onlar gibi yapmıştır. Muhabbetin en yüksek tabakasına erişmiştir. Sevdiklerine hiç uymayan, onlara hiç benzemeyen kimse, onlardan olamaz. Sevgisi, sözde kalır. Kalbine girmez. Böyle sevgi, yalnız sözde kalmaktadır. Yalnız sözde kalan sevmeye, sevmek denilmez. Seviyorum demesi doğru olmaz. "Kişi, sevdiği ile birlikte olur" Sevdiklerinin birkaç ameline uyan kimseye gelince, îmânda uymamış ise, onlardan olamaz. Onları seviyorum demesi hiç doğru değildir. Onun kalbinde, onlara sevgi değil, düşmanlık vardır. Yahûdîlerin ve Hristiyanların, Peygamberleri seviyoruz demeleri böyledir. Kişi, sevdikleri gibi inanıp, ibâdetlerde, onlara tâm uymazsa, seviyorum demesinin faydası olmaz. Onlarla birlikte olamaz. Gücü yetmediği, nefsine hâkim olmadığı için, hepsine uyamamış ise, onlarla birlikte olmasına mâni olmaz. Hadîka'da buyuruluyor ki: "Resûlullah efendimiz; (Kişi, sevdiği ile birlikte olur) buyurdu. Ehl-i sünnet âlimlerini sevsek, onlar gibi olmasak bile, bu hadîs-i şerîfteki müjdeye kavuşuruz. Allahü teâlânın sevdiklerinin ve Allahü teâlâyı sevenlerin dirilerini ve ölülerini seven kimse, büyük saâdete, iyiliklere kavuşur. Onları sevmek demek, onların düşmanlarına ve kötüleyenlere karşı, onları savunmak, övmektir."
.
Kalbde âhiret arzusu çoğalmadıkça...
7 Ağustos 2005 01:00
Kalb; yürek denilen et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî bir kuvvettir. Buna gönül de denmektedir. Sevmek, kalb ile olur, çünkü muhabbetin yeri kalbdir. Muhabbet yani sevmek, hep berâber olmayı istemek, berâber olmaktan zevk, lezzet duymak demektir. Bunun için insan, sevdiğini hiç unutmaz, hep hatırlar. Kalbde inkâr varsa, o kalb ölmüş demektir. Eğer kalbde isyân yani günahların sevgisi varsa, böyle kalb de hasta demektir. Hâtim-i Esam hazretleri buyuruyor ki: "Beş türlü kalb vardır. Kalb vardır ölüdür, kalb vardır hastadır, kalb vardır gâfildir, kalb vardır mühürlüdür, kalb vardır sapasağlamdır. Kâfirin kalbi ölüdür. Günahkârın kalbi hastadır. Nasîbsiz kimsenin kalbi gâfildir. Kalbimizde perde vardır diyerek fenâ iş yapanın kalbi de mühürlüdür. Allahü teâlâdan korkup dâimâ ibâdette bulunan kimsenin kalbi de sağlam olan kalbdir." Kalbde, Allahü teâlânın sevgisinden başka şeyler varsa, bu kalb hastadır, tedaviye muhtaçtır. Abdullah bin Hubeyk hazretleri buyuruyor ki: Beş şey vardır ki... "Beş şey vardır, kalp katılaştığı zaman onun ilacı olur: Birincisi, sâlih kimselerle görüşmek ve onların meclisinde bulunmak. İkincisi, Kur'ân-ı kerîmin mânâsını düşünerek okumak. Üçüncüsü, karnını doyurmayıp, helâldan az bir şey yemekle yetinmek. Zîrâ helâl yemek kalbi aydınlatır. Dördüncüsü, Allahü teâlânın kâfir ve günahkâr için hazırladığı acı azâbı ve tehdidini düşünmek. Beşincisi, kendisini Allahü teâlâya kulluk vazifesini yapmakta âciz ve noksan görmek, bununla berâber Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını düşünmektir. Bu tefekkür olup, bundan hayâ meydana gelir. Tefekkürden bir kısmı da şunlardır: Allahü teâlânın seni, her şeyinle, içini dışını bildiğini her an O'nun seni gördüğünü düşünmek, dünyâ hayâtını, dünyâ hayâtının meşgûliyetlerinin çokluğunu, dünyâ hayâtının çok çabuk geçtiğini, âhiretin ve nîmetlerinin devamlı olduğunu akıldan çıkarmamak, işte tefekkür, dünyâya düşkün olmayıp, âhirete rağbet etmek gibi meyveler verir. Ölümün geleceğini, fırsatı kaçırdıktan sonra pişmanlık olacağını düşünmek. Böyle tefekkürün meyvesi; uzun emel sâhibi olmamak, amellerini düzeltmek, âhirete hazırlık yapmaktır." Bir gün Muhammed bin Vâsi hazretleri, sohbet ederken; -Şu dört şey kalbi öldürür: Günah işlemeye devam etmek, dünyaya düşkün olanlarla fazla münâsebette bulunmak, ahmaklarla sohbet etmek ve ölülerle oturmak buyurur. Orada bulunanlardan birisi; -Efendim, ölülerle oturmak nasıl olur? diye sorunca, cevap olarak; -Ölülerden kastım, şımarık zenginler, zâlim idârecilerdir buyurmuştur. Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; -Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmak lâzımdır? diye sorduklarında; -Beş şey yapmalıdır. Helâl yemek, Kur'ân-ı kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet etmek, seher vaktinde ağlamak cevâbını vermiştir. Orada bulunanlar tekrar; -Kalbini en güzel koruyan kimdir? diye sorduklarında; -Diline en çok hâkim olan cevâbını vermişlerdir. İbn-i Atâullah hazretleri, bir talebesine hitaben; "Gönlünde günahlar ve dünyâ sevgisi olanın, kalbi nasıl parlar? Yahut, nefsinin arzularına göre hareket eden, Allahü teâlânın rızâsını nasıl kazanır? Gaflet ve günahlardan temizlenmeden, Allahü teâlânın huzûruna girmeyi nasıl ister? Çirkin işlerinden tövbe etmeyen, ince sırları anlamayı nasıl umar?" buyurmuştur. Dünya sevgisi, insanı ibadetten, Allahü teâlâya itaatten alıkoyar. Zira Ahmed-i Bîcân hazretleri buyuruyor ki; "İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine, kararmasına sebep de dünyayı sevmektir. Zira bir hadîs-i kutsîde: (Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terk et, râhat ol! Dünyâyı terk et, dînin halis olsun) buyurulmuştur." Âhiret arzusu çoğaldıkça!.. İmâm-ı Birgivî hazretleri de buyurdu ki: "Kalbi ıslâh etmek, her şeyden daha önemlidir. Çünkü kalp, bedende emrine itâat edilen ve her hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücûddaki uzuvlar onun emri altındaki hizmetçilerdir. Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu et parçası kalbdir) Yâni bu yürek denilen, et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenip iyi ahlâk ile süslenmek demektir." Şumeyt bin Aclân hazretleri zaman zaman; "Şaşılır şu kimseye ki, kalbi âhirete bağlı iken kendisine ufak bir şey tesir etse veya pire ısırsa, âhireti hemen unutuverir" buyururdu. Netice olarak, Ali Müzeyyen hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bir kalbde, âhiret arzusu çoğaldıkça, dünyâ düşüncesi o kalbden kaybolur gider."
.
"Herkes bana ne der?" düşüncesi!..
8 Ağustos 2005 01:00
"Herkes bana ne der", "herkes beni ayıplar, kınar" düşüncesi, insanı, küfre, ebedi saadetten mahrum kalmaya, kısaca zillete sürükler. Çünkü ayıplanmak korkusu, kötü huylardandır. İnsanların kötülemelerine, çekiştirmelerine, ayıplamalarına üzülmek ve böylece, hakkı, doğruyu kabûl etmemek, kötü bir huydur. Çok kimse, ayıplanmak korkusu sebebiyle, imân nimetinden mahrum kalmıştır. Çevresinin ayıplamasından korkarak, Allahü teâlânın emirlerini yapamayan, namaz kılamayan kimseler de az değildir. Şevâhid-ün Nübüvve kitabında şöyle bir hâdise nakladilmektedir: "Ayıplanmaktan korkuyorum" Peygamber efendimizin dedesi Abdülmuttalib anlatır: "Bir rüyâ gördüm ve bundan çok korktum. Hemen tâbiri için Kureyş'in rüya tabirinde mahir olanlarından birine gittim. Beni görünce yüzüme bakıp; -Hayırdır, sana ne oldu böyle. Yüzünün rengi değişmiş, başına bir iş mi geldi, kötü bir şey mi oldu? dedi. Ben de; -Gördüğüm bir rüya sebebiyle bu haldeyim dedim ve rüyâmı anlatmaya başladım: Yerden göklere yükselen bir ağaç gördüm. Dalları doğu ve batıya ulaşıyordu. O ağaçtan dahâ parlak bir nûr görmedim. Güneşten yetmiş defa parlak idi. Arablar ve Acemler ona doğru secde ediyordu. Ağacın büyüklüğü, nûru ve yüksekliği gittikçe artıyordu. Bazan gözden kayboluyor, bazan açığa çıkıyordu. Kureyş kabîlesinden bir kısmı bu ağacın dallarına sarılıyordu. Bir kısmı ise o ağacı kesmeye çalışıyordu. Onun gibisini hiç görmediğim güzel yüzlü bir genç, gelip ağacı kesmek isteyenlere engel oluyordu. Bir kısmının arkasından tutup çekiyor, bir kısmının da gözüne ışık salıyordu. Ben o ağaçtan nasîbimi almak için elimi uzattım ve oradaki gence; "Bu nûr kimlere nasîb olur" dedim. "Senden önce bu ağacın dallarına yapışanlar nasîplenirler" dedi. Sonra korku ile uyandım. Ben rüyamı anlatıktan sonra, rüyayı tabir eden şahsın rengi değişti ve: -Eğer sen bu rüyâyı gerçekten görmüşsen, senin neslinden bir oğul gelecek, doğudan batıya kadar her yere hâkim olacak, bütün insanlar ona itaât edecektir, dedi. Resûlullah efendimize Peygamber olduğu bildirildikten sonra, Ebû Tâlib, babasının bu rüyasını ve tabirini, devâmlı anlatmış ve "O ağaç Ebûl Kâsım Muhammed-ül-Emîn'dir" demiştir. Ebû Tâlib'e, "Öyleyse neden îmân etmiyorsun" diye sorulduğunda; "Ayıplanmaktan korkuyorum" cevâbını vermiştir. Ebû Tâlib, Resûlullah efendimizin Peygamber olduğunu bildiği halde, İnsanların kötüleyeceklerinden korkarak ve ayıplayacaklarını düşünerek, îmân nimetinden mahrum kalmıştı... (Ebû Tâlib, öldükten sonra diriltilerek iman etmiştir.) İki mecûsî kardeş... Mâlik bin Dînâr hazretleri zamânında da iki mecûsî kardeş vardı. Bunlar ateşe tapardı. Bir gün küçük olan büyüğüne; "Ağabey! Senelerdir biz bu ateşe taparız. Gel bir deneyelim bakalım, bizi yakacak mı? Eğer bizi yakmazsa tapmaya devam ederiz. Şayet yakarsa, tapmayı terk ederiz" dedi. Bir ateş yaktılar. Küçüğü büyüğüne; "İstersen sen önce elini ateşe koy" dedi. Büyük de; "Sen önce elini koy" diye karşılık verdi. Küçük elini ateşe uzatınca; parmağı yandı ve; "Sana bu kadar sene ibâdet ederim. Sen ise bana eziyet ediyorsun" dedi. Sonra ağabeyine; "Şimdi bizi doğru yola ulaştıracak bir delile gidelim" dedi. İstişâre ile yola çıkıp, Basra'ya, Mâlik bin Dînâr hazretlerine gittiler. Onu görünce büyüğü küçüğüne; "Ben Müslüman olmayacağım. Şâyet Müslüman olursam, ev halkımın ve akrabâlarımın beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmadan bana daha sevgilidir" dedi ve küfrü tercih etti. Ayıplanmak korkusu, ebedi saadetten mahrum bıraktı. Küçük olan ise; Mâlik bin Dînâr hazretlerinin huzurunda imân nimeti ile şereflendi ve yüksek derecelere kavuştu. Bilerek, inât ederek, kâfir olmaya, küfürde kalmaya, Küfr-i inâdî denir. Bu hal, kibirden, mevki sâhibi olmayı sevmekten, insanların kötülemelerinden, çekiştirmelerinden, ayıplamalarından korkmak sebebi ile hâsıl olur. Firavun'un ve yoldaşlarının küfürleri böyle idi. Rum İmparatoru Herakliyüs de, tahtından, saltanatından ayrılmak ve ayıplanmak korkusu ile îmân edememişti. Allah rızâsı için... İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Bütün hareketler, işler, sözler, okumak, dinlemek, hep Allah rızâsı için olmalıdır. Onun dinine uygun olmasına çalışmalıdır. Bunları yapmak, size bugün için güç olacağını biliyorum. Çünkü, çeşitli mâniler etrâfınızı sarmıştır. Âdete, modaya kapılmış bulunuyorsunuz. Ayıplanmak, izzet-i nefse dokunmak kuruntularına tutulmuşsunuz. Bütün bunlar, dinin emirlerini yerine getirmenize mâni olmaktadır. Hâlbuki Allahü teâlâ, emirlerini, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak için ve nefs-i emmârenin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatıştırmak için gönderdi."
.
Dünya hayatı bir hayâldir...
14 Ağustos 2005 01:00
Dünyâya milyarlarca insan gelmiş ve bir müddet burada yaşadıktan sonra, ölüp gitmişler. Bunlardan bazısı zengin, bazısı fakîr, kimi güzel, kimi çirkin, kimi zâlim, kimi mazlûm imiş. Neticede bunların bu hâlleri, hep geçmiş ve unutulmuştur. Bunlardan bir kısmı inamış, iman etmiş, bir kısmı da inkâr etmiştir. Bu insanlar, ya sonsuz olarak yok olacaklar veya kıyâmet kopup, tekrâr dirilince hesaba çekileceklerdir. Öldükten sonra yok olmayıp, tekrar dirileceğimizi ve hesaba çekileceğimizi, Allahü teâlâ, Peygamberleri vasıtası ile haber vermektedir. Bu hesabın neticesinde de insanlar, ya sonsuz nimetlere kavuşacaklar veya sonsuz azabda kalacaklardır. Bunun için insan olarak bizlerin iyi düşünmesi gerekir. Birkaç sene sonra, biz de, bunlardan biri olacağız. Geçmiş senelerimiz nasıl bir hayâl oldu ise, bütün bir ömrümüz, bütün bir hayâtımız, çalışmalarımız, didinmelerimiz de, hep hayâl ve bir rüyâ gibi olacaktır. Aynaya baktığımız zaman kendimizi görürüz. Biz o aynanın neresindeyiz? İçinde mi yoksa dışında mıyız? Aynanın içindeyiz dersek yalan olur çünkü aynanın içinde değiliz. Şayet böyle bir görüntü yok dersek, bu da olmaz, zira aynaya bakınca kendimizi görüyouz. Görülen kendimiz miyiz veya o görünen nedir? Bir ipin ucuna küçük bir taş bağlayıp hızlıca çevirince, taş dönerken bir daire görülecektir. Nokta-i cevvale denilen bu daire, var mıdır yok mudur? Eğer var dersek, ipin ucuna bağlı olan o taşı çevirmeyince, daire yok oluyor. Böyle bir daire yoktur dersek, ipin ucuna bağlı olan taşı çevirdiğimiz zaman, bir daire görülüyor. Aslında görünürde bir daire yoktur. Öyle ise bu görülen daire nedir ve nerededir? İmam-ı Rabbani hazretleri; İdeali olmayan insan... "Bunların her ikisi de aslında olmayıp bizim hayalimizde oluşan vehimdir, görüntülerdir" buyurmaktadır. Demek ki, bir ipin ucuna bağladığımız taşı, hızlı bir şekilde havada çevirdiğimiz zaman gördüğümüz daire, hayalimizde, vehmimizde oluşmaktadır. Aslında böyle bir daire yoktur. İşte dünya da hakikatte bulunmayıp yok olacak bir görüntüdür. Dünya hayatı, hayaldir. Hakikat ise ahiret hayatıdır. Dünya hayatı, hakikat olan ahiret hayatının aynadaki görüntüsü gibidir. Nasıl aynadaki görüntü bir müddet durur ve karşısındaki hakikat çekilince görüntü kaybolursa, taş çevrilmeyince daire görüntüsü kaybolursa, dünya da, bir gün kaybolacak görüntüdür. Bu sebeple, bir vehmin, bir hayalin arkasından koşan da, hayalperesttir. Bunun için, hayalin ideali olmaz ve insanın ideali de, "hayalhane" olan bu dünya olmamalıdır. Dünyâ, zıll-i zâildir yani kaybolan bir gölge gibidir. Böyle bir dünyaya güvenen, sonunda pişman olur. Bunun için dünyâdan çıkmadan yani ölmeden önce, kalbden dünyâ sevgisini çıkarmaya bakmalıdır. Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmayan, Cennet nimetlerine kavuşur. Her iki âlemde de, azîz ve muhterem olur. Dünyâ harâbdır, şerbetleri serâbdır, nimetleri zehirli, safâları ise, kederlidir. Dünya, bedenleri yıpratır, emelleri artırır. Kendini kovalayandan kaçar ve kendinden kaçanı ise, kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Dünyanın nimetleri geçici, hâlleri ise, değişicidir. Bunun için, dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Peygamber efendimiz; (Mes'ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terketmiştir) buyurmuştur. Kendini bilen kişinin bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyâya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez ve ondan sakınır. Ondan sakınan ise, nefsini tanır. Nefsini tanıyan da, Rabbini bulur. İleriyi gören kimse... Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara nimet, ibâdet edenlere kazanç ve ibret alanlara ise hikmet yeridir. Dünya, ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete nisbetle çöplük gibidir. Peygamber efendimiz; (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamîr etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurmuştur. Bunun için aklı olan, ileriyi görüp düşünen bir kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temîn eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Yıkıcı değil, yapıcı olur. Böylece kendisi de, hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavuşur. Hem de, âhiretin sonsuz azâblarından kurtulur. Ve Peygamber efendimizin buyurduğu gibi; (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!)
.
Kederden gaflet hâsıl olur!..
15 Ağustos 2005 01:00
Keder, kelime olarak; bulanıklık, tasa, kaygı, gam, gönül üzüntüsü gibi anlamlara gelmektedir. Gaflet ise, Allahü teâlâyı unutmak demektir. İnsan bu dünyada yaşadığı müddetçe, üzüntüden, kederden kısacası sıkıntılardan kurtulamaz. Çünkü burası böyle yaratılmıştır. Bunu iyi anlayan, dünyanın kederlerinden, elemlerinden üzülmez, bunlar için gam çekmez. Eğer bir kimse, dünyanın bu halini ve yaratılış maksadını iyi kavrayamamış ise, o zaman, dertler, kederler o kimsenin kalbini perişan eder. Kederleri arttıkça, ibadetlerini yapamaz, Allahü teâlâyı hatılayamaz, gaflete dalar. İnsan bu dünyaya imtihan için gönderildi. Burada acı da, tatlı da, üzüntü de, neşe de olacak, iyi de, kötü de bulunacaktır. Önemli olan bunları, sabır ve şükürle karşılayabilmektir. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri; "Kim Allahü teâlâyı bilirse, gam ve keder içinde olmaz" buyurmuştur. Her türlü sıkıntı, sabredildiği takdirde nimet şeklinde kişiye geri dönecektir. Bunun böyle olduğunu bilen ve inanan bir kimse, keder girdabına düşüp kendini helak etmez. Nitekim Allahü teâlâyı sevenler, birçok acılara katlanmışlar ve o acıları duymamışlardır. Sırri-yi Sekati hazretleri; "Allahü teâlâyı seven, Ondan gelen belaların acısını hiç duymaz. Bir değil, yetmiş kılıç darbesi alsa yine duymaz" buyurmuştur. Her nimet, külfet karşılığıdır Güle kavuşmak isteyen, dikenine katlanmak mecburiyetindedir. Zira her nimet, külfet karşılığıdır. Peygamber efendimiz; (Sevmediklerinize sabretmedikçe, sevdiklerinize kavuşamazsınız) buyurmuştur. Hakiki bir mü'min, nimet geldiği zaman şükreder, bela, musibet geldiği zaman da sabreder. Başına gelen sıkıntıların, kendisi için daha hayırlı olabileceğini düşünür ve böylece kendisini kederden, gaflete düşmekten korumuş olur. Vaktiyle çölde yaşayan bir adamcağızın bir horozu, bir köpeği ve bir de merkebi varmış. Horoz, sabahları öter, onları namaza uyandırırmış. Bir gece tilki gelip horozu alıp götürmüş. Çoluk çocuğu bu hale çok üzülmüş ise de adamcağız; "Hakkımızda belki bu hayırlıdır" diyerek onları teselli etmiş. Başka bir gece de kurt gelip, yüklerini taşıyan merkebi parçalamış. Adamcağız, üzülen çoluk çocuğunu, "Belki hakkımızda hayırlısı budur" diyerek teselli etmiş. Bir müddet sonra da, kendilerine bekçilik eden köpekleri ölmüş. Adamcağız, sabırla karşılayıp yine ailesini teselli etmiş. Aradan hayli bir zaman geçmiş ve bir sabah kalktıklarında, ilerideki bir çadırda yaşayan aileyi görememişler. Meğer gece, esir tüccarları gelip onları alıp götürmüş. O ailenin merkeplerinin anırması, horozlarının ötmesi ve köpeklerinin havlaması kendilerini ele vermiş. Hayvanları olmadığı için, esir tüccarları bunların varlığından haberdar olamamışlar. Hayvanlarının elden çıkması, adamcağızın hakkında hayırlı olmuştur. İsa aleyhisselam, cüzzamdan etleri dökülmüş, gözleri kör olmuş, her tarafı perişan yatalak bir hastanın; "Çoklarını müptela ettiği dertten beni koruyan Allahü teâlâya hamd olsun" dediğini işitir ve hayret eder. Yanına gider ve; (Sana gelmedik bela mı var da böyle dua ediyorsun?) buyurur. Hasta olan o şahıs; "Ey Allah'ın Resulü, benim imanım var, ben marifet sahibiyim" diye karşılık verince, İsa aleyhisselâm; (Doğru söyledin) buyurarak elini hastanın vücuduna sürer. Hastanın gözleri açılır, vücudunu kaplayan hastalık da hemen geçer. Eskisinden daha güzel biri olur. Ebû Osman hazretlerine; "İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?" diye sorulunca, cevaben; "Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz" buyurmuştur. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz Gelen bela ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nimettir. Sabredemeyen felakete düçar olur. Bir hastalık, bir bela gelince bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çaresi, Allahü teâlânın takdirine razı olmaktır. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz. Bir kimse başına gelen felaketlere sabretmezse devamlı huzursuz olur, doğru dürüst ibadet edemez, gaflete düşer. Sabreden ise, sıkıntılardan kurtulur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ buyurdu ki: "Bedenine, evladına veya malına bir musibet gelen, sabr-ı cemille karşılarsa, kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim.) Netice olarak, İmam-ı Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibi: "İnsanın karşılaştığı her şey Allahü teâlânın dilemesi ile var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur."
.
İlim mi, amel mi?
21 Ağustos 2005 01:00
Bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesine veya bir şeyi hakkıyla bilmeye, anlamaya ilim; ilim sahibine de âlim denir. Yapılan işe, ibâdete ise, amel denir. Dünyada rahata, ahirette de ebedi saadete kavuşmak için ilim şarttır. Zira Zümer sûresinin 9. âyetinde meâlen; (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurulmaktadır. Hadîs-i şerîfte de; (Beşikten mezâra kadar ilim öğreniniz, çalışınız!) buyurulmuştur. Yeme-içmeden giyinmeye, kullanılan eşyalara, insanlarla olan münasebetlere ve yapılacak ibadetlere kadar her şeyde ilim şarttır. Müslüman olmak ve Müslüman kalabilmek de, ilme bağlıdır. Zira Resûlullah efendimiz; (Nerede ilim varsa, orada Müslümânlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyurmuşlardır. Dinimizde kadının da, dînini, îmânını, farzları, ibâdetleri, harâmları öğrenmesi farzdır. Bu bilgileri, babası, evli ise kocası öğretmesi lâzımdır. Öğretmezlerse, büyük günâha girerler. Eğer bunlar öğretmemiş ise, kadının gidip kendi imkanlarıyla öğrenmesi lâzım olur. Önce lâzım olan şey... Ölmemek için, yemek ve içmek lâzım olduğu gibi, din düşmanlarına aldanmamak, dinden çıkmamak için de, İslâmiyyetin emir ve yasaklarını öğrenmek lâzımdır. Ecdâdımız, her zamân bir araya gelir, ilmihâl kitaplarını okur, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, bu şekilde Müslümân olarak kalabilmişler ve İslâmiyyeti, bizlere doğru olarak ulaştırabilmişlerdir. Bizim de Müslümân olarak kalabilmemiz, çocuklarımızı din düşmanlarına kaptırmamamız için, tek çâre, Ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı imân, itikâd ve ilmihâl kitaplarını okumak, öğrenmek ve öğretmek olmalıdır. Her Müslümana önce lâzım olan şey, îmânı, farzları, harâmları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, Müslümânlık olamaz. Îmân elde tutulamaz. Hak borçları ve kul borçları ödenilemez. Niyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikçe, hiçbir farz kabûl olmaz. Hadîs-i şerîfte; (Bir sâat ilim öğrenmek veyâ öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekten dahâ sevâbdır) buyuruldu. İlim elde etmek, bu kadar kıymetli olduğu, ilimsiz hiçbir şeyin olmayacağı apaçık meydanda iken, acaba sadece ilim sahibi olmak, insanı sonsuz felaketten, âhirette yüzünün kara olmasından insanı kurtarabilir mi? Bu konuda İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana bir misâl ile anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz... İlm öğrenmekten maksadın eğer dünyâ menfaatlerini toplamak, şöhret, mevki sâhibi olmak ve Müslümânlara büyüklük göstermek idi ise, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürüklemişsin! Yok eğer maksadın İslâmiyyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmak idi ise, sana müjdeler olsun! Kendine ne güzel ve ebedî bir istikbâl hâzırlamışsın." İbn-i Semmâk hazretlerine amelsiz ilimden sual edilince; "Amelsiz ilim peşinde koşanın misâli şeytandır" cevabını vermiştir. Çünkü iblis, çok şey biliyordu ama bildikleri ile amel etmediği ve kibre kapıldığı için, sonsuz felakete düştü. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri, sık sık; "Amelsiz Cennet'i istemek ve emir olunduğunu yapmadan rahmet ummak, câhillik ve ahmaklıktır" buyururdu. Amel etmeden Cennete gitmeyi ummak, cahillik ve ahmaklık olduğu gibi, sebeplere yapışmadan dua etmek de makbul değildir. Mü'min, kendine lazım olan bilgileri öğrenir, bunlara uygun olarak amel eder, şartlarına riayet ederek duasını da yapar ve neticesinden de razı olur. Faydalı ilim nedir? Tâbiînin büyüklerinden olan Ebû Abdurrahmân Sülemî hazretleri; "Bizim Kur'ân-ı kerîm öğrendiğimiz sahâbîler, okudukları on âyeti öğrenip bu âyet-i kerîmelerde buyurulan hususlarla amel etmeden başka âyet okumazlardı. Bizden sonra gelenler, Kur'ân-ı kerîm okuyacaklar, onu su gibi içecekler fakat Kur'ân-ı kerîm boğazlarından aşağıya inmeyecek" buyurmuştur. Hakîkî ilim, insana aczini, kusûrunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Hâlıkına, yaratanına karşı korkusunu ve mahlûklara karşı tevâzuunu artırır. Kul haklarına ehemmiyyet verir. Böyle ilmi öğretmek ve öğrenmek farzdır. Buna İlm-i nâfi yani faydalı ilim denir. Böyle olan ilim, ihlâs ile ibâdet etmeye sebep olur. Netice olarak, amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Kurtulmak için; İlim, Amel ve İhlâs şarttır...
.
Kimsenin yaptığı yanına kalmaz!
22 Ağustos 2005 01:00
Hiç kimsenin yaptığı yanına kalmaz, zulüm pâyidâr olamaz çünkü; eden bulur... İyilik eden iyilik, kötülük eden de kötülük bulur. Zira Câsiye sûresinin 15. âyetinde meâlen; (Sâlih, iyi amel eden kendine, kötülük eden de kendine etmiş olur) buyurulmuştur. Ayrıca Zilzal sûresinin 7. ve 8. âyetlerinde de meâlen; (Zerre kadar iyilik eden onun mükâfâtını görecek; zerre miktârı kötülük işleyen de, onun cezâsını görecektir) buyrulmaktadır. Allahü teâlâ, zâlime imhâl eder yani mühlet verir fakat ihmâl etmez. Zâlim kendini güçlü hissettiği an yıkılır. Peygamber efendimiz: (Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ben âlemlerin Rabbiyim. İzzet ve celâlim hakkı için zâlimlerden intikam alırım. Bir kimse bir zâlimin elinde bir mazlûmun zulme uğradığını görse, buna mâni olmaya gücü yetip de, o mazlûma yardım etmezse, ondan intikam alırım) buyurmuştur. İmâm-ı Takî hazretleri buyurdu ki: "Zulüm yapan, zâlime yardım eden ve bu zulme râzı olan, bu zulme ortaktır. Zâlimin adâletle geçen günü, kendisine, mazlumun zulüm gördüğü günden daha ağır gelir." Mazlumun, zâlim için yaptığı beddua da reddedilmez, mutlaka hedefini bulur. Çünkü hadis-i şerifte; (Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlûmun, zâlime olan bedduâları, red olunmaz) buyurulmuştur. Balıkçının bedduası... Amr bin Dînâr hazretleri şöyle anlatır: "Önceki ümmetlerden birisi, bir deniz sâhiline gider ve orada yüksek sesle: "Beni gören kimse bir başkasına aslâ zulmetmeyecek!" diye bağıran bir kimse görür. Yanına yaklaşır ve; "Ey Allah'ın kulu! Senin bu sözün nedir, ne demek istiyorsun?" diye sorar. Yüksek sesle bağıran kimse başından geçenleri şöyle anlatır: "Ben bir zamanlar, o zamanın emniyet mensuplarından birisi idim. Bir gün bu deniz sâhiline geldim ve ağı ile balık tutan birini gördüm. Tuttuğu balığı bana hediye etmesini söyledim, râzı olmadı. Satmasını istedim yine kabûl etmedi. Benim de canım sıkıldı, kızdım ve kırbacımla başına vurmaya başladım ve balığı zorla aldım. Balık canlı idi. Elimde sallayarak eve gitmek için yola koyuldum. Eve yaklaştığım bir sırada balık parmağımı kaptı. Parmağımı kurtarmak için yere atmak istedim, fakat bırakmadı. Hemen acele eve girip içeridekilerden yardım istedim. Onlar da uzunca bir zaman uğraştılar. Netîcede zorlukla parmağımı kurtardık. Lakin parmak şişti. Balığın dişlerinin izleri göz göz açıldı. Bunun üzerine iyi bir tabibe gittim. Parmağımı görünce; "Bu kangren olmuş, eğer kesilmezse, helâk olursun" dedi ve parmağımı kesti. Bu defâ hastalık elime sıçradı. Tekrar gittiğimde; "Eğer elini kesmezsek helâk olursun" diyerek rızâm üzerine elimi de kesti. Bu defâ hastalık koluma geçmişti. Yine tabîbe koştum. Hastalığın kola yayılmış olduğunu söyleyip kolumu da kesti. Hastalık bu defâ pazuma çıkmıştı. Korku ve şaşkınlıkla evimden çıktım. Deli gibi koşuyor ve hayvanlar gibi bağırıyordum. Oralarda büyük bir ağacın gölgesine sığındım. Dalları arasında uyudum kaldım. Rüyâmda birisinin benim yanıma geldiğini gördüm. Bana; "Senin uzuvların kaç kere kesildi ve parça parça atıldı. Hakkını sâhibine götür ver. O zaman kurtulursun" dedi. Uyandığımda aklım başıma geldi. Hak sâhibini hatırladım. Bu bana Allahü teâlâdan gelen bir cezâ idi. Hemen deniz kenarına gittim. Balık avcısını buldum. Ağını denize atmıştı. Onu çekinceye kadar bekledim. Çok balıklar çıkardı. O zaman balıkçıya seslenip; "Efendim ben senin kölenim!" dedim. Bana dönüp; "Sen kimsin?" dedi. Ben de; "Efendim falan zaman sizi dövüp zorla balığınızı gasbeden kimseyim" dedim. Sonra ona kolumu gösterdim. Onu görünce böyle belâdan Allahü teâlâya sığındı. "Sen şimdi serbestsin gidebilirsin" dedi. Ayrılmak istedim. Bana; "Dur" dedi. Sonra; "Bir balık için sana bedduâda bulunmuştum. Kolunu geri veremem amma..." diyerek beni elimden tutarak evine götürdü. Oğlunu çağırıp bahçedeki bir yeri gösterip, orasını kazmasını söyledi. Oğlu orasını kazınca içinde otuz bin dirhem olan bir kese çıktı. On bin dirhemini bana verip; "Bunlarla ihtiyâcını gider" dedi. Sonra yine bir on bin dirhem daha verip; "Bunları da komşularına ve akrabâna dağıt!" dedi. Zâlimin zulmü varsa... Ben ayrılmak istediğimde ona; "Allah için bana söyle nasıl bedduâ ettin?" dedim. O da bana şöyle dedi: "Sen bana vurup balığı aldığında, çok gücüme gitmişti ve acizliğimden ağlamıştım. Sonra da yâ Rabbî! Onu da beni de sen yarattın. Onu kuvvetli, beni zayıf kıldın. Sonra onu bana musallat eyledin. Onun zulmünü benden geri çevirmedin. Beni de onun zulmüne mâni olmaya kuvvetli kılmadın. Kudretin hakkı için onu âleme ibret olacak hâle koy! dedim." Netice olarak; "Zâlimin zulmü varsa, mazlûmun da Allahı var!" sözünü unutmamalıdır. Herkes ne ekerse onu biçer ve ettiğini bulur.
.
Gülme komşuna, gelir başına!"
28 Ağustos 2005 01:00
Başkasına gelen belâya, sıkıntıya, derde, zarara sevinmeye, Şemâtet denir ki, kötü huylardandır. Hadîs-i şerîfte; (Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz! Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ belâyı ondan alır size verir) buyurulmuştur. Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek, caiz ise de, bunun başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek, caiz değildir. Hele belâların gelmesine, yaptığı duaların sebeb olduğunu düşünerek sevinmek, dahâ kötüdür. Bu hâl, insanın ucb denen kendini beğenme kötü huyuna yakalanmasına sebep olur. Bir zâlime gelen belâ, o zâlimin başkalarına zulmetmesine mâni oluyorsa, zâlime gelen bu belâya sevinmek, caizdir ve günâh olmaz. Hatta din gayreti olur. Bütün bunlara rağmen, zâlime de belâ gelmesine sevinmek, yine iyi değildir. Fakat, başkalarına zulmetmesine mâni olduğu için ve diğer zâlimlerin de ibret almaları için, câiz olmaktadır. "Bu nasıl Müslümanlık" Sırrı Sekati hazretleri bir gün sohbeti anında talebelerine; "Otuz yıl önce dediğim bir elhamdülillah yüzünden, 30 yıldır tövbe istiğfar ediyorum" deyince, talebeleri hayret edip; "Efendim bu nasıl olur?" diye sorarlar. Bunun üzerine başından geçen hâdiseyi şöyle anlatır: "Bir zamanlar dükkanların bulunduğu çarşıda yangın çıkmış, bütün dükkanlar; terlikçiler, örücüler, elbiseciler nerdeyse tamamen yanmıştı. Bunu bana gelip haber verdiklerinde, senin dükkana bir şey olmamış dediler. Ben de gayri ihtiyari "Elhamdülillah" dedim. Sonra kendi kendime, "Din kardeşlerimin malı mülkü yansın, seninki kurtuldu diye sen hamdet, bu nasıl Müslümanlık" diyerek çok üzüldüm, ağlayıp çok tövbe ettim. Dükkanları yanan din kardeşlerime benzemek için, dükkanımdaki bütün malları fakir fukaraya dağıttım. 30 yıldır da tövbe ediyorum, hâlâ vicdan azabından kurtulamadım. Ben ölünce beni ıssız bir yere gömün, korkarım ki toprak beni kabul etmez, dostlarım arasında utanırım!.." Cüzzamlı bir köpek!.. Ahmed Rıfâî hazretleri hayvanlara karşı çok merhametli idi. Bir köpek cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymuyordu. Köpek, bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kapısına geldi. Dermansız, yara bere içindeydi. Köpeğin bu hâlini gören Ahmed Rıfâî hazretleri, köpeği alıp, şehirden dışarı bir yerde ona bir gölgelik yaptı. Köpeği orada tedâviye başladı. Temizledi, yarasına merhem sürüp karnını doyurdu. Kırk gün bu şekilde tedâvî gören köpek sıhhate kavuştu. Cüzzamdan eser kalmadı. Sonra köpeği güzelce yıkayıp şehre getirdi. Kendisine; -Efendim! Bu köpeğe çok ilgi gösterdiniz, hikmeti nedir? diye soranlara hitaben buyurdu ki: -Kıyâmet günü Rabbimin bana, bu köpeğe niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de düşürebileceğimi niçin düşünmedin? diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz!.. İbrâhim Gülşenî hazretleri döneminde bir Şehzâde, düşman olduğu birisinin zarar görmesini ister. Bu niyetle İbrâhim Gülşenî hazretlerine gelip, düşman olduğu kimsenin zarar görmesi için yazı yazmasını ister. İbrâhim Gülşenî hazretleri de cevaben; "İşi Hak teâlâya havâle etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir Müslümana zarar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek câiz değildir" buyurur. "Onu affet ya Rabbî!" Endülüs'te yetişen hanım evliyâdan Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, her an Allahü teâlâyı düşünür ve; "Senden başka her şey boştur" derdi. Onun bu hâlini anlayamayanlar, kendisine deli, ahmak derlerdi. Bir Ramazân-ı şerîf bayramı akşamı, Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, bulunduğu beldedeki câminin önünden geçiyordu. Câminin müezzini, elindeki sopayla bu hanıma vurur ve hakaret eder. Fakat o, hiçbir şey söylemeden ayrılıp gider. Ama gönlü incinmiştir. Kırık gönülle evinde ibâdet ve tâatine devâm eder. Kendisine sopa ile vuran müezzin, sabah ezanını okumaya başlayınca, Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başlar. Çünkü Allahü teâlânın bir velî kulunu inciten kimseyi, mutlaka cezâlandıracağını bilmektedir. Müezzinin başına bir belâ gelmemesi için şöyle duâ eder: "Ya Rabbî! Şu gecenin son vaktinde, herkes uyurken kalkıp senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, senin ve habîbinin ismini zikreden, senin dâvetini, emrini, senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptıkları için cezâlandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona cezâ verme! Âmin!" Netice olarak, atalarımız; "Gülme komşuna, gelir başına" demişlerdir. Onun için başkasına gelen belâya sevinmek değil, ona dua edip, kurtulmasına yardımcı olmak lazımdır...
.
Gaflete dalan, belâya düşer
29 Ağustos 2005 01:00
Gaflet; nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını kısacası Allahü teâlâyı unutmak demektir. Peygamber efendimiz; (Ey insanlar! Ölmeden önce gafleti bırakın, Allahü teâlâya dönün. Tövbe istiğfâr ederek Allah'a kulluk edin. Sizi oyalayıcı işleriniz çoğalmadan yararlı işler yapmaya gayret edin. Allahü teâlâyı çok çok anın. Rabbinizin rızâsını kazanmaya çalışın. Böyle yaparsanız, rızkınız bol olur. Kazancınız çoğalır. Yardım görürsünüz ve eksikleriniz tamamlanır) buyurmuşlardır. Bütün din büyükleri, İslâm âlimleri, gaflete dalmaktan yani Allahü teâlâyı, Onun emir ve yasaklarını unutmaktan daha büyük bir bela, dert, sıkıntı yoktur buyurmuşlar ve her asırda gelen insanlara bunları dilleri ile anlatmışlar ve kitaplar yazarak onları, sonsuz felakete sürükleyene gaflet zehirinden kurtarmaya, uyandırmaya çalışmışlardır. Bunun için Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "İnsana zarârı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı zarârı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütûf ve keremin ile bu duâmı kabûl eyle" buyurumuştur. İnsanı helâke yaklaştırır Hazret-i Ali de; "Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır" buyurmaktadır. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri ise, bir talebesine yazdığı mektupta şöyle buyurmaktadır: "Yazıklar olsun, ömür geçti. Bir hayırlı iş yapmadım. Dünyânın vefâsız, yalancı olduğu, şimdi anlaşıldı. Hayâtı, hayâl oldu. Fitneleri, dertleri bitmedi. Ahbâb, arkadaşlar, öldüler, gittiler. Bu hâlleri görüp de, gafletten uyanmıyor, ibret almıyoruz. Pişmân olmuyoruz. Tövbe etmiyoruz. Gaflet devâm ediyor, günâhlarımız artıyor. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 127. âyetinde meâlen; (Görmüyorlar mı ki, her sene, bir iki kerre, dertlere, belâlara yakalanıyorlar. Yine tövbe etmiyor, pişmân olmuyorlar) buyurdu. Bu nasıl îmândır? Nasıl Müslümânlıktır? Ne kitâbdan, ne sünnetten nasîhat alınıyor! Ne de, başa gelen dertlerden, hâdiselerden ibret alınıyor. Uzun seneler, berâber yaşadıkları, birlikte gezip dolaştıkları, yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları ahbâblarını, arkadaşlarını düşünsünler. Sevdiklerinin, birlikte eğlendiklerinin, yardımcılarının ne olduklarını görmüyorlar mı? Hiçbirinden bir şey kaldı mı? Onlardan haber verenler var mı? Ömürlerinin harmanını rüzgâr götürdü. Biz garîbler, birkaç günlük ömrümüzü gaflet ile geçirmemeye gayret edelim. Tavşan uykusu ile yaşamayalım! Kalblerimizi geçici, yaldızlı, sahte lezzetlere kaptırmayalım! Bu zehirli tatlılıklara aldanmayalım! Allahü teâlânın emrettiği ibâdetleri, râzı olduğu iyi işleri yapalım! Nefs ve şeytânın ve kötü kimselerin yalanlarına, fitnelerine inanmayalım! Kabir ve kıyâmet azâblarını düşünerek, kendimizi şimdiden koruyalım! Bu kısa hayât ve aslı olmayan görünüşü bırakıp, ölmeden ölmekle şereflenelim!" Şems-i Tebrîzî hazretleri, sevenlerine hitaben buyurdu ki: "Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi taleb edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Herkesin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, diğerini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi îcâb eden şey nefsidir. Çünkü nefs imân etmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey ise, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez." Hudûdu aşmamalıdır!.. Cehennem'den kurtulmak isteyen, helâl ve haramları iyi öğrenmeli, haramdan, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. İslâmiyet'in hudûdunu aşmamalıdır. Gaflete düşmemeli, ölümü unutmamalıdır. İnsan öldüğü zaman, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm, uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanmalıdır. Zira Hâris el-Muhâsibî hazretleri: "Günahlar gaflete, Allahü teâlâyı unutmaya, gaflet ise, kalbin katılaşmasına sebeb olur. Kalbin katılaşması, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlâdan uzaklaşmak ise, Cehennem'e götürür" buyurmuştur.
.
Kimseye karışmamalı mı?
4 Eylül 2005 01:00
Kimseye karışmamak, iki şekilde anlatılmaktadır. Birincisi, insanın kendi vazifelerini yerine getirmesi, başkalarının haklarına riayet etmesi, onların işlerine, hallerine karışmaması, dedi-kodularını yapmaması şeklindedir. İkincisi ise, imanı, itikadı, ameli bozuk olup felaket yoluna sapanlara karışmamak şeklindedir. Birinci şekli dinimiz tavsiye ve emrediyor. Fakat ikinci şeklin ise, doğru olmadığını bildiriyor. Çünkü dinimizde, "Ben kurtuldum, başkası ne olursa olsun ve kimsenin işine karışmam, yanarsa yansın" diye bir hüküm, bir emir hatta bir tavsiye yoktur. Hatta dinimiz, her Müslümanın; "Hiç kimse yanmasın, helak olmasın" düşüncesinde olmasını tavsiye ve emrediyor. Zira İmrân sûresinin 110. âyetinde meâlen; (Siz, insanlar için hayırlı ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder. Fenâ şeyleri menedersiniz) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Ortalık karışır, yalanlar yazılır. Âdetler, ibâdetlere karıştırılır ve eshâbıma dil uzatılırsa, doğruyu bilenler, herkese bildirsin! Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların laneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde, bildirmeyenlere olsun! Allahü teâlâ, böyle âlimlerin ne farzlarını, ne de başka ibâdetlerini kabûl etmez) buyurmaktadır. ? "Ey îmân eden kullarım!" Bazı kimseler; Mâide sûresinin 108. âyet-i kerîmesini ki meâlen; (Ey îmân eden kullarım! Kendinize dikkat ediniz! Doğru yolu bulursanız, başkasının sapıtması size zarar vermez) buyurulduğunu ileri sürerek, burada, kimseye karışmamalı deniyor diyorlar. Halbuki İslâm âlimleri, müfessirler bu âyet-i kerimeyi açıklarken; "Buradaki doğru yolu bulmak için, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri de yapmak lâzımdır. Yani âyet-i kerîmede meâlen; (Ey mümin kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez) buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerîmenin, ne zamân ve ne için geldiği ve bundan sonra emr-i ma'rûf ve nehy-i münker hakkında, nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler emir buyurulduğu, kitâblarda yazılıdır" buyurmaktadırlar. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; "Bir kimse, bir günâh işleyeni görüp de menedince, kendine zarar gelmek ihtimâli bulunduğu zamân, acabâ menetmesi câiz olur mu? Bize kalırsa olur. Hattâ çok kıymetli olur. Allahü teâlâ için kâfirlerle cihâd etmek gibi sevâb verilir. Hele zâlimlerin elinden mazlûmu kurtarmak ve memleketi kâfirlik kapladığı bir zamânda îmânı izhâr için olunca, böyle zamânlarda, nehy-i münker yapılmasını ulemâ da söylüyor" buyurmaktadır. Peygamber efendimiz başta olmak üzere bütün Peygamberler, Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Selef-i sâlihînin hepsi, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmış ve bu uğurda çok uğraşmışlar, sıkıntılara, eziyetlere, cefâlara katlanmışlardır. Kimseye karışmamak, dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günâhı inkâr etmesi, îmânın alâmeti buyurulmazdı. Emr-i ma'rûf yapmamak iyi olsaydı, günâh işleyen bir kavim helâk olurken, bunlara emr-i ma'rûf yapmayan âbid de, birlikte helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, 'filân şehri yerin dibine geçir' diye emretti. Cebrâîl, 'yâ Rabbî! Bu şehirdeki filânca kulun sana bir ân isyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor' deyince, onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerecik yüzünü değiştirmedi) buyuruldu. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, faydalarını açıklamak, din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezâdan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamaya, dikkat etmelidir. Dikkat ile çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu nimet bilmelidir. Peygamberler, Allahü teâlânın emirlerini bildirirlerken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmamıştı. Emr-i ma'rûf yapmak... Emr-i ma'rûf yani Allahü teâlânın emirlerini insanlara bildirmek, iki sûrette yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebep olunabilir. İkinci yol, hâl ile, İslâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanûnlara uymak, kul haklarını ödemek, en tesîrli, en faydalı nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki: "lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır" demişlerdir. Yani hal ile, yaşayarak göstermek, öğretmek, söz ile anlatmaktan üstündür. Görülüyor ki, İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak ve doğru yazılmış kitapları insanlara vermek, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmanın yani İslâmiyyeti anlatmanın en güzel yoludur.
.
İbâdet, emredileni yapmaktır
5 Eylül 2005 01:00
İbâdet; Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, kulluk vazîfelerini bildirildiği şekilde yerine getirmek demektir. Sevap hâsıl olması ve Allah rızâsı için niyet etmek lâzım olan tâate ise, ibâdet etmek denir. İnsanın yaratılması, sahibini, yaratanını tanıması içindir. Tanıması da, sahibine, yaratanına imân etmesi, inanması ve emirlerini yerine getirmesi ile mümkündür. Zira Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerimesinde meâlen: (Cinleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım) buyurmuştur. İnsan, Allahü teâlâya imân edip, ibâdet ederse, onun dünyâdaki işlerini kolaylaştırır, kabirde ona acır, âhirette ise, onun günâhlarını affeder. Şükretmek, insanlık îcâbıdır İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri, alâkaları yoktur. Allahü teâlâyı nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Ona hürmet ve şükür şekilleri, yine Onun tarafından bildirilmedikçe, Ona lâyık olacağına güvenilemez ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünkü, insanların hamdetmeleri, Ona belki hakâret olur. İşte, Allahü teâlâ tarafından bildirilen, tazîm, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Allahü teâlâ lutfederek, kerem ederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri mubâh etmiş, izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için, mubâhlarla doymayıp, bitmez tükenmez mubâhları bırakarak, İslâmiyetin hudûdundan dışarı taşanlar, şüpheli ve harâmlara uzananlar, ne kadar bedbaht ve zavallıdır. İslâmiyetin hudûdunu gözetmek, buradan dışarı taşmamak lâzımdır. Âdet üzere, alışkanlık ile namâz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat, İslâmiyetin hudûdunu gözeten, harâm ve şüphelilere düşmemeye dikkat eden pek azdır. Doğru ve hâlis ibâdet edenleri, âdet üzere, bozuk ibâdet edenlerden ayıran fark, Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. Çünkü, namâz ve orucun hâlisi de, bozuğu da görünüşte berâberdir..." Bazı kimseler, Allahü teâlânın emrettiği ibâdetlerin vakitlerini, miktarlarını ve şekillerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, dahâ iyi olurdu diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, faydalarından ve kıymetlerinden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî faydalara âlet sanarak, sanki düzeltmeye yelteniyorlar. Bir şeyi bilmemek, insanlar için kusur ise de, anlamadığına karışmak, pek gülünç ve acınacak bir hâl olmaktadır. Böyle câhilleri, akıllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan Müslümânlar ise, bunlardan dahâ zevallı bir durumdadırlar. Farzları öğrenmek de farzdır! Îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek, bilmek, farzdır. Otuziki farz meşhûrdur. Bunlardan dördü esâs olup, namâz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmektir. Îmân ile berâber bu dört farz, İslâmın şartıdır. Îmân edip de ibâdet edene, yani bu dört farzı yapana Müslümân denir. Dördünü birden yapıp da, harâmlardan kaçınan, tam Müslümândır. Bunlardan biri bozuk olur veyâ hiç olmazsa, Müslümânlık bozuk olur. Dördünü de yapmayan, mümin olsa da Müslümânlığı tam değildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da, âhırete îmânla gitmek güç olur. Îmân, muma benzer, İslâmiyetin hükümleri ise, mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, İslâmiyettir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız, İslâm olamaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; "İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır" buyurmuştur. Netice olarak ibâdet, Allahü teâlânın emrettiğini yapmaktır. Ne ve nasıl emredilmiş ise, onu yerine getirmektir. Emir ve yasaklarda, ilave, çıkarma ve yorum olmaz. İnsanların kendi yorumları, düşünceleri, ibâdet olmaz. Buna, insanın kendine, kendi yaptığına tapınması denir.
.
Bir şeyin bütünü ele geçmezse...
11 Eylül 2005 01:00
İnsan, elinde bulunan imkanların yani sıhhatin, servetin, makamın kıymetini iyi bilmeli ve bunları, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak kullanmalıdır. Elindekini az görüp, daha çoğunu isteme felâketine düşmemelidir. "Aza kanaat etmeyen çoğu hiç bulamaz" atasözünü unutmamalıdır. Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki: (Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi terk et, rahat ol! Dünyâyı terk et, dînin halis olsun.) Ahmed-i Bîcan hazretleri; "Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur" buyurmaktadır. Şumeyt bin Aclân hazretleri de, bir talebesine hitaben buyuruyor ki; "Her gün ömrünün bir kısmı gitmekte, sen ise buna üzülmüyorsun. Her gün sana yetecek kadar rızık verilmekte, fakat, sen, sana verilen şeyleri kâfi görmüyorsun ve seni azgınlaştıracak, Allahü teâlâdan uzaklaştıracak şeyi istiyorsun. Aza kanâat etmiyor, çokla doymuyorsun. Kendine ihsân edilen ve içinde bulunduğun nîmetlere şükretmekten âciz iken, daha fazlasını istemek, nasıl uygun olur? İsteğinin fazlalığı seni aldattı. Arzu ve istekleri dünyâ için olan bir kimse, âhiret için nasıl çalışabilir. Hayret edilir, ne kadar çok şaşılır şu kimseye ki, âhirete inanıyor ve dünyâ için çalışıp ona koşuyor." "Hepsini elden kaçırmamalıdır" İnsanın elinde bulunan imkanları sınırlı olsa bile, bunlarla yapabileceği şeyleri yapması gerekmektedir. İleride daha geniş imkanlarla, bilgilerle daha iyisini ve daha çoğunu yaparım demek, insanın kendisini aldatmaktan ve sonunda pişman olmaktan başka bir şeye yaramaz. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir talebesine hitaben yazdığı mektupta buyuruyor ki; "İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. İslâm âlimleri; "Hepsini yapamayan, elden geleni yapmalı, hepsini elden kaçırmamalıdır" buyurulmuştur. Günâhlarına tövbe etmek, herkese farz-ı ayındır. Hiç kimse tövbeden kurtulamaz. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed aleyhiselâm buyuruyor ki; (Kalbimde envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istigfâr ediyorum.) Günâhta kul hakkı varsa, buna tövbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla helâllaşmak, ona iyilik ve duâ etmek de lâzımdır. Resûlullah efendimiz buyurdu ki; (Günâh işleyen biri, pişmân olur, abdest alıp namâz kılar ve günâhı için istigfâr ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette affeder. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresi 109. âyetinde: Biri günâh işler veyâ kendine zulmeder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve af ve magfiret edici bulur, buyurmaktadır.) Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; (Müsevvifler helâk oldu) buyurmuştur. Yanî, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman hakîm hazretleri oğluna nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ânsızın gelip yakalar" buyurmuştur. Peygamber efendimiz buyurdu ki; (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim harâmlardan sakın, vera sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanaat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâç kalmazsın.) Din Büyükleri buyuruyorlar ki: "Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam vera sâhibi olamaz: Gıybet etmemeli. Müminlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Harama bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsânları, nimetleri düşünmeli. Malını helâl yere harcedip, harâmlara vermemeli. Nefsi, keyfi için, mevki makâm istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namâzı vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı." Tövbe etmek nasîb olursa... Bütün günâhlara tövbe etmek nasîb olur ve vera ile takvâ yanî harâmların ve şübheli olanların hepsinden sakınmak nasib olursa, büyük nimet, yüksek devlet ele geçmiş olur. Bu, ele geçmezse, bazı günâhlara tövbe etmek ve bazı harâmlara vera eylemek de nimettir. Bu bazılarının bereket ve nûrları, belki hepsine sirâyet eder de, bütün günâhlara tövbe etmeye ve tam vera sâhibi olmaya yol açar. Zira; 'Bir şeyin bütünü ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır' buyuruldu." Abdüsselâm bin Meşîş hazretleri de, nasihat isteyen bir talebesine; "Farzları yerine getir, günahları terk et. Kalbini dünyâyı istemekten, nefsin arzu ve isteklerinden koru. Allahü teâlânın sana verdiği ile kanâat et. Allahü teâlânın beğendiği bir şeye kavuşursan şükret" buyurmuştur.
.
Yüzü dünyaya dönük olandan uzaklaş!..
12 Eylül 2005 01:00
İnsanın, dünyada rahata, âhirette de ebedi saadete kavuşabilmesi için, yüzünü, gönlünü âhirete çevirmesi, yüzü, gönlü dünyaya yönelmiş olanlardan da uzaklaşması lazımdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "En iyi kimse, kalbi dünyâya bağlı olmayan ve Allah sevgisi ile çarpandır. Dünyâ muhabbeti, günâhların başıdır. Dünyâyı sevmekten kurtulmak da, ibâdetlerin başıdır. Çünkü Allahü teâlâ, dünyâya düşkün olmayı sevmez. Dünyâ demek, kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, Onu unutturan, kalbe Allah'tan başkalarını getiren şeyler demektir. Allahü teâlâyı unutturan mallar, sebepler, mevkiler, şerefler hep dünyâ olur. İşte bu dünyâ, insanın cân düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç toparlanamaz, kendilerine gelemezler. Âhirette de, pişmân olacaklar, çok acılarla karşılaşacaklar. Dünyâyı terk etmek demek, kalbin onu sevmemesi, ona düşkün olmaması, kıymet vermemesi demektir. Ona düşkün olmamak da, varlığı ile yokluğu müsâvî olmaktır. Dünyâ ile âhiret zıttır! Allahü teâlânın sevmediği bu dünyânın arkasında koşmamalıdır! Gönlünü hep Allahü teâlâya bağlamak sermâyesini elden kaçırmamalıdır! Ne sattığını ve buna karşılık neyi aldığını düşünmelidir! Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak alçaklık ve ahmaklıktır. Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, tersidir. İkisinin sevgisi bir kalbde toplanamaz. Dünyâya düşkün olanlarla arkadaşlık etmek, onlarla görüşmek, öldürücü zehirdir. Bu zehirle öldürülen kimse, sonsuz olarak ölür. Bunların yağlı, tatlı yemekleri, kalbin hastalığını arttırır. Onlarla görüşmekten, arslandan kaçar gibi, hattâ dahâ çok kaçmalıdır. Arslan insanın yalnız cânını alır. Bu da, âhirette faydalı olur. Dünyâya düşkün olanlarla berâber olmak ise, insanı sonsuz felâkete ve zarara sürükler. Onlarla konuşmaktan, onların lokmalarını yemekten ve onları sevmekten ve onları görmekten sakınmalıdır. Hadîs-i şerîfte; (Zengine, zenginliği için alçaklık gösterenin dîninin üçte ikisi gider) buyuruldu. Onlara karşı yapılan bu alçalmalar ve yaltaklanmalar, onların malları ve makâmları için midir, yoksa değil midir? İyi düşünmek lâzımdır. Malları, mevkileri için olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunun sonu da, dîninin üçte ikisinin gitmesidir. Artık Müslümânlık nerede, kurtuluş nerededir? Onların sohbetinden sakın! Onları görmekten sakın!" Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir El-Bâzinî hazretleri buyuruyor ki: "Bir kimse, seni dünyâlık şeylerle anar ve senin yanında onları överse, ondan kaçın! Yine bir kimse, Rabbine karşı senin gaflete dalmana sebep olursa, ondan yüz çevir, derhal ayrıl! Dünyâ sevgisini doğuran her türlü maddî düşünceyi ve buna benzer meşgaleleri kalbinden söküp at. Seni, Allahü teâlâyı hatırlamaktan alıkoyan her ne olursa olsun, bundan yüz çevir! Kafanda ve kalbinde yer eden lüzûmsuz hâtıralarla oyalanıp durmaktan sakın. Böyle düşüncelerden keder meydana gelir. Çok kerre kederden de gaflet hâsıl olur. Böyle olunca, insanda nefsânî arzular harekete geçer. Bu istek kuvvet bulunca, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak arzusu hâsıl olur. Bu arzular galip gelince, kalp zayıflar ve nûru söner. Çok defâ tamâmen telef olur ve akıl ondan sıyrılıp gider. Artık bundan sonra, sanki kalbin üzerine bir perde gerilmiş olur." Abdullah-i Dehlevî hazretleri; "İslâm âlimi, dünyâya düşkün olmaz ve dünyâya düşkün olanlarla birlikte bulunmaz. İslâmiyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalıştıklarının dünyâdaki ve âhiretteki karşılığını yalnız Allah'tan bekler. Her işinde takvâ, sabır, kanâat, tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düşünceleri kalbinden kaçar" buyurmuştur. Bahâeddîn-i Buhârî hazretleri anlatır: "Talebeliğimin ilk günlerinde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü teâlâdan, Resûlullah'tan, Kur'ân-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım." Ecel ansızın yakalayıverir!.. Hasan-ı Basrî hazretleri, Ömer bin Abdülazîz hazretlerine yazdığı mektupta; "Dünyâya düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün, ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın" buyurmuştur. Ahmed Siyâhî hazretleri de, oğluna nasihat ederek buyuruyor ki: "Ey oğul! Dünyâya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik, gam, keder ve üzüntü getirir. Bu tecrübe ile sâbittir."
.
Mahlûkun değil, Hâlık'ın beğendiği..
18 Eylül 2005 01:00
İnsan, Allahü teâlânın yarattığı varlıklardan birisidir. Akıl, irâde ve rûh verilmek suretiyle, diğer mahluklardan üstün kılınmıştır. Ayrıca insana, yükselmesi, alçalması ve dünyada kalabilmesi için, diğer varlıklardan ayrı olarak, nefs de verilmiştir. Kendisine ihsân edilen bu husisiyetlerle insan, diğer varlıklardan üstün kılınmış ise de, bunları emredildiği gibi kullanmazsa, hayvanlardan da aşağı bir varlık haline gelmektedir. Zira A'râf sûresinin 179. âyet-i kerimesinde meâlen; (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan dahâ sapık, daha şaşkındırlar. Asıl gâfiller onlardır) buyurulmaktadır. Kul olabilmek İnsanın yaratılmasındaki maksat, Sahibine, Yaratanına kul olmaktır. Kul olabilmek de, emredilenleri yapmak ve yasak edilenlerden de, sakınmaktır. Bu hâl, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerimesinde meâlen; (İnsanları ve Cinnîleri ancak, beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım) buyrularak bildirilmektedir. İbâdet etmekten maksat ise, Allahü teâlânın emrettiği, Onun Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın, açıklayıp gösterdiği, tebliğ ettiği, Eshâb-ı kirâmın naklettiği ve müctehid âlimlerin kitaplarında yazıp bildirdiklerine uymaktır. Buna uyulursa, Allahü teâlâya kulluk edilmiş ve üstün olarak yaratılan insanlık şerefine kavuşulmuş olur. Aksi olursa, bu şereften mahrum kalınır ve hayvanlardan da aşağıya düşülmüş olur. İmân ve İbâdet demek, emredildiği gibi inanmak ve yapmak demektir. Kendi görüşlerimizi, düşüncelerimizi imân, ibâdet diye yapmak, inanmak, bunları bu şekilde anlatmak ve yazmak, Hâlık'a, Yaratana isyândır, tavır koymaktır ve Onu cahil bilmektir. Bu hâl de insanı, hayvandan da aşağı duruma düşürmektedir. Felaketimiz olur Bizim beğendiğimiz değil, Sahibimizin, Yaratanımızın beğendiği ve râzı olduğunu yapmak önemlidir. Çünkü bizim beğendiklerimiz, sevdiklerimiz ve yaptıklarımız, bizim için zararlı hatta felaket olabilir. Zira Bekara sûresinin 216. âyet-i kerimesinde meâlen; (Beğendiğiniz, sevdiğiniz çok şey vardır ki, sizin için zararlıdır!) buyurulmaktadır. Bunun için, ibâdetlerde yapılacak ufak bir değişiklik, çok faydalı görünse bile, bu değişiklikleri yapmaktan, şiddetle kaçınmalıdır. İslâmiyyeti ve Müslümanları ortadan kaldırmak isteyenler, asırlardır müslümânları hıristiyan yapmaya, câmileri kiliseye çevirmeye uğraşıyorlar. Bu işi sinsice yapabilmek için, müslümân görünüyorlar. Câmilere ilerde masa sokabilmek için, secde yerlerini biraz yükseltmekle işe başlıyorlar. Basılan yere baş konulmaz, hastalık olur diyerek secde yerlerini uzun yıllarda yükselte yükselte, masaya yol açarız diye düşünüyorlar. Câmilere müzik, org sokabilmek için, önce hoparlörden, teypden başlıyor, ibâdetlerin çalgı âletleri ile yapılmasına, yavaş yavaş alıştırmak istiyorlar. Hoparlör, teyp ve benzerleri ile ibâdet etmek, iyi ve faydalı görülse bile, bidat olduğu ve ibâdetleri değiştirmeye yol açacağı için, ibâdet yerlerine sokulmamalı, islâm düşmanlarının plânlarına, tuzaklarına kapılmamaya dikkat etmelidir. Müslüman uyanık olmalı Yapılması günâh olmıyan, mubâh bir şeyin bile, ibâdet sanılması korkusu olursa, bu mubâh şeyi yapmanın harâm, büyük günâh işlemek olduğu, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Bunun için, müslümânların çok uyanık olması, ibâdetleri Eshâb-ı kirâm gibi, müctehid âlimlerin kitaplarında bildirdiği gibi yapmaya titizlikle ehemmiyyet vermeleri lâzımdır. Eshâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre hazretlerinin haber verdiği bir hadîs-i şerîfde; (Bir zamân gelir ki, müslümânlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. İslâmiyyeti bırakıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmârlardan, yani çalgılardan, şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere hiç sevap verilmez. Allahü teâlâ bunlara lanet eder. Azâb verir!) buyurulmaktadır. Ateşin sıcaklığı Ka'b-ül-Ahbâr hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona gösterilse, ateşinin sıcaklığına aslâ dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız." Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî hazretleri; "Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, O'nun beğendiği şeylerden başkasını vesîle yapmayan kimselere müjdeler olsun! Çünkü O'na kavuşmak için, O'nun râzı olduğu şeylerden başka bir vesile yoktur" buyurmaktadır. Bekir Sıdkı Visâli hazretleri de, sevenlerine sık sık; "Dünyânın parasına, malına, mülküne kalbinizi bağlamayın. Bir gün gelip, her şey yok olup, elinizden çıkacak. Ancak Allahü teâlâ ve O'nun sevdiği, beğendiği ameller kalacaktır" buyururdu.
.
Kimin esiriysen, onun kölesisin
19 Eylül 2005 01:00
İbâdet; kulluk etmek, tapınmak, insanın kendini aşağılaması, alçaltması demektir. İbâdet etmek, yani tapınmak demek, her faydanın, her zararın ondan geldiğine, herşeyi onun yaptığına inanarak, ona yalvarmak demektir. Bir insanda, güneşde, inekde, herhangi bir mahlûkta, ülûhiyyet yani ilahlık sıfatı bulunduğuna inanarak, ona tazîm, hurmet etmeye, ona yalvarmaya, ona ibâdet etmek, tapınmak denir. İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Hadis-i şerifde; (Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet etdin ise, sevâblarını onlardan iste denir) buyuruldu. > Nefse tapınmak Her işde, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veyâ bidat sâhibi olmaya yâhud fıska yani harâm işlemeye başlar. Hadîs-i şerîfde; (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır) buyuruldu. Nefse uymak, islâmiyyete uymaya mâni olur. Ebû Bekir Tamistânî hazretleri; "Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür" buyurmuştur. Bir kimse, nefsinin istekleri peşinde koşuyor ve bu isteklere kavuşabilmek için her şeyi yapıyorsa, bu kimse, nefsinin esiridir, kölesidir ve nefsine tapmaktadır. Herhangi bir kimsenin sözlerine uyarak, islâmiyyetin dışına çıkmak, onun sözlerini, kitap ve sünnetden üstün tutmak, o kimseye kölesi olmak ve ona tapınmak demektir. Bunun için insan, neyin esiri, kimin kölesi olduğuna dikkat etmelidir. Ebû Ali Dekkâk hazretleri kendisinden nasihat isteyen kimseye; "Sen kimin esiri ve mülküysen onun kulusun. Eğer nefsinin esiri ve mülkü isen nefsinin kulusun. Eğer dünyânın esiriysen, dünyânın kulusun ve kölesisin" buyurmuştur. > Bir Yaratan'ın var Şakîk-i Belhî hazretlerinin tövbe etmesine, söyleyene değil, söyletene bak sözü gereği, bir putperest sebep olmuştur. Ticâret için Türkistan'a gittiğinde merak sebebiyle puthaneye girer ve bir puta, isteklerini yana yakıla anlatan putpereste hitaben; -Seni ve her şeyi yoktan var eden, alîm ve kudretli bir yaratanın var. Sana hiç bir fayda ve zararı olmayan puta tapacağına Allahü teâlâya ibâdet et der. Bunun üzerine Putperest; -Eğer söylediğin doğru ise, O, sana senin memleketinde rızık vermeye kâdirdir. Mâdem öyledir, niçin tâ buralara kadar geldin? deyiverir. Şakîk-i Belhî hazretleri, bu söz üzerine derin düşüncelere dalar ve Belh şehrinin yolunu tutar. Yolda bir mecûsi ile yolculuk yapar. Mecûsi, Şakîk-i Belhî hazretlerinin tüccar olduğunu öğrenince; -Eğer kısmetin olmayan bir rızık peşindeysen, kıyâmete kadar gitsen onu ele geçiremezsin. Şâyet kısmetin olan bir rızık peşindeysen onun arkasında koşmana lüzum yoktur. Çünkü sana ayrılan rızkın seni bulur der. Bu söze Şakîk-i Belhî hazretleri hayran kalır. Dünyâya karşı meyli azalır ve âhiret için çalışacağına söz verir. Bu düşünce ile Belh şehrine gelir. Belh'de ise müthiş bir kıtlık vardır. İnsanlar yiyecek bir şey bulamazlar. Bu yüzden kimsenin yüzü gülmemektedir. İnsanlar bu halde iken, Şakîk-i Belhî hazretleri, çarşıda neşeli bir köle görür ve ona; > Kölenin neşesi -Ey köle, herkes üzüntü içindeyken, senin neşene sebep nedir? diye sorar. Köle; -Niçin üzüleyim. Benim efendim zengin bir kimsedir. Beni aç, çıplak bırakmaz ki! der. Şakîk-i Belhî hazretleri, bu söz karşında; "Aman yâ Rabbi! Az bir dünyâlığı olan şu zenginin kölesi böyle neşeli. Halbuki, sen bütün canlıların rızıklarına kefil oldun. Biz niçin gam ve keder içinde olalım" diyerek yüzünü âhirete çevirir ve İbrâhim Edhem hazretlerinin sohbetlerine başlar, Ondan feyz alarak olgunlaşır. > Meşhur olmak Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri buyuruyor ki: "Evliyâlık yolunda bulunan bir kimse, ortaya çıkmak, meşhûr olmak, herkes tarafından tanınmak isterse, şöhretin kölesi olur. Gizli kalmayı, bilinmemeyi isteyen, gizliliğin kölesi olur. Kim de Allahü teâlâya kul olmak arzusunda ise ve başka bir niyeti yoksa, yâni evliyâlık yolunda bulunmak dâvâsında samîmî ise, o kimse için, meşhûr olmak ile gizli kalmak aynıdır." Netice olarak insan, ya kendi gibi mahluk yani yaratılmış olan bir varlığın esiri, kölesi, kuludur veya her şeyin sahibi, yaratanı olan Allahü teâlânın kuludur. Tercih insana bırıkılmıştır. Herkes, dünyada yaptığı tercihe göre, âhırette hesap verecektir. Peygamber efendimiz; (Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim, ortağım yoktur. Başkasını bana şerîk, ortak eden, sevaplarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder) buyurmuştur.
.
İnsanın karşılaştığı herşey...
25 Eylül 2005 01:00
İnsanları ve insanların işlerini yaratan, Allahü teâlâdır. İyi ve kötü herşey, Onun takdîri, dilemesi iledir. İyi işlerden râzıdır, beğenir, kötü olanlardan ise, râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. İyi ve kötünün yaratıcısı veya kısaca, herşeyin Hâlıkıdır, Yaratıcısıdır demelidir. Canlı, cansız her şey, var olmakta ve hayatta kalmakta, Ona muhtaçtır. Bunun için insan, irâdesini, Hak teâlânın irâdesine tâbi kılıp, kavuştuğu şeyleri, aradığı şeyler olarak bilmeli ve onunla sevinmelidir. Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek, Allahü teâlâya karşı gelmek olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Kulluk böyle olur "Hergün insanın karşılaştığı herşey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız herşeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde; (Kazâ ve kaderime râzı olmıyan, beğenmiyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!) buyurmaktadır. Allah korusun İyi kul, sâhibinin yaptıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Sâhibi, kulunun boğazına bıçak dayasa, kulun bundan râzı olması, sevinmesi lâzımdır. Allah korusun, eğer bunu beğenmez, istemezse, Onun kulluğundan çıkmış olur. Sâhibinden uzaklaşmış olur. Tâûn gibi bulaşıcı ve tehlikeli hastalıklar, Allahü teâlânın dilemesi ile gelmektedir. Kendi isteği ile gelmiş gibi sevinmek lâzımdır. Tâûn yani vebâ ve her bulaşıcı hastalık gelince, kızmamalı, üzülmemelidir. Sevgilinin yaptığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Herkesin belli bir eceli yani ölüm zamanı vardır. Bu zaman hiç değişmez. Onun için, hastalıkta sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet istiyenleri sever." Herşeyin Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile meydâna geldiğini, akıl, ilim, ibâdet etmek, mâl ve mevki gibi kıymetli nimetlerin, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı olduklarını düşünmek ve unutmamak lâzımdır. Birgün Dâvud aleyhisselâmın, duâ ederken; Dua ederken "Yâ Rabbî! Evlâtlarımdan birkaçının namâz kılmadığı hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadığı hiçbir gün geçmemiştir" demesi üzerine Allahü teâlâ vahyederek; (Ben dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri yapılamazdı) buyurmuştur. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmuş yani veli olan bir zat, kendisinde olağanüstü bir hal yani kerâmet meydana geldiği zaman, bu kerâmetin, Allahü teâlânın dilemesi, Onun kudreti ve yaratması ile olduğunu, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir tesîri olmadığını çok iyi bilmektedir. Ayrıca böyle bir zât, kendi bedenindeki, görme, işitme, tad alma, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hâtırlamak gibi duygularının, iç ve dış organlarının hareketlerinin, hâsılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi, Onun kudreti ve yaratması ile olduğunu bir an unutmamaktadır. Zaten evliyâlık yani Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak, hakiki bir kul olmak da, bu demektir. Böyle olan bir kul, sahibinin yani Allahü teâlânın her işinden râzıdır, hiçbirine itiraz etmez, isyânda bulunmaz. Peygamber efendimize, imânın ne demek olduğu sual edildiği zaman, cevaben; (Îmân, Allaha, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, kıyâmet gününe ve hayrın şerrin, Allahın takdîri ile, dilemesi ile olduklarına inanmaktır) buyurmuşlardır. Ahmed Gazâlî hazretleri, sevenlerine hitaben; Mülklerin sahibidir "Ey insanoğlu! Niçin lezzeti, ilâhî yerlerde aramıyorsun? Halbuki bütün her şey Allahü teâlânın elindedir. O, bütün bu mülklerin sâhibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Âlemde, ancak O'nun dilediği ve O'nun irâde ettiği şey olur" buyurmuştur. İbn-i Hafîf hazretleri de buyuruyor ki: "Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım, böyle olmazdı.." gibi sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münâfıkların sözlerindendir. "Hakkın dilediği oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. Sâdece Allah bize kâfidir. O ne iyi vekildir." diye söylemelidir."
.
Mihnete şükretmeyen, nîmete şükredemez
26 Eylül 2005 01:00
Mihnet; zahmet, eziyet, gam, keder, sıkıntı, dert, bela ve musibet demektir. Nimet ise; iyilik, ihsan, lütuf, rızık, saâdet anlamlarına gelmektedir. Dinimiz, mihnet anında sabretmeyi, nimet anında da şükretmeyi emretmektedir. Ebû Muhammed Cerîrî hazretlerine, sabrın ne olduğu sual edildiğinde cevaben; "Kalbin, nîmet ve mihneti bir görmesi ve musîbetleri sükûnetle karşılamasıdır" buyurmuştur. Bir nimet geldiği zaman, akıllı kimseler, nimeti verene teşekkür etmek, şükretmek lazım geldiğini iyi bilirler. Mihnet anında ise, çok kimse bocalamaktadır. Halbuki her ikisini de gönderen, Allahü teâlâdır. Nimet zamanında şükretmemizi, mihnet anında da sabretmemizi emreden de Odur. Çünkü cenâb-ı Hak, nimet ve mihnet ile, kullarını imtihan etmektedir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Mü'mine gelen kazâya şaşılır. Hayır gelince, hamd ve şükreder. Musîbet gelirse, hamd ve sabreder. Mü'mine herşey için, hattâ zevcesinin ağzına bir lokma uzatmasına da, sevâb verilir.) Mihnet anında da Bu inceliği iyi bilen ve iyi anlıyan Din Büyükleri, nimet anında olduğu gibi, mihnet anında da, Allahü teâlâya şükretmişlerdir. Bunun için İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri; "Mihnete şükretmeyen, nîmete şükredemez" buyurmuştur. Türkistanda evliyâsından olan Halîfe-i Kızılayak hazretleri, felç olup üç sene yatalak olarak yatmıştı. Sağlığında olduğu gibi, hastalık zamânında da hep şükreder ve; "Beterinden koru yâ Rabbî!" diye yalvarırdı. Ahmed Cüryânî hazretleri, Hindistan'a gidiyordu. Yolda çoluk-çocuğunun tâûn hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberin etkisinde iken kervan, eşkıyâ baskınına uğradı. Eşkıya, kervandakilerin bütün mallarını aldı. Ayrıca Ahmed Cüryânî hazretlerinin sol elini de, bileğinden kestiler. Kendisine bu sebeple Yekdest, tek elli denildi. Ahmed Cüryânî hazretleri, bütün bu sıkıntılara rağmen Rabbini zikrediyor ve sabrediyordu. Kervandakiler ondaki bu hâllere şaşıp; Kolun kesildi -Çocukların öldü. Malın mülkün gitti. Kolun kesildi. Buna rağmen sesin çıkmıyor! dediklerinde, cevâben; -Ey kardeşlerim! Bize gelen bu belâ ve sıkıntıların Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu bilelim. Nitekim Allahü teâlâ Hadîd sûresi 22. âyetinde meâlen bunu bildirmekte ve; (Ne yerde ve ne de nefislerinizde bir musîbet başa gelmez ki, biz onu yaratmazdan önce, o bir kitapta, levh-il mahfûzda yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır) buyurmaktadır. Bu îtibârla dünyânın esâsı, mihnet, sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatta, hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır, buyurmuştur. Ebû Ali Rodbârî hazretleri ise; "Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede ise, kemâl yoktur" buyurmuştur. Başka çare yoktur Şems-i Tebrîzî hazretleri, dostlarına hitaben buyurdu ki: "Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olanlara, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olanlara da, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlâya kavuşmak arzusu içinde olanlara ise, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Seven hep metheder "Sevilen, sevenin gözünde, her zamân ve her hâlinde sevgilidir. İncitirse de, iyilik ederse de sevilir. Sevmek nimeti ile şereflenenlerin çoğu, sevgilinin iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. İncitmesinde de, iyiliğinde de, sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki, sevgilinin incitmesi, sevgilerini arttırır. Hattâ, sevgili, bıçağını, sevenin boğazına dayasa ve her uzvunu parça parça etse, seven, bunun kendisi için hayırlı olduğunu bilmeli, bunu büyük iyilik ve saâdet görmelidir. İşte, böyle hüsn-i zan ele geçerse, sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez. Böyle sevmekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği elemler, iyiliklerinden dahâ çok lezzet verir ve ferâhlandırır. Seven, onun elemini de, nimetini de, hep medheder. Bunun için, sâdık olan âşıkların, "Elhamdülillâhi Rabbil'âlemîn alâ küll-i hâl" demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neşeli zamânlarında hep hamdeden, hâmidlerden olur. Hamdetmenin, şükretmekden dahâ kıymetli olmasının sebebi de budur. Görülüyor ki hamd, övmenin en üstün şeklidir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamdedilmektedir. Şükür ise, nimet zamânlarında olup, devâmlı değildir. Nimet kalmayınca, ihsân bitince, şükür de kalmaz." Netice olarak, şu beyitte ifade edildiği gibi: Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner, Gam ve neşe insanda, böyle gelir böyle gider.
.
Eliyle, diliyle kimseyi incitmemek
2 Ekim 2005 01:00
Allahü teâlânın, peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiklerine ve Muhammed aleyhisselâma îmân edip, Allahü teâlânın emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçan kimseye, Müslüman denir. Müslümân, iyi insan, aklı başında kimse demek olup, hem kendine, hem de başkalarına zararı dokunmaz. Allahü teâlânın emirlerine itâat ve kul haklarına riayet eder. Herkese iyilik edip, kötülük yapanlara nasîhat verir. Dolayısı ile Müslüman, günah da, suç da işlemez. Böyle olan bir Müslümânı, Allahü teâlâ da, Onun kulları da sever. Dünyada, rahat ve huzûr içinde yaşadığı gibi, âhirette de, ebedi saadete kavuşur. Zaten Peygamber efendimiz Müslümanı; (Müslüman demek, Müslümanlara eli ile, dili ile zarar vermeyen kimse demektir) buyurarak tarif etmişlerdir. İbrâhim Havâs hazretleri; "Bir Müslüman, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ne kadar dikkat edip tatbik ediyorsa, Allahü teâlâ da onu, o miktârda azîz eder. Diğer Müslümanların kalbine de onun sevgisini verir" buyurmuştur. Müslümân, vakûrdur, kibârdır, son derece mütevâzı yani alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça da yardım eder. Çünkü Peygamber efendimiz; (İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder) buyurmuştur. Allahü teâlâdan korkmak İyi bir Müslümân, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, büyüklerine son derece saygılıdır. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz, faydalı şeylerle meşgûl olur, vaktini boş geçirmez. İbâdetlerini vaktinde ve tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veyâ yasak ortadan kalksın diye değil, büyük bir arzû, istek ve sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi ispatlayacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nimetler o kadar çoktur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeye çalışmalıyız. Başkasının hakkına riâyet etmek de ibâdettir. Başkalarına fenâlık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhipleri affetmedikçe, Allahü teâlâ asla affetmez. Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerine, iyi bir Müslüman nasıl olmalıdır, diye sorulunca, cevaben buyurdu ki: "Sâlih, iyi bir Müslüman, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğer, gelen şiddet ve belâlara sabreder, aza kanâat eder. Allahü teâlâdan başkasından korkmaz ve Ondan başka kimseden bir şey beklemez. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren, azîz ve zelîl edenin Allahü teâlâ olduğunu bilir. Sâlih Müslüman, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine tam uyar. Böyle olanların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşur, öfkelerini tutar ve şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar. Allahü teâlâyı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak, hep O'nunla berâber olmaya bakarlar. Böylece nefslerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler. Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs, bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür..." Felâketlere göğüs germek Allahü teâlânın kaderine inanan hakiki bir Müslümân, dünyâda, dâimâ huzûr içindedir. Çünkü bu Müslümân, şuna inanmıştır: Kendisine gelen hayır ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen her şeyin, kendisi için iyi olduğunu, fenâ zannettiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç râhatlığını bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhiret saâdetine de ulaşmış olur. Aziz Nesefî hazretleri buyuruyor ki: "Her kim şunlara uyarsa, iyi bir Müslüman olur: 1- Helal lokma, 2- Doğru söz, 3- Doğru iş, 4- Evliyânın sohbetinde bulunmak, 5- Allahü teâlânın varlığını birliğini tasdik etmek, 6- Allahü teâlâya karşı kulluk vazîfelerini yerine getirmek, 7-Kimseye eziyet vermemek, 8- Herkese rahatlık vermek, 9-İlim öğrenmek." İyi bir Müslümân, iyilik yapmak veyâ sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veyâ sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Kısaca iyi bir Müslümân, bütün iyi huylara sâhip, vakarlı, seciyeli, bedenen ve rûhen tertemiz, her türlü itimâda lâyık, mükemmel bir insandır. Netice olarak Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Müslüman, temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Ezilip, hakâret görür. Lâkin ondan hep güzel, temiz, faydalı şeyler çıkar
.
Öfkede ölü gibi olmak!..
3 Ekim 2005 01:00
Öfke; kızmak, sinirlenmek, hiddet ve gadab anlamlarında kullanılmaktadır. İnsanın vücudu, anâsır-ı erbe'a denilen; su, ateş, toprak ve havadan meydana gelmiştir. Öfke, ateş maddesinden kaynaklanmaktadır. Bunun için Peygamber efendimiz; (Gadab, şeytânın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytân, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız!) buyurmuşlardır. İnsan, öfkelendiği zaman aklı örtülür. İslâmiyyetin dışına çıkar. Gadaba gelen kimse, ayakta ise oturmalıdır. Hadîs-i şerîfte; (Gadaba gelen kimse, ayakta ise otursun. Gadabı, öfkesi devâm ederse, yan yatsın!) buyuruldu. Ayakta iken öfkelenen kimsenin intikam alması kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, dahâ da azalır. Gadab, kibirden doğar. Yatmak, kibrin azalmasına sebep olur. Din büyükleri, talebelerine, sevenlerine hep; "Cömertlikte akarsu gibi olunuz. Şefkatte güneş gibi, kusurları örtmekte, gece gibi olunuz. Öfkede ise, ölü gibi olunuz. Tevazuda toprak gibi, müsamahada deniz gibi olunuz. Ya olduğunuz gibi görünün veya göründüğünüz gibi olunuz" diye nasihat etmişlerdir. Gözleri kör eder!.. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri; "Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır" buyurmuştur. Ömer bin Abdülazîz hazretleri ise; "Öfke ve hırstan korunmuş olan kurtulmuştur" buyurmaktadır. Öfke, kanın hareketinin artmasından, insanın kendini üstün bilmesinden yani kibirden meydana gelir. Bunu iyi bilmeyenler, gadaba yani öfkeye, şecâat, erkeklik izzet-i nefs, gayret ve hamiyyet diyorlar. Bu güzel isimlerle, gadab kötü huyunu süslüyorlar, güzelleştiriyorlar. Gadab etmenin, öfkelenmenin iyi olduğunu anlatıyorlar ve bu anlattıklarını kuvvetlendirmek için de, din büyüklerinin gadab ettiklerini, öfkelendiklerini gösteren hikâyeler anlatıyorlar. Böyle yapmak, câhilliktir, aklın, ilmin noksan olduğunun alâmetidir. Rislân Dımeşkî hazretleri; "Gadabın, öfkenin sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar" buyurmuştur. Hastalar, sağlam olanlardan, ihtiyârlar da, gençlerden dahâ çabuk kızmaktadır. Bir işle meşgûl olana, düşünceli, üzüntülü ve sıkıntıda olana bir şey söylemek, bir şey sormak da, onları öfkelendirmeye sebep olabilir. Çocuğun ağlaması, hayvanın bağırması da, bazıları için öfkelenmeye sebep olmaktadır. Böyle şeylere öfkelenmek, çok çirkindir. Cansızların hareketinden öfkeye kapılanlar da olmaktadır. Bu ise, öncekilerden dahâ kötüdür. Mesela, elindeki kitabı bir yere koyduğunda, oradan kayarsa, bir şeyi kırmak için elindeki keseri vurduğunda o şey kırılmazsa, birden öfkelenip söven, kendine vuran, elindeki eşyayı helâk eden, yakan kimseler de mevcuttur. Kendi yaptığına kızan, bunun için kendine söven, kendine vuran da yok değildir. Halbuki Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir.) Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki: "Ey kardeşim dikkat et! İnsan hangi husûsiyeti ile meleklerin kendisine doğru secde edileni olmuştur. Bu üstünlük, şayet yeme ve içmesi sebebi ile olsa idi, buna, insandan önce deve lâyıktır. Çünkü bir deve, elli insanın yediğini yer. Şehvet kuvveti sebebiyle olsa, buna eşek daha uygundur. Çünkü ondaki şehvet kuvveti yanında, insanınki hiç kalır. Gadab ve kızgınlık sebebi ile ise, aslan buna daha lâyıktır. Görmek kuvveti sebebi ile olsa, buna akbaba daha uygundur. Akıl kuvveti sebebi ile ise, buna melekler daha uygundur. Çünkü insanın aklı, meleklerin aklının yanında çok az kalır. Eğer insanları doğru yoldan çıkarmak, kandırmak, aldatmak sebebiyle ise, şeytan buna daha lâyıktır... Görülüyor ki, insana mahsus olan özellikler, ondaki muhabbet cevheri ve aşk ateşidir. Bu, insanoğlundan başka hiçbir canlıya verilmemiştir." Dostları çoğaltmak için... Hasan Sezâî hazretleri oğluna yazdığı bir mektupta buyuruyor ki: "Gözümün nûru evlâdım. Her hâlinle seni cenâb-ı Hakk'a emânet ettim. Kalb gözün açık olsun. Mahlûklara güzel ahlâk ile muâmele edesin. Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili tatlı olanın dostu çok olur, buyurulmuştur. Dâimâ insanların aybını gizle. Kimsenin aybını yüzüne vurma. Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyârlara karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun. Bunlara riâyet edersen ömrün uzun olur, Hak teâlâ her yerde seni azîz eder." Ve Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Bir kimse gadabını örterse, Allahü teâlâ onun ayıplarını, kabâhatlerini örter.)
.
Veren aziz, isteyen zelil olur
10 Ekim 2005 01:00
Dinimizde vermek kıymetlidir, muteberdir. Zira bir şey istemek zillet, bir şey vermek ise izzettir. Allahü teala dünyaya zillet, ahirete izzet vermiştir. Kuldan isteyen zelil, Allahü tealadan isteyen ise aziz olur. Hadîs-i şerîfte: (Veren el, alandan yüksektir) buyuruldu. Fedakarlık etmek, vermek demektir. Haklı olduğu halde, 'sen haklısın' demek, vermektir. İnsanlara güler yüzle muamele etmek, vermektir. Yük çekmek, vermek demektir... Bunun için veren aziz olur. Alan ise, zelil olur. Yükünü çektiren, sıkıntı veren, fedakarlıktan sakınan, haklı olmadığı halde haklıyım diyen, neticede zelil olur. Fedakarlıkta bulunan yani vermesini bilen, sevilir, sayılır, hürmet görür. Hep almaya çalışan ise, sevimsiz olur, horlanır, itibarsız olur. Abdullah-ı Ensârî hazretleri; "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır" buyurmaktadır. Şeyh Edebâlî hazretlerinin, Osman Gâzi'ye yaptığı meşhur vasiyette ise: "Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır" buyurulmaktadır. Dini kurtarmak için, dünyayı vermek lazımdır. Zira dünya malını kalbinden atan, Allahın sevgili kulu olur. İyi sebebe yapışan iyi netice alır. Üstünlük mal ile değildir!.. Para, dünyada iş görmek için yaratılmıştır, sevmek ve biriktirmek için değil. Zira paranın sevgisi yılan sevgisi gibidir. Mal kazanmakla, şeref kazanılmaz. İzzet ve şeref, Allahü tealaya kul olmakta, ilimde, edebde, ihlas ile amel etmektedir. İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. İnsanın şerefi de ilmi ve edebi ile belli olur. Allahü teala kime izzet vermişse, onu kimse zelil edemez. Kime zillet vermişse, onu da, kimse aziz edemez. Peygamber efendimiz; (Şan, şeref ve üstünlük, mal ile değil, ilim ve irfân ile ölçülür) buyurmuştur. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, sevenlerine ve oğluna hitaben; "Sana vasıyyet eylerim ey oğul ki, her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol! İslâm âlimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh ve hadîs öğren! Câhil tarîkatçılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhrette âfet vardır. Arslandan kaçar gibi, câhillerden kaç! Bid'at sâhibi, sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helâlden ye! Çok gülme! Herkese, şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Mayan fıkıh ve evin mescid olsun!" buyurmaktadır. Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya, ihlâs ile itâat ve ibâdet etmektedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günâh işlemekten hâsıl olur. Herkese derd ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değiştiremez. Kim Allahü teâlâdan korkarsa, haram işlemezse, bütün mahlukat ona itaat eder. Onu aziz eder. Kim, Allahü teâlâdan korkmaz, haram işlerse, Allahü teâlâ onu zelil, rezil eder. Allahü teâlâdan korkup haram işlemezse aziz olur. Aksini yapan zelil ve rezil olur. Ebû Ali Rodbârî hazretleri; "Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine, fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler" buyurmaktadır. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri de; "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, kişiler için zillet, âhireti aramakta ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşlerinde koşarak zillete düşmek, ebedî olanı terk edip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terk edene ne kadar çok şaşılır" buyurmaktadır. İstenecek kapıyı iyi bilmeli! Kulun elbette istekleri olacaktır. Fakat istenecek kapıyı iyi bilmeli ve ona göre istemelidir. Çünkü Allahü tealanın nimetleri, ihsânları Güneş'ten dahâ açık ve Ay'dan dahâ âşikârdır. Başkalarından gelen nimetleri de gönderen O'dur. Başkalarının ihsân etmesi, bir emânetçinin, birisine emânet vermesi gibidir. Allahü tealadan istemeyip, başkasından yani O'nun yarattıklarından bir şey istemek, fakîrden bir şey beklemek gibidir. İstenecek kapıdan, istenecek şeyi de iyi bilmelidir. Cenab-ı Hak'tan, rızasını, muhabbetini talep etmelidir. İstek nimetinin kıymetini bilip, bunun elden kaçmasına sebep olacak şeylerden sakınmalıdır. Bu nimetin elden çıkmamasına en çok yarayan şey, buna şükretmektir. Çünkü, sûre-i İbrâhîmin 7. âyetinde meâlen; (Ni'metlerime şükrederseniz, elbette artırırım) buyuruldu. Netice olarak insan, kendini, almaya değil vermeye alıştırmalıdır. Çünkü bir gün en çok sevdiğimiz şeyi yani canımızı vereceğiz. Bunun için vermeye alışan, kolay can verir denmiştir...
.
Herkesin hakkını gözetmek
16 Ekim 2005 01:00
Hak kelimesinin çeşitli anlamları vardır. Hak, Allahü teâlânın isimlerinden birisidir. Hak, İslâmiyet manasında, gerçek, doğru anlamında da kullanılmaktadır. Hak, hâtır, gönül, hürmet anlamlarına da gelmektedir. Ayrıca Hak, bir kimsenin başkasında olan alacağına denmektedir. İnsanların karşılıklı münasebetlerinden doğan birbiri üzerindeki haklarına, Müslümanların gözetmesi gereken haklara, Kul Hakkı denir. Hakkullah, Allahü teâlânın hakkı ve kul hakkı olmak üzere iki kısımdır. Hakların gözetilmesi ve yerine getirilmesi açık ve kesin bir şekilde bildirilmiş ve emredilmiştir. Harâmlardan kaçınmak, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günâhlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günâhlardan kaçınmaktır. Bir kimse, peygamberlerin yaptığı ibâdetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe Cennet'e giremeyeceği bildirilmektedir. Başkalarına zarar vermek!.. Başkasının malına, canına, nâmusuna zarar veren, kul hakkı altına girmiş olur. Kul hakkı, Allahü teâlânın hakkından önce gelmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, çok merhâmetli olup hiçbir şeye muhtâç değildir. İnsanlar ise, çok şeye muhtâc olup, cimridirler. Kul hakkı ile ilgili Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Birisinin hakkını alan kimse, ölmeden önce, onunla helâllaşsın! Paranın, malın geçmeyeceği kıyâmet gününe, üzerinde kul hakkı bulunarak gitmesin! Dünyâda yapmış olduğu ibâdetleri, orada hak sâhibine verilecektir. İbâdeti yoksa veya biterse, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecektir.) Bir kimsenin, başkasına zarar vermesi, malını çalması ve yemesi, iftirâ etmesi, dövmesi, sövmesi, yaralaması, ücretsiz birinin çocuğuna iş gördürmesi, alay etmesi, gıybetini yapması, kalbini kırması, eli ve dili ile eziyet etmesi kul haklarındandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mü'min, hesâpsız Cennete girecektir.) Kul hakkının en mühimi hoca ve ana-baba hakkıdır. Gayri müslimlerin haklarına tecâvüz etmek, Müslümanın hakkına tecâvüz etmekten daha büyük günâhtır. İbn-i Âbidîn'de şöyle buyurulmaktadır: "Zımmîye, yâni gayri müslim vatandaşa zulmetmek, Müslümana zulmetmekten daha fenâdır. Hayvana işkence ise daha fenâdır." Kıyâmet günü hak sâhipleri, haklarını mutlaka alacaktır. Hattâ boynuzsuz koç, boynuzlu koçtan hakkını alacaktır. Dünyâda hak sâhibine hakkı ödenmezse veya hak sahibi hakkını helâl etmezse, âhirette iyilikleri alınıp hakkı olana verilecektir. Kul hakkından kurtulmak için, hak sâhiplerinin hakkı ödenir, helâllaşılır, ona iyilik ve duâ edilir. Hak sâhibi ölmüş ise, çocuklarına, vârislerine haklar verilip ödenir. Vârisleri bilinmiyorsa, o miktâr para fakirlere sadaka verilip sevâbı hak sâhibine niyet edilir. Bir gün, Resûlullah efendimiz Eshâbına hitaben buyurdu ki: "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" Eshâb-ı kirâm da: "Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Ümmetimden müflis şu kimsedir ki; kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır. Kiminin kanını akıtmıştır. Kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem'e atılır" buyurdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel işlese; fakat üzerinde çok az kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennet'e giremez." Kul hakkı ile ilgili olarak Peygamber efendimiz, vefâtından birkaç gün önce Eshâbına: "Benim üzerimde kimin hakkı var ise gelsin, hakkını benden alsın. Ve helâllaşalım!" buyurdu. O anda hazret-i Ukâşe ayağa kalkarak: "Yâ Resûlallah! Siz bana bir gün şöyle elinizle vurmuştunuz, ben o hakkımı sizden almak istiyorum!" dedi. Peygamber efendimiz de; "Gel yâ Ukâşe!" "Gel yâ Ukâşe! Hakkını benden al!" buyurdu. O anda bütün Eshâb-ı kirâm hayretle hazret-i Ukâşe'ye bakıyorlardı. Hazret-i Ukâşe, Resûlullah efendimizin yanına giderek: "Yâ Resûlallah! Siz bana gömleksiz olarak sırtıma vurmuştunuz" dedi. Hemen Peygamber efendimiz gömleğini sıyırıp: "Vur yâ Ukâşe!" buyurdu. Resûlullah efendimizin aşkıyla yanan hazret-i Ukâşe hemen Peygamber efendimizin mübârek sırtındaki Nübüvvet Mührü'nü gâyet nâzikçe öpüp dedi ki: "Yâ Resûlallah! İşte benim maksadım bu idi." Bu hâli gören Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ukâşe'ye gıbta ettiler, imrendiler. Çünkü Nübüvvet Mührü'nü öpen kimsenin kavuştuğu saâdeti biliyorlardı. Ve Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Kul hakkı, mü'minin ayıbı, kusûrudur.)
.
Malın kıymetini bilmek...
17 Ekim 2005 01:00
Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Âhireti kazanmak, mal ile olduğu gibi, dünyâ ve âhiret, mal ile intizâm bulur, râhat olur. Hac, cihâd sevâbı, hep mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabâyı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastahâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetiştirerek insanlara hizmet etmek de hep mal ile olur. Dînimiz; (İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır) buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet yapmaktan dahâ çok sevâbdır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da harâmlardan kaçınır. Akrabâsını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider) buyuruldu. Abdullah ibni Mes'ûd hazretlerinin haber verdiği bir hadîs-i şerîfite de: (İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye islâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harceder) buyuruldu. "Mal, insanın silâhıdır" Peygamber efendimiz, Amr ibni Âs hazretleri için; (İyi kimseye malın iyisi, ne güzel yakışır) buyurmuştur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, mala "Hayrlı şey" ismini vermekte ve Habîbine verdiği nimetleri hâtırlatırken: (Sen malsız idin, sana, kimseye muhtâç olmayacak kadar, mal verdim) buyurmaktadır. İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan Süfyân-ı Sevrî hazretleri; "Bu zamânda mal, insanın silâhıdır" buyurmuştur. Yani, insan cânını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. Malı ve dünyâlığı kötüleyen haberler de çoktur. Fakat, bu haberler, malı, dünyâlığı değil, bunların sevgisini, zararlı kullanılmasını kötülemektedir. İnsanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebep olan mal, zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Mal, birbirine zıt iki şeye yani hayra ve şerre sebeptir. Hayra, iyiliğe sebep olan mal övülmekte, şerre, kötülüğe sebep mal da kötülenmektedir. İsrâf ise, malı helâk etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyânın mubâh olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebep olan yerlere atmak, onu helâk etmektir. Kullanılmayacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçtan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğuktan, sıcaktan ve açlıktan ölmelerini önleyecek kadar yedirmemek ve örtmemek de, helâk etmektir ki, bunların hepsi isrâftır. Ayrıca, meyve ve ekin toplandıktan sonra, bunları iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları veyâ nem alarak çürümeleri veyâ kurt, güve gibi benzeri canlıların yemeleri de hep isrâftır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdâların ve hurma, karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, zerdâli gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitap gibi eşyânın, böylece isrâf edildikleri çok görülmektedir. Yemek artıklarını dökmek, çatalı, kaşığı, tabağı, tası ekmekle veyâ parmakla sıyırıp yemeden önce, kapları ve parmakları yıkamak ve silmek de isrâftır. Fasulye, pirinç, nohut gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak isrâftır. Sofra bezi ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da isrâftır. Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yedirmek isrâf olmaz. Doyduktan sonra fazla yemek de isrâftır. Yalnız, misâfir utanmasın diye, ev sâhibinin fazla yemesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yemek isrâf değildir. Nimeti hakîr görmek!.. Resûlullah efendimiz çeşitli meyveler yemiş ve Abdullah ibni Abbâs hazretlerine hitaben de; (İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür) buyurmuşlardır. Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde bildirildiği gibi mal, büyük bir nimettir. Malı isrâf, Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, nimete kıymet vermemek, nimeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nimet etmek, yanî şükretmemek olur. Bu ise, nimeti verenin, azarlamasına ve azâb etmesine sebep olacak büyük bir suçtur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükredilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Zira sure-i İbrâhîmin 7. âyet-i kerimesinde meâlen; (Şükrederseniz, verdiğim nimetleri elbette arttırırım) buyurulmaktadır.
.
Her iyilik sadakadır...
23 Ekim 2005 01:00
Allahü tealanın rızasına kavuşmak niyyetiyle, muhtaçlara, fakirlere, mal, para bağışlamaya ve her türlü iyilikte bulunmaya sadaka denir. Zaten sadaka; iyilik, ihsan, ikram anlamındadır. Fakir olan kimsenin de sadaka vermesi kıymetlidir. Zenginin ise sadaka vermesi, Allahü teâlânın kesin emridir. Zengine, malının zekâtını emredilen yerlere vermesi farz; sadaka-ı fıtrını vermesi de vâciptir. Kur'ân-ı kerîmde zekât karşılığı olarak "sadaka" kelimesi de kullanılmaktadır. Farz ve vâcip olanlardan başka, sevap kazanmak niyetiyle kendiliğinden verilen ve sevâbı, öldükten sonra da devam eden sadakalara; sadaka-i câriye denir. Sadaka-i câriye; vakıf gibi devam eden sadaka demektir. Faydalı bir kitap yazıp bırakmak, sadaka-i cariyedir. Çünkü insanlar bu faydalı kitaplardan istifâde ederek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaktadırlar. Sâlih bir evlât yetiştirmek de, bu cinsten bir sadakadır. Böyle bir evladın iyi amellerinin sevâbından babası da istifâde eder. Okul, câmi, çeşme gibi hayır hizmetleri de, sadaka-i cariyedir. İnsanlar bunlardan istifade ettiği müddetçe, bunları yapanlara sevap yazılmaya devam eder. Ödünç vermenin fazileti Sadaka vermek nâfile bir ibâdettir. Zekât vermek, borç ödemek, birinin hakkını iâde etmek ise, farzdır. Üzerinde zekât ve kul borcu bulunan kimselerin sadakalarına sevap verilmez. Dinde önce zekâtın verilmesi ve borcun ödenmesi emredilmiştir. Muhtaç olanlara ödünç vermek, sadaka vermekten daha faziletlidir, kıymetlidir. Fakirlere verilen sadaka, Allahü teâlâya ödünç vermek demektir. Hadîs-i şerîfte; (İnsanlar sadaka olarak verdiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, karşılığında bin veya iki bin sevap alır) buyruldu. Sadaka, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği bir ibâdet olup, O'nun rızâsını kazanmaya bir vesiledir. Bunun için sadakanın az ve çok olması arasında bir fark yoktur. Fakat niyetin hâlis, temiz olması şarttır. Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı azaltmaz, arttırır. Peygamber efendimiz; (Allah, bâzı kullarına dünyâda çok nîmet vermiştir. Bunları kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nîmetleri Allah'ın kullarına dağıtırlarsa, nîmetleri azalmaz. Bu nîmetleri Allah'ın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nîmetlerini bunlardan alır, başkalarına verir) buyurmuştur. Sadaka, sadece mal ile yapılmaz. İnsanlara zarar veren şeyleri, onların geçeceği yerlere atmamak veya atılanları kaldırmak, güler yüzle muamele etmek de hep sadakadır. Nitekim bir hadis-i şerifte; (Din kardeşlerine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır) buyurulmuştur. Ramazan ayında yapılan nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu sebeple, bilhassa içinde bulunduğumuz bu ramazan ayında çok sadaka vermeye çalışmalıdır. Az da olsa, sadaka vermeyi ihmal etmemelidir. Sadaka verirken de, gerçek muhtaçları arayıp bulmalı ve sadakaları bunlara vermelidir. Mal, insanın sevdiği şeylerden birisidir. Cenab-ı Hak, mal ile insanı imtihan ederek: (Beni sevme iddianızda haklı iseniz, size verdiğim malların bir kısmını feda eyleyin!) buyurmaktadır. Sadaka vermekle mal eksilmez. Bilakis o malın, paranın bereketi artar. Allahü tealanın verdiği malı, parayı, Onun razı olduğu yerlere vermeyenlere, Cenab-ı Hak şiddetli azab eder. Onlara verdiği malları da çeşitli sebeplerle ellerinden alır. Bu konuda Peygamber efendimiz: (Allahü teala, bazı kullarına çok ni'met vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olması için yaratmıştır. Bu ni'metleri Allahın kullarına dağıtırlarsa, ni'metleri azalmaz. Eğer bu ni'metler onlara ulaştırılmazsa, Allahü teala, o ni'metleri bunlardan alır, başkalarına verir) buyurmaktadırlar. "Tatlı dilli olunuz!.." Bir hurmanın yarısı ile de olsa, sadaka vermeye ve insanlara güler yüzle muamele etmeye gayret etmelidir. Nitekim hadis-i şerifte: (Bir hurmanın yarısı ile de olsa, Cehennem ateşinden korunun! Onu da bulamazsanız tatlı dilli olunuz!) buyurulmuştur. Yakınlara ya'ni akrabaya sadaka vermenin sevabı, diğer insanlara verilen sadakanın sevabından daha fazladır. Çünkü Peygamber efendimiz: (Beni hak Peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki, muhtaç akrabası dururken, başkasına sadaka veren kimsenin sadakasını Allahü teala kabul etmez) buyurmuşlardır. İnsanlara faydalı olmak, onlarla iyi geçinmek de sadakadır. Nitekim Peygamber efendimiz: (İki kişinin arasını bulmak sadakadır) buyurmuşlardır.
.
İnsanın şerefi, kıymeti...
24 Ekim 2005 01:00
İnsanın bir görünen maddi tarafı, bir de görünmeyen manevi tarafı vardır. Maddi tarafı yani beden hakkında az çok hepimiz bazı şeyleri bilmekteyiz. İnsanın manevi yönünü yani ruh tarafını bilen az olduğu gibi, merak eden de çok azdır. Halbuki insan demek, ruh demektir. Ruh varsa beden bir işe yarar, ruh yoksa beden ölmüş demektir. İnsanın şerefi de, ruhunun yükselmesine bağlıdır. İşte insanın bu görünmeyen ve çok az bilinen manevi yönü hakkında İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanın rûhu, bu gördüğümüz ceset ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerleyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bağlı ve mahpus gibi idi. Fakat, bu cesede indikten sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmiştir. Bu hâssası, onu melekten üstün ve şerefli yapmıştır. Allahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramayan, karanlık ceset ile birleştirdi. Rûh ışığını, karanlık ceset ile birleştiren, madde olmayan, zamânlı, mekânlı olmayan rûhu, maddeden yapılan ceset ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyüktür. Rûh nefse âşıktır!.. Rûh ile ceset, her bakımdan, birbirinin zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, rûhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kur'ân-ı kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinde meâlen; (Biz insanın rûhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu. İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine attı ve nefse esîr oldu. Kendisini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Rûh, her şeyden dahâ latîf, maddenin en hafîfi olan hidrojen gazından, hattâ bir elektrondan da dahâ hafîf olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler gönderip, rûhu kendine çağırdı ve nefsi dinlememesini ona emretti. Rûh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirirse, felâketten kurtulur. Yok eğer, nefisle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saâdetten uzaklaşır. İşte rûh, bu hâlde kaldıkça, nefsin gafleti, câhilliği, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eğer, rûh, nefisten yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekten kurtulup, sonsuz var olana âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, nefsin gafleti, cehâleti, rûha sirâyet etmez. Meselâ, bâdem yağı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetçe ikisi de aynı birşey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin özellikleri başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan bir bahtiyâr kimseyi, bazan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mübârek, şerefli varlığı vâsıtası ile, âlemi nefislerin karanlığından, cehâletinden kurtarırlar..." İnsanın dünyada kalmasına, yaşamasına, iş yapmasına, para kazanmasına velhasıl dünyada kalabilmesine, hep nefs sebep olmaktadır. Fakat nefs, Allahü teâlâyı inkar, Ona isyan etmek üzere yaratılmıştır. Eğer nefs, inkar bataklığından kurtulup iman nimeti ile şereflenirse, bütün kötülüklerden uzaklaşır. O zaman insan, çok şerefli, kıymetli hatta meleklerin de üzerine çıkabilen bir varlık olur. Muhammed Sâdık hazretleri buyuruyor ki: "Mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. Ona tutulmuştur. Onun rızâsını kazanmaktan, Ona itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en kötüsü olan nefs-i emmâre şimdi itminân kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir." Ruhun gıdası verilince... İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Din büyükleri, "İnsanın şerefi, kıymeti, rûh iledir" buyurmuşlardır. Nefs iman edip, ruhun gıdası verilince, insan olgunlaşmakta, yükselmekte, kıymetli ve şerefli olmaktadır. Zaten nefsin iman etmesi ile beraber, insanın değer verdiği şeyler de değişmektedir. Bunun için; "Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, lâ bil mâl-ı vel haseb" buyurulmuştur. Yanî insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve nesebi yani baba ve dedeleri ile değil! Zaten bir insanın kıymeti, dünyâ ile ölçülse idi, dünyâlığı çok olan kâfirlerin herkesten azîz olmaları gerekirdi. Bunun için din büyükleri; "Dünyânın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır" buyurmuşlardır.
.
Açgözlülük, insanı fakirleştirir
30 Ekim 2005 01:00
İnsan olarak çoğumuz, başkaları hakkında açgözlünün birisidir ifadesini kullanır veya bu ifadeyi kullananları işitiriz. Ancak açgözlü olmanın ne demek olduğunu pek bilmeyiz. Halbuki açgözlü insan diye, dünyâ lezzetlerini harâm yollardan aramaya, elde etmeye çalışan kimseye denir. Açgözlülük, kötü huylardan, kalb hastalıklarından birisidir. Açgözlülüğe, tamah yani doymazlık, çok istemek denmektedir. Ayrıca insanı kibirlenmeye, ucuba yani yaptıklarını beğenmeye sürükleyen nafile ibadetler ve insana ölümü, ölümden sonraki ahiret hayatını unutturan mubahları yapmak, kullanmak da, açgözlülük yani tamah olarak bildirilmektedir. Açgözlülüğün en kötüsü, insanlardan beklemek yani onların elindekine göz dikmektir. Açgözlülüğün zıddına, aksine, tefvîz denir. Tefvîz, helâl ve faydalı şeyleri kazanmak için çalışmak ve bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemek demektir. Şeytân, insana, riyâyı ihlâs olarak, açgözlülüğü de tefvîz yani faydalı, helal şeyleri kazanmak olarak gösterebilir ve bu şekilde insanı aldatmaya çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmiştir. Bu vazifeli melek, insanın kalbine iyi düşünceler getirir ki buna ilhâm denir. Şeytân da, insanın kalbine kötü düşünceler getirir ki buna da, vesvese denir. İlhâm ve vesvese... Helâl lokma yiyen, bedenini helal gıda ile besleyen bir kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Harâm yiyen kimse ise, melekten gelen ilham ile şeytandan gelen vesveseyi birbirinden ayıramaz. Zira Melek tarafından ilham edilenler, İslamiyete uygun olur. Şeytanın verdiği vesvese ise, İslamiyetten ayrılmaya, uzaklaşmaya sebep olur. Nitekim bir hadîs-i şerifte: (Melekten gelen ilhâm, İslâmiyete uygun olur. Şeytândan gelen vesvese, İslâmiyetten ayrılmaya sebep olur) buyurulmuştur. Melek tarafından ilhâm olunan şeyleri yapmalı, şeytanın vesvese ettiği şeyleri ise yapmamaya çalışmalı, bunun için gayret etmelidir. Şeytandan ayrı olarak, insanın nefsi de, kalbe kötü düşünceler getirir. Nefisten gelen bu düşünce ve arzûlara ise, hevâ denir. Melekten gelen ilhâm ile, şeytandan gelen vesvese, devâmlı olmaz. Nefsin verdiği hevâ ise, devâmlıdır ve gittikçe artar. Şeytandan gelen vesvese, duâ ederek, Allahü tealayı hatırlayıp zikrederek azalır ve yok olur. Nefisten gelen hevâ ise, ancak kuvvetli mücâhede ile azalır ve yok olur. Şeytân, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs, kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. İnsan, şeytânın bir vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesveseye başlar. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: (Şeytân, kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devâm eder) buyurulmuştur. Kalbe gelen hâtıranın cinsini, iyi mi, kötü mü olduğunu anlamak için, bunun İslâmiyyete uygun olup olmadığına bakılır. İnsanda bulunan Nefs-i emmâre, dâimâ zararlı şeyler ister. Şeytân ise, çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı olan şeyi de vesvese yapar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytânın vesvesesi olan hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Bunun için hadîs-i şerîfte; (Acele etmek, şeytândandır Fakat beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günâh yapınca hemen tövbe etmek) buyurulmuştur. Nefse uyan kimse, hem nefsine hem de şeytanın vesvesesine tâbi olur. Nefsin hevâsına ve şeytanın vesvesesine uymayan kimsenin, melekten gelen ilhâma uyması kolay olur. Haram ve mekruhlar... Demek ki nefis ve şeytan, kötü düşüncelerini vesvese ederek, insanı, kibir, ucub gibi yollarla helake sürükler ve insanı açgözlü yapar. Zira nefs, yaratılış itibariyle helal ve mubah olan şeylerle doymaz. Çünkü onun gıdası haram ve mekruh olan şeylerdir. Bu sebeple nefs, insanı haram işlemeye iter. Haram işlemeye alışan bir kimse de, açgözlü olur. Böyle bir kimse, isteklerini, arzularını haram yollardan temin etmeye çalışır. Haramlara dalan bir kimse ise, doymak bilmez. Hiçbir ölçü tanımadan mal, mülk sahibi olmaya ve herkes tarafından bilinmeye, tanınmaya yani şöhret sahibi olmaya çalışır. Bu iki afet ise, onu Cehenneme sürükler. Bu sebeple Peygamber efendimiz: (İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zamân, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının, insana yapacağı zarar dahâ çoktur) buyurmuşlardır. Netice olarak hazret-i Ömer'in buyurduğu gibi; "Tamah yani açgözlülük, fakirliktir. Başkasının elindekine göz dikmemek ise zenginliktir. İnsanların elindekine göz dikmeyen, onların zararından korunmuş olur."
.
İnsanın kıymeti, himmeti kadardır
31 Ekim 2005 01:00
Himmet; gayret, emek, çalışmak, çabalamak, yardım gibi anlamlara gelmektedir. İnsanın kıymeti, kıymet verdiği şeylerle ölçülür. Bir kimse neye değer vermiş ise, onu elde etmek için çalışır. Bu kimsenin bütün gayreti, çalışması hep bu yönde olur. Sadece yeme ve içmeye kıymet verenin değeri de, o kadar olur. Kim neye kıymet veriyorsa, kendi kıymetini de ortaya çıkarmış oluyor. Kutbüddîn Kâki hazreleri buyuruyor ki: "Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli, süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Süslü elbiseleri gösteriş için giyen, kendini aşağılamak yolunda silâhlı bir soyguncu gibi olur. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyâlık şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusûr, kabahat ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir. Dînin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zîrâ bu olmayınca, bu yolda ilerlemek olmaz. Bir kimse hem bu yolda ilerlediğini söylüyor, hem de dînimizin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranıyorsa, biliniz ki o kimse yalancıdır." Sâlihlerin himmeti... İnsan ne ile meşgul olursa, gönlü ona kayar. Bunun için din büyükleri; "Dünyâ işleri ile çok uğraşmakta, dünyâ işlerine gönül bağlamak korkusu vardır" buyurmuşlardır. İnsanın kadir ve kıymeti de, muhabbet ettiği, sevdiği şeylerle belli olur, açığa çıkar. Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri buyuruyor ki: "Her sınıf insanın bir himmeti, ulaşmak için gayret ettiği bir gâyesi vardır. Sâlihlerin himmeti de, Allahü teâlâya isyân etmeden, O'nun râzı olduğu işleri yapmaktır. Âlimlerin himmeti, sevâbın artmasına gayret etmektir. Âriflerin himmeti, kalplerinde Allahü teâlânın büyüklüğünü bulundurmak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeyleri terk etmektir." Mimşâd ed-Dîneverî hazretleri anlatır: "Bir yolculuğumda, yaşlı bir zât gördüm. Salih, hayırlı bir kimse olduğu yüzünden okunuyordu. Kendisinden nasîhat isteyince buyurdu ki; "Himmetini koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz olanın, gayreti iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de düzelir" Her mahlukun, kendi yaratılışı ile alakalı olarak bir himmeti, gayreti olur. Nefsin de himmeti, gayreti, yaratılanların en cahili olması sebebi ile, kendini mahvetmek üzerinedir. Bir kimse, nefsine tabi olursa, kadir ve kıymeti de nefsi kadar yani nefsinin kıymet verdikleri kadar olur. Bunun için insan, nefsine ve nefsinin himmet ettiklerine tabi olmayıp, himmetini yani isteklerini, arzularını, taleplerini çok yüksek, kıymetli şeylere çevirmelidir. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratıp, göndermektedir. Yüksek, kıymetli şeylere kavuşmak isteyen kimse, bunlara kavuşturan, götüren sebeplere yapışır, himmetini bu yöne kullanır. Cenâb-ı Hakkın rızâsına talib olan bir kimse, kötü şeylere, nefsine tabi olmaktan kendini korur. Abdullah bin Hubeyk hazretleri buyuruyor ki: "Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Âhiret saâdetini harâb eden şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey için sevinme!" Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretleri cemâate hitâben buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nîmet verildiği zaman, önceki nîmet orada sona erer. Ağıza bir lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla berâber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin aslınız ve dünyâya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyâya gelen kimseler olarak, nasıl bâkî, devamlı kalabilirsiniz. Sizler de bu dünyâdan göçeceksiniz." Güzel hasletlerin artması... Akşemseddîn hazretleri de buyuruyor ki: "Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sabır, tevekkül, kanâat ve hilm, yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir."
.
Çok konuşan, çok yanılır
6 Kasım 2005 01:00
Dil, büyük bir nimettir. İyiliği de kötülüğü de büyüktür. Cennete de, Cehenneme de götürür. Cirmi küçük, cürmü büyüktür. İman ve küfür dildeki ifadeden anlaşılır. Dil, ya hak konuşur, ya bâtıl. Diğer uzuvların sahası dardır. Kulak sadece işitir, göz sadece görür. Dil ise, hayır ve şer için geniş alana sahiptir. Dil yırtıcı bir hayvan gibidir, serbest bırakılırsa sahibini parçalar. Sükut eden, hataya düşmekten, yalandan, dedikodudan, söz taşımaktan, kendini övmekten, boş konuşmaktan ve daha birçok dil afetlerinden kurtulur. Çok konuşan hata eder. Eshab-ı kiram hep hayır konuştukları halde, yanlış konuşmak için değil, belki boş bir söz söyleriz diye sükut ederlerdi. Hazret-i Ebu Bekir, ağzına taş koyar ve; "Başa gelen bütün felaketler bundan gelir" buyururdu. Çok konuşanın dili sürçer, kalbi kararır. Kalbi kararan da, hata üstüne hata yapar ve kalb kırar da farkında bile olmaz. Diline sahip olan, dinini korur. Din büyükleri, talebelerine ve sevenlerine hep: "Bir kimsenin cahil olduğunun alameti şunlardır: Canlı-cansız her şeye kızar. Diline sahip olamaz ve sır saklayamaz. Parasını yerli yerince harcayamaz. Herkese güvenir. Dostunu düşmanını ayıramaz. Kötü kimselerle arkadaşlık eder" diye nasihat etmişlerdir. Dilini tutan kurtulur... Dile sahip olmak, az konuşmak dinimizin emridir. Peygamber efendimiz: (Dilini tutan kurtulur) buyurmuşlardır. Susmak, açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin mağfiretine sebep olur. İnsanın selameti, dilini korumasındadır. Zira Resulullah efendimiz: (Selamet isteyen, sükut etsin, dilini tutsun!) buyurmuşlardır. Söz insanın terazisidir. Fazlası ziyan, azı vakardır. Az konuşan kınanmaz, üstelik itibarı da çok olur. Şaka, alay ve boş konuşmak ise, belaya yol açar. Vüheyb bin Verd hazretleri; "İbâdet veya hikmet on kısımdır. Bunun dokuzu, sükût edip, konuşmamaktır" buyurmuştur. Kişi, dilinin altında gizlidir. Dil, irfan hazinesinin anahtarıdır. Çok konuşan, gönüldeki hizmet cevherini boşaltır. Çok konuşmak dostluğu bozar. Lüzumsuz konuşmak, ayıpları açığa çıkarır. Acı, sert söyleyenden, dostları, sevdikleri kaçar, uzaklaşır. Peygamber efendimiz; (Çok konuşan çok yanılır, çok yanılanın yalanı çoktur. Yalanı çok olan da Cehenneme layıktır) buyurmuştur. Abdullah bin Selam hazretlerine, kendisini Cennetlik eden amelin ne olduğu sorulduğunda; "Boş söz konuşmam ve kimseye karşı kötülük beslemem" cevabını vermiştir. Eğer bir kimsenin kalbinde darlık ve üzüntü, vücudunda bitkinlik ve halsizlik, rızıkında eksiklik ve bereketsizlik olursa, bunun boş ve yersiz konuşmalardan meydana geldiğini bilmelidir! Dil söylemezse, kalb rahat eder. Sözü az, ameli çok olanın, gönül gözü parlar, açılır. Diline sahip olan, bedenine de sahip olur. Çünkü hadis-i şerifte: (Her sabah, bütün uzuvlar, yalvararak dile derler ki: Bizim hakkımızı gözetmekte, Allah'tan kork, kötü söz söyleme, bizi ateşte yakma! Bizim dine uyup uymamamız senin sebebinledir. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğri oluruz) buyurulmuştur. Sükut yani dile sahip olmak, yorulmadan yapılan ibadet, masrafsız takılan bir ziynet, hükümdarlığa muhtaç olmadan ele geçen bir devlet, duvara ihtiyaç duyulmadan yapılan kale, çalışmadan kazanılan zenginlik ve ayıpların kapatılmasıdır. Hazret-i Lokman hakime; "Bu makama nasıl yükseldin?" diye sual edildiğinde; "Doğru konuşmak, emanete riayet etmek ve faydasız sözleri terk etmekle" cevabını vermiştir. Bir söz söylerken hem kendimizin, hem de karşımızdakinin ahiretini düşünerek konuşmalıyız. Zira ağızdan çıkan söz, muallakta kalmaz, ya sağ tarafa veya sol tarafa yazılır. Abdullah bin Avn hazretleri, Tabiînin büyüklerindendir. Diline sâhib olup, hiçbir zaman kötü söz söylemezdi. Yahyâ el-Kattân hazretleri; Abdullah bin Avn hazretleri için; "Abdullah bin Avn'ın üstünlüğü, insanlar arasında dünyâyı en fazla terk etmiş olması bakımından değil, diline sâhib olması bakımındandır. O, insanlar arasında diline en fazla sâhib olanlardandır" buyurmuştur. Sıkıntıdan kurtulmak için... Bişr-i Hâfî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâda azîz olmak, âhirette selâmette kalmak isteyen, diline sâhib olsun. İki şey kalbe kasvet verir. Çok konuşmak ve çok yemek." Bir kimse, Eyyûb-i Sahtiyânî hazretlerinden nasihat isteyince; "Diline sâhib ol, az konuşmaya dikkat et" buyurmuşlardır. Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; "Kalbini en güzel koruyan kimdir?" diye sorduklarında; "Diline en çok hâkim olan" cevâbını vermişlerdir. Netice olarak Mansûr bin Ammâr hazretlerinin buyurduğu gibi; "Sıkıntıdan kurtulmak istiyorsan, dünyâyı istemeyi bırak, özür dilemekten kurtulmak istiyorsan, diline hâkim ol.
.
Sabır, takdire itiraz etmemektir
7 Kasım 2005 01:00
Sabır, Allahü teâlânın takdirine ve taksimine îtirâz etmemektir. Şikâyet kastı olmadan başa gelen musîbetleri açıklamak sabırsızlık olmaz. Sabır; bütün hayırların, iyiliklerin anahtarıdır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, her menzile sabırla ulaşılmaktadır. Çocuğun büyümesi ve eğitimi, sabretmeye bağlıdır. İyi bir insan, iyi bir Müslüman olmak, sabırla ele geçer. Zaten Din Büyükleri; "Sabır bütün hayırların, şükür de bereketin anahtarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o, en yüksek mânevî mertebelere kavuşur" buyurmuşlardır. Abdullah ibni Abbâs hazretleri, kızının vefat ettiğini öğrenince önce; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" der ve akabinde de; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" der ve iki rek'at namaz kılar. Namazı kıldıktan sonra; "Allahü teâlânın; Bekara suresinin 45'inci âyet-i kerimesinde; (Sabır ve namaz ile yardım isteyin) meâlindeki emrini yerine getirdik" buyurur. Hedefe ulaşmak için... Sabır, dinin yarısı, namaz ise dinin direği. Bu ikisine yapışan, hedefine ulaşır, maksadına kavuşur. Peygamber efendimiz; (Sabreden, zafere kavuşur) buyurmuşlardır. Abdullah Mürteiş hazretleri; "Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs" buyurmuştur. İsmâil Fakîrullah hazretleri; "Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır" buyurmuştur. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri ise; "Kıyâmet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş ve zenginliğe ne ölçüde şükredilmiş ise, o hesâb edilecek. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir" buyurmaktadır. Ebû Ali Dekkâk hazretlerine; Sabır nedir? diye sual edilince cevaben buyurur ki: "Sabır, ilaç olarak kullanılan tadı acı bir ağacın adıdır. Sabırlılar dünyâ ve âhiret izzetine konarak kurtuluşa erdiler. Çünkü onlar Allahü teâlâdan O'nunla olma şerefine nâil olmuşlardır. Allahü teâlâ bunun için Tûr sûresi 4. ayetinde meâlen; (Şüphe yok ki Allah sabredenlerle berâberdir) buyurmuştur. Sabrın târifi ve sınırı takdire îtirâz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksızın başa gelen musîbetleri açıklamak sabırsızlık olmaz. Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâm kıssasında; (Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur) buyurmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 83. ayetinde meâlen, Eyyûb aleyhisselâmın; (Başıma bu dert geldi) dediğini haber vermiştir. Bu ümmetin zayıfları, ruhsatla, izin verilen şeylerle amel ederek sıkışık kalmasınlar ve nefes alsınlar diye Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın; (Başıma bu dert geldi) dediğini bildirmiş ve böyle şeyler söylemeyi haram kılmamıştır." Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurdu ki: "Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum" deyince; (Fakirlik için bir elbise hazırla) buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum" deyince; (Belâ için elbise hazırla) buyurdu. Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır." Başka reçete yok!.. Ahmed Yekdest Cüryânî hazretleri; "Dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzere kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, Hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır" buyurmaktadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!)
.
Kanâat eden, rahat eder
13 Kasım 2005 01:00
Kanâat; yeme-içme husûsunda elde bulunan ile yetinmek veya elinde olana râzı olup, daha çok istememek yahut yeme, içme ve barınma husûsunda, emeği ve alın teri ile kazandığına râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek diye tarif edilmiştir. Kanâat; çalışıp, sebeplere yapıştıktan sonra, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel tembel oturup, başka bir şey aramamak demek değildir. Aksine kanâat, çalışmak, meşru olan bütün sebeplere yapışmak ve hırslı hareketlerden yani insanların haklarını çiğnemekten, haset etmekten kısacası kul ve hayvan haklarına tecavüzden sakınıp, gönül huzûru ile yaşamak demektir. Peygamber efendimiz; (Kanâat eden azîz, tamah eden yani dünyâ lezzetlerini haram yollardan arayan zelîl olur) buyurmuşlardır. Ebû Bekir Merâgî hazretleri buyuruyor ki: "Akıllı kimse; dünyâ işini kanâat ile yani çalışıp ele geçene yetinmekle, âhiret işini hırs ve acele ile, din işini ise ilim ve cehd ile yapar." Ali Havâs Berlîsî hazretleri; "Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için dünyâ nîmetlerinden çalışıp ele geçene kanâat eden kullarının, amelleri az olsa da, cenâb-ı Hak böyle kullarından hoşnûd olur" buyurmaktadır. Kim tamah ederse!.. İbn-i Cevzî hazretleri de; "Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tamah ederse yani dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa, geçim sıkıntısı çeker" buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri ise; "Ey insanoğlu! Eline geçen az da olsa buna kanâat et; malını hayırlı yerlere harca, yoksulluktan korkma, rızkına Allahü teâlâ kefildir. Doğruluktan kalbini ayırma, nefsini Allah için muhâsebe et; çünkü nefis, kendi arzûlarını, sana faydalı ve iyi gösterir. Hâlbuki onlar aslında günâhtır. İşlerini Allah'ın rızâsına uydur. Âhiret gününün sıkıntılarından kurtulmak için, kalbini Allahü teâlâya bağla" buyurmaktadır. Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Ey kulum! Emir ettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi, en zengini olursun, kimseye muhtaç kalmazsın.) Bir kimse, nafakası olmayınca sabredip kanâat ederse, Allahü teâlânın kendisi hakkındaki muâmelesinden râzı olursa, Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır ve çalışırken ibâdetlerini terk etmez, haram işlemezse, kazanırken de, harcarken de dînin emirlerine uyarsa, böyle bir kimse için zenginlik de fakirlik de faydalı olur. Peygamber efendimizin zaman zaman; (Allah'ım! Sana kavuşmaya îmân eden, kazâna râzı olan ve verdiğine kanâat getiren nefs-i mutmainne isterim) diyerek dua ettikleri kitaplarda yazılıdır. Bitmeyen bir hazîne... Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinden birisi nasihat isteyince, ona hitaben: "Acele etme. Acele eden, ya hatâ yapar veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek, Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyâlık toplama hırsıdır. Kanâat sâhibi ol. Kanâat bitmeyen bir hazînedir" buyurmuştur. Muhammed bin Vâsi' hazretleri, kuru ekmeği suya batırır yer ve; "Buna kanâat eden, insanlara muhtâc olmaz" buyururdu. Seyyid Emir Hamza hazretleri, talebelerine vasiyetinde; "Birisi size düşmanlık ederse, onunla meşgûl olmayınız. Çünkü husûmetin sonu gelmez. Allah korusun, bu uğurda dîniniz elden çıkabilir! İnsanların sevgisine de aldanmayınız! Zîrâ bu sevgileri devamlı değildir. İnsanların elinde olana tamah etmeyiniz, göz dikmeyiniz. Allahü teâlânın size verdiğine kanâat ediniz. Çünkü tamah eden, dâimâ sıkıntı ve üzüntü içinde olur. Kanâat eden de, her zaman neşeli ve rahat olur" buyurmuştur. Yedi yüz âlimin cevabı!.. Şakîk-i Belhî hazretleri, bir sohbetinde buyurur ki: "Akıllı, zeki, derviş, zengin ve cimrinin kimlere denildiğini 700 âlimden sordum. Hepsi de birbirine yakın cevaplar verip şöyle dediler: "Dünyâyı sevmeyen kimse, akıllıdır. Dünyânın aldatıcı ve yalan olan zevklerine aldanmayan kimse, zekîdir. Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olan, kanâat eden, zengindir. Dünyâya âit arzusu bulunmayan, Allahü teâlânın rızâsını isteyen kimse, dervişdir. Allahü teâlânın verdiği nîmetlerden, mahlûkuna faydalı olanları vermekten kaçınan, cimridir." Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Ey Âdemoğulları! Bir kimse benim kazâma râzı olmaz ve benim tarafımdan gelen belâlara sabretmez, verdiğim nimetlerime şükretmez, ihsân ettiğim dünyâ nimetlerine kanâat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Âdemoğlu! Bir kimse benim belâma sabrederse, benden râzı olmuş olur, yanî rubûbiyyetimi tasdîk etmiş olur.) Ve netice olarak Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kanâat eden rahat bulur, üstün olur."
.
Nefs, durgun bir suya benzer
14 Kasım 2005 01:00
Nefs, diğer varlıklar gibi, Allahü teâlânın yarattığı mahluklardan biridir. Kötülüklerin kaynağı, menbaı olarak yaratılmıştır. Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. İnsan haklarını, kanunları çiğner. Onun zevklerinin sonu yoktur. Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde; (Nefsine düşmanlık et! Çünkü o, benim düşmanımdır) buyurmuştur. Allahü teâlâ, hayvanların yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratmıştır. Biri, muhtaç oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir ki buna, şehvet denir. İkincisi, yaşamalarına zararlı olan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir ki bu kuvvete de, gadab denir. Allahü teâlâ, insanlara, çalışabilmeleri ve çalışmaktan usanmamaları için, üçüncü bir kuvvet daha vermiştir ki bu da, 'nefs'dir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı, hep zararlı olur. Meselâ hayvanlar susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer ve doyunca, artık içmez. İnsanı nefsi zorlayarak doyduktan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar, doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat, hoşuna gideni, doyduktan sonra da yedirir... Doğruyu eğriden ayırmak! Allahü teâlâ, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni olmak için, hem nefsin arzûlarına uymayı sınırlayan, hem de nefsi temizleyip, aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emir ve yasaklar gönderdi. Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi emmârelikten kurtulup, mutmainne olur. Ayrıca Allahü teâlâ, insanlarda, doğruyu eğriden ve faydalıyı zararlıdan ayırabilen bir kuvvet daha yarattı. Bu çok kıymetli kuvvet, 'akıl'dır. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz, İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise, nefsine uyar. Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri nefsine muhalefet etmekte çok gayretli idi ve şöyle buyururdu: "Nefs, durgun bir suya benzer. Dıştan bakılınca temiz gibidir. Ama biraz tahrik edilip dalgalandırılınca dibinde saklı pek çok mikropların olduğu görülür. Nefsin durumunu anlamak için onu imtihan etmelidir. Hem de mihnetle, meşakkatle ve boş arzularına muhâlefet etmekle imtihan etmelidir. Herkes nefsine bakmalı, mihnet ve meşakkat ânında ne gibi bir şekil alıyor. Yersiz ve boş arzularını yenebilmek için direnmesini biliyor mu, görmeli ve bilmelidir." Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyuruyor ki: "Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kazâ namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine tâbi olur ve ahiretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek ve onu doğru yola sokmakla emrolundun. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin, ipini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, nefsin hevâsına uydun. Sonunda dünyâ ve âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun." Varlıkların en câhili!.. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, İslâmiyyeti, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak ve nefs-i emmârenin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatıştırmak için gönderdi. Nefs-i emmâreden hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Dışarıdan gelen kötü istekler, şeytândan gelmiş olmakla berâber, geçici hastalıklardan olur. En büyük düşmanımız, nefsimizdir. Dışarıdaki düşmanımız, bu iç düşmanın yardımı ile bize saldırıyor. Varlıklar içinde en câhil olanı, insanın nefsidir. Çünkü, her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir." Netice olarak Mücâhid bin Cebr hazretlerinin buyurduğu gibi: "Nefsini azîz eden dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse ise, dînini azîz eder."
.
Dünyâ ibret yeridir!..
20 Kasım 2005 01:00
Dünya, imtihan ve kazanç yeri olarak yaratılmıştır. Herkese belli bir zaman dilimi tayin edilmiştir. Bu tanınan müddet bittiği anda, hesap başlamaktadır. Onun için herkes, kendine tanınan zamanı iyi değerlendirmek ve kullanmak durumundadır. Seyyid Emîr Hamza hazretleri, talebelerine şöyle vasiyyet etmiştir: "Ey talebelerim! Bizim bulunduğumuz yol, doğruluk üzerine kurulmuştur. Babam Seyyid Emîr Külâl hazretleri; "İnsanların Hakk'a kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi, İslâmiyete tam uymadıklarındandır" buyururdu. Allahü teâlâya hakiki manada kul olmak isteyenler, Resûlullah efendimizin sünnetine yâni İslâmiyete uyarlar. Haram işlerden ve haram yemekten sakınırlar. İnsanların yükünü çekip, kimseye yük olmazlar. Şöhretten sakınırlar. Müslümanlara acıyarak, onlara yumuşak davranırlar. Dâimâ Allahü teâlâdan korkarlar ve günahlarının affedilmesi için yalvarırlar. Gıybet etmezler. Dünyâya, dünyânın rahatlığına ve zînetine güvenmezler. Sâlihlerin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda ve onların ahlâkı üzere olurlar. Ey talebelerim! Abdesti, namaz vakti girmeden alınız. Namazı huşû ile kılınız ve Allahü teâlâdan korkunuz. Peygamber efendimiz; (Vakit geçmeden namaza, ölüm gelmeden tövbeye acele edin) buyurdu. Dâimâ tövbe ediniz. Resûlullah efendimiz; (Günâhına tövbe eden, günâhı olmayan gibidir) buyurdu. Gafletten uzak dur!.. Gafletten uzak durunuz. Lüzumsuz yere konuşmayın ve boş söz söylemeyin. Hiçbir mahlûka hakâret gözü ile bakmayın. Birbirinizi çok seviniz. Kimseye dünyâlık için hürmet etmeyiniz ki, dîniniz dünyâ uğruna gitmesin. Dînini başkalarının dünyâsı için satan ve bu yüzden Allahü teâlânın rahmetinden mahrum kalan kimseden daha câhili yoktur. Böyle kimse, hem dünyâda, hem de âhirette zavallıdır. Allahü teâlânın râzı olmasını düşünmeyip de insanların rızâsını düşünen, onların râzı olmasını arayan kimse, Allahü teâlânın gadabını istemiş olur. Birisi size düşmanlık ederse, onunla meşgûl olmayınız. Çünkü düşmanlığın sonu gelmez. Allah korusun, bu uğurda dîniniz elden çıkabilir! İnsanların sevgisine de aldanmayınız! Zîrâ bu sevgileri devamlı değildir. İnsanların elinde olana göz dikmeyiniz. Allahü teâlânın size verdiğine kanâat ediniz. Çünkü tamah eden, dâimâ sıkıntı ve üzüntü içinde olur. Kanâat eden de, her zaman neşeli ve rahattır. İnsanlardan ve makamlarından yardım beklemekten ümîdi kesip, Allahü teâlâya bağlanmalıdır. Başkalarından yardım bekleyen kimse, insanlar yanında hor görülür. İnsanların elindekine göz dikmeyen kimse, dünyâda da, âhirette de azîz ve muhterem olur. Birinin size karşı kusûru olursa, şikâyet etmeyin. Kabahati kendinizde arayın. Dâimâ özür dileyici olun. Kimsenin ayıbını aramayın. Nasîhat kabûl etmeyenlere, nasîhat etmeyin. İnsanlardan bir sıkıntı gelirse, affedin. Karşılığında iyilik yapmaya bakın. Biri size hürmet etmezse, sakın ondan dolayı hatırınız kırılmasın. Bir kimse de, size hürmet eder ve sizden iyi olarak bahsederse, ona da, sevinmeyin. İnsanların övmesini ve kötülemesini aynı tutarsanız, felâket uçurumuna düşmezsiniz. Size bir acı haber gelir veya hasta olursanız, Allahü teâlâdan râzı olmaya dikkat edin ve Allah'a hamdedin. Ne kadar hasta olsanız, ayağa kalkamayacak hâlde bulunsanız da, namazı kazâya bırakmayınız. Îmâ ile kılınız. Hastalığınızı, günahlarınıza keffâret biliniz. Zîrâ kula gelen belâlar, onlara sabır ve tövbe ile kalkar. Mecbur olmadıkça insanlardan bir şey istemeyin. Hiç kimseye zulüm ve günahta yol göstermeyin. Evinizde iyi ahlâklı olun. Hürmet ehli, kendisine hürmet gösterilenler sizi yanına çağırırsa, onunla mağrûr olmayın. Dünyâ ve dünyâyı sevenlerden kaçın. Elden geldiği kadar ilmiyle amel eden âlimlerin sohbetinde bulunun. İlim öğrenmekten bir adım geri ve uzak durmayın. Zîrâ ilimsiz amel, şeytanın oyuncağı olur. En büyük nimet!.. Her işte esas, ilim ve takvâdır. Îmândan güzel hiçbir nîmet yoktur. Allah'a ibâdetten daha iyi amel yoktur. Ölümden iyi ibret yoktur. Kendinizi, kendini beğenmekten, gösterişten, tekebbürden, böbürlenmekten, hasedden, dedikodudan, cimrilikten, kin tutmaktan, düşmanlıktan ve nifaktan koruyunuz. Zira bunlar, kişinin kötülüğüne alâmettir. Bütün iyiliklerin başı, dünyâyı terk etmektir. Bütün kötülüklerin başı da dünyâ sevgisidir. Bununla birlikte, Peygamber efendimiz; (Dünyâ âhiretin tarlasıdır) buyurdu. O hâlde dünyâda âhiret işleri yap ve dünyâya ve dünyânın nîmetlerine bağlanma! Dünyâ rahat yeri değildir. İbret yeridir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Dünyâ ibret yeridir, tâmir etme yeri değildir) buyurdular. Dünyâ bir kulübedir ve biz onda misâfiriz. Bâkî olan ise, sâdece Allahü teâlâdır."
.
Herkesin yükünü çekebilmek...
21 Kasım 2005 01:00
Allahü teâlâ nefsi, kendine isyân edecek şekilde yani düşman olarak yaratmış ve buna karşı uyanık olmamızı, muhalefet etmemizi emretmiştir. Nefse muhalefet ise, İslâmiyyetin emirlerine uymak, yasak ettiklerinden sakınmak kısaca sünnet-i seniyyeye yapışmakla olur. Peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi, hep nefs-i emmârenin isteklerini yok etmek içindir. Bir kimse İslâmiyyete ne kadar çok uyarsa, nefsin arzûları o kadar azalır. Bunun içindir ki, nefse en zor gelen şey, en ağır gelen yük, İslâmiyyetin emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Nefsi ezmek için, İslâmiyyete uymaktan başka yol yoktur. Nefsine muhalefet edemeyen, onun emrine girer, herkese eziyet eder ve yük olur. Halbuki dinimiz, yük olmayı değil, yük çekmeyi emir ve tavsiye etmektedir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, talebelerine ve sevenlerine hitaben buyurdu ki: "Size önemle sünnet-i seniyyeye yapışmanızı; câhiliye âdetlerinden ve bid'atlerden sakınmanızı; gösterişe kapılmamanızı; halktan, makam ve mevkî sâhipleri ile görüşmeyi terk etmenizi tavsiye ederim. Yapmak mecburiyetinde olduğunuz iki bozuk işle karşılaştığınızda en hafif olanını yapmak lâzımdır. Şunu iyi biliniz ki, sizin bana en sevgiliniz; dünyâ ehline alâkası en az olanınız, başkasına yük olmayanınız, fıkıh ve hadîsle meşgûl olanınızdır." Ne büyük saadet! Kulluk, yük altına girmeyi ve yük çekmeyi kabul etmek demektir. İslâmiyyete hizmet etmek isteyen, yük çekmeyi kendine zevk edinmelidir. Zira islamiyyete hizmet etmek, en zor iştir. Allahü teâlâ da, bu en zor işi, en güvendiği ve en çok sevdiğine vermektedir. Allahü teâlânın en çok güvendiği ve sevdikleri ise, Peygamberlerdir ve bunların vârisleridir. Bütün Peygamberler ve vârisleri, hep yük çekmişler, insanlardan gelen sıkıntılara sabretmişler ve onlara yardım etmeye devam etmişlerdir. Şunu da unutmamak gerekir ki, Allahü teâlânın dinini, O'nun kullarının ayaklarına kadar götürmek, çok büyük bir zevk ve çok büyük bir saadettir. Dünyada iken, Allahü teâlânın dinine, O'nun razı olduğu şekilde doğru olarak hizmet edenler, O'nun kullarının müşküllerini halledenler, mahşerde, tahtlar üzerinde, kürsülerde, gölgelerde oturacaklar. Allahü teâlâ onlarla konuşacak. Böyle olan kimseler için, ne hesap var ne de azap... Din büyükleri, bir kimsenin imânının kemâle gelmesini, okuduklarından ve dinlediklerinden istifade etmesini, "Herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir" diye bildirmişlerdir. Zaten Peygamber efendimiz de: (En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir) buyurmuşlardır. Müslümanlık, dünya ve ahiret saadetidir. Allahü teâlânın en sevdiği şey, imandan sonra kullarına hizmet etmektir. Bunun için Peygamber efendimiz, (İnsanların hayırlısı, en üstünü, insanlara dahâ fâideli olanlarıdır) buyurmuşlardır. Yanan bir evden birini kurtarmak, çok büyük sevap olduğu halde, Cehennem ateşinden kurtarmak yanında hiç kalır. Bir kişi daha yanmaktan kurtulsun diye uğraşmak ve hiç kimse yanmasın düşüncesinde olmak lazımdır. Zira Tahrîm sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen: (Kendinizi, evlerinizde ve emirleriniz altında olanları ateşten koruyunuz!) buyurulmaktadır. Abdullah ibni Ömer hazretleri bir gün Resûlullah efendimizin huzûruna gelmişti. Kendisine çok iltifât ederek; (Kıyâmet günü herkesin berâtı, yanî kurtuluş vesîkası, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullah'ın berâtı ise, dünyâda verilmiştir) buyurdu. Bunun sebebi sorulduğu zaman, Resulullah efendimiz: (Kendisi vera' ve takvâ sâhibi olduğu gibi, duâ ederken "Yâ Rabbî! Benim vücûdumu, kıyâmet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın" diyerek din kardeşlerini kendi canından dahâ çok sevdiğini göstermiştir) buyurdular. İyi bir Müslüman... Seyyid Emir Hamza hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenler, Resûlullah efendimizin sünnetine yani İslâmiyyete uyarlar. Haram işlerden ve haram yemekten sakınırlar. İnsanların yükünü çekip, kimseye yük olmazlar. Şöhretten sakınırlar. Müslümanlara acıyarak, onlara yumuşak davranırlar. Dâimâ Allahü teâlâdan korkarlar ve günahlarının affedilmesi için yalvarırlar. Gıybet etmezler. Dünyâya, dünyânın rahatlığına ve zînetine güvenmezler. Sâlihlerin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda ve onların ahlâkı üzere olurlar." Netice olarak, iyi bir Müslüman olmanın alâmeti, yükünü çektirmek değil, yük çekmektir. Abdülazîz Bekine hazretlerinin buyurduğu gibi: "Hakiki bir mü'min, başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kimsedir."
.
Her kemâlin zevâli vardır...
27 Kasım 2005 01:00
Kemâl; olgunluk, mükemmellik, eksiksiz olma anlamlarına gelir. Olgunlaşmış, kemâle ermiş olana da, Kâmil denir. Zevâl ise; yok olma, sona erme anlamındadır... Allahü teâlâ, Hâlıktır yani yaratandır ve bâkidir. Yaratılanların hepsi ise mahluktur ve fânidir yani yok edilmek üzere yaratılmışlardır. Bu dünyada, her mahluk için bir kemâl, olgunluk ve bir de zevâl yok olma zamanı vardır. Cenâb-ı Hak, ezelde böyle dilemiş ve böyle yaratmıştır. Bunu hiç kimse değiştiremez. Cennet ve Cehennem mahluk olmasına rağmen, Allahü teâlâ bu ikisini sonsuz kalacak şekilde yaratmış ve her ikisini de doldurmayı vadetmiştir. Dünyadaki bedeni, ölüm denilen zevâl ile son bulan insan, yeniden diriltilip, bu iki yerden birinde sonsuz olarak kalacaktır. Bunun için, "Dünya fâni, âhiret bâki" denmiştir. Peygamber efendimiz de; (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur) buyurmuşlardır. İnsan, bedenen kemâle erdiği, yaşlanıp olgunlaştığı zaman, ölüm denen zevâl yani yok olma ile karşı karşıyadır. Hayvanlar, bitkiler ve bütün canlılarda da durum aynıdır. Cansız varlıklar yani bütün yıldızlar ve gezegenler için de, bu akıbet kaçınılmazdır. Bütün mahluklar, kemâle erdiği, kendileri için verilen süre tamamlandığı andan itibaren, zevâlden, yok olmaktan kurtulamazlar. Ölümden kaçan biçareler! Muhammed bin Kutbüddîn-i İznîkî hazretleri, Miftâh-ul Cennet isimli kitabında buyuruyor ki: "Ey biçâreler, siz ölümden kaçarsınız. Filân öldü, ben dahî onun yanında bulunacak olursam, bana dahî, bulaşır dersiniz. Ve bulaşıcı hastalık filân mahalleye geldi diyerek, başka yere kaçarsınız. Ey biçâreler, nereye kaçarsınız! Ölüm size vadolunmuştur. Ecel ileri gitmez! Eceliniz gelince, Hak teâlâ size, göz açıp yumuncaya kadar vakit vermez. Takdir olunandan ne fazla ve ne de eksik olur. Hak teâlâ, emrini, her nerede hükmettiyse, o kişi, malını ve evlâdını cümleten bırakıp, o mahalle gider. Ve toprağı olan memlekete varmayınca, canını almaya emrolunmaz. Herkes, eceli gelince ölür. A'râf sûresi 33. âyetinde meâlen, (Ecelleri geldiği zamân, onu az zamân ileri ve geri alamazlar) buyuruldu. Hak teâlâ, sizin günde ne kadar nefes alıp verdiğinizi bilicidir. Ve Levh'e yazmıştır. Melekler, gözetirler, vakti gelince, melek-ül-mevte, ölüm meleğine haber verirler." Cenâb-ı Hak, dünyayı ve dünyanın içindeki bütün güzellikleri zevâl yani yok edilmek üzere yaratmıştır. Akıllı bir kimse, geçici ve yok edilmek üzere yaratılan bu güzelliklere aldanmaz, bunlar için zamanını harcamaz. Peygamber efendimiz; (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki; "Fırsatı ganîmet bilmelidir. Vakitleri çok kıymetli ni'met bilmelidir. Modaya, âdetlere uymakla ele bir şey geçmez. Yalan sözlerden, kaçamak davranışlardan ancak zarar ve ziyân ele geçer. Peygamber efendimiz, (Helekel-müsevvifûn) buyurdu. Yanî sonra yaparım diyenler helâk oldular. Bugünkü ömrü vehim ve hayâl için harcamak ve hayâl olan şeyleri ele geçirmek için, mevcut olanları elden kaçırmak çok çirkin bir iştir. Elde bulunan şeyi, en ehemmiyetli, en kıymetli şey için kullanmak gerekir." Akıllı kimse, zevâl üzere yaratılmış olanlara tutulup kalmaz, bunlara gönül bağlamaz. Zira Resûlullah efendimiz; (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamîr etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurmuştur. Dünyâ âhiretin tarlasıdır İbrâhim Hakkı Erzurumî hazretleri buyuruyor ki: "Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz. Âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Dünyâ sevgisi âhirete hâzırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb, onu düşünmekle, Allah'ı unutur, ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur." Fudayl bin İyâd hazretleri, sık sık; "Dünyânın tamâmı altından olsaydı, yine yok olurdu. Âhiret ise, çanak-çömlek gibi topraktan olsaydı, yine bâkî olurdu. Akıllı kimse, geçici olan dünyâyı, altın da olsa reddeder. Bâkî olan âhireti, çanak çömlek gibi topraktan da olsa kabûl eder. İşin aslı, âhiret bâkî ve altın gibi kıymetlidir. Dünyâ ise, fâni ve çanak-çömlek gibi kıymetsizdir" buyururdu. Netice olarak, dünya ve içindekiler, kendileri için takdir olunan vakit tamam olunca, kemale erince, "Her kemâlin bir zevâli vardır" hükmü gereğince, zevâl yani yok olmakla karşı karşıyadır. Bu dünyâya neler geldi, ben diyenler göçüp gitti, Bilmeli, bu fâni mülkü, yarattı Hak, zevâl üzre...
.
Nefsin yaratılmasının sebebi...
28 Kasım 2005 01:00
Nefs, insan ve cinde kötülüklerin kaynağı olarak yaratılmıştır. Kötülüklerin kaynağı olarak yaratılan nefis için; "Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapamaz, herkes Cennete giderdi" denmektedir. Bu konuda, İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bu dünyâda, her mahlûkta, her şeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahır, gadab sıfatı zuhûr etmektedir. Su, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamaları, temizlik, yemek ve ilâç yapmak için lâzım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakta, sel suları evleri yıkmaktadır. Soğuk su içen, hasta olmaktadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek ve kışın ısınmak için lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmaktadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı hâlde, yangına sebep olmakta, insana çarpınca, hemen öldürmektedir. Her ilâç, bir derde devâ olduğu hâlde, fazlası zararlı olmaktadır. Her şey de böyledir. Nefis de bunlar gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları ve âhiret için cihâd sevâbı kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice faydaları için yarattı. Fakat nefs, bazı lezzetlere doymaz. İyiyi kötüden ayırmak! Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, nefse hâkim olup, zararlı arzûlarını önlemeleri için, akıl da yarattı. Akıl, insan beyni vâsıtası ile, his uzuvlarından, şeytândan ve nefisten kalbe gelen arzûları inceleyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Ayırırken yanılmazsa buna, Akl-ı selîm denir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin faydalı, iyi ve hangi şeylerin zararlı olduklarını ve nefsin bütün arzûlarının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, nefsin isteklerini Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmayı irâde etmez. Kalb, İslâmiyyetin iyi dediklerini, tercih eder, irâde eder ve yaptırırsa, insan saâdete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini tercih ve irâde etmesine Kesb denir. İnsanın hareket organları, beynine, beyin de kalbine tâbidir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, beyin vâsıtası ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve akıldan, melekten, hâfızadan, nefisten ve şeytândan gelen tesîrlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mâni olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile Cihâd-ı ekber olur. Allahü teâlâ, cihâd edenlere, Cennette yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefs, insanların cihâd sevâbına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebep olmaktadır." Şerefeddîn Yahyâ Münîrî hazretleri de; "Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları içindir. Allahü teâlâ nefsi böyle nice faydalar için yarattı. Fakat bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse uymayı frenlemeleri, ona hâkim olup, zararlarını önlemeleri için insanlarda akıl da yarattı" buyurmaktadır. Dinimiz, kötülükler deposu olarak yaratılan nefsin öldürülmesini, yok edilmesini değil, nefse uymaktan, onun dediğini yapmaktan bizi men etmektedir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Nâziât sûresinin 40. âyet-i kerimesinde meâlen buyuruyor ki: (Cenâb-ı Hakk'ın huzûrundan korkup, nefsini [gayr-i meşrû] nefsânî arzularından [hevâ ve isteklerden] men eden kimsenin varacakları yer muhakkak Cennet'tir.) Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Akıllılığın alâmeti; nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti; nefse uyup, Allah'tan af, merhâmet beklemektir.) Ebû Bekir Tâmistânî hazretleri; "Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür" buyurmuştur. Günahlar nefsin gıdasıdır Ali Müzeyyen hazretleri buyuruyor ki: "Allah yolunda nefsi ile yürümek isteyen daha ilk adımında hatâ etmiş demektir. Nefsini terk edip de ihlâs ile her şeyde Allahü teâlânın rızâsını düşünerek yola çıkarsa, Allahü teâlâ ona kendisine kavuşturacak rehberi tanıtır." Nefs, emir altına girmekten hoşlanmaz. Bunun için ibadet yapmak istemez. Nefsin gıdası, inkâr, isyan yani günahlar, haramlar olduğu için, günahlardan sakınmak ona çok ağır gelmektedir. Bunun için İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Nefse, günâhlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbdır" buyurmuştur. Ve Ali Hâfız Efendinin buyurduğu gibi; "Nefs düşmandır. Düşman sözüyle hareket etmek akıl işi değildir."
.
Ölüm uyandırmadan önce...
5 Aralık 2005 01:00
Dünyâ hayâtı, bir rüyâ gibidir. Ölüm bizi uyandırıp, rüyâ bitecek ve hakiki hayât başlayacaktır. Bu dünyâ, bir konaktır ve geçici bir varlık, bir görünüştür. Herhangi bir şeyin gölgesi gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.) Anadolu'da yetişen evliyâdan Derviş Hacı Efendi buyuruyor ki: "Ölüm bilinmeyen bir şeydir. Gelmeden görünmez, gelince de aman vermez. Ölüm seferine çıkanın da, bir daha geri dönmesine imkân yoktur. Bu yalan dünyâ nice defâlar dolup boşalmıştır. Ölüm nice anaların yavrusunu almış, nice babaların boynunu bükmüş, nice yavruları anasız, babasız koymuştur. Herkes birbirinin öldüğünü, gül benzinin kara toprakta solduğunu görür. Bununla berâber dünyâya bağlanmaktan vazgeçmez, dünyâ derdini çeker, dünyâ işine dalar. Fakat nihâyet yaptığını bırakıp gider. Böyle olduğu hâlde kimse aklını başına toplayıp yalancı dünyânın hâlini anlayamamakta ve bu yolculuğa hazırlanmamaktadır." Müslümân olup imân ile ölmek, hayâttır, hem de, sonsuz hayât! Zira ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmayan bir iştir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmek gibidir. Ömer bin Abdül'azîz hazretleri; "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden bir eve göç edersiniz!" buyurmuştur. Ne büyük saadet Ölüm, mümine hediyyedir, nimettir. Günâhı olanlara ise, musîbettir. Müminin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin hapisten kurtulması gibidir. Mümin öldükten sonra, bu dünyâya geri gelmek istemez. Yalnız şehîtler, dünyâya geri gelip, bir dahâ şehîd olmak ister. Dünyânın iyiliği gitti, kederleri kaldı. Bundan dolayı ölüm, her Müslümân için hediyyedir. Ahir zamanda bir kimsenin dînini, imânını, ancak kabri korur. Müminlere yapılacak ikrâmlardan birincisi, ölümdeki sevinçtir. Çünkü mümini râhatlandıran, ancak Allahü teâlâya kavuşmaktır. Her mümine ölüm, hayâtından dahâ iyidir. Bir kimsenin îmân ile öleceği son nefeste belli olur. Bir insan, bu devlete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu ânda, elbette sevinir. Bir kimseye Azrâîl aleyhisselâmın gelip; "Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!" demesi, büyük saadettir. Böyle kimseye, bundan dahâ şerefli bir gün yoktur. Her Müslümânın, ölüme hâzırlanması lâzımdır. Bunun için de, tövbe ve kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Hakları sâhiplerine verip helâllaşmalıdır. Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Şumeyt bin Aclân hazretleri, dünyâda Allahü teâlânın ihsân etmiş olduğu nîmetlere şükretmeyi ve onların kıymetini bilmeyi tavsiye eder ve; "Hastalık gelmeden sıhhatin, meşgûliyet gelmeden boş vaktin, ölüm gelmeden evvel hayâtın kıymetini biliniz" buyururdu. Anadolu'da yetişen evliyâdan Bekir Sıdkı Visâli hazretleri buyuruyor ki: "Ey gaflet uykusuna dalmışlar! Artık uykudan uyanınız. Şimdi uyuyacak zaman değildir. Ey kerîm olan Allahü teâlâdan yüz çevirenler! Siz O'ndan yüz çevirip haddi aşıyorsunuz. Allahü teâlânın sayısız nîmetleri içindesiniz. Dünyânın parasına, malına, mülküne kalbinizi bağlamayın. Bir gün gelip, her şey yok olup, elinizden çıkacak. Ancak Allahü teâlâ ve O'nun sevdiği, beğendiği ameller kalacaktır. Ovalara ve çöllere sığmayan orduları olanlar nerede? O azgın, taşkın Firavunlara ne oldu? Nerede o gelmiş geçmiş krallar, hükümdarlar? Nerede onların medhedicileri? Nerede onların siyah bayrakları ve sancakları? Nerede o dünyânın doğusuna ve batısına sâhib olan İskender? Nerede ilim irfân sâhipleri? Nerede vefâlı dostlar, kardeşler, yakınlar? Onların yaşadıkları yerleri gez gör ve onlardan haber sor! Netîcede hepsinin öldükleri haberini alırsın. Ümmetlerden nicesi toprak altında olup, kalbleri de hasret ile doludur. Onlar himâye, koruma altında idi. Onlar da, yaşadıkları vakitler de ölüp gitti. Zaman, esef ederek onlar için ağlamakta ve yaşlar dökmektedir. Dün onların hepsi evlerinde yaşamakta idi. Bugün ise, toprak altında kemik ve toz yığını hâlindedirler." Tövbe ediniz ki... Sâlih bin Beşîr hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ, bizden evvelkilerin artığı, geçmişlerin terk edip boşadığıdır. Buradan, ayrılık zamanı gelmeden önce ayrılın ve ölüm, baş ucunuzda imiş gibi hareket edin!" Süfyân-ı Sevrî hazretleri, ölümü hatırladığında kendinden geçer ve herkese; "Ölüm gelmeden önce ona hazırlanın!" buyururdu. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri de sık sık, şöyle nasihat ederdi: "Ölümü çok hatırlayınız. Ölüm gelmeden hesâbınızı yapınız. Tövbe ediniz ki, affa kavuşasınız."
.
Numune insan olabilmek için...
11 Aralık 2005 01:00
Numune insan, örnek alınacak, insanlara rehber olabilecek, yol gösterebilecek kimse demektir. Numune insanın, İslam ahlâkı ile mücehhez, bu ahlâk ile donanmış, hallenmiş olması gerekir. İnsanlara yol gösterecek, onlara rehberlik edecek kimsenin, güler yüzlü, tatlı dilli, gönül almasını bilen, kimsenin kalbini kırmaması ve yüzünün âhirete dönmüş olması lazımdır. Numune insanlar, önce âhiret, sonra dünya ve önce senin hakkın, sonra benim hakkım derler. Numune insanlar, her halleriyle kendilerini sevdirdikleri gibi, iyi, güzel halleri, insanlara da sevdirirler. Çünkü seven, sevdiğinin hâliyle hallenir, sevdiği gibi olmaya çalışır. Bu hâl, insanın cibilliyetinde, yaratılışında mevcuttur, elinde olmadan yapar. Esasen, güzel ahlâkı, güzel hâlleri insanlara sevdirmek, kendimizi sevdirmekle mümkün olur. Kim Allahü teâlâdan korkarsa, haram işlemezse, bütün mahlukat ona itaat eder. Cenâb-ı Hak da böyle olan kulunu aziz eder. Kim de, Allahü teâlâdan korkmaz, haram işlerse, Hak teâlâ onu zelil ve rezil eder. Allahü teâlâdan korkup haram işlemeyen, aziz olur. Aksini yapan ise, zelil ve rezil olur. 'Lisan-ı hal' yani insanın yaşayışı, halleri, 'lisan-ı kal'e yani sözlerine uygun olması lazımdır. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; "Rehber yani doğru yolu gösterici olan bir kimse, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allahü teâlâdan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalblerini kurtararak, ihlâsla Hakk'a ibâdet eder ve şeytana uymaz" buyurmuştur. Müslüman, güvenilen insandır Allahü teâlânın bize nasıl muamele etmesini istiyorsak, biz de insanlara, Onun kullarına öyle muamele etmeliyiz. Müslüman, her halükârda Müslümandır. Müslümanlara karşı da Müslümandır, gayr-i müslimlere karşı da Müslümandır. Kısaca, herkese karşı Müslümandır. Müslümanlık vasfımızı, hiçbir zaman, hiçbir yerde değiştirmememiz lazımdır. Müslümanın vasfı, özelliği, numune olması ise, elinden ve dilinden herkesin emin olmasıdır. Müslüman, güvenilen insandır. Bir Müslüman olarak, bu güveni, güvensizlere karşı da, güvenilirlere karşı da korumak zorundayız. Ömer bin Abdülazîz hazretleri, yakın dostu olan hazret-i Sâlim'e mektup göndererek; "Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halîfelik ile imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum. Bana, dedem hazret-i Ömer'in mektuplarını, hayâtı hakkında bilinenleri, Müslümanlara ve gayr-i müslimlere olan hükümlerini bildir. Hazret-i Ömer'i kendime nümûne kabûl ettim. Ona göre hareket edeceğim" diye yazmıştır. Numune insanlar, herkese karşı adaletli olurlar, farklı muameleden sakınırlar. Merhametlidirler ve affetmesini bilirler. Her iki tarafı dinlemeden, hiçbir kimse hakkında tek taraflı olarak karar vermezler. Hem kendilerine yapılan ve hem de kendilerinin yapmak istediklerinde sabırlı olurlar. Kızmazlar, soğukkanlı ve cesur olurlar. Sözlerini dinletebilmek için, kendileri, söz dinlemesini bilirler. İnsanlardan yanlarına kim gelirse gelsin, onlara karşı saygılı davranırlar. İnsanlarla fazla laubali olmazlar ve yerine göre yumuşak ve yerine göre de ciddi fakat her halükârda mert olurlar. Mertlik demek, herkesle iyi geçinmek demektir. Kendilerini üstün görmezler, kibir ve azametten çok uzak dururlar. Herhangi bir kimseyle görüşürken, özlü ve açık konuşurlar, işi sürüncemede bırakacak şekilde sözü uzatmazlar. Sahip oldukları işin, mesleğin hakimidirler, kâr ve zararın nereden geldiğini bilirler. Her zaman kendilerine düşünecek zaman ayırırlar. Hissî davranmazlar, sabit fikirli olmazlar. Özür dileyenin özrünü, makul ve münasipse, kabul ederler. Kendilerini dilleriyle ve halleriyle sevdirmesini bilirler. Yapamayacakları şeyleri vaat etmezler ve vaat ettiklerini de, mutlaka yerine getirirler. Su-i zan etmezler, ama geniş ihtimallerle düşünürler ve insanın her an hata yapabileceğini unutmazlar. Hüsn-i zan ederler ama şeytan ve nefsi de unutmazlar. Muvaffakiyetleri Allahü teâlâdan, hezimetleri ise kendi günahlarından bilirler. Herkese merhametle muamele ederler ve Peygamber efendimizin: (İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez) sözünü asla unutmazlar. Dâimâ huzûr içindedir... Allahü teâlânın kaderine inanan bir Müslümân, dünyâda, dâimâ huzûr içindedir. Çünkü bu Müslümân, şuna inanmıştır: Kendisine gelen hayır ve şer, Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen her şeyin, kendisi için iyi olduğunu, fenâ zannettiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç râhatlığını bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle o insan, âhiret saâdetine de ulaşmış olur...
..
Müslüman su gibi olur
12 Aralık 2005 01:00
Vücûdumuzun normalde bir statik elektrik dengesi vardır. Vücut sağlığı bu elektriksel denge ile yakından alâkalıdır. Bu denge, psikolojik gerilimler, iklim şartları, giyim eşyaları, yaşama ve iş yerleri sebebiyle bozulur. Bu elektriksel yük, öfke hâlinde normalin dört katına çıkmaktadır. İnsan öfkeye kapıldığı zaman, sözlerine de, davranışlarına da hâkim olamaz ve bu hal, insanı, küfre kadar götürebilir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Gadab, îmânı bozar) buyurmuşlardır. Gadabın, sertliğin aşırı ve zararlı olmasına, atılganlık denir. Böyle kimse, hiddetli, sert olur. Bunun aksine ise yumuşaklık denir. Halîm, yumuşak kimse, gadaba, öfkeye sebep olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Öfkeli kimse, hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Hadîs-i şerîfte; (Bir Müslümânda üç şey bulunursa Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. Ni'mete şükretmek, zâlimi affetmek, gadaba gelince, gadabını yenmek) buyuruldu. İnsan davranışlarında sertlik, iticilik ve korkuyu, yumuşaklık ise, sıcaklığı, şefkati, merhameti ve sevgiyi doğurur. Korkutarak elde edilen başarı, yıkılmaya; sevgi ile elde edilen muvaffakiyet ise, artmaya, büyümeye mahkumdur. Bunu için Resûlullah efendimiz: (Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez) buyurmuşlardır. En keskin kılıç!.. Enes bin Mâlik hazretleri, "Resûlullah efendimize on sene hizmet ettim. Bu zaman içinde bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim" buyurmuştur. Peygamber efendimizin bu güzel hâli, Âl-i imrân sûresinin 159'uncu âyetinde meâlen: (Yanında bulunanlara yumuşaklık ve tatlılıkla muâmele etmen, Allahü teâlânın sana bir kerem ve rahmetidir. Eğer kötü ahlâklı olup, sert davransaydın etrâfındakiler dağılırlardı) buyurularak övülmektedir. Çelebi Cemâleddîn Efendi, hiç kızmaz, dostuna, düşmanına aynı muâmelede bulunurdu. Onun bu geniş müsâmahakâr hâlini anlayamayanlar; -Bu kadar yumuşaklığın, insanlara karşı bu kadar tahammül ve sabır göstermenin mânâsı nedir? Diye suâl ettiklerinde; -Hilm, yumuşaklık kılıcı, demir kılıçtan, hattâ yüz zafere sebeb olan kılıçtan daha keskindir diye cevap vermişlerdir. Din büyükleri, talebelerine ve kendilerini sevenlere hep; "Müslüman su gibi olur. Ama sel gibi değil. İçme suyu gibi. Dinimizin en yüce tarafı kanı su ile yıkamaktır, kanla değil... Elbette ki karşındaki kanlı olacaktır, sen de kanlı olursan, o temizlik olmaz. Sen su olacaksın, o ne şekilde davranırsa davransın, sen Müslümanca davranacaksın. Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dünya ehline rağbet etme" diye nasihat etmişlerdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki: "Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. (Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve O'nun yarattıklarına acımak lâzımdır) hadîs-i şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmenin lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki haktan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz." Resûlullah efendimiz, Allahü teâlânın kullarına şefkatli, merhametli ve yumuşak davranır, dünyâ için öfkelendiği hiç görülmezdi. Ama Allah için gadaba gelirdi. Öfkeli olan, karşısındakinin de kendisine karşılık yapacağını önceden düşünmelidir. Gadaba gelen kimsenin kalbi bozulur. Bu bozukluk, dışına da sirâyet ederek, çirkin ve korkunç bir hâl alır. Öfkesini yenenler... Öfkeyi yenmek, çok sevaptır ve gadabını yenene Cennet müjdelenmiştir. Allah rızâsı için öfkesini yenen kimse, karşısındakini affedip, ona karşılık yapmaz ise, Allahü teâlâ onu çok sever. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını defederse, Allah da, ondan azâbını defeder) buyuruldu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Hilm sâhibi olmak yani yumuşaklık, gadabını, öfkesini yenmekten dahâ kıymetlidir" buyurdu. Nimete şükretmek, onu İslâmiyyete uygun olarak kullanmak demektir.Hadîs-i şerîfte; (Gadaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya kâdir olduğu hâlde, yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyyet ve îmân ile doldurur) buyuruldu. Peygamber efendimiz; (Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm, yumuşaklık ile zînetlendir, takvâ ihsân eyle! Âfiyet ile beni güzelleştir) diye dua ederlerdi.
.
Dünyada yolcu gibi yaşamalı...
18 Aralık 2005 01:00
İnsan, bu dünyâda sonsuz kalacak şekilde yaratılmadı. Zaten dünyanın kendisi de sonsuz değildir. Allahü teâlâ, sonsuz olarak kalınacak iki yer yarattı ki bunlar da, Cennet ve Cehennemdir. Bu ikisine giden yol da, dünyadan geçmektedir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.) İnsan, dünyada bir yolcu gibidir. Yolculuk ise, âhiretedir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Dünyâda, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı) buyurmuşlardır. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri de; "Dünyâya aldanmaktan çok sakınınız. Burası, yolcu konağı gibi geçicidir. Bugün buradayız. Belki yarın, belki daha önce göç edeceğiz. Burada bir an evvel azığımızı tamamlayalım. O kadar çabuk olalım ki, konuşmaya vaktimiz kalmasın. Konuşmayı âhirete bırakalım" buyurmuştur. İnsan, dünyâ zevklerine daldıkça, dertleri, üzüntüleri artar. Önüne sayısız güçlükler çıkar. Bu dertlerle, güçlüklerle uğraşırken, niçin yaratıldığını ve yolculuğunun nereye olduğunu, vazifelerini, ibâdetlerini kısaca kulluğunu unutur. İsyan, günah bataklığına saplanıp kalır. Nitekim hadis-i şerifte; (Dünyâya gönül bağlamak, bütün günâhların başıdır) buyurulmuştur. Mal kötülenmemiştir!.. Mâl, mevki arkasında koşanların hiçbiri murâdına kavuşamamış, topladıklarını yiyememiş ve hasret ateşi ile bu topladıklarından ayrılmak mecburiyetinde kalmışlardır. Dinimizde mal, mevki sahibi olmak, kötülenmemiştir. Kötülenen, bunlara olan sevgidir. Zira mâlı, mevkii hayır için arıyan ve hayır işlerde kullananlar, râhata, huzûra kavuşmuşlardır. Böyle olanlar, malı, mevkii, gâye değil, hayra vâsıta olarak bilmişler ve öyle kullanmışlardır. Gaye ile vasıtayı karıştıranlar, hüsrana uğramışlardır. Çünkü mal ve mevki sahibi olmak, bir deryâya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur. Ahmed bin Ebü'l-Havârî hazretleri başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir: "Bir gün çöle gitmiştim. Oradaki insanlar, develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken, bir köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikreden birine gözüm ilişti. Onun bu hali dikkatimi çekti ve yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; -Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller dedi. -Allah'ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde? diye sordum: -Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası! dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. Sonra tekrar; -Neden yapayalnız duruyorsun? diye sordum: -Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim, dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; -Bir şey ister misin? deyince; -Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim, dedi. -Tabîbin kimdir? -Rabbimdir. -Kalbinin derdi nedir? -Günahlar. -Peki bunlardan kim kurtuldu? diye sordum. -Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler dedi. Tekrar sordum: -Yolculuğun nereye? -Kabiredir dedi. -Yolcu musun? dedim. -Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum cevabını verdi..." Muhammed Hâdimî hazretleri, oğluna nasihat ederek buyuruyor ki: "Ömrünü faydalı şeylerde harca, seni ilgilendirmeyen mâlâyâni şeylerde zâyi etme. Şu hadîs-i kudsîye sarıl: (Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!) Kim dünyâya tâbi olursa, felâh bulamaz, âhirette ise kurtuluşa eremez. Dünyâdan ve ona düşkün olanlardan, arslandan kaçar gibi kaç. Yüksek olanı, alçak olanla ifsâd etme. Sermâyeni, zillette olan amellere harcama. Resûlullah efendimizin şu hadîsini düşün; (Dünyâya, dünyada kalacağın kadar, âhirete de orada kalacağın kadar çalış. Dilediğin gibi yaşa; muhakkak ki öleceksin. Dilediğini sev, muhakkak ki ondan ayrılacaksın. Dilediğini yap, muhakkak ki, onun karşılığını göreceksin.) O halde ömrünü boş şeylerle zâyi etme. Tâatlere, ibâdetlere devâm et!" Ey yolcu, bil ki!.. Bir kimse, Behlül Dânâ hazretlerine gelerek; -Efendim, oğlum vefât etti. Kabrini türbe gibi çevirip yaptırdım. Bunun kapısına, insanların okuyup ibret alacakları bir şey yazdırmak istiyorum. Ne yazayım? dedi. Behlül Dânâ hazretleri buna gülüp; "Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey yolcu, bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz" dedi. Ve Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir..."
.
Zahmetsiz nimet olmaz...
19 Aralık 2005 01:00
Allahü teâlâ, dünyayı, zahmet, sıkıntı yeri olarak yaratmıştır. Burada her şey, belli bir sebebe bağlı olarak verilmektedir. Bu sebeplere yapışmayan ve bu sebeplerin getirdiği sıkıntılara, zahmetlere katlanmayan, arzu ettiği nimete kavuşamaz. Âlim olmak isteyen, ilim öğrenmenin sebeplerine yapışmaz ve bu sebeplerin getirdiği sıkıntılara, zahmetlere katlanmazsa, cehaletten kurtulamaz. Her nimet, bir külfet karşılığıdır. Zahmet çekilmeden, nimete kavuşulamaz. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeblere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek bile, Allahü teâlâdan mucize istemek demektir ki, caiz değildir. Dinimiz hem çalışmayı, sebebe yapışmayı, zahmet çekmeyi ve hem de duâ etmeyi bildirmektedir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. Zira Peygamber efendimiz; (Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir) buyurmuşlardır. Allahü teâlânın, insanlara gönderdiği Peygamberler, Peygamber olmalarına rağmen, emredilen sebeplere yapıştılar, sıkıntılara katlandılar, zahmetler çektiler. Mesela Eyyûb aleyhisselâm Şam civârında yaşayan insanlara peygamber olarak gönderilmişti. Onları Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. Bu uğurda pekçok zahmet çekti. Sonra malı, evlâdı ve bedeni ile imtihân edildi. Eyyûb aleyhisselâm çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi. Sabrı, kullukta kusûr etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibâdet ehline ve akıl sâhiplerine örnek oldu. İbâdetten maksat nedir... Hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, zahmet çekmeden, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip ve ağzını havaya açarak kısmetini beklemek, islâmiyyette yoktur. Böyle yapmak büyük günâhtır. Allahü teâlâ Necm sûresinin 39. âyetinde meâlen; (İnsana [âhirette] ancak dünyâda çalışarak [ihlâs ile] yaptığı işler fayda verir) buyurmuştur. Bir işin zahmeti ne kadar çoksa, rahmeti de o kadar çoktur. İbadet yapmanın da birçok zahmeti vardır. Bu zahmete katlanan, sonsuz nimetlere kavuşacaktır. Zaten ibâdetten maksat da, zahmet ve güçlük çekmektir ki, bu da nefis ile düşmanlıktır. Hazret-i Alî; "Uğraşmadan, çalışmadan Cennete kavuşacağını zanneden kimse, hayâle kapılıyor. Çalışarak kavuşacağım diyenin de kendini yorması, ibâdet meşakkatlerini yüklenmesi lâzımdır" buyurmuştur. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri buyuruyor ki: "Her kim mevlâsına kavuşmak isterse, yolunun üstünde kendisini bekleyen zahmet ve meşakkatlere sabredip, göğüs germelidir. Meselâ keten bitkisi, zahmet ve meşakkatlere sabredip göğüs gerer, sonunda da kâğıt olur, üzerine Allahü teâlânın ismi yazılır. Muazzez ve mükerrem olur. Allahü teâlânın isminin azîzliğini ve bereketini görmez misin ki; keten önce toprağın altına habsolunur. Sonra yeryüzüne çıkıp büyüdükten sonra koparılır, vatanından olur. Ayrıca gurbet acısı çeker. Sıcağa bırakılır, güneşin harâretinde kalır, dövülür ve posası ayrılır. Sonra daha temiz hâle gelmesi için tarağın dişlerinden geçirilir. Eğirilir, bükülür, en sonunda ibrişim gibi olup, insan eliyle kumaş yapılır. Bütün bunlar oluncaya kadar, haddi ve hesâbı olmayan eziyet çeker, meşakkatlere katlanır. Burada da kibirli olduğu sürede, o kibir gidinceye kadar sıkılır. Bu elemden parça parça olup, lüzumsuz oluncaya kadar kurtuluş yoktur. Lüzumsuz olunca da çöplüğe atılır. Ayaklar altında sürünür. Kâğıt imâl edicisi onu o hâlde yerlerde sürünürken görür ve kâğıt yapmak için alır. Temizce yıkadıktan sonra, yepyeni, bembeyaz, pırıl pırıl kâğıt yapar. Kâğıdın üzerine Allahü teâlânın ismi, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf yazılır. Keten, öyle hadsiz ve hesapsız eziyet ve meşakkatler çeker ki, anlatmakla bitirilemez. İşte bunda olduğu gibi, talebenin hocasına nisbeti de böyledir. Keten o kadar zahmet ve meşakkat yüzü gördükten sonra kâğıt olup, üzerine yazı yazılarak nasıl değeri artıp ellerde dolaşıyorsa, talebe de zahmet ve meşakkatler çekerek, o yollardan geçtikten sonra azîz olup, derecesi yükselir..." Azaptan kurtulmak için... İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendi nefsine hitaben buyuruyor ki: "Ey nefsim; belki inandığını fakat sıkıntıya gelemeyeceğini söyleyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamayanların, az bir zahmetle bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım geldiğini, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyâda zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyânın bir miktar zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhiretteki zillet ve alçaklığa ve kovulmaya nasıl dayanacaksın!" Netice olarak Peygamber efendimizin bir Sahâbîye buyurduğu gibi; (Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış! Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtâc olduğun kadar itâat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günâh işle!)
.
Cennete ancak merhametliler girer"
25 Aralık 2005 01:00
Merhamet, acımak demektir ve bir rızıktır. Rızıklar, maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Maddi rızıklara kavuşturan sebepler olduğu gibi, manevi rızıklara kavuşturan sebepler de vardır. Manevi rızıkların temeli, imandır, inançtır. Bedeninin açlığını gideren bir kimse, ruhunun açlığını da gidermek için, sebeplere yapışır ve bu uğurda gayret sarf ederse, imana bağlı olan bu manevi rızıklara da kavuşur. Allahü teâlânın emirlerine uyulmaz, yasaklarından sakınılmazsa, maddi ve manevi rızıklar azalır. Zira Tâhâ sûresinin 124. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım) buyurulmaktadır. İmân, sıhhat, gıda, insanlık, merhamet ve dahâ nice rızıkların azalmasına sebep, Allahü teâlâdan gafil olmaktır. Dinini öğrenen ve buna uygun olarak yaşayan bir kimse, dost, düşman, herkese karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olur ve hiç kimse ile münâkaşa etmez. Herkese merhametle, şefkatle yaklaşır ve özür dileyen herkesin özrünü kabûl eder, kabâhatlerini affeder, onların verdikleri zararlara da karşılık yapmaz. Abdullah Belyânî hazretleri: "Müslümanlık, yalnız namâz kılmak, oruç tutmak ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, her Müslümanın yapacağı kulluk vazîfeleridir. Hakiki Müslümanlık, kalb kırmamaktır. Bunu yapabilen, Allahü teâlânın rızâsına kavuşur" buyurmuştur. Kendine merhamet et! Muhammed Sâlim hazretlerine: -Bir kimsenin hakiki mümin olduğu nasıl anlaşılır? diye sorulduğu zaman: -Tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü, cömertliği, münâkaşa etmemesi, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır, buyurmuştur. Bir kimsenin öncelikle kendine merhamet etmesi lazımdır. İnsanın kendine merhamet etmesi ise, kendisini ebedi azabtan kurtarması yani iman etmesi ve İslamiyyeti öğrenip tatbik etmesi ile mümkündür. Kalbde imân bulundukça, merhamet ve şefkat duyguları da, onunla beraber bulunur. Kalbde bunları koruyabilmek için, İslam âlimlerinin hâllerini, sözlerini okumalı ve garîbleri, kimsesizleri gözetmeli, ziyâret etmeli, onlara yardımcı olmalıdır. Hiç kimseyi gıybet etmemeli ve buna mani olmalıdır. Hayır, hasenât yapmalı, günâh işlemekten sakınmalıdır. Günahtan sakınan, hem kendine, hem de başkalarına merhamet etmiş olur. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirama hitaben: (Cennete ancak merhametli olanlar girer) buyurunca, orada bulunanlardan bazısı: -Yâ Resûlallah! Bizler, hepimiz merhametliyiz, diye arz ettiler. Bunun üzerine Resulullah efendimiz; -Fakat sizlerin merhameti, sırf kendi şahsınıza münhasır olmayacak. Bilâkis bütün insanlara karşı olacak. Gerçek manâda insanlara merhamet eden yalnız Allahü teâlâdır, buyurdular. Merhametle ilgili olarak Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirama şöyle bir hâdise anlattılar: (Önceki devirlerde bir kimse, yolda giderken iyice susamıştı. Derken bir kuyuya rastladı. Kuyudan su çekecek bir şey bulamadığı için hemen kuyuya indi. Kuyudan su içerek susuzluğunu giderdi. Kuyuya inerken de, çıkarken de büyük sıkıntı çekti. Fakat, suyu içip kuyudan çıkınca kuyunun başında bir köpekle karşılaştı. Köpek dilini çıkarmış bir vaziyette durmadan soluyor, susuzluktan toprağı eşeleyip yalıyordu. O kimse, köpeğin bu hâlini görünce kendi kendine: -Bu köpek aynen benim gibi çok susamış. Bunun susuzluğunu gidermem lâzım, dedi. Tekrar sıkıntı çekerek kuyuya indi. Su koyacak kabı da olmadığından ayakkabısına su doldurdu. Dişleri ile ayakkabısını tutarak binbir güçlükle kuyudan çıktı. Suyu köpeğe içirerek onun susuzluğunu giderdi. Bu adamın, susuz hayvana olan merhametinden dolayı Allahü teâlâ da, o kimsenin günâhlarını affeyledi.) Her canlıya acımalıdır... Peygamber efendimizden bunları dinleyen Eshâb-ı kiramdan birisi: -Yâ Resûlallah, hayvanlara yaptığımız iyilikler karşılığında da bize sevap verilir mi? diye sordu. Resulullah efendimiz de: -Evet. Her canlıya yaptığınız iyilik karşılığında da sevap vardır, buyurdular. Bunun için herhangi bir kimsenin işlediği hata sebebiyle, ona beddua etmemeli, merhametle hareket etmeli ve: "Allahım ona merhamet et, ona acı, günâhlarını affet" diye dua etmeli ve şartlar müsait olduğu zaman da nasihatte bulunmalıdır. Zira Peygamber efendimiz: (Müslümanlar kendi aralarında birbirlerine daima nasihat etmeli, hakkı ve doğruyu tavsiye etmelidir. Her zaman birbirlerine merhametli olmalıdır) buyurmuştur. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri de, oğluna vasiyetinde: "Herkese, şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Mayan fıkıh ve evin mescid olsun!" buyurmuştur.
.
Başkaları hakkında kötü düşünmek
26 Aralık 2005 01:00
Herhangi bir kimse hakkında kesin olarak bir şey bilmeden, o kimseyi kötü bilmek ve öyle karar vermek, kötü huylardandır. Böyle düşünmek, haramdır ve büyük günahlardandır. Zira Kur'ân-ı kerîmde bir ayet-i kerimede meâlen: (Ey îmân edenler, sû-i zan etmekten kendinizi koruyun! Zannetmenin ba'zısı günâhtır) buyurulmaktadır. Resulullah efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde: (Sû-i zan etmeyiniz! Sû-i zan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa, haset ve düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi birbirinizi seviniz! Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu kendinden aşağı görmez) buyurmuşlardır. Herhangi bir Müslümanın günâh işlediğini zannetmek, muhakkak o yapmıştır veya zaten ondan böyle şeyler beklenirdi gibi zan ve tahminlerde bulunmak, sû-i zan olur ki, büyük günahlardandır. Böyle günahlar yalnız tövbe etmekle affolmaz. Zira bu gibi günahlara kul hakkı da girmektedir. Bunun için tövbe ile beraber, helallaşmak da lazımdır. Kalbe gelen ba'zı kötü düşüncelere uygun olarak söz söylenmedikçe veya hareket edilmedikçe sû-i zan olmaz. Sû-i zan haramdır Başkaları hakkında kötü düşünmek ve onları kötü bilmek haram olduğu gibi, insanların kötü düşünmesine sebep olacak söz ve hareketlerde bulunmak da, uygun değildir. Bir gün Peygamber efendimiz, sokakta hanımı ile konuşurken, yanlarından geçmekte olan kimseye: -Bu konuştuğum kadın, benim hanımım Safiye'dir, buyururlar. Bunun üzerine o kimse: -Yâ Resûlallah, sizden de mi şüphe edilir? diye arzedince, Resulullah efendimiz: -Kan, insanın damarlarında dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfûz eder, kalbine şüphe sokar, buyurdular. Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında da bir gün bir kimse, bir kadınla sokakta şüphe uyandıracak şekilde konuşuyordu. Hazret-i Ömer, bu durumu görünce, o kimseye yaklaştı ve öfkeli bir şekilde bakmaya başladı. Hazret-i Ömer'in bu bakışlarından vaziyeti anlayan adamcağız: -Efendim bu kadın yabancı değil, benim hanımımdır, dedi. Bunun üzerine hazret-i Ömer: -Mademki bu kadın senin hanımındır, öyle ise ne diye şüpheyi üzerinize çekecek şekilde konuşuyorsunuz? diyerek o kimseyi azarlamıştır. İslâm âlimlerinden bir zat da, talebelerine ders verirken; "Herhangi bir konuda, alâmet ve işaretlere bakarak hemen kesin hüküm vermek doğru değildir. Böyle yapmaktan sakının, hemen kesin hüküm vermeyin!" diyerek şöyle bir misâl verir: "Mesela evinize girerken, bir köpeğin, burnunda yoğurt bulaşığı olduğu halde evden çıktığını görseniz, eve girdiğinizde de yoğurt kabında köpeğin burnu girecek kadar bir çukurluk bulunsa, yine de bizzat gözünüzle görmediğiniz için veya başka gören olmadığı için "Muhakkak bu köpek, bu kaptaki yoğurda burnunu sokmuştur." diyerek kesin bir hükümde bulunmayın!" diye anlatır. Talebelerden birisi, kalbinden, hocasının bu anlattıklarına itiraz ederek, "Bu köpeğin bu yoğurda burnunu soktuğu apaçık meydanda iken, niye kesin hüküm verilmezmiş?" diye düşünür. Hocası, talebenin bu düşüncesini anlar fakat bir şey söylemez. Bir zaman sonra, bu talebe, şehrin kenarında bulunan evinin yakınındaki ağaçlıkta bir hayvan keser. O anda helaya sıkıştığı için, elindeki kanlı bıçakla çalıların arasına ihtiyacını görmek için gider. O sırada şehirde bir kişi bıçaklanmış ve bıçaklayan şahıs da kaçmıştır. Jandarmalar, kaçan katili ararken, çalıların arasında ihtiyacını gideren bu kişiyi gizlenir halde görünce şüphelenip yanına varırlar. Elinde bıçak ve üzerinde kan izlerini görünce, suçlu zannı ile bu talebeyi alıp götürürler. Biz vazifeli değiliz! Talebe, her ne kadar bu işle benim bir ilgim yok dediyse de, elindeki bıçak ve üzerindeki kan izleri, cinayet zanlısı olarak, nezarete atılmasına sebep olur ve mahkemeye çıkarılır. Zamanın kadısı yani hakimi, bu talebe hakkında yapılan ithamları ve talebeyi dinledikten sonra: "Her ne kadar zan altındaki bu şahısın, çalılıklar arasında gizlenmesi, elinde bıçak ve kan izlerinin bulunması sebebiyle hâdiseyi onun işlediği şüphesini kuvvetlendiriyorsa da, onu, ölen kimseyi bıçaklarken bizzat gören şâhit olmadığı için beraatına karar verilmiştir" der. Talebe, sû-i zan etmenin cezâsını, birkaç gün nezârette kalarak, ucuz atlatmış olur. Alâmet ve işaretlere bakarak karar vermenin doğru olmayacağını anlar ve hocasına yaptığı sû-i zannına da tövbe eder. Netice olarak, Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sû-i zan etmemeli, hüsn-i zanda bulunmalıdır. Zira hiç kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz."
.
|
Bugün 612 ziyaretçi (1154 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
"Nasıl ağlamayayım ki!.."
1 Ocak 2006 01:00
Müslümanlar, merhamette, tıpkı bir bedenin uzuvları gibi olmalıdır. Nasıl ki bedenin herhangi bir uzvu rahatsızlandığında bütün uzuvlar perişan oluyorsa, hasta olan uzuv iyileşince rahatlıyorsa Müslümanlar da, içlerinden birisi rahatsız olduğu zaman, o kimse bu rahatsızlıktan kurtuluncaya kadar rahatsızlık duymalıdırlar. Peygamber efendimiz bir gün, bir yerde oturuyorlardı. Yanlarında da, hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali vardı. Resûlullah efendimiz birden ağlamaya başladılar. Mübarek gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Hazret-i Ebû Bekir, Resulullah efendimizin bu haline dayanamayıp: -Anam babam, sana fedâ olsun ya Resûlallah! Niçin bu kadar ağlıyorsunuz? diye sual ettiler. Peygamber efendimiz cevaben: -Nasıl ağlamayayım ki, ümmetimin yolu çok uzundur. Omuzlarında ise çok ağır günâhlar vardır. Onların günâhları yağmur ve kar tanelerinden, deniz köpüğünden ve ağaçların yapraklarından da fazladır, buyurdular. Bu cevabı alan hazret-i Ebu Bekir: "Kalbinizi ferah tutunuz!" -Ya Resulallah! Kalbinizi ferah tutunuz! Müslümanların yüklerini hafifletmek için, onların günâhlarının yarısını ben üzerime alacağım! diye arzetti. Hazret-i Ebu Bekir'den bu cevabı alan Resulullah efendimiz memnun oldular ve hazret-i Ömer'e dönerek: -Ebû Bekir'in dediklerini işittin! Peki sen ümmetimin günâhkârları hakkında ne diyorsun? diye sual ettiler. Hazret-i Ömer de: -Ya Resulallah! Ben Ebû Bekir'in söylediği ve yaptığı gibi yapamam! Yalnız Müslümanların günâhlarının üçte birini yüklenirim, diye arzetti. Hazret-i Ömer'den bu cevabı alan Peygamber efendimiz bu sefer de hazret-i Osman'a döndüler ve aynı soruyu Ona sordular. Hazret-i Osman: -Ya Resulallah ben de Ömer'in yaptığı gibi yapamam. Fakat Müslümanların günâhlarının dörtte birini yüklenirim, diye arzettiler. Peygamber efendimiz hazret-i Ömer'in ve hazret-i Osman'ın bu cevaplarından memnun oldular ve teşekkür ettiler. Daha sonra hazret-i Ali'ye döndüler ve aynı suali Ona da sordular. Hazret-i Ali de: -Ya Resulallah, ben Sırat köprüsünün kenarında duracağım. Ümmetinin günâhkârlarının ateşe düşmelerine mani olacağım. Eğer onların durumu çok sıkışırsa, kendimi onlar için feda edip ateşe atacağm, diye arzetti. Resulullah efendimiz, hazret-i Ali'nin bu cevabından memnun olup teşekkür ettiler. Daha sonra Resulullah efendimiz, oradan ayrılıp hazret-i Aişe validemizin yanına gittiler ve Ona da durumu anlattılar ve: -Ya Âişe! Sen mü'minlerin annesisin, annenin çocuklarına şefkatli olması lâzımdır! Peki sen ümmetimin günâhkârları için ne yapacaksın? diye sual ettiler. O anda Resulullah efendimizin mübarek kızları hazret-i Fatıma da orada idi. Bunun için hazret-i Âişe validemiz: -Ya Resulallah, Fâtıma'nın huzurunda bir şey diyemem, diye arzettiler. Hazret-i Fâtıma da: -Ey babacığım, annenin huzurunda, kızın konuşması uygun olmaz, diye cevap verdi. Onun bu cevabı üzerine hazret-i Âişe validemiz: -Ya Fâtıma! Allaha yemin ederim ki, senden önce bu konuda bir şey söyleyemem, dedi. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma Peygamber efendimize dönerek: -Ey babacığım, Mîzan'ın kurulacağı yere gelip, ümmetinin hesabını takip etmek için orada duracağım. Ümmetinin günâhları sevaplarından ağır gelirse, oğlum Hasan'ın zehirle kirlenmiş gömleğini onların sevâp kefesine koyacağım. Şâyet sevap kefeleri yine de ağır gelmezse, bu sefer oğlum Hüseyin'in kanla kirlenmiş gömleğini ilave edeceğim, diye arzetti. Hazret-i Fatıma'dan bu cevabı alan Resulullah efendimiz, tekrar hazret-i Âişe validemize dönerek: -Ey mü'minlerin annesi! Sen ne diyorsun, sen ne yapacaksın? diye sual ettiler. Hazret-i Âişe validemiz cevap vermeden odasına girdi ve secdeye kapanıp ağlayarak: "Bu ne haldir yâ Resûlallah!" "Ya Rabbî! Sen, beni mü'minlerin annesi yaptın, kalbime evlât şefkati koydun ve onların sevgisini gönlüme yerleştirdin. Sen bilirsin ki, bir ana, çocuğunun Cehenneme girmesine râzı olamaz. Bunun için onları benimle Cennete gönder! Yoksa beni de onlarla Cehenneme koy!" diye dua etti. Hazret-i Âişe validemizin bu yalvarışının akabinde, Cebrâil aleyhisselâm gelerek Peygamber efendimize: -Bu ne haldir yâ Resûlallah! Allahü teâlâ: "Âişe-i Sıddıka'ya de ki, O'nu, Cehenneme göndermem benim keremime yakışmaz. Çünkü O, Habîb'imin zevcesidir. Çocukları, annelerinden ayırmak da câiz değildir" buyurdu diye bildirdi. Resulullah efendimizin ve Onun Eshabının, mü'minlere karşı şefkati, merhameti işte böyle idi. Peygamber efendimizin ve Onun vârislerinin, bu söz ve nasihatlerini hiçbir zaman unutmamamız ve bu şefkate, bu merhamete layık olmaya çalışmamız lazımdır. Aksi halde, mahrum kalır ve perişan oluruz.
.
Kendisine acımayana, kimse acımaz
2 Ocak 2006 01:00
İnsanlara ve bütün canlılara karşı şefkatli, merhametli olabilmek için, insanın önce kendisine merhamet etmesi, acıması lazımdır. Bu ise, Allahü tealanın emir ve yasaklarını öğrenmek, doğru bir imana sahip olmak ve öğrendikleri ile amel etmekle mümkün olur. İnsanın kendisine merhamet etmesi, acıması demek, kendini sonsuz olan Cehennem ateşinden koruması demektir. Kendisine merhamet etmeyen, acımayan yani Cehennem ateşinden koruyamayan bir kimse, başkalarına hiç acımaz ve onları koruyamaz. Zaten kalbinde imanı olmayanın, merhamet, acıma duygusu da olmaz. İmandan mahrum olan bir kimse, sadece nefsinin istekleri peşinde koşar. Nefsinin istekleri için her türlü kötülüğü, eline fırsat geçince rahatlıkla yapar. Bunun için, dinimizi doğru olarak öğrenmemiz, öğrendiklerimize uygun olarak yaşamamız, Resulullah efendimizin ve Onun yolunda olan âlim ve evliyanın ahlâkı ile hallenmemiz, ahlâklanmamız lazımdır. Bunu yapmazsak, sonsuz felaketten kurtulmamız mümkün değildir. Kendisine acımayana, hiç kimse acımaz. Kendisine ve başkalarına merhamet edene, acıyana da, herkes merhametle muamele eder ve böylece o kimse Allahü tealanın rahmetine, merhametine kavuşur. Gayri müslimlere bile... Resûlullah efendimiz merhametli olduğu gibi, Eshâb-ı kiramın hepsi de, bütün mahlûkata karşı merhametliydiler. Hatta gayri müslimlere karşı bile çok merhametliydiler. Hazret-i Ömer halife iken, kapı kapı dolaşıp dilencilik yapan yaşlı bir Hıristiyan kadınını görür. Niçin dilendiğini sorduğunda kadıncağız: -Çalışacak durumda değilim. Bakacak kimsem de yoktur, cevabını verir. Bunun üzerine hazret-i Ömer: -Biz senin gençliğinde, senden vergi aldık. Yaşlandığında da sana bakmak mecburiyetindeyiz. Senin bu hâline göz yumamayız, der ve; -Bu kadına geçimine yetecek kadar maaş bağlansın, emrini verir. Hadîs-i şerîfte de: (Ümmetimin sâlihleri çok namaz kılmakla ve çok oruç tutmakla Cennete girmezler. Bilâkis, kalblerinin temizliği, rûhlarının cömertliği ve bütün Müslümanlara olan merhametlerinden dolayı, Allahü teâlânın merhametine mazhar olurlar ve bu sebepten Cennete girerler) buyuruldu. Eshab-ı kiramdan Ammar bin Yâser hazretleri: "Kim ki, üç şeyi kendinde toplarsa kâmil îmâna sahip olmuş olur. Bunlar: 1-Darlık zamanında yedirip içirmek. 2-Kimseye zarar vermemek. 3-Herkese karşı insaflı, merhametli olmak" buyurdular. Hasan bin Sehl hazretleri anlatır: "Bir gün çocuklar, hazret-i Behlül'ü taşa tutmuşlardı. Atılan taşlardan birisi vücûduna isabet edip kanatınca; -Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya tevekkül ettim. O elbette bana kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmak insana rahatlık verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu? dedi. Ben dayanamadım; -Ey Behlül, çocuklar sana taş attıkları halde, sen onlara merhamet ediyorsun. Bu nasıl iştir? dedim. O da; -Sus! Allahü teâlâ, benim üzüntü ve acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbette biliyor. Bâzımızı, bâzımıza bağışlaması umulur, buyurdu." Ebû Abdullah Seczî hazretleri; "Evliyânın alâmeti üçtür: Birincisi, derecesi yükseldikçe, tevâzusu, alçak gönüllülüğü artar. İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer vermez, düşkün olmaz. Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz" buyurmuştur. Yûsuf bin Esbât hazretleri buyurdu ki: "Güzel ahlâkın alâmetleri; arkadaşının söylediğine itiraz etmeyip, kabûl etmek. Kendine, herkese ve hattâ her mahlûka karşı merhametli ve insaflı olmak. Kimsenin aybını araştırmamak. Başkasında bir kusur görünce, dalgınlıkla olmuştur, istemeyerek yapmıştır diyerek iyiye yormak. Kendisinden özür dileyenlerin özürlerini kabûl etmek. Başkalarından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabır ve tahammül etmek. Başkalarının kusurlarını araştırmak yerine, kendi kusur ve kabahatlerini düşünüp araştırmak, düzeltmeye çalışmak. Büyük küçük herkese karşı edebli, tatlı dilli, güler yüzlü olmaktır." Herkese merhametli ol! Süfyân-ı Sevrî hazretleri de buyuruyor ki: "Büyük küçük herkese merhametli ol. Akrabân ile alâkayı kesme. Sana gelmeyene, sen git. Akrabân, seninle alâkayı kesse de, sen kesme. Sana zulmedeni affet. Az konuş, kalbin yumuşak olur, katılaşmaz. Dünyâya hırslı olma, hasedci olma, anlayışın süratli olur. Herkesi kötüleyici ve suçlayıcı olma, insanların dilinden kurtulursun. Şefkatli ve merhametli ol, herkes seni sever. Allahü teâlânın yaptığı taksime râzı olup, rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Allahü teâlâya tevekkül et, kuvvetli olursun. Alçak gönüllü ol, sâlih amelleri tamamlamış olursun. Acırsan, her şey sana acır."
.
Can ve mal fedâ edebilmek...
8 Ocak 2006 01:00
Fedâ etmek, kendi isteği, arzusu, rızâsı ile, seve seve o şeyden vazgeçmek demektir. Maldan, isteklerden, zevklerden ve hele candan vazgeçebilmek kolay iş değildir. Çünkü bir şey için cânını fedâ etmek tam rızâ ve ihtiyâra yani isteğe bağlıdır. Bunun için Eshâb-ı kirâmın hepsi, Allahü teâlânın rızâsı, Resûlullah efendimizin muhabbeti ve İslâm dininin yayılması uğruna mallarını, canlarını, istirahatlerini seve seve fedâ ettiler. Makâm ve mevkilerini terk ettiler. Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizin bir kere bile olsa sohbetinde bulunmakla, nefislerinin isteklerinden, tamâmen kurtuldular, kin ve düşmanlık gibi huylardan temizlendiler. İslâmiyyeti kuvvetlendirmek ve insanların en iyisine yardım etmek için, bütün güçleri ile çalıştılar, bu uğurda bütün mallarını fedâ ettiler. Resûlullah efendimize olan aşırı sevgileri uğrunda aşîretlerini, kabîlelerini, evlatlarını, hanımlarını, vatanlarını, evlerini, tarlalarını, ağaçlarını, terk ve fedâ ettiler. Bunun için Resûlullah efendimizin yolunda canlarını, mallarını fedâ eden, Ona yardım eden Eshâb-ı kirâmın hepsinin isimlerini saygı ve sevgi ile söylememiz bize vâcib oldu. Sevmek böyle olur!.. Eshâb-ı kirâmdan Hubeyb bin Adiy hazretleri ile Zeyd bin Desinney hazretlerini, müşriklerden, Lıhyan oğulları, hîle ile yakalayıp Kureyş müşriklerine satmışlardı. Müşrikler, Hubeyb bin Adiy hazretlerine, kendisini şehîd etmeden önce; -Dîninden dön seni serbest bırakalım dediler. -Vallahi dönmem! Bütün dünyâ benim olsa, bana verilse, yine İslâmiyyetten ayrılmam, cevâbını verdiler. Bunun üzerine müşrikler; -Şimdi senin yerine Muhammed aleyhisselâmın olmasını, Onun öldürülmesini ister misin? Sen de evinde râhat oturasın dediler. Hubeyb bin Adiy hazretleri; -Ben Medîne'de Muhammed aleyhisselâmın mübârek ayağına bir diken batmaması için bile, canımı fedâ ederim dedi. Müşrikler, Hubeyb bin Adiy hazretlerinin bu aşırı sevgisine hayret etmişler ve dahâ sonra da şehît etmişlerdi. Tâvûs bin Keysân hazretleri, hac seyahatlerinden birini şöyle anlatır: "Hacca gitmiştim. Yanımda bir de çocuk vardı. Binecek bir hayvanı ve yiyecek bir şeyi yoktu. Kendisine; -Ey çocuk, senin yiyeceğin var mı? dedim. Çocuk; -En iyi yiyecek takvâdır. Kerîmlerin evine giderken yiyecek götürmek uygun değildir, dedi. İhram kuşandığımızda hepimiz "Lebbeyk" dediğimiz halde, çocuk söylemiyordu. -Niçin Lebbeyk söylemiyorsun, dedim. -Red cevâbını duymamak için dedi. Bu söz üzerine çok ağladım ve dedim ki: "Bu çocuk reddolunmaktan korkarsa, biz reddolunur, kabûl edilmezsek hâlimiz nice olur." Daha sonra Mina'ya kurban kesmek için geldik. Kurbanlarımızı kestik, fakat çocuk kesmedi. O; "Ey benim Allah'ım! Herkes kurban kesiyor. Benim kurban kesecek hiçbir malım yok. Ancak, bu küçük vücûdumu senin rızân için kurban etmek istiyorum, kabûl buyur Allah'ım?" diyerek ağlıyordu. Çocuk, Kelime-i şehâdet getirerek canını, cânâna teslim etti. Annesi hâdiseyi öğrenince, çok üzülüp ağladı. Şöyle bir ses duydu: "Ey hâtun! Senin çocuğun, benim rızâma kavuşmak için canını fedâ etmek istedi. Kabûl ettim. Eğer istersen seninkini de kabûl ederim..." Hacı Bayram-ı Velî hazretlerine talebe olanlar, Sultan Murâd Hanın verdiği fermân gereği, vergi vermiyor ve askere alınmıyorlardı. Bunun için pekçok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için talebe olduğunu söylemeye başladı ve Ankara'nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinden talebelerinin bir listesini istemek zorunda kaldı. "Kanlıgöl"deki imtihan!.. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri de, Ankara'nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdurdu ve; "Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın" diye ilân etti ve talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri; "Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin" buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak için talebe görünenler; "Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik" diye söylenip duruyorlardı... Hacı Bayram-ı Velî hazretleri de, elinde bir bıçakla çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada, bir erkekle bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadıra girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî hazretleri de girerek, önceden çadıra koyduğu koyunu kesti ve kanlar, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes kaçtı, kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî hazretleri; "Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir" buyurdu.
.
Sevdiklerinin hatırı ve hürmetine...
9 Ocak 2006 01:00
Allahü teâlâ, yaratmasında, belli şeyleri, belli şeyler için sebep kılmıştır. Bu sebeplere yapışan, o sebebin neticesindeki şeye kavuşur. Hastalıkların tedavisinde ilacı, açlığın giderilmesinde bir şeyler yemeyi sebep kıldığı gibi, duaları kabul etmekte de, sevgili kullarını vesile kılmıştır. Allahü teâlâ, Mü'min sûresinin 60. âyetinde meâlen; (Duâ ediniz, kabûl ederim, isteyiniz, veririm) buyuruyor. Duânın kabûl olması için, beş şart vardır: Duâ edenin Müslümân olması, itikâdının doğru olması, harâm işlemekten, bilhâssa harâm yemekten, içmekten sakınması, farzları yapması, bilhassa beş vakit namâz kılması, ramazân oruçlarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lâzımdır. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. Bir şey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe tesîr ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyâsının hâtırı için, âdetini bozarak, bunlar duâ edince veyâ evliyâyı kirâm vesîle edilerek duâ edilince, bunlara kerâmet olarak, sebebe hâcet kalmadan, doğruca istenileni verir. Ebû Hüreyre hazretlerinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; Öyle kimseler var ki... (Saçı sakalı karışmış çok kimseler vardır ki, hangi kapıya gitseler kovulurlar. Allaha yemîn etseler, istedikleri şeyi ihsân eder) buyurulmuştur. Yanî sözlerine kulak asılmayan nice kimseler görürsünüz ki, bunlar, bir şey için yemîn etseler, Allahü teâlâ bu sevgili kullarının hâtırı için, o şeyi hemen yaratır. Bu hadîs-i şerîfe dayanarak, Berîka ve Hadîka kitâblarında, söylenilmesi yasak olan sözler bahsinde; "Yâ Rabbî! Şu Peygamberin veyâ ölü yâhut diri sâlih, velî, âlim kulunun hürmeti, senin ona ihsân ettiğin kıymeti hürmetine senden istiyorum" demenin câiz yani helâl olduğu, Bezzâziyye fetvâsında yazılıdır. Münye ve başka kitaplarda da bildirildiği gibi, böyle duâ etmek müstehabdır. Ebül Abbâs Ahmed hazretleri talebelerine; "Allahü teâlâdan bir şey isteyeceğiniz zamân, imâm-ı Muhammed Gazâlî hazretlerinin hürmeti için isteyiniz!" buyururdu. Peygamber efendimiz, gazâlarında ve sıkıntılı zamânlarında, muhâcirlerin fakîrleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi. Bir gün iki gözü de görmeyen bir kimse, Resûlullah efendimize gelerek: -Yâ Resûlallah, duâ et, gözlerim açılsın dedi. Resûlullah efendimiz ona: -Kusûrsuz bir abdest al! Sonra yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim hazret-i Muhammed! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatçı eyle! Onun hürmetine duâmı kabûl et, duâsını okumasını söyledi. O zât abdest alıp gözlerinin açılması için böyle duâ etti ve hemen gözleri açıldı. Ali bin Muvaffak hazretleri şöyle anlatır: "Bir sene hacca gitmiştim. Arefe gecesi olunca, Minâ'da Hîf Mescidinde uyudum. Rüyâmda; gökten üzerlerinde yeşil elbiseler bulunan iki meleğin indiğini gördüm. Birisi diğerine; -Bu sene, Kâbe-i muazzamayı kaç kişinin ziyâret ettiğini biliyor musun? diye sordu. Diğeri; -Bilmiyorum! dedi. Soran melek; -Altı yüz bin kişi ziyârette bulundu dedi. Yine; -Kaç kişinin haccı kabûl oldu, biliyor musun? diye sordu. Diğeri yine bilmediğini söyleyince, soruyu soran melek; -Altı kişinin haccı kabûl oldu dedi. Sonra, her iki melek gökyüzüne doğru yükselip, kayboldular. Ben korku ile uyanıp çok üzüldüm. Altı kişinin haccı kabûl olunca, benim bu altı kişi arasında olmam pek zor, diye düşündüm. Arafât'tan ayrılıp Meş'ar-i Haram'a geldim. Geceyi orada geçirdim. İnsanların çok olmasına rağmen, pek azının haccının kabûl olmasının üzerinde düşünmeye başladım. Bu düşünce ile uyuya kaldım. Önceki gördüğüm iki melek, yine aynı sûretleri üzere geldiler. Biri diğerine; -Bu gece, Allahü teâlânın nasıl ve ne ile hükmettiğini biliyor musun? dedi. Diğeri; -Bilmiyorum! dedi. Bunun üzerine soruyu soran; "O altı kişinin hürmetine!" -Allahü teâlâ altı kişiden her birine, yüz bin kişi verdi. Onların haccını, bu altı kişinin yüzüsuyu hürmetine kabûl etti dedi. O sırada ben sevinçle uyandım..." Netice olarak kitaplarda; mazlûmların, sıkıntıda olanların, sâlihlerin, misâfirin, oruçlunun iftâr vaktindeki duâsı, anasına babasına itâat ve hizmet edenlerin, ana babasının, hocasının, Müslümânın arkasından yapılan duâ, sabreden hastanın duâsı, mübârek zamânlarda, mübârek yerlerde, namâzlardan sonra, Peygamber efendimizin ve evliyânın kabirleri yanında, onları vesîle ederek, onların hatırı ve hürmetine yapılan duâlar çabuk kabûl olunur buyurulmaktadır.
.
Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!"
15 Ocak 2006 01:00
İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, helâl lokma ile alâkalı olarak buyuruyor ki: "Çok kimse, dünyâ malını, hep harâm sanır. Bazısı da, dünyâdaki şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç türlüdür: Bir kısmı, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmayan şeyleri yeriz derler. Bir kısmı da, tembel, miskîn oturup, her istediğimizi yeriz, hiçbir şey ayırdetmeyiz derler. Üçüncü kısım, her şey yemeli ammâ, lüzûmu kadar, derler... Bunların üçü de yanılmaktadır. Doğrusu, Resûlullah efendimizin; (Helâl meydândadır. Harâm meydândadır. Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir) buyurduğu gibidir. Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara; "Muhakkak helâl olan, Allahü teâlânın helâl bildiği şeyleri yiyiniz!" diye emrolunmadı. Bunu kimse yapamaz. Halbuki Kur'ân-ı kerimde; (Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!) buyuruldu. Bunu herkes yapabilir... Harâm olduğu meydânda olmayan şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah efendimiz, bir müşrikin, hazret-i Ömer de, bir Hıristiyan kadının testisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm, kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (Bir kimse, hiç harâm karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir) Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Peygamber efendimize; -Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin, diye arz edince, Resulullah efendimiz buyurdu ki; (Duânın kabûl olması için, helâl lokma yiyiniz!) Ebû Bekr-i Dükkî hazretleri: "Mîde, yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helâl lokma koyarsan, âzâlardan sâlih ameller meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer, haram lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâlâ arasında bir perde olur da, bu yolda yürümen mümkün olmaz" buyurmuştur. Abdülhay Efendi, oğluna nasîhat ederek buyuruyor ki: "Oğlum! Vücûdumuzu elimizden geldiği kadar helâl lokma ile doyuralım ki, helâl lokma ile beslenen o vücut, Allah'a ibâdette pek hafif ve latîf olarak rûha uysun. Haramlarla beslenen vücut, Allah'a ibâdete kalkmakta gevşeklik ve ağırlık gösterir. Bu hâl, sonunda, esasen latîf olan rûha da tesir eder ve onu da kendi gibi ağırlaştırıp karanlıklara boğar. İlâhî ufuklara çıkmaya kâbiliyeti kalmaz ve nihayet ölür. Günahların büyükleri, küçüklerine ehemmiyet vermemekten başlar. Küçücükten komşu bahçelerinden birer ikişer meyve koparmaya alışanlar, büyüdükleri zaman yaman hırsız kesilirler." Ali bin Şihâb hazretleri, sık sık; "Helâl lokma ile beslenen bedeni toprak çürütmez" buyururdu. Onun bu sözüne bâzıları îtirâz edip, bu durumun Peygamberlere ve şehîtlere mahsus olduğunu söylerlerdi. Vefâtından yirmi bir sene sonra Ali bin Şihâb hazretlerinin söylediği söze yine îtirâz edenler oldu. Sözünün doğru olup olmadığını anlamak için, gidip kabrini açtılar. Onu, ilk gün koydukları gibi bembeyaz bir kefen içinde buldular. Ebû Saîd Mîhenî hazretlerinin büyüklüğünü inkâr edenlerden biri, Onun; "Âlemde hiç kimse helâl lokma bulamayıp haram yese, biz haram yemeyiz" sözünü duymuştu. Kendisini imtihân etmek istedi. Helâl para ile bir oğlak satın aldı. Haram para ile de, birincisine çok benzeyen başka bir oğlak aldı. Bunları kızarttırıp, hizmetçisi ile Ebû Saîd Mîhenî hazretlerine gönderdi. Kendisi de önden gidip, onların bulunduğu yerde oturdu. Hizmetçi kızarmış oğlakları getirirken karşısına iki sarhoş çıkıp, haram para ile alınan oğlağın bulunduğu tepsiyi alıp yediler. Hizmetçi, elinde kalan ve helâl para ile alınmış olan oğlağı, Ebû Saîd hazretlerinin önüne koydu. Oğlakları gönderen kimse durumu öğrenip anlayınca, sarhoşlara çok kızdı. Fakat bu hâlini açıktan belli etmedi. Ebû Saîd hazretleri, o kimseye dönerek; "Kendini boşuna üzme! Haram olan köpeklere gider, helâl olan da helâl yiyenlere gelir" buyurdu. Şüpheli yemek!.. Bir kimse Ebü'l-Abbâs Mürsi hazretlerini imtihan için, ona helâl olduğu şüpheli bir yemek getirdi. Ebü'l-Abbâs hazretleri o yemeği kabûl etmedi ve; "Şüpheli bir şey ile karşılaştığımda, vücûdumdaki damarlar hareket edip beni îkâz ederler. Vallâhi mideme, aslâ haram lokma girmedi" buyurdu. Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleri buyurdu ki: "Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir."
.
Yol uzun, yük ise ağırdır...
16 Ocak 2006 01:00
İnsan, ruhlar âleminden ana rahmine ve oradan da dünya hayatına geldi. Dünyada kendisi için takdir edilen ömür bitince, kabir hayatına geçecek, oradan da Mahşere gidecek ve Mahşerde hesap bittikten sonra, yolculuk, Cennet veya Cehennemle son bulacaktır. Bu uzun yolculuğun sorumluluk sahası, dünya hayatıdır. İnsan, burada inanıp, inanmamasına, emirleri yapıp yapmamasına göre, yolculuğunu Cennet veya Cehennemle noktalayacaktır. İnsanın yolu uzun olduğu gibi yükü de çok ağırdır. Zira Allahü teâlâ, emir ve yasaklarla, insanı sorumlu kılmıştır. Bu yükü, diğer mahluklar yüklenmekten çekinmişlerdir. Ahzâb sûresinin 72. âyet-i kerimesinde meâlen: (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyurulmaktadır. İnsanın cahil ve zâlim olması, yaratılış maksadını kavrayamaması ve ne için yaratıldığını unutarak, Allahü teâlâdan uzaklaşmasıdır. Halbuki insan, Allahü teâlâyı bilmek, tanımak ve Ona ibadet etmek için yaratılmıştı. "Onu insan yüklendi!" Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; -Bu nasıl namazdır? dediler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri onlara; -Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali, namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi" buyuruldu. Emânet vakti geldi" derdi. Namaz, sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır? buyurdular. Nimet büyükse, külfeti de büyük olur. İnsana yüklenen yük ağır ise de, nimeti de çok büyüktür. Ayrıca Allahü teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emretmiştir. İnsanları zayıf yarattığı için, her emrinde kolaylık göstermiştir. Nisâ sûresinin 28. âyet-i kerimesinde meâlen; (Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını istiyor. İnsan zayıf, dayanıksız yaratıldı) buyurulmaktadır. Allahü teâlâ, bir hadis-i kudside de: (Ey kullarım, bedenleriniz zayıf, yol uzak, yük ağır, Sırat incedir. Geminizi yenileyin! Azığınızı bol alın! Yükünüzü azaltın! Hâlis para alın, gittiğiniz yerdeki sarraf kalp (sahte) para almaz) buyurmaktadır. Sâlih bin Beşîr el-Mürrî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâdan sonraki yolculuk çok uzundur. O uzun sefer için, yol azığı hazırlayınız ve biliniz ki, azıkların en hayırlısı, takvâdır yâni Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan sakınmaktır." Yolun uzun, yükün de ağır olduğunu bilen bir kimse, hazırlıklı olur. Kendine verilen zamanı iyi değerlendirir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Ey insanoğlu, günahlarınıza tövbe ederek, kendi kendinize ikrâmda bulunun! Sâlih amel işleyerek cihâd edin! Henüz kıyâmet kopmadan kıyâmetin dehşetini düşünüp ona göre hazırlanın! İşittiğiniz hâlde, sağırlardan olmayın! Gönlünüze gelen sıkıntı, mal ve rızkınızdaki eksiklik, mâlâyanî sözlerden ve zamanı iyi değerlendirmemekten ileri gelir. Başkalarının kusûrlarını gördüğü vakit, kendi kusûrunu hâtırlamayan, şeytanı sevindirir, Rahmânı gücendirir. Gizli ve açık bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız. Oruç tutanlara sayısız nimetler ihsân ederim. Tövbe edenleri azâbımdan emîn kılarım. Her ni'met bendendir. Bunun için yalnız bana şükredin! Her şeyi veren benim. Her şeyi benden isteyin! Rahmetimden ümit kesen helâk olur.) Habîb-i Acemî hazretlerin hanımı, sâlihâ bir kadındı. Kendisi ile berâber ibâdete devâm eder, bâzan gece yarısı Habîb-i Acemî hazretlerini uyandırır ve; "Ey Efendim! Kalkınız. Gece geçiyor, önümüzde uzun bir yol vardır ve azığımız ise azdır. Sâlihler kâfilesi gitti ve selâmete ulaştı. Biz ise geri kaldık" der ve berâberce ibâdet ederlerdi. Dünya ehli kimdir? Dünyada iken kendini hesaba çekmeyen, Allahü teâlânın ve kulların haklarını ödeyerek yükünü hafifletmeyen kimse, ahirette çok pişman olacaktır. Zira Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde; (Dünya ehli, malı çok olup dünyaya sarılan, öfkesini yenemeyen, aza râzı olmayan, kötülük ettiği kimseden özür dilemeyen, mazeret kabûl etmeyen, ibâdette tembellik eden, günah işlemeye hevesli olan, eceli yaklaştığı hâlde uzun emeller peşinde olan, hesâba çekilmeden önce, kendini hesâba çekmeyen, ni'metlere şükretmeyen, belâlara sabretmeyen, herkesi küçük gören, büyüğüne saygı, küçüğüne şefkat göstermeyen, nefsine uyanların indinde akıllı, fakat gerçek akıllılar yanında câhil olan kimselerdir.) Ve; (Ni'metleri geçici ve hayatı sona erecek olan fâni dünyayı nasıl seversiniz?) buyurmaktadır.
.
Kendine kıymet vermek!..
22 Ocak 2006 01:00
Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahü teâlâdan korkması da artar ve günâh işlemeye cesâret edemez. Emânetçinin kendisine bırakılan malları muhâfaza etmekte emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, İslâm bilgilerini bozulmaktan muhâfaza etmekte emîn olması lâzımdır. Resûlullah efendimiz, bir seferinde Kâbe'yi tavâf ederken, kendisine; -Hangi insan dahâ kötüdür? diye sorulunca, cevaben; -Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür,buyurmuşlardır. Çünkü âlimler, bilerek günâh işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm; (Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mâni olur) buyurmuştur. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, sanat eseridir fakat içi ise, pislik doludur. Hadîs-i şerîfte, (Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmayan din adamınadır) buyuruldu. Müslümân görünenler!.. Bunun için, münâfıklar yani Müslümân görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir. Çünkü bunlar, işittikleri, bildikleri hâlde, inât ederek, kâfir olmuşlardır. İlim sâhibi yani din bilgilerini öğrenen kimse, yâ sonsuz saâdete kavuşur, yâhut nihâyetsiz felâkete düçar olur. Hadîs-i şerîfte; (Cehennemde azâb çekenlerden bazıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşten dahâ fazla azâb verir. 'Sen ne günâh işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun' denilince, 'ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım' der) buyuruldu. Ebûdderdâ hazretleri; "İlmi ile âmil olmayan din adamına, âlim denilmez" buyurmuştur. İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on adet kılıç ve çeşitli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkça, bu silâhların faydası olmaz. Bunun gibi bir kimse, din bilgilerinden yüzbin mesele öğrense, bunları kullanmadıkça, faydasını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilâcını bulsa, bunu kullanmadıkça, faydasını göremez. Bir hadis-i şerifte; (Âhir zamânda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fâsık olacaktır) buyuruldu. Her sorulana cevap veren, her gördüğünden manâ çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, câhilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, âlim olduğu anlaşılır. Resûlullah efendimize; -En kıymetli yer neresidir, diye sorulunca; (Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim) buyurmuştur. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormuş, ondan da, aynı cevâbı almıştır. O da, Allahü teâlâya sormuş ve; (Mescidler)dir cevâbını almıştır. İmam-ı Şa'bî hazretleri, kendisine sorulanlardan birine 'bilmiyorum' deyince; -Sen Irak memleketinin müftîsisin. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, -Meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurmuştur. İmâm-ı Ebû Yûsüf hazretleri, bir suâle 'bilmiyorum' deyince, -Hem Beyt-ül-mâldan maâş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun, dediklerinde; -Beyt-ül-mâldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetişmezdi cevabını vermiştir. Kibriyâ yani üstün olmak sıfatı, Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Bunun için, Peygamberler ve bunların yolunda gidenler hep tevâzu sâhibi idiler. Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucub gibi kötü huylar hiç yoktu. Kendinden küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibirli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. "Ben böyle değilim" Bir âlim, câhili görünce, bu, bilmediği için günâh işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden dahâ çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilim, demelidir. Kendinden dahâ yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden dahâ çok ibâdet etti, demelidir. Gençleri görünce, bunların günâhı az, benim günâhlarım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günâhlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum demelidir. Bir bid'at sâhibini veyâ kâfiri görünce, insanın hâli son nefeste belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak, demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Nefsine uymayan câhil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile arkadaşlık etmekten iyidir. Din adamı olduğu için tekebbür etmek, câhil olmanın alâmetidir. Çünkü ilim, tevâzuya sebep olur, kibirden men eder. Hadîs-i şerîfte; (Âlim olduğunu söyliyen kimse, câhildir) buyurulmuştur.
Kötülüklerden sakınan kurtulur
23 Ocak 2006 01:00
Kötülüklerden sakınmaya takvâ denir. Takvâ, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Çünkü, bir şeyi süslemek için, o şeyden, önce pislikleri, kötülükleri yok etmek lâzımdır. Bunun için kalb, günâhlardan, kötülüklerin pisliğinden temizlenmedikçe, ibâdetlerin faydası olmaz. Dünyâda râhata, huzûra kavuşmak, kardeşçe yaşayabilmek, âhirette de, sonsuz azâbdan kurtulmak, ebedî nimetlere, saâdetlere kavuşmak, ancak takvâ ile nasîb olur. Âl-i İmrân sûresinin 76. âyet-i kerimesinde meâlen; (Allahü teâlâ, takvâ sâhiblerini sever) buyurulmuştur. Peygamber efendimiz de zaman zaman; (Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle) diye duâ ederlerdi. İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri: "Takvâ; seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerden sakınmaktır" buyurmuştur. Ateşten kurtulmak için... İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır" buyurmuştur. Ahmed-i Zerrûk hazretleri buyuruyor ki: "Takvâ: Allahü teâlâya yönelmek, Sünnet-i seniyyeye uymak, insanlardan bir şey beklememek, Allahü teâlâdan gelene rızâ göstermek, genişlikte O'na şükretmek, darlıkta O'na sığınmak ile olur. Bunlara erişebilmek için de; Gayret sâhibi olmak ve Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak, kulluk vazîfelerini iyi yapmak lâzımdır." İbn-i Semmâk hazretleri, Muhammed bin Hasan'a yazdığı mektupta: "Her hâlinde takvâ üzere ol, haramlardan sakın, Allahü teâlânın nîmetlerine şükret ve O'ndan kork. Nîmete şükretmek; günâh işlememekle olur. Allahü teâlâ sana âfiyet versin. İşlediğin günahları ve yaptığın kusurları affetsin" buyurdu. Ebû Bekir Kettânî hazretleri "Takvâ sâhibi; nefsinin isteklerine uymayan, İslâmiyetin emirlerine tam uyan, yakîn ile huzur bulan, tevekkül direğine dayanan kimsedir" buyurmuştur. "İmâm-ı Nevevî hazretleri buyuruyor ki: "Eğer âlemde takvâdan başka hayrı daha çok toplayan, sevâbı daha büyük olan, ubûdiyette, kullukta daha yüksek, kemâle erdirmekte daha evlâ, dilekleri daha çok birleştiren bir haslet olsaydı, Allahü teâlâ onu tavsiye ve emrederdi. Çünkü O, kullarına en merhametli, en şefkatli olan ve en çok nasihat edendir." Muhammed Hâdimî hazretleri buyuruyor ki: "Peygamber efendimiz sevdiklerinden birine yaptığı bir vasiyetinde; (Sana Allahü teâlâdan korkmayı, takvâyı tavsiye ederim. Çünkü o her şeyin başıdır) buyurmuştur. Takvâ, dünyâ ve âhiretin hayırlarını toplayan bütün mühim işlere kâfi gelen, insanları ulaşabilecekleri en yüksek derecelere ulaştıran, bir esastır. Hadîs-i şerîfte: (O kökü sâbit, dalları semâda olan güzel bir ağaçtır) buyuruldu. Takvâ her türlü kötülüğü, zorluğu ve zihni bulandıran, sarhoş eden şeyleri kökünden sökücüdür. O halde sen, Allahü teâlânın râzı olmadığı şeylerden uzuvlarını koruyarak, cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ederek, her türlü noksan sıfatlardan uzak bilerek kalbini aydınlat. Bütün gayretini harcayarak ve bütün gücünü sarf ederek onun en üst makâmını elde etmeye, ihtimâm göstermeye çalış. Bu konuda dikkatli ol ve sıkı sıkıya ona bağlan." Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri; "Dünyâ bir deryâ, insanlar bu denizde yolcu, gemi takvâ, âhiret ise sâhildir" buyurmuştur. İbn-i Atâ hazretleri buyurdu ki: "Hâli ile sana fayda vermeyen kimseyle arkadaş olma. Takvâ ehlinin, haramlardan kaçanın kölesi, hizmetçisi ol. Onu sev. Belki, Allahü teâlâ bu vesîle ile seni onların arasına katar. Allahü teâlâ Yûnus sûresinin 62. ve 64. âyet-i kerimelerinde meâlen: (Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı için azap korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur. Onlar îmân edip takvâya ermiş olanlardır. Dünyâ hayâtında da âhirette de onlar için müjdeler vardır) buyurmaktadır." Ahmed bin Mesrûk hazretleri "Dünyâdan uzaklaşmak, takvâ sahiblerine kolay gelir" buyurmuştur. Azığınız takvâ olursa... Kısaca takvâ, harâmlardan nefret etmek, harâm işlemeyi hâtıra bile getirmemek, Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına, sevmesine kavuşmak demektir. Mâide sûresinin 27. âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiblerinin [ibâdetlerini, duâlarını] kabûl eder) buyuruldu. Bişr-i Hâfî hazretleri; "Kişi gazabını, öfkesini yenmedikçe, takvâ sâhibi olamaz" buyurmaktadır. Takvâ sahibi olabilmek için, kalbi, dili ve bütün uzuvları harâmdan korumalı, insanlara ve hayvânlara işkence, eziyet yapmamalı, gönül rızâsı olmadan hiç kimseye iş yaptırmamalıdır. Netice olarak, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin buyurduğu gibi: "Eğer azığınız takvâ olursa, kıyâmet gününde selâmette olursunuz."
.
Güvenme varlığa, düşersin darlığa!
29 Ocak 2006 01:00
İnsanın başlangıcı bir damla su ve sonu da toprak olup çürüyüp gitmektir. Bunu bilen, idrak eden bir kimsenin, kendisine emanet olarak verilen imkanlara, makama, paraya, güce kuvvete güvenmesi, ahmaklık değil de nedir? Abbasi halifelerinden Hârun Reşîd, Şakîk-i Belhî hazretlerinden nasihat isteyince; Şakîk-i Belhî hazretleri: -Düşün ki çölün ortasında kaldın, susuzluktan ölmek üzeresin. Birisi getirip bir içim su satsa bu suyu kaça alırsın? diye sorar. Halife Hârun Reşîd de; -Ne kadar istiyorsa onu verir, suyu satın alırım cevabını verir. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî hazretleri: -Elinde su bulunan kimse, bu suya mukâbil senden servetinin yarısını istese, yine râzı olur musun? diye sorar. Hârun Reşîd de; -Evet râzı olurum cevabını verir. Şakîk-i Belhî hazretleri; -Peki düşün ki servetinin yarısını verip satın aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcını duydun, fakat idrar yapamadın. Öyle ki ölecek hâle geldin. Birisi çıkıp dese ki, ben seni bu sıkıntıdan kurtarırım, lâkin buna mukabil olarak mülkünün öbür yarısını isterim, dese ne yaparsın? diye sorar. Hârun Reşîd de; "Servetimin ne mânâsı var?" -Elbette râzı olurum. Ben o sıkıntıda iken servetimin ne mânâsı var? cevabını verir. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî hazretleri: -O halde önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarıya attığın bir içim su kıymetinde bile olmayan şu servetine sakın güvenme. Bir kimseye karşı bununla öğünme, buyurur. Seyyid Ali Hemedânî hazretleri buyuruyor ki: "Biliniz ki dünyâ, kıyâmet çölünün kenarında bir konaktır. Bu konak, insanlar, âlem-i ervâh çölünden kıyâmet sahrasına sefer yapsınlar diye, ezel çölü ile ebed çölü arasına konmuştur. Bu konaktan maksat, âhiret seferi için azık hazırlamak ve bu uzun yolculuk için tedbir ile meşgûl olmaktır. İnsanlar, burada değişik haldedirler. Bâzısı bedenen kuvvetli, mânen zayıf, bâzısı mânen kuvvetli, bedenen zayıftır. Bâzısı her iki bakımdan da kuvvetli, bâzısı da her iki bakımdan da zayıf yaratılmıştır. Güç, kuvvet sâhibi olanlara verilen bu nîmet, Allahü teâlânın bir emânettir. Akıllı olanlar, bu emâneti, ebedî saâdet tohumlarını ekerek sonsuz nîmetleri kazanmakta kullanırlar. Mağrur ve gâfil olanlar ise, kendilerine emanet olarak verilen bu nîmeti, şu birkaç günlük kederli dünyâ hayâtı için harcarlar. Kısa ömrü bu murdar dünyâya âit şeyleri toplamakla zâyi ederler. Uzun âhiret yolculuğu için hazırlanmaktan gâfil olurlar. Böylece din kardeşlerinin de dünyâya ve âhirete âit haklarını unuturlar, yerine getirmezler. Allahü teâlânın emirlerine uymayı elden kaçırırlar. Bu insanlar, dünyânın geçici nîmetlerine dalıp, Allahü teâlâyı unutmaları sebebiyle âhirette Cehennem'e atılacaklar ve kendilerine merhamet edilmeyecektir." Abdülkâdir Deştûtî hazretleri, bir gün Sultan Kayıtbay ile birlikte otururken, elbisesine sinekler konar. Latîfe yoluyla sultâna: -Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler, der. Sultan Kayıtbay; -Efendim! Sinekler benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim ki! cevabını verir. Bunun üzerine Abdülkâdir Deştûtî hazretleri; -Sen nasıl sultansın ki, sineklere dahi sözün geçmiyor! Bunun için dünya sultanlığına güvenme. Sultanlık, makam olarak her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak lâzımdır, buyurur. Daha sonra Abdülkâdir Deştûtî hazretleri; "Ey sinekler! Üzerimden ayrılınız" buyurunca sinekler üzerinden çekilip giderler. Bu hâdiseden çok ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anlar. "Bin sene yaşadım" Şevâhid-ün-Nübüvve kitâbında, önceki zamanlara ait bir kabrin başında, şöyle yazılı olduğu nakledilmektedir: "Benim adım, Şeddâd bin Âd. İrem Bağları ve imâd sâhibiydim. Bin sene yaşadım. Bin şehir kurdum. Bin kantar altına sâhip oldum. Binlerce askerim vardı. Şarkın ve garbın saltanâtına sâhip oldum. Ne dünyâ bana kaldı, ne de ben dünyâda bâkî kaldım. Benden sonra kimse dünyâya mağrûr olmasın." İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretlerine hitaben; "Dünyâya ve dünyâlığına güvenme. Bulunduğun hale de dayanma. Çünkü Allahü teâlâ, varlığının cümlesinden sana soracaktır" buyurmuştur. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Onun için dünyâ malına, makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz, yolcuyuz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntın varsa üzülme. Bir an sonra ne olacağımız belli değil."
.
Hediyeleşmek muhabbeti artırır
30 Ocak 2006 01:00
Hibe etmek için birisine getirilen veyâ gönderilen mala hediye denir. Birisine hediye göndermek, ona olan sevgiyi bildirmek olur. Hadîs-i şerîfte; (Bir din kardeşinizi seviyorsanız, sevdiğinizi kendisine bildiriniz!) buyuruldu. Bunun için, hediye vermek ve hediye kabûl etmek sünnettir. Peygamber efendimiz de, herkesin hediyesini kabûl eder, hediye getirene karşılık olarak, kat kat fazlasını verir ve; (İstemeden verilen şeyi alınız! Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır) buyururdu. Mâlik bin Enes hazretleri, Müslümanlar arasında Allahü teâlânın rızâsına uygun sevgi ve muhabbetin bulunması gerektiğini sık sık anlatır ve şu hadis-i şerifi naklederdi: (Müsâfeha ediniz, aranızdaki kin gider. Birbirinize hediye veriniz ki, muhabbetiniz artar ve aranızdaki düşmanlık gider.) Fakir bir talebe... Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin fakir bir talebesi vardı. Bu talebesinin de zengin bir hanımı vardı. Hanımı ona elinde bulunanları verir, yardımcı olurdu. Fakat bir gün bu hanım kocasına; -Eğer sen benim kocam isen bana bir ipekli elbise al deyiverir. O kimse de hanımına; -Benim fakir hâlimi biliyorsun. Benim sana elbise alacak durumum yok, cevabını verir. Kocasının bu cevabı üzerine kadıncağız sinirlenerek üzücü şeyler söyler. Adamcağız, hanımının bu hâline çok hayret eder ve içinde bulunduğu sıkıntılı hâlini arz etmek üzere hocasının evine gider. Kapıya vardığı zaman, hocası Sâbit Ebü'l-Meânî hazretleri elinde bir kese ile dışarı çıkar ve buyurur ki: -Bu keseyi al. İçindeki parayla hanımına ipek elbise alıp hediye et. Bu hâle hayret eden talebe, hocasının verdiği parayla gidip ipekli elbise alır ve hanımına götürür. Kadıncağız bu hediye karşısında, hem kocasına ve hem de Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerine muhabbeti artar ve yaptığına da pişman olup tövbe eder, özür diler. Molla Câmî hazretleri, kavuştuğu nimetler hakkında: "Bize verilen bu kadar ihsânlar, hep Muhammed Pârisâ hazretlerinin bereketidir. Ben, beş yaşında idim. O sene Muhammed Pârisâ hazretleri hacca gidiyordu.Yolu, bizim Câm kasabasına uğradı. Babam ve Câm'ın ileri gelen âlimleri, onu ziyâret etmek için huzûruna gittiler. Beni de yanında götüren babam onunla müsâfeha ettikten sonra, bana, elini öpmemi emretti. Öptükten sonra, Muhammed Pârisâ hazretleri bana iltifât ederek bir meyve hediye etti. Aradan altmış yıl geçmesine rağmen, nûrlu, mübârek yüzlerinin güzelliği hâlâ gözümün önünden gitmemektedir" buyurmuştur. İnsanların yaratılışı, yapısı, kendisine iyilik edene karşı meyyaldir. Zira Peygamber efendimiz; (İnsânlar, kendilerine iyilik edenleri sever) ve (Hediyeleşiniz, muhabbet edersiniz) buyurmuşlardır. Hediyenin en kıymetlisi, en faydalısı, güler yüz, tatlı dildir. Herkese, dosta ve düşmana, Müslümâna ve gayr-i müslime, dâimâ güler yüz, tatlı dil göstermelidir. Kimse ile münâkaşa etmemelidir. Zira münâkaşa, dostluğu giderir ve düşmanlığı artırır. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Fazla hediye almak için, az bir şeyi hediye vermek, tezellül olur. Âyet-i kerîme böyle hediye vermeyi menetmektedir. Alınan hediyenin karşılığını bundan fazla vermek efdaldir. Fakat fazla karşılık için hediye vermek câiz değildir. Hediye kabûl etmenin tevekküle de mânisi yoktur. Bir gün halîfe Hârûn Reşîd Behlül-i Dânâ hazretlerine kıymetli bir hırka hediye etmek istedi ve: -Ey Behlül! Şu paha biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir, dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri geri çekilip; -Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Zira babam bana; "Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin" diye nasîhat ve vasiyet etti, cevabını verdi. Bütün müminlere erişir Ebû Bekr Kettânî hazretleri anlatır: "Biri benim sohbetime devâm ederdi. Ama onun sohbetimde bulunması bana ağır geliyordu. (Hediyeleşiniz, muhabbet edersiniz) hadîs-i şerîfine uyarak ona hediye verdim. Yine kalbimdeki duygu gitmedi. Nihâyet bu kimseyi evime götürdüm; "Ayağını yüzüme bas" dedim, ama basmadı, ısrâr ederek ayağını yüzüme bastırdım. Kırgınlık gidip, kalbime sevgi yerleşene kadar ayağını yüzümden kaldırtmadım." İbadetler de hediye edilebilir. Hidâye fıkıh kitâbında; "Bir kimsenin, namâz, oruç ve sadaka gibi bütün ibâdetlerinin sevâbını başkasına hediye etmesi câizdir." Ve İbni Abindin'de de; "Nâfile sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün müminlere verilmesi için niyet etmesi çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan, bütün müminlere de sevâbı erişir. Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi böyledir" buyurulmaktadır.
.
İncir "kemiksiz" olmalı!..
5 Şubat 2006 01:00
İnsanın dünyada rahat ve huzurlu olması, ahirette de ebedi saadete kavuşabilmesi, doğru iman, doğru amel ve bunları ihlâs ile yapmasına bağlıdır. İman nimetine kavuşan kimsenin, en çok dikkat etmesi gereken husus, helal ve haramlardır. Haramlardan sakınmak, farzlardan önce gelir. Bunun için, yenilen, içilen, giyilen, oturulan mekana ve kazanılan mala çok dikkat etmek lazımdır. Zira Peygamber efendimiz; (Malın helâlden mi, harâmdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımayacaktır) buyurmuşlardır. Ağızdan giren lokma, haramdan ise, bu kimsenin ibadet etmesi, Allahü teâlânın rızasına kavuşması imkansız gibidir. Çünkü Resûlullah efendimiz; (Harâm ile beslenen vücûdun ateşte yanması dahâ iyidir) buyurmuşlardır. Sehl bin Abdullah-i Tüsterî hazretleri buyuruyor ki; "Hakîkî îmâna kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün harâmlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek." Din büyükleri de; "Kırk gün şüpheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir" buyurmuşlardır. "Bahçıvanı bağda bulamadım" Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretleri, kendisini sevenlere hep; "Helâl kazanıp helâlden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullah efendimize uydurmalıdır" buyururdu. Bir gün Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerinin talebelerinden biri, incir getirmişti. Mevlânâ hazretleri inciri aldı ve; -Hayli güzel incir, fakat kemiği var, buyurdu ve yere bıraktı. İncirleri getiren talebe kendi kendine; "incirin nasıl kemiği olur?" diye hayret etti ve yavaşça incirleri, hocasının önünden alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ hazretleri bir tane alıp yedi ve; -Bu incirin kemiği hiç yoktur buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler. Orada bulunan herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da dedi ki; -Bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet incir toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. Mevlânâ hazretleri de kabûl etti. Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri; "Harâm yiyenlerin yedi azâsı, istese de, istemese de günâh işler. Helâl yiyenlerin azâsı, ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir" buyurmuşlardır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Çok kimse, dünyâ malını, hep harâm sanır. Bazısı da, dünyâdaki şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç türlüdür: Bir kısmı verada ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şüpheli olmayan şeyleri yeriz derler. Bir kısmı da, tembel, miskîn oturup, her istediğimizi yeriz, hiçbir şey ayırdetmeyiz derler. Üçüncü kısım, her şey yemeli ammâ, lüzûmu kadar, derler. Bunların üçü de yanılmaktadır. Doğrusu Resûlullah efendimizin buyurduğu gibidir: (Helâl meydândadır. Harâm meydândadır. Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir.) Dünyâ malından çoğu harâm diyenler yanılıyor. Evet, harâm çoktur. Fakat, dahâ çok değildir. Çok başkadır, dahâ çok, başkadır. Nitekim, hasta çoktur, tüccâr çoktur, asker çoktur. Fakat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çoktur. Ammâ mazlûmlar dahâ çoktur. Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara; "Muhakkak helâl olan, Allahü teâlânın helâl bildiği şeyleri yiyiniz!" diye emrolunmadı. Bunu kimse yapamaz. İnsanlara; (Halâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!) denildi. Harâm olduğu meydânda olmayan şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir." Helâli harâmı gözetmek... Hadîka sonunda buyuruluyor ki: "Vera, yani helâle, harâma dikkat etmek abdeste ve necâsete dikkat etmekten dahâ mühimdir. Fakat zamânımızda helâl ve harâmı gözetmek, hattâ Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güç oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun helâl olduğu sanılan kimsenin verdiği hediyeyi almak, onunla alışveriş yapmak câiz olur." Kâdîhân fetvâsında da deniliyor ki: "Zamânımızda, şüpheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Şimdi, Müslümânların, harâm olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir." Zamanımızda ise, iş dahâ güç oldu. Çünkü hadîs-i şerîfte; (Her yıl, kendinden önceki yıldan dahâ kötü olacaktır) buyuruldu. Bunun için, bugün vera ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzuvları harâmdan korumak, insanlara ve hayvânlara işkence yapmamaktır.
.
Mihnete şükretmeyen nîmete şükredemez!
6 Şubat 2006 01:00
Dünyâ, âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara nîmet, ibâdet edenlere kazanç ve ibret alanlara ise hikmet yeridir. Allahü teâlâ, dünyada dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının gözünden saklamıştır. Böylece dünyâ, imtihân yeri olmuştur. Cenâb-ı Hakkın dostları, görünüşte belâda, hakîkatte ise, zevk ve lezzettedirler. Ahirette azâb da mükâfât da devâmlıdır. Bunun için dünyadaki birkaç günlük belâ ve mihnet, devâmlı râhata sebep olmaktadır. Ayrıca müminlerin dünyâda elem, mihnet ve sıkıntı çekmesi, âhiret nimetlerinin kıymetini bilmeleri ve işledikleri günâhlara kefâret içindir. Bu sebeple mihnete, sıkıntıya sabır ve şükretmek gerekmektedir. İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri; "Mihnete şükretmeyen, nîmete şükretmez" buyurmuştur. Ahmed Cüryânî hazretleri, ticâret için Cüryân'dan Hindistan'a gidiyordu. Yolda çoluk-çocuğunun tâûn hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberin etkisinde iken kervan eşkıyâ baskınına uğradı. Şakîler kervandakilerin bütün mallarını aldılar. Ahmed Cüryânî hazretlerinin mallarını aldıktan sonra sol elini de bileğinden kestiler. Kendisine bu sebeple Yekdest, "tek elli" denildi. Bütün sıkıntılara rağmen... Ahmed Cüryânî hazretleri bütün bu sıkıntılara rağmen Rabbini zikrediyor ve sabrediyordu. Kervandakiler ondaki bu hâllere şaşıp; -Çocukların öldü. Malın mülkün gitti. Kolun bile kesildi. Buna rağmen sabrediyor ve sesini çıkarmıyorsun dediklerinde, cevâben; -Ey kardeşlerim! Bize gelen bu belâ ve sıkıntıların Allahü teâlânın takdîri ile olduğunu bilelim. Dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, Hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır buyurmuştur. Akşemseddîn hazretleri sohbetlerinde buyururdu ki: "Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle iyilikleri; yâni sabır, tevekkül, kanâat ve hilm, yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir." Ebû Muhammed Cerîrî hazretlerine; -Sabır nedir? diye sual edilince, cevaben; -Kalbin, nîmet ve mihneti aynı görmesidir. Mihnet yükünün ağırlığını kalbinde hissederek, musîbetleri sükûnetle karşılamaktır, buyurdu. Fahreddîn-i Râzî hazretleri buyuruyor ki: "Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir kimse, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd eylese, bu îtimâdı onun, belâ, mihnet, sıkıntı ve zorluk çekmesine sebep olur. Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız O'na dayansa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur. İşte bu tecrübe, küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum elli yedi yaşına kadar devâm etmiş ve kalbime iyice yerleşmiştir. İnsan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından başka bir şeye güvenip îtimâd etmesinde, Allahü teâlâdan başkasından istemesinde hiçbir fayda yoktur. İnsan birisinden bir şey isterken, istediği şeyin o kimsede emânet bulunduğunu bilmeli, onun hakîkî sâhibinin Allahü teâlâ olduğunu hatırdan çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan istemelidir." "Sıkıntılar, kalbi aydınlatır!" İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri buyurdu ki: "Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti, kadere rızâ ile karşılamak iyi âkıbetlere vesîle olur. Ben bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu zaman, kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O'na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Güzel âkıbet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; (Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir) buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi de evliyâda görülür." Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu: "Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. Huzura kavuşmak için her türlü derde, belâya sabretmek lâzımdır." Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner, Gam ve neşe insanda, böyle gelir böyle gider.
.
Yardım eden, yardım görür
12 Şubat 2006 01:00
İnsanın yaptığı her şey, mükafat veya ceza olarak kendine geri döner. Eden kendine eder sözü meşhurdur. İyilik eden de, kötülük eden de, kendine eder. Allahü teâlâ; (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasıyla yardım ederim) buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen bir kimse, Allahü teâlânın sevgili kulu olamaz. Enes bin Mâlik hazretleri; "Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun kullarına kim daha çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever" buyurmuştur. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar, herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktârda, herkes sana yardımcı olur." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Faydalı işler yapmak... "Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasîb etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, râhat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok tâlihli, pek bahtiyârdır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sâhibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeyi saâdet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını yetiştirmekle öğünmek, akıl icâbıdır." Muhammed Ma'sûm hazretleri bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Allahü teâlânın kullarına hizmet etmeniz dünyâ ve âhiret derecelerine kavuşmanıza sebeb olacaktır. Bunun için, Allahü teâlânın kullarına iyilik etmeye, güler yüz, tatlı dil ve güzel huy ile onlara kolaylık göstermeye çalışınız! Bu çalışmanız, Allahü teâlânın rızâsını kazanmanıza ve âhirette yüksek derecelere kavuşmanıza sebep olacaktır. Hadîs-i şerîfte, (İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir, kullarıdır. Kullarına iyilik edenleri çok sever) buyuruldu. Müslümânların ihtiyaçlarını karşılamanın, onları sevindirmenin, fazîleti, sevâbı pek çoktur. Hadis-i şerifte; (Amellerin, ibâdetlerin efdali, en kıymetlisi, bir mü'mini sevindirmek veyâ elbise vermek yahut aç ise doyurmak veyâ herhangi bir ihtiyâcını karşılamaktır) buyuruldu." Ebû Bekr Ayderûs hazretleri, fakirlere yardım etmek ve ihtiyaçlarını görmek için çok borç para isterdi. Borçları çok olduğu halde, kendisinde ödeyememe korkusu görünmezdi. Bu halinden dolayı dedikodu yapanlara karşı da; "Rabbimle benim arama girmeyiniz. Ben bu şekilde aldığım parayı, O'nun rızâsından başka yere sarf etmedim. Rabbim, benim borcumu ödemeden, beni bu dünyâdan çıkarmayacağını bana vâdetti" buyurmuş ve dediği gibi de olmuştur. Nâfile hacca gideceklerden biri, Bişr-i Hâfî hazretlerine vedâ için gelir ve; -Ben hacca gidiyorum bir emriniz var mı? diye arzeder; -Ne kadar harçlığın var? diye sorulunca; -İki bin dirhem harçlığım var cevabını verir. Bişr-i Hâfî hazretleri; -Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Kâbe'ye olan aşkını mı, yoksa Allah rızâsını mı kastediyorsun? diye sorar. O kimse de; -Allah rızâsını kastediyorum der. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî hazretleri; -O halde evinde dururken, Allah'ın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana söylersem, yapar mısın? Buyurur. O kimse; -Evet yaparım karşılığını verir. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî hazretleri; -O halde sen bu iki bin dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu kalabalık, geçimi dar olan bir âileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini bunlardan birine ver. Zîrâ Müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan daha sevaptır. Kalk da dediğim gibi yap. Şâyet böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana söyle, buyurur. Vedâya gelen kimse; "Servet şüpheli ise!.." -Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı kuvvetlidir deyince, Bişr-i Hâfî hazretleri; gülümseyerek adama döner ve; -Servet, şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından birinin yerine getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allahü teâlâ, yalnız muttakîlerin, haramlardan sakınanın amelini kabul eder, buyurur. Netice olarak, Allahü tealanın kullarına yardımcı olanın, onların sıkıntısını giderinin yardımcısı Cenâb-ı Hak olmaktadır. Zira hadis-i şerifte; (Din kardeşinin yardımına koşanın, yardımcısı Allah'tır) buyurulmuştur.
..
Âlimler bozulunca, din zayıflar
13 Şubat 2006 01:00
Din adamları üç kısımdır: Akıl sâhibi, ilim sâhibi, din sâhibi... Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına "Din âlimi" denir. Bir sıfatı noksân olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sâhibi olmak için, aklî ve naklî ilimlerde mütehassıs olmak lâzımdır. İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felâkete, Cehenneme sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünyâ isteklerine âlet eden, herkesin îmânını bozan din adamı da, dünyânın en kötüsüdür. İnsanların saâdeti ve felâketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Din adamları içinde, mevki, maâş arzûsunda olmayan, yalnız İslâmiyetin yayılması ve kuvvetlenmesi için uğraşanların sayısı, gün geçtikçe azalmaktadır. Mevki almak, sandalye kapmak arzûsu, bunların her birinin ayrı bir yol tutmasına ve böylece doğru olarak dini anlatma ve yayma işinin de, ikinci derecede kalmasına sebep olmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Siyah bir leke gibi!.. "Âlimlerin dünyâyı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyah leke gibidir. Böyle olan ilim adamlarının, insanlara faydası olursa da, kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, İslâmiyeti yaymak şerefi, bunlara ait ise de, bazan kâfir ve fâsık da, bu işi yapar. Nitekim, Peygamber efendimiz; (Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmuştur. Dünyaya düşkün olan âlimler, çakmak taşına benzer. Çakmak taşında enerji vardır. İnsanlar bu taştaki kudretten ateş yapar, istifâde eder. Taşın ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hattâ, bu ilimleri, kendilerine zarar verir. Çünkü, kıyâmet günü, bilmiyorduk, günâh olduğunu bilseydik yapmazdık, diyemezler. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi ilminden, kendisini faydalandırmadığı âlimdir.) Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcetmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, Allahü teâlâya karşı durmak demektir. Ders vermek, vaaz etmek ve dînî yazı, kitap, dergi çıkarmak, ancak, Allah rızâsı için olduğu vakit ve mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zamân faydalı olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyâya düşkün olmamaktır. Bu belâya düşmüş, dünyâyı seven din adamları, hakikatte dünyâ adamlarıdır. Kötü âlimler bunlardır. Büyüklerden biri şeytânı boş oturuyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytân cevap olarak; "Zamânın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta, bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kalmıyor" demiştir. Dünyâya gönül kaptırmayan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmayan din âlimleri, âhiret adamlarıdır. Peygamberlerin vârisleri, vekîlleridir. İnsanların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, şehîtlerin kanı ile tartılacak ve mürekkeb, dahâ ağır gelecektir. (Âlimlerin uykusu ibâdettir) hadîs-i şerîfinde medhedilen, bunlardır. Âhiretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlayan, dünyânın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyânın ise fânî geçip tükenici olduğunu bilen bunlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmayan ve bitmeyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhiretin büyüklüğünü anlayabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklüğünü anlayan da, dünyâya hiç kıymet vermez. Çünkü, dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Her ikisine birden kıymet vermek veyâ her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıt şey bir araya getirilemez." İnsanların üç sınıfı... İslâm âlimleri, kendilerine sorulan suallere, fıkıh kitaplarından cevap bulup, söylerlerdi. Din adamı şeklinde görünenler ise, fıkıh kitabını okuyup anlayamadığı için, câhil kafasına ve noksan aklına gelenleri söyleyerek suâl sâhibini aldatır. Onun Cehenneme gitmesine sebep olur. Bunun içindir ki Peygamber efendimiz; (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür) buyurmuştur. Ebû Bekr Verrâk hazretleri buyuruyor ki: "İnsanlarda üç sınıf önemlidir: Devlet adamları, âlimler ve zâhidler... Devlet adamları bozulunca, halkın huzûru bozulur. Âlimler bozulunca, halkın dîni zayıflar. Varını yoğunu Allah yolunda harcayan zâhidler bozulunca da, ahlâk fesâda uğrar. Devlet adamlarının kötülüğü zulüm ile, âlimlerin bozukluğu hırs ve tamah ile, dünyâya düşkün olmayanların, zâhidlerin bozulması da riyâ ve gösteriş ile olur.
.
"Evlat, ana-baba elinde emanettir"
19 Şubat 2006 01:00
Çocuk, bir nimettir ve emânettir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Evlat, ana-baba elinde bir emanettir. Büyük bir nîmettir. Nîmetin kıymeti bilinmezse elden gider. Çocukların temiz kalpleri, kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi her şekli alabilir. Küçükken hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur." Çocuklara îmân, Kur'ân-ı kerîm ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdete anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günâhı baba ve hocalarına da verilir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; (Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz) buyurmaktadır. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da îmânı, farzları ve haramları öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün densizliklerin ve fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır. Peygamber efendimiz; (Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar) buyurmuşlardır. Önce hakîkî istikbâl!.. Ana-baba, evvelâ evlâdının hakîkî istikbâlini, sonsuz saâdete kavuşmasını düşünmelidir. Dînin esaslarını ona öğretmelidir. Bunu öğrenip yaptığı zaman, dünyâ saâdeti kendiliğinden gelecektir. Zîrâ dînimiz insanlara dünyâ ve âhirette rahat ve mesut olmanın yollarını göstermektedir. İslâm dîninin ahlâkî esasları, insânî ve sosyal yönleri, çocuk terbiyesi için bulunmaz bir hazîne niteliğindedir. Ancak dînî telkinler, şuurlu, bilgili, müşfik ve mâhir, ehliyetli ve yetkili kimseler tarafından yapıldığında çok iyi netîceler alınmaktadır. Çocukta kökleşmesi ve kafasına iyice yerleştirilmesi gereken ilk ve temel şey; her şeyin üstünde, her şeye muktedir, bütün iyilik ve güzelliklerle berâber her şeyin yaratıcısı bir Allah'a ibâdet etmeyi, hürmet etmeyi, sevmeyi en büyük vazîfe bilmektir. Ayrıca Allahü teâlânın ancak iyi, çalışkan ve dürüst kullarını sevdiğini, onun için karşılık beklemeden dâimâ iyilik yapması, yarattığı her şeyi, özellikle insanları sevmesi, usanmadan çalışması telkin edilmelidir. Eğer çocuk bu inançlara sâhip olursa, dürüst, vicdanlı, iyi ahlâklı, cemiyete yararlı bir kimse olmanın yolunu tutmuş demektir. Çocuğu Cehennem ateşinden kurtarmak, dünya ateşinden korumaktan çok daha mühimdir. Çocuğu korumak, onu terbiye etmek ve ona iyi ahlâkı öğretmek ve onu kötü arkadaşlardan korumakla mümkün olur. Çünkü bütün kötülüklerin başı kötü arkadaştır! Çocuk, ana-baba elinde bir emanettir. Kalbi, kıymetli bir cevher gibi tertemizdir. Tıpkı bir mum gibidir, her şekli alabilir. Çocuk, temiz bir toprak gibi olup, hangi tohum atılırsa, yetişir. İyilik tohumu ekilirse, din ve dünya saadetine kavuşur. Annesi, babası ve hocası sevabında ortak olur. Şayet fesat, kötülük, tohumu atılırsa, helak olur, annesi, babası ve hocası da günahına ortak olur. "Sizin için ağlıyorum!" Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretlerinin babası, ticâret için kervanlarla uzak memleketlere giderdi. Babası, küçük yaştaki Sa'düddîn'i, çeşitli ülkeleri görüp, bilgi edinmesi için yanında götürürdü. Oğlunun iyi yetişmesi için hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi. Sa'düddîn, babasının verdiği din terbiyesi ile büyütülüyor, etrâfına örnek olacak şekilde yetiştiriliyordu. Bir defâsında, on iki yaşında babası ile ticâret için sefere çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladılar. Sa'düddîn, kervansarayın kapısında otururken, oraya bir grup tüccar gelip, konuşmaya başladılar. Aralarındaki hesâbı görebilmeleri için, birbirlerine uzun müddet bağırıp çağırdılar ve çekişmeye başladılar. Tüccarların bu hâlini seyreden Sa'düddîn, ağlamaya başladı. Tüccarlar, çocuğun sebepsiz yere ağlamasına hayret edip niçin ağladığını sordular. Bunun üzerine Sa'düddîn Kaşgârî; "Sizin yüzünüzden ağlıyorum. Sabahtan beri buradayım, dünyâ hırsı yüzünden kavga edip duruyorsunuz. Bir ân için olsun, Allahü teâlânın ismini anıp O'ndan bahsetmediniz. O'nun emir ve yasaklarından hiç konuşmadınız. Size acıdığım için ağlıyor, Cehennem'e düşmemeniz için de duâ ediyorum" dedi. Tüccarlar, çocuğun bu hâline hayran oldular ve hepsi yaptıklarına tövbe edip, helâlleşerek işlerini bitirdiler. Bunun için çocuklara, daha küçük yaşta iken, Kur'an-ı kerimi ve kendisine lazım olan ilmihal bilgilerini öğretmeli, sonra evliyanın hallerini, Sahabe-i kiramın ve geçmiş büyüklerin güzel ahlakını anlatmalıdır...
.
Ağaç, yaş iken eğilir...
20 Şubat 2006 01:00
Ağaç yaş iken eğildiği, eğriliği giderildiği gibi, insan da, küçükken, çocukken eğitilir. Bu konuda Celâleddîn-i Devânî hazretleri buyuruyor ki: "Çocuk, daha küçükken onun terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü huy edinmesine engel olmalıdır. Çünkü çocukların kâbiliyetleri kemâl üzeredir. Tabiatının meyli ise kötülükleredir ve çabuk bozulabilirler. Çocukta ilk görülen, göze çarpan duygu hayâdır. Hayânın çokluğu, fazîlete işârettir. Çocukta hayâ hasleti görünce, daha çok ihtimâm etmelidir. İlk terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan menetmektir. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Karşısında olanı hemen tutar, alır. Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devâm etmelidir. Öğrenmek istemezse müsâmaha etmemeli, devâm etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır. Fakat yaşı ve kâbiliyeti de göz önünde bulundurmalıdır. İyiliğe teşvik etmeli... Dînimizin hükmüne göre, yedi yaşında namazı öğretmeli, kıldırmalıdır. Eğer on yaşına gelir de kılmazsa, azarlamalıdır. İyileri övmeli, kötüleri ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Kötülükten, çirkin işlerden menetmelidir. İyi bir iş yapınca övmeli, kötü bir iş işleyince de, ayıplayıp korkutmalıdır. Yanlışlıkla, unutarak yaptı deyerek, çocuğun cür'etini artırmamalıdır. Gizli bir şey yapmışsa, yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız olarak onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir. "İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve harîs olurlar" sözü gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre etmelidir. Çocuğun nazarında yemeyi, içmeyi, iyi elbise giymeyi önemsiz göstermelidir. Hep yemeye, içmeye düşkün olmaması için uyarmalıdır. Önce yemek yemenin edeplerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksat, bedenin sıhhatini korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk giderilir. Çeşitli yemeklere değil, bir yemekle yetinmeye ve istediğini değil, bulduğunu yemeye alıştırmalıdır. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek vermeli ki, ondan başka bir şey bulamadığı da olabilir. Her ne kadar alkollü içkilerden sakınmak herkese lâzım ise de, çocuklara akıllarına göre anlatıp, rûha da, bedene de çok zararlıdır demelidir. İnsanın, kızgınlığını, sinirini, hayâsızlığını artırır ve bu hâller onda alışkanlık hâline gelir demelidir. Böyle kimselerle arkadaşlık etmekten kesin olarak menetmelidir. Çirkin sözleri ve sesleri dinlemekten menetmelidir. Vazîfelerini bitirmeden ve sıkıntı çekmeden yemeğini vermemelidir. Kapalı ve gizli işlerden onu menederek, kabahate karşı cesâretini kırmalıdır. Gündüz ve gece çok uyutmamalı, yumuşak elbiselere alıştırmamalı, yaya yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli, oturma, kalkma ve konuşmanın edeplerini anlatmalıdır. Babasıyla ve dünyâ malı ile, arkadaşlarına övünmekten, yalan söylemekten sıkı menetmeli, doğru veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. İlim öğrenmeye çok teşvik etmelidir. Hoca dövse de, kayırmamalı, lüzumsuz yere çocuğu azarlamamalıdır. Çocuğu cömerdliğe alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin zararı, zehirden çoktur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; (Yâ Rabbî, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut!) meâlindeki Sûre-i İbrâhimin 35. âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: "Putlardan murâd, altın ve gümüştür. Yâni İbrâhim aleyhisselâm; (Beni ve çocuklarımı altına ve gümüşe tapmaktan, kalbimizi onlara bağlamaktan koru!) diye duâ ediyor. Çünkü bütün kötülüklerin menşei; parayı, dünyâyı sevmektir." Esas maksadı anlatmalı! Boş zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Ama sıkıntılı ve zor oyunlar ve kötülüğe sebep olacak alışkanlıkları veren oyunlardan sakındırmalıdır. Bu edebler herkes için iyidir. Gençler için ise, daha iyidir. Anlama yaşına gelince, ona dünyâ malından esas maksadın, sıhhati korumak olduğunu anlatmalı, dünyâyı âhirete sermâye yapmayı tembih edip, öğütlemelidir. Eğer ilim sâhibi olacaksa, ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. Sanat sâhibi olacaksa, dînî vecîbeleri öğrenip yaptıktan sonra, o sanatla meşgûl etmelidir. Burada en iyisi, çocuğun kâbiliyetine bakmalı, durumunu incelemeli, kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkın olduğunu anlayıp, o tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; (Kişi ne için yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır) buyurdular."
.
Âhireti kazanmak için...
26 Şubat 2006 01:00
Îmân ile küfür birbirinin zıddı olduğu gibi, âhiret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve âhiret bir araya getirilemez. Âhireti kazanmak için, dünyâyı yani harâmları terk etmek lâzımdır. Dünyâyı terk etmek ise, iki türlüdür: Birisi, bütün harâm olan şeylerle berâber, mubâhları yani günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmaktır. Dünyânın keyif ve eğlencelerini bırakarak, bütün zamânını, ibâdetle ve Müslümânların râhatları, İslâm dînini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik usulleri, vâsıtaları yapmakla, kullanmakla geçirmek ve dünyâ zevkini böyle çalışmakta aramak, bulmaktır. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve din büyüklerinin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu şekilde terk etmek, çok faydalıdır. Böyle yapmaktan maksat, İslâmiyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmektir. İkincisi, dünyâda harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mubâhları kullanmaktır. Bu kısım da, böyle bir zamânda, çok kıymetlidir. O halde, âhireti kazanmak için, İslâmiyetin harâm ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslümâna lâzımdır. Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyuruyor ki: "Nefsinin kölesi olursun!" "Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın dünyânı sermâye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin. Geceleri kazâ namazı kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine ve nefsinin hevâsına, isteğine hattâ şeytâna tâbi olursun. Âhiretini dünyâya karşılık satarsın. Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun. Bunlar âhiret yolu, Rabbine tâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin. İpini onun eline verdin. İsteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında nefsine uydun. Sonunda dünyâ ve âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyâdan fazla bir şeye ulaşamadın. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allahü teâlâya itâat edersen, Allahü teâlânın has kullarından olursun." Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, bir gün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktâr tohum verir ve; -Evladım, bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz, buyururlar. Talebe tohumları eker. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya giderler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardır. Diğerinde hiç ekin bitmemiştir. Hâmid-i Velî hazretleri, talebesine dönerek; -Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir? diye sual edince, talebe son derecede utanır ve kendi tarlasını göstererek; -Bu tarla sizindir efendim, deyiverir. O da, ekinlere bakarak; -Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ hangi günahımızdan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı? deyip, üzüntüsünü dile getirir. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek Hâmid-i Velî hazretlerinin üzüntüsünü giderir. Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyurdu ki: "Dünyâ ne demektir, biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey değildir." Akıllı ve akılsız kimse! Amr bin Mürre hazretleri, dünyâyı sevip onun peşinde ömrünü tüketenler hakkında; "Kim dünyâya yönelip dünyâlık peşinde koşarsa âhiretini yıkar. Kim ahirete faydalı amel yaparsa, dünyâya düşkün olmaktan kurtulur. Böylece fânî geçici olanı verip bâki, kalıcı olanı alır" buyurmuştur. Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretlerine; -İnsanların en ahmağı kimdir, diye sual edilince, cevap olarak; -Âhiretini dünyâ için satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı için satan ise, daha da ahmaktır, buyurmuştur. Netice olarak din büyüklerinin buyurduğu gibi; "Akıllı kimse, âhiretini mâmûr eder, akılsız ise, âhireti vîrân edip, dünyâsını mâmûr eder..."
.
İbâdet mi, mal toplamak mı?
27 Şubat 2006 01:00
Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, doğru yazılmış, nakli esas alan kitapları okumamız lâzımdır. Peygamber efendimiz: (Bana, tüccâr ol, mal topla diye emrolunmadı. Fakat, Rabbini tesbîh et ve ona secde et. Rabbine ölünceye kadar ibâdet et! diye emrolundu) buyurmaktadır. Bu hadîs-i şerîfi okuyan bir kimse, açıklamasını bilmiyorsa, çalışmayı bırakıp, devamlı ibâdetle meşgul olmaya başlayabilir veya böyle anlayabilir. Bu anlayışı ise, hem kendini, hem de bu kimseye uyanları, yanlış yollara sürükleyebilir. Halbuki İmâm-ı Gazâlî hazretleri bu konuda buyuruyor ki: "Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaçlarına mâlik olan zengin bir kimsenin, vakitlerini ibâdetle geçirmesi, para kazanmaktan dahâ sevâbdır. İhtiyâcı olmayanların mal kazanmak için uğraşması sevâb değildir. Hattâ kalbini dünyâya bağlamak olur. Dünyâya bağlamak ise, bütün günâhların başıdır. Malı olmayan, fakat, vazîfe görüp maâş alanların da, mal kazanmak için ayrıca uğraşmaması dahâ iyidir. Meselâ ilim adamlarının, din âlimlerinin ve her türlü faydalı ilimleri bilenlerin, din büyüklerinin ihtiyaçları, hayır kurumları veya hayır sâhipleri tarafından istenmeden veriliyorsa, bunların halkı bilgilendirmesi, aydınlatması, onlara yardım etmeleri, mal kazanmakdan dahâ sevâptır. Fakat, zamân değişir, bunlara, istemeden, boyun bükmeden bir şey verilmez olursa, bunların da çalışarak kazanması dahâ iyi olur. Çünkü, istemek harâmdır. Ancak zarûret hâlinde mubâh olabilir. Mal kazanırken helâle, harâma dikkat edenin, yani Allahü teâlâyı unutmayanın, çalışması, mal kazanması dahâ iyidir. Çünkü bütün ibâdetlerin rûhu, özü, Allahü teâlâyı hâtırlamaktır." Kesb, yaşamak için lâzım olan malları helâlden kazanmaya çalışmak demektir. Kendine, evlâdına, ıyâline ve borçlarını ödemeye lâzım olanları kesbetmek farzdır. Bunun için çalışan sevap kazanır. Özürsüz terk edene azâb yapılacaktır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara, Iyâl denir. Borç ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa, günâhı olmaz. Hadîs-i şerîfte; (Beş vakit namâzı kıldıktan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümâna farzdır) buyuruldu. Önce sebebe yapışmalı!.. Peygamberlerin hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmide oturarak, Allahü teâlâya tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Böyle bir kimse, çalışmayı terk ettiği için, günâh işlemektedir. Sâlih değil, fâsıktır. Bu kimsenin kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin tesîrini Allahü teâlâdan beklemek emrolundu. Muhtaç olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan ve tecessüs etmemelidir. İkisi de harâmdır. İhtiyaçtan fazla çalışıp, kazandıklarını, senelerce saklamak mubâhdır. Saklamayıp hayra, hasenâta sarf etmek müstehabdır. Nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Hadîs-i şerîfte; (İnsanların iyisi, insanlara faydası olanlardır) buyuruldu. Öğünmek, kibirlenmek için, ihtiyaçtan fazla kazanmak ise, harâm olmaktadır. Görülüyor ki, bir kimsenin, ehlinin ve ıyâlinin nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp kazanması, nâfile ibâdetleri yapmaktan kat kat dahâ sevâptır. Hadîs-i şerîfte; (Eshâbım için fakîrlik saâdettir. Âhir zamândaki ümmetim için, zenginlik saâdettir) buyuruldu. Abdullah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını temin ve fakirlere yardım ve İslâmiyete hizmet için, çalışıp helâl mal kazanmak, çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm, hazret-i Osmân, Abdurrahmân bin Avf hazretleri ve Eshâb-ı kirâmdan bazıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ indindeki derecelerinin azalmasına sebep olmadı. Fakîrlik, ibâdete ve hizmete mâni olursa, tâat yapmaya kuvvet hâsıl etmek için, zengin olmak efdaldir. Böyle zenginlik büyük nimettir. Allahü teâlâ, bu nimeti dilediğine ihsân eder." Kalblerin en nurlusu... Müslümân, dünyâyı sevdiği, dünyâya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmayı emrettiği için çalışıp kazanır. Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir ve hiçbir namâzı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık, helâlden istiyene helâl yoldan gelir. Harâm işleyerek istiyene de, harâm yoldan gelir. Ahmed bin Ebû Verd hazretleri buyurdu ki: "Üç şey vardır ki, bunlar bir velî kulda arttıkça, güzel hâlleri artar: 1-Makâmı yükseldikçe, tevâzusu artar. 2-Malı çoğaldıkça, cömertliği artar. 3-Ömrü uzadıkça, hizmeti artar." Netice olarak Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır."
.
Baş olma sevgisi
5 Mart 2006 01:00
İnkârdan, küfürden sonra en büyük günah, en büyük felaket, kibirdir. Bundan sonra ise, hubb-u dünya yani dünya sevgisi gelmektedir. Zira Peygamber efendimiz: (Dünyâ sevgisi, bütün günâhların başıdır) buyurmuştur. Dünya, Allahü teâlâdan başka her şey demektir. Allahü teâlâ ve Onun için olmayan her sevgi, dünya sevgisidir. Mevki sevgisi, para sevgisi, baş olma sevgisi, âlim olmak sevdası gibi Allah için olmayan her sevgi, dünya sevgisidir. Kalbinde dünya sevgisi olan kimse, daima tehlikededir. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri; "Müminin kabrinde yüzünün kıbleden çevrilmiş görünmesi, dünyâ sevgisi üzerine ölmesindendir" buyurmuştur. Dünyanın bu kadar tehlikeli olmasının sebebi, insanın nefsini azdırdığı ve şeytanın aldatma vasıtası olduğu içindir. Şeytan, insanı, dünya sevgisiyle, dünya rahatlığıyla ve dünya imkanlarıyla kandırır. Kur'an-ı kerimde bir ayet-i kerimede mealen: (İhtiyaçsızlık, azgınlığa sebep olur) buyurulmuştur. İhlâslı olmak için... İnsanın maddi ve manevi bütün ihtiyaçları karşılanırsa, hiçbir sıkıntısı, hiçbir derdi, hiçbir üzüntüsü olmazsa, Allah korusun bunun ardından azgınlık gelir. Onun için bazen üzüntülü olmak, hasta olmak, dertli olmak iyidir. Çünkü bunlar, cenab-ı Hakkı hatırlatır. Ebû Bekr Verrâk hazretleri; "İhlâs sâhibi mi olmak istiyorsun, önce baş olma sevgisini kalbinden at. Sonra kendini kimseden üstün görme" buyurmaktadır. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "İnsan varlığını öldüren on şeyden birisi, baş olma sevdasıdır" buyurmuştur. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri de buyuruyor ki: "En büyük günahlar ikidir: Biri dünyâ sevgisi, diğeri bilmediği bir işin başına isteyerek geçmektir." Dünyâ sevgisi, âhirete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb, onu düşünmekle, Allah'ı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Kalbde, ya dünyâ sevgisi, yâhud Allah sevgisi bulunur. Dünyâ demek, harâm olan şeyler demektir. Zikir, ibâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Kalbinde zerre kadar dünyâ sevgisi olan veyâ kalbinde dünyâ ile zerre kadar ilgisi bulunan yâhud kalbine zerre kadar dünyâ düşüncesi gelen kimseye, Allahü teâlâyı tanımak nasîb olmaz. Hadis-i şerifte; (Dünyâ sevgisi arttıkça, âhirete olan zararı da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyânın ona zararı azalır) buyurulmuştur. Ebû Muhammed Râzî hazretlerine; -Dünyâ sevgisi nedir? diye sual edilince; -Dünyâ, Allahü teâlâ ile senin aranda perde olan her şeydir cevabını vermişlerdir. İmâm-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "Hadîs-i şerîfte, (Kişi, sevdiği ile birlikte olur) buyuruldu. Kalbinde, Allah'tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmayan ve ancak O'nu dileyen kimselere müjdeler olsun. Bu hadîs-i şerîfe göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alışverişte ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kalb, yani gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlât, mevki, medholunmak gibi çeşitli arzûları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakîkatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefislerini düşünmemektedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Kul, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez." "Niçin acele ediyorsun?" Dâvûd-i Tâî hazretleri, evinden sâdece namaz vakitlerinde çıkar, câmide namazını kılar kılmaz hemen aceleyle evine dönerdi. Bir gün, onu yine hızla giderken görenler; -Niçin acele ediyorsun? diye sorarlar. O da; -Askerler beni bekliyorlar cevabını verir. Kendisine; -Biz asker falan görmüyoruz nerede askerler? diye sorunca; -Mezarlıkta bulunan ölüler cevabını verir ve; "İnsanlar dünyâya çok bağlanıyor, onlarla görüşünce kalbime dünyâ sevgisi geliyor" buyurmuştur. Netice olarak İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bir kimse, baş olma sevdâsına kapılırsa, artık ibâdetten, ihlâstan sıyrıldı demektir.
.
Nefsini seven, kibirli olur
6 Mart 2006 01:00
Nefis, yaratılışta karanlık ve pistir. Kalbin emri, idâresi altına girmedikçe, dahâ doğrusu sünnete uymadıkça, İslâmiyete sarılmadıkça ve Allahü teâlânın ihsânına kavuşmadıkça temizlenemez. Yaratılışındaki pislikten kurtulamaz. Saâdete, iyiliğe eremez. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanların nefsi, mevki almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzûsu, şef olmak, herkesin, kendisine boyun bükmesidir. Kendinin kimseye muhtaç olmasını, başkasının emri altına girmesini istemez. Nefsin bu arzûları, ilah olmak, mabûd olmak, herkesin kendine tapınmasını istemek demektir. Allahü teâlâya ortak olmayı istemektir. Hattâ nefs, o kadar alçaktır ki, ortaklığa râzı olmayıp, âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, her şey, yalnız onun emri ile olsun ister. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefsin, benim düşmanımdır.) Demek oluyor ki, nefsi kuvvetlendirmek, onun, mal, mevki, rütbe, herkesin üstünde olmak, herkesi aşağı görmek gibi isteklerini yapmak, Allahü teâlânın bu düşmanına yardım ve onu kuvvetlendirmek olur ki, bunun ne kadar korkunç bir suç olduğunu anlamalıdır. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Büyüklük, üstünlük, bana mahsûstur. Bu ikisinde, bana ortak olmak isteyen, büyük düşmanımdır. Hiç acımadan, onu Cehennem ateşine atarım.) İnsanın değeri!.. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibriyâ sıfatı, ona mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Görülüyor ki, mal, mevki, rütbe, şeflik gibi dünyâ zînetlerini, nefse uyarak değil, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yaptırmak ve millete, Müslümanlara hizmet etmek için istemelidir. Bu niyyet ile istemek ve bunları yapmak ibâdet olur." İnsanın başka şeyleri sevmesi, kendi nefsini sevmesinden ve kendi nefsine düşkün olmasındandır. Muhammed Masûm hazretleri; "Herkes kendi nefsini çok sevmektedir. Mâl, zevce, evlâd gibi, her şeyi kendi nefsi için sevmektedir. İnsân ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde, insânın nefsidir" buyurmuştur. Ebû Muhammed Abdullah Râşî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmağı düşünmelidir." Bunun için nefsi, cibillî olan inkâr hastalığından kurtarmaktan başka çâre yoktur. Nefsi tezkiye yani temizlemek, İslâmiyete uymakla olur. Veşşemsi sûresinin 9. âyetinde meâlen; (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu. Nefsin arzûlarını terk eden pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez ve ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan da, Rabbini bulur ve Ona hizmet eder. İbn-i Atâ hazretleri; "Nefis, yaratılışı îcâbı edepsizdir, halbuki kul sürekli olarak edebe riâyet etmekle memurdur. Nefsin tabiatı îcâbı muhâlefet meydanında at oynatır, kul, gayreti ile nefsin kötü arzularına ulaşmasını engeller. Nefsini doludizgin salıveren, şer ve kötü işlerde onun ortağı olur" buyurmuştur. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri buyuruyor ki: "Her kim nefsini kendine dost edinirse, Allahü teâlâyı kendine düşman etmiş olur." Cimrilik, hevâ ve ucub Ucbun yani insanın yaptıklarını beğenmesinin en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmesidir. Böyle bir kimse, hep nefsine uyar, nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, kendisi çok câhildir. Bidat sâhipleri böyledirler. Bozuk itikâtlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. Hadîs-i şerîfte; (Üç şey, insanı felâkete sürükler: Buhl (cimrilik) hevâ ve ucub) buyuruldu. Nefsinin arzûlarına uyan ve ucub sâhibi olan yani nefsini beğenen kimse, muhakkak helâke, felâkete düçâr olur. İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleri buyurdu ki; "Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ, ucub. Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış!" Ucub sâhibi, hep ben, ben der. Toplantılarda baş tarafta bulunmak ve her sözünün kabûl olunmasını ister. Ebû Osman Hîrî hazretleri buyuruyor ki: "Nefsine âit bir şeyi güzel gören kimse ayıplarını ve kusurlarını göremez. Her hususta nefsini itham edenlerden başkası, kendi kusurlarını göremez." Ebû Abdullah Dîneverî hazretleri, zaman zaman; "Nefsini hayırlı işlerle meşgul eyle. Aksi halde o seni kötü şeylerle meşgul eder" buyururdu. Netice olarak, Ebû Bekir Verrâk hazretlerinin buyurduğu gibi: "Nefsine âşık olan, onu seven, kibirli, kıskanç, aşağı ve hakîr olur."
.
Kabir azâbından kurtulmak isteyen...
12 Mart 2006 01:00
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kabirde azâb yapılacağı sahîh ve meşhur hadîslerle, hattâ Kur'ân-ı kerîmdeki âyetlerle bildirilmiştir. Ölülerin hâli, dünyâdaki dirilerin hayatı gibi değildir. Dünyânın nizâmı için, buradaki hayatta hem his, hem de istekle, irâde ile hareket vardır. Kabir hayatında, ölülerin azâb ve acı duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. Kabirde rûhun bedene bağlanması, diri iken bağlanmasının yarısı kadardır. İşte bunun için ölüler, azâbı duydukları hâlde, hareket etmez ve kıpırdayamazlar. Kabir azâbı, rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değil, azâbın kendisidir. Kabir azâbı, âhiret azâblarındandır. Dünyâ azâbları, âhiret azâbları yanında hiç kalır. Eğer âhiret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, her şeyi yakar, yok eder." İmâm-ı Suyûtî hazretleri de, şöyle buyurmaktadır: "Ruh, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Bu bağlılıkları, dünyadaki bağlılıklar gibi değildir. Rüyâ gören kimsenin gördüğü şeylere olan bağlılığı gibidir. Fakat, ölülerin cesetlerine ve başka şeylere bağlılıkları, rüyâ görenin bağlılığından pek çok kuvvetlidir. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Meyyit, kabirden çıkarılıp başka kabre konursa, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. Beden çürüyüp, toprak maddeleri, sıvı ve gaz haline gelince de, bu bağlılık yine devam eder." > Âhiret menzillerinin ilki! Peygamber efendimiz kabir hayatı hakkında; (Kabir, dünya konaklarının sonu, âhiret menzillerinin ilki olup, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyurmuşlardır. Kabir ehli de acı ve zahmet çektiği için Peygamber efendimiz, ölünün kemiklerini kırmayı yasaklamıştır. Kabrin üstüne oturan bir kimseye: (Ölüye kabirlerinde ezâ etmeyiniz! Diriler, evlerinde, elem, zahmet duyup hissettikleri gibi, ölü de kabrinde öylece elem ve ezâ duyar) buyurmuşlardır. Uzun bir hadis-i şerifte, ölünün kabre konduğu zamanki hali şöyle anlatılmaktadır: (Ölü, kabre konulunca, ardından gelenlerin ayak seslerini duyar. Mezardan başka onunla konuşan olmaz. Mezar der ki: -Benim nasıl olduğumdan ve bendeki korku ve sıkıntılardan sana söylenilenler azdır, benim için ne hazırladın? -Yazıklar olsun sana ey insanoğlu! Ben varken neye gururlandın? Benim, sıkıntılı, karanlık, yalnız ve böceklerle, kurtlarla dolu bir yer olduğumu bilmiyor muydun? -Üzerimden geçerken, bir ayağın geride, bir ayağın ileride şaşkınca durduğun zaman, neye aldanmıştın? Eğer o kimse sâlihlerden ise bir ses der ki: -Ey mezar, neler söylüyorsun, o doğruluk üzere idi? Emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapardı. Ona elbette yeşil bahçeler hazırladım. Sonra o kimsenin bedeni nura çevrilir, ruhu göğe çıkarılır.) Meyyit, kabre konulunca, ne kadar sâlih, iyi kimse olsa da kabir onu sıkar. Sa'd bin Muâz hazretleri, eshâb-ı kiramdan, sayısız fazîlet ve kerâmetler sahibi bir zât idi. Hattâ vefât edince Arş-ı rahman onun için titremişti. Buna rağmen kabre konulduğunda toprak onu sıktı. Peygamber efendimiz: (Toprak Sa'd bin Muâz'ı öyle sıktı ki, iki tarafındaki kemikler birbirine geçti) buyurmuştur. Kabir, Eshab-ı kirama böyle olursa, acaba bize nasıl olur!.. Ya bir de imansız ölenlerin hali nice olur? Bunlar hakkında da Peygamber efendimiz: (Ölü imânsız ise, kabir onu öyle sıkar ki, kaburga kemikleri birbirine geçer. Kabirden kalkıncaya kadar azâb içinde kalır) buyurmuşlardır. Kabir sıkması, kâfirlere azâb, mü'minlere ise, ikrâm içindir. Meselâ bir anne kaybolan çocuğunu bulsa, sevinçten onu nasıl bağrına bastırırsa, kabir de sâlihleri böyle sıkar. > Ateş dolu kabir! Amr bin Dînâr hazretleri anlatır: "Medîne'de, kız kardeşi vefât eden bir kimse, şöyle anlattı: "Kız kardeşimi defnettiler. Kabri başından ayrıldık. Benim değerli bir yüzüğüm vardı. Kayboldu. Onun kabrine düştü zannıyla kabrine gittim. Kabrin lahdi üzerindeki tahtayı kaldırdım. Ateş alevleri yüzüme vurdu. Baktım, mezarın içi ateşle dolu. Tahtayı yerine koydum. Mezarın üstünü sıkıca kapatıp ağlayarak eve döndüm. Annemden, kız kardeşimin huyunun nasıl olduğunu sordum. Bana; "İki kötü huyu vardı. Biri namazına gevşekti. İkincisi koğuculuk yapardı" cevâbını verdi. Bundan anlaşılmış oldu ki, bu iki kötü huy, kabir azâbına sebeptir." Netice olarak Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kabir azâbından kurtulmak isteyen, namaza devam etmeli, sadaka vermeli, Kur'ân-ı kerîm okumalı, Allahü teâlâyı çok tesbih etmeli; hainlikten, dedikodudan ve üzerine idrar sıçratmaktan kaçmalıdır.
.
Çok yaşamayı istemek ve sevmek
13 Mart 2006 01:00
Zevk ve sefâ sürmek için çok yaşamayı istemek ve sevmek Tûl-i emel olur ki kalb hastalıklarındandır. İbâdet yapmak için, çok yaşamayı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tövbe etmeyi terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hâtırlamazlar. Vaaz ve nasîhatten ibret almazlar. Tûl-i emelin sebepleri, dünyâ zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Halbuki Peygamber efendimiz; (Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyâcınızdan fazla binâlar yapmakla hayâtınızı harcamayınız) buyurmuştur. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hâtırlamanın faydalarını öğrenmelidir. "Ölümü çok hâtırlayınız" Hadîs-i şerîfte; (Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhirete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur) buyuruldu. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Ömer hazretlerine hitaben; (Ey Abdullah! Sabaha çıktığın zaman akşama ve akşama ulaştığın zaman da sabaha çıkacağını hatırına getirme!) buyurdu. Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretleri cemâate hitâben buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin dünyâya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler de bu dünyâdan göçeceksiniz. Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhiret yolculuğu için de takvâyı azık edinin. Allahü teâlânın vereceği nîmetleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkunuz. Tûl-i emele kapılmayın, zîrâ tûl-i emel, bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak kalbinizi katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz." Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri bir gün namaz kılmak için ikâmet okudu ve sonra Muhammed bin Ebî Tevbe'nin öne geçip namaz kıldırmasını istedi. Kendisi imâm olmadı, müezzinlik yaptı. Muhammed bin Ebî Tevbe, imâmlık yapmaktan çekindi ve Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerine; -Eğer bu namazı kıldırırsam başka namaz kıldıramam dedi. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri bu sözü beğenmedi ve; -Nefsinden konuşuyorsun. Başka bir namaz kıldıracağını düşünmek, başka bir namaz vaktine kadar yaşayacağım diye konuşmak, tûl-i emel sahibi olmaktır. Tûl-i emel sâhibi olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü tûl-i emel, hayırlı amel yapmaya mâni olur buyurdu. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.) Emevî halîfelerinden Süleymân bin Abdülmelik'e, üzerinde yazı bulunan bir taş getirdiler ki, orada şöyle yazıyordu: "Ey Âdemoğlu! Sen, eğer ecelinin devamlı yaklaşmakta olduğunu iyi bilseydin, uzun emel sâhibi olmaktan vazgeçer, sâlih amellerini artırıp, çoğaltmaya bakar, dünyâya düşkünlüğünü bırakırdın. Şüphesiz sana, yarın nedâmet ve pişmanlık gelecektir. Çoluk çocuğun ve en yakın hizmetçilerin seni toprağa teslim edecekler. Sonra da ayrılıp gidecekler. Artık dünyâya dönüşün olmayacak. Amellerinle baş başa kalacaksın. İyi amellerini artırma imkânı bulamayacaksın. İyi amel yapıp, kabre gelmişsen ne mutlu sana! Günahlarla yüklü gelmişsen, yazık sana! Öyleyse kıyâmet günü için şimdiden hazırlık yap. Pişman olmadan önce, tedbirini al!" Cennete gitmek isteyen... Harâm olan lezzetlere kavuşmak için uzun emel sâhibi olmak harâmdır. Mubâhlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sâhibi olmak, harâm değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamayı istemelidir. Yûsuf bin Esbât hazretlerine; -Hemen ölmeyi arzu eder misiniz? diye sual edince, cevaben; -Hayır daha yaşamak isterim. Belki bir gün günahlarıma çok pişman olmak ve sâlih ameller işleyip iyiler arasına katılmak nasîb olur buyurmuştur. Netice olarak Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Cennete gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte Allah'tan hayâ etsin.)
.
Kabir, ya cennet bahçesi veya...
20 Mart 2006 01:00
Kabir, mü'min için Cennet bahçelerinden bir bahçe ve iman ile gitmeyenler için de, Cehennem çukurlarından bir çukur olmaktadır. Zira hadîs-i şerîfte; (Kabir, Cennet bahçelerinden bir bahçe yâhut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyurulmuştur. Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretleri, yanındaki toplulukla berâber bir cenâzeyi defnetmişlerdi. Herkes gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz hazretleri, bâzı yakınları ile berâber orada kalmıştı. Yanındakiler ona: -Ey müminlerin emîri! Bu cenâzenin sâhibi olmadığınız halde, niçin burada kaldınız diye sual ettiler. Ömer bin Abdülazîz hazretleri de, onlara hitaben buyurdu ki: "Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: -Ey Ömer bin Abdülazîz! Dostlarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun, dedi. Ben de; -Söyle ne yaptın, dedim. Bana; -Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını parçaladım. Kanlarını emdim. Etlerini yedim, dedi. Tekrâr şöyle seslendi: -Ey Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının mafsallarını ne yaptığımı hiç sormuyorsun, deyince ona; -Ne yaptın? diye sordum. Bana; -Onların ellerini kollarından ayırdım. Kollarını pazularından, pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini ökçelerinden, ökçelerini ayaklarından ayırdım, dedi." "Dünyâ ne kadar aldatıcı!" Kabirden bu sözleri naklettikten sonra, Ömer bin Abdülazîz hazretleri ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu: "Dünyâ ne kadar aldatıcı. Dünyâda üstün ve kıymetli, makam ve mevki sâhibi olmak, hiç fayda vermiyor. Genç olan ihtiyarlıyor. Her canlı sonunda ölüyor. Geçici ve aldatıcı olduğunu bildiğiniz halde sakın dünyâ lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç günlük dünyâ hayatındaki geçici lezzetlere sarılıp, âhireti unutan, aldanmıştır. Hani, nerede bizden önce bu dünyâda yaşayanlar. Hani onlar, büyük ve modern şehirler kurmuşlardı. Büyük ve derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı. Onlar, bir göz açıp kapama denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar. Burada, sıhhatlerine güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar işlediler. Halbuki, herkes onlara mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun serveti gibi bizim de olsa diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak onların bedenlerini yedi. Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda iken, kuvvetli bir âile içerisinde idi. Evleri, güzel eşyâlarla döşeli ve hizmetçileri vardı. Herkes kendisine ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde kendisine yardımcı oluyorlardı..." Daha sonra Ömer bin Abdülazîz hazretleri, kabrin kendisine şöyle dediğini nakletti: "Sen, kabirlere uğradığın zaman, dünyâda iken zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı, fakirlere de fakirliğinizden ne kaldı, diye sor. Yine onlara, dünyâda kendileriyle güzel güzel konuştukları dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Niçin susuyorlar? O dünyâ güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim renkleri. Etlerine ne oldu. Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhireti unuttular. Onun için hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedâsız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları boyunlarından ayrıldı, âzâları parça parça oldu. Göz bebekleri yanaklarına akıp gitti. Ağızları kan ve irinle doldu. Haşereler, kurtlar, böcekler, bedenleri üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü. Onlar, dünyâdaki rahatlıklarını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında bıraktıkları hanımları başkalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda, şurada burada kimsesiz, sâhipsiz dolaşır oldu. "Basit işlerle uğraşıyorsun!" Öyleyse, ey yarın bu kabirlerin sâkini olacak insan! Seni şu fânî dünyâda aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı kalacağını mı sanıyorsun? Elinde bir senedin mi var? Görmüyor musun, ölüm her gün birisine geliyor! Yoksa sana o korkudan, rahatlık ve teselli veren bir şey mi var? Keşke sen o sert toprak üzerindeki hâlini bilseydin! Ey insan! Rüyâda çeşit çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi, dünyânın şu geçici faydalarıyla seviniyor, küçük ve basit işlerle uğraşıyorsun. Ey insan, gündüzün yanılma ve gaflet, gecen uyku içinde geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapıyorsun. Hayvanlar da dünyâda böyle yaşar!.." Ömer bin Abdülazîz hazretleri, bunları naklettikten sonra, oradan ayrıldı ve bir hafta sonra da vefât etti.
.
Kendi nefsini terbiye edemeyen...
21 Mart 2006 01:00
İnsân ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde, insânın nefsidir. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Nefsini beğenen kimse ise, muhakkak felâkete düçâr olur. Zira hadîs-i kudsîde; (Nefsini, düşmanın bil! Çünkü o, bana düşmandır) buyurulmuştur. İslâmiyyet, nefsin yok edilmesini değil, ona hâkim olup, dîne uygun kullanılmasını emretmektedir. Süvârînin atını ve avcının köpeğini yok etmeleri değil, bunları terbiye etmeleri lazım olduğu gibi, nefsi de terbiye edip istifade etmelidir. Zira nefs olmadan âhiret nimetleri avlanamaz. Nefs terbiye edilmezse, azgın olup, dînin sınırlarını aşarsa, insanı felâkete sürükler. Nefsin İslâmiyetin dışına taşmasını önlemek için, onun arzûlarını yapmamak ve nefsin istemediği şeyleri yapmak lazımdır. Böyle yapmak, nefsi terbiye eder. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Her Müslümân, terbiye edici bir üstâda muhtaçtır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Bunların yerine iyi huyları yerleştirir. Terbiye etmek, çiftçinin tarladaki dikenleri, zararlı otları temizleyerek ektiği tohumların kuvvetli, iyi olmasına çalışması gibidir." "Ne emrettiyse hepsini yaptım" Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine, kavuştuğu bu hale nasıl ve hangi yolla ulaştığı sual edilince, cevabında buyurdu ki: "Bu yolu, üstâdım Aliyy-ül-Havvâs'tan öğrendim. Önce ona tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettiyse hepsini yaptım. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki, yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Böylece nefsimin istemediği şeyleri yaparak, onu terbiye etmeye, yola getirmeye çabalardım. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mubahların fazlasını dahi terk ederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden bir şey istemezdim. İyice incelemeden bir şey yediğim olmadı. Öyle bir hâle geldim ki, gelen yiyeceğe bakarak, onun helâl olup olmadığını, Rabbimin bana ihsân etmesiyle anlamaya başladım. Helâl yiyeceklerden temiz ve güzel, haram olanlardan ise, kötü ve pis bir koku, şüphelilerden de, haramlardakinden daha az bir koku hâsıl olmaya başladı. Bu alâmetlere göre hareket ettim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti. Kalp gözüm açıldı, yakîn hâsıl oldu ve hakîkatin kaynağına eriştim..." Alâeddîn-i Attâr hazretleri buyurdu ki: "Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vazgeçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terk etmelidir. Bunun çâresi şöyledir: "Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terk edemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Hocamız Behaeddin-i Buhârî hazretleri, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; 'Bu elbise falan kimsenindir' diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi." Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine bir gün bir kimse gelip; -Efendim! Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiçbir ilerleme göremiyorum. Halbuki îtikâdım da düzgündür, dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; -Sen bu hâlde üç yüz sene daha devâm etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var, buyurdu. O kimse; -Efendim! Bunun bir çâresi yok mu? diye sordu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; -Var ama sen kabûl etmezsin, buyurdu. O kimse ısrâr edip; -Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğe kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım, dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdu ki: "Senin ilâcın ancak budur!" -Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, âdî ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, "Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz veriyorum" de. O kimse bunları duyunca; -Sübhânallah, Lâ ilâhe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz dedi. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; -Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan; "Sen bunları kabûl etmezsin!" diye söylemiştik. Yolumuzun esâsı nefsi terbiye etmektir buyurdu. Netice olarak, bir kimse, kendini terbiye etmeden, kendine faydalı olmadan, başkalarına rehberlik edemez, faydalı olamaz. Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kendi nefsini terbiye edemeyen, başkasınınkini hiç terbiye edemez."
.
Verdiği sözü tutabilmek...
26 Mart 2006 02:00
Sözünde durmak, verdiği sözü yerine getirebilmek, güzel huylardan ve İslâm ahlâkındandır ki, buna vefâ denir. Vefâ, sözünde durmak anlamının dışında, iyi geçinmek, yardımlaşmak ve karşı tarafın hakkını gözetmek anlamlarına da gelmektedir. Bizden önce gelmiş ve bizden sonra gelecek bütün insanlar, ruhları yaratıldığı zaman, Allahü teâlânın; (Ben sizin rabbiniz değil miyim?) hitabına, "Evet yâ Rabbî, biz kabûl ettik, Sen bizim Rabbimizsin" cevabını vermişlerdi. Ruhlar âleminde verilen bu söz, insana, Peygamberler vasıtası ile hatırlatılmakta ve insanın, sözünde durması istenmektedir. Sûre-i İsrânın 34. âyet-i kerimesinde meâlen; (Rabbinizle ve diğer insanlarla olan ahdinize vefâ ediniz, zîrâ kıyâmette ahd sâhibinden, ahdini bozmasının sebebi sorulur) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Verdiği sözde durmayıp cayan kimse için, kıyâmet günü bir sancak dikilir ve; "Dikkat olunsun bu sancak falan oğlu falanın ahde vefâsızlık alâmetidir" denilerek teşhîr edilir, gösterilir) buyurmaktadır. Sâdık olmanın alâmetleri Yûsuf bin Esbât hazretleri buyuruyor ki: "Sâdık olmanın alâmetleri şunlardır: Dili ile kalbinin aynı olması. Söz verdiği gibi hareket etmesi, işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapması. Dünyâya düşkün olmayıp, makam, mevki peşinde koşmaması. Nefsin isteklerini yapmaması, mühim işleri hemen yapıp, mühim olmayanları sonraya bırakması. Âhireti, dünyâya tercih etmesidir." Bir gün Resûlullah efendimiz, Mu'âz bin Cebel hazretlerinin elinden tutup birkaç adım yürüdükten sonra, ona hitaben buyurur ki: (Yâ Mu'âz! Takva üzere ol. Hep doğru söyle. Ahdine sâdık ol. Emânete hıyânet etme. Yetimlere merhamet et. Komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma. Hep tatlı konuş. Her Müslümâna selâm ver. İmâmın lâzım olduğunu bil. Kur'ân-ı kerîmin yolu olan fıkıh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde âhireti düşün. Hesap gününe hâzırlan. Dünyâya gönül bağlama. Hep güzel, faydalı işler yap! Hiçbir Müslümânı kötüleme. Yalancı şâhitlik yapma. Doğru sözü kabûl eyle. İmâm-ı âdile isyân etme. Yeryüzünde fesâd çıkarma. Her zamân Allah'ı zikret. Gizli günâhlara gizli tövbe et. Âşikâr günâhlara âşikâr tövbe et!) Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ, Âdemoğlunun bedenini üç kısım yaptı. İnsanın dili bir kısım, uzuvları bir kısım, kalbi de bir kısımdır. Allahü teâlâ bu kısımlardan her birine bâzı şeyler emredip, bu emirlere uymalarını, vefâ göstermelerini istedi. Kalbin vefâsı, Allahü teâlânın üzerine aldığı rızık için üzülmemesi, endişelenmemesi, kendisinde; hîle, haset gibi kötü düşüncelerin bulunmamasıdır. Dilin vefâsı, gıybet etmemesi, yalan söylememesi, dünyâsına ve âhiretine yaramayan faydasız ve boş sözler söylememesi, böyle sözlerle vakit geçirmemesidir. Âzâların vefâsı ise, bu âzâlarla hiçbir zaman günâh işlememesi ve bu âzâlarla kimseye eziyet vermemesidir." Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki: (Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, vâdini bozmak ve ahdine vefâ göstermemek, verdiği sözde durmamak ve mahkemede doğruyu söylememek.) Ahnef bin Kays hazretleri buyuruyor ki: "Edebin başı akıllıca hareket etmektir. Yerine getirilmeyen sözde hayır yoktur. Cömertlik olmayınca malın, vefâ olmayınca arkadaşın hayrı yoktur. Şerefli ve asil kimse, sözünde durur. Akıllı olan, yalan söylemez. Mümin olan, gıybet etmez." Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; -Ben seni Allah için seviyorum deyince; -Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Bâzan akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun? cevabını vermiştir. "Âlimlerin sohbetini kaçırma!" Ebû Abdurrahmân es-Sülemî hazretleri buyurdu ki: "Hakîkî bir Müslüman, kötü arkadaşlardan sakınır. Âlimlerin sohbetlerini kaçırmaz. Allahü teâlâdan korkar, ümîdini kesmez ve kadere rızâ gösterir. Verdiği sözü yerine getirir. Yaptığı iyiliği başa kakmaz. Fitne çıkarmaktan şiddetle kaçar." Süfyân-ı Sevrî hazretleri, nasîhat isteyen kimseye hitaben; "Ey kardeşim! Her zaman ve her yerde, doğru ol. Yalan söylemekten, sözünde durmamaktan, emâneti yerine getirmemekten çok sakın ve böyle olanlarla düşüp kalkma. Çünkü böyleleriyle berâber olmak, günaha sebep olur" buyurmuştur. Netice olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bir talebesine buyurduğu gibi: "Yolumuz, Kur'ân-ı kerîme ve Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, doğruluk, verdiği sözü yerine getirmek üzerine kuruludur. Âlimler yanında dilini, insanların ileri gelenleri yanında gözünü, hocanın huzûrunda kalbini muhâfaza et. Edep ve vakâr üzere ol."
.
Takdir olana râzı olabilmek...
27 Mart 2006 01:00
Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına, sevmesine kavuşmak demektir. İbâdetler, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Bunun için de, nimetlerde olduğu gibi, elem, dert geldiği zamânlarda da, Allahü teâlânın irâdesine ve ezeldeki takdîrine teslîm ve râzı olmak lazımdır. Zaten kul için, sâhibinin işinden râzı olmaktan başka çâre yoktur. İnsan, bu dünyâda kalmak için yaratılmadı. Nimetler gibi, belâlar, dertler de, Allahü teâlânın irâdesi ve ezeldeki takdîri ile gelmektedir. Onun takdîrine râzı olmak ve teslîm olmak lâzımdır. Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri; "Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun" buyurmuştur. "Senin için sıkıntı yok" Eshâb-ı kiramdan Enes bin Mâlik hazretleri şöyle anlatır: "Zeyd bin Erkâm hazretlerinin gözü ağrıyordu. Ona geçmiş olsun ziyâretine gittim. Resûlullah efendimiz de orada idi. Mubârek elleriyle Zeyd bin Erkâm'ın iki gözünü açtı. Mubârek ağzının suyundan koydu ve: -Senin için bir sıkıntı kalmadı, buyurdu. Gözleri hemen iyileşti. Sabâhleyin Resûlullah efendimizin huzûruna gitti. Resulullah efendimiz ona; -Ey Zeyd, gözlerinin ağrısı devâm etseydi ne yapardın? diye sordular. O da; -Yâ Resûlallah, sabrederdim ve Allahü teâlânın takdîrine rızâ göstererek netîceyi beklerdim, dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz; -Cânım kudretinde olan Allahü teâlâ için, eğer senin gözlerin o hâlde kalsaydı ve sen sabretseydin affedilmiş olarak Allahü teâlâya kavuşurdun, buyurdu." Süfyân-ı Sevrî hazretleri, zamanının alimleri ile beraber oturuyordu. Yanlarında Vüheyb bin Verd hazretleri de vardı. Bir ara Vüheyb bin Verd hazretlerine: -Siz, Allahü teâlâya kavuşmak için hemen ölmeyi mi yahut daha fazla ibâdet edebilmek için daha çok yaşamayı mı, yoksa hiçbir şey düşünmeden Allahü teâlânın takdirine râzı olup susmayı mı tercih edersiniz? diye sual ettiler. Vüheyb bin Verd hazretleri cevab olarak; -Ben hiçbir şey demem. Allahü teâlâ benim hakkımda neyi irâde edip takdir etmiş ise, ben onu isterim. Onu severim ve ondan râzı olurum, buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevaptan çok memnun oldular. Süfyân-ı Sevrî hazretleri de kalkıp Vüheyb bin Verd hazretlerine sarılıp alnından öptü ve; -En doğrusunu sen söyledin, buyurdu... Râbia-i Adviyye hazretleri henüz çocuk yaşta iken anne ve babasını kaybeder. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardır. Bu hengâmede hazret-i Râbia'nın ablaları çeşitli yerlere dağılır giderler. Kimsesiz kalan hazret-i Râbia'yı zâlim bir kimse yakalar ve hizmetçi olarak iş gördürür. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara satar. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışır. Çok sıkıntılı günler geçirir. Çok zahmetler çeker, fakat isyân etmez, Allahü teâlânın takdirine râzı olur. Edebi, hayâsı çok fazla olduğu için karşısına çıkan bir yabancıdan sakınayım derken düşer ve kolu kırılır. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Garib, kimsesiz, yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiçbirine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" diyerek yalvarır. Bu sırada bir nidâ duyulur: "Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın!.." Râbia-i Adviyye hazretlerine; -Bir kulun Allahü teâlânın takdirinden râzı olup olmadığı nasıl bilinir? diye sual edildiğinde; -Gelen nîmetlerden zevk aldığı gibi, gelen musîbetlerden de zevk aldığı zaman, cevabını vermiştir. Şerefli bir hayat için... Ebû Ali Rodbârî hazretleri buyurur ki: "Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nîmetlere şükretmeyen kimsede kemâl yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler, Allahü teâlâya muhabbet, O'nun takdirine rızâ ve O'nun nîmetlerine şükür ederek vâsıl olmuşlardır." Abdülazîz ed-Dîrînî hazretleri; "Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkânsız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine binâ etmiş, kurmuş olursunuz" buyurmaktadır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir gün, Ebû Bekir Şiblî hazretlerini; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah..." derken görür ve ona hitaben; "Bu söz canı sıkılanların kelâmıdır. Can sıkıntısı ise kazâya rızâ göstermemekten kaynaklanır" buyurur. Netice olarak, Ebû Osman Mağribî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Güzel ahlâk, Allahü teâlânın takdirine râzı olmaktır."
.
İnsanların kötüsü, ikiyüzlülerdir
2 Nisan 2006 01:00
Nifâk, içinin dışına uymaması, ikiyüzlülülük, kalbin bozuk olması anlamlarına gelmektedir ki kısacası, münâfıklıktır. Kalbi ile inanmadığı halde, inanmış görünmek, münâfıklıktır. Kalbinde küfür, inkâr olan bir kimsenin, mü'min olduğunu söylemesi, dinde nifâk olur. Kalbinde düşmanlık olup, dostluk göstermek ise, dünyâ nifâkı olur. Küfrün, inkârın en kötüsü, dinde nifâk yapmaktır. Hadis-i şerifte; (Suyun buzu eritmesi gibi nifâk da, kalbi eritir) buyurulmuştur. İbni Hacer-i Mekki hazretleri; "Nifâk yani münâfıklık, zâhirin bâtına, sözün, özüne uymaması demektir" buyurmuştur. Sözleri veyâ ibâdetleri riyâ ile olan kimsenin, eğer din bilgisi varsa, buna "Münâfık" denir. Eğer din bilgisi yoksa, buna "Din yobazı" denir. Resûlullah efendimiz zamânında insanlar üçe ayrılmıştı: 1-Hem dil, hem de kalb ile inanmayıp Resûlullah efendimize karşı gelenlere kâfir denildi. 2-Kalbi ile inanmadığı halde, inanmış gibi görünenlere münâfık denildi. 3-Dili ile söyleyip, kalbi ile tasdik ederek inananlara ise, Eshâb denildi. Âhireti kazanmak isteyen... Nifâk, münâfıklık, içinin dışına uymamasıdır. Kalbinde küfür, inkâr olan kimsenin mü'min olduğunu söylemesi, dinde nifâk olur. Kalbinde düşmanlık olup, dostluk göstermek dünyâ nifâkı olur. Küfrün en kötüsü, dinde nifâk yapmaktır. Medîne şehrindeki münâfıkların reîsi, Abdullah bin Ubey bin Selûl idi. Müslümânların Bedir Gazâsındaki zaferlerini görünce, Müslümân olduklarını söylediler. Fakat, kalbleri ile inanmadılar. Hadîs-i şerîfte; (Müslümânlara, sözleriyle dostluk gösterip, davranışlarıyla düşmanlık edenlere, Allahü teâlâ ve melekler lânet eylesin) buyuruldu. İmâm- Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Din ile dünyâyı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhireti kazanmak isteyenin, dünyâdan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamânda, dünyâyı tamâmen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, yani terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da, her işte İslâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyetin emirlerini aşmamak lâzımdır. Altının, gümüşün, ticâret eşyâsının ve kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Bunların zekâtını elbette vermelidir. İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyânın zararından kurtulmuş olur ve âhireti kazanır. Dünyâyı, böyle hükmen de terk edemeyen kimse, münâfık demektir. Îmânlı olduğunu söylemesi, âhirette kendisini kurtaramaz. Münâfık, muhabbet iddiâsında bulunup, düşmandan teberrî etmeyen, kaçınmayandır. Dünyâyı, harâmları tercih edenler, münâfık hükmündedir. Sûrette olan îmân, âhirette fayda vermez." Mü'min, kendisine karşı hata eden kimseyi affetmek için, o kimsenin özür dilemesini bekler. Münâfık ise, ayıpların, kusurların ortaya çıkmasını ister. Hadîs-i şerîfte; (Münâfık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider) buyuruldu. İbn-i Muhayrız hazretleri, insanların ikiyüzlü olmasına, nefislerinin arzuları peşinden koşmalarına çok üzülür ve; "Eğer sizler iyi güzel şeyleriniz olduğu zaman insanlara gösteriş yapar, öğünür, onu parmağınızla gösterir ve beğenmeyecekleri bir şey olduğu zaman da gizlerseniz; Allahü teâlâ böyle olanları kıyâmet günü Cehenneme atar ve onu yalancı diye adlandırır" buyururdu. Abdülehad Nûrî hazretleri buyuruyor ki: "İlimde mâhir, dînî meselelere gereği gibi vâkıf olmayan, fakat âlim sıfatını taşıyan câhil; Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı ile diğer dalâlet ve bozuk îtikâdları birbirinden ayırmaya gücü yetmeyen, ihtilaflı meselelerin sâdece bir tarafını bilip, diğer tarafından haberi olmayan ve yanlış düşüncesinde direten, ilmi ile amel etmeyen münâfık sıfatlı kimseler, âhireti taleb edenleri bid'at ve dalâlete düşürerek dinden ederler. Onun için; Allahü teâlânın emirlerine uyan, yarattıklarına şefkat eden, sırf Allah için doğru yolu gösteren mürşid-i kâmillere uyup, nâkıs olanlardan çok sakınmalıdır." Nifak tozu bulunmayan kalp!.. Hasan-ı Basrî hazretleri, Tâbiînin büyüklerindendir. Bir gün bir kimse, kendisine; -Efendim, şimdi münâfık var mı? diye sual edince; -Eğer şimdiki münâfıklar, öldürülüp, cesetleri sokaklara atılsa, hiçbir yere çıkamazdınız, cevabını vermiştir. Habîb-i Acemî hazretlerine; -Allahü teâlânın rızâsı hangi şeydedir? diye sorulunca, cevabında; -İçinde nifak tozu bulunmayan kalpte buyurmuştur. Şumeyt bin Aclân hazretleri, dinleri dünyâya bağlı olanlar için; "Altın ve para, münâfıkların boynuna geçmiş bir iptir. Her türlü pisliğe boyunlarındaki bu iple çekilirler" buyurmuştur. Netice olarak, hadîs-i şerîfte buyurulduğu gibi: (İnsanların kötüsü, ikiyüzlü olanlardır. Bazılarına bir yüz ile, başkalarına, başka yüz ile görünür.)
.
Ölüm; gelmeden görünmez, gelince de!..
3 Nisan 2006 01:00
Ölümü hâtırlamak sünnettir ve emirlere sarılmaya, günâhlardan da sakınmaya sebep olur. Zira Peygamber efendimiz; (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!) buyurmuştur. Ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmayan bir iştir. Ölmek, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, bedenden ayrılmasıdır. Ölmek, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmek gibidir. Ömer bin Abdül'azîz hazretleri; "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fakat, o zaman pişmânlık işe yaramayacak. Rezîl olmaktan başka, ele bir şey geçmeyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhiretin çeşit çeşit azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zaman, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim." Korku ile ümit arasında... Peygamber efendimiz ölüm hâlindeki bir kimseyi ziyâret ettiğinde; -Kendini nasıl buluyorsun? diye sual ederler. O kimse; -Kendimi korku ile ümit arasında görüyorum, deyince, Resûlullah efendimiz buyururlar ki: -Allahü teâlâ bir kalbde korku ve ümidi bir arada bulundurmaz. Eğer bir kimsenin kalbinde korku ve ümidi bir arada bulundurursa, onu ümid ettiklerine kavuşturur, korktuklarından da emin eyler. Ebû Bekr Tamistânî hazretleri, sık sık; "Ölüm, âhiret kapılarından bir kapıdır. Bu kapıdan geçmeyen Allahü teâlâya kavuşamaz" buyururdu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyuruyor ki: "Ölüm her an gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse ölüm için hazırlıklı değildir. Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hatırlamaya işârettir. Günah ve kusur olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir." Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri, nasihat isteyen birisine; "Dünya ekin yeri, insanlar da sanki ekindir. Ölüm, bu ekinleri biçen oraktır. Azrâil aleyhisselâm harman sâhibi, mezar da harman yeridir. Cennet ve Cehennem ise, ekinlerin durumuna göre konulacağı ambar gibidir. İnsanların da, bir kısmı Cennet'e ve bir kısmı da Cehennem'e gideceklerdir" buyurmuştur. Gaziantep'te yetişen evliyâdan Derviş Hacı Efendi, sevdiklerine hitaben buyururdu ki: "Âhiret seferi uzak seferdir. Yollarında nice korkular vardır. Bu dünya fânidir. Bâki olan ancak Allahü teâlâdır. Bunun böyle olduğuna yüz yirmi dört binden ziyâde peygamberin ölümü şâhittir. Herkes onların gittiği yola gidecektir. Allahü teâlânın buyruğu böyledir. Zamanı gelince can emânetini geri vermek zarûridir. Ah edip döğünmek, ağlamak, çırpınmak nâfiledir. İnsan Allah tarafından çağrılınca dil dolaşır, gözlerin önündeki gaflet perdeleri açılır, gidilecek yol görünür. Artık yerlere yüz süre süre gitmekten başka çâre yoktur. Ölüm bilinmeyen bir şeydir. Gelmeden görünmez, gelince de aman vermez. Ölüm seferine çıkanın bir daha geri dönmesine imkân yoktur. Bu yalan dünya nice defâlar dolup boşalmıştır. Ölüm nice anaların yavrusunu almış, nice babaların boynunu bükmüş, nice yavruları anasız, babasız koymuştur. Herkes birbirinin öldüğünü, gül benzinin kara toprakta solduğunu görür. Bununla berâber dünyaya bağlanmaktan vazgeçmez, dünya derdini çeker, dünya işine dalar. Fakat nihâyet yaptığını bırakıp gider. Böyle olduğu hâlde kimse aklını başına toplayıp yalancı dünyanın hâlini anlayamamakta ve bu yolculuğa hazırlanmamaktadır..." Bir karınca vardı... Bişr-i Hâfî hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyârete gider ve nasîhat talebinde bulunur. Ve Bişr-i Hâfî hazretleri buyurur ki: "Bir karınca vardı. Yazın tâneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı tâneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki tâneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyada insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyadaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyaya gönül vermemeli, âhiret için hazırlanmalıdır..." Rebî bin Haysem hazretleri buyurdu ki: "İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, rûhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtirâslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için 'Lâ ilâhe illallah' kelime-i tevhîdini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu..." Netice olarak, Habîb-i Acemî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Boş oturmayınız. Çünkü ölüm peşinizdedir!.."
.
Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece
9 Nisan 2006 01:00
Mevlid, doğum zamânı demektir. Rebî'ul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gece, Mevlid Gecesidir. Dünyâdaki bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen, Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed Mustafâ aleyhisselâmın doğduğu gecedir. Bu gece, Kadir Gecesinden sonra, en kıymetli gecedir. Bu gece, O doğduğu için sevinenler affolur. Bu gece, Resûlullah efendimizin doğduğu zamânda görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevâbdır. Resûlullah efendimiz, kendileri de anlatırdı. Eshâb-ı kirâm da, bu gecede, bir yere toplanıp, okurlar, anlatırlardı. Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Bugün de, Müslümânların bayramıdır. Neşe ve sevinç günüdür. Âdem aleyhisselâm rûh ile ceset arasında iken, O Peygamber idi. Âdem aleyhisselâm ve her şey, Onun şerefine yaratılmıştır. Arş, gökler ve Cennetler üzerine, mübârek ismi yazılmıştır. Ona Muhammed adını, dedesi Abdülmuttalib koydu. Onun adının yeryüzüne yayılacağını, herkesin Onu medh ve senâ edeceğini rüyâda görmüştü. Muhammed, çok medholunan, övülen demektir. Melekler beşiğini sallardı... Doğduğu zamân, göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş görüldü. Yeryüzünü şereflendirince, şehâdet parmağını kaldırdı ve secde etti. Melekler beşiğini sallardı. Beşikte iken konuşmaya başladı. Cebrâîl aleyhisselâmın, ilk gelerek, Peygamber olduğunu bildirmesi ve Hicret'te Mekke şehrindeki mağaradan çıkması ve Medîne-i münevverenin Kubâ köyüne ayak basması ve Mekke'yi fetih için Medîne'den çıkması ve vefâtı, hep pazartesi günü olmuştur. Mevlânâ Abdürrahmân Câmî hazretleri Şevâhid-ün Nübüvve isimli kitabında, Resulullah efendimizin doğum zamanındaki hadiseleri şöyle nakletmektedir: Resûlullah efendimizin annesi hazret-i Âmine, doğum zamanında gördüklerini şöyle anlatır: "O hazretin doğacağı sırada evde yalnızdım. Abdülmuttalib, Beytüllah'ı tavâf etmeye gitmişti. Abdullah dört ay önce Medîne'de vefât etmiş ve orada defnedilmişti. Evin tavanı tarafından büyük bir şeyin indiğini hissettim ve beni bir korku kapladı. O anda bir ak kuşun kanadıyla beni sıvazladığını hissettim ve böylece korkum dağıldı. Sonra bana süt gibi beyâz bir şerbet verdiler. Çok susamıştım. Aldım, bu şerbeti içtim. Uzun boylu küçük yüzlü hâtunlar gördüm. Abd-i Menâf'ın kızlarına benziyorlardı. Etrâfımda duruyorlardı. Gökten yere kadar uzanmış beyaz ipekten bir örtü gördüm. Birisinin, 'Onu insanların gözünden gizliyoruz' dediğini işittim. Bir bölük kuşlar gördüm ki gagaları zümrütten, kanatları yâkuttan idi. O sırada gözümden perde kaldırıldı. Doğudan batıya kadar yeryüzünü gördüm. Biri doğuda, biri batıda, biri de Kâbe'nin damı üzerinde üç alem, sancak gördüm. Sonra çok hâtunlar gelip çevremde oturdular. Muhammed aleyhisselâm doğar doğmaz başını secdeye koydu. Parmağını semâya kaldırdı. Sonra bir bulut indi ve onu kaldırıp götürdü. Baktım yerde göremedim. Gözden kaybolmuştu. Sonra 'Muhammedi bütün âlemde dolaştırınız. Bütün mahlûkât Onu ismiyle, sûretiyle ve sıfatıyla tanısın, bilsin' diye bir ses işittim. O bulut bir anda Onu geri getirdi. Onu beyâz bir yün içine sarmışlardı. Sardıkları kundak sütten ak, ipekten yumuşak idi. Yine bir bulut geldi, öncekinden büyüktü. Bulutun arasında at kişnemeleri işitiyordum. Şöyle bir ses duyuyordum: 'Muhammedi bütün insanlara, cinlere ve hayvânlara gösterdiler. Ona Âdem saffetini, Nûh'un rikkatini, İbrâhîm'in hulletini, İsmâîl'in lisânını, Yûsüf'ün cemâlini, Ya'kûbun besâretini, Eyyûb'ün sabrını, Yahyâ'nın zühdünü ve Îsâ'nın keremini verdik...' Sonra bulut bir ânda açıldı." "O gece altı alâmet gördüm!" Osmân bin Ebî Âs hazretlerinin annesi; "Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine'nin yanında idim. O gece ne tarafa baksam gündüz gibi aydınlık idi. Yıldızlara baktıkça bana yaklaştıklarını gördüm. Neredeyse üzerime düşecekler sanırdım" diye anlatmaktadır. Abdülmuttalib'in kızı Safiyye Hâtun da şöyle anlatıyor: "Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada hazret-i Âmine'nin ebesi idim. Muhammed aleyhisselâmın nûru, lambanın ışığını bastırıyordu. O gece altı alâmet gördüm. Birincisi, doğar doğmaz secde etti. İkincisi, başını kaldırıp, fasîh bir lisânla "Lâ ilâhe illallah innî Resûlullah" dedi. Üçüncüsü, Onun nûruyla ev çok aydınlandı. Dördüncüsü, doğduktan sonra yıkamak istediğimde; 'Zahmet etme, biz Onu yıkadık' diye bir ses işittim. Beşincisi, oğlan mıdır, kız mıdır diye merâk ettim. Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş gördüm. Altıncısı, istedim ki Onu kundağa sarayım. Sırtında mühr-i nübüvveti gördüm. İki küreği ortasında 'Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah' yazılı idi..."
.
Muhammed aleyhisselâmın geleceği...
10 Nisan 2006 01:00
Muhammed aleyhisselâm, insanların hepsine ve cinne gönderilmiş hak Peygamberdir. Dîninin hükmü, kıyâmete kadar bâkîdir. Dîni, önceki Peygamberlerin hükümlerini neshetmiş, değiştirmiştir. Hâtem-ül-Enbiyâdır. Yani Peygamberlerin sonuncusudur ve Ondan sonra hiç Peygamber gelmeyecektir. Mevlânâ Abdürrahmân Câmî hazretleri Şevâhid-ün Nübüvve isimli kitabında, Resulullah efendimizin geleceği ile alakalı şu bilgileri nakletmektedir: "Muhammed aleyhisselâm doğduktan sonra, Seyf ibni Zilyezn, Habeşistan'ı aldı. Abdülmuttalib, Veheb bin Abdi Menâf ve Kureyş kabîlesinin diğer ileri gelenleri Zilyezn'i tebrîk için Yemen'e gittiler. Müsâade alıp içeri girdiklerinde, Abdülmuttalib hükümdarın yakınına oturdu. Konuşmak için izin istedi ve gâyet fasih bir ifâde ile hükümdarı tebrîk etti. Duâlar yaptı ve medhiyede bulundu. Bu durum hükümdarın çok hoşuna gitti ve; -Sen kimsin? diye sordu. Abdülmuttalib de; -Ben Hâşimoğullarındanım dedi. Hükümdar dahâ çok ikrâm edip, onu yanına oturttu ve Kureyş kabîlesinin diğer ileri gelenlerine de çok ikrâm ve iltifâtta bulundu. Sonra onları misâfirhâneye yerleştirip, son derece ikrâm ve iyilikte bulundu. Bir ay misâfir kaldılar. Ne yanlarına uğradılar, ne gitmeleri için izin verdiler. Bir aydan sonra hükümdar bir kimse gönderip Abdülmuttalib'i odasına çağırttı. Ona şöyle dedi: "Sana bir sırrımı söyleyeceğim" -Ey Abdülmuttalib! Sana bir sırrımı söyleyeceğim. Senden başkasına bu sırrımı söylemem. Çünkü sen, bir cevherin kaynağısın. Seni bundan haberdâr edeyim. Bu sırrı vakti gelinceye kadar saklı tut. Allahü teâlâ bu sırrı vakti gelince bütün âleme açıkça gösterir. Haberin olsun ki, hazînemde kendim için husûsî olarak sakladığım bir kitâbda, bir hayırlı haber ve muteber bir şey okudum. Bu iş sana ve bütün mahlûkâta faydalı, umûmî ve tam bir nimet olacaktır. Bu müjde şöyledir: Mekke'de bir erkek çocuk doğmuştur veyâ doğması yaklaşmıştır. Onun adı Muhammed'dir. Babası ve annesi vefât etmişlerdir. Onu, dedesi ve amcası himâye edeceklerdir. Allahü teâlâ Ona peygamberlik verecek ve halkı Hakka davet edecektir. Ona dost olanlar azîz olurlar. Düşmânlık edenler zelîl ve hakîr olurlar. Allahü teâlâ bizi Ona tâbi ve yardımcı eylesin. Allahü teâlâ O Peygamber vâsıtasıyla küfür ve dalâlet ateşini söndürecek ve tevhîd dînini ortaya çıkaracaktır. Kehânet sona erecek, şeytânlar taşlanacak ve kovulacaktır. Putlar yüzüstü düşecek. O Peygamberin sözü hak ile bâtılı birbirinden ayırıcıdır. Hükmü adâletlidir. Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri yapar ve yapılmasını emreder. Râzı olmadığı şeylerden sakınır ve sakındırır... Abdülmuttalib, hükümdardan bu sözleri dinleyince, ona duâ ve medhiyede bulundu ve; -Ey melîk! Bu sırrı biraz dahâ açar mısın? dedi. Bunun üzerine hükümdar, yemîn ederek: -Ey Abdülmuttalib, O gelecek Peygamberin dedesi sensin. Bunda aslâ yalan yoktur, dedi. Abdülmuttalib bu sözleri işitince şükür secdesine kapandı. Hükümdar; -Başını kaldır ey Abdülmuttalib! Aslın gibi neslin de yüce âleme yol göstericidir. İşin tamâm ve maksâdın hâsıl oldu. Sonra söylediğimin kim olduğunu anladın mı? dedi. Abdülmuttalib şöyle dedi: -Evet anladım. Oğlum Abdullah'ı Vehebin kızı Âmine ile evlendirmiştim. Bir oğlu dünyâya geldi. İsmini Muhammed koydular. Babası ve annesi vefât etti. Onu ben ve amcası himâye ediyoruz. Seyf ibni Zilyezn Abdülmuttalib'e dedi ki: "Ona zarar veremeyeceklerdir!" -Sana söylediklerim doğrudur. Gönlünü hoş tut. Onun hâlini gizle. Onu Yahûdîlerden koru. Onun düşmânıdırlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ Onu, onlara karşı muzaffer kılacaktır. Onlar Ona zarar veremeyeceklerdir. Bu sözleri seninle buraya gelen yol arkadaşlarına söyleme. Onların hîlesinden emîn değilim. Allahü teâlâ korusun, Onu öldürmek kasdıyla bir tuzak kurarlar. Elbette bunlar veyâ bunların oğulları Ona düşmânlık edecekler, belki savaşacaklardır. Fakat Hak Sübhânehü ve teâlâ senin torununu onların hepsine karşı gâlib getirecektir. Eğer ömrümün yeteceğini bilseydim, bütün ordularımı Medîne'ye toplardım. Orayı kendime şehir seçerdim. Ona yardım etmekle şereflenirdim. Çünkü, kitaplarımızda Onun Medîne'ye yerleşeceği, yanî yerinin Medîne olduğu bildirilmiştir. İşleri orada yapacak, yardımcıları oradan olacak. Defnedileceği yer orası olacaktır. Şimdi Ona bir zarar gelmesinden korkmasaydım, bütün Arabistan halkını Ona tâbi olmaya ve îmân etmeye çağırırdım. Bu emâneti sana bırakıyorum. Bu husûsta bir kusûr etmeyesin!.. Sonra hükümdar, misâfirlerine çeşitli hediyeler verdi ve Abdülmuttalib'e dahâ çok verdi. Abdülmuttalib de Kureyşlilere dedi ki: -Bana çok verdi diye haset etmeyiniz. Zîrâ hükümdarın verdiklerinin tamâmı bana ve benim oğullarımdan olacak şerefe nisbetle çok azdır.
.
"Temizlen ki, halâs olasın!.."
16 Nisan 2006 01:00
İş ve ibâdet, ihlâs elde etmek içindir. İhlâs da, hakîkî ma'bûd ve kayıtsız, şartsız var olan Allahü teâlâyı sevmek, Onu tanımak içindir. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri; "Üstün olmak sevdâsında olan, ebedî olarak kurtulamaz" buyurmuştur. İslamiyete tam uyabilmek, ilim, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde, her işte, her harekette, her duruşta, kendiliğinden hâsıl olan ihlâs, muhlas olan kimseye nasîb olur. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "Bir kimse, yaptığı ibâdetlerini ihlâs ile yaparsa, Allahü teâlâ o kimseye, boş hâllerden, lüzumsuz heveslerden halâs olmak, kurtulmak nîmetini, rahatını ihsân eder." İhlâs, hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işleri, ibâdetleri yalnız Allah için yapmak demektir. Dâvûd-i İskenderî hazretleri buyurdu ki: "Amelin ve ilmin hâlis olanını iste! Hâlis niyetle Allahü teâlâya ibâdet ederken, insanlık hâli bâzı kusûrların olursa, onlar için de derhâl tövbe et!" Muhlas ve muhlis... İhlâs, gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmayı, Müslümânları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmaktır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün mü'minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Bazı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyet, ihlâs, zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devam ediyor. Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devamlı ihlâs sâhiblerine muhlas denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine muhlis denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefslerinin arzûsu ve şeytânın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir." İbâdete başlarken nefis ve şeytân ile mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zamânla nefsi zayıflatır, devâmlı ihlâs elde etmeğe sebep olur. Fakat buna kavuşmak senelerce sürer. Bir gün Peygamber efendimiz, huzurunda bulunanlara hitaben buyurdu ki: (Kıyamet günü, ilk hesaba çekilecek üç sınıf insan vardır. Bunlardan birincisi, Allahü tealanın kendisine ilim verdiği kimsedir. Cenab-ı Hak buna; -Sana ilim verdim. Bu ilimle ne yaptın, ne gibi amel işledin diye soracak. O kimse de; -Ya Rabbi, sabah-akşam bana verdiğin ilimle sana kulluk ettim, ibadet ettim. Kullarına senin dinini anlattım ve bunları da senin r ızan için yaptım diyecek. Allahü teala, bu kimseye hitaben; -Yalan söylüyorsun. Sen, sana verdiğim ilimle, falan kimse ne kadar bilgili, ne kadar âlim desinler diye öyle yaptın ve bu şekilde meşhur da oldun buyuracak ve melekler de; -Evet buyurduğun gibi ya Rabbi diyerek Cenab-ı Hakkı tasdik edeceklerdir. İlk önce hesaba çekilecek ikinci sırnıftaki kimse ise, kendisine mal, servet verilendir. Allahü teala; -Sana verdiğim malla, servetle ne yaptın diye soracak. O kimse; -Ya Rabbi, bana verdiğin malı, sabah-akşam demeden senin kullarına dağıttım, tasaddukta bulundum diyecek. Allahü teala; -Yalan söylüyorsun. Falan kimse ne cömert ne hayır sahibi bir kimsedir desinler diye dağıttın, onlar da sana böyle söyledi, muradına kavuştun buyuracak. İlk önce hesaba çekileceklerin üçüncüsü ise, harpte ölendir. Allahü teala; -Sana verdiğim güç, kuvvetle ne yaptın diye soracak. O kimse; -Ya Rabbi, bana verdiğin gücü, kuvveti, senin yolunda harcadım, senin rızan için düşmanlarınla harb ettim ve öldürüldüm diyecek. Allahü teala ve melekler; -Yalan söylüyorsun. Falan kimse, ne kaharamandır, ne yiğittir desinler diye harbe gittin, döğüştün ve öldürüldün. Sana da böyle söylediler buyururlar.) Daha sonra Peygamber efendimiz, Ebu Hüreyre hazretlerine dönerek; -Ey Eba Hüreyre! İşte Kıyamet günü, Cehennem ateşinin ilk yakacağı kimseler bunlardır, buyurmuşlardır. Niyet noksan olursa!.. Molla Câmî hazretleri; "Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz" buyurmuştur. Sâlim bin Abdullah hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlânın rızâsını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yardımcı insanlar gönderir. Allahü teâlânın yardımı, herkesin niyetinin derecesine göredir. Eğer niyet tam hâlis olursa, Allahü teâlânın yardımı da tam olur. Eğer niyet noksan olursa, Allahü teâlânın yardımı da ona göre olur." Netice olarak, Ma'rûf-ı Kerhi hazretlerinin, zaman zaman kendi nefsine hitaben buyurduğu gibi: "Ey nefsim! Halis ol, temizlen ki, halâs olasın, kurtulasın."
..
"Hakk'ın hükmüne îtirâzı terk etmek"
17 Nisan 2006 01:00
Kibirlenmenin, kendini insanlardan üstün görmenin zıddına, aksine, tevâzu denir ki, kendini başkaları ile bir görmek demektir. İnsanın kendini, başkalarından üstün görmesi kibir olduğu gibi, başkalarından aşağı görmesi de zillettir. Dinimiz, her ikisinin de kötü huy olduğunu bildirmektedir. Bu iki kötü huyun ortası tevâzudur ve istenen de budur. Resûlullah efendimiz; (Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ onu rezîl eder) buyurmuştur. Allahü teâlâ, kullarına gönderdiği kitapların hepsinde, kibri ve gururlanmayı kötülemiş ve yasak etmiştir. Nahl sûresinin 23. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ, kibirli olanları elbette sevmez!) buyurulmakdadır. Hadîs-i şerîflerde, kibirli olanlar kötülenmiş, alçak gönüllü olanlar ise övülmüştür. Bir hadîs-i şerîfte; (Allah rızâsı için tevâzu edeni, yani kendini Müslümânlardan üstün görmeyeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyurulmuştur. Kullara kibirlenmek yakışmaz Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki; "Allahü teâlâ ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfattan hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şey Ona muhtaç olmak demektir. Buna karşılık olarak kullanılan üç aşağı, alçak sıfat vermiştir. Bunlar da, zül ve inkisâr, yani aşağılık, kırıklık ile ihtiyâç ve fânî olmak, yok olmaktır. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; (Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak istiyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu. Bunun içindir ki, din âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, Müslümânlara tevâzu, alçak gönüllü olmayı emir buyurmuştur." Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna hitaben; "Tevâzu ve alçak gönüllülükte toprak gibi, başkasına fayda vermekte meyveli ağaç gibi, cömertlikte akan nehir gibi, ihsân ve iyilik yapmakta deniz gibi, mâlâyâni, faydasız şeyleri konuşmamakta, sükût ve susmakta cansız varlıklar gibi, ayıpları örtmekte karanlık gece gibi olmaya çalış" buyurmuştur. Yûsuf bin Hüseyin hazretleri buyurdu ki: "Bütün hayırların hepsi, bir ev gibidir. Anahtarı da tevâzudur. Bütün kötülüklerin hepsi de, bir ev gibidir. Onun anahtarı da kibirlenmektir. Nitekim, Âdem aleyhisselâmın zellesinden dolayı tevâzu etmesi ile affa ve ikrâma kavuşması ve İblis'in kibirlenmesi, kendisine hiçbir şeyin fayda vermeyip zelîl olması buna delildir." Bir gün Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzı, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey kardeşim! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız" buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti; kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır" buyurmuştur. Hakk'a teslim olmak Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine; -Tevâzu nedir? diye sual edilince, cevâbında; -Şefkat ve merhamet kanatlarını mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı yumuşak davranmandır buyurmuştur. İbn-i Atâ hazretleri buyurdu ki: "Tevâzu, kim söylerse söylesin hakkı kabûl etmektir." Hakîm-i Tirmizî hazretleri; "Allahü teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevâzu ve teslimiyet sâhibi olması şarttır" buyurmaktadır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, bir gün oğlu Sultan Veled'e hitaben: "Oğlum! Eğer Cennet'te olmak istersen, herkes ile dost geçin, hiç kimseye kin tutma, herkese tevâzu göster. Zîrâ alçak gönüllü olmak asıl sultanlıktır" buyurmuştur. Netice olarak Fahr-ül-Fârisî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Tevâzu; Hakk'a teslim olmak, boyun eğmek, Hakk'ın hükmüne îtirâzı terk etmektir."
.
Ya göründüğün gibi ol veya...
23 Nisan 2006 01:00
İnsanın kendini, olduğundan başka türlü göstermesine, riyâ, gösteriş, ikiyüzlülük denmektedir. Riyâ, kötü huylardandır ve bir şeyi olduğunun tersine göstermektir. Kısaca, gösteriş demektir. Âhiret amellerini yaparak âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzûlarına kavuşmak, kısaca, dünyâ kazancına dîni âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır. Sözleri veyâ ibâdetleri riyâ ile olan kimsenin, din bilgisi varsa, buna münâfık denir. Din bilgisi yoksa, buna din yobazı denir. Hazret-i Ali buyurdu ki: "Riyâ sâhibinin üç alâmeti vardır. Yalnız iken tembeldir. İnsanlar arasında iken çalışkan ve hareketli görünür. Övüldüğü zaman çok çalışır. Kötülendiği zaman çalışmasını azaltır." Abdullah-ı İsfehânî hazretleri de; "İbâdetin âfeti; riyâ ile başkalarının işitmesi için ve Allahü teâlâdan başkası için yapmaktır" buyurmuştur. Hem ibâdet, hem menfaat! Başkalarının sevgisine ve övmesine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan dahâ fenâdır. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ, hepsinden dahâ fenâdır. İbâdet yaparak Allahü teâlâdan dünyâ menfaatlerini istemek, riyâ olmaz. Yağmur duâsına çıkmak, istihâre yapmak böyledir. Ücret ile imâmlık, hatîblik, muallimlik yapmak, sıkıntıdan, hastalıktan ve fakîrlikten kurtulmak için âyet-i kerîmeler okumak da, böyledir denildi. Bunlarda hem ibâdet, hem de menfaat niyetleri bulunmaktadır. İbâdetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvîk etmek niyeti ile olursa, riyâ olmaz ve çok sevâb olur. Ramazân orucunu tutmakta riyâ olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için namâza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farzlar sahîh olur. İbâdet borcu ödenmiş olur ise de, sevâbı olmaz. Şöhret için vaaz vermek, nasîhat etmek, kitâp yazmak da riyâ olur. Münâkaşa etmek, başkalarından üstün görünmek ve övünmek için ilim öğrenmek, riyâ olur. Dünyâlık elde etmek, yani mal, mevki elde etmek için ilim öğrenmek, riyâ olur. Riyâ harâmdır. Hadîs-i şerîfte; (Başkalarına gösteriş için namâzını güzel kılan, yalnız olduğu zamân böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkîr etmiş olur) buyuruldu. Allahü teâlâ hakîkî Müslümândan râzı olur. Onu sever. Hakîkî Müslümân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve İhlâs ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda nûrlar vereceğini, âhirette de sevâb yani iyilik vereceğini vaat etti. İbâdet, emirleri yapmak, takvâ ise, harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. İhlâs, gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmayı, Müslümânları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmaktır. Mal, mevki, hürmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdette ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. Bir gün Peygamber efendimiz, huzurunda bulunanlara; -Küçük şirkten korununuz! buyurunca, oradakiler; -Küçük şirk nedir yâ Resûlallah? diye sordular. Peygamber efendimiz de; -Riyâcevabını verdiler. "Dünyâya düşkünlüğü bırak!" Abdülkâdir Geylânî hazretleri, Allah için yapılmayan işler hakkında buyuruyor ki: "Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemâat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken, yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allahü teâlânın rızâsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allahü teâlâdan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin, âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et. İnsanlara gösteriş için, onların rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allahü teâlânın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ hapishânesindesin. Resûl-i ekrem dâimâ tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri çoktu. Az gülerdi. Sâdece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı." Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerine; -İhlâs ve riyâ nedir? diye sorduklarında; -Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır cevabını vermişlerdir. Netice olarak, Ebû Bekr Kettânî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Ya göründüğün gibi ol veya olduğun gibi görün!..
.
İhlâs, âhirete inanmanın alâmetidir"
24 Nisan 2006 01:00
İnsanların, sıhhatli, sağlam, rahat, neşeli yaşamalarına ve âhirette sonsuz saâdete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere Nimet denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün nimetleri yarattı. Bunlardan nasıl istifâde edileceğini, Peygamberleri ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere, Din denir. Müslümân olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyâda rahat ve huzûr içinde olur. Meselâ, bir eczânede yüzlerce faydalı ilaç vardır. Her ilâcın kutusunda târifnâmesi vardır. İlâcı, târifeye uygun kullanan, faydasını görür. Târifeye uymayan ilaçtan zarar görür. Kur'ân-ı kerîme uygun yaşayan da nimetlerden fayda görür. Dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmak, rahat ve neşeli yaşamak için Müslümân olmak lâzımdır. Îmânı olan ve İslâmiyete uyan, yanî harâmlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan kimseye, Müslümân denir. Allahü teâlâ hakîkî Müslümândan râzı olur. Onu sever. Hakîkî Müslümân olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve İhlâs ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalplerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhirette de sevâb, yanî iyilik vereceğini vadetti. İbâdetlerin doğru olması İbâdet, emirleri yapmak, takvâ harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. İhlâs, gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmayı, Müslümânları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmaktır. Mal, mevki, hürmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdetde ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez. Günâh olur, azâb yapılır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün mü'minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet ediyorlar. Böylece ihlâs ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Bazı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyet, ihlâs, zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zamân devâm ediyor. Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiplerine muhlas denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiplerine muhlis denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzûsu ve şeytânın vesvesesi kalmamıştır." Bid'at, harâm işleyenlerin ve böyle kimselerle arkadaşlık, komşuluk yapanların kalblerinde, ihlâs kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl olur. İbâdete başlarken nefs ve şeytân ile mücâdele ederek, devâmsız olan ihlâs elde edilebilince, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zamânla nefsi zayıflatır, devâmlı ihlâs elde etmeye sebep olur. Fakat buna kavuşmak senelerce sürer. Eşbâh isimli kitapta buyuruluyor ki: "Bir ibâdette sevâp hâsıl olması için, bu ibâdetin sahîh olması şart değildir. Hâlis niyet edilmesi şarttır. Hâlis niyet ederek yapılan bir ibâdet, bilmeyerek fâsid olursa, sahîh olmaz. Fakat niyet edildiği için, çok sevâb hâsıl olur. Meselâ, abdestli olduğunu zannederek, abdestsiz kılınan namâz sahîh olmaz. Fakat, niyetine karşılık çok sevâb verilir. Necis olduğunu bilmediği suyu, temiz zannederek, bununla abdest alıp kılınan namâzın şartı noksan olduğu için sahîh olmaz ise de, niyet mevcut olduğu için sevâb verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahîh olan bir namâz, riyâ ile, gösteriş için kılınırsa, sevâb hâsıl olmaz." Bir Müslümanın maksadı, hedefi, ölünceye kadar, Allahü teâlânın emirlerini ihlas ile yapmak olmalı ve bu hususta gevşek davranmamalıdır. "Ben hedefi gördüm!" Ebû Müslim Havlânî hazretleri, ömrünün her ânını değerlendirirdi. Yaşı ilerleyip vücûdu zayıf düştüğünde, kendisine; -Yaptığınız tâatlardan birazını azaltsanız, dediler. Bunu söyleyenlere; -Siz bir atı yarış için gönderseniz, yarışı tamamlayıp hedefe ulaşmadan atın sürücüsüne, 'buna yumuşak davran ve kendi hâline bırak' demezsiniz değil mi? dedi. Onlar da; -Evet dediler. Bunun üzerine buyurdu ki; -İşte ben de hedefi gördüm. Fakat henüz geçemedim. Her vaktin bir gâyesi vardır. O vakit geçince bir şey hâsıl olur. Bütün vakitlerin hedefi ise ölümdür. Bütün zaman geçer, sonunda ölüm gelir. Netice olarak Ebû Muhammed Cerîrî hazretlerinin buyurduğu gibi: "İhlâs, âhiretteki nîmet ve azaplara yakînen inanmanın alâmetidir. İbâdetlerdeki riyâ, gösteriş de, âhiretteki nîmet ve azaplara inanmakta tereddüd olduğunun alâmetidir."
.
Düzeltemediğiniz işlere sabrediniz!"
30 Nisan 2006 01:00
Allahü teâlâ, sabredenleri, iyilik edenleri, insanlara hizmet edenleri, nasîhat verenleri, tatlı dilli, güler yüzlü olanları, iyi iş yapanlara yardım edenleri sever. Kendini beğenenleri ise, sevmez. Bunun için Allahü teâlânın sevdiği güzel işleri yapmalıyız! Güzel huylu olmalıyız. Müslümân, dili ile, eli ile kimseyi incitmez. Zira başkasını incitmek günâhtır ve fitne çıkmasına sebep olur. Fitne çıkmasına sebep olmak ise, ayrıca dahâ büyük günâh olur. Müslümân, günâh da, suç da işlemez. Her Müslümânın, günâh işleyenleri görünce, kendi günâhlarını hâtırlaması lazımdır. Kendi kusûrları, günâhları affedilmezse, başına gelecek azâbları düşünmelidir. Zira başkalarını ayıplamak, kötülemek, gıybet etmek harâmdır. Onların günâhlarından dahâ büyük günâh işlenmiş olur. Zira Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri; "Dünyâsını veya âhiretini düzeltmek için değil de, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışan kimseyi, Allahü teâlâ ıslâh edip düzeltir" buyurmaktadır. "Allah'a tevekkül et!" Bir insandan gelen zararı önlemeyip buna sabretmek, tevekküldür ve iyidir. Sûre-i Ahzâbda meâlen; (Kâfirlerin ve münâfıkların zararlarına, işkencelerine karşılıkta bulunma! Ben onların cezâsını veririm. Onlardan korunmak, kurtulmak için Allahü teâlâya tevekkül et!) buyurulmaktadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine yazdığı mektupta buyuruyor ki: "İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Akrabânın incitmelerine sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine emir olarak, Ahkâf sûresinde, (Peygamberlerden Ülül'azm olanların sabrettikleri gibi Sen de sabret! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi gönderdi. Orada bulunanlara en faydalı şey, yanlarında bulunanların, kendilerine eziyet etmeleri, sıkıntı vermeleridir. Siz bu nimeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yemeğe alışmış olan, şifâ verici acı ilâçtan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum." Peygamber efendimiz, son hastalığında Eshâb-ı kirâma hitaben buyurdu ki: (Ey Muhâcirler ve ey Ensâr! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur. Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kazâ ve kaderini değiştirmeye, irâdesinden üstün olmaya kalkışırsa, Onu kahr ve perîşan eder. Allahü teâlâya hîle etmek, Onu aldatmak isteyenin işleri bozulup, kendi aldanır. Biliniz ki, ben sizlere karşı raûf ve rahîmim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser Havuzunun başıdır. Cennete girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın. Ey Müslümânlar! Kâfir olmak, günâh işlemek, nimetin değişmesine, rızkın azalmasına sebep olur. İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerine itâat ederse, âmirleri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücûr, taşkınlık yapar, günâh işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar. Benim hayâtım, sizin için hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayırdır ve rahmettir.) Hakîm-i Tirmizî hazretleri; "Kimin arzusu din, yâni âhiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî işleri de âhiret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa; niyetinin bozukluğu sebebiyle, âhiret işleri de dünyâ işi hâline gelir" buyurmuştur. Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri, bir talebesine hitaben buyurdu ki: "Büyüklerden birisi buyurdu ki: "Allahü teâlâ bir kuluna iyilik yapmak murâd ederse, onu Allah adamlarıyla karşılaştırır ve onlarla sohbet etmeye muvaffak kılar. Böylece saâdet yoluna kavuşup Allahü teâlânın râzı olduğu ahlâk ve hallere kavuşur." Bütün anlatılanlar sebebiyle dâimâ sâlihlerin sohbetinde olmalısın. Fakirler ile bulunmalısın. Dünyâ ehlinden ve dünyânın arkasından koşanlardan uzak durmalısın. Çünkü dünyâ ehli ile bulunmak, onların yaptığı işleri sevmeye sürükler. Bu ise âhirette hüsrâna sebeb olur." "Dünyâ ibret yeridir" Seyyid Emir Hamza hazretleri buyuruyor ki: "Dâimâ kalb temizliği ile meşgûl olmalıdır. Kalbini pisliklerden temizlemedikçe, hakîkî maksada kavuşulamaz. Bütün iyiliklerin başı, dünyâyı terk etmektir. Bütün kötülüklerin başı da dünyâ sevgisidir. Bununla birlikte, Server-i kâinât efendimiz; "Dünyâ âhiretin tarlasıdır" buyurdu. O hâlde dünyâda âhiret işleri yap ve dünyâya ve dünyânın nîmetlerine bağlanma! Dünyâ rahat yeri değildir. İbret yeridir. Bunun için Resûl-i ekrem efendimiz; "Dünyâ ibret yeridir, tâmir etme yeri değildir" buyurdular." Netice olarak, herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yaptığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Ve Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Bozuk bir işi düzeltemediğiniz zamân, sabrediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir.
.
Hakkı bâtıldan ayırmak zordur!..
1 Mayıs 2006 01:00
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. İnsanın diğer mahlûklardan en büyük farkı, rûhunun bulunması, düşünebilmesi, bütün olayları aklı ile muhâkeme edebilmesi, aklı ile karar vermesi ve bu kararı uygulayabilmesi, iyilik ve kötülüğü ayırabilmesi, hatâsını anlayabilmesi, bunun için pişmanlık duyması ve benzeri gibi üstünlüklerdir. Fakat insan, kendisine verilen bu çok yüksek özellikleri, kendi başına ve hiçbir rehber, yol gösterici olmadan kullanabilmiş mi, kendi başına doğru yolu bulabilmiş ve Allahü teâlâyı tanıyabilmiş midir? Hiçbir zaman insan, kendine verilen bu özelliklerle, tek başına doğruyu bulamamış, hakkı, bâtıldan ayıramamıştır. Zira târih incelenecek olursa, insanların önlerinde, Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan, kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anlamış fakat, ona giden yolu bulamamıştır. Peygamberleri işitmeyenler, Yaratıcıyı önce etrâflarında aramışlardır. Kendilerine en büyük faydası olan Güneş'i, yaratıcı sanıp ona tapmaya başlamışlardır. Sonra, büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanar dağları ve benzerlerini gördükçe bunları Yaratıcının yardımcıları zannetmişler ve böylece putlar doğmuş, onlara tapmışlardır. Hak yol rehbersiz bulunmaz Kısacası insan, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâyı ve O'na giden yolu, kendi başına bir türlü bulamamış ve anlayamamıştır. Bu hale, şaşmamak lazımdır. Çünkü, rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz, hak, bâtıldan ayrılamaz. Kur'ân-ı kerîmde, İsrâ sûresinin 15'inci âyetinde meâlen; (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azâb yapıcı değiliz) buyurulmakdadır. Allahü teâlâ, kullarına verdiği akıl ve düşünme kuvvetinin nasıl kullanılacağını onlara öğretmek ve kendi birliğini onlara tanıtmak ve iyi işleri, kötü, zararlı işlerden ayırmak için, dünyâya Peygamberler gönderdi. Peygamberler, insanlık sıfatları itibariyle bizim gibi insandırlar. Onlar da yer, içer, uyur ve yorulur. Bizden farkları, zekâ ve muhâkeme kuvvetlerinin çok üstün olması, tertemiz ahlâklı ve Allahü teâlânın emirlerini bize tebliğ edecek, bildirecek bir güçte bulunmalarıdır. Bunun için Peygamberler, en büyük rehberlerdir. İslâm dînini tebliğ eden, en son ve en üstün peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. Kitâbı da Kur'ân-ı kerîmdir. Muhammed aleyhisselâmın irşâd edici mübârek sözlerine ise, hadîs-i şerîf denir. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler yanında bize rehberlik eden büyük din âlimleri de vardır. "Böyle âlimlere lüzûm var mı? İnsan iyi bir Müslümân olmak için İslâm dîninin kitâbı olan Kur'ân-ı kerîmi okuyarak ve hadîs-i şerîfleri inceleyerek doğru yolu bulamaz mı?" diye bir sual, bazılarının hatırına gelebilir. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Zîrâ, dinin esâsları, hükümleri hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir kimse, bir rehber, yol gösteren olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin manasını anlayamaz. En mükemmel bir sporcu bile, yüksek bir dağa çıkarken kendisine bir rehber arar. Bir büyük fabrikada mühendislerin yanında ustabaşılar ve ustalar vardır. Böyle bir fabrikaya ilk giren işçi, önce ustalarından, sonra ustabaşılarından işinin inceliğini öğrenir. Bunları öğrenmeden önce, yüksek mühendis ile temâs ederse, onun sözlerinden, hesaplarından hiçbir şey anlamaz. Çok iyi silâh kullanan bir kimse bile, kendisine verilen yeni bir silâhın nasıl kullanılacağı kendine öğretilmeden, onu doğru kullanamaz. Bunun içindir ki, din ve îmân işlerinde, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler yanında, bu iki kaynağı açıklayan müctehid İslâm âlimlerinin kitaplarına, rehberliğine ihtiyaç vardır. Böyle İslâm âlimlerine müracaat etmeden, hakkı bâtıldan ayırmak, doğruyu bulmak imkansızdır. Doğrunun eğriden ayrılmasına yardımcı olacak, rehberlik edecek âlimler, kıyâmete kadar bulunacaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; (Ümmetimden hak üzere olan âlimler, Kıyâmete kadar bulunacaktır) buyurmuştur. Yarın feryat edeceklerdir! Netice olarak, hakkı bâtıldan ayırmak, dünyada en zor olan şeydir. Bu dünyada bazıları, hakka bâtıl diye hücum etmiş, bazıları da, bâtıla hak diye sarılmışlardır. Ama yarın ahirette, dünyada iken hak diye sarıldıklarının bâtıl olduğunu görünce, 'yandık' diye feryat edeceklerdir! Bu yüzden İslâm âlimleri, her Müslümana öğretmek için, sık sık şu duayı okurlar ve okuturlardı: "Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymayı bize nasîb et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasîb et! İnsanların en üstünü hurmetine bu duâmızı kabûl buyur!"
.
Diriler, ölen yakınlarını seviyorlarsa...
7 Mayıs 2006 01:00
Hayatta olanlar, eğer ahirete intikal eden yakınlarını seviyorlarsa, haram, günah işlemekten çok sakınmalıdır. Zira hayatta olanların yaptıkları, ahirete intikal edenlere gösterilmektedir. Eğer iyi amelleri varsa, seviniyorlar, amelleri, yaşayışları uygun değilse üzülüyorlar. Hadis-i şerifte; (İnsanların yaptığı işler, pazartesi ve perşembe günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Enbiyâya, evliyâya ve ana-babaya cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Kötü işlerinizi görünce üzülürler. Allahtan korkun, ölülerinizi incitmeyin!) buyurulmuştur. Cemâleddîn-i Aksarâyî hazretleri anlatır: "Tâbiînden Hasan-ı Basrî hazretleri bir gün dergâhta otururken ihtiyar bir kadın gelir ve; -Efendi hazretleri, benim bir kızım vardı öldü. Hasretine dayanamıyorum. Bana bir duâ öğret de rüyâmda görüp hasretimi gidereyim, der. Hasan-ı Basrî hazretleri gerekeni yaptıktan sonra kadın gider. Fakat kadın, ertesi gün gözleri kan çanağı gibi olduğu hâlde ağlayarak tekrar dergâha gelir. Hasan-ı Basrî hazretleri kadına; -Niçin ağlıyorsun? diye sorunca kadın; -Kızımı rüyâda gördüm, ama üzerine katrandan bir elbise giydirmişler cayır cayır yanıyor, cevabını verir. "Hangi peygamberin kızısın?" Hasan-ı Basrî hazretleri ve yanında bulunanlar kendi sonlarının nasıl olacağını düşünerek ağlaşmaya başlarlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra Hasan-ı Basrî hazretleri, rüyâsında kendinin vefât ettiğini ve cennete girdiğini görür. Cennette gezerken muhteşem bir köşk ve önünde bir kadın görür. O kadına; -Yavrum sen hangi peygamberin hanımı veya kızısın? diye sorar. Kadın; -Efendim ben, bir peygamberin hanımı veya kızı değilim. Geçen gün size gelip de sizden rüyâsında kızını görmek isteyen kadının kızıyım, cevabını verir. Hasan-ı Basrî hazretleri; -Kızım annen senin Cehennemde yandığını söylemişti. Hâlbuki sen yüksek makamlardasın. Bu makâma nasıl ulaştın? diye sorar. Kadın; -Efendim biz kabir hayâtında beş yüz elli kişi azâb görüyorduk. Bir mümin kabristana gelip on bir İhlâs, on bir Felak, on bir Nâs sûresini okudu. Kabristanda yatan müminlerin ruhlarına bağışladı. Allahü teâlâ bize azâb eden meleğe; "Benim âyetlerim ve adım hürmetine burada bulunan ve azâb görenleri affettim. Onlara azâb etmeyin ve birer makam verin" buyurdu. Onun için bu makâma geldim cevabını verir..." Vaktiyle bir kimse, ölen yakınının azâbda olduğunu rüyâda görür ve Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gelerek, azabda olan yakınının magfiret olunması için duâ etmesini istirhâm eder. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de, o kimsenin kurtulması için duâ eder. Daha sonra o kimse, rüyâda, ölen yakınının azabdan kurtulduğunu görür ve sebebini sorar. O da; "Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin duâsı bereketi ile, azâbdan kurtuldum" cevabını verir. İslam âlimlerinden İmâm-ı Yâfi'î hazretleri buyuruyor ki: "Ölenleri iyi veya kötü halde görmek, Cenâb-ı Hakkın bazı kullarına ihsân ettiği bir keşiftir. Dirilere nasihat vermek ve ölülere hayırlı bir iş yapılmasına vesile olmak içindir. Ölüleri görmek daha çok rüyâda olmaktadır. Uyanık iken gören evliyâ da vardır." Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri, bir gün bir cenâzede bulunur ve ölenin yakınlarının çok ağladıklarına şahit olur. Bunun üzerine şu meâle gelen bir şiiri okur; "Kendini unutmuş bir halde, ağlıyor ölünün hâline. Halbuki o kimse, akıl ve fikir sâhibi olsaydı, ölene değil, kendi bulunduğu hâle ağlardı..." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Ebû'l-Abbas Kastalânî hazretlerinin naklettiği bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır: "Şeyh Ebü'r-Rebi' hazretleri, yetmiş bin kelime-i tevhîd okumuştu. Bir kimse adına veya bir kimseye bağışlamaya da niyyet etmemişti. Bir gün bir cemâatle birlikte bir sofrada yemek yiyordu. Aralarında kalb gözü açık bir çocuk da vardı. Çocuk yemeğe elini uzatıp yiyeceği sırada âniden feryad etmeye başladı. Yemekten elini çekti. Ona, Kötü amellerden sakınmalıyız -Niçin ağlıyorsun? dediklerinde; -Şu anda Cehennemi ve annemin de Cehennemde azâbda olduğunu görüyorum! Bu sebebden ağlıyorum! dedi. Şeyh Ebü'r-Rebi' hazretleri buyurdu ki: -Bu sözleri duyunca içimden; "Yâ Rabbî sen biliyorsun ki ben yetmiş bin defa "Lâ ilâhe illallah" demiştim. O yetmiş bin kelime-i tevhîdin sevâbını bu çocuğun annesinin Cehennem azâbından kurtulması için ona bağışladım, diye niyyet ettim. Ben içimden böyle niyet edince çocuk tebessüm etti, yüzü güldü ve; -Annemi görüyorum. Cehennem ateşinden kurtuldu. Elhamdülillah! dedi. Sonra yemek yemeğe başladı..." Netice olarak, ölen yakınlarımızı seviyorsak, onları üzecek kötü amellerden sakınmamız ve onlara dua etmemiz, sadaka vererek, hayır, hasenât yaparak imdatlarına koşmamız lazımdır...
.
Rehber şu kimsedir ki...
8 Mayıs 2006 01:00
Rehber, yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sahibi zât demektir. Târih sayfaları karıştırılırsa, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde, hissetmesine, anlamasına rağmen, rehbersiz olarak, ona giden yolu bir türlü bulamamış ve kendisine en büyük faydası olan güneş ve benzerlerini, yaratıcı sanmış ve bunlara tapınmıştır... Kısacası insan, kendisini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamamış, Ona giden yolu bulamamıştır. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Bunun için Peygamberler gönderilmiştir ki Onlar, en büyük rehberlerdir. Peygamberlerin vârisleri olan âlimler de, insanlara rehberlik edip, yol göstermişlerdir. İstifade edebilmek için... İman edip Müslüman olan bir kimse de, tek başına, bir rehber olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâsını anlayamaz. Bunun için, yetişmiş ve yetiştirebilen Mürşid-i kâmil denilen büyük din âlimlerine ihtiyaç vardır. Bunların en üstünleri de dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleridir. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitaplarını okumak lâzımdır. Rehber, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturan vâsıtadır. Maksat ise, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır. Rehber, emme basma tulumba gibidir. Kendi rehberinden aldığı feyizleri, marifetleri, talep edenlere ulaştırır. Rehberden istifade edebilmek için, onu sevmek, edebe riayet etmek ve gösterdiği şekilde hareket etmek gerekir. Hakiki bir rehberle bulunan kimsenin, îmânı kuvvetlenir ve kalbinde İslâmiyete uyma isteği hâsıl olur. Zira hakiki rehberin sözleri, hâlleri, hareketleri, ibâdetleri hep İslâmiyete uygundur. Ona uyan, onu dinleyen, Resûlullah efendimize uymuş olur. Hakiki bir rehberin alâmeti, Ehl-i sünnet itikâdında olması ve İslâmiyetin bildirdiği hükümlerin hepsini bilip bunlara tam uymasıdır. Sözleri, hareketleri İslâmiyete uygun olmayan kimse, havada uçsa da, rehber olamaz. Hakiki rehberin bir başka alâmeti de, onunla konuşmak ve onu görmek, Allahü teâlâyı hâtırlamaya sebep olması ve Allahü teâlâdan başka her şeyin kalbe soğuk gelmesidir. İmâm-ı Nevevî hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimizden, evliyânın alâmeti sorulunca; (Onlar görülünce, Allah hâtırlanır) buyurmuşlardır. İmâm-ı Begavî hazretlerinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte de; (Allahü teâlâ buyurdu ki: Ben zikrolunduğum zamân evliyâm hâtırlanır. Onlar zikrolununca da, ben hâtırlanırım) buyurulmuştur. Hakîkî rehberler, kıyâmete kadar mevcut olacaklardır. Bunları tanıyabilmek için, samimi, istekli ve gayretli olmak gerekir. Bunun için de doğru bilgi şarttır. Çünkü her şeyin sahtesi olduğu gibi, rehber adı altında sahtekârlar ve taklîtçiler de bulunacak ve insanları doğru yoldan ayırmaya çalışacaklardır. Böyle kimseler, yalanlarla, hîleli kerâmetlerle, câhilleri aldatırlar. Müslümânlar için en büyük felâket, bunların tuzaklarına düşmektir. Kendilerinin, dinden, îmândan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından haberleri yoktur. Sözleri ile imansızlığı yayarlar. Hareketleri ile hep harâm işlerler. Câhilleri ve yeni Müslümân olanları avlamakla geçinirler. Kur'ân-ı kerîm, böyle kimselere münâfık demektedir. Sözleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarına, işleri bu âlimlerin fıkıh bilgilerine uygun olmayan, böyle kimselerin tuzaklarına düşmemek için çok uyanık olmak lazımdır. Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Rehber olan âlim, bir tabîbe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir." Yol gösteren değil yetiştiren!.. Dâvûd-i İskenderî hazretleri de; "Rehber; sana ilâcı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî olarak terbiye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmayana rehber, mürşid denmez" buyurmuştur. Netice olarak, Adiyy bin Müsafir hazretlerinin buyurduğu gibi: "İnsanlara doğru yolu gösteren âlim şu kimsedir ki; kendi huzûrunda iken senin kalbini derleyip toparlayan, yokluğunda seni her türlü kötülüklerden haram, günah ve çirkin şeylerden koruyan, sâhib olduğu en güzel ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla ahlâklanmanı sağlayan, kendine mahsus terbiye usûlleriyle terbiye eden, kendi îmân nûrunun parlaklığıyla talebesinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir
.
İyi kul, sahibinden râzı olandır
14 Mayıs 2006 01:00
Bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye rızâ, beğenmek denir. Din kitaplarında ise, Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak anlamında kullanılmaktadır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Rızâ, belâyı nîmet saymaktır" buyurmuştur. Ebû Ali Dekkâk hazretleri de buyuruyor ki: "Rızâ, gelen musîbetler karşısında kayıtsız kalmak, vurdumduymaz olmak demek değildir. Rızâ; Allahü teâlânın hükmüne, takdirine îtirâz etmeyip, boyun eğmektir." Bu hâle kavuşan bir kimse, Allahü teâlâdan bir felâket gelse, ona rızâ gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsûs sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızâyı gösterebilir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Mü'mine gelen kazâya şaşılır. Hayır gelince, hamd ve şükreder. Musîbet gelirse, hamd ve sabreder. Mü'mine her şey için, hattâ zevcesinin ağzına bir lokma uzatmasına da, sevâb verilir.) Hastalıkta telâşa düşmemelidir İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kul için, sâhibinin işinden râzı olmaktan başka çâre yoktur. İnsan, bu dünyâda kalmak için yaratılmadı. Dünyâda iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız! Çalışıp da, kazanıp ölen bir kimse için korkacak bir şey yoktur. Hattâ, böyle ölmek, bir devlet ele geçirmektir. İyi kul, sâhibinin yaptıklarından râzı olan, onları beğenen kuldur. Kendi isteklerini beğenen kimse, kendine kuldur. Sâhibi, kulunun boğazına bıçak dayasa, kulun bundan râzı olması, sevinmesi lâzımdır. Allah korusun, eğer bunu beğenmez, istemezse, Onun kulluğundan çıkmış olur. Sâhibinden uzaklaşmış olur. Tâun gibi sârî ve tehlikeli hastalıklar, Allahü teâlânın dilemesi ile gelmektedir. Kendi isteği ile gelmiş gibi sevinmek lâzımdır. Tâun yani vebâ ve her bulaşıcı hastalık gelince, kızmamalı, üzülmemelidir. Sevgilinin yaptığı şey olduğunu düşünerek sevinmelidir. Herkesin belli bir eceli, yani ölüm zamânı vardır. Bu zamân hiç değişmez. Onun için, hastalıkta sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle dert ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. Mü'min sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen; (Duâ ediniz! Duânızı kabûl ederim!) buyuruyor." Abdülazîz Dîrînî hazretleri; "Eğer kadere, Allahü teâlânın hükmüne rızâ gösterirseniz şerefli bir hayat yaşarsınız. Yok, imkânsız bir şeyin olmasını ümit ederseniz, ümidinizi, tehlikeli bir şey üzerine binâ etmiş, kurmuş olursunuz" buyurmaktadır. Bir gün Ahmed bin Alevî hazretlerinin talebelerinden birinin çocuğu vefât etmişti. O talebe buna çok üzülür ve çocuğunu kucaklayıp, doğruca hocası Ahmed bin Alevî hazretlerinin huzûruna götürür ve; -Efendim, Allahü teâlâya duâ edin de, ya bu oğlumu diriltsin veya benim de rûhumu alsın deyiverir. Bunun üzerine Ahmed bin Alevî hazretleri; -Yavrum! Kazaya rızâ gösterip sabredeceksin. Allahü teâlâ, bu yavruyu sana emânet verdi. Şimdi geri alırken sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete ve ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin. Kızar, bağırıp çağırırsan, sevâba kavuşamazsın. O'nun emrine râzı olup, kazâya rızâ göstereceksin, buyurur ve duâ eder. Talebe bunları dinleyince, kendine gelir ve; -Efendim, Allahü teâlânın takdîrine râzı oldum cevabını verir. Adiyy bin Müsâfir hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâyı bildikten sonra, O'nun kazâsına, kaderine, hayrına, şerrine, azına, çoğuna, acısına, tatlısına, sevgili veya kötü gelene rızâ gösterip, hepsinin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak ve teslîm olmak büyük nîmettir." Canı sıkılanların kelâmı!.. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, bir gün Ebû Bekir Şiblî hazretlerini; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah" derken görür ve; "Bu söz canı sıkılanların kelâmıdır. Can sıkıntısı ise kazâya rızâ göstermemekten kaynaklanır" buyurmuştur. Ahmed-i Bedevî hazretleri bir talebesine hitaben; "Sabır, Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermektir. O'nun hükmüne rızâ göstermek ve emrine teslim olmak demek, nîmete kavuştuğunda sevinip ferahlık duyduğu gibi, musîbet ve sıkıntı geldiğinde de aynı sevinç ve ferahlığı duyabilmek demektir" buyurur. Râbia-i Adviyye hazretleri, bir kimsenin; "Yâ Rabbî! Benden râzı ol!" dediğini işitince; "Kendisinden râzı olmadığın, kazâ ve kaderine rızâ göstermediğin bir zâtın, senden râzı olmasını istemeğe utanmıyor musun?" buyurmuştur. Netice olarak, Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Rızâ; Allahü teâlânın takdir ettiğini, şükrederek kabûl etmektir."
.
Kalbin hasta olması demek...
15 Mayıs 2006 01:00
Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvettir. Kalbin hasta olması ise, nefse uyarak harâmları beğenmesi, bunlara düşkün olması ve Allahü teâlâdan başka şeylere tutulması demektir. Nitekim Abdullah Mürteiş hazretleri; "Kalbin, Allahü teâlâdan ve O'nun dostlarından başkasına meyletmesi, o kalbin hasta olduğuna işârettir" buyurmuştur. Bir kalb, akla tâbi olup, İslâmiyete uyarsa, nûrlanır, temiz olur. Dünyâda ve âhirette saâdete, huzûra kavuşur. Kötü kimselerin aldatıcı sözlerine, yazılarına ve nefse, şeytâna uyup, İslâmiyete uymayan kalb, kararır, bozulur. İnsanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebep, kalbinin islâmiyete uymayıp, nefsine uymasıdır. Günâh işleyince, kalb kararır Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki; "İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak da bu düşünceleri artırır. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır..." Kalbde, ya dünyâ sevgisi, yahud Allah sevgisi bulunur. Dünyâ demek, harâm olan şeyler demektir. İbâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allah sevgisi gider. Sa'düddîn-i Kaşgârî hazretleri, sevenlerine, bir sohbetinde buyurdu ki: "Bir insanda bir kalb vardır. Oraya sâdece Allahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır. İnsan, her nefeste bir hazîneyi kaybeder. Ancak cenâb-ı Hakk'ı hatırladığı zamanlar bu hazîne kaybolmuş olmaz. Bu şuur insanda hâkim olunca, Allahü teâlâdan utanma duygusu da berâber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, cenâb-ı Hakka yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, ilâhî feyiz nûru girer..." Ebüssü'ûd el-Bâzinî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün güzel huylar kalbden, kötü huyların tamâmı ise nefisten doğar. İyi huylu olmak istediğini söyleyen doğru sözlü bir kimse, hemen nefsini tezkiye edip, dînin emir ve yasaklarına itâat eder bir hâle getirmeli, kalbini de tasfiye ile, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisini ondan çıkarmalı, bütün günahlar ve kötü düşüncelerden temizlemelidir. Tâ ki böylece, kötü huylar, güzel ahlâka çevrilmiş olsun. Kötü huylar gidip, yerini iyi huylar alınca, kalbden şüphe kalkıp, yerini tasdîk alır. Dilde ve kalpteki çekişme duygusu yok olup, Hakka teslimiyet meydana gelir. Başa gelene ve emredilene kızıp îtirâz etmek şöyle dursun, tam teslimiyet hâli hâsıl olup, cenâb-ı Hakkın takdîr ettiği her şeye râzı olunur. Her iş, Allahü teâlâya ısmarlanır. Gaflet sona erer, cenâb-ı Hakka yakınlık ve her ân O'nunla olmak düşüncesi hâsıl olur. Tabiatındaki sertlikler, kabalıklar, kırıcı ve incitici davranışlar yok olup, onların yerini yumuşaklık, latîfeler ile güzellikler ve tatlılıklar alır. Kalb temizlenip, nefis doğru yola girince, insanın her hâli değişir. Artık kimsenin ayıpları görülmez olur. Gözler, insanların hep iyi hâllerini görür. Onlara karşı kalbde bulunan katılık, şefkat ve merhamete dönüşür. Kin, hased gibi düşmanlıklar terk edilip onlara nasîhat etmek, hep iyilik yapmak duyguları ortaya çıkar. İnsanlar arasında düşmanlıklar tamâmen ortadan kalkıp, herkes birbirine nasîhat etmeye başlar. Güzel ve tatlı nasîhatlerle, insanlar birbirini doğru yola çağırırlar. Artık bundan sonra, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmak isteyen bir kimsede, nazlanmak kalmaz, korku başlar. Bu korku, ondaki hâllerin iyiliğe çevrilmesi sebebiyledir. Kendisinde iyi hâllerin meydana çıktığı kimse, kusûrunu bildiği ve aczini anladığı için korkar ve kusurlarının hesâba sığmayacak kadar çok olduğunu bilir. Allahü teâlânın kendi üzerindeki hakkını, hiçbir zaman ödeyemeyeceğini, kendisine nasîb edilen sayısız nîmetlerin, hayırlı işlerin şükrünü yapmaktan âciz olduğunu anlar. İşte bu anlayışa erişen kimse, Allahü teâlâya hakkı ile kulluk etmeye başlar. Gönlündeki mâbûdlar teker teker yıkılıp gider. Hâlleri ve yaşayışı güzelleşir. Cennet'tekilerin yaşayışı gibi, hep Allahü teâlâ ile berâber olarak yaşar. Daha dünyâda iken, Cennet hayâtı yaşamaya başlar..." Allahü teâlânın nazargâhı Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Kalb dünyâ arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkânı yok, âhireti sevmiş olamaz" buyurmuştur. Netice olarak Ali Râmitenî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır.
.
Nimet sahipleri büyük bilinir...
21 Mayıs 2006 01:00
Nimet sahipleri, büyük bilinir ve iyilik edenlere hürmet edilir. İyilik yapana teşekkür edileceğini ise, herkes bilir. Zira bu, insanlık icâbıdır. Hadîs-i şerîfte; (Herkes, kendisine ihsân edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilliyetinde, yaratılışında mevcûttur) buyurulmaktadır. Hakîm-i Tirmizî hazretlerine; "Şükür nedir?" diye sorulduğunda, cevâbında; "Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü teâlâya tam bağlı olmasıdır" buyurmuştur. Bunun için, her nimetin hakîki sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icâbıdır ve aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıp ve kusûrdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, O'nunla hiç münâsebetleri, alâkaları yoktur. Cenâb-ı Hakkı nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. Allahü teâlâya karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, O'na çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Allahü teâlâya hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünkü, insanların hamdetmeleri, O'na belki hakâret olur. İşte, O'nun tarafından bildirilen, tazîm, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin bildirdikleri dinlerdir. O'na kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmiş ve her uzvun yapacağı işler, açık ve geniş olarak açıklanmıştır. Abdullah-ı Ensârî hazretleri; "Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zîrâ şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bu mânâdan dolayı, Kur'ân-ı kerîmde İslâm ve îmâna, şükür ismi verilmiştir" buyurmaktadır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri de; "Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na isyân etmemek, O'na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullanmamaktır" buyurmuştur. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak, kalbin ve bedenin yapması ile şükretmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hürmete ve ibâdete güvenilemez. Çok defa tersine olup, sevap sanılan, günâh olur. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, dine uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği bir şeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükredilemez. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Allahü teâlânın nîmetleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman O'na şükretmek lâzımdır" buyurmaktadır. Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri buyuruyor ki: "Şaşarım o kimseye ki bütün âlemde Allahü teâlâdan başka ihsânda bulunan bir zâtı görmediği halde, nasıl olur da kalbini tamâmen ona yöneltmez. Çünkü hakîkî mânâda ihsân, her şeyin sâhibi olan Allahü teâlânın yaptığı şeydir. Zîrâ ihsan, iyiliğe muhtâc olana, iyilik yapmaktan ibârettir. Bir kimse başkasına bir iyilik yapınca, ona teşekkür etmeli ve o kimseye iyilik yapmak istidâdını ve gücünü veren yâni iyiliğin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya da şükretmelidir." İbn-i Semmâk hazretleri, sevdiklerinden birine gönderdiği mektupta; "Her hâlinde takvâ üzere ol, haramlardan sakın, Allahü teâlânın nîmetlerine şükret ve O'ndan kork. Nîmete şükretmek; günâh işlememekle olur" buyurmuştur. İmâm-ı A'zam Ebû Hanife hazretleri, Allahü teâlâdan çok korkar ve şöyle buyururdu: "Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya fecî bir kazâ veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; "Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?" diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazâya rağmen, Allahü teâlâyı zikir ve şükreder." ? Her nefese iki şükür!.. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri buyurdu ki: "Bir nefeste iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür, şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez. Mâlûm oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez." Ahmed Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Ey insanoğlu! Allahü teâlâ bütün eşyâyı senin için yarattı. Seni de kendisi için yarattı. Sen ise, Allahü teâlânın senin için yarattığı şey ile meşgûl oldun, nîmetin sâhibini unuttun. Sana gelen bağış ve lütuflarından faydalandın. Vereni hatırlamadın. Böylece nîmetin şükrünü edâ etmedin. Sana verdiği ihsân ve lütuflarının hürmetine riâyet etmedin. Nîmet sâhibine şükür, O'nun verdiği nîmete şükür etmektir. Bu da, kendisine verdiği nîmetten dolayı O'na senâda bulunmakla olur." Netice olarak Alâüddevle Semnânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Şükür, Allahü teâlânın lütuf ve ihsânını, rahmetini görmektir. Bütün nîmetlerin, O'ndan geldiğini anlamaktır."
.
Dünyaya ibret gözü ile bakabilmek...
22 Mayıs 2006 01:00
Âleme, ibret nazarıyla bakmanın lazım olduğu, hatta 54 farzdan biri olduğu kitaplarda yazılıdır. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. Haşr sûresinin 2. âyetinde meâlen; (Ey akıl sâhipleri, başkalarından ibret alınız!) buyurulmuştur. Peygamber efendimiz de; (Tefekkür gibi kıymetli ibâdet yoktur) buyurmuşlardır. Ahmed bin Zerîn hazretleri, etrafına fazla bakmazdı. Sebebini sorduklarında; "Allahü teâlâ, gözleri, dünyâdaki intizâma, her şeydeki inceliklere ve Onun kudret ve azametine ibret ile bakmak için yarattı. İbret almadan, istifâde etmeden bakmak hatâdır" buyurmuştur. Îsâ aleyhisselâma; -Ey Allah'ın peygamberi, bize neyi tavsiye edersiniz? diye sual edildiğinde cevaben; -Sözünüz zikir, sükûtunuz fikir, bakışınız ibret olsun! buyurmuştur. Hâtim-i Esam hazretlerine; -Nasıl ve ne zaman dünyâya ibret gözü ile bakanlardan olabiliriz? diye sorduklarında, cevaben buyurur ki: -Dünyâda her şeyin sonunun harap, herkesin gideceği yerin de toprak olduğunu gördüğümüz zaman! Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenâze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona ne ilmin, ne hikmetin, ne de vaâz ve nasîhatin bir faydası olur. Tövbeyi terk edenler... Tûl-i emel sahipleri yani zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı isteyenler; ibâdetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi terk ederler ve kalbleri katı olur. Bu sebepten ölümü hâtırlamazlar, vaaz ve nasîhatten de ibret almazlar. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Her kim, gördüğünden ibret almazsa, onun görmemesi görmesinden daha iyidir" buyurmuştur. Behlül-i Dânâ hazretleri, bir gün devrin halîfesi Hârûn Reşîd hazretleri ile karşılaşır. Halîfe; -Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum der. Hazret-i Behlül güler ve; -Benim böyle bir arzum yoktu cevâbını verir. Buna rağmen Hârûn Reşîd hazretleri kendisinden nasîhat isteyince, Behlül-i Dânâ hazretleri; -Ne nasîhati istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakkın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhati ne yapacaksın? buyurur. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri buyuruyor ki: "Yazıklar olsun, ömür geçti. Bir hayırlı iş yapamadım. Dünyânın vefâsız, yalancı olduğu, şimdi anlaşıldı. Hayâtı, hayâl oldu. Fitneleri, dertleri bitmedi. Ahbâb, arkadaşlar, öldüler, gittiler. Bu hâlleri görüp de, gafletten uyanmıyor, ibret almıyoruz. Pişmân olmuyoruz. Tövbe etmiyoruz. Gaflet devâm ediyor, günâhlarımız artıyor. Allahü teâlâ , Tövbe sûresinin 127. âyetinde meâlen; (Görmüyorlar mı ki, her sene, bir iki kere, dertlere, belâlara yakalanıyorlar. Yine tövbe etmiyor, pişmân olmuyorlar) buyurdu. Bu nasıl îmândır? Nasıl Müslümânlıktır? Ne kitapdan, ne sünnetten nasîhat alınıyor. Ne de, başa gelen dertlerden, hâdiselerden ibret alınıyor?!." Abdullah bin Mübârek hazretleri, gördüklerinden ibret alırdı. Yine soğuk bir kış günü Nişâbur pazarında giderken, sırtında yalnız bir gömleği olduğu için üşüyüp titreyen bir köleye rastlar. Ona; -Efendine söylesen de sana bir palto alsa olmaz mı? der. Köle de; -Efendime ne söyleyebilirim ki, o hâlimi görüyor ve biliyor cevabını verir. Bu cevap üzerine Abdullah bin Mübârek hazretleri feryâd edip yere düşüp bayılır ve kendine geldiğinde; -Sabrı ve kanâati bu köleden öğreniniz, buyurur. Pâdişâh olsan da... Behâeddîn Buhârî hazretleri, şahit olduğu bir hadiseyi şöyle anlatır: "Hak yolda ilerleyip, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, bir gün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanların kumar oynadıklarını gördüm. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devâm ettiler. Nihâyet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyâlık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye; -Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vazgeçmem, diyordu. Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyân görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hâsıl oldu ki, o günden îtibâren hak yolda talebim her gün biraz daha arttı." Netice olarak dünya, ibret yeridir ve geçicidir. Şu beyitte ifade edildiği gibi; Pâdişâh olsan da, derler "er kişi niyetine", Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!..
.
Allahü teâlânın gördüğünü unutmamak...
28 Mayıs 2006 01:00
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saâdet ve huzûra kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz; (Bir kimse, Allah'tan korkarsa, her şey ondan korkar. Bir kimse Allah'tan korkmazsa, her şeyden korkar olur) buyurmuştur. Allah'tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusûrlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiplerine, zâlimlere yaltaklanmaz. İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez ve keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. Allah'tan korkanlar milletine, memleketine faydalı olur. Nefislerine tâbi olanlar!.. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri buyuruyor ki: "Nefislerinin arzûlarına tâbi olup, dünyâ lezzetlerini İslâmiyyete uygun kullanmayanlar, böylece, faydalı ve dâimî olan Cennet lezzetlerinden kaçanlar çok zavâllıdır. Allahü teâlânın her şeyi gördüğünü bilmiyorlar mı? Zararlardan kurtulmak için, dünyâ lezzetlerini İslâmiyyete uygun kullanmak lâzım olduğunu işitmemişler mi? Sorgu, suâl günü elbet gelecek, herkesin, dünyâda yaptıkları, önlerine serilecektir." Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine birise; -Sokakta, kendimi harama bakmaktan menedemiyorum. Bu günâhtan kurtulmak için ne yapayım? diye sorunca, cevabında; -Allahü teâlânın seni, senin onu görmenden dahâ çok gördüğünü düşün! buyurdu. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Allahü teâlâ, Adn ismindeki Cenneti, şu kimseler için hâzırladı ki; günâh işleyecekleri zamân, Onun büyüklüğünü düşünüp, Ondan hayâ ederek, günâhlardan kaçınırlar.) Zünnûn-ı Mısrî hazretleri şöyle anlatır: "Bir gün dağlarda dolaşırken bir topluluk gördüm. Hepsi bir yerinden rahatsızdı. -Siz burada ne yapıyorsunuz? diye sorduğumda bana; -Şurada bir âbid var, her sene bir sefer dışarı çıkar, bize okuyunca hepimiz şifâ buluruz, dediler. Ben de onlara katılarak, dışarı çıksın diye bekledim. Bir adam çıktı. Yüzü sarı, vücûdu zayıf ve gözleri çukurlaşmıştı. Heybetinden dağ sallandı. Sonra şefkatli bir gözle onlara baktı, sonra semâya baktı, onlara doğru üfleyince, hepsi şifâ buldu. Yerine gitmek isterken, eteğine yapışıp; -Allah için onları maddî hastalıklardan kurtardın. Benim de mânevî hastalığımı tedâvi et, dedim. -Ey Zünnûn, elini eteğimden çek! Allahü teâlâ seni gördüğü hâlde, O'nu bırakıp benim eteğimi tuttun. Allahü teâlâ ikimizi de helâk eder, dedi." Nasîruddîn Mahmûd hazretleri; "Amel iki kısımdır. Biri beden ile olan amel olup, herkesin mâlumudur. Diğeri kalbin amelidir. Buna "murâkabe" denir. Murâkabe, kalbinde Allahü teâlânın seni gördüğü ve sana baktığı düşüncesini dâimâ bulundurmandır" buyurmuştur. Fudayl bin İyâd hazretleri, bir gün küçük çocuğunu kucağına alır, okşar ve bağrına basar. Çocuk; -Babacığım beni seviyor musun? der. Fudayl bin İyâd hazretleri; -Evet buyurur. Çocuk; -Peki Allahü teâlayı seviyor musun? der. O da; -Tâbiî seviyorum cevabını verir. Çocuk tekrar; -Peki kaç tane kalbin var? diye sorunca; -Bir tane diye cevap verir. Bunun üzerine çocuk; -Ey babacığım! Bir kalbe iki sevgiyi nasıl sığdırabiliyorsun? deyiverir. Fudayl bin İyâd hazretleri, küçük çocuğunun bu derin mânâlı sözleri, kendi kendine söylemediğini, Allahü teâlânın söylettiğini anlayarak yavrusunu kucağından bırakarak eliyle başını dövmeye başlar ve bundan sonra her an Allahü teâlâ ile meşgûl olacağına söz verir ve oğluna da; -Ey oğlum! Sen ne güzel vâizsin, deyip bağrına basar ve; seni hakîki sevgilinin izni ve emri ile seviyordum buyurur. Edebe riâyet etmekle!.. Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine; -Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz? diye sual edildiğinde; -Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle, cevabını verir. Ebü'l-Hüseyin Nûrî hazretleri; "Kim Allahü teâlânın kendisini dâimâ bildiğini ve gördüğünü düşünmezse, Allahü teâlâ da ona rahmet nazarıyla bakmaz" buyurmuştur. Netice olarak, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "İhlâs, insanların görmesini hâtıra getirmeyip, Yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır."
.
"Topraktan hep güzel şeyler biter"
29 Mayıs 2006 01:00
Allahü teâlâ, kullarına gönderdiği kitapların hepsinde, kibri ve gururlanmayı kötülemiş ve yasak etmiştir. Nahl sûresinin 23. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ, kibirli olanları elbette sevmez!) buyurulmakdadır. Tevâzu, kibrin aksidir ve insanın kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından dahâ üstün ve dahâ aşağı görmemektir. Tevâzu, insan için çok iyi bir huydur. Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: (Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ onu rezîl eder.) Tevâzu eden, Allahü teâlâ indinde büyük olur. Kibirlenen ise, küçülür. İsâ aleyhisselâma, havârîleri; -Ey Allahın Peygamberi! İçimizde, hangimiz büyük, hangimiz küçüktür, diye sorduklarında, İsâ aleyhisselâm: -En büyüğünüz, en küçüktür. En küçüğünüz de, en büyüktür. Yani, kendini büyük gören küçük ve kendini küçük gören de, büyüktür buyurmuştur. Bütün varlıkların özü!.. İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebisine hitaben; "Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak, Rabbine itâat, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı" buyurmuştur. Osman Hârûnî hazretleri buyurdu ki: "Bir kimsede şu üç haslet bulunursa, o kimse Allahü teâlânın sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir, toprakta ise, gül biter." Peygamber efendimiz de, birçok hadîs-i şerîflerinde, kibirli olanları kötülemiş, alçak gönüllü olanları övmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; (Allah rızâsı için tevâzu edeni, yani kendini Müslümânlardan üstün görmeyeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyurulmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâ ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfattan hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bu üç sıfatı; Kibriyâ, Ganî olmak ve Yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şey Ona muhtaç olmak demektir." Bu sebeple kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; (Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak istiyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu. İslâm âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, Müslümânlara tevâzu, alçak gönüllü olmayı emir buyurmuştur. Müslümân egoist olmaz çünkü egoist olanı, Allahü teâlâ sevmez. Görülüyor ki, kibir kötü, tevâzu ise, iyi, güzeldir. Mansûr bin Ammâr hazretleri; "Tevâzû; hakka uymakta, sıkıntılara, acılara sabretmek, dinde bildirilen edeplerle edeplenmek ve başkalarının fazîletini üstün tutup, kendi fazîletini büyük görmemektir" buyurmuştur. Ebû Ali Rodbârî hazretleri sık sık; "Yükselen ancak tevâzû ile yükselir, alçalan da ancak kibirle alçalır" buyururdu. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyuruyor ki: "Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti; kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır." Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna nasihat ederek; "Ey oğlum! Tevâzu ve alçak gönüllülükte toprak gibi, başkasına fayda vermekte meyveli ağaç gibi, cömertlikte akan nehir gibi, ihsân ve iyilik yapmakta deniz gibi, mâlâyâni, faydasız şeyleri konuşmamakta, sükût ve susmakta cansız varlıklar gibi, ayıpları örtmekte karanlık gece gibi olmaya çalış" buyurmuştur. "Halkın cefâsına katlan" Şeyh Nûreddîn hazretleri de, sevenlerinden birisine hitaben: "Cömertlikte güneş gibi, tevâzuda su gibi, tahammülde de toprak gibi ol. Halkın cefâsına katlan" buyurmuştur. Alâeddîn-i Attâr hazretlerine, kabir ziyaretinin esası ile alakalı sorulduğunda, cevabında buyurdu ki: "Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksat, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakk'ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk'a tevâzudur. Çünkü insanlara Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu göstermek makbûldür, kıymetlidir." Netice olarak Akşemseddîn hazretlerinin buyurduğu gibi: "Sâlih bir mü'min, insanlardan gelen sıkıntılara katlanıp, tahammül eden kimsedir. Sıkıntıları göğüsler, belâlar yüzünden şikâyetçi olmaz, düşmanlık beslemez ve düşmanlık tavrı takınmaz. O, toprak gibidir. Toprağa her türlü kötü şey atılır. Fakat topraktan hep güzel şeyler biter."
.
Mert isen, kendine baba ol!
4 Haziran 2006 01:00
Mert; sözlük anlamı itibariyle, yiğit, sözünün eri, özü sözü doğru demektir. Nâmert ise; mert olmayan, korkak, alçak anlamındadır. Allahü teâlâ, bu dünyayı, amel, ibadet yeri olarak yaratmıştır. Bunun için, ibâdetleri, tâ'atleri yapmakta, haramlardan sakınmakta, mert olmalı, gevşek, kaypak olmamalıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben buyurdu ki: "Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmaktan, pişmân olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamânıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz." Allahü teâlâ, rûhları yarattığı zaman, hepsine hitaben; -Elestü bi Rabbiküm=Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorduğunda, bütün rûhlar; -Kâlû belâ=Evet Rabbimizsin, diye cevap verdiler. Allahü teâlâ, Peygamberleri vasıtası ile, verilen bu sözü kullarına hep hatırlatmıştır. Sözünde sadık olup mert olanlar, bu dünyaya geldikleri zaman, rûhlar âleminde verdikleri bu sözde durup, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmışlar ve ebedi saadete kavuşmuşlardır. Verdikleri sözü unutan nâmertler ise, nefsinin kulu ve kölesi olup, sonsuz felâkete sürüklenmişlerdir. "Kurbağa da yüzer!" Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa'îd Ebülhayr hazretlerine; -Falanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? dediklerinde, cevabında; -Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer, buyurur. -Falan adam havada uçuyor, dediklerinde; -Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti vardır, buyurur. -Falan kimse, bir anda bir şehirden diğer şehre gidiyor, dediklerinde ise; -Şeytân da, bir solukta doğudan batıya gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz, buyurur. Muhammed bin Münkedir hazretleri, ticaretle meşgul olurdu. Mağazasında çeşitli kumaşlar satardı. Bunlardan bazısının fiyatı beş altın, bazısınınki ise, on altın idi. Bir gün, kendisi yokken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına satar. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü aratır ve onu bulunca; -Bu kumaş beş altından ziyâde etmez, der. Köylü; -Ben bunu, seve seve aldım, deyince; -Ben kendime uygun görmediğimi din kardeşime de uygun görmem. Yâ satıştan vazgeç, veyâ beş altını geri al, yâhut da gel, on altınlık kumaştan vereyim, buyurur. Köylü beş altını geri alır ve orada rastladığı birisine; -Bu mert kimdir? diye sorar. -O, Muhammed bin Münkedir'dir, derler. Köylü bu ismi duyunca; -Sübhânallah! Bu, öyle bir kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur duâsına çıkıp, onun adını söylediğimiz zamân rahmet yağıyor, der. Bir zaman Hârûn Reşîd, Fudayl bin İyâd hazretlerine gelerek ondan nasihat ister. Sohbetten sonra Hârûn Reşîd hazretleri; -Birisine borcun var mıdır? diye sorar. O da; -Evet, Allahü teâlâya borcum var. O da itâattır, huzûruna böyle borçlu çıkarsam vay hâlime, buyurur. Hârûn Reşîd hazretleri; -İnsanlara borcun var mı demek istiyorum, der. -Allahü teâlâya şükür olsun ki, bana çok nîmetler verdi, hiç şikâyetim yoktur, buyurur. Bunun üzerine Hârûn Reşîd hazretleri, onun önüne bin altın koyup; -Bunlar helâldir. Annemin mîrâsındandır, der. Fudayl bin İyâd hazretleri; -Bütün bu nasîhatlerimin sana hiç faydası olmadı, buyurur ve yanından kalkıp gider. Daha sonraları, Hârûn Reşîd hazretleri, Fudayl bin İyâd hazretlerinin ismi anıldığında; -Ah! Ne insandır o! Hakîkaten mert kimsedir, derdi. "Sen O'ndan uzaksın!" Hamîdüddîn Nâgûrî hazretlerine; -Mülkün sâhibi nerededir ki, kalb yüzünü O'na çevirelim? denildiğinde, şöyle cevap verir: -Nerede değildir ki? "Nereye yönelirseniz, Allah'adır" âyet-i kerîmedir. Dünyâ ve âhiret nasîbinden vazgeçip mert olmak ve nefsin lezzetlerini terk etmek lazımdır ki, nerede bulunursa, O'nunla olsun. Nereye giderse, O'nunla gitsin. Ne söylerse O'nunla söylesin, ne ararsa O'nunla arasın. Sakın, O'nun senden uzak olduğunu sanma! Belki sen O'ndan uzaksın. Sen, sensiz sende yok olursan, başkasına açılmayan kapı sana açılır ve sana, seninle maksat gösterilir... İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri nakleder: "Hocam Osman Fadlı Efendinin huzurunda, bazı Hristiyan ve Yahûdîlerin, herkese mertçe, cömertçe davrandıkları, iyilik ettikleri söylendiği zaman, cevabında; 'Böyle olmak, ebedî saâdet sâhiplerinin alâmetidir. Böyle olanların îmâna kavuşmaları, sonlarının felâh, kurtuluş olması umulur' buyurdu." Netice olarak, mert olan, Rabbini, sahibini ve cenâb-ı Hakka rûhlar âleminde verdiği sözü unutmaz, nefsinin esiri, kölesi olmaz. Kısacası din büyüklerinin buyurduğu gibi; "Mert isen, kendine baba ol!.."
.
Günahların bağışlanabilmesi için...
5 Haziran 2006 01:00
Allahü teâlâ, tövbe edenleri sever, affeder. Tövbe için, kul hakkı bulunan günahlar için, hak sâhiplerine haklarını ödemek veyâ helâl ettirmek, gıybet ettiği kimselerden af dilemek ve rızâsını almak, yapmamış olduğu farzları kazâ etmek de farzdır. Bunlar, tövbenin kendisi değil, şartlarıdır. Bir lirayı sahibine geri vermek, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan ve yetmiş nâfile hacdan daha iyidir. Günâhı bir daha yaparsam tövbem bozulur diyerek, tövbe yapmamak doğru değildir, câhilliktir, şeytânın aldatmasıdır. Her günâhtan sonra, hemen tövbe etmek farzdır. Tövbeyi bir saat geciktirince, günâh iki kat olur. Tövbe ettim demek, tövbe olmaz. Çünkü, tövbenin sahîh olması için üç şart lâzımdır: 1- Hemen günâhı bırakmalıdır. 2- Günâh işlediğine, Allahü teâlâdan korktuğu için, utanmak ve pişmân olmak lâzımdır. 3- Bu günâhı bir daha hiç yapmamaya gönülden söz vermektir. Allahü teâlâ şartlarına uygun olan tövbeyi kabûl edeceğine söz vermiştir. Tövbemiz tövbeye muhtaç! Hasan-ı Basrî hazretleri tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâllaşmakla yapılması lâzım olduğunu bildirmiş, şartlarına uygun olmayan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için de; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır" buyurmuştur. Ahmed bin Âsım Antâkî hazretlerine; -Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir? denildiğinde cevabında: -Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha dönmemesidir, buyurmuştur ki, işte bu hal, tövbe-i nasûhtur, yâni bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tövbedir. Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, talebesinden birisinin, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine; "Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir" buyurmuştur. Ahmed Câmî hazretlerine yirmi iki yaşında iken tövbe etmek nasîb olur. O yaşa kadar arkadaşları ile zevkü sefâ içinde yiyip içer. Bir gün içki getirmek sırası kendisine gelir. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardır. İçki almak için gidip baktığında hiçbirinde şarap bulamaz. Şaşırıp kalır. Sonra merkebi ile şarap almak için bağa gider. Oradaki şarapları merkebe yükler. Merkep yürümemekte inat eder. Hayvanı yürütmek için sertleştiği anda; "Ahmed! Niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde etmeden yürümeyeceğini bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl ederiz" diye bir ses işitir. Hemen yere kapanır ve; "Yâ Rabbî! Tövbe ettim. Bundan sonra hiç şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım" diye yalvarır. Merkeb yürümeye başlar. Arkadaşlarının yanına varıp şarabı önlerine koyduğunda, arkadaşları; -Sen de iç derler. -Ben tövbe ettim cevabını verdiği halde, arkadaşları içirmek için ısrâr ederler. Tam o anda; "Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir" diye bir ses duyar. Bunun üzerine hemen alıp içer. Fakat şarap, Allahü teâlânın kudreti ile bal şerbetine çevrilmiştir. Orada bulunanlara da tattırır ve arkadaşları da tövbe ederler... Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir gün talebeleriyle giderken, yollarının üzerinde akıldan özürlü olanların tedavi edildiği bir yere rastlarlar. Talebelerden birisi, orada tedâvi için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp; -Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır? diye sorar. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı bir hasta, Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin dua ve teveccühü ile şöyle der: "Kanâat kaşığıyla yemeli!" -O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istigfâr yaprağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyla hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir... Ebû Bekir Kettânî hazretleri buyuruyor ki: "Tövbe, şu altı şeyi ihtivâ eder: Yaptığına pişman olmak. Bir daha günah işlemeyeceğine azmetmek. Kaçırdığı farzları yerine getirmek. Üzerinde olan hakları sâhiplerine vermek. Haramdan hâsıl olan vücuttaki fazlalıkları atmak. Bedene, günahın tadını tattığı gibi, ibâdet zevkini tattırmak." Netice olarak Ebû Abdullah Seczî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Âzâlarıyla ve kalbiyle günâh işleyip de, sâdece dili ile tövbe eden, âzâsını ve kalbini günahlardan uzak tutmayan kimse ne kötü kuldur!.."
.
İnsanın yaratılmasındaki maksat...
23 Temmuz 2006 01:00
Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibâdet etmek için yarattı. İbâdet, züll ve zillet demektir. Yani insanın, yaratanına, sahibine karşı, hakîr, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Allahü teâlânın güzel ve çirkin dediklerine teslîm olmak, Onun gönderdiği Kitâba, Peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir. Bir insan, herhangi bir işi, Allahü teâlânın izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Ona kulluk yapmamış, Müslümânlığın îcâbını yerine getirmemiş olur. Kulun vazîfesi, dilediğini yapmak değil, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Onun emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsûstur ve yalnız Onun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. İmâm-ı Rabbâni hazretleri buyuruyor ki: Abdiyet, kulluk makâmı... "İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezîz yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal, mülk toplamak, nimetlenmek, oyun ve eğlence değildir. Yaratılmasından maksat, Allahü teâlâya karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak içindir. Maksat, kulluk vazîfelerini yerine getirmektir. Evliyalık makâmlarının sonu, abdiyet, kulluk makâmıdır. Bunun üstünde makâm yoktur. Esas maksat, Hak teâlâya ibâdet etmek, kulluk yapmak ve marifete kavuşmaktır. Bundan murat, Allahü teâlâyı tanımak olup, bu da Allahü teâlâda fânî olmaya bağlıdır." İnsanın bu dünyâya getirilmesinden, yaratılmasından maksat, Allahü teâlânın marifetini elde etmek içindir. Marifet yani Allahü teâlâyı tanımak ise, iki şekilde olur. Birincisi, fen yolu ile düşünmekle hâsıl olur. Bunu, İslâm âlimleri bildirmişlerdir. İkincisi kalbde hâsıl olur. Bu ise, evliyânın kalbinden gelir. Birincisi, ilim olup, akıl ve fikir ile hâsıl olur. İkincisi ise, hâldir. Buradan maksad, mahlûklara olan meyli, muhabbeti yok etmek, kulluk yapmayı öğrenmek, insanın âciz ve muhtâç olduğunu anlamasıdır. İbâdet yapmaktan maksat, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya itâat ve Ona hürmettir, kulluktur. Kulluk, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, başkasına bağlanmamak ve bütün isteklerinden kalbini temizlemek demektir. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, talebelerinden birine yazdığı mektupta buyuruyor ki: "Bu âleme niçin gelindiğini, asıl maksadın Allahü teâlâya kulluk olduğunu bilmelidir. Can bedende iken mârifetullahı isteyip, dünyâ ve âhiret saâdetine mazhar olmalıdır. Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, İksir-i âzam yani her derde devâ gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir. Bir nefeste iki nîmet vardır. Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatte, her saate bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan, bütün işlerini bıraksa, şükür, şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse yine şükrün hakkını edâ edemez." İslâm dîninde en mühim maksat, Muhabbetullah yani Allahü teâlânın sevgisi olduğundan, Allahü teâlâ, her gün beş vakit namazda nice kerreler zikredilerek, kalb kuvvetlendirilmektedir. Kalbin ve rûhun kuvvetlenmesi ise, Allahü teâlâya kavuşmaya sebep olur. Beş vakit namâzda okunan tesbîhlerin ve tekbîrlerin hepsi, bu esâs maksat için olduğundan, bunlardan, bir mümine aslâ bıkkınlık ve usanmak gelmediği gibi, rûhun gıdâsı oldukları, kalbi ve rûhu kuvvetlendirdikleri meydândadır. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri: "İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır" buyurmuştur. İkisi bir arada olmaz!.. Dünyayı maksat edinmemelidir. Dünya, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünya ve ahiret bir arada olmaz. Dünyaya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyaya düşkün olanlar ahirette zarar görür. Dünyaya düşkün olmamanın ilacı ise, İslamiyet'e uymaktır. Senâullah-i Pânî Pütî hazretleri: "Dünyâya fazla kıymet vermeyiniz. Dünyâ lezzetleri sıkıntı çekmeden ele geçmiyor. O da az bir şeydir. Bu geçici ve az bir şey olan lezzetlere dalıp da, âhiret saâdetini elden kaçırmak ve ebedî felâkete düşmek ahmaklıktır. Din ve dünyâ faydası bir araya geldiği zaman, tercihini din menfaatini öne almakta kullan. Dünyâda zâten takdir edilen şey insana ulaşır. Resûlullah efendimiz; (Bütün maksatlarını tek bir maksat edinenin yâni maksat ve düşüncesi âhiret olanın dünyâsına Allahü teâlâ kefildir) buyurdu" buyurmaktadır. Netice olarak, insanın yaratılmasından maksat, kulluk yapması içindir. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır. İnsanın, Allahü teâlâ için yaptığın her şey, ihlas, halk için yaptıkları ise, riyâdır.
.
Eşin dostun gönlünü almak için...
24 Temmuz 2006 01:00
Kalb, gönül; yürek denilen, et parçasına yerleştirilmiş nûrânî ve mânevî kuvvettir. Ve kalb kırmak, gönül yıkmak, Kâbe'yi yıkmaktan dahâ büyük günâhtır. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten, küfürden yani inkârdan sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. Mü'minin kalbini incitmek, kırmak ise, Kâbe'yi birkaç kere yıkmaktan dahâ büyük günâhtır. Zira hadis-i şerifte; (Bir Müslümânı haksız olarak incitmek, Kâbe'yi yetmiş kere yıkmaktan dahâ günâhtır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbâni hazretleri buyuruyor ki: "Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mü'min olsun, âsî olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, âsî olan komşuyu da korumak lâzımdır. Sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. Çünkü, Allahü teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi döğülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik mâliki, sâhibi olan efendinin şânını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlûkları, ancak izin verdiği, emreylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hattâ, onun emrini yapmak olur." Kâfir bile olsa incitme! Ahmed Yesevî hazretleri de; "Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma. Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir" buyurmuştur. Müslümân olan ve dînini kayıran akrâbasını ziyâret eden bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevâbı verilir. Gönül almak ziyâreti ise, bundan daha çok sevaptır. Peygamber efendimiz, gönül almak için, müşriklerin ve münâfıkların hastalarını bile ziyâret ederlerdi ve eshâb-ı kiramdan Mu'âz bin Cebel hazretlerine hitaben; (Yâ Mu'âz! Ayıpları gizle, kimsenin ayıbını yüzüne vurma! Farzlardan başka kıldığın namâzları ve ibâdetleri kimseye söyleme! Dünyâ işini âhiret işinden büyük görüp, evvel yapma! Hiç kimseye hor bakma! Kimsenin gönlünü kırma, herkesle hoş geçin. Eğer bu şekilde hareket etmezseniz elem verici azâba uğrarsınız) buyurmuşlardır. Kalb kırmamak, gönül yıkmamak bu kadar mühim olmasına rağmen, insanların gönlünü hoş etmek için, haram işlemek, günaha girmek, caiz değildir. Fetâvâ-yı Hindiyyede deniyor ki: "Herkesle müdârâ ederek sohbet etmelidir. Yani hep tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. İyi ve kötü herkesle karşılaşınca, böyle olmalıdır. Fakat, kötülere müdâhene etmemeli, onun sapık yolundan râzı olduğunu zanettirmemelidir." Müdârâ, İslâmiyetin dışına çıkmadan, gönül almaktır. Müdâhene ise, birinin gönlünü alırken, İslâmiyetin dışına çıkmak, günâha girmektir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veyâ başkasının malı ile sadaka verse, yâhut harâm para ile mektep, câmi yaptırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, câhillik olur. Zulüm, günâh, iyi niyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevaptır. Herhangi bir kimsenin, arkadaşlarının gönlünü hoş etmeyi niyet ederek, içki içmeden, onlarla oturması câiz olur demek ve (Amel, niyete göre değerlenir) hadîs-i şerîfini söylemek, doğru değildir. Çünkü niyet, ibâdetlere ve mubâh işlere tesir eder. Harâm işler, iyi niyetle câiz olmaz. Yiğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden kimse, cihâd sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyet ile yapılınca, hayır, iyilik olup sevap kazanılır. Fakat, mü'min kardeşinin gönlünü hoş etmek niyeti ile harâm işlemek câiz olmaz ve (Mü'mini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i şerîfine uyulmuş olmaz. Ancak zarûret ve fitne uyandırmamak için, içki içmemek şartı ile onlarla oturabilir ise de, önceden bundan sakınmak lâzımdır. Kendini ateşe atmak!.. Ölüden veyâ diriden dilekte, istekte bulunan bir kimsenin, ibâdet mi, yoksa onu vesile mi ettiğini, yani niyetinin ne olduğunu anlamak için, bu kimsenin, dilekte, istekte bulunurken İslâmiyetin dışına çıkıp çıkmadığına bakılır. İslâmiyetin dışına çıkıyorsa yani istekte bulunduğu kimsenin gönlünü hoş etmek için, harâm işliyor veyâ farzı yapmıyorsa, istekte, dilekte bulunduğu kimseye tapındığı anlaşılır! Görülüyor ki, diriden dilekte bulunurken, onun gönlünü hoş etmek için, İslâmiyetin dışına çıkan kimseler, imanlarını tehlikeye sokmaktadırlar. İslâmiyetin dışına çıkmadan, haram işlemeden, diri veya ölü herhangi bir kimseyi vesile ederek istekte bulunanlar ise, Allahü teâlânın emrini yapmakta, yani sebebe yapışmaktadırlar. Netice olarak, eşin dostun gönlünü almak için günah işlemek, kendini ateşe atmak, akıllı kimsenin yapacağı şey değildir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Ehlin, âilenin gönlünü almak için, günah işlemek, ahmaklıktır."
.
Seven, sevdiğine itâat eder...
30 Temmuz 2006 01:00
Bir kimseyi seviyorum deyince, ona karşı mecâzî muhabbeti olduğu anlaşılır. Her Müslümân, Resûlullah efendimizi böyle sevmektedir. Zaten Müslümân olmak için, bu kadar muhabbet kâfîdir. Hakîkî sevginin hâsıl olması için, Peygamber efendimizin sözlerini, işlerini, hâllerini ve ahlâkını öğrenmek ve bunları da sevmek lâzımdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Seven ve sevgiliden başka her şeyden kesilen, sevdiğine kavuşur. Böyle sevgisi olmayan ise, bu kavuşmayı ancak öğrenir, bilir ve bu bilgisini büyük nimet sanır" buyurmuştur. Eğer bir kimsede hakîkî sevgi çok olursa, sevdiğinden başka her şeyi, hattâ kendini bile unutur. Çünkü sevilene itâat edilir ve her şeyde ona tâbi olunur. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, Allahın dostlarını sever, düşmanlarını düşman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, îmânı kâmil olur) buyuruldu. Sözünün eri olmak!.. Sevenin, sevdiğinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini de, sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır, kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Ona münâfık denir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki, "Falan âbide söyle: Dünyâda zühd ederek, nefsini rahata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yaptın?" Âbid sordu: "Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır?" Allahü teâlâ buyurdu: "Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?" buyuruldu.) Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeyi, düşmanlarına düşmanlık etmeyi îcâbeder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olanların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyânın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb ettiriyor. Peygamber efendimiz; (Bir kimse, beni çocuğundan ve babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz) buyurmuşlardır. Allahü teâlâyı sevenin, Onun Resûlünü de sevmesi vâcibdir. Sâlih kulları da sevmesi lâzımdır. Süfyân bin Uyeyne hazretleri; "Allahü teâlâyı seven, Allahü teâlânın sevdiklerini de sever. Allahü teâlânın sevdiklerini seven, Allahü teâlânın rızâsı için sever" buyurmuştur. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikçe sözünün eri sayılmaz. Buna yalancı denir. Abdullah-i Ensârî hazretleri buyuruyor ki: "Ebül-Hüseyn bin Sem'ûn, bir gün hocam Husrîyi incitmişti. O ândan beri, kalbimde ona karşı soğukluk duyuyorum." Büyüklerin meşhûr olan; "Üstâdını incitene darılmaz, gücenmez isen, köpek senden dahâ iyidir" sözünü burada hâtırlatmak yerinde olur. Herkes neyi severse onun zikrini çok eder. Allahü teâlâyı seven Allahı, Resûlullah efendimizi seven O'nu, evliyâyı seven evliyâyı çok zikreder, anar. Yâni hiç hatırından çıkarmaz. Çünkü çok sevilen, insânın kalbinden, hâtırından hiç çıkmaz. Her mü'minin, Resûlullah efendimizi çok sevmesi lâzımdır. Onu çok seven, Onu çok anar, çok söyler, çok över. Hadîs-i şerîfte; (Bir şeyi çok seven, onu çok anar) buyuruldu. Nitekim çocuklarını, hanımını, tarlasını, bağını, bahçesini, parasını seven, bunları hiç gönlünden çıkarmaz. Herkes kalbini yoklarsa, kimi çok sevdiğini anlar. Herkes sevdiği ne emrettiyse onu cânı gibi yerine getirir. Bâzısını yapar, bâzısını yapmazsa sevgisi az, hiç tutmazsa sevmediği anlaşılır. Akıl ve ilim sâhipleri... Nefsine düşkün olan, nefsinin arzûlarına kavuşmak için, yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sâhipleri ise, medenî insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası, iyiler iyileri, kötüler de kötüleri sever. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl bir adam olduğu anlaşılır. Hadîs-i şerîfte; (Herkes, kendisine ihsân edeni sever. Bu sevgi, insânın yaratılışında mevcûttur) buyuruldu. Netice olarak sevgi, itâat demektir. Yani seven, sevdiğine itâat eder. Sevginin derecesi, itâatteki sürat ile ölçülür. Bir kimse, "Ben ehl-i sünnet âlimlerini, bu büyükleri seviyorum" deyip de, bunlara ve bunların bildirdiklerine itâat etmezse, bu kimse yalancıdır. Vücuttaki herhangi bir hücre, beyinle bağlantısını kopartınca kanserleştiği gibi, bu büyüklerle, İslam âlimleri ile irtibatı, bağlantısı kesilen kimse de, iflâh olmaz. Bunun için, bu büyüklerin kıymetli eserlerini, kitaplarını okumalı, irtibatı, bağlantıyı hiç kesmemelidir. Ve Abdullah bin Mübârek hazretlerinin buyurduğu gibi: "Allahü teâlâya isyân ederken, O'nu sevdiğini nasıl söyleyebilirsin? Eğer sevgin doğru olsaydı, O'na itâat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itâat eder."
Dünya için yapılan, dünyadır...
31 Temmuz 2006 01:00
Dünyâ, yok olmak için yaratıldı ve yok olacaktır. Âhiret ise, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünyâ ile âhiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Dünyâ hayâtı, iş yapacak zamândır. Keyif yapacak, eğlenecek zamân ileride gelmektedir. Orada, dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecektir. İş zamânını eğlence ile geçirmek, çiftçinin tohum ekmemesi ve mahsûl almaması gibidir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Bu dünyâ, âhiret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhiret için hâzırlanmalı, hem de dünyâ ihtiyâçlarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhiret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır. Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhiret ticâretine mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Dünyâ ticâretinin âhirete yaraması ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır." Dünyâ menfaatini düşünmemeli İslâmiyetin emrettiği bir şey, dünyâ menfaati için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhiret menfaati için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. İslâmiyetin istediği vazîfelerde dünyâ için ne kadar fayda bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için ve âhirette, azâbdan kurtulmak için yapmak lâzımdır. Böyle niyet edince, dünyâ faydalarını düşünmek, zarar vermez. İbâdetleri âdetten ayırmak için, dünyâ menfaatlerini düşünmemek şart olmuştur. Allah için ve âhiret menfaati için yapılan şeyler, ibâdet olmuştur. Dünyâ menfaati için yapılan şeyler, âdet sayılmıştır. İslâmiyette niyet o kadar mühimdir ki, islâmiyetin emrettiği bir şey, dünyâ menfaati için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhiret menfaati için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Hûd sûresinin 16. âyetinde meâlen; (Dünyâda yaşamayı ve eğlenmeyi isteyenlerin çalışmalarının karşılığını bol bol veririz. Bir şeyi esirgemeyiz. Bunlara âhirette yalnız Cehennem ateşi verilecektir. Emekleri âhirette boşa gider. Yalnız dünyâ için yaptıkları işlerine, âhirette bir karşılık hâsıl olmaz) buyuruldu. Resûlullah efendimiz de; (Allahü teâlâ, âhiret için yapılan iyiliklere dünyâda da mükâfât verir. Fakat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhirette hiç mükâfât vermez) buyurmuşlardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyâda nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mümin, âhirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyânın ömrü, âhiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi?" Dünyâ ile güreşmeye gelmez! Ebû Süleymân Dârânî hazretleri de buyuruyor ki: "Dünyâ, kendisini isteyenden kaçar, kendinden kaçanı kovalar. Kendinden kaçanı yakalayabilirse, yaralar. Kendini isteyip bağlananı ise öldürür. Çünkü dünyâ ile güreş etmeye gelmez. İnsanı yener, sırtını yere getirir. Dünyâya bağlanmak, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya mâni olan bir perdedir. Âhireti düşünmek ise, gönlün canlanmasına sebeb olur. İbret almakla ilim, tefekkür ile de Allah korkusu artar. Dünyâ sevgisinin yerleştiği bir kalpte, âhiret düşüncesi göç edip gider." Netice olarak; dünyâda iki çeşit iş vardır. Birincisi, dünyâya yarayan, diğeri ise, Ahirete yarayan işlerdir. Dünyâda dünyâ için yapılan işlerin hepsi dünyâdır. Namaz dahi olsa böyledir. Ahiret için yapılan yani âhirete gönderilebilen işler ise, âhiret işidir. Her işimizi yaparken bakmalıyız; biz bu işi niçin yapıyoruz. Allah rızası için yaptıklarımız, âhirette karşımıza ecir olarak çıkacaktır. Esas iş de, âhiret işidir. Bu yüzden mümin çok iyi bir tüccar olmalıdır. Ahiretteki niçin sorusuna cevap aramalıyız. Niçin yemek yiyoruz, niçin evleniyoruz, niçin konuşuyoruz... Allahü teâlânın rızası için olmayan her iş, dünyâlıktır, kıymetsizdir.
.
Kendinden tiksinmeyen kurtulamaz...
6 Ağustos 2006 01:00
Kibir, her iyiliğe engel olduğu halde, tevazu, her iyiliğin anahtarıdır. Kusuru başkasında arayan bir kimse, sevimsizleşir. Bunu hiç kimse sevmez ve böylelerinin etrafında insan kalmaz, hatta bunlar, dost edinemezler. Zira; "Toprak ol toprak, gül bitsin sende. Ancak topraktır kavuşan güle" buyurulmuştur. Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir, dağda, sert toprakta yetişmez. Hikmet de, mütevazı olanların kalbinde gelişir. Kibirli, kendini beğenenlerin gönlünde gelişmez. Takıyyüddîn Sübkî hazretleri buyurdu ki: "Düşündüm ve gördüm ki, bütün fesâdın başı kibirdir. Kibir, şeytanın büyüklenip kendini beğenmesi ile işlenen ilk günahtır. İnsan, kalbinde kibir hâsıl olduğu zaman, kendisini büyük görüp, başkalarını aşağı görür. Kibir, kalbi nasîhat kabûl etmekten ve emre itâat etmekten alıkoyar. Ama kalbde kendini hor ve hakîr görme hâsıl olunca, İslâm âlimlerine itâat eder ve sözlerini dinler. İslâm âlimlerinin söz ve nasîhatleri ona tesir eder ve Hakk'ı tanır. Nihâyet her hayır ve iyiliğe kavuşur." Tevazu ehli olmak için... Bir kimse, başını yükseğe kaldırırsa, tavana değer ve başı yaralanır. Şayet başını eğerse, tavan ona gölgelik eder ve kendini korur. Abdurrahmân Tafsûncî hazretleri buyuruyor ki: "Dinde farz ve vâcib olan emirler yerine getirilince, tevâzu sâhibi olmakla berâber, kahramanlık göstermenin bir zararı olmaz. Fakat sünnet, nâfile olan bir amel ve taleb edilen bir ilim, kibir ile berâber ise, hiçbir fayda vermez." Kibirden kurtulmak, tevazu ehli olmak için, yaşlı birini görünce, "Bu benden daha çok ibadet etmiştir", genç birini görünce, "Bu benden genç, benden daha az günah işlemiştir" demelidir. Bid'at sahibi veya bir kâfiri gürünce de, "Bu, hidayete kavuşabilir, ben de Allah saklasın sapıtabilirim. Şu andaki durum değil, netice önemlidir. İman ile öleceğimi bilmediğime göre, nasıl kibrederim?" demelidir. Bid'at ehline kızmak gerektiği halde, kibirlenmek caiz olmaz. Kızmak başkadır, kibirlenmek başkadır. Günah bataklığına düşmüş olanlara da bu gözle bakmalı ve "Onlar hidayete kavuşur, tövbe eder de, ben imanımı kurtaramazsam halim nice olur" diye düşünmeli, kendi sonundan korkmalı ve kimseye karşı kibirlenmemelidir. Mesela; bir hükümdar, göz bebeği olan biricik çocuğunu terbiye etmesi için hizmetçisine verip, "Kusur edince döversin" dese, hizmetçi, hükümdarın yanında çocuğun kıymetini bildiği için, hatasından dolayı çocuğa kızarsa da, kendini çocuktan üstün göremez, ona karşı kibirlenemez. Bunun gibi, bir Müslüman da, Allahü teâlâyı inkâr ve isyân edenlere, kızsa da, onlara karşı kibirlenemez. Muhammed Bâkır hazretleri; "Bir kimsenin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında da, o kadar noksanlık var demektir" buyurmaktadır. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir gün yolda giderken yanından geçen bir köpeği görür ve köpeğe değip necâset bulaşmasın diye eteklerini toplar. O anda köpek dile gelip, şöyle der: -Bendeki kir, üç defâ yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri, yedi deryâda yıkansa temiz olmaz!.. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, köpeğe; -Senin dışın pis, benim ise içim. Gel berâber olalım da belki birbirimize faydamız olur, der. Köpek de; -Sen benimle arkadaş olamazsın. Zîrâ halk beni horlar, sana tâzim eder. Beni gören taşlar, seni gören ise iltifâta başlar. Benim yarına yiyecek bir kemiğim bile yok, ama senin bir ambar dolusu buğdayın var, cevâbını verir. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Bir köpeğe bile yol arkadaşı olmaya lâyık değilim" diyerek çok üzülür ve ağlar. Kibir, hırs ve böbürlenme... Hâtim-i Esam hazretleri buyuruyor ki: "Şu üç halde iken seni ölümün yakalamasından sakın! Kibir, hırs ve böbürlenme halleri. Çünkü Allahü teâlâ kibirlenen kimseye en miskin kimseden gelen bir zillete düşürmeden, gururlanan kimseyi aç ve susuz bırakmadan, yemek istediği bir şeyin boğazından geçmesine mâni olmadan, hırslı kimseyi de idrâr ve necâsetin içinde bırakmadan bu dünyâdan ayırmaz." Netice olarak, bir kimse, herkesi haklı, kendisini haksız bulmadıkça, kendi kusur ve noksanlarını bırakıp, başkasının kusuru ile meşgul oldukça, manevi bakımdan zerre kadar ilerlemesi mümkün değildir. Nefsini aradan çeken, herkesle iyi geçinir, huzurlu olur. Bunun için nefsi aradan çekmeli, kimseyi tenkit etmemeli, kendini beğenmemeli hatta kendinden iğrenmelidir. Çünkü kendinden tiksinmeyenin kurtulması çok zordur. Din büyüklerinin sevdiklerine, talebelerine hep buyurduğu gibi: "Nefsinizi aradan çekin. Kimseyi tenkit etmeyin. Kendinizi beğenmeyin ve kendinizden iğrenin. Zira kendinden tiksinmeyen kurtulamaz. Yapmadığınızı söylemeyin. Bir gün mutlaka öleceğiz ve yaptıklarımızın hesabını vereceğiz.
.
Evlâda acımak demek...
7 Ağustos 2006 01:00
Evlât, ana baba elinde emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçükken, hiçbir şekle girmemiş, temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur'ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdette anaları, babaları ve hocaları da ortak olurlar. Eğer çocuklara, bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa, o çocuklar, bedbaht olurlar. Yapacakları her kötülüğün günâhı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!) buyurulmaktadır. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, harâmları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Peygamber efendimiz; (Bütün çocuklar Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar) buyurmaktadır. Müslümânın birinci vazîfesi Bunun için, her Müslümânın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmek olmalıdır. Evlât, büyük bir nimettir ve nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Yemek, içmek, bedenin rızkıdır. Kalbin, rûhun rızkı ise, imândır, din ilimleridir. İnsan okumaz, din bilgilerini öğrenmezse, kalbi rızıksız kalır. İmândan mahrum olan bir kalb, günah işlemeye başlar, hasta olur ve neticede ölür. Kalbin ölmesi ise, Allah korusun kâfir olması demektir. Evlâdına Allahü teâlâyı, Onun Peygamberini, haramları, namaz kılmayı, Kur'an-ı kerimi öğretmeyen bir baba, evlâdının hem dünya, hem de âhiret kâtili olmaktadır. Böyle bir baba veya anne, dünyanın en merhametsiz babası ve annesi durumundadır. Çocuğun bedenî ihtiyaçlarını, yemesini, içmesini temin etmek, onu sıcaktan, soğuktan korumak, anne ve babanın vazifesidir. Bunları yerine getirmek, çocuğa karşı bir merhamet ise de, asıl merhamet, çocuğu Cehennem ateşinden korumaktır. Çocuk yoruluyor, zorlanıyor, uykusunu alamıyor diyerek, çocuğu namaza alıştırmamak, sabah namazına kaldırmamak, çocuğa merhamet değil, onu merhametsizce ateşe atmak demektir. Bir doktor, hastasını iyi edebilmek için, acı ilâçları vermekten çekinmiyor. Hastasına dokunan yiyecekleri ona yasak ediyor. Hatta gerektiği zaman, canının yanmasına, acı çekmesine aldırmadan hastasını ameliyat ediyor. Şimdi bu doktor, hastasına düşman olduğu için mi bunları yapıyor? Hastasını sıhhate kavuşturmak, daha doğrusu merhametinden dolayı böyle yapmaktadır. Evlâdına acıdığını, merhamet ettiğini söyleyen ana-baba da, tıpkı bir doktor gibi, acı da olsa, zor da gelse, yorulsa da, çocuğuna Allahü teâlânın emirlerini öğretmek ve yaptırmakla görevlidir. Anne-baba, ne kadar merhametli ise, evlâdına o kadar İslâmiyeti öğreticidir. Anne-baba, ne kadar merhametsizse, evlâdına o kadar dünyayı öğretici ve âhireti unutturucudur. Ölçü budur. Kaldı ki, o evlât, her günah işleyişte, anasına, babasına da yazılır. Eğer evlât ibâdet ederse, her ibâdet yapışta, anasına, babasına da yazılmaktadır. Şunu da hiçbir zaman unutmamak lâzımdır ki, bir ağaç, ya meyve verir kendinden istifade edilir veya ateş yakmak için odun olur. Bunun için her anne ve baba, evlâdı hakkında, meyve veren ağaç mı, yoksa sobaya gidecek odun mu yetiştirdiğine bakmalıdır. Ateşe kim dayanabilir? Ateşe hiç kimse dayanamaz ve dayanamayız. Allahü teâlâ hepimizi yanmaktan korusun. Bu sebeptendir ki, insanın, önce kendisine merhamet etmesi yani kendini ateşten, Cehennem azâbından koruması lâzımdır. Eğer bu kimsenin merhameti çoksa, o zaman çoluk çocuğuna da merhamet etmesi, onları da ateşten, Cehennem azâbından koruması lazımdır. Çoğumuz, evlâdım okusun, yurt dışına da gitsin, bilgisini artırsın diye düşünürüz. Elbette bir baba ve anne olarak, evlâdımızın bilgisinin, görgüsünün artmasını isteriz ve bu hakkımızdır. Ancak, okuttuğumuz, yurt dışına gönderdiğimiz evlâdımız, dinini doğru olarak öğretemediğimiz için Cehenneme giderse... O zaman anne-babanın yüreği yanmaz mı? Çocuğun geleceği, istibâli çok önemlidir. Ama önce âhiret istikbâlini kurtarmalıdır. Çünkü dünya geçici ve zaman da, çok dardır, azdır. Böyle kısa bir ömür için, bir anne veya bir baba, o üzerinde titrediği güzel evladına, nasıl kıyar da ateşe atabilir? Netice olarak, eğer bir anne ve baba, evlâtlarına, İslâmiyetin ve din büyüklerinin sevgisini veremiyorsa, çocuklarını sadece nefisleri için seviyorlarsa, çocuklarının baş düşmanıdırlar. Çocuk, bir emânettir ve emâneti de, yerinde kullanmak gerekir.
.
Emr-i marûf yapmamak!..
13 Ağustos 2006 01:00
Cihâd; emr-i marûf ve nehy-i anil-münker demektir. Yani Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Onun kullarına ulaştırmak, inkâr edenlere imânı, imân edenlere de ilm-i hâllerini öğretmek, onların harâm işlemelerine mâni olmak, sonsuz felâketten kurtarmak demektir. Peygamber efendimiz, Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Selef-i sâlihînin hepsi, emr-i marûf ve nehy-i münker yapmak için çok uğraştılar ve bu yolda nice eziyet ve cefâlara katlandılar. Hadîs-i şerîfte; (Günâh işleyeni, elinizle menediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, sözle mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbinizle beğenmeyiniz! Bu ise, îmânın en aşağısıdır) buyurulmuştur. Âmirler el ile, âlimler dil ile, câhiller ise kalb ile Emr-i marûf yapar. Günâh işleyene tatlı sözle Emr-i marûf, yani nasihat edilir. Dinlemezse, fitne çıkacaksa edilmez, susulur. İyiler de kurtulamaz!.. Emr-i marûf terk edilerse, gelen belâdan, iyiler de kurtulamaz. Nitekim hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emretti. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu şehirdeki filânca kulun sana bir ân isyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor deyince, onu da berâber geçir! Zîrâ günâh işleyenleri görünce, bir kerecik yüzünü değiştirmedi) buyuruldu. Eshâb-ı kirâm, Allahü teâlânın dinini, Onun kullarına yaymak, ulaştırmak için, vatanlarını, evlerini terk ettiler. Halbuki bunların, hanımları, çocukları, evleri, bağları, bahçeleri vardı. Bunların hepsini yani bağlarını, bostanlarını terk ettiler ve bir daha da geri dönmediler. Eshâb-ı kirâmın hanımları, evlatları, yakınları da ne kadar sabırlı imiş. Hiçbir zaman, zorluk çıkarmadıkları gibi, hep destek olmuşlardı. Eshâb-ı kirâm, Allahü teâlânın dinini, insanlara duyurmak için gittiler ve bir daha da geri gelmediler. Anadolu'da, Erzurum'da dağın tepesinde eshab-ı kiram kabri bulunmaktadır. Nereden nereye gelmişler. Sadece Anadolu'nun değil, dünyanın her yerine dağılmışlar. Halbuki gittikleri ülkelerin lisanını bilmiyorlardı ve o ülkelerde yaşayan insanlar, inkâr bataklığında idi. Tanıdık, bildik, tek bir dost sima da yoktu. Peki niçin gitmişlerdi? Kendilerinin tattığı imân nimeti ile, Allahü teâlânın diğer kulları da şereflensin, inkâr bataklığından kurtulsunlar ve bu uğurda vefât ederlerse, şehitlik rütbesine kavuşmak için gitmişlerdi. Her şeyden önce, Allahü teâlânın, cihâd ediniz, emr-i marûfta bulununuz emrini yerine getirmek için, yurtlarını terk etmişlerdi. Allahü teâlânın cihâd, emr-i marûf yapmak emri, yalnız Eshâb-ı kirâm için değildir. Kıyâmete kadar gelecek bütün Müslümanların üzerine cihâd etmek yani emr-i marûf yapmak farzdır. Müslüman olarak hepimize farzdır. Herhangi bir Müslüman, nasıl ki namazdan, oruçtan, hacdan, zekâttan sorumlu ise, bunları yerine getirmekten kurtulamazsa, cihâd etmekten, emr-i marûf yapmaktan da kurtulamaz. Çünkü namazın, orucun farz olması gibi, emr-i marûf yapmak da farzdır. Eğer bir Müslüman, cihâd etmezse, emr-i marûf yapmazsa, Allahü teâlânın bu emrini dinlememiş olur. Allahü teâlâ kime ne imkân vermişse, onu, Allah yolunda, yani insanların dünya ve âhiret saâdetlerine kavuşmaları için sarf etmesi gerekir. Sarf etmezse, namazı, orucu, zekâtı terk etmiş gibi vebâl altında kalacaktır. Eğer İslamiyet, bizden öncekilerin canlarıyla, mallarıyla, her türlü fedakârlıklarıyla bize kadar gelmeseydi, biz de bugün, inkâr bataklığında boğulur giderdik. Hiç dönmemek üzere... Ecdâdımız da, Eshâb-ı kirâm gibi, terki diyar, terki vatan ederek, bir daha dönmemek üzere, İslamiyeti, dünyanın ulaşabildikleri yerlerine yaymışlardır. Onların evlatları ve torunları olarak bizler de, İslâmiyeti yayacağız ki zaten iş de budur. Kime yayacağız? Önce hanımımıza, çocuğumuza, komşumuza, sonra lafımız kime geçiyorsa onlara anlatacağız. Fitneye sebep olmadan, hiç kimseyi incitmeden, kırmadan ya bir kelime söyleyerek, veya doğru bir kitap vererek, bir şey yaparak mutlaka Cenab-ı Hakkın dininden bahsetmeliyiz. Eğer emr-i marûf, nehy-i anil-münker terk edilirse, en kötülerimiz, başımıza gelir. Çünkü hadis-i şerifte; (Siz elbette iyiliği emir, kötülükten de nehyetmelisiniz. Emr-i marûf ve nehy-i münkeri terk ederseniz, Allahü teâlâ en kötülerinizi, hayrlılarınızın üzerine musallat eder. O zamân hayırlılarınız, kötülerin defi için duâ ederlerse, duâları kabûl olunmaz) buyurulmuştur. Netice olarak, eğer biz, huzûrlu olmak ve iyi insanların başımıza gelmelerini istiyorsak, önce bize düşen vazifeyi yapmamız lâzımdır. Biz, Allahü teâlânın emirlerine, yasaklarına ne kadar uyarsak, âmirlerimiz de, büyüklerimiz de o kadar güzel olur. Biz, emr-i marûfu terk edersek, hem dünyada azâp çekeriz, başımıza belâlar gelir, hem de âhirette azâp çekeriz.
.
Öldüğünde fayda vermeyecekse!..
14 Ağustos 2006 01:00
İmânı olmayan bir kimsenin, günâhtan sakınması, harâma devâm eden kimsenin de, farzları yapması, âhirette işe yaramaz! Dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmak için, doğru bir îmâna sahip olmak, sonra fıkıh bilgilerini öğrenip, bunlara göre amel etmek, cenâb-ı Hakkın dostlarını sevmek ve düşmanlarını tanıyıp, onlara aldanmamak lâzımdır. Müslümânlığın temeli, Allahü teâlânın birliğine ve Allahın peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği emirlerin ve yasakların hepsini Allah tarafından getirmiş olduğuna inanmaktır. Emirleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak îmânın şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lâzım olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Böyle îmânı olmayan, yani Müslümân olmayan kimseye kâfir denir. Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara faydalı buluşlar yapsa da, âhirette azâbdan kurtulamaz. İbâdetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları yapmak, bunlara îmânın yanında, ikinci derecede kalır. Îmân temeldir. İyi işleri yapmak, ikinci derecededir. Îmânın ve îmân ile birlikte olan işlerin dünyâda da, âhirette de, faydaları vardır, insanı saâdete ulaştırırlar. Îmânsız olan iyi işler, insanı, yalnızca dünyâda saâdete kavuşturabilirler ise de, âhirette faydası olamaz. Nitekim sûre-i İbrâhîmin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Allah'a îmân etmeyenlerin yaptıkları faydalı işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhirette o işlerin hiçbir faydasını bulamazlar) buyurulmuştur. "Yaşlanan pek azdır" Senâullah-i Pânî pütî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâya fazla kıymet vermeyiniz. İnsanlar çoğunlukla çocukluğunda ve gençliğinde ölmektedirler. Yaşlanan pek azdır. Hepsinin ömrü kısa süren bir sabah rüzgârı gibi geçmektedir. Nereye gittiğini bilmezler. Kalan ise, bitmeyecek olan âhiret işleridir. Bu dünyâ lezzetleri sıkıntı çekmeden ele geçmiyor. O da az bir şeydir. Bu geçici ve az bir şey olan lezzetlere dalıp, ebedî lezzeti, âhiret saâdetini elden kaçırmak ve ebedî felâkete düşmek ahmaklıktır. Din ve dünyâ faydası bir araya geldiği zaman, tercihini din menfaatini öne almakta kullan. Dünyâda zâten takdir edilen şey insana ulaşır. Resûlullah efendimiz; (Maksadı âhiret olanın dünyâsına, Allahü teâlâ kefildir) buyurdu. Dünyâyı tercih edenin eline, bâzan dünyâ da geçmez. Böyle olanlar, dünyâda da âhirette de zarar eder." Hakîm Senâî hazretlerinin, sultanlarla görüşmemeye yemin etmesinin sebebi şöyle anlatılmaktadır: Sultan Gazneli Mahmûd, Hindistan taraflarını fethetmek için sefere hazırlanıyor ve asker topluyordu. Hakîm Senâî hazretleri de Sultan Mahmûd'a yazdığı bir kasîdeyi götürüyordu. Yolda bir meyhânenin önünden geçerken içerden birtakım konuşmalar işitir. Herkesin deli dediği bir dîvâne kendisine şarap dolduran kişiye; -Bir kadeh daha doldur. Sultan Mahmûd'un körlüğü için içeyim! der. O kimse; -Bu sözü doğru söylemedin. Yiğit ve büyük bir sultan için neden böyle söylüyorsun? der. O da; -Çünkü o, Allah'ın verdiklerine şükretmiyor. Bunca devlete sâhipken, bir memleket daha istiyor cevabını verir ve; -Bir kadeh de Hakîm Senâî'nin körlüğü için doldur der. O kimse; -Hakîm Senâî iyi huylu, bilgili, fazîletli tanınmış bir şâirdir. Neden böyle dersin? deyince; -Eğer o, bilgili, yiğit bir kişi olsaydı, dünyâda ve âhirette faydası olan bir işle uğraşırdı. O, her gün bir şeyler alırım ümidiyle Sultanın yanına gidiyor ve yaltaklık ediyor. O, işe yaramaz birtakım kâğıtlar doldurup ömrünü ziyân ediyor. Akıllı ve bilgili olan, ömrünü ziyân eder mi? Belki neden yaratıldığını düşünürdü. Eğer kıyâmet gününde ondan; "Ey Senâî! Bizim huzûrumuza ne getirdin?" diye sorsalar acaba ne mâzeret beyân edecek cevabını verir. Bu sözleri dışarıdan işiten Hakîm Senâî hazretleri, kendinden geçer ve gönlü dünyâdan soğur. Sultanların medhi için yazdığı kasîdeleri toplayan Dîvân'ı da suya atar. Hak yoluna girip, ibâdetle meşgûl olur. İnsanlar uykudadır... Seyyid Burhâneddîn hazretleri buyuruyor ki: "Hepimiz dünyânın bir gün yok olacağını, kendine sarılanları yalnız bırakacağını biliyoruz. Böyle olduğu o kadar açıktır ki, bunun için delil getirmeye bile hâcet yoktur. İnsanlar uykudadır. Öldükleri zaman uyanırlar. Fakat fırsat elden gider. Artık kaçırılan fırsatlara pişmanlığın faydası yoktur. Hiç geri dönme arzusu fayda verir mi? Gidenin geri dönmesi mümkün olur mu? Çünkü dün geçti, bir daha geri gelmez. Âhirette kurtuluşa erenler, haramlardan ve dünyâ sevgisinden yüz çevirip, hâlis bir niyet ile Allahü teâlâya dönenlerdir." Netice olarak insan, öldüğü zaman, kendisine fayda vermeyecek olan her işi terk etmeli, uzaklaşmalıdır. Eğer bir kimse, böyle yaparsa, ne zaman ölürse ölsün, zararda olmaz.
.
"Namaz, müminin mîrâcıdır"
20 Ağustos 2006 01:00
Namâz, ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, namâzdır. Îmân gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden değildir. Bunun için namâzı doğru kılmaya çok dikkat etmeli, vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek yanî sübhânallah demek, Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan isteyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, Mîrâc Gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymayı düşünerek namaz kılan bir Müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir." Namâz, bütün ibâdetleri kendisinde toplamış ve hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmette evvelâ namâz sorulacaktır. Namâz doğru ise, diğerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın yardımı ile kolay geçecektir. Namâz, dînin direğidir Namâz, dînin direğidir. Namâz kılan bir kimse, dînini doğrultmuş ve kılmayan da, dînini yıkmış olur. Bir kimse, namâzını doğru ve iyi kılınca, İslâmın ipine yapışmış olur. Bahâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Namaz müminin mîrâcıdır" buyurulan hadîs-i şerîfte, hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran kimsenin, iftitâh tekbîrini söylerken, Allahü teâlânın azametini, yüceliğini düşünerek, hudû ve huşû hâlinde olması gerekir. Öyle ki, bu hâlini, kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Rivâyet edilmiştir ki, Resûlullah efendimiz namazda iken, mübârek göğsünden öyle bir ses gelirdi ki, bu ses, herkes tarafından işitilirdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Namâz, İslâmın beş şartından ikincisidir. Bütün ibâdetleri kendisinde toplamıştır. İslâmın beşte bir parçası ise de, bu toplayıcılığından dolayı, yalnız başına, Müslümânlık demek olmuştur. İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işlerin birincisi olmuştur. Âlemlerin efendisi, en üstünü olana, mîrâc gecesi, Cennette nasîb olan rü'yet şerefi, dünyâya indikten sonra, dünyânın hâline uygun olarak kendisine yalnız namâzda müyesser olmuştur. Bunun için Peygamber efendimiz; (Namâz müminlerin mîrâcıdır) buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîfte; (İnsanın Allahü teâlâya en yakın olması namâzdadır) buyurulmuştur. Onun yolunda, tâm izinde giden büyüklere, o rü'yet devletinden, bu dünyâda büyük pay, namâzda olmaktadır. Evet, bu dünyâda Allahü teâlâyı görmek mümkün değildir. Dünyâ buna elverişli değildir. Fakat, Ona tâbi olan büyüklere, namâz kılarken rü'yetten bir şeyler nasîb olmaktadır. Namâz, üzüntülü rûhlara lezzet vericidir. Namâz, hastaların, rahat vericisidir. Rûhun gıdâsı namâzdır. Kalbin şifâsı namâzdır. (Ey Bilâl, beni ferâhlandır!) diye ezân okumasını emir buyuran hadîs-i şerîf, bunu göstermekte, (Namâz, kalbimin neşesi, gözümün bebeğidir) hadîs-i şerîfi, bu arzûya işâret etmektedir. Namâz, müminin mîrâcıdır. Yani dünyâdan âhirete yükselten bir merdiven gibidir. Namâzda sanki dünyâdan çıkıp, âhirete gidilir ve âhirette kavuşulacak olan şeylerden haz, zevk alınır. Namâz kılarken hâsıl olan hâller, namâz dışında hâsıl olan bütün hâllerin üstündedir. Nemâza dururken, Allahü ekber demek, "Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâç olmadığını, her bakımdan hiçbir şeye ihtiyâcı olmadığını, insanların namâzlarının, Ona faydası olmayacağını" bildirmektedir. Namâz içindeki tekbîrler ise, "Allahü teâlâya karşı yakışır bir ibâdet yapmaya liyâkat ve gücümüz olmadığını" gösterir. Namâz, müminin mîrâcı olduğu için, namâzın sonunda, Peygamber efendimizin Mîrâc Gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri yani, Ettehıyyâtüyü okumak emrolundu. Namâzın hakîkatini anlamak!.. O hâlde, namâz kılan bir kimse, namâzı kendine mîrâc yapmalı ve Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini namâzda aramalıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (İnsanın, Rabbine en yakın olduğu zamân, namâz kıldığı zamândır.) Namâz kılan bir kimse, Rabbi ile konuşmakta, Ona yalvarmakta ve Onun büyüklüğünü ve Ondan başka her şeyin hiç olduğunu görmektedir." Netice olarak namâz, dînin direğidir ve müminin mîrâcıdır. Namâzın hakîkatini anlamış olan bir kimse, namâza durunca, sanki, bu dünyâdan çıkıp âhiret hayâtına girer ve âhirete mahsûs olan nimetlerden bir şeylere kavuşur. Ali Septî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Namazlarınızı terk etmeyiniz, aksi halde iyiliği terk edersiniz.
.
Dünyada kalacağın kadar çalış!..
21 Ağustos 2006 01:00
Ölümden önce olan her şeye dünya denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyadan sayılmaz, âhiretten sayılır. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyada olanlar, İslâmiyete uygun olarak kullanılırsa, âhirete faydalı olur ve böylece hem dünya lezzetine, hem de âhiret nimetlerine kavuşulur. Dünya, insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan, o seni kovalar. Dünya, âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara ise, nimet yeridir. İbâdet edenlere kazanç, ibret alanlara da, hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Dünya, ana rahmine nisbetle Cennet, âhirete nisbetle, çöplük gibidir. Bunun için Peygamber efendimiz; (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurmuşlardır. İşte kurtuluş reçetesi Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyuruyor ki: "Dörtyüz hocadan ders okudum. Bunlardan dörtbin hadîs-i şerîf öğrendim. Bütün bu hadîslerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım. Çünkü, kurtuluşu ve ebedî saâdete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm. Peygamber efendimiz bir Sahâbîye hitaben; (Dünyâ için, dünyada kalacağın kadar çalış! Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtâç olduğun kadar itâat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günâh işle!) buyurmuştur." Seyyid Burhâneddîn hazretleri, bir sohbetlerinde buyuruyorlar ki: "Allahü teâlâ; "Dünyâ hayâtı ancak metâ-ı gurûr'dur" buyurmaktadır. Bâzı ârifler de: "Dünyâyı üç talakla boşa! Kendine ondan başka birini ara! Çünkü dünyâ kötü bir zevcedir. O kendine gelene kıymet vermez. Ondan Rabbine dön! O sana ezâ etmeden önce ondan korun ve onun hevâsından uzaklaş. İşte bu sûrette Cennet'e girersin" buyurmaktadır. Hepimiz dünyânın bir gün yok olacağını, kendine sarılanları yalnız bırakacağını biliyoruz. Böyle olduğu o kadar açıktır ki, bunun için delil getirmeye bile hâcet yoktur. Fakat nefis, şeytan, tûl-i emel, nefsin arzu ve istekleri, kalblerde kalın perdeler meydana getirmiştir ki, bu yüzden gözler uykuda, basiretler kapalıdır. İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Fakat fırsat elden gider. Kaçırılan fırsatlara, pişman olmanın faydası yoktur. Âhirette kurtuluşa erenler, haramlardan ve dünya sevgisinden yüz çevirip, hâlis bir niyet ile Allahü teâlâya dönenlerdir. Allahü teâlâya götüren yol, yalnız bunlara açıktır. Peygamber efendimiz; (Dünyâ sevgisi, her kötülüğün başıdır)buyurmuştur. İki sevgi, bir kalbde bulunmaz. Ahmed Rufâî hazretleri; "Ey nefesleri sayılı insan! İnsan ömrünün sonu olan gün elbette gelecektir!" buyurmuştur." Dünya ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyaya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez. Seyyid Emîr Gilâl hazretleri; Ölmemek mümkün müdür? "Dünyada iken günahlara pişmân olup, kulluk vazifesini yaparak âhireti kazanmak lâzımdır ki, bütün işin aslı budur. Sevgi ve muhabbet; Allahü teâlânın rızâsını aramak ve kötü işleri terk etmek, ahde vefâ göstermek, emânete ihânet etmemek, kendi kusûrlarını görüp, amelleri ile övünmemek, amellerini görmemek, dâimâ Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl olmaktır. Hiçbir işe, Allahü teâlânın ismini söylemeden başlamayınız ki, âhirette yaptığınız o işten dolayı utanmayasınız" buyurmaktadır. Netice olarak, dünya için, dünyada kalacağımız kadar çalışmalıyız. Şu anda, bizimle âhiret arasındaki mesafe, üç beş saniye ya vardır veya yoktur. Aldığımız nefesi, ya veremeyeceğiz veya verdiğimizi alamayacağız. Bir deprem olabilir ve her şeyle beraber biz de, kendimizi, her şeyimizi kaybedebiliriz. Hem de birkaç dakika içinde. Bütün bunlara karşı, ne garantimiz var, buna mani olmak veya bundan kurtulmak için ne imkânımız var? Ölmemek mümkün müdür? Bunun için, dünyada çalış, dünyada kalacağın kadar buyurulmuştur. Çünkü insanın hayatı, üç beş saniye içinde değişebilir. Bu zaman dilimi içinde, ya varız, veya yokuz. Dünya yani hayat, fânidir, geçicidir. Ahiret ise bâkidir, sonsuzdur. Müslüman, dünya için değil, âhiret için yaşayan insan demektir. Dünya, handır, hamamdır yani bir bir konaktır, oturacak, kalınacak yer değildir. İşte bütün Peygamberler, Eshab-ı kiram ve Allahü teâlânın sâlih kulları, hepsi gitmiş, hiçbiri kalmamıştır
.
Nefsine düşmanlık et!..
27 Ağustos 2006 01:00
İnsanın nefsi, Allahü teâlâ ile kul arasında en büyük engel, en büyük duvardır. Bu duvarı delmek, aşmak lâzımdır. Bu duvar, şöhrettir, âmir olmaktır, emir vermek arzusudur ve kibirdir. Kibir ve kibirli olmak ise, çok tehlikelidir. Çünkü cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudside; (Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim) buyurmaktadır. İnsan, ne pahasına olursa olsun, kibirden uzak durmalıdır. Çünkü kibrin ucunda, sağında, solunda şirke doğru yol vardır. Bunun için Allahü teâlâ, insana, bazı yetkiler, bazı imkânlar, bazı güzellikler verdiği zaman çok korkmak lâzımdır. Bunun bir imtihan olduğunu anlamak lâzımdır. Zira mülkün sahibi yani her şeyi veren, yaratan Allahü teâlâdır. İnsana çok güzel suret, göz, kaş verdiği gibi, bunları almasını da bilir. Nitekim, mükemmel gören insanların bir müddet sonra göremediklerini hep biliyoruz. O halde göz bir nimettir. Akıl da bir nimettir. Nitekim akılsız insanlar çoktur. Sağlık da bir nimettir. Hastaneler hastalarla dolup taşmaktadır. Hürriyet de bir nimettir. Hapishaneler insanlarla dolup taşıyor ve orada ömürleri çürüyüp gidiyor. İnsan, nimetleri kendinden bilmemelidir. Ne varsa, ne verilmiş ise, hepsi Allahü teâlâdandır ve Ona çok şükretmek lâzımdır. Günahlarımız için tövbe etmeli ve kibirlenmemeliyiz, yoksa helâk oluruz. Allah dostlarını sevmek... Bütün günahlara, Allahü teâlâ, sıfatları ile düşmandır. Kibirliye ise, zâtı düşmandır. Bu duvarların yıkılması için âletler farklıdır. Bunun ilâcı ibâdet değil, imâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir Allah dostunu sevmek, onlarla beraber olmak veya kitaplarını, hayatlarını okumaktır. Böyle Allah dostlarını seven, kitaplarını okuyup yollarında olan kimse, bu büyüklerle beraber olmuş demektir. Allahü teâlâ, insana, kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefislerin, Allahü teâlâya düşman olduğunu bildirdi ve nefs ile cihâd etmeye cihâd-ı ekber ismini verdi. Çünkü nefs, Allahü teâlâya düşmandır. Allahü teâlâ nefsi yarattığı zaman ona; -Sen kimsin, ben kimim? buyurunca, nefs; -Ene ene, ente ente yani ben benim, sen sensin cevabını vermiştir. Bu tehlikeli ve Allahü teâlâya düşman olan mahluk, içimizdedir. Dine, imâna inanmaz, gıdası haramlardır. Allahü teâlâ onu böyle yaratmış ve; (Nefsine düşmanlık et, çünkü o benim düşmanımdır) buyurmuştur. İslamiyet'in her hükmünde nefsi kırma payı vardır. Emir ve yasaklar, onu kontrol altına almak içindir. İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi, nefsi tanımamaları, bunun isteklerini kendi isteği zannetmeleridir. Günah işlemek nefse tatlı gelir. Bütün bid'atler, günahlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Her günahın işlenmesi, nefsi kuvvetlendirir. Nefs, insanın en büyük düşmanıdır. Zira insanın imânını yok etmek ister ve bundan zevk alır. Bu bakımdan nefsi iyi tanımak, hilelerini bilmek gerekir. Bir hadis-i şerifte; (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) buyurulmuştur. Nefsi zayıflatacak birinci ilâç, İslâmiyet'e uymaktır. Haramların hepsi, dünya malına, mevkisine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdâsıdır, onu besler, kuvvetlendirirler. Nefs kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın ve medeniyetin kaynağı olan İslâmiyet'e saldırır. Din ile, imân ile, Allahü teâlânın emirleri ile alay eder. Çünkü nefsimiz, Allah'ın düşmanıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki: (Nefsine düşmanlık ederek bana dost ol!) ? Yürüyen ölü olmak!.. İşte Allahü teâlâ, içimize böyle bir nefsi koydu, ama bunun yanında insana her zaman doğruyu gösterecek, iyiyi-kötüyü, eğriyi-doğruyu tartacak bir miyar, ölçü aleti de verdi. Bu da akıldır. Aklın vazifesi; içeriden, dışarıdan gelen karmakarışık şeylerin eğrisini doğrusunu kalbe bildirmektir. Aklın da doğruyu bulabilmesi için, bu karışık şeylere dalmaması için, sağlam sıhhatli olması lâzımdır. Akıl nasıl sıhhatli olur. Aklın sağlam olması için kefen giymesi lâzımdır. Peygamber efendimiz; (Yürüyen ölü görmek isteyen Ebu Kuhafe'nin oğluna yani Ebu Bekir'e baksın) buyurmuşlardır. Çünkü hazret-i Ebu Bekir kendini her an kefen içinde görürdü. Eshab- ı kirâmın en akıllısı idi. Zira kendini bir an kefenin dışında görmedi. İşte aklın doğru karar verebilmesi için ölümü ve ölümden sonrasını hiç unutmaması lâzımdır. Eğer ölümü unutursa o zaman dünyaya göre hareket eder. Halbuki âhiret sonsuzdur. İşte bu bozuk akla yani âhireti, ölümü unutmuş, dünyaya dalmış akla, akl-ı meaş denir ki bu akıl, yanılır. Ölümü unutmayan, âhirete göre karar veren akla, akl-ı muâd denir ki buna, akl-ı selim de denmektedir. Netice olarak Ebû Bekir Verrâk hazretlerinin buyurduğu gibi; "Nefsine âşık olan, kibirli, kıskanç, aşağı ve hakîr olur."
.
Ömür ne kadar uzun olursa olsun...
28 Ağustos 2006 01:00
Canlı, cansız her şeyin belli bir ömrü vardır. Allahü teâlâ, her şeyi, zamânı gelince yaratmakta, ömrü bitince de, yok etmektedir. İnsanın ömrü de, çok kısadır. Sonsuz olan âhiret hayâtında ise, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyâda yaşadığı hâle bağlıdır. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünyâ hayâtında, hep, âhirette iyi ve râhat yaşamaya sebep olan şeyleri yapar. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyâcınızdan fazla binâlar yapmakla hayâtınızı harcamayınız) buyurulmuştur. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Zira Enbiyâ sûresinin 35. ve Ankebût sûresinin 57. âyet-i kerimelerinde meâlen; (Her canlı, ölümün tadını tadacaktır!) buyurulmuştur. Bunun için, her insan ölecektir. Ölümden kurtuluş yoktur. Hadîs-i şerîfte; (Ömrü uzun, ibâdetleri de çok olana müjdeler olsun!) buyuruldu. "Ölümü çok hâtırlayınız" Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının, yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zamân görülmektedir. Hadîs-i şerîfte; (Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhirete zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmdan Bera' bin Âzib hazretleri anlatır: "Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah efendimiz, kabir başına oturdu. Ağlamaya başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı ve; (Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hâzırlanınız) buyurdu." Ömer bin Abdül'azîz hazretleri, bir âlimi görünce, ondan nasîhat ister. O da; -Şimdi halîfesin, istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin, der. -Biraz dahâ söyle deyince; -Âdem aleyhisselâma kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi, buyurur. Halîfe, uzun zamân ağlar. Hadîs-i şerîfte; (İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kazâ ve kadere îmân etmek yetişir) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yani, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyâda nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mü'min, âhirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyânın ömrü, âhiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi?" Ahmed Gazâlî hazretleri, sıkr sık şöyle nasîhat ederdi: "Şunu iyi bilin ki, insanlar bu âlemde yolculuk halindedirler. Onların ilk konakları beşik, sonuncusu ise kabirdir. Hakîkî vatan, ya Cennet veya Cehennem'dir. İnsan ömrünün en kıymetli sermâyesi vakitleridir. Şehveti ve şehevî arzuları, yolunu kesen eşkıyâdır. Kazancı ve kârı; Cennet'i ve oradaki ebedî nîmetleri elde etmek, Allahü teâlânın rızâsına ve cemâline mazhar olmaktır. Zarar ise; Cehennem'de çeşitli azaplara mâruz kalmak, Allahü teâlânın rahmet ve cemâlinden uzaklaşmaktır. Kim hesapsız Cennet'e girmek isterse, vakitlerini Allahü teâlânın beğendiği şeylerle geçirsin. Kim âhirette, hasenât kefesinin ağır gelmesini isterse, vakitlerinin çoğunu ibâdet ve tâatla geçirsin." Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz" buyurmaktadır. Dünyâ ne demektir?.. Abdullah-ı Ensârî hazretleri de buyuruyor ki: "Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey, dünyâ demektir. Seni O'ndan başka bir şey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O'ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhiretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sâhiblerinin yapacağı şey değildir." Ebü'l Hasan-ı Harkânî hazretleri ise; "Ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm" buyurmuştur. Netice olarak, ömür ne kadar uzun olursa olsun, ölüm yüz gösterince, o uzunluğun hiçbir faydası olmaz.
.
Herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez
3 Eylül 2006 01:00
Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvanın rızkını ezelde takdîr etmiş, ayırmıştır. İnsanların ve hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın bedeninin ve rûhunun rızıkları da bellidir. Rızık hiç değişmez, azalmaz ve çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez ve kimse, kendi rızkını yemeden, bitirmeden de ölmez. Peygamber efendimiz; (Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdîr etmiştir) buyurmuştur. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde belli olan rızkına kavuşur. Bu rızık, ona bereketli olur. Bu çalışmaları için de sevâb kazanır. Eğer, rızkını Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ararsa, yine ezelde ayrılmış olan rızka kavuşur. Fakat bu rızık, ona hayırsız, bereketsiz olur. Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Rızık mukadderdir. Ziyâde ve noksan ihtimâli yoktur. Rızkın noksan veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fazlı iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur" buyurmuştur. İnsanlar müşevveş-üz-zihn yani zihinleri karışık olarak yaratıldığı için, kendilerine, çalışmak emrolundu. Rızık, maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlânın fiilleri, sebepler altında meydana gelir. Cenâb-ı Hakkın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. "Niçin tâ buralara geldin?" Şakîk-i Belhî hazretlerinin, tövbe etmesine sebep olan hadise şöyle anlatılır: "Şakîk-i Belhî hazretleri ticâret için Türkistan'a gider ve merak edip bir puthaneye girer. İsteklerini yana yakıla puta anlatan bir putpereste; -Seni ve her şeyi yoktan var eden, alîm ve kudretli bir yaratanın var. Sana hiçbir fayda ve zararı olmayan puta tapacağına Allahü teâlâya ibâdet et, der. Putperest; -Eğer söylediğin doğru ise, O, sana senin memleketinde rızık vermeye kâdirdir. Mâdem öyledir, niçin tâ buralara kadar geldin? cevabını verir. Şakîk-i Belhî hazretleri, bu söz üzerine derin düşüncelere dalar ve Belh şehrinin yolunu tutar. Yolda gelirken bir mecûsi ile yolculuk yapar. Mecûsi, Şakîk-i Belhî hazretlerinin tüccar olduğunu öğrenince; -Eğer kısmetin olmayan bir rızık peşindeysen, kıyâmete kadar gitsen onu ele geçiremezsin. Şâyet kısmetin olan bir rızık peşindeysen onun arkasında koşmana lüzum yoktur. Çünkü sana ayrılan rızkın seni bulur der. Bu söze Şakîk-i Belhî hazretleri hayran kalır. Dünyâya karşı meyli azalır ve artık âhiret için çalışacağına kendi kendine söz verir. Bu düşüncelerle Belh şehrine gelir. O sırada Belh'de müthiş bir kıtlık vardır. İnsanlar yiyecek bir şey bulamamakta ve bu yüzden hiç kimsenin yüzü gülmemektedir. Şakîk-i Belhî hazretleri, çarşıda neşeli bir köle görür ve ona; -Ey köle, herkes üzüntü içindeyken, senin neşelenmenin sebebi nedir? diye sorar. Köle; -Niçin üzüleyim. Benim efendim zengin bir kimsedir. Beni aç, çıplak bırakmaz ki! der. Şakîk-i Belhî hazretleri, kölenin bu sözü karşısında; -Aman yâ Rabbi! Az bir dünyâlığı olan şu zenginin kölesi böyle neşeli. Halbuki, sen bütün canlıların rızıklarına kefil oldun. Biz niçin gam ve keder içinde olalım, diyerek dünyâ meşgûliyetlerinden elini çeker. Samîmi bir tövbe ile âhirete yönelir. İbrâhim bin Edhem hazretlerinin sohbetlerine başlar ve ondan feyz alarak olgunlaşır... Şunu iyi bilmelidir ki, hîle ile rızık artmaz. Belki, malın bereketi gider. Hîle ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birdenbire giderek geride yalnız günâhları kalır. Nitekim bir sütçü, süte su katardı. Bir gün, ansızın sel gelip, ineği boğar. Adam şaşkın bir hâlde düşünürken, çocuğu; "Süte kattığımız sular birikerek, sel haline gelip ineği götürdü" der. Rızık, sâhibini arar!.. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sâhibini arar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dînine sarılanlara, ummadıkları yerden rızık gönderir. Hadîs-i kudsîde; (Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!) buyuruldu. Netice olarak rızık, mukadderdir. Yani herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez, rızkını almadan dünyadan ayrılmaz. İsteyene helâlden, isteyene de haramdan gelir. Gelen miktar aynıdır. Ecel de, mukadderdir. Yani herkesin ömrü bellidir, uzamaz kısalmaz, vakti dolunca dünyadan ayrılır. Kaza ve kader, hayır ve şer, zaten imânın şartlarındandır. Peki isyan etmenin sebebi nedir? Niçin elimize geçenlere şükretmiyoruz? İnsanın rızkı belli, ömrü belli, başına gelenler de Allahü teâlâdandır. Bütün bunlardan sonra insan, ister isyan etsin, isterse şükretsin. Değişen bir şey olmayacaktır. İsyan edenin yeri Cehennem, şükredenin yeri ise, Cennet olacaktır. Yani aynı şeyler için, ya Cennete veya Cehenneme gidilecektir.
.
Çalışmayıp herkese muhtaç kalan...
4 Eylül 2006 01:00
Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını helâlden kazanmak, kimseye muhtâç kalmamak, cihâd etmek demektir ki, birçok ibâdetlerden dahâ sevaptır. Resûlullah efendimiz, bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçer. Orada hazır bulunanlardan bazıları; -Erkenden dünyâlık kazanmaya gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi daha iyi olurdu, deyince, Resûlullah efendimiz; -Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtâç olmamak ve ana, baba, çoluk çocuğunu da muhtâç etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese öğünmek, keyif sürmek niyetinde ise, şeytânla berâberdir,buyurur. Çalışmayıp fakir düşerek, kendini ve çoluk çocuğunu zarûrî lâzım olanlardan, nafakadan mahrûm bırakmak harâm olmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte; (Kendini başkasından sadaka isteyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtâç eder) buyurulmuştur. Hazret-i Ömer buyuruyor ki: "Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökten para yağdırmaz." "İslâmiyetten haberi yok!" İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretlerine; -Her gün sabahtan akşama kadar câmide ibâdet edip Allahü teâlâ, benim rızkımı nerden olsa gönderir diyen, nasıl bir kimsedir? diye sorulunca cevâbında buyurdu ki; -Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah efendimiz; (Allahü teâlâ benim rızkımı, süngümün ucuna koymuştur) buyurmuştur. Yani rızkım, İslâm dînine ve Müslümânlara saldıranlarla harb etmekle gelmektedir. Din büyüklerinden birine; -Özü sözü doğru olan tüccâr mı, yoksa geceleri namâz kılan, gündüzleri oruç tutan âbid mi daha üstündür? diye sorulunca; -Emîn olan tüccâr dahâ kıymetlidir. Çünkü, şeytânla her sâat cihâd etmektedir. Şeytân, alışta, verişte, tartmada onu aldatmaya uğraşmakta, o ise Allahü teâlânın emrini, rızâsını gözetmektedir, cevabını vermiştir. Hazret-i Ömer de; "Alış veriş ederken, helâl kazanırken cân vermeyi, başka şekilde ölmekten dahâ çok severim" buyurmuştur. Hadîkada, çalışmakla alakalı olarak buyuruluyor ki: "Kesb, yaşamak için lâzım olan malları helâlden kazanmaya çalışmak demektir. Kendine, evlâdına, ıyâline ve borçlarını ödemeye lâzım olanları kesb etmek farzdır. Bunun için çalışan sevap kazanır. Özürsüz terk edene azâb yapılacaktır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara ıyâl denir. Borç ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa, günâhı olmaz. Hadîs-i şerîfte; (Beş vakit namâzı kıldıktan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümâna farzdır) buyuruldu. Peygamberlerin hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmide oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmayı terk ettiği için, günâh işlemektedir, sâlih değil, fâsıktır. Bunun kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin tesîrini Allahü teâlâdan beklemek emrolundu. İmâm-ı Evzâî hazretleri, İbrâhîm bin Edhem hazretlerini, sırtında bir yığın odun götürürken görür ve; -Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtâç bırakmıyor deyince, İbrâhîm bin Edhem hazretleri; -Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte; (Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur) buyuruldu diye cevap verir. Müslümân, dünyâyı sevdiği, dünyâya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmayı emrettiği için çalışıp kazanır. Muhtâç olduğu malı kazandıktan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek câizdir. Öğünmek, kibirlenmek için, ihtiyâçtan fazla kazanmak ise, harâmdır." Görülüyor ki, ehlinin ve ıyâlinin nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp, helâl kazanmak, nâfile ibâdetleri yapmaktan kat kat dahâ sevaptır. Abdullah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Çoluk çocuğunun ihtiyâçlarını temin için ve fukarâya yardım ve İslâmiyete hizmet için, çalışıp helâl mal kazanmak, çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm, hazret-i Osmân, Abdürrahmân bin Avf hazretleri ve Eshâb-ı kirâmdan bazıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ indindeki derecelerinin azalmasına sebep olmadı." Dünyâ bir konaktır... İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Bu dünyâ, âhiret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhiret için hâzırlanmalı, hem de dünyâ ihtiyâçlarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhiret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır." Netice olarak, çalışmayıp herkese muhtaç kalanların, dini ve aklı noksan olur. Lokman Hakîm hazretlerinin, oğluna buyurduğu gibi: "Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtâç kalanların dîni ve aklı noksân olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesten hakâret görür."
.
Alın terine razı olabilmek...
10 Eylül 2006 01:00
Kanaat, çalışmayıp tesâdüfen önüne çıkanı kullanmak, başka bir şey aramamak demek değildir. Kanaat, bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demektir. Başkasının dahâ çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demektir. Abdülkâdir Geylânî hazretleri; "Acele etme! Acele eden, ya hatâ yapar veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek, Allahü teâlâdandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyâlık toplama hırsıdır. Kanaat sâhibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazînedir" buyurmuştur. Kanaat demek, ihtiyâcından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, İslâmiyetin emrettiği hayırlı yerlere vermek, fakîrlere, kimsesizlere, hastalara, dine hizmet edenlere yardım etmek demektir. Kanaat, böylece iyi ahlâkın kaynağı olduğu gibi, insana mahrûmiyetler içinde kaldığı zamân saâdet temîn eden sarsılmaz bir kale gibidir. Bir şâirin dediği gibi: "Ey zamân! İnsanlara hücûm ederken, beni de herkes gibi sanarak üzerime gelme! Bileğimi bükemezsin! Karşında beni yalnız sanma! Arkamda kanaat gibi yenilmez bir ordu vardır." Verileni kâfi görmüyorsun! Şumeyt bin Aclân hazretleri buyuruyor ki: "Her gün ömrünün bir kısmı gitmekte, sen ise buna üzülmüyorsun. Her gün sana yetecek kadar rızık verilmekte, fakat, sen, sana verilen şeyleri kâfi görmüyorsun ve seni azgınlaştıracak, Allahü teâlâdan uzaklaştıracak şeyi istiyorsun. Aza kanaat etmiyor, çokla doymuyorsun. Kendine ihsân edilen ve içinde bulunduğun nîmetlere şükretmekten âciz iken, daha fazlasını istemek nasıl uygun olur? Hayret edilir, ne kadar çok şaşılır şu kimseye ki, âhirete inanıyor ve dünyâ için çalışıp ona koşuyor. Âhiret için yaratılıp, dünyânın kendisini âhiretten alıkoyduğu kul ne kötü bir kuldur. Halbuki dünyâ fânî âhiret ise bâkîdir." Müslümân, dünyâyı sevdiği, dünyâya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmayı emrettiği için çalışıp kazanır ve eline geçene de, kanaat eder, itiraz etmez. Muhammed Bâkî billah hazretleri buyuruyor ki: "Tevekkül, sebeplere yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Müslümânın, meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan, çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Yani istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebep olan şeyden beklenilmez. Çünkü, Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşturmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edepsizlik olur. Allahü teâlâ, ihtiyâçlarımıza kavuşmamız için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazîfemiz, kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir. Çok zamân kapıdan gönderir. Dilediği zamân da pencereden atarak verir." Görülüyor ki, çalışmayıp, boş oturup, tevekkül ediyorum demek câiz de ğildir. Tesavvuf büyükleri, çalışmaya, sebebe yapışmaya başlayıp, bundan sonra tevekkül etmeli demişlerdir. Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Ey Âdemoğulları! Bir kimse benim kazâma râzı olmaz ve benim tarafımdan gelen belâlara sabretmez, verdiğim nimetlerime şükretmez, ihsân ettiğim dünyâ nimetlerine kanaat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Âdemoğlu! Bir kimse benim belâma sabrederse, benden râzı olmuş olur, yanî rubûbiyyetimi tasdîk etmiş olur.) Seyyid Emir Hamza hazretleri; "Allahü teâlânın size verdiğine kanaat ediniz. Çünkü haram yollardan kazananlar, dâimâ sıkıntı ve üzüntü içinde olur. Kanaat eden de, her zaman neşeli ve rahat olur" buyurmuştur. Kim kanaat ederse... İbn-i Cevzî hazretleri de buyurdu ki: "Kim kanaat ederse, geçimi iyi olur. Kim de, dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa, geçim sıkıntısı çeker." Netice olarak; kanaat, insanın kısmetine düşen rızkına râzı olmasıdır. Kanaatkâr olmak, rahatlığa kavuşturur. Sabır, tökezlemeyen binek, kanaat ise bükülmeyen kılıçtır. Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz. İnsan kendine değil Allahü teâlâya güvenmelidir. İnsana düşen görev budur. Ele geçen mevcuda şükür ve kanaat etmeli. Zira kanaat, insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik ise, azdırır. Allahü teâlânin verdiği rızka râzı olanı, başkalarının elinde bulunan nimetler mahzûn etmez. Sa'dî-i Şîrâzî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Hak teâlânın lütuf ve ihsân buyurduğu bahta ve rızka kanaat etmeyen kimse, Rabbini bilmemiş ve O'na itâat etmemiş olur. Ey sebât etmeyip, rızık için didinip duran kişi! Sakin ol, zira yuvarlanan taş üzerinde ot bitmez."
.
Kişinin sözü, amelinden çoksa...
11 Eylül 2006 01:00
İslâmiyet; ilim, amel ve ihlâs olmak üzere üç kısımdır. İmân edilecekleri, emir ve yasakları öğrenmek, ilimdir. Öğrendiklerine tâbi olmak, bunlara uygun hareket etmek, ameldir. İlmi ve ameli, yalnız Allah rızâsı için yapmak da, ihlâstır. Kur'ân-ı kerîm, bu üçünü de, emretmekte ve övmektedir. Ehl-i sünnet âlimleri, amel îmândan bir parça yani îmânın şartı değilse de, îmânın kemâlinin şartıdır buyurmuşlardır. Necm sûresinin 32. âyetinde meâlen; (Allah, sâlih amel işleyenlere, Cennetini verecektir. Onlar, küçük günâhlardan, büyük günâhlardan ve fuhuşlardan sakınanlardır. Senin Rabbinin affı boldur) buyurulmuştur. Peygamber efendimiz de; (Amelsiz söz kabûl olmaz. Niyetsiz amel kabûl olmaz. Sünnete uygun olmazsa, hiçbiri kabûl olmaz) buyurmuştur. İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri; "İnsana vâcib olan birinci vazîfe, îmân, amel ve ihlâs sâhibi olmaktır. Dünyâ ve âhiret saâdetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir" buyurmuşlardır. "Amelsiz ilim kurtarmaz!" İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bir talebesinin suâline verdiği cevapta buyuruyor ki: "Ameli, ibâdeti elden bırakma! Kalbe âit hâlleri ve bilgileri unutma! Yâni hareketlerin ilme, hâllerin de, tasavvufa uygun olsun! İyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtaramaz. Bunu sana misâllerle anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında yayı ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesûr olursa olsun, bu âletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sâhibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz... Diğer bir misâl, bir doktor hastalansa, hastalığını teşhis edip ilâcını da bilse ve bu ilâç hakîkaten o hastalığa çok iyi gelse, ilâcı kullanmadıkça, yalnız bilgisinin onu iyi edemeyeceğini pekâlâ bilirsin. Bir insan ne kadar ilim edinse, ne kadar kitap okusa, bildiklerini yapmadıkça faydası yoktur. İyi bil ki, çalışmayınca, din yolunda yürümedikçe sevap kazanamazsın! Amelsiz ilim, insanı kurtarır zannediyorsun ve ilim sâhibi olunca, amel etmeden kurtuluruz sanıyorsun. Bu hâlinize çok şaşılır. Çünkü ilmi olan kimsenin, amelsiz kuru ilmin kıyâmette kendine zarar vereceğini, bilmiyordum, diye özür ve bahâne yapamayacağını bilmesi lâzımdır. Peygamber efendimiz; (Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, elbette, ilminin faydasını görmeyen âlime olacaktır) buyurmuştur. İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi ve kaybetti. Hadîs-i şerîfte; (Cehennemde azâb çekenlerden bazıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşten dahâ fazla azâb verir. 'Sen ne günâh işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun' denilince, 'ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım' der) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmdan Ebûdderdâ hazretleri; "İlmi ile âmil olmayan, amel etmeyen din adamına âlim denilmez" buyurmuştur. Bir kimse, din bilgilerinden yüzbin mesele öğrense, bunları kullanmadıkça, faydalarını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilâcı bulunsa, kullanmadıkça, faydasını görmez." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmak için, dünyâ ve âhiretin efendisine uymak lâzımdır. Ona uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce itikâdı düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp bildirdikleri helâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb ve mubâh bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lâzımdır. Bu iki kanat olmadan yükselmek olamaz." Bedbahtlığın alâmeti! Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretlerine, bedbahtlığın alâmeti olan şeyler nelerdir? diye sorulduğunda: "İlmi olup, onunla amel edememek, ameli olup, ihlâslı olmamak. Bunun alâmeti de ibâdet ve hizmetleri zorlukla yapmak ve Hak teâlânın verdiğine râzı olmayıp, başka şeyler peşinde koşmaktır" buyurmuştur. Bişr-i Hâfî hazretleri buyuruyor ki: "Kişinin ameli az olursa, düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur." Din büyükleri; "Eğer kalbde darlık ve üzüntü, vücutta bitkinlik ve halsizlik, rızıkta eksiklik ve bereketsizlik olursa, bunun boş ve yersiz konuşmalardan meydana geldiği bilinmelidir" buyurmuşlardır. Netice olarak; kişinin sözü, amelinden çok olursa, aklı noksan demektir. İlim öğrenip kullanmamak delilik, ilimsiz amel de yanlış olur, kabûl edilmez. Dinimiz düşünce dini değil, amel dinidir. Namazı istediğin kadar düşün, haccı istediğin kadar hayal et, orucu istediğin kadar düşün. Namaz kılınmaz, hacca gidilmez ve oruç tutulmazsa neye yarar!.. Abdullah-ı Ensârî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kişinin sözü amelinden çok olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."
.
Nefsine uyan, itiraz eder
17 Eylül 2006 01:00
Nefsin arzûlarının, insanı Allahü teâlânın yolundan saptırıcı oldukları, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmektedir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, Ona inât, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan bir kimse, küfre veyâ bidat sâhibi olmaya yâhut fıska yani harâm işlemeye başlar. Haram işleyen, buna alışır ve zevk almaya başlar. O zaman da haramlara, günahlara, ehemmiyet vermez olur. Harama ehemmiyet vermeyen kimsenin ise, îmânı gider, kâfir olur. Ehemmiyet vermemek de, zerre kadar da olsa, günah işlediğine üzülmemek demektir. Ebû Bekir Tamistânî hazretleri; "Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür" buyurmuştur. Resûlullah efendimiz, uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda buyurdu ki: (İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasîslik, nefse uymak, kendini beğenmek.) Nefsine uyup da, tövbe ve istiğfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Zira hadis-i şerifde; (Aklın alâmeti, nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükden sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahdan af, merhamet beklemektir) buyurulmuştur. Nefse uymak, islâmiyyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak ise, nefse uymaya sebep olur. Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günâh işleyebilir. Cenâb-ı Hak, günâh işliyen müslümânları, illet, kıllet veyâ zilletle îkâz etmekte, gafletten uyandırmaktadır. > İtiraz etmezler Muhammed bin Sâlim hazretlerine; -Allahü teâlânın evliyâ kulları, diğer insanlardan nasıl ayırıt edilebilir diye süal edilince, cevabında; -Sözlerinin yumuşak, huylarının güzel, yüzünün güler, ihsânının bol olması, konuşurken itirâz etmemesi, özür dileyenleri affetmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır buyurmuştur. İnsan, kendi noksan aklı ile, mutlak yaratıcıyı anlıyamıyacağından, merhametlilerin en merhametlisi olan Allahü teâlâ, her asırda, her kavme Peygamberler göndermiştir. Böylece, işin hakîkatini, doğrusunu insanlara öğretmiştir. Peygamberlerin davetine kulak verenler, îmân ederek, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmuşlardır. Nefsinin sesine kulak verenler ise, itirâz ve inkâr ederek, îmân etme saâdetine kavuşamamışlar ve hüsrânda kalmışlardır. Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri, nefsi şöyle târif ederdi: "O, durgun bir suya benzer. Dıştan bakılınca temiz gibidir. Ama biraz tahrik edilip dalgalandırılınca dibinde saklı pek çok mikropların olduğu görülür. Nefsin durumunu anlamak için onu imtihan etmelidir. Hem de mihnet, meşakkat ve boş arzularına muhâlefet ederek imtihan etmelidir. Herkes nefsine bakmalı, mihnet ve meşakkat ânında ne gibi bir şekil alıyor. Yersiz ve boş arzularını yenebilmek için direnmesini biliyor mu? Görmeli ve bilmelidir." > Felaketlerin en büyüğü Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan, Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâda da, âhırette de hüsran içinde yani zarardadır. Ebû Osman Hîrî hazretleri; "Nefsine âit bir şeyi güzel gören kimse, ayıplarını ve kusurlarını göremez. Nefsine muhalefet edenlerden başkası, kendi kusurlarını göremez" buyurmuştur. Abdülkerîm Kâdirî hazretleri, Peygamber efendimizin; (Ölmeden önce ölünüz) hadîs-i şerîfine uyarak, kendisi için mezar gibi bir çukur kazdırmıştı. Beş vakit namazı bu çukurda kılar ve burada yatar kalkardı. Böylece nefsine hep muhâlefet eder, onun itirazlarına, isyanlarına fırsat vermezdi. Behâeddîn Buhârî hazretleri: "Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, bu haline şükretmesi lâzımdır" buyurmuştur. Ebû Bekir Vâsıtî hazretleri, kendisini sevenlere hep; "Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dîne döndürmüş olur. Yüzünü dîne döndüren, sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin istediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül veriniz" buyururdu. Netice olarak; nefsine uyarak, sabır ve kanâat etmiyen kimse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olmaz. Fakîr olunca, az verdin diye, itirâz eder. Zengin olursa, doymaz, dahâ ister. Kazandığını harâmlara sarfeder. Zenginliği de, fakîrliği de, dünyâda ve âhırette felâketine sebep olur. Nefsine uyan kimse, perişan olmuştur. Artık, yatıp kalkarken onun yoldaşı şeytandır. Muhammed Ma'sûm hazretlerinin buyurduğu gibi: "Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terkolunsun. O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsinin arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inatçı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar."
.
İnsan, harâb yere gitmek istemez
18 Eylül 2006 01:00
Îmân ile küfür birbirlerine zıt olduğu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Birini sevindiren, ötekini incitir. Dünyâya kıymet veren âhıreti gücendirir. Dünyâyı beğenmiyen de, âhırete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veyâ her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıt şey bir araya getirilemez. Ateş ile su bir arada bulundurulamaz. Bunun için dünyâ ve âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı yani harâmları terketmek lâzımdır. Abdullah bin Hubeyk hazretleri; "Yarın sana zarar verecek şeyler için kederlenme ve sana fayda vermeyecek şeyler için de sevinme! Âhiret saâdetini harâb eden şeyler için üzül!" buyurmuştur. Bu dünyâ, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan katkat meyve kazanmaktan mahrûm kalanlar, ne kadar tâlihsizdir. Aklı başında olan, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zamânda, Allahü teâlânın beğendiği işleri yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamânda yapılacak, hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nimetler ihsân edecektir. Peygamber efendimiz; (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhırete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) buyurmuştur. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mâni olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zamân görülmektedir. Ölümü hâtırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfde; (Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insan ı günâh işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur) buyuruldu. > Ağlamaya başladı Eshâb-ı kirâmdan Bera bin Âzib hazretleri anlatır: "Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah efendimiz, kabir başına oturdu. Ağlamaya başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı ve sonra; (Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hâzırlanınız) buyurdu." İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Keyfine göre yaşa! Fakat bu yaşaman uzun sürmeyecek, birgün elbette öleceksin. Gece gündüz düşündüğün, sımsıkı sarıldığın lezzetlerden elbette ayrılacaksın. Dünyânın nesini seversen sev, hepsine vedâ edeceksin! Elinden geleni yap! Fakat unutma ki, her yaptığının hesâbını vereceksin!" Âhırette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur. Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, yani bütün iyilikler, Resûlullah efendimizin yolunda bulunmak şartı ile, âhırette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhıretin harâb olmasına sebep olur. Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretlerine; -İnsanların en ahmağı kimdir diye sorulunca; -Âhiretini dünyâ için satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı için satan ise, daha da ahmaktır buyurmuştur. Herkese akıllı denmez. Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyan ve âhiretini mâmûr edendir. Anadoluda yetişen evliyâdan Sarı Abdullah Efendi; "Akıllı kimse dünyâsının harâb olmasına aldırmaz, âhiretini mâmûr etmenin yollarını arar. Akılsız kimse ise, âhireti vîrân edip, dünyâsını mâmûr eder" buyurmuştur. > Dininizi dünyaya feda etmeyiniz Seyyid Emir Hazma hazretleri buyuruyor ki: "Dîninizi dünyâya fedâ etmeyiniz. Dînini başkalarının dünyâsı için satan ve bu yüzden Allahü teâlânın rahmetinden mahrum kalan kimseden daha câhili yoktur. Böyle kimse, hem dünyâda, hem de âhirette zavallıdır. Allahü teâlânın râzı olmasını düşünmeyip de insanların rızâsını düşünen, onların râzı olmasını arayan kimse, Allahü teâlânın gadabını istemiş olur. Allahü teâlâ, insanları da ona karşı gadablandırır. Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyip, insanların râzı olmasına bakmayan kimseden Allahü teâlâ râzı olur ve insanları da ondan râzı ve hoşnûd kılar." Netice olarak insan, mâmûr ettiği yeri sever ve hep orada kalmak ister. Bu hâl, eşyanın tabiatına uygundur. Kâfirin dünyayı, müslümanın da âhireti sevmesi, gayet normaldir. Dünyayı seven ve ona düşkün olan bir insan, ölmek istemez ve ölümü de sevmez. Sebebi ise, dünyasını mâmûr, âhiretini ise harâb etmiştir. İnsan, hiç mâmûr bir yerden harâb olmuş, yıkılmış bir yere gitmek ister mi? Tâbiînin büyüklerinden Ebû Hâzim hazretlerine; -Ölmek istemiyoruz, bunun sebebi nedir? diye sorulduğunda, cevap olarak; -Âhıretinizi harâb, dünyânızı mâmûr eylediniz. Mâmûr bir yerden, harâb yere gitmeyi elbet istemezsiniz buyurmuştur. Ve Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tamir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!)
.
Ramazân, yanmak demektir
24 Eylül 2006 01:00
Ramazân, hicrî ayların dokuzuncusu, üç ayların sonuncusu ve farz olan orucun tutulduğu aydır. Aynı zamanda Ramazân, yanmak anlamındadır. Çünkü bu ayda, oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur. Hadis-i şerifde buyuruldu ki: (Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca şeytanlar zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır. Ondan hiçbir kapı açık bırakılmaz. Cennet kapılarının hepsi açılır. Kapalı hiçbir kapı kalmaz. Bir münâdî şöyle seslenir: Ey hayrı arayan! Hayra yönel. Ey şerri arayan! Ondan uzaklaş. Allahü teâlâ bu gece birçok kimseyi Cehennem'den âzâd eder.) Muhyiddîn-i Arabî hazretleri buyuruyor ki: "Ramazan ayının ilk gecesinden son gecesine kadar göklerin kapıları açılır. Yâni bereket ve duâların kabûl kapıları açık kalır. Ramazan gecelerinde namaz kılanlara, Allahü teâlâ her bir secdesine bin beş yüz hasenât, lutuf ve ihsân buyurur. Kırmızı yâkuttan yapılmış bir cennet verilir. Birçok kapısı olup, kapıları altından, kırmızı yâkutlar ile süslüdür. Allahü teâlâ, insanın her orucuna başka başka lutuflar ihsân eder. Oruçlu olduğu günün güneşinin doğuşundan batışına kadar yetmiş bin melek o oruçluya istiğfâr eder. Gecesinde ve gündüzündeki secdelerine, Cennet bağlarında dünyâda tasavvur edemediği ağaçlar dikilir ve gölgeliklerinde binlerce insan gölgelenir." Ayların hayırlısı Günlerin hayırlısı Cuma günü, ayların hayırlısı Ramazan ayı, amellerin hayırlısı da vaktinde kılınan namazdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemiştir: 1-Ramazânın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmet ile baktığı kuluna hiç azâb etmez. 2-İftâr zamânında, oruçlunun ağzı kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan dahâ güzel gelir. 3-Melekler, Ramazânın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ eder. 4-Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazân-ı şerîfde Cennette yer ta'yîn eder. 5-Ramazân-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü'minlerin hepsini affeder.) Her kim Ramazân-ı şerîf orucunu Allahü teâlâ emrettiği için ve güzelce tutsa, harâmlardan sakınsa, kazâ namâzlarını kılsa, Cenâb-ı Hak, her gün için, bin gün nâfile oruç tutmuş gibi sevâp ihsân eyler ve o kimse ile Cehennem arasına birçok perdeler konur. Hazret-i Ömer buyurdu ki: "Ramazan çok hayırlı ve mübârek bir aydır. Gündüz tutulan oruca, gece kılınan namaza, bu ayda verilen sadakaya, Allahü teâlâ kat kat sevâb verir." Kur'ân-ı kerîmde bütün üstünlükler bulunduğu gibi, Ramazân ayında da, o üstünlüklerden hâsıl olan bütün iyilikler bulunmaktadır. Bu bağlılıktan dolayı, Kur'ân-ı kerîm bu ayda nâzil oldu. Bekara sûresinin 185. âyetinde meâlen; (Kur'ân-ı kerîm, Ramazân ayında indirildi) buyuruldu. Kadir gecesi bu aydadır ve bu ayın özüdür. Kadir gecesi, çekirdeğin içi gibidir. Ramazân ayı da, kabuğu gibidir. Ahmed-i Haznevî hazretleri buyurdu ki: "Resûlullah efendimiz, bu ayda, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak, sahuru tehir etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek, sünnet-i müekkede olup birçok iyi neticeler verir. İyi ameller yapmak Bu ayda sâlih ve iyi ameller yapmayı başaran bir kimse, o senenin sonuna kadar da iyi işleri başarmış olur. Bu ayı günâh işlemekle geçse, o yılı sonuna kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise müslümanın, mümkün olduğu kadar bu ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu ayı kendine ganîmet bilmesi gerekir. Bu ayın her gecesinde, Cehennem ateşine müstehak binlerce kimse âzâd edilip serbest bırakılır. Cehennem kapıları kapatılıp, şeytanlar bağlanır, rahmet kapıları açılır." Netice olarak, Ramazân-ı şerîf orucu, bir senelik günâhların affına sebep olmaktadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Ramazân-ı şerîf ayında yapılan nâfile namâz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâp, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir orucluya iftâr verenin günâhları affolur. Cehennemden âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâp verilir. O oruçlunun sevâbı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur, Cehennemden âzâd olur. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasîb olur. Bu aya saygısızlık edenin, günâh işleyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti kazanmak için fırsat bilmelidir."
.
"Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz"
25 Eylül 2006 01:00
Oruç tutmak, sıhhat, sağlık için zararlı değil, aksine çok faydalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına, zararlı bir şey emretmez. Peygamber efendimiz de: (Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz) buyurmuştur. Oruç tutmak, mide rahatsızlığına sebep olmadığı gibi, aksine midenin sıhhati için çok faydalıdır. Bu husûs, bugünkü modern tıp mütehassısları tarafından, açık ve kesin bir şekilde isbat edilmiştir. Çeşitli yabancı dillerde, mütehassıs doktorlar tarafından yazılmış tıp kitaplarında, bir çok hastalıkların perhiz yapmakla tedâvî edilecekleri, yâhut perhiz yaparak tedâvînin kolaylaşacağı bildirilmektedir. Oruç, bir sene boyunca durmadan çalışan mide ile berâber bütün sindirim sisteminin istirâhate sevkedilmesi ve insan vücûdunun bir tasfiyeye tâbi tutulmasıdır. Böylece, sindirim sistemi dinlendirilmiş olur. İnsanlarda en çok görülen râhatsızlık, hazım, sindirim bozukluğudur. Bu hal ise, şişmanlık, kalp ve damar hastalıklarına, şeker hastalığına ve tansiyon yüksekliğine sebep olmaktadır. Oruç, bütün bu hastalıklara karşı, koruyuculuk vazîfesi yaptığı gibi, bir de tedâvî vâsıtasıdır. Bugün birçok hastalıktan kurtulmak için, perhîz lâzım olduğunu, doktorlar bildirmektedir. Oruç ile kurtulanlar Oruç tutmakla, insanın güçlü bir irâde kuvveti kazanacağı şübhesizdir. Bu sebeple alkol, uyuşturucu gibi, kötü alışkanlıklardan oruç vesîlesi ile kurtulanlar çok görülmektedir. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanın nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfaza etmesi için bâzı çârelere başvurması gerekir. Oruç, bu hususta en güzel çâredir. İnsan, şehvetini oruç tutmak sûretiyle kırar. Oruç, insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında, oruçtan daha tesirli bir çâre yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severler. Oruç tutan cemiyetlere şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmıştır. Onlar için Cennet'in kapıları açık, Cehennem'in kapıları da kapalıdır." Oruç, vücûttaki karbonhidrat, protein ve bilhassa yağ depolarının harekete geçirilmesini sağlar. Oruç sâyesinde madde süzmekten kurtulan böbrekler, bir revizyona, tamire girerek, dinlenme ve yenilenme imkânı bulurlar. Bütün bu bildirilenler, oruç tutmanın insan sağlığına zarar verir diyenlerin yalan ve iftirâlarını yüzlerine çarpmaktadır. Oruç, senede bir ay, yalnız gündüzleri yemek ve içmekten uzaklaşmak demektir. Bunun mânâsı, insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu da öğretmektir. Oruç, toklara, aç insanın neler çektiğini hatırlatır. Aynı zamanda nefse hâkim olmayı sağlar. Oruç tutma zamanı, Kamerî aylara göre tâyin edildiğinden, her sene, şemsî sene hesâbıyla önceki seneye göre 10-11 gün evvel gelir. Bu sebepten, yaklaşık otuz üç sene içinde her mevsimde oruç tutmak mümkün olur. Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hazretleri, talebelerine şöyle nasihat ederdi: "Karnınız aç olsun! Bunun için de çok oruç tutunuz! Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak, kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebep olur. Ayrıca oruçlunun duâsı, Allahü teâlâ indinde makbûldür. Hikmet hazînelerinin anahtarıdır Eğer Allahü teâlâya tâatta bulunamazsanız, hiç olmazsa oruç tutun. Karnınızı aç tutmaya ve acı çekmeğe önem verin. Çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir tâat yoktur. Peygamber ve velîlerin kalplerinden hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırmıştır. Allahü teâlâya ulaştıracak, oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin duâlarına karşılık verilir ve kabûl edilir. Orucun Allahü teâlâ katında büyük değer ve önemi vardır. Oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Bir kimse, bütün kulluk vazîfelerini yerine getirse, fakat mîdesini doldursa hiçbir yere ulaşamaz. Orucu gereğince tutsa, başka kulluk vazîfelerinde kusur olsa bile, yine bir yere erişir. Oruca yavaş yavaş alışmak gerekir ki, sıhhate ziyan gelmesin, insanı işten alıkoymasın." Netice olarak oruç, insan için zararlı değil, her bakımdan faydalıdır. Zira oruç tutanlarda, gündüz kan hacminin, doku suyunun azaldığı ve sonuçta minima, küçük tansiyonun düştüğü, kalbin rahatladığı tetkikler sonucu anlaşılmıştır. Oruç tutan kişinin sinir sistemi de, bir rahatlama içindedir. Bir ibâdeti yerine getirme mutluluğu, gerginlikleri, sıkıntıları azaltır, yok eder. Ayrıca Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin buyurduğu gibi: "Oruç tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ, yemekten ve içmekten münezzehtir."
.
Vermek izzet, almak zillettir
1 Ekim 2006 01:00
Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya, ihlâs ile itâat ve ibâdet etmek suretiyle gelmektedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günâh işlemekten hâsıl olur. Herkese derd ve belâ, günâh yolundan gelir. Rahat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değiştiremez. Kim Allahü teâlâdan korkarsa, haram işlemezse, bütün mahlukat ona itaat eder. Onu aziz eder. Kim, Allahü teâlâdan korkmaz, haram işlerse, Allahü teâlâ onu zelil, rezil eder. Allahü teâlâdan korkup haram işlemezse aziz olur. Aksini yapan zelil ve rezil olur. Ebû Ali Rodbârî hazretleri; "Dünyâyı kazanmakta nefsler için zillet, âhireti kazanmakta ise nefsler için izzet vardır. Acaba niçin insanlar, bâkî olan âhireti istemekteki izzetin yerine, fânî olan dünyâyı isteyerek zilleti seçerler" buyurmaktadır. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri de; "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, kişiler için zillet, âhireti aramakta ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşlerinde koşarak zillete düşmek, ebedî olanı terk edip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terk edene ne kadar çok şaşılır" buyurmaktadır. İstenecek kapıyı iyi bilmelidir Kulun elbette istekleri olacaktır. Fakat istenecek kapıyı iyi bilmeli ve ona göre istemelidir. Çünkü Allahü tealanın nimetleri, ihsânları güneşten dahâ açık ve aydan dahâ âşikârdır. Başkalarından gelen nimetleri de gönderen O'dur. Başkalarının ihsân etmesi, bir emânetçinin, birisine emânet vermesi gibidir. Allahü tealadan istemeyip, başkasından yani O'nun yarattıklarından bir şey istemek, fakîrden bir şey beklemek gibidir. İstenecek kapıdan, istenecek şeyi de iyi bilmelidir. Cenab-ı Hak'tan, rızasını, muhabbetini taleb etmelidir. İstek nimetinin kıymetini bilip, bunun elden kaçmasına sebeb olacak şeylerden sakınmalıdır. Bu nimetin elden çıkmamasına en çok yarayan şey, buna şükretmekdir. Çünkü, sûre-i İbrâhîmin 7. âyetinde meâlen; (Ni'metlerime şükrederseniz, elbette arttırırım) buyuruldu. Dinimizde vermek, kıymetlidir, muteberdir. Zira bir şey istemek zillet, bir şey vermek ise izzettir. Allahü teala dünyaya zillet, ahirete izzet vermiştir. Kuldan isteyen zelil, Allahü tealadan isteyen ise aziz olur. Hadîs-i şerîfte: (Veren el, alandan yüksektir) buyuruldu. Fedakârlık etmek, vermek demektir. Haklı olduğu halde, sen haklısın demek, vermektir. İnsanlara güler yüzle muamele etmek, vermektir. Yük çekmek, vermek demektir. Bunun için veren aziz olur. Alan ise, zelil olur. Yükünü çektiren, sıkıntı veren, fedakârlıktan sakınan, haklı olmadığı halde haklıyım diyen, neticede zelil olur. Fedakârlıkta bulunan yani vermesini bilen, sevilir, sayılır, hürmet görür. Hep almaya çalışan ise, sevimsiz olur, horlanır, itibarsız olur. Abdullah-ı Ensârî hazretleri; "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır" buyurmaktadır. Şeyh Edebâlî hazretlerinin, Osman Gâzi'ye yaptığı meşhur vasiyette ise; "Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır" buyurulmaktadır. Dini kurtarmak için, dünyayı vermek lazımdır. Zira dünya malını kalbinden atan, Allahın sevgili kulu olur. İyi sebebe yapışan iyi netice alır. Rütbelerin en üstünü... Para, dünyada iş görmek için yaratılmıştır, sevmek ve biriktirmek için değil. Zira paranın sevgisi yılan sevgisi gibidir. Mal kazanmakla, şeref kazanılmaz. İzzet ve şeref, Allahü tealaya kul olmakta, ilimde, edebde, ihlas ile amel etmektedir. İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. İnsanın şerefi de ilmi ve edebi ile belli olur. Allahü teala kime izzet vermişse, onu kimse zelil edemez. Kime zillet vermişse, onu da, kimse aziz edemez. Peygamber efendimiz; (Şan, şeref ve üstünlük, mal ile değil, ilim ve irfân ile ölçülür) buyurmuştur. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, sevenlerine ve oğluna hitaben; "Sana vasıyyet eylerim ey oğul ki, her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol! İslâm âlimlerinin kitâblarını oku! Fıkıh ve hadîs öğren! Câhil tarîkatçılardan sakın! Şöhret yapma! Şöhrette âfet vardır. Arslandan kaçar gibi, câhillerden kaç! Bid'at sâhibi, sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Helâldan ye! Çok gülme! Herkese, şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa, mücâdele etme! Kimseden bir şey isteme! Mayan fıkıh ve evin mescid olsun!" buyurmaktadır. Netice olarak insan, kendini, almaya değil vermeye alıştırmalıdır. Çünkü bir gün en çok sevdiğimiz şeyi yani canımızı vereceğiz. Bunun için vermeye alışan, kolay can verir denmiştir.
.
Dünyada ve âhirette azîz olmak için...
2 Ekim 2006 01:00
Bir Müslümânın öğrenmesi lâzım olan bilgilere İslâm ilimleri denir. İslâm ilimleri; din bilgileri ve fen bilgileri olmak üzere iki kısımdır. Hadis-i şerifte; (Her müslümân erkeğin ve kadının, İslâm bilgilerini öğrenmeleri farzdır) buyuruldu. Dinimiz, ilme kıymet vermeyi, âlimlere hürmet etmeyi ve Allah yolunda olanlarla berâber bulunmayı emretmektedir. Hadîs-i şerîfte; (Bir insan, yâ âlimdir, yâhud ilim öğrenmekte olan talebedir. Yâhud bunları sevmektedir. Bu üçünden başkaları ahırlarda uçan sinekler gibidir) buyuruldu. Bunun için, kıymetli ve sınırlı olan ömrü, faydasız şeylerle geçirmemeli ve hadîs-i şerîfte bildirilen dördüncü dereceden olmamaya çalışmalıdır. Hadîs-i şerîfte; (Doğru ilim sâhibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makâmıdır) buyuruldu. Bu saâdete kavuşmak için, ilim öğrenmeye çalışmak lâzımdır. Şu hususu iyi bilmelidir ki, insanı dalâletten, kötü yoldan ancak ilim ve âlimler kurtarır. Zira rehber olmadan doğru yola kavuşulamaz. İlme kıymet vermezler! İlme ve ilim öğrenmeye Allahü teâlâ kıymet vermektedir. Dünyâya tapanlar, mektebe gitmemiş ve hakîkî din âliminin sohbetinde bulunmakla şereflenememiş olanlar, ilme ve âlime kıymet vermezler. Bunlar, dinlerinin noksan olması tehlikesinden korkmaz ve hakîkî din âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenmezler. Bunların tek düşünceleri, para, mal toplamak ve mevki elde etmektir. Helâlden mi, harâmdan mı geldiğine bakmazlar. Hakkı bâtıldan ayırmazlar. İlmin ve hakîkî din âlimlerinin kıymetini bilmezler. Hakîkî din adamlarının vaazları, kitâpları, bunların nazarında, hayvan pazarında güzel kokular satan attâr ve körlere ayna satan kimse gibidir. Ebû Leheb gibi kimseye Tâhâ sûresini okumak ve sokak serserisinin cebine inci, mercan doldurmak ve bir köre sürme hediyye etmek, akıllı kimsenin yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, böyle boş kafalı kimseler için; (Bunlar hayvan gibidir, hattâ dahâ aşağıdırlar) buyurmuştur. Enes bin Mâlik hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfte; (Âlime haksız olarak hakâret eden kimseyi, Allahü teâlâ, bütün insanlar arasında hakîr, rezîl eder. Âlime hürmet eden kimseyi, Allahü teâlâ, Peygamberler gibi azîz eder, şereflendirir) buyuruldu. Mûsâ aleyhisselâm, ilmin en yüksek derecesinde olduğu, Allahü teâlâ ile konuşmak şerefine kavuştuğu ve Allahü teâlânın muhabbet şerbetinden içtiği hâlde, ilim edinmek için, Hızır aleyhisselâmın talebesi olan Yûşa aleyhisselâm ile berâber geldiği Kehf sûresinde bildirilmektedir. Mûsâ aleyhisselâm mantık ilminin üstâdı iken, Hızır aleyhisselâmdan ilim öğrenmeye geldi. İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretlerinin 15 yaşında bir oğlu vardı ve bu oğlunu çok seviyordu. Ama bir gün ansızın vefât etti. Talebesine; "Defin işini size bıraktım. Ben üstâdımın dersine gidiyorum. Bugünkü dersi kaçırmıyayım" demiştir. İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri, vefâtından sonra rüyâda görülür. Cennette, çok büyük bir köşkün önünde durmaktadır. Bu makama nasıl yükseldiği sorulunca; "İlme ve ilim öğrenmeye ve öğretmeye olan muhabbetim ile" cevabını vermiştir. Muhammed Celâl Hirevî hazretlerinin en büyük oğlu takvâ sâhibi ve çok âlim bir kimse idi. Bu oğlu vefât ederken yanında idi. Oğlu vefât edince, üstünü örttü ve medreseye gidip, hadîs dersini verdi. Sonra medreseden çıkıp defin işine başladı. Sultana nasihat!.. Dede Ömer Rûşenî hazretleri, Osmanlı âlimlerindendir. Akkoyunlu sultanlarının dâveti üzerine Tebriz'e gider. Sultan Hasan, bir cumâ gecesi, meşhur âlim ve velîlerle beraber onu da saraya davet eder. Sultan bir ara âlimleri göstererek, şikâyette bulunur. Bunun üzerine Dede Ömer Rûşenî hazretleri sultana şöyle nasihat eder: "Âlimler, peygamberlerin vârisleri ve dînin direkleridir. Bu âlimlerin kalblerinde Allahü teâlânın kelâmı Kur'ân-ı kerîm, O'nun mübârek isimleri ve ilmi vardır. Onların bereketli nefeslerini koklayıp, Cennet kokularına kavuşasın. Resûlullah efendimiz; (Kim bir âlime ikrâm ederse, bana ikrâm etmiş olur. Bana ikrâm eden, Allahü teâlâya ikrâm etmiş olur. Allahü teâlâya ikram eden, Cennet'e girer) buyurdu. Âlimlere hürmet husûsunda âyet-i kerîmeler vardır. Bu hususta hadîs-i şerîfler de çoktur. Dolayısıyla âlimlere hürmet mutlaka lâzımdır. Onlara kötülük yapmayı düşünmek, insanın felâketine ve Allahü teâlâdan uzaklaşmasına sebep olur. Âlimleri kim zemmedip kötülerse, onların etlerini yemiş gibi olur." Sultan Hasan büyük bir dikkatle bu sohbeti dinledikten sonra, söylediklerine pişman olur. Netice olarak, dünyâda ve âhirette azîz olmak için, ilim öğrenmek, bunlarla amel etmek ve başkalarına da öğretmek lâzımdır...
.
Netice almak isteyen sabırlı olur
8 Ekim 2006 01:00
Sabır, insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur. Sabır; bütün hayırların, iyiliklerin anahtarıdır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren, her menzile sabırla ulaşılmaktadır. Çocuğun büyümesi ve eğitimi, sabretmeye bağlıdır. İyi bir insan, iyi bir Müslümün olmak, sabırla ele geçer. Din Büyükleri; "Sabır bütün hayırların, şükür de bereketin anahtarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa, o, en yüksek mânevî mertebelere kavuşur" buyurmuşlardır. Abdullah ibni Abbâs hazretleri, kızının vefat ettiğini öğrenince önce; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn" der ve akabinde de; "Bu mahrem idi, Allahü teâlâ bunu örttü, yardıma muhtâc idi, himâyesine aldı; bizim için de bir mükâfât idi onu bizden önce gönderdi" der ve iki rek'at namaz kılar. Namazı kıldıktan sonra; "Allahü teâlânın; Bekara suresinin 45'inci âyet-i kerimesinde; (Sabır ve namaz ile yardım isteyin) meâlindeki emrini yerine getirdik" buyurur. Sabır, dinin yarısı, Namaz ise dinin direğidir. Bu ikisine yapışan, hedefine ulaşır, maksadına kavuşur. Peygamber efendimiz; (Sabreden, zafere kavuşur) buyurmuşlardır. Sabır ve ihlâs... Abdullah Mürteiş hazretleri; "Bütün işlerin netîcesinin sıhhatli ve faydalı olabilmesi için iki şart vardır: Sabır ve ihlâs" buyurmuştur. İsmâil Fakîrullah hazretleri; "Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır" buyurmuştur. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri ise; "Kıyâmet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş ve zenginliğe ne ölçüde şükredilmiş ise, o hesâb edilecek. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir" buyurmaktadır. Ebû Ali Dekkâk hazretlerine; Sabır nedir? diye sual edilince cevaben buyurur ki: "Sabır, ilaç olarak kullanılan tadı acı bir ağacın adıdır. Sabırlılar dünyâ ve âhiret izzetine konarak kurtuluşa erdiler. Çünkü onlar Allahü teâlâdan O'nunla olma şerefine nâil olmuşlardır. Allahü teâlâ bunun için Tûr sûresi 4. ayetinde meâlen; (Şüphe yok ki Allah sabredenlerle berâberdir) buyurmuştur. Sabrın târifi ve sınırı, takdire îtirâz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksızın başa gelen musîbetleri açıklamak sabırsızlık olmaz. Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâm kıssasında; (Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur) buyurmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 83. ayetinde meâlen, Eyyûb aleyhisselâmın; (Başıma bu dert geldi) dediğini haber vermiştir. Bu ümmetin zayıfları, ruhsatla, amel ederek nefes alsınlar diye Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın; (Başıma bu dert geldi) dediğini bildirmiş ve böyle şeyler söylemeyi haram kılmamıştır." Abdülkâdir Geylânî hazretleri buyurdu ki: "Kulun Allahü teâlâyı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allahü teâlâyı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı. Birisi Peygamber efendimize; "Ben seni seviyorum" deyince; (Fakirlik için bir elbise hazırla) buyurdu. Bir başkası gelip Peygamber efendimize; "Ben Allahü teâlâyı seviyorum" deyince; (Belâ için elbise hazırla) buyurdu. Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Allahü teâlâya, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Bir ânlık sabrınızın mükâfâtını, mutlaka görürsünüz. Zaten kahraman olanlar da, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmışlardır." Sabretmeyen kavuşamaz... Ahmed Yekdest Cüryânî hazretleri; "Dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, Hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır" buyurmaktadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sâhibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Kazâ ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!) Netice olarak sabır, Allahü teâlânın takdirine ve taksimine îtirâz etmemektir. Sabretmeyen zafere kavuşamaz. Netice almak isteyen ise, sabırlı olur.
İsrâf, nimeti hakîr görmektir
9 Ekim 2006 01:00
Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Âhireti kazanmak, mal ile olduğu gibi, dünyâ ve âhiret, mal ile intizâm bulur, râhat olur. Hac, cihâd sevâbı, hep mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabâyı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetiştirerek insanlara hizmet etmek de hep mal ile olur. Dînimiz; (İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır) buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet yapmaktan dahâ çok sevâbdır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da harâmlardan kaçınır. Akrabâsını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider) buyuruldu. Abdullah ibni Mes'ûd hazretlerinin haber verdiği bir hadîs-i şerîfte de: (İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harceder) buyuruldu. "Sen malsız idin" Peygamber efendimiz, Amr ibni Âs hazretleri için; (İyi kimseye malın iyisi, ne güzel yakışır) buyurmuştur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, mala "Hayrlı şey" ismini vermekte ve Habîbine verdiği nimetleri hâtırlatırken: (Sen malsız idin, sana, kimseye muhtâc olmayacak kadar, mal verdim) buyurmaktadır. İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan Süfyân-ı Sevrî hazretleri; "Bu zamânda mal, insanın silâhıdır" buyurmuştur. Yani, insan cânını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur. Malı ve dünyâlığı kötüleyen haberler de çoktur. Fakat, bu haberler, malı, dünyâlığı değil, bunların sevgisini, zararlı kullanılmasını kötülemektedir. İnsanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebep olan mal, zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Mal, birbirine zıd iki şeye yani hayra ve şerre sebeptir. Hayra, iyiliğe sebeb olan mal övülmekte, şerre, kötülüğe sebep mal da kötülenmektedir. İsrâf ise, malı helâk etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyânın mubâh olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebep olan yerlere atmak, onu helâk etmektir. Kullanılmayacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçtan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğuktan, sıcaktan ve açlıktan ölmelerini önleyecek kadar yedirmemek ve örtmemek de, helâk etmektir ki, bunların hepsi isrâftır. Ayrıca, meyve ve ekin toplandıkdan sonra, bunları iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları veyâ nem alarak çürümeleri veyâ kurd, güve gibi benzeri canlıların yemeleri de hep isrâftır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdâların ve hurma, karpuz gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, zerdâli gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitap gibi eşyânın, böylece isrâf edildikleri çok görülmektedir. Yemek artıklarını dökmek, çatalı, kaşığı, tabağı, tası ekmekle veyâ parmakla sıyırıp yemeden önce, kapları ve parmakları yıkamak ve silmek de isrâftır. Fasulye, pirinç, nohud gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak isrâftır. Sofra bezi ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da isrâftır. Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yedirmek isrâf olmaz. Doyduktan sonra fazla yemek de isrâftır. Yalnız, misâfir utanmasın diye, ev sâhibinin fazla yemesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yemek isrâf değildir. Mal, büyük nimettir Resûlullah efendimiz çeşitli meyveler yemiş ve Abdullah ibni Abbâs hazretlerine hitaben de; (İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, isrâf ve tekebbürdür) buyurmuşlardır. Netice olarak, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde bildirildiği gibi mal, büyük bir nimettir. Malı isrâf, Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, nimete kıymet vermemek, nimeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nimet etmek, yanî şükretmemek olur. Bu ise, nimeti verenin, azarlamasına ve azâb etmesine sebep olacak büyük bir suçtur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükredilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Zira sure-i İbrâhîmin 7. âyet-i kerimesinde meâlen, (Şükrederseniz, verdiğim nimetleri elbette arttırırım) buyurulmaktadır.
.
Sevgili kul olabilmek için
15 Ekim 2006 01:00
İhsân eden, iyilik eden sevilir. Peygamber efendimiz; (İhsân sâhibini sevmek, insânların yaratılışında vardır) buyurmuşlardır. Bütün iyilikleri yaratan, insana, can, mal, sıhhat veren, zararlardan, korkulardan koruyan, Allahü teâlâyı sevmek insanlık îcâbıdır. Allahü teâlânın sevgisini kazanmaya çalışan kimseye, Sâlih kul denir. Bu sevgiyi kazanmış olan kimseye de Velî yani Sevgili kul denir. Ali Râmitenî hazretleri, Sevgili kul olabilmenin şartlarını şöyle bildirmektedir: "Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1-Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır. 2-Bâtın temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte; (Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ ediyor. Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Hâlbuki, yediği içtiği haram, gıdâsı hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?) buyuruldu. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz. Dilin temizliği İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi. Zîrâ Peygamber efendimiz; (İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem'e atılırlar.) buyurdu. Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar insanlardan uzak durmaya çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze t âbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; (Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır.) buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; (Oruç, Cehennem'e kalkandır.) buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir. İhlas sahibi olur Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Lâ ilâhe illallah"tır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; "İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "Lâ ilâhe illallah" demenin çok fazîletli olduğunu ve günahların affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin 41. âyet-i kerîmesinde me âlen; (Ey îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz.) buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir. Altıncı şart; hâtıra yâni kalbe gelen düşüncelerdir. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Hâtır-ı rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtır-ı melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Hâtır-ı şeytânî; günahı süslemekdir. Hâtır-ı nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir. Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir. Sekizinci şart; sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, haramlar gözüne kötü görünür. Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; (Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız.) buyurdu. Onuncu şart; helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin 168. ayet-i kerîmesinde meâlen; (Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz.) buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; (İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâlı taleb etmektir.) buyurmuştur. Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz, helâl ve temiz yer, isrâf etmez."
.
İnsanın değeri, değer verdikleridir
16 Ekim 2006 01:00
İnsanın kıymeti, muhabbet ettiği, sevdiği, değer verdiği şeylerle belli olur. İnsan ne ile meşgul olursa, gönlü ona kayar. Bunun için Din Büyükleri; "Dünyâ işleri ile çok uğraşmakta, dünyâ işlerine gönül bağlamak korkusu vardır" buyurmuşlardır. Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri buyuruyor ki: "Her sınıf insanın, ulaşmak için gayret ettiği bir gâyesi, himmeti vardır. Sâlihlerin himmeti, Allahü teâlâya isyân etmeden, O'nun râzı olduğu işleri yapmaktır. Âlimlerin himmeti, sevâbın artmasına gayret etmektir. Âriflerin himmeti, kalplerinde Allahü teâlânın büyüklüğünü bulundurmak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeyleri terk etmektir." Mimşâd ed-Dîneverî hazretleri anlatır: Bir yolculuğumda, yaşlı bir zât gördüm. Salih bir kimse olduğu yüzünden okunuyordu. Kendisinden nasîhat isteyince buyurdu ki; "Himmetini koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz, gayreti iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de düzelir" Onu elde etmek için çalışır Himmet; gayret, emek, çalışmak, çabalamak, yardım gibi anlamlara gelmektedir. İnsanın kıymeti, kıymet, değer verdiği şeylerle ölçülür. Bir kimse neye değer vermiş ise, onu elde etmek için çalışır. Bu kimsenin bütün gayreti, çalışması hep bu yönde olur. Sadece yeme ve içmeye kıymet verenin değeri de, o kadar olur. Kim neye kıymet veriyorsa, kendi kıymetini de ortaya çıkarmış oluyor. Kutbüddîn Kâki hazreleri buyuruyor ki: "Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli, süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Süslü elbiseleri gösteriş için giyen, kendini aşağılamak yolunda silâhlı bir soyguncu gibi olur. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyâlık şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusûr ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir. Dînin emirlerini yerine getirmekte çok gayretli olmalıdır. Zîrâ gayret olmayınca, ilerlemek de olmaz. Bu yolda ilerlediğini söyleyen fakat dînin emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan kimse, yalancıdır." Her mahlukun, kendi yaratılışı ile alakalı olarak bir himmeti, gayreti olur. Nefsin de himmeti, gayreti, yaratılanların en cahili olması sebebi ile, kendini mahvetmek üzerinedir. Bir kimse, nefsine tabi olursa, kadir ve kıymeti de nefsi kadar yani nefsinin kıymet verdikleri kadar olur. Bunun için insan, nefsine ve nefsinin himmet ettiklerine tabi olmayıp, himmetini yani isteklerini, arzularını, taleplerini çok yüksek, kıymetli şeylere çevirmelidir. Sebeblere yapışır Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeple yaratıp, göndermektedir. Yüksek, kıymetli şeylere kavuşmak isteyen kimse, bunlara kavuşturan sebeplere yapışır, himmetini bu yöne kullanır. Cenâb-ı Hakkın rızâsına talib olan bir kimse, kötü şeylere ve nefsine tabi olmaktan kendini korur. Abdullah bin Hubeyk hazretleri buyuruyor ki: "Yarın sana zarar verecek şeyler için keder ve gam içinde bulun. Âhiret saâdetini harâb eden şeyler için üzül. Yarın sana fayda vermeyecek şey için sevinme!" Bir gün Ömer bin Abdülazîz hazretleri cemâate hitâben buyurdu ki: "Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler durumundasınız. Ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir nîmet verildiği zaman, önceki nîmet orada sona erer. Ağıza bir lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla berâber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O, sizin hakkınızda iyi bir şâhittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle berâber gelmektedir. Sizi almak için gelen ölümün elinden kaçış nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyâlarını bineklerine yüklemiş, yolcularsınız. Yüklerinizi, buradan başka bir âlemde çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin aslınız ve dünyâya gelmenize vesile olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyâya gelen kimseler olarak, nasıl bâkî, devamlı kalabilirsiniz. Sizler de bu dünyâdan göçeceksiniz." Netice olarak, Akşemseddîn hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kişinin kadrinin ve kıymetinin varlığı, mihnetlere, belâ ve musîbetlere sıkıntılara sabretmesiyle ortaya çıkar. Bu mihnet, dünyâlığın olmaması veya eksilmesi, elden çıkması ile olur. Sabredenlerin, sabırdaki sebatları sebebiyle, sabır, tevekkül, kanâat ve yumuşaklık gibi güzel hasletleri artar. Böylece olgunlaşan insanın kalb aynasındaki kirler, cevherin hâlis hâle getirilmesi gibi temizlenir."
.
Dünya iş, âhıret ücret yeridir
22 Ekim 2006 01:00
Allahü teâlâ, insanların yaptığı işleri iki kısma ayırmıştır. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, karşılık olarak bunlara nimetler vereceğini va'detmiştir. Va'dettiği iyiliklerin ölçü birimine, Ecir ve Sevâb denir. Dünyâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhırette çeşitli miktârlarda nimetler verilecektir. Nimetlerin verileceği yere, Cennet denir. Allahü teâlâ, insanların yaptığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan râzı olmadığını, fakat pişmân olup tövbe edenleri veyâ şefâate kavuşanları affedeceğini, affedilmiyenlerin kötü işlerine, kıyâmette, çok acı karşılıklar vereceğini, Cehennem ateşinde yakacağını bildirdi. Bu acı karşılıklara, Azâb denir. Azâbların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, Günâh denir. Allahü teâlânın beğendiği şeylere Hasenât yani iyi şeyler denir. Beğenmediklerine Seyyiât yani kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenât, hangi işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi. Hasenât yapanlara sevâb vereceğini va'detti. Allahü teâlâ, va'dinde sâdıkdır. Sözünden hiç dönmez. Feth sûresinin 29. âyetinde meâlen; (Allah, inanıp emirlerini yapanlara, mağfiret ve büyük ecir vâ'detmiştir) buyurulmuştur. Kıyâmet günü, ni'met ve azâb olarak, başka yerden birşey getirilmiyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır. İki çeşit iş vardır Dünyada; dünyaya yarayan ve âhirete yarayan işler olmak üzere iki çeşit iş vardır. Dünyada, dünya için yapılan işlerin hepsi dünyadır. Namaz dahi olsa böyledir. Ahiret için yapılan işler, yani âhirete gönderilebilen işler ise, âhiret işidir. Bu sebeple insan, her işini yaparken bakmalı ve ben bu işi niçin yapıyorum diye kendine sormalıdır. Bir kimsenin Allah rızası için yaptıkları, âhirette karşısına ecir olarak çıkacaktır. Çünkü Allah rızası için yaptığı her iş, âhiret işi oldu. Bu yüzden her müslümanın çok iyi bir tüccar olması lazımdır. Süleymân bin Cezâ' hazretleri buyuruyor ki: "Ramazân-ı şerîf ayında oruc tutduğun zamân bütün azâlarınla tut ki, orucun oruç olsun ve orucun fazîletine ve derecesine nâil olasın. Peygamber efendimiz; (Yâ Ebâ Hüreyre! Benim ümmetim Ramazân-ı şerîfin orucunu güzel ve tam olarak tutsa, Hak teâlânın bayram gecesi vereceği ecr-ü mesûbâtı, in'âm ve ihsânı, kendi zâtıdan başkası bilmez. Hak teâlâ buyurur ki: "Oruc benim rızâm içindir, vereceğim ecri de kendim bilirim.") buyurmuşlardır." Yapılan ibâdetler için va'dedilen sayısız ecirler, bu ibâdetlerin kudsiyyetlerine ve şereflerine inanarak, ta'zîmle, hürmetle yapanlara verilecektir. Emredilen ibâdetlerden bazıları basît gibi görünse bile, aslında bu ibâdetler, cenâb-ı Hakkın emirlerini yerine getirmek ve bu vesîle ile Ona yaklaşmak ve Ona hakîkî kul olmak şerefine dayandığından büyük bir kıymet taşırlar. İnsanların bir ibâdetine karşılık, bire on, bire yediyüz, bire sonsuz ecir verileceği Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir. Niçin sorusu Herkes, dünyada iken ve elinde fırsat varken, âhiretteki niçin sorusuna cevap aramalıdır. Niçin namaz kılıyoruz, niçin oruç tutuyoruz, niçin yemek yiyoruz, niçin evleniyoruz, niçin konuşuyoruz gibi bu soruları çoğaltmak mümkündür. Haramlar için de durum aynıdır. Niçin yalan söyledin, niçin gıybet ettin gibi bu sorulara, dünyada iken cevap hazırlamalıdır. Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki, Allahü teâlânın rızası için olmayan her iş, dünyalıktır. Allahü teâlâ her şeyi bir gaye için yaratmıştır. İnsan olarak bizim de yaratılmamızın bir gayesi vardır. Zira tabiattaki canlı cansız her şey, bir iş için yaratılmıştır. İnsanın da yaratılmasının gayesi, Allahü teâlâyı bilmek, tanımak, Ona kul olabilmek ve kısacası Allah demek için yaratılmıştır. Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen; (İnsanları ve cinni, bana ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki "İbâdet etmeleri için" ifâdesi, "Beni tanımaları için" demek olduğu tefsir kitaplarında açıklanmaktadır. Allahü teâlâyı tanımayan, Onu Rab kabul etmeyen, devamlı emirlerini çiğneyen kimseler, nimete nankörlük etmiş, küfran-ı nimet etmiş olurlar. Kur'an-ı kerimde, sûre-i ibrâhimin 7. âyet-i kerimesinde meâlen; (Nimetlerime şükrederseniz arttırırım, şükretmez nankörlük ederseniz elinizden alır, şiddetli azap yaparım) buyurulmaktadır. Netice olarak, dünyâ hayâtı, amel yani iş yapmak, kazanmak yeridir. Ahıret ise, dünyada yapılan amellerin karşılığının ve ecrinin verileceği yerdir. Amel işlerken ecir, ücret taleb eden kimse, kendini ecirden, ücretten mahrûm eyler. Amellere verilecek ecir, ücret ise, ameli işliyene göre değişmektedir.
.
"Bayram, isyânı bırakanlar içindir"
23 Ekim 2006 01:00
Bayram, affa uğramaktır. Bayram, günahlardan kurtulma günüdür. Mü'minin bayramı, günahlarının affedildiği gündür. İmanla öldüğü gün bayramdır. Cennette Allahü teâlânın rûyetine kavuştuğu ve Peygamber efendimizi gördüğü gün, mü'minin bayramıdır. Hakiki bayram, Rabbimizin Huzuruna, yüz akıyla çıkabilmektir. Bir bayram günü, insanların neşeyle eğlendiklerini göre hazret-i Ali; "Günah işlemediğimiz gün de, bizim bayramımızdır." buyurmuşlardır. Dâvûd-i Tâî hazretleri, kendisinden nasihat isteyen kimseye: "Dünyâ hayâtında oruçlu gibi ol. Ölüm geldiğinde bayram sevinci içinde ol. Halktan yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçıp kendini mesûd kıl. Dilini koru. Lüzumsuz şeylerden kaçın. Dünyâ ile çok az ilgilen. Âhirete götüreceğin şeyler nisbetinde dünyâ ile ilgilen." buyurmuştur. Hurma toplarken Sırrî-yi Sekâtî hazretleri anlatır: "Bir bayram günü hazreti Ma'rûf'u hurma toplarken gördüm ve; -Bunları ne yapacaksın? diye sordum. -Şu çocuğu ağlarken gördüm ve niçin ağladığını sordum. Bana yetim olup anne ve babasının olmadığını, arkadaşlarının yeni elbiseleri ve oyuncakları olup kendisinin olmadığını söyledi. Şimdi bunları toplayıp satacağım, ağlamayıp oynaması için ona oyuncak satın alacağım dedi. Bunun üzerine; -Bu işi bana bırak deyip çocuğu alıp götürdüm. Yeni güzel elbiseler ve oynaması için bir oyuncak aldım. Çocuk o zaman memnun oldu. Bundan sonra kalbime bir nur geldi, kalbim parladı ve hâlim bambaşka oldu." Hiç param yok İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile berâber mescidden çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabûl buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabûl etti. Biraz sonra biri gelip, -Hanımım bir çocuk doğurdu. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum dedi. İmâm-ı Şafiî hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu." İbrâhim Ubeydî şöyle anlatır: "Bir bayram günüydü. Muhammed Zeynelâbidîn hazretleri, yanından ayrılmamı istemedi ve; -Bugün bayramdır. İnsanların bir araya gelip dağılma günüdür. Sen benim yanımdan ayrılma. Ziyârete gelenlerin ayrılmalarından sonra, bende bir yalnızlık oluyor. Bugün benim dostum ol. Seninle konuşmak beni memnûn ediyor." buyurmuştur. Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin on sene canı mahallî bir yemek ister. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine; -Ne olur, bayram günü olsun bana bu yemeği versen deyince, -Ey Nefsim! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur'ân-ı kerîmi hatim edersen, sana bu yemeği veririm der. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği yemeği getirirler. Bir lokma almasına rağmen tekrar geri koyar ve namaza durur. -Niçin böyle yaptın? deyince; -Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın, diyerek lokmayı geri koydum cevâbını vermiştir. Ana-baba hayatta iken Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurlarmış: "Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir. Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir. Bayram bineklere binenler için de değildir. Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir." Ana-baba hayatta ise, rızasını almak için uğraşmalıdır. Zira ana-babasını râzı eden kimse için, Cennette iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek, onlarla sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duâları alınmalı, haklarını helâl ettirmelidir. Ana-babanın dualarını almak için vesilelerden biri de bayramlardır. Bayramlarda, ana-babaya çeşitli hediyeler alıp, bayramları tebrik edilerek, hakları helâl ettirilmeli ve duâlarını almalıdır! Arada kırgınlıklar varsa bu vesile ile giderilmelidir. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselama buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, günahlar içinde bir günah vardır ki benim indimde çok ağır ve büyüktür. O da, ana-baba evlâdını çağırdığı zaman emrini dinlememesidir.) Eşrefoğlu Rûmî hazretleri buyuruyor ki: "Akıllılar dünyâda şu üç şeyle meşgul olurlar. Böylece onlar, herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1-Dünyâ seni terk etmeden sen dünyâyı terk edesin. 2-Her şeyden kurtulasın. 3-Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı olsun." Netice olarak Allahü teala, Muhammed aleyhisselamın ümmetine, nice mübarek günler, geceler ihsan etmiştir. Ramazan ve Kurban bayramları da bu ihsanın içindedir. Bunları fırsat, ganimet bilerek, Rabbimizin rızasına kavuşmayı talep etmeliyiz. Bayramınız mübârek olsun.
.
Tebessüm, kalbin yüze yansımasıdır
29 Ekim 2006 01:00
Tebessüm, kişinin kendisinin işitmeyeceği bir şekilde sessizce gülmesidir ki buna, kısaca gülümseme diyoruz.. Peygamber efendimiz güler yüzlü idi ve tebessüm ederek gülerdi. Gülerken, mübârek dişleri görünürdü. Güldüğü zamân, nûru duvarlar üzerine ziyâ verirdi. Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bazan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Hep düşünceli, üzüntülü görünür, az söylerdi. Konuşmaya tebessüm ederek başlar ve; (Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır) buyururdu. Tebessüm, satın alınmaz, rica, minnet ve mihnetle elde edilemez ve hiç kimse de ödünç vermez. Çalmak da mümkün değildir. Tebessüm eden kimse, başkalarına ikramda bulunuyor demektir. Gülümsemenin, bir maliyeti, bir külfeti yoktur ama, insana çok şey kazandırır. Tebessüm, vereni fakirleştirmeden, alanı zenginleştiren bir güce sahiptir. Gülümseme, sadece bir an sürer. Fakat, hatırası bazen ebediyyen yaşar. Ancak tebessüm, kendiliğinden verilmedikçe, hiç kimsenin işine yaramaz. Allahü teâlâ sabredenleri ve iyilik edenleri sever. İnsanlara hizmet edenleri, nasîhat verenleri, tatlı dilli, güler yüzlü olanları, iyi iş yapanlara yardım edenleri sever. Kendini beğenenleri sevmez. Gülümsemek sadakadır... Müslümân dili ile, eli ile kimseyi incitmez. Zira başkasını incitmek günâhtır ve fitne çıkmasına sebep olur. Herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olmak lâzımdır. Münâkaşa etmek, dostluğu giderir ve düşmanların çoğalmasına sebep olur. Fitne çıkarmamalı, dost ve düşman ile de tatlı konuşmalı, herkese karşı güler yüzlü olmalıdır. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri hep mütebessim yani güler yüzlü idi ve; "Ârifin bir özelliği, insanlara karşı devamlı güler yüzlü olmasıdır" buyururdu. Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki, hiç kimse, gülümseme olmadan, ona ihtiyaç duymadan yaşayacak kadar zengin ve kuvvetli değildir. Tebessüm, yorgun olanı dinlendirir, ümitsiz olana neşe ve hayat bahşeder. Bazı insanlar, çok yorgundurlar, gülümseyemezler. Böylelerine biz gülümsemeliyiz. Zira gülümseyemeyenlerin, herkesten çok güler yüz görmeye ihtiyaçları vardır. Unutulmasın ki dinimiz, gülümsemeyi sadaka saymaktadır. Hakîkî bir Müslümân, tâm ve mükemmel bir insan demektir. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Zira Peygamber efendimiz, en güzel huylu, güler yüzlü, kibâr tavırlı ve çok dürüst bir zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetden kaçmış, hiçbir zamân zulüm yapmamıştır. Müslümânların dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabırla gidileceğini bildirmiş ve; (Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır) buyurmuştur. Yûsuf bin Esbât hazretleri buyuruyor ki: "Güzel ahlâkın alâmetleri; arkadaşının söylediğine itiraz etmeyip, kabûl etmek. Kendine ve herkese ve hattâ her mahlûka karşı merhametli ve insaflı olmak. Kimsenin ayıbını araştırmamak. Başkasında bir kusur görünce, dalgınlıkla olmuştur istemeyerek yapmıştır diyerek iyiye yormak. Kendisinden özür dileyenlerin özürlerini kabûl etmek. Başkalarından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabır ve tahammül etmek. Başkalarının kusurlarını araştırmak yerine, kendi kusur ve kabahatlerini düşünüp araştırmak, düzeltmeye çalışmak. Büyük-küçük herkese karşı edebli, tatlı dilli, güler yüzlü olmaktır." Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılamalı, hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Herkesin özrünü kabûl etmeli, kabâhatlerini affetmeli, zararlarına karşılık yapmamalıdır. Muhammed bin Sâlim hazretlerine; -Bir kimsenin evliyâ olduğu nasıl anlaşılır? dediklerinde, -Tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü, cömertliği, münâkaşa etmemesi, özürleri kabûl etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır buyurmuştur. İnsan olmanın anahtarı... Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyurdu ki: "İlim, çok tekrar ve fazla müzâkere ile ele geçer. Ayrıca bunun için az uyumalı ve Allahü teâlânın yardımını talep etmelidir. Âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: (Geceleyin Allahü teâlânın korkusundan ağlayan göze ateş dokunmaz.) Bir kimse, kırk gün Allah için ihlâsla sabahlasa, hikmet pınarları zâhir olup, kalbinden lisânına akar. Peygamber efendimiz; (Mü'min, gece çok ağlar, gündüz çok tebessüm eder) buyurdu." Netice olarak tebessüm, iç dünyamızın güzelliklerinin, dışa yansımasıdır ve evde saâdet, iş yerinde ise, muvaffakiyet meydana getirir. Ayrıca tebessüm, sevginin, insan olmanın da anahtarıdır.
.
Affet ki, affedilesin...
30 Ekim 2006 01:00
Bir kimsenin, kendisine yapılan hata ve kusurları bağışlamasına, affetmek denir. Affetmek, büyüklüğün alâmetidir ve Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Muhammed Hâdimî hazretleri; "Özrü kabûl etmek ve kusurları affetmek Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Böyle olmayan kimseye Allahü teâlâ azâb eder" buyurmuştur. Bir kimsenin, hakkını almaya gücü yettiği halde affetmesi iyidir. Çünkü hakkını almaya gücü varken affetmek, nefse dahâ güç gelir. Hadîs-i şerîfte; (Mûsâ aleyhisselâm: Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir? dedikte, gücü yettiği zamân affedendir, buyuruldu) buyurulmuştur. Zulmedeni affetmek merhametin, kendisine iyilik etmeyene hediyye vermek ihsânın, kötülük edene ihsânda bulunmak da, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Îsâ aleyhisselâm: (Diş kıranın dişi kırılır. Burnu, kulağı kesenin, burnu kulağı kesilir demiştim. Şimdi ise, kötülük yapana karşı, kötülük yapmayınız. Sağ yanağınıza vurana sol yanağınızı çeviriniz diyorum) buyurmuştur. Adâletin yüksek derecesi Muhyiddîn ibni Arabî hazretleri buyuruyor ki: "Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfrân-ı ni'met etmiş olur." Zulmedenden hakkını almak, intisâr olur. Affetmek, adâletin yüksek derecesi, intisâr ise, aşağı derecesidir. Muhammed Şeybânî hazretleri; "Affetmek, aklın zekâtıdır. Güzel ahlâk, kötü nesebi örter" buyurmuştur. Affetmek, bazan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zamân zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamânlarda, intisâr etmek, affetmekten dahâ efdal, dahâ sevâb olur. Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlâktır. Resûlullah efendimiz, bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce; (İntisâr eyledin! Affeyleseydin, dahâ iyi olurdu) buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: (Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namâzdan sonra onbir defa ihlâs sûresini okuyan, kâtilini affederek ölen.) Sâlih kimseler, Âl-i imrân sûresinin 134. âyet-i kerimesinde bildirilen hususlarla hep amel etmişlerdir. Bu âyet-i kerimede meâlen: ([Takvâ sâhibleri] o kimselerdir ki, bollukta ve darlıkta, çoklukta ve azlıkta [sadaka verirler ve] infâk ederler. Gadablarını yok ederler, [yani dargınlık yapmaya kâdir iken, sabrederler ve insanlardan cezâya müstehak olanların] kusûrlarını affederler, Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) buyurulmaktadır. Resûlullah efendimizin mübârek torunu hazret-i Hüseyin, bir gün misâfirleri ile sofrada oturmuşlar yemek yiyiyorlardı. O sırada kölesi bir kap sıcak yemekle gelirken ayağı yere takılıp, elindeki yemeği hazret-i Hüseyin'in, mübârek başına döker. Hazret-i Hüseyin, terbiye maksadı ile kölesinin yüzüne sertçe bakınca, kölesi, biraz önce meâlini zikrettiğimiz âyet-i kerimenin, (Gadab etmezler) kısmını okur. Hazret-i Hüseyin; -Gadabımı terk ettim, buyurur. Kölesi, âyet-i kerimenin; (İnsanlardan kusûrlu olanları affederler) kısmını okur. Hazret-i Hüseyin; -Affettim cevabını verince kölesi, âyet-i kerimenin; (Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) kısmını okur. Bunun üzerine hazret-i Hüseyin; -Allah için seni kölelikten azâd ettim, istediğin yere gidebilirsin, buyurur. Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: (Kıyâmette bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günâh işlemiş, hiç iyilik yapmamış. 'Sen dünyâda hiç iyilik yapmadın mı?' derler. 'Hayır, yalnız çırağıma derdim ki; "Fakîr olan borçluları sıkıştırma! Ne zamân ellerine geçerse, o zamân vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!" Allahü teâlâ buyuracak ki: "Ey kulum! Bugün sen fakîr, muhtâçsın! Sen dünyâda benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız." Onu affeder.) Affetmeye mecburuz!.. Ahnef bin Kays hazretleri buyurdu ki: "Bir kimse bana düşmanlık etse, ona üç halden biriyle karşılık veririm. Bu kimse benden yaşlı ise ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçük ise onun için kötü muâmele yapmaya tenezzül etmem. Akranım ise ona af ve iyilikle muâmele ederim." Netice olarak Müslüman, Allahü teâlâ katında kıymeti olan ve Onun sevdiği insan demektir. Bunun için hiçbir Müslümanın hatalarını görmemek, ona kin tutmamak ve kusurlarını affetmek lazımdır. Hatta affetmeye mecburuz. Çünkü Allahü teâlânın bizi affetmesini istiyorsak, biz de Onun kulunu affetmemiz lazımdır. Yani, affedilmek için affetmek lazımdır. Zira din kardeşinin kusurunu affedeni, Allahü teâlâ affeder. Ahmed Rıfâî hazretleri buyurdu ki: "Kızdığın zaman affa sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâtadan daha iyidir."
.
İmân, çarşıda, pazarda satılmaz...
6 Kasım 2006 01:00
Îmân, Peygamber efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine güvenmek ve inanmaktır. Allahü teâlâ, bütün insanlara, îmân etmelerini emretti. İnsanlar arasından dilediklerine merhamet edip, bunların akla uyarak îmân etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının kalblerini îmân ile doldurdu. Yûnus sûresinin 25. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ kullarını, selâmet, saâdet yeri olan Cennetine davet ediyor. Dilediğini bu yola kavuşturur) buyuruldu. Akıllarına uymayıp, Allahü teâlânın davetini kabûl etmeyenlerden, dilediklerini kendi azgın hâllerinde bırakmakta, dilediklerini de yine ihsân ederek, dilediği zamânda hidâyete kavuşturmaktadır. Kendi hâllerinde bıraktıklarından, gafletten uyanarak doğru yolu arayanları da, merhamet ederek hidâyete kavuşturacağını vaad etmektedir. Ankebût sûresinin son âyetinde meâlen; (Nefislerine uyanlardan, doğru yolu arayanları, saâdete ulaştıran yollara kavuştururuz) buyuruldu. Doğru yolu aramayıp, nefislerine uyarak îmân etmeyenleri, azıp can yakanları, Cehennemde sonsuz olarak yakacağını haber veriyor. Akl-ı selîm sâyesinde... İslâmiyyeti işitmeyen çok kimse, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide, fen bilgilerinde ve bilhâssa tıp ilminde gördükleri nizâmlı hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, yaratılışın sırlarını, bu hesâplı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde, İslâmiyyetin bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, Müslümân gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Ve Allahü teâlânın, Ankebût sûresinde vaad ettiği üzere bunlar, îmân etmeye sebep olan rehberlere, kitâplara kavuşmaktadırlar. Allahü teâlânın kullarına ihsân ettiği en büyük nimeti, imândır yani Müslüman olmaktır. Bu en büyük nimeti, seçtiği kullarına verir. Allahü teâlânın seçtiğini beğenmemek, kendi beğendiğini ileri sürmek ne çirkin şeydir. Bir kimse, bu en büyük nimetin kıymetini bilmezse, bu nimet elden gider yani mürted olur haberi bile olmaz. Allahü teâlâ bu en büyük nimetin şükrünün nasıl yapılacağını, Kur'an-ı kerimde "Birbirinizi seviniz" buyurarak bildirmiştir. Müslüman, Müslümanı sevmeli hatta bu sevgi, aşk derecesinde olmalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, bu kulunu seçmiş, ona imân nimetini ihsân etmiştir. Bu sebeptendir ki, bir Müslüman, bir başka Müslümanı gördüğünde, karşılaştığında, onun kalbini kırmamak, üzmemek, ona karşı yanlış bir harekette bulunmamak için renginin uçması, sararması gerekir. Allahü teâlânın bir kuluna ihsân ettiği bu en büyük nimetin şükrü ise, bu nimetle şereflenmiş olanları yani Müslümanları sevmektir. Bu çok önemlidir. İmân nimeti ile şereflenen bir kimsenin, doğru imân nimeti ile şereflenmesi ise, çok daha büyük bir nimettir ve nimetlerde zirvedir. Bunun dışında başka şeylere bakmak, aşağıya bakmak, aşağı, adi olanı istemek demektir ve kendini zelil etmektir. Allahü teâlâ; (Nimetlerimin kıymetini bilirseniz arttırırım, bilmezseniz elinizden alır, şiddetli azap ederim) buyuruyor. Bunun için, kavuştuğumuz nimetlere şükretmek, elimizden gitmemesi için çok korkmak lazımdır. Bu hâl, va'di ilâhidir. Allahü teâlâ ise, va'dinden dönmez, onu mutlaka yapar. Her şey para ile satın alınabilir ama, imân asla satın alınamaz. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, sevdiklerine sık sık; "Allah bir kuluna imân vermiş ise, ne vermedi? İmân vermedi ise, ne verdi?" buyururdu. Hakîm-i Tirmizî hazretlerine; -Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir? diye sorduklarında, buyurdu ki: -Üç günah vardır: Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; (Haksız yere bir Müslümanı incitmek, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır) buyurdular. Müslüman demek... Netice olarak imân nimetinin gitmemesi için çok korkmalı, imânı muhafaza etmeye çalışmalıdır. Zira imân ve imân nimeti ile şereflenen Müslüman, çok kıymetlidir ve bu nimetlerin kıymetini bilmelidir. Zira îmân, çarşıda, pazarda satılmaz, miras kalmaz. İyiliğe elverişli olmayan kişi, Peygamberi görse de Müslüman olamaz. İmân nimetine kavuşanları, Allahü teâlâ seçiyor. Müslüman demek, Cenab-ı Hakkın seçtiği, dost edindiği insan demektir, ona göre hareket etmeli, kıymetini bilmelidir. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri buyuruyor ki: "En çok sevindiğim ve sevdiğim şey, Allahü teâlânın bana ihsân ve ikrâm ettiği îmân nîmetidir. En çok korktuğum şey ise, onun benden gitmesidir."
.
İnsanın eline diken bile batsa...
12 Kasım 2006 01:00
İnsanların başlarına dertlerin, belâların gelmesine sebep, kendi işledikleri günâhlar, yaptıkları itiraz ve isyanlardır. Çünkü Allahü teâlâ, hiçbir kuluna zulmetmez. Onlar kendilerine zulmediyorlar. Nahl sûresinin 33. âyet-i kerimsinde meâlen; (Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar) buyurulmuştur. İnsanlar, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymaz, İslâm dîninin gösterdiği râhat ve huzûr yolundan ayrılırlarsa huzûr ve bereket kalmaz, rızıklar azalır. Zira Tâhâ sûresinin 124. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım) buyurulmaktadır. Bunun için insanlar, günah ve isyanlara daldıkça, îmân rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı gibi nice rızıklar azalmaktadır. Çünkü Ra'd sûresinin 11. âyetinde meâlen: (Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hâllerini değiştirmez) buyurulmuştur. Bir kısım insanlar Ebû Abbâs Sebtî hazretlerine gelerek; -İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı içerisindedirler dediklerinde, onlara; -Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara yağmur vermiyor. Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi buyurmuştur. Çok büyük suç işlemişlerdir Günâh, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, yasak ettiklerinden sakınmamaktır. Emir ve yasaklar, îmânı olanlar içindir. Zira Allahü teâlâ, îmânı olmayanları, emir vermekle, ibâdet ettirmekle şereflendirmemiştir. Bunlar, hayvanlar gibi, her istediklerini yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları, günâh işledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her türlü nimete kavuşurlar. İstediklerini, çalıştıklarını elde ederler. İnkâr edenlerden yalnız bir şey istenmiştir. O da, îmân etmeleri, Müslümân olmalarıdır. İnkâr edenler, bu emri dinlemedikleri için, çok büyük suç işlemişlerdir. Bu suçun cezâsı, pek büyük ve sonsuz olduğu için, dünyâda verilmemektedir. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhirette, Cehennemde verilecektir. Günah işlemekle, inkâr etmek yani küfür, birbirinden çok farklıdır. Günahların cezası, tövbe ile ve çeşitli dünya sıkıntıları ile affedilebilir. Ama inkârın, küfrün cezası böyle değildir, cezası âhirette verilir. İnsanın başına belâların gelmesinin asıl sebebi, insanın kendine düşkün olmasıdır. Kendi nefsini sevdiği, nefsinin istekleri peşinde koştuğu için, çeşitli sıkıntılara düşmektedir. Nefsinin istekleri peşinde koşan kimse, aslında kendi nefsine tapmaktadır. Zira Câsiye sûresinin 22. âyet-i kerimesinde meâlen; (Kendi nefsine tapanları gördün mü?) buyurulmuştur. Günah işlemek, nefse tatlı gelir. Bütün bid'atler, günahlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Her günahın işlenmesi nefsi kuvvetlendirir. Nefs, insanın en büyük düşmanıdır. İnsanın imânını yok etmek ister. Bundan zevk alır. Bu bakımdan nefsi iyi tanımak, hilelerini bilmek gerekir. Bir hadis-i şerifte; (Nefsini tanıyan, Rabbini tanır) buyurulmuştur. Nefsi zayıflatacak biricik ilâç ise, İslâmiyete uymaktır. Harâmların hepsi; dünya malına, mevkisine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdasıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler. Nefs kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın ve medeniyetin kaynağı olan İslamiyet'e saldırır. Din ile, imân ile, Allahü teâlânın emirleri ile alay eder. Çünkü nefsimiz, Allahın düşmanıdır. Allahü teâlâ; (Nefsine düşmanlık ederek bana dost ol!) buyurmuştur. Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır. Günahlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı kibirli olmaktır. Günâh işlemenin sebebi!.. Günahlar gaflet getirir. Gaflet ise, kalbin katılaşmasına sebep olur. Kalbin katılaşması, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlâdan uzaklık ise, Cehenneme götürür. Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri; "Günâh işlemenin sebebi gaflettir. Yâni Allahü teâlâyı unutmaktır" buyurmuştur. Kalbin kararmış olmasının alâmeti, kişinin, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. Böyle bir kimse, işlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık ona nasihat tesir etmez ve gafletten uyanmaz. Bunun için din büyükleri; "Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet görün ve bilin. Zira günahlar imânı zayıflatır" buyurmuşlardır, Netice olarak, insanın eline bir diken bile batsa, işlediği bir günah sebebi iledir. Günahın karşılığı dünyada veriliyorsa büyük nimettir. Ahirette verilirse felakettir. Suç varsa, ceza da vardır. Ebû Muhammed-Râsibî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Sıkıntı ve üzüntüler, günahların cezâlarıdır."
.
Gülerek günâh işleyen...
13 Kasım 2006 01:00
Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını arttırır. Günâhlar ise, kalbi karartır ve muhabbet yolu ile gelen nûrları alamaz olur. Sâlihler bu hâli anlar ve üzülürler, günâh işlemek istemezler. Hatta ibâdetlerin çok olmasını, her gün beş kere değil daha çok namaz kılınmasını isterler. Günâh işlemek, nefse tatlı gelir. Bütün bidatler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. İnsanın nefsi, Allah'la kul arasında en büyük engel, en büyük duvardır. İnsanın bu duvarı delmesi lâzımdır. Bu duvar, şöhrettir, âmir olmaktır, emir vermek arzusudur ve kibirdir ki çok çok tehlikelidir. Çünkü cenâb-ı Hak bir hadis-i kudside; (Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûstur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) buyuruyor. Bütün günahlara Allahü teâlâ, sıfatları ile düşmandır. Kibirliye ise zâtı düşmandır. Bu duvarların yıkılması için aletler farklıdır. Bunun ilâcı ibâdet değildir. Bunun ilâcı, imâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir Allah dostunu sevmek, onunla beraber olmaktır. Onları seven, kitaplarını okuyup yollarında olan, onlarla beraber olmuş demektir. Cehenneme inanan kimse... Tâbiînin büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretleri; "İçinde yılan bulunduğu bilinen bir deliğe insan elini sokmaz. Eğer sokarsa, içinde yılan bulunduğuna inanmamış demektir" buyurmuştur. Bunun gibi, Allahü teâlâya ve Cehenneme inanan bir kimsenin, İslâmiyyetin yasak ettiği şeyleri yapmaması lâzımdır. Günâh işleyenler; "Allah kerîmdir, affetmesini sever, Ona güveniyoruz da yapıyoruz" derlerse, bu söz, delikteki yılanın sokmamasını düşünerek elini koymaya benzer. Günâhlar nefse tatlı gelmektedir. Mümin, nefsine aldanarak günâh işleyebilir. Fakat, günâh işlerken, aklı ve îmânı onu üzmektedir. İnsan, aklı ile îmân eder. Nefse tatlı geldiği için de, günâha sürüklenir. Bundan dolayı, îmân ile isyânın başka başka olduğu anlaşılır. Yılanın deliğine el uzatmak, nefse tatlı gelseydi veyâ bu iş nefse tatlı gelen bir şeye sebep olsaydı, meselâ, elini uzatırsan, sana şu kadar para var denilse idi, o zamân nefse uyar, elini belki uzatırdı. Muhammed Karsî hazretleri; "Hak yola girmiş bir kimsenin, küçük günahlardan da çok sakınması lâzımdır. Zîrâ günâh, gönle ve bedene zarar verir" buyurmuştur. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "İnsan dâimâ Allahü teâlâya yönelmelidir. Her an ve zamanda, her ibâdet ve işte kendisine gelen feyz ve nûrları düşünmeli, nasıl bir berekete kavuştuğunu anlamalıdır. Meselâ; namaza durduğunda gelen nûrlar ve bereketlerin nasıl olduğunu, kırâat ile berâber bu feyz ve bereketlerin ne hâle döndüğünü, Allahü teâlâya hamdü senâdaki feyzi, dil ve Kelime-i tevhîd söylemekteki bereketi, hadîs-i şerîfleri okurken ihsân buyurulan sırları incelemeli ve bu sûretle günahlardan hâsıl olan mânevî zararları gözleyip, anlamalıdır. Meselâ; haram ve şüpheli lokmadan kalbe nasıl bir zulmet geliyor ve gıybet etmek insanın bâtınına nasıl zarar veriyor, yalan söylemek kalbde nasıl bir leke bırakıyor anlaşılır. Böylece, bütün haram, mekrûh ve günahların zehir, zarar ve ziyân olduğu vicdânen bizzat fark edilir. Yâni her hâlinde, her iş ve sözünü inceleyip, İslâmiyete uygun olup olmadığını dikkat ile tâkib etmelidir. Eğer işi ve sözü İslâmiyete uygun ise, bunun şükrünü yerine getirmelidir. Şayet, Allahü teâlâ muhâfaza buyursun, O'na aykırı ve uymuyor ise, hemen tövbe etmeli, istigfârda bulunmalıdır. Açıkça işlenen günahın tövbesi, âşikâre yapılmalı, gizli günahınki de gizli yapılmalıdır. Tövbeyi geciktirmemelidir. Çünkü Kirâmen kâtibîn melekleri, işlenen günahı hemen yazmazlar, müminin tövbe etmesini beklerler. Tövbe edince bu günahı hiç yazmazlar." Günâhı küçük tutarsan... Veysel Karânî hazretlerine; Harem bin Hayyan hazretleri; -Bana vasiyet, nasihat et diye arz edince, cevabında; -Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günahın küçüklüğüne değil, onunla âsî olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun, buyurmuştur. Ali Müzeyyen hazretleri buyurdu ki: "Bir kimsenin bir günâh işledikten sonra tekrar günah işlemesi, ilk günâhın cezâsıdır. Bir sevap işledikten sonra tekrar sevab işlemek de, birinci sevabın karşılığı, mükâfâtıdır." Netice olarak, laf ile Müslümanlık olmaz. Dinin emir ve yasaklarına önem vermeyenin imânı gider. Önem vermemek, işlediği günaha zerre kadar da olsa üzülmemek demektir. Bekir bin Abdullah el-Müzenî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kim gülerek günâh işlerse, ağlayarak Cehenneme girer."
.
Kendini seven, sevilmez...
19 Kasım 2006 01:00
İnsanın başına belâların gelmesine sebep, kendine yani nefsine düşkün olması, kendisini sevmesidir. İnsan, nefsinden yani kendisinden kurtulursa, Allahü teâlâdan başka şeylere düşkün olmaktan kurtulur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki; "Falan âbide söyle: Dünyâda zühd ederek, nefsini râhata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yaptın?" Âbid sordu: "Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır?" Allahü teâlâ buyurdu ki: "Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?) Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir, sevginin îcâbıdır. Nefsine düşkün olanlar, nefsinin arzûlarına kavuşmaya yardımcı olanları; akıl ve ilim sâhipleri ise, medenî insan olmalarına yardım edenleri sever. Kısacası, iyiler iyileri, kötüler de kötüleri sever. Nefis, zararlıyı sever! Nefis, yaratılışı gereği, kendisine ve başkalarına zararlı olan şeyleri sever. Bu sebeple insanın, dünyâda ve âhirette saâdete kavuşabilmesi için, nefsine uymaması, onu zayıflatıp, zarar yapamayacak hâle getirmesi lâzımdır. Nefsi zayıflatacak ilâç ise, İslâmiyete uymaktır. Harâmların hepsi, dünyâ malına, mevkisine, zevklerine düşkün olmak, nefsin gıdâsıdır. Nefis kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın kaynağı olan İslâmiyete saldırır. Herkesin kendisi gibi taşkın, şaşkın olmasını, haksızlık, kötülük, zulüm yapmasını ister. İnsanın en büyük düşmanı, kendi nefsidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanın nefsi, îmân etmeyi ve İslâmiyete uymayı istemez. Onun yaratılışı böyledir. İnsan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes "Ben" deyince nefsini bildirmektedir. Kalb, yani gönül birden fazla şeyi sevmez. Kalbin mal, evlât, mevki, övülmek gibi çeşitli arzûları, bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de, bu sevgilileri hakîkatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki en büyük perde, kulun kendi nefsidir. Kul, kendi nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe, Rabbini düşünemez ve Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Nefs, din bilgilerine inanmadığı için, İslâmiyyete uymak, kendisine acı gelmekte ve ona uymak istememektedir. Kalb ise, yaratılışında temizdir. Fakat, nefsin İslâmiyete uymak istememesi hastalığı, kalbe sirâyet ederek, kalb de İslâmiyete uymak istemiyor. İslâmiyete inanıyor ise de, uyması acı geliyor. İslâmiyetin doğruluğunu isbât için, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. Kalbde yakîn hâsıl olması için, içerden ve dışarıdan hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da temizlenmesi lâzımdır. Bunun için, nefsi inkâr hastalığından, kalbi şeytândan ve kötü arkadaştan kurtarmaktan başka çâre yoktur. Veşşemsi sûresi 9. âyetinde meâlen; (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu..." Ebû Muhammed Abdullah Râşî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı düşünmelidir." Seven, itaat eder!.. Her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası, Allah sevgisidir. Allahü teâlâyı tanıyan onu sever. Onu seven de, dinin emirlerini yapar, haramlardan kaçınır. Bunlara yani emir ve yasaklarına riayet etmeden ben Allah'ı tanıyorum, Onu seviyorum demek, yanlış olur. Seven itaat eder. Bir kimse, Allahü teâlâyı sevdiğini söyler, halbuki Ona isyan etmektedir. Böyle sevgi olmaz. Eğer bu kimse, sevgisinde samimi olsaydı, Allahü teâlâya itaat ederdi. Sevmenin bir tarifi de, itaat etmek demektir. Bunun için seven, sevdiğine itaat eder. Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür. Bir kimse, ben ehl-i sünnet âlimlerini, bu büyükleri seviyorum deyip de itaat etmezse, yalancıdır. Bir vücutta, bir hücre, beyinle bağlantısını kopartırsa, kanserleştiği gibi, bu büyüklerle irtibatı kesilen de iflah olmaz. Onların kıymetli eserlerini okumalı, irtibatı hiç kesmemelidir. Netice olarak; sevgi yakınlık ister, kaçan mahrum kalır, gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Kendisini seveni, başkası sevmez. Kendini seven, sevilmez. Kendini sevmeyeni herkes sever. Yahyâ bin Mu'âz-ı Râzî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktârda, herkes sana yardımcı olur."
.
Nefsine düşkün anne-baba...
20 Kasım 2006 01:00
Evlât, ana-baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir ve mum gibi, her şekli alabilir. Çocuk, temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur'ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günâhı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!) buyurulmuştur. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Bir çocuğu, Cehennem ateşinden korumak da, ona îmânı, farzları, harâmları öğretmekle, onu ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Çünkü bütün kötülüklerin başı, kötü arkadaştır. Peygamber efendimiz; (Bütün çocuklar Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar) buyurmuştur. Bunun için her Müslümânın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmek olmalıdır. Zira evlât, büyük bir nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Kalbi temiz olanlar... Allahü teâlâ, dinleri, Peygamberleri, kalbleri temizlemek için gönderdi. Kalbi temiz olanlar, herkese iyilik eder, devletine, milletine faydalı olurlar ve dünyâda da, râhat ve huzûr içinde yaşarlar. Âhirette ise, sonsuz saâdete kavuşurlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını okuyup, öğrenip de, çocuklarına öğretmeye çalışan ana-babalar, evlâtları için çok büyük bir nimettir. Bunun tersi olursa, o zaman da çocuklar için çok büyük bir felaket olur. Ehl-i sünnet i'tikâdını ve farzları, harâmları öğrenmek, kadın erkek, herkese farzdır. Birinci vazîfedir. Ehl-i sünnet itikâdını ve ilmihâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümânlıktan ayrılmak, inkâr felâketine düşmek tehlikesindedirler. Resûlullah efendimiz; (İlim bulunan yerde Müslümânlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümânlık kalmaz) buyurmuşlardır. Ölmemek için, yemek, içmek lâzım olduğu gibi, din düşmanlarına aldanmamak, dinden çıkmamak için de, bir Müslümanın dînini, îmânını öğrenmesi lâzımdır. Ecdâdımız, her zamân bir araya gelir, toplanır, itikat, ilmihâl kitâplarını okur ve böylece dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, bu şekilde imânlarını koruyabildiler, Müslümân kalabildiler, İslâmiyetin zevkini aldılar ve doğru olarak İslâmiyeti bizlere ulaştırabildiler. Bizim de Müslümân kalmamız, yavrularımızı, inkâr bataklığına düşmüş olanlara kaptırmamamız için, birinci ve en lüzûmlu çâre, her şeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı ilmihâl kitâplarını okumak ve öğrenmektir. Çocuğunun Müslümân olmasını isteyen ana-baba, çocuğuna Kur'ân öğretmelidir. Fırsat elde iken okumalı, öğrenmeli ve çocuklara, sözümüzü dinleyenlere de öğretmelidir. Çocuğun okulunu bitirmesini, meslek öğrenmesini beklememelidir. Zira o zaman öğrenmeleri güç hattâ imkânsız olur. Felâket gelince, âh etmek ise, fayda vermez. Her Müslümân, çocuğuna önce, Kur'ân-ı kerîm okumasını, namâz kılmasını, îmânın, İslâmın şartlarını öğretmelidir. Çok kimsenin nefsi, burada da devreye girerek; "Önce ekmek parası kazanmasını öğrensin. Onları sonra da öğrenir" diyerek çocuklarını din bilgilerinden mahrum bırakmaktadır. Ağaç yaşken bükülür Çocuğunun Müslümân olmasını isteyen, dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmasını dileyen ana ve baba, nefsin ve insan şeytânlarının yalanlarına aldanmamalı, çocuklarını, Kur'ân-ı kerîm hocasına göndermelidir. Ağaç yaşken bükülür. Kartlaşınca bükmeğe kalkılırsa, kırılır, zararlı olur. İslâm bilgileri verilmeyen çocuk, sapık veyâ kâfir olur. Ananın, babanın, sonra âh etmeleri, dizlerini dövmeleri, kendilerini ve çocuklarını Cehennemden kurtarmaz. Peygamber efendimiz, bu pek acı hakîkati anlatmak için; (Helekel-müsevvifûn! Yani yarın yaparım, sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyurmuştur. Abdurrahmân Tâgî hazretlerinin saliha bir annesi vardı ve kendisini küçüklükten itibaren çok güzel terbiye etmişti. Bu sebeple; "Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allahü teâlâdan gâfil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm" buyurmuştur. Netice olarak; nefsine düşkün yani çocuklarını nefsi için seven bir anne ve baba, eğer evlatlarına, Peygamber efendimizin, din büyüklerinin ve İslamiyetin sevgisini vermiyor veya veremiyorsa, böyle anna-baba, o çocukların en büyük düşmanıdırlar.
.
Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmektir!
26 Kasım 2006 01:00
Kalb yani gönül, mahlûkların en üstünü, en şereflisidir. İnsan, insanın dışında bulunan her şeyi kendinde topladığı için, mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi, kalb de, insanda bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. Kendinde çok şey bulunan, Allahü teâlâya her şeyden dahâ yakındır. Bu sebeple, küfürden sonra en büyük günah, kalb kırmaktır. Kâfirin dahi kalbini kırmamalıdır. Salih bir Müslümanın korkusu, bir başkasının kalbini kırmak, onu incitmektir. Dinini bilen ve bildiklerine uygun hareket eden sâlih bir Müslüman, ölü gibidir, hiç kimsenin kalbini kırmaz, incitmez. Zira bir ölünün, diri ile kavga ettiği hiç görülmemiştir. Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri; "Kalb kırmak, Allahü teâlânın lütfunu incitmektir. Neye uğrarsa uğrasın, sâlih kimse, aslâ kimseye kötü söylememeli ve lânet etmemelidir. İnsanların kabahatlerini açıklamamalıdır" buyurmuştur. Bir kalbi kırmak, senelerce ibâdet ve zikir sevabının hepsini alıp götürür. İslâmiyet öyle bir dindir ki, kâfirin dahi kalbini kırmayı yasaklamıştır. Nerde kaldı ki, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanan, Allah diyen bir Müslümanın kalbi kırılsın. Zira bir mü'minin kalbini kırmak, çok büyük günahtır, harâmdır. 70 defa Kâbe'yi yıkmak! Peygamber efendimiz; mübârek elleri ile Kâbe'yi göstererek; (Ey Kâbe, sen Allahın evisin. Sen mübâreksin fakat bir Müslüman, bir mü'minin kalbini kırsa 70 defa seni yıkmaktan daha büyük günaha girer) buyuruyor. Peygamber efendimiz, eshab-ı kirama hitaben böyle buyuruyor. Bir mü'min, bir mü'minin kalbini kırsa, 70 defa Kâbe'yi yıkmaktan beter günaha girmektedir. Müslüman olarak hepimizin bunları okumamız, öğrenmemiz ve ona göre hareket etmemiz lazımdır. Din büyükleri buyuruyor ki: "Her günâh, îmânı tehlikeye sokmaya sebep olabilir ama şu üç günâhın tesiri daha kuvvetlidir: 1- İmân nimetine şükretmemek. 2- İmânın gitmesinden korkmamak. 3- Mü'minleri incitmek, kalblerini kırmak. Hadis-i şerifte; (Kalb kırmak, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha kötüdür) buyurulmuştur. İyi olsun, kötü olsun hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Allahü teâlâyı en çok inciten, küfürden, inkârdan sonra, kalb kırmak gibi büyük bir günah yoktur." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mü'min olsun, âsî olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, âsî olan komşuyu da korumak lâzımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. Çünkü, Allahü teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi döğülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik mâliki, sâhibi olan efendinin şânını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlûkları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hattâ, onun emrini yapmak olur." Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de buyuruyor ki; "Talebe, sâdık olan tâlib demektir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanmaktadır. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allah'tan korkar, titrer, Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir." Hiç kimseyi incitme! Netice olarak; kalb kırmamalı, hiç kimseyi incitmemelidir. Değil mü'minin kalbini, kâfirin kalbini bile incitmeye hakkımız yoktur. Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırmamalıdır. Çünkü kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir. Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Ev sahibine eziyet edenin komşusu da incinir. Gıybet, suizan ve kalb kırmak, kul hakkıdır. Eziyetlere katlanmak, kızmamak, güler yüzlü ve tatlı sözlü olmak, güzel ahlâktandır. Bunun için hiç kimseyle münakaşa etmemelidir. Münakaşa, dostun dostluğunu giderir, düşmanın da düşmanlığını arttırır. Nereden bakılırsa bakılsın, hep zarardır. Müminler dua eder, fâsıklar, münâfıklar ise, dedikodu ve gıybet ederler. Aklı olan İslamiyete uyar, Müslüman olur, hizmet eder. Nefsine, şeytana uyan ise, inkâra, küfre kayar. İslamiyete uyan Cennete, nefsine uyan da, Cehenneme gider. Ve Ahmed Yesevî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma! Kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir."
.
Dil gönlün, gönül rûhun, rûh da...
27 Kasım 2006 01:00
İnsan, sadece et ve kemikten ibaret bir varlık değildir. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran rûhudur. İnsan deyince, rûhu kastedilir. Bütün güzellikler, insanın rûhundan, kötülükler ise, nefsinden gelmektedir. Rûhu besleyen, Allahü teâlâya imândır ve Onun sevgisidir. Nefsi besleyen ise, Allahü teâlâyı inkârdır ve Onun yasak ettikleridir. Bunun için insan, her şeyden önce, rûhunu beslemelidir. Rûhun gıdâsı, İslâmiyet'tir ve onun bildirdikleridir. Rûhunu beslemeyen, onun gıdasını vermeyenlerin, âdî bir hayvandan farkları olmaz. Böyle insanlarda, sevgi, acıma, şefkat, anlayış ve merhamet kalmaz. Böyle kimseleri, en kötü maksatlar için kullanmak, çok kolaydır. Çünkü, bunları kötü işlerden koruyacak inandıkları, itâat ettikleri, teslîm oldukları, yüksek bir varlık kalmamış, inançları kaybolmuştur. Bu gibi insanlar, korkunç bir canavar gibidirler, nerede, kimlere, ne şekilde kötülük yapacakları belli olmaz. İnsanlık âlemini mahveden en kötü işler, böyle kimselerden zuhûr eder. Kötü huylar, kalbi, rûhu hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebep olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, inkâr ise, kalbin, rûhun en büyük zehiridir. Îmân bulunmayan kalb, ölmüş demektir. Ölmüş olan kalb ise, temiz olmaz. En lüzûmlu ilim!.. Ahlâk ilmi, kalb ve rûh temizliği bilgisi demek olup, çok kıymetli ve en lüzûmlu bir ilimdir. Çünkü, kalbin ve rûhun kötülükleri, bu ilim ile temizlenebilir. Kalbin ve ruhûn, iyi huylarla sıhhatli ve kuvvetli olmaları, Ahlâk ilmi ile mümkündür. İslâm âlimleri; "İnsana vâcib olan birinci vazîfe, îmân, amel ve ihlâs sâhibi olmaktır. Dünyâ ve âhiret saâdetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, yanî söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâktır. İhlâs, amelini yanî bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir" buyurmuşlardır. Yapılması ve yapılmaması lâzım olan şeyler, yâ belli bir uzuv ile yapılır, yâhut bütün beden ile yapılır. Günâh işlenen uzuvlardan sekiz uzuv meşhûrdur. Bu uzuvlar; kalb, kulak, göz, dil, el, mide, ferc ve ayaklardır. Kalb, insanın göğsünde, sol tarafında bulunan yürek denilen et parçasına üfürülmüş rûhânî bir latîfedir. Rûh gibi, madde olmayan bir varlıktır. Günâh işleyen, bu uzuvların kendileri değildir. Bunlarda bulunan his kuvvetleridir. Dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmak, râhat etmek isteyen kimse, bu uzuvların günâh işlemelerine mâni olmalıdır. Günâh işlememek, kalbinde meleke, tabîat, hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye, sâlih mü'min denir. Kalbde tabîat hâlini almadan, kendini zorlayarak günâhlardan sakınmak, takvâ olur ise de, sâlih ve velî olmak için, günâh işlememek tabîat, huy hâlini almalıdır. Bunun için de, kalbin temizlenmesi lâzımdır. Kalbin temizlenmesi, İslâmiyet'e uymakla olur. İslâmiyet ise, üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs. Emirleri ve yasakları öğrenmek, öğrendiklerine tâbi olmak, bunları yalnız Allah rızâsı için yapmak lâzımdır. Kur'ân-ı kerîm, bu üçünü emir ve medhetmektedir. Şems-i Tebrîzî hazretleri; "İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalb ve sabreden beden" buyurmuştur. İnsanların Allahü teâlâya karşı, kalb ile, dil ile ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve Onun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazîfelerine İslâmiyet denir. Allahü teâlâya şükür, Onun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü, insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir. Dil söylemeseydi!.. Sa'dî-i Şîrâzî hazretleri buyurdu ki: "Dil ile kulak, kalbin anahtarıdır. Dil söylemeseydi, gönüllerin esrârı gizli kalırdı. Dil; şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur'ân-ı kerîm ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. İki göz; Allahü teâlânın kudret ve san'atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir." Sırrî-yi Sekatî hazretleri de; "Dil, kalbin tercümânı, yüz kalbin aynasıdır. Kalbde gizli olan, yüzde meydana çıkar" buyurmuştur. Netice olarak, dil gönlün, gönül rûhun, rûh da insanın hakikatinin aynasıdır. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin buyurduğu gibi: "Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, rûhun aynasıdır. Rûh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın aynasıdır. Ve söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür..."
.
Öfke, tutuşturulmuş ateş gibidir!..
3 Aralık 2006 01:00
Öfke; insanın kızması, sinirlenmesi, hiddet göstermesi diye tarif edilmektedir. Öfkenin sert, aşırı ve zararlı olması haline ise, atılganlık, tehevvür denmektedir. Tehevvür sahibi yani atılgan kimse, hiddetli ve sert olur. Korkak olan bir kimse, kendine zarar verir. Öfkeli kimse ise, hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Hatta öfke, insanı küfre kadar götürebilir. Nitekim hadis-i şerifte; (Gadab yani öfke, îmânı bozar) buyurulmuştur. Öfke halindeki bir kimse, küfre yani imânın gitmesine sebep olacak bir şey söyleyebilir veyâ yapabilir. Çünkü gadaba gelen, öfkelenen kimsenin kalbi bozulur. Bu bozukluk, öfkelenen kimsenin dışına da sirâyet ederek, yüzü, çirkin ve korkunç bir hâl alır. Ali bin Emrullah hazretleri; "Gadab, öfke, kanın hareketinin yani tansiyonun artmasından meydana gelir. Allah için gadaba gelmek iyidir, dîne olan gayretindendir" buyurmaktadır. "Gadaplanınca abdest alın!" Peygamber efendimiz de buyuruyor ki: (Gadab yani öfke, şeytanın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız.) Câhil olanlar, sertliği, hiddeti ve öfkeyi, erkeklik, yiğitlik, mertlik zannetmekte ve övmektedirler. Halbuki öfkeli, hiddetli ve sert olmak, kötü huylardandır. Çocuğun ağlamasına, hayvanın bağırmasına öfkelenmek, çok çirkindir. Cansızların hareketine bile öfkelenenler görülmüştür ki, bu daha da kötüdür. Koyduğu yerden kayarsa, keseri vurunca kırılmazsa, kızarak söven, vuran, helâk eden, yakan kimseler dahi görülmektedir. Hatta kendi yaptığına kızan, bunun için kendine söven, kendine vuran bile yok değildir. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri; "Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır" buyurmuştur. Allahü teâlâ, hayvanların yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratmıştır. Bu kuvvetlerden birincisi, muhtâç oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir ki buna, şehvet denir. İkinci olarak verilen kuvvet ise, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir ki buna da, gadab denir. Bu iki kuvvet yani şehvet ve gadab kuvveti, insanlarda da vardır. Fakat Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratmıştır ki bu kuvvete, nefs denir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı ve zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanı nefsi zorlayarak doyduktan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar, doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat, hoşuna gideni, doyduktan sonra da yedirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin, insanı felâkete sürüklemesine mâni olmak için, hem nefsin arzûlarına uymayı sınırlayan, hem de nefsi temizleyip aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar göndermiştir. Peygamberleri ile gönderdiği bu emir ve yasakların toplamına, İslâmiyet denir. Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi taşkınlıktan kurtulup, imânla şereflenir. O zaman nefs, şehveti ve gadabı faydalı olarak çalıştırır. Bekr bin Abdullah el-Müzenî hazretleri; "Bir kimsenin cimrilik huyu ile öfke duygusu körelmedikçe, müttekî sınıfına geçemez" buyurmuştur. "Bu halin beni mağlûb etti!" Behlül-i Danâ hazretleri bir gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, iki kişinin kıyasıya kavga ettiklerini görür. Bunlardan biri diğerine ağza alınmayacak şeyler söylemektedir. Behlül-i Dânâ hazretleri onun yanına yaklaşıp; -Sen bize gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek kelime karşılık alamazsın, der. Öfkeden deliye dönmüş kişi birden durur ve; -Ey Behlül! Beni bu şahıs mağlûb edemedi ama senin bu halin ve sözlerin mağlûb etti, der ve böylece kavgayı, dövüşü bırakarak barışırlar. Rislân Dımeşkî hazretleri buyuruyor ki: "Gadabın, öfkenin sebebi, kendinden üstün birinin, hoşlanmadığı bir şekilde hücûm etmesidir. Öfke, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Öfkeden güç ve intikam hırsı, hüzünden ise dert ve hastalık doğar." Netice olarak öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. İnsan, öfkesine hakim olmazsa, ilk yanan kendisi olur. Ömer bin Abdülazîz hazretlerinin buyurduğu gibi: "Öfke ve hırstan korunmuş olan, kurtulmuştur."
.
Şeytan, insana ibâdet ettirir mi?
4 Aralık 2006 01:00
Şeytân; kibir ve gurûru sebebiyle Allahü teâlânın "Âdem'e secde ediniz" emrine isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlıktır. Şeytân, insanlara hep kötülük ve düşmanlık yapmalarını vesvese eder. Nisâ sûresinin 120. âyetinde meâlen; (Şeytân insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hâtırlatır. Şeytânın söz verdiği şeylerin hepsi yalandır) buyurulmuştur. Şeytân, kötülükleri, iyilik şeklinde gösterip, insanları aldatır ve "Allahü teâlâ rahîmdir, affeder" diyerek onları günâha sürükler. Şeytân, nefs ve kötü arkadaşlar, insana hep günâh işletmek isterler. Şeytân, Müslümânları aldatmak için de, farzları ehemmiyetsiz gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmaya sevk eder. Atâ-i Horasânî hazretleri, şeytanın hîleleri hakkında şunları anlatmıştır: "Nisâ sûresinin (Kim bir fenâlık yapar veya nefsine zulmeder de Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur) meâlindeki 110. âyet-i kerîmesi nâzil olunca, şeytan çok feryâd eder. Avanesi onun bu feryadını işitip sebebini sorduklarında; "Ben bir hîle buldum!" -Benim hîlelerim ile bu ümmete işlettiğim günahların af ve mağfireti hakkında bir âyet nâzil oldu. Bu âyette Allahü teâlâ, istiğfâr edenlere af ve mağfiretini vadetti ve O, vadinden asla dönmez. Şimdi düşünün. Acabâ buna bir hîle yolu bulabilir misiniz? der Onlar da; -Hayır, biz böyle bir hîle yolu bilmiyoruz derler. Bir müddet sonra kendisi; ben bir hîle yolu buldum diyerek şöyle anlatır: -O büyük Peygamber âhirete intikâl ettikten sonra, ümmetine güzel amel sûretinde çeşitli bid'atler işletelim. Bunları ne Peygamberler, ne halîfeleri ne de eshâbı yapmış olsun. Böyle amelleri onlara güzel göstermek sûretiyle, onlar o bid'atleri sünnet sanıp ısrârla üzerine düşüp yaparlar. O yaptıkları amelden de tövbe ve istigfâr etmezler. Bu işledikleri bid'atlerle onların Cehennem'e girmelerini sağlar, murâdımıza ereriz." Peygamber efendimiz de, bir hadîs-i şerîflerinde; (Bid'at ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytân çok ibâdet yaptırır. Onu çok ağlatır) buyurmuşlardır. Abdülkerîm Cîlî hazretleri buyuruyor ki: "Şeytan, ilmi olmayan Müslümanlara önce şehvete dâir işlerin sevgisini aşılamaya çalışır. Böylece kalb duygularını öldürür. Sonra dünyâ sevgisini vererek, dünyâlık kazanmaya sevk eder. Böylece bu insanların bütün gâyeleri, dünyâyı elde etmek olur. Sâlih kimseler iyi ameller işlediklerinde şeytan harekete geçer. Onlara işledikleri ameli güzel gösterir. Böylece onları ucba ve kendini beğenmişliğe sürükler. Sonunda hiçbir âlimin öğüt ve nasîhatini dinlemezler. İblis onları bu hâle getirdikten sonra şöyle der: "Başkaları sizin ibâdetinizin binde birisini yapsa kurtulur." Bu telkinlere kananlar, amellerini, ibadetlerini azaltırlar. İstirâhat yolunu tutarlar. Kendilerini yüceltirler, başkalarını hafife alırlar. Artık bu hâlleri onları peş peşe günâha sürükler. Şeytân, âlimi aldatmak için ise, onun ilmi ile devreye girer. Söylediği her sözün hak olduğunu anlatır. Senin gibisi yok diye telkin eder. Şeytan bu yoldan gitmekle çok muvaffak olur. Büyük İslâm âlimlerine tâbi olmayıp ilimlerine güvenenlerden pek azı bu hîleden kurtulabilir..." Dırâr bin Mürre hazretleri de buyuruyor ki: "Şeytân şöyle demiştir: Âdemoğluna üç şeyi yaptırdığımda maksadıma kavuşmuş olurum ve onlara istediğimi yaptırırım. Birincisi, günahlarını unuttuğu zaman, ikincisi amelini çok gördüğü zaman, üçüncüsü kendi görünüşünü beğendi zaman." Ona aldanmamak için!.. Netice olarak Şeytân, insana ibâdet ettirir. Peki, yaptıklarımızın Rahmânî mi yoksa Şeytânî mi olduğunu nasıl bileceğiz? Şeytân, tam dine uygun şekilde, yani ehl-i sünnet itikadına uygun olarak ibâdet ettirmez. Ancak bir eksikle ibâdet ettirir. Yani o ibâdeti bozan, kabul ettirmeyen bir eksikle ibâdet ettirir. Mesela bir kimsenin, beş kuruş zekat borcu varken, bu zekatı, bu kimseye verdirmez ve verme düşüncesine bile yaklaştırmaz. Bunun yerine milyarlarca lira sadaka verdirir, hayır hasenât yaptırır. Yine herhangi bir kimsenin iki rekat kaza namazı borcu varsa, bunu kıldırmaz. Bunun yerine o kimseye sabahlara kadar tesbih çektirir, zikir ettirir, nafile namaz kıldırır, ağlatır sızlatır. Halbuki dinimiz, beş kuruş da olsa, zekatı vermeyi, iki rekat farz namazı vaktinde kılmayı, vaktinde kılınmamış ise kaza etmeyi emrediyor. Bunlar farzdır ve dinin isteğidir. Eğer farzlar vaktinde yapılmaz ve sonra da kaza edilmezse, hesabı, azabı vardır. Nefsine uyarak ibâdetleri vaktinde yapmayan ve bunları kaza etmeyip, nafilelerle meşgul olan kimse, şeytânın isteğini yapmış olur. Nefse ve Şeytâna aldanmamak için dinimizi, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeliyiz.
.
Kulluğun en güzeli...
10 Aralık 2006 01:00
Şükür; verilen nîmetleri yerli yerinde kullanmak, nîmetleri kullanırken sâhibini unutmamak, görülen iyiliğe karşı teşekkür etmek ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak diye tarif edilmektedir. Şükürden maksat da; insanın aczini îtirâf edip, kulluğunu bilmesidir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Şükür demek, Allahü teâlânın verdiği nimeti, ona karşı isyânda kullanmamak demektir" buyurmuştur. Sûre-i İbrâhimin 7. âyet-i kerimesinde meâlen; (Nîmetlerime şükrederseniz elbette arttırırım) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz) buyurmuşlardır. Hazret-i Ali buyuruyor ki: "Nîmetin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır. Nîmetin kıymetini bilmemek, onun elden çıkmasına sebeptir. Şükür ise, onu devamlı kılar ve arttırır." İyilik edene teşekkür... İyilik edene, mal ve hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır, kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, her birini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nîmetleri sebepsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmemek, kulluk hakkını ödememek, çok büyük bir suç olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. İyice düşünmeli ve anlamalıdır ki, herkese her nimeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak Odur. Her varlığı, her ân varlıkta durduran hep Odur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, Onun lutfü ve ihsânıdır. Hayâtımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep Ondandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nimetleri, iyilikleri gönderen hep Allahü teâlâdır. İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren hep Odur. Rızıkları yaratan ve ulaştıran yalnız Odur. İhsânı o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor ve nâmûs perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak ve Cennete girmek için teşvîk buyuruyor. Cennetteki sonsuz nimetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın nimetleri güneş gibi meydândadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine Ondan gelmektedir. Başkalarını vâsıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine Odur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen nimetleri gönderen hep Odur. Ondan başkasından iyilik, ihsân beklemek, emânetçiden, emânet olarak bir şey istemeye ve fakîrden sadaka istemeye benzer. Aciz olduğunu bilmek... İnsanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve Onun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlâya şükür, Onun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır." Netice olarak, kulluğun en güzeli; kulun, Allahü teâlânın verdiği nimetler karşısında, şükürden aciz olduğunu bilmesidir. Bir kimse bir nimete kavuşur da bunun şükrünü yapmazsa, o nimet elinden gider de, o kimsenin haberi bile olmaz. Şunu da unutmamamız gerekir ki, bize gelen bir nimete vesile olan kimseye, teşekkür etmezsek, o nimet için yapacağımız şükrü, Allahü teâlâ kabul etmez. Ve Ebû Osman Mağribî hazretlerinin buyurduğu gibi; "Şükür, şükürden âciz kalındığını idrâk etmektir."
.
Nefis, iki tarafı keskin bıçak gibidir
11 Aralık 2006 01:00
İslâm dîni insanların dünyâda da, âhirette de râhat ve huzûr içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymayı emrediyor ve nefse uymayı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. Nefis olmasaydı, insan, yaşaması, üremesi ve medenî hayât için lâzım olan şeyleri kazanmakta ve bunları elde etmekte, çalışmakta kusûr ederdi. Ayrıca nefisle cihâd sevâbından da mahrûm kalırdı. Böylece meleklerden dahâ üstün olmak yolu, insana kapalı kalırdı. Hadîs-i şerîfte; (Âhirette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yemek için et bulamazdınız!) buyurulmuştur. İnsanlarda nefis olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan, yiyemez, içemez, yaşayamazlardı. Şerefeddîn Yahyâ Münîrî hazretleri; "Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünyâ için çalışmaları içindir. Allahü teâlâ nefsi böyle nice faydalar için yarattı. Fakat bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse uymayı frenlemeleri, ona hâkim olup, zararlarını önlemeleri için insanlarda akıl da yarattı" buyurmuştur. Riyâzet ve mücâhede Nefsin İslâmiyetin dışına taşmasını önlemek için, onunla iki cihâd vardır: Birincisi, ona uymamak, onun arzûlarını yapmamaktır ki buna, riyâzet çekmek denir. Riyâzet, harâmlardan, günahlardan ve mubâhları ihtiyâçtan fazla kullanmaktan sakınmaktır. İkincisi ise, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır ki buna, mücâhede denir. Bütün ibâdetler mücâhededir. Bu iki cihâd, nefsi terbiye eder, insanı olgunlaştırır ve rûhları kuvvetlendirir. İnsanı, sâlihlerin yani iyi kulların yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ, kullarının ibâdetlerine muhtâç değildir. Kullarının günâh işlemesi Ona hiç zarâr vermez. İbâdetleri, emir ve yasakları, kullarının nefislerini terbiye ve onunla cihâd etmeleri için emretmiştir. İnsanlarda nefis olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hâsıl olurdu. Hâlbuki, beden birçok şeylere muhtâçtır. Yimek, içmek, uyumak, istirâhat etmek lâzımdır. Süvâriye hayvan lâzım olduğu gibi, insana da beden lâzımdır. Hayvâna bakmak lâzım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lâzımdır. İbâdetler beden ile yapılmaktadır. Peygamber efendimize, birisinin geceleri uyumayıp, hep namâz kıldığı söylendiğinde; (İbâdetlerin kıymetlisi, az olsa da devâmlı yapılanlardır) buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, hayvanların yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda şehvet ve gadab olmak üzere iki kuvvet yaratmıştır. İnsanların muhtâç oldukları şeylere kavuşabilmeleri, bulduklarını kullanabilmeleri ve korktuklarına karşı kendilerini savunabilmeleri için, insanlarda da şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmıştır. Ayrıca Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratmıştır. Bu kuvvet, Nefs-i emmâre kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Nefs-i emmâreden hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü zehirdir ve kullukla bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytândan gelmiş olmakla berâber, geçici hastalıklardan olur. Ufak bir ilâçla, kolayca giderilebilir. Nisâ sûresinin 76. âyetinde meâlen; (Şeytânın aldatması, elbette zayıftır) buyuruldu. En büyük düşmanımız, nefsimizdir. Can düşmanımız, her zamân yanımızda bulunan bu azılı arkadaşımızdır. Dışardaki düşmanımız, bu iç düşmanın yardımı ile bize saldırıyor. Varlıklar içinde en câhil olanı, insanın nefsidir. Çünkü nefs-i emmâre, kendine düşmanlık yapmaktadır. Hep, kendini yok edici şeyleri istemektedir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi, sâhibi olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü teâlâya karşı gelmektir." Zehirli ilâç gibidir!.. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni olmak için, hem nefsin arzûlarına uymayı sınırlayan, hem de nefsi temizleyip aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar göndermiştir. Bu emir ve yasakların toplamına da, İslâmiyet denir. Netice olarak, insanların dünyada yaşayabilmeleri, nefslerinin gafleti ve dünyâ lezzetlerine düşkün olması iledir. Nefis, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilâç gibidir. Doktorun tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helâk olur. İslâmiyet, nefsin helâk edilmesini, yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, ondan istifâde edilmesini emretmektedir. Mücâhid bin Cebr hazretlerinin buyurduğu gibi: "Nefsini azîz eden dînini yıkar. Nefsini zelîl eden kimse ise, dînini azîz eder
.
İbâdeti muhâfaza, işlemekten güçtür...
17 Aralık 2006 01:00
Riyâ, bir şeyi olduğunun tersine göstermek, kısaca gösteriş demektir ve kötü huylardandır. Âhiret amellerini yaparak âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünyâ arzûlarına kavuşmak, kısaca, dünyâ kazancına dîni âlet etmek ve ibâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmak demektir. Riyânın zıddına, aksine ise, ihlâs denir. İhlâs, dünyâ faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Resûlullah efendimiz Mu'âz bin Cebel hazretlerini Yemen'e vâlî olarak gönderirken; (İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir) buyurmuştur. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de, O, seni görmektedir) buyuruldu. "Ey kötü insan!" İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emrolundu. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlânın birliğine îmân edenden, namâzı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur) buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve övmelerine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan dahâ kötüdür. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ ise, hepsinden dahâ fenâdır. Peygamber efendimiz; (Dünyâda riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste denir) buyurmuştur. Ramazân orucunu tutmakta riyâ olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için namâza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın da zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farzlar, sahîh ve ibâdet borcu ödenmiş olur ise de, sevâbı olmaz. Et ihtiyâcını karşılamak niyeti ile, kurban kesmek câiz olmaz. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteriş karışmaz. Nâfile ibâdetlerde ise, gösteriş çok olur. Riyâ ve gösteriş için tesbîh kullanmak mekrûhtur. Şöhrete sebep olacak şekilde giyinmek, şöhret için vaaz vermek, nasîhat etmek, kitâp yazmak, hep riyâ olur. Münâkaşa etmek, başkalarından üstün görünmek, övünmek, mal, mevki elde etmek için ilim öğrenmek de, riyâ olur. Riyâ ise, harâmdır. Herkese vera' sâhibi olduğunu bildirmek için, günâhını saklamak ve gizli olarak devâm etmek de, riyâ olur. Halîfe Abdülmelik zamanında yaşayan birisi anlatır: "Mervân bin Hakem ile bir savaşta bulunuyorduk. Yanımızda uzun müddet kim olduğunu bilmediğimiz bir zât vardı. Gecenin çok az bir kısmında uyuyor, diğer kısmını da ibâdetle geçiriyordu. Sonradan bu zâtın Eshâb-ı kirâmdan olduğunu öğrendik. Bu zât şöyle anlattı: Bir gün Peygamber efendimize sorduk: -Yâ Resûlallah, hangi amel ve hareketimiz bizi felâha, kurtuluşa götürür? -Allahü teâlâyı aldatmamak. -Yâ Resûlallah, biz Allahü teâlâyı nasıl aldatabiliriz? Peygamber efendimiz cevaben buyurdu ki: -Amellerinizi Allahü teâlânın emrettiği gibi yapar, fakat bu amellerle, Allahü teâlâdan başkasının teveccühünü beklerseniz, O'nu aldatmış olursunuz. Riyâdan sakınınız! Zîrâ o, Allaha şirk, ortak koşmaktır." Ebû Bekir Vâsıtî hazretleri buyuruyor ki: "İbâdetleri riyâdan korumak daha güçtür. Çünkü, ibâdetler zora gelmeyen ve çabuk kırılan cama benzerler. Camın ufak bir zorlamada kırılması gibi, ibâdetler de riyâ karıştığında hemen kırılır, ibâdet olmaktan çıkar. Bundan anlaşılıyor ki riyâ, ibâdeti kırmakta, onu ibâdet olmaktan çıkarmaktadır. Bunun için kişi, riyâyı kalbinden çıkarmak için, bütün gücüyle uğraşmalıdır. Buna muvaffak olamazsa, bu takdîrde ibâdeti yine terk etmemelidir. Bu illetten kurtarması için Allahü teâlâya duâ etmelidir. Tövbe etmelidir. Buna sabırla devam ederse, Allahü teâlâ kendisine ihlâsla amel yapmayı nasîb eder." "Bunun faydasını görürsün" Riyâ karışıyor diye ibâdeti terk etmek, başka yönlerden de uygun değildir. Bir kimse, vaktiyle bir aşevi yaptırmıştı. Buradan yüzlerce fakir fukara karnını doyuruyordu. Yaptıran kimse, "bunu Allah için mi, yoksa gösteriş için mi yaptım" diye endişeye kapılır ve o gece bir rüyâ görür. Rüyâsında birisi kendisine der ki: -Senin amelin Allah için değilse bile, yaptırdığın bu hayır müessesesinde karnını doyuranların ettiği duâ, Allah içindir. Bunun faydasını görürsün. Netice olarak, kim amelinin karşılığını âhirette almak isterse, yaptığını sırf Allah rızâsı için yapmalıdır. Kimseden bir karşılık beklememelidir. Karşılık beklediğinde, birçok zahmet çekerek yaptığı amel boşa gider. Bunun için yapılan ameli iyi muhâfaza etmelidir. Nitekim; "İbâdeti muhâfaza etmek, işlemekten daha güçtür" buyurulmuştur.
.
İhlâs, insanın işlerinden belli olur...
18 Aralık 2006 01:00
İhlâs; gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, meselâ hayrât ve hasenât yapmayı, Müslümânları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı, zikri, istigfârı Allah rızâsı için yapmak demektir. Namâz kılmaktan maksat, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, Onun karşısında kendi küçüklüğünü anlamaktır. Bunu anlayan bir kimse, hep iyilik yapar, hiç kötülük yapamaz. Nefsine uyan bir kimsenin kıldığı namâz, sahîh olsa da, bu meyvelerini veremez. Zira herkesin yanında sünnetlere uygun olarak, yalnız iken ise, edeblere uymayarak yapılan ibâdetler, riyâ olur. Peygamber efendimiz; (Başkalarına gösteriş için namâzını güzel kılan, yalnız olduğu zamân böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkîr etmiş olur) buyurmuştur. Müjdeye kavuşmak için Her gün beş kere, Rabbinin huzûrunda olduğuna niyet eden kimsenin kalbi ihlâs ile dolar. Zira namâzda yapılması emrolunan her hareket, kalbe ve bedene çeşitli faydalar sağlamaktadır. Câmilerde cemâat ile namâz kılmak, Müslümânların kalblerini birbirlerine bağlar ve birbirlerinin kardeşleri olduklarını anlarlar. Büyükler, küçüklere merhametli olur. Küçükler de, büyüklere saygılı olur. Zenginler, fakîrlere ve kuvvetliler zayıflara yardımcı olur. Sağlamlar, hastaları, câmide göremeyince, evlerinde ararlar ve; (Din kardeşinin yardımına koşanın yardımcısı Allah'tır) hadîs-i şerîfindeki müjdeye kavuşmak için yarış ederler. Şeyh Abdülkuddûs hazretleri oğluna hitaben buyuruyor ki: "Vaktin kıymetini bil! Gece ve gündüz ilim öğrenmeye çalış! Her zaman abdestli bulun! Beş vakit namazı sünnetleriyle, ta'dîl-i erkân ile, huzûr ve huşû ile, Allahü teâlâyı görür gibi ve Peygamber efendimizin bildirdiği şekilde kılmaya çalış! Bunları yapınca, dünyâda ve âhirette sayısız nîmetlere kavuşursun. İlim öğrenmek, ibâdet yapmak içindir. Kıyâmet günü, işten sorulacak, 'çok ilim öğrendin mi' diye sorulmayacaktır. İş ve ibâdet de, ihlâs elde etmek içindir. Her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapmak olan ihlâs da, hakîkî mâbûd ve kayıtsız şartsız var olan Allahü teâlâyı sevmek içindir." Mal, mevki, hürmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdetlerde ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdetlere sevâp verilmediği gibi, günâh olur, azâb yapılır. Bid'at sahipleriyle, harâm işleyenlerle ve din düşmanları ile arkadaşlık yapanların kalblerinde, ihlâs kalmadığı gibi bunların kalblerinde, zulmet, kara lekeler hâsıl olur. İyi, sâlih bir Müslümân olabilmek için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, ibâdetleri doğru ve İhlâs ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ, doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhirette de sevâb yani iyilik vereceğini vaat etmiştir. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk, ortak eden, sevâblarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder) buyurulmuştur. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. Allahü teâlâya yakın olmak, yani Onun sevgisine kavuşmak için, ihlâs ile İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymak için de, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri, ihlâs ile yapmak lâzımdır. Eşbâh'da buyuruluyor ki: "Bir ibâdette sevâb hâsıl olması için, bu ibâdetin sahîh olması şart değildir. Hâlis niyet edilmesi şarttır. Hâlis niyet ederek yapılan bir ibâdet, bilmeyerek fâsid olursa, sahîh olmaz. Fakat niyet edildiği için, çok sevâb hâsıl olur. Meselâ, abdestli olduğunu zannederek, abdestsiz kılınan namâz sahîh olmaz. Fakat, niyetine karşılık çok sevâb verilir. Necis olduğunu bilmediği suyu, temiz zannederek, bununla abdest alıp kılınan namâzın şartı noksan olduğu için sahîh olmaz ise de, niyet mevcût olduğu için sevâb verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahîh olan bir namâz, riyâ ile, gösteriş için kılınırsa, sevâb hâsıl olmaz." "Alâmeti nedir?.." Bir gün Peygamber efendimiz; (Bir kimse ihlâs ile 'Lâ ilâhe illallah' derse Cennet'e girer) buyurur. Eshâb-ı kirâm da; -Yâ Resûlallah! Bunu ihlâs ile söylememizin alâmeti nedir? diye sorararlar. Resûlullah efendimiz de; (Sizi Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden men etmesidir) cevabını verirler. Netice olarak ihlâs, her şeyi Allah rızâsı için yapmak demektir ve bu hâl, insanın işlerinden belli olur. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bir kimse, yaptığı ibâdetleri ihlâs ile yaparsa, Allahü teâlâ o kimseye, boş hâllerden, lüzumsuz heveslerden halâs olmak, kurtulmak nîmetini, rahatını ihsân eder."
.
Amellerin en güzeli...
24 Aralık 2006 01:00
İslâmiyyete tam uyabilmek, ilim, amel ve ihlâs ile olur. Bunun için ibâdetleri, ihlâs ile yapmalıdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhirette de sevâb yani iyilik vereceğini vaat etmiştir. Abdullah-ı Rûmî hazretleri, Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinden alarak şöyle nakleder: Bir târihte Bağdât'ta, zenginler hacca niyyet ederler ve bir fakîr de, onların kâfilesine katılır. Kâfiledeki zenginlerden biri, alaylı bir şekilde; -Bineğin yok, azığın yok, cebinde altının da yok. Sen hacca nasıl gideceksin? der. Fakîr, zenginin alaylı sözlerine çok üzülür ve; -Allahü teâlâ ne güzel vekîldir. Mahlûkâtın rızkını O vermektedir. Hepimiz O'nun verdiklerini yiyoruz, diye cevap verir ve mahzûn bir şekilde oradan uzaklaşır. Hac vazîfeleri bitene kadar da onlarla görüşmez. Mekke-i mükerremeden, Medîne-i münevvereye giderken, o zengin, fakîri sağ sâlim karşısında görünce; -Komşu, sen buraya kadar gelip hac vazîfeni yapabildin mi? diye sormaktan kendini alamaz. Fakîr de; -Allahü teâlâya hamdolsun, yüzümüzün karasına bakmayıp, bu mübârek makâmı ziyâret etmeyi bize nasîb etti ve sağ sâlim olarak dönüyorum, der. Zengin; "Sana berât verdiler mi?" -Acabâ sana da berât verdiler mi? diye sorar. Fakîr; -Bu ne berâtıdır ki? deyince zengin; -Kâbe'yi ziyâret edenlere, Cehennem'den âzâd olduğuna dâir berât kâğıdı verilir, diyerek, bir kağıt çıkarıp fakîre gösterir. Fakîr, berât kâğıdının kendisine verilmediğine çok üzülür ve hemen geriye döner, gözünden yaşlar akıtarak Allahü teâlâya; "Ey âlemlerin sahibi olan yüce Rabbim! Sen her şeye kâdirsin. İhsânların bütün kullarına her ân yağmaktadır. Cehennem'den âzâd olup orada incinmemeleri için kullarının bâzısına berât vermişsin. Bu fakîr kuluna berât verilmedi, yoksa âzâd olmadı mı?" diye yalvarırken bayılır. Baygın hâlde iken, yanına bir kimse gelir; "Ey fakîr! Başını kaldır ve şu berâtını alıp arkadaşlarına yetiş!" diyerek elindekini ona verir. Fakîr kendine geldiğinde, elinde, dünyâ kâğıtlarına hiç benzemeyen, yeşil renkli nûrdan yazıları olan ve misk gibi kokan bir berât kâğıdı görür. Kâğıdı öpüp başına koyan fakîr, çok sevinir, şükür secdesi yapar ve kafileye yetişmeye çalışır. Kafiledekiler, fakîrin geldiğini görünce gülüşerek ve alaylı bir şekilde; -Cehennem'den âzâd olma berâtını alabildin mi? diye sorarlar. Fakîr de berâtını çıkararak; -İşte! Rabbimizin ihsânı olan berâtım! diyerek, misk kokulu berâtını zengine sunuverir. Berâtı alan zengin, nûrdan yazılarla fakîrin Cehennem'den âzâd olduğunu okuyunca, aklı başından gider ve bayılır. Ayıldığı zaman, kendi kendine; -Vâh bana, vâh benim boşa geçen ömrüme! Keşke ben de bu fakîr gibi sâdık olsaydım. Onun kavuştuğu bu saâdete ben de kavuşsaydım. Bu fakîr, sadâkati sebebiyle bu mertebelere ulaştı. Ben ise zenginliğim sebebiyle gurûra kapıldım ve bundan mahrûm oldum. Bütün malımı versem, bu kâğıttakilerin bir noktasını alamam diyerek âh eyler, gözyaşı döker. Fakîr; -Hacı efendi! Berâtım sende kalsın. Ben öldüğüm zaman kabrime koyun da suâl meleklerine onu göstereyim der. Zengin, berâtı alır ve sandığına koyar. Bir müddet sonra zengin, ticâret için başka memlekete gider ve bu arada da fakir vefât eder. Birkaç ay geçtikten sonra, zengin ticâretinden döner ve fakîri sorar; -Sizlere ömür! Sen gittikten sonra vefât etti derler. Zenginin sanki dünyâsı başına yıkılır, çok ağlar ve; -Onun bende kıymetli bir emâneti vardı. Vasiyetini yerine getiremedim, berâtını yanına koyamadım deyip hemen evine gider sandığı açar. Fakat berâtı koyduğu yerde, tekrar tekrar aramasına rağmen bulamaz ve; "Onu dışarıda bırakmadık!" -Kabrine gidip bakayım. Belki, birisi berâtı alıp ona vermiştir diyerek, kazma kürek alıp kabre gider. Mezarını açmak isteyince; "Kabri açma! Biz ona o berâtı verdik, dışarıda bırakmadık!" diye bir ses işitir ve bayılır. O halde iken fakîri görür. Fakîr; "Ey hacı efendi! Allahü teâlâ sana selâmet versin. O berât bana verildi. Hamdolsun. Münker ve Nekîr meleklerine gösterdim. Onu görünce sorgu suâl bile etmediler. Bu berâtı almama hacdan dönerken sen sebeb olmuştun. Cenâb-ı Hak senden râzı olsun" deyip kaybolur. Zengin ayıldığında, doğru evine gider, fakir için hatimler okutur, yemekler pişirtir, yetimleri, fakirleri doyurur. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Yeni îmânla şereflenen bir kimsenin önceki günahları silindiği gibi, şartlarına uyarak ihlâsla yapılan ve kabûl olan hac da günahlar için keffârettir." Netice olarak ibâdetleri, şartlarına uyarak ve ihlâs ile yapmalıdır. Mâlik bin Dînâr hazretlerinin buyurduğu gibi: "Amellerin en güzeli ihlâsla yapılan ameldir." ---------- Tel: 0 212 - 454 38 20 Faks: 0 212 - 454 38 29 www.dinimizislam.com
.
Hakkı bâtıldan ayırabilmek...
25 Aralık 2006 01:00
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırdetmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Akıl bir ölçü âleti gibidir. İki iyi şeyden, daha iyi olanını ve iki kötü şeyden, daha kötü olanını ayırır. Akıllı kimse, sâdece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir. Akıl göz gibidir. Din de ışık gibidir. Işık olmazsa, göz göremez. Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona akıl ve düşünme kudretini verdi. İnsanın diğer mahlûklardan en büyük farkı, insanın bedeni yanında rûhunun bulunması, düşünebilmesi, bütün olayları aklı ile muhâkeme edebilmesi, aklı ile karâr vermesi ve bu karârı uygulayabilmesi, iyilik ve fenâlığı ayırabilmesi, hatâ işlediğini anlayabilmesi, bunun için pişmanlık duyması ve benzeri gibi üstünlükleridir. Acabâ insan, kendisine verilen bu çok yüksek hâssayı, kendi başına ve hiçbir rehber, yol gösterici olmadan kullanabilir mi, kendi başına doğru yolu bulabilir ve Allahü teâlâyı tanıyabilir mi? Bir rehber olmadan... Târih incelenecek olursa, insanların önlerinde, Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anladı, fakat, ona giden yolu bulamadı. Peygamberleri işitmeyenler, Yaratanı önce etrâflarında aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmaya başladılar. Sonra, büyük tabîat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanar dağları ve benzerlerini gördükçe bunları yaratıcının yardımcıları zannettiler. Her biri için bir alâmet yapmaya kalktılar ve bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar zuhûr etdi. Kısacası insan, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Kur'ân-ı kerîmde, İsrâ sûresinin 15. âyetinde meâlen; (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azâb yapıcı değiliz) buyurulmaktadır. Allahü teâlâ, kullarına verdiği akıl ve düşünme kuvvetinin nasıl kullanılacağını onlara öğretmek ve kendi birliğini onlara tanıtmak ve iyi işleri fenâ, zararlı işlerden ayırmak için, dünyâya Peygamberler gönderdi. Peygamberler, beşerî sıfatlarda bizim gibi insandırlar. Onlar da yer, içer, uyur ve yorulur. Bizden farkları, zekâ ve muhâkeme kuvvetlerinin çok üstün olması, tertemiz ahlâklı ve Allahü teâlânın emirlerini bize teblîğ edecek bir güçte bulunmalarıdır. Peygamberler, en büyük rehberlerdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın, insanlara Peygamberleri göndermesi en büyük nimettir. O büyük insanların mübârek varlıkları olmasaydı, bu âlemi yaratanın varlığını, biz kısa akıllı insanlara kim gösterirdi? Eski Yunanlıların ilk filozofları, o kadar zekî ve kurnaz oldukları hâlde, Yaratanın varlığını anlayamadılar. Bu kâinât, böyle gelmiş, böyle gider, cânlılar da birbirlerinden meydâna gelip ürer. Bu böylece devâm eder, dediler. Câhillik devri geçip, yeni Peygamberlerin davetlerinin nûrları ile, âlem aydınlanınca, sonra gelen Yunan filozofları, o nûrların ışıkları ile uyanarak, üstâdlarının sözlerini reddetti. Bir yaratanın bulunduğunu kitâplarına yazdılar ve bir olduğunu isbât ettiler. O hâlde, insan aklı, o büyüklerin nûrları ile aydınlanmadıkça, bunu bulamıyor. Peygamberler olmadıkça, bizim düşüncelerimiz, doğru yola yaklaşamıyor. Dağda, çölde yetişip de, Peygamberlerden haberi olmayanlar, kendilerine, hakîkat duyurulmadıkça, kâfir olmazlar. Bu haber de, Peygamberler ile gönderilmektedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azâb yapılmaz." Dünyada en zor şey!.. Netice olarak, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırmak, dünyada en zor olan şeydir. Bir rehber olmadan da, bu mümkün değildir. Ayrıca câhillik ve tembellik de, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırmamıza mâni olmaktadır. Bunun için bazı kimseler, âhirette, dünyada iken hak diye sarıldıklarının bâtıl olduğunu görecekler ve yandık diyeceklerdir. Bazı kimseler de, hakka bâtıl diye hücum edecekler, saldıracaklar ve hüsran içinde kalacaklardır. Bazıları da, bâtıla hak diye sarılacaklar ve kahru perişan olacaklardır. Bu sebeple Peygamber efendimiz, ümmetine de öğretmek için, zaman zaman şöyle dua ederlerdi: (Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymayı bize nasip et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasip et!)
.
İki farklı Mevlana ile karşı karşıyayız
26 Aralık 2006 01:00
Geçen hafta, önceki senelerde olduğu gibi yine, "gerçek Mevlana"yı tanımakla, anmakla ilgisi olmayan bir "Mevlana'yı Anma Haftası" yaşadık. Anma törenlerinde artık, bir İslam büyüğü, bir tasavvuf önderi değil de, feyz kaynağı Batı felsefesi ve Hümanizm olan bir felsefeci tanıtılmaktadır! Halbuki Hz. Mevlana'nın feyz kaynağı İslamiyettir, İslamiyetin bildirdiği iman esaslarıdır. Törenlerin, "Ben sağ olduğum müddetçe Kur'an'ın kölesiyim/Ben Muhammed muhtarın yolunun tozuyum..." beytinde geçen, ne Kur'an-ı kerim ile, ne de âşığı olduğu Resulullah efendimiz ile ilgisi yok. Tanıtılan ilah ile, Mevlana'nın inandığı İlah da farklı. Tanıtılan ilahın sadece şefkat ve merhameti var; gadabı, cezalandırması yok. Halbuki, Hz. Mevlana'nın inandığı ilahın, şefkat ve merhametinin yanında, emirlerine uymayan, son peygamberine ve son dinine inanmayan inançsızlar için, günahkârlar için gadap ve cezalandırması da var. Allahü teâlânın rahmeti bol olduğu gibi azabı da şiddetlidir. Kur'an-ı kerimde mealen: "Elbette azabım çok şiddetlidir" (İbrahim 7) buyurulmaktadır. Kahrı da cezası da şiddetli Allahü teâlânın,"Esma-i hüsna"sından, doksandokuz isminden biri de Kahhar'dır, istediğini kahreder. Âyeti kerimede mealen, "Allah'ın kahrı da, cezası da pek şiddetlidir" (Nisa 84) buyuruldu. Esma-i hüsna'dan biri de Müntekim'dir, intikam alıcıdır. (Al-i İmran 4). Allahü teâlâ, son Peygamberi Muhammed aleyhisselama ve Kur'ana inanmayanlardan elbette intikam alacak ve onları sonsuz olarak Cehennemde bırakacaktır. Hz. Mevlana'nın bilhassa "Gel, gel her kim olursan ol gel! Allah'a şirk koşanlardan, mecûsilerden, puta tapanlardan da olsan gel!" sözleri de çok istismar ediliyor hümanistlerce. Mevlana hazretleri bu mısralarıyla, batıl, geçersiz dinini bir tarafa bırakıp, hakiki saadete gel, Müslüman ol, ancak kurtuluş buradadır, demektedir. Hz. Mevlana, kimin sevileceğini, kimin sevilmeyeceğini, kimin dost, kardeş edinileceğini de çok iyi bilir. Çünkü, kölesi olduğunu bildirdiği Kur'an-ı kerimde geçen, "Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin! Onlar, İslam düşmanlığında birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan olur. Allahü teâlâ, kâfirleri dost edinip, kendine zulmedenlere hidayet etmez." (Maide 51), "Müminler, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah'ın dostluğunu bırakmış olur." (Al-i İmran 28), "Müminler ancak kardeştir" (Hucurat 10) ayeti kerimelerine aykırı hareket etmez. Hz. Mevlana, ileride kendisini farklı tanıtacaklarını bilmiş olacak ki, yukarıdaki beytinin devamında, "Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse/Ben ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım" diyerek kendini farklı tanıtanlardan uzak olduğunu, onlarla bir ilgisinin bulunmadığını, onların bu sözlerinden üzüntü duyduğunu bildirmiştir. Bugün iki farklı Mevlana ile karşı karşıyayız. Bizim bildiğimiz gerçek Mevlana onların bildirdiğinden farklı, hatta hiçbir benzerliği yok. Bizim bildiğimiz Mevlana Celaleddin-i Rûmi, olgun, âlim ve velî bir Müslüman... Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevazuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslam dininin emrettiği güzel ahlâkından bazı örneklerdir. Onda, bunlardan başka İslam ahlâkının diğer husûsları da kemal derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslamiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Mevlana'yı, yalnız bir mütefekkir, şair gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. İslam büyüğü böyle anılmaz! Bu ise, en azından Mevlana'yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Hz. Mevlana, "Ben Kur'an-ı kerimin çizdiği dairenin dışına çıkmam. Beni bu dairenin dışında aramayın! Dinimizin yasakladığı şeyleri bana yüklerseniz üzülürüm" diyor. Buna rağmen, Hz. Mevlana'ya mal ederek, yıllardır çalgı aletleri eşliğinde törenler yapılmakta... Halbuki, ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı aletleri çalınarak yapılan törenler ve ayinler, ilk defa onbeşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevi besteleri de aynı zamana rastlar. Bu tarih, Mevlana hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevi'sinde geçen "Ney" kelimesi, bazı edebiyatçılar tarafından çalgı aleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için, yanlış olarak, kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır. Allahü tealanın ve Onun peygamberi Muhammed aleyhisselamın aşkı ile yanan Celaleddin-i Rûmi, ney çalmadı, mûsiki dinlemedi ve raks etmedi. Yani dans etmedi. Bunları yaptı demek, Mevlana hazretlerine en büyük iftiradır. Dinimize göre, bir İslam büyüğü, ney, def çalarak, dönerek, müzik ile anılmaz. Dine, insanlığa yaptığı hizmetleri anlatılır. Fatiha okuyarak, hatim indirerek, dua ederek ruhuna gönderilir. Anma böyle olur. Bugüne kadar böyle olmuş... Bugün, Hz. Mevlana'ya en büyük hizmet, en büyük iyilik, Mevlana'yı Mevlana olmaktan çıkartan zihniyetten kurtarmaktır. İnanç turizmi maskaralığına alet edenlerin elinden kurtarmaktır.
.
Yakınlık, fedakârlık ister...
31 Aralık 2006 01:00
Kurb kelimesi, yakınlık, yakın olmak anlamındadır. Kurbân da, kelime olarak, Allahü teâlâya yakın olmak ve bir gaye uğruna kendini fedâ etmek anlamlarına gelmektedir. Dinen ise; mukîm, âkıl, bâliğ, hür ve dînen zengin olan Müslüman bir erkek ve kadının, Allahü teâlânın rızâsı için kurban niyetiyle bir hayvanı kesmesidir. Dinimizin emrettiği ibâdetlerden namaz ve oruç, beden ile, zekat ve kurban, mal ile yapılan ibâdetlerdendir. Hac ibâdeti ise, hem mal hem de beden ile yapılan bir ibâdettir. İnsanlardan bazılarına, beden ile, bazılarına da mal ile yapılan ibâdetler zor gelmektedir. Cenâb-ı Hak ise, her iki şekilde de kullarını imtihân etmektedir. İnsanın, bedenini, malını hatta canını Allahü teâlânın rızâsı için, Onun emri olduğu ve Onun yolunda fedâ edebilmesi kolay değildir. Dünyada iken, bu fedâkârlığı yapabilenlenler, hakiki bayrama ve sonsuz Cennet nimetlerine kavuşmaktadırlar. Rum Kayserinin kızı... İbrâhim-i Havvâs hazretleri anlatır: "Bir sene, hacca gitmeye niyet ederek yola çıktım. Ne zaman Kâbe-i şerîf tarafına gitmek istedimse, gayri ihtiyârî ters istikâmete doğru gidiyordum. Allahü teâlânın irâdesi beni bu tarafa çekiyordu. En sonunda İstanbul tarafına gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapısı önünde, bir kısım insanlar toplanmıştı. Yaklaşarak; -Niçin toplandınız? diye sordum. Onlar da; -Rum Kayserinin kızı delirmiş, çâre bulmak için doktorlarını topladı dediler. Bunda bir hikmet olsa gerektir deyip içeri girdim. Odada Kayser'in kızını gördüm. Bana bakarak; -Ey İbrâhim-i Havvâs! Hoş geldiniz dedi. Ben, hayret ederek; -Beni nereden tanıyorsunuz? diye sorunca bana; -Cânımı cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyâz ettim. "Üzülme, yarın İbrâhim-i Havvâs dostum sana gönderilir" buyuruldu dedi. Bunun üzerine İbrâhim-i Havvâs hazretleri; -Peki hastalığınız nedir? diye sorduğumda kız; -Bir gece dışarı çıkıp, ibret nazarı ile gökyüzüne baktım. Allahü teâlâ, beni benden aldı. Kendimden geçtim. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" kelimesi dilime, mânâsı kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik, bana da deli dediler diye cevap verdi. O zaman ben; -Bizim diyâra gelmek ister misin? deyince, o da; -Sizin diyârda ne vardır? dedi. -Mekke, Medîne, Beytülmukaddes oradadır diye cevap verince; -Sağ tarafına bak dedi. Baktım, bir düzlükte Mekke, Medîne ve Beytülmukaddes'i karşımda duruyor gördüm. Az sonra bana; -Vakit yaklaştı, istek ve arzu haddi aştı dedi ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti..." Behâeddîn Buhârî hazretleri hacda iken hacılar Mina'da kurban kesiyorlardı ve; -Bizim de kurban kesmemiz lâzım, fakat biz oğlumuzu kurban edeceğiz buyurdu. Talebeleri "bu sözde bir hikmet vardır" diyerek, o günün târihini kaydettiler. Hacdan sonra Buhârâ'ya döndüklerinde, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin o sözü söylediği gün, oğlunun vefât ettiğini öğrendiler. Oğlunun vefâtı üzerine buyurdu ki: -Allahü teâlânın ihsânı ile oğlumun vefât etmesi husûsunda da Resûlullah efendimize uymuş oldum. Çünkü Peygamber efendimizin de oğlu vefât etti. Resûlullah efendimizin başından geçen işlerin hepsi benim başımdan da geçti. Yapmış olduğu her işle amel ettim. Hiçbir sünneti terk etmedim. Hepsini yerine getirdim ve netîcesini buldum. Tâvûs bin Keysân hazretleri anlatır: "Hacca gitmiştim. Yanımda bir de çocuk vardı. Binecek hayvanı, yiyecek bir şeyi yoktu. -Ey çocuk, senin yiyeceğin var mı? dedim. Çocuk; -En iyi yiyecek takvâdır. Kerîmlerin evine giderken yiyecek götürmek uygun değildir dedi. İhram kuşandığımızda hepimiz "Lebbeyk" dediğimiz halde, çocuk söylemiyordu. -Niçin söylemiyorsun dedim. -Red cevâbını duymamak için dedi. Bu söz üzerine çok ağladım ve kendi kendime: "Bu çocuk reddolunmaktan korkarsa, biz reddolunur, kabûl edilmezsek hâlimiz nice olur" dedim! Mina'ya kurban kesmek için geldik. Kurbanlarımızı kestik, fakat o çocuk kesmedi ve; 'Ey benim Allah'ım! Herkes kurban kesiyor. Benim kurban kesecek hiçbir malım yok. Ancak, bu küçük vücûdumu senin rızân için kurban etmek istiyorum, kabûl buyur Allah'ım?' diyerek ağlıyordu. Çocuk, Kelime-i şehâdet getirerek canını, cânâna teslim etti. Annesi hâdiseyi öğrenince, çok üzülüp ağladı. Bir ses duydu: -Ey hâtun! Senin çocuğun, benim rızâma kavuşmak için canını fedâ etmek istedi. Kabûl ettim. Eğer istersen seninkini de kabûl ederim, diyordu..." Netice olarak, Resûlullah efendimizin aşkı ile yanan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin buyurduğu gibi olabilmek kolay değildir: Çıkacak bir canım kaldı, ey bütün canların cânı! Uygun olur mu söylemek, cânımı fedâya geldim...
.
.
.
|
Bugün 613 ziyaretçi (1161 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|