ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
FETÖ VE CEMAATLER
İşin esas sâhibi, planlayıcı üst akıl olarak beynelmilel istihbârat örgütleri olsa da mâlum olduğu üzere 15 Temmuz ihânetinin taşeronu Fethullahçı Terör Örgütüdür. Eğer meş’ûm teşebbüs püskürtülmeseydi memleketin yeni idârî kadrolarını da yine bu örgüt mensupları oluşturacaktı.
Neyse ki sıyânet-i ilâhî ve nusret-i rabbânînin tecellisi olarak bu necip milletin destansı kıyâmı ve silahlı kuvvetler içindi darbeye karşı direnen unsurların ölümü göze alarak sergiledikleri kahramanlıklar ile bu açık işgal girişimi akîm kaldı ve devletimiz belki başka türlü hiçbir şekilde yapamayacağı bir temizlik fırsatı buldu.
O gece ve devamında olup bitenler bir istiklal mücâdelesi olarak meselenin siyâsî vechesiyle alâkalı. Fakat yaşanan travmanın bir de dînî-ictimâî ciheti var ki en az siyâsî tarafı kadar ve hatta daha dikkatli tahlîl edilmelidir. Zîrâ siyâset daha sathî ve ânî müdâhale ve tedbirler ile rayına oturtulabilir. Ancak meselenin dînî-ictimâî yönü bu basitlik ve sür’atte ele alınır da derin ve doğru tahlil ve tespitler yapılmazsa milletimizin din telâkkîsi ve bunun ictimâî zemine aksedecek neticeleri cemiyet içinde ciddî kırılmalara sebep olacak ve biz tanzîmattan beri yaşamakta olduğumuz kimlik krizini hâlâ atlatamamışken başka bir krizle daha yüzleşmek zorunda kalacağız.
Şöyle ki; bu topraklarda ilk defa (tabanına nispetle söylüyorum) kendini Sünnî İslâm ile refere eden ve bu sebeple adına “hizmet hareketi yahut cemaat” denen bir grup, siyasi hedeflerine ulaşmak için (yine tabanı itibariyle) hayat tarzı kendisi gibi olan Müslüman din kardeşleri dâhil tüm bir millete silah doğrulttu, yetmedi savaş uçakları/helikopterler ve tanklar ile halkını bombaladı. Kan döktü.
Vitrine konan hatiplere, hitaplara, kitaplara, islâmî görünümlü faâliyetlere aldanan ve bu sebeple mezkur hain yapıya hüsn-ü zan ile destek olmuş, teessüsüne omuz vermiş, evladını emanet etmiş milletimiz ağır bir travma yaşadı, yaşıyor.
Bu oluşumun dünya üzerinde farklı ülke ve coğrafyalardaki Türk ya da Müslüman unsurlara İslâmî hizmet, dil, kültür ve yardım götürdüğü zannında olan ve bu sebeple kendilerine hep destek olan devletimiz de arkasından hançerlendi. ”Yüzü kıbleye dönüyor, alnı secdeye gidiyor, hakka hukuka riayet eder” nazarıyla bakılan nice bürokratın ve devlet memurunun, müstakbel hedefleri için bünyeye sızma ve kadrolaşma faaliyeti yaptığı ve bu gâye için her türlü alçaklığa ve takiyyeye tenezzül ettiği gün yüzüne çıktı.
Tabi durum bu olunca yaşadığı şoku halen tam olarak atlatamamış olan milletimiz ve devletimiz cemaatlerin faydalı ve lüzumlu yapılar olup olmadığı hususunda ister istemez bir tereddüt yaşıyor. Bu konuda milleti mazur görebiliriz belki ama istihbarat birimi bulunan bir devletin dînî cemaatlerin hedef ve faaliyetlerine dâir bilgi zafiyeti yaşaması ve buradan hareketle ülkedeki tüm İslamî cemaatler hakkında tereddüde düşmesi makul görülebilir mi diye bir süal takdir edilirse buna istemesek de “evet” cevabı vermek zorundayız. Nitekim eğer mezkûr istihbârat yeterli olsaydı 15 Temmuz hiç yaşanmaz, devlet buna daha erken refleks gösterebilirdi. Dolayısıyla uhrevî vaatlerle motive edilmiş, dışa sıkı surette kapalı oluşumların hala muttalî olunamayan gizli hedef ve projeleri olabileceğini düşünmek devlet açısından elbette mâkul görülebilir.
Bu sebeple bir yılı aşkın zamandır tartışma programlarında ve siyaset zemininde devlet- cemaat, din-cemaat ilişkisi noktasında müzakereler yapılıp mütâlaalar paylaşılmakta fakat mevzû izleyici önünde her iki ilişki açısından da berraklaştırılamamaktadır. Hadiseye son derece ön yargı ile bakan taraflar arasındaki bu müzâkereler peşin kabullerin dillendirilmesinden öte bir keyfiyet kazanamadığı için cemaatler adına ya tamamen nefyedici ya da tamamen sahiplenici iki tavır arasında bir kör dövüşüne evrilmektedir.
Halbuki bu hassas mevzûda doğru bir âmâl-i fikriyyede bulunabilmek için cemaatler meselesinin hem dînî hem târîhî vechesinin net bir şekilde bilinmesi hem de mezkur tarihî vetirede siyâset ile olan temas yahut diyaloğunun doğru analiz edilmesi gerekmektedir.
Böyle bir tahlile başlamadan önce şu iki hususta önbilgi vermek mefhum kargaşasına sed çekmek adına faydalı olacaktır.
Bu yazıda geçen “cemaat” mefhumu tarafımca, ne “Namazda imama uyanlar” anlamına gelen fıkhi ıstılah, ne de “ekalliyet teşkil eden yabancı din mensupları” manasındaki hukuki ıstılah olarak kullanılacaktır. Zira hukuki terminolojide “Cemaat” Lozan muahedenamesinde de geçtiği üzere Hristiyan cemaati, Musevi cemaati Ermeni Cemaati, Süryani Cemaati gibi gayr-i müslim azınlıkları ifade eder.
Yine mevzumuzun odak noktası olan “cemaat” mefhumunu bu yazıda istimal ederken aşağıda verilecek tarifin de bir gereği olarak ayrıca “dînî cemaatler” şeklinde lüzumsuz bir sıfatlamada bulunmayacağımı da belirtmek isterim. Zira dînî mahiyet ve keyfiyette olmayan sosyal birlikteliklerin vakıf, dernek, sendika, sivil toplum kuruluşu gibi dînî vasıf bildirmeyen isimlerle ifade edilip, “cemaat” mefhumunun umumi olarak gönüllülük esasına müstenid dînî teşekkülleri ifâde için kullanıldığı maruf ve müsellem bir husustur.
CEMAAT-DİN İLİŞKİSİ
Bu ilişkinin keyfiyetini belirleyebilmek için bazı suallerle yola çıkmak meselenin müşahhaslaşması adına faydalı olacaktır. Öncelikle “Cemaat” nedir? Dinimizde yeri yani meşrûiyeti var mıdır? Cemaatler tarihte hangi dini fonksiyonu icrâ ettiler, bu gün hangi fonksiyonu icrâ etmektedirler?
a) Cemaaat nedir?
Bizi ve bu yazıyı ilgilendiren mânâsıyla Cemaat, “müşterek dînî bir gâyenin tahsilini belirli bir usul takip ederek gerçekleştirmek için bir araya gelmiş insanların tümüne birden verilen isim” olarak tanılanabilir. Burada “dînî gaye” uhrevî noktadan rızâ-i ilâhî, dünyevî planda ise îlây-ı kelimetullâh, bir başka ifâdeyle daha çok insanın hidayetle buluşmasını temindir.
“Belirli bir usul” ile kasıt ise o cemaatin müessisleri tarafından vaz olunan ve tâbîlerce riâyeti lâzım gelen mücâdele ilkeleridir.
b) Cemaatin dini meşrûiyeti var mıdır?
Yukarıdaki çerçevede târif edilmiş “cemaatleşmenin” meşrûiyetine dair dînî kaynaklardan delil aramaya esasen lüzum yoktur. Zîrâ fert fert mes’ul olduğumuz kulluk vazifelerimizi teâvün, tesânüd, müsâraat düsturlarına istinâden önderler ve refikler edinerek yapmaya gayret etmenin ayrıca meşrûiyetini aramak abesle iştiğaldir. Zaten böyle bir istidlâl için edille-i asliyye ve feriyyeyi taradığımızda şunu görüyoruz ki âyet ve hadislerde ifade edilen “cemaat halinde olma” emir ve teşvîki bir bütün olarak İslâm cemaatinin tamamına racidir. Bu ayet ve hadisler esasen bizim mefhum dünyamızda “ümmet” kelimesine tekâbül eden ve İslam cemaatinin yekûnunu ifade eden bir siyâk ve sibâkta nâzil ve vârid olmuşlardır. Dolayısıyla bu günkü anlamıyla cemaatleşme için nasslardan meşruiyet devşirmeye çalışmak çok sağlıklı neticeler vermeyecektir.
Adına “Ümmet” denen aslî ve en büyük cemaat bünyesinde yer alıp, İslamın ferdî ictimâî sahada tahakkukunu hedeflediği gâyelere, fertleri birbirine daha yakın ve sıkı irtibatlı bir grubun iş bölümüne ve yardımlaşmaya dayalı müşterek mesaisiyle varmak isteyen ve bu niyette bir birliktelik teşkil eden “cemaat” hakikat ve tecrübesinin gayr-i meşru olması için hiçbir aklî ve naklî gerekçe bulunmamaktadır. Bilakis hem ferdî dînî hayatta hem emr-i bil’maruf ve nehy-i an’ilmünker yapmada cemaatin şevklendirici, gayretlendirici ve nihâî olarak semereyi artırıcı cihetini inkâr inatçılıktan başka bir şey değildir.
“Sâdıklarla beraber olunuz”, “rükû edenlerle birlikte rükû ediniz” gibi ayetler direkt olmasa bile tâlî anlamları ile bir ferdi olduğumuz büyük cemaat kadar içinde yaşadığımız kendi sosyal muhîtimizde de bir seçicilik ve birliktelik emretmektedir.
Her nefsin kendi kesbine rehnolunduğunu beyan eden Müddesir Suresi 38. Ayeti müteakiben 39. Ayette “ashab-ı yemin”in bundan istisna edilmesinin hikmeti olarak ElmalılıHamdi Yazır merhumun söyledikleri ise tam bizim anladığımız mânâda cemaatin meşrûiyetinden öte merğûbiyetine ,makbuliyetine işâret etmektedir.
“İkincisi yemîn, ahd ve mîsak ma’nasına olmasıdır. Çünkü mîsak-ı fitrî ile ahd-i ilâhîye dâhil olmuş ve yemînlerine sadık kalmış kimseler kesblerinden mes’ul ve müstefid olmakla beraber netice i’tibariyle yalnız kesiblerine bağlı olmayıp kesiblerinden çok fazla ni’met ve saadetlere irerler ki bunun misali bir ferdin tek başına çalışmasiyle, içtima’î bir mukaveleye merbut olarak cem’iyyet halinde çalışması arasındaki farktır. Zira cem’iyyetle yaşayanlar yalnız kendi kesiblerinden değil, cem’ıyyetlerinin kıymetine ve mukavelelerindeki sadakatlerine göre yekdiğerinin müşterek ve mütekabil mesa’isinden yüksek bir surette istifade ederler. Dağınık kesiblerin zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir yemîn ve mîsaka bağlanarak muhtelif kesiblerini sadakatle birleştirmiş ve amellerinin tevzi’ ve iştîrâk noktalarına hep bir ruh ile sarılarak cemaatle yürümüş olanlar her biri kendi kesbinden müstefid olmakla beraber yekdiğerin kesiblerinden de mütezâyid bir surette nasîb alırlar. Ve işte Allaha ve Resulüne ve Âhıret gününe iyman edip de Sekarden korunarak hak yolunda ruhlarını ve mesa’ilerini tevhid etmiş olan ve aynı kıbleye müteveccih olarak yürüyen hâlıs iyman sahibleri kendi kesiblerine bağlanmakla kalmayıp fadl-i ilâhîden müstesna bir surette nasîb alan ashab-ı yemîndirler”
İşte bu tefsir cemaat pratiğinin en kestirme ve mâkul îzah biçimidir. Böyle bir telakkîden fırkalaşma ve ayrışma değil dinin umumî gayelerine kolektif bir ruhla semereli tarzda hizmet eden esasta bir, usulde muhtelif müstekîm dînî müesseseler çıkar.
c) Cemaatler tarihte hangi dînî fonksiyonu icrâ ettiler, bu gün hangi fonksiyonu icrâ etmektedirler?
Bu süâli cevaplamadan önce şu hususu netleştirmemiz gerekir ki yazıda ele aldığımız manasıyla cemaat kelimesi Cumhuriyete geçiş sonrasında 1946’ya kadar devam eden tek partili siyasi hayatın bitişi yani dini manevi sahada uygulanan baskının kısmen gevşemesi neticesinde Müslümanlara hizmet faaliyetleri ile tekrar görünür hale gelmiş tarikat ve tasavvuf ekollerinin yeni ismi ve ifade biçimidir. Zîrâ cumhuriyeti kuran idarenin dînî manevî değerlere karşı sert tutumu Osmanlı siyasî ve ictimâî yapısında mühim bir yer tutan tarîkat şeyh ve müntesiplerinin bir kısmının kelle korkusuyla dînî vazifeleri tamamen terk etmelerine, bir kısmının da âmiyane tâbirle “yer altına çekilmesine” sebebiyet vermiştir. İşte Demokrat Parti ile kısmen de olsa geri gelen serbestiyet neticesi bu tarikatlar “cemaat” ismi altında yeniden talim, tedris, terbiye ve teslik hizmetine başlayabilmişlerdir. Mezkûr nedenle “cemaatler dinen ne fonksiyon ifa eder” demek esasen “tarikat ve tasavvuf ekolleri ne yapar” demektir.
Peki böyle ise (b) bendinde neden tarîkatlerin değil de cemaatlerin dînî meşruiyeti değerlendirildi diye bir haklı süal tevcih edilebilir. Bu durumu şöyle izah edebilirim: bu makalenin mevzuu tarîkatlerin cumhuriyet sonrası cemaatleşmesi meselesinden ibaret olduğundan yukarıda sadece “cemaat” mefhumunun meşruiyeti ele alınmıştır. Tasavvuf yahut tarikat geleneğinin dini meşruiyeti burada kısaca değerlendirilemeyecek kadar geniş ve derindir.
Süâlin îzâhına avdet edecek olursak meseleye şuradan başlamak gerekir: tarikat müntesibi bir müridin îtikad ve fıkıh (amel) açısından, her hangi bir tarikatla irtibatı olmayan Müslümandan hiçbir farkı yoktur. O sadece kalbini mânevî hastalıklardan, nefsini inkâr ve inattan kurtarmak ve rabbine mânen daha hâs ve yakın bir kul olmak için irşât ve terbiye hususunda salâhiyetli olduğuna inandığı bir mürşîdi amelen ve ahlaken taklit etmekte ve onun nevâfil, evrâd-ü ezkâr hususlarındaki tâlimlerini ve başkaca tarif ve tavsiye ettiği mânevî vazifeleri ifâya gayret etmektedir. Bu sebeple icrâ ettikleri hizmet açısından mürşitler, ulemaya nispetle halkla daha yakın temas halinde olduklarından irşâdî faaliyetlerinin devam ettiği bölgenin dînî manevî hayatına birebir tesir etmişler ve dolayısıyla geniş avam kitlelerin nazarî ve tatbîkî İslam telakkîlerinde ulemâdan daha belirleyici olmuşlardır.
Zaten siyâsî târihimize nazar edildiğinde görülmektedir ki tarikat, tekke ve zâviyeler Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslamlaşmasında çok mühim rol oynamışlardır. Bu etki ve faydanın farkında olan Selçuklu ve Osmanlı idâreleri, bu müesseseleri mâlî açıdan desteklerken, idârî açıdan da her türlü imkanı sağlamış ve bu desteklerini devletlerinin inkırâzına kadar da sürdürmüşlerdir.
Cumhuriyete geçişle sâdece tekke ve zâviyeler değil medreseler de kapatıldığı için mezkur tarîkat ve tasavvuf ekollerine bir vazife daha tevzi olunmuştur. Asıl işi tâliplerin terbiye ve teslîki, mekârim-i ahlâk ile tezyîni olan tarîkat şeyhleri dinini neredeyse unutma noktasına getirilmiş Müslüman halklara din ilimlerini tâlim ve tedrise sarf-ı mesâyi etmek zorunda kalmışlardır. Zira şerîatın esasları ikâme edilmedikçe ve din sahih bir îtikad ve amel zemininde yaşanmadıkça tasavvufî tecrübenin hiçbir faydası olmayacaktır. Yâni tasavvuf işin kemal noktasını hedeflemiş olsa da ortada asgarî ilmihal bilgisine sahip Müslüman bulmak dahi zorlaştığından iş bu tarikatler birinci derecede mesâyilerini ehem ve elzem olana sarfetmişledir. Hususiyle Nakşibendiliğin zaten zâhir-i şerîate olan sıkı inkıyâdı ve bu minvalde din ilimlerinin tahsîlinde gayret ve ideâl sahibi olması bu vazifeyi üstlenmekte tereddüd göstermemesine ve ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Zira saltanatın ilgasını tâkiben yeni rejimin din aleyhtarı tavrı Osmanlı medreselerinde müderris olarak hizmet etmekteyken bir anda işsiz kalan ulemâ zümresini korkutmuş ve sindirmiştir. Can ve ekmek derdine düşen devrin islam âlimlerinin ekserisi dini ilimlerin talim ve tedrisi vazifesini şartlar dahilinde gizli de olsa yapma cesaret ve fedakarlığını göstermeyince iş mânâ önderi olan mürşidlere kalmış, onlar da bu vazifeyi 50’li yılların başına kadar kelle koltukta hakkıyla yaparak imânî ve İslâmî kıpırdanış ve uyanışın fitilinin ateşleyicisi olmuşlardır.
Tüm bunlardan çıkan netice şudur ki, Cumhuriyet sonrası cemaatler adını alan tarikatler hem Selçuklu, hem Osmanlı, hem de Cumhuriyet döneminde dini hayatın ihyâsı için değişen şartlara göre mühim vazifeler icrâ etmişlerdir. Bunu inkâra kalkmak tarihini bilmemek, tarihten ders almamak, belki de Müslümanlığımızı borçlu olduğumuz o devâsa kametlere, o gönül sultanlarına vefâsızlık etmektir.
Türkiye’de tarikat temelli cemaatlerin bu gün yaptığı hizmetler de devam eden süreçte üç kategoridir.
Bu hizmetlere finansman oluşturma noktasında Müslümanların dînî mahiyetteki (kurban-umre/hac-neşriyat-helal gıda) ihtiyaçlarını fıkıh ilminin gereklerine uygun surette gidermelerini sağlama.
Şimdi tarihte tekke/tarikat, günümüzde cemaat olarak Ümmet-i Muhammed’e sunulan bu hizmetler ülkemizin ve coğrafyamızın manevi kimliği ve sahih dînî yaşantısı için hayatî ehemmiyeti hâizdir. Eğer cemaat olgusu tartışılırken meseleye bu tarihî ve dînî arka planla bakılmazsa cemaatlerin ve hatta mezheplerin Müslümanları ayrıştırdığı gibi zâhiren süslü ve sathî, temelde ise tamamen yanlış ve derinliksiz neticelere varılması kaçınılmaz olacaktır.
CEMAATLER – DEVLET İLİŞKİSİ
1. Osmanlı Dönemi
Osmanlı dönemi tekke ve devlet ilişkileri meyânında devletin öncelikle bir temel tercih yaptığı görülmektedir. O da “Ehl-i Sünnet Akâididir.” Bu akîde çerçevesinde müesseseleşen tekke, zâviye, dergâh, ve hankâhlara devlet sahip çıkmıştır. Şeriyye Sicillerinin tetkikinde genel olarak Devletin tekkeleri “vakıf’ ve “miri hazine” gelirleri ile mâlî açıdan desteklediği, idârî açıdan da her türlü kolaylığı sağladığı, hazineden aynî nakdî tahsîsatta bulunduğu ,İrâd bağladığı, vergi muâfiyeti sunduğu, tekkelerin bazı tâmirat ve tâdilat işlerinin devlet kasasından yapıldığı görülmektedir.
Ehl-i Sünnet çizgiyi benimsemeyen tarikat merkezleri ve tekkelerin ise tâkibe alındığı ,bu takip ve teftişlerin Sultan Abdülazizdönemine kadar resmî değil fiilî olarak yapıldığı görülmektedir. Sayın Yrd. Doç. Rifat ÖZDEMİR’in “Osmanlı Devletinin Tarikat, Tekke Ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset” başlıklı makalesinde yer alan bu tâkibatlarla ilgili değerlendirmeyi aynen aktarmaktayım;
“Devlet, değişik zamanlarda yaptığı bu teftiş ve murâkabe sonucunda, çeşitli tarîkat ve dinî cemaatlar hakkında belirli bir bilgiye sahip olmakta, onların akîde ve felsefesini öğrenmekte, “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Sünnet Dışı” inanış ve fikirlerini öğrenmekteydi. Bunların içinden “Ehl-i Sünnet” görüşünü benimseyenleri desteklerken, devlet ve toplum hayatını tehdid eden (veya etmesi muhte- mel olan) “Şamanizm, Mazdeizim, Budizim, Zerdüştlük, Putperestlik, Yahudilik, Hıristiyanlık” vb. gibi din ve inanışların tesiri altında kalan “Babaîlik, Abdallık, Bektaşîlik, Hurûfîlik, Kızılbaşlık, Kalenderîlik, Haydarîlik, Melamîlik” vb. gibi “Şiî ” ve “Bâtını” inânışı bulunan tarîkat ve dînî cemaatlerden desteğini çekmekte, zaman zaman onları tâkibata almaktaydı.
Bu takibat sonucunda, bazı “Ehl-i Sünnet Dışı” tarîkat ve dînî inanış temsilcilerinin yargılandığı, bazıların ise îdam edildiği görülmektedir. Selçuklu döneminde “Babaî” hareketinin, 1414 (veya 1420)’de “Şeyh Bedreddin“in idam edilmesi, 1417m. (820h.) (veya 1404, 1408, 1418 m./807, 811, 821 h.) tarihinde “Hurûfî Halîfesi Seyyid Nesîmî“nin (1339-1344 m./740-745 h.) Haleb’te derisi yüzülerek îdam edilmesi, “Molla Kâbız” adlı kişinin “Hz.İsa“yı, “Hz. Muhammed” den (a.s.) üstün tutması, “Şeyhülislam Ibn-i Kemal”le yapılan ilmî münâkaşada Islamî hükümlerde hatâ yaptığı, hatâsının kendine anlatılması, hatâsını kabul etmesine rağmen fikrinden dönmemesi üzerine îdam edilmesi, “Melâmî” ve “Vahdet-i Vücut” nazariyesini savunan Oğlan Şeyh, Bosnalı Şeyh Balı, Şeyh Sütçü Beşir Ağa, İsmail Maşukî, Şeyh Bünyamin Ayaşi, Haşimî Seyyid Osman, Şeyh Hüsameddin” vb. gibi tarikat “şeyh” ve “ulu”larının çeşitli cezalara çarptırılmaları veya îdam edilmeleri, XVII. yüzyılın başlarında (IV. Mehmed ve Köprülüler döneminde) tarikatlara karşı tavır sergileyen Birgivî Mehmed Efendi’nin yolunu izleyen “Kadı-Zâdeliler” ile “Ustüvânî Mehmed Efendi“nin, tarikatları savunmada “Sivasilerle yürüttükleri mücadelelerde, devletin her iki tarafa da müdahale ederekek otoriteyi sağlama cihetine gitmesi bu konuda açık örnekler olarak sayıImaIıdır”
Sultan Abdülaziz döneminde 1866 yılında “Meclis-i Meşâyıh” kurularak devletin -bazı Nakşibendî tekkeleri ve Konya merkezli MevlevÎ tekkesi müstesnâ- bu teftiş ve murâkabesi resmî bir hâl almıştır. Zira bazı tekkelerin başına müntesiplerinin istikametine zarar verebilecek, onları bâtıl inanış ve yaşayışa sürükleyebilecek nâehil kimselerin geçmesi devlet için tedbir alınması îcap eden mühim bir tehlike doğurabilirdi. Bu sebeple devlet büyüyen ve gelişen tekke gerçeğine karşı tedbir alma cihetine gitmiştir.
Bu durumun müşahhas bir numunesi olarak Sultan II. Mahmud tarafından neşredilen fermanın mevzumuzla irtibatlı kısmını yine aynı makaleden müdahale etmeksizin buraya dercediyorum.
“…Memalik-i Anadolu ve Rumeli’de tekâyâ ve zevâyâ ashâbından biri fevt oldukta mahlûl olan tekke ve zâviye yine kadîmden mensub olduğu tarîk-i ricâli ve hülefâlarından aslah ve erşetlerine verilmek ashâb-ı tarîk-i âliyye beyninde usul-i kadîme-i meriyyeden olarak bigâne ve ecânib makûlelerinden vikaye oluna gelmesi …”usulden olduğu halde, son günlerde “Post-Nişin Şeyh”lik makamı boşalan bazı tekke ve zâviyelerin başına “nesebi” ve “silsilesi” belli olmayan kişilerin geçtiği veya bu gibi kişileri “Kâdîler”in merkeze teklifi ile eski uygulamanın bozulduğu belirtildikten sonra “….Zenâdık tâifesinin tekâyâ ve zevâyâ zabtıyla erbâb-ı ehliyet(in) açıkta … ” kaldığı belirtilmektedir.
Fermanın devamında, bu bozulan sistemin yeniden inşası için, “…Şu hususun bir hüsn-i surete rabtı vacibeden olduğuna binaen fî- mâ-bad Anadolu ve Rumeli’de vakî tekâyâ ve zevâyeden biri mahluûl oldukta o mahallin yine tarik-i ricâli ve hülefâsından ahkâm-ı şer’iyyet-i mutahhara ve esrâr-ı tarîkat-ı aliyyeye ârif ve mürîdîn ve sâlikîni terbiye ve teslîk usûl-i serîfine vâkıf her kim bulunur ise o mahalde olan meşâyih ve dervişânın inzimâm-ı rey’i ve ittifaklarıyla ona tevcih-i der-bâr-ı şevket-i karareme arz-u inha olunmak ve bunun içün zinhar kuzzât ve nüvvâb taraflarından harç-ı ilam mütâlebesiyle rencide olunmamak ve bundan böyle hükkâm-ı şer’î taraflarından tekye mahlûl tevcihi zımnında hilaf-ı şürût olarak nâ-ehl yedlerine îlâm verilecek olursa muâheze olunacağından başka ol îlâm mamul-bih olmayarak cihet-i mahlûle Der-Saâdetimde bulunan meşâyih ve dervişâne reyi ve ittifâkan ve inhâlarıyla ehil ve erbâbına tevcîh kılınmak üzere düsturu’l-amel tutulması hususu Der-Saadetimde genç güzidâr-ı işâret olan tarikat-ı aliyye-i Kadiriyye ve Nakşibendi ve Sümbiliye ve Halvetiye ve Sadriyye âsitâneleri meşâyih-i mefahirü’ş-Şuyûh ve’l-mukakkikîn ve’l-meşahiyyuhân-ı fehem taraflarından memhur-ı arz takdimiyle istîdâ olunarak ol babda bi’l-fiil Şeyhulislam ve müftüyü’l-enâm olan Mekki-Zade … Mevlana Mustafa Asım … işaret etmeleriyle işaretleri mucebince amel-ü hareket olunması hususuna irade-i Seniyyem müteallik ..” olduğu belirtilmektedir•
Ehemmiyetine binaen bir çok yerini iktibas halinde verdiğimiz “Ferman”dan açıkça anlaşıldığı gibi devlet, çeşitli tarikatlara ait tekye, zâviye ve hankâhlardaki yükselmenin, tarikatlara hâs mânevî seyir içinde olmasını, buna kimsenin müdâhale etmemesini “Şer’i Şerîfin” kâideleriyle, tarîkat kâide ve kurallarını bilmeyen câhil, ahlaksız, îtikâdı bozuk, nesebi ve silsilesi belli olmayan “Zındık” kimselerin Şeyh”lik makamına geçmemesini, bunun için hiçbir “Kâdî”nin ilam-ı Şeri” yazmamasını, eğer tarikat ricâli ve halîfeleri bu kuralı uygulamaz veya uygulamada âciz kalırlar ise, İstanbul’da bulunan Kadiriyye, Nakşibendi, Sümbiliye, Halvetiye ve Sadriye tarikatlarının bilgili, Şerîate uyan, ahlaklı, tarîkat kurallarını bilen genç müridIerin “Şeyh” olarak gönderileceği açıkça belirtilmektedir.
Bir devletin manevi şahsiyetinin olması, akılla ve ciddiyetle idâre edilmesi bu murâkabe ve müdâhaleleri gerekli kılmıştır ki hepsi son derece yerinde olup devlet-i âliyyenin nasıl 6,5 asra yakın tüm dünyada hüküm sürdüğünün de izâhıdır. Azıcık akıl ve iz’ân sahibi bir insan sadece bu îdamları ve fermanı okuduğunda bile 15 Temmuzda başımıza ne geldiğini hiç tefekküre gerek duymadan anlayabilir. Bu gün eksik olan şey devletimizin, milletin mânevî şahsiyetinden kopuk kimliksizliği ve gerekli vakar ve ciddiyetle idare edilmemesidir.
2. Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet Türkiye’sinde cemaatler ve devlet ilişkilerine bakıldığında meselenin çok partili hayat öncesi ve sonrası olarak iki bölümde ele alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Çok partili hayat öncesinde Cumhuriyetin îlânını müteâkiben gerçekleştirilen; Şer’iyye Ve Evkaf Vekâletinin ve dolayısıyla Meclis-i Meşâyihin lağvı (1924), tevhîd-i tedrîsat(1924), tekke ve zâviyelerin kapatılması(1925) gibi inkılaplar ile dînî olan her şeyi milletin hayat ve hâfızasından kazımak şeklinde tatbik edilen lâiklik ilkesi Osmanlı sosyal yapısında büyük ve mühim bir yer teşkil eden tarîkatleri tamamen içe kapanmaya ve gizlenmeye itmiştir. Zîrâ Cumhuriyetin îlânının akabinde sert bir sûrette fiiliyâta geçirilen bu inkılâplarla tekkeler resmen kapatıldığı için Sultan Abdülaziz döneminden bilitibar resmîleşen; devletin tekke, zâviye ve dergâhları teftiş ve murâkabe etme ve hatta Der-saadette bulunan âsitâneler vâsıtasıyla buralara resmî icâzetle şeyh tâyin etme gibi müspet müdahaleleri sona ermiştir. Meclis-i Meşîhatin tekkeler üzerindeki îdârî ve evkâf nezâretinin mâlî denetimi de ortadan kalkınca bu saha tamamen sivil insiyatife terkedilmiştir.
Çok partili hayata geçilmesi ile birlikte baskı ve tâkibatın eski şiddetini yitirmesi ve mücâdele döneminin pes etmeyen gizli kahramanlarının canhıraç gayretleriyle filizlenen îman ve İslam tohumları fidan olmaya başlamış ve bu zor dönemde feyz aldıkları hocalarının gayret, teşvik ve himmetleriyle Ümmet-i Muhammed’in îman nuruyla yeniden buluşması için topyekün bir seferberlik başlamıştır.
Süleyman Hilmi TUNAHAN, Ahıskalı Ali HAYDAR, Abdülaziz BEKKİNE , Mehmet Zait KOTKU, Esad ERBİLİ , Mahmut Sami RAMAZANOĞLU , Abdülhakim ARVASİ, Hüseyin Hilmi IŞIK, Şeyh SAİD , (kaddasallahü esrarahüm) gibi zatlar gayretleri nispetinde bu yüce hizmetin muhâtaralı zamanlarının büyük nasiplileri olmuşlardır. Ayrıca doğu ve güney doğuda yaygın müntesipleri bulunan Haznevî ve Cezerî şeyhleri de dahil olmak üzere tüm bu isimlerin tamamı Cumhuriyete geçişle faâliyetlerine nihâyet verilen tarîkatlerin son dönem şeyhleridir.
(Bir tarikat geleneğine yaslanmamış olmakla birlikte Said-i Nursî, Gönenli Mehmet Efendi, Ahmet Davudoğlu, Ermenekli Saffet Efendi, Bekir Haki Efendi gibi zevâtı da bu zor zamanda yaptıkları büyük hizmetler sebebiyle hayırla yâd etmek vefâlılık ahlakının bir gereği olacaktır.)
Genel olarak Nakşibendîlik merkezinde Nakşî-Müceddidî- Hâlidî ağırlıklı bu tarîkatler, şeyhleri ve sâdık müridleri ile yıkılmaya yüz tutmuş din müessesesinin tahkîmi için seferber olmuşlar, ağır bedeller ödemişlerdir. Zamanın şartları bu zâtları, tarîkat nispetleri ile ifâdeye müsâit olmadığından kendi isimlerine yahut cihâdî faâliyetlerini yürüttükleri câmilere veya mekânlara izâfe olunan “cemaat” kelimesiyle iştihâr etmişlerdir. Süleyman Efendi Cemaati, Mahmut Efendi Cemaati, İskenderpaşa Camati, Erenköy Cemaati, İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati gibi tesmiyeler hep bu şartların mahsûlü olup geri planda bir tarîkat geleneği barındırmaktadır.
Said-i Nursî merhûmun çoğu mevkuf ya da sürgünde ve yahut göz hapsindeyken yazdığı ve dinin temel akâid meselelerini izah sadedinde kaleme alınmış risâleleri etrafında da bir dava kardeşliği teşekkül etmiş ve mezkûr zâtla birlikte ilk halka talebeleri o dönem takdirle hatırlanması gereken zorlu bir mücadele vermişlerdir.
(Bu zatların yaşadığı ve yılmadan baskılara göğüs gerdiği dönemde tek parti iktidarı tarafından Müslümanlar ve islâmî hizmet yapma gayretinde olanlar hakkında nasıl bir tavır alındığının misallerini görmek isteyenler Dr.Ali DİKİCİ’nin Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivini tarayarak farklı başlıklar halinde kaleme aldığı “Millî Şef İsmet İnönü Dönemi Laiklik Uygulamaları” isimli makâlesine göz atabilirler.)
Şu an gelinen noktada ise dîn-i celîl-i islâmın bütün bir milletin kalbinden ve hayatından silinip gitmemesi için kelle koltukta verilen bu mücadeleler unutulup, FETÖ bahane edilerek tüm cemaatlere kötü gözle bakılmak istenmekte, cemaatlerin ayrıştırıcı mâhiyette, gizli ajandası olan ve aynı zamanda Müslümanların manevi duygularını paraya tahvîle çalışan holdingler olduğu halka kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.
Bu art niyetli kişiler Fetö’nün diğer cemaatler gibi her hangi bir tarikat ve tasavvuf geleneğine dayanmadığı gerçeğini, bu yapının (başlangıçtaki hüviyetine itibarla) kendisi gibi Risale-i Nur etrafında teşekkül etmiş diğer nur halkalarınca da –darbenin çok öncesinden beri- ehl-i sünnet olmayan bir topluluk olarak görüldüğünü milletten gizlemektedirler.
Halbuki mesele gayet açıktır:
Evvelâ devletin lâik yapısından kaynaklı mânevî kimliksizliği ya da başka bir ifadeyle tebasının kahir ekseriyetinin sünnî âidiyetini ve tarihten günümüze sosyal yapısının dâimâ sünnî kalışını dikkate almayışı,
İkinci olarak da mezkur tarafsızlıktan nâşî ehl-i sünnet akîdeye uymayan ya da ondan inhirâf eden yapılara karşı umursamaz duruşu, bu ülke Müslümanlarını her türlü siyâsî operasyona müsâit hâle getirmektedir.
İskender EVRENOSOĞLU, Haydar BAŞ, Adnan OKTAR, Mustafa İSLAMOĞLU ve emsali kişilerin Diyânet İşleri Başkanlığının mevcûdiyetine rağmen ehl-i sünnete aykırı tüm ifsât ve idlâl edici faâliyetlerini rahatlıkla tv ekranlarında ve sürekli icrâ edebiliyor oluşları, bizim 15 Temmuz FETÖ kıyamı gibi hâdiselerle tekrar karşı karşıya kalma ihtimâlimizi artırmaktadır. Mefsedeti def ,menfaati celpten evla iken ve bunu en iyi bilmesi gereken müessese, milletin sahih din telakkisinin bekçisi mevkiindeki Diyânet kurumu olmalıyken , başkanlığın, sadece emr-i bil maruf ile -ağır aksak- meşgul olup, münkerden nehyetmeyi külliyen terk etmesi bu milleti İstihbarât örgütlerinin dini tahrif için husûsî yetiştirdiği zındıkların kucağına bırakmaktır.
Yıllarca kürsülerdeki sahtekar ağlak tavrı, gerek kitap sahîfelerinde gerek şifâhî beyanâtlarında edebî süslemelerle kamufle ettiği ehl-i sünnet akîdeye aykırı fikirleri ile dinin harîmine gözler önünde kast eden Fethullah GÜLEN’in fısk ve fücûrunun bu süreçte değil de siyâsî makamlara tâlip olduğunda farkedilmesi ya da ciddîye alınması büyük bir şuur ya da samîmiyet problemidir. Hele Diyanet İşleri Başkanlığının, darbe teşebbüsünün hemen akabinde bu yapının sapkın ve istismarcı bir yapı olduğuna dâir kitap ya da rapor neşretmesi bu kurumca siyâsî idârenin hatrının dînin ve Yaratıcı’nın hatrından daha üstün tutulduğunu göstermesi bakımından mânidardır.
1400 yıl öncesinden nasların sarih beyânıyla sâbit olmuş ve mâhiyeti gereği değişmesi mümkün olmayan akâid umdelerimiz bir tarafa bırakılarak Hristiyan batı dünyasına şirin görünme adına girişilen Dinler Arası Diyalog faaliyetlerinin, cemaat görünümlü mezkur örgütün ihanetinden sonra ilmî sahâda tenkît edilmeye başlanması, akademik câmiamızın keyfiyet ve samimiyet seviyesini gözler önüne sermesi noktasında ibretliktir.
Maârif müfredâtıyla devletin ve tüm icraatlarıyla Diyânet İşleri Başkanlığının bu vaziyette olduğu bir vasatta mezkur boşluğu doldurma gayreti için ömrünü dînî hizmetlere vakfetmeye hazır islâm mücâhitleri yetiştiren cemaatleri hedef tahtasına koymak, elde olan yegâne panzehiri lavaboya dökmek kabîlinden ahmaklıktır.
Devletimiz, Osmanlı tecrübesinde olduğu gibi bir sahih din tasavvurunda karar kılıp, propagandasını yapan ve müesseseleşen her dînî hareketi buna göre murâkabe etmez ve gerekeni yapmaz da bu yapılarla siyâsî ittifaklara ya da pazarlıklara yeltenirse hurûç kuvveti bulan her dünya heveslisi ile taht kavgası yapmak zorunda kalacaktır.
Hâl-i hazırda islâmla müşerref olma nimetini gayret-i dîniyyelerine borçlu bulunduğumuz cemaatlerin, kendi bünyeleri içinde hatâ ve kusurlarının var olduğu kabul edilip bu hatâlara sâhip çıkmak aslâ söz konusu olmasa bile şu husus net olarak bilinmelidir ki devlet-fetö harbinde en masum yapılar şüphesiz bu cemaatlerdir.
Hulâsâ olarak ; bize her şeyden önce kimlik, şahsiyet ve ciddiyet, sonra da Osmanlı Devlet Aklı gerektir.
BİR İLAHİYATÇI HOCAMIZ TARAFINDAN YAPILAN DEŞİFRE...
HASAN ONAT’IN, AÇIK KÜFÜR OLAN DİNİ GÖRÜŞLERİNDEN
(Hasan onat’ın yazı ve vidolarından iki yıl önce derlenen fikirlerdir. RAHMET OKUYANLARA DUYURULUR...)
Ankara İlahiyat hocası prof. Dr. Hasan Onat; SOSYETENİN, "KIYAFETİME DOKUNMA" KAMPANYASINI TEBRİK EDEREK DESTEK VERİYOR; TESETTÜR VE SORUMLULUK AYET VE HADİSLERİNİN ÜZERİNİ ÇİZİYOR
https://m.youtube.com/watch?v=ozlraFQH-88
Marmara ilahiyat Dekanı Ali Köse ve Caner Taslaman'la birlikte katıldığı Fatih Altaylı’nın “TEK’E TEK” programında, herkes istediği şekilde modaya ve örf adete uygun, estetik olanı ve kendine yakışanı giyer, diyerek, tesettür hükmümü yerle bir ediyor.
Üstelik, "din böyle emreder, başkasının kılık kıyafeti ile uğraşmak günah, baba kızının ahvalinden sorumlu değildir, başkasının özgürlük alanını daraltmak günah ve ayıptır, akıl her daim bunu söyler" diyor.
Aile sorumluluğunu emreden "قوا أنفسكم و أهليكم نارا .../ Kendinizi ve ailenizi cehennemden koruyun..." (Tahrim, 66/6) ayetini de yerle bir ediyor."
Bu bağlamda Hasan Onat, "kadınlarımızın, hak ve özgürlüklerine sahip çıkmaları gerekir" diyerek, sosyetenin, "Kıyafetime dokunma" kampanyasını da tebrik ederek destek veriyor.
Konuşmanın diğer bölümünde ise, "din tenkit edilmelidir, bu anlayışı geliştirmeliyiz, Buhari Müslim'den uyduruk hadisler vardır" diyen Hasan Onat; kendisi gibi veya Caner Taslaman gibi konuşan İlahiyatçıların, (güya) gelenekçiler tarafından tekfir edildiğinden söz ederek yakınıyor...
“Bu konuda, Pakistanlı büyük alim, merhum Prof. Dr. Fazlurrahman, 1977 yılında, İslam isimli eserinin Türkçe baskısı için yazmış olduğu önsözdeki tespitleri dikkat çekicidir:
‘Müslüman ülkelerinin çoğunda, iyi düzenlenmiş bir İslam eğitim örgütü bile mevcut değildir. Sadece Türkiye, 1949’dan beri insana gerçekten umut veren bir İslam eğitim çerçevesi veya örgütü meydana getirmeyi başarmıştır. Ayrıca Türklerin, Batı kültürü hakkında oldukça yakın, sistemli ve uzun tecrübesi bulunması ve bugün bir bakıma İslamı ‘yeniden keşfetmekte’ olması dolayısıyla bu ülkede İslam Rönesansının zengin ve anlamlı olacağını ümit etmek açısından önemli sebep bulunmaktadır. Çünkü geleceği ilgilendiren köklü meselelerle saklambaç oyunu oynamayıp, bu meseleleri hakkıyla karşılamak için lüzumlu cesarete sahip olmak, Türklerin ulusal karakterinde yerleşmiş bir unsurdur. Muhammed İkbal’in de ümit ettiği gibi, Türkiye’nin bir kez daha yeni ve semereli bir İslam Rönesansının öncüsü olduğunu ispatlaması pekâlâ mümkündür’” (Fazlurrahman, İslam, çev. M. Aydın- M. Dağ, İst. 1992, XXXXVI.)
*
“OSMANLI DEVLETİ’NDEN DEVRALDIĞIMIZ MİRASLA İLGİLİ HESAPLAŞMA YAPILMAMIŞ VE DEFTERLER HENÜZ KAPANMAMIŞTIR”
“Halkı Müslüman olan devletlerin çoğu, 1940’lardan sonra bağımsızlığına kavuşabilmiştir. Bu ülkelerde, İslâm, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin simgesi olduğu gibi, kimlik arayışının da odak noktasında yer almıştır. Doğal olarak halk yeterli derecede bilgi sahibi olmamasına karşın dindarlığı tercih etmiştir; aydınlar ve idareciler de, -Suudi Arabistan hariç- Batı'ya ve Batılı değerlere daha yakın olmuşlardır. Bütün İslâm ülkelerinde bir aydın-halk sürtüşmesi ortaya çıkmıştır. Doğrudan dine bakış açısıyla ilgili olan bu sorun, halen varlığını çeşitli şekillerde devam ettirmektedir.”
“Sadece Türkiye, diğer İslâm ülkelerinden farklı bir yol izlemiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, laik ve demokratik bir yapılanmaya geçilmiş, inkılaplar yapılmış, kısaca her şey tepeden tırnağa değiştirilmiştir. Bu bağlamda, 20. asır, Türkiye’nin, belki de insanlık tarihinde bir örneğinin daha bulunmadığı bir hızlı kültür değişimine maruz kalışına şahit olmuştur. Osmanlı Devleti’nden Devraldığımız Mirasla İlgili Hesaplaşma Yapılmamış ve Defterler Henüz Kapanmamıştır.”
*
“YENİ BİR “İSLAM” ANLAYIŞINA İHTİYAÇ VARDIR. İSLÂM’IN, HZ. MUHAMMED’İN SAĞLIĞINDAKİ ANLAŞILMA BİÇİMİ; ON DÖRT ASIRLIK GELENEK, BİZE, İSLAM’IN DOĞRU ANLAŞILMASINI SAĞLAYACAK TECRÜBE YERİNE, İSLÂM’I ANLAMAYI GÜÇLEŞTİRECEK “DÜŞÜNCE KALIPLARI” SUNMAKTADIR.”
“KUR’ÂN’LA İLGİLİ HER TÜRLÜ YORUM BEŞERÎDİR. KUR’ÂN’IN DIŞINDA HER TÜRLÜ BİLGİ BEŞERÎ BİLGİ OLARAK GÖRÜLECEKTİR.”
“İSLÂM’IN, HZ. MUHAMMED’İN SAĞLIĞINDAKİ ANLAŞILMA BİÇİMİ DAHİL, DAHA SONRAKİ BÜTÜN ANLAŞILMA BİÇİMLERİ VE BUNLARLA İLGİLİ TEZAHÜRLER, BEŞERÎ TEZAHÜRLERDİR.”
“Bu durum, “din” kavramının yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Kurumlaşmış dinlerin bize sunmuş oldukları perspektif, artık yetmemektedir. İnsanlığın yeni bir bakış açısına ihtiyacı vardır. İslâm’ın son din olması, “kurumlaşmış dinlerin bize sunmuş oldukları perspektif”in yetmediği gerçeğini değiştirmemektedir.”
“Müslümanların üretmiş oldukları kültürü koynunda saklayan on dört asırlık gelenek, bize, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayacak tecrübe yerine, İslâm’ı anlamayı güçleştirecek “düşünce kalıpları” sunmaktadır.”
“Yeni bir “İslam” anlayışına ihtiyaç vardır. Bu anlayış biçiminde Kur’ân, merkezde olmak durumundadır. Kur’ân’la ilgili her türlü yorum beşerîdir. Kur’ân’ın dışında her türlü bilgi beşerî bilgi olarak görülecektir. İslâm’ın, Hz. Muhammed’in sağlığındaki anlaşılma biçimi dahil, daha sonraki bütün anlaşılma biçimleri ve bunlarla ilgili tezahürler, beşerî tezahürlerdir.”
“Din alanında yeniden yapılanma, dinin ontolojik anlamda aslî yerine oturması anlamına gelmektedir. Din insanlara temelde doğru düşünme imkanı sağlamak, "doğru olma"yı öğretmek, insanca yaşayabilmenin evrensel ilkelerini ve değerleri göstermek ve gerçekleşme imkanı sağlamak için vardır. Hiç kuşkusuz din, insanın olduğu her noktada etkindir. Bu her şeyin dinleştirilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Din, ontolojik olarak sadece inanç, ibadet ve ahlakta vardır. Bunun dışındaki alanlarda dinin temel ilkeler kanalıyla etki gücünden söz edilebilir. Hukuk, siyaset, ekonomi ve benzeri alanları dinle özdeşleştirmek, din gibi algılamak, dinin fonksiyonelliğini yok etmek demektir.”
“İslam dini "sosyal değişme" gerçeğinin farkındadır. Din ve anlayışı birbirinden farklıdır. Başta mezhepler olmak üzere, dinî nitelikli her türlü oluşum beşerî olup, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerden ibarettir. İnsan ürünü olan her şey, her türlü tahlil ve tenkide açık olmak durumundadır. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhebin, tarikatın, cemaatın dinle özdeşleştirilmesi mümkün değildir.”
“Mezhepler, dinin anlaşılma biçimindeki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlardır. Hiçbir mezhebin İslâm dini ile özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Hiç bir mezhep, “hak” ya da “bâtıl” olarak damgalanamaz. Din alanında yeniden yapılanma, Kur'ân'ı merkeze alarak, Müslümanların on dört asırdır ürettiklerini eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuyarak, insanlığın mevcut birikimini ve genel gidişini iyi değerlendirerek, mezhepler üstü bir çizgide gerçekleştirilmek durumundadır. Mezhepler üstü yaklaşım, Türkiye'nin birlik beraberliği açısından da elzemdir.”
*
“TOPLUM OLARAK DİN ANLAYIŞIMIZI YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMEMİZ, ADETA KAÇINILMAZ HALE GELMİŞTİR. DİN ALANINDA DA, DOĞRU BİLGİ TEMELİNE DAYALI YENİDEN YAPILANMAYA İHTİYAÇ VARDIR. İSLAM’IN İKİ TEMEL KAYNAĞI VARDIR: VAHİY VE AKIL.”
“Çözülme ve yeniden yapılanmaların hızla birbirini takip ettiği “değişim” sürecinde, toplum olarak din anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz, adeta kaçınılmaz hale gelmiştir. Din alanında da, doğru bilgi temeline dayalı yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bunu başarmak, yeni bir uygarlık yaratma yolunda önemli bir mesafe katetmek anlamına gelir. İslam dini, Hz. Muhammed’e Allah katından gelen vahyin etrafında şekillenmiştir.”
“İslam’ın iki temel kaynağı vardır: Vahiy ve akıl. Bunlar, birbirinin alternatifi olan kavramlar değildir; akıl ve vahiy, birbirini tamamlamak durumundadır. Vahyi anlayacak olan akıldır.”
“Vahyin dışındaki her türlü dinî nitelikli oluşum, -adı mezhep,tarikât ne olursa olsun- dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahür olup, her türlü tenkit ve tahlile sonuna kadar açıktır. Akıl etkin olduğu zaman, çelişkiler yavaş yavaş yavaş azalır.”
“Yeni bir uygarlık yaratmak, öncelikle aklın, hayatın bütün alanlarında etkin olmasına bağlıdır. Aklın etkin olmasını ya yaratıcılıktan yoksun bir kafa, ya çıkarlar, ya da insanı yönlendiren dinleştirilmiş gelenek engelleyebilir.”
“Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, aklın çelişkileri kolayca fark edebilme yeteneğini yitirmiş olmasıdır. Kur’ân’da geçen, “kalplerin mühürlenmesi”ni, insan aklının çelişkileri görememesi ve vicdanın körelmesi olarak anlamak mümkündür. Duyarlığını yitiren her insanın “kalbi mühürlenmiş” demektir.”
“Aklın etkin olması, metodik şüpheyle ve eleştirel yaklaşımla mümkün olabilir. Bir şey aklımıza yatmıyorsa, kimden gelirse gelsin, nerede olursa olsun, oraya bir soru işareti koymalıyız. Yüce Allah, İsra suresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu ,kulak, göz ve yürek, işte bunların hepsi ondan sorguya çekilir”. Bu âyet de göstermektedir ki, düşünmek, akletmek, aklı etkin kılmak Allah’ın bir emridir.”
*
TÜRKİYE'NİN DİN ALANINDA BİR YENİDEN YAPILANMAYA ŞİDDETLE İHTİYACI VARDIR
Türkiye'nin din alanında bir yeniden yapılanmaya şiddetle ihtiyacı vardır. Türkiye, bunu başarabilecek bütün imkanlara sahiptir. Türkiye'deki tartışmaların din noktasında odaklanması, Türkiye'nin önünün, ancak dini problem olmaktan çıkartmakla açılacağının fark edildiğini göstermektedir. Bunun, dini, hayatın dışına iterek sağlanmasının mümkün olmayacağını içinde bulunduğumuz asır bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Bütün dünyada din yeniden yükselen değer haline gelmiştir. Türkiye'nin son bir asırda yaşadıklarından çıkarılabilecek pek çok dersler vardır.
*
PEYGAMBER SÖZ VEYA TATBİKATI KURAN’A AYKIRI İSE, ONA UYMAK YANLIŞTIR
“Dinde ibadette de zorlama yoktur. La ikrahe fid-din. Namaz müfettişliği olmaz.
Din bireyseldir. İman bireyseldir, islama göre, sorumluluk da bireyseldir.
Kuranda namazla ilgili dünyevi bir ceza yoktur.
Muhammed kur’an’la mukayyettir.
Peygamber söz veya tatbikat kurana aykırı ise, ona uymak yanlıştır.
Temel belirleyici Kur’an’dır. Kur’an’ı da aklınızla anlarsınız.”
**
Hasan Onat (@Hasanonat)
11.11.2017 05:40
Hayatın her alanında güvenilir bilgiye ihtiyaç vardır; fakat din alanındaki bilgimiz kaynaklar, içerik, kurucu kavramlar ve tarihsel süreç bakımından güvenilir değilse, sağlıklı bir din anlayışı ve dünya görüşü inşa etmek pek mümkün olmaz.
Hasan Onat (@Hasanonat)
11.11.2017 05:45
Din alanındaki bilgilerimizin de tıpkı denize doğru akan bir nehir gibi değişerek, dönüşerek ve farklılaşarak daha sonraki nesillere ulaştığını fark etmek "güvenilir" bilgiye ulaşabilmenin ilk basamağıdır.
https://twitter.com/hasanonat/status/929178274261028869
Hasan onat
https://twitter.com/hasanonat/status/929178274261028869
Hasan onat2
NOT: YUKARIDAKİ GÖRÜŞLER, HASAT ONAT’IN WEB SİTESİNDEN, TWETER’İNDEN VE KONUŞMA VİDEOLARINDAN ALINMIŞTIR. Geçen yıllarda bu fikirleri bazı çevrelerle paylaşmıştık. Bunun üzerine sanırız ki internetten BAZI YAZI VEYA VİDEOLAR SİLİNMİŞ!...
Ancak biz silinen yazıları da önceden kopyalayıp arşivlemiştik...
Deşifre olunca, cevap vermek yerine, yazılar niye silinir acaba?!...
—————
—————
Ciddi şekilde incelediğimiz ve elimizde mevcut bir yazısında da “müslümanların ilerlemesi için günah mefhumunu ortadan kaldırmalıyız” diyor, ardından da tekfircilikten şikayet ediyor, bizi tekfir ediyorlar, diyor...
Günah nedir? Allah’ın yasakladığı fiillerdir. Bunun içinde içki var, kumar var zina var, yetim malı yemek var, iftira var, hırsızlık var, faiz var... vs. Bunlar Allah’ın, kesin olarak nehyettiği fiiller.
Bunları kaldırmak ne demek? Allah’ın indirdiği hükümleri kaldırmak, yani inkar etmek demektir.
O yüzden Hasan Onat’ın en çok şikayet ettiği konu tekfir edilmekti. Her konuşmasında bu şikayeti mutlaka dile getirir. Haddi zatında o, tekfirden veya küfre düşmekten korktuğundan dolayı bu şikayeti dile getiyor değildi!
Ya endişe neydi? Endişe itibardan düşmek ve sözünün etkisiz kalması idi. Elhamdülillah müslümsn türk toplumunda, henüz “gavur olmak” tiksintisini yıkamadılar. Gavur olmak ya dagavur dendiğinde, milletimizin tüyleri diken diken diken olur ve tiksinir. İşte Hadan Onat’ın korkusu bu idi. Yoksa yaptığı işin, görevinin ve söylediklerinin küfür olduğunun çok iyi fatkındaydı.
Şimdi o hak evinde! Kendine neyin ne olduğu ve olmadığı daha ilk gecede münker nekir tarafından soruldu ve kafası dank etti. Ama son nefesten ve ona yakın zamandan sonra tövbe ve pişmanlığın faydası yok malum.
Umarız bu gerçek, onun gübi olan diper yerli ortantalistlete ders olur da, milletin itikadını yıkma, milli ve manevi değerlerinden uzaklaştırma görev ya da gafletlerinden dönüp tövbe ederler. Yoksa ölüm hakikat, ahiret yakın, hesap ve ceza da kaçınılmaz!...
Şimdi yukarıdaki ksynaklı bikgiler eşliğinde, yani Hasan Onat’ın küfrü açık fikirleti yanında onu tezkiye edenleyin, üzüldük diyenlerin, methiyeler dizenlerin de kim olduklarını hazır öğrenmiş olun lütfen! “Söyle bana dostunu, söyleyim senin kim olduğunu” dedikleri gibi...
Onutmayın ki yerli ortantalistlerin yüzde sekseni, fikirlerini kabul ettirebilmek için kendilerini saklamak zorundadırlar. Onlara verilen talimat da budur.
Sadece, İyice yıpranıp da çaresiz su yüzüne çıkanlar, artık açıktan konuşmaya başlarlar, bu sefer de onlar, artık işin akıncı kuvvetleri olurlar. Kuranda fazladan ayetler var, bunlar atılmalı diyenler gibi. Ya da kuran allahın kelamı mı değil mi bir araşrırılmalı, diyenler gibi. Ya da sünnete ittiba körü körüne takliddir, rol model alıp çağdaş eşdeğer fiili yapmak asıl sünnet olandır (yaşayan sünnet) diyenler gibi. Yahut da daha ileri gidip, sünnet denen saçmalık da nerden çıktı, akıl ve kuran yeter, akla uymayan kuran da olsa, o nakli din olarak kabul etmeyiz diyenler gibi...
Hasan Onat’ın yüksek gayretlerinden biri de şia’yı meşrulaştırmaktı. İslam itikadını yerden yere vuran Onat, Şia’yı tenkit etmek şöyle dursun, “dinde birlik beraberlik” adı altında için için reklamını yapıyordı. Hangi şia’yı? Ebubekir, Ömer, Osman ve zübeyr gibi büyük sahabe kafirdir, onların yolunu izleyen Ehli sünnet’le birlikte en büyük düşmanımızdır, “beklenen mehdi” gelince onlar da yeryüzüne tekrar dönecekler (ricat), böylece onlardan intikamımızı alacaz diyen, kuran eksik diyen, hz. Aişe iffetsiz diyen şia’yı...
&&&
Hasan Onat, Maturudilik akıl dinidir, ana teması işlenen “Maturidi Çalıştayı”nın Mihmandarlarındandır.
Toprağı bol olsun! Allah, onun gibilere de ölmeden önce hidayet nasip etsin! Değilse, Müslüman Türk milletini bunların şerlerinden ve ivgalarından korusun! Amin!
İki ay kadar önce Kutlu Doğum Haftası’nın bir Fetö projesi olduğunu belirttiğim için Diyanet İşleri Başkanlığı yoğun bir müdafaa içerisine girmişti. 30 Yıldır Fetö’ye tek kelime etmeyenler nedense bir anda kaplan kesilip saldırılarda bulundular. Bu arada eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da 28 Mayıs 2017 günü Hürriyet’e geniş bir röportaj verdi. Burada Kutlu Doğum Haftası ile birlikte çok çeşitli konulara değindi. Dinlerarası diyalog projesinin çökmekte olduğunu anlayıp bir yerlere mesaj mı veriyorlardı? Yoksa imdat mı dileniyorlardı?
Akabinde çeşitli mihraklar onun burada paylaştığı fikirlerini bir araya getirerek sosyal mecrada geniş bir şekilde yaymaya başladılar. Zaman zaman bunlara sosyal gruplarda yorumlarda bulundum. Ancak bu arada tamamına bir cevap verilmesinin lüzumuna da inandım. Zira yıllarca Diyanet’in başında bulunan ve hala en etkili kişilerden biri olarak gördüğüm Ali Bardakoğlu’nun temel düşüncelerini herkesin bilmesi lazım geldiği kanaatindeyim.
Zira Bardakoğlu, fikirlerini serdederken birtakım doğru ve parlak cümlelerin içine öyle yıkıcı ifadeler yerleştirmiş ki son derece dikkat etmek gerekmektedir. Yazı okunduğunda ve bilhassa sonuç kısmı değerlendirildiğinde mevzu açıkça anlaşılacaktır.
İşte Diyanet İşleri eski başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun söyledikleri ve özet olarak değerlendirmelerim.
İslam dini dünyada yaşansın diye gönderildi, ahirette değil. Yani dünyayı terk et, hiçbir şey yapma, ahirette kazanırsın mesajını vermiyor. Müslümanlar dünya-ahiret dengesini yitirdiler.
Şimdi bu ifadeler üzerinde düşünelim.
İslam Dinini ahirette yaşayacağız diyen kim?
Cevabı var mı?
Ancak unutmamak lazım ki ahiret de dünyada kazanılıyor. Peygamber efendimiz “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın,” (Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 14, 481) buyurdular. Bunun dengesini ve nasıl davranılacağını da İslam alimleri bildirdiler. Onu burada anlatıp konuyu uzatmayayım. Aslında bu noktayı anlayıp anlatmak kendisine düşerdi! Fakat Hadis-i şerifi de reddediyorsa ona bir şey diyemem.
Biz Müslümanlığı sadece inanma ve namaz, oruç, hac gibi belli ritüelleri yerine getirme olarak algıladığımız sürece bu mahcup edici durum devam edecektir.
Burada “Namaz, Oruç, Hac gibi belli ritüeller” diyerek hafif gördüğü hususlar, dikkat edilmelidir ki İslam’ın şartlarıdır. Mutlak yapılması gereken hususlardır. Ahmed Kuddusi Efendi, Peygamber efendimizin “Namaz dinin direğidir” hadis-i şerifine atıfla şöyle demektedir:
Dedi Şah-ı enbiya dinin imadıdır ona
Şüphesiz dimdik tutar dini imanı namaz
Namazı terk ettiğinde dinin yıkılıyor haberin var mı?
Yoksa Hürriyet’e demeç verince böyle mi konuşmanız gerekiyor?
Ankebut suresi 45. Ayetinde Cenab-ı Hak mealen “Sana Kitap’tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Gerçekten namaz, hayasızlıktan (fahşa) ve kötülüklerden alıkoyar”, buyurmaktadır.
Siz bu ayetten haberdar değil misiniz?
Yoksa kötü ahlaktan uzaklaştırmak için namaz yerine başka bir şey mi koyacaksınız?
Söyler misiniz?
Ortadoğu toplumları barut fıçısı gibi. Birbirlerine duydukları öfkeyi mezhep, din duyarlılığı veya öteki üzerinden dile getiriyor, onlar üzerinden kimlikler şekilleniyor. Toplum olarak ayrıştığımız, artık birbirimize öfke duyduğumuz doğrudur. Bunlar sosyal birlik beraberliğimiz açısından alarm noktalarıdır.
Dikkat edilirse Bardakoğlu neredeyse Ortadoğu’da olanları bütün olarak Müslümanlara fatura etmektedir.
Bardakoğlu siyaseti hiç mi takip etmiyor acaba?
Ortadoğu’yu Osmanlı’dan günümüze barut fıçısı haline getiren emperyalist batılı devletler değil midir?
Bugün DAEŞ ve benzeri eli kanlı örgütler onların eseri değil midir?
Ehlisünnet inancını bozarak radikal ve ılımlı İslam projeleri ile Müslümanları parça parça eden onlar değil midir?
Bugün de çok etkili eski bir Diyanet başkanının asıl olarak bunlara dikkat çekmesi ve bu oyunlara gelinmemesini istemesi gerekmez miydi?
Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız.
“Üçüncü beşinci asırda yazılan kitapları tekrar ederek dini anlattığımızı düşünemeyiz”, sözleri üzerinde en çok durulması gereken noktadır.
Din tekrar değil midir?
Peygamber efendimiz dini itmam etmedi mi?
Dinde her gün yeni bir şeyler mi söyleyeceğiz?
Yine “üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek” ifadesiyle bir anlamda bütün İslam âlimleri silinip atılmıyor mu?
Hal böyle olunca Kur’an-ı kerimi kimin anlayışı ve sözüyle takip edeceğiz?
Bakınız Fetö de 40 yıldır Kur’an, Kur’an diyordu. Hatta bir gün camide “bunu uygulamayacaksak ne yapalım”, deyip Kur’an-ı kerimi yerlere attığı da vakidir.
Aslında Bardakoğlu ile Fetö’nün söylemleri arasında bu noktada zerrece fark yoktur.
Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar hep Ehlisünnete, dört mezhebe bağlı kalarak büyüdüler, yüceldiler, dünya medeniyetleri kurdular.
Batı, son üç asırdır işte bu inancımızı yıkmaya çalışıyor. Bardakoğlu tarihimizi bilmeli, ceddimizi ve alimlerimizi tanımalı tanıtmalıdır!
İslam barış dinidir diyoruz ama kimseyi inandıramıyoruz, çünkü birçok yerde Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular, birbirini itham ve tekfir ederek sürekli camdan aşağı atmakla meşguller.
Bardakoğlu’nun burada tenkit ettiği Müslümanlar kimdir?
Kim kimi camdan atmakta, kim kimin boğazını sıkmakta ve kim kimi tekfir etmektedir?
Biraz da misal verseler olmaz mı?
Bütün Müslümanları böyle göstermekle asıl kendisi Müslümanları aşağılamakta kötülemekte işlemediği fillerle iftirada bulunmaktadır. Yok yine DAEŞ, EL KAİDE, TALİBAN, ŞEBAB, gibi Batı’nın kurduğu örgütlerle Müslümanları bir tutuyorsa ve bunun için bu suçlamaları yapıyorsa kendisine Allah akıl fikir versin demenin ötesinde çok sözümüz olur.
Öncelikle kime hizmet ettiğini sorgulamak gerekecektir!
Her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın olmadığı toplumda sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz. İslam dünyası acilen bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda zihnini durultmak ve bu konularda mesafe almak zorunda. İslamiyette ibadet sadece kıldığımız namaz değildir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranış ibadettir.
Buyurun Fetö’nün yıllarca su taşıdığı küresel değerlere iman meselesini Bardakoğlu’nun söyleminde de aynen görmekteyiz. Yine Din’e çatılmakta yine Namaz söz konusu edilmekte ve sadece bunlarla olmaz denilip barıştan dem vurulmaktadır.
Bir ilahiyat profesörüne ve eski bir Diyanet İşleri Başkanı’na dini ben mi anlatacağım?
“Vessulhü hayrün” ayeti kerimesini ben mi göstereceğim?
Kur’an-ı kerim ve dinimiz sadece namaz mı demektedir?
Kimseyi incitmemek, bedenleri ve ruhları imar etmek dinimizde yok mudur?
Gönlüm isterdi ki, evrensel İlâhî din olan İslam’ın günümüz uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemenin oldu bittileri karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayırımcılığa karşı çıksın, bizlere hepimizin Âdem’in çocukları kardeşler olduğumuzu, insan olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın. Ama öyle olmadı ve olmuyor. Olup bitene eleştirel baktığımızda bunu açıkça görüyoruz.
Açıkçası eski Diyanet İşleri başkanı çelişkiler içerisindedir.
Müslüman eşitsizliği, adaletsizliği, sömürüyü onun tabiriyle ne zaman kanıksadı?
Gücünün yetmemesi sesinin çıkmaması çıksa da duyuramaması kanıksamak mıdır?
Hepimiz Adem’in çocukları kardeşler olduğumuzu” derken “Mü’minler ancak kardeşdirler” (Hucurat suresi:10) ayetini nereye koymaktadır?
Yoksa bu ayete inanmamakta mıdır?
İslamiyet, söylediği bütün doğru ahlakın yanında, sömürü ve adaletsizliğin karşısındadır. Oysa Adem’in çocukları olduğu reddedilmez bir gerçek olan bir kısım küresel güçler (Yahudi ve Hıristiyan devletler) İslam’ı ve Müslümanları yok etmek için her tür silahlarıyla bütün cephelerden saldırmaktadır.
Bardakoğlu’na göre Müslümanlar daha ne yapmalıdır?
Barış için dinlerinden vaz mı geçsinler?
Ağzındaki baklayı çıkarsa da biz de net öğrensek!
Bugün birçok dini cemaat birer ekonomik sektöre dönüştü. Unutmamalı, Türkiye’de dini gruplar kamusal alana sirayet etmeye başladığı, kapalı ve kayıtdışı olup kendilerine göre dini eğitim vermeye başlarsa sorun büyür, FETÖ’deki gibi. Ülke benzeri oluşumlara gebe demektir.
Eski bir Diyanet İşleri Başkanı olarak Fetö’ye 30 yıldır tek bir söz etmemiş fakat bugün bütün cemaatleri Fetö ile özdeşleştiriyor. Bütün dedim, zira isim vermemiş. Dolayısıyla hepsi zan altındadır.
Sebep ne, ticaret mi?
Ticaret yapmak haram mı oldu?
Dikkat ederseniz Fetö’nün dini söylemlerine Ehlisünnet dışı fikirlerine hiç değinilmiyor. Sinsilik burada değil mi?
Dini cemaat ve tarikatlar siyaset, kamusal alan, yaygın din eğitimi ve ticaretten elini çekip kendi asli ve sivil hizmet alanlarına çekilmezse, kayıtdışılıktan çıkıp şeffaf ve denetlenebilir olmazsa yeni maceralar yaşamamız kaçınılmaz görünüyor.
Cemaatler ticaret yapamazlar diye dinen bir yasak olmadığı gibi kanunen de bir hüküm yok. Kimseyi aldatmadan kanunlar çerçevesinde herkes gibi onlar da ticaret yapabilir. Kanuna uygunsuz iş yaparlarsa müdahale devlete aittir. Dine uymayan bir yönleri varsa onları da her kim yaparsa umumen suçlamadan uyarı vazifenizi yaparsınız.
Hal böyle iken kayıt dışı ve sair sözleri insanları veya topyekûn cemaatleri suçlamak bir din adamına yakışıyor mu?
Asıl ayırımcılık ve bölücülük bu değil midir?
Öte yandan cemaatlerin asli ve sivil yönleri derken peki bu noktada herkesin yaptığına katılıyor muydunuz?
Mesela Fetö’nün bu noktada 30 yıldır hangi yanlışlarını belirttiniz?
Abant toplantılarında, Kutlu Doğum haftalarında ve Türkçe Olimpiyatlarında din dışı hareketler vuku bulurken siz hiç onları tenkit ettiniz mi?
Hala ediyor musunuz?
Cemaatleri ve bizatihi İslam’ı “Hürriyet” ağzıyla ve mantığıyla tenkit ederken asıl yanlışların üzeri tekrar kapatılmak mı isteniyor?
Din artık melankoli ve gözyaşı olarak sunuluyor ve algılanıyor. Böyle bir din anlayışı sizi dünya sahnesinde yukarı çeker mi? Hazreti Muhammed’in hayatını öyle bir anlatıyorlar ki, öyle bir hayatın örnek alınması ve yaşanması mümkün değil. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunanlar, asılsız kutsallıklar üretenler aslında kendi din ticaretleri için müşteri artırımı peşindeler.
Yine kimin yaptığı ve ne olduğu belli olmayan askıda ifadeler. Hangi din anlayışından bahsediyor belli değil!
Mesela bugün yaşanması mümkün değilse anlatmak da yanlış mı oluyor?
“Din, acı, gözyaşı, melankoli ve menkıbedir” dedik. Ya geçmişe özlemle ya da bir kurtarıcı bekleyerek vakit geçiriyoruz. Bireyi ve birey bilincini, birey sorumluluğunu yok ettik. Başımıza geleni de hep “ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü” diye anlattık. Sen sadece dua et, hatta en etkili ve gizemli duayı ve zamanı bul yeter, bunlardan kurtulursun” diyerek piyangocu bir anlayışı besledik. Halkı böyle besleyince onlar da buna uygun hoca tipi istemeye başladı.
Aynı ifadeler fakat müsebbibi yok.
Dini acı, gözyaşı, melankoli ve menkıbedir diye tarif eden kimdir?
Peki menkıbeyi melankoli ile beraber anmak doğru mudur? Menkıbe bir insanın hayatıdır. Hayatındaki anekdotlardır.
Bu şekilde konuşmak yerine, kendini kurtarıcı yerine koyan Fetö’ye hatta “İsa aleyhisselamın ruhu onda hulul etti” diyen Prof. Dr. Suat Yıldırım’a Diyanet İşleri Başkanı iken bir sözünüz oldu mu?
Açıkçası bilmek isterim…
Diğer taraftan bireyi ve benliği öne çıkarmak ise başka bir tartışma konusudur. Batı, birey vurgusu ile insanı yalnızlaştırmaktadır ve bu vaziyet çağımızın en büyük problemi olma yolunda hızla ilerlemektedir. Müslümanları suçlamak yerine Batı’nın içimize saçtığı fitne mihrakları ve fesat tohumlarını inceleyip ilgilenseniz çok daha iyi olacaktır.
Böyle bir dini anlayışın, çocuklarımız, torunlarımız tarafından nasıl karşılanacağından emin değilim. Artık yavaş yavaş yol ayrımına geliyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız sorguluyor, görüyor, biliyor. Bireyin olmadığı, kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin yeterince gelişmediği, sadece melankoli, sadece menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme ve öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir. Bizim çocuklarımız, torunlarımız da büyük sorular soracaktır.
Çok üzücü ifadeler. Bardakoğlu yukarıdaki onca söylemlerden sonra açıkça “küresel değerlere iman etmezsek yok olacağız” mesajını net bir biçimde vermektedir.
Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesi de artıyor. İslam, seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir demiyor. Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız.
Yine aynı noktalar. Dini ve dindarları suçlamak. Hatta yeri geldikçe Müslümanların en güzel hasletlerini aşağılamak! Sadaka ve iane kültürü diye aşağıladığı husus bu milletin sosyal sorumluluğunun en güzel hasletidir. Sosyal patlamaların önünü kesen en önemli ilaçtır. Bir taraftan kardeşlik diyeceksin diğer taraftan “sadaka ve iane kültürü” diyerek en güzel kardeşlik uygulamalarını küçümseyeceksin. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Öte yandan Müslümanlar yararlı işlerin, temizlik ve güzel hasletlerin hangisine karşı ki?
Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva vermeye başladık.
Aslında Bardakoğlu’nun birinci maddeden itibaren Müslümanları suçlamasının şifresi işte bu söylemle ortaya çıkmaktadır. Ona göre Müslümanlarda gösterdiği hastalıkların sebebi Kur’anla arasının açılmış olmasıdır.
Bakınız ben ona Kur’a-ı kerimle aramız nasıl yakınlaşır anlatayım.
Ehlisünnet ulema ve âlimlerle aramızı sıkı tutarsak Peygamber Efendimize yakın oluruz.
Peygamber Efendimize yakın olunca Kur’an-ı kerim ile aramız açılmaz.
Zira hiçbir yola sondan başlanmaz. İstanbul’dan Bağdat’a gidecekler yola Bağdat’tan değil İstanbul’dan başlayarak yakınlaşacaklar. Ben Bağdat’tan yola çıkacağım diyenler hep uzak kalacaktır.
“Elbette su vermez ipsize kuyu”
DİKKAT:
Yukarıdaki değerlendirmelerimi ağır bulan, acımasız gören olabilir. Bakınız Bardakoğlu’nu bu fikirlere taşıyan bir misal anlatacağım. O zaman meseleyi daha iyi anlayacak, Hürriyet Gazetesi’ne koşup böyle bir mülakatı neden vermek durumunda kaldığını daha iyi görecek, fikirlerini ve yapmak istediklerini daha net göreceksiniz!
Ve Fetö ile neden mücadele etmediklerini bileceksiniz!
Diyanet yayınları arasındaki “Uluslararası Avrupa Birliği Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri (3-7 Mayıs 2000) Ankara 2000, I” adlı kitapta, Hamid Ebu Zeyd isimli Mısır’lı bir teoloğun ifadelerine (s. 441-442) dikkat kesilelim.
“İlahiyata ve felsefeye başvurarak Kur’an’a, Sünnet’e ve İslâmî düşünceye eleştirel bir şekilde yaklaşmayı düşünmemiz gerekir. Bence sahip olduğumuz Kur’an düşüncesi, Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğudur. Ancak bu yeniden mercek altına alınmalıdır. Biliyoruz ki, bu okunabilir bir metindir. Geometrik işaretler, bilmediğimiz işaretler barındırmaz. Yani yeniden gözden geçirilebilecek bir metindir. Kur’an bir sözlü iletim döneminden geçti. Tarih boyunca şimdi okuduğumuz Kur’an gelişti. Hicret’e kadar Kur’an’ın yazılı ve sözlü halini kısıtlamaya çalıştılar. Okuduklarımızın Kur’an geleneğine dayandığını söylediler. Yine de okunmasına izin verildi. Daha sonra savunmasını yaparken, sonsuz Kur’an denen kavramı buldular. Bunlara artık bir son verilmeli. Peygamberin kim olduğu, sadece Kur’an’ı alan ve ifşâ eden bir amil mi olduğu sorusu. Ya Peygamber de değildiyse? Gerçekten burada yazan sözlerin Allah’ın sözleri, tarihi anlatan sözler mi olduğu sorusu. Arapça ve Arap kültürüne hitaben. Farzedin ki Peygamber Hintliydi, o zaman Hindistan kültürünün yansımalarını beklerdik çünkü Allah insanla kültürü yoluyla iletişim kurar. Bu sorular derin değil, tam aksine basit sorulardır…”
Metinden anlaşılacağı üzere Ebu Zeyd’e göre Kur’an’ın Allah kelamı olduğu tartışmalıdır. Her devirde içerisine bir şeyler katılarak bu günkü şeklinin oluştuğu, Arap kültürüyle dolu bir kitap olduğu ve Peygamber Efendimizin peygamberliğinin de şüpheli olduğu açıkça belirtilmektedir. Buradan anlaşılacağına göre “Şüphesiz Kur’an’ı biz indirdik, onu mutlaka biz koruyacağız” ayeti ona göre Kur’an’a dışardan sokulmuş olmalıdır. İnanmış olsa bu sözleri söylemesi imkansız olurdu.
Evet Hamid Ebu Zeyd işte bu düşüncede bir teolog idi. Konuşması sırasında orada bulunan bir kısım ilim adamları Ebu Zeyd’i tenkit ettiklerinde zamanın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu kürsüye çıktı. Şimdi de eski Diyanet Başkanı’nın Ebu Zeyd’in tebliğinin müzakeresi bağlamında neler söylediğine dikkat edelim:
“Muhterem bilim adamları, elbette ki, Sayın Ebu Zeyd başta olmak üzere, tebliğ sunan arkadaşlara teşekkürlerimi ifade ediyorum. Bilhassa Ebu Zeyd fikirlerini açıkça ifade ettiler, kendisini tebrik ederim, çok mutlu oldum. Biz, bu ortamlarda fikirlerimizi tartışmayacaksak, konuşmayacaksak başka hangi ortamlarda konuşabiliriz; ona imkan yok. Hoşgörüden çok bahsediyoruz ama fazla da hoşgörülü olmadığımızı hemen ilk anda ele veriyoruz. Ben, şahsen Ebu Zeyd’in yaklaşımlarından çok istifade ettim. Kendisini de yakinen takip ediyoruz. İslam düşünce dünyasında ciddi problemlerin olduğu aşikar, bunları gözardı ederek, İslam dünyasında hiçbir problem yoktur, büyük medeniyetler kurduk falan diyerek… Yani; biz, kendi konularımızı dindar olarak değil, bir akademisyen olarak bir ilahiyatçı olarak ele almak zorundayız” (Adı geçen eser, s. 517-518).
Şimdi bu çarpıcı ve bir o kadar da korkunç ifadeler sonrasında Bardakoğlu’nun Hürriyet’e verdiği söyleşiyi bir kez daha değerlendirelim!
Görülüyor ki Bardakoğlu’nun hoşgörüsü, Peygamber Efendimize saldırana, Kur’an-ı kerime Allah kelamı değildir diyenleredir. Bardakoğlu onlardan etkilenmekte ve istifade etmektedir.
Peki asıl bu fikir sahipleri İslam’ı ve Müslümanları parça parça etmez mi?
Bardakoğlu, Kur’an-ı kerim ve Peygamberimize olan inancı yıkıp Müslümanları nerede birleştirecektir?
Bunun cevabını verebilir mi?
Bardakoğlu ve onun gibi düşünenlerin Fetö’yü neden tenkit etmedikleri anlaşılmıyor mu?
İşte devamlı olarak Müslümanları tenkit etmek ve küresel değerleri öne sürmenin mantığı ve anlamı budur!
Hürriyet gibi refikiniz de olunca yürüyün bakalım. Nereye kadar!
Bugün artık Bardakoğlu’nun Kuramer’de yaptığı çalışmalar daha bir dikkatle incelenmeye muhtaçtır.
Hadislerin ayıklanmasından sonra sırada Kur’an-ı kerim mi vardı?
Kuramer de devam ettirilmekte olan Kur’an-ı kerim çalışmaları yarın Kur’an-ı yıkmakla neticelenmesin!
Not: Bu konuda Sayın Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu “Bu misyoner ilahiyatçılar hakkında yanılmamışım” başlıklı güzel bir makale kaleme almıştır. Onun da mutlaka okunmasını tavsiye ederim. (Bak. Ülke Postası, 1 Temmuz 2017). Yine bu konuda, Dr. Ahmet Gelişken’in “Bardakoğlu mu dediniz?” yazısı dikkate şayandır.
“Kuran-ı Kerim’deki Kişisel Gelişim Ayetleri”[1] başlığı altında, Kur’an’da ahlaki öğretileri konu edinen sözde bazı ayetleri sıralayan yazı dizilerini, İslami bakış açısıyla değerlendirmek gayesiyle ele alacağımız bu yazının başlığını yukarıdaki şekilde olmasını uygun gördük. Görüldüğü gibi seçtiğimiz başlık, sorunun cevabını veciz ve en kısa şekilde ortaya koymaktadır. Bununla birlikte konuyu çeşitli yönleriyle izah etmenin yararlı olacağı düşüncesindeyiz:
Her şeyden önce Kuran’ın indiriliş gayesini ortaya koymakla işe başlamak gerekir. Rabbimiz Kur’an’da, Yüce Kitabımızın, “Allah’tan sakınanlara (müttakilere) hidayet için” yani yol göstermek için indirildiğini haber veriyor (Bakara, 2/2). Pek çok ayette bu gayeye dikkat çekilirken özellikle “Kur’an’ın, hidayetin ve doğru ile yanlışın ayırt edici kurallarını açıklayan bir kitap olduğu vurgulanmaktadır (Bakara, 2/185). Bundan başka Kur’an-ı Kerim, kendisinin bütün alemler için ancak bir öğüt kaynağı olduğunu (Sâd, 38/87), insanları en doğru yola ileten rehber olduğunu (İsra, 17/9), her şeyi açıklayan bir kitap olarak Müslümanlara hidayet, rahmet ve müjde olduğunu (Nahl, 16/89), ihtilafa düştükleri konularda mü’minlere ayırt edici başvuru kaynağı olduğunu (Nahl, 16/64), kıyamete kadar gelecek olan herkes için uyarıcı bir kitap olduğunu (En’am, 6/19), Allah’ın gösterdiği şekilde insanların arasında “Hakk” ile hükmetmek için indirildiğini (Nisa, 4/105) haber vermektedir. Bu özellikleriyle Kur’an, müminlere rahmet ve şifa kaynağı olurken, kendisini tanımayanlara da hüsran olmaktadır (İsra, 17/82).
Bu bakımdan Kuran, hem “Allah kelamı” olan kendisine, hem de Kur’an’ın birinci derece açıklayıcısı ve tebliğcisi olan Hz. Peygamber Efendimiz’e (Sünnet’e) uyulması gerektiğini haykırır. Meselâ; Kuran ve Sünnet’in hayat verici düsturlarına icabet edilmesi gerektiğini (Enfal, 8/24), Kuran’a ve onun açıklayıcısı olan Sünnet’e kulak vermeyen kimselerin akletmeyen sağır ve dilsizler olarak mahlukatın en şerlileri olduklarını bildirir (Enfal, 8/21-23).
Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim, müminlerin ihtilafa düşmeleri durumunda bu ihtilaflarını Kur’an ve Sünnet ışığında çözmelerini (Nisâ, 4/59), Allah ve Rasülü’nün hükmettiği meseleleri gönül huzuruyla kabul etmeyenlerin iman etmiş olamayacaklarını (Nisa, 4/65), Allah ve Rasülünün hüküm koyduğu bir konuda mümin hiçbir erkek ve kadının başkaca bir tercih hakkının olmadığını, aksi halin isyan ve sapıklık olduğunu (Ahzab, 33/36) vâz eder. Bu bağlamda, Kur’andan yüz çevirenin ve onun hükümlerini unutup göz ardı edenin dünya ve ahirette unutulacağını ve sıkıntılı bir hayata düçar edileceğini, kıyamette kör olarak haşredileceğini (Tâhâ, 20/124-127), Şeytan’ın yakın arkadaş olarak o kimseye musallat edileceğini ve Şeytan’ın o kişiyi Hakk’tan saptıracağını, ne var ki o kimsenin, kendisini hidayette olduğunu zannedeceğini (Zuhruf, 43/36-38) bildirir. Kur’an, kendini terk eden kimseler hakkında, aynı zamanda Peygamber Efendimiz (a.s.)’in de Kıyamet günü şikâyetçi olacağını açıklıkla beyan eder (Furkan, 25/30).
O halde, Allah ve Rasülü’nün getirdiği dini hüküm ve haberlerin tamamına gönül hoşnutluğuyla iman edip teslim olmak, Allah katında makbul bir iman için mutlaka şarttır. Kur’an ve Sünnet’te gelen dini haber ve hükümlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inanmamak, “küfür/kafirlik” olarak nitelendirilmiştir (Nisa, 4/150). Parçacı bir inanışın Allah katında kabul edilmeyeceği ve daha dünyadayken kişi ve toplumu “alçaklığa” düşüreceği açıkça vurgulanmıştır (Bakara, 2/85).
Kuran ve İslam’ın amacı; insanı, iman ve salih amel doğrultusunda dünya ve ahirette mutluluğa kavuşturmaktır. İmansız güzel amel kabul edilmeyeceği için kafirlerin amelleri boşa gider (Maide, 5/5; Enam, 6/88); Bakara, 2/217); Araf, 7/147); Tevbe, 9/17); vd.). Kafirlerin amelinin boşa çıkarılışını Kur’an, işe yaramayan “dağılmış toz zerrecikleri” benzetmesiyle anlatır (Furkan, 25/23). Netice olarak da kafirlerin, “Deve iğnenin deliğinden girene kadar cennete giremeyecekleri” hükmüyle noktalar (Araf, 7/40). Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e hitapla “Muhakkak sen yüce bir ahlak üzeresin” buyrulmaktadır (Kalem, 68/4). Peygamber Efendimiz ise “Ben en yüksek ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştur (Muvatta, Husnü’l-Hulk, . Hz. Aişe (r. anhâ) validemize Rasülüllah (S.A.V.)’in ahlakı sorulduğunda, “O’nun ahlakı Kur’an’dı (Kur’an’ın bütünüydü)” diye cevaplamıştır (Müslim, Salatu’l-Müsafirin, 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, 26). Bu nedenle olsa gerek ki hadis-i şerif’te, “Müminlerin en olgunu, ahlakı en güzel olanıdır” buyrulmuştur (Ebû Dâvud, Sünnet, 14). Nitekim “ahlak” kavramı, Arapçada “Mâ hulıka leh” ifadesinin kısaltılmış şekli olarak kabul edilmiştir. “Mâ hulıka leh”; bir şey için yaratılmak, yaratılış gayesini bilmek anlamlarına gelmektedir. İnsanın yaratılış gayesi ise Allah’a kulluktur (Zariyat, 51/56). Allah’a kulluk; Allah’a gereğince iman, dini hükümlere riayet ve güzel ahlaktan oluşur. İman ve salih amel olmadan ahlakı güzelleştirmek mümkün olmadığı gibi, güzel davranışlar varsayılsa da Allah katında bir değeri olmaz.
Buna göre, iman ve dini ahkama riayeti bir kenara bırakarak, ahlaki bütünlüğü de göz ardı ederek tamamen dünyevi maksatlara yönelik olarak “kişisel gelişim” için bir kısım ayetleri araç etmek, Kuran-ı bağlamından koparıp amacından saptırmak anlamına gelir. Kuran-ı Kerim ayetlerine böylesi bir yaklaşım, kökünden yanlış olacağı gibi maksatlı olabileceği ihtimali de kuvvetlidir. İman ve salih amelden koparılmış bir parça ahlaki davranış, otomobili hareket ettirmek maksadıyla imal edilmiş ve ancak komple hareket sistemi içerisinde fayda sağlayacak bir mil’in ya da lastiğin, oyuncak olarak oynanıp bir köşeye atılmasına benzer. İman, amel ve ahlaki bütünlük, her türlü kişisel gelişimi zaten beraberinde getirecektir. İslamiyet, mensuplarının kişisel gelişimini ihmal edecek bir yapıda değildir. İslam’ı kâmilen yaşayan bir mümin elbette kişisel gelişimini de tamamlayacaktır. Nitekim İslami eğitim ve yaşantı, pozitif davranış değişikliğini hedefler. İnsanın neye ihtiyacı varsa, Kur’an ve İslam’da hepsi mevcuttur. İslami bütünlüğü sağlamaksızın dünyevi maksatla dinin bir parçasına tutunmak, kimseye bir yarar sağlamayacağı gibi Yaradan tarafından da asla kabul edilmez (Ali İmran, 3/91).
“Kuran-ı Kerim’deki Kişisel Gelişim Ayetleri” başlığı altında, Kuran’dan verilen sözde ayet meallerine göz attığımızda ise oldukça garip bir manzara ile karşılaşıyoruz. Öyle ki, bu başlık altında verilen pek çok ifadenin, ilgili Kuran ayetleriyle hiçbir alakasının olmadığını görmekteyiz. Bazı ayet meallerine, ayetlerin içeriğiyle bağdaşmayan keyfi yorumlar katılarak elde edilen ifade, ayet meali gibi gösterilmiştir. Meal olarak yazılan bu ifadelerin çoğunun, ayetin aslıyla veya tefsiriyle bir ilintisi görünmemektir. Ayrıca meal diye belirtilen bu ifadelere tamamen yanlış anlamların yüklendiği görülmektedir. Böyle bir işlemde kötü kasıttan başka bir niyet aramak mümkün değildir. Kur’an adına böyle bir tasarruf asla caiz değildir. Böylesi maksatlı bir çalışma, günümüzde çokça görülen “Kur’an ve İslam’ı yontma/dejenere etme” yöntem ve seferberliklerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; Müddessir Suresi’nin 1-5 ayetleri, “Kendini fazla abartma” ifadesiyle verilmiş. Söz konusu ayetlerle bu anlamın, hiçbir alakası yoktur. Tekvir Süresi’nin 25-27 ayetlerinin meali olarak verilen, “Her şeyin üstesinden gelemeyeceğini asla unutma” ifadeleri tam bir saptırmadır. Bu anlamın, ilgili ayetlerle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bakara Suresi’nin 156. ayetinin meali olarak verilen “Çaresizlik tuzağına düşme. Her zaman bir umut ışığı olduğunu
aklından çıkarma” ifadeleri de tamamen uyduruktur. Hucurat 10 ve Muhammed 7 olarak verilen ayet mealleri de aynı mahiyettedir. Kanaatimizce bu metni kaleme alanlar, bu ifadeleri ya mezheplerince icat edilen “sözde” bir mealden almışlar, ya da ayetlerin meallerini bir yerden okuyup kafalarınca yorumlayıp meal olarak yansıtmış olmalılar. Yazıda verilen diğer sözde meallere bakmaya ise hacet yoktur. İlk başta verilen İsra 37 meali olarak verilen ifade, asılla örtüşmese de anlam olarak ilişkili ama eksik ve fazladan yorum katılmış bir mahiyettedir. Söz konusu İsra 37 meali olarak verilen ifadenin, ilk başta okuyucuya doğruluk imajı vermek ve itimat telkin etmek amacıyla, asıl ayetle birazcık ilişkili olarak verildiğini düşünüyoruz. Böyle bir çalışma, Hurufilik ve Bâtınilik anlayışını çağrıştırmaktadır. Bu tür batıl yorumlar, akım olarak İskender EVRENESOĞLU ve TRT’de[2] hatta TVNET’de[3] özel programlar yaptırılan, Cemalnur SARGUT’un dini anlayışlarına benzemektedir.
Kur’an-ı Kerim hakkında keyfi yorum tasarrufunda bulunmak, şeksiz şüphesiz küfürdür. Peygamber Efendimiz (a.s.), “Kim Kur’an’ı kendi görüşüne göre yorumlarsa, şüphesiz kâfir olur” buyurmuşlardır (Deylemi Hadisi).
Canab-ı Hakk Ümmet-i Muhammedi böylesi fitnelerden korusun, Müslümanlara da basiretler ihsan etsin.
(Not: Diyanet’in; Müftülük-Vaizlik ihtisas kursları programına, üç semavi dinin her birinin hidayet kaynağı olduğunu anlatan yardımcı ders notları koyup göndermesi; Kuran Kursu ders kitapları vb. kitaplarında aynı temayı işleyen ifadelere yer vermesi; bizzat Sn. Başkan Mehmet Görmez’in yayınlanmış makalesinin sonuç bölümünde, başörtüsünün dini emir/taabbüdi hüküm olmadığını ifade etmesi; Diyanet tarafından düzenlenen sempozyumda “Kur’an’ın Allah kelamı olmadığının belirtilmesi üzerine Sn. Ali Bardakoğlu’nun bu görüşü onaylayarak görüş sahibine destek çıkması ve bu görüşün Diyanet’çe basılan kitaplarda yayınlanması gibi olgular karşısında; yukarıdaki eleştirel yazımıza konu olan “yazı” ya da benzerleri, kanaatimizce fazlaca yadırganmayacaktır). 27.01.2013.
Dr. Ahmet Gelişken hocanın bazı deşifrelerini baz alan güzel bir yazı..
(Yazıda, Bir Fikre Bardakoğlu’na Ait Kitabın Delil Gösterilmesi Dolayısıyla Paylaşılmıştır!)
1)Bardakoğlu, Kur’anın Allah Kelamı Olduğunu İnkar Eden Ebu Zeydi Onaylayıp Tebrik Ediyor!
Diyanet yayınları arasındaki “Uluslararası Avrupa Birliği Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri (3-7 Mayıs 2000) I” adlı, Ankara, 2000” baskılı kitapta yer alan Ebû Zeyd isimli Mısır’lı bir Teoloğ;
Kur’an’ın, Allah’ın sözleri olduğu inancının yeniden mercek altına alınması gerektiğini, Kur’an’ın sözlü bir iletim döneminden geçtiğini ve tarih boyunca şimdi okuduğumuz Kur’an’ın geliştiğini, Kuran’ın savunmasını yaparken “sonsuz Kur’an” denen kavramın uydurulduğunu (Şüphesiz Kur’an’ı biz indirdik, onu mutlaka biz koruyacağız, ayeti kastediliyor) ve bunlara artık son verilmesi gerektiğini, Arap kültürüyle dolu bir kitap olduğu, Peygamber Efendimiz’in peygamber olduğunun da şüpheli olduğunu, Kur’an-ı Kerim’de surelerin dizilişinin de problemli olduğunu, lafız olarak kadınları dövmekten söz eden Nisa Suresi’ndeki ayet-i kerimenin esasen ayet olmayıp yorum olarak Kur’an’a sokulduğunu, hicrete kadar okunması ve yazılması yasaklanan(!) bir Kur’an’ın günümüze kadar gelme imkânının olmadığını belirten ifadeler sarfediyor. (Orijinal ifadeler için bkz. a.g.e, s. 441 ve 442; anlaşılabilmesi için ifadeler özetlenmiş ve vülgarize edilmiştir).
Bu ifadelere ulemanın tepkisi üzerine Bardakoğlu, Kur’an’ın uyduruk bir kitap olduğunu belirten Ebu Zeyd’de destek vererek, ona tepki gösteren ulemaya tepki gösteriyor. Yaptığı çıkışta, karşı çıkanları hoşgörüsüzlükle suçluyor, Ebu zeyd’i söylediklerinden dolayı tebrik ediyor, “çok mutlu oldum, … Ebu Zeyd’den çok istifade ettim, … Kendisini de yakinen takip ediyoruz, biz, kendi konularımızı dindar olarak değil, bir akademisyen olarak, bir ilahiyatçı olarak ele almak zorundayız…”, diyor. (A.g.e. s.517, 518).
2) Bardakoğlu’nun Başında Bulunduğu Kuramer Yayınları
Yönetimi Diyanet tarafından oluşturulan Türkiye Diyanet Vakfına bağlı 19 Mayıs Üniversitesi Bünyesindeki “KURAMER” in de, İslam itikadına aykırı kitaplar yayınladığı görülmektedir. Bu kitaplardan biri, 2016’da yayınlanan, W. Montgomery WATT’a ait, “HZ. MUHAMMED MEKKE’DE” adlı kitaptır.
Adı geçen kitapta, Hz. Muhammed sav’in, beşerden bir öğretmeninin olabileceği (s.199), Hz. Muhammed’in, mesajı beşer yardımı sayesinde ortaya koyduğu iddialarının, beşer kelamı olduğu anlamına gelmeyeceği, sihirden söz edilen yerlerde kastedilenin, sihirbazın gizli bilgisinden üretilen beşeri bir şey olduğu (s.165), Kur’an’daki kıssaları aşina olduğu birinden almış olabileceği (s.199), Kur’an kıssalarının Tevrat’la örtüşmesinden ötürü böyle ilişkilendirilebileceği (s.199), o günkü duruma uyması için kıssaların Hz. Peygamber sav’e sezgi yoluyla da verilebileceği (s.201), Hz. Peygamber sav’in, kıssa ile kıssadaki öğretiyi (ana fikri) karıştırmak suretiyle bunların tamamını vahyedilmiş zannettiği (s.200), kıssaların telepatik özelliği olan olağanüstü bir yöntemle Hz. Peygamber’e gelmiş olabileceği (s.200), dolaşımdaki bilgilerin Muhammed’e aktarılmış olabileceği (s.199) gibi, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu konusunda şüpheye düşürecek pek çok vehim dile getirilmektedir.
Kur’an’ı, Hz. Peygamber sav’in büyük bir deha eseri olarak da tanıtan aynı kitapta (s. 198), Hz. Peygamber sav’in, davasında başarı için putlara tapma eğiliminde olduğu (s.143), müşriklerden elde ettiği dünyevi menfaatler karşılığında onların ilahlarını bir bakıma tanıdığı (s.139), Lat ve Menat’ın semavi varlıklar olduğu ve bunun İslamiyet’e aykırı olmadığı (s.139), Lat, Menat ve Uzza’yı Allah’tan daha düşük seviyede kutsal varlıklar olarak kabul ettiği (s.138), Garânîk (şeytan ayetleri) ni Kur’an’ın bir parçası olarak bir kere okuduğu (s.136), Lat ve Menat’ın tali derecede semavi varlıklar olduğuna itiraz edilemeyeceği(s.139), tevhidi bildiren Zariyat Suresi’nin 51/51 ayetinin sonradan eklendiği, Kur’an’ın genel olarak hadislerdeki tarihi malzemeden çıkartılan resmi doğrular gibi olduğu (s.169), saçmalıklarına yer verilmekte ve bu bilgiler, mütercim veya yayıncı tarafından kesinlikle tenkit edilmemektedir.
Kuramer’in bastığı kitaptan örnek olarak verilen bu iddia ve şüpheler, Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamberlik sıfatlarına ve Cebrail as’ın Allah’tan aldığı vahyi açık ve net bir şekilde ona ilettiğine şüphe ve gölge düşürecek, İslam itikadına aykırı batıl iddialardır.
3)Bardakoğlu’na Göre Dinin Dayandığı Deliller Çok Şaşırtıcı (Atatürkçülük, Çağdaş Birikim vd)
04.05.2006’da Milliyet’e verdiği röportajda Bardakoğlu, Dinin 3 ayağının olduğunu vurguladı. Şöyle ki:
1-Kur’an-Sünnet,
2-Cumhuriyetin temel ilkeleri, laiklik, Atatürkçülük,
4)Bardakoğlu’na Göre Dinde Mutlaka Reform Yapılmalı
Bardakoğlu, 03.06.2006’da basına verdiği röportajda, “mutlaka dini reform gerekli, her şeyi tartışabiliriz, Allah’ı, Kur’an’ı, 5 vakit namaz’ı..» demişti. (03.06.2003
Mehmet Görmez, Ali bardakoğlu ve Mehdi inkar Sempozyumu
Altunizade’deki İSAM salonundaMehmet Görmez‘in de katıldığı ‘Beklenen Kurtarıcı İnancı’ konulu bir sempozyum yapıldı. Sempozyumu Papazlarla çok sık görüşen eski diyanet başkanıAli Bardakoğlu’nun başında bulunduğu bir platform düzenledi. Sempozyuma katılan Mustafa Karaalioğlu da “beklenen kurtarıcı gelmeyecek” başlığı ile sempozyumu överken aynı zihniyette olduğunu gösterdi.
Karaalioğlu’nun anlattığına göre Mehmet Görmez’e“Hocam ayrılamıyorsunuz buradan”diye sorduğunda.“Ayrılacak gibi değil ki. Çok önemli şeyler konuşuluyor”diye cevap vermiş.
FETÖYÜ MEHDİ A.S İNKAR EDEREK BİTİREMEZSİNİZ
Mehmet Görmez ve Bardakoğlu gibi zihniyete sahip olan zatlar fırsattan istifade Mehdi a.s’ın gelişini inkar etmek için Fetö’yü araç olarak kullanıyorlar.
Onlara göre bu inanç Müslümanları “tembelleştirirken” bir de gayri İslami oluşumların bir kişinin etrafında “mehdi” bahanesiyle toplanmasına ve Müslümanların yanlış yönlendirilmesine sebep oluyor. Fetö örneğinde olduğu gibi.
Peki, öyle mi?
1-MEHDİYE İNANMAK DÜNYAYA HÜKMETMEKTEN ALIKOYMADI
Müslümanlara Mehdi, İsa a.s nuzulü gibi şeyleri inkardan başka verecek birşeyleri olmayan bu zihniyet bilmiyor mu ki, koskoca Osmanlı hadislerde bildirilen Mehdi’nin geleceğine inanıyordu ama dünyaya hükmediyordu. Hatta Müslümanların sağlam bir Ehli Sünnet itikadına sahip olduğu ve bunu bir siyaset haline getirdiği her dönemde çok kuvvetli olduğunu görmekteyiz.
Yani Mehdi a.s inancı Müslümanları hiçbir dönemde tembelleştirmediği gibi yine hiçbir Müslüman da “MEHDİ GELECEK NASIL OLSA, YATALIM, ÇALIŞMAYALIM” dememektedir. Böyle düşünen bir Müslümana, alime, cahile bir rastlanmaz.
Ama siz Mehdi’yi inkar ettiğiniz halde “Alem-i İslam için ne yaptınız?” diye sorsak boş boş bakmaktan kendinizi alamayacaksınız.
FETÖ ELEMANLARINI DİYANETE KİM SOKTU?
Fetö’yü bahane edip Mehdi inkar eden Ali Bardakoğlu Fetö ile dinler arası diyalog toplantılarına katılmıyor muydu? Onların papaz buluşmalarında yer almıyor muydu? İşte bir örnek. Fetö’nün kanalının haber olarak verdiği ve iftarda papazlar buluşması yapan Ali Bardakoğlu.
Bugün Fetö’yü bahane edip Mehdi’yi inkar edenler dün biz Fetö hakkında uyarırkenonun safında yer alıpprojelerine katkı sağlıyor, toplantılarına katılıyor, onlara destek mesajları veriyorlardı.
Demek ki, bu kişiler İslamın ölçülerine göre değil zamanın değişkenliğine göre ve çoğu kere siyasi ölçülerle olaya bakıyorlar. Şeyet İslam ölçüleriyle baksalardı dün de bunların yanlış yolda olduklarını görmeleri gerekirdi. Bu gün bir de Fetö’yü bahane edip Mehdinin gelişini inkar etmeleri hiç samimi değil.
Bunun yanında mesele sadece BEN MEHDİYİM diye ortaya çıkmak mıdır? Elbette hayır. Mesela Ebu Hanzala künyeli Halis Bayancuk adlı şahıs da bir yapılanma içinde. Ağına takılan gençleri Fetö’den farksız olarak toplumdan koparmakta, tekfirciliği aşılamaktadır. Açıkça askere gidenleri, devlet yetkililerini tekfir etmekte, potansiyel canlı bombalar yetiştirmekte.
Demek ki, insanları yanlış yola sürüklemek için Mehdiliği kullanmak gerekmiyor…
O halde!…
HADİ YÜREKLİYSENİZ DEŞİFRE EDİN
Ölü ayıya dayılık yapmak kolay. Buldunuz bir Fetö, herşeyi yaslayın ona. Dün beraberdiniz bu gün onun üzerinden prim yapın.
Buyurun, işte tehlikeli bir yapılanma. HaÇok samimisiniz ya! Haydi, bu konuda sempozyumlar yapın, Ebu Hanzala ve tehlikesine dikkat çekin. Ekranlarda, meydanlarda basbas bağırın.
Ey Mehmet Görmez ve Ali Bardakoğlu!
Yapabilir misiniz?
Zannetmiyoruz.
Çünkü asıl gaye MEHDİLİĞİ inkar etmek. Fetö bahane…
Şunu da tekrar edelim, hadislerle bildirilen Mehdi a.s yine hadislerle bildirilen Deccal’e karşı olacak. Ama “ben Müslümanım” diyenler bile Deccal’in safında yer alabilecek. Çünkü bu gün Deccal, subliminal mesajlarla şuur altına işlenirken Mehdi inkar ediliyor.
Şeytani sistem birilerini kullanarak Mehdi a.s geleceği hadisesini Ümmete inkar ettirme derdinde.
Mehdi a.s inkar edenler isteyerek veya istemeyerek Şeytani sistemin yüzyıllar sonrasına yaptığı yatırımda rol oynuyor.
Bu çok net ve açık…
Biz Resulüllah doğru söylemiştir diyoruz ve iman ediyoruz. Beklemiyoruz, çalışıyoruz. Ona şuurlu mü’min askerler yetiştirmek için çalışıyoruz.
Siz ise inkar edip yatıyorsunuz…
Ümmeti hayra teşvik etmek yerine yaptığınız tek şey inkar politikası.
.Sual:Bazı kimseler, Efgani gibi Ali Süavi’yi de rehber ediniyorlar. Ali Süavi kimdir?
CEVAP Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen yazar ve ihtilalci idi. Rüşdiyede bir kaç sene okuyan Süavi, medrese tahsili görmemişti. Sami Paşanın maarif nazırlığı sırasında Bursa Rüşdiyesine muallim-i evvel tayin edildi. Ancak ahlaki düşüklüğü dolayısıyla hakkında yapılan şikayetler artınca, bir sene sonra Bursa’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Sofya’da ticaret mahkemesi reisliği, Filibe’de tahrirat müdürlüğü de yaptı.
1867 senesinde İstanbul’a dönen Süavi, bir taraftan Şehzade Camiinde vaazlar veriyor, diğer taraftan Filip Efendinin Muhbir adlı gazetesinde yazarlık yapıyordu. Bir süre sonra devlet aleyhinde şiirler yazmaya başladı. Bu durum, gazetenin kapatılmasına ve Ali Süavi’nin Kastamonu’da ikamete mecbur edilmesine yol açtı. Kastamonu’da iken Mustafa Fazıl Paşanın daveti üzerine kaçıp Paris’e gitti. Paris’te Mustafa Fazıl Paşa ve arkadaşlarıyla yapılan toplantıdan sonra, burada alınan karar üzerine Muhbir Gazetesini çıkarmak için Londra’ya gitti. Gazetenin daha ilk nüshalarından itibaren kararlaştırılmış hedeflerin dışına çıktığı görüldü. Çok geçmeden gazete kapandı. Londra’da bir İngiliz kızı ile evlenen Ali Süavi, sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a geri döndü. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın mabeyn feriki olan Said Paşanın yardımı ile Galatasaray Sultanisine müdür tayin edildi. Kötü idaresi ile mektebi karıştırması, perişan tavırları ve Türk halkının örf ve âdetlerine uymayan davranışları yüzünden kısa zaman sonra bu görevden azledildi.
Bu olaydan sonra Abdülhamid Hana ve idaresine düşman kesilen Ali Süavi, İngilizlerin arzusu üzerine Sultanı tahttan indirmeye ve yerine 5.Muradı padişah yapmaya karar verdi. İngilizler de gerekli desteği verdi. Gizli olarak çalışmaya başladı.
Etrafına topladığı 500 kişi ile 20 Mayısta Çırağan Sarayını basarak, 5. Muradı dışarı çıkardı. Bu sırada yetişen Beşiktaş muhafızı Hasan Paşanın vurduğu bir sopa darbesiyle Ali Süavi olay yerinde öldü (1878).
İngiliz olan karısı Mary, olay gecesi yalıda bulunan belgeleri yaktıktan sonra, derhal kendisini bekleyen gemi ile Londra’ya kaçtı.
Ali Süavi daima ön safta bulunmak isteyen, övülmeyi seven, yalan söylemekten çekinmeyen ve dostluğuna güvenilmeyen bir kişiliğe sahipti. Onun bu şahsiyetini iyi değerlendiren İngilizler, kendisini istedikleri biçimde yetiştirmişler ve kullanmışlardır. Nitekim o, rejim meselesinde İngiliz parlamenterizmine benzeyen bir meşrutiyet arzusunu daimi olarak dile getiriyordu.
Diğer taraftan klasik medrese tahsili bile görmeyen Süavi, belli çevrelerce muhaddis ve hatta müctehid gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Süavi, dinde reform yapmak gerektiğini, hutbenin her milletin kendi dilinde okunmasını ısrarla savunmuştur. Süavi’nin bu fikirleri daha sonra Efgani adlı başka bir İngiliz ajanı tarafından geliştirilmiştir.(Y.Rehber Ansiklopedisi)
SARIKLI İHTİLALCİ...
Etrafına topladığı birkaç yüz kişi ile saray basıp, Sultan Hamid’i tahttan indirmeye çalışan Ali Süâvi, hem ekzantrik fikirleriyle, hem politikayı yönlendirmeye çalışan din adamı kisvesiyle geçen asrın enteresan şahsiyetlerinden biri sayılır.
Büyük bilginŞah Veliyullahder ki, peygamberlerin hem dinin emirlerini tebliğ, hem bunları gerekirse zorla yaptırma ve hem de bunları inananların kalbine yerleştirme vazifesi vardı. Dört halifeler bu üç vazifeyi hakkıyla yaptı. Onun içinrâşiddiye anıldılar. Sonra insanlar arasında din prensiplerine gönül rızasıyla uyanlar azaldı. İş bölümüne gidildi.Tebliğ, müctehidlere;irşad, mutasavvıflara,saltanatda, idarecilere düştü. Din adamları, aktif siyasete karışmak yerine, icraatını doğru bulmadıkları idarecilere gerektiğinde ikazlarda bulunmakla iktifa ettiler. Osmanlılar da, devleti din kaideleriyle idare etmekle beraber, din adamlarını siyasetten ayrı, ama itibarlı bir pozisyonda tutmayı tercih etti. Yine de zaman zamandarbe oyuncularıarasına karışan din adamları olmadı değil. Bunlar da tarihte kötü bir nam bıraktılar.
Ali Süâvi'nin sarıklı bir fotoğrafı
Ah İngiliz kızı!
Ali Süâvi, Tanzimat fermanının ilan edildiği1839senesinde, Çankırı asıllı bir kâğıt esnafının oğlu olarak İstanbul’da dünyaya geldi.Orta mektebi bitirdi; biraz da câmi derslerine devam edip kaleme kâtip oldu. Bursa ve Simav’da orta mektep muallimliği yaptı. Şikâyet üzerine azledildi. Kaleme döndü. Sofya ve Filibe’de çalıştı ise de burada da duramadı. Hac dönüşü muhtelif şehirlerde verdiği ateşli vaazlarla dikkat çekti.Hitabeti çok kuvvetliydi; dinleyenleri kolayca tesiri altına alırdı. Bir yandan da gazetelerde yazılar yazar; yazı dilini değiştirmek iddiasında bulunurdu.Jön Türklere katıldı. Hem hükümet, hem millet gizli Jön Türk cemiyetinden bu yazılar sayesinde haberdar oldu. Âli Paşa aleyhtarı yazıları, hem gazetenin kapanmasına; hem de Kastamonu’ya sürülmesine sebep oldu.
Ali Süâvi
Bunun üzerine Jön Türklerin Mısırlı hâmisi Fazıl Paşa tarafından Avrupa’ya davet edildi. Namık Kemal ve Ziya Paşa ile beraber1867’de yurt dışına kaçarakLondra’daMuhbirgazetesini çıkardı.Maryadında bir İngiliz kızı ile yaşamaya başladı. Ertesi seneParis’e geçip buradaUlûmgazetesini çıkardı. Anlaştıkları çizgiden ayrılması sebebiyle 1870’de arkadaşlarıyla arası bozuldu. Yanında çalışan bir Rum, matbaa aletlerini çalıp satınca, gazete kapandı. Bu devrede ne yaptığı, kimlerle irtibat kurduğu karanlıktır.
Ali Süâvi'nin beraber yaşadığı İngiliz kadın
Peygamberlik sanatı
1876’da Sultan Hamid’in daveti üzerineİstanbul’a döndü. Padişah, kendisine mütercimlik vazifesi verdi. Ardından bir hâmi buldu. İngiltere’de tahsil gördüğü içinİngiliz Said Paşadiye de anılan mâbeyn müşiriEğinli Said PaşasayesindeGalatasaray Lisesi müdürüolduysa da, tutarsız tavırları sebebiyle mektebi karıştırdı; az sonra da azledildi. Kendi gibi karanlık bir kişiliği olanCemaleddin Efganî’yi konferans vermesi için İstanbul’a davet etti. Efganî, peygamberliğin bir sanat olduğunu söyleyince, büyük bir hâdise koptu. Bu yüzden İstanbul Üniversitesi tatil edildi. Ali Süâvi, şimşekleri iyice üzerine çekti.
İşsiz kalıp maişet sıkıntısı içine düşünce, Sultan Hamid’e iyiden iyiye düşman oldu. İngiliz ve Ruslarla temasa girişti. Muhtemelen İngilizler, Sultan Hamid’in kendilerine itimat etmediğinden endişeleniyor; onu tahttan indirip İngiliz dostluğuna ehemmiyet veren bir kişiliğe sahip olduğunu düşündükleriSultan V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmayıarzuluyordu. Zira öteden beri İngiliz siyasetine hizmet etmeye kendisini adamış olan Midhat Paşa, yoktu. Bâbıâil’de İngiltere menfaatlerini gözetecek kimse kalmamış gibiydi. Bu sebeple İngiltere’nin İstanbul Sefiri Lord Henry Elliot ve yerine gelen Lord Layard, Ali Süâvi’ye yöneldiler.
Ali Süâvi'nin çıkarttığı Muhbir gazetesinin baş sayfası
Ali Süâvi,1878’de İngilizlerin yardımıyla Sultan Murad’ı tekrar tahta çıkarmak içinÜsküdar Cemiyetiadıyla bir komite kurdu. 93 bozgunu sebebiyle İstanbul’a gelip ümitsiz bir hayat yaşayan birkaç yüz Filibeli muhaciri tatlı vaadlerle etrafında topladı. Sâbık padişahın yaşadığıÇırağan Sarayı’nı bastı. Tam maksadına ulaşacak iken, hâdiseyi işitip birkaç polisle saraya yetişen Beşiktaş MuhafızıYedisekiz Hasan Paşa’nın kafasına indirdiği bir sopa darbesiyle öldü. Avanesi dağıldı. İngiliz kadın (reaksiyon üzerine bununla evlendiği de söylenir), o gece kocasının evrakını yakıp gemiye binerek İngiltere’ye kaçtı. İngiliz casusu olduğu söylenen kadın, Londra’da zengin bir Ermeni ile evlenip müreffeh bir ömür sürdü. Ali Süâvi’nin cesedi, Beşiktaş tarafında meçhul bir yere gömüldü. Çırağan Baskını, Sultan Hamid’i endişeye sevkedip daha sıkı bir idareye kaymasına sebep olmuştur.
Tarihin cereyanını değiştiren adam Yedisekiz Hasan Pasa
Hem Türkçü, hem İslâmcı!
Namık Kemal, Abdülhak Hâmid’e gönderdiği bir mektubunda der ki: “Ali Süâvi hiç de senin tahminin gibi bir adam değildi. Bir çehre nümâyişine [dış görünüşüne] aldanmışsın. Onunla iki sene arkadaşlık ettim. O öyle bir adam ki,garazkârve dünyada misli görülmedik birşarlatanidi. Ben her şeye öyle kolay inanmadığım hâlde, bana kendini yedi-sekiz dil biliyormuş gibi gösterdi. HalbukiArapça’da bir satır yazabilecekadam değildi. O kadar câhil; cehâletiyle beraber o kadar da mağrur idi. Türkçe üç satır bir şey yazsa, âlememaskaraolurdu. Kendisini davet ettirmek için Avrupa’da meşveret aleyhinde yazılar yazardı.”
Ali Süâvi'yi esaslı teşhis eden dostu Namık Kemal
Ali Süâvi’nintahsili noksan; ama ağzı kalabalıktı. Her ilimdesathî malumatıvardı. Zamana ve zemine göreher kalıba girmeyiiyi bilirdi. Hayatı tezatlarla doludur. Bir yandan Osmanlıcılığı; diğer yandan İslâm birliğini müdafaa etmiş; öte yandan daTürkçülükfikrini ortaya atmıştır. Avrupa’da bile başından sarığını çıkarmazken; din ile dünya işlerinin ayrılmasını müdafaa eden yazılar yazmış; dinde halifeliğin yeri olmadığını söylemiştir. Meşvereti göklere çıkarmış; sonra mutlakiyeti müdafaa etmiştir. Latin harflerinin kabulünü teklif etmiş; namaz surelerinin Türkçe de okunabileceğini söylemiştir.
Hephak etmediği yüksek makamlariçin çalıştı. Arkadaşlarını jurnallemekten çekinmedi. Şahsî hırsı için yapmayacağı şey yoktu. Sultan Murad’ı tahta çıkarmak istemesi de bundandır. Halbuki Ruslar, bir kargaşa çıksın da, İstanbul’u işgal edelim diye kapıda bekliyordu. Bununla beraber Ali Süâvi, sırf Sultan Hamid’e muhalefeti sebebiyle, padişahın düşmanları tarafından vatansever, hatta bir kahraman, ileri görüşlü bir âlim, bir reformcu olarak takdim edilmiş;kâzib (yalancı) bir şöhretkazanmıştır. Fikirleri, Cemaleddin Efganî’den, Said Nursî’ye kadar geniş bir kitleye tesir etmiştir. Öyle ki Said Nursî, kendisinin İttihad-ı İslâm’daki önderlerinden birinin de müfrid âlimlerden Ali Süâvi olduğunu söyler. Bir meczup mu, yoksa ajan mı olduğu hâlâ kati bir şekilde anlaşılamayan Ali Süâvi’nin adı, muhtelif şehirlerde çok sayıda okula verilmiştir.
Ali Süâvi'nin başını yakan Cemaleddin Efganî
BİR İHTİLALCİ OLARAK ALİ SUAVİ Mehmet GÖK Öz Genç Osmanlılardan en çok dikkat çeken, hakkında çok sayıda bilimsel çalışma yapılan Ali Suavi, kısa sayılabilecek hayatında çok sayıda kitap ve makaleye, gazete köşe yazısına, dikkat çekici vaaz ve sohbete imza atmış, yurt içinde ve dışında Muhbir, Ulum gibi muhtelif gazetelerin yayımlanmasına önderlik etmiş, iktidarı değiştirme girişiminde bulunacak kadar ihtilalci ve insanları kısa zamanda örgütleyerek hayatını kaybetmeyi göze alacak kadar da partizan bir Osmanlı aydınıdır. Babası okur yazar olmasa da annesinin destek ve katkılarıyla kendisini iyi yetiştirir. Özellikle teolojik konularda Ayasofya ve Şehzadebaşı camilerinde devlet adamlarının da dinleyebileceği düzeyde vaazlar verir. Sahih-i Buhari’deki mükerrer hadisleri ayıklayacak kadar donanıma sahiptir. Dönemdaş ve dava arkadaşlarına göre görüşlerini en fazla teolojiye dayandıran, eğitimden ekonomiye, dış politikadan muhasebe eğitimine, faizden Afrika’da yeni bir devlet kurulmasına kadar hemen hemen bütün sosyo-ekonomik alanlarda fikir üreten ve yazan bir düşünürdür. Ali Suavi’nin İngilizler tarafından keşfedilerek İngiliz eşinin ve zamanın önemli İngiliz düşünürlerinin de yardım ve desteğiyle ajan olarak kullanıldığı, Osmanlı Devleti’nin İngilizlere yakınlaşmasını temin ve özellikle Kıbrıs’ın İngilizlere verilmesini kolaylaştırmak amacıyla kullanıldığı ve bu özellikleri nedeniyle de İngiliz ajanı olduğu söylense de mankurtlaştırıldığını söylemek kanaatimizce zor olacaktır. Anahtar Kelimeler: Ali Suavi, İhtilalci, Gazeteci, Ajan, Baskın. Dr., Hakim, Konya Bölge İdare Mahkemesi Üyesi, drmgok070637@mynet.com, ORCID: 0000-0002-0454-3366. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 174 Ali Suavi As A Revolutionary Abstract Ali Suavi whom many scientific studies have been conducted, has written many books and articles, newspaper columns, remarkable sermons, and conversations in his relatively short life and led the publication of various newspapers such as Muhbir and Ulum in the country and abroad, and was revolutionary enough to attempt to change the power and partisan enough to risk losing his life by organizing people in a short time. Although his father was illiterate, he educated himself very well with the support and contributions of his mother. He was equipped enough to preach to the statesmen at the Hagia Sophia and Şehzadebaşı Mosques, especially on theological issues, and to extract the repeated hadiths in Salih-i Bukhari. He was a thinker who, compared to his other colleagues and contemporaries, based his views most on theology, produced and wrote ideas in almost all socio-economic areas, from education to economics, from foreign policy to accounting education, from interest to the creation of a new state in Africa. Although Ali Suavi, upon being discovered by the British, is said to have been used as an agent with the help and support of his British wife and of prominent British thinkers of the time so as to ensure the rapprochement of the Ottoman Empire to the British and especially to facilitate the handover of Cyprus to the British, and even though he is said to have been a British agent because of these characteristics, it would still be difficult to claim that he was turned into an obedient slave, or in other words, into a “mankurt”. Keywords: Ali Suavi, Revolutionary, Journalist, Agent, Raid. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 175 Giriş Osmanlı Devleti’ni kurtarmak amacıyla ilan edildiği bilinen Tanzimat ve Islahat Fermanı beklenen neticeyi vermeyince bir kısım Osmanlı aydını ve yöneticileri, yeni tedbir ve çözüm arayışına girmişlerdi (Kocabaş, 1991, s. 17). 1865 yılının yaz aylarında Boğazın arka taraflarında Belgrat Ormanı olarak adlandırılan vadide bir piknik organizasyonu yapıldı. Bu toplantıya katılan toplam altı genç, Osmanlı Devleti tarafından sürdürülen ancak kendilerince felaket olarak nitelenen politikalara karşı harekete geçmeye karar vermişlerdi (Mardin, 2017, s. 17-18). Yeni Osmanlılar, siyasi fikirlerini açıkladıkları yazılarında genellikle İslami siyaset teorisince kullanılan adalet, icma-i ümmet, bi’at vb. kelimeleri kullanmışlardı (Mardin, 2017, s. 95). Yeni Osmanlıların, yeni deyimi ile “Genç Türkler”in amacı, Âli Paşa’nın ağır ve ezici politikasına son vererek bir meşruti yönetim getirmekti. Bunun için önce Âli Paşa’yı düşürmek, sonra yeni yöntemi destekleyici, özgürlükçü yönetimi sağlayıcı bir topluluk kurmak, onun yerine geçirmek gerekiyordu. Programlarında gerekirse Âli Paşa’yı ortadan kaldırmak da vardı. Cemiyet durumuna gelen bu gençler, ara sıra toplanarak düşünce alışverişinde bulunuyorlardı. Bir gün yapacakları işleri kararlaştırmak, yeni bir hükûmeti oluşturacak kişileri saptamak için Ayasofya Camiinde toplandılar. Yaptıkları konuşmalar sonunda salt çoğunluğu sağlayarak kesin bir karara varamadılar (Şeref, 1980, s. 133). Ayasofya toplantısını öğrenen polis, sıkı takip ve araştırmalara başlamıştı. Hatta bir gece Sağır Ahmet Paşa’nın yalısını çok detaylı bir şekilde aramışlardır. Yapılan bu aramadan bir gün önce Mehmet Bey, yalıya gelerek yanına biraz eşya ile birlikte annesinin tüm parası ile iki elmas iğnesini alarak Avrupa’ya kaçmayı başardı (Şeref, 1980, s. 134). “Bu genç ihtilalcileri birleştiren şey, Avrupa medeniyeti hakkındaki umumi bir bilgi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılıp parçalanması hususundaki ortak endişe idi.” (Mardin, 2017, s. 18). Belgrat Ormanlarında yapılan toplantıya katılanların hemen hemen hepsi, daha önce Bab-ı Ali Tercüme Odasında çalışmış kişilerdi. Bu nedenle devletin dış ilişkilerinin nasıl yürütüldüğünü ve Avrupa siyasal sistemlerini de tanıma fırsatı bulmuşlardı (Mardin, 2017, s. 19). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 176 1867 başlarında başkentte gittikçe artan bir kargaşa sürerken, iddiacı şahsiyeti ile Prens Mustafa Fazıl Paşa devam etmekte olan çeşitli protestolara güç vermeye başlamıştı. Mustafa Fazıl Paşa, on dokuzuncu yüzyılın başında, imparatorluğa bağlı Mısır vilayetinde fiilen bağımsız bir hükümdar hâline gelmiş olan asi Vali Mehmet Ali Paşa’nın torunu idi. Fazıl Paşa’nın hayatı, Bab-ı Ali’de geçmişti (Mardin, 2017, s. 37; Maksudoğlu, 2018, s. 419). Mustafa Fazıl Paşa, Mısırda Hidivlik makamına getirilmeyeceğini anladıktan ve bu hakkından vazgeçtikten sonra Paris’e giderek oraya yerleşti. Orada Mısır’daki emlaklarından kazandığı milyonlarla krallar gibi yaşadı. Bu süreçte Avrupa’da yapmak istedikleriyle ilgili kendisine lazım olan kişileri de maaş ve çeşitli ekonomik garantiler vererek Avrupa’ya davet etmeye başladı. Yeni Osmanlılar içerisinde savundukları davasında samimi olanlar olduğu gibi, şahsi menfaatlerini güdenler de vardı ve bunlar sayısal olarak çoğunluktaydılar. Hatta cemiyetin genel başkanı olan Mustafa Fazıl Paşa da bir kanaat önderi konumunda değildi (Maksudoğlu, 2018, s. 419). Yeni Osmanlılar, gizli bir cemiyet olarak Carbonari esasına göre örgütlenmişlerdi. Bu cemiyette Ziya, (Namık) Kemal, Ali Suavi, gazeteci Agah Efendi, Şinasi vardı. “Jean Pietri Korsikalı, bu cemiyet üyelerinin birbirleriyle tanışmalarında büyük rol oynadı. Jean Pierre, Sukkakini adıyla anılan, aslen İtalyan birini Yeni Osmanlılar’la tanıştırdı. Sukkakini, Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın gizli siyasi ve ticari işlerini idare etmekteydi…” (Maksudoğlu, 2018, s. 419). Yeni Osmanlılar içinde Ali Suavi, Osmanlı Devleti’nin son döneminde yetişen fikir ve mücadele adamı, gazeteci, Yeni Osmanlı Cemiyeti üyesi ve ilk Türkçülerden birisi olarak tanıdı. Ali Suavi, “klasik bir medrese tahsili ve düzenli bir eğitim görmemekle birlikte felsefeden filolojiye, tarihten coğrafyaya, edebiyattan politikaya, sosyolojiden iktisada ve dini ilimlere kadar birçok konu ile meşgul olmuş, özellikle Türkçülük, İslamcılık, dilde sadeleşme, devlet yönetimi, hilafet, siyaset ve ahlak alanında Osmanlı Devleti ve toplumunun problemleri üzerine kafa yormuş ve çözümler aramıştır” (Suavi, 2019, s. 11). Bu arayışta Yeni Osmanlılar yalnız değillerdi. Çözüm için getirilmesi düşünülen meşrutiyetin ilanı konusunda dönemin etkin paşalarından Mithat Paşa, İngiliz sefiri ile iş birliğine gitmişti. Mithat Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 177 Paşa’yı İngilizlere meylettiren sebepler, İngiltere’nin meşrutiyet devleti olması, Türkiye’yi Rusya’ya karşı desteklemesi, meşruti rejimin bir halk hareketi ile getirilemeyecek olması nedeniyle Sultan üzerinde İngiliz baskısını kullanmak isteme düşüncesinden kaynaklanıyordu (Kocabaş, 1991, s. 18-19). Yeni Osmanlıları, Jön Türkler takip etti. Jön Türkler, Araplar, Yunanlılar gibi Osmanlı teb’ası bütün unsurları birleştirmeyi umuyorlardı. Ancak olaylar tam tersi bir gelişme gösterdi. Çünkü bu idealler onların çıkarlarına aykırıydı (Kasım, 1986, s. 23). “Sultan II. Abdülhamid’e muhalefet olarak doğan ilk Jön Türk teşkilatının adı “İttihad-ı Osmani Cemiyeti” olmuştu. Bu girişim tam bir teşkilat özelliği taşımamasına rağmen, Jön Türkler’in teşkilatlanmasına bir başlangıç olarak değerlendirilmiştir. Temmuz 1908 Jön Türk İhtilali’nin tarihini yazan Cevri’ye göre, Sultan’ın zulmüne karşı hareket, ancak Mekteb-i Ali talebeleri (Üniversite talebeleri) arasından çıkabilirdi. Nitekim, bu uğurda ilk teşebbüs, Mekteb-i Askeriye’de vücut bulmuştu…” (Kocabaş, 1991, s. 31). Cemiyetin teşkilatlanması ve gizlilik esasları, masonluk gizlilik geleneklerine benzetilmişti (Kocabaş, 1991, s. 32). Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan, padişaha karşı kendi amaç ve idealleri uğrunda çalışan Ermeni, Rum, Arap, Çerkez vb. azınlıklara mensup komitacılar da Padişaha karşı Jön Türklerle birlikte hareket ediyordu. Bu çerçevede 4-9 Şubat 1902’de Paris’teki kongre “Prens Sabahattin’in Başkanlığı’nda toplandı. Kongrenin başkan yardımcılıklarını da Sathas isimli bir Rum ve Sissina isimli bir Ermeni yapıyordu. Adem-i Merkeziyetçilerin ağırlıklı olması sebebiyle adına “Osmanlı Liberaller Kongresi” de denilen 1902 Jön Türk Kongresi’ne 47’si Türk, toplam 70 delegenin diğerlerini Arap, Rum, Ermeni, Arnavut, Çerkez ve Musevi delegeleri teşkil ediyordu…” (Kocabaş, 1991, s. 67). Bu kapsamda İstanbul’a Padişahla görüşmek için gelen Teodor Herzl de padişaha karşı Jön Türklerle iş birliği yapmaya karar verdi. O, “Halen bir tek plan aklıma geliyor. Sultan’a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı” diye planlıyordu (Kocabaş, 1991, s. 103). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 178 Yaşadığı Dönem Ali Suavi, Osmanlı Devleti’nde gerilemenin bütün hızıyla devam ettiği 1839 yılında, bir başka ifade ile Tanzimat’ın ilan edildiği 1839 yılında 8 Aralık 1839 tarihinde İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde Ramazan Bayramı’nda doğmuştur (Çelik, 1994, s. 15, 41). Tanzimat ve öncesini, Suavi neslinin genel durumunu anlamak için kısaca değerlendirmekte yarar vardır. Osmanlı Devleti, Avrupa’nın üstünlüğünü savaş meydanlarında tanıyınca askerî alanda ıslahat yapmakla işe başlamıştı. “1734’te Üsküdar’da açılan Hendesehane ve III. Mustafa devrinde kurulan mühendishane, Macar asıllı Fransız Subayı Baron de Tott’un İstanbul’a getirilmesi Kont De Bonneval’ın devlet hizmetine alınması vb. teşebbüsler, hep Osmanlı ordusunun Avrupa ordularını yakalayacak teknik seviyeye ulaşması için girişilen hamlelerdi” (Çelik, 1994, s. 15-16). Her geçen gün güç kaybeden Osmanlı bu yıllarda İngiltere, Fransa ve Rusya’nın da gerisine düşmüştür (Çelik, 1994, s. 16). Fransız İhtilali’nin çıktığı yıl Osmanlı tahtına geçen III. Selim de yenileşme ve böylelikle batıyı yakalama hamlesine askeriyeden başlamıştı. Nizam-ı Cedid bu düşünceden doğmuştur. Avrupa ile temasların elçilikler açma suretiyle başladığı bu yıllarda özellikle Fransız İhtilali yıkıcı etkisini özellikle gayrimüslimler arasında göstermeye başladı. Bu yıllarda çıkan Sırp ayaklanması, Osmanlı-Rus savaşı ve Kabakçı İsyanı, III. Selim’in giriştiği yenileşme hareketlerini sona erdirmişti. III. Selim’in kısa saltanatından sonra tahta geçen II. Mahmut’un saltanat döneminde yaşanan yeni Sırp ayaklanması, Osmanlı-Rus savaşının yetirdiği yıkım, İran’la olan savaş ve Yunan isyanı, yapılmak istenilen yenileşme hareketlerini olumsuz etkiledi (Çelik, 1994, s. 16). Bu dönemde açılan batı tarzı okulların batılılaşma ve batıya yakınlaşma konusunda oldukça önemli bir etkisinin olduğu inkâr edilemez. Ancak, batı tipi okullarda, özellikle Mekteb-i Tıbbiyede batılı hocalar tarafından batı dillerinde verilen derslerin bir kısım aydınlar ve kamuoyu tepkisini uyandırdığı da bir gerçektir. Sultan Mahmut’un 1839 yılında vefatı, Osmanlı ordusunun Mısır ordusu karşısında üst üste iki kez mağlup olması, dışarıya karşı Osmanlı Devleti’ni zor duruma düşürmekteydi. Tanzimat Fermanı, ferman metninin sınırları ile kalmamış, bir dönemin, bir zihniyetin de adı olmuştu. Bundan sonra bazı olumlu Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 179 gelişmeler olmakla beraber uygulamalar Batıyı taklide yönelik olmuş ve hayatın her safhasında Batı’dan gelen unsurlar kendisini hissettirmişti. Tanzimat’tan sonra Batı tesirinin çok açık görüldüğü alanlardan biri de hukuk alanıdır. 1840 yılında Müslim ve gayr-i Müslimlerin yargılandıkları mahkemelerin birleştirilmeleri yoluna gidilmiş, gayr-i Müslimlerin mahkemelerde şahitliği kabul edilmiştir. 1844 yılında mürtetlere (İslam dininden dönenlere) şer’an uygulanması gereken ölüm cezası kaldırılmıştır. Dönmelerin kendi eski dinlerine dönme serbestisi getirilmiştir” (Çelik, 1994, s. 17). Osmanlı Devleti, 1853 yılında Rusya ile giriştiği Kırım Savaşından sonra mali dengelerinin alt üst olması nedeniyle müttefiki konumundaki İngiltere ve Fransa’dan borç almak zorunda kaldı. Böylelikle üst üste binen borç gailesinden kurtulamayacağı bir aşamaya gelindi (Çelik, 1994, s. 18). İngiltere ve Fransa sürekli Rus tehdidini göstererek Osmanlı Devleti’nden tavizler koparma peşindeydiler. Gerçekten de Tanzimat dönemi Osmanlı Devlet adamları, Batı ile münasebetlerini hep Rusya’nın üzerlerine düşen gölgesini hesaba katarak ayarlamışlardı. Batı da Tanzimat bürokratlarının bu Rus fobisinden elinden geldiği kadar faydalanmıştır. Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’ne, Rusya’ya karşı daimî müttefik olma arzularını bildiren İngiltere, Fransa ve Avusturya, bunun karşılığında bazı tavizler isterler. İşte Islahat Fermanı bu ortamda yayımlanmıştır (Çelik, 1994, s. 18-19). Islahat Fermanı, gayrimüslimler ile Osmanlı tebaası arasında suni bir eşitlik getirmiş olup bu durum sonucunda da milliyetçilik akımı içten içe yayılmaya başlamıştır. Tanzimat’tan sonra ortaya yeni bir sosyal ve idari kategori olarak bürokratlar çıkmış ve bunlarla ulemanın, halkın ve aydınların arasında zamanla mesafeler oluşmaya başlamıştır. Ortaya çıkan bu bürokratik sınıf, memuriyeti halka hizmet kapısı olmaktan ziyade bir imtiyaz hâline getirmiştir (Çelik, 1994, s. 20). Bu dönemin en önemli olaylarından birisi de hem ulema hem de yeni aydın sınıfın ilk olarak müstakil ve aktif bir güç olarak siyasi muhalefete başlamalarıdır. Özellikle Âli ve Fuat Paşalar zamanında Beyoğlu’nda yabancı dilde yayın yapan ve sahipleri Osmanlı vatandaşı olmayan gazetelerle azınlıkların gazeteleri birçok şeyi rahat rahat yazmaya başlamışlarken Türkler tarafından çıkarılan gazeteler üzerinde sıkı bir Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 180 kontrol ve baskı kurulmuştur. Türkçe yayımlanan bazı gazetelerin sahipleri de gayrimüslim şahıslardı. Bu durumun ortaya çıkmasında bu kişilerin Bab-ı Ali’nin karşısına dikilebiliyor olmalarının sonucuydu. İşte Yeni Osmanlılar hareketi böyle bir ortamda doğmuştur (Çelik, 1994, s. 25). Hayatı ve Eğitim Durumu Suavi ailesi, aslen Çankırı ili, Çerkeş ilçesinin Viranşehir nahiyesine bağlı bir köyden gelerek yerleşen Cepkenoğlu ailesine mensuptur (Erdül, 2016, s. 22; Çelik, 1994, s. 41). Dr. Abdullah Cevdet, Ali Suavi’nin Kastamonulu olduğunu söyler. Bu ifade de doğrudur. Çünkü Çerkeş daha önce Kastamonu’ya bağlı bir yerleşim yeri idi. Suavi, mütevazı imkânları olan bir kâğıt tüccarının oğlu olarak İstanbul’da dünyaya gelmiştir (Çelik, 1994, s. 41). Ali Suavi, ecdadının ulemadan olmasına karşılık, babasının okuma yazmayı bile İstanbullu olan annesinden öğrenmiş bir kâğıtçı esnafı olduğunu söyler. Babası Hüseyin Ağa, hesabı da dört işlem seviyesinde öğrenmiştir (Mardin, 2017, s. 17; Suavi, 2019, s. 12; Atay, 2018, s. 11). Suavi’nin babası, sıradan, yarı cahil fakat saf ve samimi bir Müslümandır. Annesi şehirli, babasına ders verebilecek düzeyde eğitimli, zamanının kadınlarından daha yüksek bir eğitim düzeyine sahip bir kadındı. Babasının tahsil yapmamış ilim ehline saygılı bir kişilik olmasının ezikliği, annesinin de kendi çapında bilge bir kadın olması Ali Suavi’nin okumaya, ilme heves etmesindeki en önemli faktörlerden birisidir (Çelik, 1994, s. 42). Babasının en önemli özelliklerinden birisi, haksızlığa isyandı. Çırağan’da biten hayatına, isyan duygusu ona babasından geçmişti (Kuntay, 2014, s. 15). Suavi, Davutpaşa İskelesi Rüştiye Mektebinden mezun oldu. Okulu bitirdikten sonra da memurluğa başladı. İlk memuriyeti olan Bab-ı Seraskeri Dersaadet Yoklama Kalemi’nde iki-üç yıl çalıştı (Suavi, 2019, s. 12). Dolayısıyla Suavi’nin 13-14 yaşlarında iken memuriyete başladığı söylenebilir. Bir taraftan da kendisini yetiştirmek için cami derslerine devam etti. Bu çabaları, 16-17 yaşına kadar devam etti (Çelik, 1994, s. 43; Mardin, 2017, s. 400; Kuntay, 2014, s. 13; Erdül, 2016, s. 23). Suavi, 17- 18 yaşlarında iken memuriyetten ayrılarak hacca gitti. İlk eserini de 17 yaşında iken hac yolculuğuna çıkmadan önce İstanbul’da yazdı (Çelik, 1994, s. 43). Hac yolculuğunda, ekonomik sıkıntılar yaşaması sonucu 17 Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 181 yaşında ilk yazdığı eserini, İranlı alimlerden birisine 100 kuruş karşılığında sattı. Böylece, rüştiyeden mezun olduktan sonra ilim çevrelerinde kendisini yetiştirip Arapça ve Farsça öğrenen genç molla, Hacca sadece hac maksadıyla değil, öğrendiği dinî bilgilerin kaynağı olan diyardaki ilim çevreleriyle temasta bulunmak ve ülkesini tanımak amacıyla da gitmiştir (Çelik, 1994, s. 44). “Nitekim, 1875 yılında Paris’te yayınladığı Fransızca bir eserinde söz konusu seyahati esnasında Rumeli hariç bütün Osmanlı ülkesini gezip gördüğünü, dinleri, insanları ve hayat şekillerini yerinde görüp incelediğini belirtir” (Çelik, 1994, s. 44). Buradan hareketle Suavi’nin 17-18 yaşlarında iyi Arapça bildiğini anlıyoruz. Ayrıca hac yolunda ve esnasında boş durmamış, bu sırada her zaman en çok sevdiği hadis ilmi ile uğraşmıştır (Kuntay, 2014, s. 13). Hicazdan önce uğradığı Mısır’dan, üçte biri olmayan bir hadis kitabı, Suyuti’nin “El-Camiü’sSağir” isimli eserini satın alarak yollarda ezberlemiş, Mekke’ye varınca noksanını da orada tamamlayarak onu da ezberler (Çelik, 1994, s. 44; Behramoğlu, 2019, s. 21; Erdül, 2016, s. 24). Öyle anlaşılıyor ki Suavi’nin Hac yolculuğu, asgari bir yılda tamamlanmıştır (Çelik, 1994, s. 45). Hac dönüşü İzmir’e geldiği zaman yedi bin kadar hadisi ezbere biliyordu (Behramoğlu, 2019, s. 24). Suavi’nin hadis ilmine olan ilgisi İzmir’den sonra gittiği Bursa’da da devam eder. Bursa’da iken kendisine teslim edilen Haraççıoğlu Kütüphanesinde bulunan Sahih-i Buhari’yi inceleyerek tekrar edilen hadisleri ayıklar ve yeni bir tarzda yeniden düzenler (Çelik, 1994, s. 45; Kuntay, 2014, s. 13-14). Bursa’da kaldığı süre boyunca ayrıca Ulu Camide halka vaaz da verir. Cemaat alışık olmadığı şeyler duyduğu için etkilenir, şaşırır. Bursa’yı gezmeye gelen kişilerle Yeşil Camii önünde fotoğraf çektirince hakkında olumsuz konuşmalar başlar ve görevden alınır. Buradan Sofya’ya Ticaret Mahkemesi reisi olarak gönderilir (Behramoğlu, 2019, s. 33-34). Suavi, Peygamberimizin hadisleri içerisinde kendisini en çok etkileyenlerin zulüm aleyhine söylenenler olduğunu ifade etmiştir. Kendi ifadesi ile, “Bu hadisler beni mezalim aleyhinde öyle besledi ki, her tüyümü zalime karşı bir kahraman bulurdum. Şöyle ki bir damla vücudum ile zalime hücum etmeğe ve mağlup olduğum halde tarafından katl olunmağa razı olurdum. Ve bu yolda maktuliyeti mucib-i şerife efdal-ı şehadet-itikad eylerdim” der (Çelik, 1994, s. 46). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 182 Tekrar İstanbul’a döndüğü zaman yirmi yaşını aşkın bir yaştadır. İstanbul’un o zamanki fikir muhitlerini teşkil eden bazı paşa konaklarına devam etmeye, bir yandan da Şehzadebaşı Camiinde vaazlar vermeye başlar. “Tanpınar, onun bu vaazlarıyla İstanbul’da büyük bir şöhret kazandığını ve bu sayede dönemin büyük devlet adamlarıyla tanışma fırsatı bularak az çok siyasi bir muhite girdiğini belirtmektedir” (Suavi, 2019, s. 12-13; Erdül, 2016, s. 33). O günlerde Anadolu’daki Rüştiye mektebi sayısının arttırılması gündemdedir. Dönemin Maarif Nazırı muallim mektebinden mezun olan yeni öğretmenlerin gerek sayı ve gerekse de nitelik olarak yetersiz olduğunu düşünerek dışarıdan öğretmen temin etmek için bir imtihan açmıştır. Ali Suavi de bu imtihana girenler arasındadır. Girmiş olduğu imtihanda başarı gösteren Ali Suavi komisyonun takdirini kazanır. “Çok iyi derece ile imtihanı kazanan “Hacı Ali Efendi” Bursa Rüştiyesi muallim-i evvelliğine tayin edilir” (Çelik, 1994, s .48-49). Ali Suavi bu tayinin yapıldığı tarihte sadece Ali Efendi, bazı yerlerde ise hacca gidip gelmesinden dolayı Hacı Ali Efendi olarak bilinmektedir (Çelik, 1994, s. 49; Kuntay, 2014, s. 17-18; Georgeon, 2018, s. 127). Hacı Ali Efendi, Suavi lakabını sonradan almıştır. Suavi kelimesi Arapça olup, yola ve uykusuzluğa karşı dayanıklı anlamında olup aslında onun şahsiyetinin bir ifadesi gibidir (Çelik, 1994, s. 49). Bursa Rüştiyesinde bir yıl muallim-i evvellik yapan Ali Suavi, Sadrazam Âli Paşa’nın daveti üzerine İstanbul’a dönmüştür. Bu dönemdeki hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Osmanlı Müelliflerinin yazarı Mehmet Tahir Efendi, Ali Suavi’ye Bursa’da bulunduğu sıralarda Bursalılar tarafından “Küçük Hoca” dendiğini ifade eder (Çelik, 1994, s. 54). 1861 yılı başlarında İstanbul’a dönmüştür. Bu sıralarda 22-23 yaşlarındadır. Görev yaptığı ve seyahat ettiği yerlerde artık devlet çarkının eskisi gibi dönmediğini görmüştür. Suavi’nin cemiyet hayatına Islahat Fermanıyla birlikte başladığı söylenebilir. Bu yıllarda Islahat Fermanının hiçbir derde deva olmadığını, ancak gayrimüslimler için bir yığın imtiyaz getirdiğini, bir taraftan da devlet otoritesinin zayıfladığını, artan keyfiliği ve çözülüşü görmüştür. Bu yıllardaki gözlemlerini daha sonraki yıllarda bir muhalefet aracı olarak kullanmıştır (Çelik, 1994, s. 57). “Suavi’nin hayatı ve yazdıkları onun çok hırslı bir insan olduğunu göstermektedir. O, bu hırsını ilim tahsil etmek için de kullanmıştır. Zeki Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 183 ve çok kuvvetli bir hafızaya sahip olması bunu kolaylaştırmıştır” (Çelik, 1994, s. 58). İstanbul’a gelen Ali Suavi’nin burada ne kadar kaldığı ve bu sırada neler yaptığı hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. “Ancak onun bu dönemde Osmanlı yönetiminin ileri gelen devlet adamlarına yakın olduğunu ve devletin gidişatını yakından takip ettiğini biliyoruz” (Çelik, 1994, s. 59). İstanbul’dan sonraki seyahati batıya doğru olmuş ve Sofya Ticaret Mahkemesi reisliği yapmıştır. Bazı yazarlar onun Sofya Mekteb-i Rüştiyesinde muallim-i evvellik yaptığını söylerler ancak bu sadece bir tahmindir. Kendisi hayatının bu dönemini “bir aralık” şeklinde anlatmakta olup bu da bize bu aşamanın uzun bir dönem olmadığını göstermektedir (Çelik, 1994, s. 60-61). Buradan sonra Filibe’ye geçerek buradaki medresede hocalığa başlar. Filibe Kaymakamı Ata Bey’le de burada tanışmıştır (Çelik, 1994, s. 61). “Suavi, Filibe’de hangi görev ve sıfatlarla kalmış ve nelere maruz bırakılmış olursa olsun, orada halk tarafından sevildiği muhakkaktır. O, hayatının sonuna kadar Filibeli dostlarıyla irtibatını koparmayacaktır. Hatta onlarla beraber ölecektir”. Ali Suavi’nin buraya kadar olan yaşamı, yetişme, devlet ve cemiyet tecrübesi kazanma, keskin görüşler edinme ve bir nevi dolma dönemidir. Ömrünün bu dönemi için kendisi “bu memuriyetlerle idare-i devletin hakikatini ve keyfiyet-i cereyanını anladım” ifadesini kullanır (Çelik, 1994, s. 64). Şehzade Camii’ndeki sohbetlerine halkın yanında aydın kesiminin de ilgi duyduğu ve takip ettiği bilinmektedir. Buradaki sohbetlerin müdavimlerinden birisi de Namık Kemal’dir. Ancak bu dönemde Ali Suavi ile Namık Kemal arasında yakın bir münasebet ve dostluk yoktur. Fuat Paşa’nın da onun sohbetlerine geldiği, beraber oturup sohbet ettikleri ve hatta yemek yedikleri de bizzat kendi ifadeleri arasında yer almaktadır (Çelik, 1994, s. 64). Hayatının bu aşamasına kadar devletin mülkiye, adliye, maarif ve dinî müesseselerdeki ıslaha muhtaç olan kısımlarını tanıyan Suavi, çöküşün sebebi olarak sitemin kendisini değil, yanlış işletilmesini görmekteydi. Devletin bu durumu diğer aydınlar gibi onu da rahatsız etmekteydi (Çelik, 1994, s. 66). “O, bu rahatsızlıkların kendince sebep ve çarelerini anlatmak, yazmak ihtiyacını hissediyordu. Bunun iki yolu vardı: yazarak, konuşarak. Hayatına bakılırsa o, bu yolun ikincisini, her gittiği yerde yapmıştı ve yapıyordu. Fakat cami kürsülerinden kalabalıklara hitap Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 184 etmek kadar kitap, kitapçık veya makaleler yayınlamak da onun için ihtiyaçtı” (Çelik, 1994, s. 67). Onun bu konuda hazırlığı da vardı. “O, Osmanlı tarihini baştan başa incelemiş ve şu kanaate varmıştı: Geçmişteki başarılar herkesin hak ve vazifelerini bilmesi ve nizamın uygulanmasıyla elde edilmiştir. Nizam uygulanmadıkça, uygulanabilir kanunlara dönüştürülmedikçe düzelmenin imkânı yoktur” (Çelik, 1994, s. 67). Rumeli’den İstanbul’a döndüğü zaman eserlerinin sayısı 127’dir. Bunların çoğu küçük risaleler olup hemen hemen hepsi talebelerin elinde dolaşan yazmalardır (Çelik, 1994, s. 67). Bu durum bize Ali Suavi’nin genç yaştan itibaren kalemi eline aldığı ve yazdığını göstermektedir. Suavi’nin gerek içinde bulunduğu muhit, Şehzadebaşı Camiindeki vaazlarının ona yazarlık ve şöhret yolunu açtığı anlaşılmaktadır. Dinî ilimlerdeki vukufu ve kuvvetli hitabeti sayesinde kısa sürede dikkatleri üzerine çeken Suavi, 1867 yılında Ermeni teb’aya mensup Filip Efendi’nin Muhbir adlı gazetesinde iç ve dış siyasete dair sosyal ve siyasi içerikli bazı yazılar yazmaya başladı. Filip’in gazetesini satabilmek için popüler bir isme ihtiyacı vardı. Bu isim Suavi’dir. Ali Suavi gazetenin bütün yazı işlerini üstlenmiş, hatta tek muharriri gibi çalışmıştır (Suavi, 2019, s. 13). Bir süre sonra devlet aleyhinde yazdığı yazılar, gazetenin kapatılmasına ve Suavi’nin Kastamonu’da ikamete mecbur edilmesine sebep oldu (Çelik, 1994, s. 67). Muhbir gazetesi genellikle eğitim ağırlıklı olmak üzere toplumsal konuları gündemine almış olup 32. sayısından sonra bir ay süre ile kapatılmıştır (Çelik, 1994, s .76). Ali Suavi bir taraftan El-Cevaib gazetesinde de yazılar yazmıştır. Bu arada Muhbir bir ay süre ile tekrar kapatılıp Suavi’nin Kastamonu’ya sürülmesi üzerine gazete sahibi Filip Efendi, bir beyanname yayımlayarak Babıâliden gazetenin niçin kapatıldığını sorar. Namık Kemal de bu beyannameyi gazetesi Tasvir-i Efkar’da yayımlar ve kapatılmayı tenkit eden bir yorum ekler (Mardin, 2017, s. 401; Çelik, 1994, s. 64). Bu dönemde Suavi, Kastamonu’da iki ay civarında kalır. Buradaki hayatının, “fiili siyasetten uzak, ilmi ve pedagojik bir faaliyette geçtiği anlaşılıyor. O, burada da talebeye ders veren, konuşan Suavi’dir. Kendi ifadesine bakılırsa Kastamonu’daki iki aylık sürede üç tane kitap veya risale yazmıştır…” (Çelik, 1994, s. 83). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 185 Suavi’nin Kastamonu’da yazdığı kitaplardan birisinin isminin “Sen de Gemidesin” olduğu, bu dönemde gemi benzetmesini sürekli kullandığı ve devlet erkanını aynı gemide oldukları ve arıza halinde herkesin zarar göreceği yönünde uyarmaya çalıştığı anlaşılmaktadır (Bk. Çelik, 1994, s. 83-84). Yurt Dışına Çıkışı ve Faaliyetleri Ali Suavi, yurt dışına kaçarak çıkmıştır. Onun yurt dışına çıkışında gönüllü gitme veya atama ya da görevlendirme gibi bir durum söz konusu değildir. “Kemal sürülmeden evvel, Suavi sürüldükten sonra Avrupa’ya” kaçar (Kuntay, 2014, s. 48). Mustafa Fazıl Paşa’nın Ali Suavi ile Kastamonu’ya sürülmeden önce Muhbir gazetesinde yazdığı dönemlerde onunla irtibat kurmaya çalışır. Fakat Ali Suavi’nin bu isteğe olumlu yaklaşmaz (Çelik, 1994, s. 85). Yalnız İstanbul’da yaşamakta iken yüksek memuriyetler verilerek taşraya gönderilen Yeni Osmanlıların, kendilerine Mustafa Fazıl Paşa ve destekçileri tarafından önerilen para ve şöhret imkanlarını daha cazip bularak bu yola saptıkları görülmektedir. Nitekim, Namık Kemal ve Ziya, Fransız elçiliğinin yardımıyla yabancı bir gemi ile Ali Suavi ve Agah Efendi de Sukkakini’nin yardımıyla yurt dışına çıkarılmışlardır (Maksudoğlu, 2018, s. 420). Kaçmayı başaranlardan ikisi de Reji (tekel) komiseri Nuri ve Reşat beylerdi. Onlar doğru Paris’e gittiler. Arkalarından Ziya Bey, Agah Efendi, Namık Kemal de Paris’e geldiler. Böylelikle tümü orda toplandı. Öncekiler Ali Suavi’ye pek yüz vermediler. Paris’te bulundukları sürece Mustafa Fazıl Paşa her birine aşamalarına göre maaş bağlayıp geçimlerini sağladı. Mustafa Fazıl Paşa, aşağı yukarı otuz-kırk milyon frank denli bir mirasa konmuştu. Yaşı gereği Mısır Hidivliğinin adayı idi. İstanbul’dayken nazırlık da yapmıştı (Şeref, 1980, s. 135). Suavi Kastamonu’da iken Mustafa Fazıl Paşa’nın bir adamını doksan Osmanlı akçesi ile birlikte ona gönderdiği, onu Paris’e davet ettiği, Paris’te bir gazete çıkaracağı ve maişetinin temin edileceği konusunda kendisine söz verildiği, ondan sadece İstanbul Beyoğlu’na gelmesi ve orada kendisini bulacak olan adama teslim olmasını istediğini görüyoruz. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 186 (Çelik, 1994, s. 86-87). Ali Suavi’nin bu teklif üzerine gidip gitmemeyi ciddi şekilde düşünmeye başladığı anlaşılmaktadır. Suavi, bir hayli tereddütten sonra nihayet Fazıl Paşa’nın davetini kabul eder. 18 Mayıs 1867’de kendisini almaya gelen Yorgi Stenfalis isimli adamla birlikte Kastamonu’dan firar eder. Önce atla İnebolu’ya gelir. Oradan da Trabzon’dan gelen İstanbul vapuruna biner. Gemi Büyükdere açıklarında demirleyince Suavi, güverteye çıkar. Fakat orada Kastamonulu bazı yolcular tarafından tanınır. “Hoca kaçmış” fiskosunun gemide dolaşması üzerine, bir kamarota bir altın rüşvet vererek gemiye yiyecek getirmiş olan bir kayıkla kendisini kaçıran adamla beraber Tarabya’ya ve oradan da başka bir kayıkla Beşiktaş’a çıkar (Çelik, 1994, s. 88). Daha sonra Mustafa Fazıl Paşa’nın kefil-i umuru Deutsch’a gider. Suavi, bu süreçte kendisini misafir eden kişinin adını açıklamamıştır. Ancak bu kişi büyük ihtimalle Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da kaçmasını planlayan Courrier D’Orient gazetesinin sahibi Giampierri’dir. 22 Mayıs 1867’de Messagerie şirketinin Marsilya vapuruna bindirilir. Kastamonu’dan gelirken rüşvet verdiği kamarot tarafından kendisine emanet edilen bazı belgeler de anılan kişi tarafından Marsilya vapuruna getirilir ve vaat edilen rüşvetini de alır (Çelik, 1994, s. 90). Suavi’nin Kastamonu’dan ayrılmasından birkaç gün sonra Zaptiye Müşiri İsmail Paşa, Kastamonu Valisi Ethem Paşa’ya bir yazı gönderilerek Suavi’nin kaçırılması amacıyla oraya bazı adamların gönderildiği, kimseye bilgi vermeden ve dikkat çekmeden Suavi’nin evinin aranması, evde bulunacak evrak her ne ise İstanbul’a gönderilmesi ve kendisinin de gözaltında tutularak şüpheli şahıslardan uzak tutulması istenilir. Fakat bu geç kalmış bir çaba ve tedbirdir (Kuntay, 2014, s. 50-51). Suavi’yi taşıyan gemi İtalya’nın Mesina limanına vardığı zaman, Suavi, denizde sandal içerisinde iki fesli görür ve birini hemen tanır. Bu, Meclis-i valâ azasından Ziya Bey’dir. Güvertede yanına yaklaşan genç bir delikanlı, fesli zatları kendisine tanıtır. Bu genç Mustafa Fazıl Paşa tarafından çıkaracağı gazetenin mürettipliğini yapmak üzere getirilen Ermeni Agop’tur. Fakat Suavi’nin bundan haberi yoktur (Çelik, 1994, s. 90-91). Suavi, 30 Mayıs 1867 tarihinde Ziya Bey ve Kemal Bey’le birlikte Marsilya’dan trene binerek Paris’e ulaşır. Hemen Mustafa Fazıl Paşa’nın Boulevard Malesherbes’teki konağına varırlar. Suavi bu grubu “biz üçler” diye isimlendirmektedir (Çelik, 1994, s. 91). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 187 Mustafa Fazıl Paşa, yeni gelen üçleri, kendilerine ev bulması için Rue Pepiniere’de oturan Şinasi Efendi’ye gönderir. O da onlara aynı sokakta bulunan 4 numaralı binada odalar bulur (Kuntay, 2014, s. 53). “Mustafa Fazıl, Ziya Bey, Namık Kemal, Nuri, Suavi, Mehmet Bey ve Rıfat Bey’den oluşan bir grup Paşa’nın konağında buluşurlar (Çelik, 1994, s. 92; Mardin, 2017, s. 54; Atay, 2018, s. 18). Mustafa Fazıl Paşa Paris’e çağırdığı Yeni Osmanlılardan Ziya Beye 3.000, Kemal ve Rıfat Beylere 2.000’er, Suavi ve Agah efendilere 1.500’er ve Reşat ve Nuri beylere de 1.000’er Frank para verir (Mardin, 2017, s. 54-55). 30 Mayıs 1867’de Suavi ve arkadaşlarının, bazı devlet adamlarına Paris’te suikast girişimlerinde bulunmaları gerekçe gösterilerek Sultan Abdülaziz’in Paris ziyareti bahanesiyle Paris’i terk etmeleri istenilir. Fransız İçişleri Bakanı Marki de La Valette Ziya Bey’le Namık Kemal’i bakanlığa davet eder. Marki’nin almak zorunda kaldıkları tedbirlerden söz etmesine ihtiyaç kalmadan Ziya Bey, arkadaşları ile Londra’ya gitmek üzere bilet aldıklarını beyan edip müsaade ister (Çelik, 1994, s. 95; Behramoğlu, 2019, s. 65). Böylece Ali Suavi, Temmuz 1867 başında Namık Kemal, Ziya Bey ve Agah Efendi ile beraber Londra’ya gitmiştir. Suavi Londra’da arkadaşlarıyla beraber 13 Regent Street’te bir eve yerleşir. Sultan Abdülaziz Londra’ya geldiği zaman Ziya Paşa’nın dışındaki üç arkadaş, Crystale Palace’de fesleriyle Hünkar’ın dikkatini çeker. Padişah, bu fesli gencin kim olduğunu sorar. Fuad Paşa, bu soruyu, “M. Fazıl Paşa kulunuzun teşkil eylediği fırka-yı muhalife efradından bazıları” şeklinde cevaplar (Çelik, 1994, s. 96). Padişahın dikkatini çeken bu gençlerin daha sonra affı ve yeniden İstanbul’a dönmelerinin yolu açılacaktır. Suavi’nin M. Fazıl Paşa’ya ihtiyacı vardı. Çünkü, gemileri yakarak İstanbul’dan firar etmişti. Osmanlı ülkesinde kötü giden durumdan rahatsızlık duyuyordu. Bir şeyler yapabilmek için bir an önce harekete geçmek istiyordu. Ayrıca onu kitlelere götürebilecek bir vasıtaya ihtiyacı vardı. Öte yandan, Muhbir gazetesini paşanın parasıyla çıkarıyordu. (Çelik, 1994, s. 145). Suavi, Babıâlinin dış politikasını her fırsatta tenkit eder. Bu politikanın Müslümanlar için haysiyet kırıcı olduğunu ileri sürer (Çelik, 1994, s. 160). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 188 Yalnız “Mustafa Fazıl Paşa, bir müddet sonra İstanbul’a döndü ve Heyet-i Vukela üyesi oldu. Böylece, Jön Türk grubunun mali kaynağı daraldı.” (Maksudoğlu, 2018, s. 420). Suavi, Muhbir gazetesini başkalarının sermayesi ile çıkarsa da ilk sayıdan itibaren gazeteyi kendisine mal etmiştir. Öyle ki, “Tek muharrirli gazete Muhbir’dir, tek muharrir de Suavi’dir” (Kuntay, 2014, s. 34). Bu durum ve tepkinin en büyük sebebi, Suavi’nin devre dışı edilerek bazı yabancılarla birlikte Baden Baden’de Jön Türk Cemiyetinin kurulması olduğu söylenebilir (Çelik, 1994, s. 145). Suavi’nin başında olduğu haftalık Muhbir gazetesi, ilk yıllarında Yeni Osmanlıların resmî yayını gibidir. Muhbir’de bu yönde bir de yazı bulunuyordu. Daha sonraki yıllarda Paris’te yapılan bir toplantı sonucunda bu yazı kaldırılarak Hürriyet gazetesinin çıkarılmasına karar verilir (Mardin, 2017, s. 402). Bu durumda Suavi’nin Londra’da çıkardığı Muhbir gazetesini, Kemal’le Ziya Paşa’nın yine Londra’da çıkardığı Hürriyet gazetesinin istemeden öldürdüğü söylenebilir (Kuntay, 2014, s. 66). 29 Haziran 1868 tarihinden itibaren yayımlanmaya başlayan Hürriyet gazetesi, Muhbir gazetesinin yerini almış, bütün mali destek ve yardımlar bu gazete için kullanılmaya başlanılmış olup, Muhbir gazetesi Ali Suavi’nin çaba ve gayretleriyle yayın hayatında tutunmaya çalışmıştır (Çelik, 1994, s. 186). Çünkü Ali Suavi, Mustafa Fazıl Paşa’dan maaş alıp aynı cemiyet içerisinde bulunsa da Muhbir gazetesinde kendi bildiğini okuyacağını, ilk sayıda deklare etmekteydi. Suavi, 1867 yılı Ağustos’u sonunda Londra’da Muhbir’i çıkartmakla uğraşırken, Mustafa Fazıl Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa, Agah Efendi ve bazı yabancılar Yeni Osmanlıların tüzüğünü hazırlarlar. 30 Ağustos 1867’de Baden Baden’de gerçekleştirilen bu toplantıya Suavi katılmaz. Belki de çağrılmamıştır (Çelik, 1994, s. 100). Mustafa Fazıl Paşa’nın çevresindeki yabancı kişilerle olan ilişkileri, Padişah’tan İstanbul’a dönmek için izin istemesi, Yeni Osmanlılarla ilgili tüzüğe yabancıların da imza koymaları Paşa’ya karşı Suavi’nin itimadını sarsmıştır (Çelik, 1994, s. 100-101). Ali Suavi, Jön Türklerin aksine Muhbir’deki yazılarında, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Hristiyanlara zulmedildiğine dair iddiayı reddeder. Aksine onların Müslümanlara göre daha iyi koşullarda, imtiyazlı olduklarını ileri sürer. O, kusuru yönetimde, sistemde değil, yönetenlerde, Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 189 uygulayıcılarda arar. Ona göre, İslamiyet’in emrettiği idare tarzı Hristiyanların da Müslümanların da mutlu olması için yeterlidir. Sıkıntı, iş başındaki yöneticilerin sorumluluk taşımamalarındandır. Suavi meşrutiyeti savunurken de onu İslam’ın bir gereği olarak müdafaa eder (Behramoğlu, 2019, s. 66). Yeni Osmanlılar, Suavi’nin görüşlerini kabul etmemekle birlikte onunla karşı karşıya gelmemek için başlangıçta herhangi bir tepki vermemeye çalışırlar. Ayrıca fikrî farklılık dışında yaşam biçim ve tercihleri noktasında da ayrılıklar görülmektedir (Çelik, 1994, s. 104). Namık Kemal, 28 Eylül 1867 tarihinde babasına yazdığı mektupta, “Kahpe Avrupa, evliyayı azdırıyor. Yine aferin Suavi’ye, aferin Kemal’e... Bikrimizle duruyoruz” der. Suavi bu tarih itibariyle hala bekardır. Aynı yıl Marie adında bir İngiliz kadınla evlenir. Suavi’nin yabancı bir kadınla evlenmiş olması sürekli eleştiri konusu yapılır (Çelik, 1994, s. 106-107). Nitekim, yapılan bir eleştiriye Suavi, “İngiltere’de evlendi diyorsun, bu Şer’an caizdir. Zina edemem, nikah ederim” der (Çelik, 1994, s. 107). Ali Suavi’nin Londra’da Muhbir gazetesiyle ilgilendiği günlerde diğer Yeni Osmanlılar, Mustafa Fazıl Paşa’nın parasıyla Avrupa’nın en güzel yerlerinin keyfini çıkarmaktadırlar (Çelik, 1994, s. 108). Eşlerini geride bırakıp gelen Yeni Osmanlıların yaptıkları çapkınlıklar ve gayrimeşru yaşayışları Ali Suavi’nin imzasız mektuplarıyla İstanbul’a iletilir (Mardin, 2017, s. 402). Suavi’nin yaklaşık olarak on yıl kadar kaldığı Avrupa’da kimlerden etkilendiği, kimlerin çevresine girdiği veya hangi fikir cereyanlarının etkisinde kaldığına dair detaylı bir bilgi ve tespit bulunmamaktadır. Yine de Suavi’yi Londra’da bulunduğu dönemde en çok etkileyen kişi Davit Urquhart’tır. Bu şahıs şark dillerini çok iyi bilen, Şarkiyatçı ve etrafında çok sayıda oryantalist olan bir kişidir (Çelik, 1994, s. 113). Suavi’nin irtibatının olduğu diğer kişiler arasında Butler Johnstone ve Charles Wells de bulunmaktadır (Bk. Çelik, 1994, s. 132-144). Suavi, böylece İngiltere’de bulunduğu süre içerisinde Türk dostu olarak görünen İngilizlerden oluşan geniş bir çevre edinmiştir. Suavi her fırsatta, Avrupa’da Osmanlı Devleti’yle ilgili bilinen yanlışları düzeltmeye çalışır. “Ayrıca Suavi, Muhbir’de Girit isyanı, Şark Meselesi, Rus yayılmacılığı, Hristiyanlara tanınan imtiyazlar, kapitülasyonlar, dış borçlanma ve daha birçok konuda dışa karşı tam bir vatanperver tavrı içerisindedir. Dahası da şu ki, Suavi, yukarıda saydığımız meselelerde Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 190 Osmanlının haklı tezini savunmak amacıyla Londra’da bir Türk lobisi kurma gayreti içindedir…” (Çelik, 1994, s. 195). Bu günlerde İngiltere ve Avrupa’da Osmanlıya karşı yürütülen lobi faaliyetlerinin farkına varan Suavi’nin benzer ve daha etkin bir lobiciliği yapma gayreti içinde olduğu anlaşılmaktadır. Devam eden savaşlar nedeniyle Fransa yıkılmak üzeredir. Alman orduları Paris’e girmiştir. Suavi, Lyon’da kendi eliyle yazıp kendi eliyle çoğalttığı gazetesiyle meşguldür. Davasından başka bir şey görmez ve düşünmez. Ümitsizliğe düşmez. Yıkıcı tenkitleri yanında daima yapıcı, iyimser ve sarsılmaz bir savaşçı ruhu vardır. Ne padişah ne vezir ne paşa ne de bey dinler (Atay, 2018, s. 18). Bu özelliğini, çıkardığı gazetelerde yayınladığı yazılarında da göstermiştir. Suavi, bir ara Ulum’u da çıkarır. Aslında Ulum, adı gazete, kendisi on beş günde bir çıkan bir dergidir. Suavi, dağıtımını rahatlıkla yapabilmek için tamamen eliyle yazdığı dergiyi, el büyüklüğünde, litografya ile basar ve zarf içinde posta ile dağıtımını sağlar (Çelik, 1994, s. 201). Ulum, bu haliyle genel, ansiklopedik bir periyodiktir. Tarih, coğrafya, dini ilimler, felsefe, pedagoji, sosyoloji, hukuk, siyaset, fen ilimleri (matematik, jeoloji, kimya, madencilik, fizik, astronomi, biyoloji) Ulum’da yer verilen ilim dallarıdır. Tabiatıyla bunların hiçbirisi saf bilgi olarak verilmez, yazarının tahlil, tenkit ve yorumlarıyla birleşir (Çelik, 1994, s. 204; Behramoğlu, 2019, s. 80). Bu dönem Suavi, kendine destek verecek birilerini arar. Zaten Ali Suavi ile Ziya Bey’in, Hidiv İsmail Paşa ile de yakınlık ve diyalogları vardır. Bu diyalogu Türabi Efendi’nin sağladığı ve Hidiv Paşa’nın 10.000 Frank gönderdiği görülmektedir. (Çelik, 1994, s. 250). Suavi’nin Riyaz Paşa’ya, Ziya Bey’in de Hidiv İsmail Paşa ve Turabi Efendi’ye yazdığı mektuplar, Suavi’nin Mısır’dan para yardımı aldığını göstermektedir. Zira Mustafa Fazıl Paşa’nın yardımlarını kesmesinden sonra Suavi’nin bir matbaa kurduğu ve burada yayın hayatına devam ettiğini görüyoruz. İstanbul’a Dönüşü ve Faaliyetleri Suavi, Sultan Abdülhamit’in tahta çıkışından yaklaşık bir ay sonra yaptığı yurda dönmesine izin verilmesi talebi, özel af çıkarılarak 29 Eylül 1876 tarihli kararla kabul edilir (Kuntay, 2014, s. 128; Çelik, 1994, s. 289). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 191 Ali Suavi, 9 yıl 5 ay önce ayrıldığı İstanbul’a büyük ümitlerle dönmüştür. O, Osmanlı’nın kendine güvenerek eski gücüne ve kudretine yeniden kavuşabileceğine inanıyordu (Çelik, 1994, s. 291). “Avrupa’dan döndüğü zaman yanındaki çok güzel kadın Londra’da evlendiği İngiliz’di…” (Kuntay, 2014, s. 21). Suavi’nin bu dönemde Vakit ve Müsavat gazetelerinde Mithat Paşa ve devletin muhtelif sorunları hakkında yazılar yazar (bk. Çelik, 1994, s. 301-307). Ali Suavi, 1 Şubat 1877 tarihinde Sultan Abdülhamit’in şifahi talimatıyla Mekteb-i Sultani’ye (Galatasaray Lisesi) müdür olarak atanır (Behramoğlu, 2019, s. 91-92; Mardin, 2017, s. 403; Çelik, 1994, s. 310). İlgili karar ise on üç gün sonra çıkmıştır (Kuntay, 2014, s. 134; Kandemir, 1975, s. 52; Çelik, 1994, s. 312). Padişah’ın Suavi’yi Galatasaray Lisesine atamasının altında yatan sebebin, Sultanı ıslahat konusunda ikna etmiş olduğu söylenebilir. Çünkü Suavi, eğitim dilinin Fransızca olmasına karşı çıkmaktaydı (Çelik, 1994, s. 314). Suavi’nin atamasının yapıldığı dönemde Galatasaray Lisesinin müdürü gayrimüslim Sava Paşa, ikinci müdürler (2 kişi) Fransız, okulda 12 Türk Müslüman öğretmen olmak üzere 31 kişi ve 560 öğrenci öğrenim görmekteydi. O zamanlar okulun bünyesinde üç tane de yüksekokul vardı (Çelik, 1994, s. 317). Suavi göreve başladığı zaman okulun Türk ve Müslüman olmayan yerli ve yabancı unsurlara âdeta bir me’kel olduğunu ima eder. Maarif Nazırı Münif Paşa’dan destek görmeyen, hatta resmî yazılarına cevap alamayan Suavi, buna rağmen tasarladığı programı icra eder. Bunu yaparken de kendi ifadesiyle önce Allah’a ve sonra padişahın adaletine güvenmektedir (Behramoğlu, 2019, s. 94; Çelik, 1994, s. 64). Suavi görevden alındığı zaman ise okulda 15 Türk ve Müslüman öğretmen, 15 de gayrimüslim öğretmen ile toplam 375 öğrenci bulunmaktaydı (Çelik, 1994, s. 325). Ali Suavi’nin müdürlük görevinden alınma gerekçesi, Ali Nizami Paşa’nın atama teklifinde ifade edilmiştir. Buna göre; “Ma’rif Nazırı’nı dinlemeyerek başına buyruk hareket etmiş ve devlet memuriyetiyle bağdaşmayan makaleler yayınlamıştır…” (Çelik, 1994, s. 359). Ali Suavi’nin görevden alınmasına dair karar 34 gün sonra yayımlanır. Bu durum, kararın zor ve tereddütle alınmış olduğunu göstermektedir (Çelik, 1994, s. 360). Ancak, Mardin’e göre onun bundan bir süre sonra görevden alınmasına yol açan şey, yetersizliğidir (Mardin, 2017, s. 404). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 192 Ali Suavi’nin padişaha karşı olan sempatisi ve olumlu bakışı, Galatasaray Sultanisindeki görevinden alınınca değişir. 20 Mayıs 1878 tarihinde Ali Suavi, daha önce organize ettiği birkaç yüz muhacir ile Çırağan Sarayını basar. Nöbetçileri etkisiz hâle getirerek Sultan Murat’ın harem dairesine girer ve onu kolundan tutup, “Sultan Murat çok yaşa” naralarıyla onu dışarıya doğru çıkarmaya çalışır. Bu sıra Beşiktaş Zabıta Amiri Hasan Paşa, askerlerle olay yerine gelmiş, muhacirlerin üzerine açılan ateş sonucu 23 muhacir ölmüş, 15’i yaralanmış ve bu arada Ali Suavi de Hasan Paşa tarafından kafasına vurulan sopa ile öldürülmüştür. Sağ kalan muhacirler, askerlerce kuşatılarak tutuklanır (Arabacı, 2016, s. 5; Behramoğlu, 2019, s. 97-98; Çelik, 1994, s. 382; Barış, 2002, s. 236; Kandemir, 1975, s. 53). Zira Suavi, Balkanlardaki Rus ilerlemelerinin önünden kaçmış olan birkaç yüz mülteciyi toplayarak, sarayı zapt etmeye kalkışmış fakat başarılı olamamıştır (Mardin, 2017, s. 404). Çırağan hadisesini François Georgeon ise şöyle anlatır: “Bir kişi sultanın düştüğü bu güç durumdan istifade etmeye çalışacaktır... Sultan Murad, Abdülhamid'in durumu hakkında bilgi edinmeye çalışır ve kendisine en hafif deyimiyle maceracı gözüken bu operasyon karşısında tereddüt ederken, sarayın dışında da harekete tepki örgütlenmektedir. Beşiktaş Karakol Komutanı Hasan Paşa bir avuç jandarmayla yetişir, Yıldız Sarayı'nı çevreleyen kışlalardan çıkan askerler olay yerine koşuşur. Başlayan silahlı çatışmada Ali Suavi öldürülür” (Georgeon, 2012, s. 125- 126). Bu olayda toplam 85 kişinin öldüğü, bunlardan 15’inin asker olduğu tahmin edilmektedir. Pek çok asinin ise kaçmayı başardığı anlaşılmaktadır. Olay geniş bir yankıya sebep olur. Halk, Rus ordularının İstanbul’a girdiğini sanır (Georgeon, 2012, s. 126). Çırağan hadisesi, bir gün dahi sürmemiş bir olay olmasına rağmen, o günkü koşullar ve sosyo-ekonomik yapıda geniş yankıları olan bir kalkışma hareketidir (Georgeon, 2012, s. 126). Türk tarihinde bu olayın tertipleyicileri ile Ali Suavi ve diğer bilinen şahıslar dışında bazı üst düzey devlet adamları ve askerlerin parmağının bulunup bulunmadığı bugün de merak konusudur. Çırağan baskınından sonra baskının başarısız olması ve sona ermesindeki etki ve katkısı nedeniyle Hasan Paşa, Abdülhamit tarafından müşir (mareşal) yapılmıştır. Hasan Paşa, Ali Suavi’yi etkisiz hâle getirdiği sopayı, Beşiktaş’taki karakolun duvarına asıp ziyaretçilerine göstererek övünmüştür (Barış, 2002, s. 236-237). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 193 Osmanlı-Rus Savaşı’nın devam ettiği bir sırada darbe teşebbüsü, Suavi ile ilgili tartışmaları büyütmüştür. Suavi, bazıları tarafından demokratik ideallerinin peşinde ölen ilk modern Türk’tür. Bazı çağdaşlarına göre Suavi bir şarlatandı, sabit fikirli ve huysuz birisiydi (Mardin, 2017, s. 399). Ali Suavi’ye yöneltilen ithamlardan biri de onun İngiliz ajanı olduğuna dair iddiadır. Bu iddiaya gerekçe, onun bir İngiliz kadınla evli olması ve evinde kalacak kadar samimi İngiliz dostlarının olmasıdır. Bu konu ile ilgili şüpheli davranan ve kesin olduğu yönünde davranış sergileyenler de bulunmaktadır. “Enver Ziya Karal, Ali Suavi’nin bir İngiliz dostu olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan ancak İngiltere’nin yardımı ile kurtulabileceğine inandığını söyler” (Çelik, 1994, s. 403). Eşi ile ilgili bilgiler şaşırtıcıdır: “Suavi’nin yabancı uyruklu eşi Mary aslında İngiliz gizli servisinin elemanıydı. Çırağan Sarayı baskınının başarılı olmadığı işaretini alır almaz, kocasının gizli evraklarını yaktı ve limanda hazır bekleyen bir yabancı gemi ile ülkesine kaçtı. Londra’da bir Ermeni ile evlendikten sonra yaşamını Paris’te sürdürdü…” (Barış, 2002, s. 236). Bernard Lewis, Butler Johnstone’nin İstanbul’a gelişi ile Çırağan hadisesi arasında bağlantı kurar. Ona göre Johnstone, Disraeli’nin özel görevlisi olarak İstanbul’a gelmiş ve ardından da Çırağan hadisesi vuku bulmuştur” (Çelik, 1994, s. 404). Çırağan hadisesiyle ilgili olarak İngiliz hükûmeti için rapor hazırlayan İstanbul elçisi Layard raporunda, “İngiliz elçiliğinin Çırağan’a girmeyi başarmış bir elemanı, hükümetin açıkladığı rakamların aksine orada 60-70 ceset gördüğünü beyan etmiştir. Layard, Suavi’nin Sultan Murat’ın huzurunda süngülenerek öldürüldüğünü ve karısının, evdeki evrakını yaktığını da raporunda belirtir” (Çelik, 1994, s. 406). İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Çırağan hadisesinin İngilizlerin Kıbrıs’ı koparmak için tertiplediklerini söylemektedir (Çelik, 1994, s. 417). Ali Suavi’nin Çırağan baskınında öldürülmesi üzerine İngiltere’de yaşayan kayın pederi ve validesi resmi makamlara başvurarak eşi Marie hakkında bilgi istenler. Bunun üzerine yapılan yazışmalar sonucunda Ali Suavi’nin dul eşinin 24 Temmuz’da ülkesine dönmek üzere gemiye bindiği anlaşılır (Bk. Çelik, 1994, s. 420-422). Marie, “eşinin ölümünden bir buçuk ay sonra” ülkesi İngiltere’ye dönmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştır (Behramoğlu, 2019, s. 99). Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 194 Ali Suavi hadisesi, Abdülhamit’i büsbütün çileden çıkarır (Kandemir, 1975, s. 52). Operasyonla iyice yalnızlaştırılan Abdülhamit, diğer düşmanlarına karşı koruma sözü ve güvencesi veren, Rus isteklerini dengelemeye çalışan İngilizlerin Kıbrıs Adası’nı kiralama isteklerine boyun eğer. Eserleri Tanzimat dönemi Türk aydınında, bir taraftan geniş kitleleri aydınlatma, batı kültürü ve yaşam pratiklerini başta siyasi yönetim olmak üzere topluma benimsetme çabası, batılılaşırken batıdan gelen unsurları, ana bünyeye zarar vermeyecek şekilde dönüştürme ve geleneğe eklemleme çabası ve gayreti görülür. Ali Suavi’nin eserlerini de bu zaviyeden değerlendirmek gerekir. Fikir tarihimiz için onu önemli kılan husus, kendi yaşadığı dönemin arayışlarını, fikri çalkantılarını, bütün bir entelektüel hayatın modernleşme çabalarını yansıtması ve geleneğin içinden gelerek gelenekle birlikte bir tür modernleşme arayışı ve bu arayışlarda kendisi olarak kalıp, özünü kaybetmeden batıdan gelen fikrî malzemeyi hazmetme ve kendi düşüncesine benzetme çabası olarak görülebilir (Suavi, 2019, s. 16-17). Ali Suavi öncelikle mücadelesine İstanbul’da başlamıştı. Fakat İstanbul’da fazla kalamamıştır. Nazarı dikkati çekmesi üzerine yazdığı gazete (Muhbir) kapatılır. Ruhundaki sönmeyen didişmek, uğraşmak, bağırmak ateşi ile İstanbul’la alakasını keser ve Avrupa’ya gider. Londra’da neşre başlar. Suavi, Avrupa’da yalnız değildir (Kandemir, 1975, s. 13). Zaten darbecilerin, hemen hemen bütün darbelerde icraata geçmeden önce basın yayın sektörünü çok iyi kullandıkları bilinmektedir. “Jön Türklerin, çoğunluk Türkçe olmak üzere çeşitli dillerde yüz elli civarında gazete çıkarmış olmaları, zihinsel yönlendirmenin, eleman kazanmak için propaganda yapmanın ne kadar önemsendiğini vurgulamaya yeterlidir.” (Arabacı, 2016, s. 7). Suavi de düşüncelerinde karmaşık bir yapı sergiler. Vatanseverlik yönüyle, Avrupa’nın Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasına açıkça karşıdır. Her şeyin ötesinde Rusların amansız düşmanıdır, onların Türkistan ve Balkanlardaki kışkırtmalarını bıkıp usanmadan eleştirir, kınar. “Sarıklı ihtilalci” olarak bir İslam radikalizm biçimini temsil Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 195 etmektedir. “Halk sınıflarıyla özdeşleşerek kendini kitlelerin özlemlerinin temsilcisi olarak gösterir ve otoriteye karşı direnişi vazeder. Adalet düşüncesini bayrak ederek, mevcut düzene karşı başkaldırıyı İslam aracılığıyla meşrulaştırır” (Georgeon, 2012, s. 127). Ali Suavi, toplam 38 yıllık son derece dalgalı ve zorlu hayatına çok sayıda eser sığdırmıştır. Ancak eserlerinin birçoğu maalesef günümüze ulaşamamıştır. Sosyal, siyasi, ekonomik, dinî ve tarihî konularda yazdığı yazılar, ansiklopedi ve sözlük yazma girişimleri yanında özellikle felsefe tarihçiliğimizin inşası bakımından önemli bazı faaliyetlerde de bulunmuştur. O, batı düşüncesinin felsefi temellerine uzanarak felsefi düşünceyi memleketin efkâr-ı umumiyesine tanıtmak amacıyla ilk defa, telif bir felsefe tarihi yazmaya teşebbüs etmiştir. Suavi, Tarih-i Efkâr adını verdiği eserinde İlk Çağ Yunan felsefesinden başlayarak bir felsefe tarihi yazmayı planlar. Ancak eserinin yalnızca Pre-Sokratikler’in sonuna kadar olan kısmını tamamlayabilir (Suavi, 2019, s. 24). Ali Suavi’nin elde mevcut 17 telif eser, 4 adet tercüme, 34 adet sözü edildiği hâlde bulunamayan eseri, 2 adet yarım kalan eseri, 3 adet telif veya tercümeye niyetlendiği eseri, koleksiyonu elde mevcut 5 adet süreli yayın, adı olup bulunamayan 3 adet süreli yayın, yazı yazdığı 9 adet Türkçe gazete, 2 adet Fransızca gazete, 2 adet İngilizce gazete ve 1 adet İtalyanca gazete olmak üzere toplam 82 farklı yayınından bahsedilmektedir (Bk. Çelik, 1994, s. 467-473). Ali Suavi, terakki kavramının öncelikle manevi alanda olması gerektiğini, ekonomik kalkınmanın temelinin de manevi kalkınma olduğunu, fen ilimleri ile dinî ilimlerin birlikte okutulması gerektiğini, manevi değerlerden boşalmış bir devletin maddeten güçlü olsa bile yıkıma uğrayacağını ifade eder. Özetle, Müslümanlığın terakkiye mâni olmadığını söyler (Çelik, 1994, s. 666). “Suavi’ye göre, insanın sahip olduğu hakimiyetin izafi bir tabiatı vardır; yani, o bizzat kendisi üzerine hükümrandır ve ilahi kanunun emrine itaat ettiği sürece hareketlerine hemcinslerinden hiç kimsenin müdahaleye hakkı yoktur” (Mardin, 2017, s. 407). Değişik akımlara yönelmiştir. Suavi, bir “Türkçü” olarak yazılarında “Türkler”e o zamana kadarkinden daha büyük bir önem vermesine rağmen, onun, İslam kardeşliği ile çok daha fazla ilgilendiği söylenebilir” (Mardin, 2017, s. 412). Bu durum da Ali Suavi’nin teolojik Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 196 bir alt yapısının olduğunu gösterir. Bu yönüyle diğer Yeni Osmanlılardan ayrılmaktadır. Sonuç Çankırılı bir tüccarın oğlu olarak dünyaya gelen Ali Suavi, okuma yazma bilmeyen babasından ziyade annesinin gayret ve çabası ile zamanına göre iyi bir eğitim görmüş, çok zeki olmasının da etkisiyle kısa zamanda dikkat çekmiştir. 17 yaşında iken Mısır üzerinden hacca gitmiş, Mısır’dan aldığı Ramuz’el-Ehadis isimli hadis kitabını kısa zamanda ezberlemiş, yaklaşık bir yıl süren hac seyahatinde iken ilk kitabını yazmış ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle İranlı bir tüccara bu kitabını satmıştır. Hac dönüşü Bursa, Kütahya gibi yerlerde öğretmenlik, Filibe’de hakimlik yapan Suavi, İstanbul’a dönünce büyük camilerde, üst düzey yöneticilerin de dinlediği vaazlar vermiştir. Bu yıllarda aynı zamanda Muhbir gazetesinde yazı yazmaya başlamış, yazılarında kullandığı dil, içinde yer aldığı örgüt ve zamanın hükümetine yaptığı eleştiriler nedeniyle Kastamonu’ya sürgüne gönderilmiştir. Buradan sonra İnebolu ve İstanbul üzerinden Fransa’ya kaçmıştır. Londra ve Paris’te yaşadığı dönemlerde gazete çıkarmaya devam etmiş, arkadaşları ile fikri ve yaşamsal ayrılığa düşmesine rağmen kendi bildiği doğruları yazmaya devam etmiştir. Londra’da diğer arkadaşlarının aksine Mary isimli bir İngiliz kadınla evlenmiş, tanınmış İngiliz ve Fransız düşünürleriyle tanışarak sosyal çevresini genişletmiş, bir taraftan da sosyal, ekonomik, politik, siyasal, pedagojik, teolojik vb. konularla ilgili yazılarına devam etmiştir. Yaklaşık on yıllık Avrupa döneminden sonra Padişahın izniyle İstanbul’a dönmüş, tercüme ofisinde ve Galatasaray Lisesinde müdürlük yapmıştır. Dönemin Maarif vekili ile anlaşamaması nedeniyle görevden alınmış, Çırağan baskınına kadar ne yaptığı çok da iyi bilinmemekte olup, söz konusu baskında öldürülmüştür. Kısa hayatına çok sayıda kitap, makale vb. sığdıran Suavi, Jön Türkler arasında düşüncelerini en çok teolojiye dayandıran kişidir. Türkçe vaiz, namaz, faiz vb. konulardaki görüşleri nedeniyle eleştirilen Suavi, İngilizlere Kıbrıs’ın verilmesi konusunda İngilizlerce kullanıldığı ve gerek eşi ve gerekse diğer yaşananlar onun İngiliz ajanı olduğu tezini güçlendirmektedir. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı: 7, 2021 Güz, e-ISSN: 2651-4605 Gök, M. (2021). Bir ihtilalci olarak Ali Suavi. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi, (7), 173-198. 197 Sonuç olarak Ali Suavi, zamanın koşullarına göre iyi yetişmiştir. Zeki, kısa sayılabilecek ömrüne çok şey sığdıran, düşündüğünü sonucunu düşünmeden yapmaya çalışan ve doğru bildiğini söylemek ve yazmaktan çekinmeyen biridir. Ona, İngilizlerce kullanılan ancak mankurtlaştırıldığının söylenmesi zor olan, sarıklı ihtilalci bir Osmanlı aydınıdır diyebiliriz
‘’Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!’’[1]
Allah Teâlâ bir başka ayet-i celile de ise:
‘’Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.’’[2]
Görüldüğü gibi Yüce Allah"kendi yolunu: sırat ve sebil"tekil olarak zikrederken, ona muhalif olan"yolları: es-subul"çoğul olarak zikretmiştir.
İbn Mes’ud (r.a.) dedi ki:
Rasûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)önümüze bir çizgi çizdi ve:"Bu, Allah’ın yoludur."dedi.
Sonra o çizginin sağında ve solunda bir takım çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu:
"Bunlar da değişik bir takım yollardır. Bu yolların her birisinin başında ona davet eden bir şeytan vardır."
Daha sonra Yüce Allah’ın:‘’Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.’’buyruğunu okudu.[3]
İşte buradan şunu anlıyoruz: Kulun Rabbinden dosdoğru yola iletilmeyi istemesi her türlü zorunlu ihtiyacın da üstündedir. Bundan dolayı Yüce Allah namazda her bir rek’atte Fatiha’yı okumayı teşri’ buyurmuştur. Bu Fatiha’nın okunması, bu husustaki ilim adamlarının farklı görüşlerine göre ya farz ya da vacib’tir. Buna sebep kulun bu çok değerli, en üstün ve en şerefli ihtiyacı kapsayan böyle bir duaya muhtaç oluşudur. Yüce Allah bize:"Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramışlarınkine de, sapıklarınkine de değil"[4]diye dua etmeyi emretmiştir.[5]
Allah Rasülü(sallallâhü aleyhi ve sellem)Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak; birisi hariç diğer hepsi Cehennem’de olacak”
Oradakiler, hayretle:“O kurtulacak grup hangisidir Ya Rasülallah”diye sordular,
Efendimiz(sallallâhü aleyhi ve sellem):“Benim ve Ashabımın yolunda olanlar”[6]buyurdu.
Bu kurtulan fırkaya“Fırka-i Naciye”denir. Bu fırkanın bir diğer ismi“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”fırkasıdır. Rasulullah Efendimiz(sallallâhü aleyhi ve sellem)inanç, ibadet, ahlak ve yaşantı olarak kurtuluşun cemaate tabi olmakta ve İslam’ı cemaat halinde yaşamakta bulunduğunu belirtmiştir.[7]
Ehl-i sünnet inancı, Yüce Allah’a kulluğun ve dostluğun temel şartıdır. Kurtuluş ondadır. Cennetin anahtarı bu imandır. Ehl-i sünnet demek, Kur’an ve sünnetin öğrettiği şekilde inanan ve yaşayan grup demektir. Bütün mesele, bu grubun içinde olmak ve kalmaktır. Çünkü ebedî kurtuluşa vesile olacak iman ve Allah Teâlâ’yı tanımak ancak böyle mümkün olmaktadır.
Menkıbe
Ebü'l-Hasan Salah isimli bir zat gece rüyasında Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem)Efendimizi gördü.
Dört halifesi sağ tarafında, Ahmed-i Câmî (k.s) hazretleri sol tarafında oturuyordu.
Resûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)Efendimiz Eshâb-ı kirâm ile konuşuyordu. Konuşmaları bitince, Ebü'l-Hasan selâm verip huzura yaklaşarak;"Yâ Resûlallah! Bugün kendisine uyulacak zat kimdir? Kime uymak lazımdır."diye sordu.
Resûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)Efendimiz, Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi işâret ederek;"Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat."buyurdular. Ehl-i sünnet vel-cemâat ile Ahmed Nâmıkî'yi kastetmişlerdi.[8]
Evet, Kur’an ve Sünnete uyan bir kâmil mürşidi bulan, ona samimiyet ve sadakatle tabi olan bir kimse ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bulmuş demektir.
İmanın hakikati akla ve nefse değil, vahye ve sünnete uymakla anlaşılır. Sünnete uymak için Ashab-ı Kiram’ı tanımak ve takip etmek gerekir. Çünkü bizimle sünnet arasında onlar köprü vazifesi görmektedir.
Selefiyye, Maturidiyye ve Eş’ariyye mezhepleri Eh-i Sünnet inancını temsil etmektedir.
Bunlardan başka birçok itikadı görüş ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bunların başında Hariciyye, Şia, Mutezile, Mürcie, Cebriyye ve Müşebbihe grupları gelir. Bunların da birçok kolları mevcuttur. Bu gruplar Ehl-i Sünneti temsil etmemektedir. Birçok yönden hataları ve hak çizginin dışında görüşleri vardır. Bunun için onlara bidat ehli denir, fakat kâfirdir denmez.
Fudayl bin Iyâd (r.ah) hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Ehl-i sünnet bir kimseyi görünce, sanki Eshâb-ı kiramdan birini görmüş gibi olurum. Bid'at ehli birini gördüğüm zaman da, münafıklardan birini görmüş gibi olurum."
Hasan bin Ali Berbehârî hazretleri ise bid’atların nasıl yayıldığına şöyle dikkat çekmiştir:
"Ortaya çıkarılan her bid'at, önce az bir şeyle başlatılır. Sanki hakka, doğruya benzer, buna dalan aldanır. Artık ondan kurtulamaz, iş büyür. Böylece bozuk bir yola girmiş olur. Bu iş dinden çıkmasına kadar uzanabilir. Zamanın insanlarının söylediklerine iyi bak. Acele etme. Âlimlerden işitmediğin ve onların nakletmediği bir işe dalma."
El-İrbad b. Sâriye’den şöyle dediği sabit olmuştur:
Rasûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)bize son derece etkili bir öğüt verdi. Bundan dolayı gözler yaşardı, kalpler ondan ötürü titredi.
Birisi:‘’Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt sanki veda eden birisinin öğüdüne benziyor. Sen bize neyi emredersin?’’dedi.
Şöyle buyurdu:"Ben size dinleyip, itaat etmeyi emrediyorum. Gerçek şu ki aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar çok ihtilaflar göreceklerdir. Sizler benim sünnetimden ve benden sonra gelecek olan hidayete iletilmiş, raşid halifelerin sünnetinden ayrılmayın. Ona sımsıkı yapışın, onu azı dişlerinizle kavrayın. Sonradan çıkan uydurma işlerden sakının; çünkü her bir bid’at dalâlettir."[9]
Günümüzde modern isimler altında insanlara mutluluk vadeden birçok bozuk fikir, felsefe, akım ve gruplar vardır. Bunlar, şeytanın güzel gösterdiği, nefsin hoş bulduğu yanlış yollardır. Başında Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in(sallallâhü aleyhi ve sellem)bulunmadığı hiçbir yol, Yüce Allah’a gitmez, cennete götürmez, ebedi mutluluk vermez.
Ubeydullah-ı Ahrâr (k.s) hazretleri Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek şöyle buyurmuştur:
"Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem."
S. Abdulhakim Hüseynî (k.s) hazretleri ise şöyle buyurmuştur:
“İşin esası, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadını öğrenip, ona göre imanı düzeltmek ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleriyle amel etmektir. İmanı Ehl-i Sünnet itikadına göre düzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.‘’
Menkıbe
Mevlânâ (k.s) hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vaaz ve nasihatleriyle hasta kalplere şifa olan sözler söylerdi.
Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihya etmelidir. Allah Teâlâ’nın sevdiği ameller, ibadetler ile helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, razı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber s.a.v. Efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum.
Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riayet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyamet günü bizi göremeyeceklerdir" buyurdu.[10]
Ehl-i Sünnet inancın temel anlayışını ve genel özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
Dinin kaynağı vahiydir. Vahyin kaynağı âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dır. Aklın görevi ortaya yeni bir din koymak değil, Allah’tan gelen vahyi ve onu tebliğ eden peygamberi doğru anlamaktır.
Ehl-i Sünnet, Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir inanç ve ibadeti kabul etmez. Kur’an ve sünnetten tasdik almayan bütün inanç, fikir ve felsefeler batıldır.
Kur’an-ı Hâkim Allah Teâlâ’nın kelamı olup ilahi koruma altındadır. Onu açıklayan ve uygulayan sünnet de bu korumanın içindedir. Din işlerinde Hz. Peygamber’e(sallallâhü aleyhi ve sellem)tabi olmak farzdır.
Kur’an ve aklım bana yeter, peygamberin görevi sadece Allah’ın ayetlerini tebliğ etmektir, vefatıyla vazifesi bitmiştir, bundan sonrası bize aittir, onun sünnetine tabi olmak gibi bir görevimiz yoktur demek küfürdür. Çünkü bu anlayış bizzat Kur’an ayetlerine aykırıdır.
Kur’an ve sünneti anlamak için elbette aklı kullanmak gerekir. Bazen ayet ve hadisleri yorumlamak icap eder. Buna tevil etmek denir. Usul ve edebine göre; ehlince tevil etmek, yeni yorum yapmak günah değildir; ihtiyaç anında gereklidir. Bütün mezhepler işte bu yorum farkından ibarettir.
Ashab-ı Kiram (r.anhüm) din işlerinde bizim için bir delil ve kaynaktır. Onların din ile ilgili söz ve uygulamaları bizi bağlar. Ancak Ashabın aynı konudaki farklı görüşleri arasında tercih yapılabilir.
Dinî konularda bütün sahabe yalandan uzak, doğru sözlü, adaletli, iffetli, dini bütün şerefli kimselerdir. Hepsini sever, hürmet ve saygı ile anarız. Aralarında derece ve fazilet farkı bulunduğunu kabul ederiz.
Ashabı sevmek Allah ve Rasulü’nü sevmektir. Allah Teâlâ’nın insanlar içinden seçip Peygamberinin(sallallâhü aleyhi ve sellem)yardımcısı ve arkadaşları yaptığı, onlar vasıtasıyla dinini yaydığı kimseleri sevmekten hangi mümin rahatsız olur? Hiç şüphesiz onları sevmek imanın bir parçasıdır. “Akidetü’t-Tahâvi” adlı meşhur akaid kitabında Ehl-i Sünnet’in Ashab sevgisi şöyle zikredilir:
“Biz, Allah Rasulü(sallallâhü aleyhi ve sellem)Ashabını severiz, ancak sevgide aşırılığa gitmeyiz. Ashab-ı Kiram’ın hiç birini ayırt etmeyiz. Onlara buğz edene buğz ederiz ve o kimseyi hayırla anmayız. Ashabın hepsini hayırla anarız. Ashabı sevmek din, iman ve ihsandır; onlara kin ve nefret ise küfür, nifak ve azgınlıktır.”
Allah Rasulü(sallallâhü aleyhi ve sellem)şu uyarısını hafife almak mümkün mü?“Ashabımı seven, beni sevdiği için sevmiştir. Onlara buğzeden ise beni sevmediği için onlara buğzetmektedir. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden Allah’ı gazaba getirmiş olur. Allah’ı gazaba getiren kimsenin ise helak olması yakındır.”[11]
Şibli (k.s) hazretleri ise‘’Ashab-ı Kiram’a hürmet etmeyen kimse, Hz. Muhammed’e(sallallâhü aleyhi ve sellem)iman etmiş olamaz.‘’buyurmuştur.
Bir atasözünde ise‘’Dalına düşman olan, köküne düşman olur.‘’diye ifade edilmesi bu cihettendir.
Büyük âlim Abdullah b. Mübarek (r.a) der ki:“Şu iki haslet kimde bulunursa, o kimse kurtulur: Sözü ve özüyle doğruluk ve Allah Rasulü(sallallâhü aleyhi ve sellem)Ashabını sevmek.”[12]
Allah Teâlâ, bütün sahabelerden razı olduğunu ve onları sevdiğini bildirmiştir. Nitekim"Allah onların hepsinden razıdır. Onlar da Allah 'tan razıdırlar"[13]buyrulmuştur. Allah'ın bunlardan razı olması değişmez. Sahabeden herhangi birini kusurlu bilmek ve kötülemek, bu âyete inanmamak demektir.
Hz. Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem), sahabeden hiçbirinin kâfir olmayacağını, hepsinin cennete gireceklerini haber vermiş ve herhangi birine dil uzatmamızı yasaklamıştır.[14]Sahabeden hiçbiri mürted ve münafık olmaz. Münafıklar, sahabeden değildir. Münafıklardan birkaçının, inanmadıklarını sonradan açıklamaları, sahabenin sonradan mürted olması demek değildir. Bilindiği gibi sahabe arasında münafıklar vardı. Bunlar İslâm'ın ilk zamanlarında belli değildi. Fakat Hz. Peygamberin(sallallâhü aleyhi ve sellem)son senelerinde, münafıklar müminlerden ayrıldı. Resülullah'ın(sallallâhü aleyhi ve sellem)vefatından kısa bir zaman sonra, bu münafıklardan kimse hayatta kalmadı. Nitekim Hak Teâlâ,
“Allah, müminleri şu bulunduğunuz durumda bırakacak değildi; sonunda murdarı (münafıkları) temiz olandan (müminlerden) ayıracaktır"[15]buyurmaktadır.
Sahabeyi, Resülullah'ın(sallallâhü aleyhi ve sellem)arkadaşları oldukları için sevmeliyiz. Çünkü sahabenin nail oldukları şeref pek yüksektir. Bu şerefe başkaları kavuşamaz. Resülullah'ın(sallallâhü aleyhi ve sellem)mübarek nazarı onlara işlemiş ve hepsine manevi imdat ile yardım etmiştir. Onlar ki,
"Beni gören veya beni göreni gören bir Müslüman’a ateş değmeyecektir"[16]denilen kimselerdir.
Ashap ve ashaba tâbi olmanın ne demek olduğu, bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki? Acaba bu yüce mertebeye ulaşmak, sadece Müslüman olarak Hz. Muhammed'e(sallallâhü aleyhi ve sellem)bakmakla mı, yoksa onun bir anlık nazarına/bakışına mazhar olmakla mı elde ediliyor? Bu nasıl bir bakıştır ki, gördüğü kimseye ateş değmiyor. Dahası, o kutlu nazara mazhar olanın nazar ettiğini de ateş yakamıyor. Bu sebepledir ki hiçbir veli bir sahabenin derecesine yükselemez. Çünkü sahabeler, insanlık âleminin en hayırlısının sohbetinde bulunmuşlardır. Veysel Karanî hazretlerinin [r.a], o kadar şanı yüce olmasına rağmen, Hz. Peygamberi(sallallâhü aleyhi ve sellem)görmediği için, sahabeden mertebesi en aşağıda olanın derecesine bile erişemedi. Nitekim Abdullah b. Mübârek [r.a] hazretlerine,
"Hz. Muâviye mi (r.a) yoksa Ömer b. Abdülaziz (r.ah) mi daha hayırlı ve derece bakımından daha üstündür?"diye sorulmuştu. Abdullah b. Mübârek (r.a),
"Resûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)ile olduğu sırada ve onunla beraber yürürken Hz. Muâviye'nin (r.a) atının burnuna giren toz bile, Ömer b. Abdülaziz'den (r.ah) kat kat daha hayırlıdır"dedi.[17]
Evet, Ehl-i beyt'in ve sahabenin tamamını sevmek, ancak Ehl-i sünnet'e nasip olmuştur. Onlardan başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Çünkü Ehl-i beyt'e muhabbetin olmayışı, Hâricilik'tir. Ashaba karşı tavır almak, Râfizîlik'tir. Bütün sahabelere saygı ve sevgi göstererek Ehl-i beyt'i sevmek ise Ehl-i sünnetin inancıdır.[18]
Ashabın en üstünü Hz. Ebu Bekir’dir (r.a). Ondan sonra sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) gelir. Hak olan halifelik sırası da bu sıraya göredir. İçlerinden hiçbirisi diğerine haksızlık ederek halife olmamıştır.
Allah Resûlü’nün(sallallâhü aleyhi ve sellem)temiz ailesini ve şerefli neslini yani Ehl-i Beytini sevmek de imanın gereği ve Peygamber sevgisinin alametidir. Ehl-i Beyt, Resûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)Efendimizin ailesi ve evlatlarından oluşur. Bu şerefli nesil, Hz. Fatıma’nın (r.anha) evlatları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a) efendilerimiz yoluyla devam etmiştir. Kıyamete kadar da devam edecektir. Bu şerefli nesil bizlere Hz. Resûlullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)Efendimizin bir emanetidir. Kıyamet günü onlara karşı nasıl muamele ettiğimiz sorulacaktır.
Muhammed b. Hanefiyye (r.ah) şöyle buyurmuştur:"Bir kimse seyyidleri ve âlimleri severse, o kimse çok günahkâr bile olsa, Allah Teâlâ o kimseye pek çok ihsanlarda bulunur."
Menkıbe
Hz. Peygamberin(sallallâhü aleyhi ve sellem)soyundan gelen bir kadın Semerkand şehrine göçmüştü.
Şehre yeni geldikleri için kimseyi tanımıyorlardı. Önce bir mescide gidip dinlendiler. Anneleri kızlarını mescidde bırakıp yiyecek tedariki için dışarı çıktı şehrin valisine başvurdu halini ona arz etti. Peygamber soyundan olduğunu söyledi. Kendine bir gecelik erzak vermesini istedi.
Adam yardım etmeye yanaşmadığı gibi kendisinin yoksul olduğuna ve peygamber soyundan geldiğine dair bir belge getirmesini istedi. Seyyide yabancı biri olduğunu şehirde kendisinin kimsenin tanımadığını dolayısıyla belge getiremeyeceğini söyleyince vali kendisinden yüz çevirdi ve bir şey vermedi.
Bundan sonra kadın bir mecusiye uğradı durumunu ona anlattı. Mecusi ona inanıp sözlerini doğruladı. Kendileriyle ilgilendi adamlarından biriyle yiyecek ve eşya gönderdi. Onlara kalacakları bir yer tahsis etti.
Bu vali gece rüyasında kıyametin koptuğunu, Resulullahın(sallallâhü aleyhi ve sellem)yeşil zümrütten büyük bir köşkün yanı başında Livaül Hamd sancağının yanında durduğunu gördü.
Bu köşkün kime ait olduğunu sordu. Resulullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)tevhid ehli Müslüman bir kimseye ait olduğunu söyledi.
Vali,‘’ben Allah’ın birliğine inanan bir müslümanım‘’dedi.
Resulullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)‘’Allah’ın birliğine inanan bir Müslüman olduğunu ispatlayacak bir belge getir!‘’deyince vali şaşkına döndü.
Dehşet içinde uyandı. Akşam yattığından pişman oldu ağlayarak saçını başını yoldu. Kalkıp o yoksulları aramaya koyuldu.
Mecusi’nin evinde olduklarını öğrenince gidip onları mecusiden istedi, fakat mecusi onları vermedi.
Vali,‘’sana bin altın lira vereyim yeter ki onları bana ver‘’diye rica edince, mecusi şunları söyledi;
‘’Ben ve ailem bunların bereketi ile akşam Müslüman olduk senin bu gece görmüş olduğun rüyanın aynısını bende gördüm. Resulullah(sallallâhü aleyhi ve sellem)bana, ‘Cennetteki bu köşk senin ve ailenindir’ buyurdu.’’[19]
Evet, seyyidler bize emanettirler. Onlara karşı hürmet, sevgi hizmetin yanında, güç nispetinde maddi ihtiyaçlarını gidermek ve ayrı bir vazifedir, şerefli bir görevdir. Seyyidlerin hizmetini üstlenen kimsenin, onları asla incitmemesi ve hiçbir minnet altına sokmaması gerekir. Her mümin bu hizmeti gücü kadar üstlenmeli, kendini zora sokarak ihlâsını bozup zarar etmemelidir. Seyyidler herkese rahmet sebebidirler. Onları Allah için seven ve hizmetlerini gören herkes hayır bulur. Bu sevgi ve hizmet, sahibinin ahirette Allah Resulü(sallallâhü aleyhi ve sellem)ile buluşturur ve onun şefaatine vesile olur. Onlara yapılan hiçbir iyiliği yüce Allah karşılıksız bırakmaz.
Bizden önce geçen bütün müminleri kardeş bilir, hepsini hayırla anarız. Onlar için hayır dua ve istiğfar ederiz. İyi örneklere tabi olur, kusurlu gördüklerimizin affı için Yüce Rabbimize yalvarırız.
Büyük günah işledi, hata etti, farklı fikir söyledi diye hiçbir mümini küfürle suçlamayız. Ben Müslümanım diyen bir kimsenin apaçık dinden çıktığını gösterecek bir söz veya fiiline şahit olmadıkça, ona“sen dinden çıktın”demeyiz.
Bir kimsede onun mümin olduğunu gösteren bir alamet görsek, aynı şahısta doksan tane de küfür ve fasık olduğunu hissettiren alametler gözükse, o kimsenin imanına şahitlik ederiz. Tek bir iman alameti, pek çok küfür alametine tercih edilir. Herkesin halini en iyi bilen ve hesabını eksiksiz görecek olan Allah Teâlâ’dır.
Büyük günah işleyen bir kimse, işlediği fiilin haram olduğunu kabul ediyorsa dinden çıkmaz, sadece günahkâr olur. İşlediği günaha tövbe etmesi farzdır.
Yapılması emredilen bir farzı terk eden kimse, onun farz olduğunu kabul ediyorsa, o da dinden çıkmış olmaz. Günahkâr olur, tövbe etmesi ve ilahi emri yerine getirmesi farzdır.
Müslümanlar arasında ihlâs, ibadet ve takvada farklar vardır. Allah katında en makbul ve en faziletli kul, Allah’tan en çok korkan ve O’nun hukukunu en iyi koruyan kimsedir.
İman edilecek esaslar artıp eksilmez fakat kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır, ibadet neşesini yok eder.
Bütün müminler Allah’ın dostudur. Müminler içinde muttaki olanlar ve takvada zirvede bulunanlar, diğer müminlerden ayrı olarak Allah Teâlâ’nın özel dostluğunu elde etmişlerdir. Onlar Kur’an’da “muhsin”, “mukarrabun”, “ebrar”, “muttaki” “ricalullah” “evliyaullah“ gibi isim ve sıfatlarla tanıtılmış salih müminlerdir.
İbn-i Vefâ (r.ah) şöyle buyurmuştur:"Sakın Allah Teâlâ’nın lütfüne mahzar olmuş ve senden üstün kılınmış bir kimseye haset etme. Çünkü hasedin sebebiyle Allah Teâlâ’nın gazabına uğrayabilirsin. Çehren değişip, kötü akıbetlere düşebilirsin. Nitekim Âdem (a.s)’a haset edip, böbürlenerek secde etmeyen iblis, melun oldu. İblis’in bu hâlinde senin için bir ihtar vardır. Şöyle ki: Hakk'a davet eden gerçek bir rehber gördüğün zaman, sakın ona haset etme ve ona itaat etmekten kaçınma, ona uy! Böyle yapmadığın takdirde, menfi hareketin, sendeki razı olunan güzel sıfatların tamamen silinip, gazabı celb eden kötü sıfatlara düşmene yol açar. Fakat Ehl-i sünnet itikadında olan, yetişmiş ve yetiştirebilen bir hidayet rehberine tâbi olman, senin şeytani suretini melek suretine çevirir. O zaman gerçek kulluk zirvesine doğru yükselmeğe başlarsın."
Bu sıfattaki insanlar, kıyamete kadar her devirde bu ümmetin içinde bulunurlar; Allah yolunda insanlara rehberlik yaparlar, sönmeye yüz tutmuş dini anlayışı yeniler, ibadet ve kulluk hayatını canlandırırlar. Onlara müceddid ve mürşid denir.
Nakşibendî yolunun büyüklerinden İmam Rabbanî (k.s), maneviyat yolcusunun bu yolda neye muhtaç olduğunu şöyle ifade eder:
“Hakikaten dini yaşamak ve şeriata uygun amel etmek, ehl-i sünnet ve’l-cemaat yoluna girmeye bağlıdır. Allah dostları kurtuluş fırkasını temsil ederler. Bu büyüklere tabi olmadan kurtuluş çok zordur. Bunların davet ettiği hak yola uymadan kimse felaha eremez. Akla, nakle ve keşfe dayalı deliller bunu ispat etmiştir. Bu gerçek hiç değişmez. Bütün hâl ve hayatları sırat-ı müstakim olan bu zatların takip ettiği edep yolundan azıcık olsun uzaklaşan kimselere yanaşmamalıdır. Böyle kimselerin sohbeti insan için öldürücü bir zehir gibidir. Onlardan sakınmalıdır. ”[20]
Allah dostlarında görülen keramet türü haller haktır, fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir. En güzel keramet, Allah aşkıyla gece gündüz hak yolda yürümektir.
Ehl-i sünnet, her kimi ve neyi severse Allah Teâlâ sevdiği için sever. Kızdığı kimseye de Allah Teâlâ kızdığı için kızar. Hak adamı, keyfi ve nefsi için kimseye düşman olmaz. Cemaat taassubuna düşmez, mezhepçilik yapmaz, tenkit edilmekten korkmaz, farklı fikirlerden faydalanmaya çalışır. Ölçüsü Kur’an ve sünnettir.
Müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapmaz. Her konuda adaletli davranır. Müslümanın temel ahlakı kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese fayda vermektir.
Hak mezhepler arasındaki ihtilaflar, fitne değil, ümmet için bir rahmettir. Fıkıhtaki mezhepler gibi, akaid ve ahlak alanında da farklı hak mezhepler ve meşrepler mevcuttur. Hepsi dinin esasları çerçevesinde ona hizmet için ortaya çıkmıştır. Her bir mezhep ve meşrep diğerinin karşıtı değil kardeşidir. Hepsi bir bütünün parçaları, aynı elin parmakları, bir çınarın dallarıdır.
Ashab-ı Kiram’ın, müçtehid imamların, müfessirlerin, hadis âlimlerinin, kâmil mürşidlerin Kur’an ve Sünnet ışığında vardıkları değişik sonuçlar ve yeni usuller, işte bu türden ihtilaflar kapsamındadır ve haktır. Bunlar, mubah olan ve hatta faydası bulunan ihtilafa girer. Aslında buna ihtilaf yerine, farklı içtihad demek daha uygundur. İlk devir müctehidlerinden Süfyan-ı Sevrî (r.ah)“Şu konuda alimler ihtilaf etti demeyiniz. Bunun yerine, ‘âlimler bu şekilde ümmete genişlik sağladılar’ deyiniz.”sözüyle bunu anlatır.
Hak dinin bir takım hükümlerinde farklı görüşlerin bulunması, o dinin esasında ihtilaf olduğunu göstermez. Bu, aynı hedefe giden farklı yolların kullanılmasından başka bir şey değildir. Her bir içtihad veya tasavvufi kol, aynı elin parmakları şeklinde de düşünülebilir. Sonuçta hepsi beynin emrinde ve hizmetinde birbirlerini destekleyip kuvvet verirler.
Fetva yolunun müctehidleri ve takva okulunun mürşidleri, bütün içtihadlarını dinin daha güzel anlaşılması ve daha kolay yaşanması için yaparlar. Onların niyetleri sadece Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Yaptıkları, müslümanların birliğini zedelemek değil, usulünce içtihattır. Ve zaten bu çalışmayı ehli olanlardan dinimiz ister. Kur’an ve Sünnet’te açıkça hükmü ve usulü belirtilmeyen konularda içtihad etmek, İslâm âlimleri için bir vazifedir. Dinimizin kıyamete kadar bütün insanlığa hitab etmesi ancak bu yolla mümkündür.
İşte bütün hak mezheplerin ve değişik meşreplere göre terbiye veren gerçek tasavvufun yaptığı iş budur. Bu iş ana yoldan ayrılmak değil; onu aydınlatmaktır. Fitne değil, faydadır. Azab değil, rahmettir. Hak yolu daraltmak değil, açmaktır. Ve zorlaştırmak hiç değil, aksine kolaylaştırmaktır.
Ashab-ı Kiram’dan sonraki neslin büyüklerinden halife Ömer b. Abdulaziz (r.ah), fıkhi konulardaki ihtilafın ümmete nasıl rahmet olduğunu şöyle ifade eder:
“Ashab-ı Kiram, fıkhi konularda iyi ki ihtilaf etmişler. Bu beni çok sevindiriyor. Eğer onlar her konuda tek bir hüküm söylemiş olsalardı, sonra gelen insanlar dinde büyük bir sıkıntıya düşerlerdi. Hiç şüphesiz Ashab, din konusunda kendilerine uyulacak imamlardır. Bir kimse onlardan hangisinin sözünü alıp uygulasa, bir sünnete uymuş olur. Çünkü onların din hakkında söyledikleri Kur’an ve Sünnet’ten başka bir şeye dayanmaz. Böylece onların hangisinin görüşüne uyulsa, bir sünnet ile amel edilmiş olur. Bu da insanlara din işinde genişlik sağlar.”[21]
İmam Rabbanî (k.s), şöyle belirtir:“Kalbin Allah’tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması ancak, ehl-i sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenab-ı Hak ile huzur bulup selîm hâle gelen kalb sahipleri, herhangi bir varlığa nazar ettiklerinde, ilk olarak onları yaratanı hatırlarlar ve eşya ile perdelenmezler. Ne kadar düşünseler, bizzat eşyaya ait bir vücut ve sıfat akıllarına getiremezler. Her şeyde ilâhî tecellileri müşahede ederler. Buna ‘fenâ-i kalbî’ denir. Tarikatta ilk basamak budur ve diğer velayet makamları bunun üzerine gelişir.”[22]
Din en güzel şekilde cemaat hâlinde yaşanır. Tek başına kalan tehlikededir. Bunun için herkese cemaat edebi ve disiplini lazımdır. Bu cemaatin hedefi Allah rızası ve takva olmalıdır. Böyle bir cemaatin başındaki imama itaat şarttır. Bu itaat hak olan emirlerde olur. İsyanda hiç kimseye itaat edilmez.
Menkıbe
Mübarek bir zata, bir gün birisi gelip der ki:
Efendim, benim vaziyetim perişan. Ben kurtulamam, mahvoldum. Siz hayattayken, sizin sayenizde, Cenab-ı Allah bizi korur; ama sizin vefatınızdan sonra benim sonum felaket olur.
‘’Bu büyükler, eğer ileride gemiden atacaklarsa, başta gemiye almazlar. Gemide olan korkmasın, en fazla yeri değişir.’’
Bir başkası yine bu mübarek zata geldiğinde der ki;
Efendim, ahirette bizim halimiz ne olacak, sizin anlattıklarınızla bizim alakamız yok gibi, bunları yapmamız, kurtulmamız çok zor.
‘’Eğer gemi sahile çıkarsa, yalnız kaptanla değil, içinde kim varsa herkes beraber çıkar.’’[23]
Ahirette peygamberlerin ve Allah Teâlâ’nın izin verdiği Salihlerin şefaati haktır.
Peygamberlerin, meleklerin, Salihlerin ve şehidlerin şefaati, Yüce Allah’ın izni ve rızası ile gerçekleşecektir.
“O gün Rahman’ın izin verdiği ve söz söylemesine razı olduğu kimselerin dışında, kimsenin şefaati fayda vermez.”[24]Ayeti ve benzeri manadaki birçok ayet,[25]Allah Teâlâ’nın bazı kullarına şefaat için izin vereceğini ve onların şefaatini kabul edeceğini bildirmektedir.
Salih kullar, Rabbanî âlimler, ahirette şefaat etme şerefine de sahiptirler. Onların farkı, dünyada olduğu gibi ahirette de görülecektir. Onları Allah için sevenlerin hediyesi Allah'ın dostluğu, rahmeti ve cennetidir. Yüce Rabbimiz mahşerde şöyle buyuracaktır: "Benim rızam için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmetimde olacaklar."[26]
Allah Teâlâ ahirette müminlere cemalini gösterecektir. Cennet ve cehennem ebedidir.
Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilahi huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de, orada ebedi olarak kalmayacaklardır.[27]
Sonuç olarak duamız;
Ey kerim Rabbimiz! Bizleri hidayetine ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi yolundan kaydırma. Bizi sonsuz rahmetinle destekle, iman ve edebimizi muhafaza et, günahlarımızı affeyle. Bizleri sadatın himmet ve bereketiyle Ehl-i sünnet yolunda daim ve kaim eyle. Âmin.
CB Erdoğan yine şaşırttı. Üzgünüz, kırgınız, kızgınız.. Ders alınmamış...
Hükümet yine bu ümmetin son kalesi konumunda ki güzel ülkemizin en kritik kurumlarından olan Diyanet'in başına sıkıntılı birini getirdi.. Neden böyle dedik? Çünkü şeriat zahire göre hüküm verir. Prof. Ali Erbaş reformist Hayrettin Karaman ekibinden desek yanlış olmaz sanırım, çünkü birçok projede görev almışlar, özellikle bir Fetö belası olan Diyalog çalışmalarında..
Mustafa İslamoğlu gibi birini resmi twitter hesabından açıkça savunabilen başdanışmanları olan CB Erdoğan'ı eleştirdiğimiz yönlerinden biri de, çevresinde ki akıl hocalarının çoğunluğunun İslamı yaşama veya anlama noktasında sıkıntılı olması gerçeğidir. Birde siyasetin bir çirkin yönü var ki, liyakat-sadakat çıkmazı..
Kimse bize Prof. Ali Erbaş'ın gençliğinde, Emin Saraç hoca efendiden okumuş, İskenderpaşa sohbetlerine gitmiş gibisinden yaklaşımda bulunmasın, Muhammed Emin Er gibi güzel bir alimin yanına gidip gelen Mehmet Görmez'in neler yaptığını gördükten sonra..
Yeni başkanı da göreceğiz Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Mustafa Öztürk, Caner Taslaman, Abdulaziz Bayındır vs. gibi tahrip ekibinin batıl görüşlerine ve hareketlerine karşı neler yapacak, giden hiçbirşey yapmadığı gibi bazılarının önünü açmıştıya..
Konuşulacak çok şey var lakin, farklı bir durum tespiti yapmak istiyorum;
Senelerdir ehli sünnet bir tasavvufi cemaatten olan, alnı secdeli tam bir Anadolu genci olan bir arkadaşın devlet bankasına özel güvenlik şirketinden işe başlaması için aracı olmuştum, direk red edildi. Çünkü bu arkadaş bir dönem Bankasya'nın İstanbul'da bir şubesinde çalışmıştı, zaten Bankasya kendilerinden olmadığı için bu arkadaşı kendileri çıkarmıştı. Tanıdığım vasıtası ile bizzat kendim sordum red edilme sebebini, sadece Bankasya'da çalışmış olması denildi. Devlet kurumlarında böyle bir prosedür varmış. Bırakın devlet bankasını aynı durum Kuveyttürk bankasında dahi olmuş.
Şimdi ise bir çok diyalog projesinde görev almış, kitaplar çıkarmış, Fetö'nün Abant toplantılarına katılmış, Fetö'nün Kimse Yokmu Derneği'nde faaliyetlerde bulunmuş vs. birini Diyanet gibi bir kuruma başkan yaparsan, ben sana ne diyim yahu, cinayet, akıl tutulması, adaletsizlik vs. siz ne derseniz diyin, lakin bu vebal bedeli ağır bir yüktür, bunun da elbet bir karşılığı vardır...
Şimdi sosyal medyada gördüğüm bir yazıyı buraya ekliyorum, resimler eşliğinde;
Yeni Diyanet İşleri Başkanı Yalova Ün. Rektörü Ali Erbaş olmuş.
Kimdir diye baktığımda dikkatimi çekenler;
Sakarya Üniversitesi'nde Dekan iken FETO'nun başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar vakfı öncülüğünde kurulan ve başında FETO'nun ev arkadaşı Suat Yıldırım'ın olduğu "Kültürler arası diyalog platformu (KADİP)" yönetim kurulu üyesiydi. Yani FETÖ dernek yöneticisiydi. (bilgiler takvim gazetesi haberi ile teyitlidir. 1.resim)
Bu platform (yine 1. ve 2. resim) Yahudileri anma programı düzenleyen ve Türkiye'de FETO tarafından yürütülen dinler arası diyalog projesinin platform ayağı. (2014 yılı)
(3. Resim) Hayretin Karaman'ın yazmış olduğu bir yazıda (2008) "Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Kültürlerarası Diyalog Platformu" tarafından periyodik olarak tertib edilen "DİYALOG" toplantılarından birini tenkit ediyor. Bu toplantıda Ali Bulaç, Ali Erbaş, Arif Gökçe, Cemal Uşak, Faruk Tuncer, İlyas Üzüm ve Niyazi Öktem ile beraber, Vatikan temsilcisi George Marovitch, Dozideos Anagnasdopavios ve Yusuf Altıntaş gibi Kilise ve Havra mensubları bulunmuştu." diyor. Yani dinler arası diyalog toplantılarına katılan biri.
Ali Erbaş, Abant Platformu toplantılarına da hemen her yıl katılım sağlıyordu. (5. ve 6. resim)
Ali Erbaş'ın ayrıca hristiyanlık üzerine ciddi çalışmalarının da olduğu 11 Kitabı ve 1'de editör olduğu kitap var.
1-) Hıristiyan Ayinleri, 2-) Hıristiyanlık’ta İbadet,
3-) Hıristiyanlık’ta Reform ve Protestanlık Tarihi,
4-) Hıristiyanlık, 5-) Namaz Rehberi, 6-) Kur’an’daki Tekrarlar ve Sırları, 7-) Melekler Alemi, 8-) İslamla Yüzleşen Batı (çeviri), 9-) Ortaçağ Hıristiyan Dünyasında Dinsel Şiddet, Engizisyon (çeviri), 10-) Yaşayan Dünya Dinleri, 11-) Dinler Tarihi Sözlüğü (çeviri) 12-) Peygamberimizin hayatı. (kaynak: www.alierbas.com.tr)
Ve son olarak fgulen.com'un yayınladığı yazıya göre Sakarya'da dekan iken şu an kaçak olan FETÖ'cüler ile beraber İlahiyatçı olarak Kimse Yok mu derneğinin faaliyetlerine katılıyor. (Paylaşım halen yayında http://fgulen.com/…/14807-Zaman-Kimse-Yok-mu-Gonullulerini-…)
***
Kısacası... Cümle Ümmeti Muhammede Geçmiş olsun. Biz FETÖ'ye hiç bulaşmamış birini beklerken FETÖ'cü bir platformun yöneticisi, Diyalog toplantılarının katılımcısı, Yahudileri anmakta intiba etmeyen, Gönül erleri aşığı, Diyalog ve özellikle hristiyanlık üzerine ciddi çalışmalar yapmış biri Diyanet İşleri Başkanı yapılmış.
Hani sürekli diyorum ya.. Diyanet'te ki Dinler Arası diyalog birimi niye kapatılmıyor diye.. bundan sonra Sittin Sene kapanmaz.
(Yeni Başkan'ın beni yanıltmasını çok isterim. Fakat vaziyet ortada)
Meşhur Fetö'cü Suat Yıldırım ve Ali Erbaş
Derleme reddiyeler.com
.
ABDUH VE EFGANİ'Yİ SEVEN ABDÜLHAMİD HAN'I SEVEMEZ!
II. Abdülhamid Han döneminin FETÖ'sü işte bu ikisidir: Afgani ve Abduh...Dönemlerinde bunları seven hiç kimse II. Abdülhamid Han’ı sevemedi. Bunların peşinden koşan Hamidullah, Seyit Kutup ve Mevdudi gibiler ise Osmanlı itikadına inancına düşman oldular.
Necdli olduğu bilinen Vehhabi itikatlı Abdullah bin Zayed, Fahreddin Paşa’nın Medine’den İstanbul’a gönderdiği mukaddes emanetleri kastederek Sayın Cumhurbaşkanımızı “ataları hırsızdı” diyerek dünya âleme suçladı.
Böylece Vehhabi zihniyetin Türk’e bakış açılarını bir kez daha ortaya koydu. İçleri dışına vurdu. Sayın Cumhurbaşkanımız da bu sözlere karşı gerçekten mükemmel bir cevap verdi. Arap kardeşlerimizi rencide etmeden, Vehhabi idaresini suçlayarak, “Benim ecdadım Medine’yi müdafaa ederken, be terbiyesiz, senin ecdadın neredeydi?” diye sordu.
İşte Türkiye’de mutlaka bilinmesi gereken ama pek az bilinen o da yanlışlarla örülmüş bulunan bir sual bu. Özellikle de bu konu üzerinde güya muhafazakâr bir kısım kanallarda yapılan yorumları dinlerken insan utanıyor. Bunlar yıllardır Vehhabileri övmek için yarış ediyorlardı. Hatta yakın bir tarihte kanallarında, Osmanlıya ihanet eden o Arap unsurunu harekete geçiren, Abduhları ve Afganileri alkışlıyorlardı. Oysa II. Abdülhamid Han döneminin FETÖ’sü işte bu ikisidir: Afgani ve Abduh...
Dönemlerinde bunları seven hiç kimse II. Abdülhamid Han’ı sevemedi. Bunların peşinden koşan Hamidullah, Seyit Kutup ve Mevdudi gibiler ise Osmanlı itikadına inancına düşman oldular. Ehl-i sünnet yolunu parça parça ettiler. Bunlar iki asırdır Peygamberimize el açarak dua edeni şirk yapmakla suçlayan ve Türk’e müşrik gözü ile bakan Vehhabilere tek kelam ettiler mi acaba?
Bugün günümüzde Vehhabilerin, III. Selim Han döneminde Mekke ve Medine’de sebep oldukları rezaletler hakkıyla biliniyor mu? O güzelim türbeler nasıl yerle bir edildi? Eshab-ı kiram kabirleri şiddetli bir düşmanlıkla nasıl ortadan kaldırıldı? O günlerde çalıp götürdükleri mukaddes emanetler ellerinden nasıl alındı? II. Mahmud Han döneminde Vehhabilerle aramızda ne mücadeleler yaşandı? Mukaddes emanetlerden bir kısmı tekrar nasıl ele geçirilebildi ve yerine konuldu? Bunları bilmek için, Sultan II. Abdülhamid Han devri ünlü amirallerinden Eyüp Sabri Paşa’nın “Mir’atü’l-Haremeyn” ve “Tarih-i Vehhabiyân” kitaplarının mutlaka okunmasını tavsiye ederim. Eyüp Sabri Paşa, Sultan II. Abdülhamid Han zamanında yetişen, çalışkan, âlim bir deniz paşasıydı. Bir kısmı henüz basılmayan çok kıymetli eserler yazdı. Ne yazık ki bu büyük âlim ve kıymetli amiral hiç tanınmamaktadır. Eserleri hakkıyla okutulmuş olsaydı, Vehhabi fitnesi ülkemizi ve İslam âlemini fikirleriyle bu derece sarsamazdı.
Dün ile bugünün gerçek mukayesesi!
Tarih cehaleti içinde olduğumuz gibi gerçek tarih okumaları da yapamaz olduk. Mukayese kabiliyetimizi de yitirdik. Her gün neticeye bakarak yorum yapar olduk. Abdullah bin Zayed’i konuşurken hemen olayları Şerif Hüseyin’le özdeşleştirdik. Oysa bugünkü hadise ile dünkü Şerif Hüseyin vakası birbirine tam zıttır. Abdülhamid Han’ın nasıl ve kimler eliyle yıkıldığını anlayabilirsek işte o zaman bugün oynanan oyunları tam olarak çözebiliriz.
Dâhi devlet adamı II. Abdülhamid Han, Şerif Hüseyin’i uzun yıllar İstanbul’da istikbal etti ve görev vermedi. Zira derununda istiklal havası olduğunu iyi biliyordu. Abdülhamid Han’ı tahtından indirmek isteyen İttihatçılar ise Şerif Hüseyin’le gönül ve hedef birliği içinde idiler. Zira ikisi de dış mihrakların piyonu idiler. Hatta İttihatçılar iktidara geldiklerinde derhal kendisini Mekke şerifliğine getirdiler.
Ardından İngiliz oyunu işlemeye başladı. Türkiye’nin Almanlar safında savaşa girmesini de fırsat bilip İttihatçıların içindeki adamları ile aralarına nifak tohumlarını kolaylıkla ektiler. Müslümanı Müslümana kırdırmaya başladılar. Buna rağmen Araplar, cihan savaşı boyunca büyük oranda Türklerin yanında idiler. Savaş sonrasında ise yine İngiliz propagandası ve Vehhabi zihniyeti sonucu Arap-Türk husumeti artırıldı…
Şimdi doğru tarih okuması ve yorumu ile hadiseyi bugüne uyarlayalım. Şayet 15 Temmuz başarılı olsa idi dünkü oyunlar, yani II. Abdülhamid dönemindeki film aynen vizyona girecekti. Türkiye’de meşru hükûmet yıkılacak yerine darbeciler iktidara gelecekti. İlk olarak Türkiye, İran ve Suudiler veya Mısır ile kapıştırılacaktı. Türkiye iç savaşa sürüklenecekti. Pek çok toprak kayıpları yaşanacaktı. Elimizde kalan bir miktar toprak parçasıyla yetinirken bugünlerde Fırat’a doğru ilerleyen İsrail en büyük dostumuz, Araplar ise bir kez daha en büyük hasmımız yapılacaktı. Kimin sayesinde? Vehhabileri bir günde radikal İslam’dan ‘Ilımlı İslam’a çeviren ve bugün bizzat ülkemizi ablukaya almaya çalışan ABD zihniyeti eliyle. Evet, bugün yaşananlar ortaya çıkmayacak ve stratejik müttefiklikleri de aksamadan devam ediyor olacaktı. Nitekim bu zihniyet iki asırdır ellerinde bulundurdukları Vehhabileri aynen kullanmaya devam etmiyor mu?
Oysa Türkiye’de millet bu defa liderine, hükûmetine, devletine sahip çıktı. Sağlam bir muhakeme ve irade ile oynanan oyunları gördü ve bozdu. Onun için emperyalistlerin ülkemizi işgal etmek ve İslam Ümmetini yok etmek konusundaki girişimlerine karşı mücadelemiz sıhhatli bir şekilde yürümektedir. Amerika ise sefilleri oynamaktadır. Dünyanın despot kabadayısı ve onun İslam’ın en büyük düşmanı olan derin yapısı, bunları unutacak ve sineye çekecek değildir. Birleşmiş Milletler bizimle birlikte deyip savaş bitti sanmamalıdır. Bu derin düşman daha nice oyunları sergilemek için çalışmaktadır.
Biz de, daha neler yapabiliriz ve daha ne alçakça projelerle karşılaşabiliriz diye düşünüp ona göre tedbirler almalıyız. Cumhurbaşkanımız ezilen bütün milletlere ümit olmaktadır. Onu gözden düşürmek veya başka şekillerde devre dışı bırakabilmek için ellerinden geleni yapmaya çalışmaktalar. Millet, tarih okumalarını iyi yapmalı asla oyunlara, hilelere düşmemelidir. Ülkenin Abduh ve Afganilerle yatıp kalkan aydınları ise hâlâ milletin zihnini bulandırmaya devam ediyorlar. İnşallah gelişen bu hadiseler, bizi siyasi olduğu kadar fikrî sahada da uyandıracaktır.
Fatih Kulesi, Dergah&Bar olmaktan kurtuluyor!
Geçen hafta bu sütunumda Manisa’da Şehzadeler Sarayı’ndan tek yadigâr olan Fatih Kulesi’nin, “Dergah&Bar” adı altında nasıl bir rezalete alet edildiğini ortaya koymuştum. Bu konuda Manisalılardan yoğun destek ve tebrik mesajları aldım. Hemen hepsi bu hakaretin acilen kaldırılması gerektiğine vurgu yaptılar.
Bu arada Manisa Valimiz Sayın M. Hakan Güvençer ile AK Partili vekilimiz Sayın Selçuk Özdağ beyler bizzat şahsımı arayıp bilgi vermek suretiyle hadisenin kendileri için de ızdırap kaynağı olduğunu ve birkaç aydır bu meselenin çözümü için çalıştıklarını ifade ettiler. Kızılay’a bu konuda yazılar yazıldığını ve neticelenmekte olduğunu belirttiler. Sayın Kültür Bakanımız Numan Kurtulmuş bey ile de görüşüldüğünü ve Numan Bey’in kulenin aslına uygun restore edilmesi için derhal faaliyetlere girişilmesini arzuladıklarını söylediler. Bu duyarlılıkları için kendilerine teşekkür ediyorum.
İstanbul fatihi, Manisalıların göz bebeği büyük cihangir Fatih Sultan Mehmed’in kütüphanesi olup hocalarından sohbet dinlediği, yetiştiği bu güzide mekânın, aslına uygun hâle getirilip yeni Fatihlerin yetişebileceği güzel bir kültür merkezi hâline konulması milleti ve Manisalıları ferahlatacaktır.
Muhammed Abduh ve 2. Abdülhamit Dönemi Şimşirgil Hocadan
Sultan II. Abdülhamid Han’ı anlamak için öncelikle onun yıkılmasında birinci derecede önemli rol oynayan ve bilhassa kamuoyunu onun aleyhine çevirmekte etkin roller üstlenen Cemaleddin Afgani’yi tanımak lazım demiştim. Afgani’yi tanıdığınızda yanında kendisinin en büyük yardımcısını göreceksiniz. Günümüz Türkiye’sinde Afgani’den daha tesirli olan bu şahsı anlamayanlar da II. Abdülhamid Han’ı gerçekte anlayamazlar. Hatta içten ve samimi olarak sevemezler. Muhabbetleri ve sevgileri görüntüdedir.
Bu kişi Muhammed Abduh’tur. Abduh, 1849’da Mısır’da doğdu. İlk tahsilini Tanta’da yaptı. 1866’da Kahire’ye giderek Camiü’l-Ezher Medresesi’ne girdi. 1872’de Mısır’da Cemaleddin Afgani ile tanışıp, onun derslerine devam etti. Onun din ve siyasette ıslah adını verdiği reformcu fikirlerinin tesirinde kaldı. Yine onun yönlendirmesiyle Avrupalı müsteşriklerin felsefi fikir ve yorumlarla yazılmış kitaplarına yöneldi. Bu suretle İslam âlimlerinin nakli esas alıp, aklı onun hizmetçisi yapan yolundan ayrıldı! Dinî meselelerde İslam âlimlerine bağlı kalmadan kendi görüşüyle konuşmaya ve hüküm vermeye başladı…
Mısır’da kaldığı müddetçe, devamlı Cemaleddin Afgani’nin konferanslarını takip eden Abduh, kitaplar neşretmeye ve Mısır’ın önde gelen gazetelerinden El-Ahram’da yazılar yazmaya başladı. 1879’da Darü’l-ulum’a hoca olarak tayin edildi. Aynı yıl içinde dinî ve siyasi meselelerdeki zararlı fikirleri sebebiyle hocası Cemaleddin Afgani Mısır’dan sürülünce, o da köyüne gönderildi.
Mısır’da Hidiv İsmail Paşa çekilip, Hidiv Tevfik Paşa iktidara gelince, Muhammed Abduh önce Matbuat Gazetesi yazarlığına, daha sonra da Tahrir heyeti reisliğine (başyazarlığa) tayin edildi. 1883 sonlarında Afgani’nin daveti üzerine Paris’e gitti ve onunla el-Urvetü’l-vüska dergisini çıkarmaya başladı. Gazetenin, İslam dünyasında Arap milliyetçiliği fikirlerinin uyandırılmasında büyük tesiri oldu.
Sekiz ay sonra gazetenin yayını durdurulunca, Abduh’un, Mısır ve İslâm dünyasının kısa vadeli gayretlerle kurtarılamayacağı yönündeki kanaati pekişti ve bu konuda Afgani’den farklı bir yol izlemeye karar verdi. 1884 yılının sonlarında Tunus’a, oradan Beyrut’a geçti.
Beyrut’ta daha çok eğitim, kültür ve düşünce konularına yönelmeye ve dinler arası diyalog çalışmalarına önem vermeye başladı. Beyrut’taki evinde ve Mescidü’l-Ömerî’de siyer ve tefsir dersleri okuttu. Sultaniye Medresesi’nde dersler verdi.
1889’de tekrar Mısır’a döndü. Bir müddet sonra da Camiü’l-Ezher Medresesi idare heyetine girdi. Bu sırada masonluğun Ezher’e girmesini temin etti. Bütün dinlerdeki insanların kardeş olduklarını iddia etti. 1899’da İngilizlerin desteği ile Mısır Müftülüğüne getirildi.
Bu konuda en büyük destekçisi olan İngiltere’nin Mısır Sömürge Valisi Lord Cromer’in kendisi için söylediği şu söz ibretliktir:
“Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vadediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar.”
Abduh, 1903 yılında gittiği İngiltere’de filozof Herbert Spencer’le görüştü. Sidney Cockerell ve Edward Granville Browne eşliğinde Oxford ve Cambridge üniversitelerini de ziyaret edip incelemelerde bulundu. Bu gözlemleri ışığında Ezher’de birçok meselede reform niteliğinde kararlar aldı. Ders programlarını değiştirdi. Üniversite bölümündeki bir kısım temel dersleri kaldırttı. Osmanlı Devleti’nde Mason Mustafa Reşid Paşa’nın Tanzimat ile Osmanlı medreselerinde yaptığı gibi lise ve orta kısmındaki kitapların yüksek sınıflarda okutulmasını sağlayarak eğitim ve öğretimdeki kaliteyi düşürdü.
Şikâyetler üzerine 1905 yılında Ezher İdare Meclisi üyeliğinden ayrıldı. Aynı yıl hastalandı ve hava değişimi için gittiği İskenderiye’de 11 Temmuz 1905 tarihinde öldü. Cenaze namazı İskenderiye’de kılındıktan sonra naaşı devlet töreniyle Kahire’ye getirilerek defnedildi…
Hadis ayıklayıcısı
Abduh’un, fikirlerinde Ehl-i sünnet âlimlerince en büyük tenkide uğramış olan İbn-i Teymiyye’ye dayandığı görülüyordu. Bu itibarla onun en önemli vasfı büyük İslam âlimlerine husumeti idi. Asırlarca, medreselerde matematik, mantık, tarih ve coğrafya dersleri okutulduğu hâlde, İslam âlimlerinin bu ilimlerden haberleri olmadığını, İslam’ı anlayamadıklarını söyleyerek, onları gözden düşürmeye çalıştı. Her şeyi ben bilirim, tavrı içerisine girdi.
Bu zihniyet yapısı içerisindeki Abduh, İslam’ın bid’at ve hurafelerden arındırılması için mücadele ettiğini, din adına uydurulan hadislerin dinî anlayıştan dışlanması gerektiğini ve mezhepçi taassubun durdurulması gerektiğini savunuyordu.
Yine o, hadis nakledenlerin birçoğunu dar ve donuk düşünceli olarak vasıflandırmış Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerimden sonra en mühim kitap olarak gördükleri Buhari’de uydurma hadisler bulunduğunu iddia etmişti.
Günümüzde duyduğu her hadis-i şerife mevdu demeyi marifet sayan, bir hadise mevdu diyebilmek için gerekli şartları dahi bilmekten aciz zavallıların kaynağının, Abduh olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Bakınız Abduh ve Afgani tesirinde kalan Mehmed Akif, bu düşünceleri nasıl şiire dökmüştür:
Yıkıp şeriatı bambaşka bir bina kurduk
Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurduk
Hadisi vaz’ ediyorken sevap uman bile var
Sevabı var mı imiş bir zaman gelir anlar
Şeriatı yıkan kim? Binlerce hadis uyduran kim? Uydurulan hadisler hangileri? Hadis vaz’ etmek sevap değil midir?.. Buyurun bu suallerin cevabını verebilirseniz verin! Günümüz mezhepsizlerine işte böyle gün doğmaktadır. İşine gelmeyen hadise mevdu de! Kur’ân-ı kerimi de kafana göre yorumla! Zira “Sen 21. asrın çocuğusun” ve hâşâ “Peygamber efendimiz zamanında bilgisayar, internet var mıydı?” deyip dur!
Dinler arası diyaloğun mimarı!
Abduh, “İslamiyet ve Nasraniyet” kitabında, “Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir” diyor. Londra’daki papaza yazdığı mektupta, “İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur” demektedir.
Yine İslamiyet ve Nasraniyet kitabında, “Bir kimseden, yüz bakımdan kâfirliği, bir bakımdan imanı bildiren bir söz işitilse, o kimse imanlı kabul edilir. Herhangi bir filozofun, fikir adamının yüz bakımdan kâfirliği gösterdiği hâlde, bir bakımdan imanı göstermeyen söz söylemeyeceğini düşünmek, ahmaklıktır. O hâlde, herkes imanlı bilinmelidir. İslamiyet’te ‘zındık’ kelimesi yoktur. Sonradan meydana çıkmıştır” demektedir.
Abduh, küfrü açıkça görülmeyen bir Müslümanın sözündeki bir iman, onu küfürden kurtarır, kaidesini yanlış anlatarak, bütün kâfirlere, filozoflara mümin demektedir!
Okuyucularımdan özellikle şu gerçeğe dikkat etmelerini isteyeceğim. Ehl-i sünnet dairesinden çıkan insanların genelde ortak bir özellikleri bulunmaktadır. Bunlar Müslümanların dışındaki insanları da cennete koyma noktasında müthiş bir gayret göstermektedirler. Neden acaba? Cennet ve cehennem bunların elinde mi? Dilediklerini koyup dilediklerini çıkarıyorlar! Yalnız bir gerçeği daha atlamayın! Hıristiyan ve Yahudileri şeksiz şüphesiz cennete alırlarken kendilerine karşı çıkan Müslümanları ise hiç acımadan evlerine ateşler yağdırıp ebedi ateşte bırakmaktan da çekinmezler. Bu hâl onların ortak vasıflarıdır.
Yıllarca “Abant Toplantıları”nda boy gösteren ve gençleri bilhassa FETÖ’ye yönlendiren Hayrettin Karaman, 28 Aralık 2017 tarihinde Pendik Belediyesi’nin desteğiyle “Muhammed Abduh” isimli bir eser bastırdı.
Aynı tarihte yine Pendik Belediyesinin desteğiyle Muammer Esen‘e de “Doğulu Bir Dâhi Bilgin: Cemaleddin Afgani” isimli eser yazdırıldı ve yüzlerce talebeye ücretsiz olarak dağıtıldı.
Şimdi şu suallere cevap arayalım:
Birinci soru: Bu eserleri okuyanlar Sultan II. Abdülhamid Han’ı anlayabilirler mi?
İkinci soru: Bu faaliyetler, fikir bazında FETÖ’nün ekmeğine yağ sürmek ve dinde diyalog denilen hareketi devam ettirmek değil midir?
TEFEKKÜR
Seni dû âlemde hacil düşürür
Kötülerle konup göçücü olma
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil 25.02.2018 Türkiye Gazetesi
.
Dinde Sahte Otoriteler! - Prof. Bedri Gencer Hocadan
Dinde Sahte Otoriteler! - Prof. Bedri Gencer Hocadan
Son yıllarda Türkiye’de yaşanan korkunç ahlakî yozlaşma, özellikle din ve dil sahasına yansıyor. Dil alanındaki tedennî, sanal medyanın dipsiz kuyularında kaynayıp gidiyor, pek fark edilmeden Türkçe her geçen gün ölüme doğru gidiyor. Ancak din sahasında tedennî, toplumu uçlara savuruyor. Bunun ana sebebi, peygamber varisi âlim ve şeyhlerin câmiye bağlı medrese ve tekke gibi kurumlar sayesinde yaşattığı “sünnet olarak din” anlayışının çözülmesi.
Bunun vahim sonucu ise dinde miyarın kaybı, tuz ile toz şekerin karışması gibi hakikî ile sahtenin, sapla samanın birbirine karışması, sû-i misalin emsal olması, dinde bir şeyin istismarının tenkidinin o şeyin ıslahı talebi yerine hemen inkârına yol açmasıdır.Mesela mezhep taassubu ve istismarının mezhepsizlik çağrısına, tasavvufun istismarının tasavvuf karşıtlığına dönüşmesinin örneklerini son günlerde sıkça görüyoruz. Bunların güya İslâm’ın istismarına tepkinin bizzat İslâm düşmanlığına dönüşmesinden ne farkı var? Bu, içindeki arızalı kısımları tamir etmek yerine bir evi tamamen yıkmaya benzer.Ne yazık ki samimi müslümanlar işin doğrusunu anlatıncaya kadar bu suikastlar yapacağı zihnî tahribatı yapıyor; geçiyor, ama delip de geçiyor.
Halkı kandıran sahte şeyhler şikâyeti,ülkemizde bilhassa İkinci Meşrutiyet’ten beri gündemde. Sahte şeyhler, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra âdeta İstanbul’u istilâ etmişti. Ancak aşağıda saydığımız sebepler, bizi tasavvufun istismarıyla ilgili bu eleştirilerin samimiyetinden şüpheye sevk ediyor.
Birincisi, ümmetin büyüklerinden gelen sayısız farklı tarifin de belirttiği üzere tasavvuf, İslâm’ın özüdür ve bundan dolayı iki ucu keskin kılıç gibidir; istifadesi kadar istismarı da mümkün ve büyüktür.
İkincisi, sûfîler, dindeki bu kritik öneminden dolayı tasavvufu Kitab ve Sünnet gibi iki sağlam temele oturtmuşlar, sıkı ölçü ve ölçütler koymuşlar ve sağlam bir (öz) eleştiri kültürü geliştirmişlerdir. “Hâcegân (Hocalar) silsilesi”nden anlaşılabileceği gibi, “ashâb ve ulemâ tarikatı” denen Nakşibendilik, bu konuda titizliğiyle öne çıkmıştır. Merhum M. Osman Akfırat’ın Ali Arslan tarafından Türkçe’ye Erenlerin Kalp Gözü adıyla çevrilen 1923 (1341) tarihli Basîratü’s-Sâlikîn ve Hetkü’l-Mâkirîn min ‘Ulemâi’s-Sûi ve’l-Meşâyihı’l-Mübtedi’în adlı eseri, tasavvufun içindeki eleştiri geleneğinin güzel bir örneğidir. Günümüzde tesettür gibi dinin şiarlarından sayılan Allah’ın emirlerini inkâr eden şeriatsız ve tarikatsız hakikatçılar, zaten samimi Müslümanlar tarafından mahkûm edilmiştir. Bu arada İslâm’da hikmetin zirvesi sayılan İbnü’l-‘Arabî gibi bir veliye dil uzatanlara “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim” sahih kudsî hadisini hatırlatırız. İslâm tarihi,İbnü’l-‘Arabî’ye dil uzattıktan sonra gördüğü rüyalarla pişman olanların ibretli kıssalarıyla doludur. Sadruddin Konevî’nin Evhadüddin Kirmânî ile İbnü’l-Arabî’yi kasd ederek “Ben, iki anadan süt emdim” dediği rivayet edilir. Osmanlı münevverleri de bunu “Biz iki anadan süt emdik; İbnü’l-‘Arabî ile Mevlânâ” olarak ifade etmişlerdir. Son yıllarda bir taraftan “şeriatsız hakikatçılar”, diğer taraftan “hakikatsiz şeriatçılar” (İslâmcılar) diyebileceğimiz ikiuç kesimin de Anadolu irfanının bu iki mimarına saldırması tesadüf değildir.
Üçüncüsü, “et-Turuku küllühâ âdâbün” (Tarikatlar, edeplerden ibarettir) sözünün belirttiği üzere, tasavvuf, cemiyetin ana ahlakî eğitim kanalıdır. İmâm-ı Rabbânî gibi ümmetin büyüklerinin hep vurguladığı bu hakikati biz,“Din yolu sünnet, sünnet yolu tasavvuf” olarak formüle ettik. Yakınlarda TRT’de gösterilen Yunus Emre dizisi toplumda tahmin edilemeyecek kadar olumlu yankı buldu. Öyle ki,TRT’de çalışan bir arkadaşımın rivayetine göre, kanalı arayan birçok seyirci dizideki şeyhin nerede olduğunu sorarak onunla tanışmak, bağlanmak istediklerini söylemişler! Bu, tasavvufî irşadın vazgeçilemez bir fıtrî-içtimaî ihtiyaç olduğunun çarpıcı bir delilidir.
Şeyh Uçmaz Mürid Uçurur Dördüncüsü, ahlakî irşad temel bir manevî ihtiyaç ise insan ve cemiyet, bu ihtiyacını dinî veya seküler, meşrû veya gayr-i meşrû bir şekilde karşılama mecburiyetini duyacaktır.
Mesela bugün “sahte şeyh” denince hemen postta oturan geleneksel şeyhler anlaşılıyor. Hâlbuki irşad insanın fıtrî bir ihtiyacı ise değişik ad ve kılıklarda bir şeyhi olmayan yoktur.
Bugün özellikle gençlerin, insanların etkilendikleri, örnek aldıkları müteşeytın şeyh, bir yaşam koçu olduğu gibi, bir yazar, şarkıcı, futbolcu, siyasetçi, hoca kılıklı ajan olabilir. Madonna bile Kabalacı Yehuda Berg’i şeyh edinmedi mi?
Türkiye gibi Müslüman bir ülkede sosyete tarafından yogacı Budist şeyhler edinmek yadırganmazken Müslüman şeyh edinmek niçin yadırgansın?
Beşincisi, her müessese resmî ve meşrû bir çerçevede sağlıklı işler, “yeraltına indiğinde” yozlaşma riskine uğrar. Dolayısıyla bugün birtakım tarikatlarda istismar varsa bu şahsî sapmalardan ziyade ulus-devletleri çağında köklü medrese ve tekke geleneğinin çözülmesinden kaynaklanır.
Malum, tabiat boşluk kaldırmaz, bir şeyin hakikisi yok olduğunda sahtesi yerini doldurur. Son Osmanlı devrinde tekkeleri denetlemek ve idarî işlerine bakmak üzere 1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulanMeclis-i Meşâyıhhangi ihtiyaçtan doğmuştu? O halde sahte şeyh ve tarikatlar yerine asıl bunların zuhuruna imkân veren ortamı eleştirmek, cemiyetin ahlakî eğitiminde gördüğü ikame edilemez işlevinden dolayı tasavvuf kurumlarının yok edilmesi imkânsızsa, istismarlara yol açacak imhâ tutumu yerine, onları tanıma ve düzenleme yoluna gitmek gerekmez mi?
Altıncısı, irşad denen “uçmak” insanın şey gibi, şahsıma gösterilen “aşırı muhabfıtrî bir ihtiyacı ise “uçurmak” da tabiî bir eğilimidir; “Şeyh uçmaz mürid uçurur” sözünün belirttiği gibi. Ancak kendini bilen bir şeyh, Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın “Meddahların yüzüne toprak saçın”[Müslim, Tirmizi] emrince bu tür tavırlara izin vermez. Bu hususta “ilme’l-yakîn ve ‘ayne’l-yakîn” (kamuoyuna yansıyan ve bizzat bildiğim) vakıf olduğum iki örnek verebilirim. Bizzat bildiğim bir örnek olarak yakında rahmet-i Rahman’a kavuşan merhum hocamız Ahmed Yaşar (1934-2016)’ı anabilirim. Merhum, kendisi odaya girdiğinde bile ayağa kalkılmasına, kendisine “hazretleri” gibi tazim ifadeleriyle hitap edilmesine kızan, ister binlerce, isterse üç kişi olsun, anlatacağı doğruyu her kesime aynı şuurla anlatan, hayatında bir kere bile elini kolunu sallayarak abartılı hareketler yapmayan, edeb, itidal ve istikameti asla elden bırakmayan bir mücahid veliydi.
Bu hususta muhterem büyüğüm -ve hemşerim- Osman Nuri Topbaş’ın kamuoyu açıklaması da takdire değerdir:
“Son zamanlarda şahsım hakkında yapılan birtakım aşırı iltifatlarla dolu, şiir ve ilâhilerle süslenmiş, çeşitli resim, slayt ve videolar internette yayınlanıp yayılmaktadır. İyi niyetle de yapılmış olsa, bu tür aşırı iltifat ihtiva eden yayınları aslâ tasvip etmediğimin, bunlara hiçbir şekilde izin ve rızam olmadığının, o yayınlarda ifade edilen aşırı yüceltmelerle uzaktan-ya-
kından bir alâkamın bulunmadığının, siz kardeşlerim tarafından bilinmesini arzu ederim. Ne İslâm ahlâkının ne de tasavvufî âdâbın hiçbir şekilde tasvip etmeyeceği;gurur, kibir ve şöhrete zemin hazırlayan ve reklâm edercesine yapılan bu tür övgü ve yüceltmelerden rahatsız olduğumu, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri dışına taşan herşey gibi, şahsıma gösterilen “aşırı muhabbet ve hürmeti” de son derece mahzurlu bulduğumu, tekrar ve açıkça ilan ede-
rim.” (http://www.osmannuritopbas.com/kiymetli-kardeslerimiz-ve-evlatlarimizin dikkatine.html).
Yedincisi, genel kaide olarak “sû-i misal emsal olmaz”, bu gibi “hüsn-i misaller emsal olur.” Varsa tasavvufu istismar eden şeyh ve tarikatların istismarı, bütüne teşmil edilemez. Bu konuda işin hakkını verenler dâhil herkesi töhmet altında bırakacak hedefi belirsiz serseri atışlar, iyi niyete hamledilemez. Bu eleştirileri iyi niyetle yapanlara düşen, tasavvufun doğrusunu, hakkını verenleri arayıp bulmaktır.
Sekizincisi, “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” fehvâsınca, tarikatlara bağlı cemaatlerin işlevine, toplum için ürettikleri faydaya bakarak işin hakkını verip vermedikleri anlaşılabilir. İskenderpaşa, Erenköy, İsmailağa, Menzil ve diğer tüm sünnî cemaatlerin topluma yaptıkları faydalı hizmetleri inkâr mümkün mü? Tasavvufu istismar (!) edenler bu kadar fayda üretebilirler mi?
Asıl Tehlike Âlim Taslağı
Dokuzuncusu, toplum için asıl tehlike, şeyh taslaklarından ziyade doğrudan dini öğretme mevkiindeki âlim taslaklarıdır. “Et kokarsa tuzlarsın ya tuz kokarsa, Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder” sözlerinin belirttiği gibi.
Ben, Seyyidü’l-‘Âlemîn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmdan şeyh taslaklarıyla ilgili değil, ama fakih taslaklarıyla ilgili bir hadis hatırlıyorum: “Nice hâmil-i fıkıh (fıkhı yük olarak taşıyan) vardır ki fakih (fıkhı yaşayan) değildir.” Allah Rasûlünün burada âlim yerine hâmil-i fıkıh ve fakihlerden söz etmesi, günümüz açısından ne kadar mânâlı. Zira bugün en azından eleştirilecek şeyhler olsa da eleştirilecek âlimlerin varlığı şüpheli; medreselerin kapanmasıyla âlim neslinin tükenmesinden sonra açılan ilahiyat fakültelerinden çıkan ilahiyat profesörleri âlim değil, akademisyen kategorisine giriyor.
Ne hazindir ki bugün hadiste geçen ne fakih, hatta ne hâmil-i fıkıh, ancak “İslâm hukuku profesörü” kaldı. “İslâm hukuku profesörü” tabiri ise haddizatında yaman bir çelişkiyi barındırır; zira bir kilise unvanı olan “profesör” aslında “papaz” demektir. Bugün üniversite ve diyanet mensuplarının giydiği kolu bantlı cübbeler de aslında kilise hiyerarşisini gösterir.
Bir zamanlar birinin “Bana general değil, paşa deyin” dediği gibi, ilahiyat profesörlerinden de “Bana entelektüel değil, hoca deyin” diyenler çıkabilir. Ancak bu ülkede antrenörlere, koreograflara da “hoca” denmiyor mu? Dilimizdeki “Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin” sözünün belirttiği üzere, eskiden şahitliği bile kabul edilmeyen sakalsız kişilerin hoca sayıl-
masıyla “hoca, hocaefendi” kavramları nın içi boşaltılmadı mı? Vel-hâsıl, günümüzde bütün kavramların içi boşaltılmış durumda. Ancak hadisteki “hâmil-i fıkıh” tabiri, fıkhı yaşamaktan ziyade yük olarak taşıyan günümüz İslâm hukuku uzmanlarına tam uyuyor.
ÇağımızdaCemaleddin Afgânî’nin açtığı “dinde mühendislik” çığırında teolojik olarak İslâm hukukçuluğu, ideolojik olarak İslâmcılığın altyapısını oluşturdu. Lâfzen “şeriatçılık” mânâsına gelen İslâmcılık, Pakistan-Mevdûdî örneğinde olduğu gibi, anayasal bir mühendislik yoluyla toplumu İslâmîleştirmeyi, “şer’îleştirme”yi hedefliyordu; yazılı-İslâmî anayasacılık, tavan dan, siyasî bir devrim olarak işleyecekti.
Tabanda-sivil alanda ise İslâm hukukçuluğu, modern hayatın getirdiği problemlere fıkhî çözümler bularak amelleri “meşrûlaştıracak”tı.
“İslâm devleti”nin öncüsü olarak “hilafet hükümeti” tabiri, Muhammed Abduh’un tilmizi M. Reşid Rıza (1865-1935) ile ortaya çıkmıştır. Rıza, İslâm’da devlet, hilafet, yönetim gibi konuları işlediği el-Hilâfe ev İmâmetü’l-‘Uzmâ isimli eserini, son Osmanlı padişahı Mehmed Reşad (1918-1922)’ın TBMM tarafından 26 Kasım 1922’de saltanatın ilgasıyla yurt dışına sürülmesi ve halifelik kurumunun manevî bir otorite olarak kabulü üzerine kaleme almıştır. Mâverdî gibi klasik ulemânın açıkladığı üzere, şeriat ahkâmının tatbiki için Müslümanların bir halifeye ihtiyaçları vardı. Rıza, manevî ve siyasî boyutlarıyla otoritenin yegâne kaynağı olarak hilafeti çağımız şartlarında ihyânın imkânsızlığını gördüğü için pratik bir alternatif olarak onun işlevini İslâm devletine aktarmayı tasarladı (Eickel-man 2004: 30-35,Afsaruddin 2006).
Klasik İslâm terminolojisinde devlet ve hükümet yerine velayet ve emaret kavramları kul-
lanılıyordu. Rıza, İslâmî hükümet için iki daha ziyade sekülerleşmeye hizmet edeyeni prensip getirdi. Bunlardan biri, halkın hâkimiyeti, diğeri beşerî teşrî’ imkânı, içtihat yoluyla yeni yasaların yapılmasıdır.
Bu prensipler, üstadı Abduh’tan geliyordu. Cemaleddin Afgânî’nin ihtilalci tavrına karşılık Muhammed Abduh ve tilmizi Reşid Rıza, toplumun kalıcı bir dönüşümü için ıslah vizyonunu benimsediler.
Abduh, bu uğurda Müslümanlar ve laikler arasında tepkilere yol açan sayısız fetva verdi. Mesela Müslümanların ülkelerini işgal eden küfür ve bidat ehli ile muamelesine cevaz verdi. Reşid Rıza da birtakım aklî ve dinî delillerle bu fetvaları temellendirmeye çalıştı; bu ümleden olarak şapka giymenin caizliği, resim ve heykel yapmanın mübahlığı ve tasarruf sandıklarından elde edilen kârın helalliğine fetva verdi. Bilahare Ezher Şeyhi Muhammed Şeltût, Abdulvehhab Hallâf ve başkaları da bu yolda onları izlediler. Muhammed Ebu Zehra ve Müslüman Gençler Derneği (Cemi’yyetü’ş-Şübbâni’l-Müslimîn)’nin kurucularından Yahya Derdirî gibi âlimler ise bu fetvaları bid’at olarak reddederek söz konusu tasarruf sandıklarından alınan karın faiz olarak haramlığına hükm ettiler. (Şefik 1991).
İbâhî Müftüler!
Türkiye’de Afgânî-Abduh-Rıza silsilesinin yolunu tutan bazı İslâm hukuk profesörleri de benzer modernistik iftâ çığırını açtı; onlarda “dinde mühendislik” yolunda teolojik olarak İslâm hukukçuluğu ile ideolojik olarak İslâmcılığın buluştuğu görülebilirdi.
Böylece sünnetin mektebi tarikatların çözülmesiyle tesennün denen sünnete uygun din-
darlığın da çözüldüğü bir toplumda amelleri“mesnûnlaştırma” yerine “meşrûlaştırma” gayretini ifade eden “fıkıhçı modernleşme”,daha ziyade sekülerleşmeye hizmet edecekti. “İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanırlar” kaidesince, maslahat zaruret bahanesiyle insanların her amelini meşrûlaştıracak fetvalarla toplum sekülerizme sürüklenecekti.
Sultan Abdülhamid’in İngiliz ajanı olduğu için göz hapsine aldığı Afgânî hayranı birinin hadiste kasd edilen mânâda fakih olması imkânsızdır; Afgânî gibi birinin peşinden giden, istikamet ve felah bulamaz. Evet, hadisin belirttiği fıkıh hâmillerinin fetvalarıyla bu toplum bozulmadı mı? Erkeklere altın alyans, ev için faizli kredi, nâmahremle tokalaşma gibi hususlarda ibâhî fetvalarla bu toplumu harama onlar alıştırmadılar mı? Maslahat-
zaruret gibi keyfî gerekçeler, bahanelerle her amel meşrûlaştırılamaz mı? Dinde böyle bir “ibâhiye” kapısını bir kere açtıktan sonra kapatabilir misiniz?
Allah rahmet eylesin, peygamber varisi âlimler olan geçmiş fakihlerimiz, hükümlerin dayandığı zaruret gibi prensipleri titizlikle tarif ederek ibâhiye kapısını kapatmışlar, keyfiliğe geçit vermemişlerdir.
Buna göre zaruret, kişinin can veya uzvunun kaybından veya “Beş Zaruret” denen din, can, akıl, nesil ve malın emniyetinden korkudur. Buradaki espri, “iradesi dışındaki” bir durumun, zaruretin insanı şer’an mahzurları yapmaya zorlamasıdır.
Şimdi erkeğin nişanlanma için altın yüzük takmasında, nâmahremle tokalaşmasında, ev için faizli kredi almasında ne gibi “iradesi dışında” bir zaruret vardır? Mecelle şârihi Ali Haydar Efendi’nin “Dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya mecbur eden durum” şeklindeki esnek zaruret tarifi esas alındı-
ğında bile bunlar zaruret sayılamaz. Ancak zarurete “İnsanın maksadı sadece canını kurtarmak değil, aynı zamanda ve gerektiğinde malını veya namusunu kurtarmak-
tır” diye keyfî bir yorum getirince ibâhiye kapısını sonuna kadar açmış olursunuz.
Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri kitabıyla merhûm Ahmet Davudoğlu hoca, bunların foyasını meydana çıkarmıştı. Bugün maalesef onun gibi mücahid,hamiyet-perver âlimlerden mahrumuz. Bu yüzden, Allah rahmet eylesin,Ahmet DavudoğluveSadrettin Yükselgibi mücahid âlimlerin vefatından sonra meydanı boş
bulanlar, yıllarca din (ilahiyat ve diyanet) camiasında mafya-vârî bir saltanat sürdüler, kendi din anlayışlarına aykırı gördükleri ehl-i sünnete hayat hakkı tanımadılar.Yıllarca İngiliz ve Acem paraleliyle iş tuttuktan sonra mağdur rolü oynayanlar da bunlardı. Hâsıl-ı kelam, sahte şeyhleri dert edinenlerin önce aynaya bakmaları gerekir. Hedefi belirsiz serseri atışlar, sonunda bumerang gibi dönüp sahibini vurur.
PROF DR. BEDRİ GENCER
KAYNAKÇA
Afsaruddin, Asma (2006) “The “Islamic State”: Gene-
alogy, Facts, and Myths,” Journal of Church and State 48/1
(Winter): 153-173.
Eickelman, Dale F.-Piscatori, James P. (2004) Muslim
Politics. Princeton: Princeton UP.
Enayat, Hamid (1982) Modern Islamic Political Thought. Austin XE “Austin” : University of Texas Press.
Gündem futbol şikeleri, Ergenekon, özerklik iddiaları, terör gibi musibetlerle uğraşırken biz de Ehl-i sünnet inancına ve Ehli sünneti savunanlara pervasızca saldıranlara karşı mücadele etmekteyiz.
Bu mücadeleyi verenlerden biri de Arifan Dergisi yazarlarından Ali Eren Hocaefendi. Arifan Dergisi 2011 Temmuz sayısından bazı kısımlarını yayınlayacağımız yazıda, Hayrettin karaman’ın içine düştüğü buhranı yazan Ali eren, çok derin tesbitlerde bulunuyor. işte o yazı:
Dedelerimiz,“suç samur kürkünde olsa kimse üstüne almaz.”Demişler. Zamanımızdaki bazı sözüm ona hocalar da öyle. Hem suç işliyor hem de işledikleri suçu kabul etmiyorlar. Madem işledikleri suçun arkasında durmayacaklar, baştan yapmasalar ya. Olmaz! İlle de yapacaklar.
Bir de diretmeleri var: Onlar istediklerini yazıp istediklerini söyleyecekler ama kimse onları tenkit etmeyecek. Niçin? Çünkü onlar hata yapmazlar. Onlar ne söylerler ne yazarlarsa doğrudur. Öyle ya canım, yapsa yapsa eski alimler hata yapar. Bunlar ise“La yüz el amma yef al”dirler.
Hem yanlış yapıyorlar hem de sözlerinin arkasında dur(a)mıyorlar. Duramamak şöyle dursun, bir de kendilerini tenkit edenleri suçluyorlar.
İyi ama bir insan ortaya bir şey atarsa, itiraz edilince ya müdafaa eder veya hatasını kabul edip susar değil mi? Hayır! Bunlarda o yok. Bunlarda varsa yoksa kendilerini tenkit edenleri suçlamak ve hakaret etmek.
Değerli okuyucular! İşte buna katmerli hata derler.
“Tarihte ve günümüzde müslümanlar en büyük zararı, kılığı, kıyafeti, cübbesi, sarığı, dışa vuran davranışları bakımından kendilerinden olan veya görünen, ama ya münafık, ya akılsız, ya cahil, ya ahlaksız insanlardan ve guruplardan gördüler.”
Kurnaz profesör “tarihte ve günümüzde” diye başlayıp “münafık, akılsız, cahil, ahlaksız” diye suçladığı insanları “kılığı, kıyafeti, sarığı, dışa vuran davranışları bakımından müslümanlardan olan veya görünen” kimseler olarak tarif ederken, onlarda “cübbe ve sarık” olduğunu söylüyor da “sakal”dan bahsetmiyor. Halbuki herkes biliyor ki, tarihte ve günümüzde cübbeli ve sarıklı olanlar aynı zamanda sakallıdırlar. Amama sayın profesör sakalı es geçiyor. Neden?
Çünkü kendisinin sakalı var…
KARAMAN’IN AFGANİ, TEYMİYYE VE ABDUHLU EHLİ SÜNNETİ
Yazının devamında Hayrettin Karaman’ın“Ehli sünnet”diyerek ehli sünneti savunanlara iftira etmesine cevap veren Ali Eren, Karaman’ın nasıl bir yanlış içinde olduğunu anlatıyor:
Peygamberimiz’den 8 asır sonraya kadar duyulup bilinmediği halde“evvel yoğidi iş bu rivayet yeni çıktı”kabilinden, temelini İbn-i Teymiyye’nin attığı ve M. Raşid Rıza, Abduh, Cemaleddin Afgani gibi masonlarla haşır neşir olan kimseler tarafından devam ettiregelen, ucube bir inanç sistemi tutturmuşsunuz, adına Ehl-i sünnet İslamı diyorsunuz.
Kimi, kimleri ve ne yüzle suçluyorsunuz Allah aşkına?
Abdüh, M. Reşid Rıza, Cemaleddin Afgani gibi kimselerin her biri diğerini hocası, talebesi değil mi? Ya birinin hocası ve diğerinin talebesi mason değil mi?
Bir de çıkmış kabul edilir sözmüş gibi,“Abduh, siyasi amaçlarına ulaşabilmek (Mısır’a istibdadı yıkmak, sömürgecileri ülkeden atmak) için faydalı olduğuna inanan üstadının ısrarı üzerine mason derneğine girmiş, ama sonra bununla ilgisini koparmış ve talebelerini de uyarmıştır. Reşid Rıza ise hayatı boyunca asla mason olmamış, tam aksine masonluk aleyhine dört kere fetva vermiştir.”Diyorsunuz.
Biri de çıkıp size şöyle bir soru sorarsa cevabınız ne olur:
“Sayın Hayrettin Bey! Masonluğun İslam dışı olduğu belli. Abdüh’ü masonluğundan dolayı suçlamadığınıza göre, faydalı gördüğünüz bazı neticelere ulaşmak için siz de mason olmayı düşünür müsünüz?”
Önceleri Abdüh ve Cemaleddin Afgani gibi kimselerin mason olmadıklarını savunuyorlardı. Bu kimselerin mason ayinlerinde, mason önlükleriyle fotoğrafları ortaya çıkıp basına intikal edince ve bunu da dünya âlem bilince, bu sefer de yukarıdaki gibi tevili izahlara başvurmaya başladılar.
Efendim şunun için mason oldu, bunun için mason oldu gibi…
Sayın profesör! Bu makule insanları Müslümanlara sevdirmeye çalışan sizler, mecburen kabul ettiğiniz bu gerçeği dile getirirken bile onlar hakkında“mason olmuştur”diyemiyorsunuz da“mason derneğine girmiş”diyorsunuz. Yani bir kelimeden bile medet umacak kadar aciz duruma düşüyorsunuz.
“Cübbeli, sarıklı”diye ona buna çamur atacağıza,“önü mason önlüklüleri”diye Abduhları kötüleseniz ya!
Siz ey Hayrettin karaman!
Hangi cesaret ve hangi düşünceyle ehl-i sünnet olmajdan bahsediyorsunuz?
Mason Abduh’un talebesi M. Reşid Rıza, mezhebleri ortadan kaldırmak, mezheplerin birleştirilmesi yani mezhebler çorbası meydana getirilmesi için yazdığı“muhaveratü’l- muslih ve’l-Mukallid”isimli eserin“Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i”adı ile tercüme edilip hayrettin karaman tarafından 1970’li yıllarda“İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhebleri”adıyla sadeleştirilmesini hatırlatan Eren Hocaefendi çok manalı bir soru soruyor:
Sadeleştirmeyi kafi görmeyerek kitaba ayrıca notlar eklemediniz mi? Diyanet İşleri Başkanlığı, sizin“İslamda birlik ve Fıkıh Mezhepleri”adıyla sadeleştirdiğiniz bu kitabı, Ankara’da Türk Tarih Kurumu Basımevin’de 157 sayılı olarak 1974’te basmadı mı?
Bu kitap ilim çevrelerince büyük tepki gördüğünden satıştan kaldırılmadı mı?
Ali Eren Hoca’nın maskeleri indiren yazısının tamamını Arifan Dergisinden okuyabilir ve gerçekleri bu dergiden takip edebilirsiniz. Bizim mason Abduh’un talebelerine söyleyecek çok sözümüz var. Meydan boş değil Elhamdülillah. Sizlerin duaları ve destekleriyle bizler bu ipi göğüsledik, ehli sünnet inancımıza uzanan her türlü pis kokulu kirli eli tutmak için var gücümüzle çalışıyoruz. Sizlerde bu çalışmayı yapan hocalarımızın makalelerini, video sohbetlerini dağıtarak, yayarak bu çalışmaya destek verebilirsiniz. Sevaplarda ortak oluruz inşallah…
www.sorularlaislamiyet.com
(Bazı tasavvufi terimleri yanlış izah etmeleri vardır ve bazı modernistlere yaklaşımları ılımlıda olsa da fıkhi anlamda istifade edilebilinir)