|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
-
Türkiye'nin açıklanan yeni nüfusu, bana Osmanlı İmparatorluğu'nun son iki asrında artmayan nüfusumuzu ve bu yüzden Rusya'ya karşı kaybettiğimiz savaşları hatırlattı
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'dan teknolojik olarak geri kalması ve bu yüzden savaşlarda mağlup olup topraklarımızı kaybettiğimiz hep anlatılır. Ancak üzerinde fazlaca durulmayan önemli bir husus ise Osmanlı Devleti'nin özellikle Rusya'ya karşı savaşları kaybetmesinde teknolojik geriliği kadar nüfus olarak da Ruslar'dan geri kalmasının önemli bir rolü olduğudur.
OSMANLI NÜFUSU
Osmanlı Beyliği, bir imparatorluğa dönüşürken bu durumda nüfusunun da önemli bir rolü vardı. Bu dönemde Avrupa'daki birçok devletten daha fazla nüfusa sahip olan Osmanlı İmparatorluğu 10 milyon kilometrekarelik bir coğrafyaya hükmetmişti. Ancak 17. yüzyıldan itibaren nüfus dengesi Osmanlı'nın aleyhine dönecekti. Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfusu 17-18. yüzyıllarda fazla artmazken, Avrupa'nın nüfusu 100 milyondan 190 milyona çıkarak iki misline yakın artmıştı. Tarihçi Charles Issawi, 17. yüzyılın başlarında Osmanlı nüfusunun Avrupa'nın altıda biriyken, iki asır sonra 18. yüzyılın sonlarında onda birine gerilediğini söyler.
AVRUPA'DA NÜFUS
16. ve 17. yüzyılda Avrupa'nın nüfus oranlarında büyük değişimlere sebep olan en önemli etkenlerden biri vebanın kıtada etkili olmasıydı. 18. yüzyılın ortalarından itibaren ise daha fazla ve daha farklı gıdaların ekilmesi, taşımacılığın gelişmesi, daha fazla toprakla tarım yapılması, salgın hastalıkların azalması, daha gelişmiş halk sağlığı önlemleri ve savaşların şeklinin değişmesi sonucu ölüm oranları hızla azaldı. 1750-1850 tarihleri arasında Avrupa ülkelerindeki ortalama insan ömrü arttı. Fransa'da 28'den 34'e, İngiltere'de 37'den 40'a, İsveç'te ise 37'den 43'e yükseldi. Avrupa'daki nüfus oranlarının 18. yüzyılda artmasında sömürgelerden getirilen ve yeni ele geçirilen bölgelerdeki nüfusun da önemli bir katkısı oldu. Avrupa'nın nüfusundaki artış sayesinde yavaş yavaş gelişmekte olan sanayi kollarına ucuz iş gücü temin edilebildi. Ayrıca savaşlarda asker teminindeki zorluklar aşıldı ve orduların büyüklüğü arttı.
RUSYA'NINKİ ARTTI
17. yüzyılın sonlarından itibaren Çar Petro ile Avrupa sahnesine çıkan Rusya'nın nüfusu hızla arttı. Bu artış Rusya'ya Osmanlı karşısında üstünlük sağladı. Rusya'nın nüfusu 1500'lerde 6 milyon iken 1600'lerde 13 milyona, 1700'lerde 15 milyona, 1800'lerde 40 milyona, 1871'de ise 90 milyona ulaşmıştı. 1700'lerde Rusya 32 bin asker çıkarırken, artan nüfusu ve askere alma sisteminin gelişmesiyle birlikte 1871'de 750 bin askerlik bir gücü olmuştu. Osmanlı ordusu ise aynı dönemde yaklaşık 150 bin askerden ancak 300 bin kişilik bir güce ulaşmıştı. 1877-1878, yani 93 Harbi'ne girerken askeri teknoloji üstünlüğü bir tarafa nüfus fazlalığı da Ruslar'dan yanaydı. 1711'de Prut Savaşı sırasında nüfusu Osmanlı'dan daha az olan Ruslar, bu dönemde 100 milyona yaklaşan nüfuslarıyla Osmanlı nüfusundan üç-dört misli daha kalabalıklardı. Bu yüzden daha fazla asker çıkarabildiler. Osmanlı'nın omurgasını kıran 93 Harbi'nde Rus orduları Yeşilköy'e kadar geldiler. Birinci Dünya Savaşı başladığında ise Rusya'nın nüfusu 175 milyona yaklaşmıştı ve Ruslar bu savaşta 12 milyon kişilik ordu çıkarmışlardı. Osmanlı'nın nüfusu ise 22 milyondu ve tarihinin en büyük ordusunu çıkarmasına rağmen askerlerin sayısı sadece 2 milyon 750 bindi. İmparatorluğun son iki asrında Osmanlı nüfusu hemen hemen aynı kalırken Rusya'nın nüfusu 10 misli artmıştı ve ordu büyüklükleri karşılaştırıldığında Rus ordusu Türk ordusunun beş misline yakın bir büyüklüğe ulaşmıştı. Artmayan nüfusumuz bize milyonlarca kilometre karelik bir imparatorluğu kaybettirmişti.
CUMHURİYET'İN NÜFUS POLİTİKASI
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, yıllardan beri genç nüfusumuzu korumak ve daha güçlü bir Türkiye için ailelerin en az üç çocuk yapması gerektiğini söylüyor. Bir tarihçinin perspektifiyle, yani yaklaşık 2000 yıllık süreçten baktığımızda Türkiye'nin geleceği için en önemli meselenin genç nüfus olduğu çok açıktır ve bu durum hayatî bir devlet meselesi olarak ele alınmalıdır. Bizim çocukluğumuz, gençliğimiz nüfus planlanması propagandası altında geçti. Bunun sonucunda Türkiye'nin nüfus artış hızı azaldı. Hâlbuki Cumhuriyet'imizin ilk yıllarında nüfus planlaması yerine artışı teşvik etmiştik. Balkan Savaşı, Trablusgarp Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı derken nüfusumuz oldukça azalmıştı. Bu yüzden Cumhuriyet kurulduktan sonra nüfus artışı teşvik edilmişti. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, nüfus artışını teşvikte gazetelerimizin önemli rolü olmuştu. Başta Cumhuriyet olmak üzere gazeteler, çok çocuklu ailelerin fotoğraflarını yayımlayıp, Avrupa'daki nüfus artışını örnek göstererek Türkiye'nin nüfusunun artması için propaganda yapmışlardı. Artışı teşvik edici politikaların uygulanmasıyla netice kısa sürede alınmıştı. 1927'de 13.6 milyon olan nüfus 1940'da 17.8 milyona ulaşmıştı.
OSMANLI KEÇİLERİ BİLE SAYARDI
Osmanlı'da vergi nüfusu sayımına "tahrir" denirdi. Tahrir yapılmasına karar verildiğinde bu işten anlayan güvenilir bir tahrir emini tayin edilirdi. Tahrir için gönderilen memurlar bir emin ile bir kâtipten mürekkepti. Tahrir eminine ilyazıcı, muharriri memleket, defter emini de denilirdi. Tahrir emini bölgeden gerekli vesikaları topladıktan sonra, bunları eski sayım defteriyle karşılaştırıp, herşeyi yerinde teftiş ederek uygun bulduklarını ve fazlalıkları yeni deftere kaydederdi. Bir keçinin bile sayım harici kalması devletin vergi gelir kaybına uğramasına sebep olacağı için çok dikkat ederlerdi. Aşiretler, yaylaklara çıkarken ırmak geçitlerinde durdurulup, koyun ve keçileri sayılırdı. Tahrir işlemi bölgenin büyüklüğüne göre yaklaşık iki yıl sürerdi. Emin, tahriri yapıp, gerekli vesikaları topladıktan sonra hazırladığı defter müsveddesini merkeze getirirdi. Müsveddeler temize çekilerek icmal, yani özet ve mufassal, yani teferruatlı defterler hazırlanırdı. Daha sonra padişah tuğrasını taşıyan bir defter, ait olduğu beylerbeyliğe gönderilir, diğeri İstanbul'da Defterhâne-i Âmire, yani defter-i hakanîde saklanırdı.
.
Başbakan Davutoğlu'nun Ortadoğu'da sömürgeci güçleri anlatırken bahsettiği Sykes-Picot antlaşmasıyla, İngiltere ve Fransa Osmanlı topraklarını paylaşmıştı
Suriye ve Irak'ta yaşanan kargaşadan sonra gündeme sık sık Sykes-Picot Antlaşması geldi. Önce Daeş, Suriye ile Irak arasındaki sınır kapılarını ele geçirerek Sykes-Picot Antlaşması ile belirlenen sınırları kaldırdıklarını ilan etti. Daha sonra geçtiğimiz ocak ayında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Ortadoğu'yu şekillendiren Sykes-Picot anlaşmasının artık geçerliliğini yitirdiğini, yeni antlaşmaların yapılması gerektiğini ifade etti. En son ise Başbakanımız Ahmet Davutoğlu, "Şimdi ya Kut'ül-Amâre kazanacak, ya Sykes-Picot kazanacak" dedi.
Birinci Dünya Savaşı'nın başında İngiltere- Rusya ve Fransa arasında 1915'te yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan Londra Antlaşması'yla Boğazlar ve İstanbul'un Ruslar'a bırakılmasına karşılık, İngiltere ve Fransa da Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bölgelerinden istedikleri yerleri alacaklardı. Ancak bu iki emperyalist devletin çıkarlarının çakıştığı toprakları paylaşmaları kolay değildi. İngiltere, Arap krallığı kurup başına geçireceği vaadi ile Şerif Hüseyin'i Osmanlı'ya karşı isyan ettirmek için görüşmelere başlamıştı. Fransa, Araplar'la İngiltere'nin görüşmesinden ancak 1915 Kasım'ında haberdar oldu. Ortadoğu'nun aralarında paylaşılması için diplomasi yürüten İngiltere ve Fransa 25 Kasım 1915'te görüşmelere başladı. İki devlet arasında bir neticeye varılmadan İngiltere, 1916 başlarında Şerif Hüseyin-Mc Mahon Antlaşması ile Şerif Hüseyin'in isteklerinin çoğunu kabul etti. Ancak bu sırada İngiltere ile Fransa arasındaki görüşmeler devam ediyordu. 16 Mayıs 1916'da iki devlet arasında Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yapıldı. Görüşmeleri Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Mark Sykes yürüttüğü için bu antlaşmaya Sykes- Picot Antlaşması denildi. Antlaşmanın bir diğer ismi ise Küçük Asya Antlaşması'dır. Şerif Hüseyin İngiltere'ye güvenip, 1916 ortalarında isyan etti. Büyük bir Arap Krallığı'nın başına geçeceğinin hayali ile çöllerde Türk askerinin kanını döktü. Ancak İngiltere ona vereceğini taahhüt ettiği toprakları çoktan Fransa ile paylaşmıştı.
SURİYE FRANSA'YA, IRAK İNGİLTERE'YE
Türkiye'de gizli antlaşmalarla ilgili fazla araştırma yok. Bu durumun istisnalarından biri Prof. Dr. Azmi Özcan'ın "Osmanlı Mülkünü Paylaşım Planları Üzerine Düşünceler (Gizli Antlaşmalar 1914-1921)" isimli makalesi. Yakın zamanda bu konuda dışarıda çıkmış önemli bir kitap ise James Barr'ın "Line in the Sand: Britain, France and the struggle that shaped the Middle East" isimli eseri. İngiltere ile Fransa, Osmanlı topraklarını şu şekilde paylaşmışlardı: Fransa, Suriye'nin tamamını, Lübnan'ı, Adana ve Mersin bölgesini alacaktı. Bağdat, Basra arasında kalan Irak toprakları ile Akdeniz'e açılan Hayfa Limanı da İngiltere'nin olacaktı. Bunun dışında her iki ülke ayrıca kendilerine birer nüfuz alanı seçiyor ve Kerkük-Akkâ hattının kuzeyi Fransızlar'a, güneyi İngilizler'e ayrılıyordu. Filistin uluslararası bir statüde olurken, diğer Arap toprakları bağımsız olacaktı.
ÇARLIK YIKILINCA KİRLİ ÇAMAŞIRLAR ORTAYA ÇIKTI
1917'de Bolşevik İhtilali ile Rusya'da Çarlık yıkılınca birçok şey değişti. İhtilalden sonra Komünist Ruslar, Çarlık Rusyası'nın gizli diplomatik belgelerini yayımlayıp, Emperyalist Batı'nın sırlarını dünyaya ifşa ederek Türkiye'yi ve Arap topraklarını derinden sarstı. İhtilal sonrası kurulan Sovyet hükümeti Çarlık devrinde İngiltere ve Fransa ile yaptığı gizli diplomatik anlaşmaları yayımlayacağını ilan etti. Bu durum Avrupa'da büyük heyecan yarattı. Komünistler gizli antlaşmaları Sarı Kitap adıyla neşretmeye başladılar. Lev Troçki nezaretinde Izvestia gazetesinde yayımlanan belgelerin 11-24 Kasım 1917 tarihleri arasındakileri Türkiye'yle ilgiliydi. Ruslar'ın yayımladığı gizli antlaşmalarla ilgili bilgi 26 Kasım 1917'de The Manchester Guardian'da yayımlandı. Ruslar'ın yayımladığı gizli belgeler Stockholm'de Fransızca'ya çevrilerek Türkiye'ye gönderildi. Osmanlı Dışişleri böylece düşmanlarının hakkındaki niyetlerini öğrenmişti. Bolşeviklerin, Çarlık diplomasisinin gizli vesikalarını yayımlamasıyla bağımsız Arap Krallığı hayal eden Araplar'ın başlarından kaynar su dökülmüştü. Araplar'a birçok ümit veren İngiltere'nin kirli çamaşırları ortaya çıkmıştı. Filistinli tarihçi George Antonius, antlaşmayı, "Sykes-Picot şok edici bir belge. Aç gözlülük ürünü olması en kötü yanı değildir. Müttefik aç gözlülüğü şüpheye ve sonra da aptallığa gitti. Şaşırtıcı bir ikili oyun parçası olarak durmakta" şeklinde değerlendirmiştir. Sovyetler Birliği Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiserliği bu vesikaları daha sonra E. Adamof'un girişi ile kitap olarak neşretti. Belgeler 1924'te Fransızca olarak da yayımlandı.
RUSLAR'A İSTANBUL VE BOĞAZLAR YETMEDİ
İngiltere ve Fransa kendi aralarında anlaştıktan sonra durumu Ruslar'a haber verdiler. 1916 Mart'ında Ruslarla görüşmeler başladı. Bu görüşmelerde Rus Dışişleri Bakanı Sazanov ön plandaydı. Rusya, kendisine bırakılan İstanbul ve Boğazlar'a mukabil İngiltere ve Fransa'nın alacağı toprakların fazla olduğunu ileri sürerek Kuzey Doğu Anadolu'dan da toprak istedi. Rusya'nın istediği topraklar, Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş ve Siirt gibi illerimizdi. Rusya buna karşılık Fransa'nın Kayseri'den Elazığ'a kadar olan bölgeyi almasını kabul etti. İngiltere de bu duruma Rusya'ya bırakılan yerlerde kendisine ait çıkarlarının korunması şartıyla itiraz etmedi. Böylece Sykes- Picot Anlaşması'nın Rusya'nın dahil edilmiş hali ortaya çıktı. Antlaşmaya bu yüzden Sazanov- Sykes-Picot Anlaşması da denir.
SÖMÜRGECİ AÇGÖZLÜLÜĞÜ UYGULAMAYI ZORLAŞTIRDI
1917'de Rusya'da Komünist İhtilal olunca, Rusya devre dışı kaldı. Antlaşmanın uygulanması İngiltere ve Fransa arasında başlangıçta kolay olmadı. İngiltere işgal ettiği Suriye'den çıkmak istemedi. Fransa ise antlaşma uyarınca Suriye ve Lübnan'ın kendisinin olduğunu iddia etti. Sonunda İngiltere, Suriye ve Lübnan'da Fransız mandasını kabul etti. Ancak antlaşmanın hilafına Irak'ın kuzeyi İngiltere nüfuz bölgesi olarak kaldı.
VE İNGİLİZLER SYKES'I GÜNAH KEÇİSİ YAPTI...
İngiltere'de Sykes-Picot ile çok kötü bir antlaşma yapıldığına dair zaman içinde bir konsensüs oluştu ve bunun suçu ise Mark Sykes'da görüldü. Dönemin bakanlarından George Curzon "Sykes şüpheden kurtulmanın yolu olarak her zaman diğer tarafın iddialarını tanımayı ve sorulduğu zaman bizim iddialarımızı reddetmeyi görür görünüşe göre" demişti. Mark Sykes'ın ismi Batı'nın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra izlediği felâket siyasetiyle özdeşleşti. İngiltere Dışişleri'nin gözünde nefret edilen Sykes-Picot Antlaşması'nın hazırlayıcılarından biri olarak günah keçisi ilân edildi.
.
Dünyada ve ülkemizde son yıllarda "dumansız hava sahaları" oluşturmak için sigara tüketimine sınırlar ve yasaklar getiriliyor. Devletler ve kurumlar sigarayı bıraktırma kampanyaları düzenliyor. Bu kötü alışkanlığımız tam dört asır önce başlamıştı. Amerika kıtasından dünyaya yayılan tütün 1570'lerde Osmanlı coğrafyasına girdi. İlk üretim ise 1583'te Milas'ta yapıldı
Son yıllarda insan sağlığına zararlı sigarayı hükümetimiz kamuya açık yerlerde yasaklayarak Türk milletinin geleceği açısından son derece önemli bir iş yaptı. En kötü alışkanlıklarımızdan biri olan sigara içmek, cumhurbaşkanımızın sigarayı bıraktırma yönündeki gayretleriyle azalmaya başladı. İnşallah milletimiz dört asırdan beri devam eden bu kötü alışkanlığından kurtulur.
AMERİKA'DAN TÜRKİYE'YE
Kolomb, 1492'de Amerika kıtasına ayak bastıktan sonra keşif için Küba'nın iç kısımlarına gönderdiği mürettebatı ilk defa tütün içen insanlarla karşılaşmıştı. Amerika kıtasının keşfinden sonra tütün birçok yeni ürünle birlikte yeni dünyadan eski dünyaya yayıldı. 17'nci yüzyılın başlarından itibaren hem Amerika kıtasındaki kolonilerde hem de Avrupa'da tütün ekimi yaygınlaştı. Tütün kısa sürede önemli bir ticari mal haline gelip, devletlerin en önemli gelir kaynaklarından biri oldu. Portekiz'den başlayarak birçok devlet tütünü bir devlet tekeli haline getirdi. Tütün, 1570'lerde Osmanlı coğrafyasına girdi. Tütünün Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durumu Fehmi Yılmaz'ın doktora teziyle aydınlatılmıştır. Yılmaz'ın "Osmanlı İmparatorluğu'nda Tütün: Sosyal, Siyasî ve Ekonomik Tahlili (1600-1833)" isimli tezinden tütünün ülkemizdeki macerasını naklediyoruz. Tütün, Türkiye'de ilk defa Milas'ta 1583'te üretildi. 1598'den sonra İngiliz, Fransız ve Hollandalı tüccarlar tütünü başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun büyük şehirlere getirmeye başlamalarıyla birlikte tütün ticareti ve tütün tüketimi yayıldı. Bu gelişme üzerine tütünle ilgili tartışmalar başladı. Tütün, Sultan Birinci Ahmed döneminde, 1609'da yasaklandı. Tütün ekiminde tütün böceklenmesin diye mumun kullanılması yüzünden mum fiyatları iki misline çıkınca 1614'te tütün içilmesi ve ekilmesinin yasaklandığına dair tekrar bir ferman neşredildi. Yasaklar Dördüncü Murad zamanında sıkı şekilde uygulandı. Tütün ekme ve içme yasağı bazı aksamalarla 1649'a kadar sürdü. Şeyhülislam Bahâî Efendi'nin 1649'da tütünün mubah olduğuna dair fetva vermesinin ardından yasak resmen kalkmasa da uygulanmaz oldu.
TÜTÜNÜN YAYGINLAŞMASI
Yasağın kalkmasıyla birlikte 17'nci yüzyılın ortalarından itibaren Makedonya, Marmara ve Ege bölgeleri ile Halep ve Lazkiye'de tütün ekimi yoğun olarak yapıldı. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında imparatorluğun yüzde 38'inde, 150 bin çiftçi 1 milyon dönümde tütün tarımı yapıyordu. Selanik, Yenice-i Karasu, İzmir, Lazkiye, Halep, Şam, İskenderiye, Kahire ve Samsun gibi şehirler tütün ticaretinde öne çıktı. Tütün esnafı 18'inci yüzyılın ilk çeyreğinde lonca teşkilatı içinde örgütlendiler. Tütün 1688'de gümrük vergisine tabi tutuldu. Tütün tarımından da vergi alınmaya başladı. Tütün zamanla o kadar önemli bir ürün hâline gelmişti ki imparatorluk yönetimi 1861'de ithal edilen maddelerin gümrüklerini yüzde 5'ten yüzde 8'e çıkartırken, ham tütünün ithalini yerli üretimi ve ticareti korumak amacıyla tamamen yasakladı. Mamul tütün ürünlerini de o zamana kadar hiç görülmemiş bir şekilde yüzde 70-75 oranında vergilendirdi
TÜTÜN ALEYHİNE KONUŞMAK SUÇ OLDU
Fehmi Yılmaz'ın tespitlerine göre 18'inci yüzyıldan itibaren tütün gelirlerinin hazinenin önemli gelir kaynakları içinde yerini alması ve esham sisteminin ilk defa tütün mukataalarında uygulanışı, bu sektörü diğerlerine göre daha önemli ve ayrıcalıklı hale getirdi. 18'inci yüzyıl başında tütünden alınan vergi bütçenin yüzde 1'i civarındayken, bu oran 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında yüzde 5'ine ulaşmıştı. Bu yüzden 17'nci yüzyılda tütün lehinde risale yazan bir kişi devlet nazarında tehlike arzederken, 19'uncu yüzyılda tütün aleyhinde bir risale yazan, devlet nazarında tehlikeli kabul edilerek, Afyon kalesine hapse gönderilmişti.
AVRUPA'DA TÜTÜN YASAKLARI
Tütün, Amerika'dan Avrupa'ya geldiğinde başlangıçta kutsal bir bitki ve şifa kaynağı olarak görüldü. 16. yüzyılın sonlarına kadar pahalı olduğu için dar bir çevrede kaldı. Daha sonra tütün bir taraftan Avrupa'da hızla yayılırken, bir taraftan da aleyhine kitaplar yazılmaya ve yasaklanmaya başlandı. 1602'de tütün aleyhine "Baca süpürücülerinin İşi / Tütün dostlarına bir ihtar" başlıklı küçük bir kitapçık neşredildi. Bu kitapta "Hind tütünüyle zehirlenmektense İngiliz kenevir ipiyle boğulmak daha iyidir" deniyordu. 1604'te İngiliz Kralı I. James tütün aleyhine kaleme aldığı yazısında "Milletler arasında, bizde yerleşmiş olan çok tütün içmek âdetinden başka ahlakı bozan bir şey yoktur... Tütünsüzlüğe tahammül edemeyen insanlarla harpte ne yapılabilir" diyordu. 17'nci yüzyılın başlarında tütünden yangın çıkması sebebiyle İngiltere, Danimarka, Rusya gibi birçok ülkede tütün yasaklandı. Tütün bazı ülkelerde sadece eczacılar tarafından satıldı. Papa VIII. Urbanus, 1642'de tütün içilmesi aleyhine bir emir yayımladı. Bu yasakta kilise görevlilerinin tütün bağımlısı olup, dini vazifelerini tütün yüzünden aksatmalarının rolü vardı. Fakat bütün yasaklara ve cezalara rağmen tütün tüketimi devam etti. Papanın yasağı ise 1750'de kaldırıldı.
SİGARA İÇMEK
Tütün başlangıçta çubuk ve pipolarla içiliyor veya enfiye olarak çekiliyordu. Tütünü çiğneyerek kullananlar da vardı. Daha sonra tütün yapraklarına ve ince kâğıtlara sarılarak bugünkü sigara ortaya çıktı. 19'uncu yüzyılın ortalarında sigara fabrikaları kuruldu. İşin en ilginç tarafı değişik dünya dillerinde sigara "çekmek" veya "dumanmak" kelimeleriyle kullanılırken bizim dilimizde "içmek" kelimesiyle kullanıldı.
DUMANDAN GÖZ GÖZÜ GÖRMEZ OLDU
Önemli Osmanlı tarihçilerinden Peçuylu İbrahim, tarihinde tütünün Türkiye'de yayılmasını "İnsanlar arasında o kadar rağbet gördü ki, ayak takımından bazı insanların tütünü çok içmelerinden hâsıl olan duman yüzünden kahvehanelerde insanların birbirini görmesi güçleşirdi. Sokaklarda ve pazarlarda insanların lüle ellerinden düşmez olup birbirinin yüzüne gözüne puf puf ederek sokakları ve mahalleleri kokuttular ve tütün üzerine şiirler yazarak münasebetsiz bir halde okuttular. Bu yüzden birçok münakaşalar oldu. Bunun kötü kokusu hemen her içenin sakalını, bıyığını, sarığını ve hatta iç çamaşırlarını ve evinin içini kokuttuğu gibi, halı keçe gibi evlere serilenleri de yer yer yaktığı, külü ve kömürü ile her tarafı kirlettiği, uyuduktan sonra dimağa çıkan kötü kokusu ve bunlar kâfi değilmiş gibi daima kullanmanın neticesi olarak çalışmaktan ve elleri is görmekten geri kaldılar" şeklinde anlatır.
DÖRDÜNCÜ MURAD'IN YASAKLARI
1633'te meydana gelen büyük İstanbul yangını, şehrin önemli bir kısmını yok etmişti. Bu hadise üzerine kahvehanelerde hoşnutsuzluk dile getirilmeye başlandı. Dördüncü Murad otoritesini daha yeni kuruyordu. Yangının sebebi kahvehanelerde tütün içilmesi olarak görüldü. Bu durum karşısında padişah bir ferman yayımlayarak, kahve ve tütün içilmesini yasakladı. Kahvehaneleri kapattı. Bir yıl sonra meyhaneler de kapatıldı ve içki yasağı başladı. Bu yasaklara uyulup uyulmadığı bizzat Dördüncü Murad tarafından sıkı ve sert bir şekilde denetlendi. Onun hükümdarlığı müddetince de bu yasaklar uygulandı. Kahve ve meyhanelerin kapatılmasının asıl sebebi buraların muhalefet odağı olup, devlet yönetiminin eleştirilmesiydi.
.
Batı, teröristleri kollamaya devam ediyor. Biraz tarih bilenler için değişen bir şey yok. Ülkemiz ilk kez 111 yıl önce, İkinc iSultan Abdülhamid'e yönelik başarısız suikast girişiminde bombalı saldırıyla tanıştı. Avrupalılar o zaman da saldırıyı kınamış ancak teröristleri baştacı etmişti
Batı'nın PYD ve YPG'yi terörist olarak görmeyip, Ankara'daki bombalı saldırıyı kınaması gazetemizin önceki günlerdeki manşetlerinde haklı olarak "Saldırıyı kınadılar, YPG'yi kolladılar; Batı şımarttı, terör yine vurdu" diye yer aldı. Biraz tarih bilenler, bu duruma hiç şaşırmadı. Zira Batılılar önceki asırlarda da bize karşı faaliyet gösteren teröristleri baştacı ederdi.
NAMLUNUN UCUNDAKİ SULTAN
Ermeniler, Avrupalılar'ın kışkırtmalarıyla 19'uncu yüzyılın sonlarına doğru bağımsız olabilmek için Taşnak ve Hınçak komiteleriyle çeşitli isyanlar çıkardı. Dönemin hükümdarı İkinci Abdülhamid, Ermeniler'e taviz vermeyip bağ��msızlık yolunu tıkayınca Ermeni teröristler Sultanı en büyük düşman olarak gördü.
Taşnakçılar, 1904'te Sofya'daki kongrelerinde, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarında eylemler yapılmasını kararlaştırdı. Ermeni teröristler bu defa kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Sultan İkinci Abdülhamid'i hedef olarak seçmişlerdi. Anarşist Belçikalı Edouard Joris ile anlaşıp, suikast hazırlıklarına başladılar. İkinci Abdülhamid'e yapılan suikast teşebbüsü Vahdettin Engin'in "Kurtlar Sofrası'nda Osmanlı" ve Haluk Selvi'nin "Sultana Suikast" isimli kitaplarında teferruatlı olarak anlatılır.
ŞEYHÜLİSLAM SULTANI ÖLÜMDEN KURTARDI
Vahdet hocamızın eserine göre hadise şu şekilde cereyan etmişti:
Ermeni teröristler, uzun süren takip sonucunda İkinci Abdülhamid'in Cuma Selamlığı'nda eylemi gerçekleştirmeyi kararlaştırdı. Sultanın camiden çıkıp arabasının yanına varması 1 dakika 42 saniye tutmaktaydı. Saatli bomba yerleştirilmiş bir araba cami dışına getirilecek ve padişahın arabası geçerken patlatılacaktı. Teröristler, 21 Temmuz 1905 Cuma günü 80 kilogram patlayıcı madde ihtiva eden bombalı arabalarıyla Yıldız Camisi'ne geldiler. Plan görünüşte işliyordu. Ancak namaz bitiminde Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, İkinci Abdülhamid'in yanına gelerek lafa tuttu. Bu arada saatli bomba, müthiş bir gürültüyle patladı. Cemaleddin Efendi tarafından tesadüfen birkaç dakika oyalanan İkinci Abdülhamid suikasttan kılpayı kurtulmuştu. Ancak çevredeki 26 kişi hayatını kaybetmiş, 58 kişi ise hafif veya ağır yaralanmıştı. Ayrıca 20 kadar hayvan telef olmuş birçok araba enkaz haline gelmişti. Suikast teşebbüsü ülke içinde ve dışında büyük yankı uyandırdı. Soruşturmanın başlamasından kısa bir süre sonra Charles-Edouard Joris ve bazı suçlular yakalandı. Bazı teröristler ise yurt dışına kaçmayı başardılar.
TERÖRİSTİMİZİ VERİN
"Bombalı terör eyleminden sonra Batılı devletler üzüntülerini bildiren mesajlar göndermişlerdi. Ancak tutuklamaların açıklanmasından sonra Osmanlı yönetimi Avrupalı diplomatların baskınına uğradı. 'Joris sivildir, sivil hâkimler yargılasın' diye tutturdular. Hükümet baskılar üzerine sivil bir soruşturma komisyonu kurdu. Mahkemeye çıkarılan Belçikalı Edouard Joris'in idam cezasına çarptırılacağı muhakkaktı. Ancak karar verilmeden bir gün önce 17 Aralık 1905'te Belçika'nın İstanbul Büyükelçisi, Osmanlı hükümetine başvurarak, 3 Ağustos 1838 tarihli anlaşmaya istinaden sanığın iadesini istedi. Mahkeme Joris'i idama mahkûm etti. Büyükelçi de Osmanlı hükümetine tekrar başvurarak, cezasını Belçika'da çekmek üzere, Joris'in teslimini istedi. Osmanlı yönetimi 3 Ağustos 1838 tarihli anlaşmanın Belçika'ya böyle bir hak tanımadığını beyan ederek isteği reddetti. Belçika hükümeti ise Joris'in teslimini, hakettiği bir cezadan kurtarmak maksadıyla istemediklerini, anlaşma ile kendilerine bahşedilmiş haklardan vazgeçmek istemediklerini söylüyordu. Ancak Türkçe anlaşma metninde ceza davaları söz konusu olduğunda Belçika'ya hiçbir şekilde yargılama hakkı tanınmamaktaydı.
Osmanlı hükümeti, Osmanlı mahkemelerinde cezalandırılıp, mahkûmiyetlerini Osmanlı cezaevlerinde tamamlayan Fransız, Rus, İngiliz, İtalyan ve Avusturya uyruklu yabancıların bir listesini de Belçika'ya sundu. Osmanlı yönetimi Belçikalı anarşisti geri vermemek için bir süre daha direndi. Ancak Osmanlı İmparatorluğu, diğer Avrupa başkentlerinden de Belçika'yı destekleyen talepler gelmeye ve bu talepler tehdit halini almaya başlayınca Batı dünyasının baskılarına boyun eğdi. Sultan Abdülhamid, canına kasteden Joris'in idam cezasını önce müebbet hapse çevirdi, sonra da affetti. Joris Belçika'ya iade edilmedi ama pasaportu verilerek Avrupa'ya gönderildi. Onlarca kişinin katili bir terörist serbest kalmıştı. "Kan dökmekten hoşlanmayan padişahımız, canına kasteden katili affetme yüceliğini gösterdi" diye resmi bir bildiriyle meselenin üstünü kapattık.
.
Türkiye'nin Afrika'ya olan ilgisi bundan 500 yıl öncesine dayanıyor. Kuzey, Orta ve Doğu Afrika 16'ncı yüzyılda Endülüs devletinin durumuna düşüp, Hıristiyanlaşmaktan Osmanlı sayesinde kurtulmuştu. Ancak Batı ve Güney Afrika ülkeleri aynı şansa sahip olamadı...
Cumhurbaşkanımızın Afrika seyahati, bana 16. yüzyılda Osmanlılar'la Avrupalılar arasında Afrika'da yaşanan büyük mücadeleyi hatırlattı. Osmanlı İmparatorluğu'nun 16. yüzyılda dünya siyasetine yön verecek bir duruma gelmesi Kuzey, Doğu ve Orta Afrika'nın tarihi gelişimini de yakından etkiledi. 1492'de Endülüs'ün son kalıntısı olan Gırnata'nın düşmesinden sonra İspanyol ve Portekizliler, Kuzey Afrika'ya yerleşmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu, Barbaros Hayrettin Paşa ile denizlerde etkin bir hâle gelince Kuzey Afrika'da, Avrupalılar'la hakimiyet mücadelesine girdi. Habsburglar'ın Kuzey Afrika'yı ele geçirmeleri bu bölgelerdeki Türk korsanlarıyla Osmanlılar'ın işbirliği yapması sayesinde önlendi.
KUZEY AFRİKA'DA TÜRKLER
1516'da Cezayir'i ele geçiren Barbaros kardeşler, İspanyollar'a karşı koyabilecek durumda değillerdi. Bu yüzden Barbaroslar, Cezayir'de Osmanlı hakimiyetini tanıyarak kendilerini sağlama almışlardı. Nitekim Cezayir'i işgal etmek isteyen İspanyollar 1541'de bozguna uğratıldı.
1551'de Turgut Reis Trablusgarb'ı, yani Libya'yı Osmanlı hakimiyetine soktu. Tunus kesin olarak 1574'te fethedildi. Osmanlı hakimiyeti Fas'a kadar ilerlemişti. Fas'ta başlayan taht kavgasına müdahale edilerek burasının Portekiz himayesine girmesi önlendi. 4 Ağustos 1578'de Fas'ta yapılan Alkazar Savaşı'nda Portekiz kralı öldürüldü ve bu ülkede Osmanlı himayesi dönemi başladı.
AFRİKA İÇLERİNE GİRİLDİ
Osmanlılar'ın Kuzey Afrika hakimiyeti kıtanın içlerinde bulunan ancak sahille ilişkileri sebebiyle İspanyol ve Portekiz nüfuzu altına giren bugünkü Nijerya, Nijer, Çad, Mali devletlerinin topraklarında hüküm sürmekte olan Bornu, Songay, Timbuktu sultanlıkları gibi Müslüman devletlerini de kurtardı. Bu sultanlıklar Osmanlı padişahını halife olarak tanıyıp, tâbi oldular.
Osmanlılar'ın, Habsburglar'ın İspanyol kanadını Kuzey Afrika'dan uzaklaştırarak, burada hakimiyet kurmaları, bu bölgelerin Hıristiyanlaşmasını ve sömürgeleşmesini önledi. Eğer Osmanlılar'ın müdahalesi olmayıp, İspanyol ve Portekiz hakimiyeti sürseydi bugün buralarda durum çok farklı olurdu. Akdeniz'de ve Kuzey Afrika'da hakimiyet kuramayan Habsburglar bütün dikkat ve güçlerini Atlantik ötesindeki yeni sömürgelerine kaydırdılar. Bu durum da Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesini hızlandırdı.
SÖMÜRGELEŞTİRİLMEYİ ÖNLEDİ
15. yüzyılın sonlarından itibaren denizlerde büyük bir üstünlüğe sahip olan Portekiz, Afrika'nın doğu ve batı sahillerindeki Müslüman sultanlıklara saldırarak birçok yeri harap etmiş, bir kısmında da hakimiyet kurmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, Kızıldeniz'i ele geçirdikten sonra, Afrika'nın doğusunda Mozambik'e kadar olan bölgeyi Portekizliler'in işgalinden kurtardı. Habeşistan'a hakim olan Osmanlılar'ın nüfuzu Kenya'da Mombasa'ya kadar yayıldı. Böylece bu bölgelerin Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesi uzun süre önlenmişti.
.
Cumhurbaşkanımızın eşi Sayın Emine Erdoğan'ın Harem'de verilen eğitimle ilgili konuşması, sırf cumhurbaşkanımızın eşi olduğu için eleştirildi. Hâlbuki aynı sözleri yıllar önce Halil İnalcık hocamız "Harem bir fuhuş yuvası değil, bir okuldu" şeklinde ifade etmişti
Harem, "korunan, mukaddes şey ve yer" manasına gelir. Evlerde kadınların erkeklerle karşılaşmadan günlük hayatlarını sürdüreceği bölüme Harem denir. İslâmiyet'ten önceki dönemlerde Ortadoğu'da kurulmuş devletlerde ve İran'da Harem kurumuna rastlanır. Harem, Müslüman toplumlara mahsus bir kurum değildir, dünyanın her tarafında değişik din ve medeniyetlerde Harem'e rastlanılır.
Osmanlı'da Harem
İslâmiyet'ten sonra devlet başkanlarının saraylarında Harem, Emeviler zamanında ortaya çıktı. Abbasiler döneminde saray teşkilatının gelişmesine paralel olarak Harem de kurumlaştı.
Harem teşkilatı daha sonra Selçuklular, Harzemmşahlar ve Memlükler gibi İslâm devletlerinde de aynı yapı üzerinde devam ederek Osmanlı İmparatorluğu'na intikal etti. Harem teşkilatının ilk yılları hakkında fazla bir bilgimiz bulunmuyor. Orhan Gazi devrinde devletin teşkilatlanmasına paralel olarak Harem teşkilatının ilk çekirdeği atılmış olmalıdır. Çelebi Sultan Mehmed devrinden (1413-1421) itibaren Osmanlı sarayında Harem ağalarının görülmeye başlanması Harem'in gelişiminde önemli bir noktadır. Fatih Sultan Mehmed zamanında devlet ve saray teşkilatının oluşmasına paralel olarak Harem-i Hümâyûn da teşkilatlandırıldı. III. Murad'la birlikte Harem halkının sayısı arttı ve büyüdü. Valide sultan, yani padişah anneleri Harem'in yöneticisiydi.
Harem bir okuldu
Osmanlı Haremi, tarih boyunca herkesin ilgisini çeken bir yer olmuştur. Harem denince akla cinsellik gelir, ancak Harem-i Hümayun padişahın evi ve bir eğitim kurumudur. Osmanlı sarayı üç bölümden meydana geliyordu: Harem, Birun ve Enderun. Harem-i Hümayun, Harem'le birlikte Enderun'u içerisine alır. Enderun, Osmanlı'nın erkek yöneticilerinin yetiştiği üst düzey bir okuldu. Harem ise kadın yöneticilerin yetiştiği bir mektepti. Osmanlı tarihçiliğinin en büyük ismi tarihçilerin kutbu, şeyhül- müverrihin Halil İnalcık hocamız, 1990'larda Aktüel Dergisi'ndeki bir yazısında bu durumu "Harem bir fuhuş yuvası değil, bir okuldu" diye ifade etmişti. Hareme giren cariyeler sıkı bir disiplin altında, eğitim görürdü. Önce Türkçe ve İslamiyet öğretilirdi. Türk-İslam âdet ve adabını öğrenen kadınlar, dikiş-nakış, hanendelik, sazendelik, rakkaslık, şiir, hikâye anlatma sanatında ustalaşırdı. Kadınlara dönemin en iyi hocaları ders verirdi. Türk musikisinin en büyük isimlerinden Tekbir'in bestekârı Itrî ve 19. yüzyılın büyük bestekârı Hacı Arif Bey, Harem hocalarındandı.
.
17. yüzyılda Osmanlı topraklarında Kazak eşkıyası terörü kol geziyordu. Osmanlılar, saldırıları durdurmak için Kazakların destekçileri Polonya ve Rusya'ya savaş açıp, eşkıya ile yardım ve yatakçılarını inlerinde vurdular
Rusya'nın güneyinde yaşayan ve herhangi bir devlete tabi olmayan Kazak eşkıyası, 16. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük meselesiydi. Kazak eşkıyasının baskınları imparatorluğun hem iç hem de dış siyasetine etki etmişti.
İSTANBUL'DA AÇLIK TEHLİKESİ
Kazaklar, 16. yüzyıl sonlarından itibaren Karadeniz'de kıyısı olan Osmanlı şehirlerine denizden cüretkâr saldırılar yaptılar. Akkirman, Kili, Kefe, Trabzon ve Sinop başta olmak üzere imparatorluktaki birçok yerleşim yeri Kazaklar'ın saldırı ve yağmalarına maruz kaldı. Kazaklar, o kadar ileri gittiler ki 1615, 1620 ve 1624 yıllarında İstanbul'un Karadeniz kıyılarına bile saldırdılar. 1624'te Boğaz'dan içeri girip, Yeniköy'ü yağmaladılar. Kazak eşkıyasının saldırıları İstanbul'da hem korku yaydı, hem de Kazaklar'ın nakliyat gemilerine yaptıkları saldırılar yüzünden şehir kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Kazak saldırıları sonucu Doğu Bulgaristan ve Anadolu kıyılarındaki halk yerleşim yerlerini bırakarak iç bölgelere çekildiler.
EŞKIYAYA DESTEK
Zaporog Kazakları, ateşli silah kullandıkları için Tatarlar'a karşı üstünlük sağlıyorlardı. Silah ve barutu ise Polonya ve Rusya sağlıyordu. İki devlet de Kazaklar'ı kontrol altında bulundurmak için bu durumu kullanırlardı. Polonya, 16. yüzyılın başlarından itibaren Zaporog Kazakları'nı sınırlarını korumak için örgütlemişti. Kazaklar, Osmanlı topraklarına girip yağma faaliyetlerinde bulunduktan sonra Polonya ve Rusya'ya sığınıyorlar ve lojistik destek alıyorlardı. Büyük orduları meydan muharebelerinde yok eden Osmanlı, küçük kuvvetlerle topraklarını basan eşkıya karşısında zor duruma düşmüştü.
POLONYA İLE SAVAŞ
İkinci Osman tahta çıktığında Kazak tehdidinin iyice artması yüzünden Osmanlı'nın yönü Kuzey'e çevrilmişti. Polonya sınırında bulunan Osmanlı toprakları ile Karadeniz kıyıları Kazaklar'ın tehdidi altındaydı. Kazaklar, Osmanlı topraklarına girip yağmaladıktan sonra Polonya'ya sığınıyorlardı. Polonya ise Kırım Tatarları'nın baskısı altındaydı. Bu sırada bir Osmanlı ordusu Polonya kuvvetlerini yok etti. Bu zaferi değerlendirmek için 1621 Nisanı'nda İstanbul'dan yola çıkan Osmanlı ordusu, Turla Nehri'ni geçerek Hotin Kalesi önüne vardıysa da büyük bir başarı kazanamadı. Yapılan antlaşmayla Hotin geri alındı. Ancak Kazak saldırıları bitirilemedi. 1637'de Don Kazaklar'ı Azak'ı ele geçirdiler ve kalede bulunanları öldürdü. Bu dönem Osmanlı Dördüncü Murad'ın demir pençesinde yeniden canlandı. İran dize getirildiyse de Kazaklar karşısında bir şey yapılamadı. Gönderilen Osmanlı kuvvetleri kaleyi Kazaklar'dan geri alamadı.
RUSYA İLE SAVAŞ
Ancak 5 yıl sonra 1642'de Kazaklar'ın destekçisi Rus Çarı savaşla tehdit edilerek Azak geri alınabildi. Silah ihtiyacı yüzünden Polonya'ya bağlı olsalar da, Kazaklar her zaman Polonya'yı dinlemez, bağımsız hareket ederlerdi. Kazaklar, 1649'ta Khmelnisky'nin liderliğinde yarı bağımsız bir devlet kurdu. Kazak lideri 1648-1653 arasında, Polonya hakimiyetinden kurtulmak için Osmanlı himayesine girmeye çalıştı. Ancak Kazaklar istedikleri desteği alamayınca, Polonya'nın baskısından kurtulmak için 1654'te Pereyaslav Antlaşması'nı imzalayarak, Rus Çarlığı'na bağlandı. Bu durum Osmanlılar için önemli bir tehlike yarattı. Osmanlı, Kazak meselesini çözmek için 1672'de Polonya üzerine sefere çıkarak Kamaniçe'yi ele geçirdi ve iki taraf arasında 1676'da imzalanan Zuravno Antlaşması'nda "Osmanlılar'a tabi olan Kazaklar'a Polonya Kralı eski hudutları içinde memleketlerini geri verecektir" maddesi yer aldı. Rusya'nın Ukrayna'daki Kazaklar üzerindeki hakimiyetini kırmak için Osmanlı, 1678'de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa serdarlığında Ukrayna'ya girdiler ve Çehrin Kalesi'ni ele geçirdiler.
.
Bugün NATO’nun ve AB’nin merkezi olan Belçika, bir tiyatroyla başlayan isyandan sonra kurulalı iki asır bile olmadan, parçalanmanın eşiğine gelmiş bir devlet olarak tarih sahnesinde duruyor
Terör örgütlerinin bayraklarını açmalarına müsaade eden Belçika terör saldırılarıyla sarsıldı. Onlar teröristleri koruyadursunlar biz ülke olarak Belçika'nın teröre karşı yanındayız. Asırlarca başka başka ülkelerin hakimiyeti altında yaşayan ve adı bile olmayan Belçika, 1830'da bir tiyatro oyununu izleyen seyircilerin galeyana gelip, bağımsızlık için Hollanda'ya karşı isyan etmelerinden sonra kurulmuştu. Genç tarihçilerimizden Fatih Gürcan bir yazısında Belçika'nın kuruluş hikâyesini anlatır.
İSİMSİZ BİR ÜLKE
Belçika tarih boyunca başka ülkelerin hakimiyeti altında yaşadı. Uzun süren İspanya hakimiyetinden sonra 18. yüzyılın sonlarında patlak veren İspanya Veraset savaşlarının sonunda Belçika, Avusturya hakimiyetine girdi. İspanyol Felemenk'i olan ülkenin adı da artık Avusturya Felemenki'ydi.
1789'da meydana gelen Fransız İhtilali, Belçika'da da karışıklığa sebep oldu. Fransa, Belçika'daki asilerin haklarını bahane ederek Avusturya Felemenki'ne ordularıyla girdi. Avusturya'yı mağlup eden Fransa, Belçika'yı özgürleştirmek yerine ilhak etti. Avusturya bir süre sonra Belçika'yı geri aldıysa da Fransızlar bir yıl sonra tekrar bölgeyi hakimiyetine geçirdi. Napolyon'un askeri başarılarından sonra Avusturya, Belçika'nın Fransa toprağı olduğunu kabul etti.
Fransa'ya karşı birleşen koalisyon güçlerinin Napolyon'u mağlup etmesiyle Avrupa'nın sınırları yeniden çizildi. 1815'te Viyana Kongresi'nde diplomatlar Napolyon sonrası Avrupa'yı yeniden düzenledi. İtalya'da birçok toprak kazanan Avusturya, diğer devletleri ürkütmemek için Belçika'yı istemedi.
HOLLANDA HAKİMİYETİ
Belçika'nın Fransa hakimiyetine girmediği her durum Avusturya'nın işine geliyordu. Görüşmelerin sonunda Belçika, Hollanda'ya verildi. Devletin adı Niederland, yani "Alçak yükseklikte ki ülke" olacaktı. Bu devlet aynı zamanda Fransa'ya karşı bir denge unsuru olacaktı.
Aradan geçen iki asırda Hollanda ve Belçika'nın dini ve siyasi yapıları iyice birbirinden kopmuştu. Belçika nüfusunun yaklaşık yarısını Valon denilen Latin kökenli Fransızca konuşan bir halk oluşturmaktaydı ve ülke Katolik'ti. Hollanda'da ise Felemenk'ti ve ülkenin çoğunluğu Protestandı. Hollanda ticaret, Belçika ise sanayi toplumuydu.
Belçikalılar, Hollandalılar'ın neredeyse iki misli nüfusa sahipken, Kral Willem Oranje'nin baskısıyla mecliste eşit olarak temsil edilmişlerdi. Kral, Belçikalılar'ın Felemenkçe konuşmasını ve Protestanlığı benimsemesini istiyordu. Kralın baskısı Belçikalılar'ı patlamaya hazır barut fıçısına döndürdü. Ancak Avusturya Başbakanı Metternich başta olmak üzere Avrupa'nın önde gelen güçleri milliyetçiliğin yayılmasını istemiyorlardı.
Fransa'da, 1830'da başlayan hürriyetçilik akımı Avrupa'nın siyasi yapısını alt üst etti. Fransa'da kralın baskısına karşı ayaklanan hürriyet yanlıları bütün Avrupa'yı sarstı. Fransa'da kralın tahttan indirilmesi Avrupa'da 1830'dan itibaren ayaklanmalara yol açtı.
TİYATRO'DA BAŞLAYAN İSYAN
Halkın en büyük eğlencelerinden biri olan tiyatro hem etkin bir muhalefet aracı, hem de halkın bir araya geldiği sosyal merkezdi. Belçikalılar, Fransa'daki ihtilalden bir ay sonra 1830 Ağustos'unda Brüksel'de bir gösteri izliyorlardı. Oyunun konusu İspanyol idaresine karşı ayaklanan Güney İtalyalılar'dı. Bu oyun bir anda Belçikalılar'ın ayaklanmasına yol açtı. Brüksel sokakları özgürlük yanlılarının çığlıklarıyla doldu. İşçiler başta olmak üzere herkes isyana katıldı. Zengin ama adı bile olmayan toplum artık hürriyet ve kendi devletlerini istiyordu. Geçmişte bölgede yaşayan "Belgaların" ismi ülkenin yeni adı oldu.
Durumu kabullenmeyen kral, orduyu asilerin üzerine gönderdi. Hollanda ordusu karşısında dayanamayan Belçikalılar, yenilmek üzereyken İngiltere ve Fransa devreye girdi. Fransa ve İngiltere, Ocak 1831'deki Londra Konferansı'nda Belçika'nın bağımsızlığını tanıyıp, garantör oldu. Belçika müstakil bir krallık oldu ve başına İngiltere kraliyet ailesinin akrabası Leopold getirildi.
Hollanda kralı ise oldu-bittiyi kabul etmeyerek, Belçikalılar'ın üzerine harekâta devam etti. Bu gelişmeler üzerine Fransa karadan, İngiltere ise denizden Hollanda'yı sıkıştırdı. Hollanda iyice köşeye sıkışmasına rağmen Kral mağlubiyeti kabullenemedi. Müttefikler ise Hollanda'ya Lüksemburg ve Limburg tavizini vererek 1838'de Belçika Krallığı'nın kurulmasını Hollanda Kralı'na kabul ettirdi.
.
Belçika'da yaşayan ilk topluluk Belga adıyla anılan Keltlerdi. Belçika bölgesi Roma İmparatorluğu'nun bir parçası oldu ve 500 yıl Roma hakimiyetinde kaldı. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra bölge Frank Krallığı'na geçti ve Hıristiyanlaştı. Daha sonra Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun hakimiyetine girdi. Kanunî'nin en büyük rakiplerinden Şarlken'in 1558'de ölümünden sonra Hollanda ile beraber Habsburglar'ın İspanya kanadının hakimiyeti altına girdi.
Hollanda ile Belçika'nın yolları 16. yüzyılın sonlarında ayrıldı. Hollanda Protestanlığı benimserken, Belçika Katolik kaldı. Dini ayrılık siyasi sahaya da yansıdı. Hollandalılar, 16. yüzyılın sonlarında Habsburglar'ın Batı kolu olan İspanya Krallığı'na karşı isyan etti. Ancak güney, yani Belçika, Katolik olarak İspanya idaresinde kaldı.
Hollanda, 17. yüzyılda yüzlerce gemisi ile okyanusların hakimi haline geldi. Birçok yerde sömürge elde etti ve okyanus ticaretinin en büyük aktörü oldu. Belçika ise dünyaya açılamadığı gibi bağımsız da olamamıştı. Hollanda'nın İspanyol hakimiyetinden kurtulmasından sonra Belçika "İspanyol Felemenk'i" olarak anıldı.
.
Belçika, bağımsız olduktan sonra hızla Afrika'da sömürge sahibi oldu. Birinci Dünya Savaşı başlayınca iki ateş arasında kaldı. Tarafsız olmak istedi ama olamadı. Almanya'ya topraklarımdan Fransa'ya geçemezsin diyen Belçika, Kayserin ordusu karşısında perişan oldu. Belçika Alman işgali altına girdi. İtilaf devletleri Almanya savaşı kaybedince, iki eski Alman sömürgesi olan Burundi ve Ruanda'yı Belçika'ya verdiler. Belçika, 1930'da Felemenkçe ve Fransızca konuşanlar olmak üzere iki idari bölgeye ayrıldı.
İkinci Dünya Savaşı başladığında Belçika yine Alman ordularınca işgal edildi. Belçika hükümeti İngiltere'ye kaçtı. Dört yıl işgal altında kalan Belçika savaşın bitmesiyle huzura kavuştu. Belçika, tarihi boyunca büyük güçlerin karşılıklı olarak kozlarını paylaştıkları bir sahne olmuş. Ülke İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar barışa hasret bir biçimde yaşamıştı. Belçika'nın başkenti Brüksel hem AB'nin, hem de Fransa'nın askeri kanattan ayrılmasından sonra, NATO'nun idari merkezi oldu.
1960 sonrası sömürgelerine bağımsızlık veren Belçika, 1980'de Felemenk- Valon olmak üzere iki federasyona dönüştü. Brüksel iki toplumun da yönetimde söz sahibi olduğu idari merkez oldu. Bugün, Kuzeyli bir kavim olan Flamanlar'la, Latin orijinli Valonlar'ı aynı çatı altında barındıran Belçika'nın en büyük kaygısı bölünme. Kraliyetin sembolik varlığı ve Brüksel'in idari durumu ülkeyi bölünmeden koruyor ama nereye kadar gideceğini bekleyip göreceğiz.
.
Bugün NATO’nun ve AB’nin merkezi olan Belçika, bir tiyatroyla başlayan isyandan sonra kurulalı iki asır bile olmadan, parçalanmanın eşiğine gelmiş bir devlet olarak tarih sahnesinde duruyor
Terör örgütlerinin bayraklarını açmalarına müsaade eden Belçika terör saldırılarıyla sarsıldı. Onlar teröristleri koruyadursunlar biz ülke olarak Belçika'nın teröre karşı yanındayız. Asırlarca başka başka ülkelerin hakimiyeti altında yaşayan ve adı bile olmayan Belçika, 1830'da bir tiyatro oyununu izleyen seyircilerin galeyana gelip, bağımsızlık için Hollanda'ya karşı isyan etmelerinden sonra kurulmuştu. Genç tarihçilerimizden Fatih Gürcan bir yazısında Belçika'nın kuruluş hikâyesini anlatır.
İSİMSİZ BİR ÜLKE
Belçika tarih boyunca başka ülkelerin hakimiyeti altında yaşadı. Uzun süren İspanya hakimiyetinden sonra 18. yüzyılın sonlarında patlak veren İspanya Veraset savaşlarının sonunda Belçika, Avusturya hakimiyetine girdi. İspanyol Felemenk'i olan ülkenin adı da artık Avusturya Felemenki'ydi.
1789'da meydana gelen Fransız İhtilali, Belçika'da da karışıklığa sebep oldu. Fransa, Belçika'daki asilerin haklarını bahane ederek Avusturya Felemenki'ne ordularıyla girdi. Avusturya'yı mağlup eden Fransa, Belçika'yı özgürleştirmek yerine ilhak etti. Avusturya bir süre sonra Belçika'yı geri aldıysa da Fransızlar bir yıl sonra tekrar bölgeyi hakimiyetine geçirdi. Napolyon'un askeri başarılarından sonra Avusturya, Belçika'nın Fransa toprağı olduğunu kabul etti.
Fransa'ya karşı birleşen koalisyon güçlerinin Napolyon'u mağlup etmesiyle Avrupa'nın sınırları yeniden çizildi. 1815'te Viyana Kongresi'nde diplomatlar Napolyon sonrası Avrupa'yı yeniden düzenledi. İtalya'da birçok toprak kazanan Avusturya, diğer devletleri ürkütmemek için Belçika'yı istemedi.
HOLLANDA HAKİMİYETİ
Belçika'nın Fransa hakimiyetine girmediği her durum Avusturya'nın işine geliyordu. Görüşmelerin sonunda Belçika, Hollanda'ya verildi. Devletin adı Niederland, yani "Alçak yükseklikte ki ülke" olacaktı. Bu devlet aynı zamanda Fransa'ya karşı bir denge unsuru olacaktı.
Aradan geçen iki asırda Hollanda ve Belçika'nın dini ve siyasi yapıları iyice birbirinden kopmuştu. Belçika nüfusunun yaklaşık yarısını Valon denilen Latin kökenli Fransızca konuşan bir halk oluşturmaktaydı ve ülke Katolik'ti. Hollanda'da ise Felemenk'ti ve ülkenin çoğunluğu Protestandı. Hollanda ticaret, Belçika ise sanayi toplumuydu.
Belçikalılar, Hollandalılar'ın neredeyse iki misli nüfusa sahipken, Kral Willem Oranje'nin baskısıyla mecliste eşit olarak temsil edilmişlerdi. Kral, Belçikalılar'ın Felemenkçe konuşmasını ve Protestanlığı benimsemesini istiyordu. Kralın baskısı Belçikalılar'ı patlamaya hazır barut fıçısına döndürdü. Ancak Avusturya Başbakanı Metternich başta olmak üzere Avrupa'nın önde gelen güçleri milliyetçiliğin yayılmasını istemiyorlardı.
Fransa'da, 1830'da başlayan hürriyetçilik akımı Avrupa'nın siyasi yapısını alt üst etti. Fransa'da kralın baskısına karşı ayaklanan hürriyet yanlıları bütün Avrupa'yı sarstı. Fransa'da kralın tahttan indirilmesi Avrupa'da 1830'dan itibaren ayaklanmalara yol açtı.
TİYATRO'DA BAŞLAYAN İSYAN
Halkın en büyük eğlencelerinden biri olan tiyatro hem etkin bir muhalefet aracı, hem de halkın bir araya geldiği sosyal merkezdi. Belçikalılar, Fransa'daki ihtilalden bir ay sonra 1830 Ağustos'unda Brüksel'de bir gösteri izliyorlardı. Oyunun konusu İspanyol idaresine karşı ayaklanan Güney İtalyalılar'dı. Bu oyun bir anda Belçikalılar'ın ayaklanmasına yol açtı. Brüksel sokakları özgürlük yanlılarının çığlıklarıyla doldu. İşçiler başta olmak üzere herkes isyana katıldı. Zengin ama adı bile olmayan toplum artık hürriyet ve kendi devletlerini istiyordu. Geçmişte bölgede yaşayan "Belgaların" ismi ülkenin yeni adı oldu.
Durumu kabullenmeyen kral, orduyu asilerin üzerine gönderdi. Hollanda ordusu karşısında dayanamayan Belçikalılar, yenilmek üzereyken İngiltere ve Fransa devreye girdi. Fransa ve İngiltere, Ocak 1831'deki Londra Konferansı'nda Belçika'nın bağımsızlığını tanıyıp, garantör oldu. Belçika müstakil bir krallık oldu ve başına İngiltere kraliyet ailesinin akrabası Leopold getirildi.
Hollanda kralı ise oldu-bittiyi kabul etmeyerek, Belçikalılar'ın üzerine harekâta devam etti. Bu gelişmeler üzerine Fransa karadan, İngiltere ise denizden Hollanda'yı sıkıştırdı. Hollanda iyice köşeye sıkışmasına rağmen Kral mağlubiyeti kabullenemedi. Müttefikler ise Hollanda'ya Lüksemburg ve Limburg tavizini vererek 1838'de Belçika Krallığı'nın kurulmasını Hollanda Kralı'na kabul ettirdi.
.
Osmanlı tarihinin en büyük âlim ve sanatkârlarından biri olan Matrakçı Nasuh, tarihçi, matematikçi, silahşör, hattat ve ressamdı. Matrakçı Nasuh, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan 1551'e kadar uzanan bir Osmanlı tarihi yazmıştı. Kısım kısım kaleme aldığı eserinde kendi çizdiği minyatürlere yer verdi. Bu minyatürler İkinci Bayezid ve Kanunî'nin düzenledikleri seferlerde geçtikleri mevkilerin minyatürleridir. Eserlerindeki minyatürler, Osmanlı coğrafyası, tarihçiliği, denizciliği ve mimarîsi açısından son derece önemlidir. Rahmetli Hüseyin Gazi Yurdaydın'ın araştırmaları daha önce fazla bilinmeyen bu müellifin hayatını ve eserlerini aydınlatmıştır. Yurdaydın, 1976'da Matrakçı Nasuh'un Kanunî'nin 1533'deki Irakeyn seferini anlatan eseri "Beyân-ı Menzil-i Sefer-i Irâkeyn-i Sultan Süleyman Han"ı Türk Tarih Kurumu yayınları arasında neşretti. Eserin ikinci baskısı 2014'te yapıldı. Ancak ikinci baskı birinci baskının kalitesinden çok uzak ve çok kötü bir neşirdi. Yayınladığı devasa eserlerle sanat tarihçiliğimize damga vuran Nurhan Atasoy, uzun çalışmalarından sonra Matrakçı'nın bu eserini Seyit Ali Kahraman ve Ruşen Deniz'in katkılarıyla mükemmel bir şekilde tekrar yayınladı. Masa yayınlarından çıkan ve Milenyum yayınlarının dağıttığı eser üç cilt olarak hazırlanmış. Bu yayın Türkiye'de matbacılığımızın vardığı kaliteye de işaret ediyor. Bir zamanlar yurtdışında hayranlıkla baktığımız tıpkıbasımlar artık Türk matbaalarında da yapılabiliyor. Birinci cilt eserin lekelerine varıncaya kadar mükemmel bir tıpkıbasımı. İkinci cilt eserdeki minyatürlerde gösterilen şehir, köy, kale, tarihi yapılar, dağlar, evler nehirler ve bitkilerin Nurhan Atasoy tarafından Evliya Çelebi ve diğer kaynaklarla karşılaştırılarak incelenmesi ve yorumlanmasını ihtiva ediyor. Üçüncü cilt ise Seyit Ali Kahraman tarafından eserin günümüz Türkçesiyle neşri. Matrakçı'nın Anadolu, İran ve Irak'ın tarihine ışık tutan eserini büyük âlim ve sanatkârımıza layık bir şekilde neşrettiği için Nurhan Atasoy hocamızı ve yayınevini tebrik ediyoruz.
.
Hürrem Sultan'ın Kanunî Sultan Süleyman'a yazdığı mektuplar ile Turhan Sultan'ın veziriazamlara yazdığı emirlere baktığımızda her iki sultanın da çok iyi bir eğitim aldığını, Türkçe'nin ifade gücüne, şiire, dinî ve tarihî bilgilere, diplomasiye ve devletin iç meselelerine vâkıf oldukları görülür. Hürrem Sultan, Kanunî'ye yazdığı mektuplarda Büyük İskender döneminde yaşadığına inanılan kadın hükümdar Kaydâfe'den bile bahsetmişti. Hürrem Sultan'ın Kanunî'ye yazdığı mektup okunduğunda Harem'in eğitim durumu daha iyi anlaşılacaktır: "Benim Yusuf yüzlüm, şeker sözlüm, hoş edalı sultanım. Allah'ın dergâhına yüzümü süpürge edip, öyle yalvarırım ki, sizi benden ömren ayırmak sözü yok olmakla kalmasın, mübarek endamını yine tez zamanda bana göstersin. İlahî, "bizi ayrılıktan kurtar". Eğer denizler mürekkep, şu ağaçlar kalem olsaydı, bu ayrılığın açıklamasını nasıl yazarlardı. Her kim ayrılığa düşenin hâlini bilmeyi dilerse, Yusuf Suresi'ni okusun. O sure onu tam yorumlar. Benim sultanım, canım, melek yüzlü nurum. Şu anda, sihir eserleri gösteren sevgilinin kalem damlalarının tuhaflıkları ve mucize gösteren yontulmuş kalem nağmelerinin rağbet edilen hediyesi, yani benzersiz yazı ve üstün sözlü, cana rahatlık veren, su gibi akıcı, tatlı sözlü yüce hitabınız, Allah'ın beratı ve gökyüzüne ait gelen tuğra gibi, mutluluk tacı gibi, ikbal ufkundan inerek ikram edildi...."
.
Avrupalılar için Harem her zaman esrarengiz ve hayalleri süsleyen bir yer olmuştur. Üst düzey devlet görevlilerinin bile girmelerinin mümkün olmadığı Harem'i Avrupalılar'ın görmeleri hayal bile edilemezdi. Batılılar, Harem ile ilgili cinsel hayaller kurmuşlar ve hayali bilgilerle yüzlerce kitap yazmışlar. Örneğin, XVII. yüzyılda İngiliz Elçiliği Kâtibi Rycaut, padişahın iki sıra hâlinde dizilmiş cariyelerin arasından geçerken geceyi geçirmek istediği güzelin önüne mendil bıraktığını söyler. III. Ahmed devrinde İngiltere'nin İstanbul elçisi olan Wortley Montagu'nun eşi olan Lady Montagu, Osmanlı haremine girebilen nadir Avrupalılar'dan. Mektuplarında Rycaut'un fantezisinin doğru olmadığını yazar.
.
XVII. yüzyılda padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları devlet yönetiminde boşluk meydana getirdi. Bu dönemde devlet idaresinde Harem ve valide sultanlar ön plana çıktı. Böyle bir dönemde Kösem Sultan ve Turhan Sultan'ın devlet yönetimini ele almaları Osmanlı'yı otorite boşluğundan bir ölçüde kurtarmıştır. Valide sultanların hanedanın devamını herşeyin üstünde tutması devletin devamını sağlamıştır. Kösem ve Turhan sultanların emirleri incelendiği zaman cahil insanlar olmadığı anlaşılır.
Turhan Sultan'ın veziriazama yazdığı emirlerden, gemilerdeki top ve kürekçilerden, Mısır Hazinesi'nden gelen vergiye, asker maaşlarından Kırım Hanı tayinine, fişek atılmasının yasaklanmasından Üsküdar'ın eşkıyalardan temizlenmesine kadar birçok konuya vâkıf olduğu görülüyor.
.
Osmanlılar, Portekiz tehlikesinin artması üzerine 1550'lerden itibaren yeniden Hindistan ve Doğu Afrika ile ilgilendi. Arka arkaya Hint seferleri yapıldı. Kanunî, 1555'te Özdemir Paşa'yı yeni kurulan Habeş eyaletinin beylerbeyi tayin etti.
Babasının ölümünden sonra Habeş beylerbeyliğine tayin edilen Özdemiroğlu Osman Paşa da bölgede Osmanlı hakimiyetini genişletti. Hıristiyanlar karşısında gerileyen Müslümanlar, Osmanlı yardımıyla tekrar kuvvetlendi. Eritre ile Sudan tamamıyla Müslümanlar'ın eline geçti ve buralardaki Hıristiyan hakimiyeti sona erdirildi.
1555'te kurulan Habeş Beylerbeyliği, zamanla Doğu Afrika'daki Mombasa'ya kadar uzanan ve bugünkü Sudan'ın bir kısmı ile Cibuti, Eritre. Etiyopya ve Somali'yi içine alan bir beylerbeylik haline geldi.
Osmanlılar, Habeş Beylerbeyliği'ni kurduktan sonra Doğu Afrika'da hakimiyet tesis etmişlerdi. Ancak bölgenin tamamını bu beylerbeyliğine bağlamadılar. Adel, Funcistan ve Yukarı Nubiya, Habeş eyaletine dâhil edilmeyip, Osmanlı'ya tabi Müslüman sultanlıklar olarak kaldı. Bu sultanlıklar ise bölgede İslamiyet'i yaydı.
.
Osmanlı, yalnızca Türk değil, dünya tarihinin de gördüğü en büyük imparatorluklardan birisiydi. Buna mukabil bu imparatorluğun tarihi tam manasıyla yazılamamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun Afrika sınırları haritalarda sadece Kuzey Afrika'da bir kıyı şeridi olarak görülür. Bu külliyen yanlıştır! Çünkü Osmanlı sınırları Afrika'nın içlerinde Kenya'ya kadar uzanıyordu.
Rahmetli Cengiz Orhonlu ile Ahmet Kavas'ın yazdığı kitap ve makaleler Afrika'nın Osmanlı tarihindeki yerini ortaya çıkarmıştır. Rahmetli Cengiz Orhonlu, kendisine bölgedeki Osmanlı hakimiyetiyle ilgili soru soran bir Afrikalı'ya yeterince cevap veremediğini farkedince bu konuda geniş bir araştırma yapmış ve 1976'da yayımladığı "Osmanlı İmparatorluğu'nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti" isimli muazzam eseriyle bölgedeki Osmanlı tarihini aydınlatmıştır.
.
Portekizliler, 1500'lerin başından itibaren Hint Okyanusu'nda ve Doğu Afrika'da sömürgeciliğe başlamışlardı. Vasco de Gama'nın 1497'de Afrika'yı dolaşmasından üç yıl sonra Portekizliler, Hint Okyanusu'na açıldı. Uğradıkları her yeri vergiye bağladılar. Afrika yerlileri direnmeye çalışınca Portekizliler her yeri yakıp, yıktı. Portekiz donanması Sudan ve Somali kıyılarında ölüm saçtı. Haçlı gemileri kıyılarda bulunan Makdişu (1499), Berâve (1506) gibi Somali şehirlerini acımasız bir şekilde bombardımana tuttu. Portekizliler 1507'de Kızıldeniz'e ulaştı. 1513'te ise Müslüman Sudan'ın merkezi olan Sevakin'e saldırdı. Portekiz korsanları, Aden Körfezi'ne yerleşerek Müslüman ticaret gemilerini yağmaladı.
Portekiz, bölgedeki 700 yıllık İslam medeniyetini yok etmek üzereydi. Bölgenin en önemli Müslüman gücü olan Memlük Devleti bütün çabalarına ve Osmanlı'dan aldığı donanma ve denizci yardımına rağmen Portekizliler'le baş edemiyordu. Tam bu sırada 1517'de Yavuz Sultan Selim'in Memlük Devleti'ni ortadan kaldırıp Mısır'ı ve Arabistan Yarımadası'nın önemli bir kısmını Osmanlı topraklarına dahil etmesi bölge dengelerini büyük oranda değiştirdi. Portekiz karşısında zor duruma düşen Afrika'daki Müslüman hükümdarlar Yavuz'a haberci göndererek ondan yardım istedi. Osmanlılar'ın müdahalesiyle birlikte bölgenin kötü gidişatı değişti. Cengiz Orhonlu, Ahmet Kavas ve Nikolay Aleksiyeviç İvanov'un araştırmaları bölgedeki Osmanlı hakimiyetini teferruatlı olarak anlatır.
Charles-Edouard Joris, sorguda olan biten her şeyi anlatınca olayın bütün safahatı aydınlanmıştı. Sofya'da suikast kararı aldıktan sonra terörist Kendiryan, Belçikalı anarşist Joris ile temas kurmuştu. Kendiryan, Joris, Samuel Fain, Robine Fain ve Lipa Rips İstanbul'da bir ev kiralayarak günlerce suikast planını tartıştı. Bombalı arabayla suikasta karar verilince, Viyana'dan istedikleri gibi bir fayton satın alındı. İstanbul'a gönderilen araba, gümrükten çıkarılarak Şişli'de bir ahıra kondu. Teröristler, Rus konsolosluğundan temin ettikleri sahte izinle Yıldız Camisi'ndeki Cuma selamlıklarına defalarca gidip, yabancılara ayrılan yerden, padişaha ne şekilde suikast yapılabileceğini hesapladı. Sonunda araba içine yerleştirilmiş bir saatli bombanın padişahın arabasının yanında patlatılmasına karar verdiler.
Paris'te satın alınan bomba birçok ayrı paket hâlinde parça parça olarak Atina ve Varna yoluyla İstanbul'a getirtildi. Gerek arabanın satın alınması, gerekse suikasta yönelik harcamaların toplamı 300 bin frangı bulmuştu. Para, Amerika, Rusya ve Bulgaristan'daki Ermeniler tarafından temin edilmişti. Suikastın gerçekleştirileceği gün titreşimin önlenmesi için tekerlerine lastik takılmış, araba Yıldız Camisi'ne getirildi. Arabadaki saatli bomba sultanın camiden çıkıp kendi arabasının yanına geleceği zamana göre ayarlandı. Her şey önceden planlandığı gibi yolunda gidiyordu. Fakat İkinci Abdülhamid o gün her zamankinden farklı olarak namaz çıkışı biraz oyalanınca, önceden kurulmuş olan saatli bomba patladı ve suikast başarısız oldu. Suikast başarılı olsaydı, sultanın öldürülmesinden sonra Ermeni teröristler, Bâbıâli'yi, Tünel'i, Galata Köprüsü'nü, Osmanlı Bankası'nı ve birçok resmi daireyi havaya uçurarak İstanbul'u kan gölüne çevireceklerdi..
.
İkinci Abdülhamid'e yapılan suikast, yapılan tahkikatla kısa zamanda aydınlatılmıştı. Osmanlı yönetimi suikast tahkikatını Fransızca ve Türkçe olarak, kitaplaştırdı. 21 Temmuz 1905 Cuma günü Yıldız Camisi'nin önünde 26 kişinin ölüp, 58 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı terör eylemi bu tahkikat raporunda teferruatlı olarak anlatılır. Bu tahkikat raporu, Haluk Selvi tarafından bir inceleme, yeni harflere çevirisi ve sadeleştirilerek İstanbul Büyükşehir Kültür A.Ş. tarafından "Sultan'a Suikast" adıyla yayımlandı. Kitapta, bombaların, patlayıcı düzeneklerinin ve teröristlerin görselleri de yer alıyor..
.
Başbakan Davutoğlu'nun Ortadoğu'da sömürgeci güçleri anlatırken bahsettiği Sykes-Picot antlaşmasıyla, İngiltere ve Fransa Osmanlı topraklarını paylaşmıştı
Suriye ve Irak'ta yaşanan kargaşadan sonra gündeme sık sık Sykes-Picot Antlaşması geldi. Önce Daeş, Suriye ile Irak arasındaki sınır kapılarını ele geçirerek Sykes-Picot Antlaşması ile belirlenen sınırları kaldırdıklarını ilan etti. Daha sonra geçtiğimiz ocak ayında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Ortadoğu'yu şekillendiren Sykes-Picot anlaşmasının artık geçerliliğini yitirdiğini, yeni antlaşmaların yapılması gerektiğini ifade etti. En son ise Başbakanımız Ahmet Davutoğlu, "Şimdi ya Kut'ül-Amâre kazanacak, ya Sykes-Picot kazanacak" dedi.
Birinci Dünya Savaşı'nın başında İngiltere- Rusya ve Fransa arasında 1915'te yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan Londra Antlaşması'yla Boğazlar ve İstanbul'un Ruslar'a bırakılmasına karşılık, İngiltere ve Fransa da Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bölgelerinden istedikleri yerleri alacaklardı. Ancak bu iki emperyalist devletin çıkarlarının çakıştığı toprakları paylaşmaları kolay değildi. İngiltere, Arap krallığı kurup başına geçireceği vaadi ile Şerif Hüseyin'i Osmanlı'ya karşı isyan ettirmek için görüşmelere başlamıştı. Fransa, Araplar'la İngiltere'nin görüşmesinden ancak 1915 Kasım'ında haberdar oldu. Ortadoğu'nun aralarında paylaşılması için diplomasi yürüten İngiltere ve Fransa 25 Kasım 1915'te görüşmelere başladı. İki devlet arasında bir neticeye varılmadan İngiltere, 1916 başlarında Şerif Hüseyin-Mc Mahon Antlaşması ile Şerif Hüseyin'in isteklerinin çoğunu kabul etti. Ancak bu sırada İngiltere ile Fransa arasındaki görüşmeler devam ediyordu. 16 Mayıs 1916'da iki devlet arasında Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yapıldı. Görüşmeleri Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Mark Sykes yürüttüğü için bu antlaşmaya Sykes- Picot Antlaşması denildi. Antlaşmanın bir diğer ismi ise Küçük Asya Antlaşması'dır. Şerif Hüseyin İngiltere'ye güvenip, 1916 ortalarında isyan etti. Büyük bir Arap Krallığı'nın başına geçeceğinin hayali ile çöllerde Türk askerinin kanını döktü. Ancak İngiltere ona vereceğini taahhüt ettiği toprakları çoktan Fransa ile paylaşmıştı.
SURİYE FRANSA'YA, IRAK İNGİLTERE'YE
Türkiye'de gizli antlaşmalarla ilgili fazla araştırma yok. Bu durumun istisnalarından biri Prof. Dr. Azmi Özcan'ın "Osmanlı Mülkünü Paylaşım Planları Üzerine Düşünceler (Gizli Antlaşmalar 1914-1921)" isimli makalesi. Yakın zamanda bu konuda dışarıda çıkmış önemli bir kitap ise James Barr'ın "Line in the Sand: Britain, France and the struggle that shaped the Middle East" isimli eseri. İngiltere ile Fransa, Osmanlı topraklarını şu şekilde paylaşmışlardı: Fransa, Suriye'nin tamamını, Lübnan'ı, Adana ve Mersin bölgesini alacaktı. Bağdat, Basra arasında kalan Irak toprakları ile Akdeniz'e açılan Hayfa Limanı da İngiltere'nin olacaktı. Bunun dışında her iki ülke ayrıca kendilerine birer nüfuz alanı seçiyor ve Kerkük-Akkâ hattının kuzeyi Fransızlar'a, güneyi İngilizler'e ayrılıyordu. Filistin uluslararası bir statüde olurken, diğer Arap toprakları bağımsız olacaktı.
ÇARLIK YIKILINCA KİRLİ ÇAMAŞIRLAR ORTAYA ÇIKTI
1917'de Bolşevik İhtilali ile Rusya'da Çarlık yıkılınca birçok şey değişti. İhtilalden sonra Komünist Ruslar, Çarlık Rusyası'nın gizli diplomatik belgelerini yayımlayıp, Emperyalist Batı'nın sırlarını dünyaya ifşa ederek Türkiye'yi ve Arap topraklarını derinden sarstı. İhtilal sonrası kurulan Sovyet hükümeti Çarlık devrinde İngiltere ve Fransa ile yaptığı gizli diplomatik anlaşmaları yayımlayacağını ilan etti. Bu durum Avrupa'da büyük heyecan yarattı. Komünistler gizli antlaşmaları Sarı Kitap adıyla neşretmeye başladılar. Lev Troçki nezaretinde Izvestia gazetesinde yayımlanan belgelerin 11-24 Kasım 1917 tarihleri arasındakileri Türkiye'yle ilgiliydi. Ruslar'ın yayımladığı gizli antlaşmalarla ilgili bilgi 26 Kasım 1917'de The Manchester Guardian'da yayımlandı. Ruslar'ın yayımladığı gizli belgeler Stockholm'de Fransızca'ya çevrilerek Türkiye'ye gönderildi. Osmanlı Dışişleri böylece düşmanlarının hakkındaki niyetlerini öğrenmişti. Bolşeviklerin, Çarlık diplomasisinin gizli vesikalarını yayımlamasıyla bağımsız Arap Krallığı hayal eden Araplar'ın başlarından kaynar su dökülmüştü. Araplar'a birçok ümit veren İngiltere'nin kirli çamaşırları ortaya çıkmıştı. Filistinli tarihçi George Antonius, antlaşmayı, "Sykes-Picot şok edici bir belge. Aç gözlülük ürünü olması en kötü yanı değildir. Müttefik aç gözlülüğü şüpheye ve sonra da aptallığa gitti. Şaşırtıcı bir ikili oyun parçası olarak durmakta" şeklinde değerlendirmiştir. Sovyetler Birliği Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiserliği bu vesikaları daha sonra E. Adamof'un girişi ile kitap olarak neşretti. Belgeler 1924'te Fransızca olarak da yayımlandı.
RUSLAR'A İSTANBUL VE BOĞAZLAR YETMEDİ
İngiltere ve Fransa kendi aralarında anlaştıktan sonra durumu Ruslar'a haber verdiler. 1916 Mart'ında Ruslarla görüşmeler başladı. Bu görüşmelerde Rus Dışişleri Bakanı Sazanov ön plandaydı. Rusya, kendisine bırakılan İstanbul ve Boğazlar'a mukabil İngiltere ve Fransa'nın alacağı toprakların fazla olduğunu ileri sürerek Kuzey Doğu Anadolu'dan da toprak istedi. Rusya'nın istediği topraklar, Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş ve Siirt gibi illerimizdi. Rusya buna karşılık Fransa'nın Kayseri'den Elazığ'a kadar olan bölgeyi almasını kabul etti. İngiltere de bu duruma Rusya'ya bırakılan yerlerde kendisine ait çıkarlarının korunması şartıyla itiraz etmedi. Böylece Sykes- Picot Anlaşması'nın Rusya'nın dahil edilmiş hali ortaya çıktı. Antlaşmaya bu yüzden Sazanov- Sykes-Picot Anlaşması da denir.
SÖMÜRGECİ AÇGÖZLÜLÜĞÜ UYGULAMAYI ZORLAŞTIRDI
1917'de Rusya'da Komünist İhtilal olunca, Rusya devre dışı kaldı. Antlaşmanın uygulanması İngiltere ve Fransa arasında başlangıçta kolay olmadı. İngiltere işgal ettiği Suriye'den çıkmak istemedi. Fransa ise antlaşma uyarınca Suriye ve Lübnan'ın kendisinin olduğunu iddia etti. Sonunda İngiltere, Suriye ve Lübnan'da Fransız mandasını kabul etti. Ancak antlaşmanın hilafına Irak'ın kuzeyi İngiltere nüfuz bölgesi olarak kaldı.
VE İNGİLİZLER SYKES'I GÜNAH KEÇİSİ YAPTI...
İngiltere'de Sykes-Picot ile çok kötü bir antlaşma yapıldığına dair zaman içinde bir konsensüs oluştu ve bunun suçu ise Mark Sykes'da görüldü. Dönemin bakanlarından George Curzon "Sykes şüpheden kurtulmanın yolu olarak her zaman diğer tarafın iddialarını tanımayı ve sorulduğu zaman bizim iddialarımızı reddetmeyi görür görünüşe göre" demişti. Mark Sykes'ın ismi Batı'nın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra izlediği felâket siyasetiyle özdeşleşti. İngiltere Dışişleri'nin gözünde nefret edilen Sykes-Picot Antlaşması'nın hazırlayıcılarından biri olarak günah keçisi ilân edildi.
.XXXXXXXXXXX
.
|
|
|
|
|
|
|
|
Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü dönemlerinde içişlerimize karışan, saygısızlık eden ve haddini aşan elçilere bazen sopa atılır, bazen hapse atılır, bazen de sınır dışı edilirdi
İMPARATORLUK GÜÇLÜYKEN
Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda Fransa'ya yardım ederek İspanya tarafından yokedilmesini önlemişti. Türkiye ile Fransa arasında 16. yüzyılda kurulan ittifak 17. yüzyılın ilk yarısında da devam etti. Ancak Fransızlar, 17. yüzyılın ortalarından itibaren bir taraftan Osmanlı'nın nimetlerinden istifadeye devam ederken, diğer taraftan aleyhimize çalışmaya başladı.
ElÇİ VE OĞLU HAPSEDİLİYOR
Fransa'nın görünürde Osmanlı ile dost olmasına rağmen gizliden gizliye Girit'te bizimle savaşan Venedik'e yardım ettiği Osmanlı devlet adamları tarafından da öğrenildi. Devletin eline şifreli Fransız mektupları geçmişti. O sırada Edirne'de olan Köprülü Mehmed Paşa, Fransa Elçisi Jean de La Haye'nin Edirne'ye getirilmesi emrini verdi. Emri aldığında La Haye, böbrek taşları nedeniyle yatağından kalkamayacak kadar hastaydı ve yerine oğlu Denis de La Haye'i Edirne'ye gönderdi. Elçinin oğlu sadrazam tarafından hiç de sıcak karşılanmadı. Denis'in haddini aşan ve üst perdeden sarfettiği sözler de sadrazamın sabrını taşıran son damlalar oldu. Mehmed Paşa, elçinin oğlunu bir zindana hapsettirdi.
Köprülü Mehmed Paşa, iyileştikten sonra La Haye'yi de Edirne'ye getirip, sorguya çektirdi. Sorguda şifreli mektuplarda neler yazıldığı soruldu fakat elçi kendisinin şifreleri çözemediği, elçilik tercümanının da altı ay önce Fransa'ya gittiği cevabını verdi. Bunu üzerine sadrazam baba La Haye'in de zindana atılmasını emretti ve elçi de oğlu ile aynı kaderi paylaştı. Bu arada Köprülü Mehmed Paşa, ordunun başında Erdel seferine çıktı ve o geri dönene kadar elçi ile oğlu zindanda bekletildiler. Sadrazam muzaffer bir şekilde Erdel seferinden Edirne'ye döndüğünde La Haye ve oğlunun serbest bırakılması için ricacılar geldiler. Sadrazam, "Hay Allah! Onlar hâlâ buradalar mı" diyerek istihzalı bir cevap verip, serbest bırakılmalarını emretti. La Haye ve oğlu sadrazamın bu emri üzerine serbest bırakıldılar ve her ikisi de Köprülü'ye teşekkür bile etmeden hemen Edirne'den ayrıldılar. Fakat sadrazam baba-oğul La Haye'in peşini bırakmadı, Fransa'ya gönderdiği bir çavuşla her ikisini de uygunsuz hareket ettikleri gerekçesiyle şikâyet etti ve La Haye'in elçilikten alınmasını sağladı. Ülkelerine gönderilen La Hayelerin İstanbul serüveni burada bitmeyecekti.
OSMANLI ARKADAN VURULUYOR
Denis de La Haye 1665'de Fransa elçisi olarak tayin edildiğinde sadarette Köprülü Mehmed Paşa'nın oğlu Fazıl Ahmed Paşa vardı. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ile savaş hâlindeydi ve Fransa, kadim düşmanı olmasına rağmen bu savaşta Avusturya'ya gizlice yardım ediyordu.
Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, 1663'te Avusturya seferinde Uyvar'ı fethetmişti. Viyana'nın surları ve tahkimatı zayıf olduğu için fethe uygun durumdaydı. Osmanlı ordusu, Sengotar'da Avusturya kuvvetleri tarafından karşılandı. Meydan muharebesinin başlarında Osmanlılar üstünlüğü ele geçirdiler. Ancak bu muharebe için Avusturya'ya hiç ummadıkları bir ülkeden yardım gelmişti. Fransız birliklerinin muharebeye müdahalesi, Avusturya'yı bozgundan kurtardığı gibi savaşı aleyhimize çevirdi.
ELÇİYE DAYAK
Sadrazam, Fransızlar'ın Sengotar'da Avusturyalılar'a, Girit'te de Venedikliler'e yardımlarından dolayı Fransa'ya kızgındı. Fazıl Ahmed Paşa, bu yüzden Fransız elçisini İstanbul'a gelişinde sıradan bir törenle karşılattı. Elçiyi protokol kurallarına aykırı olarak ayakta değil, oturduğu yerde kabul etti, neredeyse yüzüne bile bakmadı. Avusturya ve Venedik'e yardım ettiği için hem Fransa'ya hem de elçisi La Haye'e hakaretler etti. La Haye'in sadrazam tarafından ikinci kabulü de birincisini aratmadı ve yine elçiye ağır hakaretler etti. La Haye hakaretlere dayanamadı ve tercümanın elindeki kapitülasyonlara dair antlaşmayı kaptığı gibi Fazıl Ahmed Paşa'nın ayaklarının önüne attı. Elçinin bu hareketi üzerine görevliler La Haye'i zorla dışarı çıkarmaya çalıştılar. La Haye hemen kılıcına davrandı ama orada görevli çavuşlardan biri La Haye'i yakalayıp, elçiye şiddetli bir tokat vurdu ve elinden kılıcını alarak onu tutukladı. Yaşananlardan pişman olan La Haye, sadrazamdan özür diledikten sonra serbest bırakıldı.
.
.
İMPARATORLUK GÜÇSÜZKEN
Osmanlı'nın son döneminde Batılı konsoloslar, Ermeni teröristleri isyan ettirir, ardından isyan bastırılınca da Türkler "Hristiyanlar'ı katlediyor" diye yaygara yaparlardı.
19. yüzyılın ortalarından itibaren Ermeniler, daha önce Osmanlı'dan ayrılan azınlıkların izinden gitmek için isyanlar çıkarmaya başladılar. Bu isyanlarla Avrupa'nın dikkatini çekmeyi amaçlıyorlardı. 1878'de nüfusunun büyük bölümü Ermeni olan Zeytun'da (Süleymanlı) bir isyan çıktı. Halep valisi isyanı bastırdı ve asilerin lideri Babik ve 120 kadar Ermeni çeteci Maraş'ta hapsedildi. Davut Erkan bu isyanı bir yazısında ve yayınladığı Eğinli Said Paşa'nın hatıratında bu hadiseyi teferruatlı olarak anlatır.
HER YERİ YAĞMALADILAR
İsyan bastırıldıktan sonra hükümet 1879 Temmuz'unda Eğinli Said Paşa'yı durumu araştırmak için Zeytun'a gönderdi. Zeytun Ermeni eşrafının da içinde bulunduğu bir araştırma komisyonu kuruldu. Çetecilerin ifadelerinden anlaşıldığına göre Ermeni teröristler Maraş'a bağlı köylerin, yoldaki yolcuların ve çevredeki aşiretlerin mallarını yağmalayıp, insanları öldürmüşler, devletin arpa ambarlarını yağmalamışlardı. Ayrıca Zeytun'daki cami ve hükümet konağını da yakmışlardı.
İsyanın liderlerinden Fırnıs Ermeni Piskoposu Nikogos Efendi'nin itiraflarına göre, İzmir'den gelen Ermeniler Maraş'ta Ermeni eşrafla görüşmüşlerdi. İzmir'den gelenler Maraşlı Ermeniler'e Berlin Kongresi'nde yapılan görüşmelerde Avrupa devletlerinin 12 bin yeni icat edilmiş silah ve önemli miktarda para göndereceklerini vaat ettiklerini söylemişlerdi. Onların bölgeden ayrılmalarından sonra Zeytun'daki isyan artarak şiddetlenmişti.
KONSOLOSUN MARİFETLERİ
Araştırma komisyonunun ulaştığı neticeye ve Ermeni çetecilerin suçlarını itiraf etmelerine rağmen bu hadiseler dünya kamuoyuna "Ermeniler'in katledildiği" şeklinde yansıtılmıştı. Dünya kamuoyuna eşkıyalığın böyle yansıtılmasının sebebi ise İngiltere'nin Halep Konsolusu Philip Henderson'dı. Ancak işin ilginç yanı ortalığı karıştıran da Konsolos Henderson'du.
Henderson, önce Ermeni çetecilerle işbirliği içinde olmuş, ardından da isyan bastırılıp, teröristler yakalanınca hadiseleri dünya kamuoyuna aleyhimize yansıtmıştı. Daha sonra da İstanbul'daki İngiltere Elçisi Henry Layard'a Osmanlı hükümeti üzerine diplomatik baskı yaptırarak isyanı bastıran, Halep Valisi Kâmil Paşa'yı görevden aldırmıştı. Kâmil Paşa, görevden alınınca İstanbul'a bir mektup yazarak durumu anlatmış ve Zeytun'daki Ermeni çetecilerin Konsolos Henderson'la işbirliği yaptığını söylemişti.
Çetecilerin liderlerinin itiraflarıyla bu durum açıkça ortaya çıkmıştı. Ermeni çete reisi Babik'in ve diğer reislerin Henderson'a hitaben yazdıkları Ermenice mektup Maraş fırka kumandanı Mazhar Paşa tarafından ele geçirilip, İçişleri Bakanlığı'na gönderilmişti.
Osmanlı hükümeti baskılar üzerine eşkıyaların tamamının affedilmesi yolunu seçti. Maraş hapishanesinde bulunan çeteciler serbest bırakıldı. Babik, Selanik'e sürgün edildi. Konsolos Henderson ise daha sonra da bölgedeki çetecileri koruyup, içişlerimize müdahale etmeye devam etti.
.
Bugünkü Ermenistan toprakları bir zamanlar Türkler’in çoğunlukla yaşadığı ve Türk hanlıklarının yönettiği bir bölgeydi. Rusya’nın 19. yüzyılda Türk hanlıklarını işgali ve bölgenin nüfusunu değiştirmesiyle Ermenistan kuruldu
Timur İmparatorluğu'nun büyük hükümdarı Timur'un 14. yüzyılın sonlarında Revan'a (Bugünkü Ermenistan'ın başkenti Erivan) hakim olmasından sonra bölgeye Orta Asya'dan Emir Sa'd idaresinde Sa'dlular başta olmak üzere birçok Türk aşireti geldi. Bölgenin ismi de Sa'dçukuru oldu. Timur'dan sonra da bölgede Türk hakimiyeti devam etti. Karakoyunlular ve Akkoyunlular'dan sonra Safeviler bölgeye hakim oldu. Bugün Ermenistan diye anılan yerin bir zamanlar Türk yurdu olduğu ve bölgenin Ruslar tarafından nasıl Ermenistan'a dönüştürüldüğünü Mustafa Aydın'ın İslam Ansiklopedisi'ndeki "Revan Hanlığı" maddesinden ve yakında Okan Yeşilot'un editörlüğünde Yeditepe Yayınları arasında çıkacak "Ermenistan Türkleri" isimli eserden öğreniyoruz.
OSMANLILAR REVAN'DA
Osmanlı-Safevî mücadelesi sırasında Revan, Osmanlı yönetiminin ilgi sahası oldu. Revan, Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren defalarca yıpratıldı. 16. yüzyılın sonlarında Osmanlıİran savaşları sırasında 1583 Eylül'ünde Osmanlı Devleti'nin hakimiyetine girdi. Revan'a bir kale yapan Osmanlılar, Revan Beylerbeyliği'ni de kurdu. Şehir 1603'te tekrar Safevî hakimiyetine girdi. IV. Murad Osmanlı'nın bozulan devlet otoritesini sağladıktan sonra 1635'te Revan'ı fethetti. Ancak bir yıl sonra Revan tekrar İran hakimiyetine girdi. Safevîler, yeniden teşkilatlandırdıkları Revan'da Sa'dçukuru Revan Hanlığı'nı kurdu.
18. yüzyılda Çar Petro ile birlikte Ruslar Kafkaslar'da yayılmaya başladı. Safevî Devleti'nin dağıldığı bu dönemde duruma müdahale eden Osmanlı, Revan'ı 89 yıl sonra 1724'te tekrar fethetti. Bölgede Osmanlı hakimiyeti tesis edilmişken Nadir Şah'ın İran'da Avşar Türkleri'nin hakimiyetini başlatmasıyla birlikte 1735'te Revan yine kaybedildi. Nadir Şah'ın 1747'de öldürülmesinden sonra Mîr Mehdî bağımsız Revan Hanlığı'nı kurdu. Ancak bölgede zaman zaman Gürcü prenslerin hakimiyeti görüldü.
Gürcüler ile Ruslar'ın 1783'te bir antlaşma imzalamasından sonra Osmanlı ve İran da bölgeye müdahil olmaya başladı.
RUSLARIN İŞGALİ
Ruslar birkaç kere Revan'ı kuşatsa da alamadı. Ruslar, Ekim 1827'de Revan'ı işgal etti. Revan'ı işgal eden Paskieviç'e Revan Kontu unvanı verildi. Şubat 1828'de Ruslar'la İran arasında yapılan Türkmençay Antlaşması ile Revan Ruslar'ın hâkimiyetine geçti. Bölgeyi işgal eden Rus Çarı 21 Mart 1828'de bir emir yayımlayarak Nahcivan ve Revan hanlıklarını ortadan kaldırdı. Ordubâd bu iki hanlığın topraklarına eklenerek Ermeni vilâyeti oluşturuldu. 1844'te oluşturulan Kafkasya Genel Valiliği'ne 1850'de Revan da dahil edildi. 1868'de oluşturulan Revan Vilayeti, Erivan, Gence, Gümrü, Nahcivan, Yeni Beyazıt, Derelgez ve Eçmiadzin'den meydana geliyordu.
NÜFUS YAPISI DEĞİŞTİRİLDİ
Ermeni vilayeti kurulduğunda Müslümanlar çoğunluktu. Ruslar kademe kademe bölgedeki Türk nüfusu azaltıp, Ermeni nüfusunu artırdı. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı topraklarından ve İran'dan on binlerce Ermenin bölgeye göç ettirilerek, nüfus dengesi değiştirilmeye başlandı. Şehirdeki camiler ya kilise ya da depo yapıldı. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Rus Çarlığı'nın Ermeniler'i yine bölgeye göç ettirmesi, bölgedeki Müslümanlar'ı da Türkiye'ye göç etmek zorunda bırakması Revan ve civarının Ermenistan'a dönüşmesindeki son adımdı. Ermeni vilayeti kurulduğunda bölge nüfusunun yüzde 74'ünü Müslümanlar oluşturuyordu. Bölgedeki Ermeni nüfusu Ermeni vilayeti kurulduğunda yüzde 21 iken 1916'da yüzde 58'e ulaşacaktı. Aynı durum bölgenin merkezi Revan'da da gerçekleşti. 1908'de Revan'ın yüzde 59'u Türk iken, 1917'de bu rakam yüzde 45'e düştü. 1932'de ise yüzde 6'ya kadar inecekti.
1917'de Çarlık Rusyası'nın yıkılmasından sonra Ermenistan kuruldu. Bu dönemde Kafkaslar'da ilerleyen Osmanlı ordusu Revan'ı aldı. Ancak bu dönemdeki şartlar yüzünden şehir Ermenistan'a geri verildi. Gümrü Antlaşması Türkiye-Ermenistan sınırları belirlendi. Sovyetler Birliği döneminde Ermenistan'da Türkçe yer isimleri değiştirilerek Türkler'e ait izler silindi.
.
Osmanlı'nın son döneminde en büyük rolü oynayan ve günümüzde de ismi hâlâ unutulmayan Enver Paşa'nın büyük aşkı Naciye Sultan'a yazdığı mektuplar yayınlandı. Son yıllarda ardı ardına yayınladığı birçok önemli kitapla genç bir talebe çalışkanlığı ve hevesinde olduğunu ortaya koyan Bardakçı, bir süre önce Enver Paşa'nın Orta Asya macerasını anlatan "Enver" isimli eserini yayınlamıştı. Şimdi de bu kitabın devamı olarak Enver Paşa'nın karısı Naciye Sultan'a yazdığı mektupları neşretti. "Nâciyem, Ruhum Efendim" ismiyle İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan eserde Enver Paşa "Sevgili melek; cicim, arslanım, sevgili Naciyeciğim; sultanlar sultanı sevgili Naciyeciğim; şekerim ruhum efendim" gibi sevgisini ifade eden hitaplarla başladığı 417 tane mektup yer alıyor.
Enver Paşa, bu mektuplarda karısına özlemini dile getirirken bir taraftan da tarihe not düşmek istemiş. Bu mektuplar paşanın bir tür hatıratı.
Mektuplarda Orta Asya'da kullandığı bayrağının resminden tutun da bölgedeki ufak çatışmalara kadar her şeyi anlatmış.
Enver Paşa, eşinden mektup alamadığı zaman ise kahrolmuş, Bir defasında mektup gelmeyince, "Of! Beni ne kadar üzdün. Sana hitap edecek, zulmünü yüzüne çarpacak söz bulamıyorum. Zâlim, zâlim, zâlim bin defa yüz defa milyon defa zâlim...." şeklinde satırlar kaleme alan paşanın nasıl yakıldığını anlıyoruz.
Enver Paşa, şehid düşmesinden kısa bir süre önce yazdığı 25 Temmuz 1922 tarihli mektubunu "Seni öper, sever, kucaklar, bu mevcudiyet- i maddiyemle, aşk ve iştiyakımla sarılarak canını yakar, Hüdâ'nın birliğine yavrularımla beraber emanet ederim ruhum efendiciğim. Karaağaca çakımla ismini yazdım" diye bitirmiş. Şimdiye kadar Enver Paşa'nın son mektubu diye bilinen bu romantik mektuptan 10 gün sonra Enver Paşa'nın bir mektup daha gönderdiğini, dolayısıyla bu mektubun son mektup olmadığını da bu eserden öğreniyoruz. Bu belgeler hem büyük bir aşkı ortaya koyarken hem de imparatorluğun neden yıkıldığını da açıkça ortaya çıkarıyor. Kitap dikkatli okunduğunda imparatorluğun son 10 yılının hangi psikolojiyle yönetildiğini ve devletimizin beş milyon kilometrekareden Milli Mücadele öncesinde nasıl birkaç yüz bin kilometrekareye düştüğünü anlıyorsunuz.
.
İran savaşlarının Osmanlılar'ın aleyhine olan gidişatına dur demek isteyen Dördüncü Murad uzun bir hazırlık yaptıktan sonra 1635 baharında İran'a doğru hareket etti. Sefer boyunca görevinde ihmal gösterenleri, yolda ele geçirdiği zorbaları ve hakkında şikâyet vaki olanları, idam ettirdi. 26 Temmuz'da Revan Kalesi önlerine gelen Osmanlı ordusu kaleyi kuşattı. Safeviler 8 Ağustos'ta teslim oldular. Kalenin hakimi Emirgûneoğlu Tahmasb Kulu padişahın hizmetine girerek, zamanla yakın çevresinden birisi oldu. İstanbul'un Emirgân semti ismini onun, buradaki köşkünden dolayı almıştır. 4'üncü Murad, sefer dönüşü İstanbul'a büyük bir ihtişamla girdi. İstanbul'un yıllardır anarşiden yılmış, mağlubiyet haberlerinden bezmiş halkı, muzaffer sultanlarını, tıpkı atalarının Kanunî'yi karşıladıkları gibi büyük coşkuyla karşıladılar. Dördüncü Murad, bu zaferin anısına Topkapı Sarayı'nda Revan Köşkü'nü yaptırdı.
.
Osmanlı mimarisi denildiğinde ilk akla gelen isim olan Mimar Sinan’ın etnik kökeni tartışmaları yine gündeme geldi. Etnik kökenini tespit etmek için mezarı açılıp, kafatası incelenen Mimar Sinan, “Karamanlı” denilen Hıristiyan Türkler’dendi
Mimar Sinan 1490'larda Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu. 1511'de Osmanlı görevlilerince beğenilerek devşirme sistemine dahil edildi. Daha sonra yeniçeri ocağına alındı. Kanunî ile askeri seferlere katıldı. 1533-1534'teki Irakeyn seferinde Van Gölü'nde gemi inşa ederek kendini gösterdi. 1537'deki seferde bu sefer nehir geçerken yaptığı köprüler beğenildi. 1538'de Lütfi Paşa'nın tavsiyeleriyle mimarbaşı oldu ve 1588'de ölene kadar görevde kaldı. Mimarbaşılığı sırasında yüzlerce cami, mescit, medrese, darülkurra, türbe, imaret, hastane, kervansaray, saray, su kemeri, hamam inşa etti.
DEVŞİRME SİSTEMİ
Osmanlı döneminde uygulanan devşirme sistemine göre çok farklı milletlerden (Hırvat, Arnavut, Boşnak, Ermeni, Sırp, İtalyan, Rum vs.) insanlar devşirilip, Müslümanlaştırılıp, Türkleştirilmişlerdi. Çok farklı etnik kökenlere sahip olan devşirmeler, Türkiye'de büyük makamlara yükselmişler ve Türk devletine hizmet etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde etnik kökenlerin bir önemi yoktur. Osmanlı kaynakları bu yüzden devlette hizmet eden devşirmelerin çoğunlukla etnik kökenlerinden bahsetmemişlerdir. Devşirmelikten üst makamlara yükselen devlet adamların etnik kökenlerini Avrupalı seyyah ve elçiler merak ederek, araştırmışlardır. Mimar Sinan da devşirmedir ve Osmanlı'dır. Ancak ille de büyük mimarımızın aslı merak ediliyorsa etnik kökeninin aslı şöyledir.
HIRİSTİYAN TÜRKLER'DENDİR
Mimar Sinan'ın Avusturyalı, Macar, Bulgar, Rum, Ermeni asıllı olduğu iddiaları farklı kişiler tarafından ortaya atılmıştır. Ancak Mimar Sinan, Karamanlı denilen Anadolu'da yaşayan Hıristiyan Türkler'dendir. Osmanlı döneminde devşirilip, Müslüman olmuştur.
Tarihçi Ahmet Refik Altınay'ın yayınladığı bir mühimme hükmünde (dönemin bakanlar kurulu emri) Mimar Sinan'ın akrabalarının ismi yanlış okununca Mimar Sinan'ın Ermeni asıllı olduğu iddia edilmiştir. 1574 tarihli bu belgede Mimar Sinan, Kıbrıs'a sürgün edilen mimarbaşının doğduğu Ağırnas köyü ile akrabalarından Kiçi Bürüngüz Köyü'nden Sarı oğlu Döğenci ve Üskübî köyünden Üleysi ve Kudanşah'ın adaya gönderilmesinden vazgeçilmesini istemiştir. Üleysi benzersiz manasına gelen Moğolca bir kelime, diğer isimler ise Türkçe'dir. Rahmetli Nejat Göyünç 1985'te bu durumu açıkça ortaya koymuştur. Bu yüzden belgede geçen isimlerin Ermenice olduğu doğru değil. Ayrıca Ağırnas ve Mimar Sinan'ın akrabalarının yaşadığı köyler incelendiğinde buralarda yaşayan Hıristiyanların önemli bir kısmının öz Türkçe isimler taşıdığı anlaşılmakta.
İsmail Hakkı Konyalı, 1584 tarihli vergi nüfusu tahrir defterinde Ağırnas'ta yaşayanların Türkçe isimlerini şu şekilde tespit etmiştir: Evren, Pervane, Bahadır, Karagöz, Aydoğdu, Aslan, Yağmur, Kumru, Sefer, Hüsrev, Arslan, Kaplan, Hüdayahşi, Kılmaz, Uğurlu, Oğuzlu, Tatar, Paşabey, Timur, Kutlubey, Sarı, Hüdaverdi, Kalender, Bayram, Borhan, Kalanlı, Karaca, Sultanşah, Urumşah, Paşa, Şadi, Karayağdı, Çakır, Bayramlı, Şemsiye, Nurullah, Yürür, Asilbey, Kutluşah, Seylanşah, Keçi, Sarıaş, Atmaca, Kademşah, Tursun, Seferşah, Murad, Emirşah, Hızırşah, Kuru, Karakoç.
.
Kayseri, Konya, Mersin, Antalya, Karaman, Nevşehir, Kırıkkale başta olmak üzere iç ve güney Anadolu'daki birçok bölgede, İslamiyet'ten önceki yıllarda Türkler'in taşıdığı isimleri kullanan birçok Hıristiyan ve Rum vardır. Osmanlı yönetimi milletleri din ve mezhebe göre ayırdığı için, bunlar mensup oldukları mezhebe göre Ermeni veya Rumlar'la birlikte yaşıyordu. Karamanlı adı verilen bu topluluklar Hıristiyan Türkler'di. Çoğu Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlar'a gelmiş Şamani Türkler idi. Oğuz, Peçenek, Kıpçak gibi Türk boylarına mensup Türkler, Balkanlar'a geldikten sonra Bizans hakimiyetine girip, zamanla Hıristiyanlaşmışlar ve Anadolu'ya gelen Selçuklu Türkleri'ne karşı savunma tedbiri olarak Anadolu'ya yerleştirilmişlerdi. Evliya Çelebi, seyahatlerinde rastladığı Karamanlılar için "Bâtıl Türk insanı üzerine kelimat ederler, asla Rum lisanı bilmeyip bâtıl Türk lisanı bilirler" der Karamanlılar'ın bir kısmı Selçuklu ve Osmanlı döneminde Müslüman oldu. Bir kısmı da Hıristiyan olarak Cumhuriyet dönemine kadar yaşadı. Cumhuriyet'in başında Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesinde onbinlerce Karamanlı, Yunanistan'a gönderildi.
.
Mimar Sinan, cami, medrese, köprü gibi yüzlerce yakın esere imza atmıştı. Üç padişah dönemi yaşayan ve 100 yıldan fazla yaşayan büyük mimarımızın bu kadar çok esere tek başına imza atması mümkün değildi. Mimar Sinan, bu eserleri kendi idaresi altında olan hassa mimarları ocağı ile inşa etti. Müslüman mimarların yanısıra gayrimüslimlerin de bulunduğu bu ocakta bu dönemde Müslüman mimar sayısı daha fazlaydı. Hassa mimarları ocağı, inşaat faaliyetleri, inşaat ve şehir denetimi yapardı.
.
Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyadaki ırkçılık akımı Türkiye'ye de tesir etmiş, kafatasları incelenmişti. Büyük mimarımızın etnik kökeninin tartışılması üzerine 1 Ağustos 1935'te Mimar Sinan'ın mezarı açılarak kafatası çıkarılmıştı. 5 Ağustos 1935 tarihli Akşam gazetesinde çıkan haber şöyledir. "Büyük Mimarın Kafatası Mezarından Çıkarıldı: Büyük Türk mimarı Sinan'ın kafatası mezarından çıkarılmıştır. Kafatası antropoloji müzesinde saklanacaktır. Kafatası üzerinde yapılan tetkikatta bunun brakisefal yani yassı yuvarlak olduğu görülmüştür. Bütün Türkler brakisefal olduklarından büyük mimarın yalnız kültür itibarile değil, ırk itibarile de Türk olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır".
Kafatasının kurulacak Antropoloji Müzesi'nde saklanacağı planlanmıştı. Ancak böyle bir müze kurulmadı ve büyük mimarın kafatasının akıbeti günümüzde bilinmiyor. Başbakanımız Ahmet Davutoğlu kafatasının bulunması için geçtiğimiz günlerde emir verdi. Ancak Beşir Ayvazoğlu'nun dikkati çektiği Mimar Sedat Çetintaş'ın 25 Nisan 1963 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde yayımlanan "Koca Sinan'ın Hayatı, Sanatı, Hüviyeti ve Eserleri" başlıklı yazısında kafatasının mezarda sağlam bir şekilde bulunamadığını iddiası vardır. Çetintaş'ın yazısı şöyledir: "Büyük Milletimizin şerefli evlâtları, size şuracıkta kısaca Koca Sinan'dan bahsedeceğim: Koca Sinan'ın Kayserili bir Ermeni olduğu hakkındaki iddiaların mahiyetini tespit için rahmetli Atatürk'ümüz 1936 senesi yaz mevsiminde antropoloji tetkikatı yaptırmak üzere Tarih Kurumu namına bana Sinan'ın mezarını açtırmıştı. Emri ifa ettim. Tamamiyle kesme taştan yapılmış olan lâhtin yan tarafından toprağa girerek bir tekini çürütüp açtırdım, buradan bir tek omuzumla beraber başımı sokabildim. Ceset maalesef tamamiyle çürümüş, kafa örneğinde bir toz hâlinde toprak üstüne çökmüştü. Hava ve rutubetten çürüyor galiba ki, Bursa'da Yeşiltepe'nin kav kısmında da böyle o kadar cesetten bugün hiçbir şey kalmamıştır. Burada Sinan'ın adut denilen, omuzlardan inen kol kemiklerinin 10'ar santim boyunda birer parça ile kafatasında üç dört santim çapında bir parça bulabilmiş ve bunları kurulu idare heyeti huzurunda antropolog dostum Şevket Aziz Kansu'ya vermiştim.
.
Ankara’da 23 Nisan 1920’de açılan yeni Meclis’in son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin resmen devamıydı. Yeni meclisin ilk kanunu eski meclisin son gündemindeki “ağnam vergisi”ydi
Türkiye Cumhuriyeti'nin tarih sahnesine çıkışını sağlayan en önemli güç olduğundan dolayı meclisimiz bizim için dünyadaki her milletten daha fazla önemlidir. Ali Güler, İhsan Güneş, Rıdvan Akın, Ali Satan, Ayşegül Demirden Yüzgeç gibi araştırmacıların eserlerinde ilk meclisimizin hikâyesi anlatılır.
Meclis İşgal Ediliyor
Birinci Dünya Savaşı'nı kaybedince topraklarımız işgal altına girdi. Savaşın galipleri Osmanlı topraklarını paylaşırlarken artık Şark Meselesi'nin sona erdiğini Türkler'in Anadolu'da da varlıklarını devam ettiremeyeceklerini düşünüyorlardı. Tarih boyunca esareti kabul etmeyen Türk milleti Anadolu'da ardı ardına kongreler yaparak Milli Mücadele'nin alt yapısını hazırlamaya başladı.
Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla Milli Mücadele liderini bulmuştu. Mustafa Kemal Paşa'nın da Erzurum mebusu olarak üyesi bulunduğu, ancak fiilen katılmadığı son Osmanlı Mebusan Meclisi 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Milli"yi kabul etti ve 17 Şubat 1920'de de bütün dünyaya duyurdu. İtilaf devletleri, bu durum üzerine 16 Mart 1920'de İstanbul'u işgal ettiler. Meclis işgal kuvvetlerince kuşatıldı ve bazı milletvekilleri tutuklandı. Mebusan Meclisi, bu gelişmeler üzerine "mebusluk vazifesinin yapılması için uygun bir ortam oluşuncaya kadar" çalışmalarına ara verdi. Sultan Vahdeddin de 11 Nisan 1920'de son Osmanlı Mebusan Meclisi'ni tatil etti.
Yeni Meclis'e Doğru
İstanbul'un işgaline hemen tepki koyan Erzurum mebusu ve Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa, iki gün boyunca gelişmeleri ordu komutanlarıyla değerlendirdi. İstanbul'un işgalinden üç gün sonra 19 Mart'ta bir genelge yayınladı. Bu genelgeyle meclisin Ankara'da açılması için davette bulundu. Aynı davet Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Celaleddin Arif tarafından da yapıldı. Mustafa Kemal Paşa Osmanlı Mebusan Meclisi üyelerinden Ankara'ya gelebilenlerin de meclise katılacaklarını söylüyordu.
Ülkemiz işgal altında olduğundan ve işgal kuvvetlerinin açıkta seçim yapılmasına müsaade etmemelerinden dolayı seçimler heyeti temsiliye tarafından belirlenen liva idare heyeti ve belediye meclisi üyeleri gibi ikinci seçmenler tarafından yapıldı.
Meclis Açılıyor
Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla 21 Nisan 1920'de kolordulara, valiliklere, müdafaa-i hukuk heyetlerine ve belediye başkanlarına çok acele kaydıyla telgraf çekilerek, "Yüce Allah'ın lütfuyla Nisan'ın 23'üncü Cuma günü, Cuma Namazı'ndan sonra, Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır..." denilmiş ve 23 Nisan günü Meclis'in açılış tören programı bildirilerek bunun halka duyurulması istenmişti.
Meclisin açılacağı gün Ankara'ya 120 kadar mebus ulaşmıştı. Hacı Bayram Cami'ndeki Cuma Namazı'nda müthiş izdiham vardı. Namazdan sonra tekbirlerle Meclis'e doğru yola çıkıldı. Hacı Bayram Veli'nin üzerinde ayetler yazan sancağı ve Sinop Mebusu Hoca Abdullah Efendi'nin başı üzerinde taşıdığı yeşil örtülü bir rahlede Kur'an-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif kalabalığın önündeydi.
Fehmi Hoca yüksek sesle hatim duası okuduktan sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından kurdele kesilerek Meclis açıldı. İçeri giren bütün mebuslar sıralara oturmuştu. Hoca mebuslar Meclis'te hep bir ağızdan dua ediyor ve Buhari-i Şerif okuyorlardı. Bayraklarla süslenen kürsüye Hacı Bayram Veli'nin sancağı dikildi. Kur'an-ı Kerim ile Sakal-ı Şerif de kürsüye kondu.
Yetmiş beş yaşındaki Emekli Maarif Müdürü Sinop mebusu Şerif (Avkan) Bey vakarlı bir şekilde kürsüye gelerek, "...Milletimizin dahili ve harici istiklal-i tam dahilinde mukadderatını bizzat üstlendiğini ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum" diyerek meclisi açtı.
Mustafa Kemal Paşa bir konuşma yaptıktan sonra mebuslar "Makam-ı hilafet ve saltanatın, vatan ve milletin istiklalinden başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi!" şeklinde yemin ettiler.
Meclis'in İlk Kanunu
Birinci Dünya Savaşı sırasında vergiler artırılarak kamu maliyesi dengelenmeye çalışılmıştı. 1919 yılında ağnam vergisi dört misline çıkarılmıştı. Son Osmanlı Mebusan Meclisi kapatılmadan önce ağnam vergisinin (küçük baş hayvanlardan alınan vergi) sekiz misline yükseltilmesi gündemdeydi. Yeni Meclis açıldıktan sonra Mebusan Meclisi'nin bıraktığı yerden gündem devam etti. 24 Nisan 1920'de ağnam vergisi kanunu çıkarıldı. Bu kısa kanun "ağnam vergisinin eskisi misillü dört misli olarak alınmasına karar verildi" şeklindeydi. Bu kanunla Büyük Millet Meclisi'nin Mebusan Meclisi'nin devamı olduğu gösterilmişti.
.
Büyük Millet Meclisi binası, İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Cemiyeti Kulübü olarak kullanılan bir bina idi. Binanın henüz kiremitleri yoktu. Ulucanlar'daki bir mektep için alınmış kiremitler meclis binasına getirilmiş fakat yetmeyince halk kendi evlerinden kiremit sökerek meclise getirilerek bina tamamlanmıştı.
Meclis'in bütün çalışan kadrosu 30 kişi idi. Bir kahveden alınan petrol lambası tavanın ortasına asılmıştı. Daha sonra lokomotifle aydınlatılan Millet bahçesinden elektrik hattı çekilmişti. Meclis mobilyaları Ankara valiliği dairelerinden toplanmıştı. Milletvekilleri için Ankara Öğretmen Okulu ve Ankara Sultanîsi'nden öğrenci sıraları getirilmiş idi.
Meclis kürsüsü, Ankaralı marangozlar tarafından ücret alınmadan yapılmıştı. Bursa'nın işgalinden sonra bu kürsüye siyah bir örtü serildi ve zafere kadar kaldırılmadı. Kürsünün üzerine "Hakimiyet bila kayd u şart milletindir" levhası asıldı. Kürsünün arka duvarına "Müşaverehüm fi'l-emir" ibaresi ve onun da altına bir halı asıldı. Ayrıca Meclis duvarına da "Müslümanlar işleri istişareye ehil olanların istişareleri iledir" manasına gelen ayet yazılı idi
.
TBMM'nin birinci yıldönümünde Saruhan (Manisa) milletvekili Refik Şevket Bey ve 11 arkadaşı ile İçel milletvekili Şevket Bey'in verdikleri birer önergede 23 Nisan gününün milli bayramlardan sayılmasını istedi. Meclis'te önerge üzerine müzakere edildi ve sonunda yapılan oylama ile kanun kabul edildi. 2 Mayıs 1921tarih ve 10 sayılı Resmi Gazete'de yayınlandı.
.
Ankara'da açılacak yeni meclisin ismi uzun tartışmalardan sonra belli olmuştu. Mustafa Kemal Paşa, seçimle ilgili yayınladığı ilk tebliğde "Meclis-i Müessisan/ Kurucular Meclisi" derken Kâzım Karabekir Paşa bu isme karşı çıkmıştı. Hamdullah Suphi Bey "Kurultay" derken, son Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı Celaleddin Arif Bey "Meclis-i Kebir-i Milli" ismini teklif etmişti. Mustafa Kemal Paşa'nın "Büyük Millet Meclisi" önerisi meclisin ilk ismi oldu. 8 Şubat 1921'den sonra ise meclis için "Türkiye Büyük Millet Meclisi" ismi kullanılmaya başlandı.
.
Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’nda o zamanki dünyanın süper gücü İngilizler’e karşı iki büyük zafer kazandı. Biri Çanakkale diğeri de Irak cephesindeki Kûtülamâre’dir. Unutulmak istenen büyük zafer 100. yıldönümünde hak ettiği şekilde kutlanıyor
Türk tarihinin unutulan zaferi Kûtülamâre, Araplar bizi arkadan vurdu genellemesinin yanlış olduğunu gösteren ve o zamanki dünyanın süper gücüne vurulan büyük bir zaferdi.
Kûtülamâre zaferi maalesef şimdiye kadar sıradan bir hadise gibi ele alınmıştır. Nitekim Ortaöğretim Tarih 10. Sınıf ders kitabında Kûtülamâre şu şekilde geçiyor: "Basra Körfezi'ne asker çıkaran İngilizler, Kûtülamâre bölgesinde ağır kayıplara uğradılarsa da yeni gelen İngiliz kuvvetleri sayesinde 1917'de Bağdat'ı ele geçirdiler". Senelerden beri ihmal ettiğimiz bu zaferimiz Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın iki seneden beri bu meselenin üzerinde durması neticesinde ön plana çıktı.
İNGİLİZLER IRAK'TA
İngiltere, Birinci Dünya Savaşı'nın başında Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ettikten sonra Şattü'l-Arap ağzında Fav'a asker çıkararak kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Petrolbölgelerine hakim olup, Bağdat'ı ele geçirerek Osmanlı Devleti'ne bir darbe vurmak niyetindeydi. Bölgede az sayıda asker bulunduğu için İngiliz kuvvetleri durdurulamadı.
İngilizler, 9 Aralık'ta Dicle ve Fırat'ın birleşim noktası Kurna'ya ulaşmışlardı. Irak ve Havalisi Komutanı Binbaşı Süleyman Askerî, gönüllüler ve aşiret kuvvetleriyle İngilizler'e karşı durmaya çalıştı. Bazı başarılar kazansa da Şuayyibe'de mağlup olunca, bu durumu gururuna yediremeyerek intihar etti.
TÜRKLER'E ARAP VE KÜRT DESTEĞİ
Dicle Nehri boyunca ilerleyen İngilizler, 28 Eylül'de Kûtülamâre'yi işgal ettiler. Bölgeye yeni atanan Irak ve Havalisi Komutanı Albay Nureddin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) Türk birliklerini fazla yıpratmadan kuzeye çekti. Bu sırada bölgeye yeni gelen birliklerimizle Irak cephesinde asker sayımız arttı. Parayla kandırılan Arap aşiretlerinin bir kısmı İngilizler'in yanında savaşırken, birçok aşiret ise bayrağımız altında İngilizler'e karşı savaştılar. Zübeyd, Düleym, Ubeyd, Şemmar, Cubur, Canaibiyn, Abduh, Aneze, Müntefik ve Ka'b gibi birçok Arap aşireti yanımızdaydı. Araplar'ın yanısıra bölgedeki Kürdi, Berzenciye Seyidleri, Niayn Seyidleri, Talabani, Davude, Zengene, Dilo, Palani ve Zend gibi Kürt aşiretleri de Osmanlı ordusunun yanında savaşmışlardı. Arap aşiretlerinin içerisinde Şii olanlar da vardı. Bu aşiretler mezhepçilik yapmadan düşmana karşı Osmanlı ordusunda mücadele etmişlerdi. Hem Şii hem de Sünni Irak ulemasından düşmana karşı devletin yanında savaşılması için verilmiş birçok fetva da vardır.
İNGİLİZLER KÖŞEYE SIKIŞIYOR
22-24 Kasım 1915'te meydana gelen Selman-ı Pâk Muharebesi'nde İngilizler mağlupedildi. Yenilen İngilizler geri çekilerek Kûtülamâre'ye sığındılar. Artık yaklaşık 5 aysürecek kuşatma başlamıştı.
Bu sırada yeni kurulan VI. Ordu'nun başına Alman generali Goltz atanınca, duruma tepki gösteren Albay Nureddin Bey görevinden istifa etti. Yerine Enver Paşa'nın amcası Albay Halil Bey (Halil Kut Paşa) atandı. Goltz Paşa'nın ölümü üzerine VI. Ordu Komutanlığı'na rütbesi generalliğe yükseltilen Halil Paşa getirildi.
Halil Paşa, İngilizler'i Kûtülamâre'den dışarı çıkartmazken İngilizler'in güneyden gönderdikleri yardım kuvvetleri de askerlerimiz tarafından defalarca mağlup edildi. İngilizler havadan uçaklarla yiyecek ve malzeme attılarsa da istedikleri ikmali gerçekleştiremediler. En son yardım teşebbüsleri olan tonlarca erzak taşıyan Julnar gemisi bizim elimize geçince askerlerimiz bu gemiye "Kendi Gelen" adını verdiler.
KÛTÜLAMÂRE ZAFERİ
İngilizler açlıktan at ve katırları keserek yediler. At eti yemeyen Hintliler açlıktan bir deri bir kemik kaldılar. Bu sırada İngiliz ordusunda görev yapan Hintli askerlerden Müslüman olanların bir kısmı birliklerimize iltica ettiler. General Townshend, Halil Paşa'ya rüşvet vererek kurtulmaya çalıştı, ancak reddedildi. Açlıktan bitap düşen İngiliz ordusu sonunda teslim oldu. 29 Nisan 1916'da Halil Paşa komutasındaki Türk birlikleri muzaffer olarak Kûtülamâre'ye girdiler. Esir alınanlar 6 general, 476 subay ve 13.309 askerdi.
İngiliz ordusu tarihinde 1781'deki Yorktown kuşatması sırasında Amerikan- Fransız kuvvetlerine karşı aldığı mağlubiyetten daha büyüğünü Kûtülamâre'de almış, 14 bine yakın esir vermişti. Nitekim Janet Wallach'ın Çöl Kraliçesi isimli eserinde "Kût'un düşüşü Britanya tarihindeki en korkunç yenilgilerden biriydi" şeklinde yorumlar.
.
Kûtülamâre savaşı ders kitaplarımızda bir-iki cümleyle geçtiği gibi, bu zaferimizle ilgili fazla araştırma da yoktur. Bu savaşı anlatan hatıraların sayısı da sınırlıdır. 100. Yıl dolayısıyla Kûtülamâre ile ilgili bilinmeyen üç yeni hatırat neşredildi. Bu hatıratlardan birincisi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Binbaşı Mehmed Emin Bey, "Kûtülamâre Hücum ve Muhasarası, Bir Osmanlı Subayının Hatıratı" adıyla yayınlandı. Sezai Dumlupınar'ın İngiltereThe National Archive'de bulup, yayına hazırladığı eser Muzaffer Albayrak'ın editörlüğünde neşredilmiş. Eserin sadeleştirilmesi ise Muzaffer Doğan ve Ayhan Özyurt tarafından yapılmış. Mehmed Emin Bey'in çizdiği renkli resimlerin de yer aldığı eser Kûtülamâre zaferini belgeler ışığında gün gün anlatıyor.
Hatıratların ikincisi Sultanbeyli Belediyesi tarafından "Osmanlı'nın Unutulan Son Zaferi, Kûtülamâre, Yarbay Mehmed Reşid Bey'in Savaş Günlükleri" adıyla yayınlandı. Sahaf Bahtiyar İstekli'nin bulup, yayına hazırladığı eserin editörlüğünü yine bu sahanın uzmanlarından Muzaffer Albayrak yapmış. Hatırat, 8 Ekim 1915-29 Nisan 2016 tarihleri arasındaki hadiseleri renkli krokilerle anlatan bir günlük.
Üçüncü hatırat ise bir süre önce Atatürk Kitaplığı tarafından satın alınarak literatüre kazandırılan bir eser.
Hesap memuru olarak görev yapan Tokatlı Hasan oğlu Mehmed Nuri Efendi'nin hatıralarını ihtiva eden eser İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından "Harb-i Umumîde Irak Harekatı, Kûtülamâre" ismiyle yayınlandı. Çeviri yazısı Abdurrahman Yarar tarafından yapılan eseri daha önce birçok kitaptaki imzasından tanıdığımız İrfan Dağdelen yayına hazırlamış. Hatıratta Kûtülamâre renkli krokilerle gün gün anlatılmış.
.
Kûtulamâre Zaferi'nin 100. yıldönümü dolayısıyla Cumhurbaşkanlığının himayesi altında Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle Yeditepe Yayınevi ve Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi işbirliğiyle şu etkinlikler düzenlenecek:
SERGİ: 29 Nisan 2016 Cuma, 19:00 - 21:00 Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı.
PANEL - SERGİ: 5 Mayıs 2016 Perşembe, saat: 12.30 - Marmara Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi,
ULUSLARARASI SEMPOZYUM - SERGİ: 10 Mayıs 2016 Salı, 09:00 - 18:00 Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı.
PANEL - SERGİ: 16 Mayıs 2016 Pazartesi, 13.30 - 16.30 Konya Dedeman Otel.
SERGİ: 17-21 Mayıs 2016, Konya İl Halk Kütüphanesi, Kültürpark içi.
PANEL - SERGİ: 24 Mayıs 2016 Salı, 13.30 - 16.30 Ankara Rixos Otel.
SERGİ: 25 Mayıs - 3 Haziran 2016, Ankara Milli Kütüphane Başkanlığı.
SERGİ: 6 Haziran - 3 Temmuz 2016, İstanbul Beyazıt Kütüphanesi.
Etkinliklerin kalıcı olması için de bir site hizmete girdi; www.kutulamare.gov. tr. Bu sitede Kutülamâre zaferiyle ilgili bilgi, fotoğraf, belge, gravür, dönemin basınından haberler ve özel olarak çizilmiş indirebilir harita gibi birçok şey mevcut. Kûtülamâre hakkında herşeyi burada bulabilirsiniz.
.
Fransa Kralı IV. Henri Avrupa Birliği fikrinin öncülerinden biriydi. Türkler’i Avrupa’dan Asya’ya sürdükten sonra Rusya’nın dışarıda bırakıldığı yeni bir Avrupa’yı kurmayı tasarlamıştı
Cumhurbaşkanımız Erdoğan, Avrupa Birliği'nin (AB) kaprisleri ve terörü destekleyen tavırları üzerine "Biz yolumuza, siz yolunuza" diyerek hepimizin gönlüne su serpti. Tarihçi gözlüğüyle bakıldığında Avrupalılar'ın bizim lehimize olacak hiçbir şey istemeyecekleri aşikârdır.
Avrupa, Roma İmparatorluğu'yla kıta olarak tek devlet idaresine kavuşmuştu. Batı Roma İmparatorluğu 476'da tarih sahnesinden silindi. Birçok hükümdar "Roma İmparatoru" olarak taç giydi ama hiçbir devlet Roma gibi Avrupa'nın tamamına hakim olamadı. Avrupa, Avrupalı devletlerin kendisine hakim olmak için yaptığı savaşlarla asırlar geçirdi. Bu süreçte Erasmus'tan Kant'a, Leibniz'den Hegel'e Avrupalı aydınlar, savaşı sona erdirip, Türkler'i Avrupa'dan kovduktan sonra tek bir devlet kurmak için teoriler ve planlar üretti. Bu planların en eskilerinden biri ise Fransa Kralı 4'üncü Henri'nindi.
FRANSA KRALININ FİKİRLERİ
Fransa'yı ekonomik ve siyasi olarak yükselten 4'üncü Henri (1589-1610) AB fikrinin öncülerinden biriydi. Avrupa'nın önemli bir kısmına hakim olan Habsburg hanedanının gücünü yıkıp, kendi müttefiki olan Türkleri Asya'ya sürdükten sonra Rusya'nın dışarıda bırakıldığı yeni bir Avrupa'yı kurmayı tasarlamıştı. Kralın tasarısını Zinkeisen tarihinden aktarıyoruz.
4'üncü Henri, 1598'deki Bervins Barışı'ndan itibaren, büyük bir heyecanla bütün Avrupa devletlerini bir "Hıristiyan Cumhuriyeti" altında birleştirmek gibi bir plan hazırlamıştı. O dönemde Osmanlı tahtında Üçüncü Murad vardı ve Osmanlı yönetimi, Fransa Kralı tahtına hakim olsun diye birçok yardım yapmıştı. Ancak bütün yardımlarımıza rağmen Fransa Kralı'na göre Osmanlı, Avrupa'dan kovulacak, Müslümanlar'a karşı sürekli ve Avrupa'nın ortak gücü ile savaş sürdürülecekti. Kral, savaşı Avrupa Konfederasyonu'nun ana amacı ve etkili birleştirici unsuru olarak görüyordu.
AVRUPA HIRİSTİYAN CUMHURİYETİ
4'üncü Henri, "Avrupa Hıristiyan Cumhuriyeti"nde ebedi barışı sağlama kisvesi altında Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarını Hıristiyanlar'ın hakimiyetine sokmak ve Habsburg hanedanının gücünü azaltmak istiyordu.
Henri'ye göre, Avrupa Hıristiyan Cumhuriyeti üç ayrı grupta toplanan 15 bağımsız devlete ayıracaktı. Birinci grup, Papa, kayser, Venedik doju ve seçimle başa getirilecek Macaristan, Lehistan ve Bohemya (Çek) kralları gibi hükümdarlardı. İkinci grup miras hakkı ile ünvanlarını devralan Fransa, İspanya, İngiltere, Danimarka, İsveç ve yeni kurulacak Lombardiya Krallığı'nın krallarından oluşturulacaktı. Üçüncü grup Helvetia Cumhuriyeti (İsviçre) ve yeni kurulacak Belçika ile İtalya Devletler Toplulukları gibi devletlerdi.
TÜRKLERE KARŞI HAÇLI ORDUSU
Krala göre Macaristan, Almanya'nın ve İtalya'nın, hatta Hıristiyan âleminin büyük bir bölümünün Türklerin korkunç imparatorluğuna karşı en güçlü kalesi olarak kabul edilmek zorunda olduğundan, burayı ayrı bir seçim ülkesi olarak Hıristiyan Avrupa'nın en güçlü sekiz hükümdarının (Papa, kayser, Fransa, İspanya, İngiltere, Danimarka, İsveç ve Lombardiya kralları) müşterek seçim hakkı aracılığıyla, birçok ülkeyi ilave ederek mümkün olduğunca güçlü hâle getirmek gerekiyordu.
Aynı şekilde Almanya için yalnızca Türklere karşı değil Ruslar'a ve Kırım Tatarları'na karşı da bir kale oluşturan Lehistan da ele alınmalı idi. 8 güçlü devlet, Lehistan'ı (Polonya) bu yüzden özel himayeleri altına alıp, Osmanlı topraklarına doğru mümkün olduğunca genişletilmesini sağlamalıydı.
Avrupa Hıristiyan âleminde genel barışı sağladıktan sonra, bu yöndeki savaşa hazır olunacaktı. Yeni kurulacak Haçlı ordusuna herkes yardım edecekti. Haçlı ordusu 117 savaş gemisinden, 220 bin piyadeden, 53 bin 800 süvariden ve 215 toptan oluşacaktı.
.
Bourbon hanedanının kurucusu 4. Henri 1553'te Protestan bir ailede doğdu. O yıllarda Protestan-Katolik çekişmesi yüzündenFransa'da iç savaş sürüyordu. 1570'te Protestanlarla-Katolikler arasında barış yapıldı ve 4. Henri Fransa Kralı'nın kardeşi Marguerite ile evlendi. Annesi öldüğü için Navarre Kralı da olmuştu. 24 Ağustos 1572'de Aziz Bartolomeus Yortusu Katliamı'nda Protestanlar öldürülürken, Henri, Katolikliğe geçip, hayatını kurtardı. Ancak bir süre sonra saraydan kaçıp tekrar Protestan olup, Katolikler'le savaştı. Fransa Kralı ve Valois hanedanının son erkek üyesi olan 3. Henri'nin 1589'da bir suikasta kurban gitmesiyle veraset yasaları ve kralın vasiyeti gereği Fransa Kralı oldu. Ancak Protestan olduğundan başta Paris olmak üzere birçok şehir, krallığını tanımadı. Bunun üzerine 1593'te tekrar Katolik oldu. Mezhep değiştirip, Osmanlı'nın desteğini almasıyla Fransa'da otoritesini kurdu. Döneminde krallık otoritesi kuruldu. Ekonomi bir düzene sokuldu 1598'de Nantes fermanını ilan ederek Protestanlara geniş haklar tanıdı. 1610'da bir suikast sonucu öldürüldü.
.
Kut'ül Amare Zaferi ile ilgili etkinlikler devam ediyor. Cumhurbaşkanlığımızın himayesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı'mızın desteğiyle Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı ve Tarih Bölümü, Yeditepe Yayınevi ile işbirliğiyle 10 Mayıs'ta Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda "100. Yılında Uluslararası Kut'ül Amare Zaferi Sempozyumu" düzenlenecek. Sempozyuma Türk, Irak, İngiliz ve Kanadalı bilim adamları katılacak. Türkçe, Arapça ve İngilizce tebliğlerin sunulacağı sempozyumda şu bildiriler sunulacak: Zekeriya Türkmen "Askerî Açıdan Irak Harekâtının Değerlendirilmesi"; Sezai Dumlupınar "Kut'ül Amare Zaferi'ne Giden Süreçte İngilizlerin Stratejisi"; Altay Cengizer, İngiltere'nin Birinci Dünya Savaşı Dönemi'nde Mezopotamya Harekâtına Yaklaşımı"; Mahmoud al- Qaysi, "Iraklı Tarihçilerin Kut'ül Amare Savaşıyla ilgili Görüşleri"; David Omissi, "Yeryüzündeki En Büyük Müslüman Gücü: İslam, Hint Ordusu ve Britanya Hindistan'ının Büyük Stratejisi, 1914-1916"; Orhan Avcı, "Kuşatma Sırasında Kut'ül Amare'de Hayat"; Usama Numan al-Duri, "Kut'ül Amare Savaşı'nda Açlığın Britanya Kuvvetlerinin Teslim Olmasındaki Rolü"; Cemalettin Taşkıran, "General Towshend'in Raporlarına Göre Kut'ül Amare'de İngiliz Savunması"; Mahmut Akkor, "Kut'ül Amare Esirleri", Muzaffer Albayrak, "General Towshend'in Esaret Günleri (Kût'tan Mondros'a"; Nikolas Gardner, "Kut'ül Amare Muhasarası ve Hint Ordusu"; Nadheer Jabbar Huseyin, "Aşiretlerin Kut'ül Amare Savaşı'nda Britanya Kuvvetlerine Karşı Tutumu"; Kadir Kon, "Almanların Gözüyle Kut'ül Amare Savaşı"; Erhan Afyoncu, "Kut'ül Amare Zaferi ile İlgili Türkçe Hatıratlar".
Sempozyumda tarih meraklılarına konuyla ilgili kitap ve birçok hediye ücretsiz olarak dağıtılacak.
.
Alman komedyenin hakaretleri karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yargı yoluna başvurması tartışmalara neden olurken, İkinci Abdülhamid, Avrupa’daki Osmanlı ve İslam karşıtı tiyatro ve opera oyunlarını engelletiyordu. Abdülhamid’in müdahalesiyle, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa’da sanat adı altında peygamberimize ve padişahlarımıza hakaret içeren oyunlar yasaklanmıştı
Alman soytarı Böhmermann'ın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a şiir adı altında her türlü hakaret etmesi ve bu yüzden yargılanma süreci tartışılıyor. Konu birkaç gün önce Alman meclisinde tekrar gündeme geldi ve tartışmalara sebep oldu.
HEP AYNI SENARYO
Batılılar, asırlarca sanat adı altında dini ve milli değerlerimize hakaret ve küfür etti. 19'uncu yüzyılda da İngiltere, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde sık sık Müslümanlar'ın dini ve milli konularına hakaret içeren tiyatro oyunu ve operalar sergilendi veya sergilenmek istendi. Bu dönemde tahtta bulunan İkinci Abdülhamid'in en çok üzerinde durduğu konulardan biri de bu tür oyun ve operaların sahnelenmemesiydi. Belgelere dayalı ilginç araştırmalara imza atan Ahmet Uçar, "Sultan, Güç ve Hassasiyet" isimli kitabında Osmanlı'nın son demlerinde bile bir dünya gücü olarak dönemin süper devletlerine müdahale edip, birçok oyun ve operayı yasaklattığını anlatır. Bu eserde sultanın oyunları nasıl engellediği şöyle anlatılır:
MEŞHUR OLMAK İÇİN
Tarih boyunca Avrupa'da İslamiyet'e ve Peygamberimiz'e saldırmak meşhur bir yazar olmak için ilk adımdı. Fransız yazar Henri de Bornier (1825- 1901), Fransız Bilimler Akademisi'ne üye olmak istiyordu. Daha önce yazdığı "Roland'ın Kızı" isimli oyunda İslam düşmanlığı yapmış ama fazla ses getirememişti. Bornier, 1888'de "Muhammed" isimli Peygamberimiz'e hakaret eden oyununu yazmayı bitirdi. Comedie Français'de sahnelenecek oyunun provaları yapılırken Peygamberimiz'e karşı hakaret içerdiği haberleri gazetelerde çıktı.
OYUN YASAKLANDI
Sultan İkinci Abdülhamid, Avrupa basınından durumu öğrenince oyunun engellenmesi için diplomatlara emir verdi. Osmanlı Hariciye Nazırı, yani Dışişleri Bakanı Said Paşa, Paris Elçisi Esad Paşa'ya telgraf çekerek harekete geçmesini istedi. Esad Paşa, hemen Fransız Dışişleri Bakanlığı nezdinde harekete geçti. Dışişleri Bakanı, konunun Eğitim Bakanlığı'nı ilgilendirdiğini, bakanla konuşacağını, ancak oyunun yasaklanmasının mümkün olabileceğini sanmadığını söyledi. Sultan Abdülhamid ise ısrarla yasaklanmasını istiyordu. Osmanlı yönetimi, Fransa'nın İstanbul elçisini defalarca uyardı. Osmanlılar'ın Paris ve Fransızlar'ın İstanbul elçilerinin teşebbüsleriyle oyunun sahnelenmesi 1890'a kadar engellendi. Bornier'in oyununun 1890'da tekrar sahnelenme girişimi, Osmanlı yönetiminin baskısı sonucu yine engellendi ve oyun bütün Fransa'da yasaklandı.
HİÇBİR ÜLKEDE OYNANAMADI
Henri de Bornier, Fransa'da yasaklatılınca oyununu İngiltere'de sahneletmek için harekete geçti. Ancak Osmanlı yönetimi yaptığı diplomatik teşebbüslerle oyunun İngiltere'de de sahnelenmesini engelledi. Ardından oyunun İtalya'da oynanması gündeme gelince Osmanlı yönetimi tekrar devreye girdi ve orada da oynanamadı. Yazar ve organizatörler oyunu Avrupa'da sahneleyemeyince ABD'de oynatmak için teşebbüs ettiler. Osmanlı yönetiminin yeni dünyada da devreye girmesiyle Başkan Cheveland oyunu sahnelerden kaldırttı.
Müslümanlar Osmanlı'ya minnettar
Oyunun Fransa'da yasaklanması bütün dünya Müslümanlar'ı arasında sevinç gösterilerine sahne oldu. İngiltere'de Hintli ve İngiliz Müslümanlar'ın kurduğu Liverpool İslam Cemiyeti ikinci başkanı Rafiüddin Ahmed, 1890'da İkinci Abdülhamid'e gönderdiği mektubunda, "Oyunun yasaklanması sebebiyle halifeye şükranlarını arzetti. Oyunun yasaklanması üzerine başta Bombay ve Kalküta olmak üzere Hindistan'ın her tarafındaki Hindistan Müslümanları sevinç gösterileri yaptılar, hatta mevlidler okuttular.
Kalküta Müslümanları Edebiyat Cemiyeti Genel Sekreteri Abdüllatif Bahadır Han, Londra'da yayımlanan bir dergiye 13 Mayıs 1890'da "Müslümanların İncinmesi Önlendi" başlıklı uzunca bir mektup göndererek, Peygamberimiz'e hakaret eden oyunun yasaklanması karşısında Hindistan Müslümanları'nın memnuniyet ve teşekkürlerini bildirmişti. Mektup, daha sonra İngiliz "The Overland Mail" gazetesinde de yayımlandı.
Peygamberimiz aleyhine olan oyunun yasaklanması Hollanda sömürgesi olan Endonezyalı Müslümanlar arasında da sevinçle karşılandı. Batavya Şehbenderi (Konsolosu) Ahmed Rıfkı, 10 Ocak 1891'de Osmanlı Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği mektupta bölge Müslümanları'nın memnuniyetini aktardı.
Fatih Sultan Mehmed aleyhtarı oyunlar
Fatih'in İstanbul'u fethi Hıristiyan dünyasının en büyük kaybıydı. Bunu unutmadılar. Fatih'i ve fethi kötülemek için ciltler dolusu kitaplar yazdılar, şiirler kaleme aldılar, tiyatro oyunları sahnelediler. Uydurma bilgiler, asırlarca Batı'da tiyatro yoluyla tarihi hakikat gibi olarak halka sunulmuştu. Batı'da Fatih ile alakalı en meşhur piyes "İrene ve İkinci Mehmed"di. Baştan sona uydurma olan oyunda Fatih, yeniçerileri tatmin etmek için aşık olduğu İrene'yi öldüren katil bir hükümdar olarak takdim edilir. Voltaire, bile İrene meselesi üzerine Fransızca yazılmış "İkinci Mehmed" adlı oyun hakkında, yazarına gönderdiği mektupta "İstiklâlini kaybetmiş milletler, fatihlerine daima böyle korkunç, olur olmaz şeyler isnat ederler" demişti.
İrene hikâyesi kadın ve erkek kahramanların adı değiştirilerek birçok Doğulu hükümdar hakkında sergilenmişti. Bunlardan biri de İtalyan yazar Rossini'nin yazdığı ve bestelediği "İkinci Mehmed" adlı operaydı. Daha önce "İtalya'daki Türk" adlı eseri ile Müslümanlar'a kinini kusan Rossini'nin bu eseri, 1824 ile 1852 arasında dört defa yayımlanmıştı. Eserin yazılış sebebi, Batı'da Yunan isyanına destek olmak ve Yunanlılar arasında Yunan milliyetçiliğini canlandırmaktı.
Rossini, "İrene ve İkinci Mehmed"in yeni bir varyantından başka bir şey olmayan uydurma oyununda, sadece tarihi olayları tahrif etmekle kalmamış, Türkler'e, İslâmiyet'e ve Osmanlı'ya karşı, her türlü kin ve nefretini kusmuştu.
1893 sonlarında, Batı'da Yunanseverlik ve Girit meselesi yine gündemdeydi ve milli birliğini yeni kuran İtalya, Osmanlı aleyhine her türlü rolü oynamaya hazırdı. Böyle bir ortamda, Rossini'nin "İkinci Mehmed" operasının bir benzeri İtalyan sahnelerinde yeniden oynatılmaya başlanmıştı. Oyunun adı ve konusu aynı, yazarı farklıydı. Bu defa Bolirci Fabris yazmıştı. İkinci Abdülhamid piyesten fevkalade rahatsızdı. Hemen Hariciye vekiline, Roma sefirimiz vasıtasıyla harekete geçilmesi emrini verdi. Ancak İtalya'nın cevabı pek tatmin edici değildi. İtalya hükümeti ısrarla oyunun farklı olduğunu, bu yüzden yasaklanmasını ve adının değiştirilmesine gerek olmadığını ileri sürdü. Bununla birlikte, eğer piyeste "Fatih ve Osmanlı aleyhtarı herhangi bir unsur bulunursa" piyesin yasaklanacağı hususunda teminat verdiler.
.
Batılılar Hıristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri ve son Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan İstanbul’un fethini tarihlerindeki en büyük felaketlerden biri olarak gördü. Halbuki İstanbul’un fethi dünyayı yepyeni ve aydınlık bir çağa kavuşturdu
Fatih'in İstanbul'u 29 Mayıs 1453'te fethi Hıristiyan dünyası açısından büyük bir mağlubiyetti. Unutmamamız gereken en önemli şeylerden biri İstanbul'un dini ve tarihi açıdan Batılılar için önemidir.
HIRİSTİYAN DÜNYASI İNANMADI
İstanbul'dan kaçanların Ege'deki adalara varmasından sonra, İstanbul'un düştüğü haberi her tarafa yayıldı. Mektuplar yazılarak hızlı gemilerle Venedik senatosuna ve Papa'ya gönderildi. 29 Haziran akşamı haber İtalya'ya ulaştı. Mektup senatoda okunduğunda salonu derin bir sessizlik kapladı. Senato üyeleri korku ve şaşkınlık ile birbirlerine baktılar. Ağıtlar, çığlıklar birbirini takip etti. Kimisi saçını başını yolarken, kimisi de göğsünü yumrukluyordu.
Hıristiyan dünyası bugün bile atlatamadığı bir şoka girmişti. Kimse bu duruma inanamıyordu. Bazıları Bizans'ın yardımına gidilmediği için Avrupa'daki Hıristiyan devletleri suçlarken, bazıları da Bizanslılar'ın işledikleri günahların sonucunda bunların olduğunu ifade ediyordu.
Hıristiyanlar İstanbul'un Türkler'in eline geçmesini Romalıların Kudüs'ü yakıp yıkması, Hazreti İsa'nın çarmıha gerilmesi ve dünyanın sonu gibi insanlık tarihindeki büyük felaketlerden birisi olarak algıladı.
Haber yayıldıkça her yerde yeni bir Haçlı seferi düzenleme fikri hakim oldu. Haber Papa'ya ulaştığında, Papa V. Nicolas, "Hıristiyanlığın utancıdır bu!" diye bağırmıştı. En başta Papa olmak üzere birkaç yıl heyecanla birlik sağlamaya çalışıldıysa da, bir sonuca varılamadı.
İtalya'dan Sırbistan'a herkes sıranın kendilerine geldiğine inanıyor ve korkuyordu. Vaizler şehir şehir dolaşarak halka durumu duyurdu. İnsanların günahları yüzünden Doğu Roma'nın başkentinin Türkler'in eline geçtiği, eğer insanlar dine dönmezlerse Fatih'in Roma'ya kadar geleceğini anlattı.
AĞITLAR YAKTILAR
İstanbul'un Türkler'in eline geçmesi Hıristiyan dünyasında ağıtlar yakılmasına sebep oldu. Bir Venedik şiirinde Hıristiyanlığa şöyle sesleniliyordu: "Ağıtlar yaksın, korkunç düşüşüme gökyüzü ve bütün Hıristiyanlar! Bu ne biçim kader? Hıristiyanlar'ı körleştiren günahım ne benim? Felaketin bana yaklaştığını görmedi mi onlar?"
Bir diğer anonim çağrıda da Hıristiyanlar bir araya gelmeye çağrılıyordu: "Her şeye kadir Tanrım! Lütfunla Hıristiyanlığa güç ver! Barış ve birlik sağla! Ne Yunanistan'da ne Asya'da ve ne Avrupa'da tek bir Türk kalmayana kadar kovalamamız için bize büyük bir ordu kurmayı nasip et!".
YENİ VE AYDINLIK ÇAĞ BAŞLANGICI
İstanbul'un fethi, Türkler'in daha önceki tarihlerinde eşine rastlanılmayan, dünya siyasetine yön veren bir imparatorluğun kuruluşuna vesile olacaktı. Artık bir çağ kapanmış ve yeni bir çağ açılmıştı.
İstanbul'un fethi genç padişaha sonsuz bir kudret ve otorite sağlamıştı. Osmanlı Devleti bu fethin getirdiği büyük prestijle İslam dünyasının en parlak devleti haline geldi. Fatih, fetihten aldığı kuvvetle Osmanlı'yı dünyanın en büyük devletlerinden biri hâline getirdi. 16. yüzyılda Osmanlı'nın bir dünya gücü hâline gelmesi, Afrika'da ve Güney Asya'da Endülüs felaketine uğramak üzere olan Müslümanlığı yok olmaktan kurtardı. Balkanlar'da Ortodoksluğu yaşattı. Avrupa'da Protestanlığın yayılmasını sağladı. Osmanlı Devleti, dünyanın birçok yerinde mazlumların sesi ve kurtarıcısı oldu.
.
İstanbul fethedildikten sonra Hıristiyanlar, Fatih'in verdiği hakların güvencesinde bu şehirde yaşadılar, bir hukuk ihlali gündeme geldiğinde, Fatih'in sözüne dayanarak haklarını korudu. Hâlbuki Endülüs, 1492'de İspanyollar tarafından tamamen işgal edildikten kısa bir süre sonra ülkedeki Müslüman ve Yahudi varlığı yokedilecekti. Fatih Sultan Mehmed ve Osmanlılar tarihsahnesinde kaldıkları sürece sadece Müslümanlar'ın değil, Hıristiyan ve Yahudiler'in de ümidi oldu.
O dönemde Avrupa'da Yahudiler hayatlarını zor şartlar altında sürdürüyordu. Osmanlı topraklarında ise her dinden insan kendi kültürel ve dini ortamında özgürce yaşamaktaydı. Hatta Fatih Sultan Mehmet gayrimüslimlerin haklarını fermanlarla devlet güvencesi altına alarak şahsi müdahale, yorum ve haksızlıkların önüne geçiyordu. Hıristiyan olsun, Yahudi olsun fark etmiyordu. Osmanlı Devleti'nin şemsiyesi altına giren herkes hukuk sahibiydi ve hakları devlet tarafından koruma altına alınıyordu. Bu yüzden Yahudi İzak Sarfati, 1454'te Orta Avrupa'daki dindaşlarına gönderdiği mektupta hilalin altında yaşayanların haçın hâkimiyeti altında yaşayanlara kıyasla çok daha talihli olduklarını söylüyordu. Onlara tavsiyesi Avrupa'daki dev işkence odasını bırakıp Türkiye'ye gelmeleriydi.
.
İstanbul'un fethi üzerine yakılan ağıtların en ilginçlerinden biri Bizanslı tarihçi Dukas'ın yazdığı şu ağıttır:
"Ey şehir, şehir, bütün şehirlerin başı! Ey şehir, şehir, dünyanın dört tarafının merkezi! Ey şehir, şehir, Hıristiyanlar'ın iftihar sebebi ve barbarların hezimeti! Ey şehir, şehir, içinde manevi meyvelerle dolu ikinci bir cennet! Ey cennet şimdi güzelliğin nerede? Vücut ve ruhun, manevi zarafetlerinin, faydalı kuvvetleri nerede? Solmak bilmeyen cennet yeşillikleri arasında, çok zaman evvel dikilmiş olan Hazret-i İsa efendimin, havarilerinin gömülü bulunduğu vücutları nerede? Azizlerin, şehitlerin kalıntıları nerede? İmparatorların cesetleri nerede? Yollar, mabetlerin avluları, üç yol ağızları, tarlalar, bağların çevreleri, bunların hepsi, azizlerin, soyluların, dindar adamların, rahiplerin ve rahibelerin kalıntıları ile doluydu. Bunlar şimdi nerededirler? Ne büyük felaket! Ya Rab! Bize olan bu halleri hatırına getir. Nazar eyle ve maruz kaldığımız hakaretleri gör! Babalarımızdan kalma mirasımız yabancılara kaldı, evlerimiz başkalarının eline geçti. Babamız yok gibi, öksüz kaldık, annelerimiz dul kadınlara döndü. Takibata uğradık, zahmetler çektik ve rahatımız kalmadı. Babalarımız günah işlediler ve öbür dünyaya gittiler. Biz ise onların günahlarının cezasını çekiyoruz. Bizi kullar, hükümleri altına aldılar. Bunların elinden kurtulan olmadı. Başımızın üzerinde bulunan taç yere düştü. Yazıklar olsun bize! Zira günah işledik...
Şimdi şehre gelen felaketi, müthiş esareti ve acı hicreti hangi kuvvetli dil tasvir edebilecek? Maruz kaldığı felaket Kudüs'ten Babil'e veya Asurya'ya hicret etmek gibi değildir.
Ey güneş titre! Ey arz, sen de titre ve adil hakim olan Cenab-ı Hakk'ın günahlarımız için neslimizi tamamen terk ettiğinden inle! Bakışlarımızı gökyüzüne çevirmeye layık değiliz, yalnız yüzümüzü yere koyarak, Allah'a karşı "adilsin ve kararların adalete uygundur" diye bağırmalıyız. Günahlar işledik, dini kurallardan uzaklaştık. Her milletten fazla haksızlık yaptık ve bize her ne yaptıysan hakiki ve adil kararlarınla yaptın. Böyle olmakla beraber, Ya Allah! Bize merhamet et, biz de duadan geri durmayacağız".
.
Almanlar’ın soykırım tarihi Yahudiler ile sınırlı değil. Almanlar, sömürgecilik için 1904-1906’da Namibya’da 10 binlerce Herero ve Nama yerlisini katletmiş, çöle sürüp, susuzluktan ölmelerine sebep olmuştu. Esir aldıkları yerlileri ise köle olarak kullandı
Almanlar'ın Yahudiler'e karşı yaptığı soykırım hemen hemen herkes tarafından bilinir. Ancak bu hadiseden yalaşık 40 yıl önce Namibya'da yaptıkları soykırım fazla bilinmez. Türkiye'de de bu konu üzerine nadiren kalem oynatanlar vardır. Bunlardan biri olan İlyas Doğan "Devletler Hukuku" isimli kitabında konuyu anlatmıştır. Janntje Böhlke-Iyzen ise 2004'te yayımlanan "Kolonialschuld und Entschadigung, Der Deustche Völkermord an den Herero" (Sömürge Suçu ve Tazminat, Almanların Hererolara Soykırımı (1904-1907) isimli eserinde Namibya meselesini teferruatlı olarak anlatır.
ALMANLAR'A İSYAN
19. yüzyılın ortalarından itibaren Alman misyonerler, Namibya'ya gelmişlerdi. 1880'lerden itibaren ise bölge Alman sömürgeciliğine açıldı. Ancak her geçen gün hadiseler yerlilerin aleyhine gelişiyordu. Bu yüzden bölgede huzursuzluk arttı. 1903'ten sonra Alman göçmenler arasında isyan çıkacağı beklentisi oluştu. 1904 Ocak'ından itibaren çatışmalar arttı. Herero kabilesi kendilerine yapılan saldırılara karşı Alman çiftliklerini bastı. Misyoner Eigar Ren, 10 Şubat 1904 tarihli raporunda şöyle yazmıştı: "Almanlar korkunç bir nefret ve intikam hırsıyla dolular. Hererolar'ın kanlarına susadılar. Bu bağlamda temizlemek, asmak, son sağ adama kadar alaşağı etmek, özür kabul etmemek vs. gibi şeyler dışında bir şey duyulmuyor". Alman yönetimi, Güneybatı Afrika'daki göçmenlerin ve Alman kamuoyunun baskısı üzerine bölgeye yeni askerler ve vali gönderdi. 11 Haziran 1904'te Doğu Afrika'da Wahehe İsyanı gibi birçok özgürlük hareketini bastıran General Lothar von Trotha yeni vali olmuştu.
ÇÖLDE SOYKIRIM
Trotha, gemideyken savaş durumunu ilan etti. Hererolar Alman birliklerine mağlup olup, kaçtı. Sıkıştırılarak ıssız ve susuz Namib (Omaheke) Çölü'ne itildiler. Almanlar, generalin ifadesiyle Hererolar'ı susuz kum diyarında ölmeleri için çöle sürmüşlerdi. Trotha, su kuyularını kapattırıp, kadın ve çocuk dahil bütün Herero kabilesine ateş açılması emrini vererek yerlileri çöle göndermişti. Çölün Alman silahlarının başlattığı soykırımı bitirmesi planlanmıştı. Hererolar'ın müzakere teşebbüsünde Almanlar kabile temsilcilerini öldürdü. Alman yönetimi Trotha'nın stratejisinden memnundu. Buna karşın eski vali Leutwein, Hererolarla müzakere etmek için ısrar etti. Eleştirilerini şansölyeye ilettiğinde, izne çıkarıldı. Kasım ayında Trotha'nın savaşı askerleri tifo ve sıtmaya yakalanınca durdu. Bunun üzerine Almanlar taktik değiştirdiler. Kayser, misyonerler vasıtasıyla kalan Hererolar'ın kamplarda toplanmasını emretti. Silahını veren Hererolar, G.H. (esir Herero) harfleriyle işaretlenip, zincire vuruldu.
KAMPLARDA ÖLÜM VE TECAVÜZ
Herero tehdidi bitince Trotha 19 Ocak 1905'te sivil idareyle değiştirildi. Yeni vali Friedrich von Lindequist, Hererolar'ı misyonerlerin yardımıyla çalıştırmak için harekete geçti. 1906'da esir sayısı 24 bine ulaşmıştı. Dikenli tellerle dış dünyadan izole edilen kamplarda, esirlerin büyük bir kısmı öldü. Kamplardaki Herero kadınları ve kızları, Alman askerlerinin tecavüzüne uğradı. Hayatta kalan esirler tren yolu inşasında kullanıldı. 1905 Nisan'ından itibaren de tüzel kişiler kamplardan iş gücü elde etti. Woermann Armatörlüğü gibi büyük şirketler için özel kamplar bile kurulmuştu. Ağustos 1906'dan itibaren göçmenler de Herero esirlerini özel hizmetlerinde kullandı. Almanlar'ın sömürgeleştirme faaliyeti sonucunda Namibya'da 100 bine yakın yerli öldürülmüştü. Herero ve Nama kabilelerinin halklarının nüfuslarının büyük bir bölümü yok edilmişti.
.
Almanya, sömürge konusunda geç kalan Avrupa devletlerindendi. Alman Güneybatı Afrika Sömürgesi olacak bölgeye yani Namibya'ya gelen ilk Almanlar, Ren Misyonerlik Cemiyeti üyesiydi. Misyonerler 1842'den sonra faaliyet gösterdi. 1883-1884 arasında Bremenli tüccar Lüderitz, Namibya'da bölgenin kabile reislerinden para ve tüfek karşılığında toprak satın aldı. Gelişen şartlar sonucunda Bismarck, "Lüderitz'in satın aldığı toprağı 24 Nisan 1884'te Alman koruması altına aldı. Devletten imtiyazlı özel şirketler bölgenin idaresinden sorumluydu. Bismarck "sömürge" ifadesinden kaçınarak "koruma bölgesi" tabirini kullandı. Lüderitz, bölgenin büyük kabilelerinden Hererolar ile anlaşamadı. Bunun üzerine Alman hükümeti, misyonerler aracılığıyla kabile reisleriyle koruma anlaşmalarını kuvvetlendirdi. Baskılar sonucunda bazı Herero grupları da anlaşma imzaladı. Hererolar için en önemli şey sığırlarıydı. Sığırları için sık sık mera değiştiriyorlardı. Bu durum yüzünden Almanlar, sınır belirleyemiyor, toprak sahipleri de toprak kullanım haklarını koruyamıyordu. Lüderitz, satın aldığı toprakları işletmede başarısız olup, batınca toprakları 30 Nisan 1885'te Alman Güneybatı Afrika Sömürgesi Şirketi'ne geçti. Şirket, Deutsche Bank, Dresdner Bank, Sal. Oppenheim gibi firma ve bankalardan mürekkepti. Kalabalık Herero gruplarından birinin reisi olan Maharero Tjamuaha, bir süre sonra kendisine vaat edilen anlaşmayı feshetti. Böylece Almanlar'ın Güneybatı Afrika'da resmi meşruiyeti ortadan kalkmıştı. Bu yüzden Bismarck, Yüzbaşı Francois komutasında 200 askeri Güneybatı Afrika'ya yolladı. Artık şirket sömürgesinden krallık sömürgesine geçiliyordu. Baskı üzerine Hererolar 1890'da Almanlar'la yeniden anlaştı. Tjamuaha 1890'da ölünce oğlu Samuel Maharero, Alman desteğiyle reis oldu. Ancak durumun halkının aleyhine geliştiğini gören Samuel Maharero, Witbooi- Nama'nın reisi Hendrik Witbooi ile Alman tehlikesine karşı birleşti. Almanlar bölgeye 200 asker daha gönderdi. Yüzbaşı von Francois, 12 Nisan 1893'te Witbooi'lerin en müstahkem yeri olan Hoornkranz'a saldırarak, katliam yaptı. Yerliler, sinmek yerine gerilla savaşına yönelince 1894'te bölgeye Theodor Leutwein vali olarak gönderildi. Leutwein İngilizlerden imrendiği "böl ve yönet" sistemiyle hareket etti. Böylece 1895'ten sonra Güneybatı Afrika'ya daha çok Alman geldi. 1898'den sonra hayvanları ve kendileri salgın hastalıklardan kırılan Hererolar'ın meraları Almanlar'ın eline geçti. Hererolar da Almanlar'ın yanında kırbaçlanarak işçi olarak çalışmaya başladı.
.
Soykırımın mimarı Von Trotha, amacını şöyle açıklamıştı: "Herero savaşçılarını savaş mahkemesinde yargıladım ve astırdım, tüm kadın ve çocukları ilanla birlikte çöldeki halka geri yolladım. Diğer yandan büyük oranda hasta olan kadın ve çocukların alınması birlik için ciddi bir tehlike, onları beslemekse olanaksız. Bu yüzden ulusun kendi içinde yok olmasını, böylece askerlerimizin, su ve gıdaların zehirlenmesinin engellenmiş olmasını daha doğru buluyorum. Ayrıca tarafımdan her hangi bir yumuşaklık Hererolar tarafından ancak bir zayıflık olarak mütalaa edilir. Şimdi ya kum denizinde ölmeli veya Botsvana sınırına hareket etmeliler. Bu isyan, benim 1897'de Doğu Afrika şansölyesine ilettiğim raporlarda belirttiğim gibi bir ırk savaşının başlangıcıdır, öyle de kalacaktır". Von Trotha Leutwein'e 27 Ekim 1904 tarihinde yazdığı bir mektupta şöyle demişti: "Doğu sınırının kapatılması ve kendini gösteren her Herero'ya uygulanacak terör, ben ülkede bulunduğum sürece devam edecektir. Ulus yok olmalı. Eğer bunu tüfekle başaramıyorsam, o halde bu şekilde gerçekleşmeli".
.
Haçlı seferlerinin tek hedefi Müslümanlar olmamıştı. Ortodoks Hıristiyanlar ve Yahudiler’i de katleden Haçlılar 1204’te İstanbul’u işgal ettiklerinde Ayasofya’yı yağmalayıp kutsalmabette bir fahişeye dans ettirip şarkı söyletti. Fatih Sultan Mehmed ise mabetten bir mermerin bile sökülmesine müsaade etmemişti
Haçlı seferleri Müslümanlar üzerine yapıldı olarak bilinir, Ancak Avrupalılar'ın 1096'da başlayan Haçlı seferlerinde Müslümanlar'ın yanısıra Ortodoks Hıristiyanlar ve Yahudiler de büyük katliamlara maruz kalmışlardı.
Selahaddin Eyyubi'nin 1187'de Kudüs'ü geri alması üzerine yapılan III. Haçlı seferi başarısız olunca, Papa III. Innocentius, 1202'de bütün Avrupa'yı Haçlı seferine çağırdı. Yola çıkan Haçlı ordusu Kudüs yerine İstanbul'u kuşattı. 1204'te Haçlılar tarafından işgal edilen İstanbul büyük bir yağma ve tahribata maruz kaldı. Haçlı yağma ve tahribatından Ayasofya gibi kiliseler bile kendini kurtaramamışlardı. 1261'e kadar sürecek Haçlı işgali şehrin bütün ihtişamını yoketti.
AYASOFYA'DA REZALET
Önder Kaya, bir makalesinde Bizans tarihlerini kullanarak Ayasofya'nın başına gelenleri şöyle anlatır: "Şehrin yağmalanmasına bizzat şahit olan Bizanslı tarihçi Niketas, zamanında Müslümanlar'ın da Kudüs'ü Bizans'tan aldığını ancak burada yaşayan halka çok iyi muamele ederek Hazreti İsa'nın mezarına rahatsızlık vermediklerini, halbuki dindaşları olan Haçlılar'ın yaptıklarının bağışlanabilir bir tarafı olmadığını dile getiriyor ve şu cümleleri sarfediyordu: "Hıristiyan topraklarında kan dökmeden geçip gideceklerine, sadece Müslümanlar'ın üzerine yürüyeceklerine yemin edenler İstanbul'da katliamın en dehşetlisini yaptılar. Haçı omuzlarında taşıdıkları sürece evlenmeyeceklerine yemin edenler kendilerini Tanrı'ya adayan rahibelerimize tecavüz ettiler. Kudüs'teki KutsalMezar'ın intikamını almak bahanesi ile harekete geçenler altın ve gümüş uğruna haçın üzerinde tepinmekten çekinmediler".
Katolik mezhebinden olan Haçlılar'ın yaptığı vahşet ve saygısızlığın haddi hesabı yoktu. Bizans'ın en büyük mabedi olan Ayasofya'yı yağmalamak amacıyla kiliseye atlarıyla giren Haçlılar, beraberlerinde getirdikleri katırlara kilisenin değerli eşyalarını yüklediler. Hayvanların yük altında kalarak ezilmesi ve yere yığılması üzerine de kılıçlarıyla hayvanları öldürüp kiliseyi kirletmekte hiçbir sakınca görmediler fakat Tarihçi Niketas'ın en içerlediği sahne bir fahişenin patriğin vaaz verdiği kürsüye oturarak açık saçık dans edip şarkılar söylemesi olmuştu.
KUTSALLARI GÖTÜRDÜLER
İstanbul'un işgali sonrasında servetlerini sakladıkları gerekçesiyle pekçok Bizanslı'ya işkence edildi. Haçlıların asilleri, saraylarda ve kiliselerde bulunan en değerli eşyaları kendilerine ayırırken, askerlere hamam tasları, bakır çanaklar gibi basit eşyaları bırakıyorlardı. Bu yüzden sıradan askerlerin Bizans halkına yaptığı zulmün dozu arttı. Soylulardan gizli olarak sokaklara dağılan askerler bulabildikleri her şeyi yağmalamaya başladılar fakat bu yağmadan en çok nasibini alan kilise ve manastırlardaki Hazreti İsa'nın havarilerinin, Hazreti Meryem'in veya başka büyük peygamberlere ait olduğuna inanılan kutsal eşyalar oldu.
Yağmalanan bu eşyaların büyük bir kısmı İtalya ve Fransa gibi ülkelerde dindarlara fahiş fiyatlarla satıldı ve zaman içinde ortadan kaybolurken, bir kısmı da Vatikan'da veya diğer büyük dini merkezlerde koruma altına alındı".
.
Osmanlı askerleri 29 Mayıs 1453'te Topkapı-Edirnekapı arasındaki bir yerden şehre girmeye başlayınca Rumlar "şehir düştü" diyerek kaçmaya başladılar. Şehrin düştüğünü anlayan Rumlar Ayasofya'ya koşmuşlardı. Rumlar, Ayasofya'ya sığınarak kendilerini meleklerin ve azizlerin koruyuculuğuna kendilerini teslim ettiklerine inanıyorlardı. Ayasofya'ya doluşan halk eski bir kehanetin gerçekleşmesini bekliyordu. Kehanete göre Türkler Çemberlitaş'a kadar gelecek, ancak burada bir melek gökten adalet kılıcını indirecekti. Melek bu kılıcı Konstantin Sütunu'nun yanında dikilen isimsiz ve gariban bir adama "Bu kılıcı al ve efendimizin intikamını al" diyerek verecekti. Bunun üzerine Türkler kaçmaya başlayacaklar, Bizanslılar da Türkler'i kovalayıp, şehirden atacaklardı. Ardından da Türkler'i İran sınırına kadar kovalayacaklardı. Ancak kehanet boşa çıkmış ve 29 Mayıs 1453'te İstanbul tamamen Türkler'in eline geçmişti. İstanbul tamamen Osmanlılar'ın eline geçince artık Fatih ünvanını kazanmış olan İkinci Mehmet şehre yeniçerileri ve vezirleriyle birlikte girdi. Kafile şehrin sokaklarından geçerek, Ayasofya'ya geldi. Burada atından inen genç hükümdar, yerden aldığı bir avuç toprağı kavuğunun üzerine serpti. Bu hareketiyle Allah'a sığındığını belirtiyordu. Ayasofya'ya girdi. Bir müddet sessizce bekledi. Belki de bu zafer için şükrediyordu. Bu sırada bir askerin kilisenin mermerlerini sökmeye çalıştığını gördü. Askere kızarak, bunların ganimet olmadığını söyledi. Bu yapılar padişahındı.
.
İstanbul'un fethinden sonra fethin sembolü Ayasofya camiye çevrildi ve 1453'ten 1934'e kadar Ayasofya'nın kiliseden camiye çevrilmesini Batılılar ve Ruslar asla unutmadılar. İstanbul'a gelen batılı seyyahlar eserlerinde muhakkak Ayasofya'nın kilise olduğu dönemleri anlatıp, diğer Osmanlı camilerini Ayasofya ile mukayese ettiler. Bu seyyahların çoğu Ayasofya'nın cami olmasını bir türlü kabullenemiyorlardı. Hülyalarını Ayasofya'nın tekrar kilise olacağı günler süslüyordu. Ayasofya'nın kiliseye çevrilmesi ile ilgili istekler 19. yüzyılda giderek daha da yüksek sesle ve farklı şekillerde dile getirilmeye başladı. Özellikle gayrimüslimlerin camileri gezmelerine dair izin çıktıktan sonra Osmanlı veya Yunanistan vatandaşı olan Ortodoks Rumlar, Ayasofya'ya yönelik eylemlere başladılar. Rumlar'ın Ayasofya'da uygunsuz hareketlerde bulunmaları Osmanlı yetkililerini ve özellikle devrin padişahı Sultan İkinci Abdülhamid'i harekete geçirdi. Camilerin nasıl gezileceğine dair bir talimatname hazırlanıp, durum kontrol altına alındı.
.
Fatih, Ayasofya'ya girdiğinde kilisede korku ile bekleşen Rumlar'ın evlerine götürülmelerini söyledi. Ulemadan birisi ezan okudu. Fatih, namaz kıldıktan sonra bu büyük zaferi için dua edip, ardından Ayasofya'yı gezdi. Ayasofya'nın kubbesine çıkıp şehri seyreden padişahın şu mısraları söylediği duyulmuştu: "Kisranın sarayında örümcekperdedârlık ediyor, Efrasiyab'ın kalesinde baykuş nevbet vuruyor."
Fatih daha sonra kilisenin namaz kılınacak hâle getirilmesini emretti. Türkİslâm geleneğinde fethedilen bir yerin en büyük mabedinin camiye çevrilmesi esastı. Bu İslâm'ın zaferinin gücünü simgeliyordu. Ayasofya, 1 Haziran 1453'te ilk hutbeyiAkşemseddin'in okuduğu ve Fatih'in de katıldığı cuma namazıyla camiye çevrildi. Müzeye çevrildiği 1934'e kadar, 481 yıl namaz kılındı.
.
Futbolla yatıp futbolla kalkan bir ülkeyiz. Ancak futbol tarihimizi tam bilmiyoruz. Yaklaşık 140 yıldır futbol oynuyoruz. Milli takım maceramız ise 103 yıllık. Osmanlı döneminde 1913’te kurulan milli takımımız, ilk milli maçında İngilizler’i 2-0 yenmişti
Milli takımın arka arkaya iki mağlubiyet alması hepimizi üzdü. Futbolla yatıp futbolla kalkan bir milletiz. Ancak futbol tarihimiz hakkıyla yazılmamıştır. Türkiye'nin en önemli tarihçilerinden Vahdettin Engin'le birlikte ana kaynaklara dayanarak hazırladığımız ve yakında yayınlanacak "Osmanlı Döneminde Futbol" isimli kitabımız futbol tarihimizi aydınlatacak ve birçok yanlışı düzeltecek.
İLK MİLLİ TAKIMIMIZ
Türk Milli Futbol Takımı'nın ilk maçını 26 Ekim 1923'te Romanya ile oynadığı hususu genel bir kabul görmüştür. Ancak bu tarihten çok önce 1913'te, yani Osmanlı İmparatorluğu döneminde milli futbol takımı kurulmuştu. İlk Türk Milli Futbol Takımı İngiltere'nin Akdeniz donanmasına mensup Weymouth gemisi mürettebatı ile yaptığı iki maçtan birini kazanmış, diğerinde ise berabere kalmıştı. İlk maç 30 Mart 1913 Pazar günü oynandı. İngilizler'in karşısına çıkan takım Galatasaray ve Fenerbahçe futbolcuları arasından seçilmişti ve "Türkiye Futbol Heyeti Takımı "olarak adlandırılmıştı. Maç 2-0 Türkiye'nin galibiyetiyle sonuçlandı. Mağlubiyeti kabullenemeyen İngilizler yeni bir maç daha talep etti. İlk maçın hemen akabinde bu maçın rövanşı yapıldı. 6 Nisan 1913 pazar günü oynanan rövanş maçında milli takımımız İngilizler ile 1-1 berabere kaldı.
Osmanlı döneminde Galatasaray
Osmanlı döneminde Fenerbahçe
İLK FUTBOL FEDERASYONU
Milli takımımız 1913'te ilk futbol müsabakasını yapıp, İngilizler'i mağlup ettiği dönemde bugünkü Türkiye Futbol Federasyonu'na benzeyen "Türkiye Futbol Heyet-i Merkeziyesi" adını taşıyan ve kamuoyunu milli maçla ilgili bilgilendiren bir kurum da ortaya çıkmıştı. Milli takım oyuncuları da Türkiye Futbol Heyet-i Merkeziyesi tarafından belirlenmişti. Milli takımın teknik direktörü Ali Sami Bey, kaptan ise aynı zamanda santrfor oynayan Galib Bey'di. 1914'te ise Fenerbahçe, Galatasaray ve Altınordu takımları futbolcularından meydana gelen bir milli futbol takımı kuruldu. 12 Nisan 1914 Pazar günü Romanyalılar'la bir hazırlık maçı yapıldı ve maç 5-4 milli takımın galibiyeti ile sonuçlandı.
TÜRKİYE'DE FUTBOL NE ZAMAN OYNANMAYA BAŞLADI?
.
İngilizlerin referandum oylamasında AB’den çıkmak istemesi İngiltere ile Avrupa arasındaki ilk kopuş değil. 600 yıl önce İngiltere Kralı 8. Henry Norfolk Dükü’nün yeğeni Anne Boleyn ile evlenmesine izin vermeyen Papa’yı tanımadı ve Anglikan Kilisesi’ni kurarak Kıta Avrupa’sını karşısına aldı
İngiltere tarihinin en renkli krallarından Sekizinci Henry tarihe zaferlerle değil boşadığı eşleri ve boşanma biçimleriyle geçmiştir. Zeynep Dramalı'nın "Tarihi Tersten Okumak" isimli kitabında kralın renkli hikâyesi şöyle anlatılır.
PAPA-KRAL KARŞI KARŞIYA
Sekizinci Henry'nin ağabeyi Arthur, 1501'de İspanya kraliyet ailesinden Aragonlu Catherine ile evlenmişti. Arthur bir yıl sonra ölünce Catherine, kocasının kardeşi Henry ile nişanlandı ve 1509'da nişanlısı kral olarak tahta çıkınca, evlendiler. O dönemdeki Hıristiyan hukukunda kayınbiraderlerle, yengelerinin evlenmesi yasak olması sebebiyle bu nikâhın kanuni bir evlilik olması için Papa'dan özel izin alınmıştı. Büyük zorluklarla nikâhlanan kralın evliliği istediği gibi gitmedi. Catherine'nin doğurduğu altı çocuktan sadece Mary Stuart hayatta kalmıştı. Çapkınlıkları dillerde dolaşan VIII. Henry, hoşlanmadığı eşi taht için erkek varis de vermeyince yeniden evlenmeyi kafasına koymuştu. Bu iş için Norfolk Dükü'nün genç ve güzel yeğeni Anne Boleyn'i gözüne kestirmişti. Ancak ortada Katolik nikâhı vardı ve ömür boyu sürerdi. Boşanmak için Papa'nın özel izni gerekiyordu. Kralın eşi, Avrupa'nın en büyük hükümdarı Kutsal Roma- Cermen İmparatoru Şarlken'in teyzesi olduğu için Papa, kralın 1527'deki müracaatını 6 yıl oyaladı.
EVLENEBİLMEK İÇİN KİLİSE KURDU
Papa, kralı boşamaya yanaşmayınca İngiltere ile Papalık arasında ipler koptu. Henry, resmi bir boşanma olmadan 1533 başlarında Anne Boleyn'le gizlice evlendi. Cantenbury Başpispokosluğu kralın evliliğini geçersiz ilan ettiğinde Anne Boleyn ile dört aylık evliydi. Papa, bu tavır üzerine kralı aforoz etti. İngiltere Parlamontosu, kralı İngiltere kilisesinin önderi, Papa'yı ise sadece Roma piskoposu olarak kabul etti. Papazlar krala bağlılık yemini edip, Katoliklikten vazgeçti. Böylece yeni bir kilise, Anglikan Kilisesi ortaya çıktı
.
İngiltere'nin Avrupa ile arasındaki ilk ihtilaf Roma dönemindedir. Romalılar, bütün Avrupa'ya hakim olurkenİngiltere'yi de işgal etmişler, ancak hiçbir zaman bölgede güçlü bir hakimiyet kuramamışlardı. Nitekim Romalılar, barbar olarak gördükleri adalılardan korunabilmek için duvarlar inşa etmişlerdi. İngilizler, Roma İmparatorluğu dağılırken 410'da adadaki Batı Roma hakimiyetine son verdi. Roma, Avrupa'ya en büyük miras olarak hukuk anlayışını bırakmış, ancak İngilizler bu hukuk modelini benimsememişti. Corpus Juris Civilis ile Roma hukuku bir kodeks olarak belirlenirken İngilizler, Germen kökenlilerin etkisiyle Leges Barbarorum olarak bilinen kendi yasal sitemlerini oluşturdu. Bu sistem daha sonra Anglo-Sakson hukukuna, Roma hukuku da Kıta Avrupa'sı hukukuna dönüştü. İngiltere'nin Avrupa düzeninden ilk köklü kopuşu yukarıda anlattığımız evlilik mesesiyle oldu. Bu olay milli bir devletin, 1534'te Papalık'ın kontrolündeki Avrupa düzeninden ilk çıkışıydı. İngiltere'yi, 1536'da İskandinav ülkeleri Danimarka, İsveç ve Norveç takip etti.
İngiltere, 1580'lerde Kutsal Roma Germen İmparatorluğu aleyhinde Osmanlı ile işbirliği yaptı. 17. yüzyılda ise, yine Kutsal Roma Germen İmparatorluğu aleyhine 30 Yıl Savaşları'na dahil oldu. Avrupa'nın Fransa liderliğinde birleşmesini savunan Napolyon'a karşı en büyük direnci İngiltere gösterdi. Napolyon, Benelüks, İspanya, İtalya, Almanya'da hakimiyet kurarken, Fransa'nın önderliğinde Avrupa İmparatorluğu oluşmasına 1805 Trafalgar ve 1815 Waterloo savaşlarıyla İngiltere engel oldu. İngiltere, 1815'ten sonra Avrupa'da izolasyon politikasını belirledi. Bu amaçla Avrupa devletlerinin birleşmesine engel olmaya çalışıp, kurulacak ittifakların önüne geçmeye çalıştı. İngiltere bu dönemde gelecekte Commonnwealth olarak anılacak sömürge imparatorluğunu oluşturdu.
İngiltere'nin 1945 sonrası en büyük adımı kurulacak Avrupa kurumlarını sulandırmaktı. 1949'da kurulan Avrupa Konseyi'nin federal bir yapıya ulaşmasını engellemek için uğraştı.
1952'den itibaren Demir Çelik Birliği'nin kurulmasıyla beraber 6 ülke (Almanya Fransa İtalya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda), ortak hareket etti. Bu yapı 1957'de AET'ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) dönüştü. İngiltere'nin başlangıçta üye olmadığı AET'nin, Avrupa Konseyi'nden en büyük farkı Federal Avrupa hayalini gütmesiydi. Avrupa'nın siyasi bir birliğe dönüşmesinden endişe eden İngiltere 3 Mayıs 1960'ta EFTA'nın kurulmasına öncülük etti. EFTA ortak dış gümrükler oluşturma amacı gütmemekteydi ve sadece serbest ticaret mantığı üzerine kurulmuştu. Avusturya, Finlandiya, Danimarka, Portekiz İsveç, İsviçre'nin de kurucu üyesi olduğu bu birlik, 6'lı AET üyelerine karşı (içerideki 6'lı) "dışarıdaki 7'li" olarak anıldı.
İngiltere'nin asıl amacı AET'ye üye olmaktı, ancak Fransız Cumhurbaşkanı De Gaulle, İngiltere'nin kültürel olarak farklı olduğunu düşünüyor ve AET'yi sulandıracak bir ülke olarak görüyordu. De Gaulle İngiltere'nin üyeliğini 1963 ve 1967'de veto etti. İngiltere ancak 1969'da De Gaulle devlet başkanlığından çekildikten sonra müzakerelere başladı ve 1973'te üye oldu. Üye olduktan sonra da ileriki yıllarda Avrupa Birliği adını alacak toplulukta hep farklı hareket etti.
.
İngiltere'nin resmi adı Birleşik Krallık'tır. Birleşik Krallık tabiri 19. yüzyılın başında ortaya çıkmış bir ifadedir ve Büyük Britanya Adası ile İrlanda'nın birlikteliğini ifade eder. İrlanda adasının büyük kısmını oluşturan İrlanda Cumhuriyeti'nin 1922'de birlikten ayrılmasıyla beraber, günümüzde Birleşik Krallık terimi Büyük Britanya ile Kuzey İrlanda'nın birlikteliği için kullanılmakta.
Büyük Britanya adasında ise 3 ayrı alt devlet bulunmakta. Bu devletler İngiltere, İskoçya ve Galler. Adanın kuzey kesiminde yer alan İskoçya ve batısında bulunan Galler'in yerli halkı Kelt'tir. Keltler, Roma İmparatorluğu kurulmadan önce, Avrupa'nın her noktasında kabileler halinde yer alan bir millettir ve Orta Avrupa'dan göç ederek Britanya Adası'na yerleşmişlerdir. Romalılar, Galler bölgesinde hakimiyet kurarlarken, İskoçya bölgesi ile kendi toprakları arasına duvar örmüşler ve Kuzey bölgesine karışmamışlardı. İskoçlar uzun dönem İngilizler'le mücadele ettikten sonra, 1707'de iki ülke parlamentolarının onayladığı "Birleşme Yasası" ile İngiltere ile birleşti.
Büyük Britanya Adası'nın güneyini ve en büyük parçasını oluşturan İngiltere ise, farklı toplumların karışmasından meydana gelmiş bir millet. Adanın tarih öncesi sakinleri Beaker kültürünü teşkil etmişlerdi. Daha sonra bölgeye Kelt göçleri başladı ve Keltler'in bu grubu Bretonlar olarak anıldı. Ada, Roma yönetimine girdikten sonra çok sayıda Romalı asker ve tüccar adaya yerleşti. Milattan Sonra 5. yüzyılda Roma hakimiyetinin bitmesi ve Kavimler Göçü'nün tesiriyle adaya Germenler'in iki kolu olan Angıllar ve Saksonlar adaya yerleşti. Böylece Britanya'da Anglo-Sakson hakimiyet dönemi başladı.
1066'da aslen İskandinavya'dan gelip, Fransa'nın kuzey kıyılarına yerleşen Normanlar (Kuzeyliler), İngiltere'yi istila etti. Normandiya Dükü Fatih William, Anglo-Saksonlar'ı yenince, adada Norman hakimiyeti başladı. Zamanla Normanlar'la Anglo-Sakson unsurlar karıştı ve bugünkü İngiltere'nin etnik yapısı oluştu.
.
Osmanlı döneminde padişahlar bayram namazını Ayasofya’da kılar, en büyük bayramlaşma da Topkapı Sarayı’nda yapılırdı
Bayramlar, Müslümanlar'ın Medine'ye hicretinden sonra 624'te başlamıştı. Ramazan Bayramı 3, Kurban Bayramı ise 4 gündü. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Ramazan Bayramı'na "Iyd-i Said-i Fıtr", Kurban Bayramı'na ise "Iyd-i Said-i Adha" denirdi.
BAYRAMIN TESPİTİ
Osmanlı döneminde, bayramların başlangıcı yeni ayın girmesiyle başlardı. Bunun için de hilal gözlenirdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda Ramazan ayında iken bayramın başlaması için Şevvâl ayının girdiğinin işareti olarak hilalin görülmesi beklenirdi. Eğer Ramazan'ın 29'unda hilal görülmezse Ramazan'ın 30'unda top atılarak ertesi günün bayram olduğu ilan edilirdi. Hilal görülmediği takdirde bu şekilde bayram gününün tespitine "tekmil-i selasin" denilirdi.
Arife günü ikindiden itibaren Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü, Kurban Bayramı'nın ise dördüncü günü akşamına kadar her gün top atılırdı. Bu toplar genellikle Tersane'den ve Donanma'dan ateşlenirdi.
BAYRAM PROTOKOLÜ
Bayramlarda, İstanbul'da en önem verilen hadise padişahların bayramlaşma törenleriydi. Bayram törenlerinin hazırlıkları Teşrifat Kalemi'nin, yani Protokol Müdürlüğü'nün vazifesiydi. Padişah için düzenlenecek tebrik töreninin teferruatı bu daire tarafından hazırlanır ve işlemler buna göre yürürdü. Ramazan Bayramı namazı ve bayramlaşma merasimine katılacaklara davet tezkireleri dağıtılırdı.
Padişah bayram sabahı namazını Hırka-i Saadet Dairesi'nde kıldıktan sonra, bu yerin önüne taht konulurdu. Hükümdar tahta oturunca orada bulunan hocalar dualar okurlar, ardından görevliler bunlara hediyelerini verirlerdi. Mehter çalmaya başlayınca bir taraftan da topluluk hep bir ağızdan "Bu gibi günlere yetişmek her zaman müyesser ola" diye bağırırlar ve dua ederlerdi.
EN BÜYÜK BAYRAMLAŞMA
Osmanlı padişahı ile bayramlaşma hakkı olanlar kanunnamede belirlenmişti. Bu hakkı haiz olan kişiler sabah namazını Ayasofya Camii'nde kıldıktan sonra saraya gidip Divân-ı Hümâyun'da toplanırlardı. Topluluğun geldiği haberi padişaha iletilince, sultan da bunun üzerine Arz Odası'na geçerdi. Daha sonra da görevlilerin dizildiği yoldan tahtın bulunduğu yere gelirdi. Burada padişahı karşılayan nakibüleşraf dua ederdi.
Tören sırasında kimin nerede duracağı en ufak teferruatına kadar belliydi. Örneğin padişahın oturduğu tahtın arkasında sağda harem ağası, solda da silahdar bulunurdu. Buradaki tören sırasında mehter durmadan çalardı. Padişah tahta oturduktan sonra devlet adamları rütbelerine göre sağ taraftan gelerek padişahın eteğini öperlerdi. Veziriazam, kazasker gibi görevliler etek öperken padişah ayağa kalkardı. Bu üst düzey ricalden sonra sıra defterdar, nişancı reisülküttap, defter emini gibi bürokratlarındı. Ancak bunlar öncekiler gibi etek değil eşik öperlerdi. Şeyhülislâm ise padişahın önünde eğilir ve elini öperdi. El etek öpme işlemini bitiren görevliler kendileri için belirlenmiş yere geçerek tören müddetince ayakta dururlardı. Kapıkulu ocaklarının üst düzey subayları da bu bayramlaşmada bulunurdu.
AYASOFYA'DA BAYRAM NAMAZI
Törenin bitiminden sonra padişah Hasoda'ya geçerek bayram namazı için üstünü değiştirirdi. Bayram namazı büyük camilerden birisinde genellikle saraya yakın Ayasofya Camii'nde kılınırdı. Bayramdan önce padişaha namazı nerede kılacağı sorulur, buna göre hazırlık yapılırdı.
Padişah haremden çıkıp, özel olarak süslenmiş atına biner ve Babüsselam Kapısı önünde kendisini bekleyen devlet adamlarıyla birlikte camiye doğru yola çıkardı. Devlet ileri gelenleri rütbelerine göre atlı veya yaya olarak padişahı takip ederlerdi. Camiye gidilip, namaz kılındıktan sonra da aynı düzen içinde saraya geri dönülürdü. Bayram namazı için yapılan bu gidiş ve dönüşe "bayram alayı" denilirdi.
Bayramın ikinci günü padişah Yenisaray'da, yani Topkapı Sarayı'nda bulunan Gülhane Köşkü'nde bulunurdu. Buraya Kaymakam, Şeyhülislâm, Kaptanpaşa gibi görevliler maiyetleri ile birlikte gelirler ve bayram tebriği için bir tören düzenlenirdi. Bayramın üçüncü günü ise padişahlar Eski Saray'da cirit oyunu seyrederlerdi.
.
Kadir Gecesi Osmanlı döneminde özel olarak yâd edilmekteydi. İstanbul halkı, geceyi, şehirdeki başta selâtin camileri olmak üzere cami ve mescitlerde ibadetle geçirmeye ihtimam gösterirdi. Osmanlı döneminde İstanbul'da yaşayanlar Kadir Gecesi'ni Ayasofya'da geçirmeye gayret ederlerdi. Bunun sebebi Kadir Gecesi teravih namazını Ayasofya'da kıldıklarında dualarının kabul edileceğine dair yaygın olan inançtı. İstanbullular, iftardan önce camiye gelerek oruçlarını açtıktan sonra akşam namazını da Ayasofya'da kılarlardı.
Kadir Gecesi padişah büyük bir alayla Topkapı Sarayı'ndan Ayasofya Camii'ne, bazen de başka bir camiye giderdi. Bu alaya "Kadir alayı" adı verilirdi. Sultan, şayet yazlık bir saraydaysa bu tören için Topkapı Sarayı'na gelirdi. Bâbüssaâde'den Ayasofya Camii'ne kadar uzanan yolun iki tarafı alayın geçişi için kandiller, fanuslar ve meşalelerle aydınlatılırdı. Padişahın saraya dönüşü de geldiği gibi alayla olurdu.
Üçüncü Selim sarayda bayramlaşıyor.
.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kadınların durumu yöneticilerin en çok üzerinde durdukları konuydu. Kadınların fazla ortalıkta dolaşması, problem olarak görüldüğünden, sokağa çıkmalarına çeşitli kısıtlamalar getirilmişti. Buna rağmen kadınlar da ev dışına çıkabilecek her türlü fırsatı değerlendirirlerdi. İdarecilerin en korktuğu durum, sokağa çıkan kadınların, erkeklerle bir araya gelmesiydi. Yaşlı kadınların üzerinde fazla durulmazdı, ancak genç kızların ve yeni evlilerin hareketleri dikkatle izlenirdi.
Kadınların sokağa en serbestçe çıkabildiği zaman bayramlardı. 1678'de İstanbul'a gelen Hollandalı Cornelius de Bruyn, "Bayramlarda kadınlar rahatça sokağa çıkabilirler, her tarafta binlerce kadın görülür. Kadınlar senenin kalan zamanlarında evlerinde kapalıdırlar" demektedir. Bayram zamanlarında şehirlerde büyük şenlikler yapılırdı. Sokaklarda büyük salıncaklar kurulur ve kadınlarla, erkekler bunlarda sallanarak eğlenirlerdi. İki kişilik salıncaklara iki kadın, iki erkek olarak binilirdi.
Bayramlarda kadınların gezmesinden rahatsız olanların şikâyeti üzerine Üçüncü Mustafa 1765 yılı Kurban Bayramı'nda kadınların sokaklarda gezmesini yasaklamıştı. Üçüncü Mustafa tarafından İstanbul Kadısı'na gönderilen fermanda "Bayramı fırsat bilip sokak ve mahalle aralarında gezen kadınların dolaşmalarının engellenmesinin önemli olduğu, bu yüzden de mahalle imamlarının mahkemeye çağrılarak Kurban Bayramı'nın ilk gününden son gününe kadar kadınların sokak, pazar ve mahalle aralarında gezmelerinin men edilip, evlerinde oturmalarının sağlanması için tenbihatta bulunulması, emre aksi hareket edenlerin ağır şekilde cezalandırılacağı" emredildi.
Üçüncü Mustafa zamanında bayramda gezemeyen kadınlar, İkinci Mahmud döneminde rahatça gezme hakkına kavuştular. İkinci Mahmud döneminde Dolmabahçe'deki bayram törenini izlemeleri için kadınlara izin verildi.
Üçüncü Mustafa'nın bayram alayı.
Çemberlitaş'ta bayram eğlencesi.
.
Osmanlı’da 453 yıl önce İstanbul’da meydana gelen sel, kenti harabeye çevirdi. Dönemin padişahı Kanunî Sultan Süleyman avlanmaya çıktığı Yeşilköy’de sele kapıldı. Sel suları Kanunî’nin saklandığı İskender Çelebi Sarayı’nı da bastı. Kanunî çatı altındaki bir bölmeye çıkarılarak boğulmaktan kurtarıldı
Ülkemizin birçok yeri sel felaketleriyle boğuşuyor. İstanbul ve Anadolu'nun birçok yerinde tarih boyunca sel felaketleri eksik olmadı. İstanbul, tarihindeki en büyük sel felaketlerinden biriyle 1563'te karşılaştı. 1563 selinde Kanunî Sultan Süleyman boğulmaktan son anda kurtulmuşsa da İstanbul harabeye dönmüştü. Uğur Demir bir yazısında bu seli anlatır.
BEKLENMEYEN SEL
1563'te Kanunî 43 yıldır tahttaydı ve 69 yaşına gelmişti. Dönemine göre oldukça uzun bir ömür süren sultan yaşlanmış ve oğullarıyla olan mücadelelerinden dolayı yıpranmıştı.
Kanunî Sultan Süleyman, ömrünün sonbaharındayken dertlerinden uzaklaşmak için 1563 Eylül'ünde o zamanlar ormanlık bir alan olan Yeşilköy'de avlanmaya çıkmıştı. Ava çıktığında hava açıkken, 20 Eylül'e doğru gökyüzünü kara bulutlar kapladı. Gök gürültüsünden yer gök inledi. Kanunî, havaya aldırmadan ava devam etti, ancak yağan yağmur değil sanki afetti.
Kanunî ve yanındaki adamları can havliyle kendilerini yakınlarda bulunan İskender Çelebi Sarayı'na attı. Bu durum kaderin acı bir cilvesiydi.
Osmanlı tarihinin en büyük defterdarlarından (Maliye Bakanı) İskender Çelebi 1535'te Veziriazam Makbul/Maktul İbrahim Paşa'nın ayak oyunlarıyla Kanunî Sultan Süleyman tarafından öldürtülmüştü.
İskender Çelebi Sarayı'na sığınan Kanunî ve adamları yağmurdan korunmuştu ama yağmur sele dönüştüğü için civardaki dereler taşmaya ve önüne geleni sürüklemeye başlamıştı. İskender Çelebi Sarayı'nın yanındaki Halkalı Deresi taşarak saraya doğru aktı. Önce bahçe, ardından saray aniden suyla doldu. Saraydakiler sel sularına kapıldılar. Kanunî, iç oğlanlarından güçlü ve uzun boylu bir askerin sırtına çıkarıldı ve çatı altındaki yüksekçe bir bölmeye götürülerek boğulmaktan kurtarıldı. Şiddetli yağmur sabahın erken saatlerine kadar devam etti. Kanunî sığındığı bölmede sabaha kadar bekledi. Sabah olduğunda ise hava hiçbir şey olmamışçasına güneş açmıştı.
Sel İstanbul'u adeta harp meydanına çevirmişti.
Özellikle dere yatakları ile Boğaz'a yakın yerlerde büyük tahribata yol açmıştı. Sokaklarda ve derelerin yakınlarında yağmura yakalananlardan onlarca insan boğularak can vermişti. Su kanallarının içi tamamen kumla tıkandığı için kullanılamaz hâle gelmişti. Yetmişe yakın ev de yıldırım düşmesi yüzünden yanmıştı.
SU KEMERLERİ YIKILDI
İstanbul'un su ihtiyacını karşılayan Moğlova Kemeri sel sularının tazyikine dayanamayarak büyük bir gürültü ile parçalanmıştı. Kâğıthane bölgesi derenin getirdiği ağaçlar ve çamur nedeniyle tamamen sular altında kalmış, asırlık çınarlar bile çöp ve çamur yığınları altında kaybolmuştu.
Selden en büyük zararı Haliç kıyıları, Galata sırtları ve Boğaz'a yakın yerler görmüştü.
Sarayburnu'nun insanın gözünü alarak akan mavi suyun rengi değişmişti. Silivri, Küçük ve Büyükçekmece ile Harami Deresi'ndeki köprüler tamamen yıkıldığından insanlar gemi ve kayıklarla taşınıyordu Su kemerleri ya tahrip olduğu veya tamamen yıkıldığı için şehirde en fazla su sıkıntısı çekiliyordu.
Evlerin bahçelerinde bulunan kuyulardan su yerine çamur çıkıyordu. Felaketin ardından su olmaması yüzünden salgın bir hastalığın meydana çıkması bir an meselesiydi.
Şehir içindeki su kaynaklarının çoğu da kullanılamaz hale gelmişti. Bunun üzerine şehirde büyük bir su sıkıntısı baş gösterdi. Temiz su karaborsaya düştü ve halk ancak kendisine yetebilecek kadar suyu, iki-üç katı para ödeyerek alabildi.
Bu durum üzerine Kanunî Sultan Süleyman, devlet adamlarını da yanına alarak 21 Eylül 1563'te yıkılan su kemerlerini gezdi. Mimar Sinan'a gerektiği kadar para harcayarak ve istediği kadar adam alarak su kemerlerinin tamirini emretti. Kanunî'nin isteği ve takibi sonucunda su kemerleri kısa sürede yeniden yapılarak İstanbul'un su meselesi geçici olarak halledildi.
.
İstanbul tarihi boyunca doğal afetler sebebiyle defalarca yerle bir oldu. İstanbul'un uğradığı felaketler ile ilgili fazla bir araştırma yoktur. Mustafa Cezar'ın "Osmanlı Devrinde İstanbul Yapılarında Tahribat Yapan Yangınlar ve Tabii Afetler" isimli makalesi bu konuda ilk ve en önemli araştırmadır. Osmanlı döneminde İstanbul'da meydana gelen ilk büyük sel felaketi Kanunî Sultan Süleyman'ın hükümdarlığının sonlarına doğru, 24 Ağustos 1553'te meydana geldi. Gece yarısı Kâğıthane'de meydana gelen sel yüzünden yerleşim yerleri, bostanlar harap oldu. Sel o kadar şiddetliydi ki büyük ağaçları söküp İstanbul Boğazı'na sürüklemişti. Dönemin tarihçileri Galata önlerinin direkler, ağaçlar, ot arabalarıyla dolduğunu, ihtiyacı olanın aldığını yazar. 1563'te meydana gelen sel Haliç kıyıları, Galata sırtları, Boğaz'a yakın yerler, Halkalı Silivri, Küçükçekmece ve Büyükçekmece'yi adeta savaş alanına çevirmişti. Kâğıthane'de seller çınar ağaçlarının tepelerine kadar yükselmiş, yüksek bir yerde olmasına rağmen Eyüp Sultan Türbesi'nin içi de sel sularıyla dolmuştu. Yukarıda teferruatlı olarak anlattığımız üzere Kanuni Sultan Süleyman bile bu selde boğulmaktan zor kurtulmuştu. 1750'de meydana gelen sel de İstanbul'a zarar verdi. Ancak 1789'daki sel büyük bir felaketti. "Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi"nde bu sel teferruatlı olarak anlatılır. Üçüncü Selim tahta çıktıktan yaklaşık altı ay sonra, 23 Ekim 1789 perşembe günü ve ertesi cuma günü İstanbul'a çok yoğun yağmur yağdı. Fatih, Eminönü, Kasımpaşa, Galata, Boğaziçi ve Üsküdar'daki sokaklar, pazarlar su ile doldu. Yokuşlarda sel yüzünden yarıklar oluştu, ev ve hamamlar yıkıldı. Üsküdar'da Valide Sultan Camisi'nin avlusu merdivenlerin en üst basamağına kadar sel suları ile doldu. Esnafın malları dükkanları basan sel suları içinde yüzüyordu. Hamamlarda birçok kişi mahsur kalmıştı. Bu yüzden duvarları delip, içeride kalanlar kurtarıldı. Sel suları mezarları tahrip ettiğinden, kemikler etrafa saçıldı. Boğaziçi'nde 45 ev sular altında kaldı. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy ve Beylerbeyi'ndeki dükkânlar ve evler yıkılıp denize sürüklendi. 64 kişi hayatını kaybetti. Tarihçi Cevdet Paşa yağan yağmurun "ikinci tufan" denmeye şayan olduğunu söyler. Tarihçiler yağmurun tadının normal yağmur suyu gibi olmayıp, deniz suyuna benzediğini söylerler. İkinci Mahmud döneminde, 19 Haziran 1811 günü sabah namazından sonra o kadar çok yağmur yağdı ki, Beşiktaş, Kasımpaşa gibi bölgelerde evler, dükkânlar yıkıldı. Kasımpaşa'da 5-6 kişi sel sularında boğulurken, bazı değirmenlerdeki atlar da sel sularından telef oldu.
.
İlk modern darbe teşebbüsümüz 157 yıl önce 1859’da meydana gelmiş, yakalanıp Kuleli Kışlası’nda yargılanan darbeciler, idam cezasına çarptırılmışlardı
Osmanlı İmparatorluğu'nda yeniçeri isyanlarının bitip tükenmek bilmemesi üzerine İkinci Mahmud, 1826'da yeniçeri ocağını ortadan kaldırıp, yeni bir ordu kurmuştu. Ancak bu hadisenin üzerinden 33 yıl geçmişti ki yeni orduyu kuran Sultan İkinci Mahmud'un oğlu Sultan Abdülmecid'in saltanatı sırasında 1859'da yine bir darbe teşebbüsü oldu.
GİZLİ ÖRGÜT
1839'da başlayan Tanzimat dönemi uygulamalarının bazı kesimlerde ortaya çıkardığı hoşnutsuzluk, 1853'te başlayan Kırım Savaşı'ndan sonra devletin malî durumunun sarsılması, buna karşılık toplumun yüksek tabakasında görülen alafranga âdetlerin doğurduğu lüks yaşama özentisine duyulan tepkiler ve 1856'da ilân edilen Islahat Fermanı'nda gayrimüslimlere tanınan haklara karşı tepkiler Sultan Abdülmecid'e karşı bir darbe teşebbüsüne yol açtı. Bu gelişmeler çerçevesinde istedikleri mevki ve makamlara getirilmemiş değişik fikirlerdeki bazı askerler, ulema ve mülkiye memurları Sultan Abdülmecid ve dönemin yöneticilerini değiştirmek için 1859 başlarında gizli bir örgüt kurdular. Sultan Abdülmecid'in bir suikastla ortadan kaldırılıp, yerine kardeşi Abdülaziz'in getirilmesi planlanmıştı. Ancak topluluğun planı, kendilerine katılmaya davet ettikleri Mirliva (General) Hasan Paşa'nın durumu üstlerine ihbarıyla darbe teşebbüsü suya düştü. Darbeciler, 14 Eylül 1859'da Kılıç Ali Paşa Camii'nde suçüstü olarak, yakalandılar. Bu konu hakkında teferruatlı bilgi Uluğ İğdemir, Burak Onaran ve Zekeriya Türkmen'in çalışmalarından öğrenilebilir.
KULELİ YARGILAMALARI
Örgüt üyelerinin yargılanması için Sadrazam Âlî Paşa ve üst düzey devlet adamlarının oluşturduğu olağanüstü bir mahkeme kuruldu. Örgüt üyeleri Kuleli Kışlası'nda hapsedilmiş ve yargılanmaları da bu kışlada yapılmıştı. Bu yüzden hadiseye Kuleli Vak'ası adı verildi. Sorgulamalarından anlaşıldığına göre ayaklanma başlayınca elçiliklere, patrikhaneye ve şehir halkına hitaben Arif Bey vasıtasıyla yazılan bildiriler dağıtılacak, Cafer Dem Paşa, Arnavut askerlerle kontrolü sağlayacak, Râsim Bey fedai grubu ile telgraf tellerini keserek dışarıyla haberleşmeyi önleyecek, Tophane Müftüsü Bekir Efendi de gereken desteği sağlayacaktı. Ferik Hüseyin Dâim Paşa ise 1859'da Kafkasya'danİstanbul'a göçeden ve o sırada işsiz durumda bulunan Çerkesler'i kolaylıkla ikna ederek örgüt saflarına alacaktı. Örgüt şeriat için çalıştığını ifade ederek ulema ve halkı da saflarına almayı planlamıştı.
İDAM CEZALARI
Örgütün üst düzey yöneticileri Süleymaniyeli Şeyh Ahmed Efendi, Hüseyin Daim Paşa ve Cafer Dem Paşa, Binbaşı Rasim Bey ve Arif Efendi idama, diğer üyeler de kalebend ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Cafer Dem Paşa, sorgusundan sonra Kuleli Kışlası'na getirilirken, kayıktan atlayıp intihar etmişti. Sultan Abdülmecid, idam cezalarını müebbet kalebentliğe çevirdi. Cemiyetin açığa çıkmasını sağlayan Hasan Paşa ise ferikliğe terfi ettirildi.
DEMOKRASİ ŞEHİTLERİ BAYRAMI
Cuma gecesi demokrasi tarihimizin hem utanç hem de şeref gecesiydi. Bu gece tarihte çok az olan bir şey meydana geldi. Türk milleti ordunun içinde yapılanıp, silah zoruyla yönetimi ele geçirmek isteyenlere karşı malını ve canını ortaya koydu. Tarihimizdeki en önemli dönüm noktalarından birisiydi. Millet ve devlet olarak uçurumun kenarından döndük. 15 Temmuz darbe teşebbüsü milletimizin cesaret ve fedakârlığıyla engellendi. Değerli kardeşim Yeni Şafak fotomuhabiri Mustafa Cambaz'ın da aralarında bulunduğu yüzden fazla sivil ve güvenlik görevlisi kardeşimiz şehit düştü. Mekânları cennet olsun. Milletimizi uçuruma yuvarlanmaktan kurtaran şehitlerimizin aziz hatırasına Taksim'de bir anıt dikilmesi ve 15 Temmuz'un Demokrasi Şehitleri Bayramı ilan edilmesi gerekir.
..
Osmanlı tarihinde yeniçeriler birçok kez isyan edip, İstanbul’da terör estirmişti. 1687’de IV. Mehmed yeniçeriler tarafından tahttan indirilmiş kardeşi II. Süleyman padişah olmuştu. Başıbozuk askerlerin aylarca süren terörüne, halk isyan edip zorbaları tepeleyerek son vermişti
Osmanlı İmparatorluğu'nda Avcı Mehmed olarak tarihe geçen IV. Mehmed, Viyana kuşatması bozgunu yıllarında 1687'de Edirne'ye gelen ordu tarafından tahttan indirilmiş ve kardeşi II. Süleyman padişah olmuştu. Ancak yeni padişahın sessiz bir darbeyle tahta geçirilmesi İstanbul'da çıkacak kargaşanın da habercisiydi.
İSTANBUL'DA TERÖR
Sadrazam Siyavuş Paşa, kısa sürede maaşlarını verip, askerleri dağıtmak gayretindeydi. Fakat gerekli parayı toplayamadığı için asker şehre girdi. Başıbozuk asker, daha şehre girdiği ilk günden itibaren sokaklarda terör estirmeye başladı. Dükkânlar ve evler soyuluyor, esnaftan zorla para toplanıyor, vermeyenler ise feci bir şekilde dövülüyordu. Bu günlerde başkente, Batı cephesinden de ardı ardına kötü haberler gelmekteydi. Yeniçeri ve sipahi zorbaları istedikleri makamlara kendi adamlarını tayin ettirmeye de başladılar. Artık sözlerinin üstüne söz söyleyecek bir güç kalmamıştı. İstedikleri kişilerin malına el koymak, istediklerini katletmek artık onlar için bir hiç mesabesinde idi. Asilerin bu serkeşlikleri ve itaatsizlikleri yeniçeri ileri gelenlerini bile çileden çıkardı ve durumu sadrazama arz ettiler. Siyavuş Paşa da aynı fikirdeydi. Bu hem yeniçeri ağası hem de Siyavuş Paşa için sonun başlangıcıydı. Asiler daha önce davranarak yeniçeri ağasını ve sadrazamı katlettiler.
ZORBALARIN SONU
Önlerindeki önemli engelleri silah zoruyla ortadan kaldıran zorbalar, artık İstanbul'da her istediklerini yapmaya başladılar. Bir seyyidin dükkânından arzu ettikleri malları kendi istedikleri fiyata almak için ısrar edince dükkân sahibinin direnişi ile karşılaştılar. Bunun üzerine zorbalar, dükkân sahibini feci bir şekilde dövdüler. Bu hakareti şahsına ve seyyidliğine yediremeyen esnaf da eline geçirdiği çadır direğinin ucuna bir bez parçası bağlayarak, "Eşkıya zorbalarından sitem görüp, intikam almak isteyen Ümmed-i Muhammed'den olan sancak dibine gelsin" diye feryat etmeye başladı. Zaten aylardır zorba zulmü altında inleyen esnaf ve halk bu fırsatı ganimet bilip, seyyidin etrafında hızla toplanmaya başladılar. Kısa sürede binlerce insan seyyidin etrafında toplanarak, Topkapı Sarayı'nın Birinci Avlusu'na doldular. Kalabalık, seslerini padişaha duyurmak için hep bir ağızdan, "El aman padişahım, eşkıya elinden el aman! Bu vilayet gavur memleketi değildir. Ölümü ister olduk. Sancak-ı şerif'i ihsan buyurun! Eşkıyayı kıralım" diye bağırmaya başladı. II. Süleyman, bu gelişme üzerine hemen devlet adamlarını topladı ve toplantı sonunda zorbaların katlinin caiz, mallarının da helâl olduğu yönünde bir senet hazırlandı. Bu karar halka da ilân edildi. Bundan sonra şehir sokaklarında adeta zorba avı başladı. İstanbul'dan kaçamayanlar, birkaç gün içinde saklandıkları yerlerden çıkarılıp, Sultanahmet Meydanı'nda idam edildiler. Böylece aylardır İstanbul'a hâkim olan asayişsizlik halkın isyanı ile ortadan kaldırıldı.
.
Hayatı eğitim dünyası içinde geçmiş, darbelerin tarihini yazmış, ayrıca bir buçuk seneye yakın yedek subay olarak askerliğini tank ve jandarma birliklerinde yapmış biri olarak hem askeri ortamlarda hem de eğitim camiasında birçok gözlemim oldu. Tarihçi olarak da birçok hadisenin arka planı hakkında bilgi sahibiyim. Bunların ışığı altında darbe ve paralel yapılanmaya karşı şu önlemlerin alınması gerekir diye düşünüyorum:
1- Jandarma sivilleşmelidir. Jandarmanın sorumluluk alanı Türkiye'nin yüzölçümünün yaklaşık yüzde 90'ı olduğu için darbelerde en etkin güç jandarma olmuştur. Bu yüzden jandarma olmadan bir darbenin başarı şansı çok azdır. Sadece İçişlerin'e Bakanlığı'na bağlanması yetmeyecektir. Muhtemel bir darbeyi önlemek için jandarmanın, tamamen sivilleşmesi gerekir.
2- Zırhlı ve mekanize birliklerin kışlaları şehir merkezlerinden uzakta olmalıdır.
3- Askerliğe başlayan gençlerimize, sivil hukukçular tarafından darbelere karşı uyanık olmaları ve böyle bir durumda kendilerine verilen emrin kanunsuz bir emir olduğu, suç işledikleri için komutanların emirlerini dinlememeleri gerektiği öğretilmelidir.
4- Askeri okullarda ders veren öğretmenler dikkatle gözden geçirilip, en az 25 yıldır görev yapan öğretmenlerin ders vermesi sağlanmalıdır. Subay öğretmen olarak görev yapan öğretmenlerin emeklilik yaşı artırılmalıdır. Hatta gerekirse emekli olmuş askeri öğretmenlerle görüşerek, tekrar işbaşı yapmaları sağlanmalıdır.
5- Özellikle son 15 yıldaki sınavlardan (ÜDS, KPDS, ALES vs.) başlayarak, bu imtihanlarda çok yüksek not alanlar incelenmelidir.
6- Önemli devlet kademelerinde görev yapacak personel seçilirken en az 20-25 yıllık hizmeti olanlar, ilk planda düşünülmelidir. Memuriyette FETÖ'ye mensup olup-olmayanın sağlıklı seçilemediği ortaya çıkmıştır. Birçok kurum gizlenme aracı olarak kullanıldığı için bizim sendikadan, bizim dernekten denilmemelidir. Bir yere atama yapılırken liyakat öne alınıp, o kişinin kimliğini tespit etmekle uğraşma yerine kimliği açıkça belli olanlar (milliyetçi, solcu vs.) tercih edilmelidir.
7- Devlet içinde kendi fikri yapımızdan bile olsa hiçbir grubun, cemaatin, ideolojik yapının yoğun olarak yerleşmesine izin verilmemelidir.
8- Darbelerin önünü almak için devletin silahlı unsurlarının dengeli olması gerektiği yaşadığımız son vahim olaylarla bir kez daha açıkça görüldü. Bu yüzden devletin ordu kadar polisini de güçlü tutması, polis teşkilatını da tekrar bir grubun, hizbin veya görüşün tekeline bırakmaması zaruridir. Askeriyede olduğu gibi, emniyet teşkilatımızda da ana unsur millî bir yapıdır.
9- 15 Temmuz 2016'dan sonra devletin birçok organında ciddi temizliğin yapılması gerektiği herkesin mutabık olduğu bir vakıa. Fakat bu yapılırken de bazı yerlerde eksik veyanlış uygulamalar yapılmaya başlandı. . Bu yanlışın kanaatimce üç önemli sebebi var. Birincisi FETÖ'cülerin kimliklerinin tespitlerinin birçok yerde oldukça zor olması ve istihbarat zafiyetinin bu zorluğu daha da müşkül hale getirmesidir. İkincisi temizlik yapılırken bazı idarecilerin gerekli ciddiyet, hassasiyet ve özeni göstermemeleridir. Hatta bazen bu terör örgütüne mensup olduğu herkesçe bilinen kişilerin himaye edilmeye çalışılmaktadır. Üçüncü yanlış ise temizliğin bazen temizlenmesi gerekenlere emanet edilmesidir. Bunların yanlış veri akışı hazırlamakta mahir olduklarına da çok dikkat edilmelidir.
10- FETÖ'nün devlet içinde bu kadar güçlenmesindeki en önemli neden, hiç şüphesiz bunların eğitimle ilgili çalışmalarıdır. Bu terör örgütü devletin ihmal ettiği birçok sahayı doldurmasını iyi bildi. Eğitim sistemindeki yanlışlar ve açıklar bunları besleyen en önemli damardı. Benim öğrencilerim arasında gözlemlediğim ve evlatlarımızın bu terör örgütünün kucağına itilmesini sağlayan en ciddi eksiklerden biri üniversite öğrencileri için devlet tarafından yeteri kadar yurt açılmamasıydı. Devletin en azından bundan sonra daha anaokulundan başlamak üzere eğitim sistemine köklü çözümler sağlaması ve öncelikle öğrenciler için devlet eliyle yurtlar açması gereklidir.
11- Ordumuz kendisine karşı yapılan Ergenekon-Balyoz gibi operasyonlar ve son cunta hareketinden dolayı yıpranmıştır. Türkler tarih boyunca ordularıyla var olmuşlardır. Suriye ve Irak gibi olmamamızın sebeplerinden biri de kahraman askerlerimizdir. Ordumuzun moral-motivasyonu artırılmalı, halk gözündeki saygınlığı eski haline getirilmelidir. Bunun için de son cunta kalkışmasında halkın yanında darbecilere karşı kahramanca mücadele eden askerlerimizden sık sık bahsedip, ordunun önemli bir kısmının bunların yanında yer almadığı ısrarla belirtilmelidir.
12- Türkler, tarihte devletleriyle var olmuşlardır. Devlet olmazsa milletimiz tarihten silinir, gider. Bu yüzden devletimiz tarih boyunca kutsal sayılmıştır. Ancak rahmetli Turgut Özal'dan itibaren devletin kutsallığı eleştirilip, devlet hizmetkâr gibi gösterilmiştir. Bu durum bana göre yanlıştır. Bunun yerine devlet ve millet arasında, haklar kadar sorumlulukların da ayrıntılı olarak tayin edildiği karşılıklı bir mukavele sağlanmalıdır. Zira tarih bize devletsiz milletlerin yok olduğunu gösterdiği gibi, milletine dayanmayan devletlerin de zamanla zayıflayıp ortadan kalktıklarını göstermektedir. Bu yüzden milletin azizliği kadar, devletin kutsallığı da belirttiğimiz mukavele çerçevesinde yeniden ikame edilmelidir.
.
Prof. Halil İnalcık, Osmanlı tarihini en doğru şekilde incelemek için bir asırlık ömrünü verdi. Son güne kadar kalemini elinden bırakmadı. Türkiye ve dünyadaki tarihçiler İnalcık’a bakarak kendilerine istikamet çizdiler
Tarihçilerin kutbu, şeyhülmüverrihin (tarihçilerin şeyhi) diye anılan hocamız rahmetli Halil İnalcık, Osmanlı tarihçiliğinin gelmiş geçmiş en büyük ismiydi.
Sosyal bilimler açısından dünyada ilim âlemine en yön veren iki bin isimden biriydi. 1986'da 70 yaşındayken bir dergiye verdiği röportajda Allah'tan yarım eserlerini bitirmek için 10 yıl daha yaşamak istediğini söylemişti.
Cenab-ı Hakk, İnalcık hocamıza 30 yıllık bir ömür bahşetti ve rahmetli hocamız bu ömrü son ana kadar verimli kullandı.
İlk makalesini 1941'de kaleme almış vefat ettiği 2016'ya kadar 65 yıldır araştırmayı ve yazmayı bırakmamıştır.
ÇIĞIR AÇAN İNCELEMELER
Allah, Halil İnalcık'a altı asırlık Osmanlı tarihini en doğru şekilde incelemesi için bir asırlık ömür vermiş, hocamız da bu vazifesini ardında bıraktığı onlarca kitap, yüzlerce makale ile fazlasıyla ifa etmiştir. Bitip tükenmez ilim aşkıyla ömrünün son gününe kadar kalemi elinden bırakmadı. Heyecanını ve hevesini hiç kaybetmedi, Yanına her gittiğimde "Afyoncu bak bunu da buldum" diyerek heyecanla anlatmıştır. Osmanlı siyasi tarihi, iktisadi tarihi, edebi tarihi, Balkan tarihi, Kırım tarihi, teşkilat tarihi, tekstil tarihi, Fatih dönemi, Kanunî dönemi, Osmanlı sosyal tarihi, Osmanlı hukuk tarihi, Osmanlı diplomatikası, Osmanlı tarih yazıcılığı, Osmanlı ticaret ve vergi tarihi, İstanbul tarihi, Bursa tarihi, Tanzimat dönemi, Osmanlı'nın Avrupa'ya etkisi gibi birçok alanda yetkinlikle kalem oynatmıştır.
Hem belge neşirleri hem de yorumlarıyla Osmanlı tarihçilerinin ufkunu açmış, bilgilerimizi artırmıştır.
Birçok araştırması Osmanlı tarihçiliğinde çığır açıcı incelemelerdir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunu tamamıyla yeni baştan yazmış, birçok şeyin yanlış bilindiğini ortaya çıkarmıştır.
DÜNYAYA İSTİKAMET VERDİ
Osmanlı tarihçiliğinin belgesiz olmayacağını ısrarla belirtip, 1980'li yılların ortasında başbakanken rahmetli Turgut Özal'ı ikna ederek Osmanlı arşivinin tasnifini hızlandırarak, Osmanlı tarihçiliğinin önünü açmıştı. Ankara Üniversitesi'nden emekli olduktan sonra ABD'ye giderek, Amerika'daki Osmanlı tarihçiliğinin gelişmesini sağladı. Dünya tarihçileri eserlerini yazarken Osmanlı tarihi için rahmetli hocamızın eserlerine baktılar. Dünya tarihinin Osmanlı tarihi olmadan yazılamayacağını ortaya koyan bir tarihçidir. Türkiye ve dünyadaki tarihçiler, şimdiye kadar Halil İnalcık'a bakarak kendilerine istikamet çizdiler ve bundan sonra da çizecekler.
.
|
Bugün 9 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
XXXXXXXXXXXXXXXX
FETÖNÜN İLHAMKAYNAĞI HAŞHAŞİLER...31 TEM 2016
Hasan Sabbah, 11. yüzyılda afyonla uyuşturduğu fedaileriyle Ortadoğu ve İran’da büyük bir terör yaratmıştı. Tarihin gördüğü en büyük terör örgütlerinden “Haşhaşiler”in daha beterini bugün “FETÖ” olarak görüyoruz
11. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti kurulduğu sırada Abbasi halifeliği zayıflamış ve Mısır'daki Şii Fatımiler'in kontrolü altına girmişti. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055'te Bağdat'a girerek Abbasi Halifeliği'nin koruyucusu olup, bölgedeki Fatımi nüfuzunu sona erdirdi.
Fatımiler, ordularıyla baş edemedikleri Selçuklular'ın hâkim oldukları topraklarda propagandayla taraftar toplayarak güçlenmeye çalıştılar. Tarihin en acımasız ve dehşet saçan terör örgütünü kuran Hasan Sabbah, Fatımi hükümdarı Mustansır Billah'ın Horasan'daki temsilcisiydi. Hasan Sabah, yoğun bir propaganda faaliyeti sonucunda geniş bir taraftar kitlesi toplamıştı. Ancak Hasan Sabbah, Mustansır Billah'ın ölümünden sonra Fatımi tahtına kendi desteklediği Nizar geçmeyince Fatımiler'den ayrıldı.
Hasan Sabbah, 1090'da Alamut Kalesi'ni ele geçirerek adı terörle bir tutulacak Haşhaşi örgütünü kurdu. Sabbah, Büyük Selçuklular'ı savaşta yenme ihtimalinin olmadığını gördüğü için terörle dehşet yaratarak bölgede hâkim olma yolunu seçmişti. Bu konuda Bernard Lewis, Abdülkerim Özaydın ve Cengiz Tomar'ın araştırmalarına bakılabilir.
MERKEZLERİ ALAMUT
"Kartal Yuvası" manasına Alamut Kalesi, Elbruz dağlarında 1800 metre yükseklikteydi. Selçuklu kuvvetlerinden kaçan Hasan Sabbah, Alamut Kalesi'ni hileyle ele geçirdi.
Hasan Sabbah, Alamut'a hâkim olunca ilk iş olarak kaleyi uzun kuşatmalara hazır duruma getirdi. Adamlarına eğitimi yasaklayarak, onları cahil bıraktı. Kalede oluşturduğu yapay cennette adamlarının kendisine gözü kapalı itaat etmesini sağladı. Esrara alıştırdığıfedaileri liderlerinin emirlerini ölümü göze alarak yerine getiriyorlardı.
Haşhaşiler, propaganda yoluyla çevredeki diğer kaleleri ele geçirmeye çalıştılar. Propagandanın işe yaramadığı yerde terör devreye giriyor ve yaratılan dehşetle Haşhaşiler'in nüfuz sahası genişliyordu.
Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk, tehlikenin çok erkenden farkına varmıştı. Cinayet işleyen Haşhaşi fedailerini ele geçirildiklerinde öldürtüp, ibret olsun diye şehir meydanlarında teşhir ettirdi. Ancak sahte cennete kavuşmayı umut edenler sinmediler. Bunun üzerine bir Selçuklu ordusu 1092'de Alamut Kalesi'ni kuşattı, ancak alamadı. Hasan Sabbah, kendisini yok etmek isteyen Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk'ü Ebu Tahir isimli bir fedaisini göndererek öldürttü.
HANÇERLE PROPAGANDA
Büyük Selçuklu Devleti'nin iki numaralı ismini yok eden Haşhaşiler, bu suikastla büyük birpropaganda yaptılar. Melikşah'ın ölümünden sonra oğulları arasında başlayan taht kavgaları Haşhaşiler'i iyice kuvvetlendirdi. Melikşah'ın oğlu Berkyaruk Haşhaşiler'e düşman birini vezirliğe getirince fedai saldırısına uğradı. Suikasttan yaralı kurtulan Selçuklu Sultanı, bu olaydan sonra Haşhaşiler'den uzak durdu. Ancak Haşhaşi terörü o kadar etkili olmuştu ki, devlet adamları zırhsız gezemiyor, halk korkudan evinden çıkamıyordu. Sultan Berkyaruk, bu durum üzerine Haşhaşiler'le tekrar mücadeleye başladı ve birçok teröristi öldürttü.
Büyük Selçuklular, Berkyaruk'tan sonra da Hasan Sabbah'la mücadeleye devam ettiler, ancak bir sonuç alamadılar. Berkyaruk'un kardeşi ve son Büyük Selçuklu Sultanı Sencer, bir Haşhaşi fedaisinin yastığına sapladığı hançer üzerine Haşhaşiler'le mücadeleden vazgeçti.
Hasan Sabbah, düşmanı olan devlet adamlarını fedailerine öldürtürken, kendi canını güvenceye almak için 35 yıl sarayından çıkmadı.
1124'te liderlerinin ölümünden sonra da Haşhaşiler, terör faaliyetlerine devam ettiler. Mısır ve Suriye'deki devlet ve beyliklerin devlet adamları ve hükümdarları da Haşhaşiler'e engel olmak istediklerinde hançer darbeleri altında can verdiler.
İNANILMAZ YÖNTEMLER
Haşhaşi fedaileri, hedeflerine ulaşmak için kılık değiştirip, yıllarca sabırla beklerlerdi. Mahalli lehçeleri öğrenip, öldürecekleri devlet adamlarının yakını olmak için yıllarca uğraşırlardı. Her türlü fedakârlığı yapıp, güvenilir bir kişi gibi gözükerek hükümdar vedevlet adamlarının korumalığına veya saray hizmetkârlığına kadar çıkarlardı. Senelerce kendilerine emir gelene kadar uykudaki ajanlar gibi sabırla beklerlerdi. Hasan Sabbah'ın fedailerinden kurtulmak için akıl almaz tedbirler alan, kendilerini kalelere hapseden birçok devlet adamı yine de Haşhaşi hançerlerinden kendilerini kurtaramamışlardı Hasan Sabbah'ın fedailerinden kurtulmak hemen hemen imkânsız gibiydi.
Terör dalgası 1200'lerin ortasında sona erdi. İlhanlı hükümdarı Hülagu Han, Alamut Kalesi'ni alarak taş üstünde taş bırakmadı. Kaledeki herkesi öldürttü. Haşhaşiler, daha sonra çeşitli bölgelerde varlıklarını sürdürdülerse de eskisi gibi etkili olamadılar.
.
Avrupalılar, Haçlı seferleriyle 11. yüzyılın sonlarından itibaren Ortadoğu'ya yerleşince Haşhaşiler'le de karşılaştılar. Haşhaşiler'in büyü, uyuşturucu ve çeşitli vaatlerle kandırarak cinayet işledikleri ve önderlerinin her dediklerini gözleri kapalı yerine getirdikleri Haçlı tarihlerinde hikâye edildi. Haşhaşiler Moğollar tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra 1273'te meşhur Venedikli seyyah Marko Polo, Çin'e giderken Alamut Kalesi'ni gezmiş ve seyahatnamesinde çevreden dinlediklerine dayanarak busuikastçıları uzun uzun şöyle anlatmıştı:"Surlar içinde meyve bahçeleri içinde eşi görülmemiş bir saray ve köşkler vardı. Bal, şarap ve su akan kanallar vardı. Saray, her türlü müzik aletini çalan, şarkı söyleyen ve dans eden kadınlarla doluydu. Liderleri sahte bir cennet yapmış ve adamlarını da bu bahçenin cennet olduğuna inandırmıştı. Müstahkem bir kaleyle korunan bahçeye 12 ile 20 yaşları arasındaki gençler dörtlü veya altılı gruplar hâlinde alınarak haşhaşi yapılırdı. Gençlere bahçeye girmeden afyon verilir, kendinden geçen gençler bahçede gözlerini açtıklarında kendilerini cennette zannederlerdi. Haşhaşi lideri bahçedeki adamlarını uyuşturucu ile uyutarak sarayına getirir, suikastçı uyandığında kendini cennetten çıkmış bulurdu. Lider, adamına 'Git eğer şu kişiyi öldürürsen seni cennete göndereceğim' derdi. Suikast sırasında ölecek olurlarsa da gelecekleri yerin yine bu cennet olacağını söylerdi. Liderlerine inanan Haşhaşiler, tekrar cennete dönmek için hiçbir şeyden çekinmeden Alamut hâkiminin her söylediğini yerine getirirlerdi. Kılık değiştirmede usta olan fedaileri liderlerinin 'atla' emriyle Alamut'un surlarından kendilerini kayalıklara bile bırakırlardı. Bölgedeki hükümdarlar, bu engellenemeyen güç yüzünden Haşhaşi liderini isteklerini yerine getirir, vergi bile verirlerdi". Seyyah ve tarihçilerin eserleriyle Avrupa'ya yayılan Haşhaşi kelimesi, 13. yüzyıldan itibaren Batı dillerinde suikastçı (assasin) manasında kullanılmaya başlanıldı. Dante'nin İlahi Komedya isimli eserinde "assasin" kelimesini kullanması bu terimi yaygınlaştırdı.
*******************
Türkler’in Anadolu’da ve Ortadoğu’da hakimiyet kurması üzerine, Papalık Haçlı Seferleri’ni başlattı. Büyük Türk milletinin göğsünde erittiği Haçlı Seferleri şimdi Truva Atı olan FETÖ’yle devam ediyor
Avrupalılar'ın Müslümanlar'a karşı 1095-1291 arasında, aralıklarla düzenlediği savaşlara Haçlı Seferleri denilir. Haçlı Seferleri, Papa İkinci Urbanus'un 27 Kasım 1095'te Clermont Konsili'nin halka açık kısmında yaptığı "çağrı" üzerine başlamıştır.
HAÇLI RUHU
Bizans imparatoru Alexios, TürkiyeSelçukluları'nın İstanbul'un yakınlarına kadar hakimiyet kurması ve tehlikenin giderek büyümesi üzerine, papadan acil yardım istedi. Papa İkinci Urbanus, Clermont Konsili'nde, bu mektubu okudu ve toplantıda bulunanları gözyaşlarına boğan dramatik bir konuşma yaptı. Clermont Konsili'nde "Bunu Tanrı istiyor" diye bağırıp, elbiselerinin üzerine kırmızı haçı sembol kabul edip, Hz. Meryem'in göğe yükseldiğine inandıkları tarih olan 15 Ağustos'ta harekete geçmek üzere hazırlanmaya başladı. Haçlı Seferi'ne herkes çağrıldı. Çağrıyı yapanların en ateşlisi suratı eşeğinin suratından çirkin olan ve kokusundan yanına yaklaşılmayan Piyer Lermit'ti.
YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARI KATLETTİLER
O dönemde fakirlik ve açlığın kol gezdiği Avrupa'da Hıristiyanlık idealleri Doğu'nun zenginliğini ele geçirme hayaliyle birleşince onbinler yollara döküldü. Haçlılar, ilk olarak Yahudiler'i katletti. Yahudileri katlettikten sonra Macaristan topraklarına ulaşan Haçlılar, yağma ve soygunlara devam etti. Yeni hedefleri mallarına el koyacakları Hıristiyanlardı. Binlerce Macar öldürüldü. Macar birlikleri de halkı savunmak için Haçlılar'ı öldürdü. Haçlılar, sonunda Bizans İmparatorluğu'na vardı. İmparator Alexios, hemen Haçlılar'ı Anadolu'ya geçirdi. Anadolu'daki Hıristiyanları bile katleden Haçlılar Türk çocuklarını mızrakların uçlarına takarak ateşte kızarttı. Selçuklu kuvvetleri, sonunda Haçlılar'ı kuşatıp yok etti. Piyer Lermit'in Haçlı Seferi fiyaskoyla bitmişti. Ancak Haçlı ruhu çok canlı olduğu için bu sefer, 1096'da asillerin idaresinde düzenli Haçlı birlikleri yola çıktı. Bizanslılar, bu Haçlı birliklerini de Anadolu'ya sevketti. Bu sefer gelen Haçlılar çok kalabalıktı ve öncekilerin aksine çapulcu değil askerdi. Selçuklu hükümdarı Kılıçarslan ise Piyer Lermit'in ordusunu kolayca imha etmesinden dolayı meseleyi baştan anlayamadı. Selçuklu kuvvetleri İznik'i kurtarmak için harekete geçtiyse de Haçlı ordusunun kalabalıklığı karşısında geri çekildi. İznik sonunda Haçlılar'ın eline geçmemek için 1097'de Bizans kuvvetlerine teslim oldu.
HAÇLI KRALLIĞI
Haçlılar, imparatordan kıymetli hediyeler aldıktan sonra Kudüs'e doğru yollarına devam etti. Anadolu'da Selçuklu kuvvetleri Danişmentliler'den de yardım alarak savaştıysa da Haçlılar'ı durduramadı. Haçlılar, Çukurova'da Türklerin elinde bulunan Tarsus, Adana ve Misis'i ele geçirip Antakya'ya yöneldiler. Frank kontlarından Baudouin, Urfa'yı ele geçirdi. Baudouin'in 1098'de, Doğu'daki ilk haçlı hakimiyeti olan Urfa Haçlı Kontluğu'nu kurdu. Antakya'yı ele geçirip, şehirdekileri katlettikten sonra şehirde prenslik kurdular. 15 Temmuz 1099'a Kudüs'ü işgallerinden sonra ise Müslüman ve Yahudi halkı kılıçtan geçiren Haçlılar, burada bir Kudüs Krallığı'nı kurdu. Birinci Haçlı Seferi'nden sonra Anadolu ve Suriye'deki birçok şehir Haçlılar'ın eline geçti. Müslümanlar, ümitsizliğe düşmüşlerdi. Tam bu sırada Musul Atabeyliği'ni kuran İmadeddin Zengi, 50 yıla yakın bir süre Haçlılar'ın elinde kalan Urfa'yı fethetti. Tarihçiler, Urfa'nın fethini Bedir Savaşı'yla denk tutar. Urfa'nın alınmasıyla, uzun yıllardır Haçlılar'a karşı kendini aciz hisseden İslam dünyası yeniden kendine güvenini kazandı ve Haçlılar'ın Ortadoğu'dan atılacağı fikri hakim oldu. Avrupa'da ise Papa'nın çağrısı üzerine 1147'de İkinci Haçlı Seferi yapıldı ama başarısız oldu.
HAÇLILAR ORTADOĞU'DAN ATILDI
Selahaddin Eyyubî'nin Hıttin Savaşı'nı kazanıp, 1187'de Kudüs'ü Haçlılar'dan geri alması İslam dünyasının büyük bir zaferiydi. Birçok kralın katılımıyla Üçüncü Haçlı Seferi yapıldı. Ancak Kıbrıs dışında bir yeri ele geçiremediler. 1204'teki Dördüncü Haçlı Seferi, Latinler'in İstanbul'u işgaliyle neticelendi. Daha sonra yapılan seferlerinden de bir netice çıkaramayan Haçlılar, Suriye, Filistin ve Lübnan'daki son topraklarını da birer birer kaybetti. Memlük Devleti, Haçlılar'ı Ortadoğu'dan tamamen söküp attı.
OSMANLILAR VE HAÇLILAR
Osmanlılar'ın Avrupa'nın ortalarına kadar yüzlerce yıl süren hâkimiyeti, yeni bir Haçlı ruhunun doğmasına sebep oldu. Osmanlı Devleti'nin zayıflamasıyla birlikte toprakları tek tek Hıristiyanlar'ın eline geçti. Birinci Dünya Savaşı'nda art arda aldığımız mağlubiyetlerden sonra 1917'de İngiliz General Allenby Kudüs'e girdi. Avrupa'da bu hadiseyi "Son Haçlı Seferi" olarak zikredenler vardır. Daha sonra Şam'a giren Fransız komutan Henri Gouraud, Selahaddin Eyyubî'nin mezarına gidip, "Haçlı Seferleri şimdi sona erdi! Uyan, Selahaddin, geri geldik" demiştir.
HAÇLILAR'IN YENİ YÜZÜ: FETÖ
Türkler, Sevr ile tamamen bitirilecekken Atatürk'ün komutasındaki Milli Mücadele'yle Haçlı ruhuna son bir darbe vurularak İslam dünyası yeniden ümitlendi. Avrupalılar, Türkler'i hep İslam dünyasını harekete geçirecek bir potansiyel olarak gördükleri içinTürkiye'yi hiç rahat bırakmadı. Türkiye hep iç karışıklıklarla uğraştı. Avrupalı için hiç teskin olmayan ve son Müslüman kalana kadar devam edeceği şüphesiz olan Haçlı zihniyeti kendisine yeni fedailer, hizmetkârlar buldu. Kendine hizmet edecek Müslümanlar yetiştirdi ve bunları özellikle Türkler arasından seçti. Zira Türkler'den intikamlarını tam olarak almadıklarına inanıyorlardı. Görünüşte Müslüman ve Türkçe konuşan bu Truva Atı FETÖ'ydü. Dış görünüşe aldanan Türkiye ve birçok İslam ülkesi, Müslüman kisvesine bürünmüş FETÖ Haçlılar'ı tarafından yavaş yavaş ele geçirilmeye başlandı. FETÖ, din ve Türklük ile hiçbir alakası olmayan bir menfaat çetesidir. Büyük Türk milleti bu Haçlı seferini göğsünü siper edip, şehitler vererek durdurdu. 2200 yıldır dünyaya hükmeden Türk milleti bu Haçlı zihniyetinin de hakkından gelecektir.
.
- A
Yıldırım Bâyezid'in 1394'ten itibaren İstanbul'u kuşatma altına alması üzerine, Batı AvrupalıHıristiyanlar gözlerini bize çevirdi. 1396'da Niğbolu Haçlı Seferi'ni Osmanlılar kazandılar. İstanbul'un 1453'teki fethi Avrupa'da büyük bir yankı yaptı. İtalya'dan Sırbistan'a herkes sıranın kendilerine geldiğine inanıyor ve korkuyordu. İstanbul'un fethinden sonra devamlı Haçlı seferi düzenlemesiyle ilgili toplantılar yapılmış, ancak bir netice çıkmamıştı. Kanunî'nin 1529'daki Birinci Viyana Kuşatması ile tehlikenin nefesini iyice enselerinde hisseden Avrupalılar'ın, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ilgisi ve korkuları daha da arttı. Avrupa'da Haçlı birlikleri kurulup, Türk ilerleyişini durdurmak için papalık başkanlığında yapılmadık toplantı kalmadı, ancak Osmanlı fetihleri durdurulamadı. Hıristiyan hükümdarlar, Vatikan'ın öncülüğünde asırlarca Türkler'i Avrupa'dan atmak için birleşip, Haçlı seferi düzenlemeye çalıştılar. İnebahtı Savaşı ve İkinci Viyana Kuşatması sırasında Haçlı birliği de kurdular. Ancak yüzlerce defa Haçlı seferi teşebbüsü olmuş, çoğu hayata geçirilememişti. Papalığın Haçlı seferiyle ilgili teşebbüsleri o kadar çoktur ki bunları okurken insan yorulur.
Rusya tarihte en çok savaştığımız ülkelerden biridir. Rusya ile dostluk ilişkilerimiz tam 524 yıl önce, Moskova Prensi Üçüncü İvan’ın Osmanlı padişahı İkinci Bâyezid’e mektup göndererek tüccar ve elçileri için serbest geçiş müsaadesi istemesiyle başladı
Fatih Sultan Mehmed döneminde 1474'te bir taraftan Erdel'e akınlar yapılırken, diğer taraftan Arnavutluk'ta İşkodra kuşatıldı. Daha sonra kuzeye yönelindi. Kırım Hanlığı'nda, kurucusu Hacı Giray'ın 1466'daki ölümünden sonra oğulları arasında taht mücadeleleri başlamıştı. Şirin Beyi Eminek, Cenevizliler'e karşı Osmanlılar'dan yardım istedi. Bu fırsatı değerlendiren Fatih, 1475'te Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir donanmayı Kırım'a gönderdi. Cenevizliler'in elindeki Kefe ve Kırım'ın sahil kesimi ele geçirildi.
RUSYA İLE ELÇİ KRİZİ
Fatih Sultan Mehmed, Kefe'yi fethedip, ardından da Kırım Hanlığı'nı himaye altına alınca, Osmanlı Devleti ile Rus prenslikleri komşu oldular. Moskova Prensi Üçüncü İvan, Kefe'deki Osmanlı makamlarına Türkiye ile ilişki kurmak istediğini bildirdi. Olumlu cevap gelince 1492'de İkinci Bâyezid'e bir mektup göndererek tüccar ve elçileri için serbest geçiş müsaadesi istedi. Kırım Hanı Mengli Giray Han, Üçüncü İvan'ın elçilerine dostane bir arabuluculukla İstanbul yolunu açmıştı.
Bu dönemde dünyanın önde gelen devletlerinden biri olmayan Rusya birçok knezlikten oluşuyordu ve Rus prenslikleri Altınordu Devleti'ne vergi veriyorlardı. Üçüncü İvan, İstanbul'a gönderdiği elçisi Pleşçeev'den çok dikkatli davranmasını, Osmanlılar'ın tâbiiyet işareti olarak algılayabilecekleri herhangi bir hareket yapmamasını emretmişti. Osmanlı yönetimi ise Ruslar'ın tâbiiyet sunmak istediklerini düşünüyordu. İki devlet arasında eşitlik gibi bir durum hayal bile edilemezdi.
1497'de İkinci Bâyezid'in huzuruna çıkan Mihail Pleşçeev, diz üstüne çökerek sultanı selamlaması gerekirken eğilerek selam verdi. Sultanın huzurunda diğer elçilerden geri kalmamak için öne geçmeye çalışıp, direkt padişaha hitap etmeye çalışınca bu durum hoş karşılanmadı.
Elçinin protokole uymayan davranışları yüzünden Osmanlı yöneticileri Ruslar'ın çok kaba ve kültürsüz olduklarına hükmettiler. Sultan, Kırım Hanı'na yazdığı mektupta bu durumu belirtip, Ruslar'ın doğrudan Padişah'la değil Kefe Valisi'yle temas kurmalarını emretti.
MEKTUPTA UNVAN KAVGASI
Üçüncü İvan, 31 Ağustos 1492 tarihli mektubunda İkinci Bâyezid'e "Müslüman hükümdarlar arasında sen büyük hükümdarsın. Türk ve İran hükümdarları üstünde senin iraden, sen kara ve denizlerin hükümdarı Sultan Bâyezid" şeklinde hitap ederken kendini "İvan, Tanrı'nın acımasıyla bütün Rusya'nın baba ve dededen biricik haklı hükümdarı, kuzeyden doğuya kadar pek çok toprağın hükümdarı, bizim sözümüz böyle" diye tasvir etmişti.
Osmanlı bürokrasisi bu unvanları padişaha uygun bulmadı. Bu yüzden Üçüncü İvan, 1497'deki mektubuna "Anadolu ve Rum toprakları, Akdeniz ile Karadeniz ve Karaman toprakları, Rumeli ve daha birçok yerin hükümdarı" diye başlayacaktı.
..
Rus elçilik heyetinin protokol kurallarını ihlal eden davranışlarına rağmen Moskova'ya ticarî haklar verildi. Osmanlı topraklarından Rusya'ya baharat, ipekli kumaşlar ve kadife gönderilirken, kuzeyden kürk, cıva ve keten gibi mallar alınıyordu. Birkaç yıl sonra, 1499'da Aleksis Kolokvastov aynı amaçlarla Osmanlı Devleti'ne geldi. Ruslar'ın Büyük Prensi'nin o dönemlerde de en büyük endişesi, tebaasına Karadeniz ticareti için bazı avantajlar sağlamaktı. İki devlet arasındaki ilişkiler, siyasî bir mana taşımasa da 1492'den itibaren uzun süre dostane devam etti. Kırım Hanı Mengli Giray'ın 1502'de Altınordu Devleti'ni ortadan kaldırmasından sonra Ruslar için "Tatar Boyunduruğu" dönemi sona erdi. Moskova Knezliği, bağımsızlığını kazandıktan sonra yavaş yavaş büyüdü. Bu yıllarda Ruslar, Osmanlılar'a karşı bir tehlike teşkil etmedikleri gibi Lehistan-Litvanya Devleti'ne karşı müttefiktiler. Moskova Büyük Prensi ve Osmanlı Devleti arasındaki dostane ilişki, Yavuz Sultan Selim döneminde biraz daha canlılık kazandı. Yavuz Sultan Selim, 1512'de tahta geçişini Büyük Prens Vasili'ye bir elçi ile haber verdi. Vasili 1514'te gönderdiği elçiyle iki ülke arasındaki mevcut dostluğu yeniledi. 1515'te Kırım Hanı ile anlaşmazlıkları için sultanın yardımına başvurdu. Vasili aynı amaçla 1520'de de Yavuz'a elçi gönderdi. Ancak elçilik heyeti, öncekinden ileri bir netice alamadı. Osmanlı sultanı, Kırım Tatarları için Rusya'ya yardım etmese de, Rus tüccarlarının özellikle Azak için ticaret imtiyazlarını onaylamıştı. Kanunî Sultan Süleyman, Moskova Prensi Üçüncü Vasili'nin kendisine 1523'te gönderdiği elçi Johann Morosov'u gerçi nazik bir biçimde karşıladı, ama eski dostane ilişkileri canlandırmadı. Rus Prensi'nin 1526'da Macaristan seferi sırasında sultanı Belgrad'da karşılamak üzere aynı amaçla gönderdiği iki elçi, hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldular. Vasili'nin 1531 Nisan'ında Kanunî'ye bu yüzden gönderdiği bir mektuba da cevap verilmedi ve Moskova'nın girişimleri sonuçsuz kaldı. İlk Rus Çarı olan Dördüncü İvan (Korkunç İvan), 1547, 1549 ve 1552 yıllarındaki seferleriyle Kazan'ı ülkesine ilhak etti. Ardından 1556'da da Astrahan'ı ele geçirince bölgedeki Müslüman halkın İstanbul'a ulaşan şikâyetleri Osmanlı- Moskova arasındaki ilişkileri bozdu.
.
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü olarak tanıdığımız İbrahim Kalın, aslen tarihçi olup daha sonra felsefe ve İslam düşüncesi üzerine yüksek lisans ve doktora yapmış bir entelektüeldir. İnsan yayınlarından çıkan "Ben Öteki ve Ötesi, İslam-Batı İlişkileri Tarihine Giriş" isimli kitabında İslam-Batı ilişkilerini felsefi ve tarihi olarak ele alıyor. Avrupa kelimesinin etimolojisinden hareket edip, Avrupa'nın ne olduğu sorgulanıyor. "İslam, Hıristiyanlık ve Bizans", "Haçlı Seferleri", "Ortaçağ'da İslam-Avrupa İlişkileri", "Endülüs İslamı" konuları ele alınıyor. Avrupa ve Türkler kısmandaysa"Machiavelli'nin Osmanlı'ya bakışı, papanın Fatih'e yazdığı mektup, Türkler'in Truvalı olması meselesi, Batı'da Türk imajı, Osmanlı ve Protestanlar, Tökeli İmre'nin Türkiye günleri" gibi konular incelenmiş. Mehter ve Batı müziğinden Namık Kemal'in Renan reddiyesine kadar iki medeniyet arasında geçen birçok ilişki, mesele ve tasavvur ele alınmış. Özellikle Avrupa sömürgeciliği, seyyahlar ve Oryantalizm'in üzerinde genişçe durulmuş. Burada özellikle "Jefferson'un Kur'ân'ı" ile "Hacı Ali'den Hi Jolly"e başlıklı yazılar ilgi çekiyor. Bu eserde de görüldüğü gibi geniş bir tarih ve felsefe birikimine sahip, entelektüel bir devlet adamımızın olması Türkiye için bir kazançtır. İbrahim Kalın'ın "Ben Öteki ve Ötesi" isimli eserini Batı ile ilişkilerimizi anlamak isteyen herkese tavsiye ediyoruz.
XXXXXXXXXXXXX
İsveç, küçük bir ülke olmasına rağmen askerlik alanında tarihte önemli bir aktör oldu. İsveçKralı Gustav İkinci Adolf, 1618 ile 1648 yılları arasında Avrupa'da meydana gelen "30 Yıl Savaşları"nda çağının askerlik stratejilerini alt üst etti. İsveç'in yetiştirdiği bir diğer önemli komutan Kral Demirbaş Şarl'dı.
ÇOCUK KRAL.....21.8.2016
Demirbaş Şarl, 15 yaşındayken Nisan 1697'de tahta çıktı. Gençliğini av ve eğlence partilerinde geçiren Şarl, tahta çıkınca eğlence ortamından tamamen koptu ve ihtişamlı elbiselerini çıkararak bir asker gibi giyinmeye başladı. Yeni kral, kendisine karşı birleşip 1700 ilkbaharında İsveç'e saldırarak, "Kuzey Savaşı"nı başlatan Danimarka, Rusya ve Lehistan'la yıllarca savaştı. Müttefikler, asker sayısı bakımından kendilerinden oldukça zayıf İsveç'e karşı rahat bir zafer kazanacaklarına inanıyorlardı. Ancak Şarl, önce Danimarka'yı daha sonra da Polonya'yı mağlup etti. Sıra Rusya'daydı. Şarl, Fin Körfezi'nde bulunan Narva Kalesi'ni kuşatan Rus ordusuna karşı harekete geçti. İsveç Kralı, uzun bir yürüyüşten sonra kalenin yardımına yetişti ve ordusunun yorgunluğu ile sayıca azlığına bakmadan saldırıya geçti. Ruslar, 30 Kasım 1700'de meydana gelen muharebede doğru dürüst savaşmadan tüfeklerini bırakarak başlarında çarları olduğu halde kaçtılar. Demirbaş Şarl, esir aldığı askerleri serbest bırakarak, Rus ordusuna değer vermediğini gösterdi. İsveç Kralı'nın sayıca az ordusuyla ardı ardına kazandığı zaferler, Avrupa'da büyük bir yankı uyandırdı. Avrupa'da yeni bir İskender'in doğduğu konuşuluyordu. İsveç'e karşı mağlup olan Rus Çarı Petro ise bu sırada Avrupa'dan getirttiği subaylarla ordusunu yeniden organize ediyordu.
TÜRKİYE'YE SIĞINDI
Osmanlı hükümeti, Avrupa'nın kuzeyindeki gelişmeleri yakından takip ediyordu ve İsveç'le Rusya'ya karşı ittifak görüşmeleri yapıyordu. Demirbaş Şarl, 1707'de Rusya'nın işgaline girişti. Rus Çarı Petro, modernleştirdiği ordusuna rağmen bir meydan muharebesine girmeyerek geri çekildi. Geri çekilirken de her tarafı yaktırıp, yıktırdı. Holovcin'de meydana gelen muharebeyi yine İsveç kazandı, ancak yiyecek sıkıntısından dolayı İsveç ordusu Moskova'ya doğru gidemeyerek, Ukrayna'ya yöneldi. Ukrayna'da da manzara aynıydı. Demirbaş Şarl, asker, mühimmat sıkıntısına rağmen sefere devam etti fakat bu sefer de ileride Napolyon ve Hitler'i de mağlup edecek Rus kışı ile karşı karşıya kaldı. İsveç ordusu ağır kış şartlarında büyük kayıplar verdi. Şarl, Ukrayna'da Vorskla Nehri'nin kenarında bulunan Poltava'da Rus ordusuyla karşılaştı. İsveç Kralı, muharebeden birkaç gün önce yaralandığı için savaşı iyi yönetemeyerek, 8 Temmuz 1709'da Poltava Muharebesi'nde Ruslar karşısında ağır bir mağlubiyet aldı. Şarl, sedye üzerinde savaşmaya bir süre daha devam etmesine rağmen askerlerinin bir kısmının teslim olması sonucu kaçarak, beş gün beş gece süren zorlu bir yolculuğun ardından Osmanlı Devleti'ne sığındı.
İSVEÇ'İN BORCU
Rus ordusu, iki ülke arasındaki İstanbul Antlaşması'nı çiğneyip İsveçliler'i takip bahanesiyle Osmanlı sınırını geçerek, Özi kenarında kayık bekleyen İsveç askerlerine saldırdı. İsveç Kralı kurtulmasına rağmen, askerlerinin çoğu Ruslar tarafından öldürülmüştü. Üçüncü Ahmed, durumu haber alınca Şarl'ın misafir olarak kabul edilip, bir kral gibi muamele edilmesini, masraflarının Osmanlı Devleti tarafından karşılanmasını emretti. Krala Osmanlı topraklarında mülteci olarak kaldığı müddetçe günlik maaş bağlandı. Demirbaş Şarl'ın Osmanlı topraklarına, sığındığındaki niyeti en fazla iki hafta burada kalarak, tekrar kuvvet toplamak üzere ülkesine dönmekti. Ancak Osmanlı ülkesinde mülteci olarak beş yıl üç ay kaldı. Osmanlı yönetimi, beş yıl üç ay ülkesinde kalan İsveç Kralı ile maiyetinin masraflarını karşılamış ve borç para vermişti. Ülkesine dönerken de Demirbaş Şarl'dan borçları karşılığında iki senet alınmıştı. Bâbıâli, yani Osmanlı hükümeti krala verilen 3 milyon gümüş taleri istemek üzere Ağustos 1726'da Kozbekçi Mustafa Ağa'yı İsveç'e elçi olarak gönderdi. Mustafa Ağa, bir yıl Stockholm'de kaldıktan sonra borcun çok az bir kısmını tahsil ederek geri döndü. 1730'da Mehmed Said Efendi, hem Birinci Mahmud'un tahta çıkışını haber vermek, hem de alacakları istemek üzere İsveç'e gitti. Ancak Said Efendi, İsveç ekonomisinin bozukluğu yüzünden parayı tahsil edemedi. İsveç Kralı Frederik bir müddet sonra, İstanbul'a elçi göndererek, paraları olmadığını borçlarını silah vererek ödemeyi teklif etti. Osmanlı yönetimi alacağını başka türlü tahsil edemeyeceğini anlayınca, bu teklifi mecburen kabul etti. İsveç, 1738'de Osmanlı'ya bir gemi ve 30 bin tüfek vermeyi kabul etti. Alınan silahların değeri İsveç'in borcunu karşılamıyordu. Ancak Sultan Birinci Mahmud, aradaki dostluğa binaen kalan alacağını bağışladı. 1740'da iki devlet arasında Rusya'ya karşı bir ittifak kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu, 1742'de İsveç'e 200 bin kuruş borç verdi. 1789'da iki ülke arasında yine İsveç'e karşı ittifak kurulmuş ve 1791'de Osmanlı İmparatorluğu mali açıdan zor durumda olmasına rağmen 400 bin kuruş yardım yapmış, ancak zor durumda olan İsveç Rusya ile anlaşmıştı.
.
Demirbaş Şarl'ın Türkiye'ye sığınmasından bir yıl sonra Rus Çarı Birinci Petro'nun Osmanlı'ya karşı uzlaşmaz ve düşmanca siyaseti yüzünden iki devlet arasında savaş patlak verdi. Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Temmuz 1711'deki Prut Muharebesi'nde Ruslar'a karşı çok büyük bir başarı kazandı.
Osmanlı yönetimi, savaştan sonra Rusya ile anlaşmazlığı uzatmak istemediği için Şarl'ı ülkesine göndermek istedi. Fakat kral yolun güvenli olmadığını öne sürerek, gitmek istemedi. Bu yüzden sultanla arası bozuldu ve hırsını sultanın gönderdiği hediyelerden çıkardı. "Ne erzaklarını isterim, ne de atlarını" diyerek sultanın kendisine hediye ettiği 20 atı karargâh içinde vurdurdu. Kralın ve elçilerinin yaptığı girişimler bu kez işe yaramadı. Sultanın, fermanıyla kral zorunlu olarak 1713'te Bender'den Dimetoka'ya getirildi.
Demirbaş Şarl, 1714 Ağustos'unda padişahtan izin isteyerek Osmanlı topraklarından ayrıldı. Kral, hareket etmeden önce tanınmamak için yanındaki 15 subayıyla birlikte sakal bırakmıştı. Kral, 1714 Kasım'ında ülkesine ulaştı.
İsveç, krallarının olmadığı dönemde perişan bir hâle düşmüştü. Bir başarı kazanarak, mağlubiyet izlerini silmek için Norveç'e karşı bir sefer düzenledi, ancak 1718'de Fredrishald kuşatması sırasında vurularak 36 yaşında öldü.
Demirbaş Şarl'ın Türkiye'de kalması ve Doğu kültürü ile tanışması İsveç üzerinde günümüze kadar gelen derin izler bıraktı. İsveç Kralı'nın ülkesine dönmesinden sonra dolma, buzlu şerbet ve kahve İsveç'e geldi. "Kalabalık, sofa, yıldırım, yaramaz, köşk, divan" gibi kelimeler, İsveç diline girdi.
İsveç Kralı, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki şehir planlanmasından etkilenmişti. Stockholm'da aynı tarz planlamaya gitmeye çalışarak parklar yaptırttı. Demirbaş Şarl, yaptırttığı iki yeni gemiye jilderim (yıldırım) ve jaramas (yaramaz) isimlerini koymuştu. İsveç gemilerinde hâlâ aynı isimler kullanılır.
Yavuz Sultan Selim, Peygamberimiz’in kendisini Haremeyn hizmetine davet eden bir rüyadan sonra Ortadoğu seferine çıkmış ve Suriye’yi fethetmişti
Fatih Sultan Mehmed döneminde gergin olan Memlük-Osmanlı ilişkileri İkinci Bâyezid zamanında düzelmişti. Yavuz Sultan Selim zamanında Portekizliler, Memlük Devleti üzerinde baskılarını artırmışlardı. Yavuz'un ilk yıllarında da iki devletin ilişkileri iyi durumdaydı. Ancak Memlükler'in Çaldıran Savaşı'ndan sonra Safeviler'le antlaşma yapması ilişkilerin bozulmasına sebep oldu.
YAVUZ'A DAVET
Osmanlı tarihçisi ve şeyhülislamı Hoca Sadeddin Efendi, Yavuz Sultan Selim'in musahibi olan babası Hasan Can'dan naklen ilginç bir rüya anlatır. Rahmetli Ahmet Uğur, bu rüyayı yayınlamıştır. Yavuz Sultan Selim geceleri çoğu zaman uyumaz, kitap okur ve yanında bulunan Hasan Can'a dünya ahvalinden bahsedermiş. Hasan Can bir gece, uyuya kaldığı için, sultanın yanına ancak sabah ezanından sonra gidebilmişti. Yavuz, görünmeyişinin sebebini sorduğu vakit Hasan Can, "birkaç gecedir uykusuz kaldığından, bu gece gaflete geldiğini ve hizmetlerinden mahrum, olduğunu" söyleyerek, af diledi. Bunun üzerine, sultan "ne düş gördün beyan eyle" buyurdu. Hasan Can, rüya görmediğini söylediyse de, sultan hem sözlerinde ısrar etti, hem de bir rüya görmemesini hayretle karşıladı.
Rüya meselesi kapandıktan sonra sultan Hasan Can'ı bir iş için Kapıcıbaşı Hasan Ağa'nın bulunduğu yere gönderdi. Hasan Can, oraya gittiğinde kilercibaşı, saray ağası ve Hazinedabaşı Mehmed Ağa birbirleriyle konuşuyor, Hasan Ağa da ağlıyordu. Gördüğü bir rüyanın etkisiyle ağlayan Hasar Ağa rüyasını şöyle anlattı: "Rüyamda, bulunduğumuz şu kapının vurulduğunu duydum. Kapıya gittiğim vakit onun aralık olduğunu ve dışarda Arap kılığında bayraklı ve silahlı birçok insanın toplandığını gördüm. Ayrıca kapının hemen yanında dört kişi vardı. Bunlardan kapıyı çalanın elinde padişahın "ak sancağı" görülüyordu. Bu zât bana dedi ki "Bilir misin niye gelmişiz?" Ben de "Buyrun" dedim. "Bu gördüğün kimseler Resulullah'ın ashabı. Bizi Hazreti Resulullah gönderip, Selim Han'a selam etti ve buyurdu ki, kalkıp gelsin ki Haremeyn hizmeti ona buyruldu. Gördüğün dört kişiden bu Ebu Bekir-i Sıddık, bu Ömerü'l- Faruk, bu Osman-ı Zi'n-Nureyn, seninle konuşan ben ise Ebu Talib oğlu Ali'yim. Var Selim Han'a söyle" dedi ve hepsi ortadan kayboldular."
Hasan Can, hemen sultanın yanına dönerek rüyayı "Bu Hasan kulunuz görmediyse başka bir Hasan kulunuz" görmüştür diyerek izah edince Yavuz "Sana demez miyiz ki biz, bir tarafa memur olmadan hareket etmemişiz" dedi. Sultan, bu rüyadan sonra Memlük seferini düşünmeye başladı.
ORTADOĞU'NUN KAPILARINI AÇTI
Bu yıllarda Osmanlılar'ın, Maraş ve civarında hüküm süren Dulkadirli Beyliği'ni ortadan kaldırmaları iki devlet arasındaki durumu daha da gerginleştirmişti. Memlük hükümdarı Kansu Gavri'nin Dulkadirli Beyliği'nin son beyi Alaüddevle Bey'in oğluna verilmesini istemesi ve İran üzerine yürüyen Osmanlı ordusuna karşı harekete geçmesi, Yavuz'un hedefinin değişmesine sebep oldu.
Osmanlı, Hint ticaret yollarının Portekizliler yüzünden kapanmasından ve İslamiyet'in kutsal topraklarının tehdit altında olmasından dolayı Memlük topraklarında hakimiyet kurmanın zorunlu olduğunu anlamıştı. Memlükler'e karşı harekete geçmeleri için bir kıvılcım gerekiyordu. Onu da Osmanlı'nın büyümesinin kendilerinin aleyhine olduğunu düşünen ve bunu durdurmak için harekete geçen Kansu Gavri yaktı. 24 Ağustos 1516'da Halep yakınlarında Mercidabık'ta meydana gelen savaşta hiçbir varlık gösteremeyip, hükümdarlarını kaybeden Memlük ordusu büyük bir mağlubiyete uğradı ve SuriyeOsmanlılar'ın eline geçti.
Kansu Gavri'nin son zamanlarında Mısır ve Suriye'den bazı kimseler ile bazı Memlük emirleri Yavuz'a hükümdarlarını şikâyet eden mektuplar göndermişlerdi. Osmanlı idarecileri, Memlük beyleri ile temas kurmuşlar ve Mercidabık Savaşı sırasında Halep Emiri Hayır Bey Osmanlılar'a katılmıştı. Suriye'nin ardından Ürdün, Lübnan, Filistin ve İsrail'in bulunduğu yerler fethedildi.
MISIR'IN FETHİ
Yavuz, Mercidabık'tan sonra bütün Suriye'ye hakim olmuştu. Bu arada Mısır'da hükümdar seçilen Tumanbay'a, Osmanlı'ya tâbi olup, vergi vermek şartıyla Gazze'den itibaren Mısır'ı bırakmayı teklif etti, ancak bu isteği kabul görmedi.
Memlükler, Yavuz'un ordusuyla çölü aşmaya cesaret edemeyeceğini düşünüyorlardı. Osmanlılar çölü geçmeye kalktıklarında ise ordularının büyük bir kısmı zayiata uğrayacak ve kalanı da yorgun bir halde yakalanıp yok edilecekti. Ancak yağan yağmurların da yardımıyla Osmanlı ordusu Sina Çölü'nü rahatlıkla geçti. Kahire'nin kuzey doğusundaki Ridaniyye sahrasında 22 Ocak 1517'de meydana gelen savaşta Memlük kuvvetlerini bir kez daha mağlup etti. Ancak Tumanbay pes etmedi, Kahire'de sokak savaşlarıyla Osmanlı'ya karşı koymaya çalıştı. Osmanlı'ya itaat eden Memlük emirleri, kadılar ve Abbasi halifesi kullanılarak direnişin kırılmasına çalışıldı. Tumanbay'ın yakalanıp asılmasının ardından (19 Nisan 1517) Mısır'da Osmanlı denetimi kuruldu.
HAREMEYN'DE OSMANLILAR
Memlükler'e tâbi olan Mekke şerifleri Mısır'ın fethinin ardından Osmanlı hakimiyetini tanıdı. Mekke şerifi, oğlu Ebu Nümeyy'i göndererek Osmanlı hakimiyetini tanımıştı. Böylece İslâmiyet'in kutsal topraklarında Osmanlılar'ın hizmetkârlığı başladı.
.
Yavuz Sultan Selim, Selim Şah veya Sultan Selim-i Evvelolarak bilinen büyük Osmanlı hükümdarı dünya tarihinin en büyük mareşallerinden. Osmanlı büyük bir kargaşa ortamındayken, 24 Nisan 1512'de tahta geçti. Sekiz yıllık padişahlığı döneminde devleti içinde bulunduğu krizden çıkardığı gibi, yaptığı büyük fetihlerle Osmanlı'yı bir dünya gücü hâline getirdi. Bu süreçte önce Safevi tehdidi ortadan kaldırıldı; Mısır, Suriye, Filistin, İsrail, Lübnan, Ürdün ve Suudi Arabistan'ın bulunduğu ülkeler alınarak Ortadoğu'ya bir düzen getirildi; Hint ticaret yolu Osmanlı denetimine alındı. Cidde'yi işgal edip, Haremeyn'i tehdit eden Portekiz tehlikesine son verildi. Devletin sınırlarını iki mislinden fazla büyütmüş, Ortadoğu'nun ve İslam dünyasının kaderini değiştirmişti. Çok büyük bir hükümdar ve komutan olmasına rağmen ihtişamdan uzak dururdu. Devlet hazinesinin dolu olmasını ister, ısraftan hoşlanmazdı. Hesap yapmadan, bilgi toplamadan ve tedbirini almadan sefere çıkmazdı. Okumayı seven, meraklı bir hükümdardı. Mısır'dayken Nil'in kaynağını ve piramitlerin tarihini bile araştırtmıştı.
Selim'in doğu ve güneydeki tehlikeleri ortadan kaldırması, Kanunî Sultan Süleyman'ın Avrupa'ya karşı rahat hareket edebilmesini sağladı. Bu gelişmeler sayesinde de Türkler, 16. yüzyılda Afrika'nın ve Avrupa'nın bugüne kadar gelen siyasi ve dini çehresinin oluşmasında önemli rol oynadı. Kuzey, Orta ve Doğu Afrika'nın sömürgeleşmesini, Hiristiyanlaşmasını ve Endülüs Müslümanları gibi yok olmasını engellediler. Döneminin bazı tarihçileri tarafından "hilafet tahtının sultanı" olarak zikredilmesine rağmen devletin resmi belgelerinde büyük bir mütevazilikle "hâdimü'l-Haremeyn" ünvanını kullanan Yavuz Sultan Selim'i en iyi Şeyhülislam ve tarihçi İbn Kemal'in şu mısraları anlatır: Az zamaniçre çoğ iş itmiş idi / Sâyesî olmuş idî âlêm-gîr / Şems-i asr idi asrda şemsin / Zıllı memdûd olur zamânı kasîr (Devletin başında bulunduğu kısa müddet içerisinde yaptığı büyük işler sayesinde gölgesi cihanı kaplamıştı. O bir ikindi güneşi idi, zira ikindi güneşinin aydınlığı kısa fakat gölgesi uzun olur).
Akşemseddin, İstanbul’un fethi sırasında bozgunculuk yapanlara karşı Fatih’e şu öğütlerde bulundu: Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar en şiddetli şekilde cezalandırılmalıdır
AKŞEMSEDDİN'DEN FATİH SULTAN MEHMED'E ÖĞÜTLER:
Bozgunculara merhamet etme
Fatih üzerinde en etkili insanlardan biri hocasıAkşemseddin'di. II.
Mehmed, devlet adamlarının bir kısmının kuşatmanın kaldırılması yönündeki baskılarına Zağanos Paşa, Şehabeddin Paşa ve Akşemseddin'in desteğiyle karşı koyabilmişti.
AKŞEMSEDDİN'İN MEKTUBU
20 Nisan 1453'te dört büyük yardım gemisi, Osmanlı donanmasının çabasına rağmen İstanbul'a girdi. Bu durum Bizanslılar arasında büyük bir sevince, Osmanlı ordusundaise büyük bir hüsrana yol açtı. Muhalifler seslerini yükselterek kuşatmanın hemen kaldırılması gerektiğini söylediler. Orduda büyük bir moral bozukluğu hâkim oldu.
Ordunun durumunu vaktinde teşhis eden Akşemseddin, padişaha sert ifadelerle dolu bir mektup yazdı. Fetih taraftarlarının muzaffer olacağını müjdeleyen Akşemseddin, padişahtan sert tedbirler almaktan kaçınmamasını da istedi. İstanbul kuşatmasının dönüm noktası olan mektupta Akşemseddin şunları yazmıştı:
"Bu hadise gemi ehlinden oldu.
Kalbime büyük kırıklık ve üzüntü getirdi. Bir fırsat görünüyordu. Fakat bu hadise o fırsatı ortadan kaldırdı.
Yeni gelişmeler oldu. Birincisi, kâfirler rahatladı, sevince boğuldu, moral buldu. İkincisi, sizin görüşünüzün eksik, hükmünüzün ve kararlarınızın isabetsiz, sözünüzün tesirsiz olduğu görüşü kuvvet kazandı. Üçüncüsü, dualarımızın kabul olmadığı, müjdemizin geçersiz olduğu ifade edilir oldu. Bu bakımdan bu hadise, bunun gibi pek çok mahzurlar doğurdu.
Şimdi yumuşaklık ve merhamet gerekmez. Bu hususta kusuru görülenler, fethe muhalif olanlar tespit edilip, bunlar görevden azil dâhil gereken en şiddetli ceza ile cezalandırılmalıdır. Eğer bunlar yapılmazsa kaleye yeni bir hücuma kalkışıldığında, hendeklerin doldurulmasına karar verildiğinde gevşeklik gösterilecektir. Bilirsiniz, bunlar yasaktan (zordan) anlayan Müslümandır. Allah için canını, başını ortaya koyan azdır. Meğer bir ganimet göreler, canlarını dünya için ateşe atarlar.
Şimdi sizin yapmanız gereken bütün gücünüzle, fiilen, emirle, hükümlerinizle, sözünüzle işe sarılmanız, gayret göstermenizdir. Bu tür görevler, gerektiğinde merhameti ve yumuşaklığı az, şiddet kullanabilecek, zora başvurabilecek kimselere verilmelidir. Bu, hem geçmişteki uygulamalara, hem de dine uygundur. Allah şöyle buyuruyor:
"Ey şanlı Peygamber! Kâfirlerle, münafıklarla sonuna kadar savaş ve onlara karşı sert ol, yumuşak davranma. Onların varacakları yer cehennemdir ki, orası varılacak ne kötü yerdir".
Bir acayip hal oldu. Üzgün bir halde otururken, Sâdâtın büyüğü, Câfer-i Sâdık'ın işareti üzerine Kur'an'ı Kerim üzerinde mütalaada bulunurken şu âyete rastladım: "Allah münafıklara ve kâfirlere ebedi olarak cehennem ateşini vaadetti. O, onlara yeter. Allah onları rahmetinin sahasından uzaklaştırdı.
Onlar için devamlı azap vardır".
Bu âyete göre, bu işte gayret sarf etmeyenler de, senin emrine uymayanlar da Müslüman değildir. Bunlar münafık hükmünde olup, kâfirlerle cehennemde beraber olacaklardır.
İşlerini daha sıkı tutmandan ve sert davranmandan başka çare olmadığı anlaşıldı. Sonuçta, Allah'ın yardımıyla biz buradan utanan ve gücenen değil, ferahlayan, mansur (yardım edilen) ve muzaffer olarak dönen oluruz. İmdi, "kul tedbiri alır, takdiri Allah'a bırakır" hükmü her zaman geçerlidir. Neticede başarı Allah'tandır. Ama elden gelen bütün gayret sarf edilmelidir. Allah Resülü ve ashabının sünneti de budur.
Hüzünlü bir halde iken biraz Kur'an okuyup yattığımda, bir takım lütuflara, müjdelere mazhar oldum ve teselli buldum. Bu söylediklerim sana boş söz gibi gelmesin. Gereğini yapasın.
Söylediklerim tamamen sizi sevdiğimizdendir".
Bu mektup Fatih'in moralini yükseltip, kuşatmaya devam kararını vermesine ve fetih gerçekleşene kadar hedefinden vazgeçmemesinde önemli bir rol oynadı.
FETHE DOĞRU
Kuşatmanın uzaması, Avrupa'dan gelebilecek yardım yüzünden Osmanlı ordusunu zor duruma sokmuştu. Bu sırada Venedik donanması Ege'ye gelmişti. 25 Mayıs'ta Bizans'a son kez teslim ol çağrısı yapıldı. Bu sırada Macarlar'ın, yardıma geldiği haberleri Osmanlı ordusunun moralini bozmuştu. Veziriazam baştan beri savunduğu kuşatmayı kaldırma fikrinde ısrar etti. Ancak Zağanos Paşa, Şehabeddin Paşa, Turahan Bey ve Akşemseddin saldırıya devam edilmesi gerektiğini söylediler. Büyük bir saldırıya geçilmesi için karar alındı. İstanbul 29 Mayıs sabahı son hücumla fethedildi.
Büyük liderler, en zor anlarda verdikleri kararlarla ve iradelerini sürdürebilme kararlılığı göstermeleriyle tarihe geçerler. Büyük Türk hükümdarının en zor zamanlarda bile soğukkanlılığını ve metanetini yitirmeden, hedefinden vazgeçmediğini gösteren şu hadiseyi günümüzde de siyasetçilerimizin ve kamu görevlilerimizin örnek almaları gerekir.
1514'te İran seferi sırasında düşmanın bir türlü karşılarına çıkmaması yüzünden Doğu Anadolu'nun çetin coğrafyasında yürümekten perişan olan yeniçeriler, isyan ederek işi padişahın çadırına tüfek atmaya kadar götürmüşlerdi. Yavuz, bu durum karşısında tereddüt etmeden askerin arasına girerek, "Şu anda varmak istediğimiz yere henüz gelmiş değiliz.
Düşmanla karşılaşmadan geri dönmemiz ise mümkün değildir. Bunu düşünmek bile kötüdür. Amma garabet bundadır ki, Şah'ın adamları efendileri için can verirlerken içimizdeki bazı gayretsizler, buralara gelmiş olan bizleri geri dönmeye ve emeklerimizi neticesiz bırakmaya uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzda
Asıl ismi Şemseddin Muhammed'dir, ancak Akşemseddin veya Akşeyh diye bilinir. Hacı Bayram-ı Veli'nin dervişlerindendir. Şeyhinin ölümünden sonra 1429'da yerine geçti. İstanbulkuşatmasına katılan Akşemseddin, kuşatmanın en sıkıntılı zamanlarında gerek padişahın gerekse ordunun manevî gücünün yükseltilmesine yardımcı oldu. Padişaha zaferin yakın olduğu müjdesini vererek, sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair tavsiyeleri ve Fatih'e yazdığı mektuplarıyla fethin gerçekleşmesinde büyük bir tesiri oldu. Fetihten sonra Ayasofya'da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi okudu. Fetihten birkaç yıl sonra Fatih'in isteği üzerine İslâm ordularının İstanbul kuşatmalarında şehid düşen Ebu Eyyüb el-Ensârî'nin kabrini buldu. Fatih'in buraya yaptırdığı türbe ve camiyle oluşan Eyüp semti Müslümanlar'ın en kutsal saydığı yerlerden biri oldu.
.
Büyük Türk diye anılan Kanunî Sultan Süleyman 450 yıl önce hâlâ kudretli bir padişah olduğunu göstermek için tam 72 yaşında Sigetvar Seferi’ne çıkmıştı. Ancak uzayan kuşatma nedeniyle hastalıklı bedeni şehit düşmüştü
Kanunî Sultan Süleyman 72 yaşındayken hastalığına ve ihtiyarlığına bakmadan sefere çıkmaya karar vermişti. Büyük Türk, 1565 Malta kuşatmasındaki başarısızlığı silmek, Osmanlı Macaristanı'nı güven altına almak, 10 yıldır sefere çıkmadığı için asker ve halk arasındaki hoşnutsuzluğu gidermek ve hâlâ kudretli bir hükümdar olduğunu göstermek istiyordu.
EYÜP SULTAN'DA DUA
İlk olarak İkinci Vezir Pertev Paşa, serdar tayin edilerek Erdel'e gönderildi. Ardından da asıl ordunun harekâtı için hazırlıklar başladı. Kanunî, sefere çıkmadan önce Eyüp Sultan'ı ve atalarının türbelerini ziyaret etti. Gittiği türbelerde fakirlere büyük miktarlarda sadaka dağıttı.
29 Nisan 1566'da büyük bir merasimle padişah ve devlet ileri gelenleri İstanbul'dan yola çıktı. Sultanın yakın maiyetini teşkil eden peykler, solaklar, müteferrikalar bu merasim esnasında göz alıcı kıyafetler giymişti. İstanbullular da bu töreni seyre çıkmışlardı. Kanunî'nin son seferine çıkışı çok haşmetliydi. Rengârenk kıyafetler içerisinde, bayrakları ve silahları ile çeşitli askeri kıtaların geçiş töreni seyreden herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Padişah beyaz elbiseleriyle at üzerinde muhteşem maiyeti eşliğinde İstanbul'dan ayrılmıştı. Devrin tarihçileri padişahın beyaz sakallı ve beyaz elbiseli hâlinin nurdan bir minareye benzediğini söylerler.
HASTA HASTA SEFERDE
Törenle şehirden ayrılan Osmanlı birlikleri İstanbul'un dışında kurulmuş olan Otağ-ı Hümâyun'un bulunduğu yerde konakladılar. Padişah sefere çıkmıştı ama at üzerinde gidecek gücü yoktu. Tekrar yola çıkıldığında rahatsızlığı artınca Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa'nın yardımı ile arabaya geçti. Padişahın rahatsız olmaması için arabanın geçeceği yollar düzeltiliyordu. Sigetvar'a kadar araba ile giden Kanunî Sultan Süleyman, şehir merkezlerine gelindiğinde padişahlığın şanını ayağa düşürmemek için bütün rahatsızlığına rağmen ata binmişti.
Belgrad'da durum değerlendirmesi yapıldı. Serhatlardan gelen bilgiler Sigetvar'ın Osmanlı topraklarına büyük zarar verdiği yönündeydi. Sigetvar ele geçirilmesi çok zor bir kale zinciriydi. Çevresi sularla çevrili birbiriyle bağlantılı dört kaleden oluşuyordu. Sigetvar, her taraftan Almas Nehri ile bazı göller ve bataklıklarla çevriliydi. Kaleler birbirlerine tahta köprülerle bağlantılıydılar. Zaten "adalar şehri" manasına gelen Sigetvar ismi de kalenin bu konumundan dolayı verilmişti.
SİGETVAR KUŞATMASI
Sigetvar'a gelindiğinde askere moral vermek için ata binen Kanunî, atından inip çadırına yürüyerek gitti. 7 Ağustos 1566'da Sigetvar muhasarası başladı. Kale komutanı Nicolas Zriny teslim olmadı ve büyük bir dirayetle direndi. Padişahın rahatsızlığı ise günden güne artıyordu. Hastalığından dolayı dışarıya çıkamayan padişah kuşatmayı çadırından takip ediyordu. Padişahın otağı kuşatmaya hakim bir yer olan Sigetvar'ın kuzeyindeki Smilehov tepesine kurulmuştu.
İhtiyar padişahın hastalığı iyice artmıştı, ancak kale bir türlü alınamıyordu. Kanunî kuşatmanın uzaması üzerine "Bu kale benim yüreğimi yakmıştır. Dilerim Hakk'dan ateşlere yana" demişti. Kalenin bazı kısımları fethedilmesine rağmen ana kale direnmeye devam ediyordu. Sokollu Mehmed Paşa, kalenin bir an önce fethedilmesi için büyük çaba gösteriyordu.
Kuşatmanın son günlerinde padişahın hastalığı iyice arttı. Ordu içerisinde şayialar dalga dalga yayılmaktaydı. Kalelerin çevresindeki bataklık alan odun ve toprak ile doldurularak surların önündeki engeller kaldırılmıştı. Kaleye doğru 'lağım' adı verilen tüneller kazılarak ve surlara "humbara" denilen bombalar yerleştirilerek surlar tahrip edilmeye çalışılıyordu.
5 Eylül günü surlara tırmanan bir Türk fedaisinin yerleştirdiği bomba surlarda büyük bir gediğin açılmasına sebep oldu. Buradan Osmanlı askerleri içeri girince müdafaa imkânının kalmadığını gören kale komutanı Nicolas Zriny iç kaleye çekildi. Bunun üzerine iç kale kuşatıldı ve surları ateşe verildi. Sigetvar fethedilmek üzereyken 6/7 Eylül gecesi "Büyük Türk", "Muhteşem Süleyman" vefat etti. Sigetvar kuşatmasında ise sona gelinmişti. Böyle bir durumda padişahın ölümünün asker arasında duyulması bir aylık çabayı boşa çıkarabilirdi. Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa, padişahın ölümünü gizledi. Kanunî'nin cesedi, iç organları çıkarıldıktan sonra, misk ve anber kokuları sürülerek tahtın altına geçici olarak defnedildi. Definden önce cenaze namazı da kılınmıştı. Sabahleyin yapılan son hücumla Sigetvar tamamen fethedildi.
.
Veziriazam, Sigetvar'ın fethi bahanesiyle Kütahya Sancakbeyi ve tahtın tek varisi olan Şehzâde Selim'e babasının öldüğünü bildiren bir mektup göndererek, şehzadeyi orduya çağırdı. Veziriazam padişahın ölümünü saklamaya devam etti. Daha sonra cenaze İstanbul'a götürülerek, Süleymaniye Camii'nin bahçesinde türbe için hazırlanan yere defnedildi.
II. Selim'in Belgrad'a yaklaştığı haber alınınca Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa, askere maaş dağıttıktan sonra orduyu 20 Ekim 1566'da Sigetvar önünden Belgrad'a doğru hareket ettirmişti. Kanunî'nin cesedi gömüldüğü yerden çıkarılıp gizlice hazırlanan ceviz tabuta konuldu. Tabut bir arabaya konulup, otağ-ı hümâyûn kaldırıldıktan sonra ordu törenle yola çıktı. Bir süre yol alındıktan sonra veziriazam güvenli topraklara gelindiğini söyleyerek birkaç yüz asker ve saray ağalarını bırakıp askeri padişahın arabasının yanından uzaklaştırdı. Ardından da emir verdi ve hafızlar Kuran okumaya başladı. Hafızların Kuran okumasından durumu anlayan padişahın yakın çevresindeki görevliler başlarına siyah sarıklar giydiler. Haber dalga dalga yayıldı. Bütün ordu ağlayıp, dövünüyordu. Öyle bir an oldu ki, asker yürümeyi bıraktı. "Hay Sultan Süleyman Han" diye feryada başladı. Bunun üzerine Sokollu Mehmed Paşa, askerlerin yanına gidip. "Kardeşler, yoldaşlar niçin yürümezsiniz. Bunca yıllık İslâm padişahını Kuran ile uğurlayalım. Gaza ile Macaristan'ı İslâm ülkesi yaptı. Hepimizi ihsanlarıyla besledi. Karşılığı bu mudur ki, cesedini başımız üstünde götürmeyelim. Oğlu Sultan Selim Han padişahımız 17 gündür Belgrad'da sizi bekler. Merhum padişahımız bütün bahşiş ve zamlarınızı ona vasiyet etti. Hafızlar durmayın acımızın devası Kuran'dır" diyerek askeri sakinleştirdi.
II. Selim, Belgrad'da siyah kaftanla babasının cenazesini karşılamıştı. Kanunî'nin cenazesinin bulunduğu arabanın önünde II. Selim ve devlet adamları dualar ettiler. Daha sonra Kanunî'nin tabutu musalla taşına kondu. Burada ikinci defa padişahın cenaze namazı kılındı.
Kanunî Sultan Süleyman'ın cenazesi, İstanbul'da Şeyhülislâm Ebussuud Efendi tarafından üçüncü defa cenaze namazı kıldırıldıktan sonra Süleymaniye Camii'ndeki türbesinin inşa edilmesi düşünülen yere götürüldü. Türbe henüz yapılmadığı için mezarın üzerine bir çadır kurulmuştu. Kanunî, Mimar Sinan'ın nezaretinde hazırlanan mezarına gömüldü.
.
Sözde müttefikimiz ABD ve Avrupa Birliği’nin elçileri ile ilgili meseleler bitmiyor. Osmanlı’da 1700’lerde Fransa elçisi Ferriol’ün Ermeni Patriğini kaçırması iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmişti. Doktorların deli raporu verdiği elçiyi Fransa görevden aldı
Osmanlı İmparatorluğu ile müttefiki Fransa'nın ilişkileri 16. yüzyıldan imparatorluğun sonuna kadar inişli çıkışlı bir seyir takip etti. İlişkilerin bu şekilde cereyan etmesindeFransa elçilerinin kişisel beceri ve kabiliyetlerinin önemli bir yeri vardı.
Kont de Ferriol, Fransa elçisi olarak 1 Aralık 1699'da İstanbul'a geldi. Önceki Fransa elçileri iyi bir intiba bırakmamışlardı. 17. yüzyılın sonlarında Osmanlı ile Fransa arasındaki ilişkiler de en zor dönemlerinden birini yaşıyordu. Ferriol'ün hem kendinden önceki elçilerin kötü imajlarını gidereceğine hem de iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştireceğine dair büyük ümitler besleniyordu.
İLK SKANDAL
Charles de Ferriol'un yirmi beş gün sonra Sultan İkinci Mustafa tarafından kabul edilmesi kararlaştırıldı. 26 Aralık 1699'da Ferriol ve yanındaki 56 kişi, Topkapı Sarayı'ndaki Divan-ı Hümayun'da başta sadrazam ve Osmanlı devlet ricali tarafından karşılandılar. Divan'daki ziyafet bittikten sonra sıra elçi ve yanındakilerin, Sultan İkinci Mustafa'nın huzuruna çıkmasına geldi.
Fransa elçilik heyetinin padişahın huzuruna çıkması için bütün hazırlıklar yapıldı ve heyet, önde çavuşbaşı olduğu halde ilerlemeye başladı. Fakat bu arada çavuşbaşı, Ferriol'ün kaftanının altında uzun bir kılıç taşıdığını farketti.Elçinin bu şekilde padişahın huzuruna çıkması mümkün değildi. Çavuşbaşı, heyette bulunan Tercüman Mavrokordato'ya durumu anlattı.
Mavrokordato, çavuşbaşının söylediklerini Kont de Ferriol'e iletti. Elçi kılıçla padişahın huzuruna çıkamayacağını öğrenince çok sinirlendi.
Önce birkaç defa kılıcına vurdu ve daha sonra kılıcını belinden ancak kralının çıkarabileceğini yüksek sesle bağırdı. Osmanlı gelenek ve göreneklerinin kendisini ilgilendirmediğini ve kılıcını asla çıkartmayacağını söyledi. Sadrazam ve yeniçeri ağasının uyarıları da işe yaramadı.
Bunun üzerine Amcazade Hüseyin Paşa diplomasi tarihinden eşi benzeri olmayan bir yönteme başvurdu. Elçinin koluna giren görevliler kılıcı almaya çalıştılar, ancak bundan da bir netice alınamadı. Ferriol ve yanındakiler padişahın huzuruna çıkmadan Topkapı Sarayı'ndan ayrıldılar.
Padişaha gönderdiği hediyeler elçiye iade edildi.
KAYIK REZALETİ
Fransa elçisinin daha ilk kabulünde neden olduğu rezaletler son olmayacaktı. Fransa elçisi 1711'de İstanbul'dan gidene kadar daha birçok skandal çıkardı. Elçinin sebep olduğu sorunlardan biri de Boğaz'daki kayık gezileriydi. Ferriol İstanbul'a geldikten sonra saltanat kayıklarına benzeyen bir kayık satın aldı. Sazlı sözlü heyetle büyük bir gürültü çıkartarak kayıkla sarayın önünden geçtiğinden saraydakiler bu durumdan rahatsız oluyorlardı. Padişahın emri üzerine elçinin Boğaz'da gezintiye çıkması yasaklandı. Yasağa rağmen Ferriol eğlenceden bir türlü vazgeçmedi. Boğaz'da gezemese de Fransa elçilik binasında partiler verdi.
ELÇİYE DOKTOR REZALETİ
Ferriol'ün sebep olduğu bir skandal vardı ki bu, daha öncekilere rahmet okutturacak nitelikteydi. Elçi, Ermeni Patriği Avadik'i Avrupa'ya kaçırtmış ve bunun üzerine Osmanlı Devleti ile Fransa savaşın eşiğine gelmişti. Ermeni Patriği Avadik'in, Katolik olduğu haberinin alınması bu skandalı savaşa dönüşmeden önledi.
Osmanlı Devleti ile Fransa arasındaki ilişkilerin savaşın eşiğine kadar gelmesi zaten asabi biri olan Ferriol'ün sinirlerini daha da bozdu. Hatta Ferriol'ün ruhsal dengesi o kadar bozuldu ki bir ara elçi akli dengesini bile kaybetti. Hayatının sonlarına doğru elçinin dengesiz hareketleri daha da arttı ve artık etrafındakilere zarar verir hale geldi. 1709'da elçi bir kez daha sinir krizine girmişti. Fransa elçisi el ve kollarıyla elçilikte ne varsa kırıyordu. Bunun üzerine elçiliktekiler Ferriol'ün ellerini ve ayaklarını bağlamak zorunda kalmışlardı.
1709'a gelindiğinde akli dengesini iyice kaybeden Ferriol, İngiltere Elçisi Sutton'u düelloya davet etti. Çünkü Rusya ile Osmanlı Devleti'nin anlaşmasını destekleyen Sutton'u diplomatik yollarla alt edememişti.
Ferriol, bir ara düzelse de, akli durumu her geçen gün biraz daha kötüye gidiyordu. Artık odasındaki yatağına bağlanmak zorunda kalınmıştı.
Bunun üzerine Fransız tüccarlar elçinin doktorundan makamında kalamayacak kadar deli olduğuna dair 1711'de bir rapor aldılar. Rapor Fransa'ya gönderildi ve Ferriol görevinden alındı. Ferriol'ün yerine Fransa elçisi olarak Kont des Alleurs atandı. Fransa elçisi Kont de Ferriol tarihe diplomatik başarılarıyla değil İstanbul'da neden olduğu skandallar ve delilik hikâyeleriyle geçmişti.
Kont de Ferriol, 1704'te Fransa kralının torununun doğumu şerefine Fransa elçilik binasında büyük bir parti vermişti. Parti sabahın erken saatlerinde büyük bir ayinle başladı. Eğlencelerin en meşhuru ise her kadeh kaldırılışında elçilikteki topların ateşlenmesiydi. Sabahtan akşam saatlerine kadar kadeh kaldırma ve ardından top ateşleri devam etti. Gürültüden en fazla etkilenen yer ise Topkapı Sarayı'ydı.
Bu gelişmeler üzerine Sadrazam Kalaylıkoz Ahmed Paşa olaya müdahale etti. Tercüman Mavrokordato aracılığıyla Topkapı Sarayı'ndaki hamile olan bazı hanım sultanların gürültüden rahatsız oldukları ve buna bir an önce son verilmesi gerektiği haber verildi. Fakat Ferriol bu sözlerin hiçbirini dikkate bile almadı.
Elçiden umursamaz bir cevap alan Mavrokordato elçilikten ayrıldı. Fransa elçiliğindeki eğlence ise ara vermeden devam etti. Akşam karanlığı şehrin üzerine çöktüğünde Fransa elçiliğindeki eğlencenin verdiği rahatsızlık hat safhaya ulaştı. Çünkü elçilik bahçesindeki bütün ağaçlar ışıklandırılmış ve havai fişek gösterisi de başlamıştı.
Elçiliğin bulunduğu Pera adeta gündüz gibiydi.
Sadrazam Ahmed Paşa, nasihat ile uslanmayan elçiyi yola getirmek için zora başvurmak mecburiyetinde kaldı.
Akşam olduğunda bostancıbaşının emrindeki görevlileri bu rezalete bir son vermek, lambaları ve havai fişekleri söndürmek üzere Fransa elçiliğine gönderdi. Bu durumu haber alan Ferriol ise, "Ne! Şimdi de lambalarıma mı taktılar? Gidin söyleyin o bostancıbaşına, bu lambalar kimseyi rahatsız etmez. Bu lambalar yağları bitinceye kadar yanacak. Zorla söndürmeye kalkışan olursa ben de zor kullanırım" dedi.
Fransız elçisi, hemen aşçılar ve hizmetlilere kadar binadaki herkesi silahlandırdı. Elçilik binasının pencere ve kapılarını da sımsıkı kapattırdı. Elçiliktekilerin silahlandığını ve topçu desteği olmadan içeri giremeyeceklerini haber alan bostancıbaşı da hemen topçu birliği getirtti. Artık silahlı bir çatışma kaçınılmazdı. Gelişmelerin kötüye gittiğini gören elçilikteki sağduyulu birkaç kişi gizlice elçilik binasının ışıklarını söndürdü. Işıkların söndürüldüğünü gören bostancıbaşı da elçinin pes ettiğini zannederek kuşatmayı kaldırdı ve geri çekildi.
İkinci Abdülnamid’in 33 yıllık hükümdarlığı imparatorluğun içte ve dışta saldırılara uğradığı çok zor bir dönemdi. Sultan kendi tabiriyle, “Ali’nin külâhını Veli’ye, Veli’nin külâhını Ali’ye giydirerek” Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmuştu
21 Eylül 1842'de İstanbul'da doğan Şehzade Abdülhamid'in çocukluğu ve gençlik yılları, Tanzimat Dönemi'nin getirdiği Batı kurumlarının Osmanlı Devleti'ne aktarılma süreci içinde geçti. İkinci Abdülhamid'in şehzadeliği döneminde, amcası Sultan Abdülaziz'le birlikte 1867'de çıktığı Avrupa seyahati sultan için bilgi ve görgüsünü arttırma fırsatı olmuştu. Bu seyahatte Fransa, İngiltere, Belçika, Almanya ve Avusturya'yı gezdi. Şehzade Abdülhamid, bu vesileyle Batılılar'ın hayat tarzını, gelenek ve göreneklerini, protokol yöntemlerini bütün ayrıntılarıyla görme fırsatı bulmuştu. Bunun yanında, dünyanın en ileri tekniklerini, buluşlarını yerinde görmüş, bunlarla Avrupa'nın hangi düzeye varmış olduğunu anlamıştı. Ayrıca uluslararası diplomasinin ne şekilde sürdürüldüğü hakkında fikir sahibi olmuştu. Bütün bu gözlemlerin, ileride devlet sorumluluğunu üstlendiği zaman Sultan Abdülhamid'in çok işine yarayacaktı.
SALTANATININ İLK YILLARI
İkinci Abdülhamid padişah olduğunda, faaliyetleriyle kısa sürede ordunun ve halkın gönlünü kazandı. Tersane'ye giderek bahriyelilerle birlikte sofraya oturup asker yemeği yedi. Bâb-ı Meşihat'e giderek ulema ile birlikte iftar yemeğine katıldı. Haydarpaşa Hastanesi'nde cephelerden gelen yaralıları ziyaret ederek onlara hediyeler dağıttı. Sadrazam ve diğer nazırlarla birlikte camileri dolaşarak halk içinde namaz kıldı. Yeni padişahın bu tür jestleri halk ve ordu mensupları arasında memnunlukla karşılandı. Ancak sonraki dönemde Ali Suavi'nin Çırağan baskınıyla Beşinci Murad'ı tekrar tahta çıkarma teşebbüsü padişahı yavaş yavaş Yıldız Sarayı'nda kapalı bir hayata doğru itti.
Saltanatı boyunca devleti ayakta tutmak için mücadele etti. İkinci Abdülhamid'in 33 yıllık hükümdarlığı imparatorluğun içten ve dıştan saldırılara uğradığı çok zor bir dönemdi. Sultan Abdülhamid dış politikada ustaca bir siyaset güderek Osmanlı Devleti'ni ayakta tutmaya çalışmıştı. Bunun için Avrupalı büyük güçlere karşı, sonradan büyük devletler arasına katılan Almanya'yı kullanmaya çalışmış, bu arada, çok sayıda Müslüman sömürgeye sahip olan Fransa, İngiltere ve Rusya gibi devletlere karşı da İslâmcılık siyasetini bir tehdit unsuru olarak öne çıkarmıştır. İkinci Abdülhamid, büyük devletler arasındaki rekabeti sürekli körükleyen, tarafsız, bağımsız, çoğu zaman barışçı, bazen tavizkâr fakat yeri geldiğinde de tehditkâr bir dış politika anlayışı izlemişti.
Murat Bardakçı "Şahbaba" isimli önemli eserinde Sultan Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'dan İkinci Abdülhamid'in siyasetiyle ilgili şu bilgiyi verir: "... Babam imparatorluğu kırk yıl boyunca idare eden ağabeyi Sultan Abdülhamid'in 'İngiliz dostluğu, Fransız yakınlığı' politikasını benimsemişti. Esasen çözülmüş ve zayıflamış olan imparatorluğu toparlayıp dağılmaktan kurtarmak için amcam Abdülhamid, kendi tabiri ile 'Ali'nin külâhını Veli'ye, Veli'nin külâhını Ali'ye giydirmekle otuz yıldır canım çıktı. Öyle kurtardık. Adamlar -yani İttihadçılar- kimseye danışmadan, hatta kendi aralarında bile istişare etmeden sanki yağma varmış da geç kalınacakmış gibi Balkan Harbi'ne ve arkasından Birinci Cihan Harbi'ne ve Alman dostluğuna kapılarak maceralara atıldılar ve bu hale getirdiler! Yazık değil mi?' derdi."
.
İkinci Abdülhamid, fikirlerini ve meramını fevkalâde bir ifade ve nezaketle anlatırdı. Hafızası pek nadir insanlarda bulunabilecek kadar kuvvetliydi. Dikkati çekecek tarzda çok üst düzeyde bir zekâya sahipti. Zekâsı ve muhakemesiyle görüştüğü kimseler üzerinde özel bir tesir bırakırdı. Vücutça zinde ve çevik idi. Uyuşukluktan hiç hoşlanmazdı. Sultan Abdülhamid daima sade giyinir ve hiçbir hususta gösterişi sevmezdi.
İkinci Abdülhamid, kendinden önceki padişahların aksine, saltanatının ilk yılları hariç padişahlığı boyunca Yıldız Sarayı'nda ikamet etti. Özel günler, bayramlar ve Cuma Selamlığı dışında sarayın dışına pek çıkmadı. Devlet idaresini Yıldız Sarayı'na taşıdıktan sonra devlet işleriyle bizzat ilgilendi. Önemli işlerin halledilmesi için geceuyandırılmasına kızmadığı gibi, uyandırıldıktan sonra da meselenin ehemmiyetine göre sabaha kadar çalışırdı.
Marangozluğa, resim yapmaya ve çiniciliğe meraklıydı. Saray'da bulunan hususi marangozhanesinde sanatkârane bir tarzda sedefli, oymalı eşyalar yapmıştır. Hatta bazen, eliyle yaptığı eserleri Avrupa hükümdarlarına hediye olarak gönderdiği de olmuştur. Diğer bir merakı da atlara ve güvercinlere yönelikti. Vakit buldukça gidip atlarını görürdü. Gençliğinde çok iyi bir at binicisi olmasına rağmen, padişahlığında işlerinden dolayı buna vakit bulamamıştı. Bununla beraber resmi törenler için Saray'dan çıkması gerektiğinde, dört atın çektiği arabasını bizzat kullandığı zamanlar da olmuştu. Spor yapmaya ve yüzmeye de meraklı olmakla beraber, bu tür uğraşıları daha çok gençliğinde gerçekleştirmiş, sonraları fırsat bulamamıştı.
İkinci Abdülhamid erken yatıp erken kalkmayı alışkanlık edinmişti. Sabahları güneş doğmadan kalkar, önce hamama gidip yıkanırdı. Günde üç defa abdest alır, namazlarını kaçırmazdı
Sultan Abdülhamid hükümeti devreden çıkartıp, Bâbıâli'de yapılması gereken işleri Saray'a aktarınca, buradaki bürokratik işlemler eskiye oranla çok artmış ve Saray bürokrasisi Bâbıâli'nin yerini almıştı. Böylece İkinci Abdülhamid, devlet idaresini bu şekilde kendi denetimine almıştı. Kendisine arz olunan şeylerin ve kendisinden sadır olan iradelerin tahrife uğramaması ve kaybolmamasına pek ziyade dikkat ederdi. Bu düzenli sistem sayesinde hiçbir evrak kaybolmaz ve yerli yerine ulaşırdı.
İkinci Abdülhamid kurmuş olduğu istihbarat örgütü sayesinde gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında meydana gelen hadiselerden hemen haberdar olur ve ona göre çözümler arardı.
Kişilik itibariyle vehimliydi. Kendinden önceki iki padişahın darbe ile tahtından indirilmesi, suikast ve darbe teşebbüsleri sultanı her şeyden ve herkesten şüphe eder hale getirmişti.
Dedesi ve babasını veremden kaybetmesi devamlı kendi sağlığından da şüphe etmesine neden olmuştu. Bu durum sultanda tıbba merak uyandırmıştı. Kendi ifadelerine göre bir doktor kadar olmasa da iyi bir tıp bilgisine sahipti. Birçok hizmetkârı hastalandığında teşhisi kendi koyar, tedavi için gerekli ilaçları da verirdi.
Sultanın ilginç alışkanlıklarından biri de yatağına uzandıktan sonra uykuya dalmadankitap okutturması idi. Ayakucuna bir paravana konur ve Esvapçıbaşı İsmet Bey kendisine kitap okurdu. Daha çok cinayet ve macera romanlarına düşkündü. Kendi ifadesi ile kitap okutturmak sultana ninni gibi geliyordu. Gündüzleri kafasını meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnini başka taraflara sevk edip düşüncelerden kurtulmak ve rahat uyuyabilmek için kitap okutuyordu...
.
Kerbela Vakası, siyasi hırs ve zulümlerin asırlarca dinmeyecek sonuçlar vereceğini gösteren acı bir örnektir
10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'i şehid ettiren Yezid tarihte en çok lanetlenen kişi oldu
Uzun siyasi mücadele ve komplolar sonucu 661'de halifeliği ele geçiren Emevi Halifesi Muaviye, 669'da Hazreti Hasan'ın şehadetinden sonra halifeliği saltanata dönüştürmek için harekete geçip, halktan oğlu Yezid için biat almaya başlamıştı.
Peygamberimiz'in torunu Hazreti Hüseyin, bu durumu kabullenmedi.
Muaviye'nin 680'de ölümünden sonra yerine geçen oğlu Yezid ilk iş olarak Hazreti Hüseyin'in biatını almak için harekete geçti. Hazreti Hüseyin, biat etmesine yönelik baskılar artınca, durumun kötüye gideceğini anladı ve aile fertlerini yanına alarak 680 Mayıs'ında Mekke'ye hareket etti.
PEYGAMBERİMİZİN TORUNU İHANETE UĞRADI
Mekke'ye gelen Kûfeliler, Hazreti Hüseyin'i şehirlerine davet edip, Emeviler'e karşı birbirlik oluşturmayı teklif ettiler. Hazreti Hüseyin daha önce hem babasına, hem de ağabeyine karşı ihanetlerine şahit olduğu Kûfeliler'in samimiyetlerini anlamak için amcasının oğlu Müslim'i Kûfe'ye gönderdi. 18 bin kişi Akil oğlu Müslim'in önünde Hazreti Hüseyin'e biat etti, ancak Kûfeliler daha sonra ihanet ederek Emeviler'in Müslim'i öldürmesine göz yumdular.
Bu arada son gelişmelerden haberdar olmayan Hazreti Hüseyin bütün aile fertleriyle birlikte Kûfe'ye doğru yola çıkmıştı. Hazreti Hüseyin, yolda Müslim'in başına gelenleri haber aldı. Fakat Müslim'in oğullarının babalarının intikamını almak istediklerini söylemeleri üzerine yoluna devam etti. Vali Ubeydullah'ın 1000 askerle gönderdiği Hurr, kafilenin yola devamına izin vermeyerek Hazreti Hüseyin'den, validen yeni bir emir gelinceye kadar Kûfe ile Medine arasında bir yol takip etmesini istedi. Hazreti Hüseyin, bunun üzerine Kerbelâ'ya geldi.
Bir süre sonra da valinin gönderdiği Sa'd oğlu Ömer, Kerbelâ'ya vardı. Ubeydullah, Ömer'e Hazreti Hüseyin'den Yezid adına biat almasını aksi halde su ile bağlantısını kesmesiniemretti. Biat teklifini kabul etmeyen Hazreti Hüseyin ve ailesinin suyu kesildi. Durumudeğerlendiren Hazreti Hüseyin ve yanındaki arkadaşları zulme boyun eğmemek için Allahyolunda ölme kararı aldılar.
10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) iki ordu karşı karşıya geldi. Hazreti Hüseyin'in kuvvetleri 72 kişiydi. Karşısında ise, önce Hazreti Hüseyin adına Müslim'e biat edip daha sonra sözlerinden dönen 5 bin kişilik Kûfe ordusu duruyordu.
BÖYLE ZULÜM GÖRÜLMEDİ
Ordusunun isyanından çekinen Sa'd oğlu Ömer bizzat ilk oku atınca savaş başladı. Savaşmeydanında Hazreti Hüseyin tarafından çok kişi ölmüş, geriye Ehl-i Beyt'ten başka kimse kalmamıştı.
Hazreti Hüseyin 19 yaşındaki büyük oğlu Ali Ekber, feryadlar arasında çadırdan çıkıp, babasından izin alarak savaş meydanına daldı.
Kûfeliler, Ali Ekber'e saldırarak, şehid ettiler.
Bu sırada neler olduğunu anlamak için çadırdan çıkan Hazreti Hüseyin'in küçük yaştaki oğlu Ca'fer de şehid düştü. Bir ok Hazreti Hüseyin'in henüz altı aylık olan Ali Asgar diye anılan oğlu Abdullah'ın boğazına saplandı.
Kûfeliler, ihanetlerinden utanmadan menfaat için Hazreti Peygamber'in soyunun başlarını kesmek için adeta birbirleriyle yarışmışlardı. Hazreti Hüseyin kahramanca savaşıyor ve karşısına çıkanı yere seriyordu. Hiç kimse onunla teke tek mücadele etme cesaretine sahip değildi. Kûfeliler, hep birlikte Hazreti Hüseyin'in üzerine saldırdılar.
Hazreti Hüseyin, aldığı ok ve mızrak darbeleriyle atından yere düştü. Enes oğlu Sinan bir kılıç darbesiyle Hazreti Hüseyin'i ağır bir şekilde yaraladı.
Şemir ileriye atılarak Hazreti Hüseyin'in başını bedeninden ayırdı. Hazreti Hüseyin'in başı kesildikten sonra yerde yatan bedeni atların ayakları altında ezildi. Çarpışmadan erkek olarak ancak hasta olan ve öldürülmekten son anda Komutan Ömer'in emriyle kurtulabilen Ali Zeynelabidin sağ çıkabilmişti.
Hazreti Hüseyin'in ve Ehl-i Beyt'in kesik başları Şam'a Yezid'e gönderildi. Ancak bu acı olay hiç unutulmadı. Hazreti Hüseyin'in anısına o günden bu güne pek çok kesim tarafından Muharrem'in onuncu günü olan Aşura matem günü olarak kabul edildi.
.Hazreti Ali Kûfe'de camiye girmek üzereyken bir saldırıya uğrayarak yaralanmış ve kısa bir süre sonra 28 Ocak 661'de şehid olmuştu.
Kûfeliler, bu olaydan sonra Hazreti Ali'nin büyük oğlu Hazreti Hasan'a halife olarak biat ettiler. Hazreti Hasan ve kardeşi Hazreti Hüseyin Peygamberimiz'in gözbebekleriydi ve bizzat Hazreti Muhammed tarafından yetiştirilmişlerdi.
Hazreti Hasan, İslam toplumundaki kargaşanın baş sorumlusu olan Muaviye'nin üzerine yürüdü. Ancak Kûfeliler'in ihaneti üzerine bir antlaşma yaparak halifeliği Muaviye'ye bırakmak zorunda kaldı. Muaviye antlaşmanın şartlarını bir süre yerine getirdiyse de, daha sonra sözünü tutmadı.
Camilerde yine Hazreti Ali'ye hakaret edilmeye başlandı.
Bu durum da Hazreti Ali taraftarlarının tepkisine sebep oldu. Muaviye, durumu kontrolüne almak için Hazreti Hasan'ı zehirletti.
Zehirlenen Hz. Hasan 7 Nisan 669'da vefat etti.
.
Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1922’de Irak’a gönderilen Şefik Özdemir Bey, İngilizler’e karşı isyan eden aşiretlerin başına geçip, bölgeye hâkim oldu. Ancak İngilizler’in karşı tedbirleri ve Şefik Özdemir Bey’in Türkiye’den destek alamayıp harekâtın sonuçsuz kalması, bize Musul’u kaybettirdi
İngiltere, petrolün günlük hayatta önemli bir oynamasıyla birlikte, Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan Ortadoğu'yla çok yakından ilgilenmeye başlamıştı. Petrolün bol miktarda bulunduğu Irak da İngiltere'nin göz diktiği Osmanlı topraklarındandı.
PETROL, KAN VE GÖZYAŞI
Petrol bölgeye zenginlikten çok, kan ve gözyaşı getirecekti. Birinci Dünya Savaşı'ndan çok önce birçok İngiliz casusu arkeolog, böcek uzmanı, çiçek araştırmacısı kılığında bölgede araştırmalar yapmıştı. İngiltere, çok önceden beri Irak'ı işgale hazırlandığı için İtilaf Devletleri'nin Osmanlı İmparatorluğu'na 5 Kasım 1914'te savaş ilânından bir gün sonra Şattülarap'ın ağzındaki Fav Yarımadası'nı ele geçirdi.
İngilizler'in "Mezopotamya Seferi" adını verdikleri Irak Cephesi, Hindistan'ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin Basra Körfezi'ndeki Fav Yarımadası'ndan başlayarak Basra'yı işgali ile açılmıştı.
Osmanlı kuvvetleri 1916'daki Kutülamâre zaferine rağmen daha sonra toparlanan İngiliz birlikleri karşısında Irak cephesinde tutunamadı.
İngilizler, Mart 1917'de hiçbir savunmayla karşılaşmadan Bağdat'ı işgal etti. Osmanlı, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak teslim oldu.
IRAK'IN İŞGALİ
İngiltere, Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine aykırı bir şekilde 5 Kasım 1918'de Musul'u işgal etti. Ortadoğu'daki petrollerin paylaşımının Birinci Dünya Savaşı'nın en önemli sebeplerinden biri olması yüzünden İngiltere, işgalin ardından Musul'u elinde tutabilmek amacıyla her türlü yönteme başvurdu. Irak'taki aşiretler 1919'da İngilizler'e karşı mücadeleye başladı ve Osmanlı yönetiminden yardım istedi. Ancak İstanbul işgal altındaydı ve çaresizdi. Irak'tan gelen yardım isteğine cevabı iki yıl sonra TBMM hükümeti verecekti.
Yarbay Şefik Özdemir Bey, Mustafa Kemal Atatürk'ün emri ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa'nın talimatıyla 1 Şubat 1922'de Irak'ın kuzeyindeki İngilizler'i Misak-ı Milli sınırları dışına atmakla görevlendirildi. Arşiv belgelerine dayanan birçok kıymetli araştırmaya imza atan çalışkan tarihçi Zekeriya Türkmen, "Musul Meselesi, Askerî Yönden Çözüm Arayışları (1922- 1925)" isimli eserinde Irak harekâtını ve Şefik Özdemir Bey'in biyografisini teferruatlı olarak anlatır.
IRAK'TA TÜRK ASKERİ HAREKÂTI
Şefik Özdemir Bey komutasındaki birkaç Türk subayı ve Fransız ordusundan Türkler'e kaçan Tunuslu ve Cezayirli erlerden oluşan küçük bir askeri birlik haziranda Irak'a girdi. Kürt lideri Şeyh Mahmud Berzenci Türk desteğiyle İngilizler'e karşı ikinci defa harekete geçti. İngilizler'in Irak kralı atadıkları Faysal, işgal güçleri adına baskı ve şiddet uygulamasına rağmen halkın önemli bir kısmı Türk yönetimini istiyordu.
Şefik Bey, İngilizler'e arka arkaya ağır darbeler vurdu. 31 Ağustos 1922 Derbent Savaşı'nda İngilizleri mağlup edip, Kerim Fettah Bey'in yardımıyla Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi kontrolü altına aldı. İngilizler'in desteklediği Kürt lideri Simko'nun kuvvetlerinin tamamını imha etti. İngiliz Savaş Bakanlığı, hükümete sunduğu bir raporda ne Irak ordusunun ne de bölgede bulunan İngiliz birliklerinin Türkler'e bağlı aşiretleri durduramayacağını söylüyordu.
GÖKTEN BOMBA YAĞDI
İngilizler çeşitli vaatlerle Türk taraftarı aşiretlerin bir kısmını kendi taraflarına çekerken, direnenleri de sürekli havadan uçaklarla bombalayıp, aşiretlere Türkiye size yardım edemez, mesajı verdiler. İngilizler kendilerine direnen aşiretlere bombanın yanında bol bol da bildiri atarak psikolojik harp yapmışlardı.
İngilizler 1923 Nisan'ından sonra bölgedeki askeri kuvvetlerini takviye ederlerken, Şefik Özdemir Bey, Türkiye'den yardım alamadı. Bunda TBMM hükümetinde Musul'un diplomatik yollardan elde edilebileceği kanaati oluşmasının önemli rolü vardı. Şefik Özdemir Bey'e gönderilen telgrafta harekâtı durdurması isteniyordu. Bu emirle sarsılan Şefik Özdemir Bey, komutanlığa hiç olmazsa Revandiz bölgesinin Türk tarafında kalması için görüşmeler yapılması gerektiğini ve diplomasi için uygun zaman olmadığı cevabını verdi. Bu sırada Irak'ın güneyindeki Şii aşiretleri de Şefik Özdemir Bey'den yardım istemişlerdi.
İngilizler geçtikleri yerde taş üstünde taş bırakmayarak tahrip ederek halkı sindirmeye çalışıyorlardı. Bölge halkı İngilizler'in şiddeti karşısında göçe başlamıştı. Cephanesi azalan Türk kuvvetleri, kendilerini destekleyen Barzan ve Palik aşiretlerinin taraf değiştirmesiyle 1923 Nisan'ında iyice zor duruma düştü.
Şefik Özdemir Bey, İngiliz kuvvetlerine karşısında daha fazla tutunamayacağını anlayınca geri çekilmeye karar verdi. Ancak geri çekiliş yolları tutulmuştu. Türk birliği sarp dağlarda beş günlük zor bir yolculuktan sonra 29 Nisan'da İran'a ulaştı. Silah ve teçhizatını İran makamlarına teslim ettikten sonra 10 Mayıs 1923'de Van'dan Türkiye'ye geri döndü. Lojistik destek verilememesi yüzünden Şefik Özdemir Bey'in komutasındaki askerî harekâtın hüsranla sonuçlanması bize Musul'u kaybettirdi.
.Kahire'de 1885'te doğan Şefik Özdemir Bey, İngiliz işgali altındaki Mısır'da yetişti. Soyu 16. yüzyılda Yemen ve Habeşistan'ı Osmanlı topraklarına katan Özdemir Paşa'ya dayanır. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Türkiye'ye gelerek yedek subay olarak Osmanlı ordusuna katıldı. Filistin ve Suriye cephelerinde İngilizler'e karşı savaştı. Arapça, Fransızca ve İngilizce bildiği için Teşkilat-ı Mahsusa'nın, yani Osmanlı Milli İstihbarat Teşkilatı'nın gözdesi oldu.
İngilizler, 1918'de Halep'e girdiklerinde hastanede tedavi görüyordu. Taburcu olduktan sonra işgalden cesaret bulan Ermeni ve Arap eşkiyalarla mücadele etti. İngilizler'in takibi üzerine Irak'a geçti. Daha sonra Şam'a geri döndü. Türk-Arap Birliği'ni kurarak İngilizler'e karşı mücadele etti.
Türkiye'nin işgale başlanması üzerine Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle Hatay ve Gaziantep'te milis teşkilatını kurdu. Yarbay rütbesiyle Fransızlar'a karşı Gaziantep'te savaştı. 1922'de Irak'a giderek İngilizler'le mücadele etti. Ancak lojistik destek alamayınca İran üzerinden Türkiye'ye geri döndü.
Cumhuriyetin ilânından sonra Gaziantep'e yerleşerek ticaret ve müteahhitlik yapmaya başladı. 14 Nisan 1939'da Siirt milletvekili olarak TBMM'ye girdi. Yedinci dönemde de Gaziantep milletvekili olup 5 Ağustos 1946'ya kadar TBMM'de görev yaptı. Milletvekilliğinden ayrıldıktan sonra Toprak Mahsulleri Ofisi yönetim kurulunda görev yaptı.
İki çocuk babası 18 Mayıs 1951'de Şefik Özdemir Bey vefat ederek, Gaziantep Şehidliği'ne gömüldü. Şefik Bey'in ölümünden sonra hatıratı ve evrakının bulunduğu çantası kayboldu. Bir gün bulunursa bu harekâtla ilgili ilginç bilgiler öğrenebiliriz.
.Ahmet Uçar'ın yayımladığı belgeler, Irak'taki Kürtler'in bomba, kurşun ve bildirilerle sindirilmeye çalışıldığını göstermektedir. Bildirilerde şu ifadeler yer alıyordu: "Berzenci Şeyh Mahmud ve taraftarlarına... Mademki, daha önceki emir ve beyanları hesaba katmak istemiyorsunuz. Bu defakiler size uçak saldırılarının şiddetleneceğini bildiriyorlar. Siz köyleriniz ve sürüleriniz mitralyöz ve bomba ateşine tutulacaksınız. Bu bombalardan bazıları hemen değil, bir kaç saat sonra patlayacaktır. Kadınlarınızı ve çocuklarınızı güvenli yerlere koymanız tavsiye olunur. Bu saldırılar her türlü direnme ve muhalefetin sona erip şeflerinizin dize gelmelerine dek sürecektir. Dikkatli olun! Her türlü direnme boşunadır. Ne diye bir daha insan kanı dökelim?"
.
TBMM’nin Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra 1924’te milletvekillerine yılbaşı hediyesi olarak dağıttığı Misâk-ı Milli Haritası’nda “Batum, Halep, Rakka, Deyr-i Zor, Süleymaniye, Musul ve Kerkük” Türkiye toprağı olarak gösterilmişti
Birinci Dünya Savaşı'nda büyük bir mağlubiyete uğrayan Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması ile teslim oldu ve topraklarımız işgal altına girdi. Bütün olumsuzluklara rağmen tarih boyunca esareti kabul etmeyen Türk milleti Anadolu'da ardı ardına kongreler yaparak Milli Mücadele'nin alt yapısını hazırlamaya başladı. Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla Milli Mücadele liderini de bulmuştu.
SON MEBUSAN MECLİSİ
Sultan Vahdeddin, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra 21 Aralık 1918'de Meclis'i feshetti. Yapılan seçimlerle oluşan yeni Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920'de ilk toplantısını yaptı. Mustafa Kemal Paşa da Erzurum mebusu olarak üyeydi, ancak fiilen katılmamıştı.
Türkiye'nin işgali üzerine direniş başlarken, millî istekler için de bir program hazırlanmaya başlanmıştı. Son Mebusan Meclisi'ne seçilen Kuvâyı Milliye taraftarı mebuslar, İstanbul'a geldikleri zaman Hüseyin Kâzım Kadri Bey'in bir metin hazırladığını gördüler. Bunun üzerine Ahd-i Millî isimli bir komisyon kuruldu ve millî istekler için bir metin hazırlanmaya başlandı. Mustafa Kemal Paşa da sekiz maddeden oluşan bir metni Rauf Bey'e (Orbay) gönderdi. Komisyonda Wilson prensipleri esas alınarak ateşkes yapıldığı zaman mütareke hattının içinde ve dışında kalan topraklar kaydıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarının bölünmezliği vurgulandı. Osmanlı topraklarında yaşayan milletler kendi geleceklerini kendi oylarıyla belirleyeceklerdi. Mütareke sırasında işgal edilen yerlere de sahip çıkılmaya çalışılıyordu. Sınır konusunda milliyet esas alınmıştı.
ÇEKİLECEĞİMİZ SON NOKTA
Mebusan Meclisi, 28 Ocak 1920'de yaptığı toplantıda "Ahd-i Millî Beyannâmesi" adı verilen metni kabul etti. Meclis'te yapılan özel bir toplantıda kabul edilen metni 121 mebus imzalamıştı. Metin yayımlanmadan önce dışişleri memurları tarafından incelenmesi ve tercüme edilmesine karar verildi.
17 Şubat 1920'de yapılan toplantıda mesele gündeme geldi. Edirne Mebusu Şeref Bey, konuşmasında bunun bir "misâk-ı millî" olduğunu söyleyerek metni okudu. Misâk-ı Millî oybirliğiyle kabul edilip, Fransızca tercümesi yabancı hükümet ve meclislere gönderildi.
Son Osmanlı Mebusan Meclisi "Misâk-ı Milli", Türk Milleti'nin çekilebileceği son noktayı gösteriyor ve 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında yapılan tüm işgalleri reddediyordu.
İtilaf devletleri, bu durum üzerine 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen işgal ettiler. Meclis işgal kuvvetlerince kuşatıldı ve bazı milletvekilleri tutuklandı. Mebusan Meclisi, bu gelişmeler üzerine "mebusluk vazifesinin yapılması için uygun bir ortam oluşuncaya kadar" çalışmalarına ara verdi. Sultan Vahdeddin de 11 Nisan 1920'de Son Osmanlı Mebusan Meclisi'ni tatil etti.
YILBAŞI HEDİYESİ
Bu gelişmeler üzerine Meclis Ankara'da toplanıp, Millî Mücadele'yi verdi. Milli Mücadele sonunda Misâk-ı Millî sınırları içerisindeki bütün topraklar kurtarılamamıştı. Ancak bu bir hedef olarak kaldı. Türkiye'nin önemli Osmanlı tarihçilerinden Prof. Dr. Mustafa Öztürk'ün "TBMM'nin 1924 Yılı Hatırası: Misâk-ı Milli Haritası" isimli önemli bir makalesi vardır. Bu makalede 1924'te Meclis'in milletvekillerine dağıttığı Misâk-ı Millî haritası anlatılır.
Bu haritaya göre 1924 itibarıyla Türkiye'nin 77 vilayeti vardır. Bazı vilayetlerimizin isimleri günümüzden farklıdır. Bazı vilayetlerimiz ise bugünkü idarî taksimatımızda yoktur. Haritada Rakka ve Deyr-i Zor sınırlarımız dışındayken idarî taksimatta Rakka Urfa'ya bağlı, Deyr-i Zor ise müstakil vilayet olarak gösterilmiştir.
Meclisin dağıttığı harita ve üzerindeki idarî taksimat bilgilerine göre 1924'te Batum, Halep (Antakya, İskenderun, İdlib, Belen, Reyhaniye, Barişa, Cisr-i Şuğur, Bâb-ı Cebbul, Menbic, Cebel-i Sem'an), Rakka, Deyr-i Zor (Resulayn, Aşare, Mesice, Ögmer, Ane), Süleymaniye (Gülanber, Baziyan, Şehirbazar), Musul (İmadiye, Zaho, Dohuk, Akara, Sincar) ve Kerkük (Revandiz, Köysançak, Rayine, Selahiye, Erbil) gibi bugün Türkiye sınırları dışında olan vilayetler Türkiye toprağıdır.
***
Misâk-ı Millî?
Misâk-ı Millî, "Milli And" manasına gelir. Ahd-i Millî ve Peymân-ı Millî olarak da söylenir. Misâk-ı Millî altı maddeydi. Misâk-ı Millî hakkında Cevdet Küçük hocamızın TDV İslam Ansiklopedisi'ne yazdığı "Misâk-ı Millî" maddesinden ve Mustafa Budak'ın "İdealden Gerçeğe: Misâk-ı Millî'den Lozan'a Dış Politika" isimli kitabından geniş bilgi öğrenilebilir.
Birinci maddeye göre Mondros Ateşkesi'nin imzalandığı sırada işgal altına girmiş Araplar'ın yaşadığı topraklarda halkın vereceği oyla gelecekleri belirlenecekti. İkinci maddede daha önce anavatana katılan Kars, Ardahan, Batum için gerekirse tekrar genel oya başvurulması kabul ediliyordu. Üçüncü maddede Balkan Savaşı'nda kaybettiğimiz Batı Trakya'nın durumunun halk oyuyla tespiti isteniyordu.
Dördüncü maddede Hilafet merkezi İstanbul ve Marmara Denizi'nin güvenliği ele alınarak, Boğazlar'ın durumu ele alınmıştı. Beşinci maddede azınlıkların haklarına, çevredeki devletlerde Müslümanlar'ın da aynı haklardan faydalanması şartıyla riayet edileceği vurgulanmıştı. Son maddede ise tam bağımsızlığa ve serbestliğe sahip olmamızın hayat ve bekamızın esas temeli olduğu vurgulanıp, kapitülasyonlara karşı olduğumuz vurgulanıyordu. Borçlarımızın ödenme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktı.
***
Türk olan her yeri kurtaracağız?
Atatürk, Misâk-ı Millî'nin sınırlarıyla ilgili şunu söylemişti: "Misâk-ı Millî'mizde muayyen ve müspet bir hat yoktur. Kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, hatt-ı hudut olacaktır.
Atatürk, Lozan öncesinde 13 Ekim 1922'de yabancı basına verdiği demecinde "Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın yarısı, Makedonya'yı ve Suriye'yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız" demişti.
İstanbul'u işgal eden İngiliz denizcileri Galata Köprüsü'nde.
..Kerbela Vakası, siyasi hırs ve zulümlerin asırlarca dinmeyecek sonuçlar vereceğini gösteren acı bir örnektir
10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt'i şehid ettiren Yezid tarihte en çok lanetlenen kişi oldu
Uzun siyasi mücadele ve komplolar sonucu 661'de halifeliği ele geçiren Emevi Halifesi Muaviye, 669'da Hazreti Hasan'ın şehadetinden sonra halifeliği saltanata dönüştürmek için harekete geçip, halktan oğlu Yezid için biat almaya başlamıştı.
Peygamberimiz'in torunu Hazreti Hüseyin, bu durumu kabullenmedi.
Muaviye'nin 680'de ölümünden sonra yerine geçen oğlu Yezid ilk iş olarak Hazreti Hüseyin'in biatını almak için harekete geçti. Hazreti Hüseyin, biat etmesine yönelik baskılar artınca, durumun kötüye gideceğini anladı ve aile fertlerini yanına alarak 680 Mayıs'ında Mekke'ye hareket etti.
PEYGAMBERİMİZİN TORUNU İHANETE UĞRADI
Mekke'ye gelen Kûfeliler, Hazreti Hüseyin'i şehirlerine davet edip, Emeviler'e karşı birbirlik oluşturmayı teklif ettiler. Hazreti Hüseyin daha önce hem babasına, hem de ağabeyine karşı ihanetlerine şahit olduğu Kûfeliler'in samimiyetlerini anlamak için amcasının oğlu Müslim'i Kûfe'ye gönderdi. 18 bin kişi Akil oğlu Müslim'in önünde Hazreti Hüseyin'e biat etti, ancak Kûfeliler daha sonra ihanet ederek Emeviler'in Müslim'i öldürmesine göz yumdular.
Bu arada son gelişmelerden haberdar olmayan Hazreti Hüseyin bütün aile fertleriyle birlikte Kûfe'ye doğru yola çıkmıştı. Hazreti Hüseyin, yolda Müslim'in başına gelenleri haber aldı. Fakat Müslim'in oğullarının babalarının intikamını almak istediklerini söylemeleri üzerine yoluna devam etti. Vali Ubeydullah'ın 1000 askerle gönderdiği Hurr, kafilenin yola devamına izin vermeyerek Hazreti Hüseyin'den, validen yeni bir emir gelinceye kadar Kûfe ile Medine arasında bir yol takip etmesini istedi. Hazreti Hüseyin, bunun üzerine Kerbelâ'ya geldi.
Bir süre sonra da valinin gönderdiği Sa'd oğlu Ömer, Kerbelâ'ya vardı. Ubeydullah, Ömer'e Hazreti Hüseyin'den Yezid adına biat almasını aksi halde su ile bağlantısını kesmesiniemretti. Biat teklifini kabul etmeyen Hazreti Hüseyin ve ailesinin suyu kesildi. Durumudeğerlendiren Hazreti Hüseyin ve yanındaki arkadaşları zulme boyun eğmemek için Allahyolunda ölme kararı aldılar.
10 Muharrem 61'de (10 Ekim 680) iki ordu karşı karşıya geldi. Hazreti Hüseyin'in kuvvetleri 72 kişiydi. Karşısında ise, önce Hazreti Hüseyin adına Müslim'e biat edip daha sonra sözlerinden dönen 5 bin kişilik Kûfe ordusu duruyordu.
BÖYLE ZULÜM GÖRÜLMEDİ
Ordusunun isyanından çekinen Sa'd oğlu Ömer bizzat ilk oku atınca savaş başladı. Savaşmeydanında Hazreti Hüseyin tarafından çok kişi ölmüş, geriye Ehl-i Beyt'ten başka kimse kalmamıştı.
Hazreti Hüseyin 19 yaşındaki büyük oğlu Ali Ekber, feryadlar arasında çadırdan çıkıp, babasından izin alarak savaş meydanına daldı.
Kûfeliler, Ali Ekber'e saldırarak, şehid ettiler.
Bu sırada neler olduğunu anlamak için çadırdan çıkan Hazreti Hüseyin'in küçük yaştaki oğlu Ca'fer de şehid düştü. Bir ok Hazreti Hüseyin'in henüz altı aylık olan Ali Asgar diye anılan oğlu Abdullah'ın boğazına saplandı.
Kûfeliler, ihanetlerinden utanmadan menfaat için Hazreti Peygamber'in soyunun başlarını kesmek için adeta birbirleriyle yarışmışlardı. Hazreti Hüseyin kahramanca savaşıyor ve karşısına çıkanı yere seriyordu. Hiç kimse onunla teke tek mücadele etme cesaretine sahip değildi. Kûfeliler, hep birlikte Hazreti Hüseyin'in üzerine saldırdılar.
Hazreti Hüseyin, aldığı ok ve mızrak darbeleriyle atından yere düştü. Enes oğlu Sinan bir kılıç darbesiyle Hazreti Hüseyin'i ağır bir şekilde yaraladı.
Şemir ileriye atılarak Hazreti Hüseyin'in başını bedeninden ayırdı. Hazreti Hüseyin'in başı kesildikten sonra yerde yatan bedeni atların ayakları altında ezildi. Çarpışmadan erkek olarak ancak hasta olan ve öldürülmekten son anda Komutan Ömer'in emriyle kurtulabilen Ali Zeynelabidin sağ çıkabilmişti.
Hazreti Hüseyin'in ve Ehl-i Beyt'in kesik başları Şam'a Yezid'e gönderildi. Ancak bu acı olay hiç unutulmadı. Hazreti Hüseyin'in anısına o günden bu güne pek çok kesim tarafından Muharrem'in onuncu günü olan Aşura matem günü olarak kabul edildi.
.
Cumhuriyet kelimesini, 18. yüzyılın sonlarında bulmuş, 1923’te ilan etmiştik. Atatürk, Cumhuriyeti ilanından dört yıl önce Milli Mücadele’nin ilk günlerinde 1919 Temmuz’unda Cumhuriyet’i ilan edeceğini yakın çevresine söylemişti
Cumhuriyet'in 93. yıldönümüne geldik. Fransız İhtilali'nden sonra Türkçe'ye giren Cumhuriyet kelimesi halk hâkimiyetini ifade eder.
Türkiye'nin en önemli düşünürlerinden olan rahmetli Durmuş Hocaoğlu, Cumhuriyet'in 75. yıldönümünde bu durumu "Cumhuriyetin meşruiyet senedi halktır.Devlet halkın emrine girmedikçe hakiki manada Cumhuriyet olmaz" şeklinde ifade etmişti.
DEMOKRASİ TÜRKÇE'DE
Cumhuriyet teriminden önce demokrasi terimi Türkçe'ye girmiştir. Kâtip Çelebi, 17. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı "İrşâdü'l- Hayârâ" isimli eserinde Avrupalılar'ın dinleri, hükümdarları, idare tarzları, seçim usulleri, âdet ve kanunları çerçevesinde bilgiler verir. Demokrasi kelimesi de ilk kez bu eserle Türkçe literatüre girmiştir. Daha sonra ilk Türk matbaasının kurucusu İbrahim Müteferrika 1731'de Birinci Mahmud'a takdim ettiği ve 1732'de bastığı "Usûlü'1-hikem" isimli eserinde demokrasiden bahseder.
Cumhuriyet kelimesinin kökü Cumhur, yani halk kelimesi Arapça kökenlidir. Ancak klasik Arapça'da yoktur. Türkler tarafından türetilmiştir. Bu konuda bir araştırma yapan Bernard Lewis kelimenin 18. yüzyılın sonlarında "Cumhuriyya", yani Cumhuriyetçilik şeklinde ortaya çıktığını söyler. Bu dönemde Fransız İhtilali'nden dolayı Cumhuriyet'le ilgili terimler Türkçe'de sıkça kullanılmaya başlanmıştı.
CUMHURİYET'İN ALTYAPISI
İkinci Mahmud döneminde 1830'lardan itibaren muhtar seçimleriyle halkın yönetim mekanizmalarında yer almaya başlaması vilayet meclisi seçimleriyle devam etti. Kısa süreli de olsa 1876'da ilk meclisin açılması demokrasi kültürü alanında bir dönüm noktasıydı. 1908'de meclisin ikinci defa açılması meclis ve halkın yönetim mekanizmalarına katılması fikrini geliştirdi.
Son iki Osmanlı padişahı Mehmed Reşad ve Sultan Vahdettin görünürde iktidardaydılar. Devlet yönetiminde karar organı artık meclis ve İttihat ve Terakki Cemiyeti olmuştu. Milli Mücadele'yi dünyada çok nadir görülecek bir şekilde meclisle yürüttük. Bütün bu gelişmeler Cumhuriyet'in altyapısını hazırlamıştı.
İLANINDAN DÖRT YIL ÖNCE
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in ilanından çok önce Cumhuriyet fikrini benimsemişti. Nitekim Erzurum Kongresi'nden üç gün önce 20 Temmuz 1919'da yanında bulunan Mazhar Müfit'in (Kansu) "Milli mücadelenin muvaffakiyete ulaştığı takdirde hükümet şekli olarak ne düşünüyorsunuz?" şeklindeki sorusuna: "Şekl-i hükümet zamanı geldiğinde Cumhuriyet olacaktır" cevabını vermişti. Ancak Milli Mücadele'nin yeni başladığı bir dönemde bu fikrini açıkça ifade etmesinin sıkıntı yaratacağını bildiğinden dolayı Mazhar Müfit'e konuştuklarından kimseye bahsetmemesini söylemişti. Mazhar Müfit Atatürk'le aralarındaki bu konuşmayı "Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber" isimli eserinde anlatır.
Milli Mücadele'nin kazanılmasının ardından 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldı. Yaklaşık bir yıl sonra hükümet bunalımı çıktı. Atatürk'ün bu durumu görüşmek üzere 28 Ekim 1923 akşamı Çankaya'da yaptığı toplantıya İsmet Paşa, Ali Fethi (Okyar), Milli Savunma Bakanı Kazım (Özalp) Paşa, Kemalettin Sami, Halit Paşa, Rize Milletvekili Fuat ve Afyonkarahisar Milletvekili Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey katılmışlardı. Mustafa Kemal bu toplantıda arkadaşlarına "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz, beni parti grubuna davet edin, bir konuşma yapacağım" dedi. Toplantıya katılanların Çankaya'dan ayrılmasının ardından Atatürk, İsmet Paşa'yla 1921 anayasasının devlet şeklini tespit eden maddelerini değiştirmek için çalıştılar.
Ertesi gün meclise çağrılan Atatürk, anayasanın birinci maddesine "Türkiye Devleti'ninşekli hükümeti, Cumhuriyettir" ifadesinin konulmasını teklif etti. Atatürk'ün bu teklifinin lehinde ve aleyhinde birçok konuşma yapıldı. Cumhuriyet'in ilanı için erken olduğu görüşünü ileri sürenler oldu. Ancak İsmet Paşa ve Abdurrahman Şeref Bey'in konuşmaları muhalefeti durdurdu. Abdurrahman Şeref Bey, muhalefet eden milletvekillerine hitaben "Doğan çocuğun adını koymaktan başka ne yapıyoruz" demişti.
Anayasanın birinci maddesi, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. İdare şekli halkınkaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır. Türkiye Devleti'nin yönetim şekliCumhuriyet'tir" şeklinde değiştirildi. Bu yeni maddeyle yeni bir yönetim şekline ve anlayışına geçildi. Şair Mehmet Emin Yurdakul'un teklifi üzerine milletvekilleri ayağa kalkıp, hep bir ağızdan "Yaşasın Cumhuriyet!" diye bağırdılar. 29 Ekim 1923 akşamında TBMM'de yapılan oylamalar sonucunda da Mustafa Kemal Paşa, Meclis'teki mevcut üyelerin oybirliğiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Resmin açıklaması : Atatürk ve Cumhuriyetimizin kurucuları, Cumhuriyet'in ilanının yedinci yıldönümünde TBMM'den çıkarken...
.Atatürk'ün Cumhuriyet'le ilgili düşünceleri Medeni Bilgiler isimli eserinde şu şekildedir: "Demokrasinin tam anlamıyla ülküsü, milletin bütününün aynı zamanda yöneten durumunda bulunabilmesini, hiç olmazsa, devletin son iradesini, yalnız milletin ifade ve açığa vurmasını ister. Ne yazık ki milletlerin nüfus çokluğu, fikri eğitim dereceleri, ülküsünün uygulanmasında büsbütün ülküden yoksunluğu gerektirebilecek ihtiyatsızlıklardan sakınmayı gerektirir.
Bundan dolayı demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli cumhuriyettir."
Resmin açıklaması: Atatürk, Meclis kürsüsünde.
.Kâtip Çelebi, "İrşâdü'l-hayârâ ilâ Tarîhi'l-Yunan ve'r-Rum ve'n-Nasârâ", yani "Yunan ve Hıristiyan tarihi hakkında hayırlıları irşad" isimli eserinde Avrupa ülkeleri ve toplumları hakkında Osmanlı yazarlarını bilgilendirmeyi amaçlamıştı. Bazı İslâm tarihlerinde, Avrupa ülkeleri hakkında yalan, hurafe ve gülünç şeyler yazıldığını görmüş ve düşmanlarının durumundan Müslümanlar'ın bilgisiz kalmaması ve gafletten uyanmaları için bu eseri kaleme almıştı. İrşâdü'l-hayârâ'da Avrupalılar'ın dinleri, hükümdarları, idare tarzları, seçim usulleri, âdet ve kanunları çerçevesinde bilgiler verip, kompleks yapmadan Avrupalılar'ın ileri olduğu hususları açıklar. Demokrasi kelimesi de ilk kez bu eserle Türkçe literatüre girmiştir.
Kâtip Çelebi'nin araştırmaları ve eserleri sayesinde Türkçe literatüre ilk kez, monarşi, aristokrasi, demokrasi, anayasa, parlamento, centilmen ve akademi gibi birçok siyaset ve bilim tarihi terminolojisi girmiştir
1. Resmin açıklaması : Tevhid-i Efkâr Gazetesi'nde Cumhuriyet'in birinci yıldönümü kutlamaları.
2. Resmin açıklaması: Katip Çelebi
.
ABD’nin iki önemli partisinden Demokratlar liberal, Cumhuriyetçiler ise muhafazakâr olarak bilinir. Ancak Amerikan iç savaşı sırasında Demokratik Parti kölelik taraftarıyken, Cumhuriyetçi Parti ise köleliğin kaldırılması için kurulmuştu
ABD seçimleri yalnızca kendi ülkelerini değil bütün dünyayı meşgul ediyor. Demokratik Parti Hilary Clinton, Cumhuriyetçi Parti ise Donald Trump ile seçimi kazanmak için mücadele ediyor. Bundan 8 yıl önce Barack Obama ilk kez ABD başkanı seçilince başta bizim tatlı su aydınları olmak üzere dünyada birçok kişi tarih bilmedikleri için "Değişim başladı", "Dünya daha iyi bir yer olacak" diye ahkam kesti. Ancak bir şey değişmedi. Hatta birçok şey daha kötüye gitti. Büyük devletlerin genel özelliği bunların şahıs değil sistem devleti olmalarıdır. Bu yüzden ABD'nin bir sistem devleti olduğunu liderlerin bu sistemi değiştiremeyeceğini sadece görüntü değişikliği yapacaklarını unutmamak gerekir.
ABD'DE KÖLELİK
Amerika'nın 1492'de keşfinden sonra İspanyollar, İngilizler, Portekizliler, Hollandalılar ve Fransızlar kıtayı sömürmeye başladılar. İlk bir asır içerisinde kıtadaki kıymetli madenler Avrupa'ya götürülürken, kıtadaki Aztekler, İnkalar ve Kızılderililerin önemli bir kısmı yok edildi. 17. yüzyılın başlarından itibaren ise kıtadaki arazileri Avrupa'dan getirdikleri beyazlara dağıtan İspanyollar, Fransızlar ve İngilizler son derece verimli bu topraklardan istedikleri ürünleri elde etmek için gerekli işgücünü ise Afrika'dan getirdikleri kölelere karın tokluğuna yaptırdılar.
Başlangıçta Amerika'da çok az olan köle nüfusu, geniş arazilerin yeterince verimli bir şekilde işletilemediğini düşünen güneyli toprak sahiplerinin talepleri üzerine hızla artmaya başladı. 18. yüzyıl boyunca köle sayısı hızla arttı. Örneğin Virginia'da 1670 ile 1861 arasında köle nüfusu 2 binden 75 kat artarak 150 bine ulaşmıştı.
Uzun süre İngiltere'nin kolonisi olan ABD bağımsızlık savaşının ardından 1783'te imzalanan Paris Antlaşması'yla tarih sahnesine çıktı. Amerika bağımsızlığını ilân edip, 1790'da anayasasını kabul ettikten sonra kendi kabuğuna çekildi. Bu dönemde Amerika, Avrupa'dan yeni gelen mültecilerin iskânı ile uğraşıp, gerek Florida, Kaliforniya gibi bölgeleri Avrupalı devletlerden satın alarak veya anlaşarak ve gerekse yerleşime kapalı bölgeleri iskâna açarak yeni eyaletler oluşturdu.
Amerikan iç siyasetinde ise zamanla bir bölünme yaşandı. Tarıma dayalı ekonomiyi benimseyen güneyliler köleliğin devam etmesi için çaba sarfederlerken, sanayi ve ticaret ağırlıklı bir modele bağlı kalan Kuzeyliler köleliğin kalkmasından yanaydı. Bu durumda, ahlaki sebeplerin yanında kuzeydeki müteşebbislerin işçi sıkıntısı yaşamaları büyük etkendi. Güneyde kölelik kalkarsa, siyahiler serbest kalacaklar ve çalışmak üzere ücretli işçi olarak kuzeye geçeceklerdi. Güneyliler'in ısrar etmelerinin temel sebebi ise pamuk üretiminde kölelerin rolüydü.
KÖLELİK TARAFTARIYDILAR
Kölelikle ilgili önemli bir dönüm noktası olan Kansas-Nebraska yasası tasarısına Demokratlar destek verirken, kölelik karşıtı Demokratların ve eski Whig Partisi üyelerinin kurduğu Cumhuriyetçi Parti karşı çıktı. Cumhuriyetçi Parti, güney eyaletlerinin köleliği yayma çabalarını önlemek amacıyla 1854'te kurulmuştu. 1856 seçimlerini Demokratlar kazanmıştı. Dört yıl sonra ise Cumhuriyetçi Parti kölelik karşıtı Abraham Lincoln'u aday olarak göstermiş ve Lincoln'un aday olması ile beraber kuzey ve güney arasındaki gerilim artmıştı.
Lincoln 1860 seçimlerini kazanınca Güney Carolina Federal hükümetten ayrıldı. Bir buçuk ay sonra 1861 Şubat'ında altı güneyli eyalet olan Güney Carolina, Florida, Louisiana, Alabama, Missouri ve Georgia Alabama eyaletine bağlı Montgomery şehrinde Amerika Konfedere Devletleri adında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra bu eyaletlere Teksas da katıldı ve "Yediler" adı verilen bir birlik oluştu. Daha sonra Virginia, Arkansas, Kuzey Carolina ve Tennessee de bu birliğe katıldı. Başkenti Richmond olan Konfederasyon'un başkanlığına Jefferson Davis seçilmişti.
SUİKASTA KURBAN GİTTİ
Lincoln başkanlık yemini ettikten sonra ulusa seslenişinde bu oldu-bittiyi tanımayacağını ve ülkenin birliğini sağlayana kadar savaşacağını söylemişti. "Konfederasyon" olarak bilinen güneylilerle "Federasyon" olarak tanımlanan kuzeyliler arasındaki Amerikan İç Savaşı, Konfederasyon ordusunun Sumter Kalesi'ni 12 Nisan 1861'de topa tutması ile başladı.
Kuzeylilerin oluşturduğu Federasyona bağlı 23, güneylilerin meydana getirdiği Konfederasyona bağlı ise 11 eyalet vardı. Nüfus ve sanayi üstünlüğüne sahip Kuzeyliler'e göre çok daha vasıflı subay ve askerlere sahip olan Güneyliler bu sayede uzun süre direndiler.
Savaş genel olarak Mississippi Nehri'nin oluşturduğu vadide ve Atlantik kıyısında cereyan etti.
Güneyliler üstün Federasyon güçlerine 1861 Temmuz'unda yapılan savaşta beklenmedik bir mağlubiyet yaşattılar.
Kuzeyliler mağlubiyetten sonra strateji değişikliğine giderek Konfederasyonu tek hamlede yere indirmek yerine deniz kuvvetlerini de kullanarak güneyi ablukaya aldılar.
Savaşın kaderini 1 ile 3 Temmuz 1863'te Gettysburg mevkiinde meydana gelen savaş tayin etti. Çok kanlı bir muharebeden sonra Lee'nin komutasındaki Konfederasyon ordusu mağlup oldu. Sonraki yıllarda Kuzey birlikleri Güneylileri arka arkaya mağlup ederek Güney şehirlerini birer birer ele geçirdiler.
3 Nisan 1865'te Richmond'un düşmesi üzerine Güney orduları başkomutanı Robert Lee altı gün sonra teslim oldu. Lâkin Lee'nin teslim olmasından sadece beş gün sonra Lincoln suikasta kurban gidince kuzeyin zaferine gölge düştü.
Amerika bu savaşla ortak değerler uğruna birçok şeyin feda edilebileceğini anladı ve Amerikalılar bu savaşla beraber ulus olma sürecini tamamladı.
Savaş başladığında Avrupalı büyük güçlerin gerisinde olan Amerika, savaştan edindiği tecrübeler sayesinde 50-60 yıl içerisinde bir süper güce dönüştü.
Köleci demokratlar siyahların umudu oldu
Demokratik Parti 1828'de kuruldu. 1850'lerde güneyli demokratlar kölelik yanlısı iken kuzeyli demokratlar köleliğe karşı çıkıyorlardı. Demokratik Parti'den ayrılanlar Whig Partisi ile birlikte 1854'te köleliği kaldırmak için Cumhuriyetçi Parti'yi kurdular. İç Savaşı Kuzeyliler'in kazanmasından sonra uzun süre baskı altında kalan Güneyliler tepkilerini Demokratik Parti etrafında kenetlenerek gösterdiler. Ancak 1929 krizi her şeyi değiştirdi. Bu büyük buhran sırasında başkan olan Demokratik Partili Franklin Roosevelt birçok sosyal reform yapınca ABD'nin siyasi yapısı değişti. Siyahlar ve işçiler demokrat olurken, muhafazakârlar ise Cumhuriyetçi oldu. Demokratik Parti liberal-sol, Cumhuriyetçi Parti ise muhafazakâr tabanda siyaset yapmaya başladı.
.
Amerika’yı 1492’deki keşfinden kısa bir süre sonra ilginç hikâyelerle tanıdık. Piri Reis kıtanın keşfinden 21 yıl sonra bir esirden edindiği bilgilerle kıtayı haritasına çizdi
Osmanlılar, Kristof Kolomb'un Amerika'yı 1492'deki keşfinden kısa bir süre sonra durumdan haberdar olmuştu. Piri Reis, Amerika ile ilgili bir esirden dinlediği bilgileri 1513 tarihli meşhur dünya haritasının üzerine kaydetmişti.
KOLOMB VE AMERİKA
Piri Reis, Amerika'nın keşfini şöyle anlatır: "Merhum amcam Gazi Kemal'in İspanyalı bir kulu vardı. Bu köle üç defa Kolomb ile o diyarlara vardım deyip, hikâyelerini şöyle anlatmıştı: Cebelitarık'tan batıya doğru dört bin mil gittikten sonra karşımızda bir ada gördük. Amma gittikçe deniz sakinleşmiş ve Kuzey Yıldız'ı görünmez olmuştu demişti. Karşılarında gördükleri adaya demir atarlar. Adanın halkı gelip, onları ok yağmuruna tutar. Erkeği, dişisi ok atar. Hepsi çıplakmış. Karaya çıkamayınca, gemilerini adanın öbür tarafına geçirirler. Kolomb bir ada görüp, ona varırlar. Görürler ki, adada büyük yılanlar var. Oraya çıkmayıp, başka adaya varırlar. Demir atıp, on yedi gün orada dururlar. Bu adanın halkı görürler ki, kendilerine bu gemiden zarar yok, varırlar, balık avlayıp filikalarıyla bunlara getirirler. Bunlar da hoş görüp onlara sırça boncuk verirler. Meğer Kolomb sırça boncuğun o bölgede muteber olduğunu bulduğu kitapta okumuş imiş. Onlar boncuğu görüp daha fazla balık getirirler. Bunlar da daima onlara sırça boncuk verir. Bir gün bir kadının kolunda altın görürler, altını alıp boncuk verirler. Kolomb'un adamları 'Varın altın getirin, size daha fazla boncuk verelim' der. Onlar varıp daha çok altın getirirler. Bir gün birinin elinde inci görürler. İnciyi alıp boncuk verirler. Bunlar görürler ki, boncuk verirler daha çok inci getirirler. Bu adalardan bol miktarda kırmızı boya ağacı ve ada halkından ikisini alıp, o yıl içinde İspanya beyine getirirler. Şimdi o diyarlar tamamen açılıp meşhur olmuştur".
AMERİKA HAKKINDA İLK TÜRKÇE KİTAP
Osmanlı İmparatorluğu'nda Amerika hakkında en geniş bilgiyi veren eser, III. Murad döneminde yazıldı. Yazarı bilinmeyen Tarih-i Hind-i Garbi (Batı Hindistan Tarihi) isimli bu eser Amerika'nın keşfini anlatır. Thomas Goodrich, bu eserin İtalyanca kitaplar kullanılarak yazıldığını tespit etmiştir. Amerika'nın keşfi şöyle anlatılır:
"Kolomb, üç gemi hazırladı. Bir miktar da ticaret malı, ayna, kadeh, iğne ve renkli kumaşlar alıp, 1492'de Kadiz'den yola çıktı. Cebelitarık'ı geçerek batıya doğru gitti. Uygun bir rüzgârla seyredip, İspanya kralının hakimiyeti altında bulunan Kanarya Adaları'na vardı. Birkaç gün o adada kalıp, mühimmat aldı ve uygun bir rüzgâr bulunca tekrar batıya doğru yelken açtı. Güneşin battığı yöne gidiyordu. Bu şekilde otuz üç gün gittiler. Kanarya Adaları'ndan 3 bin 800 mil uzaklaşmışlardı. Nice defa gittiklerine pişman olup, geri dönmeye teşebbüs ettiler. Ansızın ıssız bir ada ile karşılaştılar ki, akarsuları ve ağaçları vardı. Ruhlarına rahatlık geldi. Altı gün daha gittiler ve altı ada daha gördüler ki, ikisi büyüktü. Bunların en büyüğüne İspanyola (Haiti), daha küçük olana Cenive (Gonave) dediler. Ada halkı bunları görünce kaçtı. Kaçanlardan bir kadını yakalayarak Kolomb'a getirdiler. Kolon bu kadına iyi davrandı, türlü türlü ziyafet verdi ve bazı hediyeler vererek serbest bıraktı. İşaretle kavmini çağırmasını ve kendilerinden onlara bir zarar gelmeyeceğini anlattı.
Kadın kavmine dönüp olanları anlatınca, bir kısım ada halkı Kolomb'la görüşmeye geldi. Yanlarında altın, gümüş, meyve ve çeşitli hayvanlar getirmişlerdi. İki taraf arasında alışveriş oldu. Ada halkı değersiz eşyaya çok ilgi gösterdi. Cam eşya, iğne ve küpeler ilgilerini çekmişti. Bu eşyaların her birini bir sürü altın vererek aldılar. Birkaç gün bu şekilde gelip gidip, alışveriş yaptılar. Daha sonra durumdan haberdar olan ve ada halkının başkanları adamlarıyla geldi ve Kolomb'la buluştu. Adadan birçok hediyeler getirip, İspanyollar'a alıştı. Her iki taraf da birbirinin dilinden anlamıyorlardı. Amma işaretle her türlü işi yapıp, birbirlerinin dediği yere giderlerdi.
Kolomb bir kale yaptıktan sonra adanın mallarından ve ada halkından da 10 kişiyi yanına alıp, tekrar İspanya'ya doğru yola çıktı. Barcelona'da kral ile konuşup, hediyelerini verdi. Hikâyelerden mutlu olan Kral o bölgeye Yeni Hindistan adını verip, yönetimini Kolomb'a verdi."
.
Tarih-i Hind-i Garbi, o dönemde Hindistan diye bilinen Amerika'yı şöyle anlatır:
"Yeni Hindistan iki kıtadır. Kıtanın kuzeyi Yeni İspanya ismiyle bilinir, kıtanın güneyi ise Peru ismiyle meşhurdur. Sokrat ve Eflatun'dan naklederler ki, Cebelitarık'ın karşısında 9 mil uzaklıkta bir ada vardı. Dünyanın üçte biri büyüklüğündeki bu adada 10 padişah hüküm sürmekteydi. Küba, Jamaika ve Haiti adaları birbirlerine bitişikti. Burada altın ve gümüş çoktu, ama rağbet azdı. Duvarları altın ve gümüş tabakalarla kaplanmış, tavanı altın ve gümüş levhalarla süslenmiş büyük bir tapınak vardı.
Zaman geçti. Bir gün deniz yükseldi ve adayı kapladı. Yollar su ile doldu ve ada halkı birbirinden ayrı düştü. Her topluluk kendisine yaşayacak yeni yüksek bir yer buldu. Zamanın ne getireceği bilinmiyordu. Sonunda her şeyin sahibi olan Allah'ın izniyle kader İspanyollar'ı buraya getirdi. İspanyollar da bölgeyi hakimiyet altına aldılar. Daha sonra Peru'ya geçerek yollarının sonuna ulaştılar.
Peru şöyle bulundu: Okyanus kıyılarında bir liman vardır ki adı Panama'dır. Bu bölgenin idarecilerinden Pizarro ve Almagro mallarını birleştirip, gemiler hazırladılar. Asker toplayıp, memleket fethetmek üzere yola çıktılar. Pizarro 1525'te büyük bir gemi ve 114 asker ile Panama'dan çıkıp, doğuya doğru hareket etti. 200 mil gitti. Sonunda bir yere ulaştı. Adını sorduğunda Peru diye cevap verdiler. Bu yüzden İspanyollar bu bölgedeki memleketlerin hepsine Peru dediler. Tamamı 4800 mildir ve Ekvator'dan iki derece uzaktır. Halkı korkaktır ve burunları çok uzundur. Erkekleri göbeklerine kadar bir elbise giyerler, diğer yerleri açıktır. Kadınları çıplak gezerler, ama bir örtü ile altlarını örterler. Kadınlar bütün işleri yaparlar. Ziraat işleri ve değirmende un yapmak da onların işidir. Kadınlar bütün saçlarını, erkekleri ise sadece kafalarının üst taraflarını tıraş ederler. Burunlarına ve kulaklarına altın halkalar, zümrütten yapılmış küpeler, ellerine ve kollarına ise gümüş ve altın yüzük ve bilezikler takarlar.
Bu memleket çok sıcaktır ve havası da kötüdür. Bir çeşit ağaç vardır ki, suyu ile ölü boyandığında ceset çürümez, kokmaz, yüzü canlıymış gibi durur. Bu memlekette nehir yoktur. Ancak yağmur eksik olmaz. Halk suyunu kuyulardan temin eder. Uzun kamışlar vardır. Evlerini onlarla yaparlar. Denizde balık çoktur, sandallarla avlarlar. Bu memlekette altın ve gümüş de vardır, ama saf değildir.
Tam üç sene dolaşıp, bir şey bulamadıkları gibi para ve malları da azaldı. Takatleri kalmadı. Yorgun düştüler. Pizarro daha sonra yardım almak için İspanya'ya gitti. Gezdiği yerleri anlattı. İspanya kralı da bu memleketlerin fethi için Peru beyliğini Pizarro'ya verdi".
.
Bugün Fenerbahçe-Galatasaray derbisi oynanacak. İnşallah hadisesiz güzel bir maç olur. 1915’te dönemin gazeteleri yarım kalan bir derbiden sonra “Gürültüsüz patırtısız bir müsabakanın gerçekleşmesi yine mümkün olmadı” diye yazmışlardı
Eskiler, "Biz yanyana kardeş kardeş centilmence maç seyrederdik" diye geçmişteki maçları anlatırlar.
Ama maalesef özellikle Fenerbahçe- Galatasaray maçlarında rekabetin başladığı günden beri gürültü, patırtı eksik olmamış.
Bu durum Osmanlı dönemine kadar iniyor. Ancak böyle gelmiş, böyle gider demeden sporda şiddeti bitirmemiz için herşeyi yapmamız lazım. Derbilere tekrar seyirci alınmasının yeni bir başlangıç olmasını temenni ediyoruz.
1909'da Galatasaray.
TÜRKİYE'DE İLK FUTBOL TAKIMLARI
19. yüzyılda Londra kulüp kaptan ve temsilcileri bir barda toplanarak Football Association'ı kurmalarından sonra futbolun ilk kuralları olan Cambridge Kuralları tespit edildi.
Cambridge Kurallarıyla futbola İngiliz damgası vuruldu.
1902'de İngilizler ve Rumlar'ın oluşturduğu Kadıköy Futbol Kulübü'nde doğan bir anlaşmazlık üzerine bazı İngilizler ayrıldı. 1903'te tamamen İngilizler'den oluşan Moda Futbol Kulübü'nü kurdular. Bu kulübü, çoğunluğu Kadıköylü Rumlar'dan oluşan Elpis takımı takip etti. Bunlara İngiliz elçilik personel takımı Imogene de katıldı. Beşiktaş, Galatasaray ve Fenerbahçe'nin kurulmasından sonra futbol ligimizde günümüze kadar sürecek yeni rekabetler başladı.
1910'lu yıllarda Fenerbahçe.
KAVGASIZ MAÇ SEYREDEMEYECEK MİYİZ?
Futbol kulüpleri İkinci Abdülhamid döneminde kurulmuş olmalarına rağmen aralarında ciddi manada rekabet II. Meşrutiyet döneminde başladı. İstanbul Ligi'ne 1906'dan beri katılan Galatasaray ilk şampiyonluğunu 1908- 1909 sezonunda elde etti. 1909-1910 sezonundan itibaren Fenerbahçe de İstanbul liginde yer almaya başladı.
Fenerbahçe-Galatasaray kulüpleri arasındaki ezeli rekabet ilk defa 17 Ocak 1909 tarihinde Galatasaray Lisesi öğrencilerinin takımı ile yeni kurulmuş bir semt takımı maçı şeklinde başlamıştır. Bu özel maçı Galatasaray 2-0 kazanmıştır. Bu tarihten itibaren o dönemlerdeki İstanbul futbolundaki şampiyonluklar genellikle iki Türk takımı arasında paylaşılmıştır.
Fenerbahçe ise bu ligdeki ilk şampiyonluğunu 1911-1912 sezonunda kazanmıştır.
Türkiye'nin önde gelen tarihçilerinden Vahdettin Engin tarafından bulunan bir gazete haberi iki takımın rekabetiyle ilgili ilginç bilgiler veriyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarında iki takım arasındaki maçı Donanma Gazetesi şöyle anlatır: "16 Ekim 1915 günü Fenerbahçe ile Galatasaray arasında bir maç daha yapıldı.
Seferberlik dolayısıyla kulüpler güçlerini kısmen kaybetmişlerdi. Ama bununla birlikte Fenerbahçe daha kuvvetli idi. Maç oynanırken Galatasaray ceza sahası içinde topun bir futbolcunun eline değmesi sonucu Fenerbahçeliler penaltı diye itiraz ettiler. Galatasaraylılar ise pozisyonu ele çarpma olarak değerlendirdi.
Hakem ise penaltı vermedi. Saha bir anda karıştı. Futbolcular birbirine girdi. Hakem sahayı terketti. Bunun üzerine Fenerbahçeli futbolcular da sahadan ayrıldılar. Bu suretle maç yarıda kaldı. Senelerden beri anane haline gelmiş bir mesele yine tekrarlanmış oldu. Yani Fenerbahçe ile Galatasaray arasında gürültüsüz, patırtısız bir müsabakanın gerçekleşmesi yine mümkün olmadı".
1915'teki derbiye dair Donanma Gazetesi'nin haberi
Yarım kalan karşılaşma
25 Mayıs 1913'te yarım kalan bir derbi oynanmıştı. Bu maçı "Tasvir-i Efkâr Gazetesi" şöyle anlatıyor: "Bu iki kulüp Osmanlı spor âleminde önemli mevkiler işgal etmekte.
15 - 16 sene önce İstanbul'da ticaretle meşgul olan İngilizler spor yapmaya olan ilgileri sebebiyle bazı pazar günleri Kadıköy çayırında eğlenirlerdi.
Daha sonra Kadıköylü Rumlar'dan birkaç tanesi bunlarla beraber oynamaya başladı. O zaman Mekteb-i Sultanî talebeleri de aradan çok geçmeden futbol ile tanışıp bu spor dalında alışkanlık kazandı. Biraz sonra Mekteb-i Sultanî bahçelerinde top oyunları oynanmaya başladı.
Çeşitli zorluklarla karşılaşan Galatasaray talebesi her şeye rağmen azimlerini kaybetmediler ve bir takım meydana getirdi.
Yeni kurulan kulüp iki sene acı mağlubiyetler aldı. Fakat azası hiç de fütur getirmediler. Nihayet sarfettikleri gayret ve faaliyet sayesinde talihin yüzünü kendileri taraflarına çevirdiler ve üç sene kesintisiz birinci oldular.
Fenerbahçe Kulübü beş - altı sene önce kurularak oldukça zorlu bir başlangıçtan sonra meydana çıktı. Üç-dört sene mesai sarfettikten sonra nihayet iki sene önce ikinci derece bir kulüp olarak lige dâhil oldu. Geçen sene İstanbul şampiyonluğunu da kazandı. Bu sene ise İstanbul'da mevcut birinci sınıf kulüpler arasında bir karşılaşma oynanmadığı için Fenerbahçe bu senenin de şampiyonluğunu iddia ediyordu. Diğer kulüpler ve alelhusus Galatasaray Kulübü bu iddiayı kabul etmiyor ve Fenerbahçe'yi karşılaşmaya davet ediyordu. Fenerbahçe bu davete icabet ederek bir ay önce umumi karşılaşmalar sırasında maçlarını icra ettiler.
O gün Fenerbahçe altı gol ile mağlup oldu. Fenerbahçeliler ikinci bir maç istediler.
Geçen pazar günü pek ciddi ve ciddi olduğu kadar da önemli bir maça seyirci olduk. Fenerbahçe pek mükemmel antrenman yapmıştı. Önceki kalecisi yerine mahir bir kaleci bulmuştu. Bu kalecinin bütün oyun esnasında büyük yararlılığı görüldü ve çok alkışlandı.
Buna karşılık Mekteb-i Sultanî azası arasında ikisinin antrenmansız olarak maça dâhil olduğunu görülüyordu.
Oyuncular arasındaki bu sıkı rekabet seyircilere de sirayet etmiş ve karşılıklı maharetler, karşılıklı alkış ve takdirleri davet eylemekte bulunmuştu.
Maç sona ermek üzereydi ki hiçbir taraf gol atmaya muvaffak olamamıştı. Son dakikalarda Galatasaray'ın sol hücumcusu olan Emin Bülend Bey kendisine gönderilen önemli bir pastan istifade ederek kuvvetli bir şut ile topu kaleye gönderdi. Kaleci fevkalade bir çeviklikle topu tuttu. Fakat şutun şiddeti kaleciyi kale içine doğru çevirdi, kaleci topu geri yolladı ise de hakem gol dedi ve topu santraya götürdü. Fenerbahçe protesto etti. Hakem kararını vermişti.
Kararından geri dönmedi. Fenerbahçe oyuncularından ikisi durumu protesto ederek oyunu terkettiler. Arkadaşları da aynı suretle çekilmeye mecbur oldular."
.
1856’da Paris Antlaşması’yla Osmanlı ilk kez Avrupa devletleri içinde yer almış ve toprak bütünlüğü güvence altına alınmıştı. Ama 20 yıl sonra 93 Harbi’nde Rusya karşısında bizi yarı yolda bırakmışlardı
XIX. yüzyılda devletin günden güne kötüye giden gidişatı devlet adamlarını ve "aydınları" mevcut müesseselerde ıslahat fikrinden yenileşme fikrine sevk etti. Bu yenileşmede model Batı idi. Bu asır imparatorlukta yoğun bir Batılılaşma faaliyetlerinin yaşandığı bir dönemdi.
II. MAHMUD'DAN TANZİMATA
II. Mahmud 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırıp, III. Selim'in yarım kalan yeniliklerini radikal bir şekilde uygulamaya başladı. II. Mahmud'un reformlarıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun yalnız askeri değil, idari, iktisadi ve sosyal yapısı tamamen değişti. Model Avrupa'ydı.
II. Mahmud'un reformları oğlu Abdülmecid'in Tanzimat uygulamalarıyla devam etti. Ancak dertlere deva olarak sunulan Tanzimat icraatları kötü gidişatı tersine çevirip, özlenen baharı getiremedi. Bu fermanın gayrimüslimlerle ilgili hükümlerini daha da derinleştiren yeni bir fermandan başka bir şey olmayan Islahat Fermanı'nın zamanla gerek gayrimüslimler gerekse Batılı devletlerce suiistimale uğratılması, Müslümanlar'ın kendilerini asli vatanlarında gün be gün ikinci sınıf vatandaş hissetmelerine ve Tanzimat anlayışını sorgulamaya başlamalarına sebep oldu.
KIRIM SAVAŞI
Sultan Abdülmecid döneminde 1853-1856 arasında Kırım Savaşı çıktı. Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa ve Sardinya-Piyemonte Krallığı ile birlikte Rusya'ya karşı savaştı. Rusya bu savaşta mağlup oldu.
Kırım Savaşı sırasında Avrupalı devletlerle ilişkiler gelişti. Savaş sürerken Sultan Abdülmecid, daha sonra da Sadrazam Reşid Paşa, Fransız elçiliğini ziyaret ettiler.
Osmanlı tarihinde ilk defa padişah ve sadrazam bir elçiyi ziyaret etmişti. Savaş sonrasında Sultan Abdülmecid, Fransız Elçiliği'nde tertip edilen baloya Légion d'honneur nişanını takarak katıldı. İlk defa bir Osmanlı padişahı bir baloya katılıyordu. Paris Antlaşması'ndan sonra ise Paris'teki Osmanlı Elçiliği'nde, Fransa İmparatoru III. Napolyon'un da katıldığı bir balo düzenlendi.
İstanbul'da savaş müddetince çok sayıda Avrupalı asker, subay ve onların aileleri yaşamıştı. Avrupalılar'ın, İstanbul sokaklarında görülmesi, Osmanlılar'ı onların yaşam tarzlarına alıştırdı ve Avrupa modası İstanbul'a girdi. Bütün Avrupalılar'a düşman gözüyle bakma azaldı. İngiliz ve Fransız elçilerinin Osmanlı yönetimi üzerindeki etkisi arttı. Bu savaştan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazam ve nazır olabilmek için iki elçiliğin desteğini temin etmek önemli bir unsur hâline geldi.
ARTIK AVRUPALIYIZ
Savaşın sonunda düzenlenen Paris Konferansı'na savaşan bütün devletler katıldı. Osmanlı heyetinin başında Âli Paşa bulunuyordu.
Burada özellikle büyük devletlerin kendi çıkar çatışmaları ön plana çıktı. Osmanlılar bu antlaşmazlıkların kendilerine zarar vermemesi için büyük çaba gösterdiler. Uzun görüşmelerin ve diplomatik manevraların sonunda, 30 Mart 1856'da Paris Antlaşması imzalandı. Buna göre tüm devletler işgal ettikleri toprakları boşaltacak, Osmanlı İmparatorluğu'nun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı antlaşmayı imzalayan devletlerin garantisi altında olacaktı.
Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun uygulamaya koyduğu Islahat Fermanı da antlaşmada zikredilerek onaylandı.
Osmanlı İmparatorluğu ilk defa Avrupa devletleri içerisinde yer almış ve toprak bütünlüğü ile bağımsızlığı Avrupa'nın en büyük devletlerinin garantisi altına girmişti. Artık kendimizi Avrupalı olmuş görmeye başlamıştık.
Tanzimat ile başlayan Batılılaşma süreci, dışarıdan bir saldırı korkusu olmadan devam ettirilebildi. Âli ve Fuad Paşalar kafalarındaki reformları rahatlıkla yapabildiler. Avrupa tarzı devlet yönetimi yavaş yavaş imparatorlukta uygulanmaya başlandı.
SÖZLERİNİ TUTMADILAR
Avrupalılar günümüzde nasıl sözlerini tutmuyorlarsa o dönemde ataları da aynı şeyi yapmışlardı. Rusya, Paris Antlaşması'nın hükümlerine rağmen Osmanlılar'a karşı Balkanlar'daki milletleri silahlandırıp, isyana teşvik etti. 1877'de Osmanlı Devleti'ne savaş açtı. Avrupalılar, 21 yıl önceki antlaşmada taahhüt ettikleri bütün hususları unuttular. Osmanlı'yı Rusya karşısında yalnız bıraktılar. Bu savaşta Osmanlı Devleti büyük bir mağlubiyet aldı, Rus orduları Yeşilköy'e kadar geldiler.
Avrupalılaşma maceramız sırasında Osmanlı devlet adamları, Avrupalılar ne dedilerse yaptılar veya yapmaya çalıştılar. Ancak buna rağmen başımıza gelmedik bela kalmadı. Avrupalı devletler Osmanlı'yı milim milim doğrayarak milyonlarca metrekare toprak kaybetmemize ve milyonlarca Müslüman'ın göç etmesine ve ölümüne sebep oldular.
.
Osmanlı Devleti, 18. yüzyıla kadar kendi haşmetinden ve gücünden dolayı siyasi gelişmeler dışında Avrupa'da olup-bitenlere fazla dikkat etmemişti. Nevşehirli İbrahim Paşa, Avrupa'yı tanımak gerektiğini farkeden ilk Osmanlı sadrazamıydı. Avrupa devletlerinin İstanbul'daki elçileri ile düzenli ilişki kurdu. Ayrıca Osmanlı tarihinde ilk kez Avrupa devletlerine elçi gönderdi. Elçiler sadece askeri ve ticari antlaşma yapmaya gitmemişlerdi. Avrupalı devletlerin askeri gücü ve devlet yapısı ile ilgili bilgi edineceklerdi. İbrahim Paşa Viyana'ya (1719), Yirmisekiz Mehmed Çelebi Paris'e (1720-1721), Nişli Mehmed Ağa Moskova'ya (1722-1723) elçi olarak gittiler. Bu elçiler gittikleri yerde gördüklerini anlatan raporlar hazırlayarak, sadrazama sundular.
Artık dışarıya bakmayan Osmanlı dönemi sona ermişti.
Lale Devri'nin en önemli özelliği Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk defa yüzünü Batı'ya dönmesidir. Daha önce yapılan ıslahat faaliyetlerinde Osmanlı'nın geçmişi örnek alınırken, bu dönemden sonra yavaş yavaş Avrupa örnek alınmaya başlandı.
Ancak bu dönemde de Avrupa tam bir model değildi. Avrupa'nın tam olarak örnek alınması XVIII. yüzyılın sonlarında olacaktı.
III. Selim'den önce birçok padişah ıslahat yapmışsa da bunlar bir program dahilinde değildi. Tehlike kapıya geldiği zaman ıslahat yapılmış, uzaklaşınca bırakılmıştı. III. Selim, ıslahatlara girişmeden önce Avrupa'yı tanımak için harekete geçti. Ziştovi Antlaşması'nın imzalanmasından sonra yakın adamlarından Ebubekir Ratib Efendi'yi elçi olarak Viyana'ya gönderdi. Ratib Efendi, Avusturya'daki askeri sistemi ve diğer kurumları anlatan bir sefaretnâme kaleme aldı. Bu eseri inceleyen padişah, kendi düşüncelerini de ilave ederek bir ıslahat programı hazırlamaya başladı. Ayrıca ileri gelen devlet adamlarının 22'sinden yapılması gereken ıslahat için layiha hazırlamalarını istedi. 1794'ten sonra Nizâm-ı Cedid uygulamaları başladı. Artık yeni bir düzen kurulacaktı. Ancak III. Selim'in 1807'de tahttan indirilmesiyle bu teşebbüs yarım kaldı.
1. Resmin açıklaması : Nevşehirli İbrahim Paşa
2. Resmin açıklaması : Paris Konferansı
.
Türk devlet geleneğinde devlet başkanlığı seçiminde bir sistem yoktu. Tanrı’dan kut aldığına inanıldığı için hanedanın her üyesinin devlet başkanı olma hakkı vardı. Veraset sisteminin olmaması tarih boyunca devamlı olarak kaosa ve Türk devletlerinin zayıflayıp, parçalanmalarına sebep oldu
Türkler'in millet olarak tarih sahnesine çıkıp, devlet yapılarını oluşturmaları Mete, yani Oğuz Han yönetimindeki Büyük Hun İmparatorluğu zamanında (Milattan Önce 209-174) gerçekleşti. Bu dönemde başlayıp, daha sonraki asırlarda devam eden birçok uygulama Oğuz töresi olarak adlandırıldı.
Oğuz töresine göre devlet, hanedan üyeleri tarafından ortak olarak idare edilirdi.
Devlet başkanlığı seçiminde bir sistem yoktu. Türk devlet geleneğinde hanedan üyelerinin Tanrı'dan kut (hükümdara Tanrı tarafından verilen devlet yönetme yetki ve yeteneği) aldığına inanıldığı için hanedanın her üyesinin devlet başkanı olma hakkı vardı. Devletin merkezine ilk gelip ordu ve hazineyi kontrol altına alan şehzade tahta çıkardı. Veraset sisteminin olmaması tarih boyunca devamlı olarak kaosa ve Türk devletlerinin zayıflayıp, parçalanmalarına sebep oldu.
TAHT KAVGALARI BİTMİYOR
Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki bütün Türk devletlerinde devlet başkanı seçiminde bir sistem oluşturulamaması, devamlı olarak taht kavgalarını beraberinde getirmiştir. Genellikle hanedan üyelerine, isyan etmedikleri sürece dokunulmamıştır.
Hatta isyan edenler birçok defa affedilmişlerdir.
Ancak bu durum on binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur.
Büyük Selçuklu Devleti kurulduğunda, Tuğrul Bey hükümdar olmuş, ancak ülke hanedan üyeleri arasında yönetim sahalarına bölünerek idare edilmişti. Tuğrul Bey'in zamanında kardeşi İbrahim Yinal isyan etmiş, daha sonra da Alpaslan, kardeşi ve amcaoğluyla taht mücadelesine girmiştir.
Türkiye Selçuklularında da ilk başlarda isyan etmedikçe şehzâdelere dokunulmadı.
Ancak Asya'da olduğu gibi Anadolu'da da isyan ve taht kavgaları bitmek bilmedi.
Ancak Asya'daki Türk devletlerinden farklı olarak Türkiye Selçukluları'nda hükümdar otoritesini tesis etmek için isyan etmemiş şehzâdeleri öldüren hükümdarlar da oldu.
OSMANLI YENİ DÜZEN KURUYOR
Osmanlılar, taht kavgalarının doğurduğu olumsuz durumu gözönüne alarak bir sistem kurmaya çalıştı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde kardeş katli uygulamasıyla devlet başkanı seçimi bir düzene konulmaya çalışıldı. Kardeş katlinin meşrulaştırılıp, şehzâdelerin isyan etmeden öldürülmeleri, Osmanlılar'ı bütün Türk tarihi içerisinde farklı bir konuma taşıdı. Çok acı bir hadise olan kardeş katli, 600 yıl devam edecek büyük bir imparatorluğun gerçekleşmesindeki en önemli köşe taşlarından birisi oldu.
Kardeş katli uygulamasının vicdanlarda derin yaralar açması yüzünden 17. yüzyılda bu uygulamadan vazgeçilip ekberiyet sistemine geçilerek, en yaşlı şehzadenin tahta çıkarılmasına başlandı.
Ancak bu sistem, sarayda hapis hayatı yaşayan şehzadelerin iyi eğitim almadan tahta çıkmalarına ve hayattaki şehzadelerin tahttaki padişahların hükümranlıkları üzerinde bir gölge gibi dolaşmalarına sebep oldu.
Tarihimizde devlet başkanlığı seçiminde bir sistemin olmayışı, veliahtlık kurumunun oluşturulmayışının tesirleri günümüzde siyasi partilerimizden futbol kulüplerimize kadar uzanır.
Birçok kurumumuzda mevcut başkandan sonra yerine kimin geçeceği belli değildir.
.
İktidar mücadeleleri, Türk devletlerinin tarih boyuncaKuzey-Güney, Doğu-Batı diye bölünmelerine sebepolmuştur. Türk devletleri, bölünmedikleri zaman ise tahtkavgaları sonunda zayıfladıkları için tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
Türkler'in tarihte kurdukları ilk büyük devlet olan Hun Devleti, Milattan Önce 54'te Tanhu Huhanyeh ile kardeşi Çiçi arasında devletin istiklali üzerine meydana gelen tartışma üzerine Güney ve Kuzey Hunları olmak üzere ikiye ayrıldı. Kuzey Hun Devleti 156'da, Güney Hun Devleti ise 216'da ortadan kalkmıştır.
Hunlar'dan sonra kurulan Göktürkler, Türk tarihinin en önemli devletlerinden biridir. Türk kavimlerini bir çatı altında toplayıp, Türk ismini tarihe armağan etti. Fakat Çin'in Hunlar döneminde hanedan üyelerini birbirine düşürme siyaseti bu Türk devletinde de başarılı oldu. Tardu'nun Göktürk hakanını tanımamasıyla devlet 582'de Doğu ve Batı Göktürkler diye ikiye ayrıldı. Çin'de ise aynı dönem milli birliğin tesis edildiği yıllardı. Kısa bir süre sonra iki Göktürk devleti de Çin hakimiyetine girdi. 50 yıllık esaret dönemi yaşandı.
Orhun Kitabeleri'nde bu durum "Türk budunu kendi hakanını bıraktı, hüküm altına girdi. Hüküm altına girdiği için Tanrı ona ölüm verdi. Türk budunu öldü mahvoldu....
Türk beyleri Çin adlarını almışlar, Çin hakanına boyun eğmişler, 50 yıl işlerini güçlerini ona vermişler" şeklinde tasvir edilir. Türk milletinin esaret karşısındaki feryadı ise "Ülkeli millet idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı millet idim, hani hakanım" diye kitabelerde yer almıştır.
Taht kavgalarından bölünme başka birçok Türk devletinde de görülür. Birkaç örnek vermek gerekirse, Tabgaçlar, 534'te Doğu ve Batı Tabgaçlar; Karahanlılar, 1042'de Doğu ve Batı Karahanlılar diye ikiye bölünmüşlerdir. Büyük Selçuklu Devleti'nden ise Kirman Selçukluları, Suriye Selçukluları, Irak Selçukluları ve Türkiye Selçukluları isimleriyle dört devlet çıkmıştır.
.
Türkiye Selçuklu tarihi de veraset sistemi olmayışı yüzünden taht kavgalarıyla geçmiştir.
Türkiye Selçuklu hükümdarlarının en önemlilerinden biri olan II. Kılıçarslan, ömrünün sonunda devleti 11 oğlu arasında paylaştırdı. Onbir parçaya bölünen Türkiye Selçukluları taht mücadelelerine girişti. Türkiye Selçukluları'nda Moğol işgaline girdikten sonra bile taht kavgaları bitmedi ve devlet 14. yüzyılın başlarında tarih sahnesinden çekildi.
Selçuklular'dan sonra kurulan Osmanlı Devleti'nde üçüncü hükümdar Birinci Murad'ın tahta çıkmasından itibaren taht kavgaları başladı.
Yıldırım Bayezid'in 1402'de Timur'a esir düşmesinden sonra oğulları Emir Süleyman, Musa Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi ve Mehmed Çelebi arasında taht mücadelesi başladı. Fetret devri 1413'te bitti ama taht kavgası ve devletin ikiye bölünme tehlikesi İstanbul'un fethine kadar devam etti.
.
Bundan tam sekiz asır önce Irak’ta hüküm süren Beğteginli Beyi Kökböri’nin düzenlettiği muhteşem mevlid törenleri bütün İslâm ülkelerine örnek olmuştu
Bu gece Mevlid Kandili. Türkiye'de ve birçok İslam ülkesinde mevlidler okunacak. Irak'ta bir beylik kuran Beğteginli hükümdarlarından Muzafferüddin Kökböri'nin 1200'lerde düzenlettiği muhteşem mevlid törenleri, daha sonra İslam dünyasına yayılmıştı.
İLK MEVLİD TÖRENLERİ
Erbil Beyliği olarak da adlandırılan Beğteginliler, bir Türk komutanı olan Ali Küçük tarafından 1132'de kurulmuş, 1233'e kadar devam etmiştir.
Başkenti Erbil olan Beğteginliler Şehrizor, Hakkâri, Tikrit, Sincar, Harran, Urfa ve civarında hüküm sürmüştür.
Bu beyliğin hayırseverliğiyle ve Haçlılar'la mücadelesiyle tarihe geçen hükümdarı Muzafferüddin Kökböri, Hz. Peygamber'in doğum yıldönümlerinde muhteşem mevlid törenleri düzenlemesi Türk hükümdarına bütün İslam dünyasında bugüne kadar gelen büyük bir şöhret kazandırdı. Hükümdarın cömertliğinden ve ilme desteğinden dolayı beyliğin merkezi Erbil, Muharrem'den Rebiülevvel'e kadar, üç ay boyunca İslâm dünyasından gelen âlimlerle dolup taşardı. 1207'de Kökböri tarafından düzenlenen mevlid töreninde okunmak üzere İbn Dihye el-Kelbî'nin kaleme aldığı "Kitabü't-tenvir fî mevlidi's-sirâci'l-münir" adlı eseri ilk mevlid kitaplarındandır.
Kökböri'nin tertiplediği muhteşem mevlid törenleri Mısır'da daha önce Fâtımîler döneminde düzenlenen törenleri unutturdu. Kökböri'nin düzenlettiği törenler diğer İslam memleketlerine de örnek oldu ve birçok ülkede âdet hâline geldi. Bu beyliğin tarihini ve mevlid törenlerini Gülay Öğün Bezer'in "Begteginliler (Erbil'de bir Türk Beyliği)" isimli önemli eserinden okuyabilirsiniz.
OSMANLI'DA MEVLİD
Beğteginliler'den sonra diğer Türk devletlerinde de mevlid törenleri devam etti. Osmanlı döneminde de kandiller her zaman büyük törenlerle kutlanırdı. Halide Aslan "Osmanlı İmparatorluğu'nda Mübarek Gün ve Gecelerden Kandiller" isimli bir makalesinde ve Ahmet Önal da bir araştırmasında bu törenleri teferruatlı olarak anlatmıştır.
Hz. Peygamber'in doğum günü olan 12 Rebiülevvel, Mevlid Kandili olup, Osmanlılar tarafından resmî bir törenle kutlanmaktaydı. Kandile yönelik resmî hazırlıklar, İstanbul kadısının hilalin görüldüğünü, yani Rebiülevvel ayının girdiğini bildiren ilâmının Bâbıâli'ye takdimiyle başlardı. Bu günlerde hacıların selametle Şam'a vardıklarına dair emirülhacın mektubunu ve Mekke şerifinin nâmesini getiren müjdeciler İstanbul'a ulaşırdı. Kandilden birkaç gün evvel padişaha hangi camiye ve saat kaçta gideceği sorulur, alınan cevaba göre de törene katılacaklara camiye gelmeleri gereken saat ve dakikayı bildiren saat pusulaları gönderilirdi.
Padişahın herhangi bir sebeple kandile katılamaması veya müjdecilerin gelmemesi hâlinde resmî tören uygun zamana ertelenir, yalnızca umumî kutlamalarla yetinilirdi.
Mevlid okunacağı gün, kendisine davetiye gönderilmeyenler sabahın erken saatlerinden itibaren, davetiye gönderilenler ise belirtilen saatte tören kıyafetleriyle camiye gelerek kendilerine ayrılan yerlere otururlardı.
Devlet erkânı camide yerlerini alınca sadrazam veya onun yokluğunda sadaret kaymakamı Bâbıâli ricâliyle birlikte alayla gelir, mihrabın içindeki seccadeye oturur, diğerleri onun etrafında halka şeklinde yerleşirlerdi.
Herkes yerini alınca Fetih Sûresi okunmaya başlanırdı. Bu esnada, saraydan alayla ayrılan ve geçeceği yollara kum dökülen padişah camiye gelerek mahfel-i hümâyûna girerdi.
Sultanın geldiğinin işareti olmak üzere mahfelin kafesi açılır, herkes ayağa kalkar, sadrazam ve şeyhülislâm padişahı selamlar, kafes tekrar kapanır ve herkes yerine otururdu.
MEVLİD ŞEKERİ
Ayasofya şeyhi, Sultanahmet şeyhi ve nöbetçi şeyh sırayla kürsüye çıkıp vaaz verirler, şeyhler kürsüye çıkarken cemaate şerbet ve buhur dağıtılırdı. Vaazlar bitince mevlidhânlar mevlid okumaya başlarlar, ikinci mevlidhânlar "Geldi bir ak kuş kanadıyla revân/Arkamı sığadı kuvvetle hemân" beytini okuyunca cemaat ayağa kalkardı. Bu sırada sadrazam, Mekke şerifinin nâmesi ile emirülhacın mektubunu müjdecibaşıdan alıp, reisülküttap eliyle padişaha gönderirdi. Reisülküttap, mektubu padişahın huzurunda yüksek sesle okuyup, tekrar eski yerine dönerdi.
Medine'den padişaha gönderilen hurma sadrazamdan başlamak üzere devlet ricâline ikram edilirdi.
Üçüncü mevlidhân mevlid okurken vakıf mütevellileri cemaate şeker dağıtır, mevlidin bitmesiyle devlet ricâli haricindekiler evlerine dağılırdı.
Devlet ricâli ise caminin önünde alay düzeni alıp, padişahı beklerdi.
Padişah, camiden çıkınca kendisini bekleyenleri selamlayıp alayla saraya dönerdi.
.
Osmanlılar'da Mevlid kutlamalarının Kanunî döneminden itibaren saray teşrifâtında yeraldığı, Üçüncü Murad döneminde artık tamamen resmîleştiği anlaşılmaktadır.
Üçüncü Murad, 1588'de Mevlid Kandili münasebetiyle bütün minarelerde kandil yakılmasını, cami ve mescidlerde mevlid okunmasını emretmişti.
Mevlid kandillerinde resmî tören, İstanbul'da önceleri Ayasofya, inşasından sonra da genelde Sultanahmet Camisi'nde yapılırdı. Padişahın bazen başka bir camiyi tercih ettiği de olurdu. Tören nerede yapılırsa yapılsın, bu vesileyle dağıtılan şeker ve şerbet ile mevlidhânlara verilen câize ve hil'atlerin bütün masrafları Birinci Ahmed'in bu maksatla tesis ettiği vakıftan karşılanırdı.
.
19. yüzyılda Mevlid töreninin ve alayının icrasında bazı değişiklikler olduysa da mahiyeti muhafaza edildi. Ayrıca gece şehrin kandillerle süslenmesi ve ertesi gün ikindi vaktine kadar top atılmasıyla kutlamalar daha da genişletildi. Eyüp ve Suriçi'ndeki camilerin yanı sıra, Beylerbeyi, Nusretiye, Hamidiye, Dolmabahçe'deki Valide camileri de törene dâhil edildi. İkinci Abdülhamid ise bu töreni, inşasından sonra daima Hamidiye Camisi'nde yaptırdı. Kandil akşamı sarayda ilk kutlamalar gerçekleştirilir, ertesi gün alayla Hamidiye Camisi'ne gidilir ve burada resmî tören icra edilirdi. Harem kadınları da arabalarla alaya katılırdı. O gün padişahı görmek ve töreni izlemek için cami çevresine binlerce kadın ve erkek toplanırdı. Saray hademelerinin tören sonunda ipek futa içinde dağıttıkları şekerleri kapmak için herkes birbiriyle yarışırdı
.
Esad rejiminin katliamlarının bitmediği Suriye’de bugünlerde Türkmenler’den sıkça söz ediliyor. 1060’larda Suriye’ye gelen Türkmenler bir zamanlar bu toprakların kaderine hükmediyordu. Suriye’deki Türklerin en büyük grubu ise Halep Türkmenleri’ydi
Suriye'de bugün isimlerinden oldukça az bahsedilen Türkmenler, bir zamanlar Suriye'nin kaderine hükmetmişlerdi.
Türkler, Asya'dan göç ederken sadece Anadolu'ya gelmemişlerdi. Irak ve Suriye'de kendilerine yurt arayan Türkmenler'in gittiği bölgelerdi. Rahmetli Faruk Sümer, İlhan Şahin, Hüseyin Özdeğer, Ahmet Emin Dağ ve Enver Çakan'ın Suriye Türkmenleri ile ilgili çalışmalarında bu konuda teferruatlı bilgiyi buluyoruz.
SURİYE TÜRKMENLERİ
Türkmenler Suriye'ye Anadolu'dan önce yerleştiler. 1060'lardan itibaren Türkmenler Suriye'ye gittiler. Büyük Selçuklu komutanlarından Atsız, Şam, Kudüs gibi yerleri fethedip, buraların hâkimi olmuştu.
1077'de Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah kardeşi Tutuş'u Suriye meliki tayin etti. Tutuş'la birlikte yeni Türkmen kitleleri Suriye'ye geldi. 12. yüzyılda Musul emiri İmadeddin Zengi, Halep emiri olunca Irak'taki Yıva Türkmenleri'ni Halep'e getirdi. Daha sonraki yıllarda da Türkmen göçü devam etti.
Halep, Şam, Hama, Humus, Lazkiye ve Trablusşam Türkmenler'in yoğun yaşadıkları yerlerdi. Bu bölgeler kadar yoğun olmamakla birlikte Suriye'nin doğusunda da Türkmenler bulunuyordu.
Halep ve civarında Halep Türkmenleri, Hama'da Selluriye (Salur) Türkmenleri ile Hama Bayadı, Humus'ta Salur, Avşar ve Bayındır boyuna mensup Türkmen aşiretleri yaşıyorlardı. Şam civarında da Bayatlar vardı.
Lazkiye bölgesinde Bayır- Bucaklar'ında aralarında olduğu Türkmenler bulunuyordu. Lazkiye civarındaki Türkmenler genelde Üçok, Halep civarındaki Türkmenler ise Bozok boylarına mensuptular.
Türkmenler
SİVAS'TAN ŞAM'A
Suriye Türkleri'nin en büyük grubu Halep Türkmenleri idi. Beydili, Bayat, Avşar, İnallu ve Harbendelüler, Halep Türkmenleri'nin en büyük oymaklarıydı. Ayrıca bu oymaklar kadar büyük olmasa da Karkın, Kızık, Acürlü, Peçenek, Şah Meliklü, Dayer, Kınık, Eymür, Bahadırlu gibi aşiret grupları da vardı.
XVI. yüzyılda tam anlamıyla göçebe hayatını sürdüren Halep Türkmenleri Moğol baskısı üzerine 13. yüzyılda Suriye'ye göçen binlerce çadırlık Bozok Türkmenleri'nin torunlarıydılar.
16. yüzyılda nüfusları 60 binden fazlaydı. O dönemde bir şehrin nüfusunu 3-4 bin kişi olduğu gözönüne alınırsa Halep Türkmenleri'nin büyüklüğü anlaşılabilir. Ana geçim kaynağı koyun olan Türkmenler'in 2 milyondan fazla küçük baş hayvanları vardı. Halep'te kışlayan aşiretler bahardan itibaren Sivas bölgesine yaylaya gelirlerdi. Yaz bitince yaylada doğup, büyümüş kuzularıyla Halep civarına dönerlerdi. Kış şiddetli olursa Halep Türkmenleri Şam bölgesine giderlerdi. Genel olarak Sivas-Şam arası Halep Türkmenleri'nin yayıldığı sahaydı.
Halep Türkmenleri 1930'lara kadar konar-göçerliği sürdürdüler. 1930'lardan itibaren köylerde yerleşerek çiftçiliğe başladılar. 1970'lerden itibaren bir kısmı köylerdeki hayatlarını sürdürürken bir kısmı ise şehirlere giderek işçi olarak çalışmaya başladılar. Şam bölgesindeki Türkler'in bir kısmı Türkçe'yi unuturken Halep bölgesindeki Türkmenler asimile olmadılar. Halep Türkmenleri'nin torunları günümüze kadar Halep ve civarındaki köylerde yaşadılar.
.
Kuzey Suriye'nin tarih boyunca en önemli şehri olan Halep, yolların kavşak noktasındaydı. Ticaret kervanlarının uğrak noktası olması sebebiyle büyüdü. Milattan önce 3000'lerde bile tarihi kayıtlarda geçmekteydi. Halep, 637'de Müslümanlar tarafından fethedildi.
878'de Mısır'da kurulmuş bir Türk devleti olan Tolunoğulları kısa süreliğine Halep'i ele geçirdi.
936 yılında Mısır'daki bir başka Türk devleti olan İhşidîler Halep'e hakim oldu. Halep daha sonra aralarında Bizans'ın da bulunduğu birçok devlet arasında el değiştirdi.
Şehir Mirdasiler elindeyken Türkmen emirlerinden Sanduk, 1069'da Halep'te kışı geçirdi. Daha sonra Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan, Mısır'a sefere giderken şehri kuşatınca, Halep Selçuklular'a tâbiyeti kabul etti. Bir süre sonra Alparslan'ın oğlu ve Suriye Selçuklu Meliki Tutuş, Halep'i fiili olarak elegeçirmek için uğraştı fakat Halep'i fethedemedi.
Osmanlılar'dan önce Anadolu'da devlet kuran Türkiye Selçukluları'nın en önemli hedeflerinden birisi Kuzey Suriye'yi ele geçirmekti. Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Halep üzerine yönelince şehrin hakimi Tutuş'u yardıma çağırdı. Süleyman Şah, Halep'i kuşatırken, Tutuş şehrin yardımına koştu. Süleyman Şah ve Tutuş'un orduları 1086'da Halep'e yakın Aynüseylem'de karşılaştılar.
Muharebeyi kaybeden Süleyman Şah, bir rivayete göre savaşta öldü, diğer bir rivayete göre ise intihar etti.
Süleyman Şah'ın Halep uğruna ölmesine rağmen, daha sonra tahta çıkan Türkiye Selçuklu Sultanları'nın Halep'i topraklarına katma rüyaları bitmedi. 13. yüzyılın başlarında Selçuklu tahtında bulunan İzzeddin Keykavus, çok uygun bir zamanda Halep'in üzerine yürüdü. Ancak kalenin hakimi olan Eyyubiler'in hilesi sonucu, Halep'i alamadığı gibi, komutanlarını da Eyyubiler'le işbirliği yaptıkları için öldürttü.
Keykavus, emirlerini öldürme emrini verirken sağduyusunu ve mantığını kaybetmişti. Sultan verdiği karardan kısa bir süre sonra büyük bir pişmanlık duydu.
Öldürttüğü emirlerin rüyalarına girmesi ve duyduğu vicdan azabı yüzünden rahatsızlığı arttı ve sultan büyük bir pişmanlık içerisinde öldü.
Halep, Eyyubîler'den sonra bütün Suriye'yle birlikte Mısır'da bir devlet kuran Memlük Türkleri'nin hakimiyetine girdi.
Halep, ancak Osmanlılar zamanında Türkiye'nin bir parçası oldu. Yavuz Sultan Selim, 1516'da Memlükler'i mağlup ettikten sonra bütün Suriye ile birlikte Halep'i de Osmanlı topraklarına kattı. Halep, Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra şehrin geçmişinde rastlanmayan büyük bir gelişme gösterdi ve doğu-batı ticaretinde önemli bir merkez oldu. Eyalet merkezi olan şehir, Osmanlı mimari eserleriyle süslendi. Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar elimizde kalan Halep, 27 Ekim 1918'de İngilizler tarafından işgal edildi.
.
Avrupa ve Asya’yı İstanbul Boğazı’nın altından bağlayan tüp tünel geçişi ilk olarak 125 yıl önce gündeme geldi. İkinci Abdülhamid’e iki farklı proje sunuldu. Ancak kâğıt üzerinde kaldı. Tünel projesi ilk olarak 2013’te Marmaray ile hayata geçti. Avrasya Tüneli ile ise ikinci kez hayat buldu
İstanbul'un iki meselesi asırlardan beri gündemden hiç düşmez.. Bunlardan birincisi ulaşım, ikincisi ise içme suyu meselesidir. Günümüzde şehir içi ulaşım meselesini çözmek için tartışılan birçok proje tarihte gündeme gelmiştir. İstanbul'un ulaşımı, sadece bizi değil yabancı mimarları bile heyecanlandıran bir mesele olmuştur. İkinci Bâyezid döneminde Leonardo da Vinci ve Mikelanj gibi Rönesans döneminin ünlü sanatçıları, Haliç ve Boğaziçi köprüleri tasarlamışlardır. İlk defa İkinci Abdülhamid'in hükümdarlığı döneminde 1891'de Boğaz'ın altından yapılması hayal edilen tüp geçit projesi 29 Ekim 2013'te gerçekleşmişti. Şimdi ilk planlanmasından 125 yıl sonra ikinci kez İstanbul Boğazı denizaltından geçildi.
RAYLI SİSTEM İSTANBUL'DA
19. yüzyılın ilk yarısında dünyada demiryolunun kullanılmaya başlamasıyla ulaşıma hızlı ve kolay bir alternatif ortaya çıktı. Tramvay, tren ve metro ile şehir içi ulaşım birçok ülkede çok kolaylaştı. İstanbul raylı sistemle çok erken tanıştı. 1871'de tramvay hizmete girdi. 1875'te ise dünyanın ikinci metrosu olan "Tünel" İstanbul'da açıldı. Daha sonraki yıllarda İstanbul-Edirne ve Haydarpaşa-İzmit demiryolu hatları devreye girdi.
DENİZ ALTINDAN GEÇİŞ PROJESİ
Leonardo da Vinci'nin İkinci Bâyezid için yapmayı düşündüğü Boğaz Köprüsü projesinden sonra Boğaz geçişi için yeni bir proje 1873'te Eùqene Henri Gavand tarafından hazırlanmıştı. Gavand, Sarayburnu-Üsküdar arasını bir Boğaz köprüsüyle geçecek bir metro projesi teklif etmişti. Bu projenin tarihi 1876 ve proje de tüp geçit olarak gösterilir, ancak bu doğru değildir.
1891'de Sarayburnu-Üsküdar arasında bir tüp geçit projesi gündeme geldi. Fransız Mühendis Simon Preault, İkinci Abdülhamid'e Boğaz geçişi için o dönem hayal sayılabilecek "Denizaltı Çelik Tüneli" projesini sundu. Ancak bu proje olarak kaldı.
Boğaz geçişi için ikinci proje yine İkinci Abdülhamid'e sunuldu. Üsküdar-Salacak ile Yenikapı-Sarayburnu arasında Frederic Strom, Frank Lindman ve John Hilliker isimli üç Amerikalı mühendis bir tüp geçit yapmak için 1902'de harekete geçmişti. "Tünel-i Bahrî" veya "Cisr-i Enbubî fi'l-bahr/Subaküs Viyadikt" denilen bu tüp geçit çelik teknolojisiyle inşa edilecekti. Tüp geçit denize sabitlenmiş 16 büyük sütun üzerinden iki kıyı arasını birleştirecekti. Tüp geçitte işleyecek üç vagonlu trenle yolcu ve eşya taşınacaktı. Salacak'a geçtikten sonra da yapılacak demiryoluyla Haydarpaşa'ya ulaşılacaktı. Ancak dönemin maddi imkânları ve şehir nüfusunun o dönemde çok aşırı olmaması gibi sebeplerle bu proje de diğeri gibi kâğıt üzerinde kaldı.
BİLİNMEYEN TÜP GEÇİT TEŞEBBÜSÜ
İkinci Abdülhamid'den sonra Boğaz'ı deniz altından geçmek için bir teşebbüs de Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru geldi. İttihat Terakki'nin yönetimi kontrolü altında tuttuğu dönemde, 1918 yılının başlarında da bir tüp geçit gündeme geldi. Prof. Dr. Vahdettin Engin'in bulduğu bir belgeye göre Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Osmanlı Bakanlar Kurulu Boğaz'ın bir tünel veya köprü ile geçilmesi yönünde bir teklifi görüşmüştü. Ancak savaş ortamında böyle bir şeyin bırakın gerçekleşmesini, düşünülmesi bile büyük bir olaydı. Bu proje dönemin şartlarından dolayı uygulama sahasına girmedi.
Amerikalı mühendislerin 1902 tarihli tüp geçit projesi.
Preault'un projesinin tarihsiz şekli.
Preault'un projesinin 1891 Leonardo da Vinci. tarihini taşıyan nüshası.
.
Marmaray'ın ilk defa Sultan Abdülmecid döneminde gündeme geldiği söylenir. Ancak bunun sebebi Preault'un tüp geçit projesinin Taksim Belediye Kütüphanesi'nde bulunan ve ilk defa Cahit Kayra tarafından 1990'da yayınlanan çiziminde tarih bulunmamasıdır. Tarihsiz projede tüp geçit içindeki trenlerin çizimlerinden hareketle tüp geçidin 1860'lara ait olduğu tahmin edilmiştir. Böyle olunca da tüp geçit Sultan Abdülmecid veya Sultan Abdülhamid dönemine ait diye yorumlar yapılmıştır. Bu konudaki belgeler de zamanında muhtemelen bir projede kullanılmak için Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nden alınıp Ankara'ya götürüldüğü için bulunamamıştı. Ancak daha sonra yapılan araştırmalarda Preault'un projesi ve bu konudaki şartnamesi Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde bulundu. 24 Haziran 1995'te gazetelerde haber olarak çıktı. Tüp geçit projeleri, Ömer Faruk Yılmaz tarafından belge ve çizimleriyle birlikte "Bir Asır Önce Boğaziçi'nde Tüp Geçit Projeleri" adıyla 2009'da Yedikıta Dergisi'nde yayınlandı. Burada kullanılan belge ve proje çizimleri, Preault'un tüp geçit projesinin tarihinin 3 Ağustos 1891 olduğunu açıkça ortaya çıkarmıştır. Tüp geçit projesinin Sultan Abdülmecid'le bir ilgisi yoktur
.
Dünyanın ilk sualtı tüneli İngiltere'de Mühendis Sir Marc Isambard Brunel tarafından Thames Nehri'nin altında inşa edildi. 1843'te açılan tüneli yayalar kullandı. 1869'da ise Thames Tüneli'nden tren geçmeye başladı. Bu tünelden sonra başta Londra'daki Tower Subway olmak üzere İngiltere'de birçok sualtı tüneli inşa edildi.
|
Bugün 192 ziyaretçi (237 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|