|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Önce doğru bir itikat lâzım...
Düzgün itikat çok önemlidir. İtikadı bozuk olanın yaptığı bütün ibadetler geçersizdir, kabul olunmazlar. Yaptığı ibadetler onu cehennem ateşinden kurtaramaz.
Bozuk itikat, yani bid'at kalp hastalıklarından en tehlikelisidir... Bilhassa zamanımızda Müslümanların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamayan, hesap ile ulaşılamayan şeylerde akıl yürütmek insanı bu hastalığa sürükler...
Aklın ermediği ve yanıldığı şeylerde akla uyarak hareket etmek cahilliktir. Böylelerine uymak; onları taklit etmek ahirette çok büyük sıkıntılara sebep olur...
Elbette, insanın kendi aklı ile bu ince, hassas bilgileri bulması mümkün değildir. Herkes kendi aklı ile bu bilgileri bulmaya çalışırsa, yeryüzündeki insan sayısı kadar bozuk düşünce, itikat ortaya çıkar. Herkesin düşüncesi, anlayışı, fikir yapısı bir değildir. Dünyalık meselelerde bile insanlar başka başka düşünmektedirler. Dünya işlerinde böyle olunca, aklın ermediği ahiret bilgilerinde doğruyu bulmak hiç mümkün olur mu?
Bu durumda, inanmış her Müslümanın yapması gereken şey, kendi aklını devreye sokmadan, hakiki İslâm âlimlerinin bildiklerine tabi olmaktır. Onlar imanın nasıl olması lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Doğrusu da budur.
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) ve Eshabının itikatlarını, doğru olarak tespit edip bizlere bildiren, sadece Ehl-i sünnet âlimleri olmuştur. Zaten ben "Ehl-i sünnet itikadındayım" demek, "Onlar nasıl inanmışlar ise ben de onlar gibi inandım" demektir.
Düzgün itikat çok önemlidir. Çünkü, yapılan bütün ibadetler buna bağlıdır. İtikadı bozuk olanın yaptığı bütün ibadetler geçersizdir, kabul olunmazlar. Yaptığı ibadetler onu cehennem ateşinden kurtaramaz.
Demek ki, önce doğru bir itikat sahibi olmak lâzım gelir. Yetmiş üç fırkanın tek kurtulanı Ehl-i sünnet inancına sahip olanlardır. Diğer yetmiş ikisi dalâlet fırkasıdır. Yetmiş üç "altın"ın içinde "hakiki" olanı budur. Öbürleri sahtedir!..
Allahü teâlâ, Müslümanlardan, Peygamber Efendimizin ve Eshabının inandığı gibi iman etmelerini istemektedir.
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) vefât edince insanlar dinlerini Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvan) öğrendiler. Hepsi aynı imânı, Ehl-i sünnet itikâdını kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah Efendimizden öğrendikleri gibi naklettiler.
Mezhep imamlarımız, Silsile-i aliye büyüklerimiz ve diğer büyük âlimlerimiz bu saf ve doğru imânı kitap hâline getirerek bize intikal ettirdiler. Bu büyüklerimize ne kadar dua etsek yine de azdır. Onlara ait olan kitapları çok okumalı ve onların gösterdiği yolda yürümeye gayret etmeliyiz...
Ölümü hatırlamayan hazırlık da yapmaz!..
Ölüm gelmeden önce hayatın kıymeti bilinmelidir. Bu da, ölümü hatırlamak ve öldükten sonraki hayat için hazırlık yapmakla olur. Hatırlanmaz ise hazırlık da yapılamaz! Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz!..”
Bu beş şeyin gelmemesi mümkün değildir. Mutlaka gelecektir. Bunlar gelmeden önce, diğer beş şeyin kıymeti bilinmelidir. Geldikten sonra kıymetinin bilinmesinin hasret ve pişmanlıktan başka bir işe yaramayacağı muhakkaktır.
Birincisi: “Ölüm gelmeden önce hayatınızın kıymetini biliniz!..”
Ölüm, her insan için mukadderdir. Ölümden kaçmak, ondan kurtulmak bugüne kadar hiç kimseye nasip olmamıştır. Olamaz da! Ölmeyecek biri olabilseydi, Rabbimiz bunu bütün kâinâtı yüzü suyu hürmetine yarattığı ve yaratılmışların en şereflisi sevgili Peygamberimiz aleyhisselama nasip ederdi.
Zümer suresi 29-30’uncu âyet-i kerimelerinde meâlen; “Şüphesiz sen öleceksin (Ey habibim) onlar (hasımların) da öleceklerdir. Sonra hepiniz kıyamet günü Rabbinizin huzurunda muhâkeme edileceksiniz!..” buyuruluyor.
İnsan, bir şeyden kaçtıkça ondan uzaklaşır. Aradaki mesafe gittikçe artar. Ölüm hariç! Ondan ne kadar kaçarsak kaçalım, ona doğru koştuğumuzu Azrâil aleyhisselamla karşılaşınca anlarız...
Azrâil aleyhisselam bir gün insan suretinde Davud aleyhisselama gelir. Davud aleyhisselam ona kim olduğunu sorar. O da şöyle cevap verir:
“Ben hiç kimseden (Padişahlar dâhil) korkmayan, istediği saraylara, köşklere, evlere dilediği zamanda girebilen biriyim.”
Davud aleyhisselam ona, “Öyle ise sen Melekül-mevtsin (ölüm meleğisin)” der. O da “evet” diye cevap verir.
***
Hiç şüphe yoktur ki; insan, içinde ruhu olmayan bir ceset hâline gelecektir bir gün... Ölüm en büyük vaizdir. İbret almak gerektir. Kabristandan geçerken mevtâlara okumalıyız. Onların hâlinden de ibret almalıyız. Onlar da bir zamanlar bizim gibi canlı ve neşeli idiler. Gülüyorlar, geziyorlar, yaşıyorlardı. Biz de bir zaman gelecek onlar gibi olacağız. Onlar gibi toprağa girmek zorunda kalacağız!..
Bir gün bir adam Fudayl bin İyad hazretlerine gelir ve nasihat ister. Fudayl bin İyad rehimehullah sorar: “Baban hayatta mıdır?” O da “hayır” diye cevap verir. Bunun üzerine ona şöyle söyler: “Babasının vefatından ibret almayana nasihat kâr etmez...” Adamcağıza nasihat etmemiş gibi olsa da bu sözü ile en güzel nasihati böylece vermiştir. “Baban öldüğü gibi sen de öleceksin. Babanın gittiği yere sen de gideceksin. Orada işine yarayacak olan işleri, fırsat elinde iken yapmaya gayret et! Yoksa o zaman pişmanlığın hiçbir faydası olmaz!.." demek istemiştir...
.23/02/2023
"Veda Haccı" ve "Veda Hutbesi"
"Ey Eshabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da kaldırılmıştır... Cahiliyetten kalan örf ve âdetler de kaldırılmıştır!.."
Takvimlere göre bugün (miladi 632 senesinde) Resûlullah Efendimiz "Veda Hutbesi"ni irâd buyurdular...
Hicretin onuncu senesinde Sevgili Peygamberimiz hac için hazırlandılar. Medîne dışında bulunan Müslümanlara da haber gönderdiler. Binlerce Müslüman Medîne'de toplandı.
Zilka'de ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kâfile ile öğle namazından sonra Medîne'den hareket ettiler.
Zilhicce ayının 4. günü Mekke'ye vardılar. Diğer beldelerden gelenlerle mü'minlerin sayısı 124 bine ulaştı.
Peygamber efendimiz zilhiccenin 8. günü Mina'ya, 9. günü (arefe günü) Arafat'a gitti. Arafat Vâdisinin ortasında bir hutbe okudu. Bu hutbeye "Veda Hutbesi" denildi. Çünkü bu seneden sonra, bir daha haccetmek nasip olmadı kendilerine... Resûlullah efendimiz, bu hutbesinde özetle buyurdular ki:
Ey Eshabım! Hamd Allahü teâlâya mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yarlığanmak (bağışlanmak, mağfiret edilmek) diler ve O'na tevbe ederiz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin günahlarından Allahü teâlâya sığınırız. Allahın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola getirecek yoktur.
Şehadet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilah yoktur. O birdir O'nun eşi, ortağı yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resûlüdür.
Ey Eshabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da kaldırılmıştır... Cahiliyetten kalan örf ve âdetler de kaldırılmıştır... Zulmetmeyiniz! Zulmetmeyiniz! Zulmetmeyiniz!
Ey insanlar! Kadınlara hayırla muamele etmenizi ve Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar emriniz altındadır. Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız ve onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz...
Ey mü'minler! Sözümü iyi dinleyiniz, iyi anlayınız ve iyi muhafaza ediniz. Muhakkak ki, Rabbiniz birdir. Babalarınız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de topraktandır... Müslüman Müslümanın kardeşidir...
Ey nâs! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça yolunuzu şaşırmazsınız! O emanet Allah'ın kitabı Kur'ân-ı kerîmdir.
Ey nâs! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risaletimi tebliğ ettim mi? Vazifemi yaptım mı?
Bütün Eshab-ı kiram; "Evet, yemin ederiz, Allahın risaletini tebliğ ettin, vazifeni yaptın. Böylece şehâdette bulunuruz" dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem efendimiz mübârek şehâdet parmağını kaldırarak;
"Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!" dediler...
.....16/02/2023
Rabbimiz, bize acıdı ve Resûlullahı gönderdi...
İçinde bulunmakla şereflendiğimiz receb ayının 27. gecesi, mübarek Mirâc Kandilidir...
Mirâc merdiven demektir. Resulullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir.
İnsanlar, aciz yaratıldığı için, bir yerden medet ummaya, bir yerden güç almaya mecburdur. Başka türlü sıkıntı veren hadiselere, hastalıklara karşı direnemez.
Rabbimiz bu ihtiyacımızı bildiği için bize Peygamberler (aleyhimüsselam) gönderdi. Gerçek ve hak olan mabudumuzu bizlere bildirdi.
Peygamberlerin arasındaki zaman uzadıkça, insanlar bu ihtiyaçlarını temin için başka şeylere tapmaya ve onlardan medet ummaya başladılar.
Sevgili Peygamberimiz dünyamızı ve kâinatı şereflendirmeden önce insanlar bilhassa Arap yarımadasındakilerin tamamına yakını putlara tapıyorlardı.
Bizleri yoktan var eden, yerde ve gökte ne varsa hepsini bize hizmet ettiren Rabbimiz, bize acıyarak en son ve en büyük, yaratılmışların en şereflisi olan Resûlünü bizlere gönderdi...
Dünyanın en şefkatli kalbine sahip olan Sevgili Peygamberimiz, putlara tapanların sonunun Cehennem olacağını biliyor ve onlara acıyordu. Fakat onlar kendilerine acımıyorlardı. Gece ve gündüz durmadan kavmini hidayete davet ediyordu.
Dokuz senede çok az sayıda kimse Müslüman olmuştu. Mekke halkı iman etmiyor, edenlere de vahşice işkence yapıyorlardı...
Kureyş kâfirlerinden artık ümit kesilmişti. Civar illere gidip belki onların ateşten kurtulmalarına vesile olabilirim düşüncesiyle Resûl-i ekrem, hicretten bir yıl önce yanlarına Zeyd bin Harise'yi de alarak Taif'e gitti... Taif halkına bir müddet nasihat etti. Hiç kimse iman etmedi. Alay ettiler, işkence yaptılar, çocuklara taşlattılar. Mübarek ayakkabıları kanla doldu...
Kalpleri çok kırılmıştı, çok üzgün idiler. Onları Cehennem'den kurtarmaya uğraşanlar böyle mi karşılık göreceklerdi?
Oldukça yorgun idiler. Hava da çok sıcaktı; biraz dinlenmek için yolun kenarına oturdular. Peygamberimiz aleyhisselam; "Ey Rabbim! Sen benden razı isen, başıma gelenler önemli değildir" diye dua etti.
Cebrâil aleyhisselam geldi, Rabbimizin selamını getirdi ve dedi ki: "İman etmeyen kavimlerin tamamı helâk oldular. Habibim isterse kendisi ile beraber iman edenler çıksın! Ben dağlara hükmeden meleklere emrederim, etraftaki iki dağı birleştirir ve hepsini yok ederler."
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz buna razı olmadı. Dedi ki: "Hayır ya Rabbi! Bunlar bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı. Belki ileride bu inatlarından vazgeçer ve imanla şereflenirler. Olabilir ki, bunların zürriyetinden dinimize hizmet eden bir nesil meydana gelir..."
Öyle de oldu... Eshab-ı kirâmın sayısı 150 bin civarında oldu. Onlardan sonra Tâbiinden de büyük âlimler, büyük mücâhidler meydana geldi ve mukaddes dinimizi bize kadar ulaştırdılar...
.9/02/2023
Hased eden kişinin itirazı Allah'adır!..
Hased eden kişi Cenâb-ı Hakka da itiraz ediyor. Diyor ki: Ey Rabbim! Bu adam, bu nimetlere lâyık değil, sen buna niçin bu kadar çok veriyorsun?!.
Hased (çekememezlik) manevi hastalıklardandır ve büyük bir günahtır. Hased; başkasının sahip olduğu nimetlerin elinden alınmasını temenni etmektir. Dört kısma ayrılır. Birincisi: Sevmediği kişinin elindeki nimetler gitsin, varsın onun da olmasın. Bu, hasedin en kötüsüdür. İkincisi: Ondan alınsın kendisine verilsin. Bu da kötüdür. Üçüncüsü: Onun gibi kendisi de nimetlere kavuşsun fakat başka yerden. Başka yerden olmaz ise sonra ondan alınsın ister. Bu diğerlerine göre biraz ehven ise de gene de haramdır.
Dördüncüsü diyor ki: Ey Rabbim bu kuluna verdiğin nimetlerini (makâm, mevki, para) bana da ver. Ama ondan alarak değil, başka yerden istiyorum. Bu, günah olmaz.
Hased, çok kötü bir huydur. İnsanın sıhhatini bozar, üzüntüsünü artırır, amellerini yakar. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi, hased de sevapları yer ve mahveder.)
Dünyada rahatlık yoktur. Herkesin kendine göre bazı sıkıntıları vardır. Ya kendisinde veya sevdiklerinin birinde. Hased edenin ise sıkıntılarına ilave bir de hased ettiği kişi veya kişilerin kavuştukları nimetlerdir. Onların nimeti arttıkça, hasedcinin üzüntüleri de artar, huzur bulamaz. Daima sıkıntılıdır.
Hased eden kişi Cenâb-ı Hakka da itiraz ediyor. Diyor ki: Ey Rabbim! Bu adam, bu nimetlere lâyık değil, sen buna niçin bu kadar çok veriyorsun?!.
Semada ilk işlenen günah haseddir. İblisin, Âdem aleyhisselama yaptığı hased... Yeryüzünde de ilk işlenen günahtır. Âdem babamızın bir oğlunun (Kabil) diğer oğluna (Habil) yaptığı haseddir...
Herkesi memnun etmek mümkündür; yalnız hased edeni razı etmek zordur. Çünkü o nimetler elden çıkmadıkça razı olmaz.
Hasan-ı Basri hazretleri buyuruyor ki: "Rabbimiz, kendisine birçok nimetler verdiği kulunu ya seviyor, yahut sevmiyor. Seviyorsa; Rabbimizin sevdiğini ben nasıl sevmeyeyim. Sevmiyorsa, elindeki nimetlerin ne kıymeti olabilir, ta ki ona hased edeyim!.."
Hasedin ana kaynağı dünya sevgisidir. Bütün hataların başıdır. Hased, kibir, düşmanlık, kin hep bundan meydana gelir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (rahmetullahi aleyh) Konya'da bir sokaktan geçerken ilkbahar mevsiminin güneşli bir gününde duvar dibinde iki köpeğe rastlarlar. Köpekler sarmaş dolaş uyuyorlardı, kollarını biribirlerinin boynuna dolamışlardı.
Talebenin dikkâtini çeker ve Hazreti Mevlâna'ya göstererek der ki:
-Efendim ne kadar tatlı bir manzaradır, ne de çok birbirlerini seviyor bu köpekler, böylece uyuyorlar.
Mevlâna hazretleri köpeklere bakar, tebessüm eder ve buyurur ki:
-Kemik, olmadığı için böyle sarmaş dolaşlar. Yanlarına bir kemik atarsan o zaman görürsün o dostlukları nasıl düşmanlığa dönüşecektir!..
Hased eden Rabbine isyan etmiş olur!..
Hased eden kâmil bir Müslüman olamaz. Mümin müminin kardeşidir. Kardeş kardeşe kötülük düşünemez. Yaparsa, şeytanın yaptığını yapar, ona arkadaş olur...
Hased yani çekememezlik büyük günahtır. Çünkü bu kötü huy, başkasının sahip olduğu nimetlerin elinden alınmasını temenni etmektir.
Dünyada huzur içinde yaşayabilmemiz için bilmemiz gerekenleri yaratıcımız bize bildirmiş. Bilmemiz uygun olmayanları da bize bildirmemiştir. Hased etmek de bunlardan biridir. Bizim hakkımızda başkalarının düşündüklerini bilebilseydik, hepimiz yaka paça olurduk. Nimete kavuşup da kıskanılmayan insan sayısı çok azdır...
Hased etmenin zararları pek çoktur... Hased eden Rabbine isyan eder, O'nun emirlerine karşı gelir. Çünkü hasedi haram kılmıştır... Hayırlarını yakar veya hased edenin defterine yazılmasına sebep olur... Hased eden kâmil bir Müslüman olamaz. Mümin müminin kardeşidir. Kardeş kardeşe kötülük düşünemez. Yaparsa, şeytanın yaptığını yapar, ona arkadaş olur... Rabbinin yaptıklarına itiraz eder, beğenmez. Hased ettiği şahsa bir belâ gelirse sevinir ve Rabbim beni seviyormuş diye memnun olur... Hased eden dünyada ve ahirette sıkıntılara uğrar; dünyada hased ettiği kişinin nimetleri arttıkça üzülür. Ahirette ise sevapları onun terazisinden alınır, sevmediği, kıskandığı insana verilir. Sevapları biterse hased edilenin günahları alınır, hased edenin günahlarına ilave edilir...
Hased etmekle insan bu kadar sıkıntılara, felaketlere maruz kalırken, hased edilenin hiçbir zararı olmaz. Bilakis iki dünyada da kârlıdır.
Dünyada kârlıdır; çünkü kendisini sevmeyen, ona kötülük düşünen kişi devamlı azâb içindedir. Cezası dünyada başlar. Hased edilenin ise kıskanıldığı için nimetlerinde bir azalma da olmaz...
Akıllı kimse, hiçbir tadı olmayan, hiçbir yararı olmayan, büyük sıkıntılara sebep olabilecek hased hastalığından kendini kurtarır.
Bir gün Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, Eshab-ı kiramına sorar:
-Müflis kime derler?
Cevap olarak derler ki:
-Biz müflis (iflas etmiş) o kişiye deriz ki; elindeki, avucundaki malına sahip olamamış, hepsini yitirmiş ve zenginken fakirleşmiştir.
Bunun üzerine fahr-i kâinat efendimiz şöyle buyurdu:
-Benim ümmetimden gerçek müflis odur ki; kıyamet günü birçok hayırlarla gelir. Namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât vermiş, hacca gitmiş, sadaka vermiş, fakat birini dövmüş, birini sövmüş, birini gıybet etmiş, birinin kanını akıtmış, birine hased etmiş, birinin malını yemiş. Hak sahipleri başına üşüşür, sevaplarını alırlar. Sevapları biter, hak sahipleri hâlâ varsa, bu defa onların günahı alınır, onun günahına ilâve edilir.
.02/02/2023
Nefis denen düşman!..
Nefis, yalnız insanların değil, hayvanların da başına belâdır. Balığı oltaya taktıran da kekliği tuzağa düşüren de nefsidir.
İnsanlar, diğer canlılara nazaran, çok üstün niteliklere sahip kılınmakla birlikte, bu kabiliyeti sebebi ile kendi başına belâ kesilmiştir.
Görülen odur ki, insan, kendi zekâsını, yüksek idrâkini, akıl ve mantığını her zaman kendi yararına kullanmamaktadır.
Dün olduğu gibi bugün de, yeryüzünde insan için en büyük tehlike kaynağı, yine insandır.
Bu tehlike, bugün, eskilere nazaran daha da büyümüştür ve büyümeye de devam etmektedir. Haklı olarak insanlık âlemi, yine en çok insandan korkmaktadır.
Zamanımızda insan kitleleri, binbir âlet ve metot geliştirerek birbirlerini kontrol etmekte, gece gündüz demeden birbirlerini kollamaktadırlar. Yani insanlar, yine insanlar karşısında, her an tetikte olmak zorundadırlar...
Yırtıcı hayvanlar bile, kendi hemcinslerine saldırmazlar. Ne acıdır ki, insanlar bu yırtıcı hayvanları örnek almak istemiyorlar.
Manevi bağlardan ve samimi sevgiden sıyrılarak çok üstün bir teknolojik güç oluşturan insanlar, bu güçlerini, diğer insanlara karşı kullanmakta ve vicdanı da muzdarip olmamaktadır.
Bu yüksek teknolojik güç, kahredici bir çelik yumruk hâline gelmiş ve diktatörlerin işini kolaylaştırmıştır. Böylece, insanları korkutarak sindirmekte ve onu ölüm tehdidi altında tutarak alabildiğine sömürmektedir.
Ne kadar üzücüdür ki, insanlar, yaşamak için büyük fedakârlıklara zorlanmakta ve birçok insan korku belâsına, şerefini, haysiyetini, namusunu, hak ve hürriyetini feda etmektedir.
Görünen odur ki, dünya hırsı, makam ve mevki sevdası insanı öyle bir noktaya getirmiştir ki, artık onun, uğrunda ölebileceği ve hayatından daha değerli bildiği bir şey bırakmamıştır.
Allah, vatan, millet, bayrak, namus, şeref, hak ve hürriyetler için savaşıp ölmektense, bunlarsız da olsa, sürünerek de olsa, şerefsizce yaşamayı tercih eder hâle gelmiş bulunmaktadır.
Gayesiz ve hedefsiz yaşayan, dünyadan başka ebedî bir hayatı hesaba katmayan ve yalnız üç günlük dünya hayatını gaye edinen adamdan ne hayır beklenir?
Böyle hayatı hayvanlar da yaşıyor. Onların da gayesi yalnız dünyadır, nefsâni arzularını tatmindir.
İnsanlar, birbirlerine düşman olmakla kalmıyor, kendi kendilerine de en büyük düşmanlığı yapıyorlar. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "En büyük düşmanın, içinde taşıdığın nefsindir."
Nefis şeytandan da daha büyük düşmandır. Şeytan bazen insanın kalbine girer, bozmaya çalışır, ama nefis dâima içindedir. İkincisi ise "sevimli!" bir düşmandır. Nefsin isteklerini kendi istekleri zanneder, onu yapmaya heveslenir.
Nefis, yalnız insanların değil, hayvanların da başına belâdır. Balığı oltaya taktıran kendi nefsidir. Balıkların sevdiği yemi oltaya takıyorlar, onu gören balığın nefsi balığı zorluyor ve mahvediyor.
Kekliği tuzağa düşüren de yine onun kendi nefsidir. Yerdeki sevdiği yiyecekleri yemesi için zorluyor ve neticede onu tuzağa düşürüyor.
Nefsini düşman bilmeyenin başı belâlardan kurtulmaz!..
.26/01/2023
Rahmet, bereket ve mağfiret mevsimi...
Rahmet, bereket, mağfiret ve fazilet mevsimi yine geldi hamdolsun. Müminlerin gönülleri gibi gecelerini de aydınlatan kandillerin dört tanesi bu aylar içindedir...
Rahmet, bereket, mağfiret ve fazilet mevsimi yine geldi hamdolsun. Müminlerin gönülleri gibi gecelerini de aydınlatan kandillerin dört tanesi bu "üç aylar" içindedir. Bunların ilki bu gece idrâki ile şerefleneceğimiz receb ayının ilk cuma gecesi olan "Regâib Kandili" gecesidir.
Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm receb ayına girince şöyle dua buyururdu: "Ya Rabbi! Receb ve şaban aylarını bize mübarek kıl ve bizi ramazan ayına kavuştur."
Biz de aynı duayı yapacak olursak sünnet-i seniyyeye uymuş ve bu kıymetli ayların bereketine kavuşmuş oluruz.
Bu fırsatlar bir daha ele geçmeyebilir. Bir başka Regâib Kandili daha gelebilir fakat biz görmeyebiliriz. Ölümün ne zaman ve nerede geleceği bilinmez, nefesler sayılıdır. Her nefes alıp verdiğimizde bir sayı azalıyor.
Böyle mübarek gecelerde yapılan dualar ve ibadetler, diğer zamanlarda yapılanlardan daha kıymetlidir. Rabbimize açılan eller boş dönmez. Günâhlardan da çok sakınmalıyız. Faziletli zamanlarda yapılan ibadetler kıymetli olduğu gibi günâhları da daha tehlikelidir... Günâhların sonu azaptır. "Sonu ateş olan bir lezzette hayır yoktur" demişlerdir.
Nefis ve Şeytan'a uyarak işlediğimiz günâhlardan vakit geçirmeden tövbe etmeliyiz. Tövbeyi geciktirmek de günâhtır. Hadis-i şerifte "Helekel müsevvifun" buyurulmaktadır. Yani, "Sonra tövbe ederim diyenler helâk oldular."
Beklenmedik bir zamanda Âzrail aleyhisselâmla karşılaşılırsa artık yapılacak hiçbir şey kalmaz.
Tövbenin şartlarını yerine getiren ve samimi bir tarzda tövbe edenin bütün günâhları affedilir, hiç günâh işlememiş gibi olur.
Receb ayı çok kıymetli bir aydır. Her gecesi kıymetlidir. Her cuma gecesi de kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince daha kıymetli olmaktadır. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ dünyada ve ahirette ikram eder."
Hesaba çekilmeden önce kendimize hesap soralım, kusurlarımızı tespit ederek onlardan uzaklaşmaya çalışalım. Bol miktarda sadaka verelim, fakirleri sevindirirsek Rabbimiz de bizi sevindirir.
Büyüklerimizi mümkünse bizzat ziyaret edelim, kandillerini tebrik edelim, mümkün olmazsa telefonla bu vazifemizi yerine getirelim.
Büyükleri ziyaret ederken vefât edenleri de unutmamalıyız. Kabirlerini ziyaret eder, onlara okursak ruhları şâd olur...
.....
.19/01/2023
Vefatından sonra amel defteri kapanmayanlar...
Cami, Kur'ân-ı kerim kursu, hastane, yol ve köprü yaptıranların, faydalı kitap yazanların, kendisinden sonra hayırlı evlât bırakanların sevap defterleri kapanmaz...
Hepimizin farkında olduğu gibi; tıp ilmi baş döndürücü bir hızla gelişiyor, her gün yeni ilaçlar, yeni tedavi metotları bulunuyor. Organ nakilleri normal, sıradan bir iş gibi yapılıyor, hatta kalp nakilleri, ciğer nakilleri de yapılabilmektedir... Bütün bu gelişmelere rağmen ölüme çare bulunamıyor ve dünyanın en modern hastanelerinden bile cenazeler peş peşe çıkıyor. Peki, ömrümüzü uzatmak mümkün olabilir mi?
Bu suale şöyle cevap verilebilir: "Dünyada yaşamaktan maksat, ahireti kurtarmak, ebedî saadete kavuşmaktır. En önemli meselemiz, kıyamette amellerimizin tartılacağı terazinin, hayır kefesini ağırlaştırmaktır."
İnsan ölünce amel defteri kapanır, üç sınıf insan hariç. Onların amel defteri kapanmaz. Onlar öldükleri hâlde yaşayan; kabirde olduğu hâlde sevap kazanan bahtiyar insanlardır.
Birincisi: Sadaka-i cariye; insanların yararlanacağı tesisler yaptıranlar. Cami, Kur'ân-ı kerim kursu, hastane, yol, köprü gibi...
İkincisi: İlim öğreten, talebe yetiştiren, faydalı kitap yazanlar... Bu talebeler talebe yetiştirdikçe, kitaplar okundukça yazanın defterine sevap işlenir... Dört mezhep imamımız, akâidde iki imamımız ve İmam-ı Gazâli, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi... Bunlar bizi ve bizim gibi milyonlarca insanı hâlâ okutuyorlar ve dua alıyorlar...
Üçüncüsü: Kendisinden sonra hayırlı evlât bırakanlar... Yavrularımız, bizden sonra bizim hayatımızı devam ettireceklerdir, bunun için onların yetişmesine çok önem vermeliyiz...
Hayırlı evlât nasıl sevaplarımızı artırıyorsa, hayırsız evlât da günahlarımızı artırır. Bir baba, çocuğuna on beş yaşına kadar dinini öğretmemiş, nasıl ibadet edeceğini tarif etmemiş, haramları tanıtmamışsa, o çocuğun ömür boyu yapacağı bütün günahlar da onun günah defterine yazılır.
Bahtiyar o kimsedir ki; ölünce, günahları da ölür, öldükten sonra günah işlemez.
Çocuklarımızı istikbale hazırlarken, onların sadece üç-beş günlük dünya hayatını düşünmeyelim; o nasıl olsa geçer. Dünyanın ne mutluluğu kalıcıdır, ne de üzüntüleri hepsi geçici, fani ve kısadır. Hayalden başka bir şey değildir. "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" sözü ne kadar güzeldir...
İnsan rüya görürken, rüya gördüğünü fark etmez. Uyanınca gördüklerinin rüyâ olduğunu anlar, "Meğer gördüklerim rüya imiş" der. Dünyadaki hayatımızın da gerçek hayat olmadığını ölünce anlayacağız...
.12/01/2023
İnanmayanlar sonsuz azap çekeceklerdir!..
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur!"
Kabir dünya hayatının son merhalesi, ahiret hayatının ise ilk durağıdır. Cennet ve cehennem hayatı orada başlar... Hazret-i Osman (radıyallahü anh) kabir ziyaretlerinde çok gözyaşı dökerdi. Öyle ki mübarek sakalları ıslanır, kabirde yatan kim olursa olsun fark etmez, çok ağlar. Sordular:
-Yatan yakınınız filan değil, niye kendinizi harap ediyorsunuz bu kadar?
-Ben bizzat Peygamber Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) duydum. "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur!"
Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe olabilmesi için günahlardan sakınmak lâzımdır.
Fudayl bin İyad hazretleri buyurdular ki: "Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra O'na isyanda bulunan kimseye çok hayret ediyorum."
İsyan etmek, yani günah işlemek sahip olunan nimetlerin gitmesine ve azab-ı ilahinin gelmesine vesile olur.
Haram işleyenler korku içindedir, gönülleri huzur sükûnet bulmaz. Kötülük peşinde koşan daima zelildir, aziz olamaz.
Muhammed Rebhami rehimehümullah buyurdu ki: Haramları, büyük günah küçük günah diye ikiye ayırmışlarsa da küçük günahlardan da büyük günah gibi kaçmalı. Hiçbir günahı küçümsememek gerekir, çünkü Allahü teâlâ gadabını günahlar içinde gizlemiştir. Küçük sayıp önemsenilmeyen bir günah ind-i ilahide büyük olabilir. Allahü teâlâ intikam alıcıdır!
Hasen-i Basri rahmetullahi aleyh bir kabristandan geçerken mezar başında ağlayan bir kız çocuğuna rastlar. Yanık yanık ölen babasına seslenir:
"Ey babacığım her akşam sofranı ben hazırlardım, bu akşam sofranı kim hazırladı? Her gece yatağını ben açardım, bu gece kim açtı?"
Büyük âlim "Yavrum" demiş, "Artık bu soruları sormanın zamanı geçmedi mi? Sen eğer illa bir şeyler soracaksan babana sor bakalım son nefesini iman ile verebilmiş mi? Münker ve Nekir meleklerinin sorgusu nasıl geçmiş? Kabri cehennem çukurlarından bir çukur mu, yoksa cennet bahçelerinden bir bahçe mi?.."
Neticede şunu unutmamalıyız ki; dünya hayaldir, insan acizdir. Dünyaya milyarlarca insan gelmiş, bir müddet yaşamışlar, sonra ölüp gitmişlerdir. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakir. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zalim imiş, kimi mazlum. O hâllerin hepsi geçti... Onların bir kısmı inanmış Müslüman idi, kalanları inanmamış kâfirlerdi. Bunların tamamı yok olacaklar, kıyamet günü dirilecekler. İnanmayanlar sonsuz azap çekeceklerdir...
.5/01/2023
"Ben Rabbimin en büyük nimetine kavuştum..."
Âmâ ve felçli bir adam, devamlı Rabbine hamd ediyordu. Bunu gören birisi ona "Sen hangi nimetinden dolayı hamd ediyorsun?" diye sordu!..
Kavuştuğumuz nimetlerin şükrünü yerine getirebilmemiz mümkün değildir... Nimetler, nereden ve kimden gelirse gelsin onu Rabbimizden bileceğiz, O'na şükredeceğiz, çünkü veren O'dur. Bize iyilik yapan kimseyi yaratan O'dur. O'na, bize iyilik yapma arzusunu ve imkânını veren de Odur. İnsanlar sebeptir. Onlara da teşekkür edilir fakat nimetler onlardan bilinmez...
Şükür, yalnız dil ile olmaz. Bütün organlarımızla şükretmeliyiz.
Kalbin şükrü, onu Rabbimizin sevmediklerinin sevgisiyle doldurmamaktır. Günahlarla karartmamaktır. Onu kibirden, hasetten, riyadan ve ucuptan uzak bulundurmaktır...
Gözün şükrü, yaratıcısının razı olduğu gibi kullanmaktır. Haramlara bakmamalı, kimseyi hakir görmemelidir. Olabilir ki; o hakir gördüğü kişinin şefaatine kavuşabilmek için ona ne kadar yalvaracaktır, ondan medet umacaktır.
Kulakların şükrü, onu haram seslerden muhafaza etmektir. İnsana, günâh değil, sevap kazandıracak sesleri dinlemeye çaba sarf etmelidir.
Ellerin, ayakların ve diğer organların şükrü ise, sahibinin izin verdiği gibi kullanılması ile olur. Değilse, emanete hıyanet etmiş oluruz, bunun da cezası çok ağırdır.
Bir gece Sevgili Peygamberimiz "aleyhisselâm" yatağından kalkar, abdest alır, namaz kılmaya başlar, çok uzun ibadet ederler. Âişe validemiz "radıyallahü anha" arz eder: "Efendim sizin zaten günahınız yoktur, olsa da affedilmiştir. Biraz dinlenseniz ve istirahat buyursanız." Resûlullah efendimiz, "Şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verirler.
Bundan da anlaşılıyor ki, şükür hareketlerle de olmalıdır, yalnız dil ile olursa az olur.
En büyük şükrü, en büyük nimete yapmalıyız. O da iman nimetidir. Ondan büyük nimet olmaz, iki cihan saadetine vesiledir...
Bağdat'ta evi olmayan, duvar diplerinde yaşayan, üstelik âmâ ve felçli bir adam, devamlı Rabbine hamd ediyordu. Bunu gören birisi ona sorar:
"Sen hangi nimetinden dolayı hamd ediyorsun? Hâlin belli, evin yok, elin ayağın tutmuyor, gözlerin görmüyor."
Şöyle cevap verir:
"Ben Rabbimin en büyük nimetine kavuştum. Kalbimi sevgisiyle doldurdu. Çok az kuluna ihsan buyurduğu bu büyük nimete ne kadar şükretsem yine de azdır. Öyle huzur içindeyim ki, daha ölmeden cennet hayatı yaşıyorum."
Nimete şükredilmezse elden çıkar. Kavuştuğumuz nimetlere çok şükredelim ki, elimizden alınmasın...
.29/12/2022
Bir sene daha rüzgâr gibi geçti
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Ömür takvimimizden bir yaprak daha düşmek üzere... Bırakın seneleri, nefeslerimiz sayılı, öyle bir hayat yaşıyoruz ki; her an bir nefes daha azalıyor...
Geçirdiğimiz yılda iyi ve yararlı işler yaptıysak onları bu yeni yılda artırmaya çalışmalıyız, "Nasıl daha başarılı olabilirim, nasıl daha çok güzelliklere imza atabilirim" düşüncesi bizde hâkim olmalıdır.
Hatalarımızı da tespit etmeliyiz, onları bir daha hiç yapmamaya veya çok daha az yapmaya şartlanmalıyız. Yeni yıl böyle kutlanır. Yoksa, içki içmek, çam devirmek, evleri "Noel Ağacı" ile süslemek çılgınlıktan başka bir şey değildir... Her yıl, aralık ayının son haftasında, bizimle aynı adı taşıyan birçok insanın, çocuklarının ellerinden tutarak, çarşıda pazarda çam ağacı aradığını, "Noel Baba"lı kartpostallar satın aldığını, irili ufaklı hediye paketleri hazırladığını üzülerek görüyoruz.
Son haftada hindi satışlarının büyük marketlerde hangi boyutlara vardığını herkes biliyor. Hele içki tüketimi...
Her milletin kendilerine mahsus âdet ve ananeleri vardır. Dînî vazifeleri mevcuttur. Kendi inançlarının vecibelerini bırakıp, kendi örf ve âdetlerini terk eder, başka milletlerin âdet ve ananelerine uyarsa kendisine olan güvenini kaybeder. Taklidine çalıştığı insanları "kutsal" kabul eder. Bu da toplumda telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebep olur. O millet, artık yok olmuş demektir. Kendisine güveni olmayan bir pehlivan, bir çocukla güreşirse kaybeder.
Bir adam çocuğuna dese ki: "Bak yavrum şu çocuk nasıl giyiniyorsa sen de öyle giyin. Nasıl oturuyorsa öyle otur, nasıl yemek yiyorsa sen de öyle ye. Hatta dikkat et, çatalı hangi eline, bıçağı hangi eline alıyorsa sen de aynen öyle yap!.." Bunları duyan çocuk şöyle düşünmez mi?: Biz yemek yemesini bile bilmiyormuşuz, babam da bilmiyor, bilseydi, babam o çocuğu değil de kendisini örnek gösterirdi...
Şimdi söyleyin Allah aşkına! Bu çocukta kendine güven diye bir şey kalır mı? Daima kendisini bir "hiç" olarak görür ve ömür boyu taklitçilikten, kendisine güvensizlikten başka bir şey yapamaz. Bu da, bir milletin örf ve âdetleriyle beraber erimesi ve yok olması demektir.
Bir madde, bir sıvının içinde erimiş ve kaybolmuşsa, meselâ; şeker veya tuz suda erimiş ve yok olmuşsa, onu bazı kimyevi müdahalelerle tekrar çıkarmak mümkündür. Fakat bir millet erimişse, onu, hiçbir kimyevi müdahale tekrar ortaya çıkaramaz!..
Bir millet için bundan daha büyük bir zarar, daha korkunç bir tehlike olabilir mi?..
.....
(NOT: Bu yazı 27 Aralık 2018'de yayınlanmıştır...)
.15/12/2022
Kitaplara inanmak imanın şartlarındandır...
Kitaplara inanmanın imanın şartlarından biri olduğu bilinmelidir... Her ilahi kitap bir peygamber aracılığı ile gönderilmiştir.
Kitaplara iman Allah tarafından bazı peygamberlere kitap indirildiğine ve içinde yazılanların tamamen doğru ve gerçek olduğuna inanmaktır... Kitaplara inanmanın imanın şartlarından biri olduğu bilinmelidir.
Her ilahi kitap bir peygamber aracılığı ile gönderilmiştir. Kendisine kitap gönderilen peygamberler de ondaki emir ve yasakların uygulanmasını göstermiş ve bunların yaşanabilir olduğunu ortaya koymuştur.
Biz kitapların şu anki hâline değil, Allahü teâlâdan gelen bozulmamış şekline inanmakla yükümlüyüz. İlahi kitaplardan bir kısmı tamamen kaybolmuş, bugün için elimizde ondan hiçbir eser kalmamıştır. İbrahim aleyhisselâmın sahifeleri de böyledir. Tevrat, Zebur ve İncil ise zamanla insanların müdahalesi neticesinde değişikliğe ve bozulmaya uğramıştır.
Semâvi kitapların içinde yalnız Kur'ân-ı kerim hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiş ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecektir. Diğer kitapların muhafazasını Rabbimiz üzerine almamıştır. Onlar zaten belli bir zaman için gönderilmişti, bir sonraki gönderilince öncekinin hükmü bitecekti.
Kur'ân-ı kerim son indirilen kitap olduğundan onun hükmü kıyamete kadar devam edecektir. Bundan dolayı onun bozulmaması gerekmekte idi. Bunun için son nazil olan ve kitapların en mükemmeli olan Kur'ân-ı kerimin muhafazasını bizzat Rabbimiz üzerine aldı. Hicr süresi 9. âyeti kerimesinde meâlen;
"Kur'ânı kesinlikle biz indirdik. Elbette onu yine biz koruyacağız" buyurulmaktadır.
Kur'ân-ı kerim, kendinden önceki kitapları tasdik etmiş, fakat onların koymuş olduğu bazı hükümleri kaldırarak, yeni hükümler getirmiştir. Mümin olabilmek için hazret-i Peygambere ve ona indirilen Kur'ân-ı kerime uymak şarttır. Buna göre ehli kitabın mümin diye nitelenebilmesi ve kurtuluşa erebilmesi için peygamberimiz aleyhisselâm ve Kur'ânın hükümlerini gönülden benimsemesi gerekmektedir.
Peygamber göndermek ve kitap indirmek Rabbimiz için bir görev ve zorunluluk değildir. Fakat insanların peygamberlere ve kitaplara ihtiyacı vardır. Rabbimizin bize en büyük nimeti de budur. Dünyada kavuştuğumuz nimetler azdır ve geçicidir. Bize ebedî saadeti de ihsan etmek istiyor. Cennete giden yolu aklımızla bulamazdık.
Yalnız aklımızla kalsaydık; dünyaya nereden geldiğimizi, nereye gideceğimizi bilemezdik. Rabbimizin sıfatlarını öğrenemezdik. İmanın altı şartından biri olan meleklere ve ahiret gününe iman edemezdik. Allahü teâlâ kullarına bir lütuf ve ihsan olarak peygamberleri vasıtası ile kitaplar indirmiş ve yol göstermiştir. Bunun için Rabbimize ne kadar hamd etsek azdır...
.06/10/2022
Resul aleyhisselam sevgisi can simididir
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyamızı ve bütün kâinatı şereflendirdiği Mevlid Kandili yaklaştı...
Yakında, mübarek Mevlid Kandilini idrak edeceğiz inşallah... Rabbimize ne kadar şükretsek yine de azdır. O mübarek gecede kavuşacağımız nimetler çok büyüktür. Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz aleyhisselam dünyamızı ve bütün kâinatı o gece şereflendirdi...
Mevlid Kandili gecesi Kadir Gecesinden sonra senenin en kıymetli gecesidir. Kadir Gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. Bir uzunca ömre bedeldir. Onu metheden müstakil bir sûre nazil olmuştur.
Şafii mezhebinde ise, Mevlid Kandili gecesi, Kadir Gecesinden daha faziletlidir. Şöyle ki:
Kadir gecesini bu kadar kıymetlendiren şey, Kur'ân-ı kerimin o gecede nazil olmasıdır. Mevlid Gecesi olmasaydı, Kur'ân-ı kerim nazil olmayacaktı, dolayısı ile Kadir Gecesi de olmayacaktı...
İnsanlık tarihinin en karanlık, en sıkıntılı çağı altıncı ve yedinci asırlardır. İnsanlık uçuruma yuvarlanan bir araba gibiydi. Onun bu tehlikeli haline dur diyecek, onu kurtaracak bir el de yoktu. Her geçen gün insanlık âlemi biraz daha felakete sürükleniyordu. Bu iki asırda, insan, yaratanını tamamen unutmuş, kendini de unutmuştu. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, akılları hayrette bırakan kâinatın yaratılış sebebini düşünmek bile istemiyordu.
İnsanlar artık, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile batılı ayırt edebilecek kabiliyete de sahip değildi.
Peygamberlerin sözleri çoktan unutulmuş, getirdikleri semâvi kitaplara beşer parmağı karışmış ve ilâhi kelâm olma vasfını tamamen kaybetmişti. Hâsılı Arap Yarımadası'nda zulümler, rezâletler, hurâfeler ayyuka çıkmıştı. Hak, hukuk, adâlet kavramları tarihe karışmış, güçlü zayıfı eziyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Bu canavarca yapılan işlerden de pişmanlık duyulacağına bilâkis zevk alınıyordu...
Her taraf zulmet içinde iken Yüce Rabbimiz bizlere acıyarak âlemlere rahmet olarak sevgili Peygamberimizi bu mübarek gecede bizlere gönderdi.
Yeryüzündeki bütün Müslümanların, bu nurlu gecenin kıymetini çok iyi anlamaları ve değerlendirmeleri gerekir.
Büyüklerimizi ziyaret etmeliyiz, kandillerini tebrik etmeliyiz. Çocuklarımıza bu gecenin önemi anlatılmalı ve sebeb-i hayatımız olan Peygamberimizin aleyhisselam sevgisi aşılanmalıdır. Onun sevgisi can simidi gibidir, tutunan kurtulur.
Mevlid Kandilinin hepimize, cümle Müslümanlara ve bütün insanlara hayırlara vesile olmasını temenni ederim...
.....
(NOT: Bu makale 7 Kasım 2019 Perşembe tarihinde yayımlanmıştır...)
.29/09/2022
Dünya işleri, ahirete mâni olmamalıdır...
Kur'ân-ı kerîmde mealen buyuruldu ki: “Mallarınız ve çocuklarınız Allahü teâlâyı hatırlamanıza mâni olmasın!”
Bir kimsenin dünya ticareti, ahiret ticaretine mâni oluyorsa, bu kimse bedbahttır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Ahiret ise altın kupa gibidir ve çok değerlidir. Ahiret nimetleri sonsuzdur, kırılmaz, kaybolmaz ve çalınmaz...
Dünya ticaretinin ahirete yaraması lazımdır. Cehenneme sürüklememesi için çok dikkat etmelidir. İnsanın sermayesi, dini ve ahiretidir. Bu sermayeyi kaptırmamak için çok uyanık olmak lazımdır. Bunun için her sabah şöyle niyet etmelidir:
"Yâ Rabbî! Kendimin evlatlarımın ve ailemin rızkını helalinden kazanmak, onları kimseye muhtaç bırakmamak; rahatça ibadet edebilmek için çalışmaya gidiyorum..."
O gün Müslümanlara iyilik, yardım ve nasihat, emr-i mâruf, nehy-i münker yapmayı kalbinden geçirmelidir. Böyle niyet eden bir tüccar bir memur, bir işçi niyetine göre hareket ettikçe sevap kazanır. Onun her işi ibadet olur. Dünyada kazandığı şeyler de artısı olur...
Bu dünyada herkes yolcudur, geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lazımdır. Her Müslüman böyle düşünmelidir. Vazifesine başlarken, "Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi ben de, onlara hizmet edeceğim" diye düşünmelidir.
Muhammed Masum Hazretleri buyurdu ki:
"Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını helalden kazanmak için çalışmak farzdır. Bunun için, ticaret, sanat yapmak lazımdır. Selef-i Salihîn hep böyle çalışıp kazanırlardı."
***
Dünya işleri ahiret için çalışmaya mâni olmamalıdır. Münafikun suresi 9'uncu âyet-i kerimesinde mealen, “Mallarınız ve çocuklarınız Allahü teâlâyı hatırlamanıza mâni olmasın!” buyuruldu.
Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibadet yapmaktan hayırlıdır... İslâm büyükleri, kendi nafakalarını kendileri kazanırlardı. Başkasının eline bakmayı uygun görmezlerdi. Peygamberler de kendi nafakalarını kendileri kazanmışlardır.
İlk olarak kumaş dokuyan Âdem aleyhisselâmdır. Din düşmanları, ilk insanların ot ile yaprak ile örtündüklerini mağarada yaşadıklarını yazıyorlar. Fakat bu yazıların hiçbir vesikası yoktur, yalandır.
Bir kimsenin, dinine, imanına zarar gelmeyecek, herhangi bir işte çalışması caizdir. Yusuf aleyhisselâm peygamber olduğu hâlde, insanların sıkıntıda olduğunu görünce zamanın hükûmet reisine giderek vazife istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. İnsanlara hizmet edebilmek için, herkes kendine düşenleri yapmaktan geri kalmamalıdır...
İnsanı felakete sürükleyen şeyler!
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte buyurdu ki: "İnsanı felakete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak ve kendini beğenmek."
Nefis Allahü teâlânın düşmanıdır. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur'ân-ı kerimde haber verilmiştir. Çünkü nefis, daimâ Rabbimizi inkâr ve ona isyan etmek ister. Bunun için her istediği kendi zararınadır.
Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapmak olur! Nefse uymaktan kurtulmak dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü o, kul ile Rabbi arasında en büyük perdedir.
Kur'ân-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Allah'tan korkup, nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranların varacakları yer, muhakkak Cennettir.) [Naziat 40, 41]
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsanı felakete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak ve kendini beğenmek.)
Ölümü unutan nefsine uymaya başlar.
En büyük düşman olan nefsin kötülüğünü bildiren hadis-i şerifler çoktur. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
(Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af beklemektir.)
(Asıl kahraman, nefsini yenendir.)
***
İslâm dini insanların dünyada da, ahirette de rahat ve huzur içinde yaşamasını istiyor. Akıl olmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. Nefis olmasaydı insan yaşaması ve üremesi için çalışmasında kusur ederdi. Nefis ile cihad sevâbından mahrum kalırdı. Meleklerden daha üstün olmak yolu kapalı kalırdı...
Peki, bu kadar zararlı olan nefis, niçin yaratıldı? Sahip olduğumuz her şeyin iyi tarafı da var kötü tarafı da. Elektrik büyük nimettir. Yerinde kullanılmazsa insanın ölümüne sebep olabilir. Nefis de bunun gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. İnsanın yaşaması, üremesi dünya için çalışması nefsin varlığı ile mümkündür.
Nefis olmasaydı büyük cihad sevâbı nasıl kazanılırdı! Eshab-ı kirâm (radıyallahü anhüm) büyük bir muhareben dönmüşlerdi. Zafer elde etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) Eshabını tebrik ettikten sonra buyurdu ki:
"Küçük cihaddan döndük, büyük cihada giriyoruz." Sordular;
"Bundan büyük cihad hangisidir?" diye, cevap olarak buyurdular ki:
"Nefisle cihaddır..."
Muharebede mağlup olan öldürülen mümin şehid olur, ebedî saâdete kavuşur. Galip olanı ise gazi olur. İkisi de güzeldir. Nefisle olan cihadın galibi büyük nimetlere kavuşur, en büyük düşmanını mağlup etmek zevkine erer. Mağlubu ise büyük felâketlere, sıkıntılara girer. Unutmayalım ki nefis, şeytandan daha tehlikelidir. Şeytan bazen insanın kalbine vesvese verir. Nefis ise dâima içindedir!..
.15/09/2022
"Kimi seversen sev bir gün ayrılacaksın!"
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin. Kimi seversen sev bir gün ayrılacaksın. Ne yaparsan yap karşılığını göreceksin."
Kim ömrünün uzun olmasını istemez ki! Herkes "mümkün olsa da hep yaşasam" temennisinde bulunur. Hayat şartları zor olsa bile insanlar yaşamaktan memnundur.
Dualarımızda da bunu hatırlarız. Birisinden bir iyilik gördüğümüzde; "ömrün uzun olsun, çok yaşa" diye dua ederek karşılık veririz.
Aslında çok yaşamak, salih amelle olursa nimettir... Benî Hay kabilesinden iki kişi gelip Müslüman olurlar.
Peygamberimiz (aleyhisselam) onlara bir ev tahsis ettirir. Beraberce aynı evde, aynı ibadetleri yaparak ömür geçirirler. Bunlardan birisi, bir muhârebede şehid olur, diğeri yalnız kalır ve bir sene sonra o da hastalanır ve vefât eder. Eshab-ı kiramdan birisi bunları rüyasında görür, bakar ki; bir sene sonra vefat edenin derecesi daha yüksek. Hayret eder! Çünkü o şehid olanın derecesinin daha yüksek olacağını tahmin etmektedir. Durumu sevgili Peygamberimize arz eder ve sorar:
-Ya Resulallah! Hâlbuki ben şehid olanın derecesini daha yüksek biliyordum.
Bunun üzerine şu cevabı alır:
-Elbette bir sene sonra vefat edenin derecesi daha yüksektir. Çünkü o, diğerinden bir ay daha fazla oruç tuttu. (Nafileler hariç) altı bin rekât ondan fazla farz namazı kıldı, şu kadar dua etti, şu kadar ibâdet etti...
Ölüm olmasaydı yeryüzüne sığmazdık, Rabbimiz Âdem babamızla Havva annemizi dünyaya gönderdi. Bunların çocuklarının olacağını melekler öğrenince dediler ki: "Bunlar arttıkça artacak ve yeryüzüne sığmayacaklar!"
Bunun üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu: "Onlar ölecekler, sürekli yaşamayacaklar."
Melekler bu defa dediler ki: "O zaman da hayatın tadı kalmaz. Sonu ölüm olan bir ömürden ne lezzet alınabilir!"
Buna da şöyle cevap geldi: "Onlara gaflet, unutkanlık veririm, unuturlar ve yaşamaya devam ederler."
***
Bir gün yakışıklı bir padişah aynaya bakar, vezirine der ki:
-Ölüm olmasaydı hayat ne kadar güzel olurdu, değil mi?
Vezirin cevabı manidardır:
-Padişahım, iyi ki ölüm var, ölüm olmasaydı ne siz padişah olurdunuz, ne de ben vezir!..
Ömür çok uzun olsa da, mademki sonu ölümle noktalanıyor kısa sayılır. Sayılı günler çabuk geçer demişler.
Bin yıl da olsa ömrümüz, bir gün gibi geçecek. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin. Kimi seversen sev bir gün ayrılacaksın. Ne yaparsan yap (ister iyi, ister kötü) karşılığını göreceksin."
.08/09/2022
Sabretmek insanoğluna mahsus bir haslettir...
Kur'ân-ı kerimde 70'ten fazla âyet-i kerîme sabrı emir ve teşvik eder. Ki bunlardan biri de "Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir" müjdesidir.
Akıllı mümin muhasebesini yapar, kârını zararını hesaplar. Eğer karşılaştığı sıkıntıya sabrederse alacağı mükâfatın, kaybettiğinden daha fazla olacağını bilir ve rahatlar.
Çektiğimiz acılar, ızdıraplar, uğradığımız felaketler geçicidir. Allahü teâlânın lütfu ihsanı ise nihayetsizdir. Sonsuzun yanında sonlunun ne kıymeti olabilir?
Âdem aleyhisselâmdan beri gönderilen bütün semavi kitaplar insanları ebedî yurda (ahiret nimetlerine) davet içindir. Üç günlük dünyaya takılıp kalmasınlar diyedir... Dünya ile ahiret iki kumaya benzer ki birini razı edersen diğeri küser. İşte bu yüzden şeytan kin güttüğü insanlara dünyayı sevdirir, ta ki ahiret aklına gelmesin.
Dünyayı kendinize köle ederseniz ne âlâ, yoksa o sizi kendisine köle eder. Şehvet dizgini ile gırtlağınızdan yakalar, istediği yöne sürer.
Hazret-i Ali radıyallahü anh vasiyetinde bizleri ikaz eder: "Dünyada çekilen bütün belâ ve sıkıntılar cehennem azabına nisbeten hiçtir."
Allahü teâlâ bir hadis-i kudside şöyle buyuruyor: "Kullarımdan birine bedeninde veya malında ve evlâdında bir musibet verdiğim zaman güzel bir sabır ile karşılarsa kıyamet günü ona hesap sormaktan hayâ ederim."
Sabretmek insanoğluna mahsustur. Zira acıkır, susar, üşür, hasta olur. Melekler aş istemez, su istemez, sabretmeleri de gerekmez. Hayvanlar ise akıldan mahrumdur, mükellef değildirler.
Kur'ân-ı kerimde 70'ten fazla âyet-i kerîme sabrı emir ve teşvik eder. Ki bunlardan biri de "Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir" müjdesidir.
Sabır üç türlü olur:
Birincisi ibadetleri yaparken karşılaşılan zorluklara sabır. Hacca gidenler uzun yollara, uykusuzluğa, sıcağa, izdihama tahammül edecek, oruç tutanlar aç kalacak, yemeden içmeden iftarı bekleyeceklerdir... Dünya imtihan yeridir, eğer sıkıntılar olmasa sâdıklar, riyakârlardan nasıl ayrılabilir? İbadetler zahiren güç görünseler de aslında zevklidir. Ruhun gıdasıdır. Hasta insana evvelce sevdiği yemekler, hoşlandığı meyveler acı gelir. Tedavi olunca eskiye döner, ağzının tadı düzelir.
İbadetlerden lezzet almayan da mânen hastadır, iyileşirse taatlerin tadını duymaya başlayacak, ömrü bereketlenecektir.
İkincisi günah işlememek için sabretmek. Diyelim bir mümin nefsine yeniliyor, arzularının peşinde koşuyor. Allah muhafaza, burada "günahtan kaçmaya" sabredemeyenin, orada "ateşte yanmaya" sabretmesi gerekecektir.
Üçüncüsü hastalıklara belâlara sabretmek. Dert, hastalık istenmez, ancak, geldiğinde de kurtulmaya çalışmalıdır. Hekime gitmeli, tedavi olmalı, ilaç kullanmalıdır. Netice alınsın veya alınmasın sabırlı olmalıdır. Biz Rabbimizden razı olursak o da bizden razı olur...
Kadınlar, zayıf ve nazik yaratılmıştır
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
İyi bir evlilik, hem erkeğe hem de kadına mutluluk veren bir hadisedir. Bu mutluluğun devâmı için kadınlara fazla yük yüklememek gerekir...
Evlilik hem erkeği, hem de kadını mutlu eden mukaddes bir beraberliktir. Uzmanlar diyorlar ki: "Depresyon içindeki bir kadına reçete yazmak istiyorsanız, onu evlendiriniz, çocuk sahibi yapınız. Bir erkeği de mesut etmek istiyorsanız aynı şeyi onun için de yapınız..."
Bugün bilhassa Batı'da insanın cenneti diyebileceğimiz bu sıcak yuva, yani aile hayatı tahrip edilmektedir... Kadın, çalışmak için her gün dışarı çıkınca, başta kendisini, sonra çocuklarını ve diğer aile fertlerini huzursuz etmektedir.
Kadın zaten zayıf ve nazik bir varlıktır. Ev işleri ve çocukların bakımı ona yetip artarken, bir de dışarıda bir meslek ve memuriyette çalışması onu iyice yormakta ve huzurunu yok etmektedir.
Çalışan anne sabahları çocuklarını terk ederken suçluluk duymaktadır. İçinde bulunduğumuz asırda kadınların evlilikten kaçmalarının belki de en büyük sebebi bu olabilir.
Annenin her gün evi dışında çalışmasından doğan önemli meselelerden biri de çocukların gerekli bakım ve şefkatten mahrum kalmasıdır. Çocukların gıda kadar anne şefkatine de ihtiyaçları vardır.
Genel inanışa göre kadınlar, para kazanmak, dolayısıyla aile ihtiyaçlarını temin için çalışıyorlar. Hâlbuki yapılan araştırmalara göre çalışan annelerin yüzde 84'ünün asıl gayesi para değil tahsilini ve sanatını kullanabilmenin doğurduğu arzunun tatminidir...
Dinimiz kadının çalışmasına belli şartlar dâhilinde ve zorunlu durumlarda müsaade etmektedir. Ailenin, çocukların nafakasını temin etmeyi de erkeğe farz kılmıştır. Erkekler kadınlardan daha güçlü yaratılmışlardır. Erkeklerin vazifesi para kazanmak, eşinin ve çocuklarının geçimini temin etmektir. Kadının en önemli görevi ise evinde ev işleri ile ve yavrularının terbiyesi ile meşgul olmasıdır. Kadınlar erkeklere nazaran daha şefkatli, daha zarif ve daha hislidir. Erkekler ev işlerinde hanımları kadar başarılı olamadıkları gibi hanımlar da dışarıdaki çalışma hususunda erkekler kadar elverişli olamazlar. Kadınlar, iş yerlerindeki bir işe kendilerini ne kadar vermeye çalışırlarsa çalışsın, ev işlerinin kendisine ait olduğu hissini üzerinden atamazlar. O evdeki problemlerine iş yerindekinden daha çok önem verirler.
Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir, fakat yaratılışta eşit değillerdir. Çok farklı yaratılışları vardır. Birbirine muhtaç; biri olmadan diğeri eksik varlıklardır. Yani onlar bir yuvada bütünleşen, birbirini tamamlayan farklı yarımlardır.
İyi bir evlilik, hem erkeğe hem de kadına huzur ve saâdet getiren ve mutluluk veren bir hadisedir. Bu mutluluğun devâmı için kadınlara fazla yük yüklememek gerekir...
.25/08/2022
Dünyada hepimiz misafiriz...
Bu dünyada hem garibiz, hem yolcuyuz. Garibiz, çünkü daha önce burada değildik. Yolcuyuz, istesek de bizi burada durdurmazlar...
İş, eş ve benzer sebeplerle memleketinden uzakta yaşayan milyonlarca insan vardır. Vatan hasreti hiçbir şeye benzemez. Tatmayan anlayamaz, anlayan anlatamaz.
Doğduğu yerde ölenlerin sayısının giderek azaldığı günümüzde herkes için değişmeyen gerçektir sıla hasreti.
Hayat, bir rüya, bir film gibi sanki. Yazılı bir senaryonun oyuncularıyız. Bizden öncekiler oyunlarını oynayıp geçip gittiler. Biz de, pek fazla etki edemediğimiz bir hayat yaşıyoruz. Sahne değişiyor, kostüm değişiyor, dekor değişiyor, oyun ve oyuncu da değişiyor...
Gezip dolaştığımız yerler ne kadar değişmiştir yapıldığı günden bugüne kadar, kim bilir? Kimler gelmiş, kimler geçmiş taşlar dile gelse de anlatsa. Hepsi toprak olmuş, toz olmuş, tarihin derinliklerine gömülmüş gitmiş.
Merhum Yunus Emre ne güzel söylemiş: "Mal sahibi, mülk sahibi,/Hani bunun ilk sahibi?/Mal da yalan, mülk de yalan,/ Var biraz da sen oyalan..."
Atalarımız demişler ya: "At ölür, meydan kalır. Yiğit ölür, şan kalır..."
Gökkubbenin altında, nerede olursa olsun bütün insanlar, kendilerinden sonrakilere bir şeyler bırakabildilerse bahtiyar bir şekilde gülerek ölürler.
Sadi-yi Şirazi diyor ki: "Sen hatırlamazsın, dünyaya geldiğin zaman ağlıyordun! Etrafındakiler de gülüyorlardı. Anne kurtuldu, bir bebekleri oldu diye. Öyle bir hayat yaşa ki, öleceğin zaman (doğumunun tersi olsun) sen gül, etrafındakiler ağlasın... Sen gül! Çünkü güzel bir hayat yaşadın, farzları yaptın, haramlardan sakındın, insanlara faydalı oldun. Memleketine, milletine yararlı işler yaptın... Yanındakiler de senin gibi değerli birini kaybedecekleri için ağlasınlar, ölümünden sonra da seni rahmetle yâd etsinler..."
Bizim dilimizde "gurbet" basit bir kelime değildir. Maddi ve manevi bütün ayrılıkların, bütün yalnızlıkların adıdır. Çoban da kullanır gurbet sözcüğünü, evliya olan ârifler de. Çobanın anladığı gurbet kendi köyünden uzak kalmaktır. Ârif olanların gurbeti, Rabbinden ayrı kalmasıdır.
Rabbini bulan, bütün nimetlere, güzelliklere kavuşmuştur. O'nu kaybeden ise her şeyi kaybetmiştir. Hazreti Ali radıyallahü anh, oğlu Hazreti Hasan'a buyurdu ki: "Garip, Allah için bir dostu olmayan adamdır."
Fudayl bin İyad hazretleri de gurbeti başka bir tarzda tarif ediyor. "Faziletli, güzel ahlaklı kişilere gurbet olmaz." Onlar, yabancı yerlerde de olsalar, çevre edinirler, dost bulurlar. Kötü insanlar ise kendi memleketlerinde olsalar bile garip sayılırlar. Kimse onları sevmez, beraber olmak istemezler..."
Bir gün sevgili Peygamberimiz aleyhisselam mübarek elini Abdullah bin Ömer'in omuzuna koyarak şöyle buyurdu:
"Sen kendini dünyada ya garip bil veya yolcu. Ya da kendini kabir ehlinden say."
Bu dünyada hem garibiz, hem yolcuyuz. Garibiz, çünkü daha önce burada değildik. Yolcuyuz, istesek de bizi burada durdurmazlar. Hepimiz burada misafiriz.
.18/08/2022
Kaybedilen zaman bir daha ele geçmez!..
Zamanı geri getirebilmek mümkün değil ama ibret almak mümkündür. Zamanı geri getirme temennisi ise boş bir hayaldir...
İnsanlar geçmiş zamanla ilgili acı ve tatlı hatıraların önünde aciz kaldığını anlar ve hepsinin bir rüyâ gibi geçtiğini hisseder. Ne güzel tarif edilmiş:
"İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar..."
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "İnsan rüyâ gördüğü zaman onun rüya olduğunu bilmez, gerçek zanneder. Ta ki uyanıncaya kadar. "Meğer gördüklerim rüya imiş" der...
Ölünce de dünya hayatının rüya gibi olduğunu anlar.
Bunun için kıyamet gününde insanlar dünyada geçirdiği hayatı hayat saymayacak. Fecir Suresi 24. âyet-i kerimesinde buna işaret buyuruyor:
"Diyecek ki: Keşke ben hayatım için önceden hazırlık yapsaydım!"
Bu âyet-i kerimeyi tefsir eden müfessirler dikkatimizi şu noktaya çekiyor: "Buradaki hayatım için", demiyor "hayatım için" diyor. Bu da dünya hayatını "hayattan saymadıklarının" en büyük delilidir...
Zamanı geri getirebilmek mümkün değil ama ibret almak mümkündür. Zamanı geri getirme temennisi ise boş bir hayaldir. Şair demiş ki:
"Keşke gençliğimden bir gün olsun geri gelseydi de ihtiyarlığın başıma neler getirdiğini ona anlatsaydım!.."
Seneler gün gibi geçiyor ve her geçen gün de bizi kabre bir adım daha yaklaştırıyor. Her gece yatağa girmeden o günün muhasebesini yapmalıyız. Hata ve kusurlarımızı tespit etmeliyiz. Günümüzü güzel geçirmiş isek bir sonrakini daha iyi geçirmeye gayret etmeliyiz. Kötü geçmişse tevbe etmeli ve bir daha hata yapmamaya gayret etmeliyiz...
Zamanı durdurmak kabil değildir, çok çabuk geçiyor. Vakit insanın sahip olduğu en değerli varlığıdır. En kıymetli mücevherden daha değerlidir. Kaybedilen cevahir tekrar alınabilir ama kaybedilen zaman bir daha ele geçmez...
Her insan için belli bir ömür tahsis edilmiştir. Bu kısacık ömrüyle yaşadığı ve yaşayacak olduğu diğer iki hayatını kazanmak zorundadır: Dünya hayatı, kabir hayatı ve ahiret hayatı...
Bunların en kısası dünya hayatıdır. En önemli olanı da budur. Çünkü üç hayatını buradan kazanacaktır.
Çalışacak, kendi rızkını ve bakmakla mükellef olduklarının rızıklarını helâlinden kazanacak, daha sonra istese de istemese de gireceği kabrini nurlandırmaya, mamur etmeye gayret edecek. Kabir hayatı dünya hayatından uzundur, dünyadaki evimizi özenle rahat edebileceğimiz duruma getirmeden içine girmiyoruz. Girersek rahat edemeyiz.
Halbuki dünya evimizde bir gün bile kalıp kalmayacağımız belli değildir. Rahat edemezsek değiştirebiliriz. Başka bir eve taşınma imkânımız her zaman var.
Lâkin "Ben bu kabri beğenmedim, burası beni sıkıyor karanlık, beni başka kabre götürün" desek bize kim kulak verir?
Sonsuz hayatımız olacak olan ahiret hayatımızı da yine burada kazanabiliriz. Henüz fırsat varken vaktimizi iyi değerlendirmeliyiz...
.11/08/2022
Arkadaş seçerken!..
Bazı arkadaşlar gıda (hava, su, yiyecek) gibidir, onsuz olmaz. Bir kısmı ilaç gibidir, lüzûmunda aranırlar. Bir kısmı da hastalık gibidir ki uzak durmakta yarar var…
Hayvanların kasaba, aşçıya ihtiyaçları yoktur. Yakaladığından rızkı kadar yer, geriye kalanı bırakır gider. O da başka bir hayvana nasip olur. Demez ki: "Bir daha böyle taze eti nerede bulurum. İyisi mi uzaklaşmayayım da acıkınca gelir yemeye devam ederim."
Rızkından endişeleri yoktur, tevekkülleri insandan fazladır zira.
Biz bir ekmek için belki otuz kişiye muhtacız. Tarla sahibine, ekene, biçene, değirmenciye, fırıncıya...
Toplu yaşamak mecburiyetindeyiz, arkadaş edinmeliyiz... Hazret-i Ali (Radıyallahü anh) buyuruyor: "Hayırlı arkadaş edinin çünkü onlar hem dünyada hem ahirette yardımcıdırlar. Garip kimdir biliyor musunuz, arkadaşı olmayan!"
Biz zaten dünyaya ebedî kalmak için gelmemiştik. Ama kötü arkadaş dünyamızı da perişan eder, ahretimizi de...
Bazı arkadaşlar gıda (hava, su, yiyecek) gibidir, onsuz olmaz. Bir kısmı ilaç gibidir, lüzûmunda aranırlar. Bir kısmı da hastalık gibidir ki uzak durmakta yarar var.
Peki arkadaş seçerken neye dikkat etmeli?
Bir kere dostunuz akıllı olmalı. Aptallar iyilik yapayım derken zarar verir... Bu yüzden demezler mi: "Ahmak dosttan ise akıllı düşman daha iyidir..."
Dindar olmalı. Dinimizin emirlerine uymayanlar, haramlardan sakınmayanlar en büyük kötülüğü kendine yapar. Kendine hayrı olmayanın, başkalarına ne hayrı olur?
Ahlâklı olmalı. Kıyamet günü ameller tartılacak, imanlı birinin sevap kefesi ağır gelirse kurtulacak... Diyelim günâhı ağır bastı, azabını çekmek üzere cehenneme sürüklenecek ki o zor anda ufacık bir hayra, bir sevaba nasıl da ihtiyaç duyar. Sağa sola bakınır, tutunacak bir dal (şefaatçi) arar.
Fahr-i Kâinat (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor: Kıyamet gününde terazinin hayır kefesinde güzel ahlâk kadar ağırlığı olan bir ibâdet yoktur!
Bu nimete kavuşabilmek için iyi huylularla birlikte olmak lâzım...
Dünyaya kıymet vermemeli: Maddeye düşkün olanlar sizi menfaat uğruna satabilir ki devrimizde dünya tamahı had safhada. Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır" buyurdular...
Arkadaşlar kısım kısımdır. Birincisi dinimize de, dünyamıza da faydası olanıdır. Hem dünya gaileleri ile bunaldığımızda yardıma koşar, hem mahşer meydanında şefaat eder, yalnız bırakmaz. Ki böyleleri gölgesi ve meyvesi olan ağaç gibidirler.
İkincisi dünyada bir yardımını görmeseniz de ahirette faydası olur. Bunlar meyveli ama gölgesiz ağaca benzer.
Üçüncüsü dünyada yardımını görürsünüz ama ahirette faydası olmaz. Meyveleri yoktur, kuru gölgeliktirler.
Dördüncüsü ne dünyada hayrını görürsünüz, ne ahirette. Gölgeleri de yoktur meyveleri de... Lâkin zararları da dokunmaz.
Kötü arkadaş ise insanı hem dünyada rezil rüsva eder, hem ahirette cehenneme sürükler...
.04/08/2022
Mü'min önce düşünür, sonra konuşur...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
"Mü'minin dili kalbinin arkasındadır. Önce düşünür, sonra konuşur. Münâfıkın dili kalbinin önündedir, önce konuşur sonra düşünür."
Dil; küçücük bir organdır fakat ibadeti de, isyanı da büyüktür. Küfür ve iman ancak dilin şehâdetiyle açığa çıkar.
Sahasının ne sonu vardır, ne de sınırı. Hayır da dilin alanına girer, şer de…
Dilini dizginleyemeyenleri şeytan sürükler, uçurum kenarına çeker. Şeytanın en çok günah işlettiği uzvumuz dilimizdir. Dilin şerrinden ancak "onu İslami terbiye ile gemleyen" kurtulabilir. Dilin nerede iyi ne zaman kötü kullanıldığı herkes tarafından bilinemez. Güzel dinimiz bu hususları açık ve seçik belirtmiştir.
İnsanlara verilen en büyük nimetlerden biri konuşabilme kabiliyetidir. Evet hayvanların da dili vardır, hem bizimkilerden iridir ama onlar söz söyleyemezler.
Dilimiz sayesinde derdimizi anlatabiliyor, ilim öğreniyor ve öğretebiliyoruz. Yine dilimiz yüzünden, gaileler yaşıyor, dert çekiyoruz.
Dil insanı cennete de götürür, cehenneme de…
Nice insanlar ağızlarından çıkan bir söz yüzünden öldürülmüş ya da hapishanelerde çürümüşlerdir.
Niceleri de yaptıkları konuşmalarla takdir toplar, yüksek makâmlara getirilir...
İmanlı olabilmek için, "kalp ile tasdîk"ten sonra "dil ile ikrâr" gerekir. Sahih iman için ikisi de lâzımdır.
Bakması bile bize haram olan yabancı bir hanım, bir sözle (nikâh akdi) helâlimiz oluyor, aynı evde beraber yaşıyoruz.
Eğer ağzımızdan küfre sebep olacak bir cümle çıkarsa, hem imanımızı hem nikâhımızı tazelemek zorunda kalıyoruz.
Bunun için konuşmaya başlamadan evvel söyleyeceklerimizi süzmeli, kontrol etmeliyiz.
Hazret-i Ebu Bekir dilinin altına çakıl taşı koyar, konuşmadan evvel cümleleri ölçer biçerdi.
Eğer bir söz kendimize veya birilerine faydalı olacaksa söylenmeli, yok faydasız ise konuşmaktan sakınmalı.
Hadis-i şerifte buyuruluyor: "Mü'minin dili kalbinin arkasındadır. Önce düşünür, sonra konuşur. Münâfıkın dili kalbinin önündedir, önce konuşur sonra düşünür."
Konuştuktan sonra düşünmek neye yarar? Artık ok yaydan çıkmıştır. Pişmanlık faydasızdır.
Öyle ya söylemediğimizin sahibiyiz, söylediklerimizin esiri… Allahü teâlâ bize bir dil vermiş, iki kulak. Demek ki iki dinlemeli bir konuşmalıyız.
Yine dilimizi iki kilit arkasına koymuş, dişler ve dudaklar...
Gereksiz konuşmamalı, meselâ birine "oruç musun" diye sorup zor durumda bırakmamalı.
Ne yazık ki dilimize dolanan mânâsız sorular var. Adın ne? Memleket nere? Mesleğin? Hangi mektebi bitirdin? Ne kadar maaş alıyorsun? Askerliği nerede yaptın? Evli misin? Çocuk var mı? Kaçı kız, kaçı erkek?
Hâlbuki kabre girince tek soruya muhatap olacağız: "Buraya ne amelle geldin?"
.28/07/2022
Hicri yeni yıl yaklaşırken...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Eshab-ı kiramın çoğu hicret etmişti. En son, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir'le beraber yola çıktılar. Böylece "Hicret" başlamış oluyordu...
Önümüzdeki cumartesi günü Muharrem ayının birinci günüdür...
Muharrem ayı Kur'ân-ı kerimde kıymet verilen dört aydan biridir. Bu ayda oruç tutmak çok sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç, Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farz namazlarından sonra en faziletli namaz, gece kılınan (teheccüd) namazdır."
Hicretten önce Müslümanlar büyük sıkıntı içinde idiler. Suçları, Allahın varlığına birliğine Efendimizin onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaktı.
Müminlerin bazısı şehid edildi. Ammar bin Yasir'in annesi ve babası gibi... Bilâli Habeşi'ye (radıyallahü anh) yapılan eza ve cefayı hepiniz biliyorsunuz. Dayanılacak gibi değildi, inananların iki defa Habeşistan'a hicret etmelerine izin çıktı...
619 yılında Müslümanlar iki büyük acı yaşadılar. Sevgili Peygamberimizin amcası Ebû Talib vefat etti ki Mekke'deki hâmisi idi. Üç gün sonra da ilk mü'mine, Hatice Validemiz (radıyallahü anha) rahmet-i rahmana kavuştu. Hazret-i Hatice en zor günlerinde Server-i Kâinatın yanında durmuş, malını mülkünü Allah yolunda sarf etmişti. Çocuklarının annesiydi. Bu seneye "Senetül Hüzn" (üzüntülü sene) denildi.
Beklendiği gibi de oldu, Ebû Talib'in vefatından sonra müşrikler Resul-i Ekreme daha fazla eziyet etmeye başladılar. Mü'minlere sıkıntı vermekte âdeta birbirleri ile yarış hâlindeydiler.
Zulüm ve işkencelere rağmen Kur'ân-ı kerimin beşer kelâmı olamayacağını düşünerek iman edenlerin sayısı arttı. Bir taraftan da Medine-i Münevvere'ye hicret başladı. Bu da kâfirleri çok endişelendirdi. İslâmiyet artık Mekke-i Mükerremeden taşmış, müşriklerin korktukları başlarına gelmişti!..
Eshab-ı kiramın çoğu hicret etmişti. En son, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hazret-i Bekir'le beraber yola çıktılar. Böylece "Hicret" başlamış oluyordu. Sevr Mağarasında üç gün üç gece kaldıktan sonra Kuba köyüne vasıl oldular. Gerek muhacir gerek ensar, Allahın Resulünü büyük bir sevinç ile karşıladı. Orada bir mescid inşa ettiler ve ilk cuma namazı kılındı... Bu mübarek "Hicret" ile Mekke devri kapanmış, Medine-i münevvere devri başlamış oldu. İslâm güneşi uzak ülkeleri de aydınlattı... Hicretten sonra İslamiyet bir şehir dini olmaktan çıktı, cihanşümul bir din olduğunu dünyaya duydu, tanıdı.
.....
NOT: Bu makale, 23 Ekim 2014 Perşembe günü yayınlanmıştır.
.21/07/2022
Dindarlık gericilik değildir!
Fatih Sultan Mehmed Han, diğer Osmanlı padişahları gibi çok dindardı, gerici değildi. Çağ kapatıp yeni bir çağ açmıştı.
İnsanoğlu, her geçen gün biraz daha ilerleme kaydetmekte, yeni buluşlar ve keşifler elde etmekte ve daha ileri seviyelere ulaşabilmektedir. Bu ise ona ihsan edilen akıl sayesindedir.
Aklı olmayan hayvanların yaşayışlarında hiçbir değişiklik söz konusu olamaz.
İlk yaratılan karınca, toprak altında yuva yapardı, topladığı gıdaları oraya biriktirirdi, kendisinden büyük yükler taşırdı. Bugünkü karınca da aynı şeyi yapıyor...
İlk yaratılan arı, nasıl ki önce peteğini yapıyor ve altıgen şeklinde meydana getiriyordu ve daha sonra içini çiçeklerden topladığı gıdaları bala çevirip peteğini dolduruyordu ise, bugünkü arı da aynısını yapmaktadır... Hiçbir gelişme ve değişiklik yoktur onların hayatında.
Fakat bizim hayatımız çok farklı. Yüz sene önce ölen bir insan, bugün dirilse, dünyamızda olup bitenlere bir baksa, ne kadar şaşıracak, âdeta gözlerine inanamayacak.
Yaptığı bir aletle, bulutların üstünde seyretme imkânı, dünyanın öbür ucundaki ile görüşüp konuşabilme nimeti, daha neler neler...
Gün yoktur ki, insanlar ilim ve teknik bakımından yeniliklerle tanışmasın. Artık eskiye dönüş mümkün değildir.
Meselâ, asrımızda yaşayan bir hanımefendiye desen ki: "Eskiden çamaşırlar elde yıkanırdı, sen gene eskiden olduğu gibi çamaşırları elinle yıka, onlar gibi ol!" İkna edebilir misin?
Bir başkasına "Eskiden yaya veya atla seyahat edilirdi. Sen de ecdadın gibi yap!" desen, kaç kişiyi buna razı edebilirsin?
Elektrikle değil, gaz lambası ile aydınlanmayı kime kabul ettirebilirsin?
Dünyanın en yüksek iknâ kabiliyetine sahip olsanız bile, kimseyi yanınıza alamazsınız.
Netice olarak; kimse gerici olmaz, olamaz ve olmak da istemez. Bazıları bundan niçin endişe ediyorlar?
Bazı şeyler değiştirilemez, yerlerine bir başkası konamaz. Meselâ "Güneş milyonlarca sene önceden yaratılmıştır. Bu artık eskidi, bununla aydınlanmak, ise gericiliktir. Biz yeni bir güneş bulalım, o bizi aydınlatsın. Değilse ilerici olamayız" denebilir mi? İstense bile başka güneş bulunabilir mi?
Bize ışık ve hayat veren bu güneşi beğenmezsek aptallık etmiş oluruz; hayatımızı da sona erdirmiş oluruz.
Mukaddes dinimiz de manevi güneşimizdir. Güneş gibi, eskimez ve alternatifi yoktur.
Tarih şahittir ki, Müslümanlar, dinlerine ne kadar değer vermişlerse, dünya işlerinde o kadar başarılı olmuş, ilerleme kaydetmişlerdir...
Fatih Sultan Mehmed Han, diğer Osmanlı padişahları gibi çok dindardı, gerici değildi. Çağ kapatıp yeni bir çağ açmıştı. Beşer tarihinde benzeri olmayan karadan gemileri yürütmeyi planlamış ve başarıyla tatbik ettirmişti... Zamanının en güçlü toplarını imâl ettirip, Bizans surlarını delik deşik etmiş ve İstanbul'un fatihi olmuştu.
Bir gün gelecek ve herkes çok iyi anlayacak ki, dindar olmak gerici olmak değildir.
.14/07/2022
Şu yalan dünyada hepimiz misafiriz...
İstesek de istemesek de bir gün mutlaka öleceğiz. Bu, bütün varlıklar için mukadderdir. Ölümle ne kadar güreşsek hep o galip gelir!..
Her doğan yeni gün ile birlikte hepimize yeni bir dünya kurulur. Her şey bizim için yeniden yapılır... Güneş ışıklarıyla, kuşlar sesleriyle, çiçekler tebessümleriyle bu hazırlığa katılır. Böylece, imtihan için dünyaya gönderilen insanın eline 24 saat denilen bir fırsat verilir. Ve zaman sahifesinde hayatımız yazılmaya başlanır...
Alışkanlıklar, dikkatleri öylesine köreltir ki, olup bitenin çok kimse farkına bile varmaz. Bütün gün, güneşin altında dolaştığı hâlde, ondan habersiz yaşayanların sayısı yine de az değildir.
Gelin biz aynı duruma düşmeyelim. Belki bu son fasıl, bu son fırsattır. Ömrün, bir akşamını daha geride bırakmak üzere olduğumuzu unutmayalım.
Ölümü, kendi başımıza gelmeden önce, başkalarına ait bir şey zannetmekten vazgeçelim. Ne kadar gördüysek hep biz cenaze taşımışız, kabre koymuşuz. Hep böyle olacak sanıyoruz...
Unutmayalım ki, bugün cenazesini taşıdığımız adam da şimdiye kadar birçok cenaze taşımıştı, şimdi ise kendisi cenaze oldu. Biz de bir gün cenaze olacağız. Üzerinde yaşamakta olduğumuz, tatlı ve acı günler geçirdiğimiz dünyamıza ve içindekilere, bir daha buluşmamak üzere veda edeceğiz.
Hepimiz burada misafiriz, buradan başka yerlere gideceğiz. Misafir olan beraberinde götüremeyeceği şeylere gönül vermez.
İstesek de istemesek de bir gün mutlaka öleceğiz. Bu, bütün varlıklar için mukadderdir. Ölümle ne kadar güreşsek hep o galip gelir.
Ayaklarımızın altındaki toprak bir gün boyumuzu aşacaktır. Öyle bir günle karşılaşacağız ki, gecesini göremeyeceğiz, öyle bir gecemiz olacak ki, gündüzü olmayacaktır.
Ne kadar güzel giyinirsek giyinelim, son elbisemiz kefendir. Ne kadar konforlu evlerde, villalarda, köşklerde oturursak oturalım son taşınacağımız ev kabir olacaktır.
Ölüm kimseye acımaz, kimseden korkmaz, serveti ne kadar çok olursa olsun önem vermez, rüşvet almaz. Zamanı gelince insanın işini bitirir, canını alır.
Bugüne kadar hiç kimse, ölümden ne kendisini ne de başkasını kurtarabilmiştir. Cihana hükmedenler bile Azrail aleyhisselam karşısında boyun bükmüş ve ruhunu teslim etmek zorunda kalmışlardır.
Yeryüzünde binlerce din vardır, bunlara inanan milyonlarca insan var, dinsizler de mevcuttur. Ayrı ayrı şeylere inanırlar. Fakat bunların ortak inandıkları bir şey vardır ki, o da ölümdür!.. Ölümü hiç kimse inkâr etmez, edemez de. O hâlde hazır olmalıyız.
Sonu ölüm olan bir hayatın kısası veya uzunu arasında fazla bir fark yoktur...
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Akıllı insan ölümü en çok düşünen ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapandır."
.07/07/2022
Terviye, Arefe günü ve Kurban Bayramı...
Hacıların Mekke'den Mina'ya çıkacağı güne "Terviye Günü" denir. Arefe günü ise Kurban Bayramından bir önceki gündür.
Hacıların Mekke'den Mina'ya çıkacağı güne "Terviye Günü" denir. Arefe günü ise Kurban Bayramından bir önceki gündür. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
"Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği gündür."
"Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günahları af olunur, biri geçmiş senenin, diğeri gelecek senenin günahıdır."
Enes bin Malik (radıyallahü anh) rivayet ediyor: "Arefe günü, Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) Arafat'ta vakfe yaparken şöyle buyurdu:
(Ey insanlar! Az önce Cebrail aleyhisselam geldi, Rabbimden bana selâm getirdi ve şu müjdeyi verdi: Arafat ehli tamamen mağfiret olundular.)
Hazreti Ömer sordu: ‘Bu yalnız bize mi mahsus, yoksa bizden sonrakilere de mi? Bizden sonra vakfe yapacaklar da bu nimete kavuşacaklar mı?’
Cevap olarak, (Bu müjde size ve kıyamete kadar gelecek olan bütün hacılaradır) buyurdular.”
***
Mübarek Arefe günü, doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden ve dünyanın en ücra köşelerinden gelen insanlar aynı yerde bir araya gelmişler, aynı ibadetleri yapıyorlar... Trilyonlara hükmeden bir zenginle, geçimini zor karşılayan bir fakiri; aynı kıyafet içinde, Arafat'ta, beraberce el açıp dua ettiren, yan yana tavaf ettiren imandan başka hangi güç olabilirdi? Böylece de, makam, mevki, mal mülk ile böbürlenmeyi unutturup, mahşer gününü hatırlamış oluyorlar...
Âdem babamızdan beri bize kin güden, bizim yüzümüzden cennetten kovulduğu, lânetlendiği için, bizi en büyük düşman olarak gören şeytanlar zaman zaman bize birçok günah işletmişler ve çok sevinmişlerdir. Bütün bu günahların bir günde affedilmesi onları âdeta çılgına çevirir. En çok üzüldükleri gün Arefe günü olur.
Arefe günü, Arafat'ta bulunma saadetine eren bir insanın, "Benim günahlarım çok, benim affolunmam çok zordur" demesi ve Rabbinin mağfiretinden ümit kesmesi büyük günahtır. Af olunacağına inanması gerektir.
Günahlarımız ne kadar çok olursa olsun, Rabbimizin rahmetinden daha çok olamaz. Yeter ki biz, tövbenin şartlarını yerine getirerek ona yalvaralım, O'ndan af dileyelim.
Bugün yapılacak duada "Ya Rabbi hacıları mağfiret et, onların dualarını kabul buyur" demelidir. Çünkü hacı kardeşlerimiz hepimize dua ediyorlardır...
***
NOT: Bu makale bu köşede 16 Ağustos 2018 Perşembe günü yayınlanmıştır...
.30/06/2022
Hazreti Ali’den altın nasihatler
Hazret-i Ali, bir suikast neticesi şehit olmak üzereydi. Evlatlarını topladı ve nasihatlerde bulundu. Bizler de bu nasihatlerden istifade etmeliyiz...
Hazret-i Ali "radıyallahü teâlâ anh", Resulullahın damadı ve amcasının oğludur. Ehl-i beytin birincisidir. Allahü teâlânın aslanı olan bu mübarek zat bir suikasta uğramış ve ağır yaralı olarak hane-i saadetlerine nakledilmişti. Şehit olmadan önce yavrularını topladı ve onlara nasihatlerde bulundu. Ancak bunlar hepimiz için yapılan nasihatlerdir. İşte Hazret-i Ali'nin o altın nasihatleri:
Yavrularım! Yalnız da kalsanız, insanlar arasında da bulunsanız daima Allah'tan korkunuz, takva üzerinde bulununuz. Çünkü Rabbiniz daima sizi görür ve yaptıklarınıza şahittir. Bir bedevi gelir ve Peygamber aleyhisselama sorar: "Ben çok günah işledim. Benim için tövbe olur mu?" O da "Tövbe kapısı açık. Tövbenin şartları yerine getirilirse tüm günahlar affedilir" buyurdular. Adam bu müjdeyi aldıktan sonra tekrar sorar: "Bu günahları işlediğim zaman Rabbim beni görüyor muydu?" Peygamberimiz de "Evet" diye cevap verir. O da, "Eyvahhhh!.." diye feryat eder ve ruhunu teslim eder...
Neşeli olduğunuz zamanda da, kızgın olduğunuz zamanda da söylediğiniz sözlere dikkat ediniz. Daima hak söz söyleyiniz. İnsan kızdığı zaman ne söylediğinin farkına varamaz. Şeytanın insana en çok musallat olduğu zaman, onun kızgın olduğu zamandır...
Zengin de olsanız, fakir de olsanız, israftan sakınınız. İsraf haramdır. Bir gün Sa'd bin Ebi Vakkas "radıyallahü anh" bir nehirde abdest alır. Suyu bol gördüğü için fazla kullanır. Gerçi kullandığı su tekrar nehre akıyordu, buna rağmen Peygamberimiz aleyhisselam ona ikazda bulundu: "Niçin suyu israf ediyorsun ya ebi Vakkas?"
Hüküm verdiğiniz zaman karşınızdaki dostunuz da düşmanınız da olsa adil davranınız. Taraf tutmayınız. Çünkü verdiğimiz hükümlerden hesaba çekileceğiz.
Yavrularım. Yorgun olduğunuzda da, zindeyken de ibadetlerinizi ihmal etmeyiniz. Vakit çok kıymetlidir. Vaktinizi değerlendiriniz.
Her halükârda Cenab-ı Hak'tan gelene razı olunuz. Size huzur ve saadet de verse, sıkıntı ve hastalık da verse kaderinize rıza gösteriniz.
Yavrularım! Sonu cennet olan bir hayatta şer yoktur. Sonu cennet olan bir hayatta kötülük olamaz. Sonu ateş olan bir hayatın da hiçbir kıymeti yoktur.
Kendi ayıp ve kusurlarını gören, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmez. Kendi kusurlarını gidermeye çalışır. Cenab-ı Hakk'ın ona verdiğine razı olan, üzüntü çekmez.
Yavrularım! Kim kibirlenirse alçalır, kim aklına güvenirse pişman olur. Çok konuşanın çok hatası olur. Bir evlada bırakılacak en güzel miras güzel ahlaktır..
.23/06/2022
Hem dünyasını, hem ahiretini mahvedenler!
Bir kimse, yalnız dünyasını düşünmüş, ahiretini unutmuş Rabbini tanımamış, haramlardan sakınmamış ise, hem dünyasını, hem de ahiretini mahvetmiş olur...
Ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ve bu hayata uyabilmek için geçirilmesi gereken bir tasfiye hareketidir. Bir saflaşma, temizlenme ve ağırlıktan kurtulma faâliyetidir.
Görüyoruz ki, sonbaharda suyu çekilen, kuruyan ve kendisinde hayattan eser bile kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın her taraftan hayat fışkıran bayramına bir hazırlık içindedir. Zamanı gelince onlardan yepyeni bir hayat fışkıracaktır.
İnsan da, zamanı gelince o tohumlar gibi toprağa düşecektir. Her ne kadar toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.
Doğumla bu âleme kavuştuğumuz gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşacağız. Tohum, toprağa düşmesine rağmen, nasıl bir başka hayata kavuşur ve gökyüzüne dal-budak salarsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedi bir âlemde hayat bulacaktır...
Ölüm, hâl değiştirmektir. Yumurta ölür civciv olur, çekirdek çürür ağaç meydana gelir.
İnsan için ölüm, ipek böceğinin koza içindeki dönemi gibidir. İpek böceğine, kabir gibi daracık kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan edileceği bildirilse bile, böcek buna inanmakta zorluk çekecektir.
İnsan da, ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar aciz kalır.
Maddeyi kuru kalıpları içinde görerek ondan başka bir varlık kabul etmemek, büyük aptallıktır. Her şeyin maddeden ibaret olduğu farz edilse o zaman dünyanın hiçbir değeri kalmaz.
Arkasından koşup yakalamaya çalıştığımız mutluluklar, ümitler, heyecanlar, koşturmalar, yorgunluklar bir gün ölümle noktalanırsa neye yarar?
Dünya hayatını rüyaya benzetmişlerdir. İnsan rüya görürken onun rüya olduğunu bilemez, hakikat zanneder. Uyandıktan sonra, gördüklerinin rüya olduğunu anlar. Biz de ölünce, yaşamakta olduğumuz bu hayatın gerçek hayat olmadığını, rüya gördüğümüzü anlarız.
Dünya hayatı, ahiret hayatını kazandırabilmişse çok güzeldir. Fani, geçici, kısa ve hayal olan bir hayatla ebedi saâdeti elde edebilmiştir, afiyet olsun...
Bir kimse, yalnız dünyasını düşünmüş, ahiretini unutmuş Rabbini tanımamış, haramlardan sakınmamış ise, hem dünyasını, hem de ahiretini mahvetmiş olur...
Akıllı insan çalışır, helâlinden kazanır. Dünyasını mamur eder, kabrini aydınlatır. Ahiretini ebedî saâdete çevirir...
Ya Rabbi, bizleri "zahiri mamur batını harap" olanlardan eyleme. Âmin...
.16/06/2022
Eshab-ı kirâm dünyaya hiç kıymet vermedi!..
Eshab-ı kirâm, İslâmiyet ile şereflenmelerinden çeyrek asır bile geçmemişti ki; daha dün sıkıntı içinde yaşarken, bugün hesapsız servete sahip olmuşlardı...
Eshab-ı kirâm efendilerimizin yanında maddenin hiçbir değeri yoktu. Onlar hep manevî olanlara önem verirlerdi. Bunun için de fazilette onlara yetişilemez...
İslâm devleti kuruldu. İran ve Bizans fethedildi. Kisra ve Kayser'in hazineleri Başkent Medine-i Münevvere'ye taşındı. Bu muazzam iki devletin geliri, en kıymetli eşyaları bu mübarek beldeye aktı, âdeta Müslümanların üzerine yağdı. Fakat müminleri ebedîlik yolundan çeviremedi!..
İslâmiyet ile şereflenmelerinden çeyrek asır bile geçmemişti ki, daha dün sıkıntı, açlık, yaşayacak kadar yiyecek, soğuktan sıcaktan korunacak kadar giyecekten başka bir şey bulamazken, bugün hesapsız servete sahip olmuşlardı.
Onlar isteselerdi, Kisra'nın ve İran'ın enkâzı üzerinde, muazzam bir Arap saltanatı kurabilirlerdi. Çünkü bu devletlerin vârisi olmuşlardı. Kisra, yalnız İran'ın geliriyle saltanat sürmüş, Herakliyus da sırf Bizans'ın mal ve mülkü ile debdebe içinde yüzmüş ise Hazreti Ömer "radıyallahü anh" için bu iki imparatorluğun geliri ile saltanat sürmesi mümkündü ve elindeydi. Fakat o, bu âyet-i kerimeyi duymuştu: (El Kasas sûresi 83.) "İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde üstünlük sağlama arzusuna düşmeyenlere veririz. Sonuç takva sahibi olanlarındır."
Sanki onlar, Peygamberimizin (aleyhisselâm) vefatından önce buyurduğu şu hadis-i şerifi şimdi dinler gibiydiler: "Yemin ederim ki, bundan böyle sizin için fakirlikten korkmuyorum. Belki, sizden önceki ümmetlerin önüne dünyalık kapıları açılıp yek diğerine hased edilerek helâk oldukları gibi, sizin önünüze de dünya kapıları açılarak birbirinize hased edip helâk olmanızdan korkuyorum."
İslâm davasının ruhunu böyle korudular. Peygamberlerinin örnek hareketlerine böyle sarıldılar. Çok şaşılacak şey; bu büyük fetihlerle İran ve Bizans medeniyeti denizine dalıp, ahlâklarından, prensip ve âdetlerinden hiçbir şey kaybetmeden, üzerleri ıslanmadan, sahil-i selâmete çıkmaları ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) bu bol fütûhata rağmen, hâlâ ruh ve şahsiyetlerini, zühd ve mütevâzı yaşayışlarını koruyabilmeleridir...
Hatta onlardan sonra gelen ve Tabîin'in büyüklerinden olan Ömer bin Abdülaziz'in zamanındaki adalete şahit olan birçok gayrimüslim de iman etmiştir. O, hem emir'ul-müminin, yani yeryüzünün en büyük ve en güçlü devletinin reisi, hem de ilk yüz yılının müceddidi idi. Hiç ama hiç dünyaya ve içindekilere kıymet vermedi. Ankebut Suresi 64. âyet-i kerimede meâlen "Bu dünya hayatı, ancak bir eğlenceden ve bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi..." Bu da ona dünyanın ne mal olduğunu çok güzel anlatmıştı...
Küçük günahlar nasıl büyük günah olur?
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
İnsanlar günâhını küçük gördükçe Allahü teala onu büyültür. Günâhın küçük veya büyüklüğünü düşünmeden önce kime karşı işlendiğini hesap etmek gerekmektedir.
Günahlar; Kebâir (Büyük günâhlar) ve segâir (Küçük günâhlar) diye ikiye ayrılır. Bazı hâllerde küçük günâhlar büyük olur. Dikkat edilmezse tehlike çanları çalıyor demektir. Bunlardan bir kısmı aşağıda yazılmıştır:
* Küçük de olsa günâh işlemekte ısrar etmek; devamlı yapmaktır: "Damlaya damlaya göl olur" demişler. Tekrar etmeyen büyük günâhın affı, devamlı işlenen küçük günâhın affından daha çok umulur. Bir taş üzerine çokça bir su dökülse, taşta bir iz bırakmadan akıp gider. Aynı su damla damla taşa akıtılırsa iz bırakır.
* Günâhı küçümsemek: İnsanlar günâhını büyük gördükçe, Allahü teâlâ onu küçültür, küçük gördükçe de onu büyültür. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Mümin günâhını başı üzerinde asılı bir dağ gibi görür ve üzerine yıkılacağından korkar. Münâfık ise onu burnuna konmuş bir sinek gibi küçük görür, bir fiske ile uçurabileceğini zanneder."
Günâhın küçük veya büyüklüğünü düşünmeden önce kime karşı işlendiğini hesap etmek gerekmektedir.
* İşlediği günâhını başkalarına anlatmak: Böylece aynı günâhı başkalarının yapmasına sebep olmaktır. Dinleyenlerin böyle bir günâhı yapmaya niyetleri olmadığı hâlde onları teşvik etmek, aynı günâhı yapmış olmak demektir. Bir işe sebep olmak onu yapmak demektir. İyi ise iyi, kötü ise kötüdür.
* Örnek alınan, halk arasında itibar gören kişilerin işlediği günâhlar, küçük de olsa büyüktür: İlim sahibi, hacı ve yaşlı insanlar diğerlerinin dikkatle takip ettikleri kişilerdir. Onlardan meydana gelen günâhları başkaları rahatlıkla yapar. Hatta daha büyüğünü işlemekte bir mahzur görmez. "O böyle yapıyorsa, ben neden yapmayayım, kötü olsaydı böyle kıymetli insan onu yapmazdı" diyerek umursamadan, üzüntü duymadan günâh bataklığına batar.
* Allahü teâlânın azabından emin olmaktır: "Rabbim bana azap vermez, cennetinde bana yer mi yoktur!" diyerek günâh işlemeye devam etmektir. Cehenneminde de yer çoktur. Fakat onu düşünmez.
* Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesmektir: "O kadar çok günâh işledim ki kurtulmam mümkün değildir!" demek başlı başına büyük günâhtır. Mümine yakışan "Havf ve Reca" ile yaşamaktır. Günâhı ne kadar çok olursa olsun Rabbinin mağfiretinden ümit kesmemek ve azabından da emin olmamaktır.
Hazreti Ali "radıyallahü anh" çok günâh işleyip de ümidini kaybeden bir adamla karşılaşır. Ona sorar;
-Niçin böyle çöllerde deli gibi dolaşıyorsun? O da, çok günahkâr olduğunu affedilemeyeceğini anlatır. Bunun üzerine Hazreti Ali ona şöyle cevap verir:
-Senin günâhın ne kadar çok olsa da Rabbimizin rahmetinden daha çok olamaz!.
.2/06/2022
Cennetin yolu dünyadan geçer!..
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Dünyaya gelmeden Cennete girmek insanlar için mümkün değildir. Dünyadaki nimetler fânidir. Fakat ebedî nimetleri kazandırır...
Dünya imtihan yeridir. Buraya onun için geldik. Bundan dolayıdır ki; dünyanın kendisi de içindeki nimetleri de, bir taraftan iyi olsa bile diğer taraftan kötüdür. Kullanmaya bağlıdır.
İnsanlar, çok uzun ömürlü olmak isterler, bunun için çaba sarf eder, dua ederler. Hayat şartları ne kadar sıkıntılı da olsa hepimiz yaşamaktan memnunuz.
Dinimiz de uzun ömürlü olmayı nimet kabul ediyor. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli salih olandır!"
Güzel yaşanmaz ise, uzun ömür felâkettir! O da Hadis-i şerifte şöyle açıklanmıştır: "İnsanların en kötüsü ömrü uzun ameli kötü olandır!" Kötü hayat yaşayan kişi hayatta kaldıkça günâhlarını artırır. Başta kendisine, akrabalarına ve milletine zarar verir. Böylelerinin kısa ömürlü olmaları her bakımdan daha iyidir.
Dünyanın kendisi de bir bakıma kötüdür. İçindekilerini aldatmış, ahiretini unutturmuş, cehenneme giden bir yol haline getirmişse felâkettir...
Dünyanın güzel tarafları da çoktur. Peygamberlerin namaz kıldıkları, ibadet ettikleri yerdir. Meleklerin ziyaret ettikleri mekânlardır... Rabbimizi burada tanıyor, O'na yalvarmanın tadını burada alıyoruz...
Hazreti Ali radıyallâhü anh buyuruyor ki: "Çocuk iken ölüp, cennetin en yüksek makamlarına çıkmayı istemem. O zaman Rabbimi tanımamış olurdum!"
Mekhuli Dımışki de, bir arkadaşına soruyor: "Cenneti seviyor musun?" O da "Kim sevmez ki?" diye cevap verince "Öyle ise ölümü de sevmelisin, çünkü ölmeden cennete girilmez. Cennetin yolu ölümden geçer" buyuruyor...
Cennetin yolu dünyadan geçer. Dünyaya gelmeden Cennete girmek insanlar için mümkün değildir.
Dünyadaki nimetler geçicidir, fânidir. Fakat ebedî nimetleri kazandırır. Onun için de çok kıymetlidir.
Bütün dünyaya hâkim olanlardan biri de Süleyman aleyhisselamdır. Hiç kimseye nasip olmayan saltanat ona verilmişti. İnsanlar, cinler, hayvanlar, rüzgâr hep onun emrinde idi. Bir gün bir yerden gelirken insanlar sağ tarafında ona refakat ediyor, cinler sol tarafında... Güneşten rahatsız olmasın diye kuşlar kanat germişler, öylece yol alırken bir adama rastlarlar. Adam ona der ki:
-Ey Davud'un oğlu! Cenab-ı Hak sana ne büyük saltanat ihsan etmiş, hiç kimseye vermediğini sana vermiş.
Süleyman aleyhisselam şöyle cevap verir:
-Bize verilen bu saltanat bir 'sübhanallâh' demek kadar kıymetli değildir. Çünkü bu saltanat geçicidir. 'Sübhanallâh' demek ise kalıcıdır. Hiç geçici ve fani olan şeylerle, ebedî ve kalıcı şeyler mukayese edilebilir mi?..
İbrahim aleyhisselam da; "Ben batan şeyleri sevmem" buyurmuştur. Gerçekten de Süleyman aleyhisselamın saltanatı geçici idi ve bitti. Ne güzel demişler:
"Seyretti hava üzre denir taht-ı Süleyman,/Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!
.26/05/2022
Gaye dünya olursa!..
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Dünya sevgisi en büyük tehlikedir. Kulun imansız gitmesine de sebep olabilir. İnsan sevdiğinden ayrılmak istemez, hep onunla birlikte olsun ister...
Bir insanın gayesi dünya olursa, tehlike çanları çalıyor demektir. Biz dünya için yaratılmadık. Burada kalıcı da değiliz. İstesek bile bizi burada bırakmazlar. Dünyaya gönderiliş gayemiz, ahiretimizi kazanmak içindir.
Hulefâ-i Râşidîn'in üçüncüsü Hazreti Osman radıyallahü anh bir hutbesinde şöyle buyuruyor: "Cenab-ı Hak size dünyayı ve dünyadaki nimetlerini ahiretinizi kazanasınız diye vermiştir. Dört elle sarılasınız diye değil!" Sonra da devamla: "Dünya para gibidir. Bir adama para verilirse onunla istediklerini alması içindir." Yoksa para ne yenir ne de giyilir. Onunla yiyecek ve giyecek alınabilir.
"Dünyayı gaye edinen, paranın kendisini yemeye çalışan adama benzer ki, çok aptallık etmiş olur."
Dünya sevgisi en büyük tehlikedir. Kulun imansız gitmesine de sebep olabilir. İnsan sevdiğinden ayrılmak istemez, hep onunla birlikte olsun ister...
Bir ömür durmadan çalışan, biriktiren, servet edinen biri, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalansa; doktorları ve kendisi hayatından ümit kesseler ne kadar üzülür. Bir anda bütün her şeyinden -bir daha kavuşmamak üzere- ayrılmak üzeredir. Kendi kendine düşünür: Beni bu sevdiklerimden kim ayırıyor? Sonra her şeyin takdir-i ilahi ile olduğunu anlar ve "Yarabbi, bu kötülüğü bana niçin yapıyorsun?" diye bir düşünce içine girse, onun imanla gitmesi çok zordur...
Büyükler, sekerat-ı mevti, uyku hâline benzetmişlerdir. İnsan neye çok değer verir ve ne ile çok meşgul oluyor ise onu rüyasında daha çok görür.
Mesela; bir talebe rüyasında bizden fazla okul, ders ve kitap görür. Bir tüccar bizden daha çok para görür, alışveriş yapar... Aynen bunun gibi, insan da son demlerinde önem verdiği, değer verdiği şeyleri düşünür ve ruhunu o düşünce ile teslim eder...
Sadi-yi Şirazi buyuruyor ki: "Gönlünü dünyaya bağlama, dünyanın bekâsı yok, geçip gidiyor. Gönlünü halka da bağlama, halkın da vefası yok... Gönlünü Rabbine bağla! Bir kul için O'ndan daha güzel bir sığınak yoktur."
Dünya malını emânet bilir, sahiplenmez isek, rahat ederiz. Bir çocuğa bir oyuncak verilse; o da onu emanet bilse, oynar, alındığında da üzülmez. Fakat oyuncağı sahiplense, alındığında çok üzülür. O oyuncaktan aldığı lezzetin bin katı üzülür, ağlar, feryât eder...
İnsanın kabir hayatındaki sıkıntısı ise; kendisi ile beraber "kefen"den başka bir şey getirememiş olmasıdır. İnsan ne kadar güzel giyinirse giyinsin, son elbisesi "kefen"dir. Ne kadar ev değiştirirse değiştirsin son gidip kalacağı evi "kabir"dir. Ahirette sıkıntısı ise; dünyada elde ettiklerinin her kuruşu için hesap vermek mecburiyetidir...
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Ne kadar yaşarsan yaşa, bir gün öleceksin! Ne kadar seversen sev, bir gün ayrılacaksın! Ne yaparsan yap, ister iyi, ister kötü, karşılığını göreceksin!"
.19/05/2022
Dünya sevgisi...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
İnsan, bırakıp gideceği muhakkak olan dünyaya bu kadar önem veriyor, gidip kalacağı, muhakkak olan ahiretini ihmâl ediyor ve unutuyor!
Manevi hastalıkların başı dünya sevgisidir. Bütün kötülükler ondan doğar. İnsanları çekememezliğe, birbirine karşı düşmanlığa ve kibirlenmeye sevk eder...
Şüpheli, mekruh hatta haram şeyleri insanlara yaptırır. Dahası küfre bile girmesine sebep olur.
Peygamberlerin çoğuna iman etmeyenler, dünya saltanatları ellerinden çıkacağı endişesi ile mahrum kalmışlardır. Yoksa bunların hak olduklarını çok iyi biliyorlardı.
Firavun iman etseydi; Mısır'a olan hâkimiyeti kalmazdı. Nemrut müminlerden biri olabilseydi, "Nemrut"luğunu nasıl yapacaktı?!.
Eshab-ı kirâmdan birisi, bir gün Sevgili Peygamberimize (aleyhisselâm) sorar:
-Bana öyle bir şey öğretin ki; onu yaptığımda hem Rabbim beni sevsin, hem de insanlar!..
Cevap olarak buyurdular ki: "Dünyayı sevme Rabbimiz seni sever..."
Rabbimiz dünyayı sevmiyor, sevenleri de sevmiyor. Dünyadan başka hiçbir yerde O'na isyan edilmez. Bundan dolayı dünyayı sevmez.
"Başkasının elindekine de göz dikme, insanlar seni sever..."
Dünya sevgisi, ahireti unutturur. Ne büyük aptallıktır! İnsan, bırakıp gideceği muhakkak olan dünyaya bu kadar önem veriyor, gidip kalacağı, muhakkak olan ahiretini ihmâl ediyor ve unutuyor. Servetinin artmasına seviniyor ama ömrünün azaldığına üzülmüyor... Neye yarar öldükten sonraki servet?..
Mukaddes dinimiz, çalışıp kazanmayı, zengin olmayı kötülememiştir. Bilâkis teşvik etmiştir. Zekât ve sadaka vermeyi emrediyor. Verenlerin ne kadar büyük nimetlere kavuşacakları, ebedî saadete erecekleri bildirilmiştir. Bütün bunlar, para ile elde edilir.
İnsanı annesinden yeni doğmuş gibi günahsız hâle getiren "hac" ibadeti de parasız olamaz. Zenginlere farzdır.
Musa aleyhisselam zamanında fakir bir adam vardı ona dedi ki:
-Sen Kelimullâhsın, Rabbimizle konuşuyorsun, durumumu arz et, bana biraz mal versin! O da arz eder. Rabbimiz buyurur ki: "O kuluma söyle, istiyorsa ona dünyada vereyim, istiyorsa ahirette."
Adam dünyada ister. Musa aleyhisselam adamı azarlar ve "Üç günlük dünyayı ne yapacaksın? Hepsini bir gün bırakıp gideceksin. Sen ahireti iste, orası ebedîdir" buyurur. Adam der ki:
-Rabbim bana bıraktı madem, ben dünyada istiyorum... Ve adam kısa zamanda çok zengin oldu. Bir taraftan gelir, diğer taraftan hayırlı işlere harcar... Nerede bir fakir var, yardım eder. Nerede borçlu var, borcunu öder. Yetimlere sahip çıkar. Onları sevindirir. Bir müddet sonra adam ölür...
Musa aleyhisselam bakar ona cennette köşk hazırlanmış. Hikmetini merak eder ve sorar:
"Ya Rabbi bu kulun dünyada istedi, sen de verdin. Bu köşk nasıl elde edildi?" Şöyle cevap alır:
"Doğrudur, o dünyada istedi, biz de verdik. Bu köşkü ise parasıyla satın aldı..."
.12/05/2022
Maddi ve manevi hastalıklar...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
İbadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız, demektir. İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif edilemez!
Hastalıklar iki türlüdür: Birisi bedenimizde meydana gelen "maddi" hastalıklardır. Diğeri ise "manevi" kalp hastalıklarıdır.
Her iki hastalık da tedaviye muhtaçtır. Tedavi olunmaz ise müzminleşir, büyük sıkıntılara sebep olur. Mikropları tespit edilip yok edilmedikçe tedavisi zorlaşır...
Bedenî hastalığımızı çabuk fark ederiz ve hemen vakit geçirmeden tedavi olmaya çalışırız. Halsizlik, iştahsızlık bunun en açık belirtileridir.
Hastalık hâlinde çok sevdiğimiz yemekler, tadına doyamadığımız meyveler bize acı gelmeye başlar! Yemek bile istemeyiz.
Hane halkının ısrarı üzerine aldığımız bir lokma bile bize acı gelir. O zaman hasta olduğumuzu anlarız. Yoksa biz o yemekleri ve o meyveleri büyük bir zevkle yerdik. Ne kadar da hoşumuza giderdi...
Sıhhatimize kavuştuğumuzda da yine aynı lezzeti almaya başlarız...
Aynen bunun gibi; ibadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız, demektir. İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif edilemez! Bunu ancak tadanlar bilir. Hiç bal yememiş birine balı nasıl tarif edersiniz?
Manevi hastalığımızın tedavisi, bedenî hastalığın tedavisinden çok daha önemlidir. Birisi, üç günlük dünya hayatımızla; diğeri ise ebedi hayatımızla ilgilidir. Hayâl gibi, rüya gibi bir hayatla, sonsuz, ebedi bir hayat nasıl mukayese edilebilir!..
Manen hasta olmayıp, ibadetlerinden lezzet alanlardan biri, Ebu Süleyman Dârâni rahmetullahi aleyhtir. Bu zat buyuruyor ki: "Namazlardaki, hele gece namazlarındaki lezzet olmasaydı, kendimi dünyadan zevk almış saymayacaktım."
Kıldığı namazlardan ne kadar büyük lezzet almış ki; diğer lezzetleri unutmuştur. O da bizim gibi güzel yemekler yemiş, içmiş, güzel yerlerde dolaşmış, fakat bütün bunlar bir hiç olup gitmiştir. Ve ilave ediyor: Eğer Rabbim aldığım bu tadı ibadetlerime karşılık saysa ve dese ki: Ey kulum! Sen bana "ibadet" ettin, ben de sana bu kadar "lezzet" verdim. Bu durumda ben Rabbime borçlu kalırım...
Bütün namazlarda okunması vacip olan Fatiha suresinde diyoruz ki, meâlen: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden medet umarız."
Makâmı, mevkii yüksek birisiyle görüşmek oldukça zordur. Randevular, iltimaslar gerekir. Böyle bir görüşme vâki olunca iftihâr vesilesi yapılır. "Falanca ile görüştüm!.." diyerek pay çıkarılır. Fakat o görüşmesiyle şereflendiğimiz kişi de bizim gibi topraktan yaratılmıştır. Tekrar toprak olmaya mahkûmdur. Rabbimizin huzurunda durup O'na hitâp etme "şerefi" ve "makâmı" ne kadar yüksektir! Dünyanın hiçbir "makamı" bu "şerefi" insana kazandıramaz.
Teşehhüdde de Sevgili Peygamberimize hitap etme şerefine nail oluyoruz. O'na selâm veriyoruz.
Biz, kendiliğimizden bu makâma çıkmıyoruz. Dâvet olunmuşuz. Rabbimizin huzurunda O'nun daveti ile bulunmak cennetten bile daha üstündür...
.5/05/2022
Övülmek, nefsi ve şeytanı sevindirir!
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Övülmek insanı kibre sevk eder, iki büyük düşmanı olan nefis ve şeytanı sevindirir. Akıllı adam düşmanlarını sevindirir mi?
Çoğunlukla övülmekten hoşlanırız... Başkaları, tarafından beğenilmek, takdir görmek nefsin en çok hoşuna giden şeydir. Böyle olunca artık insanlar, bizim bütün isteklerimize severek koşar ve bize hizmet ederler, düşüncesi elde edilir. İnsanlar bu hususta dört kısma ayrılır:
Birincisi: Övülmekten hoşlanır, kötülenmekten üzülür. Bunu açıkça belli eder. Kendisini methedeni mükafatlandırır, teşekkür eder. Zemmedenden hoşlanmadığını; ya hareketleri ile veya sözleri ile belli eder. İnsanların çoğu bu kısımdadır...
İkinci kısım: Methedilmekten hoşlanır, zemmedilmekten üzülür; ama, bunu belli etmemeye çalışır, gizli kalmasını ister, utanır. Açıkça olmasa bile içinden onu methedene dua eder, diğerine ise bedduâ etmese bile dua da etmez. İnsan yaptığı işlerden, konuştuğu sözlerden takdir görüp görmediğinden tereddüt eder, övülünce bu tereddüdü geçer ve dolayısı ile zevk alır.
Bu durum insana tatlı gelse de, kendisini korkunç tehlikelere attığını fark edemez. Şöyle ki; bütün gayretini insanların gönüllerini kazanmaya verir. Kendini sevdirmek ve takdir kazanmak için riyâ yapmakla ömrünü geçirir. Söz ve hareketlerinde halkın gözüne girmek için elden gelen yaltakçılığı yapmaktan geri durmaz.
Üçüncü kısım: Onu methedenle kötüleyen aynıdır. İnsanların görüşüne pek fazla önem vermez. Önemli olan Rabbimizin yanında iyi olmaktır. Bunu elde etmeye çalışır.
Birine bir suç isnat edilse; hâkimin nazarında o kişi suçsuzdur, fakat bütün şehir halkı, "o suçu o işlemiştir" deseler, ne kıymeti var. Hâkim, onu beraat ettirir, elini kolunu sallaya sallaya evine döner. Aksini düşünelim; Hâkimin nazarında (yaptığı incelemeler ve araştırmalar sonucu) suçlu olduğu kanaâti hasıl olsa yine bütün şehir halkı deseler ki; "hayır o yapmamıştır, o böyle şeyler yapmaz." Yine bir kıymet ifade etmez. Basar cezayı, takarlar kelepçeyi eline ve hapishaneyi boylar... Bir hâkimin kararı bu kadar önemli oluyorsa, bütün kâinatı yoktan var eden ve dilediği anda da yok etmeye muktedir olanın kararı nasıl önemli olmaz!..
Dördüncü kısım: Methedilmekten hoşlanmaz, zemmedilmekten ise memnun olurlar. Çünkü, övülmek insanı kibre sevk eder, iki büyük düşmanı olan nefis ve şeytanı sevindirir. Akıllı adam düşmanlarını sevindirir mi?
Nefislerini terbiye etmiş, kibirlenme tehlikesi taşımayanları övmenin bir mahzuru yoktur. Peygamber efendimizin (aleyhisselam) Eshabını öven çok hadis-i şerifleri vardır. Onlar, en yüksek zirvede övülmüşlerdir. Fakat nefisleri Resulullah'ın sohbetleri ile o kadar terbiye görmüştü ki; onlar için hiçbir tehlike söz konusu olamazdı bile...
.28/04/2022
Âlimin yanında sus da ilmin artsın!..
Cahilin yanında susarsak sabrımız artar. Çünkü cahil saçma sapan konuşur, onu dinlerken sabretmek zorunda kalırız...
Konuşabilme kabiliyeti, insanlara verilen en büyük nimetlerdendir. Hayvanların dili, bizim dilimizden çok daha büyük olmasına rağmen onlar konuşamıyorlar...
Konuşmakla derdimizi daha rahat anlatabiliyoruz, ilim öğreniyor ve öğretiyoruz. Daha sayılamayacak kadar çok faydaları var. Bunun yanında, dilimizden dolayı büyük sıkıntılar da başımıza gelmiyor değil...
"Dilin cirmi küçük ama cürmü büyüktür" demişler atalarımız. İnsanı cennete de götürür, cehenneme de. Nice insanlar yaptıkları konuşmalarla öldürülmüş veya yıllarca hapis yatmıştır. Niceleri de, yaptıkları güzel konuşmalarla takdir toplamış, yüksek makamlara çıkmış, büyük nimetlere kavuşmuştur... Bunun için dilimize sahip olmalıyız. Konuşmaya başlamadan, konuşacaklarımızı kontrol etmeliyiz. Söyleyeceğimiz söz, kendimize veya başkasına bir fayda sağlayacaksa konuşmalıyız. Konuştuklarımız bir işe yaramayacaksa boşu boşuna konuşmuş oluruz.
Rabbimiz bize bir dil vermiş, iki de kulak, üstelik dilimizi de iki kilitle kilitlemiş. Dişlerimizle dudaklarımız. Bu, şu demektir; konuştuklarımızdan daha çok dinlemeliyiz...
Âlimin yanında susarsak, ilmimiz artar. Cahilin yanında susarsak sabrımız artar. Çünkü cahil saçma sapan konuşur, onu dinlerken sabretmek zorunda kalırız, bu da bizim olgunlaşmamıza sebep olur.
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, konuşmalarına dikkat etsin. Ya doğru konuşsun veya sussun. Çünkü ağızdan çıkan bütün sözler melekler tarafından kaydedilir ve hesabı da görülür.)
Gereksiz yere konuşmamalı ve bizi ilgilendirmeyen soruları sormamalıyız... Yolda karşılaştığımız kişiye nereden geldiğini veya nereye gittiğini de sormamalıyız. "Falanca adam bizi davet etti" veya "falancaya gidiyoruz" dese, bizim de tanıdığımız ise "bizi niçin davet etmedi" diye ona güceniriz...
Dünyada iken birbirimize çok soru soruyoruz. Mesela; "adın nedir, kaç yaşındasın, ne iş yapıyorsun, tahsilin nedir, yabancı dilin var mı, evli misin, kaç çocuğun var?" gibi birçok soru... Kabre girdikten sonra sorular teke iner: "Amelin nedir?"
Cehenneme girenlerin çoğu dillerinden dolayı girerler. İnsanoğlunun hiçbir organı dili kadar iyi ve dili kadar kötü ve tehlikeli olamaz.
Nasıl ki dünya hırsı ile dolu olan bir kimse, helâl, haram ayırt etmeden ne bulduysa cebine ve midesine indirirse; aynen bunun gibi çok konuşmayı seven kimse de doğru-yanlış demeden aklına gelen her şeyi yerli, yersiz konuşur. Bundan çok pişmanlık ve sıkıntı görür, ama nafile!..
Atalarımız ne güzel söylemiş: Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz...
.21/04/2022
"Allahü teâlâ kendisine açılan eli boş çevirmez"
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Ne dua edersek edelim, daima "hayırlı ise olsun" demeliyiz. Neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu biz bilemeyiz, ama Rabbimiz bilir...
Dua her zaman yapılır, fakat bazı vakitlerdeki dualar daha çok kıymetlidir. "On bir ayın sultanı" olan bu mübarek ayda yapılırsa müstecâb olma ihtimali daha da yüksektir.
Dua etmek başlı başına ibadettir, sevap kazandırır. Rabbimizin beraberliğini kazandırır, Hadis-i kudside buyuruluyor ki: "Kulum beni nasıl bilirse, ona öyle muâmele ederim. Bana dua ettiği zaman da onunla beraberim." Kabul olmazsa bile bu nimet bize kâfidir. Ki kabul olmaması mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte; "Allahü teâlâ kerimdir, kendisine açılan elleri boş çevirmek istemez" buyuruluyor.
Yine bir rivâyet var ki; yapılan dualara karşılık olarak üç şeyden biri verilir: Ya hemen kabul edilir, aynen, istenildiği gibi verilir veya tehir edilir, sonra verilir. İstediği şey onun için o anda iyi olmayabilir. Şeker hastasının tatlı istemesi gibi. Veya dünyada hiç verilmez ama, ahirette ona sevap olarak verilir ve ona denilir ki: Sen dünyadayken dua etmiştin ya, kabul olunmamıştı, işte bu sevaplar onun karşılığıdır. Bunun üzerine Eshab-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) dediler ki: Öylese biz de çok dua edeceğiz. Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) şöyle buyurdu: "O da size daha çok verecektir."
Duaların kabul görmesi için helâl lokma yemeliyiz. Vücudumuz, haramlardan beslenmişse veya sırtımızdaki elbiseler haramdan alınmışsa, yapılan dualar kabul görmez...
Kırık kalple ve seher vakti yapılan dualar daha makbuldür...
Dua ederken, kabul olunacağına inanmak lazım. "Benim duamdan ne çıkar, ben kötü bir kulum, şu kadar zamandır dua ediyorum da n'oldu? Bir netice alamadım" demek yanlıştır.
Mahlûkâtın en kötüsü olan şeytan, cennetten çıkarılınca şöyle dua etti: "Ya Rabbi kıyâmete kadar canımı alma, beni yaşat." Duası kabul olundu. Kendi düşmanının bile duasını reddetmeyen Rabbimiz, hiç bizim dualarımızı geri çevirir mi?
Dua ederken, yalvararak dua etmeli, muhtaç ve aciz olduğumuzu düşünmeliyiz...
Huzurlu, sıhhatli zamanlarda dua edersek, sıkıntılı ve hasta olduğumuz vakitlerdeki dualarımızın kabulüne vesile olur...
Duaya başlamadan önce tövbe etmeliyiz. Bilerek veya bilmeyerek yüzlerce günâh işliyoruz. Tövbenin şartları yerine gelirse, hiç günâh işlememiş gibi oluruz.
Duaya Rabbimize hamd ederek ve Salevat-ı şerife ile başlamalı, bitiminde de yine Salevat-ı şerife okumalıyız. Salevât, kabul edilmiş duadır. Rabbimiz, melekleri ile beraber sevgili Peygamberimize Salevat getiriyorlar.
Ne dua edersek edelim, daima "hayırlı ise olsun" demeliyiz. Neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu biz bilemeyiz, ama Rabbimiz bilir...
.14/04/2022
Kavuştuğumuz nimetlere şükredebiliyor muyuz?
Hazreti Hüseyin buyuruyor ki: "Ya Rabbi, bize nimetler verdin ona şükretmedik. Sıkıntılar hastalıklar ve musibetler verdin, ona da sabretmedik."
Rabbimizin üzerimizdeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. İçinde bulunduğumuz bunca nimetleri biz istemedik, böyle bir talebimiz de olmadı. Bizim bunlara muhtaç olduğumuz, bunlarsız yapamayacağımız bilindiği için ihsan edildi.
Kavuştuğumuz bunca nimetlere şükrediyor muyuz? İtiraf edelim ki hayır. Rabbimiz de; şükreden kullarım azdır buyuruyor.
Şükretmiyorsak veya az şükrediyorsak bunun birçok sebebi var: Birincisi bedâva bulduğumuzdan ve hiç eksik olmayan nimetlerini nimet olarak görmemeye başladığımızdan.
Hava, büyük nimettir. O olmazsa, hayatta kalmamız mümkün değildir... Yeryüzünden hava çekilse çok değil, on dakika sonra hepimiz ölürüz. Havayı yaratan, her dakika hayatımızı kurtarıyor. Ne kadar şükretsek yine de azdır.
Oksijenin ne kadar büyük nimet olduğunu, havasız kaldığımızda anlarız. Birisi boğazımızı sıkarsa veya sauna gibi havasız yerde uzun kalırsak o zaman havanın kıymetini anlarız. Ama neye yarar!..
Sıhhatin güzelliğini, sabahlara kadar sancılar içinde kıvrananlar bilir. Gözün değerini âmâ olanlar daha iyi anlar. Kulağın kıymetini de sağır olanlar takdir eder.
Hürriyetin değerini hapistekiler anlar. Hayatın kıymetini mevtâlar bilir. Hiçbir mevta yoktur ki, hayata bir gün dahi olsa dönmeyi istemesin. Salih âmel işleyenler, daha çok sevap kazansınlar, dereceleri daha çok yükselsin diye. Azap içinde olanlar ise, tövbe etmek için dönmeyi çok arzu ederler ama bu imkân hiç kimseye verilmemiştir ve verilmez de.
Mahşerdekiler diyecekler ki: "Ya Rabbi biz her şeyi gördük ve anladık, bize bir fırsat daha tanısan, tekrar dünyaya döndürsen, bu defa çok iyi olacağız, neyi emretmişsen onları yapacağız, neyi haram kılmışsan onlardan da uzak duracağız."
Bu isteklerine melekler cevap verecek: "Ahmak adam! Sen dünyadan gelmiyor musun? O zaman yapsaydın ya!"
Su olmazsa yaşayamayız. Hayatımız onunla devam ediyor. Suyun ne kadar büyük nimet olduğunu susadığımız zaman anlarız. Susamak da, oruçla, hele uzun ve sıcak günlerde tutulan oruçla meydana gelir.
Oruç tutmakla melekler gibi oluyoruz. Malum onlar da yemezler, içmezler.
Rabbimizin şükrünü hakkı ile yapmamız mümkün değildir. Nimetlerin O'ndan olduğunu bilmemiz kâfidir.
Bu haftaki yazımızı Hazreti Hüseyin'in çok güzel bir sözü ile bitirelim. Buyuruyor ki: "Ya Rabbi, bize nimetler verdin ona şükretmedik. Sıkıntılar hastalıklar ve musibetler verdin, ona da sabretmedik. Şükretmedik diye nimetlerini kesmedin, sabretmedik diye de sıkıntılarımızı devam ettirmedin. Sen kerimsin, kerimden kerem meydana gelir..."
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür...
.07/04/2022
"Rabbimiz sabredenlerle beraberdir..."
Ramazan-ı şerif sabır ayıdır. Sabretmeyi emir ve teşvik eden 70'ten fazla ayet-i kerime var, en büyüğü; (Rabbimiz sabredenlerle beraberdir) müjdesidir.
Oruçta, sayılamayacak kadar çok faydalar vardır. Fakat biz orucu bu faydalar için değil, dinimizin emri olduğu için tutuyoruz. Oruç tutarsak sıhhat buluruz.
(Oruç tutunuz sıhhat bulursunuz) hadis-i şeriftir. Oruç tutan sıhhat bulur. Bütün gün çalışan ve yorulan organlarımızı gece uyurken dinlendiriyoruz. Dinlenemeyen, istirahat edemeyen bazı organlar var; midemiz, bağırsaklarımız ve sindirim sistemimiz... Bunlar sürekli çalışırlar, dinlenmek nedir bilmezler. Tıka basa yiyip yatsak da, uyandığımızda acıktığımızı görürüz. Biz uyumuş kendimizden geçmişiz ama sindirim sistemimiz uyumamış, hep çalışmışlardır. Bu sürekli çalışma onları yıpratır ve yorar.
Uyurken gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız ve beynimiz hep dinlenirler. Dinlenemeyenleri de hiç olmazsa senede bir ay yalnız gündüzleri olsa bile, oruç tutarak dinlendirme imkânını sağlamış oluruz...
Sıhhat yönünden bir diğer faydası da, karaciğerimizdeki gıda stoklarının erimesidir. Doktorların dediğine göre karaciğerimiz bir nevi zahire ambarıdır. Vücudumuzun muhtaç olduğu gıdaları ihtiyaç oldukça otomatik olarak, gerektiği kadar veriyor. Oruç tutmayanlar bu ihtiyaçlarını aldıkları gıdalarla sağladıklarından ciğerdeki stok gıdalara dokunulmuyor. Onlar da kala kala bayatlıyorlar, ihtiyaç duyulduğunda da pek iyi netice elde edilemiyor.
İlim ilerledikçe, oruç tutmanın sıhhatimiz için ne kadar iyi olduğu daha iyi anlaşılacak ve doktorlar reçetelerine ilaçlarla beraber 'oruç' da yazacaklardır...
***
Ramazan-ı şerif sabır ayıdır. Sabretmeyi emir ve teşvik eden 70'ten fazla ayet-i kerime var, en büyüğü; (Rabbimiz sabredenlerle beraberdir) müjdesidir.
Sabır üç türlüdür: Bir, ibadetleri yaparken karşılaşılan zorluklara sabır. Namaz kılarken, oruç tutarken bazı sıkıntılarla karşılaşabiliriz. Bunlara sabredeceğiz.
İki, günah işlememek için sabretmek. Günah işlememek için sabretmek ateşte yanmaya sabretmekten daha kolaydır.
Üç, hastalıklara, musibetlere, belalara karşı sabırdır.
Hastalık, bela istenmez, gelirse kurtulmaya çalışmak lazım, tedavi olmak lazım, fakat bütün bunlar netice vermezse, sabretmekten başka çaremiz kalmaz. Bu üç sabrın da mükâfatı ölçüsüzdür.
Oruç tutmakla imtihanı kazanmış oluruz. Biz, dünyaya bunun için geldik, hepimiz imtihan salonundayız. Rabbini tanıyan, emirlerine değer veren, haramlardan sakınanlarla, kendisini yaratan ve yaşatan zatı tanımayan, emir ve yasaklarına kulak asmayanların birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Kişi, yaptıklarının karşılığını görecektir, iyiler ebedî saadete, kötüler de layık oldukları azaba kavuşacaklardır...
.31/03/2022
Rabbimizin verdiği en büyük nimet...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Aklımızın ermediği şeyler çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için en büyük nimet olarak bizlere peygamberleri gönderdi...
Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Nasıl sayabiliriz ki; kavuştuğumuz, fakat bilmediğimiz nimetler, bildiklerimizden daha çoktur...
Bu nimetlerin büyüklerinden olan akıl nimeti, büyük önem taşır. Fakat o da tek başına bir şey yapamaz, onun da diğer organlarımız gibi belli bir kapasitesi vardır. Gözümüzle belli bir mesafeyi görebiliriz, kulaklarımız belli bir mesafeden sesi duyabilir. Burnumuz gene öyle... Aklımızın da ermediği şeyler vardır ve çoktur. Bunu yüce Rabbimiz bildiği için, bizlere acıdı ve en büyük nimet olarak bizlere peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi...
Aklımıza kalsaydı; iyi ile kötüyü, hayır ile şerri nasıl ayırt edebilecektik, gözlerimizle göremediklerimizi nasıl tanıyacaktık? Mesela: İmanın şartlarından biri olan meleklere imanı, nasıl elde edebilecektik? Rabbimizi ve O'nun sıfatlarını, kıyamet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi onlar bildirmese idi, aklımızla ne zaman kavrayabilecektik?..
Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazla, bunlardan üçyüz on üçü resuldür. Hepsi imanın altı şartını (yani Amentü'yü) kavimlerine bildirdiler, bunlara iman etmeye onları davet ettiler. Bunun içindir ki; bu peygamberlerin birini inkâr, hepsini inkâr demektir. Kur'ân-ı kerim, Nuh aleyhisselamın kavminin hâlini beyan buyururken; "Nuh kavmi peygamberleri yalanladı" ifadesi kullanılmaktadır. Hâlbuki o kavme Nuh aleyhisselamdan başka peygamber gönderilmemişti, yalnız onu inkâr etmişlerdi. Fakat onu inkâr bütün peygamberleri inkâr demekti...
Bütün peygamberlerin aralarında ayrılık olmaksızın bildirdikleri hususlar şunlardır:
1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmek.
2- Rabbimizin emirlerini, neleri yapmamızı, neleri yapmamamızı bildirdiler. Nasıl hareket edersek Cennete veya Cehenneme gireceğimizi öğrettiler.
3- Yaratılış gayesini onlardan öğrendik. Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış, bize hizmet etmektedirler. Bizi de O'nu tanıyıp O'na ibadet etmemiz için yarattığını bildirdiler.
4- Yaşamakta olduğumuz bu dünya hayatının geçici olduğunu, bir imtihan salonu olduğunu öğrendik. Gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu, o hayatın dünyadaki gibi kısa olmadığını, ebedi olduğunu ve yaptıklarımızdan hesap vereceğimizi, karşılığını göreceğimizi yine o mübarek zatlardan öğrendik...
Peygamberler içinde hayatı tespit edilen yegane peygamber Sevgili Peygamberimizdir (aleyhisselam). O'nun sünnet-i seniyyesini öğrenip tatbik edebilene iki cihanda da saadet kapıları açılır..
.24/03/2022
"Nefsini tanıyan, Rabbini tanır..."
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Sevgi tanımakla olur. Tanımak ne kadar çok ise, sevgi de o kadar çok olur. Rabbini bilen elbette O'nu sever.
Ahirette en çok mesut olanlar, Allahü teâlâyı en çok sevenlerdir. Ahiret demek, Allahü teâlâya kavuşmak saadetine ermek demektir. Uzunca bir hasretten sonra ebediyyen sevgilisine kavuşmaktan daha büyük sevinç ne olabilir?
Herkes kendi varlığının hiç yok olmadan devam etmesini ister. Kendini ve Rabbini bilen, kendi varlığının elinde olmadığını bilir. Bunun Allahü teâlânın dilemesiyle var olduğunu da çok iyi bilir...
Varlıkların tamamı O'nun kudretiyle vardır. Hiç kimse kendi kendini yaratıp, hayatını devam ettiremez. O hâlde kişi, kendini yaratan, yaşatan ve çeşitli nimetler veren Rabbini sevmelidir. Sevmiyorsa, yaratılışını bilmediğinden ve cehâletindendir. Çünkü sevgi, marifetin yani tanımanın meyvesidir. Tanımadan sevgi olmaz. Sevgi tanımakla olur. Tanımak ne kadar çok ise, sevgi de o kadar çok olur. Rabbini bilen elbette O'nu sever. Kendini seven O'nu yaratanı sevmemesi düşünülemez. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: (Nefsini tanıyan, Rabbini tanır.)
Cafer-i Sadık hazretlerine "Dualarımız neden kabul olmuyor?" diye sormuşlar, o mübarek de şöyle cevap vermiş: "Siz tanımadığınızdan bir şeyler istiyorsunuz da ondan. Rabbinizi tanısaydınız dualarınız kabul olunurdu!.."
Kavuştuğumuz bütün nimetler maddi veya manevî bildiğimiz veya bilemediğimiz bunların tamamını Rabbimiz, bizim için yaratmış, çeşitli vasıtalarla da bizlere ulaştırmıştır. Kimden gelirse gelsin gönderen O'dur...
Bütün insanlar kendine iyilik edeni sever. Bütün kalbimizle Allahü teâlâyı sevmeliyiz.
Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvân) Ebû Huzeyfe, kız kardeşini kölesi Salim ile evlendirdi. Bundan dolayı kendisini ayıplayanlar oldu. Dediler ki:
"Siz çok asil bir ailesiniz, kardeşinize çok talipler çıkabilirdi, enişteniz bir köle olmamalıydı!.."
Ebû Huzeyfe (radıyallahü anh) onlara şöyle cevap verdi:
"Salim, benim kardeşimden daha üstündür. Ben kendi kulaklarımla Peygamber Efendimizden duydum. Buyurdular ki: Kim Rabbini bütün kalbi ile seveni görmek istiyorsa Salim'e baksın."
***
Herkes, Rabbini sevdiğini iddia eder; fakat bu iddia ne kadar doğrudur? Muhabbet bir kalp işidir, ancak haricî alâmetleri ile anlaşılır. Sevginin gerçek olabilmesi için, sevdiğinizin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini de sevmemek lazımdır.
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirrûh) buyurdular ki: "İmanın şartı altıdır. Bu altı şartın geçerli olabilmesi için bir şart daha vardır! O da hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır. Yani Allahü tealanın sevdiklerini sevmek sevmediklerini sevmemektir…"
.17/03/2022
Kur'ân-ı kerim bu gece Levh-i mahfuza indirildi
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Kur'ân-ı kerim Berât gecesi, Levh-i mahfuza indirilmiştir. Berât gecesine Peygamberimiz çok değer verir ve ibadet ederlerdi.
Müminler olarak bizleri manevi zevklere kavuşturan ve fevkalâde hâllerin meydana geldiği mübarek günler, geceler ve ayları idrak etmekteyiz... Bir sene içinde olacak işlerin, rızıkların, ecellerin, hastalıkların, zelzele ve buna benzer meydana gelecek şeylerin listesi Berât gecesinde yetkili meleklere teslim edilir, onlar da günü gününe emir olunanları yerine getirirler...
Kur'ân-ı kerim de Berât gecesi, Levh-i mahfuza indirilmiştir...
Berât gecesine Peygamber efendimiz çok değer verir ve ibadet ederlerdi.
Hazreti Âişe validemiz anlatıyor:
"Bir gece peygamberimiz yatağından kalktı, abdest aldı, namaza durdu. Uzunca bir namaz kıldı secdede o kadar çok kaldı ki, ben vefat etmiş olabileceğini düşündüm! Elimi mübarek ayağına dokundurdum, hareket ettiklerini görünce sevindim. Namaz bitince sordum: 'Ne kadar çok secdede kaldınız? Hayatınızdan endişe etmeye başlamıştım. Hayırdır, hiç sizi böyle görmemiştim' dedim. Buyurdu ki:
-Ya Aişe! Bu gecenin hangi gece olduğunu biliyor musun? Bu gece şaban ayının 15. gecesi olan Berât Kandili gecesidir. Bu gece, ameller Yüce Rabbimize arz olunur. Gelecek sene içinde kimin rızkının ne kadar olduğunu açıklayan liste Mikail aleyhisselama verilir. Öleceklerin listesi Azrail aleyhisselama teslim edilir..."
Berât gecesine sağ olarak kavuşursak, geçen senedeki listede adımız yoktu demektir. Ancak, her an ölüme hazır olmalıyız. Fırsat elimizde iken, böyle manevi ticareti kaçırmayalım...
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Berât Kandili gecesini ihya ediniz, bir sonraki günü de oruçlu geçiriniz."
O gece güneş battıktan sonra Rabbimiz rahmeti ile dünya semasına nüzul eder ve buyurur ki:
"Mağfiret isteyen yok mu? Onu affedeyim, rızık isteyen yok mu? Onu rızıklandırayım. Hasta olan veya bir belaya uğrayan yok mu? Ona şifa ve afiyet vereyim. Şunu isteyen yok mu?.. Bunu isteyen yok mu?.. Kullarımın dilediklerini vereyim..." Bu ilahi nida fecre kadar devam eder. Ona açılan eller boş dönmez.
Çok tövbe edelim, dua edelim... Dargınların barışmasına vesile olalım, yetimleri sevindirelim ve büyüklerimizin kandillerini tebrik edip dualarını alalım.
.10/03/2022
Vakit, sahip olduğumuz en değerli şeydir...
Şair ne güzel demiş: "Keşke gençliğim bir gün olsun geri gelseydi de ihtiyarlığın benim başıma neler getirdiğini ona anlatsaydım..."
Geçmiş zaman ne kadar güzel olursa olsun bir daha yaşanmıyor. Şu gençliğini düşünerek ah çeken ihtiyar, şu parlak devirlerini hatırlayarak dövünen toplum, eninde sonunda anlar ki geçen geçmiştir artık. Onu geri getirmek, tekrar yaşamak hiç kimse için bugüne kadar mümkün olmamıştır, olamaz da...
Gerçekten de insanlar, iradelerinin geçmiş zamanla ilgili acı ve tatlı hatıraları önünde aciz kaldığını anlar ve hepsinin bir rüyâ gibi geçtiğini hisseder. "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar."
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
"İnsan, rüyâ gördüğü zaman onun rüyâ olduğunu bilmez, gerçek zanneder, uyanınca kendi kendine; meğer bu gördüklerim rüyaymış, der. Aynen bunun gibi ölünce de dünya hayatının bir rüyâ gibi olduğunu anlar."
Bilmem siz de öyle misiniz? Ben, bir tarih kitabı okurken, meydana gelen olayları, alınan kararları ve yapılan işleri kritik ederim. Sanki o devirde yaşıyormuşum gibi gelir bana... Böyle olunca, zaman zaman durur, "Keşke bu karar alınmasaydı..." diye kendi kendime hayıflanırım. Sanki, geçmiş zamana sözüm geçecekmiş gibi!.. Zamanı tersine çevirmek, o zamanlara geri dönmek ve o hadiselere tesir etmek artık mümkün değildir. Bize düşen onların yaptıklarından ibret almaktır. Yapmak istediğimiz ne olursa olsun, onun bir benzeri geçmiş zamanlarda yapılmıştır. Başaranlar olmuş, başaramayanlar olmuş. Başarılı olanlar nasıl bu başarıyı elde ettiler. Başaramayanlar niçin başaramamışlar... Bunları öğrenir ve başarılı olanlar gibi hareket edersek, başarılı olmamak için sebep kalmaz.
Zaman geri gelmediği gibi onu durdurmak da mümkün değildir. Su gibi akıp gidiyor. Vakit insanın sahip olduğu en değerli şeydir. En kıymetli mücevherden daha kıymetlidir. Kaybedilen mücevher tekrar alınabilir, fakat kaybedilen zaman bir daha ele geçmez.
Şair ne güzel demiş: "Keşke gençliğim bir gün olsun geri gelseydi de ihtiyarlığın benim başıma neler getirdiğini ona anlatsaydım..."
Her insan için belli bir ömür tahsis edilmiştir. Bu kısacık ömrüyle yaşadığı ve yaşayacak olan üç hayatını kazanmak zorundadır. Dünya hayatı, kabir hayatı ve ahiret hayatı... Bunların en kısası dünya hayatıdır. Önemli olanı da budur. Çünkü üçü de burada kazanılır...
Hasan-ı Basri (rahmetullahi aleyh) Tabiinin büyüklerindendir. Eshab-ı kiramı, görmeyenlere tarif ediyor. Diyor ki: "Onlar öyle insanlardı ki; siz nasıl paranızı acayarak harcıyorsanız onlar da vakitlerini öyle acıyarak harcarlardı. Ne yapsam daha çok sevap kazanırım düşüncesi ile hareket ederlerdi...
Helâl nafaka aramak her Müslümana farzdır
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
En çok dikkat edeceğimiz en önemli şey, boğazımızdan geçecek her lokmayı, kasamıza veya cebimize girecek her kuruşu kontrol etmektir.
Her canlı gıdaya muhtaçtır. Yemeden içmeden yaşayamaz. Ancak, boğazımızdan geçen her lokmaya dikkat etmeliyiz. Helal gıda kazanmak, kendisinin ve bakmakla mükellef olduklarının rızıklarını elde etmek ibadettir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Helâl nafaka aramak, her Müslümana farzdır." Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurulur: "Öyle günahlar vardır ki; onları ancak çoluk çocuğunun rızkını helalinden kazanmak için çekilen sıkıntılar affettirir."
Hazreti Ömer radıyallahü anh buyurdu: "Çalışınız, kimseye muhtaç olmadan hayatınızı devam ettirin. Çalışmadan oturup da 'Ya Rabbi bana rızık ver' diye kimse dua etmesin! Biliyorsunuz gökten ne altın yağar ne de gümüş!.."
Sevgili Peygamberimiz aleyhisselam Eshabı ile otururken bir genç görürler, sabah erken saatte hızlı adımlarla pazara gidiyordu. Bazıları dedi ki; "Bu genç, gençliğini, gücünü Allah için harcasaydı daha iyi olmaz mı idi?" Bunun üzerine Peygamberimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: "Öyle demeyiniz, onun bu gayreti ibadettir ve Allah içindir."
Hazreti Ömer bir adamı devamlı mescitte görür, dikkatini çeker ve sorar: "Senin maişetini kim temin ediyor, nereden ihtiyaçlarını gideriyorsun?" O da şöyle cevap verir: "Biz iki kardeşiz, ben ibadet ediyorum, kardeşim de çalışıyor, beraber aynı evde yaşıyoruz." Hazreti Ömer ona şöyle der: "Kardeşinin kazandığı sevap seninkinden daha çoktur."
Bir adam Süfyan-ı Sevri'ye sorar: "Cemaatle kılınan namazın hangi safında durmak daha sevaptır?" Ona şöyle cevap verir: "Sen yediğin lokmana dikkat et, helalinden olsun, hangi safta durursan fark etmez."
Hadis-i şerifte şöyle emrolunmuş: "Kazancı haram olan kimse; onu tasadduk ederse, sadakası kabul olmaz. Yanında alıkoyarsa, kendisi için Cehennem azığı olur."
İbrahim bin Ethem hazretleri buyuruyor ki: "Kemale erenler, midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir."
İtiraf edelim ki, helal lokma elde edebilmek hele zamanımızda oldukça zordur. Hadis-i şerifte de buna işaret vardır. Buyuruluyor ki: "Ümmetimin üzerine öyle bir zaman gelecek ki üç şey çok az bulunacak, dolayısı ile de çok değerli olacaklar: Helal para, Allah için seni seven bir dost ve bidatlerden uzak bir inanç ve ibadettir."
En çok dikkat edeceğimiz en önemli şey, boğazımızdan geçecek her lokmayı, kasamıza veya cebimize girecek her kuruşu kontrol etmektir. Haram ve şüpheli olanlardan sakınmaktır. Böyle yaşarsak dünyada da, ahirette de huzur buluruz.
İnsan, doğru yolu aklıyla bulamaz!..
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Allahü teala insanlara akıl verdi ancak aklımızın kâfi gelmediğini bildiği için, bize acıyarak Peygamberler gönderdi. Kitaplar indirdi. En doğru olanını öğretti...
Rabbimiz, bizlere doğru yolu bulabilmemiz için akıl nimetini vermiştir. Akıl olmazsa iyi ile kötüyü birbirinden ayıramazdık. Fakat aklımız, iki cihan saadetini bize kazandırmaya yetmez. Aklımızın kâfi gelmediğini en iyi bilen Rabbimiz, bize acıyarak Peygamberler gönderdi. Kitaplar indirdi. En doğru olanını öğretti. İşte peygamberlerden öğrendiklerimiz:
*Bizi yaratan ve yaşatan Rabbimizin varlığına ve birliğine iman etmemizdir. Bir memlekette iki padişah, bir vilayette iki vali, bir arabada iki şoför olmayacağı gibi; bütün Peygamberler (aleyhimüsselâm) imanın altı şartını ümmetlerine aynen bildirmişlerdir. Bu hususta eksik veya fazlalık yoktur. İbadetlerde ve onların edâ edilişlerinde ayrılıklar olmuştur...
*Rabbimizin bizden istediklerini, nelerin farz, hangilerinin haram olduğunu, bizlere açık ve seçik bir şekilde bildirdiler. Farz kılınan ibadetleri yapmamızda ve haram olanlardan sakınmamızda Allahü teâlânın hiçbir menfaati yoktur. Olamaz da! Bizim için faydalı olduklarından ve bizi saadete erdirmeye sebep olduklarından, emirler ve yasaklar bildirilmiştir...
*Bize doğru yolu gösterdiler. Hangi yolun cennete, ebedî saadete götürdüğünü bildirdiler. Yoksa biz, aklımızla bunu nasıl anlayabilirdik?..
*Bizim için güzel örnek oldular ve bize gönderilen Peygamberler bizden seçildi. Meleklerden olsalardı; onları örnek alamazdık. Çünkü onlar yemez, içmez, uyumaz ve hasta olmazlar!..
*Bizlere cennet nimetlerinin ne kadar güzel olduğunu, dünya nimetleri gibi geçici olmadığını bildirdiler. Cehennemin şiddetini, yanmanın ne kadar acı verdiğini anlattılar. Dünyada iken yanmak birkaç dakika sürer. İnsan ölünce bu acı biter. Cehennemde yanmak ise çok uzun süre; ve/veya ebedîdir. Cehennem ateşi ile dünyadaki ateş de mukayese edilemez...
*İnsanların yüzünü ve gayesini dünyadan çevirip, ahirete yönlendirdiler. Dünya; insanı çabuk aldatır. Nefis ve şeytanın en güzel silahıdır dünya...
"Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır." İnsanların birbirlerine düşmanlık etmeleri, hased etmeleri, kibirlenmeleri ve zulüm yapmaları hep dünyayı sevmekle meydana gelir.
*Cenab-ı Hak (celle celalühu) insanlara akıl vermekle birlikte yukarıda belirttiğimiz nimetleri de ihsan ederek; tebliğini tamamlamıştır.
Teklif ve tebliğ yapmadan, imtihan etmeden kullarına azap vermesi o Azimüşşan'ın adaletine uygun düşmezdi. Mülkün sahibi olan için teklif etmeden de ceza vermek mümkün idi. Kendi mülkünde tasarruf eder. Buna rağmen suçsuz olana belâ vermedi ve vermeyecektir de...
.17/02/2022
Hiç kimse, akıbetinin ne olacağını bilemez!
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Rabbimizin rahmeti sonsuzdur. Ne kadar çok günâh işlesek de tövbe ederek, tövbenin şartları yerine gelirse hiç günâh işlememiş gibi oluruz.
Hiçbir insan, akıbetinin ne olacağını bilemez, kendisini hangi sıkıntıların beklediğinden haberi yoktur. Bütün insanları dört yağma bekliyor:
1- Azrâil aleyhisselâm ve ona yardımcı olan melekler ruhumuzu yağmalayacak. Ölüm meleği ruhumuzu aldıktan sonra, salihlerin ruhunu rahmet meleklerine teslim eder. Kötü insanların ruhunu da azap meleklerine bırakır. Böylece her ruh lâyık olduğu yere varır.
2- Vârislerimiz, malımızı yağmalayacaklar. Malımız, ne kadar çok olursa olsun kefenden fazlasını beraber götüremeyiz. O da çürüyecek.
Gece gündüz demeden çalışarak biriktirdiğimiz servetimize, belki de hiç sevmediğimiz birileri gelir konar, afiyetle yemeye başlar. Hesabını da bize sorarlar!
Abdullah bin Ömer hazretleri bir adamı para sayarken görür ve ona sorar: "Saydığın para kimindir?" O da kızarak der ki: "Kendi paramı sayıyorum." Buna şöyle cevap verir:
"Elindeki paranın kime kısmet olacağı belli değildir. Ölürsün, vârislere kalır. Kaybedersin bulanın olur. Çaldırırsın başkalarına kalır..."
Cebimizdeki para bizim olmayabilir. Allah için harcadığımız para bizimdir. O, ne çalınır, ne kaybolur, ne kokar ve ne de çürür. Emin bir yerde muhafaza edilir, en sıkıntılı günümüzde bize ulaşır...
Emevi halifelerinden Süleyman bin Abdülmelik, zamanında yaşayan büyük âlim Ebu Hazım hazretlerine sorar: "Biz, ölümden niçin bu kadar çok korkuyoruz?" O da şöyle cevap verir: "İki sebebi var. Birincisi, siz malınızı dünyada bıraktınız, Allah için harcamadınız! İnsanoğlu, yaratılışı gereği malını sever, ondan ayrılmak istemez. İkincisi, siz dünyanızı mamur ettiniz, ahiretinizi harap ettiniz! Hiç kimse mamur yerden virâne yere gitmek istemez. Malınızı öbür tarafa gönderseydiniz, ölümden kokmazdınız, hatta malınıza kavuşmak için severdiniz."
3- Bedenimiz kabirdeki böcekler tarafından yağmalanacak. Böcekler de yağlı eti severler. Bunun için şişmanlamamaya dikkat etmeliyiz!
4- Son yağma da amelimize, sevaplarımıza olacaktır. Üzerimizde kul hakkı varsa alacaklılar toplanır, sevaplarımızı paylaşırlar. Birinin malını yemişiz, birini gıybet etmişiz, birine hased etmişiz, birini dövmüşüz. Bunlara hakları nisbetinde hayırlarımız dağılır. Sevaplar biter ve hâlâ alacaklılar varsa, bu defa onların günâhı alınır, bizim günâhımıza ilave edilir. Böyle birinin uğrayacağı akıbet bellidir.
Rabbimizin rahmeti sonsuzdur, ümit kesilmez. Ne kadar çok günâh işlesek de tövbe ederek, tövbenin şartları yerine gelirse hiç günâh işlememiş gibi oluruz.
.10/02/2022
Dünya rahatlık yeri değildir!..
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Bu dünya rahatlık yeri olsaydı, en çok, yaratılmışların en şereflisi Peygamberlere nasip olurdu. Hâlbuki, en büyük sıkıntıyı onlar çekmişlerdir.
Dünya, rahatlık, huzur ve saâdet yeri değildir... Bir gün huzur bulsak, birkaç gün huzursuz oluruz. Bizim hiçbir sıkıntımız olmasa bile, sevdiklerimizin sıkıntıları bizi üzer...
Bir adam, arkadaşına şöyle dua eder: "Allahü teâlâ sana hiç sıkıntı vermesin!" O da, "Sen benim ölümümü istiyorsun" diye cevap verir ve ilave eder: "Dünyada yaşayıp da sıkıntı çekmemek mümkün değildir..."
Hasan-ı Basri hazretleri buyuruyor ki: "Dünyada rahatlık bekleme, dünya rahatlık yeri değildir. Şayet bir rahatlık görürsen, onu kârdan say, yolda para bulmuş gibi. Âdem aleyhisselam dünyaya sürgün olarak gönderildi. Terfi ederek, mükafat olarak gelmedi." Bir diğer tavsiyesi de şöyle: "Yarının sıkıntısını bugüne yükleme, her günün sıkıntısı kendine yeter."
Dünya rahatlık yeri olsaydı, en çok, yaratılmışların en şereflisi Peygamberlere nasip olurdu. Halbuki, en büyük sıkıntıyı onlar çekmişlerdir. Hemen hemen hepsiyle alay edildi, hakaret edildi. Bilemediler, onlar, insanları ateşte yanmaktan kurtarıp, ebedî saâdete kavuşturacak yolları göstermek için gönderilmişlerdi...
İbrahim aleyhisselamı ateşe attılar, yakmak istediler, kendi öz ve biricik evladını kurban etmesi ile emrolundu. Bu çok ağır bir imtihan idi. Dense idi ki; birine kestir veya dağdan yuvarla parçalansın, yine bir derece kolaydı. Emir, "kendi ellerinle keseceksin" şeklindeydi...
Yakup aleyhisselam en çok sevdiği ve en mübarek evladı Yusuf aleyhisselamdan ayrı düştü. Bu hasretle o kadar gözyaşı döktü ki mübarek gözleri kapandı...
Musa aleyhisselamın Firavun'dan çektikleri malum; memleketinden çıkarılışı, yıllarca gurbette çobanlık yapması...
Eyyûb aleyhisselamın hastalığı ve gösterdiği sabır dillere destandır. Kendisine iman eden birkaç kişi tekrar mürted oldular. "Peygamber olsaydı bunlar başına gelmezdi!" dediler. Hanımı yalnız kalmıştı, bir gün kendisine dedi ki: "Sen Allah'ın resûlüsün, dua edersen kabul eder; bir dua etsen, sen de kurtulursun bu sıkıntıdan biz de..." O da hanımına sordu: "Kaç senedir hastayım?" "Yedi senedir" diye cevap alınca tekrar sordu: "Peki kaç sene, sıhhat ve afiyetle hayat geçirdik?" Hanımı bu soruya "Yetmiş sene" diye cevap verince buyurdu ki: "Hastalığım da yetmiş seneyi bulsun o zaman dua etmeye yüzüm olur..."
İsa aleyhisselamın barınacak bir yuvası bile yoktu. Peygamber efendimiz az mı iftiralara, sıkıntılara maruz kaldı. Çok sevdiği amcasını ve sevdiklerini şehit ettiler...
Demek ki, dünya keyif sürmek, rahat etmek yeri değildir...
.3/02/2022
Rahmet, bereket ve mağfiret mevsimi...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
"Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ dünyada ve ahirette ikram eder."
Mübarek "üç aylar" başladı... Rahmet, bereket, mağfiret ve fazilet mevsimi yine geldi hamdolsun. Müminlerin gönülleri gibi gecelerini de aydınlatan kandillerin dört tanesi bu aylar içindedir. Bunların ilki bu gece idrâki ile şerefleneceğimiz receb ayının ilk cuma gecesi olan "Regâib Kandili" gecesidir.
Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm receb ayına girince şöyle dua buyururdu: "Ya Rabbi! Receb ve şaban aylarını bize mübarek kıl ve bizi ramazan ayına kavuştur."
Biz de aynı duayı yapacak olursak sünnet-i seniyyeye uymuş ve bu kıymetli ayların bereketine kavuşmuş oluruz.
Bu fırsatlar bir daha ele geçmeyebilir. Bir başka Regâib Kandili daha gelebilir fakat biz görmeyebiliriz. Ölümün ne zaman ve nerede geleceği bilinmez, nefesler sayılıdır. Her nefes alıp verdiğimizde bir sayı azalıyor.
Böyle mübarek gecelerde yapılan dualar ve ibadetler, diğer zamanlarda yapılanlardan daha kıymetlidir. Rabbimize açılan eller boş dönmez. Günâhlardan da çok sakınmalıyız. Faziletli zamanlarda yapılan ibadetler kıymetli olduğu gibi günâhları da daha tehlikelidir... Günâhların sonu azaptır. "Sonu ateş olan bir lezzette hayır yoktur" demişlerdir.
Nefis ve Şeytan'a uyarak işlediğimiz günâhlardan vakit geçirmeden tövbe etmeliyiz. Tövbeyi geciktirmek de günâhtır. Hadis-i şerifte "Helekel müsevvifun" buyurulmaktadır. Yani, "Sonra tövbe ederim diyenler helâk oldular."
Beklenmedik bir zamanda Âzrail aleyhisselâmla karşılaşılırsa artık yapılacak hiçbir şey kalmaz.
Tövbenin şartlarını yerine getiren ve samimi bir tarzda tövbe edenin bütün günâhları affedilir, hiç günâh işlememiş gibi olur.
Receb ayı çok kıymetli bir aydır. Her gecesi kıymetlidir. Her cuma gecesi de kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince daha kıymetli olmaktadır. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ dünyada ve ahirette ikram eder."
Hesaba çekilmeden önce kendimize hesap soralım, kusurlarımızı tespit ederek onlardan uzaklaşmaya çalışalım. Bol miktarda sadaka verelim, fakirleri sevindirirsek Rabbimiz de bizi sevindirir.
Büyüklerimizi mümkünse bizzat ziyaret edelim, kandillerini tebrik edelim, mümkün olmazsa telefonla bu vazifemizi yerine getirelim.
Büyükleri ziyaret ederken vefât edenleri de unutmamalıyız. Kabirlerini ziyaret eder, onlara okursak ruhları şâd olur.
"Kur'ân okunmayan evin hayrı azalır!.."
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Evlerinizde Kur'ân okumayı artırın! Kur'ân okunmayan evin hayrı azalır, şerri çoğalır, o ev halkına darlık gelir."
Kur'ân-ı kerimi öğrenmek, öğretmek ve okumak çok sevaptır.
Din büyüklerimiz buyurdu ki: "Bir evde ezbere de Kur'ân-ı kerim okunmuyorsa, o ev kabir gibidir."
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Evlerinizde Kur'ân okumayı artırın! Kur'ân okunmayan evin hayrı azalır, şerri çoğalır, o ev halkına darlık gelir.)
Mushafa bakarak okumak, ezberden okumaktan daha sevaptır. Namazda okumak ise, Mushaf'a bakarak okumaktan da sevaptır.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki:
"Namazda okunan Kur'ân-ı kerimin her harfi için yüz sevap verilir. Namaz dışında abdestli okuyunca, her harfi için yirmi beş sevap, abdestsiz okuyunca, on sevap verilir. Yürürken ve iş yaparken okuyunca, sevabı daha az olur."
Bilen kimsenin, manasını düşünerek bir âyet okuması, başka şey düşünerek, bütün Kur'ânı hatmetmesinden daha çok sevaptır.
***
İmam-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki:
"Kur'ân-ı kerimi okumadan önce, Allahü teâlânın büyüklüğünü, kimin sözü olduğunu düşünmeli. Mushafa dokunmak için temiz el lazım olduğu gibi, onu okumak için de temiz kalp lazımdır. Allahü teâlânın büyüklüğünü bilmeyen, Kur'ân-ı kerimin büyüklüğünü anlayamaz. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlamak için de, onun sıfatlarını ve yarattıklarını düşünmeli. Bütün mahlûkatın sahibi, hâkimi olan bir zatın kelamı olduğunu düşünerek okumalı. Okurken başka şeyler düşünmemeye çalışmalı."
***
Ebu Müslim-i Saftar, evliyanın büyüklerindendir. Bir gün gemi ile denize açıldılar. Yanında çok kimseler de vardı. Aniden ters yönden bir fırtına çıktı. Dalgalar yükseldi. Gemi batacak gibi oldu. Gemide olan yükü denize attılar. Yardım istediler.
Ebu Müslim diyor ki:
-Bizimle beraber gemide kim olduğu bilinmeyen ancak, salih kimselerden olduğu anlaşılan bir köylü bulunuyordu. Yanında bir Mushaf-ı şerif vardı. Oradan kalkarak Mushafı elinin üzerine koydu ve şöyle dua etti:
"Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunursa, hiç kimse ona saldıramaz, zarar veremez, belalardan emin olur."
Mushafı kaldırdı ve şöyle yalvardı:
"Ya Rabbi! Bu senin kitabındır, bunu bize verdin. Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz. Bizi tehlikeden kurtar."
O anda dalgalar durdu ve deniz sütliman oldu biz de sağ salim gittik...
.20/01/2022
Bu dünyada herkes hâlinden şikâyetçi!..
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
İstikrârsız bir hayat yaşamaktayız. Hiç kimse kendinden emin değil. Herkes hâlinden şikâyetçi, kavuştuğu nimetleri az görür, gözü başka nimetlerde.
Bu dünya rahatlık ve saadet yeri değildir. Bir gün huzur bulsak birkaç gün huzursuz oluruz. Bizim hiçbir sıkıntımız olmasa bile sevdiklerimizden birinin sıkıntıları bizi üzer.
Hasan-ı Basri hazretleri buyuruyor: "Dünyada rahatlık bekleme, görürsen onu kârdan say. Yolda para bulmuş gibi."
Dünya eğer rahatlık yeri olsaydı, en fazla Peygamberler buna kavuşurdu. Hâlbuki en çok sıkıntıyı, üzüntüyü onlar çekmişlerdir...
Âdem aleyhisselâm asırlarca gözyaşı döktü... Nuh aleyhisselâm ile alay edildi, hakaretlere maruz kaldı. Gemi yapımında ne büyük sıkıntılar çekti...
İbrahim aleyhisselâmı ateşe attılar, yakmak istediler. Kendi öz ve biricik evladını kurban etmekle emrolundu. Oldukça ağır bir imtihandı bu. Denilseydi ki, çocuğunu birine kestir veya dağdan yuvarla parçalansın, yine daha kolay olurdu. Fakat emir kendi elinle kurban edeceksin...
İsa aleyhisselâmın barınacak bir yuvasının olmaması ve fakirlikle hayat geçirmesi. Yahudilerden, putperestlerden gördüğü ezâ ve cefalar...
Bizim Peygamberimiz aleyhisselâmın çektiği sıkıntılar diğerlerinden daha fazla idi. Tâif seferinde gördüğü hakaret, çocuklara taşlatıldıkları, mübarek ayakkabılarının kanla dolması ve onlara beddua etmemeleri.
Uhud muharebesinde çok sevdiği amcaları Hazreti Hamza ve diğer eshabının şehit olmaları gibi dayanılması çok zor sıkıntılar...
Demek ki, içinde yaşadığımız şu dünya keyif sürmek, rahat etmek yeri değildir. Nimetlerinde bile sade lezzet yoktur. "Hem dişim olsun hem de ağrımasın" dersek olmaz!
Dünyada rahatlık beklemek seraptan su beklemeye benzer. Hayal kırıklığından başka insana bir şey vermez.
Bir adam arkadaşına dua eder ve der ki: "Allah sana dünyada hiç sıkıntı vermesin!" O da "Sen benim ölümümü istiyorsun" der. Dünyada yaşayıp da sıkıntı çekmemek hiç mümkün müdür?
Nasıl rahatlığa kavuşulur. Değişen istikrârsız bir hayat yaşamaktayız. Hiç kimse kendinden emin değildir. Herkes hâlinden şikâyetçi, kavuştuğu nimetleri az görür, gözü başka nimetlerde. Gözünü toprak doyurur ancak.
Bütün insanlarda korku vardır. Ölüm korkusu hastalık korkusu, fakirlik korkusu, sevdiklerinden ayrılma korkusu. Korku!.. Korku!.. Korkularla geçen bir hayatın ne tadı olur?
Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Mümin insan ne kadar nasiplidir; nimete kavuştuğu zaman şükreder sevap kazanır. Hastalıklara, kıkıntılara maruz kaldığı zaman da sabreder yine savap kazanır."
Sabredersek sıkıntılarımız azalır, rahatlarız, üstelik büyük sevap kazanırız. Sabretmezsek, hastalığımız, sıkıntılarımız artar, günâhkâr oluruz...
.13/01/2022
"Şükreden bir kul olmayayım mı?.."
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
En büyük şükrü, en büyük nimete yapmalıyız. O da iman nimetidir. Ondan büyük nimet olmaz, iki cihan saadetine vesiledir...
Kavuştuğumuz nimetlerin şükrünü yerine getirebilmemiz mümkün değildir... Nimetler, nereden ve kimden gelirse gelsin onu Rabbimizden bileceğiz, O'na şükredeceğiz, çünkü veren O'dur. Bize iyilik yapan kimseyi yaratan O'dur. O'na, bize iyilik yapma arzusunu ve imkânını veren de Odur. İnsanlar sebeptir. Onlara da teşekkür edilir fakat nimetler onlardan bilinmez...
Şükür, yalnız dil ile olmaz. Bütün organlarımızla şükretmeliyiz.
Kalbin şükrü, onu Rabbimizin sevmediklerinin sevgisiyle doldurmamaktır. Günahlarla karartmamaktır. Onu kibirden, hasetten, riyadan ve ucuptan uzak bulundurmaktır...
Gözün şükrü, yaratıcısının razı olduğu gibi kullanmaktır. Haramlara bakmamalı, kimseyi hakir görmemelidir. Olabilir ki; o hakir gördüğü kişinin şefaatine kavuşabilmek için ona ne kadar yalvaracaktır, ondan medet umacaktır.
Kulakların şükrü, onu haram seslerden muhafaza etmektir. İnsana, günâh değil, sevap kazandıracak sesleri dinlemeye çaba sarf etmelidir.
Ellerin, ayakların ve diğer organların şükrü ise, sahibinin izin verdiği gibi kullanılması ile olur. Değilse, emanete hıyanet etmiş oluruz, bunun da cezası çok ağırdır.
Bir gece Sevgili Peygamberimiz "aleyhisselâm" yatağından kalkar, abdest alır, namaz kılmaya başlar, çok uzun ibadet ederler. Âişe validemiz "radıyallahü anha" arz eder: "Efendim sizin zaten günahınız yoktur, olsa da affedilmiştir. Biraz dinlenseniz ve istirahat buyursanız." Resûlullah efendimiz, "Şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verirler.
Bundan da anlaşılıyor ki, şükür hareketlerle de olmalıdır, yalnız dil ile olursa az olur.
En büyük şükrü, en büyük nimete yapmalıyız. O da iman nimetidir. Ondan büyük nimet olmaz, iki cihan saadetine vesiledir...
Bağdat'ta evi olmayan, duvar diplerinde yaşayan, üstelik âmâ ve felçli bir adam, devamlı Rabbine hamd ediyordu. Bunu gören birisi ona sorar:
"Sen hangi nimetinden dolayı hamd ediyorsun? Hâlin belli, evin yok, elin ayağın tutmuyor, gözlerin görmüyor."
Şöyle cevap verir:
"Ben Rabbimin en büyük nimetine kavuştum. Kalbimi sevgisiyle doldurdu. Çok az kuluna ihsan buyurduğu bu büyük nimete ne kadar şükretsem yine de azdır. Öyle huzur içindeyim ki, daha ölmeden cennet hayatı yaşıyorum."
Nimete şükredilmezse elden çıkar. Kavuştuğumuz nimetlere çok şükredelim ki, elimizden alınmasın
.06/01/2022
Yenilmez orduları mağlup eden güç!
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Sayıları yüz binleri bulan, tam techizatlı, geçtikleri yeri sarsacak kadar güçlü İran, Bizans ve Mısır ordularını Müslümanlar mağlup etmiştir...
Tarihte Araplar, Müslüman olmadan önce, neredeyse dünyadan tecrit edilmiş bir milletti. Çöl bir taraftan, yarımadayı üç yönden kuşatan denizler bir taraftan, medeni dünyadan uzak kalmasına sebep teşkil ediyordu... O derece bölünmüş, tembelleşmiş ve aşağı derecelere düşmüşlerdi ki, diğer ülkelerle savaşacaklarını, komşu devletlere karşı zafer kazanacaklarını rüyalarında dahi göremiyorlardu...
İran ve Bizans, o günün en büyük devletleri idi. Doğunun ve Batının liderleriydiler. Bunlar Arap yarımadasını, bileziğin bileği sarması gibi kuşatmışlardı. Fakat çöl olan, yer altı ve yer üstü zenginlikleri az olan yarımada (o zaman petrol keşfedilmemişti) can ve mal kaybına değmezdi onlar için. Onların, bu verimsiz çöle para harcamaya ve fakir olan Arapları beslemeye ihtiyaçları yoktu...
İşte, böyle bir millet, kısa bir zaman sonra cihan tarihinde müthiş bir vazifenin temsilcisi olacaktır... Bedevi Araplar, çöllerinden çıkmış fetihler yapmakta, düşmanlarını dize getirip ezmektedirler... Bu sel; Arapların merkezi olan Medine-i Münevvere'sinden, (Hicri 11) tarihinde (Mîladi 632) fışkırmış, önüne çıkan her engele üstün gelmiş, dağları, ovaları basmıştır.
Sayıları yüz binleri bulan, tam techizatlı, geçtikleri yeri sarsacak kadar güçlü İran, Bizans ve Mısır ordularını mağlup etmiştir... Yine bu sel, eski medeniyetleri, kuvvetli devletleri, köklü saltanat kuran milletleri silip süpürmüş ve onları tarihe gömmüştür. Önceden Araplar onların gözünde küçük ve kıymetsiz görünürken imanla şereflenen Arapların gözünde diğer milletler küçülmüştü. Onlara bu gücü Allahü teâlâ ihsan buyurmuştu.
Dünyanın en güçlü süper imparatorluklarını kendi memleketlerine giderek perişan ettiler. Topluluklarını dağıttılar, tahtlarını yıktılar, krallarının taçlarını çiğnediler, hazinelerini açtılar, çoluk çocuklarını esir ettiler. Gurur ve kibir elbiselerini yama tutmayacak şekilde parçaladılar. Güçlerini bir daha yerine gelmeyecek tarzda imha ettiler. Kisra, bir daha yerine Kisra gelmemek üzere, Kayser de aynı şekilde helâk oldular...
Binlerce kilometre yol kateden bir orduda zaten hâl kalmaz, hareket gücünü kaybeder. İklim değişikliği de hesaba katılırsa; Müslümanların bin seneden fazla dünyada söz sahibi olan İran ordusunu yenebilmesi yüzde bir değil, binde bir ihtimal ile de mümkün değildi.
Zafer kazanılması için bütün sebepler, İranlıların lehine, Müslümanların aleyhine idi. Fakat iman edenler etmeyenlere galip geldi... Eshab-ı kiramı zaferden zafere koşturan, işte bu iman gücü idi..
Bir sene daha rüzgâr gibi geçti
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Hatalarımızı da tespit etmeliyiz, onları bir daha hiç yapmamaya veya çok daha az yapmaya şartlanmalıyız. Yeni yıl böyle kutlanır.
Ömür takvimimizden bir yaprak daha düşmek üzere... Bırakın seneleri, nefeslerimiz sayılı, öyle bir hayat yaşıyoruz ki; her an bir nefes daha azalıyor...
Geçirdiğimiz yılda iyi ve yararlı işler yaptıysak onları bu yeni yılda artırmaya çalışmalıyız, "Nasıl daha başarılı olabilirim, nasıl daha çok güzelliklere imza atabilirim" düşüncesi bizde hâkim olmalıdır.
Hatalarımızı da tespit etmeliyiz, onları bir daha hiç yapmamaya veya çok daha az yapmaya şartlanmalıyız. Yeni yıl böyle kutlanır. Yoksa, içki içmek, çam devirmek, evleri "Noel Ağacı" ile süslemek çılgınlıktan başka bir şey değildir... Her yıl, aralık ayının son haftasında, bizimle aynı adı taşıyan birçok insanın, çocuklarının ellerinden tutarak, çarşıda pazarda çam ağacı aradığını, "Noel Baba"lı kartpostallar satın aldığını, irili ufaklı hediye paketleri hazırladığını üzülerek görüyoruz.
Son haftada hindi satışlarının büyük marketlerde hangi boyutlara vardığını herkes biliyor. Hele içki tüketimi...
Her milletin kendilerine mahsus âdet ve ananeleri vardır. Dînî vazifeleri mevcuttur. Kendi inançlarının vecibelerini bırakıp, kendi örf ve âdetlerini terk eder, başka milletlerin âdet ve ananelerine uyarsa kendisine olan güvenini kaybeder. Taklidine çalıştığı insanları "kutsal" kabul eder. Bu da toplumda telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebep olur. O millet, artık yok olmuş demektir. Kendisine güveni olmayan bir pehlivan, bir çocukla güreşirse kaybeder.
Bir adam çocuğuna dese ki: "Bak yavrum şu çocuk nasıl giyiniyorsa sen de öyle giyin. Nasıl oturuyorsa öyle otur, nasıl yemek yiyorsa sen de öyle ye. Hatta dikkat et, çatalı hangi eline, bıçağı hangi eline alıyorsa sen de aynen öyle yap!.." Bunları duyan çocuk şöyle düşünmez mi?: Biz yemek yemesini bile bilmiyormuşuz, babam da bilmiyor, bilseydi, babam o çocuğu değil de kendisini örnek gösterirdi...
Şimdi söyleyin Allah aşkına! Bu çocukta kendine güven diye bir şey kalır mı? Daima kendisini bir "hiç" olarak görür ve ömür boyu taklitçilikten, kendisine güvensizlikten başka bir şey yapamaz. Bu da, bir milletin örf ve âdetleriyle beraber erimesi ve yok olması demektir.
Bir madde, bir sıvının içinde erimiş ve kaybolmuşsa, meselâ; şeker veya tuz suda erimiş ve yok olmuşsa, onu bazı kimyevi müdahalelerle tekrar çıkarmak mümkündür. Fakat bir millet erimişse, onu, hiçbir kimyevi müdahale tekrar ortaya çıkaramaz!..
Bir millet için bundan daha büyük bir zarar, daha korkunç bir tehlike olabilir mi?..
Bu haftaki yazımızı bir hadis-i şerif meali ile bitirelim:
"Bir kavme benzemek isteyen ondan olur!"
Âişe validemiz (radıyallahü anha)
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Âişe validemiz Ümmet-i Muhammede bilhassa hanımlara hocalık yapıyordu, zayıfların sığınağı, fukaranın dert ortağı, kimsesizlerin sahibi idi.
Rabbimiz, Âişe validemize İslam dininin anlatılması için müthiş bir zekâ ve hafıza lütfetmiş idi. O, müminler olarak hepimizin annesidir. Resulullah'a zevce olma bahtiyarlığına ulaşan Ezvac-ı tahiratın her biri, dünyaya gelip göçen herhangi bir insan değillerdir. Her şeyden önce onlar annelerimizdir. Bu makamı onlara bizzat Allahü teâlâ vermiştir.
Hazret-i Ebubekir peygamberlerden sonra dünyaya gelmiş ve gelecek bütün insanların en üstünü idi. Mümin olması hasebiyle kerimeleri Âişe validemiz (radıyallahü anha) onun da "anne"siydi. Bunun içindir ki izinsiz Âişe validemizin yanına gitmezlerdi...
Âişe validemiz hane-i saadete girdiği andan itibaren çok farklı bir vazife almıştı. Ümmet-i Muhammede bilhassa hanımlara hocalık yapıyordu, zayıfların sığınağı, fukaranın dert ortağı, kimsesizlerin sahibi idi. Eşine ender rastlanacak bir takvaya sahipti. Dünyaya kıymet vermezdi... Buyurdu ki: Bir gün Efendimizin zevceleri toplanmıştık. Merak bu ya Resulullaha sordum: "Bu dünyadan ayrıldıktan sonra size önce hangimiz kavuşacak?"
- Hanginizin kolu uzunsa!
Peygamberimiz aleyhisselam çıktıktan sonra iple kollarımızı ölçmeye başladık. Zeyneb bint-i Cahş'ın (radıyallahu anha) kolu uzun çıktı. Sonradan anladık ki kolu uzundan murat "en çok sadaka veren" demekmiş. Öyle de olsa o kazanırdı, zira hepimizden cömertti. Hakikaten Resul-i Ekrem'den altı ay sonra vefat etti...
Hiç şüphe yok ki Eshab-ı kiram arasında ilminin derinliği itibarı ile Âişe validemizin yeri başka idi. Mekke-i mükerremede nazil olan âyet-i kerimeler imanla ilgiliydi, imanın altı şartını ezberlemek kolaydı. Öğretmene ihtiyaç yoktu. Medine-i münevverede ise ibadetler farz kılındı, müminler, Efendimizin yakınlarından soruyor eksiklerini gideriyorlardı...
Eshab-ı kiramın sayısı 150 bin civarındaydı. Ki bunun yarısına yakını hanımlardı. Kimden öğreneceklerdi? Elbette annelerimizin kapısını çalıyorlardı... Annelerimiz içinde en çok hadis-i şerif ezberleyen, dinî hükümleri en iyi bilen Hazret-i Âişe'dir. Çünkü gençti, berrak bir hafızaya sahipti. Mâlum gençlikte öğrenilenler taşa kazınan yazı gibidir. Yaşlılıkta öğrenilenler ise buza yazılana benzetilir.
İnsanlık tarihinde kimsenin hayatı peygamberimizin (aleyhisselam) hayatı kadar güzel tespit edilememiştir. Dışarıdaki yaşayışlarını Sahabe-i kiram efendilerimizden öğrendik. Ev içindekileri de annelerimizden...
Asr-ı saadetten günümüze, gelmiş geçmiş ve gelecek bütün Müslümanlar Ezvac-ı tahirata şükrân borçludurlar. Onlara ne kadar dua etsek azdır. Asla haklarını ödeyemeyiz...
.16/12/2021
"Ezvac-ı tahirat"tan Hatice Validemiz
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Hazret-i Hatice Validemiz cömertti, şefkatliydi, merhametliydi... İlk iman eden hanım o oldu, varını yoğunu İslamiyet’in yayılması için sarf etti.
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) 25 yaşına kadar evlenmediler. İlk izdivaçlarını, kendilerinden 15 yaş büyük, daha önce evlenip çocuk sahibi olan Hazret-i Hatice validemizle yaptılar. Server-i Kâinatın mübarek evlâtlarından Kâsım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah (Tayyib) Hazret-i Hatice'den (aleyhimürrıdvan) doğdu.
Hazret-i Hatice Validemiz vefat ettiğinde 65, Efendimiz ise 50 yaşında idi. Bu bütün gençliklerini yaşlı ve dul bir hanımla geçirdiler demekti...
Hatice validemiz fevkalade kabiliyetli, âlime, tahire, fazıla idi... Talibi çoktu ama hiçbirini düşünmedi. Bir gece rüyasında "Sen ahir zaman peygamberinin zevcesi olacaksın" denildi. Hayli tesirinde kaldı ve Mekke bilgelerinden akrabası Varaka bin Nevfel'e tabir ettirdi. Henüz Efendimizi tanımıyordu ama işaretler barizdi...
O günlerde Şam'a kervan çıkarıyordu. Kafilenin başına tecrübeli isimleri geçirebilirdi ama "Muhammed-ül emin"i tercih etti. Dönüşte kâhyası Meysere'den Habibullah hakkında şaşırtıcı şeyler dinledi...
O sıra Efendimizin amcası Ebu Talib biricik yeğenini evlendirmeye çalışıyordu, lâkin eli dar, gücü belliydi. Hazret-i Hatice Validemiz onları hiç üzmedi, nikâh teklifini memnuniyetle kabul etti...
Hatice-tül kübra cömertti, şefkatliydi, merhametliydi. Efendimizin âdeta üstüne titredi. İlk iman eden hanım o oldu, varını yoğunu İslamiyetin yayılması için sarf etti.
Hazret-i Aişe validemiz buyuruyor ki: "Efendimiz kurban kestikleri zaman Hatice'nin arkadaşlarını unutmaz tek tek et gönderirlerdi. Onlara çok iltifat ederlerdi... Bir gün dayanamadım. 'Ya Resulullah, o yaşlı bir hanım idi, Allahü teâlâ size daha genç ve güzelini nasip etmedi mi?' dedim. Efendimiz 'hayır, bana ondan daha hayırlısını nasip etmedi. Herkes beni yalanlarken o bana iman etti. Herkes bana düşman iken o bana dost idi. İnsanlar mallarından beni mahrum ederken o servetini önüme serdi' buyurdular."
Bir gün Cebrail aleyhisselam vahiy getirmişti. Efendimize "Allahü teâlâ Hatice'ye selâm ediyor" dedi. Hazret-i Hatice bakın selâmı nasıl aldı: "Allahüsselâm ve minhüsselâm ve âlâ Cibril esselâm!" Allah (Celle celalühu) bizzat selâmın kendisidir. Sana ve Cebrail'e de selâm olsun!
Malumunuz selâm kendisine selâmet istenen kimseye verilir ki Allahü teâlânın böyle bir temenniye ihtiyacı yoktur. Bu cevap Hazret-i Hatice'nin ilmini, zekâsını, ferasetini gösterir.
Efendimiz bir gece yalvara yakara sabahlamışlardı ki Hazret-i Hatice Validemiz "biraz dinlenseniz" dedi. "Gad meda vaktün nevmi ya Hatice!" Yani (Uyumanın zamanı geçti ya Hatice!)
.9/12/2021
Peygamberler gelmeseydi...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Rabbimizi ve O'nun sıfatlarını, yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi peygamberler bildirmeselerdi aklımızla bunu nasıl kavrayabilirdik?
Aklımıza kalsaydık; İyi ile kötüyü, hayır ile şerri ayırt edemezdik. Gözlerimizle görmediklerimizi bilemezdik. Meselâ; İmanın şartlarından bir tanesi olan meleklere imanı nasıl elde edebilirdik?
Rabbimizi ve O'nun sıfatlarını, kıyâmet gününü, tekrar dirileceğimizi ve yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi peygamberler aleyhimüsselâm bildirmeselerdi aklımızla bunu nasıl kavrayabilirdik?
Yerde ve gökte ne varsa hepsi bizim için yaratılmış; bize hizmet ediyorlar. Bizim niçin yaratıldığımızı nereden bilecektik?
Bize bu hayat elbisesini kimin giydirdiğini, niçin giydirdiğini ve belli bir zaman sonra neden çıkardığını sadece aklı ile bilen çıkabilir miydi?
Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört binden fazladır. Bunlardan üç yüz on üçü resuldür. Bunların tamamı imanın altı şartını kavimlerine bildirmişlerdir. Bunun içindir ki; birini inkâr hepsini inkâr olarak kabul edilmiştir.
Nuh aleyhisselam asırlarca kavmini hidayete davet etti. Seksen küsur kişi imanla şereflendi, gemiye binerek kurtuldular ve ebedî saadete kavuştular.
Kur'ân-ı Kerim'de bu hadise anlatılırken; “Nuh kavmi, Peygamberleri yalanladı, O'na inanmadı” diye geçer. Hâlbuki onlara Nuh aleyhisselamdan başka Peygamber gönderilmemişti.
Şimdi onların tamamının bir ağızdan bizlere söylediklerine bakalım:
1- Bizleri ve bütün kâinatı yaratanın varlığına ve birliğine iman etmek. O'ndan başkasına tapmamak, insanın kendi elleri ile şekillendirip meydana getirdiği ve kendisine hiçbir faydası olmayan taşlara, ağaçlara ibadet etmemek ve onlardan medet ummamak.
2- Meleklerine iman etmek. Melekler nurdan yaratılmış varlıklardır. En büyükleri Cebrail aleyhisselâmdır. Bütün peygamberlere ilâhi emirleri O getirmiştir. Fazilette daha sonra Mikâil, İsrâfil ve Azrâil aleyhisselâm gelir.
Melekler hiç günâh işlemezler, insanlar gibi onlardan isyan meydana gelmez. Ne ile emrolunmuşlarsa tamamını yerine getirirler. Buna rağmen peygamberler ve Eshab-ı Kirâm ve birçok salih insanlar onlardan daha üstündür.
3- Kitaplarına iman etmek. Rabbimizin emirlerini bizlere bildiren kitapların sayısı yüz dörttür. Dördü büyük, yüzü küçüktür.
Büyük kitaplardan Tevrât Musa aleyhisselama, Zebur Davud aleyhisselama, İncil İsa aleyhisselama, Kur'ân-ı kerim ise bizim peygamberimize aleyhisselam nazil olmuştur.
4- Peygamberlerine iman etmek. Onlar Rabbimizin bize gönderdiği elçilerdir. Bizi hidayete davet ettiler. Onları dinleyen, onlara tabi olan iki cihanda saadete kavuştular ve kavuşacaklardır.
5- Öldükten sonra tekrar dirileceğimize inanmak. Ahiret günü ya Cennet var veya Cehennem. Ahiret hayatında karşılaşacağımız tehlikeleri, başımıza gelecek sıkıntıları öğrendik. Cehenneme götüren işleri yapar ve o yolda yürürsek suç bizdedir.
6- Kadere inanmak. Her şey takdir-i ilâhi ile meydana gelir. O'nun irâde buyurmadığı hiçbir şey meydana gelmez.
Her Peygambere emrolunan ibadetler, namaz ve oruçlar ayrı ayrı olabilir fakat bu imanın altı şartı hususunda aralarında hiçbir ayrılık yoktur.
.30/09/2021
Her şey insan için yaratıldı...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Huzur içinde yaşayabilmemiz için yerde ve gökte bulunan bütün varlıklar bize hizmet ediyor, ücret de talep etmiyorlar!..
Yüce Rabbimiz bizi ve diğer bütün canlıları yaşatmayı dilediği için bu dünyayı yaşanabilir bir hâlde yarattı... Annemizin rahminde, bize el, ayak takıldı. Ceninin aklı olsaydı bunları istemeyecekti, çünkü orada bunlar hiçbir işe yaramazlardı, hatta rahat hareket etmesine engel bile olurlardı. Fakat biz orada kalmayacaktık, dünyaya gönderilecektik, dünya hayatında da bunlarsız yapamazdık. Daha dünyaya gelmeden, dünya hayatında rahat ve huzur içinde hayat sürebilmemiz için ne lazımsa hepsini Rabbimiz yarattı ve bize ihsan eyledi. Bunların hiçbirini biz talep etmedik, böyle bir şeyi düşünmedik, düşünebilseydik bile yapmaya gücümüz yetmezdi. Tamamı bizi yaratan Rabbimizin lütfu ve ihsanıdır. Bunun için ne kadar hamd etsek yine de azdır...
Rızkımızı daha biz dünyaya gelmeden önce annemizin göğsünde hazırlamıştır.
Sadi-i Şirazi rahmetullah-ı aleyh buyuruyor ki: "İnsanlar, rızıklarından niçin endişe ederler o dünyaya gelir gelmez rızkını hazır bulur."
Yemeden, içmeden yaşamak mümkün olmaz. Havamızı, suyumuzu, gıdamızı akıl ve hayal edemeyeceğimiz kadar güzellikte kim yaratıyor ve bizlere ihsan ediyor!..
Güneş elmaya da, bibere de aynen yansıyor, ikisi de kırmızıdır. Birisini tatlandırıyor, diğerini acılaştırıyor, ikisine de ihtiyacımız vardır. Bu nefis gıdaları bulamasaydık açlıktan ölmemek için elimize ne geçerse yemek zorunda kalacaktık...
Huzur içinde yaşayabilmemiz için yerde ve gökte bulunan bütün varlıklar bize hizmet ediyor, ücret de talep etmiyorlar, grev yaptıkları da yoktur! Mesela Güneş diyebilir ki: "Ben insanlara binlerce yıl ışık ve hayat verdim, bana bir teşekkür bile etmediler, ben de artık onlara olan bu iyiliğimi yapmayacağım, ne hâlleri varsa görsünler!.." O zaman, bizim de dünyamızın da işi biterdi...
Bu kadar mükemmel ve kusursuz bir şekilde yaratılan ve bize hizmet eden tabiatı gördükçe, düşündükçe; Rabbimizin kudretini, nelere kadir olduğunu ve bizi ne kadar çok sevdiğini gözlerimizle görüyor ve hayranlıkla seyrediyoruz. Böyle tefekkür bizlere Rabbimizi daha güzel tanıtıyor ve sevdiriyor...
Dünyaya gelmiş ve gelecek bütün insanların nazlı bir misafir gibi karşılandığına şahit oluyoruz. Bunu düşünen, bu şuurla yaşayan insan çok kıymetlidir. Henüz dünya hayatında iken cennet hayatını yaşamaya başlar. Cenneti göğsünde olur, nereye giderse onu da beraberinde götürür...
Ellerimiz ve ayaklarımız olmadan dünyada rahat edemeyeceğimiz bilindiği için annemizin rahminde bize ihsan edildi. Ahirette de ebedi saadete kavuşabilmemiz için bize bazı emirler, bazı yasaklar bildirildi. Verilen emirleri yapar, haramlardan sakınırsak; dünyada rahat bir ömür geçirdiğimiz gibi ahirette de huzur içinde oluruz...
İbadetlerimizi ihlasla yaparsak; az da olsa kıymetlidir. Başkaları beğensin, takdir etsin diye yapılırsa çok olsa da hiçbir işe yaramaz...
.23/09/2021
Bin yıl yaşasan da...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Kısa bir ömür ile, uzun bir ömür arasında fazla bir fark yoktur. İkisinin de sonu ölümdür. Ebedî bir hayata nisbeten hiç sayılır...
Yatağa girip gecenin sessizliği ile baş başa kaldığımızda, bütün bir gün boyunca düşünemediğimiz şeyleri düşünebilir ve o günün muhasebesini yapabilme imkânını bulabiliriz.
Bir sürü konuşmayla geçen günümüzün sonunda, ömrümüzün bir gün daha azalmış ve kabir kapısına bir adım daha yaklaşmış olduğumuzu anlarız.
Tek fırsat olarak insanlara verilen ve her saâti en kıymetli mücevherden daha değerli olan zamanımızı nasıl geçirdik? Kârlı mıyız, zararlı mıyız? Bunun hesabını her akşam yapmalıyız. Kârlı isek, kârımızı nasıl biraz daha artırabiliriz, zararda isek, bundan nasıl kurtulabiliriz? Araştırmalıyız.
Bir yanda medeniyet harikâları ve süratle gelişen teknik ve ilim dünyası, diğer yanda ise, her gün, her yaşta vefât eden yüz binlerce insan...
İlim, bu kadar ilerlemesine rağmen insan ömrüne bir şey ilâve edememekte, bilâkis ahiret yolcularının hızını ve vasıtalarını çoğaltmakla aczini itiraf etmektedir.
Yakın bir gelecek için projeler yapan, onlar için endişe duyan, uykularını kaçıran, kilo verip zayıflayan, kısacası istikbâl endişesi ile kıvranan insanoğlu acaba gerçek istikbâl için neler düşünüyor ve ne hazırlık yapıyordur?
İnsanın şiddetle muhtaç olduğu sonsuzluk arzusu karşısında, fâni oyuncakların dünyayı yalancı cennete çevirmesi de boştur.
İnsan, yazdan sonra gelecek olan kışı karşılamaya ve tedbir almaya kendini mecbur bilip hazırlık yaptığı gibi, yaşamakta olduğu fâni ve kısacık hayattan hemen sonra gelecek olan ölümü de karşılamaya hazır mıdır?
İnsan, madem fânidir, ömür bin sene de olsa bir gün bitecektir. Bin yıl ömür sürmüş birine hayattan ne anladığını sorarsak; büyük bir ihtimalle ve gülümseyerek hiçbir şey anlamadığını söyleyecektir. Bunca senelerin nasıl geçtiğini anlamadığını da ifade edecektir.
Nuh aleyhisselâm bin yıldan fazla yaşadı. Bir gün Azrâil aleyhisselâm geldi ve ruhunu almak için izin istedi. (Yalnız Peygamberlerden izin alınırdı.) Nuh aleyhisselâm da;
"Rabbimizin emirleri ne ise ona razıyız" diye karşılık verdi.
Melekül-mevt, Nuh aleyhisselâma sordu:
-Ey Peygamberliği en uzun süren insan! Bu dünyayı nasıl gördün! O da;
"Bir evin iki kapısı olur ya, birisinden girdim, diğerinden çıkıyorum" diye cevap verdi. İşte dünya budur.
Öyleyse; kısa bir ömür ile, uzun bir ömür arasında fazla bir fark yoktur. İkisinin de sonu ölümdür. Ebedi bir hayata nisbeten hiç sayılır...
Gerçekten uzun bir ömür, ebedi saâdeti kazandıran ömürdür.
Meselâ, 20 yaşında ölen bir insan, şu kısacık ömründe Rabbinin rızasını kazanmış, cennete gireceklerle beraber olabilmişse; o kısa yaşamadı demektir. Ona "hayattan nasibi azmış" denebilir mi?
Bir adam da 100 yaşında ölmüşse ona da;
"Ne kadar çok yaşadı, bu zamanda bu yaşa kim gelebilir!" denir. O kimse ise eğer ömrünü boşuna geçirmişse, çok kısa yaşadı demektir.
O hâlde bize tahsis edilen ömür, ister uzun olsun, ister kısa onu değerlendirmeliyiz, boşa harcamamalıyız. Ebedi hayatı kazanmanın gayreti içinde olmalıyız.
.16/09/2021
"Sen bu çocuğuna dinini öğrettin mi?"
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Çocuk dünyaya geldiğinde kulağına ezan ve ikâmet okunur. Güzel bir isim verilir. Yedi yaşında namaz öğretilir.
Hayırlı evlât yetiştirmek insanın en büyük gayesi olmalıdır. Mukaddes değerlerimizin muhafazası onlarla mümkündür. Bizden sonra hayatımızı onlar devam ettireceklerdir. Bizim yerimize onlar geçecek. Ya bizim yüz akımız veya yüz karamız olacaklardır.
Evlada bırakılacak en kıymetli miras da, iyi bir terbiye ve güzel bir ahlâktır...
Hayırlı evlât sahibi olabilmek için erkek, saliha bir hanımla evlenmeli, hanımlar da salih bir erkekle hayatını birleştirmelidir.
Bir adam çocuklarına demiş ki:
"Yavrularım benim sizde iyiliklerim çoktur. Siz daha dünyaya gelmeden de size büyük iyilik yaptım." Çocukları dediler ki:
"Biz dünyaya geldikten sonra iyiliklerin sayılmayacak kadar çoktur. Yemedin yedirdin, içmedin içirdin, bizi büyüttün. Biz daha dünyada yokken bizde ne iyiliklerin olabilir?" Baba şöyle cevap verdi:
"Size saliha bir anne seçtim. Bu yetmez mi?"
Hayırlı evlâda sahip olabilmek için, baba ve anne haram lokmalardan sakınmalı, annesi çocuğuna helâl süt emzirmelidir. Haramdan meydana gelmiş bir bedenden hayır beklemek abes olur...
***
Çocuk dünyaya geldiğinde kulağına ezan ve ikâmet okunur. Güzel bir isim verilir. Yedi yaşında namaz öğretilir. Dinimizin bilinmesini emrettiği şeyler ona bildirilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
"Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes'ul olursunuz!" Bir diğer Hadis-i şerifte de;
"Çok Müslüman evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gireceklerdir. Bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyif sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlâtlarına Müslümanlığı ve Kur'an-ı kerimi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktırlar" buyurulmaktadır...
Bir adam oğlunun elinden tutar, Hazreti Ömer'e (radıyallahü anh) gelir. Oğlundan şikâyetçi olur ve;
-Bu evladım beni dinlemiyor, bana karşı geliyor, cezası ne ise verin, der.
Halife-i Müslimin sorar;
-Sen bu çocuğuna dinini öğrettin mi, Kur'an-ı kerimi okuttun mu?
O da "hayır" diye cevap verir, sebebini de şöyle açıklar:
-Ben çiftçiyim sabah erken saatte tarlaya gider, akşama kadar çalışırım. Eve yorgun dönerim. Çocuğumla ilgilenecek vakit bulamıyorum.
Bunun üzerine Hazreti Ömer ona;
-Senin çocuğundan şikâyet etmeye hakkın yoktur. Onun senden şikâyet etmeye hakkı vardır. Sen çocuğuna tarla kadar da önem vermemişsin, diye azarlar...
.9/09/2021
Altından kıymetli nasîhatler...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
"İnsanlar, dünya işleri ile meşgul olurlarken, siz ahiret işleri ile meşgul olunuz! Gayeniz dünya olmasın!"
İbrahim bin Edhem hazretleri evliyanın büyüklerindendir. Büyük âlimlerdendir. Onu tanımayan Müslümanların sayısı çok azdır.
Hangi devlette yaşarsa yaşasın, Müslümanların çoğunluğu onu tanır. Sever ve rahmetle yâd eder...
Yedi yüz yetmiş dokuz senesinde yani 12 asır önce vefat etmiş olmasına rağmen, hâlâ unutulmadı. Hikmetli ve güzel sözleri, örnek halleri insanların takdirini ve hayranlığını kazandı. Bu takdir ve hayranlık kıyamete kadar da devam edecektir.
Onu örnek alan, Peygamberimizi örnek almış demektir. Çünkü, O'nun bütün halleri sünnet-i seniyyeye uygun idi.
İbrâhim bin Edhem hazretlerinin hikmetli sözleri pek çoktur. Bir gün bu mübarek zatı ziyarete gelip, kendilerinden nasihat istediler. O da onlara şu altın nasîhatleri yaptı:
* İnsanlar, dünya işleri ile meşgul olurlarken, siz ahiret işleri ile meşgul olunuz! Gayeniz dünya olmasın!
Gayesi dünya olanların ibadetleri çok olsa da sevabı azdır. Veya hiç yoktur.
"Kalbinde dünya sevgisi olanın ibadetleri ihlaslı olmaz!"
İçindeki riya, kibir, ucub ve hased gibi kötü şeylerden uzaklaşamaz. Bunlar da ibadetlerini geçersiz kılar.
Kalbinde dünya sevgisi olmayanın ibadetleri ise; Allahü teâla için olduğundan, az da olsa kıymetlidir. İnsanların beğenmeleri ve takdir etmeleri için yapılmadığından ecri de büyük olur.
* İnsanlar, dış taraflarını güzelleştirmek için çaba harcarlarken, siz içinizle uğraşınız!
Önemli olan kalbin temizliğidir. Böyle temiz kalblere Rabbimizin sevgisi dolar. Bir kap boşaltılınca içine hemen hava dolduğu gibi...
Bu kalpler nazargâhi ilâhi olur ve şeytanlar ona yaklaşamazlar!..
* İnsanlar, kasırlarını (evlerini) mamur etmeye çalışırlarken, siz kabrinizi mamur etmeye bakın!
Dünya evlerinde kalma müddeti, kabirdekine nazaran çok kısadır. Bir gün bile, bu dünya evlerinde kalabileceğimiz belli değilken; dünyadaki evimize bu kadar önem veriyoruz. Kıyamete kadar içinde kalmaya mecbur olduğumuz kabrimizi ihmal ediyoruz.
Buradaki evimizde rahat değilsek; değiştirme imkânımız vardır. Kabrimizi beğenmezsek değiştiremeyiz de...
"İnsan, ne garip bir varlıktır ki; bırakıp gideceği muhakkak olan yere bu kadar önem veriyor, gidip kalacağı muhakkak olan yeri ise hesaba katmıyor."
Kazandığı paraya seviniyor, ömrünün azaldığına üzülmüyor. Ömür bittikten sonra servetin ne kıymeti vardır?
* İnsanların çoğu başkalarının ayıplarını araştırırlar, siz kendi ayıplarınızla meşgul olun!
Başkalarının kusurlarını araştırmak, çok büyük günahtır. Aynı zamanda içinde kul hakkı da vardır. Kıyamet günü sevâplarımızın elimizden alınmasına sebep olabilir...
İnsanın iki gözü vardır, fakat gördüğü nokta birdir. Başkalarının ayıplarını araştıran kişi, kendi ayıplarını göremez ve ondan da kurtulmaya çalışamaz. Neticede de sıkıntıya girer ve büyük zararlara uğrar...
.02/09/2021
İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür!
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Dünyada her şeyin en güzelini isteyen kişi, ölümün de en güzelini seçmeli. Güzel bir şekilde hayata veda etmeli...
İnsan her şeyin en güzel olanını kendisi için ister. Çünkü insan en çok kendini sever, kendini sevenleri sever, sevmeyenleri sevmez. Ona iyilik yapanlara kalbi meyleder. Bundan dolayıdır ki sevgili Peygamberimiz aleyhisselam şöyle dua buyurdular:
"Ya Rabbi kötü insanlardan bana iyilik ulaştırma, sonra kalbim onu sevebilir."
Dünya hayatında her arzu ettiği şeye ulaşan kişiyi biz hayranlıkla seyrederiz. "Adam kendisini ne kadar çok seviyor, her şeyin en güzelini seçiyor" deriz. Eğer sahip olduklarını meşru yollardan elde edebilmişse helâl-ı hoş olsun, güle güle kullansın. Yok haramdan gelmiş ise hiç kıymeti yoktur. Olmaması onun için daha hayırlıydı. Aldığı lezzetten bin kat fazla sıkıntı çekecektir.
Dünyada her şeyin en güzelini isteyen kişi, ölümün de en güzelini seçmeli. Güzel bir şekilde hayata veda etmeli. Bunun içindir ki büyüklerimiz hep "hüsn-i hatime" için dua etmişlerdir. Hatim dualarında da tekrarlanır:
"Ya Rabbi son nefesimizi Kelime-i şehadet getirerek vermemizi nasip eyle!.."
Bir insanın bütün ömrü ibadetlerle, günahlardan sakınmakla geçse fakat son nefesini imanla verememiş ise hiç kıymeti yoktur.
Son nefesini imanla veren kişi, Cenâb-ı Hakkın en büyük nimetine kavuştu demektir. Ondan büyük nimet olmaz. Bu nimeti elde edemeyen de en büyük felâkete, ebedi cehennem azabına müstahak olmuş demektir.
Denebilir ki, ölümün güzelini nasıl elde edebiliriz? Ölüm, elbise gibi ev gibi satılmıyor ki seçebilelim!..
Güzel ölüm ancak şöyle elde edilebilir: Güzel yaşamakla!
İnsanoğlu nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl öldüyse öyle haşrolur.
Binde, hatta milyonda bir insan güzel yaşar, kötü bir tarzda ölür. Yine çok ender olarak kötü bir hayat sürenin sonu güzel olur.
Dünyadaki hayatı nasıl geçmişse, neye çok önem vermişse sekerât-ı mevtte hatırına o gelir. Sekerât-ı mevt halini rüyaya benzetmişler. Mesela bir talebe rüyasında bizden daha çok okul görür, kitap görür, defter kalem görür. Bir hekim bizden daha fazla hasta ve ilaç görür. Bir tüccar uykusunda bizden daha fazla alışveriş yapar, para görür. İnsan, hayatını da böyle noktalar.
Bırakıp gideceğimiz şeylere bu kadar önem veriyoruz, gidip kalacağımız muhakkak olanları ihmal ediyoruz.
İnsanın önünde çok uzun bir seyahat varsa, o da bu seyahate çıkmaya mecbur ise, karşılaşacağı tehlikeleri düşünür, tedbirini alır.
Ölümle çıkılacak seferden daha uzun, daha tehlikeli hangi seyahat olabilir?
Akıllı adam "azığını" hazırlar...
Sevgili Peygamberimize (aleyhisselâm) sormuşlar:
-En akıllı insan hangisidir?
-En akıllı insan ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayat için de hazırlık yapandır.
Çok kısa olmasına rağmen dünyada yapacak bir sürü işimiz var. Çalışacak, iş güç sahibi olacağız, bakmakla mükellef olduklarımızın rızkını helâlinden kazanacağız.
Bundan sonraki hayatımız olan kabrimizi güzelleştirmeye, ebedi hayatımız olacak ahirette de saâdete kavuşmaya mecburuz.
Rabbimiz bu üç hayatımızda da umduklarımıza kavuştursun...
.26/08/2021
İnsan, ruhuyla insandır...
Ruhun gıdası "marifetullah"dır. Marifetullah Rabbimizi tanımak, emirlerini yapıp, haramlarından sakınmaktır. Fıtratımız bunun üzerinedir...
İnsan iki şeyden meydana gelir: Ruh ve ceset! Bunlar beraber oldukça yeryüzünde hayat devam eder. Ruh ayrılınca bedenin kıymeti kalmaz ve hiçbir işe yaramaz. Ruhsuz ceset soğur, rengi kaçar, kokmaya başlar. Hele sıcak mevsimlerde ve sıcak yerlerde kokuşma daha hızlı olur. Bu yüzden cenazeleri bir an önce defnetmeye bakarlar...
İnsan, ruhuyla insandır. Ruh ölmez bedenden ayrılınca lâyık olduğu yere gider. Beden de topraktan gelmiştir, yine toprağa döner.
Sahip olduğumuz bu iki şeyin de gıdaya ihtiyacı vardır. Vücudumuz acıktıkça yemek yeriz. Hem de mümkünse en güzel yiyecekleri seçeriz.
Ancak ruhumuzun gıdasına önem vermiyor, çoğu zaman aç bırakıyoruz. İşte bu yüzden huzur bulamıyor, tek kanatla kuş uçurmaya çalışıyoruz!
***
Peki ruhun gıdası nedir ve nasıl verilir? Ruhun gıdası "marifetullah"dır. Marifetullah Rabbimizi tanımak, emirlerini yapıp, haramlarından sakınmaktır. Fıtratımız (yaradılışımız) bunun üzerinedir.
Nasıl ruh olmazsa ceset bir hiç ise, Allaha itaat ve teslimiyet olmazsa ruh da bir hiç olur. Demek "ruhun da 'ruh'u var!"
Malik bin Dinar hazretleri buyuruyor ki: Ben dünya ehline çok acıyorum. Doğuyor, büyüyor, kendilerine tahsis edilen belli bir hayatı yaşıyor, sonra göçüp gidiyorlar. Fakat dünyanın en tatlı, en lezzetli, en büyük nimetini tadamıyor, o zevkten neşeden mahrum kalıyorlar.
Sorarlar:
-Efendim nedir o dünya ehlinin tadamadığı şey?
-Marifetullah!
Bütün insanlar mes'ud olmak ister. Herkesin yegane gayesi, belki gayelerin gayesi budur. Ne yazık ki insanların çoğu mes'ud bahtiyar değildir.
Asrımıza ilim asrı, teknoloji asrı, sür'at asrı diyebiliriz. Bulutların üstünde uçuyor, suların altına, yerin derinliklerine inebiliyoruz...
Teşhis ve tedavi çok ilerledi, ağrılar dindiriliyor organ nakilleri yapılabiliyor. Buna rağmen ölüme çare bulunamıyor. Dünyanın en ünlü tıp merkezlerinden cenazeler peş peşe çıkıyor...
Bütün bu ilmî gelişmeler insanoğlunu mutlu edemiyor. 21. yüzyıla teknoloji asrı sür'at asrı diyebiliriz ama mutluluk asrı diyemiyoruz.
Nasıl bahtiyar olsunlar? Saadet evinin kilidini başka anahtarlarla açmaya çalışıyorlar. Açılmaz ki! Boşuna zaman harcıyorlar, ellerine zahmetten başka bir şey geçmiyor.
***
Kum tanecikleri güneşte parlayınca çöl göl gibi görüntü verir. Günlerce susuz kalan yolcu, onu görünce çok sevinir. Büyük bir çaba ile "hayalî suya" koşar, daha fazla yorulur, bitap olur, mecali kalmaz. Yanıldığını anladığında çok geçtir artık. İşte yukarıdakilerin hâli de seraptan su bekleyenlere benziyor.
Düşünün biri saadet kuşunu yakalamak istiyor. Aklı havada, gözü havada koşuyor. Ha tuttu ha tutacak ama önünde bostan kuyusu olmasa...
Saadet neye yarar, devamlı olmadıktan sonra?.. Birkaç günlük huzurun ardından sizi üzüntü ve sıkıntı bekliyorsa!..
.19/08/2021
Hicret ve sonrası...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
"Hicret" ile Mekke devri kapanmış, Medine-i münevvere devri başlamış oldu. İslâm güneşi uzak ülkeleri de aydınlattı...
Bugün Muharrem ayının on birinci günündeyiz... Bu mübarek ay Hicri senenin birinci ayıdır... Bugün bu vesileyle bir nebze Hicret hadisesinden bahsetmek istiyoruz...
Hicret'ten önce Müslümanlar büyük sıkıntı içindeydiler. Suçları Allahın varlığına birliğine Efendimizin onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaktı... Müminlerin bazısı şehid edildi. Ammar bin Yasir'in annesi ve babası gibi... Zulüm, had safhadaydı. Bilâli Habeşi'ye (radıyallahü anh) yapılan eza ve cefayı hepiniz biliyorsunuz. Dayanılacak gibi değildi, inananların iki defa Habeşistan'a hicret etmelerine izin çıktı...
Miladi 619 yılında Müslümanlar iki büyük acı yaşadılar. Sevgili Peygamberimizin amcası Ebû Talib vefat etti ki Mekke'deki hâmisi idi. Üç gün sonra da ilk mü'mine, Hatice Validemiz (radıyallahü anha) rahmet-i Rahmana kavuştu. Hazret-i Hatice en zor günlerinde Server-i Kâinatın yanında durmuş, malını mülkünü Allah yolunda sarf etmişti. Çocuklarının annesiydi. Bu seneye "Senetül Hüzn" (üzüntülü sene) denildi.
Beklendiği gibi de oldu, Ebû Talib'in vefatından sonra müşrikler Resul-i Erkeme daha fazla eziyet etmeye başladılar. Mü'minlere sıkıntı vermekte âdeta birbirleri ile yarış halindeydiler.
Zulüm ve işkencelere rağmen Kur'an-ı kerimin beşer kelâmı olamayacağını düşünerek iman edenlerin sayısı arttı. Bir taraftan da Medine-i Münevvere'ye hicret başladı. Bu da kâfirleri çok endişelendirdi. İslâmiyet artık Mekke-i Mükerremeden taşmış, müşriklerin korktukları başlarına gelmişti!..
Eshab-ı kiramın çoğu hicret etmişti, Ebû Bekir de (radıyallahü anh) hicrete hazırlanmıştı ama izin çıkmadı. Peygamberimiz aleyhisselâm ona;
"Sabret" buyurdular, "Allahü teâlâ sana bir yol arkadaşı nasip eder!"
Medine'deki müminleri bir tehdit olarak gören Kureyşliler toplandılar, dediler ki:
"İslam dininin yayılmasına mani olamadık, artık tek çaremiz kaldı; O'nu öldürmek!.."
Hane-i saadetin etrafını sardılar, çıkınca saldıracaklardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir avuç toprakla çıktı, üzerlerine saçtı. Hepsi uyuyakaldılar, aralarından geçip uzaklaştı...
Ebû Bekr-i Sıddık'ın evine gittiler, beraber Sevr Dağına doğru yola çıktılar. Böylece "Hicret" başlamış oluyordu. Sevr Mağarasında üç gün üç gece kaldıktan sonra yola devam ettiler... Önce Kuba köyüne vasıl oldular. Gerek muhacir gerek ensar, Allahın Resulünü büyük bir sevinç ile karşıladı. Orada bir mescid inşa ettiler ve ilk cuma namazı kılındı.
Bu mübarek "Hicret" ile Mekke devri kapanmış, Medine-i münevvere devri başlamış oldu. İslâm güneşi uzak ülkeleri de aydınlattı... Eskiden namazlarını gizli saklı kılan müminler, ibadetlerini huzur ile yapıyor, insanları felaha çağırıyorlardı... Efendimiz devlet başkanlarına mektuplar yolluyor, onlara tebliğde bulunuyorlardı.
Hicret'ten sonra İslamiyet bir şehir dini olmaktan çıktı, cihanşümul bir din olduğunu dünya duydu, tanıdı...
.....
NOT: Bu makale 14 Kasım 2013 Perşembe günü yayınlanmıştır.
.12/08/2021
Muharrem ayının en kıymetli günü...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Aşûre günü Muharrem ayının en kıymetli günüdür. O gün tutulan oruç, bir senenin günahlarına kefarettir. Aman kaçırmayalım!..
Geçen pazartesi günü (4 Kasım'da) takvimler 1 Muharrem 1435'i gösterdi. Yani hicri yeni bir yıl başladı. Önümüzdeki salı akşamı "Aşûre Gecesi"ni; çarşamba da "Aşûre Günü"nü idrak edeceğiz inşallah...
Aşûre günü Muharrem ayının en kıymetli günüdür. O gün tutulan oruç, bir senenin günahlarına kefarettir. Aman kaçırmayalım, dalgınlığa gelmeyelim.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) anlatır:
"Bir gün huzuru saadette oturuyorduk. Bir adam gelip şöyle sordu:
-Ya Resulallah, ramazan orucu farzdır, tutuyoruz, ondan sonra hangi ayda tutmamı tavsiye edersiniz?
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
-Muharrem ayında tut çünkü o şehrullahtır (Allahü teâlânın ayıdır). O ayda rabbimiz birçok kavimlerin tevbesini kabul buyurdu. Bundan sonra tevbe edenlerin de tevbesini kabul eder."
İbn-i Abbas radıyallahu anh buyurdu ki:
"Peygamberimiz Aşûre günü oruç tuttular ve tutulmasını da emrettiler. Aşûre günü aile efradının nafakasını geniş tutanın yıl boyu rızkı bereketlenir."
Aşûre günü tek oruç tutmak mekruhtur. Çünkü Yahudiler de aynı gün tutuyorlar. Onlara benzememek için iki gün tutmalıdır. Salı çarşamba yahut çarşamba perşembe gibi...
Allahü teâlâ birçok duaları Aşûre Günü kabul buyurdu... Birçok peygamberin ve mü'minlerin kurtuluşu bu mübarek güne rastlamıştır.
Hazreti Hüseyin radıyallahü anh ise Aşûre Günü şehâdet şerbetini içerek Rabbine ve sevgili dedesine kavuşmuştur.
Hazreti Hüseyin ve ağabeyi Hazreti Hasan, Medine-i Münevverede dünyamızı şereflendirmişlerdi. Mübarek dedeleri başta olmak üzere bütün sahabiler tarafından çok sevilmiş, takdir edilmiş ve el üstünde tutulmuşlardı. İslâm dini uğrunda pek sıkıntı çekmemişlerdi. Bu da derecelerinin Bilâl-i Habeşi, Ammar bin Yasir (radıyallahü anhüm) gibi imanları uğrunda "eza ve cefa"ya maruz kalanlardan daha düşük olmasına sebep olacaktı. Rabbimiz, onları çok sevdiğinden "makamlarını yükseltmek için" ikisine de "şehâdet" rütbesini ihsan buyurdu.
Bu iki mübarek insanın "şehid" olmaları bizler için musibet gibi görünse de onlar için büyük nimet olmuştur. Bizler bu hadiselere üzülsek de, onlar dereceleri yükseldiği için kim bilir ne kadar sevinmişlerdir?..
Musa aleyhisselam bir yerden geçerken bir adamcağıza rastlar. Bakar ki; yabani hayvanlar tarafından parçalanmış. Zavallının vücudunun bir kısmı yenmiş, bir kısmı terk edilmiş.
Musa aleyhisselam taaccüb ederek;
"Ya Rabbî" dedi: "Ben bu kulunu tanırdım. Salih, âbid mütteki bir kimse idi, seni de çok severdi. Acaba bu musibet başına neden geldi? Hikmeti nedir?"
Allahü teala buyurdu ki:
"Ya Musa doğrudur. Bu kulum bizim salih kullarımızdan biriydi, muhabbet ehliydi. Ancak, bizden çok yüksek makâmlar talep etmekteydi. Ne var ki; amelleri o makamlara çıkmasına kâfi değildi. Biz ona bu musibeti verdik ki istediği makamlara erişsin!"
.....
NOT: Bu makale 7 Kasım 2013 Perşembe günü yayınlanmıştır.
.05/08/2021
Henüz fırsat varken...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Zamanı geri getirebilmek mümkün değil ama ibret almak mümkündür. Zamanı geri getirme temennisi ise boş bir hayaldir...
Geçmiş zaman ne kadar güzel olursa olsun bir daha yaşanmıyor... Şu gençliğini düşünerek ah çeken ihtiyar, şu parlak devirlerini hatırlayarak dövünen toplum, eninde sonunda anlar ki geçen geçmiştir artık. Onu geri getirmek, tekrar yaşamak hiç kimse için mümkün olmamıştır, olamaz da...
Gerçekten de insanlar geçmiş zamanla ilgili acı ve tatlı hatıraların önünde aciz kaldığını anlar ve hepsinin bir rüyâ gibi geçtiğini hisseder. Ne güzel tarif edilmiş:
"İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar..."
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
İnsan rüyâ gördüğü zaman onun rüya olduğunu bilmez, gerçek zanneder. Ta ki uyanıncaya kadar. "Meğer gördüklerim rüya imiş" der...
Ölünce de dünya hayatının rüya gibi olduğunu anlar. Bunun için kıyamet gününde insanlar dünyada geçirdiği hayatı hayat saymayacak. Fecir Suresi 24. ayet-i kerimesinde buna işaret buyuruyor: "Diyecek ki: Keşke ben hayatım için önceden hazırlık yapsaydım!"
Bu ayet-i kerimeyi tefsir eden müfessirler dikkatimizi şu noktaya çekiyor: "Buradaki hayatım için", demiyor "hayatım için" diyor. Bu da dünya hayatını "hayattan saymadıklarının" en büyük delilidir...
Zamanı geri getirebilmek mümkün değil ama ibret almak mümkündür. Zamanı geri getirme temennisi ise boş bir hayaldir. Şair demiş ki: "Keşke gençliğimden bir gün olsun geri gelseydi de ihtiyarlığın başıma neler getirdiğini ona anlatsaydım!.."
Seneler gün gibi geçiyor ve her geçen gün de bizi kabre bir adım daha yaklaştırıyor. Her gece yatağa girmeden o günün muhasebesini yapmalıyız. Hata ve kusurlarımızı tespit etmeliyiz. Günümüzü güzel geçirmiş isek bir sonrakini daha iyi geçirmeye gayret etmeliyiz. Kötü geçmişse tevbe etmeli ve bir daha hata yapmamaya gayret etmeliyiz...
Zamanı durdurmak kabil değildir, çok çabuk geçiyor. Vakit insanın sahip olduğu en değerli varlığıdır. En kıymetli mücevherden daha değerlidir. Kaybedilen cevahir tekrar alınabilir ama kaybedilen zaman bir daha ele geçmez...
Her insan için belli bir ömür tahsis edilmiştir. Bu kısacık ömrüyle yaşadığı ve yaşayacak olduğu diğer iki hayatını kazanmak zorundadır: Dünya hayatı, kabir hayatı ve ahiret hayatı...
Bunların en kısası dünya hayatıdır. En önemli olanı da budur. Çünkü üç hayatını buradan kazanacaktır.
Çalışacak, kendi rızkını ve bakmakla mükellef olduklarının rızıklarını helâlinden kazanacak, daha sonra istese de istemese de gireceği kabrini nurlandırmaya, mamur etmeye gayret edecek. Kabir hayatı dünya hayatından uzundur, dünyadaki evimizi özenle rahat edebileceğimiz duruma getirmeden içine girmiyoruz. Girersek rahat edemeyiz.
Hâlbuki dünya evimizde bir gün bile kalıp kalmayacağımız belli değildir. Rahat edemezsek değiştirebiliriz. Başka bir eve taşınma imkânımız her zaman var.
Lâkin "Ben bu kabri beğenmedim, burası beni sıkıyor karanlık, beni başka kabre götürün" desek bize kim kulak verir?
Sonsuz hayatımız olacak olan ahiret hayatımızı da yine burada kazanabiliriz. Henüz fırsat varken vaktimizi iyi değerlendirmeliyiz...
.29/07/2021
İnsanlar niçin ölmek istemez?
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Dünya muhabbeti galip olunca insan ölmek istemez. Çünkü ölüm onu sevdiklerinden ayıracaktır. Aklı sıra ölümü kendinden uzak tutar.
Çok yaşayacağını, uzun yıllar hayatta kalacağını sanan bir insan öbür dünya için bir iş yapamaz. Kendi kendine der ki:
"Nasıl olsa önünde çok zaman var, ibadetlerini istediğin zaman yaparsın, şimdi rahatına bak, keyfini çıkar..."
Ölümü yakın gören ise her an onun hazırlığı ile meşgul olur, yalan dünyaya bel bağlamaz. Böyle bir insan tövbesini geciktirmez, ibadetlerini vaktinde yapar. Ölümü çok hatırladığı için kalbi yumuşar. İşte bu bütün saadetlerin başıdır.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Lezzetleri yıkan ölümü çok hatırlayınız!"
Zevk ve safa sürmek için çok yaşamayı istemeye tûl-i emel (uzun emel) derler. Hizmet ve ibadet için yaşamayı istemek tûl-i emel olmaz, ayrıca da kıymetlidir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İnsanların en iyisi ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir. İnsanların en kötüsü de ömrü uzun, ameli kötü olandır."
Uzun emelli olmanın sebebi ikidir: Biri cahillik, diğeri dünya sevgisi...
Dünya muhabbeti galip olunca insan ölmek istemez. Çünkü ölüm onu sevdiklerinden ayıracaktır. Ölümü kendine uygun bulmaz, aklı sıra kendinden uzak tutar. Ölümü unutabilmek için kendini yemeye içmeye, oyuna eğlenceye verir. Daima yaşamak, para sahibi olmak ve her arzu ettiğini ele geçirmek ister. Arzularını elde ettikçe dünyaya olan hırsı da artar. Birine kavuşursa, bir diğerine göz diker. Vilayetin tapusunu verseler doymaz, komşu vilayete de talip olur. Bir gün bakar ki ömür bitmiş, Azrail aleyhisselam karşısında. Gözünü toprak doyurur ancak!..
Sıhhatimize ve gençliğimize aldanmayalım, ölüm yanı başımızda. Nitekim istatistiklere bakarsanız çocuk ve genç ölümlerinin yaşlılardan az olmadığını göreceksiniz...
Emevi halifelerinden Hişam bin Abdülmelik, Ebu Hazm hazretlerine sorar:
-Efendim biz niye ölümden bu kadar korkuyoruz? Düşünmek bile istemiyoruz?
-Eğer dünyanızı mâmur, ahretinizi harap eylediyseniz ürkeceksiniz tabii. Kim mâmuru bırakıp, viraneyi tercih eder ki? İnsan sevdiği ile birlikte olmak ister. Eğer malınızı Allah yolunda harcayıp ahirete gönderseydiniz ölümü de sevecektiniz.
-Peki kurtuluş çaresi nedir?
-Hazinene giren her kuruşun helâlden olmasına dikkat etmelisin.
-O mümkün mü efendim? Koskoca devletin hazinesi... Her gün binlerce altın giriyor çıkıyor. Vergiler, maaşlar, imar faaliyetleri... Bütün bunları nasıl kontrol edebilirim ki?
Büyük İslam âliminin cevabı kısa ve nettir:
-Eeee Cennet de ucuz değil!
.22/07/2021
Bayramın faziletinden istifade etmek için...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Büyüklerimizi ziyaret edelim, dualarını almaya çalışalım. Küçüklere şefkat gösterelim, fakirlere sadaka vermeyi ihmal etmeyelim.
Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Bugün, Kurban Bayramının üçüncü gününü idrak ediyoruz... Dünyanın dört bir yanından binlerce kilometre mesafeyi katederek o mukaddes topraklara giden hacılarımız, gerçekten bayram ediyorlar. Şeytan taşladılar... Kurbanlarını kestiler... Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler... Bu tavaf ve sa'yda onlara melekler de eşlik etti. Ne büyük saadet...
***
Bayramın faziletinden pay alabilmemiz için dikkat edeceğimiz bazı hususlar vardır... Günahlardan sakınacağız, mübarek günlerdeki ibadetler çok sevap kazandırdığı gibi; günahları da büyüktür. Dargınların mutlaka barışmaları gerekir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Bir Müslümanın, üç günden çok dargın kalması helâl değildir." Kimin haklı, kimin haksız olduğuna bakmaksızın barışmak ve sevabın çoğuna sahip olabilmek için daha önce davranmaya önem verelim ve gayret edelim.
Büyüklerimizi ziyaret edelim, dualarını almaya çalışalım. Onların duaları can simidi gibidir. Küçüklere şefkat gösterelim, fakirlere sadaka vermeyi ihmal etmeyelim. Onlara sıkıntılarını hiç olmazsa bu günlerde unutturmaya çalışalım.
Yetim çocukları araştıralım, onlara baba şefkati gösterelim. Yetimleri koruyan, onlara yardım edenler cennette sevgili Peygamberimizle beraber olacaklardır.
Bayram ziyaretlerini yalnız dirilere yapmayalım. Mevtalarımızı da unutmayalım. Onların bu ziyarete dirilerden daha çok ihtiyaçları vardır...
Bir gün bir hanım, Hasan-ı Basri hazretlerine gelir ve "Benim bir kızım vardı, üç sene önce öldü, onun halini çok merak ediyorum, bana bir dua öğretseniz de yavrumu rüyamda görebilsem" diye yalvarır. O zat da bir dua öğretir, kadıncağız o gece kızını rüyasında görür. Kızının hâli çok perişandır. "Ateşler içinde yanıyorum anne" der. Kadıncağız, ağlayarak uyanır, doğru Hasan-ı Basri hazretlerine gider ve der ki: "Kızımı gördüm ama, keşke hiç görmeseydim, çok sıkıntıdadır!.."
Bu habere Hasan-ı Basri hazretleri çok üzülür. Çünkü kadının üzülmesine kendisi sebep olmuştur. "Senin kızın hangi kabristandadır?" diye sorar ve o da yerini söyler... Birkaç gün sonra aynı kadın yavrusunu tekrar rüyada görür. Bakar ki kızı çok neşeli. Hayretle "Nasıl oldu yavrum böyle?" diye sorar. O da şöyle cevap verir: "Geçen gün, salih bir insan geldi, bize okudu. Rabbimiz onun duası hürmetine hepimizi affetti, ben de kurtuldum..."
Mümkündür ki, bizim de okumamız onların affına sebep olabilir...
Yüce Rabbimden, daha nice bayramlara sıhhat ve afiyetle kavuşturmasını dilerim...
NOT: Bu makale 23 Ağustos 2018 Perşembe günü yayınlanmıştır.
.15/07/2021
Terviye, Arefe günü ve Kurban Bayramı...
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Hacıların Mekke'den Mina'ya çıkacağı güne "Terviye Günü" denir. Arefe günü ise Kurban Bayramından bir önceki gündür.
Bugün Zilhicce ayının 5'inci günündeyiz... Önümüzdeki pazar günü "Terviye Günü"dür... Pazartesi günü de Arefe. Salı günü ise Kurban Bayramının idrâki ile şerefleneceğiz inşallah...
Hacıların Mekke'den Mina'ya çıkacağı güne "Terviye Günü" denir. Arefe günü ise Kurban Bayramından bir önceki gündür.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
"Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği gündür."
"Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günahları af olunur, biri geçmiş senenin, diğeri gelecek senenin günahıdır."
Enes bin Malik (radıyallahü anh) rivayet ediyor: "Arefe günü, Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) Arafat'ta vakfe yaparken şöyle buyurdu: (Ey insanlar! Az önce Cebrail aleyhisselam geldi, Rabbimden bana selâm getirdi ve şu müjdeyi verdi: Arafat ehli tamamen mağfiret olundular.) Hazreti Ömer sordu: ‘Bu yalnız bize mi mahsus, yoksa bizden sonrakilere de mi? Bizden sonra vakfe yapacaklar da bu nimete kavuşacaklar mı?’
Cevap olarak, (Bu müjde size ve kıyamete kadar gelecek olan bütün hacılaradır) buyurdular.”
Mübarek Arefe günü, doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden ve dünyanın en ücra köşelerinden gelen insanlar aynı yerde bir araya gelmişler, aynı ibadetleri yapıyorlar... Trilyonlara hükmeden bir zenginle, geçimini zor karşılayan bir fakiri; aynı kıyafet içinde, Arafat'ta, beraberce el açıp dua ettiren, yan yana tavaf ettiren imandan başka hangi güç olabilirdi? Böylece de, makam, mevki, mal mülk ile böbürlenmeyi unutturup, mahşer gününü hatırlamış oluyorlar...
Âdem babamızdan beri bize kin güden, bizim yüzümüzden cennetten kovulduğu, lânetlendiği için, bizi en büyük düşman olarak gören şeytanlar zaman zaman bize birçok günah işletmişler ve çok sevinmişlerdir. Bütün bu günahların bir günde affedilmesi onları âdeta çılgına çevirir. En çok üzüldükleri gün Arefe günü olur.
Arefe günü, Arafat'ta bulunma saadetine eren bir insanın, "Benim günahlarım çok, benim affolunmam çok zordur" demesi ve Rabbinin mağfiretinden ümit kesmesi büyük günahtır. Af olunacağına inanması gerektir.
Günahlarımız ne kadar çok olursa olsun, Rabbimizin rahmetinden daha çok olamaz. Yeter ki biz, tövbenin şartlarını yerine getirerek ona yalvaralım, O'ndan af dileyelim.
Bugün yapılacak duada "Ya Rabbi hacıları mağfiret et, onların dualarını kabul buyur" demelidir. Çünkü hacı kardeşlerimiz hepimize dua ediyorlardır...
Terviye gününüzü, Arefe gününüzü ve Kurban Bayramınızı şimdiden tebrik ederiz efendim...
NOT: Bu makale 16 Ağustos 2018 Perşembe günü yayınlanmıştır.
.08/07/2021
Kendini başkasından üstün bilmek: Ucub
Günahkârları beğenmemeli, fakat kendini günahkârlardan üstün de görmemelidir. Kendini cennetlik, günahkârları cehennemlik bilmemelidir.
Ucub, bir Müslümanın yaptığı ibadetleri, iyilikleri beğenmesi, bunlarla övünmesi demektir... İnsanı yaptıklarını beğenmeye sürükleyen sebeplerin başında cehalet ve gaflet gelir. Bu kötü huydan kurtulmak için, “her şeyin Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile meydana geldiği” unutulmamalıdır. İlim, akıl, ibadet, mal, evlâd, makâm gibi nimetlerin Rabbimizin lütfu ihsanı olduğunu hatırlamalıdır.
İnsana faydalı olan, tatlı gelen şeye “nimet” denir ki gönderen elbette Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı ve gönderici yoktur.
Eshab-ı kiramdan (aleyhimürrıdvan) bazıları Huneyn Gâzasında askerin çokluğunu gördüler ve “biz artık mâğlup olmayız” dediler. Bu sözler Resulullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) mâlum oldu, çok üzüldüler. Nitekim harbin başlangıcında Cenab-ı Hakkın yardımı gelmedi, sıkıntılı anlar yaşandı. Sonra Rabbimiz merhamet etti, nusret-i ilahi imdada yetişti.
Davud aleyhisselâm dua ederken “Ya Rabbi! Evlâdlarımdan birkaçının namaz kılmadığı hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadıkları hiçbir gün geçmemiştir” deyince Allahü teala cevaben buyurdu ki: “Ben dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim bunların hiçbiri yapılamazdı.”
Kibir, kendini başkasından üstün göstermek, ucub ise kendini başkasından üstün bilmektir. Hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde insan ucub sahibi olabilir, fakat kendini büyük gösteremez kibirlenemez.
Kibirden ve ucubdan kurtulmak için tevâzu sahibi olmaya çalışmalıdır. Kavuştuğu nimetleri kendinden bilmeyen kurtulur. Diyelim bir kimse güzeldir, yakışıklıdır. Bundan dolayı kendini beğenirse ucub olur. Sahip olduğu güzelliği kendinden değil de Allahü teâlânın lütfu olduğunu düşünürse ve şükrederse sevap kazanır.
Günahkârları beğenmemeli, fakat kendini günahkârlardan üstün de görmemelidir. Kendini cennetlik, günahkârları cehennemlik bilmemelidir. Hatta kâfir için bile böyle düşünmemeli. Kâfir bir kelime-i şehadet getirerek cennetlik olabilir, kendisi mahzurlu bir söz söyleyerek cehenneme yuvarlanabilir...
Bir zamanlar bir abid vardır. İbadetlerinde adaba dikkat eder, namazını düzgün kılar... Gencin biri ona hayran hayran bakınca “Bak evlâdım” der; “Şeytan da uzun yıllar ibadet etti. Akıbeti mâlum... Mühim olan sondur. İbadetlerimin kabul olup olmadığı meçhul. Kaldı ki kabul olsa bile bir gözümün şükrünü edaya yetmez!”
Bunun için demişler ki: “Sonu tevbe ile biten bir günah, sonu ucubla biten bir ibadetten daha hayırlıdır.”
Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Günah işlemeseydiniz, bundan daha zararlı olan ucubdan korkardım.”
.01/07/2021
"Düşünerek konuşan, insanların en akıllısıdır"
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "Çok konuşan sıkıntıdan kurtulamaz, az konuşan sıkıntıya düçar olmaz. Kimse söylemediği söz için pişmanlık duymaz."
İnsanlara verilen en büyük nimetlerden biri konuşabilme kabiliyetidir... Dilimiz sayesinde derdimizi anlatabiliyor, ilim öğreniyor ve öğretebiliyoruz. Yine dilimiz yüzünden, gaileler yaşıyor, dert çekiyoruz... Dil insanı cennete de götürür, cehenneme de… Nice insanlar ağızlarından çıkan bir söz yüzünden öldürülmüş ya da hapishanelerde çürümüşlerdir. Niceleri de yaptıkları konuşmalarla takdir toplar, yüksek makâmlara getirilir...
İmanlı olabilmek için, "kalp ile tasdîk"ten sonra "dil ile ikrâr" gerekir. Sahih iman için ikisi de lâzımdır... Bakması bile bize haram olan yabancı bir hanım, bir sözle (nikâh akdi) helâlimiz oluyor, aynı evde beraber yaşıyoruz. Eğer ağzımızdan küfre sebep olacak bir cümle çıkarsa, hem imanımızı hem nikâhımızı tazelemek zorunda kalıyoruz. Bunun için konuşmaya başlamadan evvel söyleyeceklerimizi süzmeli, kontrol etmeliyiz.
Hazret-i Ebubekir dilinin altına çakıl taşı koyar, konuşmadan evvel cümleleri ölçer biçerdi. Eğer bir söz kendimize veya birilerine faydalı olacaksa söylenmeli, yok faydasız ise konuşmaktan sakınmalı.
Hadis-i şerifte buyuruluyor: "Mü'minin dili kalbinin arkasındadır. Önce düşünür, sonra konuşur. Münâfıkın dili kalbinin önündedir, önce konuşur sonra düşünür."
Konuştuktan sonra düşünmek neye yarar? Artık ok yaydan çıkmıştır. Pişmanlık faydasızdır. Öyle ya söylemediğimizin sahibiyiz, söylediklerimizin esiri…
Mümkün olduğu kadar az konuşmalıyız. Zira çok konuşmak ahmaklık alâmetidir. İnsanlar da gevezelerden hoşlanmaz.
Allahü teâlâ bize bir dil vermiş, iki kulak. Demek ki iki dinlemeli bir konuşmalıyız. Yine dilimizi iki kilit arkasına koymuş, dişler ve dudaklar.
İmam-ı Mâlik hazretleri çenesini tutamayan birine "iyisin hoşsun da" demiş, "ah, bir aylık konuşmayı bir günde yapıyor olmasan…"
Lokman Hekim oğluna "Yavrum" demiş, "hatipler güzel konuşmalarıyla iftihar ederler, sen de güzel sükûtunla iftihar et!"
Hadis-i şerifte buyruldu ki: Allaha ve ahiret gününe iman eden konuşmalarına dikkat etsin. Ya doğru konuşsun veya sussun. Çünkü ağızdan çıkan her söz melekler tarafından kaydedilir ve hesabı da görülür."
İmam-ı Gazali hazretleri rahimehullah buyuruyor ki: "Çok konuşan sıkıntıdan kurtulamaz, az konuşan sıkıntıya düçar olmaz. Kimse söylemediği söz için pişmanlık duymaz."
Anadolu'da "Bıçak yarası geçer de, dil yarası geçmez!" derler...
İbn-i Abbâs hazretleri buyurdu ki: "Düşünerek konuşan, insanların en akıllısıdır..."
.24/06/2021
Semada ve yeryüzünde ilk işlenen günah!..
Hased günahında hiçbir lezzet yoktur. Diğer günahlarda geçici, aldatıcı lezzet olabilir. Zehirli bal gibi, ama bunda hiçbir tat yoktur!..
Hased (çekememezlik) manevi hastalıklardandır ve büyük bir günahtır. Felâk suresinde Yüce Rabbimiz "Hased ettiği zaman, hased edenin şerrinden kendisine sığınmamızı" emretmektedir...
Hased günahında hiçbir lezzet de yoktur. Diğer günahlarda geçici, aldatıcı lezzet olabilir. Zehirli bal gibi, ama bunda hiçbir tat yok. Hiçbir faydası da yoktur.
Hased, başkasının sahip olduğu nimetlerin elinden alınmasını temenni etmektir. Dört kısma ayrılır. Birincisi: Sevmediği kişinin elindeki nimetler gitsin, varsın onun da olmasın. Bu, hasedin en kötüsüdür. İkincisi: Ondan alınsın kendisine verilsin. Bu da kötüdür. Üçüncüsü: Onun gibi kendisi de nimetlere kavuşsun fakat başka yerden. Başka yerden olmaz ise sonra ondan alınsın ister. Bu diğerlerine göre biraz ehven ise de gene de haramdır.
Dördüncüsü: Bir kimse "Ey Rabbim bu kuluna verdiğin nimetlerini (makâm, mevki, para) bana da ver. Ama ondan alarak değil" derse bu, günah olmaz.
Hased, çok kötü bir huydur. İnsanın sıhhatini bozar, üzüntüsünü artırır, amellerini yakar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ateşin odunu yakıp yok ettiği gibi, hased de sevâpları yer ve mahveder.)
Semada ilk işlenen günah haseddir. İblisin Âdem aleyhisselama yaptığı hased. Yeryüzünde de ilk işlenen günahtır. Âdem babamızın bir oğlunun (Kabil) diğer oğluna (Habil) yaptığı haseddir.
İbni Sirin hazretleri buyuruyor ki:
"Ben dünya makamı, mevkii ve serveti için hiç kimseye hased etmem. Düşünürüm; hepimiz bir gün öleceğiz, kabre gireceğiz. Kabir de, hadis-i şerifte buyurulduğu gibi; (Ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya (Allah korusun) cehennem çukurlarından bir çukurdur.) Nefsimin hased etmemi istediği bu adam da, bu ikisinden birine girecek. Eğer cennet bahçesine girecekse; bu elindeki nimetlerin ne kıymeti var ki kıskanayım. Cehenneme girecekse; onu kıskanmak değil ona acımak gerektir. Yani her hâlükârda; dünyanın geçici, fâni, bir gün bile devam edeceği belli olmayan hayatına hased etmemeliyiz!"
Hasan-ı Basri hazretleri de buna benzer bir örnek veriyor: "Rabbimiz, kendisine birçok nimetler verdiği kulunu ya seviyor, yahut sevmiyor. Seviyorsa; Rabbimizin sevdiğini ben nasıl sevmeyeyim. Sevmiyorsa, elindeki nimetlerin ne kıymeti olabilir, ta ki ona hased edeyim!.."
Hasedin ana kaynağı dünya sevgisidir. Bütün hataların başıdır. Hased, kibir, düşmanlık, kin hep bundan meydana gelir.
.17/06/2021
Ahirete imânla göçmek için...
Bir insan Kelime-i şehâdetle son nefesini verebilmiş ise Rabbimizin en büyük nimetine kavuşmuş demektir.
İnsanın en kıymetli varlığı imânıdır. Bunu korumak için her türlü gayreti göstermesi lâzımdır. Ebedi saâdetin veya -Allah korusun- ebedi felâketin sebebi; son nefesini imanla vermiş olabilmek veya bu büyük nimetten mahrum olarak dünyaya veda etmiş olabilmektedir.
Bir insan Kelime-i şehâdetle son nefesini verebilmiş ise Rabbimizin en büyük nimetine kavuşmuş demektir. İmânın geçerli olabilmesi için dinin bütün emirlerine inanmak lâzımdır.
Meselâ kişi; "Ben dinin her emrine inanıyorum ancak görmediğim şeye de inanmam. Cinleri görmediğim için inanmam" derse, dinin tamamına inanmamış olur. Bu kimse, sabahlara kadar namaz kılsa, oruç tutsa, herkese iyilik yapsa bunların hiçbir faydası olmaz...
İmanda şüphe de olmaz. Şüpheli imâna imân denmez. Meselâ bir kimse; "Ben öldükten sonra dirilmeye inanıyorum; ama, bu kadar insan nasıl dirilecek, hepsinden hesap nasıl sorulacak" diye tereddüt ederse o kişi ahirete inanmamış olur.
Bu düşüncede Cenab-ı Hakkın kudretinden şüphe vardır. Bu da onun ebediyyen azap çekmesine sebep olur.
İmanını muhafaza etmek ve imânla ahirete göçmek isteyen kimse, Ehl-i sünnet itikâdında olmalıdır. Diğer 72 fırkada olanların böyle büyük bir nimete kavuşabilmeleri oldukça zordur.
"Ben Ehl-i sünnet itikâdındayım" demek; "Peygamber efendimiz aleyhisselâm ve Eshab-ı kiram aleyhimürridvan nasıl imân etmiş ise, nasıl inanmış ise ben de öyle inandım" demektir. O hâlde cehennemden kurtulmak için her Müslümanın ilk önce bu yolu öğrenmesi ve ona göre ibadet etmesi lâzımdır... İnanılması gerekli olan şeylerin bazıları şunlardır:
*Kur'an-ı kerimin Kelâm-ı ilâhi olup mahluk (yaratık) olmadığına inanmak. *Eshab-ı kiramın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek. *Cennetten Allahü teâlânın görüleceğine inanmak. *Kıble ehline, namaz kılanlara işlediği günâhlardan dolayı kâfir dememek. İbadet imandan parça değildir. İman artıp eksilmez. *Mirac ruh ve bedenle birlikte olmuştur. *Mucize ve kerâmet haktır. *Bugün için dört hak mezhepten birine uymak, mezhepsiz olmamak. *Dört büyük halifenin, halife olduğuna ve üstünlüklerinin halifelik sırasına göre olduğuna inanmak. *Kabir ziyâreti, enbiya ve evliyâdan yardım istemek caizdir. Okunan Kur'an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere göndermenin caiz olduğuna, bu sevâpların ve duaların ölülere vâsıl olarak, azaplarının azalmasına sebep olacağına inanmak. *Kabir suâli haktır. Kabir azâbı ruh ve bedene olacaktır. *Sırât köprüsü vardır. *Şefâ'ata, hesâba ve mizana inanmak..
.10/06/2021
Kadere inanan, kederden kurtulur...
Üzüntülerimizin azalması için, en büyük ilaç, kadere iman etmektir. Biz Rabbimizden razı olursak o da bizden razı olur...
Dünyada rahatlığın olmadığını hatırlayan insan üzülmez... Dünyada rahatlık olsaydı, peygamberlere nasip olurdu. Hâlbuki onların çektiği sıkıntılar başkalarından kat kat fazladır.
İnsanoğlu her arzu ettiği şeye kavuşamıyor. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Yelkenli gemilerin istemediği yönden rüzgâr esebiliyor. Zengin, zenginliğini ölünceye kadar muhafaza edemeyebilir. Bunlar da üzüntülere sebep olmaktadır...
Üzüntülerimizin azalması için, en büyük ilaç, kadere iman etmek ve Rabbimizin takdirine razı olmaktır. Biz ondan razı olursak o da bizden razı olur. “Kadere inanan, kederden kurtulur” demişlerdir...
İbrahim bin Edhem hazretleri bir adamı çok üzgün görür, ona üç soru sorar:
Dünyada meydana gelen bütün hadiseler takdir-i ilahi olmadan meydana gelebilir mi? "Hayır" diye cevap verir.
İkincisi: Sana ayrılan rızkı başkası yiyebilir mi? "Hayır" der.
Üçüncüsü: Sana verilen ömürden kısalma olabilir mi? Ona da "hayır" diye cevap verir.
İbrahim bin Edhem hazretleri o zaman adama buyurur ki: "O hâlde niçin üzülüyorsun?"
Hazreti Ömer radıyallahü anh buyuruyor ki:
"Başıma bir musibet geldiği zaman üç şeyden dolayı hamd ediyorum. 1- Dinime gelmediği için. En büyük musibet dine gelendir, sonra bedene, sonra mala gelendir. Dine gelen ahiret hayatı ile ilgilidir. Mesela, bir vakit namazı bilerek kazaya bırakmak en ağır hastalığa yakalanmaktan daha kötüdür. 2- Daha büyüğü olmadığı için hamd ediyorum. Sıkıntı ne olursa olsun daha büyüğü olabilirdi. Veya onun yanında başka bir sıkıntı da olabilirdi. Bir çocuğunu trafik kazasında kaybeden iki çocuğunu da kaybedebilirdi. 3- Başımıza gelenlere sabredersek günahlarımıza kefaret olur..."
İşlediğimiz günahların cezasını çekeceğiz; Rabbimiz sevdiklerinin cezasını dünyada veriyor, dünyadaki kolay, sevmediklerininkini ise ahirette bırakıyor...
Peygamberimiz aleyhisselâm bir zatı ziyarete gider. Bakar ki adam bir deri, bir kemik kalmış. Sorar:
-Sen dua ederken ne diyorsun?
O da cevap verir:
-Ya Rabbi benim cezamı dünyada ver ahirete kalmasın, diyorum. Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz buyurdu ki:
-Sen onun dünyadaki cezasına da dayanamazsın. Sen "Rabbena atina..." duasını oku! Hem dünyada, hem ahirette iyilikler ihsan olunmasını iste...
Hasta birkaç gün bu duayı okudu, iyileşti, namazlarını camide cemaatle kılmaya başladı... Bizler zayıf yaratıldık, o duayı çok okuyalım.
.03/06/2021
Öfkelenmek hem ruha hem bedene zarar verir
Kızmak, bağırmak, çağırmak ruha zarar verdiği gibi bedene de zarar verir. Bunun için dinimiz dünyalık için kızmamayı emretmiştir.
Müslümanın aşırı kızgınlık göstermesi uygun değildir, ancak bazı hâllerde gadab kıymetlidir, hatta emredilir. Fetih suresinde Rabbimiz Eshab-ı kiramı "Kâfirlere gadap ederler" diyerek övmektedir.
Tevbe Suresi yetmiş dördüncü ayet-i kerimesinde "Kâfirlere karşı sert ol" buyurulmaktadır.
İslâm dinine ve Müslümanlara düşmanlık edenlere, saldıranlara sertlik göstermelidir. Bunlara karşı korkak olmak caiz değildir. Kaçmak Allahü teâlânın takdirini değiştirmez. Eğer eceliniz geldiyse Azrail aleyhisselam nerede olursanız olun sizi bulur.
Korkaklar sadece kendilerine zarar verir. Asabi insanlar ise hem kendilerine hem de başkalarına zarar verir. Aşırı kızgınlık insanı küfre kadar götürür. Hadis-i şerifte "Gadap imanı bozar" buyuruldu.
Gadap sahibi, karşısındakinin de kendisine karşılık verebileceğini düşünmelidir. Gadaba gelen kimsenin kalbi bozulur, bu bozukluk dışına da sirayet eder, çirkin ve korkunç bir hâl alır.
Kızgınlığı yenmek çok sevaptır. Bunlara cennet müjdelendi. Allahü teâlânın rızası için öfkesini yenen ve karşısındakini affeden kimse Rabbimizin rızasına kavuşur.
İsa aleyhisselam, Yahudilerin yanından geçerken kendisine fena şeyler söylediler, onlara iyi ve tatlı cevaplar verdi. Onlar "sana kötülük yapıyor, sen onlara iyi söylüyorsun" dediklerinde "Herkes başkasına yanında olandan verir" buyurdu.
Kızmak, bağırmak, çağırmak ruha zarar verdiği gibi bedene de zarar verir. Bunun için dinimiz dünyalık için kızmamayı emretmiştir. Hadis-i şerifte "Gadaba gelen kimse ayakta ise otursun, gadabı devam ederse yan yatsın" buyuruldu.
Haram işleyeni görünce gadablanmak "din gayretinden" ileri gelir. Fakat kızınca aklın ve İslâmiyetin dışına taşmamak lâzımdır. Ona "kâfir, münafık" gibi ağır sözler söylemek haram olur. Haram işleyeni görenin buna cahil veya ahmak demesine izin verilmiş ise de tatlı dille yumuşaklıkla nasihat vermek daha iyi olur...
Ömer bin Abdülaziz hazretleri valilerinden birine yazdığı mektupta şöyle nasihatte bulundu:
"Bir adama kızdığın vakit ona hemen ceza vermeye kalkışma. Adamı tutukla, öfken geçtikten sonra suçu kadar ceza ver. Sakın öfkene yenilip haddinden fazla ceza verme!.."
Dini yaymak insanlara faydalı olmak yumuşak söylemekle mümkündür. Sert konuşmak, münâkaşa etmek kırgınlıklara kavgalara sebep olur. Bunun için her zaman yumuşak huylu ve güler yüzlü olmalıdır..
.27/05/2021
Mümin altı şeyden çok korkmalıdır!..
M. Said Arvas Hocadan Hatıralar...
Yüce Rabbimizin, üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz... En büyük nimet, bir insanın son nefesini imanla verebilmesidir.
Meleklerin bile kendisinden hayâ ettikleri; Hazreti Osman radıyallahü anh buyuruyor ki: Mümin altı şeyden çok korkmalıdır. Ona göre kendini hazırlamalıdır:
1- İmansız gitmekten korkmalıdır. Allah korusun, bir insan, imanlı, ibadetli dahi olsa, son nefesini imanla veremediyse, hiçbir kıymeti olmaz.
Önemli olan son nefestir. Yüce Rabbimizin, üzerimizdeki nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Bizi O yarattı ve yaşatıyor. İmanla şereflendirdi. En büyük nimet, bir insanın son nefesini imanla verebilmesidir. Bundan daha büyük lütuf, bundan daha büyük nimet olmaz. Çünkü insan, nasıl öldüyse öyle haşrolunur.
İmanla kabre girebilmek için dünyayı sevmemek lâzımdır. Dünyayı çok seven, ondan ayrılmak istemez.
2- Sol omuzumuzda taşıdığımız meleğin günâhlarımızı yazmasından korkmalıyız. Birçok günâhı çekinmeden işliyoruz. Belki bunun birçoğunun farkında bile değiliz. Fakat onlar yazılıyor, kaydediliyor, hesabı bir gün sorulacaktır.
3- Yaptığımız hayırların şeytan tarafından iptâl edilmesinden korkmalıyız. Ezeli düşmanımız olan Şeytan, bize yalnız günâh işletmekle kalmıyor, elde ettiğimiz sevaplarımızı da bir yolunu bulup yok ediyor.
4- Azrâil aleyhisselâmın ruhumuzu ansızın almasından korkmalıyız. Hazırlıksız yakalanırsak büyük sıkıntı çekeriz. Ölümün gecikmesi için zaman talebimiz neticesiz kalır... İnsan, her an ölebilir. Ölümün mevsimi, gecesi gündüzü yoktur. Hasta olanı da ölebilir, sıhhatli olanı da. Genç ihtiyar ayırımı da yapılmaz. Ya ölmemeyi garantilemeliyiz veya ölüme daima hazır olmalıyız. Ki, emin olmak, garantilemek mümkün olmadığına göre hazır olmalıyız.
5- Dünyanın gaye edilmesinden korkmalıyız. Gaye, dünya olursa ahiret unutulur. Biz, dünya için değil, ahiret için yaratılmışız Rabbimizin rızası gayemiz olmalıdır. Dünyanın tamamı bizim olsa bile birkaç gün sonra hepsini bırakıp ayrılacağız.
6- Hane halkının bizi haram kazanmaya zorlamasından korkmalıyız. İnsan, hanımını, çocuklarını sever, onları kırmak istemez. Onların isteklerini gücümüz yettiği nisbette yerine getirmeliyiz. Aşırı talepleri için borçlanmak ve bu borçları ödemekte zorlanmak akıllı adamın yapacağı iş değildir... Yüce Rabbimiz bizi hep bu korkular içinde yaşatır inşaallah...
.20/05/2021
| | |