|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Sema Maraşlı ve Mehmet Ali Özbudun
1 Ocak 2018 02:00
Sema Maraşlı - semamarasli@gmail.com
ERKEKLERİN AŞAĞILANMASI KADINLARI YÜCELTİYOR MU?
Son yılların fikir modası “erkeklerin aşağılanması” oldu. Her dönem bazı fikirler, farklı akımlar moda olur. Fikir modasının da kıyafet modasından pek farkı yoktur. Az sayıda insan tarafından kurgulanır; kurgulayanlar kendi inançlarını ya da inançsızlıklarını, hayata bakışlarını, zevklerini kısacası kendi içlerindekini dökerler eserlerine.
Bazı şöhretli insanlar kullanılarak bu fikirler dile getirilir ve bir bakarsınız ki insanların pek çoğu bilinçsizce bu fikirlerin peşine düşmüşler. Papağan gibi herkesin dilinden aynı cümleleri duyarsınız.
Savunulan fikirlerin üzerinde bir kritik analitik yapılmaz, sebep sonuç ilişkisi kurulmaz, hatalı olabilir mi diye bile düşünülmez. Bu fikir akla mı hitap ediyor, nefse mi hitap ediyor, dünyaya mı ebedi hayata mı hitap ediyor, neden destekliyorum, diye hiç sorgulanmaz. Bu fikri savunmanın topluma faydaları mı zararları mı oluyor diye bakılmaz. Kitle psikolojisi ile sürü hâlinde pek çok insan aynı cümleleri dillendirir.
Feminizm de Batı da kurgulanmış fikirlerden biri. Kapitalist sistemin kurulması ve varlığını sürdürmesi için kadınlara ihtiyaç vardı. Zira kadınlar harcamayı severler. Harcamayı artırmak için kadınlar harcandı. Kadınlar evden çıkmalı çalışmalı ve çokça tüketmeliydiler ki sistem dönsün. Sanayi devrimi ile birlikte kurgulandı feminizm. Öyle ya üretilenler hızlıca tüketilmezse fabrikalardan istedikleri kazancı elde edemeyeceklerdi.
O dönemin şartları; çıkan savaşlar ile erkeklerin evden uzaklaşması ve Batı kültürünün kendi dinlerinden dolayı kadını aşağılaması da onların işine yarayan unsurlar oldu. Kadınlar akın akın evden fabrikalara koştular.
Sanayi devrimi, aile kurumunun çöküşünü başlattı. Bu da kapitalist sistemi üzmedi tam aksi mutlu etti. Zira kadınlar mutsuzken daha çok harcarlar. Ayrıca boşanma demek ayrı ayrı evler, ayrı ayrı eşyalar derken alıp satılan her şey sanayiyi güçlendirir!
Kadın hareketi ile modernizmin de temelleri atılmış oldu. Feminizmi savunmak sanki modern olmanın bir ölçüsü gibi algılanmaya başlandı. Pek çok erkek de feminizme destek oluyor, modern görünebilmek adına. Ülkelerin politikaları bile feminist fikirler üzerine kuruluyor.
Feminizm medya desteği ile bir virüs gibi yayıldı. Köydeki Güllü Teyze bile feminist oldu, feminist olduğunu bilmeden.
Şu da net bir gerçek ki kadınların feminizm bu kadar tutmalarının sebebi feminizmin kadınların zaaflarından besleniyor olması yani feminizmin nefse hitap ediyor oluşu...
Feminizm güç vurgusu ile nefsi şişiriyor. Ben ben ben… Ben kadınım ben her şeyim ve ben her şeyi yapabilirim bir erkeğe ihtiyacım yok… (Gerçekten öyle mi acaba?)
Feminizmin bireysellik vurgusu “Ben bireyim kimse bana karışamaz” nefse hoş geliyor. Yalnız “bana kimse karışamaz” diyen kadın; kocasına, çocuklarına, etrafında pek çok kişiye karışıp, kontrol etmeye çalışıyor. Kendi bireyselliğine saygı istiyor fakat kendi yakınlarının bireyselliğine saygı duymuyor.
Feminizmin vaat ettiği “Özgürlük” yine nefsi besleyen bir iddia. “Özgürlük” fakat nasıl bir özgürlük? Evler kadınlara hapishane, eşe ve çocuklara hizmet kölelik gibi gösterilerek kadınlar evden koparılıp, paranın ve alışveriş merkezlerinin gönüllü kölesi hâline getirildi. Ve ne yazık ki kadınlar kendilerini böyle özgür zannediyorlar.
Feminizm, kadınların haklarını savunur fakat kadınların sorumluluklarından hiç bahsetmez. Kadınlar kendi sorumluluklarının konuşulmasından hoşlanmazken erkeklerin bütün sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirmesini hatta kadınların sorumluluklarını da üstlenmesini bekliyorlar.
Feminizm kadınlara dokunulmazlık getiriyor. Kadınsan ne yaparsan yap haklısın, masumsun…
Feminizm, toplum ve ailedeki bütün aksaklıklardan, kadınların mutsuzluğundan erkekleri sorumlu tutar. Bu da insan nefsinin kendini temize çıkarma çabasını destekliyor, doğal olarak.
Feminizm eşitlik iddiası ile başladı fakat gelinen noktada erkek düşmanlığına dönüşmüş durumda. Feministler bir hak mücadelesinden daha çok din ve erkeklerin üzerine basarak yükselme hedefi güdüyorlar.
Feministler din karşıtı ne varsa talep ediyorlar. Özgürlük (aile bağlarını zayıflattılar) Cinsel özgürlük (elde ettiler) Kürtaj (pek çok yerde serbest yapılıyor)… Ahlaki değerlerin yerle bir olması…
Kadın hareketinin geldiği bu noktada feminist kadınlar, erkekleri aşağılayarak yükselme hedefindeler. Medya ve pek çok uluslararası kuruluşlar kadınlara yardım etmekte ve bunun için büyük bütçeler ayırmaktalar, özellikle İslam ülkelerinde kadın hareketlerini desteklemek için.
Batılı ülkeler feminizmin kendi ülkelerinde erkeklere ve aile kurumuna verdiği zararı yeni yeni fark ederken durumu toparlama çalışmalarına başladılar. Feminist hareketin zehirlediği kadınların şerrinden korktukları için hızlı adım atamıyorlar fakat durumun vahametini halka anlatan kitaplar yayınlanmaya başladılar.
“Erkeklere Karşı Savaş: Yanlış Politikalar Genç Erkeklerimize Nasıl Zarar Veriyor?” gibi sistemi sorgulayan içerikte kitaplar yayınlanıyor ve akademisyenler tarafından makaleler kaleme alınıyor.
Fakat bizim ülkemizde bir uyanış henüz görülmüyor. Körü körüne bir feminizm destekçiliği devam ediyor. Hataları fark edenler de feministlerin şerrinden korkuyor olmalılar ki duruma sessiz kalıyorlar.
Feminizm yanlış anlaşılıyor “Erkek düşmanlığı” değildir diyen feministlerin her daim söylemleri ve yaptıkları yanında, bu sözleri pek bir samimiyetsiz duruyor.
Cinsiyet ayrımına karşı olan ve cinsiyet eşitliği savunan feminist dernekler, buldukları her fırsatta erkekleri aşağılayarak hatta hayvandan da aşağı görerek en büyük cinsiyetçiliği kendiler yapıyorlar.
Kadına şiddet ve taciz haberleri bahane edilerek erkekler üzerinde ciddi bir aşağılama kampanyası yapılıyor. Erkeklerin kadına karşı işlediği bireysel suçlar bütün erkeklerin üzerin yıkılmaya çalışılıyor. Şiddet haberlerinden sonra sosyal ağlarda genç erkeklerin “Erkek olduğum için utandım” sözlerine defalarca denk geldim.
Feminizm, temelde bir din karşıtlığı iken maalesef ki bizim toplumumuzda da kendini dindar diye tanımlayan kadınlardan fazlasıyla destek görüyor. Yazı dünyasında yer alan kadınlar, her dem kadınların ezilmesinden, erkeklerin onlara kötü davrandığından… bahsedip duruyorlar. Sürekli bir erkek aşağılaması içindeler. İnandık dedikleri din ile bu yazdıklarının ne kadar uyuştuğunu ya da çatıştığını hiç sorgulamıyorlar. Erkekleri aşağılamak kadınları yüceltmeyecek, tam aksi erkeği aşağı çeken kadın kendi de en dibe batacak.
Din karşıtı feministlerin yaptıkları, beslendikleri Batı ideolojisi sebebiyle bana normal geliyor da İslam dinine mensup onların, onlarla aynı fikirde olmaları üzücü.
Ülkemizde ilk defa din düşmanları ile dindar kesimin okumuş kadınları ortak bir noktada buluştu: Feminizm. Bu bile feminizmi sorgulamak için mühim bir sebep. Rabbimiz “Siz onlara benzemedikçe onlar sizden memnun olmaz buyuruyor.”
Kadın ve erkek bir kuşun iki kanadı. Kanatlardın biri kırık olursa o kuş uçamaz.
Kendini dindar diye tanımlayan feministlerin kendilerini şu soruyu sormaları gerekmiyor mu? Kırdığımız kanattan sorumlu tutulacak mıyız? Tek kanatla uçmayı başarabilecek miyiz? Erkeklerin aleyhine konuşarak ve yazarak kadınlara fayda mı zarar mı veriyoruz? Bu yaptıklarımızın; kendimize, çocuklarımıza, aile kurumuna ve topluma etkisi nedir?
Ve en mühimi şu soru ki, erkekleri aşağılayarak kadınların zaaflarından beslenen bir Batı ideolojisine destek olmamızdan Rabbimiz razı mıdır?
*****
Mehmet Ali Özbudun
Unutmadık!
Hayretle izliyorum.
Bir taraftan, bir dizi felaket senaryosunu seslendirirken, diğer taraftan kendilerini aklamaya çalışıyorlar. 1990’lı yıllarda kilit görevlerde bulunan iki eski bürokrat, ekrana çıkmış, ekonomiyi değerlendiriyor.
Bir tanesi, büyük bir pişkinlikle aynen şöyle diyor:
-Biz, tıkır tıkır işleyen, pırıl pırıl bir ekonomi devretmiştik.
Ne diyelim?
-Pes doğrusu!
Bürokratların insaf ve iz’andan yoksun kurusıkı atışlarını dinlerken, dönemin koalisyon hükümetlerinin ekonomiye ilişkin “müseccel ve muhteşem” performansını hatırladım.
Hemen belirtelim ki, söz konusu yılların “tıkır tıkır işleyen” ekonomisi, bir “örgütlü sorumsuzluğu” çağrıştırıyordu. Ankara’dan bölüştürülen rantların egemen olduğu Hababam Ekonomisi, Hababam Sınıfı tarafından yönetiliyordu. Hababam Sınıfı, tüm sosyal sınıfların fevkindeydi.
Ahbap-Çavuş Kapitalizmi’nin vesayetçi kurumları, “tıkır tıkır” işliyordu; kâr ederlerse onların, zarar ederlerse devletindi. Böylesine güçlü bir yozlaşma, ülkeyi tamamen içe kapatarak, küresel rekabet ortamından da koparıyordu.
Dahası…
Kokuşmuş düzene yönelik “iç ve dış tehditler” sürekli canlı tutuluyor, halkımızın gevşemesi önleniyordu. Esasen, bu milleti boş bırakmaya gelmezdi. Boş kalırsa, ya davulcuya ya da zurnacıya varabilirdi.
Yani…
Yanisi şu:
-Bu ülke, birilerinin çiftliğiydi!
* * *
Ne mi yaptılar?
Özetlemek gerekirse…
-Enflasyonu bir hayat tarzına dönüştürdüler. Enflasyonu önlemek yerine, onunla birlikte yaşamanın yollarını keşfettiler. Yüksek kronik enflasyonu, “büyümenin ve istihdamın bedeli" diye takdim ettiler.
-TL’yi sıfırlarla donattılar. İnsanımızı, kuyruğunda 15 tane sıfır barındıran katrilyonlu makro göstergelerle tanıştırdılar.
- TL’nin sıfırları, giderek yüzümüzü kızartmaya başladı. Küresel alanda bankacılık işlemlerinin yapıldığı SWIFT (Society for Worldwide International Financial Telecommunications) sisteminde, 99 trilyon TL’nin üzerindeki işlemler gerçekleştirilemiyordu, TL’den 6 sıfır atmak zorunda kaldık.
-Merkez Bankası’nın Hazine’ye açtığı kısa vadeli avansı (Genel Bütçe başlangıç ödeneklerinin % 15’i kadar), son damlasına kadar kullandılar.
* * *
-Kamu bankalarını ikinci bir hazine gibi kullanarak, “görev zararları marifetiyle" siyaseti finanse ettiler. Bütçe açıklarının bir bölümünü, kamu bankalarının bilançolarına süpürdüler.
-Bütçe dışı fonlar ihdas ederek ve bu dipsiz kuyuları, Sayıştay denetiminin dışına çıkararak, Meclis'ten geçen bütçenin yanında, ikinci bir bütçe oluşturdular.
-Bir dizi özel bankanın (22 tane) hortumlanmasını ve batmasını büyük bir keyifle seyrettiler.
-Fizik kapitalin (üretenlerin) vermediği verimi, finans kapitale verdiler. Böylece, sadece içeride haksız bir transfer gerçekleştirmekle kalmayıp, dışarıya da kaynak aktardılar.
-Köpürtülen risk primiyle birlikte, faiz oranları sürekli tırmandı. Sanayi ve ticaret odalarının meclis toplantılarında “Beyler! Sanayici ve tüccar repocu oldu, rantiye oldu” tarzında hamasi nutuklar atıldı.
-Sanayi şirketleri, kendi faaliyetlerinden zarar ederken, çarpık mali sistemin sunduğu faaliyet dışı kârlarla idare etmeye başladı. Şirketlerin bilançolarını, “faaliyet dışı kârlarla ve faaliyet zararlarıyla” süslediler.
* * *
-“Seçmene selam!" faslından, “sosyal güvenlik kurumlarını" çökerttiler.
-"Yüksek enflasyon-hızlı büyüme" diye belirlenen saadet zinciri duvara tosladığında, IMF'ye gittiler.
-IMF’den gelecek krediyi, hasreti çekilen bir “müsekkin ya da uyuşturucu” gibi beklediler.
-IMF, "önce reform, sonra para" dediğinde "önce para, sonra reform" gibi kurnazlıklara tevessül ettiler.
-IMF tarafından köşeye sıkıştırıldıklarında, sahte gündemler oluşturarak vaziyeti idare ettiler.
* * *
Bitmedi!
Kamu borçlanmasını da tamamen rayından çıkardılar.
-Ülkemizin borç dinamiklerini özetlerken ne diyorduk?
Sabrınızı zorlamadan söyleyelim:
-“Yol engebeli, merkep topal, yük züccaciye!” diyorduk.
Sebebi son derece açıktı:
-Borç/GSYH oranı çıldırmıştı.
-Kısa vadeye yoğunlaşan borç stokunu, çok yüksek bir reel faizle döndürmek zorundaydık.
-Kamu borçlanmasının mali sistem içindeki payı, dehşet verici boyutlara tırmanmıştı.
-Hazine’nin finansmanına aracılık eden bankacılık sektörünün bilançolarında bir dizi finansal mayın göz kırpıyordu.
-Batan bankaların ve kamu bankalarının görev zararlarının getirdiği yük de cabasıydı.
* * *
Uzun lâfın kısası, 1999'a geldiğimizde, borç yönetimi tıkanmıştı. Ülke, tam anlamıyla “tefeciye düşmüş basiretsiz tüccar” görüntüsü veriyordu.
Piyasalar, “konsolidasyon ve moratoryum” dedikodularının gölgesinde nefes almaya çalışıyordu.
2000 yılında, açıklanan istikrar programıyla önceleri biraz rahatlar gibi olduk; fakat Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri, ekonomiyi yeniden bir kaosun içine attı.
* * *
Yabancılar, “Türkiye’nin en istikrarlı ekonomik göstergesi enflasyondur” diye sataştılar, sineye çektik.
Mesela…
-1990-2001 yılları arasında, ortalama büyüme % 3.2’ye düşerken, ortalama enflasyon %75’e tırmandı.
-Ekonomi, 1994, 1999 ve 2001 yıllarında (sırasıyla “-6.1,-6.4,-9.5” olmak üzere) üç defa negatif büyüdü.
* * *
Olup bitene, şöyle de bakmak mümkün.
Siyasetin ve ekonominin gündemi, bir taraftan senaryosu yazılan, diğer taraftan alelacele çekilen niteliksiz dizileri andırıyordu. Yazılı olmayan toplumsal sözleşme, popülizmi yıllarca iktidara taşıdı. Sandıktan, “Baba Devlet ve Halefleri” diyebileceğimiz bir model çıktı ve çok net bir mesaj verdi:
-Bölüşmek için üretmek gerekmez, üretmeden de bölüşülebilir.
Aynı toplumsal sözleşme, giderek genişleyen bir kamu kesimi borçlanma gereği, sürdürülemeyen borç dinamiği ve çöken bir banka sisteminin katkısıyla, defalarca krizlere tosladı.
* * *
Kısa vadeli spekülatif sermaye hareketlerinin gölgesinde (ve şantajı altında!), müflis bir kamu maliyesinin refakatinde, “sığ bir mali sistem ve kronik enflasyon” ile yürütülmeye çalışılan büyüme modeli çöktü.
Makyaj döküldü, ama Hababam Sınıfı, bu durumu kabullenemedi. Nihayet, Kasım 2002’de sandığa gömüldü. O tarihten bu yana, tüm çabalara rağmen bir türlü toparlanamadı.
Galiba, zaman zaman nükseden kaşıntı, biraz da buradan kaynaklanıyor
.
İran Meselesi ve Türkiye
5 Ocak 2018 02:00
Osmanlı tarih sahnesinden çekileli bir asrı geçti. Gırtlağına kadar yolsuzluklara bulaşmış baskıcı rejimlerin zulmünden; kan, gözyaşı ve sömürüden bir türlü kurtulamayan Orta Doğu halkları Osmanlı’yı, Türk hoşgörü ve adaletini mumla arar oldu. Irak, Libya ve Suriye’nin ardından şimdi de İran ve Suudi Arabistan’da iç huzursuzluk belirmektedir. Daha önce Libya, Irak, Suriye gibi ülkelerde bu tür toplumsal hareketlenmeler başladığında halktan yana olduğunu söyleyen, demokrasi bekçiliğine soyunarak o ülkelerin altını üstüne getiren ABD, şimdi de sokaklara çıkan İran halkının yanındayım diyor. Arap baharı sonrası Trump’ın İran’daki gelişmelerle ilgili yukarıda zikrolunan açıklamasına, asrın ironisi de diyebiliriz. Ne yazık ki İslam dünyasını müstemleke rejimlerine, despotizme, karanlığa, cehalete mahkûm eden, bu durumdan kendisine çıkar sağlayan, devleti teslim ettikleri devşirilmiş yapılarla ülkeleri yöneten, milletlerin kafasını kaldırarak etrafta olup bitenleri anlamasına imkân tanımayan, türlü dalaverelerle servetlerini talan eden de yine aynı müstemlekeci odaklardır. Rahmet ve merhamet dini İslam ve mezhep adına savaşmaları için karşı karşıya konuşlandırılan iki despotik, iki karanlık rejim, iki rakip/hasım ülke olan İran ve Suudi Arabistan etrafında bugünler bir biriyle örtüşen, küresel emperyalizmin amaçlarına uygun gelişmeler yaşanmaktadır.
Maalesef yirminci asır boyunca da küresel güçler ve onların bölgedeki uzantısı olan İsrail, İslam dünyasının uzlaşmaz etno-kültürel iki ucunu temsil eden her iki petrol ülkesiyle ilgili aynı amaca hizmet eden politikalar üretmiştir. Şimdi üst üste yapılan saldırılarla Anadolu karargâhı ele geçirilemezken, Türkiye dimdik ayakta emperyalizme meydan okurken, kurmuş olduğu yeni ittifaklarla ABD’yi Orta Doğu’da PKK koridoru ve İsrail’e sıkıştırmışken bölgesel kaosun devamını sağlamak için daha kanlı bir cephe açılmaya çalışılıyor. Her iki ülkenin de neredeyse varlık sebebi olarak üzerinde inşa edildiği barışmaz mezhepsel zihniyetin dış merkezlerin aktif hamleleriyle kendi çocukları tarafından bertaraf edilmeye veya yeni jeopolitik şartlar ve oyunların kodlarına uygun olarak tehlikeli sonuçlar doğuracak ıslahatlara zorlandığını görüyoruz. Ahmedinejad da, Muhammed bin Selman da farklı karakter ve kimlikler taşısalar da aslında aynı yolun yolcularıdır. Hedef de oyunbozan Türkiye’dir. Türkiye’nin dünyanın en stratejik coğrafyalarında mevcut olan potansiyel imkânları, insan gücü, coğrafî konumu, istikrarlı bir biçimde sürdürülen ekonomik büyümesi, sanayi hamlesi, bağımsız dış politikası, küresel güçleri rahatsız ediyor. Katar meselesinde olduğu gibi aslında İran ve Suudi Arabistan operasyonları üzerinden de Türkiye’nin birleştirici, merkezî rolü, tarihî misyonu, İslam ümmetini muhtemel mezhep çatışmasından koruyabilecek yegâne lokomotif olma özelliği hedef alınmaktadır. İslam dünyasının birliğini temsil eden Osmanlı, Haçlı saldırılarıyla yıkıldıktan sonra dünyanın en stratejik bölgesi olan Avrasya’nın yalnız siyasi, idari, coğrafi dengeleri altüst olmamış, mevcut bölgesel huzursuzluklar ve stratejik çatışmaların da kaynağını teşkil eden İsrail ve Ermenistan gibi proje devletler ortaya çıkmıştır. Küresel güçlerin böl ve yönet doktrinine uygun olarak, tarihî süreç içerisinde Arap coğrafyasının sosyo-kültürel alt şuurunda kronikleşen, ayrışmayı teşvik eden Mevali yaklaşımı, İngiliz aklıyla bu sefer Suudi merkezli Vahhabilik olarak nüksetmiş, İran’da ise bin yıllık Türk-İslam hâkimiyetinin bile dönüştüremediği kendini üstün gören Sasani geleneği Pehlevilerle birlikte kendi kültürel farklılık kodlarını tekrar diriltmeyi başarmıştır.
İran’ı ve orada yaşanan olayları biraz irdeleyelim. Orta Doğu’da yeni jeopolitik denklemlerin şekillendiği, İsrail’in genişlemesinin önündeki en büyük engel olan Ankara’nın hedefe oturtulduğu, ABD’nin PKK-PYD koridoruyla Türkiye’yi kuşatma altına alarak Arap dünyasından, Afrika’dan uzak tutmaya, güçlü ve bağımsız Türkiye yolundaki yürüyüşünü durdurmaya çalıştığı bir dönemde, kuşkusuz nüfusunun yarısı Türklerden ibaret olan komşu İran’da istikrarın korunması elzemdir. Zaten küresel güçlerin İran’ı parçalamak, o devletin kurucu unsuru olan Türklerin gabedilen haklarını iade etmek, demokratik gelişmelere destek vermek gibi bir derdi yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. ABD’nin derdi bölgedeki kaosu derinleştirerek daha da içinden çıkılmaz hale getirmek ve bulanık suda balık avlamak. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında İran ve Suudi Arabistan’ın, birilerinin yol göstermesiyle soydaş ve akraba topluluk olan Balkanlardan Orta Asya’ya Türkiye’nin bütün medeniyet coğrafyalarında ayrıştırıcı dinî inanç ve öğretilerini yayarak Türkiye’nin tarihî misyonunu baltalamaya çalıştığı, İran’ın özellikle Türkiye’yi rakip olarak görüp geniş coğrafyalarda bu yönde yoğun faaliyetler yaptığı, Güney Azerbaycan da dâhil milyonlarca Türk’ün kültürel haklarını gasbettiği gerçeğine rağmen mevcut konjonktürde her iki ülkede de istikrarın sürmesi, Ankara’nın bölgesel politikaları açısından oldukça önemlidir. Unutulmamalıdır ki Tahran rejimi, değişen iç ve dış konjonktüre uygun olarak hem İran’ın köklü devlet hafızasını, diplomatik birikimini, stratejik jeopolitik konumunu, özel kuvvetlerini, insana dayalı istihbaratını iyi kullanmasını biliyor, hem de Şiiliği, Fars milliyetçiliğini nerede ve nasıl kullanacağını doğru tespit ediyor. İran, İsrail ve Siyonizm karşıtlığını kullandığı gibi, sıkışınca ve çıkarları gereği İsrail ve Batıyla sessiz sedasız pragmatik iş birliğini de zamanında ve ölçüsünde kullanmayı iyi biliyor. 1925’te Rıza Şah bir darbeyle Türk hanedanı olan Kacarları tahttan indirip yerine geçtikten sonra Pan-İranizm ve Farsçılık İran’da girift ve komplike bir safhaya geçmiş, bu manada iç ve dış politik hâkimiyet doktrini ve devlet felsefesi açısından bu darbenin devamı mahiyetinde olan 1979 devrimiyle birlikte de hâkim küresel güçlerin bölgesel denge politikasına uygun olarak mezhep üzerinden bir milli kimlik inşa edilerek güçlü bir şekilde yola devam edilmiştir. İran’ın bugünkü siyasetini anlayabilmek için 1925 ve 1979 devrimlerinin arka planını, şifrelerini, jeopolitik dengelerin bu süreçlere etkisini, sistem içi dengeleri, reform hareketlerini, devletin alabildiğine karmaşık yapısını doğru okumak lazım. İran çok girift ve komplike bir siyasi sistemle yönetiliyor. Rejim gizemini ve gücünü iyi anlamış, güçler ayrılığının da ötesinde oluşturulmuş güçler parçalanmışlığından alıyor. Dini lider önemlidir. Ordudan ekonominin önemli bir bölümünü kontrolünde tutan dini ve ticari vakıfların başkanlarına kadar ek çok stratejik kuruma dini lider atama yatar. Ancak dini lider de daha derin ve kolektif bir yapılanma olan Düzenin Yararını Teşhis Heyetindeki dengeleri gözetmek, onların çizdiği istikametler doğrultusunda iç ve dış siyaseti dizayn etmek zorunda. İran devlet geleneğinin olmazsa olmazı olan istişare ve danışmanlık kurumu rejim tarafından geliştirilmiştir. Anayasayı Koruyucular Konseyinin de siyasi süreci yönlendirecek önemli yetkileri bulunuyor. Yani artan sokak gösterileri karşısında devlet aklını temsil eden bütün bu parçalı görüntü veren kurumların eşgüdüm içinde bölünmeden alacağı kararlar önemlidir. Nükleer anlaşmanın taraflarından olan Avrupa ülkeleri ve Rusya’nın İran yanlısı politika izlemesi, Suriye’deki son gelişmeler, İran’da istikrarın korunması için Türkiye gibi büyük bir komşu ülkenin verdiği destek de İran’ın elini rahatlatıyor.
ABD’nin has adamı Rıza Şah’ın ölümünden az önce “ABD ve İngiltere yerine muhalefeti bastırmayı teklif eden askerleri dinleseydim ülkemi terk etmek zorunda kalmazdım” beyanatıyla Humeyni’nin devrimden az önce Paris’te CIA yetkilileriyle temas kurarak “askerler sizi halk beni dinler, iş birliği yapabiliriz” dediğini, Tahran’dan Bursa’ya, oradan da Necef’e, sonra Paris’e uzanan yolculuğunu, petrolün devrim sonrasında Batıya kesintisiz olarak ulaştırıldığını, Sovyetlerle mesafeli duruşun devam ettiğini, sadece 1980-1987 arasında İsrail’in İran’a 500 milyon dolarlık silah sattığını, İran-Irak savaşı sırasında İsrail uçaklarının da Irak’ın nükleer tesislerini bombaladığını, Araplara karşı İran’ın İsrail’le ittifak yaptığını, İzak Rabin’in 1987’de yaptığı bir konuşmasında İran’ın İsrail’in en iyi dostu olduğunu söylemesini, meşhur İran-gate skandalını da birleştirirsek İran inkılabının küresel güçlerin iradesinden bağımsız olarak gelişmediğini, Humeyni’nin Paris’te gerçekleştirdiği konuşmaların kasetlerinin ertesi gün Tahran’daki apartmanların girişlerine nasıl ve hangi güçler tarafından bırakıldığını da anlamış oluruz. İsrail ve ABD’nin bugünkü Suudi Arabistan politikası, dönemin İran politikasına çok benzemektedir. ABD, İslam ülkelerini ve onların başındaki isimleri kullanıp atmayı iyi biliyor. Rıza Şah döneminde İran Hava Kuvvetleri komutanı olmuş Amir Hüseyin, mahkemesinde NATO’nun şahı İran’dan fare kovar gibi kovduğunu boşuna dile getirmemiştir. İsrail ve ABD, Irak’ı İran’a terk ederek, mezhep savaşı için ortam hazırlayarak, önce Suriye ateşini alevlendirip sonra Esad koalisyonu karşısında Türkiye ve muhalefeti yalnız bırakarak, terör örgütü PYD’ye binlerce tır silah göndererek kargaşaya hizmet etiğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ankara, Erdoğan liderliğinde nice operasyon, suikast ve darbe girişimlerini atlatmış, büyük bir dirayet ve kararlılık göstererek millî siyaset geliştirmek suretiyle bütün hamleleri bertaraf edip Suriye tuzağını bozmuş, Orta Doğu’daki süreci büyük ölçüde tersine çevirmiştir. İğneden ipliğe her şeyini dışarıdan aldığı için Batıya bağımlı olan Suudi Arabistan devletini, İran yayılmacılığıyla tehdit ederek cepheye sürmek ABD’nin bitip tükenmeyen kaos senaryolarında yeni bir perde. Tavşana kaç tazıya tut politikası. Felaket senaryoları engellenerek oyunlar bozuldukça ekonomik zorluklar, siyasi baskılar altında ezilen kitleler sahneye çıkarılmakta, emperyal koridora karşı koyan cephe, içeriden yarılmaya çalışılmaktadır. Artık bütün Orta Doğu’nun sağlam, devşirilmemiş yapılarının nazarları Ankara’ya dikilmekte, sokakların da nabzı Ankara’yla atmaktadır. Derin Yahudi devletinin Trump üzerinden aldığı Kudüs kararını, Barzani’nin bertaraf edilen son hamlesini, PKK-PYD’ye gönderilen binlerce tır dolusu silahın namlusunun çevrildiği istikameti, Gezi kalkışmasından 15 Temmuz’a, ABD’de sahnelenen Zarrab tiyatrosuna kadar uzanan bütün operasyonları, aynı jeopolitik dizayn sürecinin halkaları, tek projenin uzantıları olarak göremezsek hızlanan küresel ve bölgesel gelişmelerin dinamiğini, iki asırdır yaşadığımız acıları, tarihin ısrarla idrakimize sunduğu mesajları okuyamayız. Evet, Türkiye, Anadolu coğrafyası bin yıldır Türklüğün, İslam ümmetinin, hak ve adalet arayan insanlığın sığınılacak limanı, karargâhıdır. O karargâh daha da güçlenir, sağlam durursa Orta Doğu’nun bütün ülkelerinde emperyalizme karşı birlik rüzgârları kuvvetli eser, ülkeler bağımsızlaşır. Halka rağmen iktidarlarını sürdüren despotik rejimlerin de sonu böylece gelmiş olur.
.
Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Osman Sağırlı ve Dr. İbrahim Pazan
6 Ocak 2018 02:00
Osman SAĞIRLI - osman.sagirli@tg.com.tr
Acemice bir oyun mu?
Dünyanın en kanlı ve sancılı bölgelerinde son birkaç yıldır başrol oyunculuğuna soyunan hatta Orta Doğu ve Körfez ülkelerinde âdeta etnik emlakçılık yapan İran, kendi içindeki kontrolü kaybetme tehlikesiyle mi karşı karşıya?
Daha önceki bir araştırma başlığımızda dediğimiz gibi “Nerede isyan orada İran” düsturu ile yıllardır hayalini kurduğu “Şii Hilali” projesini hayata geçirmek için hinterlandındaki ülkelerin demografik yapısıyla oynayan, rejim ihraç eden İran, bugünlerde kendi içinde de rejimi koruma süreci yaşıyor.
İran’ın her seferinde ötelediği, baskıladığı hatta dünyadan gizlediği problemler zaman zaman gün yüzüne çıkıyor. Güney Azerbaycan’da çoğunluğu Şii, Belucistan’da ise Sünni halkla gerginlik yaşayan İran rejimi, geçtiğimiz yıl ki Ahvaz ayaklanmasından sonra şimdi de geniş halk kitlelerinin ekonomik sebepleri gerekçe göstererek başlattığı protestolarla mücadele ediyor.
İran’da, 2009’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana en büyük hükûmet muhalifi eylemler onuncu gününde.
28 Aralık’ta Meşhed’de bir grup göstericinin, ülkedeki hayat pahalılığı, işsizlik, yolsuzluk gibi problemleri protesto etmesiyle başlamıştı her şey. Kısa sürede rejim muhalifi gösterilere dönüşen protestolar, Tahran, Kirmanşah, Senendeç, Zencan, Şiraz, Kum, İsfahan, Lorestan, Hemedan, Ahvaz, Zahidan, Erak, Hurrem Abad gibi pek çok şehre yayıldı.
BATIK ŞİRKETLER
Peki, İran’da halkı sokağa döken olaylar nasıl gelişti?
Aslında bu protestolar bir anda ortaya çıkmadı. Son bir yıl içinde başta Tahran olmak üzere birçok kentte, sayıları 6 bini bulan batık finans şirketlerine yatırımlarını kaptıran ve sayıları milyonları bulan mağdurlardan bazıları küçük çaplı da olsa gösteriler düzenleyip tepki gösteriyordu. Devlet ve hükûmet kurumları ise bu gösterileri sadece izlemekle yetiniyordu.
Bazı bankaların yanı sıra yüksek faiz vaadiyle mevduat toplayan Arman, Hazar (Caspian), Saminü’l-Hucec, Saminü’l-Eimme ve benzeri finans kuruluşlarının iflas etmesi İran’da son dönemlerde önemli bir sorun olarak dikkat çekiyordu.
Yoksulluk sınırının bin dolar olup, nüfusun mühim bir bölümünün bu sınırın altında yaşadığı İran’da ekonominin gittikçe daralması; mollaların ekonomik varlığı, iç piyasadaki para darlığı, bazı yöneticilerin astronomik maaşları, son zamanlarda temel ihtiyaç maddelerine yapılan zamlar, resmî verilere göre yüzde 9 dolaylarındaki enflasyon ve yüzde 13 civarında işsizlik oranları... Hepsi sokakların hareketlenmesi için yeterli bir sebepti. Yaş ortalaması 29,4 olan 80 milyon nüfuslu İran’da, yoksul tabaka ve muhalifler mudilerin yanında yer alınca olaylar çığırından çıktı.
Resmî açıklamalara göre 29 kişinin hayatını kaybettiği İran’daki olaylar görüntü itibarıyla bir ayaklanma mı yoksa karşılıklı restleşmenin bir sonucu mu bunu ilerleyen günler gösterecek.
Ancak biraz geriye gidince bugün gelinen noktanın öngörülebilir bir süreç olduğu ve tarafların çekişmeyi sahada çözmekten başka çıkar yol bulamadıkları tezi ağırlık kazanıyor. Zira istihbaratı ve güvenliği dünya çapında ün yapan bölgedeki dengeleri yüzlerce yıldır altüst edebilecek kapasitedeki bir ülkenin bu olayları hesap edememiş olması düşünülemez.
DARBE UYARISI
İran’da son 20-30 yıldır 1979 devrimi ile yönetimde ağırlığını hissettiren rejim koruyucularla seçilmişler arasındaki sürtüşme miras olarak ilgili taraflarca devralınıp devrediliyor. Aynı safha ülkedeki en üst iki otorite olan Devrim Rehberi Ali Hamaney ile Cumhurbaşkanı Ruhani arasında uzun zamandır devam ediyor.
İşte bu gerginliğin bu eylemlere de yansıdığı, hatta bazı analistlere göre de eylemlere kapı araladığı konuşuluyor. Zira iki lider arasındaki görüş ayrılıkları Ruhani’nin 2013 yılında cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra iç politika, dış politika, ekonomi ve kültür gibi farklı sahalarda kendini derinden hissettiriyordu. Geçtiğimiz yıl 19 Mayıs’taki cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar süren bu gerginlik Hamaney’in kontrolündeki Anayasayı Koruyucu Konseyinden veto yemek istemeyen Ruhani’nin geri adım atmasıyla bir süreliğine de olsa düşmüştü. Seçimlerde yeniden koltuğa oturan Ruhani’nin kaldığı yerden devam etme kararı alması, hatta tıpkı kendinden önceki cumhurbaşkanları Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad gibi dört yılda bir halk tarafından doğrudan seçilen cumhurbaşkanının anayasada belirlenen yetkileri yetersiz olduğunu söyleyerek sınırları zorlaması ipleri iyice gerdi. Seçim sonrasında Ruhani’nin sürekli halkın iradesine saygı duyulması gerektiğini ima eden çıkışları karşısında Hamaney öyle bir çıkış yaptı ki İran siyasetinde meydana getirdiği depremin artçı şokları bugün bile hissediliyor. Hamaney geçtiğimiz yıl devlet erkânına verdiği iftarda Ruhani’yi ülkeyi Benisadr gibi kutuplaştırmaması konusunda uyardı. Benisadr hatırlatması aslında bir darbe imasıydı. Zira, Benisadr, Ocak 1980’de aldığı %76’lık oyla İran’ın devrim sonrası ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmiş ve bir buçuk yıl bu görevi yürüttükten sonra Ayetullah Humeyni ve çevresindekilerle yaşadığı görüş ayrılıklarından dolayı önce mecliste hakkındaki gensoru kabul edilmiş ardından da Humeyni tarafından azledilmişti. Benisadr, çareyi Fransa’ya kaçmakta bulmuştu.
Devletin zirvesinde yaşanan olaylar, eylemlere ne devrim muhafızlarının ne de diğer güvenlik güçlerinin ilk günlerde müdahale etmemiş olması, gösterilerin Ruhani’nin seçimlerdeki rakibi Ebrahim Raisi’nin kalesi, İmam Rıza Türbesi ve rejim fanatiği Şiilerin yer aldığı Meşhed’de başlaması rejimin Ruhani’ye ders verdiği yönündeki tezleri güçlendiriyor.
KİME DESTEK?
Sokaklarda yabancıların parmağı elbette ki vardır. Tıpkı 1953’teki Musaddık olayında CIA’in itiraflarına sebep olan darbe hadisesi, 2009’daki başarısız yeşil devrim harekâtı ve küçük çaplı darbe teşebbüslerindeki gibi…
Ancak olayların başladığı anda, ABD Başkanı Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu’nun çıkışları bu defa işaret edilen dış güçlerin darbeye değil de rejime destek verdiği kuşkularına sebep oldu. Avrupalı bazı stratejistler, Trump’ın destek tweetlerinin ardından İran’da gösterilerin seyrinin tersine döndüğünü, protestolara katılımın azaldığını, rejim muhalifi sloganlar yerine ABD muhalifi sloganların duyulduğunu dile getirdi.
Sonuç olarak şu ana kadar hiç karşı karşıya gelmeyen İsrail ve İran’ın üçüncü taraflara birbirlerini korkuluk gibi göstermeleri neticesinde petrol ve silah satışından elde ettikleri kazanımları unutmamak gerekiyor. Tıpkı Trump’un ABD’de yaşayan ve üstelik çoğunluğu ABD vatandaşı olan bir milyondan fazla İranlıyı unutmadığı gibi!
Bu arada rejim “Bizi yalnız bırakmayın” çağrısıyla sokakları dolduran yandaşları sayesinde bir de güven tazelemiş oldu.
22 Şubat 2017 tarihli gazetemizde İran’ın bu süreci yaşayacağını ifade etmiştik.
İbrahim PAZAN - ibrahimpazan@gmail.com
KUDÜS-İ ŞERİF: İLK KIBLEMİZ, KIRMIZI ÇİZGİMİZ
Hayatı gerçekten çok yoğun yaşıyoruz. Son yarım asırda hem ülkemizde hem de dünyada ne olaylara şahit olduk. Osmanlı Devleti’nden sonra güçlü bir hami devletimiz olmamasından dolayı Batı’nın her fırsatta dinimize bühtanda bulunması karşısında Müslümanlar olarak hüzünlendik. Ancak son zamanlarda, başlangıçta şer gibi gördüğümüz bazı olayları, Cenabı Hakk’ın hayra çevirdiğine sıkça şahit olmaktayız. Hatırlayalım, 15 Temmuz 2016 hain darbe girişiminde, 250 şehidimiz ve binlerce yaralımız oldu. Çok üzüldük. Karargâhını ABD’de kurmuş bir hainin, neredeyse devletimizi ele geçirmek üzere olduğunu görünce şaşkına döndük. Ama sonuçta, devletin ordusuna, polisine, yargısına ve diğer kurumlarına sızmış hainler bu vesileyle gün yüzüne çıkarılmış oldu. Ayrıca devlet bu vesileyle ordusuna, polisine, yargısına, yüksek öğretim kurumlarına velhasıl bütün önemli organlarına ayar verdi. Bir daha böyle bir hadisenin başımıza gelmemesi için gerekli tedbirleri aldı. Yani şer gibi görünen bir olaydan sayısız hayırlar çıktı.
TRUMP’TAN SKANDAL AÇIKLAMA
Gelin son günlerin sıcak gündemi olan Kudüs meselesine de bu açıdan bakalım. Malumunuz 6 Aralık 2017 günü ABD Başkanı Trump, Kudüs'ü resmen İsrail'in başkenti olarak tanıdıkları ve Tel Aviv'deki büyükelçiliklerini Kudüs'e taşıyacakları şeklinde skandal bir açıklamaya imza attı. ABD’nin dünya barışına hizmet eden değil tam aksine dünyanın huzurunu kaçıran, her yerde savaş ve karışıklık çıkaran bir devlet haline geldiğini bir defa daha ispatladı. Kendi devletinin de altında imzası olan, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nin 1980 yılında İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhak ederek başkent ilan etmesini geçersiz sayan 478 sayılı kararına aykırı davrandı. ABD’nin “Güçlü olan, haksız da olsa haklıdır” zorbalığını cümle âleme bir defa daha gösterdi.
TÜRKİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRDI
Başkan Trump’ın son derece sorumsuzca aldığı, dünya barışının altına dinamit koyan bu kararı sonrasında, başta Türkiye olmak üzere bütün dünyadan yoğun tepkiler geldi. Pek çok yerde kararı protesto eden yürüyüşler, toplantılar tertip edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kararın, uluslararası hukuku çiğnemenin yanında medeniyetimize de indirilmiş ağır bir darbe olduğunu belirterek İsrail’in bir işgal ve terör devleti olduğunu vurguladı. Erdoğan ayrıca İslam İşbirliği Teşkilatını, Olağanüstü toplantı için İstanbul'a davet etti. 13 Aralık 2017 günü toplanan zirveye, 56 üye ülkeden 49 temsilci katıldı.
Toplantı sonunda yayınlanan İstanbul Deklarasyonu’nda, ABD Yönetimi’nin Kudüs’ün statüsüne ilişkin hukuk dışı açıklaması reddedildi. Bu açıklamanın gerek vicdan gerek hukuk gerek tarih önünde hükümsüz olduğu ilan edildi. Ayrıca Filistin Devleti’nin tanındığı teyit edilerek tüm dünya, Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya davet edildi.
ABD BM’DE NAKAVT OLDU
ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararından vazgeçmesi çağrısı önce BM Güvenlik Konseyine taşındı. 18 Aralık 2107 günü yapılan oylamada 5 daimî üye ve 10 geçici
üyeden ABD dışındaki 14 üye tasarıyı kabul etti. Ancak ABD veto hakkını kullandı. Konu bu defa BM Genel Kuruluna götürüldü. BM Genel Kurulunun 21 Aralık 2017 günkü birleşiminde tarihî bir gün yaşandı. ABD’nin üye ülkeleri açıkça tehdit etmesine rağmen tasarıyı 128 ülke kabul ederken; 9 ülke ret, 35 ülke de çekimser oy kullandı. ABD ve İsrail ile birlikte tasarıya karşı çıkan ülkeler de adı sanı duyulmamış Guatemala, Honduras, Togo, Mikronezya, Nauru, Palau ve Marshall Adaları gibi devletçiklerdi. ABD ve İsrail bütün dünyanın bu sert yumruğu ile nakavt olmuş olmanın acısını derinden hissettiler.
KUDÜS NEDEN ÖNEMLİ?
Kudüs-i Şerif’in biz Müslümanların gönlünde çok ayrı bir yeri vardır. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın ilk kıblemiz olmasının yanı sıra, Peygamber efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü Miraç hadisesinin başlangıç noktası da bu Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle bu bereketli, mübarek beldededir.
Hazreti Ömer, Peygamber efendimizin Şam ve civarındaki şehirlerin fethedileceği müjdesinin kendi devrinde vuku bulmasını çok arzu ediyordu. Ebû Ubeyde bin Cerrah hazretlerini Şam ordularının başkumandanı yaptı ve Bizans İmparatoru Heraklius’un ordularına karşı bölgeye gönderdi. Şam, Gazze, Nablus ve Yafa şehirleri ele geçirildi. Rum ordusunu dağıtan Amr bin Âs Kudüs’ün teslim edilmesi için haber gönderdi. Kudüs’ün ileri gelenleri, Halife’nin bizzat gelip ahd ü eman vermesi hâlinde beldeyi teslim edeceklerini bildirdiler. Hazreti Ömer 638 yılında Medine’den Kudüs’e geldi. Şehri teslim alarak Peygamber efendimizin Miraç’ta üzerine basarak göklere yükseldiği Sahratullah’ı buldurdu. Yahudiler tarafından çöplük haline getirilen sahrayı kendi elleriyle süpürüp eteğinde toprak taşıyarak temizledi.
İSLAM DEVLETLERİ HEP HİZMET ETTİLER
Kudüs Emevîlerden sonra Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Fatımîler, Selçuklular, Zengîler, Eyyûbîler, Memlûklüler ve nihayet Osmanlıların hâkimiyetinde 1200 sene süreyle hep Müslümanlarda kaldı. Arada sadece 1099’da Haçlı işgaliyle elden çıktığı ve Selahaddin-i Eyyûbî tarafından 1187 senesinde tekrar fethedilene kadar süren 88 senelik bir kesinti vardır.
Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Seferi’nde, 1516 yılı sonunda Memlûklüler’den alınan Kudüs tam 401 sene Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Bu dört asır, her dinden insanın refah ve huzur içinde yaşadığı mutlu bir dönem olmuştur. Osmanlılarca her zaman saygı gösterilen bu belde gerekli bütçe ayrılarak hep imar edilmiştir.
OSMANLI GİTTİ, HUZUR BİTTİ
Kudüs Osmanlı’nın son dönemlerinde, doğrudan Dahiliye Nezaretine bağlı müstakil bir sancak olarak merkezden tayin edilen bir Kudüs-i Şerif mutasarrıfı tarafından idare edilmiştir. 17.100 kilometrekare yüzölçümüne sahipti. 1917 yılında Osmanlı’nın son Kudüs idarecileri, mutasarrıf İzzet Bey, kadı Ali Kemal Efendi, Hanefî müftüsü Mehmed Kâmil Efendi, Şafiî müftüsü Şeyh Mehmed Tahir Efendi, Yafa kaymakamı İrfan Bey ve Gazze kaymakamı Muin Bey’dir.
Osmanlılar Kudüs’ten çıkıp 11 Aralık 1917’de İngilizler girince, 1200 senelik bu mübarek İslam beldesindeki dört asırlık Osmanlı huzur dönemi de sona erdi.
İNGİLİZ’İN OYUNU
1917'de İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist lider Baron Edmond de Rothschild’e yazdığı mektupta, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını İngiltere’nin destekleyeceğini bildirdi. Bu deklarasyona güvenen Yahudiler Filistin topraklarına süratle yerleşmeye başladılar. 1922 yılında Filistin’deki Yahudi nüfusu 83 binden 467 bine çıktı. 1947 yılına gelindiğinde bölgeyi elinde tutan İngiltere, Filistin toprakları üzerindeki çatışmaları sonlandırmak için BM’ye müracaatta bulundu. Kurulan Filistin Özel Komisyonu, Filistin’in en verimli kısımlarını oluşturan %55’lik kısmını Yahudilere, geri kalan verimsiz toprakları ve çölleri ise Araplara bırakan bir plan teklif etti. Bu arada İngiltere BM'deki oylamayı beklemeden 15 Mayıs 1948'de Filistin manda idaresinin sona ereceğini deklare etti. Bunun hemen akabinde, 14 Mayıs 1948’de Yahudiler İsrail devletinin kurulduğunu ilan ettiler.
Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak’ın giriştiği savaşta, batılı devletlerin desteğini alan İsrail’e karşı başarı sağlayamadılar. İsrail savaş sonrasında Filistin’deki toprağını %55’ten %78’e çıkardı. 1956 ve özellikle 1967’deki Arap-İsrail savaşı felaketle sonuçlandı. Mısır’ın elinde bulunan Gazze ve Sina Yarımadası da İsrail’in eline geçti. 7 Haziran 1967 günü İsrail askerleri Kudüs’e girdi. Böylece 1917 yılında Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmış olan Kudüs 50 yıl sonra Yahudilerin eline geçmiş oldu.
.
İslam’ın Kayıp Halkası: Ebû Hanife
12 Ocak 2018 02:00
Sözün başında bundan sonra ayda iki kez sizlerle Türkiye gazetesinin sayfaları aracılığıyla hasbihâl edeceğimi duyurayım. Adı gibi Türkiye gazetesi de büyük bir aile. Bu ailenin içinde Türkiye’nin birçok rengini bulmak mümkün. Farklılığımız ve çeşitliliğimiz bizim en büyük zenginliğimiz. Sağolsun İsmail Kapan Bey davet ettiler, biz de “davete icabet sünnettir” dedik, kabul ettik. 1988’de Ankara Demetevler’de soğuk kış sabahları dağıttığım gazetede yazmak nasip oldu. Nereden nereye… Dualarınızı beklerim.
Yazımın başlığı eminim okuyucularıma biraz garip gelmiştir. İslam’da en çok müntesibi olan, “Hanefilik” diye bilinen bir fıkıh mezhebinin kurucusu “İmam-ı Azam Ebû Hanife” diye meşhur olmuş biri nasıl kayıp olur? Biliyorum, muhafazakâr ve mütedeyyin çevrelerde özellikle de yaşı biraz ortanın üstünde olan nesil için Ebû Hanife hazretlerinin kayıp olduğunu kabul etmek biraz zordur. Ama maalesef Ebû Hanife gerçekten kaybolmaya yüz tutan, unutulmaya başlanan bir değerdir. Kayıp ilanını vermemin nedeni de bu yüzdendir...
Önce müsaadenizle “Ebû Hanife kimdir”, kısaca gençlerimiz için onu tanıtmak isterim. Ebû Hanife hazretleri “Hanefilik” diye bilinen ilk fıkıh mezhebinin kurucusudur. Fıkıh, Müslümanların “muâmelât” diye bilinen amel yani pratiklerini düzenleyen bir ilim dalıdır. Bugün sizler ona daha çok “namaz nasıl kılınır”, “zekât nasıl verilir”, “orucu ne bozar” gibi sorularınıza cevap aramak için başvurursunuz. Oysa tarihte fıkıh bugün hukuk denilen alanı da içeren geniş bir düzenlemeye sahipti. Vergi nasıl alınır, çarşıda, pazarda alışverişin kuralları nelerdir, anlaşmazlıklarda mahkemeler nasıl yapılır, devlet toprağını nasıl işletir gibi bireye ve kamuya ait birçok düzenleme fıkıh aracılığıyla yapılırdı. Prof. Dr. Murteza Bedir’in yakında çıkacak olan “Ebû Hanife: Entelektüel Biyografi” adlı çalışmasında dediği gibi “fıkıh yapmak geleneğe soru sormayı ve soruların izini sürerek cevapların tutarlıklarından emin olmayı gerektiren bir beşeri yorum faaliyetidir.”
İşte 80/699 yılında Kufe’de doğup 150/767 yılında Bağdat’ta vefat eden Ebû Hanife bu disiplinin ilk kurucu babalarından kabul edilir. Aslında Müslüman toplumlarda “hukuk nasıl yapılır” meselesini bir doktrine bağlayan kişidir. Böylece İslam dünyasında yazılı kültürün ve bir hukuk toplumu olmanın yolunu bizlere o, açmıştır.
Evet, Hazreti Peygamber’e ve onun dostları kabul edilen eshabına çok yakın bir zaman diliminde yaşamıştır. Bu yüzden İslam’ın nasıl yorumlanması ve hayata geçirilmesi konusunda ilmini ilk kaynaklardan almıştır. İslam’ın en berrak kaynaklarından ilim öğrenmiştir. Diğer mezhep imamlarının hepsi Ebû Hanife hazretlerinden çok sonra doğmuştur. Söz gelimi Selefilerin birçoğunun kendilerine temel aldıkları Hanbeliliğin kurucusu Ahmed bin Hanbel Bağdat’ta 164 yılında doğmuştur; Ebû Hanife’den yaklaşık 84 yıl sonra.
Ebû Hanife’nin bir diğer özelliği de re’y ehli diye bilinen İslam’da, tefekkürü ve içtihadı savunan ekolün de kurucusu olmasıdır. O, hem İslam’ın temel metinlerinin nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği üzerinde duruyor, hem de İslam inancının açıklanmasında tefekkürü, akli yorumu esas alıyordu. Dinî meseleleri düşünmeye karşı çıkanlar kendisine: "Hazreti Peygamber'in eshabı için kâfi olan senin için de kâfi değil midir?" dediklerinde, "evet, ben onların durumunda olsaydım, onlar için mümkün olan benim için de mümkün olurdu" şeklinde cevap veriyordu.
Çağ ve zaman değişiyordu. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın dediği gibi değişim kaçınılmazdı; hatta insan ruhunun kemale ermesi ve bilimlerin yetkinliğe doğru ilerlemesi ancak bu değişim ve devamlılık sayesinde mümkün olacaktır. Bu yüzden değişime yön vermek ve değişimi yönetebilmek geçmişin tekrarından geçmiyordu. Bunu en iyi görenlerin başında Ebû Hanife gelir. O, değişimi yönetebilecek bir hukuk ekolü ve daha sonra da onun adıyla da anılacak bir Kelam okulunun kuruluşunu hazırladı. İmam-ı Matüridi diye bilinen Semerkantlı ünlü âlim Ebû Hanife’nin inanç alanındaki yazdıkları eserler üzerine Matüridilik diye bilinen bir Kelam ekolü kurdu.
Bir hukukçu olarak bilinen Ebû Hanife aynı zamanda Ehl-i Sünnet olarak tanınan inanç sisteminin de kurucu öznesidir.
Burada “Ehl-i Sünnet”i de doğru anlamak lazım. Zira Türkiye’de çok fazla istismar edildi. Umarım ileriki yazılarımızda bu mesele üzerinde ayrıca durmak mümkün olacaktır. Sünnet, hadis anlamında değildir; sünnet yol demektir. Ehl-i Sünnet özellikle Hazreti Peygamber ve eshabının din adına takip ettikleri yolu ve inanç esaslarını ifade eder. Hızla coğrafi alanda genişleyen İslam toplumu aynı zamanda birçok farklı felsefi ve kültürel inançla karşı karşıya gelmeye de başlamıştı. İç ve dış tehdit ve sorunlar Müslümanların kendi içinde orta bir yolu bulmasını ve inanç alanında sahih bir yolu izlemesini gerekli kılmaktaydı. Bu süreç bir kısım ulemanın inanç ve akide alanında eserler yazmasını ve kelam ilmi ile meşgul olmasını zorunlu hâle getirmiştir.
Fakat ilk asırdan itibaren bu ilkelerde bir uzlaşı sağlanmamıştır. İslam toplumu büyüdükçe merkezi kimin tutacağı kavgası başlamıştır. Bu kavganın merkezinde ise “Kim Müslüman?” sorusu vardır. Aslında bu soruyu modern dönemde “devletin sahibi kimdir” sorusuna benzetebiliriz. İslam’ın ilk asrında Hazreti Ali ve Hazreti Osman döneminde Hariciler ortaya çıkmış ve onlar ilk defa tekfire başlamışlardı. Tekfir bireyi toplumdan dışlama, öteki ilan etme, haklarını elinden alma ve öldürmeye kadar giden bir süreci tetikler. Hariciler büyük günah nedeniyle bireyin İslam’dan çıkacağını; dolayısıyla kanı, malı ve ırzının helal olacağını söylediler. Büyük günah; hırsızlık, zina, içki, yalan, ana-baba hakkı bilmemek, faiz ve dedikodu gibi günahlardır. Haricilere kalsa, etrafta bir tane Müslüman kalmayacaktır.
Ebû Hanife’den inanç alanına ilişkin beş tane küçük risale bize kadar ulaşmıştır. “İmam’ı Azam’ın Beş Eseri” adı altında bulabilirsiniz bunları. Bu eserlerde Ebû Hanife öncelikle “Müslüman kimdir” sorusuna cevap arar. Bu sorunun cevabı bizim İslam toplumuna aidiyetimizi belirler. Çünkü birileri Allah’ın tüm emirlerini yapmadıkça inananı Müslüman kabul etmemekte ve onları İslam toplumunun bir üyesi saymamaktadır. Ebû Hanife’ye göre eğer Allah’ın bütün emir ve yasaklarına riayet etmek din olsaydı, bunların birini terk eden kâfir olurdu. Oysa Kur’ân-ı kerim, bazı günahları işlediğimiz hâlde bize “iman edenler” diye seslenir. Allah (celle celalühü), kullarından günah işleyenleri din dışına atmamıştır.
Borçlu kimse önce borcunu kabul eder, sonra öder; borcunu kabul edip ödeyemeyen kimse borcunu inkârla suçlanabilir mi? Bu yüzden bir kimse Allah'ı ve indirdiği vahyiyle kendisine ulaşanı kesin bir bilgi ile kabul eder ve bunu ikrar ederse Mümindir. Allah’ı ve Allah katından gelenleri tasdik eden kimse bunlarda yer alan emir ve nehiylerin bir kısmını yapmamakla dinden çıkmaz. Bu kimse olsa olsa “günahkârdır”, ama asla “kâfir” sayılmaz ve İslam toplumunun dışında kabul edilemez. Toplumun dirliği, birliği ve büyük bir toplum olmanın yolu onun değerlerine sıkı sıkıya bağlı olmaktan geçer. Akaid bu dönemde İslam toplumunun millet olmasını ve dinî referans noktalarının inşa edilmesini sağlayacak bir temel oluşturdu.
Ebû Hanife’nin yetiştirdiği talebeler İslam dünyasında Emevilerin son döneminden 19. yüzyıla kadar tüm İslam başkentlerinde kadılık görevlerini üstlendiler. Sultan Alparslan Ebû Hanife’nin kabri etrafında onun adına Bağdat’ta “Azamiyye” medresesi ve külliyesini inşa ettirdi. Nizamiyye ile birlikte başlandı, ama ondan önce bitirildi ve daha fazla vakıf bağışlandı. Evet, sizler Nizamiyye’yi duydunuz, ama Azamiyye’yi belki de hiç işitmediniz.
Çünkü 21. Yüzyıla gelindiğinde İslam’ın kurtuluşunu mezhepleri terk etmekte gören bir anlayış doğdu. Bu sayede başta Anadolu olmak üzere muhafazakâr ve mütedeyyin çevrelerde Ebû Hanife ve Matüridilik unutuldu. Bakın TEPAV 2016’da Mayıs ayında yedi bin kişi ile yüz yüze görüşülerek yapılan bir radikalleşme anketi yaptı. Bu ankette ilk defa Hanefilik ve Matüridilik ile ilgili sorular da sorduk. Türkiye’nin %70’i “Hanefi” olduğunu söylüyor, ama sadece Türkiye’nin %15’i “Matüridiyim” diyor. Kendisini dindar kabul edenlerin sadece %31’i mezhep sorularına cevap verebiliyor. Verilen cevapların doğruluğunu söylemiyorum bile.
Daha vahimi bu anketi 20 ilahiyat fakültesinde yaklaşık 2000 ilahiyat fakültesi öğrencisine uyguladık. İlahiyat Fakültesi öğrencilerinin %86.6’sı Hanefi olduğunu, %67.2’si Matüridi olduğunu söylüyor. Yine ilahiyat fakültesi öğrencilerine “Ebû Hanife’nin herhangi bir eserini okudunuz mu” diye sorduk. “Okudum” diyenlerin oranı %29, “okumadım” diyenlerin oranı ise %68. Aynı şekilde “İmamı Matüridi’nin herhangi bir eserini okudunuz mu” diye de sorduk. “Okudum” diyenlerin oranı %16, “okumadım” diyenlerin oranı ise %81.
Öğrencilerimle Kur’ân Kursu hocaları, imam ve vaizler üzerine yaptığım derinlemesine mülakat örnekleri de şöyle. Yaklaşık 200 kişi ile yapılan mülakatlarda din görevlilerinin %85’i Ebû Hanife ve İmamı Matüridi’nin hiçbir eserini okumamış. Dahası 25 yıllık ön lisans mezunu bir İmam’ın bu soruya verdiği cevap “geçiniz”. Ne dersiniz sizce Ebû Hanife hazretleri, bu ülkede kayıp bir halka değil mi?
Bağdat Azamiyye Ebû Hanife Külliyesi
.
Dr. Telman Nusretoğlu yazdı: Afrin operasyonu ve İdlib’de yaşanan son gelişmeler
12 Ocak 2018 02:00
31 Aralık 2017 ve 6 Ocak 2018 tarihlerinde Rusya’nın Hmeymim askerî üssüne gerçekleştirilen, Rus askerî uzmanlarının ifadesince kaynağı malum olmasa da geldiği istikamet belli olan (muhaliflerin kontrolündeki İdlib’den geldiği iddia ediliyor) dron sürüsü saldırısı sonrasında, Esad rejiminin fırsatçılığıyla gelişen süreçle ABD’den gelen PYD için düzenli ordu kurma faaliyetlerinin hızlandığı haberini birleştirerek okursak, yapılanların Afrin operasyonunu engellemeye, Astana mutabakatını bozmaya yönelik olduğu çok açık. ABD kadar Rusya’nın da, Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan stratejik coğrafyada millî ve bağımsız politikalarıyla etki üreten, prangalarını kırmış bir Türkiye istemediğini, Kürt kartını Demokles’in kılıcı gibi Ankara’nın başının üzerinde tutmaya hevesli olduğu gerçeğini bir tarafa not etmekle beraber, kuşatılmışlık hissiyle Akdeniz’den Hazar havzasına Türkiye’yle iş birliği ve uzlaşmaya muhtaç olduğunun da altını çizelim. Rusya, coğrafi konumu ve etno-demografik yapısıyla, muhtaçlık konusunda ABD’den çok farklı. Suriye’de barış ve istikrarın tesis edilmesi ve bu yıpratıcı savaşın sona ermesi meselesinde Türkiye Rusya’ya muhtaç olduğu kadar Rusya da Türkiye’ye muhtaçtır. Bu yüzden ve Ankara’nın kararlı tavrı karşısında Rusya, Suriye geleceğinin konuşulacağı önümüzdeki Soçi zirvesine terör örgütü PYD-PKK’nın katılması konusunda geri adım attı. Rusya, Suriye’de barışın, ABD’nin devşirme Kürt yapıları ve terör grupları üzerindeki etkisinin kırılmasına ve PYD koridorunun engellenmesi için Afrin operasyonunun kaçınılmaz olduğunu görmeye başladı. İşte bu olumlu atmosfer ve konjonktür çerçevesinde gerçekleşecek olan Soçi zirvesi öncesi Rus üssüne yapılan saldırı, hem Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarına darbe vurmaya, hem de Rus-Türk ilişkilerini sabote etmeye yöneliktir. Nitekim Rus yetkililerin, saldırının gerçekleştiği sırada ABD keşif uçaklarının Suriye semalarında olduğuna işaret etmeleri, iki ülke genelkurmay başkanı arasında geçen telefon trafiği, Putin’in konuya dair yaptığı açıklamada barış süreci ve Soçi zirvesinin önemine yönelik güçlü vurgusu, Türk devletine olan güvenini ifade etmesi, yukarıda ifade ettiğimiz görüşü doğrular niteliktedir. Suriye konusunda bölgesel, küresel denge ve ittifakların yeterince dinamik olması, Astana sürecinin mimarları olan Rusya, Türkiye ve İran’ın her birinin kendi ajandası ve hesaplarının bulunmasıyla beraber her üç ülkenin, kendi çıkarlarını uzlaştırma ve bölgede ABD etkisini kırma konusunda kararlı olduğu da ortadadır. Rus basınına bakacak olursak Rusya ve Esad yönetimi, Afrin’in dağlık ve direnişe elverişli bir coğrafya olması hasebiyle, operasyon sonrasında muhalif gruplar elinde muhkem bir kaleye dönüşmesinden endişe ediyor. Fakat taraflar tahakkümde değil çözümde samimiyse kanaatimizce savaşın sona ermesini, müzakerelerin olumlu sonuçlanmasını, barışın gelmesini ve nihayet Suriyelilerin ülkelerine dönmesini, Türkiye kadar gönülden isteyen ikinci bir ülke yok. Türkiye hiç şüphesiz, Orta Doğu’nun karışıklık ve çatışmadan bir an önce kurtulmasını, bölgeye huzur ve kardeşlik havasının hâkim olmasını en çok isteyen ülke. Ekonomisi, coğrafyası, tarihî birikimi, insan gücü itibariyle bölgenin ekser ülkelerinden avantajlı konumda olan Türkiye’nin daha da güçlenmesi için dünyada ve özellikle bölgede barış ve iş birliği dönemi gerekli. Böyle bir dönem Türkiye’yi Avrasya’nın parlayan yıldızı yapacak, eğitim ve sanayi üssüne dönüştürecektir.
Bunun için de Türkiye’yi coğrafi olarak Arap dünyasından izole etmeyi amaçlayan terör koridoru projesinin tamamen bertaraf edilmesi şart. Anlaşılan o ki Afrin operasyonu, öyle veya böyle, bütün sabotaj ve engellemelere rağmen yapılacaktır. Yüce Allah, İslam ümmetinin izzetli kalesi Türkiye’yi bu haklı ve meşru davasında muzaffer ve muktedir eylesin, düşmanların şerrinden korusun.
.
Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Doç. Dr. Mustafa Şeker ve Dr. İbrahim Pazan
13 Ocak 2018 02:00
Doç. Dr. Mustafa Şeker - mseker@yildiz.edu.tr
EĞİTİMDE KAZADAN DÖNEN ÜLKE FİNLANDİYA
Yaklaşık 5,3 milyon nüfusa, 338.000 km² toprağa ve 30 bin avro kişi başı millî gelire sahip Finlandiya; eğitimde gerekli reformları yapmadan önce birtakım sıkıntılara sahipti. Bugün dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip olduğu söylenen Finlandiya’nın talebeleri arasında var olan psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik problemler ciddi sıkıntıları da beraberinde getirmişti. Bu ülkede, Dünya Sağlık Örgütünün 2002’de açıkladığı, 2004 yılında da tekrarladığı raporuna göre en fazla ölüm sebeplerinden biri intihar idi. 30 yaş üzeri kişilerin yaklaşık %10’'u depresyon gibi psikiyatrik hastalıklara sahipti. İntihar, 35 yaş altı erkekler arasında ölümlerin önemli sebebiydi. 1990'larda Finlandiya'da yaşanan ekonomik krizden sonra intihar oranları en yüksek seviyeye ulaşmıştı. Buna göre; Finlandiya, Avrupa'nın en yüksek intihar oranına sahip ülkelerinden biri olarak yer almıştı. 2011 WHO Raporu’na göre de Finlandiya’da intihar oranları hâlâ çok yüksek olup bunların sebepleri arasında ruhsal gerilim, ruhsal hastalıklar ve madde kullanımı gösterilmiştir. Ayrıca 15 ila 64 yaş arasındaki ölümlerin sebepleri arasında %8,3 ile en yüksek ölüm sebebi intihardır. Finlandiya’da neredeyse 10 kişiden biri intihardan ölüyordu. ESPAD (Alkol ve Diğer Maddelerle İlgili Avrupa Okul Projesi) raporuna göre 2007-2011 arasında Finlandiya’da alkol, uyuştu- rucu ve sigara kullanımının hızla ilerlediği görülmüştür.
1995’te okul memnuniyetsizliği üzerine 50 Finlandiya okulunda bir araştırma yapılmış, bulgulara göre Finlandiya’da, okula karşı memnuniyetsizliğin büyük boyutlarda olduğu aya çıkmıştır.
Finlandiyalı erkek çocukları arasında şiddete eğilim noktasında 2005 yılında yapılan bir araştırmaya göre bu oranın %43,5 olduğu yani 2 Finli erkekten birinin çevresine şiddet uyguladığı tespit edilmiştir. Beş milyon kişinin yaşadığı Finlandiya’da, en az 1,5 milyon kişinin silahının olduğu ortaya konmuştur. Çünkü Finlandiya, silah edinmenin bir kültür olduğu ülkelerden biridir. BM raporlarına göre; ABD ve Yemen’den sonra nüfusunun oranına göre en fazla silah taşıyan 3. ülke Finlandiya’dır.
2007 yılının Kasım ayında Jokela Lisesinde bir lise öğrencisi, 8 kişiyi silahla öldürdükten sonra intihar etmiş, bundan bir sene sonra 23 Eylül’de silahlı bir kişi okul kampüsünde 10 kişiyi öldürmüş ve ardından da canına kıymaya çalışmıştı. Bu olaylar sonrası Finlandiya, silah edinme yaşını 15'ten 20'ye çıkarmış ve Finlandiya’da silah ruhsatı almak zorlaştırılmıştır.
Terör, savaş ve saldırı tehdidi altında olmayan bir ülkenin çocukları, çareyi ve mutluluğu niçin eğitimde değil de silahlarda arıyordu? Finlandiya, bu sorunun cevabına yoğunlaşmıştı. Bunun esas sebepleri üzerinde ciddi analiz ve değerlendirmeler yapılmıştır. Finlandiyalı Sosyal Psikolog Dr. Atte Oksanen; okul saldırılarının aslında Finlandiya eğitim sisteminden kaynaklandığını belirtmiş ve bunun yetkililer tarafından ikinci saldırı sonunda fark edildiğinin altını çizmiştir. Ayrıca Dr. Oksanen, Finlandiyalı çocukların okula gitmek istemediklerini çünkü Finlandiya okullarının, çocukların sosyal problemlerinin çözümüne önem vermediğini belirtmiştir.
Bütün bunlardan sonra Finlandiya Millî Eğitim Bakanlığı kapsamlı değerlendirmeler yapmış ve nerede eksik olduklarını araştırmışlardır. İlk önce eğitimciler ve pedagoglarla yaptıkları değerlendirme- ler sonunda problemin eğitim sisteminden bilakis müfredat programlarından kaynaklandığını bulmuş- lar, özellikle programda öğrencilerin kişilik gelişimine yönelik yeterli faaliyete yer verilmediği; erdem, etik ve insani değerlere ait ögelerin etkili sunumuna yeterli miktarda imkân sağlanamadığı gerçeğiyle yüzleşmişlerdir.
Ardından, öğrencilerin ulusal ve uluslararası düzeydeki öğretim başarısının tespitine yönelik yapılan sınavlara odaklanıp öğrencilerin ruhuna, iç dünyasına ve insani değerlerine yeteri biçimde yer verilmemesinin bedelinin çok daha ağır olacağını anlamışlar, buna yönelik ciddi tedbirleri hayata geçirmeye karar vermişlerdir. Çünkü öğretim farklı, eğitim farklıdır. Eğitimde sunulması gereken insani değerler yeterli derecede verildiği takdirde kıymet kazanırdı. İyi bir “öğretim” sürecinden geçen öğrenciler, nitelikli bir “eğitim” sürecinden de geçmedikleri takdirde ruhu ve vicdanı tatmin edilmemiş şahıslar olarak, beraber yaşadıkları topluma ve insanlara faydadan çok zarar getirebilirdi. Böylece Finli yetkililer, çocu- ğun ruhu ve değerleri dikkate alınmadan oluşturulacak eğitim faaliyetlerinin geri teptiğini yaşayarak görmüşlerdir. Finlandiya, 2010’dan sonra hızlı ve yeni tedbirler alarak bilimsel ve farklı öğrenme-öğretme yöntem/tekniklerin hayata geçirilmesi noktasında çağdaş gelişmeleri yakından takip etmiş fakat öğrencilerin sosyal/kültürel yönüne hitap edecek çalışmaları da olması gerektiği gibi hayata geçirmiştir. Şu an programlarına koydukları etik dersler yanında metafiziğe yönelik dersler ve sosyal çalışmalar adı altın- daki faaliyetlerle öğrencilerin kendilerini daha fazla ifade etmelerine fırsat vermişler, ruhen ve manen doymuş bireylerin bilim/teknoloji alanında daha etkili başarılara imza atmaya başladıklarını görmüşlerdir. Bunun yanında sosyal problemlerini de çözmüş olan Finlandiya, şu an eğitim-öğretimde dünyaya kafa tutmaktadır. Dünya ülkeleri de Finlandiya’yı başarıya götüren bu çalışmaların sırlarını çözmeye kafa yormaktadır.
Burada altı çizilen gerçek; insanı, kendi değerlerinden bağımsız düşünerek ve bu değerleri dikkate almayarak yapılacak eğitim-öğretim programlarının ciddi sıkıntılara sebebiyet vereceğidir. Hak, adalet, çalışkanlık, sevgi, saygı, nezaket, dürüstlük, emanete sadakat, hoşgörü, tevazu, vatan sevgisi gibi değerli meziyetlerin yanında; daya- nışma ve yardımlaşma ruhuna sahip, istişare kültürü gelişmiş, her ortamda ölçülü davranan ve yaşadığı ülkenin kanunlarına uyan bir bireyin toplum için ne kadar kıymetli olduğu bugünün dünyasında çok daha iyi anlaşılmıştır. Kendinden önce başkasını düşünebilen, vatanı, millî/manevi değerleri için her türlü fedakârlığı göze alabilen bireyler yetiştirmek, gelecek adına elzemdir. Ayrıca tarihine, diline, kültürüne her şartta sahip çıkan, bilimin ve çağın gereklilikleri çerçevesinde kendini çok iyi yetiştiren, bu noktada değişi-me/gelişime açık fakat özünü/değerlerini koruma hassasiyeti taşıyan kimselere sahip olmak belki de dünyanın en büyük hazinelerine konmakla eş değerdir.
Bütün bunların yanında ülkesinin kanunlarına ve kurallarına uyma hassasiyeti taşıyan, dünyayı/ülke gerçeklerini çok iyi okuyabilen nitelikli bireyler için eğitimin gücüne inanmış eğitim kadroları yetiştirmek de gelecek adına çok önemli bir sorumluluktur. Bu sebeple yukarıda değinilen sıkıntıları yaşamamak ve ileriye daha güvenle bakabilmek için hem bedeniyle hem de gönlüyle seferber olabilecek nesillere ihtiyaç vardır. Bu nesilleri yetiştirme duyarlılığı aileden politikacılara kadar herkesin sorumluluk alanına girmektedir.
*****
Dr. İBRAHİM PAZAN - ibrahimpazan@gmail.com
Çirkin isnat... SULTAN FATİH'E İFTİRA ETMEK
Ateist olduğunu, katıldığı pek çok televizyon programında göğsünü gere gere ilan eden bir jeoloji profesörü, geçtiğimiz günlerde şu talihsiz cümleleri kurdu: “Fatih'in Müslümanlığı dahi tartışılıyor. Sekreterine ‘Ben Muhammed'in dediklerine inanmıyorum’ demiş. Bunu söyleyen de Bayezid'in kendisi, oğlu…”
BOZACININ ŞAHİDİ ŞIRACI
Mahut şahıs iki sene önce bu konuyu gündeme getirdiğinde yine infial uyandırmış ve kendisine delili sorulmuştu. Delil diye önümüze koyduğu şey, Julian Raby (doğ. 1950) isminde bir profesörün 1982 yılında Oxford Art Journal dergisinde yayımlanan “A Sultan of Paradox: Mehmed the Conqueror as a Patron of the Arts” yani “Bir Paradoks Sultanı: Sanatın Hamisi Olarak Fatih Mehmed” başlığını taşıyan makalesiydi. 1930’lu yıllarda Cambridge’de hukuk tahsili görmek üzere İngiltere’ye gelmiş Iraklı bir Yahudi’nin oğlu olan Raby, makalesinin sonunu şöyle kafa karıştırıcı ifadelerle bağlıyor:
“Mehmet, oğlu Bayezid tarafından Muhammed'e inanmamakla suçlanmıştı; başkaları ise, belki de daha isabetli olarak, onu hiçbir dine iman etmemekle suçlamışlardı. Herhangi bir kültüre inancı olmadığı eklemesini de yapabiliriz. Bu da bir suçlama mıdır?”
Raby makalesinin sonunda verdiği kaynakların başına, Alman tarihçi Franz Babinger’in (öl. 1967) ilk defa 1953’te yayımlanan Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı isimli kitabını yerleştirmiş. Bu kitaba baktığımızda aynı isnatlarla karşılaşıyoruz. Halil İnalcık tarafından da güvenilmez bir tarihçi olarak nitelenen Babinger, bir ilim adamına yakışmayacak şu muğlak ifadeleri kullanıyor:
“Mehmed'in kişisel sohbetlerinde sapkın fikirlere karşı büyük sempati sergilediğini biliyoruz. Ama devletin başı olarak İslam’ın Sünni mezhebini katı bir biçimde dayattığını ve halk arasındayken kendisinin de bu kurallara uyduğunu biliyoruz. Ayrıca yıllar geçtikçe farklı dinlere ilgi duymaya başlamış olabilir.”
Babinger’in büyük hükümdarı pervasızca, ikiyüzlü ve yalancı olarak sunduğu bu hezeyanlarının kaynağı ne peki? İşte o zaman karşımıza Giovanni Maria Angiolello (öl. 1525) isimli Venedikli bir seyahatname yazarı çıkıyor.
KUYRUK ACISI OLAN BİR VENEDİKLİ
Angiolello, Fatih Sultan Mehmed Han’ın 1470’teki Eğriboz kuşatması sırasında kardeşi Francesco ile birlikte esir alındı. Kardeşi idam edildi, kendisi ise İstanbul’a getirilerek Fatih’in oğlu Şehzade Mustafa’nın İtalyanca hocası olarak görevlendirildi. Şehzade’nin 1474’te ölmesi üzerine İstanbul’a getirildi. Burada bazı devlet hizmetlerinde bulundu ve maliye ile ilgili bir dairede görev yaptı. Fatih’in vefatından sonra Sultan İkinci Bayezid Han’ın hizmetine girdiyse de 1488’de ülkesine döndü.
İşte asırlar sonra Babinger’in kitabına, ondan da Raby’nin makalesine aldığı söz konusu çirkin isnatların kaynağı, Angiolello'nun kaleme aldığı Historia Turchesca (Türk Tarihi) isimli kitabıdır. Dedikoduya dayanan subjektif değerlendirmelerin ve kasıtlı tahminlerin yanı sıra kitapta daha başka yanlışlık ve tutarsızlıkların da bulunduğu, eser üzerinde incelemeler yapan tarihçiler tarafından ifade edilmektedir.
OSMANLI TARİHÇİLERİNİN HİÇ Mİ KIYMETİ YOK?
Raby’nin referansı Babinger, ömrü Türk tarihiyle uğraşmakla geçtiği hâlde “çoban millet” diyerek aşağıladığı Türklere olan düşmanlığını her fırsatta dile getirmekten çekinmemiş, Fatih Sultan Mehmed Han’ı “eş cinsel, yıkıcı, cani ve Hristiyanlığa sempati duyan bir padişah” olarak nitelendirmiştir. Venediklilerin İstanbul’dan gönderdikleri mektuplarda ve yazdıkları eserlerde, bu büyük Türk hükümdarını kötülemek için ona yakıştırdıkları dedikodu türünden söylentileri, gerçek olup olmadıklarını araştırma gereği duymadan kitabına aynen almış, Fatih dönemini birincil ağızdan anlatan Tursun Bey, Kemal Paşazade, Enverî, Edirneli Ruhî ve İdris-i Bitlisî’nin eserlerine bakma ihtiyacı duymamıştır.
Hadi kendisini esir, kardeşini idam eden bir hükümdara olan kinini kusmuş Venedikli Angiolello, koyu Katolik Babinger, yeni yetme Yahudi tarihçi Raby bu iftiraları maksatlı olarak yaptı diyelim. İstanbul’u fethederek Hristiyanlığın kalbini ele geçiren, Ayasofya’yı derhâl camiye çevirerek kıyamete kadar cami olarak kalmasını vasiyet eden bir padişaha böyle iftira edenlere gereken cevap verilmez mi? Fatih Camii, Yedikule Camii, Kireç İskelesi Camii, Şehremini Camii ve daha nice camileri yaptıran, hocaları Akşemseddin Efendi, Molla Gürânî, Molla Hüsrev gibi büyük İslam âlimleri olan, cenaze namazını Şeyh Vefa Hazretlerinin kıldırdığı, pek çok ilimde olduğu gibi din ilimlerinde de âlim olduğu bildirilen bir padişaha yapılan iftira karşısında yüzlerce Osmanlı tarihinin ne yazdığına bakmak icap etmez mi?
İnsanımızın nezdinde çok yüce bir konuma sahip Müslüman bir hükümdara, birtakım asılsız dedikodulara dayanarak akla ziyan çirkin isnatlarda bulunmak, en azından içinde yaşadığı halkın değerlerine saygısı olan birinin yapacağı şey değildir.
.
Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Dr. C. Ahmet Akışık ve Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Kırık
19 Ocak 2018 02:00
Dr. C. Ahmet Akışık
İslam dünyasını kuşatan küresel tehlike
Oryantalizm/Müsteşriklik nedir?
Oryantalizmin/Şarkiyatçılığın kökleri yaklaşık geçen bin yılın derinliklerine kadar uzanır. Ancak on sekizinci yüzyılın sonlarında bir teşkilat olarak ortaya çıktı. İlk defa 1779’da İngiltere’de, 1799’da da Fransa’da kullanılmaya başladı. Orientalism kelimesi Fransız Dil Akademisinin sözlüğüne 1838’de girdi.
Oryantalizmin bu kadar erken başlamasında rol oynayan faktör, Müslüman ve Hıristiyanlar arasında meydana gelen tartışmalardı. Öte yandan özellikle Haçlı Savaşları da Avrupalıları, İslam’ın kural ve gelenekleriyle ilgilenmeye sevk etti. Bu sebeple oryantalizm tarihinin ilk adımı, Orta Çağ Hristiyan Batı dünyasıyla, Müslüman Doğu arasındaki dinî ve ideolojik çarpışmanın tarihi olarak kabul edilmektedir.
Bilindiği gibi İslamiyetin gelişine kadar, dünyada Hristiyanlığın rakibi yoktu. İslamiyet Orta Doğu sahnesine çıktığında hem Hristiyanlar, hem de Yahudiler, tehdit edildiklerini hissettiler.
Kendilerinin sahip oldukları statüye bu Yeni dinin/İslam’ın sahip olmasını istemiyorlardı. İslam’ın Doğu’da ve Batı’da hızlı bir şekilde yayılması, Yahudi ve Hristiyan din adamlarının dikkatlerini bu dine yönelterek onları birtakım araştırmalara sevk etti. Ancak İslam’a ve İslam ilimlerine olan bu ilgileri, İslâmiyet’i benimsemek için değil, Yahudi ve Hristiyan toplumlarını ondan korumak içindi.
Yahudi ve Hristiyan din adamları anlaşarak bir sistem kurdular. Bu sistemin kökeninde misyonerlik bulunmaktadır. Buna göre İslam toplumu çeşitli yönleriyle yakından izlenecekti. Başta Kur’ân olmak üzere tefsir, hadis, kelam, fıkıh, siyer, tasavvuf, dil, folklor gibi alanlar araştırılacak, kendilerine göre zayıf ve ihtilaflı gördükleri konular belirlenerek, Müslümanların ve Müslüman araştırmacıların önlerine konulacaktı.
Belli başlı Oryantalistler
Önde gelen oryantalistler, I. Goldziher (1850-1921), Prof. Joseph Schacht (1902-1969), Alfred Guillaume (1888-1965), A. Sprenger (1813-1893), Prof. H. A. R. Gibb (1895-1971) ve L. Caetani (1869-1926)’dir.
İnkârda aşırı giden bu müsteşriklerin dışında Hadrian Reland (öl. 1718), J. J. Reiske (1716-1774) ve Rudi Paret (1901-1983) gibi ılımlı olanları da vardır.
Oryantalistlerin genel karakteristikleri şunlardır:
İslam’ın son din olduğuna inanmazlar.
Kur’ân’ı ilahi kitap olarak kabul etmezler.
Hazreti Muhammed’i sahtekâr, maharetli ve zeki bir kişi olarak görürler. Kur’ân’ı, Tevrat ve İncil’den aldığı bilgilerle oluşturduğuna inanırlar. Onun için genelde müsteşrikler, Hazreti Muhammed’in ümmi olmadığını iddia ederler. Ülkemizdeki bazı İlahiyatçı Prof.lar da bu kanaattedirler.
Oryantalistlerde Strateji
Bunlar şöyle sıralanabilir:
Önce Müslümanların temel kaynak olarak kabul ettikleri hadisler hedef alınacaktır.
Raviler ve hadis metinleri üzerinde çalışılacak, ravilerin sahtekâr, hadislerin birçoğunun asılsız ve uydurma olduğu söylenecektir. Onun için bazı müsteşrikler “Bir hadis dahi sahih değildir” derken, Goldziher sahih hadis adedinin 18 olduğunu söylemiştir.
Tefsir kitapları, İsrailiyyat ve hurafelerle doludur, denilerek, müctehit müfessirlere itimat sarsılacaktır. Ayetlerdeki kavram ve kelimelerin, şer’i, ıstılahi değil, lügavî manalarının verilmesi sağlanacaktır. Böylece mealcilik teşvik edilecek “Dininizi meallerden öğrenin” denilecektir.
Mezhepler ve mezhep imamları, İslam’ı anlama ve yaşamada en büyük engel olarak gösterilecektir. Akait ve fıkıh âlimlerinden gerekirse hiç bahsedilmeyecek, bahsedildiğinde de Müslümanlara kement vuran, Müslümanların geri kalmasına sebep olan kişiler olarak tanıtılacaktır.
Şia, Mutezile, Havariç, Müşebbihe, Mücessime gibi eski; Kadiyanilik, Selefiyye, Vehhabilik ve Neo-Haşhaşilik gibi yeni fırka ve oluşumlar, her yönden desteklenecektir. Ehl-i sünnet itikadında olanlarla şeriata uygun tarikat erbabı çeşitli gerekçelerle engellenecektir.
Sünni tarikatlar, yerilecek, bid’î/itikaden sapık tarikatlar övülecektir.
Eğitim-öğretimde Ehl-i sünnet dışı ve karşıtı akımlar esas alınacak ve bu akımların temsilcileri müctehit, müceddit ve âlim olarak takdim edilecektir. Üniversitelerde tez konuları daha ziyade bid’at fırkalarının eserlerinden seçilecektir. Bu tezlerde hedef, Sünni itikat üzerinde bir tartışma zemini oluşturarak Müslümanların kalplerinde şüphe uyandırmak olacaktır.
İslam toplumlarında oryantalistlerin sunduğu küresel Modernist İslam anlayışını benimseyen kişiler, üniversitelerde ve devlet kurumlarında etkili ve yetkili yerlere getirilecektir.
FETÖ ve Oryantalizm Bağlantısı
Neo-Haşhaşiler, oryantalist zihniyetin temsilcileriyle birlikte din alanında Türkiye çapında kripto bir yapılanmaya gitmişlerdir. Bu, Diyanet’in merkezinde, Diyanet Vakfında, İmam Hatip Okullarında, Yüksek İslam Enstitülerinde ve İlahiyat Fakültelerinde bir teşkilatlanmayı ifade ediyordu. Poliste, askeriyede ve devletin diğer kurumlarında ileri derecedeki Haşhaşileri/Gülen örgüt elemanlarını tespit etme bile çok güç olmaktadır. Fakat Diyanet’te ve İlahiyat camiası ile üniversitelerde bunların keşfi ve işlerine son verilmesi hayli zaman alacağa benzemektedir.
Burada şunu açıkça ifade etmek gerekir ki:
Haşhaşi/FETÖ ideoloji ile oryantalist ideoloji, köken itibarıyla aynıdır. Bunu anlamak ve kavramak çok önemlidir. Mutlaka cemaatin içine girmek veya Pensilvanya’ya gitmek yahut ByLock kullanmak şart değildir.
Her ikisinin (FETÖ ve oryantalist ideolojinin) hedefinde Sünni Müslümanlık vardır.
Her ikisi de Sünni Müslümanlık dışı mezhep, konu ve kişiler üzerinde çalışma yapar. Bunları kaynak, belge ve delil olarak kullanır.
Her ikisi de ideolojiktir. İlmî değildir.
İlmî çalışmada, önce dinî ölçü, sonra akıl ve mantık kullanılır.
Fakat ilmî yöntemi, R. Rıza, Afgani ve M. Carullah gibilerin kitaplarında görmek mümkün değildir. Çünkü bu yazarlarda ideolojik yaklaşım hâkimdir.
Bunlara göre, önce akıl ve mantık, sonra dinî ölçü gelir.
Onun için bazı oryantalist bağımlısı ilahiyatçılar, akıl ve mantıklarına ters düşen bütün hadisleri tereddüt etmeden inkâr edebilmektedirler.
*****
Yrd. Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Dijital oyunlarla gelen tehditler!
Küreselleşmenin etkisiyle birlikte dünyada hızlı bir teknolojik dönüşüm meydana gelmiştir. Özellikle internet teknolojisi bu dönüşümün başlıca mimarı arasında yer almaktadır. Z kuşağı olarak tabir edilen 2000 yılı ve sonrası doğan nesil için internet faydalı gibi gözükse de çoğu zaman büyük olumsuzlukları beraberinde getirmektedir. İnternet, akıllı telefonlar ve bilgisayarlar aracılığıyla oynanan oyunlar sadece Türkiye’yi değil tüm dünyayı tehdit etmektedir. Kültür emperyalizmi, millî-manevi değerlerin yitirilişi, kötü alışkanlıkların ortaya çıkışında bilgisayar oyunlarının etkisi inkâr edilemez derecede büyüktür.
TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) yayınlamış olduğu 2017 verileri incelendiğinde 20 evden 5’inde oyun konsolu bulunduğu görülmüştür. Mobil oyun sektörü de her geçen gün büyüyerek önemli bir ivme kazanmaktadır. Sensor Tower Intelligence firmasının yapmış olduğu pazar araştırması istatistiklerine göre, Apple App Store ve Google Play oyun gelirleri 11,9 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Bu oyunların çoğunluğunun yabancı menşeli olması dikkat çekicidir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) oyun bağımlılığının da psikolojik bir hastalık olduğunu ifade etmekte ve bu hastalıkla mücadelenin yollarını tüm dünyayla paylaşmaktadır. Ancak bağımlılık kadar toplumu etkileyen bir diğer unsur da kültür emperyalizmidir.
İstatistikler incelendiğinde çocuk ve gençlerin dijital oyunlarla daha fazla haşır neşir olduğu görülmektedir. Ancak bazı oyunlar sanıldığı kadar da masum değil. Bilindiği üzere İstanbul Esenyurt’ta bilgisayarının başında ölü bulunan ve son olarak şiddet içeren Metin2 adlı oyunu oynadığı öğrenilen 13 yaşındaki Hakan Ekinci’nin intihar ettiği belirlenmişti. Bu oyun belki de Mavi Balina ve 48 Hour Challenge’a oranla oldukça masum. Oyun yüksek miktarda şiddet unsurları içermekte; satır, kılıç, balta gibi kesici ve delici aletlerle savaş görüntüleri yer alıyor, insanlar parçalanıyor ve vahşi hayvanlar tarafından yeniyor. Mavi Balina oyunu yüzünden ise bütün dünyada tam 142 kişi intihar etti. Bu azımsanacak bir sayı değildir. Mavi Balina oyunu aracılığıyla gerek çocuklar, gerekse de gençler tehdit, şantaj ve siber zorbalığa maruz kalmaktadırlar. 48 Hour Challenge isimli oyun ise dünyada kayıp vakalarının artmasına sebep olmuştur. Avrupa ve Amerika’da yayılan yeni bir trend olan 48 Hour Challenge ile ilgili olarak Facebook soruşturma başlatmıştır. Bu tarz oyunlar aynı zamanda millî ve manevi değerlerin kaybolmasına sebep olmaktadır. Doom isimli bilgisayar oyunu ise yıllardır yoğun ilgiye sahne olmuş ve oyunculara şiddet ve satanizmi aşıladığı için taraflı tarafsız birçok kesim tarafından ağır bir dille eleştirilmiştir.
Gençlik ve Spor Bakanlığı ise gelen 750 ihbar neticesinde 19 bilgisayar oyununda İslamofobik ögeler tespit etmiştir. Bu oyunlar arasında Guitar Hero 3, Devil May Cry 3, Call of Duty Modern Warfare 2, Counter Strike yer almaktadır. Bu tarz oyunların kötü davranışlara özendirici tarafları ve yozlaştırıcı etkileri de bulunmaktadır. Ailelerin ilgisizliği ve asosyalleşme bu tarz oyunların etkisini arttırmakta ve bağımlılık oluşturmaktadır. Tedbirsizlik ve ilgisizlik ise bu tarz oyunların yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. Ailesi tarafından ilgi göremeyen, dışlanan, hor görülen çocuklar teselliyi dijital oyunlarda aramaktadırlar. Medya okuryazarlığının yaygınlaştırılması bu noktada oldukça önem arz etmektedir...
İnsanlığın medeniyet serüveni kültür ve gelişim
20 Ocak 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Yeni bir güne yeni bir heyecanla başlıyorum. Bin dokuz yüz altmışlardan beri tanıdığım bir camiayla yazı ortamında buluşmak çok güzel. Her yaptıkları şeyi takdirle takip ettiğim bu dostlar ve arkadaşlar grubuna bu şekilde de katılmaktan mutluyum. Arzumuz her on beş günde bir sizlerle bu sütunlarda buluşmaktır...
Âlemde her şey yenilenmektedir. Çünkü bu âlem mümkünlere göre yaratılmıştır. Değişme kaçınılmazdır o hâlde. Her değişme tecessüs ve şüphe uyandırır. Uymak ve alışmak zaman alabilir. Eskiyi unutmak da zaman alabilir. Yenilerde hayal ve ümit, eskilerde ise hüzün ve hatıralar vardır. Hatıraların acıları bile zamanla bizde garip ve buruk bir lezzete dönüşür. Yeni ise yaşanmamıştır; nelere gebe olduğu bilinmez.
İnsan topluluklarının millet olabilmeleri o kadar da kolay değildir. Genelde her canlı türü toplu yaşamayı arzular. Birlikte yaşar, çoğalır, üretir, paylaşır ve diğer canlılardan farklı olarak insanlar bir kültür profili oluştururlar. En basit toplulukların toplum hayatlarıyla birlikte kültür seyirleri de başlar. Kültür bir çaba değil zaman meselesidir. Toplu yaşayışla birlikte kültür vizyonu belirmeye başlar. Az gelişmişlik, gelişmişlik veya çok gelişmişlik kültür trendini yukarı da çekmez aşağı da, indirmez. Pigmelerin de, Tuareglerin de, Baskların da, Korsikalıların da kültürleri o topluluklara özeldir ve hangisi daha üstündür diye tartışmak abestir. Bu şuur dışı, istem dışı ortak yaşayış ürünü sosyal bir kazanımdır.
Medeniyete gelince; o zamanla birlikte bir çaba da ister. Tolumun kültürü bu medeniyetin oluşumunda etkili bir murakıptır. Oluşumun her safhasında görülür ama kitlelere göre bazen mutlak baskılayıcı bir güç, bazen de ılımlı değerler manzumesidir. Sahra ve belde (Şehir ve kırsal alan) kültürleri birbirlerinden farklıdır. Sahralarda sabit kültür değerleri, beldelerde ise başkalaşım, değişim ve adaptasyon daha belirgindir.
Kırsal toplumlarda samimiyet; şehir kültüründe ise muaşeret ve yaptırımlar daha geçerlidir. Kırsal kültürün yaptırımları töreler, şehirlerde ise kanun koyucuların kurduğu sistemler ve gözetimler toplulukları bağlar. Klanlarda veya az gelişmiş yerleşik olmayan (göçer) topluluklarda töreleri uygulamak kolay ve tabiidir. Gelişmiş toplumlarda töreler yıpranırken suni yaptırımları uygulamak bile zordur. Az gelişmiş toplumlarda suç oranı çok düşükken gelişmiş toplumlarda bu oran giderek yükselmektedir. Çünkü birinde güven esasken diğerinde şüphe ve itimatsızlık hâkimdir...
İşte bu kültür bağlamlı medeniyete geçiş serüveninde milletler neler yaşar. Yaşadıkları serüvenler yazı önceleri destanlarla hafızalara hatıralar olarak nakşedilmiştir.
Milletlerin hafızaları da hatırlarla doludur. Geleceğin neler getireceği binmediği için ortak şuurda ümit ön plandadır. Mazi hep hayırla yâd edilir olmuştur. Belki bir sığınmadır bu.
"Beni de alın koynunuza ne olur hatıralar" diye terennüm eden Selahaddin Pınar hangi gelecekten hangi mazi sığınağına iltica ediyor. Şiirlerimiz, musikimiz, eskiyi düşünmekle geçer. Acaba yeniyi yaşamaya veya onunla yüzleşmeye hazır değil miyiz? Hâlbuki her gelen yeni, bizi eskitmeye devam ediyor. Ama yine de yenileri sevinçle karşılıyor ve ümitlerimizi diri tutmaya gayret ediyoruz.
Yeniyi anlayabilmek için eskiyi çok iyi tanımak ve tahlil etmek gerekir. Bu yüzden milletlerin geliştirdiği destan kültürleri millî senaryolar gibidir. Savaşlar, göçler, büyük acılar hep o uzun nazımlarda gizlidir. Evveli olmayanın ahiri de olmaz. Uzun zaman tünelinde bize eşlik eden bu süreç topluma neler yaşatmamıştır ki… Destan devri gençliği ile modern devir gençliği neleri paylaşabilir? Buna kesin bir şey söylenemez ama gönül, his, aşk ve vatan duyguları hep aynı olsa gerektir.
Gençliğimiz hatıraların kara kutusudur. Zindelik, ümit, gözü peklik, aldırmazlık, enerji, hırs, hasılı gençlik delikanlılıktır işte. Bundan güzel bir kelime bulunabilir mi bir tarif için. Her şeyi gençliğe bağlayıp onu "Lâ yüs’el" (sorgulanamaz) kabul ederek "Ne olursa olur delikanlılıkta" diye gençliğimizi heba etmeye ruhsat verenlere ne demeli. Hâlbuki hayatımızın yatırım dönemi gençlik yıllarımızdır. İbadetin en kıymetlisi, tövbenin en makbulü bu hazine yıllarımıza bağlı değil midir? O yıllarımızı "Vur patlasın çal oynasın bu hayat böyle geçer" diye Epikürcü felsefeye fatura etmek kime ne kazandırır… Yapmak istediğimiz mazi ile istikbali barıştırmaktır. Ne mazimiz her şeye değer, ne de istikbalimiz karanlıktır. Ümit, irade, teslimiyet, kadere iman ve takdire rıza ama tedbiri baş tacı yapmak şartıyla. Ne "Tedbîri terk eyle, takdîr Hudânındır" (Tedbiri bırak takdir Allah’ındır) ne de "Neylersin tedbîr takdîre uymuyor" (Ne yaparsın tedbir kaderi değiştirmiyor) diye düşünemeyiz. Hem tedbirimizi alırız, hem de tedbire uymasa bile "Hakkımızda hayırlısı buymuş" diyerek gönül hoşluğuyla kadere teslim oluruz. Çünkü Yüce Peygamberimizin buyurduğu "Kadere iman hüznü giderir" formülüyle teslimiyetin huzurunu yaşarız.
Olgunluk ve yaşlılığı muattal (tembel) bir hâlde meskenet (miskinlik, uyuşukluk) yuvalarında, boş işlerle geçirip "vakit öldürmek" gibi düşündürücü bir boşluğa atmak ve giderek yaklaşan "son yolculuk"a hazırlıksız yakalanmak ne gaflettir.
Şüphesiz insan yaratılışın şifresidir. Mükemmelliklerle donatılmış olarak dünyaya gelen insanın bu gerçekleri yok sayarak sefahat ve sefaleti seçmesi hem kendisine hem de insanlığa ihanettir. Şifrelerin çözümünde ibadet parantezi içinde muazzam bir estetik boyut sunulmuştur bize. Gözümüze renkler, diğer duyularımıza ise bizi dünyaya ısındıran mükemmellikler verilmiştir. İdrak ettiğimiz bu dünya bakılmaya doyulmayan bir tablo gibidir. Ne âlemdir bu âlem aklı fikri bîkarâr eyler/Hep i’câzât-ı kudret pîş-i çeşmimden güzer eyler’’ (Bu âlem nasıl bir âlemdir, aklı fikri alır. İnsanlığı şaşkınlığa sevk eden ilahi kudret eserleri hep gözümün önünden geçer) diyen Abdülhak Hâmid bu muazzam güzelliği ne güzel anlatmış.
Göz bize Rabbimiz tarafından güzellikleri ve hakikatleri görmek, kalp ise iman meselelerini idrak etmek için verilmiştir. Her ikisinin hakkını veren kurtuluşa erer.
Bu yazılarımızda gözümüzün gördükleriyle kalbimizin tasdik ettiklerini yazmaya çalışacağız. Bu sahada uzun yolculuklarımız olacak. Sığınağımız olan maziyi de, ümidimiz olan istikbalimizi de sık sık ziyaret edeceğiz. Ne gözümüzü ne de kalbimizi yok sayacağız. Uzun tarih yolculuğumuzda bu topraklara gelinceye kadar ne gibi maceraları nasıl idrak edip nasıl sevinmiş nasıl ağlamışız. Neler söylemiş neler dinlemişiz. Yaşlı dünyamızı parselleyip devletler kurup, tahtlar deviren ecdadımız neleri nasıl değerlendirmişler, nelere gülüp nelere ağlamışlar; geçici dünya zevklerini nasıl yorumlamışlar, son yolculuklarına nasıl çıkmışlar. "Âhır çalındı kūs-ı rahil ettin irtihâl/Evvel konağın oldı cinân bûstânları’’ (En sonunda göç davulları çalındı ve sen göçtün. İlk önce de cennet bahçelerine kondun) diye, Koca Sultan Süleyman’ın arkasından müthiş mersiyesi ile ağlayan Bâkî acaba bu acıyı kalbinde duydu mu, yoksa sadece şiir olsun diye mi yazdı?
İşte böyle kültür ve medeniyet atkısıyla destan devrinden mekanik ve dijital hayata geçen toplumumuzda neler nasıl değişti? Hepsini beraberce paylaşacağız.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
Emperyalist hamlelere hançer: Türkiye’nin meşru savaşı
27 Ocak 2018 02:00
Dr. TELMAN NUSRETOĞLU
Türk İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı
Şanlı Mehmetçik; Osmanlı yurdu, İslam diyarı olan Fırat havzasında kümelenen hainler ordusunu, Afrin harekâtıyla tarihin çöplüğüne gömmek için harekete geçmiş, hamdolsun. Tarihî günlere şahitlik ediyoruz. SSCB’nin inkırazından sonra teşekkül eden yeni dünya jeopolitiğinde, Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan stratejik kuşakta, potansiyel tarihî, kültürel, demografik kardeşlik havzasında Ankara liderliğinde yeni bir Türk-İslam gücünün oluşumunu gören küresel emperyalizm, bu kutlu doğuşu engellemek için Orta Doğu’ya, Avrasya’ya yeni sınırlar çizmeye, böl yönet politikalarını daha da derinleştirerek Türkiye sınırları boyunca yeni bir proje devlet kurmaya karar verdi. Malum süreç, 1992’de başlayan Birinci Körfez Savaşı’nın ardından ABD’nin Irak’ın kuzeyinde uçuşa yasak bölge oluşturmasıyla başladı. 36. Paralel olarak adlanan bu emperyal hamleyle Irak, defakto parçalanıyor ve aşamalı olarak Akdeniz’e uzanan sözde Kürt devletinin sınırları çiziliyordu. Türkiye’nin kardeş coğrafyalarla bütünleşerek gücüne güç katmasını sağlayacak merkezî konumunu, tarihî misyonunu sürdürmeye çalıştığı her aşamada, her açılımda küresel emperyalizm de içeride ve dışarıda karşı projeler üretmeye devam etmiştir.
En son Türkiye’nin, coğrafyanın gerçeklikleriyle iktisadi, siyasi büyüme hedefi ve stratejisi arasında reel bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı, komşularıyla sıfır sorun, bölgesel huzur ve iş birliği projesine, Suriye de dâhil, geliştirilen ilişkilere karşı yıkıcı Arap baharı projesinin ortaya atıldığına şahit olduk. Çatışma ve kaosun yaşanmadığı, muazzam kardeş pazarlarının Türkiye’nin yüzüne açıldığı her gün, Türk İslam dünyasının kültürel, fikrî entegrasyonunun da derinleşmesine neden oluyordu. ABD’de çoğu Yahudi kökenli kişilerin başkanlık ettiği Kürt Enstitülerinin ve ABD derin devletinin hazırladığı raporlar çerçevesinde tedricîlik metoduyla Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Araplar üzerinde uyguladığı faaliyetlere benzer bir faaliyet, bölge Kürtleri üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldı. İki bin yıllık birikimi olan Türk devlet geleneğini arkasına alan Erdoğan’ın destansı mücadelesi sayesinde, Gezi olaylarından 15 Temmuz’a uzanan süreçteki sinsi hamlelerle İslam dünyasının kalesini içten ele geçirme teşebbüsleri başarısızlığa uğradı.
Fırat Kalkanı’yla küresel emperyalizmin operasyonu bitti. Karargâhı Anadolu olan ümmet coğrafyalarının müstemleke zulmünden kurtarılmasına yönelik Türkiye operasyonları başladı. Katar, Sevakin, Somali üsleri, Barzani ve arkasındaki güçlere verilen büyük ders...
Afrin operasyonu, otuz yıldır terör koridoru projesine yatırım yapan ABD emperyalizminin Orta Doğu’dan başlayacak çöküş sürecini de hızlandıracaktır. Kaos cephesinin planları, Türkiye’nin cansiparane mücadelesi ve bütün ümmet coğrafyalarını, mazlum dünya halklarını uyandırmasıyla tersine dönmüş, milletlerin hafızası uyanmış; giderek aleni hâl alan oyunlar, maşa örgütler, rejimler açığa çıkmış, ifşa olmuştur. Türkiye’nin artık bilumum İslam dünyasının maşerî vicdanını, onurlu mücadelesini temsil ettiğini bütün Orta Doğu görüyor. Bu yüzden Arap’ıyla, Kürt’üyle, Türkmen’iyle bölgenin devşirilmemiş yapıları bu savaşta Türkiye’nin zaferi için rol almaya, katkı sunmaya can atıyor. Bu uçsuz bucaksız coğrafyadan Türkiye için duaların yükseldiğini görüyoruz. Türkiye aynı zamanda, İslam âleminin müstakbeldeki adıdır.
Âdeta iki bin yıllık hesaplaşma hırsıyla hareket edenler; Malazgirt’i, 1453’ü unutamazlar. Neden asırlardır sistematik olarak Türkiye küresel emperyalizm tarafından hedefe oturtuluyor sorusu, akıl ve vicdan sahibi her bir Müslüman’ı düşündürmeli. Türklüğün, İslam ümmetinin, hak ve adalet arayan insanlığın şuur ve hafızasında asırlardır Türkiye’nin karargâh olduğu algısı var. Bu sebeptendir ki tarih boyu, farklı coğrafyalarda müstemleke altında yaşasalar da dünyada milyonlarca Müslüman’ın kalbi hep Türkiye’yle atmış, zor zamanlarda dua ve yardım sedaları Türkiye için yükselmeye devam etmiştir.
Balkan savaşı sırasında Türkistan, Azerbaycan, Kazan ve Hindistan’da on binlerce insan gözyaşıyla, yoğun duygu seliyle Osmanlının zaferi için muazzam bir yardım seferberliği başlatmıştır. ‘Gardaş’ Azerbaycan Türkleri, çeşitli cephelerde çarpışan kardeşlerine yardım etmek için Osmanlının Bakü konsolosluğu önünde mahşerî bir kalabalık oluşturunca korkuya kapılan Çarlık rejimi Osmanlının Bakü konsolosluğunu kapatmamış mıydı? Azerbaycanlı hayırsever iş adamı Zeynelabidin Tağıyev, aydınlarla birlikte teşkil ettiği Müslüman Hayriye Cemiyeti üzerinden tarihî İsmailiye binasında Mehmetçik için yardım kampanyası düzenlemekle yetinmemiş, İstanbul’a temsilci göndererek Mehmetçiğin üniformalarını kendi tekstil fabrikasında hazırlatma arzusunda olduğunu bildirmişti. Çırpınırdı Karadeniz’in yazarı Ahmet Cevat’ın Balkan savaşı sırasında Osmanlıya yardıma koşan Kafkas Gönüllü Birliğinin askeri olduğunu, 1937’de Pantürkist, Panislamist suçlamalarıyla kurşuna dizilirken hiç eğip bükmeden “doğrudur, oraya kardeşlerime yardıma gitmiştim” dediğini birçoğumuz bilmeyiz.
Bakü’de 1911’de kurulan çiçeği burnunda Müsavat Partisi, Rusya Müslümanlarına yönelik çağrısında şöyle yazıyordu: “Dindaşlar! Biliniz ve agâh olunuz ki, yegâne ümidimiz ve çare-i necatımız Türkiye’nin istiklal ve terakkisindedir... Trablus, Bosna-Hersek, şimdi de Balkan meselesini çıkarıp her taraftan toplar, tüfekler bombalar, hançer ve nizelerini (mızrak) alarak âlem-i İslam’ın kalbine sapladılar. Onu parçalamak ve tamamiyle payimal etmek istiyorlar...”
Sadece Azerbaycan Türklerine değil, bütün Türkistan ve Rusya Müslümanlarına aynı duygular hâkim değil miydi? Türklerin Pasifik’ten Akdeniz’e insanlığın iki bin yıllık tarihini temsil ettiğini, yüzyıllar boyu Çin, Rusya, Hazar ve Karadeniz havzası, Orta Doğu’da tüm din ve kültürleri, bayrağı altında barış içinde yaşattığını, Cengiz Han, Selçuklu, Mısır Memlukleri, Timur, Babürler, Osmanlı olmadan dünya tarihi yazmanın mümkün olmadığını göz önünde tuttuğumuzda her şey daha net anlaşılmıyor mu? Günümüz dünyasında Türkler kadar soydaş, akraba, dindaş topluluklarıyla var olan, üstelik tarihin adaletini, ihtişamını temsil eden başka bir millet yoktur.
Türkiye yerleştiği coğrafya ve tarihî birikimi itibarıyla dünyanın en az üçte birini kendi mihveri etrafında toplayabilecek, inkıtaa uğrayan medeniyet yürüyüşünü kaldığı yerden sürdürecek potansiyele sahip olduğu için hedeftedir azizlerim.
Türkiye, Fırat Kalkanı’yla başlayıp Afrin’le devam eden karşı atağı, yürüttüğü meşru savaşı ve küresel emperyalizm karşısındaki dik duruşuyla dönemin iki süper gücü olan Sasani ve Bizans’ı az sayılı ordusuyla mağlup eden “sahabe ruhu”nu diriltmiştir. Zafer, inananların ve adalete sımsıkı sarılanlarındır...
.
“Pazarlama artık teknolojik bir disiplindir.”
2 Şubat 2018 02:00
Prof. Dr. İsmail Kaya
Tekno-Pazarlama
Pazarlama ve teknoloji oldum olası birbiriyle içli dışlı iki dost. Her değer ve güç gibi, teknoloji de pazarlamaya muhtaç ve pazarlama sayesinde etkisini arttırıyor, kendine pazarlar ve gelişme imkânları buluyor. Pazarlama da teknolojiden güç alıyor, sayesinde önemli sıçramalara zemin hazırlıyor, insan hayatını daha derinden etkileyebiliyor. Scott Brinker, “A New Brand Of Marketing” kitabında teknolojiyle güçlendirilmiş bir disiplin olarak günümüzdeki pazarlamayı, pazarlama stratejilerini ve yönetimini şekillendiren 7 Meta Trend’i ele alıyor. Meta trendler, trend ötesi, trend üstü trendler olarak, etkisi onlarca yıl hissedilecek uzun soluklu gelişmeler olarak tanımlanıyor.
21. Yüzyıl başlamadan az önce, pazarlama dünyası âdeta yeni bir doğuma sahne oldu. Web denilen bir bebek doğmuştu. Bu doğum âdeta yeni bir çağın da başlangıcıydı. Doğumuyla birlikte dünyayı, işleri ve iş yapma biçimini altüst edecek çapta değiştirebileceğine dair ipuçlarını da beraberinde getirmişti. Ve değişimler öngörülemeyecek bir hızla peş peşe hayata geçmeye başladı; bir tür alt-üst oluş yaşandı. Pazarlama da, bu alt-üst oluştan, büyük patlamadan nasibini almakta gecikmedi. Hem de kendisinin yeni bir doğuma hazırlandığının farkına bile varmadan.
Geçmişten günümüze, pazarlama, işlerin ve işletmelerin köşesinde kenarında, pek de saygı ve sevgi uyandırmayan ekstra bir faaliyet olarak görülegelmişti. İşletmelerde dahi faaliyetlerin merkezinde, işin kalbinde pazarlamaya dair izlere pek rastlanmazdı. O, yani pazarlama, “bazılarının” ancak “mecbur kaldıklarında kabullendikleri” bir meslek idi, sanki.
Ne zamanki, Web, insanlara ve dolayısıyla tüketicilere o güne kadar hiç farkında olmadıkları ve hiç tatmadıkları bir güce sahip olduklarını hissettirdi, o zaman, dünya da, işletmeler de, pazarlama işleri ve konuları da, çarpıcı değişimlere sahne olmaya başladı.
Bu bir devrimdi. Zira, geçmişte sahip oldukları “bilgi asimetrisi” sayesinde müşteriler üzerlerinde kurdukları hâkimiyet ve güç, firmaların elinden kaymaya, egemenlik el değiştirmeye başlamıştı. Artık, “tüketimin ve tüketicinin gücü” ve bunun potansiyel sonuçları en azından bazılarınca iyice hissedilir olmuştu.
Masada taraflar yer değiştiriyordu. Zira, firmalar kadar müşteriler de bilgiye ulaşabilir olmuştu. Firmalar müşterilerin saflığından yararlanamaz ve bilgisizliğini istismar edemez, kendi lehlerine kullanamaz olmuştu. Âdeta bir bilgi demokrasisi oluşmuştu. Zira, firmalar kadar müşteriler de, aralarında haberleşebilir, etkileşebilir, toplu hareket edebilir ve iş birliği yapabilir hâle gelmişlerdi. Müşteri-tüketici yığınları arasında dolaşan ufacık bir bilgi, bir işaret, bir sinyal bile, onları bir sürü gibi, bir anda bir oraya bir buraya yöneltebiliyordu.
Zaman içinde arama motoru, sosyal medya ve açık kaynak gibi kavramlar doğmuş, hızla yayılmıştı. İlkinde bilgiye ulaşım kadar bilgiyi yaymak da ışık hızıyla mümkün hale gelmiş, ikincisinde her birey adeta bir yayıncıya dönüşmüştü. Bilgiye erişmenin de, bilgiyi yaymanın da maliyeti neredeyse sıfıra inmişti. Üçüncüsüyle de, o zamana kadar birilerince sahiplenilen, hapsedilen, üstü örtülen bilgiler, birikimler, tecrübeler ortalığa saçılmış, herkesin malı ve herkesin harcı haline gelmişti. Açık bilgi ve açık iletişim adeta patlama yapmıştı.
Artık müşteriler, satıcılardan, onların müşterilerinden, rakiplerinden, kendi meslektaşlarından, yakınlarından, çevresindeki diğer insanlardan, uzmanlardan, ve kendisi gibi diğer müşterilerin deneyim, tavsiye ve uyarılarından çok şey öğrenebiliyorlardı. Küçücük girişimler, işletmeler, ufacık adımlar, büyük sonuçlar doğurabiliyor, kocaman rakipleri zora sokabiliyordu.
Bilginin kendilerine güç kazandırdığının farkına varan firmalar kadar müşteriler de bilgi ve teknoloji araçlarına erişebilir, kullanabilir oldular. Firmalar kadar bunlarla işi olan müşteriler de aralarında etkileşim için fonksiyonel aplikasyonlara kavuştular. Firmalar ve markalar, sadece ürün/hizmetleriyle değil, müşterileriyle etkileşimlerinde gerçekleştirebildikleri kalitelerle, müşteri deneyimleri üzerinden rekabet etmeye başladılar. Daha ileri giderek, müşteri kazanmak ve satış yapabilmek için, sundukları ürün ve hizmetlerden ve rakiplerinden önce müşterinin zihinlerine ve hayatına girebilmek gerektiği gerçeğiyle yüzleştiler. Bunun için de, müşteri deneyimlerinin bir parçası, müşterileriyle buluşma noktaları ve araçları olarak kendi özel “aplikasyon”larını satmaya giriştiler. Ortaya ‘Aplikasyon Pazarlama’ gibi kavramlar çıktı.
Açık bilgi, Açık iletişim ve Müşteri deneyimi üçlüsünün bir araya gelmesiyle belirginleşen manzara yarım asırdır beklenen bir yeniden doğumu da beraberinde getirdi. Peter F. Drucker’ın altmış yıl önceki “İşletmelerin yalnızca iki fonksiyonu vardır: Inovasyon ve Pazarlama” sözleri, nice yıllar sonra haklılık kazanmaya, taraftar bulmaya başladı. Çok şükür.
Teknoloji, pazarlama ile inovasyonu (yenileşme) evlendiren bir güç, ikisini buluşturan bir köprü oldu. Ve şimdi pazarlama artık kendini “teknolojik bir disiplin” olarak kabul ettirmeye hazırlanıyor.
Evet, pazarlama, teknolojik bir disiplin olarak, hayatın ve bütün işlerin özünü, omurgasını, omuriliğini oluşturuyor. Pazarlama, bir yandan işletmelerde çoktan hak ettiği pozisyonu bütün birikimleriyle ve bileğinin hakkıyla kazanma imkânı buldu. Öte yanda da teknoloji, pazarlamanın oyun alanını genişletip, onu daha da güçlendirmeye başladı.
Teknolojik bir disiplin olarak Pazarlama
Pazarlama ve teknoloji ilişkisi, pazarlamanın hem ön planında hem de arka planında, görünen ve görünmeyen faaliyetlerinde hükmünü sürdürürken, önceki dönemlerin teknolojiden en uzak bir alan olduğu algısından kurtulup, yakın zamanlarda teknolojiye en yakın bir fonksiyon olarak algılandığı bir konuma doğru evrilir oldu.
Pazarlamanın görünen yüzünde, müşteriler ve piyasalarla etkileşime girdiği alan olan ön plandaki faaliyetler arasında, müşterilere ve rakiplere açık olarak cereyan eden, müşteri deneyimlerinin yaşatıldığı, reklamlar, broşürler, doğrudan iletişimler, fuarlar, etkinlikler, web sayfaları, sosyal ilişki ağları, mobil uygulamalar yer alıyor.
Arka plandaki görünmeyen yüzünde yürütülen pazarlama faaliyetleri de, firmanın kendi iç süreçleri ve operasyonlarıyla ilgili olan, müşteri ilişkilerini ve firmaların değer sunumu yetkinliklerini yansıtan, müşteri ilişkileri yönetimi, içerik yönetimi, pazarlama otomasyonu, öngörü (predictive analytics), test ve optimizasyon araçları, veri yönetimi platformları, firmaya özel, genel ve bulut temelli uygulamalar ve veri tabanları gibi faaliyetleri kapsıyor.
Yaşanan teknolojik devrimler, bilgi teknolojilerinin işletmelerdeki rolünü ve konumunu, bu güne kadar hiç olmadığı derecede güçlendirdi. Bu gelişmeler, bir yandan pazarlamanın firmalar için anlamının daha gerçekçi ve derinden kavranmasına yardımcı olurken, bir yandan da bilgi teknolojileri uzmanlarının pazarlamayı yakından tanımalarını da kolaylaştırıyordu. Zira, IT ve bilişim ekipleri, yaptıkları işin asıl müşterisinin işletmelerde pazarlama sorumluluğunu üstlenmiş, müşteri ilişkileri ve deneyimlerini üreten ekipler olduğunu gördüler. Pazarlamaya ilgileri, merakları ve yönelimleri arttı. O derecede ki, bunlardan bir bölümü, pazarlamacı olmayanlar dahil, başkalarına pazarlamayı öğretir konuma bile geldiler.
Kısa zamanda, hızla gelişen pazarlama ve bilgi teknolojilerinin melezlenmesiyle birlikte, işletmelerde yeni roller, yeni unvanlar duyulur oldu. Değişik isimlerle anılsa da, data analisti, pazarlama teknolojisti, ve benzeri roller popülerlik kazanmaya başladı. Bu insanlar teknik eğilimlere ve yeteneklere sahip oldukları kadar pazarlamanın cazibesine de kapılmışlardı. Süper hızıyla internet, yaygınlaşan, ucuzlayan ve hızla mobilleşen iletişim, bu uzmanları kamçıladı. İçinde yetiştikleri, teknoloji, donanım, yazılım ve veri tabanları sayesinde bu ekipler, yeni nesil bir pazarlama yaklaşımına vücut ve güç verebileceklerinin farkına vardılar.
Dijital ajanslarda, web temelli girişimlerde, growth hacker denilen “büyüme kırıcıları”, “veri madencileri”, “veri yöneticileri”, “big-data uzmanları” ve “data scientists”, (veri bilimcileri) gibi farklı isimlerle anılsalar da, ortak bir algıya da yol verdiler.
Bu ekipler, pazarlama ve teknolojiyi ayrı disiplinler olarak düşünmüyorlardı. Bunlara göre bu devrin pazarlaması teknoloji hamurundan yoğurulacaktı.
Pazarlama teknolojistleri, pazarlama ekiplerinin yetkinliklerini de temelden değiştiriyordu. Bilgi Teknolojileri ve firma dışındaki servis sağlayıcıları arasındaki karşılıklı bağımlılığın problemlerini giderdiler ve teknolojiyi firmanın strateji ve taktiklerinin iskeleti konumuna getirmeyi başardılar.
Ve karşımıza, teknolojiyle barışık yepyeni bir pazarlama yaklaşımı çıkardılar.
Bu yaklaşımı yakından tanıyabilmek için, tekno-pazarlamada yaşanan meta trendleri yakından izlemek ve iyi anlamak gerekiyor. Farklı başlıklarla anılsalar da dijital ve gelenekselin harman olmaya doğru yöneldiği bu trendlerin her biri, pazarlama dünyasında uzunca bir süre üzerinde odaklanmayı, yoğunlaşmayı, çalışmayı haklı çıkaran konular olarak, hem akademisyenlerin hem de uygulamacıların pazarlamayı yeniden tanımaları, anlamaları, öğrenmeleri ve anlatmalarını gerektiren çapta ve derinliğe sahip.
Bilim ve uygulama sorumluluğunu taşıyan “pazarlama sevdalılarının” dikkatlerine sunarız.
Tekrar pahasına olsa bile...
.
Türklerin yolculuğu... Orhun'dan Tuna'ya
3 Şubat 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Tarıma dayalı yaşamayan Hunlar ve Göktürkler geniş Asya bozkırlarında çadırlarda barınırlardı.
Tarım hayatı yerleşik, kısmen altyapılı ve sistemli bir yaşayış gerektirirken göçebelik sabit-mekân olmaya müsait değildi.
Aslında göçebe hayat tarzı bir tercihten öte mecburiyettir denebilir. Orta Asya’da tabiat şartları zor, çetin ve zayıfları sinesinde barındırmayacak kadar merhametsizdi. Bu coğrafyada sürekli harekete dayalı bir hayat vardı. Kavimlerin tamamının atlı olduğu bu dönemlerde baskın tehlikesi ve ölüm olağan hâllerden olduğu için, bundan korunmanın yolu da süratle hareket etmeye, göçmeye ve yeni mekânlar bulmaya bağlıydı. Böyle bir toplumun gözleri hep açık, uçan kuştan tehlike sezen, elleri hep tetikte (ok, kargı, yay) olmalıydı. Yönetim iradesinin çok güçlü olduğu böyle bir hayatın temel unsuru bir başa ve töreye bağlı ve kesin itaat gerektiren bir nizamdı.
Mutlak irade, törenin hükmüyle emir verince çadırlar toplanıp, yeni mekânlarda tekrar kurulurdu.
Çadırlar bu hayat tarzının vazgeçilmez mükemmel barınaklarıydı.
Çadırların keçeden ve ıslak deriden yapılan dış yüzeyi âdeta mantolama sistemi görevindeydi. Bu kurgu iç ısıyı muhafaza ederken dıştan gelen soğuğu da önlerdi. Kolon ve sütun görevini yüklenen ağaç iskelet karkas gibiydi. Isıyla işlem görmüş ve eğriltilmiş bu iskelete diğer ahşap malzemeler ve atkılar raptedilirdi. En tepede kubbe tekerleği bulunurdu. Atkılar bu tekerleğe bağlanır ve girişte kutsal kabul edilen eşik yer alırdı.
Çadırlar kısa bir sürede kurulabildiği gibi bir tehlike anında yarım saat gibi bir sürede toplanabilirdi.
Her ailenin bir çadır kurucusu vardı. Tabii ki bu çadır kurucu genelde baba olurdu. Ailenin diğer fertleri de babaya bu işlemde yardım ederdi. Zamanla evlenip kendi çadırını kuracak olan erkek evlatların her biri çadır ustası olarak yetişirdi. Çadır kurma işinde kız evlatları ve anneleri de bu eylemden uzak zannetmemelidir. Özellikle anneler mükemmel bir çadır ustası olarak yetiştikleri için “Yuvayı dişi kuş yapar’’ atasözü de çadır kültürüne dayanır.
Zemini sulak olan araziye, engebeli yerlere, mezar yakınlarına ve orman içlerine çadır kurulmazdı. Bu göçebe yapılaşma mutlak kurallara bağlı olup oba halkının kabul edebileceği ve kimsenin hayat hakkını zedelemeyecek bir sistemdi.
Adına çadır, yurt, bark veya ev denilen bu pratik yerleşim birimi, Şamanist akideye mensup olan Türklerde kutsal bir mekân olarak kabul edilirdi. Şamanizm’in ibadethane geleneği olmadığı için çadırlar ve özellikle de çadır direği ayrı bir önem arz ederdi. Çadır direğine tırmanan Şaman, insanlarla münasebetini kesip ruhlarla ve gök ile temas kurduğuna inanırdı.
Şamanist ve diğer paganist inanışlardan “Kök Tengri’’ inanışına geçen Türklerde çadır yine önemini korurken çadır direği ve eşik dinî bir hüviyeti olmasa da sosyal değerini korumaya devam etmiştir. “Evimin direği’’ deyimi günümüzde de kullanılmaktadır.
Çadır kültürü tabiatın korunmasında çok hassastı. Bu topluluklar tabiatla iç içe oldukları için çevreye son derece saygılı yetiştirilirlerdi. Çocuklukla gelişen bu tabiat sevgisi, onunla barışık olmanın ve onun sinesinde barınmanın getirdiği bir nevi şükran duygusu gibiydi. Atlarla sürekli akınlara giden Türklerde bu hayat tarzı askerî sisteme de uygundu. Moğol imparatoru Cengiz, savaşan çerilerin yerleşik hayata geçmesine izin vermezdi. Rahata alışan savaşçılar cenk şartlarına uyum göstermekte zorlanırlardı.
Ayakları toprağa basan bu insanlar tarımla uğraşmasalar da, altlarına serilmiş bu geniş bozkırların sinesinde çok mutluydular.
Zamanımızın şehir insanları ise toprağı yok sayarak beton bloklarla toprağı âdeta toprağa gömmüş ve gökdelenlerle ondan uzaklaşmış, kısacası aslî unsuruna ihanet etmiş, bu yüzden de stres, bunalım, buhran, depresyon ve adına ne denilirse bütün ruhi sıkıntılarla karşı karşıyadır. Sonra da bir sürü ilaçlar ve meditasyonlarla iç huzuru ve rahatı arayan metropol esirleri, yeşilin ve mavinin gözünün önüne serdiği estetik boyut ve bir ciğer dolusu temiz havanın yerini tutmayan bu işlemlerle avunur dururlar.
Allahü teâlânın kullarına lütfundan bahşettiği güzelliklere ve nimetlere ihanet eden insanlık, öyle görülüyor ki bunalım sarmalına giderek daha çok batacaktır.
Çadırlarda barınıp ömrünün çoğunu at sırtında geçiren Türkler, Şamanist ve diğer inanışlardan sonra İslamiyeti seçince giderek yerleşik hayata da adım atmaya başladılar.
HHH
İslamiyetin kabulü ile ülkeler fethetmek yerine inançları gereği ülkeleri İslam’a davet misyonundan yola çıkan atalarımız, cihat ruhunun ve zaferlerin daimî seyyal ve seyyar (akıcı ve gezen) bir ordunun varlığına bağlı olduğuna inandılar.
Oğuz Kağan’ın “Takı taluy takı müren-Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (Daha çok deniz daha çok ırmak-Güneş tuğumuz gökyüzü kubbemiz osun) vasiyeti doğrultusunda “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni benimseyerek ordu-millet ruhunu dirilttiler. Bu coşku ile üç kıtada ayak bastığı yerlere çil çil kubbeler saçtılar. Katran dolu karanlık geceleri İslam’ın nuruyla aydınlattılar.
Girdikleri yerleri yıkarak, çıktıkları yerleri yakarak hayatları söndüren, çapul ve talan eden Haçlı sürülerine inat, ayak bastıkları yerlere ilâhi nurun feyziyle bereket ve refah hediye eden bu aziz millet, Anadolu’ya girdiklerinde bir çadır konar-göçer topluluğu olan Kayı’dan cihanşümul bir devlet-i ebet-müddet çıkardı.
Tarihin tabii tekâmülü ve Cenâb-ı Bârî’nin lütfu ve ihsanı ile alplar alperene dönüşünce Orhun ve Selenga’dan başlayan bu hareket Seyhun ve Ceyhun’a uzandı. Bunu Dicle, Fırat, Tuna ve Nil nehirleri takip etti. Bu coşkun nehirler Asya, Afrika ve Avrupa topraklarında “Tevhid”e doğru akmaya başladılar.
Türklerin itici gücü üç koldan ateşlenmiştir: Turan, yani dünya Türk birliği ülküsü; sonra güneşin batış anını temsil eden garp ufku boyutsuzluğu olan sonsuz hedef Kızılelma; nihayet bu iki unsuru parantezinde birleştiren “İ’lâ-yı kelimetullâh”tır (Allah’ın ismini bütün âleme yaymak ve yüceltmek).
‘Kızılelma’nın Doğu’daki akınlarının hedefi “İttihâd-ı İslam” (İslam birliğini tesis), Batı’daki hedefi ise “İ’lâ-yı kelimetullâh”tır. Bu ideal Orta Asya’dan fırlatılıp hedefi hep Batı olan kutsal bir oktur. Bu hedefin şümulünde kâinata Allahü teâlânın adını yaymak ve İslam’ın adaletini bu nimete susamış olan gayrimüslim diyarlara ulaştırmaktır.
İslamiyetin hızıyla Anadolu’nun batısına yayılan Kayılar, Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla Avrupa’ya akınlara başladılar. Dalgalar gibi akınlarla zulmün karanlığında boğulan insanlara İslam’ın nurunu sunmayı hedeflediler. Düğüne şenliğe gider gibi akınlara çıktılar. Yahya Kemal’in dediği gibi:
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
“Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle.”
Tuna’dan batıya, daha batıya, ‘Kızılelma’ya, zulmün karanlığını aydınlatan ufka, şafağa doğru asırlarca süren bir koşudur bu…
“Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin.”
Öyle zannolunur ki Yahya Kemal okun hâlâ düşmediği hedefi yani ‘Kızılelma’yı arıyordu.
Artık mukaddes cihada yönelen atalarımız ayak bastıkları toprakları mescit hâline getirdiler. Şair Bâkî’nin “Muhteşem Süleyman” için yazdığı mersiyede
“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin.
Nâkûs yerlerinde okuttun ezanları.”
(Binlerce kiliseyi mescide çevirip çan sesleri yerine ezanlar okuttun) demesi bunun açık bir delilidir.
İşte bu cihat ruhuyla yetmiş yaşını aşmış Muhteşem Süleymân, Avrupa içlerinde şehit olurken zannımca bize de bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Bugün yürütülen Zeytin Dalı Operasyonu da “İttihâd-ı islâm” projesinin en canlı örneğidir. Yani “İ’lâ-yı kelimetullâh” bu aziz millet var oldukça gücünü korumaya devam edecektir.
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
ALEVLENEN SOSYAL TARTIŞMA: Nafaka zulüm olur mu?
9 Şubat 2018 02:00
Sema MARAŞLI
Otuz yıldan beri ülkemizde tartışılan bir mesele var: Nafaka... Mazlumlar yıllardır bu konuya dikkat çekmeye çalışsalar da gündemde yer bulamamışlardı. Son dönemlerde nafaka mağdurları dernekleşerek ve sosyal ağları kullanarak seslerini duyurmaya başladılar. Meclise giderek milletvekillerine durumlarını aktarıyorlar, onlar da “evet haklısınız” diyorlar fakat henüz bu konuda net bir adım atılmadı.
Boşanma sonrası çocuklar annede kalacaklarsa, babaları çocuklarına nafaka ödüyor zaten. Fakat kanunlara göre erkekler, eski eşleri çalışmıyorsa ya da çalışıyorsa da boşandığında kocası ile yaşadığı imkânların altına düşecekse, eski karısı bir daha evlenmediği sürece ona ölene kadar bakmak zorunda. Problem burada başlıyor.
Kadının adamdan çocuğu olsa da olmasa da, bir hafta, bir ay, bir yıl da evli kalsalar, boşanmada kusurlu olan kadın da olsa, ayrılığı kadın istemiş dahi olsa devlet, evlendiği için erkeğe bedel ödetiyor, daha doğrusu erkeği cezalandırıyor.
Araştırmalarımda ömür boyu nafaka kanunu olan başka bir ülke görmedim. Zira ömür boyu eski eşe nafaka vermek; akla, vicdana ve adalete aykırı. Batı ülkelerinde nafaka sınırlı süreler içinde var. Pek çoğunda on yılın altındaki evliliklerde evli kalınan süre ile kısıtlı. Bir yıl evli kaldı ise bir yıl nafaka gibi. On yılın üstünde nafaka ödenmesi ise hiçbir ülke yok gördüğüm kadarıyla. Erkeğe zulmetmekte dünyadaki bütün ülkeleri geçmişiz. Üç aylık evliliğe yirmi yıl nafaka ödeyenler var.
Dinimizde nafaka süresi yaklaşık dört aydır. Kadın hamile ise nafakanın kadın doğurana kadar verilmesi gerekiyor, doğurduktan sonra çocuk için nafaka devam ediyor. Bazı âlimler erkeğin maddi imkânı iyiyse bu süreyi kendi arzusu ve isteği ile uzatmasının iyi olacağını bir yıla kadar ya da daha fazla vermesini tavsiye etmişler. Rabbimiz: “Ya iyilikle yaşayın ya iyilikle ayrılın” buyuruyor. Uzun yıllar sonra gerçekleşen ayrılıklarda erkeğin eski eşine ikramla ihsanla ayrılması vefalı bir insana yakışan bir davranış olur.
Gönlüyle yapılan iyilik olduğunda ancak karşı taraf hayrını görür. Gönülsüz aş ya karın ağrıtır ya baş, sözü mucibince erkeğin gözü kala kala, binbir sitemle verdiği nafakanın zaten hayrı da olmaz. Kadına da devlet zoru ile verdirilmiş bu nafakayı talep edip almak da helal olmaz.
Ayrıca boşanmayı kadın istemişse ve adam kusurlu değilse, erkek dört ay da nafaka ödemek zorunda değil, hatta kadın aldığı mehri de iade etmek zorunda. Sabit bin Kays’ın (radıyallahü anh) hanımı Cemile (radıyallahü anha) Peygamber Efendimize gelerek şöyle dedi: “Ya Resulallah beyimin huyu ve dindarlığı hakkında bir şikâyetim yoktur. Fakat onu bir türlü sevemedim. Bunun için de nankörlük etmekten, ona karşı olan vazifelerimi yapmamaktan korkuyorum.” Peygamberimiz, “Sana mehir olarak verdiği bahçeyi ona geri verir misin?” diye sordu. Kadın, “Evet, veririm” deyince de Resulullah Hazreti Sabit’e, “Bahçeyi kabul et ve onu boşa” buyurdu. Ayrıca boşama karşılığında fazla bir şey almamasını da emretti. (İbni Mace, Talak: 22)
Erkek evin reisi değilse…
Anayasadan “Erkek evin reisidir” maddesi kaldırılmıştı. Erkek evin reisi değilse, neden ailenin masraflarını üstlenmek zorunda olsun? Evlenirken ev kurmanın bütün yükü erkeklerin üzerinde. Ev kiralayacak, eşya alacak, nişan, düğün masrafı, geline takılacak takılar… Bunları erkek karşılıyor. Sonra gelin hanım üç beş ay sonra kocadan memnun kalmıyor ve ayrılmak istiyor. “Romantik değildi, annesine çok gidiyordu” falan filan… Önemli sebeplerle boşanan kadınlar da var tabii ki fakat böyle ıvır zıvır sebeplerle boşanan kadın da günümüzde pek çok.
Yeni evliyken “arzu istek ve hayallerim yerine gelmedi” diyerek kendi istekleri karşılanmadığı iddiası ile keyfi ayrılmak isteyen kadın, düğün masraflarını da ödemeli, mihri de iade etmeli. Nafaka istemeyi zaten düşünmemeli, insaf ve vicdan sahibi ise.
Nafaka olması gerektiğini iddia edenler, “boşanan kadına kim bakacak?” diye soruyorlar. Kadın evlenmeden önce nasıl geçiniyorsa aynı şekilde devam edecek. Kadının ihtiyaçlarını karşılayacak kişi, artık ona yabancı olmuş bir adam değil, kendi ailesi olacak. Ailesinin maddi imkânı iyi değilse, evden bir şeyler üretip satabilir, bir işe girip çalışabilir. Ailesi ya da aile desteği yoksa devlet destek olmak zorunda fakat eski eş değil. Erkekler SGK değil, eski eşinin geçimini sağlama mecburiyeti yok. Zaten çocuğu varsa ona verecek nafakayı.
İşin tuhaf tarafı erkek, kanunen canından kanından evladına 18 yaşından sonra bakmayabiliyor, nafakayı kesebiliyor fakat ayrıldığı artık ona yabancı olan eski eşine ömür boyu bakmak zorunda. İhtiyacı olsa da yaşlı anne-babasına bakmak için bile devlet kimseyi zorunlu tutmuyor fakat eski eşe bakmaya zorunlu tutuyor. Bu nasıl iş? Mantık, vicdan, adalet bunun neresinde!
“Ciğer sökücü” kanun!
Lakabı “ciğer sökücü” olan tanınmış bir kadın boşanma avukatı var. Onunla yapılan bir röportajda okumuştum. Boşanma davalarında adamın ciğerine kadar söküp alıyormuş.
Kanunlar izin vermese bu kadın, adamın ciğerine kadar sökebilir mi? Sökemez elbette. Ciğer sökücü olan avukat değil, nafaka kanunu. Zaten bunu itiraf ediyor avukat. Kanunlar çok müsait fakat bazen uygulayıcılar problem çıkarıyor babında bir şeyler söylemiş. “Mal canın yongasıdır” demiş atalarımız. Nafaka ile erkeklerin kazançlarını onun için yabancı olmuş biri için gasbederek bir parça canını da alıyorlar aslında.
Sadece mal da değil, erkek boşanma safhasında çocuklarından oluyor, çocukları istese de babaya verilmiyor ekseriyetle. Erkek evinden oluyor; ortak oturulan ev, erkeğinse de erkeği atıyorlar kadın kalıyor, kiraysa da kirayı adama ödetiyorlar. Kadın tazminat isterse yüklüce para da ödetiliyor bir de üstüne ömür boyu nafakaya mahkûm ediliyor. Kanun iki tarafı da kapsıyor görünüşte adalet olsun diye. Fakat kocasına nafaka ödeyen kadın sayısı yok denecek kadar az.
Aynı şeyi kadınlara yapmaya cesaret eden yok. Kadın evinden atılsa, çocukları elinden alınsa bir de “git çalış, kazan, kazancından her ay eski eşine göndereceksin, ömür boyu” dense kadınlar ortalığı yıkar, gider Meclis’i basarlar. Kimse benim dişimle tırnağımla kazandığımı elimden alamaz, diye. Fakat erkek yoksulsa da kendini zor da geçindiriyorsa da nafaka vermeye mahkûm ediliyor. Ödeyemiyorsa da hapis cezası hazır. Ki artık maddi konularda haciz ve hapis cezaları kalkmış olduğu hâlde boşanmış erkekler için bu uygulanmıyor. Evlenmenin cezası mı boşanmanın cezası mı erkek olmanın cezası mı, ne olduğu belirsiz! Fakat ciddi ciddi bir ceza bu. Tek nafaka da değil; boşanma safhasında kadın isterse tazminat alabiliyor ve evlilik süresinde kocasının çalışıp kazanarak edindiği mülkün yarısını da alabiliyor.
Kadın cinayetlerinin pek çoğunun boşanma sırasında olmasının erkeklerin boşanmayı hazmedemediğine bağlayanlar ya cahil ya kötü niyetli. Kendini istemeyen kadını erkek de istemez, ruh sağlığı yerindeyse. Boşanma sırasında erkeğin aleyhine öyle şeyler yaşanıyor ki: İftiralar, hakaretler, uzaklaştırma cezaları, çocuğunu göstermemeler, maddi ve manevi tazminat talepleri…
Boşanma döneminde pek çok erkek depresyona giriyor. Bir kısmı cinnet geçiriyor. Bir de maddi sıkıntısı varsa, kendi boğazını zor geçindirirken mahkeme masrafları, eski eşe para gönderecek varsa çocuğa gönderecek. Belki de nafakasını gönderdiği çocuğu da göremeyecek, annesi göstermek istemezse bir başka dert daha görmek için uğraşacak. Cinayetin hiçbir bahanesi olamaz fakat kaybedecek bir şeye kalmayan insan kendisi ve toplum için tehlikeli hâle gelir.
Erkeklerin akıl sağlığını korumaları, şiddetin azalması için eski eşe nafaka, tazminat ve mal paylaşımı konusu acilen çözülmeli.
Kadına şiddete son vermek istediklerini iddia edip nutuk atıp yürüyüş yapan feministler, eğer samimi iseler nafakanın kaldırılması için çaba göstermeliler. Sebepleri ortadan kaldırmadan sonucu değiştiremezsiniz. Ciğerini söktüğünüz birinden şefkat beklemeniz pek fazla hayalcilik olur.
Nafaka, tazminat, eşit mal paylaşımı gibi maddi anlaşmazlıklardan dolayı boşanma davaları uzuyor. Üç yıl beş yıl süren davalar var. Bu da kişilere büyük bir eziyet. Erkek yeni bir evlilik yapamıyor, bir düzen kuramıyor, eski eşine kinleniyor.
Ayrıca nafaka sadece erkeğe ceza değil. Erkeğin sonraki eşine de ceza! Erkek eski karısına para yetiştirmeye çalışmaktan yeni eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayamıyor bu kez eşiyle problemler başlayabiliyor, evliliği tehlikeye giriyor.
Toplumsal olarak da nafakanın ve zor boşanmanın pek çok tehlikeleri var. Evlilikler azalıyor, zina artıyor. İnsanlar evlenmek yerine gizli kapaklı ilişkileri tercih ediyor. Bu da aile kurumunun sonunu hazırlıyor
..
DİNLERİN IŞIĞINDA KANUNLAR: Töreden emr-i ma’rufa... -I-
17 Şubat 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Dünya yalnız insanlara değil, bütün varlıklara açık bir mekândır.
Gezegenimizde insanlar toplu olarak yaşarlar. Bu hem güven hem de yardımlaşma için önemlidir. Dünyamızda sade insanlar değil, genelde bütün varlıkların bir arada oldukları görülür.
Hayvanların beraber yaşamayı benimsemeleri de güven ve birlikte avlanma içgüdüsüne dayanır.
Bitkiler ve ağaçlar toprağı geniş alanda birlikte paylaşırlar. Tabii ortamın gereği olarak görülen bu manzarada, su ve kullanılabilir gazların varlığının önemi tartışılmaz.
Dağlar da bir düzen dâhilinde, beraber bulunurlar. Bu tabii oluşumlar her yerde silsile hâlindedirler.
Kısacası tabiatta varlıkların bir arada bulunmaları düzenli bir ortamın oluşmasını sağlamıştır. Her oluşumun büyük bir nizam ve ölçü dâhilinde olduğu düşünülürse bu sistemde ilahi bir kudretin varlığını idrak etmek hiç de zor değildir.
İnsanların toplu yaşayışı birtakım müeyyideleri de beraberinde getirmiştir. Bir zincirleme düzeni andıran cemiyet hayatı, zincirin her halkasının uyumlu ve sağlam olmasını gerektirir. Bu direnç ve nizam toplumun düzenini sağlar.
Birlikte yaşama fertlerin erdem ve iyi niyetlerine terk edilemez. İki kişinin olduğu yerde, bir iyi bir de kötü faktörün varlığı kabul edilir. Sistem iyiye göre değil, kötünün şerrinde iyiyi koruma şeklinde düzenlenir. Unutulmamalıdır ki her Habil’in bir Kabil’i olabilir.
O hâlde toplum fertlerinin beraber yaşayabilmeleri için düzen ve emniyet şarttır.
İnsanın varlığıyla mülk edinmek, benimsemek, sahiplenmek duyguları da gelişmiştir. Az olanın talibi çoktur. Karmaşık ve oturmamış toplumlarda paylaşım yerine zorbalık ve kuvvet kullanılarak mal edinmek yaygındır.
İlkel toplumlarda da yaşamak için yiyecek yanında, mülkiyet kavramı da önemlidir. Avlanmak ve savaşmak için kullandıkları ilkel silahları ve iptidai barınakları da hep bu mülkiyet kavramı içindedir.
Mülkiyet duygusu insanda şuurlu davranışa atılan ilk adımdır. Sahip oldukları mallarını korumak da özellikle ilkel toplumlarda kuvvetle mümkün olabilmiştir.
Gelişen toplumlarda ise birtakım kurallar görülmeye başlar. Bu kurallar hem mülkiyeti hem de insan hayatını korumak için gereklidir.
Kişilerin hareket sınırlarını, yapabilirlik ve davranış hürriyetlerini belirlemek, bu gelişen yaptırımlarla temin edilmeye başlamıştır.
Şunu önemle belirtelim ki, ilk insan ve onun çoğalan nesline, dolayısıyla ümmetine Hazreti Âdem (aleyhisselam) nasıl ilk peygamber olarak gönderilmiş ve her peygamber ilahi bir nizamla gelmişse, insanlığın her döneminde huzur ve düzeni temin eden dinî müeyyidelerin olduğunu da kabul etmek zorundayız.
İnsanların geniş coğrafi alanlara yayılmalarıyla ilahi nizam toplumundan kopuşlar, birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Kendi sistemlerini kurmak isteyen insanlar, beşerî zaafların var olduğunu görmüşler ve bu zaafların kendilerini zora sokmasıyla, maşerî vicdanlarından doğan birtakım yaygın kuralları benimsemişlerdir. Yazılı olmayan bu kurallar topluluğuna “töre’’ denilmiştir.
Her toplumun töresi o toplumun aynası gibidir. İnsana verilen değer, hakların tanzimi, uygulamalar, tedbirler, cezalar, savaş ve elde edilen malların taksimi hep törelere bağlanmıştır. Törelerin uygulanması mutlak lidere (kağan, beğ, başbuğ) bağlı ise de toplum kendi arasında töreyi mutlak bağlayıcı olarak kabul eder ve geniş çapta ona uyardı.
Türklerin ilk yazılı belgeleri olarak kabul edilen ‘Göktürk Yazıtları’nda, törenin devlet demek olduğunu gösteren çok net ifadeler vardır. Bu töreler çok zaman yazılı olmayan yaptırımlar olarak varlıklarını sürdürmüşken zamanla kanunlaştıkları ve yazılı metinlere dönüştükleri görülmüştür. ‘Dîvânü Lugâti’t-Türk’te “törüg” yani töre “Düzen, nizam, gelenek, âdet”’ olarak geçer. (DLT s. 647, TDK Yayınları,1986) “Kutadgu Bilig”de ise “törüg” “Kanun, nizam” olarak geçer. (KB İndeksi, s. 462, TKAE Yayınları, 1979.)
Bu iki büyük eserin açıklamalarında göze çarpan husus ‘töre’nin düzen ve nizam merkezli olmasıdır. Zaten kanunun görevi de düzeni ve nizamı korumak değil midir?
Töreler ister yazılı belge formunda kanun olsun veya sadece sözlü müeyyideler hâlinde bulunsun, toplumun tamamına yakınının kabul edebileceği teminatlar olarak görülmüştür.
Töreler dinî kuralların da büyük bir bölümüne hâkim durumdaydılar.
Toplum idaresi inzibati tedbirlerle sağlandığında, mutlak başarıyı yakalamak zordur. Dinî kurallar inançla ilgilidir ve aynı zamanda baskılayıcıdır. Buna rağmen insanların vicdanında ma’kes bulduğundan, bu kuralların uygulanabilirliği daha yaygın ve kolaydır. Bu yüzden varlığına inandığımız fakat muhtevalarını tam bilemediğimiz ilk inen “suhuf” (sahifeler) ve sonrasındaki ilahi tebliğlerde, mutlaka inançlarla birlikte sosyal düzene ait yaptırımla da vardı.
Kur’ân-ı kerim’e diğer kitapların ve suhufun mütemmimi olarak bakıldığında, onda, evlenmeden alışverişe, ibadetten cezalara kadar dünyevi ve uhrevi gerekli bütün beşerî kuralların dercedildiğini görürüz.
Bunun yanında beşerî dinlerde de insanların mutluluğunu esas alan tavsiye ve yaptırımlar göze çarpar. Başlangıç törelerinde, beşerî dinlerde veya felsefi doktrinlerde düşündürücü bazı noktalar vardır. Budizm’de, Konfüçyüs öğretisinde ve filozofların ortaya koydukları fikirlerinde çelişkiler olsa da yine de bunlarda ilgi çekici bazı hususları da görebiliriz. Çelişen fikirler diyoruz çünkü her akımın gerçeği olarak görülen bazı fikirler ışığında toplumun yönetilmesi ve inanç sistemleri farklılıklar arz eder. Özellikle başta İlk Çağ sonra Orta Çağ filozof ve Hristiyan din adamlarının bütün sistemlerini bilgi üzerine kurduklarını iddia etmelerine rağmen, bilimsel değerlendirmeler hiç de böyle göstermemektedir.
Dogmatikler bilginin mutlak olduğunu ve tartışılmazlığını iddia ederlerken insan zihninin varlık hakkında doğru ve kesin bilgi edinebileceğini savunurlar.
Sofist akım filozofları ise insanın kesin bilgiye ulaşmasının mümkün olmadığını söylerler.
Septikler ise her bilgiden şüphe ederler.
Kendi dönemlerindeki yönetimler üzerinde, törelerde, kanunlarda ve inançlarda etkili olan bu sistemlerin hangisi doğruyu bulabilmiş ve hangisi insanları doğru yola sevk edebilmiştir?
Dogmatikler dini referans olarak alırlarken, onun insan müdahaleleriyle bozulmuş kurallarının tartışılmasına bile tahammül edememişlerdir.
Dogmatizmle gelişen ve diğer felsefi akımlarla devam eden üst düzey düşünce tasarımı olarak kabul gören ve içindeki sosyal kuramların dogma olarak kabul edilişiyle sorgulanmazlık prensibine dayanan bu akımlar, Orta Çağ Avrupa’sında Skolastik zihniyetle zirveye ulaşmış, ilim de, ahlak da, töre de, kanun da muharref Hristiyanlık parantezi içinde görülür ve sorgulanır olmuştur. Bu sistem ‘’Kilise Kanunları’’ formuyla zulmün ta kendisi olarak tarihin kara sayfalarına işlenmiştir. Artık töre de, kanun da kilisedir. İlkel çağların basit fakat insana dayalı töreleri yerine, muharref Hristiyanlığın ve zamanlarındaki nebi ve resulleri kabul etmeyen filozofların fikir sarmalında kalan insanlık, huzura hasret kalmıştır.
Bazı filozofların ve beşeri din sahiplerinin ruha ve nefse ait şaşırtıcı bilgileri ile insanın yaratılışı, kozmografya ve kâinatın oluşumu gibi hususlarda çok ilgi çekici beyanları olduğu muhakkaktır. Akla dayalı olarak dillendirilen bu gerçekleri ne ile bağdaştırmalıyız? Beşerî aklın mahsulleri olan bu sistemler çoğu zaman da birbirlerini nakz ve cerh (Yok saymak ve yanlış kabul etmek) etmişlerdir.
Buna mukabil her devrin nebi ve resulleri hep doğru söylediler ve en büyük gerçekleri dillendirdiler. Unutulmamalıdır ki her nebi veya resul devirlerindeki bütün insanlardan üstündür. Kitaplar ve suhuftaki beyanlar ve onları tebliğ eden Allahü teâlâ’nın elçileri hep doğru oldular. Elçiler, birbirlerini hiç yalanlamadılar. Çünkü bu sözler kendi akıllarının ürünü değil, vahye dayalı kelamdı. Allah’ın mahlûku olan akıl, ilahi sıfat olan kelamdan nasıl üstün olabilirdi ki?
O hâlde diyoruz ki: Muhtemelen, çağlar boyunca beşerî dinlerde ve felsefi akımlarda göze çarpan olağanüstü sözler, uygulamalar, töre ve kanunlar, her devirde var olan ve yalnız gerçeği ve ilahi ilmi dillendiren nebi ve resullerden alınmış, değiştirilerek kullanılmıştır.
Hazreti Âdem’den beri ilahi elçiler, vahyin ışığında her konuda icaz (aklı aciz bırakan) derecesinde gerçekleri, ilmî meseleleri ve halk yönetimi prensiplerini vazettiler. Beşerî akıl sahipleri de inanmadıkları ve hep inkâr ettikleri vahyin gölgesinde gerçeği aradılar. Çünkü vahiy gerçekleri vazeder, akıl da onu tefekkür ederek yeni şeyleri yine onun ışığında üretir.
Töre ve dinler konusuna devam etmek arzusuyla, bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
Haçlı zihniyetinin kökleri - Töreden emr-i ma’rufa... -II-
3 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
Toplumlar geliştikçe yaşadıkları refah seviyeleri ile gelişmekte olduklarını anlarlar.
Tam gelişme gerçekleşince cemiyetler, nereden nereye geldiklerini daha iyi tahlil ederler.
Eski çağlarda diğerlerine göre gelişmiş toplumların tekâmül ölçüleri, kısmen ticarette olan başarılarıdır. Kervan ve kafile ile değişik ülkelere mal göndermek… Para veya mal kazanıp refahı yakalamak… Bu refahın devamı için savunma sistemini geliştirmek…
Savaş veya ticaret. Sistem ne ise töre genelde ona göre belirlenir veya değişerek gelişirdi.
İlk Çağ ve Orta Çağ’da, savaş toplumunun dışında kalabilmek zor gibiydi. Bu yüzden de topyekûn savaşta olan milletler hep olağanüstü hâl ile yaşarlardı. Barış ve huzur döneminde geçerli olan törelere göre savaş zamanı töreleri çok farklıydı.
Töre kavramı, sade kanun değil, il, devlet, kağan ile de beraber kullanılırdı. Törenin olması için önce "il"in olması gerekirdi. O hâlde il nedir?
Muharrem Ergin’e göre il; el, memleket, ülke, vatan, millet, halk ve devlet düzenidir.
Gabain’e göre il; devlet ve kabile demektir.
Giraud’ya göre il; teşkilatlı devlet demektir.
Clauson’a göre il; bir müstakil hükümdar tarafından idare edilen siyasi birliktir.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşıldığına göre il varsa töre gereklidir; il yoksa zaten töre de yoktur.
Töre, sözlü ve geleneksel yaptırımlar olup onda cezai hükümler ağırlıktadır. Toplum cezai müeyyidelerle tedip edilir.
Göktürk Yazıtları’nda il ve töre genelde beraber zikredilir. On bir yerde geçen töre, altı yerde il ile beraber kullanılmışken beş yerde de "il"le yakın alakalı olarak kullanılmıştır.
"Töreler yerine göre değişebilen sosyal hukuki normlardır. Bu, devletin kalıplaşmış törelerle değil, zamanın icaplarına göre -meclislerin de tasvibiyle- yeni görüşlerle desteklenen nizamlardı." ( İ. Kafesoğlu )
Töre o kadar muhkemdi ki "Kitabeler"in şu sözü çağları aşıp zamanımıza kadar ulaşmıştır: "Türk Oğuz beyleri, millet işitin! Üstte gök basmasa altta yer delinmese senin ilini töreni kim bozabilir?" (KT.D; 22-23)
Bu ifadeye göre dünyanın tabii düzeni bozulmazsa Türk’ün sosyal düzeni de bozulamazdı.
Her şey gelişir. Âdetler de, gelenekler de, töreler de değişebilir. Tekâmüle hiçbir şey direnemez. Tabii bir şartla: Aslını kaybetmemek. Çünkü aslını kaybeden neslini de kaybeder.
Orta Asya’ya hükmeden kanunların başında 13. yy.dan itibaren "Cengiz Yasaları" gelir. Moğol İmparatoru Cengiz, yasalarıyla Moğol halkını tedip ederken uzun soluklu ve geniş alanlı bir imparatorluk kurmuştur. Bütün insanlığa karşı zalim olan karışık inançlı (Şamanizm, tek tanrı) Cengiz, yasalarında tutarlıdır. Tek tanrı inananlarına ve Müslümanlara da Cengiz’in zaman zaman önemli görevler verdiğini de görürüz. İşte Cengiz Yasaları’nda göze çarpan bazı önemli maddeler: Her kim zina yaparsa idam edilir. Livata yapanlar idam edilir. Bilerek yalan söyleyen, yalancı şahitlik yapan idam edilir. Suyu kirleten suya idrar yapan idam edilir.
Bu ve buna benzer bazı maddeler çok keskin olsa da tabiatı ve düzeni koruma bakımından, gerekli görülmüş olmalıdır.
İlahî dinlerde tek Allah yani “tevhîd’’ inancı vahye dayalı iken beşerî dinlerin tek tanrı inancı, tevhîd akidesini yansıtmaz.
İlk ilahî kitaplar ve suhufta tevhîd akidesi esastır. Şirk yani putlara tapmak yasaktır. Türkler tarihî dönemlerde yapma putlara tapmamakla birlikte onların “tek tanrı” veya “Gök Tanrı” inançlarının da tevhîd akidesini yansıtmadığını ilerideki yazılarımızda açıklamaya çalışacağız...
Din, töreyle beraber yürür. Kanunlar her devirde gücünü dinlerden alır. Davranışlar güzel ahlakla süslenir. İlahî kitaplarda ve törelerde güzel ahlaklı olmak bir emirdir. Kötü huy ve kötü davranışlar yasaklanmıştır, nehyedilmiştir. İyi davranış ve ahlakın en üst seviyesini İslamiyet’te görürüz. Kur’ân-ı kerimde Allahü teala Yüce Peygamber’ine “Ve sen elbette üstün ahlak üzeresin’’ (68 Kalem-4) buyurmuştur.
Yine Peygamber aleyhisselam “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’’ (Muvatta, Hüsnü Hulk-1) diye buyururken bir diğer hadis-i şerifinde de emir ve nehyi şöyle birleştirir: “İyilik, güzel ahlaktır; günah (kötülük) ise vicdanı rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.’’ (Müslim, Birr-14 )
Törelerde esas olan vicdani meselelerle birlikte baskıcı müeyyideleri de uygulamaktır. Suç varsa ceza da vardır. Ceza kişiye taalluk ederse ilahî dinlerde ve beşerî dinlerde zarara uğrayan kişinin mağduriyeti isterse fidye ile giderilir.
Tekâmülle İslamiyet’te mükemmelliğe ulaşan ahkâm, ilk kitap ve suhufta şekillenmeye başlamış ve “Tevhid”i esas almıştır. Nitekim Tevrat da imanın esası olan “Tevhîd”le başlar:
- Allah’tan başka ilahların olmayacak.
- Kendin için put yapmayacaksın.
- Babana ve anana itaat edeceksin.
- Adam öldürmeyeceksin.
- Zina yapmayacaksın.
- Hırsızlık yapmayacaksın.
- Yalancı şahitlik yapmayacaksın.
- Komşunun malına göz dikmeyeceksin.
Kısaca sistematik olarak birbirine çok benzeyen töreler, kanunlar ve dinî yaptırımlar mutlaka ilahî mürselâttan alıntı olup hukuk normlarına uymayan beşerî vicdanı zedeleyen müeyyideler ise kişilerin indî ve ferdî fikirlerine dayanır.
Esas olan bir de törelerin uygulanabilir olması yanında yöneticilerin (ilk devirlerde tek lider) onu nasıl anladığı ve nasıl tatbik ettiğidir. Şüphesiz tarihe kanlı sayfalar yazan toplumların da töreleri, yasaları vardı.
Eski "Germania"nın ilkel halklarından olan "Gotlar" 3. yy.dan sonra Karadeniz kıyılarına yerleştiler. Küçük Asya’yı işgal ederek Efes Tapınağı’nı yaktılar. Vizigotlar ve Ostrogotlar 3. yy.dan sonra özellikle Roma ile savaşırlarken yine kendi töreleri ile barbarlıklarına çıkış yolu buldular.
Miladın başlangıcında çeşitli doğu "Germen" gruplarına "Vandallar" denildi. 5. ve 6. yy.da Vandallar, Roma’da öyle zulümler yaptılar ki, Roma’yı yakıp yıktılar ve zulmü zirveye tırmandırdılar. Bu yüzden zulmün adına "Vandalizm" dendi.
8. ve 11. yy.da yaşayan ve güneyde "Normanlar" olarak bilinen "Vikingler" Avrupa’yı kan gölüne çevirirken korsanlık yasalarını yine töre olarak uygulamışlardı. Ticaret esaslarını kölelik üzerine kuran ve esas yerleri Norveç, İsveç, Danimarka ve Hollanda olan bu kavim, bütün Avrupa’yı, barbar töreleri ile kana buladılar.
Dikkat edilirse bugünkü "medeni"(!) Avrupa’nın ataları ve menşeleri hep bu barbar kavimlere dayanır.
Şimdi açımızı biraz genişletelim: Hristiyanlığı referans olarak alan ve kilise ile de desteklenen "Haçlı Seferleri" nerede ve nasıl başladı?
Endülüs’te başlayan katliam, Müslümanlara yönelik insanlık ayıpları, Müslümanları dünya üzerinde, özellikle Avrupa’da yok sayarak veya yok ederek "kutsal kilise!" adına işlenen cinayetler, aslında İspanya’dan Müslümanların atılması için girişilen "Reconkista" (Yeniden fetih) hareketiyle doğmuştur.
Reconkista 718 yılında Kuzey İspanya dağlarındaki "Covadogna" mağaralarında Pelayo öncülüğünde başlayan bir harekettir. İlk devri 718-1085; ikinci devir 1085-1238; üçüncü devir ise 1238-1492 yılları arasında devam eden bu vahşi saldırılar sonunda, "Granada Emirliği" çökünce İspanya’da İslamiyet’i tamamen engellediler. 1508’de alınan bir kararla Müslümanları, Hristiyanlar gibi giyinmeye mecbur ettiler. Bu zaman zarfında milyonlarca Müslüman’ı şehit ettiler.
1095’te toplanan "Clermon Konsili"nde Papa yine "kutsal kilise!?" kanunları adına Hristiyanların Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek ve özellikle de Müslümanları bu bölgelerden silmek adına başlatılan kutsal(!) savaşa "Haçlı Savaşları" denir. Haç, yani Hristiyanlık adına yapılan katliam, sadece Müslümanlara karşı değil, kendi aralarındaki mezhep savaşlarında da görülür. 24 Ağustos 1572'de Pazar günü Aziz Bartalameo törenlerinde en az 40.000 Protestan katledilmiş, Paris sokakları kan gölüne dönmüştür.
Haçlı töreleriyle Batı emperyalizminin kanlı oyunlarına malzeme olan kara Afrika’nın kara bahtlı insanlarının, topraklarından koparılıp Amerika’ya getirilmeleriyle bu zavallı insanlar zulmün en vahşi yüzüyle karşılaştılar.
Batılıların kurduğu, kökleri Avrupa’da olan bu zulüm devleti, yani Amerika, kendi topraklarında tabiatla ve birbirleriyle barışık olarak yaşayan Kızılderililerden de milyonlarcasını vahşice katletti.
“Vahşi Batı" Amerikan filmlerini bir konsepti değil, Amerika’yı kuran Avrupa’nın, yani Batı’nın tam adıdır. Senaryosu kan, gözyaşı ve katliamdır. Kurdukları düzende beyazların dışındakileri köle olarak gören bu vahşiler "kutsal kilise!"lerinde sade beyazlara tapınma hakkı tanıdılar. Kızılderilileri köle olarak kullanamadıkları için onları külliyen imha etmeye çalıştılar. Ama ne yazıktır ki kendilerini insan bile görmeyen “Vahşi Batı"nın bu zavallı "kara"ları, kara zihniyetli bu Haçlı sürülerinin dinini zorla veya istekleriyle benimseyip onlara zilletle hizmete ve köleliğe devam ettiler. Köle, siyah, beyaz, efendi ayrımı yapmayan İslamiyet’i topluca seçip izzet ve şerefi ihtiyar edemeyen bu insanlar hâlâ rencide edilmektedirler.
"Vahşi Batı" dünyanın her yerinde özellikle de Avrupa’da İslamiyet’e tahammül edemiyor.
11 Temmuz 1995’te Vahşi Batı’nın Avrupa temsilcilerinden olan "Sırp" canileri yine "kutsal kilise!" kanunları mucibince kadın, çocuk ve ihtiyar dinlemeden Bosna’da binlerce Müslüman’ı acımasızca katlettiler. Yani "Haçlı Savaşları bitmez" dediler. Kısacası "Dedenin yediği koruk torunun dişini kamaştırır" fehvasınca "Fıtrat aynı fıtrattır" diyerek zulümlerine devam ettiler ve edeceklerdir de…
Dikkat çeken husus şudur: Bu katliamların çoğu "kutsal haç" ve "kilise" adına, kara kisveli rahip ve papazların manevi baskılarıyla yapılmıştır.
Bugünkü Batı hiç şüphesiz, Vikinglerin, Gotların, Vandalların uygunsuz çocuklarıdır. Bu Vandallık, bu vahşilik, bu barbarlık hunhar dedelerinden tevarüs ettikleri bir durumdur. Kazıklı Voyvodalar, işkenceci krallar, sadist din adamları genlerinde bu "Vandalizm"i taşıdıkları için bu zulüm onlarca normal sayılmaktadır.
İşte aslından saptırılmış bozulmuş (muharref) kitaplara dayalı dinin bozuk töre ve kanunlarının uygulamadaki sonucu.
Aynı konuya devam etmek arzusuyla bir sonraki yazımıza kadar esen kalınız efendim
.
TÖRELER VE MA’RUFLAR - İslam hukuku, insan merkezli
17 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Belli bir zamandan beri töre ve kanun konularına temas ediyoruz. Konunun hassasiyetine binaen belli bir süre daha aynı mevzuda yazmaya devam edeceğiz…
Töre, kanun, adalet, ma’ruf ve münkerler; toplumun temeli, teminatı, huzuru ve rahatı için vardır. İlk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselamla, kanunlar, yaptırımlar olarak uygulanmaya başlamıştır. Gerek töre gibi yazılı olmayanlar ve gerekse kanun gibi yazılı olup meşhur olanların tek amacı, insanın saadeti ve refahıdır.
Tarihte ilk yazılı kanunlar MÖ. 2375’te Urgakina tarafından Sümerler devrinde yapılmıştır diye biliniyor.
Yazılı kanunların ilklerinden sayılan Magna Carta, 1215’te Kral John tarafından imzalanan, halk ile kral arasındaki hukuku belirleyen ve altmış üç maddeden oluşan siyasi belgedir. İngiltere’ye demokrasiyi getiren belge olarak kabul edilen bu maddelere göre, kimse kanunsuz yargılanamayacak ve tutuklanamayacak ayrıca mülküne de el konulamayacaktı.
Kur’ân-ı kerimin vazettiği hükümler muvacehesinde, Yüce Peygamberimizin Veda Hutbesi’nde beyan buyurdukları kişi dokunulmazlığı ve mülkiyet hakkındaki sözleri göz önüne alındığında Magna Carta’nın çok basit kaldığını görmek, o kadar da zor değildir.
Eski Türk devletlerinde kağan, yargının başı kabul edilirdi. Kağan devlet ve adalet sayıldığı için, ona karşı işlenen suçlar, devlete karşı işlenmiş sayılırdı.
Atilla, şahsına suikast düzenleyen Bizans elçisini bizzat sorgulamış ve yargılamıştır.
Göktürk Kağanlığı’nda, kağanlar zaman zaman yüksek mahkemenin başkanı olurdu. Bu duruşmalar, adi suçlardan ziyade askerî ve casusluk suçları olurdu. Bu mahkemelerde “yargı” (hüküm), “yarguçı” (hâkim), “yargan” (yüksek rütbeli unvan, -9. YY.dan sonra- belediye başkanı, hâkim) gibi görevliler bulunurdu.
Bu kelime ve kavramlara ait geniş bilgi, alıntı veya madde başlıkları için “Mecmuatü’n-Nezâir, Kuman Lehçesi Sözlüğü, Kısasü’l-Enbiyâ (Rabguzî ), Gülistan Tercümesi, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü” gibi eserlere bakılabilir.
Göktürk Devleti Veziri Tonyukuk, bir ara yüksek mahkemede görev yapmıştır.
Hunlarda yargıçlık belli ailelerin reislerine verilirdi.
Hazarlarda dinî davalara ayrı yargıç tayin edilirdi.
Eski Türklerde, adam öldürmek, barış zamanında silah çekmek, zina yapmak, hayvan hırsızlığı, soygun ve diğer hırsızlıklar idamla cezalandırılırdı. Hayvan hırsızlığında ve basit suçlarda iki kat tazmin bedeli ile serbest kalmak mümkündü. Fakat at hırsızlığının cezası kesinlikle idamdı. Çünkü Türklerde at, sadece binek hayvanı veya savaş aracı olarak kullanılmaktan ziyade, sahibi için bir dost, bir arkadaş, bir yoldaştı. Atı sahibinden ayırmak, hem at sahibi hem de at için büyük bir zulümdü.
İdam edilenlerin mülkleri devlet hazinesine aktarılıp, aile fertlerine verilmediği gibi babalar ve baliğ olan erkek kardeşler de tutuklanabilirdi. Bunun sebebi suçlunun iyi eğitilmediği ve suça rıza gösterilmesiydi.
Türklerin yerleşik medeniyete geçmesi hemen tahakkuk etmediği için bu hukuki süreç uzun zaman geçerli olmuştur.
“Göktürk Kitabeleri” 7. ve 8. YY. Türk devletlerinde şifre mahiyetindedir. Özellikle de “töre” konusu bu dikili taşların özü durumundadır.
Türklerin nerede bir ili (vatan, millet, devlet) varsa törenin tertip ve tanzimi, halkın refahı için birinci öncelik olmuştur. Dolayısıyla Türkler nerede hâkim olmuşlarsa törelerin egemenliğini orada mutlaka hissettirmişlerdir.
Kitabelerde töreler, özellikle gelecek nesillere örneklerle anlatılır. “Töre”nin diğer adı da “yol” olup herkesin gitmek zorunda olduğu ve ondan sapanların yanıldığı (yerine göre ihanet ettiği) sistemdir.
İnsanların insanlara saygısı törelerle tahkim edilirdi. Töreler insan hakkı ve devletin bekası için gerekli görüldüğünden kutsal addedilirdi.
Türklerin töreye bağlılığı çağlar içinde düz bir grafik çizmiş, zamanına ve yerine göre dini ahkâm gibi kabul edilmiştir.
İlin olması töreyi gerektirirdi. İşte “Kitabe”lerde bununla ilgili örnekler:
“Tahta çıkar çıkmaz Türk milletinin ülkesini tutup töresini tanzim edivermiş.” K.D/1-4
Şunu da ehemmiyetle belirtelim: Türklerde, diğer devletlerde olduğu gibi taht ve taç yoktur. Yerden biraz yüksek ve postla kaplanmış olan sedir, kağanın hüküm mahallidir. Başta, önceleri börk giderek tuğlu sarık görülür.
“Babam kağan öylece ili töreyi kazanıp uçup gitmiş.” B.D / 13-5
“Öyle kazanılmış, öyle düzene sokulmuş ilimiz töremiz vardı.” B.D / 18-6
Burada “kazanılmış” sıfatı hem ili hem de töreyi niteler.
İl savaşla, töre tecrübe ile kazanılırdı.
Töreyi bırakmak zillet ve esarete sebepti.
“Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış, kul köle olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yeniden kurup yetiştirmiş.” K. D / 13-2,5
Görüldüğü gibi Türk aslen töre demektir.
Töreler eski yargılamalarda çok şey ifade ederse de gelişmiş toplumların tanzim edilmiş kanunları (anayasa) ve yargılama sistemleri gibi tekamül etmiş değildi.
Töreler anonim gelişmişlik ve ma’şeri vicdan temellerine dayanırken yazılı kanunlar ve onların uygulamaları, sistematik hukuk tahsili, şahitlik ve kişilerin mutlak savunmalarını da sağlar. Şahitleri ve savunması olmayan yargı gelişmiş hukuka göre batıldır. Hüküm, yılların davalarından çıkan sonuçlara dayalı geniş bir tecrübe perspektifi içermelidir; indi ve ferdi olmamalıdır.
İslamiyet’te kanunların esasını Kur’ân-ı kerîmin hükümleri temin ederken bunların uygulamalarını Kelâm-ı kadîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkaran müfessir, muhaddis ve müçtehitler “fıkıh ilmini” ihdas ederek buna dayalı ahkâmı belirlemişler, bölgelerinde kazâi müessesenin başı olan kadılar da bu ilahî sistemi uygulamışlardır.
İslam hukuku, başta kişi hakları, mülkiyet ve mesken masuniyeti temel alınmak üzere insan merkezli bir adalet anlayışına dayanır. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı en kutsal varlık olunca ona hükmeden kanunlar ve adalet sistemi de tabii ki mükemmel olmalıydı ve öyle de olmuştur.
Fıkıh ilminin esası dört temel üzerine otururken bunların sadece biri ibadet kurallarını belirler. Diğer üçü (ki üçüne birden muamelat da denilir) insanın dünyevi düzenini, dokunulmazlığını temin ederek bu geçici âlemde huzur içinde yaşamasını sağlar. Münakehat ve ukubat ise evlenme, boşanma, mehir, akit, suçlar ve cezalarla, bunların nasıl uygulanacağını belirler. Tabii ki bunları bir madde başlığı gibi düşünmemek lazımdır.
Mükemmel bir devlet kurup toplum düzenini sağlam temellere oturtan Osmanlıda hukukun nasıl işlediğini dikkatlice etüt etmek gerekir.
Osmanlı toplumu homojen (mütecanis) bir yapı oluşturmadığı için kanuni uygulamaları da oldukça girifttir. Hem ayrı milletten hem de ayrı dinden insanların varlığı hukukun işleyişini güç ve hassas kılmıştır.
Müslüman bir Sırp’la Müslüman bir Türk veya Müslüman bir Gürcü “Mü’minler kardeştir” beyan-ı ilahîsi mucibince aynı milletten (ümmetten) addedilirken, Hristiyan bir Arap’la, Hristiyan bir Hırvat da “Küfür tek millettir” Hadîs-i şerîfi mucibince onlar da tek millet sayıldı. Bu birliktelik dinî bir realite olup hukukun zahiri yüzünde geçerli değildi; zira adalet önünde herkes eşitti.
İslam devletlerinde özellikle de Osmanlı Devleti sınırları içindeki tebaa hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun (cizye hariç) hukuk önünde eşit sayılmışlardır.
Osmanlı’da gayrimüslim tebaaya “zimmi” denirdi. Zimmiler, Müslüman ahid ve emanına girmiş yahut başka bir ifade ile İslam hükümetinin usulü dairesinde tabiiyetini kabul etmiş olan gayrimüslim (Hristiyan, Yahudi vs.) yerine kullanılan bir tabirdir.
Müste’men, kendisine eman verilmiş ve ecnebi tebaasından olan kimselerdir. İslam beldesine müste’men olarak gelen bir gayrimüslim, buradaki zimmilerle aynı haklara sahip olurdu. Müste’menlerin mallarında bey’-i fasid yapılması uygun olmazdı. Bir tebaa veya zimmi, müste’menden aldığı mal karşılığında paranın yarısını peşin verip “Yarısını da yolcum gelince vereyim” dese bu alışveriş geçerli kabul edilmezdi. Çünkü yolcunun geleceği tarih gecikebilir ve satıcı mağdur olabilirdi. Bey’-i fasid, aslı İslamiyet’e uygun olmakla birlikte sıfatı uygun olmayan yani şartlara riayet edilmeyen alışveriştir.
Zimmi ve müste’menlere ait hukuki uygulamalar, kul hakkı kapsamında düşünülerek bu konuda son derece hassas davranılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde hane, toprak mülkiyeti ve bütün taşınmazlar özellikle de mülkiyetin esası olarak kabul edilen topraklar, tapu senetleri ile tahkim edilirken boşanmalarda mihr konusuna çok önem verilir ve boşanan kadının hakları teminat altına alınırdı.
Mahsul yetiştirenlerin vergilendirilmeleri veya adaletle vergiden muaf olmaları “Tapu Tahrir Defterleri” ile sağlanmıştır. Bunun aslı tabii ki tımar sisteminin vergilerine dayanırdı. Tahrirlerde köy, kasaba mera ve çiftliklerdeki vergi mükellefleri tespit edilip vergiden muaf olanların da niçin muaf oldukları konusu şerh edilirdi. Bu Defterler sayesinde arazi ve mahsul haritası çıkarılır ve dengeli bir vergi sistemi kurulmuş olurdu. Bütün bu yapılanların tek bir sebebi vardı: İnsan… İnsanı yani ferdi huzur içinde yaşatmak… “Ferdi yaşat ki devlet yaşasın” düsturunca Anadolu’da kurulan ve üç kıtaya yayılan Türk devletlerinde şaşılacak bir adli mekanizma göze çarpar. Adalet ne zaman yanlış işlese ne zaman inkıtaa uğrasa bir iç kargaşa veya isyan çıkmıştır. Hisbet aksayınca düzen sarsılır. Hisbet, iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmada hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmalarıdır. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münkeri güç kullanarak yapmak hükûmet adamlarının işidir. Hükûmet adamları nehy-i münkerleri kendileri ihlal ederler yani fasık ve facir olurlarsa halkta devlete karşı güven sarsılır ve isyanlar çıkar.
Anadolu topraklarında ilk gerçekleştirilen isyan “Babaîlik” isyanıdır. Baba İlyas’tan sonra onun müridi olduğunu iddia eden Baba İshak, isyanı geniş boyutlara yaymıştır. Baba İlyas aslen Sünni itikatlıdır. Oğlunu adının Ömer olması bu tezi doğrular. Sünni itikatta devlete isyan yasaklanmakla birlikte bu isyan hakkında Sünni ulema rey beyan etmemiştir. Baba İlyas idarecilerin sefahati karşısında elinde tuttuğu Kur’ân-ı kerimi Selçuklu sarayına doğru çevirip: “Bu yaptığınız zulüm bu Kitap’ta yazılı mıdır?” diye feryat eder.
Sonradan bu isyanın sergerdeliğini yapan Baba İshak kendisini “resul” ilan edip Bâtıni bir kalkışmanın öncülüğünü yapmıştır.
Baba İlyas’ın başlattığı isyanın sebepleri şöyle sıralanmıştır:
-Yöneticilerin içki ve sefahat hayatına dalmaları,
-Yöneticilerin Hazret-i Peygamber aleyhisselamın ve dört mübarek halifesinin yollarını terk etmeleri,
-İnsanlara zulüm ve işkence edilmesi. (Ahmet Yaşar Ocak, Dergâh Yayınları 2014)
Kıssadan hisse şudur ki: Devletlerin şer’i sistemden ayrılışı, önce Allahü tealanın zatına isyan, sonra da hukuk-ı ibada (kul hakkı) tecavüz olduğundan birtakım sıkıntılar vuku bulmuştur. Bu sıkıntılara düşmemek için özellikle hukukun kesintisiz işlemesi çok önemliydi. Bu da ileride devreye girecek olan mobil mahkemeler ve anında muhakeme sistemleriyle sağlanmıştır. Mahkeme zabıtları ve kadı hükümlerinin tamamı “Şer’iyye Sicilleri”ne işlenmiştir.
Şer’iyye Sicilleri ve Mecelle konularına devam etmek ümidiyle gelecek yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…
.
TÖREDEN İHTİŞAMA... Osmanlının zirve eseri: Mecelle
31 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
Toplumlar beraber yaşamalarını, ancak hakların tanzimi ve bunların yaptırım gücü yüksek olan kuralların uygulanmaları sayesinde başarabilmişlerdir. Gelişmiş toplum hüviyeti kazanıncaya kadar kavimler, yazılı olmayan mutlak bağlayıcı kurallar silsilesi ışığında huzuru aramışlardır.
Türk milleti hukuk yolculuğunda çeşitli devrelerden geçerek olgun ve millî karakterli bir kanuna kavuşmuştur.
Bu meyanda Osmanlı âlimleri, yıllarca sıkıntısız kullanılan ve dünyada az rastlanan İslam hukukunun abidevi bir eserini tasarlamışlardır.
Bir komisyonun istişarî huzurundan neşet eden bu muazzam eseri bu yazımızdan itibaren tanıtmaya gayret edeceğiz.
İslam hukukunun en önemli eserleri arasında yer alan “Mecelle” veya tam adıyla “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye” diye bilinen bu eser Osmanlı devlet ve toplumunun sosyal hayattaki zirvelerinden addedilmiştir.
Osmanlı Padişahları “Devlet-i Aliyye-i Şâhâne”nin Hâkanü’l-Berrîn ve’l-Bahrîn (Karaların ve Denizlerin Hâkimi) gibi unvanlarıyla küfür mülküne dehşet ve haşyet salarlarken Osmanlı tebaasına da “Zıllullâh-i fi’l-âlem” (Allâhü teâlânın yeryüzündeki gölgesi) tasavvuru ile hem hilafeti tahkim etmişler hem de ümmete emn-ü emân telkin etmişlerdir.
Batı’da Ondördüncü Louis’nin “L’etat c’est moi” (Devlet benim!) batıl iddiasına karşılık dünyanın en büyük devletinin şahane halifesi dava edildiği vakit, kadı huzuruna bile çıkmıştır. Bu konuda taraflı addedilmemek için Arthur Limbley David tarafından İngilizce yazılıp annesi Sarah David tarafından Fransızcaya tercüme edilen “Grammaire Turquie” S. 206-207’deki “Fatih Sultan Mehmed’in Kolunun Kesilmesi Kararı”nı ibretle okumak lazımdır.
Cihan Padişahı Fatih’in, gayrimüslim bir mimarın davacı olmasıyla kadı huzuruna çıkarılıp kolunun kesilmesine hükmedilişi, dehşet ve ibret dolu bir hüküm abidesidir. Ancak davacının vazgeçmesiyle, Koca Sultan kolunu kurtarabilmiştir.
Ord. Prof. Dr. A. Schwartz’ın şu sözleri dikkat çekicidir: “İstanbul şehri, arzın ve milletler tarihinin merkezî noktalarından biridir. Bir tekâmülün büyük cereyanları birbirleriyle burada karşılaşmış, Roma hukuku burada istihale (başkalaşım, değişiklik) geçirmiş ve nihai şeklini almıştır. Eski Türkiye dahi dünyanın en büyük hukuk sistemlerinden biri olan İslam hukukunu burada inkişaf ettirmiştir.”
Elimizde esas aldığımız Mecelle, “İşbu Mecelle, Adliye Nâzırı ve Mecelle Cem’iyyet-i Celîlesi Reisi Devletlü Ahmed Cevdet Paşa hazretlerinin tertip ve tensiki ve Maarif Nezâret-i Celîlesinin fî 23 Nisan sene 1320 tarihli ve 389 numaralı ruhsatnamesiyle tab’olunmuştur. Dersaadet (İstanbul) Hanımlara Mahsus Gazete Matbaası 1322…” girişleriyle basılmıştır.
Bu baskının ön sözünde şu beyanlar dikkat çekicidir:
“İlm-i fıkıh ise bir bahr-ı bî-pâyân olup bundan dürer-i mesâil-i lâzımeyi istinbât ile hall-i mes’ele idebilmek hayli mahâret ve melekeye mevkûfdur. Ale’l-husûs Mezheb-i Hanefî üzere tabakât-ı mütefâvidede birçok müctehidler gelip ihtilâfât-ı kesîre vukû’ bulmuş. Kaldı ki tebeddül-i a’sâr ile örf ve âdete mübtenî olan mesâil-i fıkhiyye dahi tebeddül ider. Meselâ kudemâ-yı fıkhiyye indinde iştirâ olunacak hânenin bir odasını görmek kâfidir. Müteahhırîn indinde ise her odasını görmek lâzımdır. (Fıkıh ilmi sonsuz bir umman olup bundan gerekli mesele incilerini delillere dayanarak çözmek bir hayli hüner ister. Bilhassa Hanefi mezhebine dayalı farklı meselelerde birçok müçtehit gelmiş olmakla aralarında ictihat ayrılıkları zuhur etmiştir. Kaldı ki zamanın değişmesi ile örf ve âdete dayalı fıkıh meseleleri de değişir. Eski fakihler nazarında, alınacak bir evin bir odasını görmek kâfi iken sonra gelen fakihlere göre, evin her odasını görmek lazımdır.)
Mecelle’nin tertip heyetinde Şûra-yı Devlet ve Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye üyeleri görev almıştır. Reis, Nâzır-ı Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye Ahmed Cevdet Paşadır. Ayrıca bir Evkâf-ı Hümâyun müfettişi, iki Şûrâ-yı Devlet üyesi, reisle birlikte üç Ahkâm-ı Adliyye divan üyesi dışında, A’zâyı Cem’iyette dikkat çeken isim İbni Âbidîn-zâde Alâeddin Bey’dir.
İbni Âbidîn hazretleri büyük mutasavvıf ve veli Hâlidiyye silkinin kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesindendir. Büyük veli vefat edince cenaze namazını İbn-i Âbidîn hazretleri kıldırmıştır. Bu büyük zat, küçük yaşta hafız-ı kelâm oldu. İbn-i Âbidîn aynı zamanda Şeyhü’l-kurra Sa’îdü’l-Hamevî’den tecvid ilmine dair Meydâniyye, Cezeriyye, Şâtibiyye adlı eserleri tahsil etti. Zahirî ilimleri öğrendikten sonra büyük veli Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetinde kemale erişti.
İşte bu büyük zatın oğlu olan Alâeddin Muhammed Bey, Mecelle komisyonu üyelerindendir. Alâeddin Muhammed Bey başlı başına bir ekol olan İbn-i Âbidîn’in hem oğlu hem de talebesidir.
İbn-i Âbidîn’in en büyük hususiyeti çok değerli fakihler ve hukukçular yetiştirmesidir. Talebesi arasında kendi kardeşi Allâme Esseyyid Abdülganî, yine akrabasından, Emînü’l-fetvâ Ahmed Efendi, meşhur Medine kadısı Câbîzâde, Dimaşk müftülüğü yapmış olan Ali Murâdî, Şam kadılığı yapmış olan Anadolu Kazaskeri Abdühalîm Efendi gibi mühim şahsiyetler yetiştirmiştir.
Feyzini bizzat babasından alan Alâeddîn Muhammed Bey’in Mecelle heyetinde bulunması, Ahmed Cevdet Paşa’nın komisyon seçiminde ne kadar isabetli olduğunu gösterir. Alâeddin Muhammed Bey’in bu komisyonda bulunması, bu ilmî ve hukuki kitabın hazırlanmasında ahkâm ve esrar erbabının aynı konularda nasıl hemfikir olduklarını göstermesi bakımından da mühimdir.
Fıkıh, İslam’ın özü olup toplumun her hâlinde göz önündedir. Fıkıh meselelerini en evvel tanzim eden “İmâm-ı A’zam Nu’man bin Sâbit” yani Ebû Hanîfe’dir.
Diğer üç mezhep imamının da her biri cevher olup bu ümmetin yüz aklarıdır.
İmâm-ı Mâlik, hadis ve fıkıh ilminde derin bir âlim olup Hicaz’ın muhaddis ve “fakihi” mertebesini kazanmıştır. Onun eseri olan Muvatta, fıkıh konularına göre derlenen ilk hadis kitabıdır.
İmâm-ı Şâfi’î ise İmâm-ı Mâlik’ten istifade etmek için bu büyük zatın vefatına kadar ondan faydalanmış yüksek feyiz ve kemalâta erişmiştir. Bu büyük imamın meşhur “Risâle” adlı eserinden başka “Kitâbü’l-Hadis”, “E’s-sünen”, “El-Müsned” kitapları da mevcuttur.
Ahmet bin Hanbel hazretleri ise İmâm-ı Şâfi’î’den fıkıh usulü öğrenmiş ve ondan çok feyiz almıştır.
Fukaha, şer’i delillerde tuttukları yol bakımından ikiye ayrılmıştır:
1- Hicaz veya hadis fakihi
2- Irak veya rey ve kıyas fakihi
Sahâbe-i kirâmın hepsi zatî müçtehit olduklarından uygulamaları, Resul-i Ekrem’in ışığında şaşmaz doğrulardı. Sahabe-i kiram hazretleri, Risâlet-penâh’ın kendisine indirilen Kur’ân-ı kerîmden anladığı ve söylediği ehâdis-i nebeviyyeye bizzat şahit olup uygulamalarını da ona göre yaptılar. Selef-i sâlihîn ve Halef-i sâdıkîn hazeratı, nakilleri esas alarak âsâr-ı muhallededen muhteşem fıkıh ilmini tesis ettiler.
İslam Hukuku, dünya hukukunun temeli sayılan Roma hukukunun çok daha üstünde olup Kur’ân-ı kerimin ve Yüce Peygamberimizin söz ve davranışlarını (hadis ve sünnet) esas alan âlemşümul bir hukuk sistemidir. Unutulmamalıdır ki İslam hukukunun esası, kelâm-ı ilahî olup o, bütün sistemlerin üzerindedir; çünkü vahy-i ilahîdir.
Fıkhın temel unsurlarından hadisler toplandığında, bu yekûn altı yüz bini bulmuştur. Bu yekûndan yedi binini titizlikle ayıran İmâm-ı Buhârî ve bin yedi yüz hadisi derleyen İbn-i Mendah’ın hadis ilmine, dolayısıyla fıkıh ilmine hizmetleri çok büyüktür. Muhaddis ve derleyici İmâm-ı Müslim ve diğer dört büyük muhaddis ve derleyicilerle Kütüb-i Sitte’yi de bu büyük ilmin (fıkhın) sistematiği içinde mutlaka zikretmek gerekir.
İmâm-ı Şâfi’î’ye kadar hukukta kendi içinde tedvine başvurulmamıştır. Bu büyük zat “Risâle” ve “Usûl-i Fıkh” da bu üstün hizmet sistemini geliştirmiştir.
İleride Mecelle’de de bilhassa belirtilecek olan dünyevi meselelerdeki ahkâmın zamana dayalı olarak değişmesinin ilk örneği Hazreti Ömer zamanında uygulanmıştır. İkinci halife Hazreti Ömer, Sâsânilerin tesiri altında kalan Irak ve İran bölgelerine, eski dönemlerde uygulanan bazı mali kanun muamelatını bilen kadıları göndermiş ve uygulamaların bu âdetlere göre yapılmasını emretmiştir.
Hazreti Peygamber’in (aleyhissalâtu vesselâm) Asrısaadetlerinde yüz binden fazla sahabe-i kiram yaşamıştır. Bu zatlardan sadece üçü hukuk mektebi ve usulünü ihdas ettiler. Bu zevat-ı kiram, İbni Mes’ûd, İbn-i Ömer ve Alî bin Ebî Tâlib’dir.
Kûfe’de yerleşen İbn-i Mes’ûd’un kurduğu mektepten İmâm-ı A’zam gibi bir dahi yetişmiştir.
İbn-i Ömer ise hayatını büyük bir kısmını Hicaz’da geçirdi.
Hazreti Hammâd’ın talebesi olarak yetişen İmâm-ı A’zam, Zeyd bin Ali’nin metodunu esas alarak mezhebini belirlemiştir. Bu büyük İmam binlerce talebe yetiştirdi. Bunların büyük bir kısmı müçtehit oldu. Ama en meşhurları zamanımıza kadar ışıkları yayılan İmâm-ı Ebû Yûsuf, Muhammed E’ş-şeybânî ve Kadı Züfer’dir. Yine talebesi arasında tebarüz eden Abdullah ibn-i Mübârek, Fudayl bin Ubâd, Dâvûd ibn-i Nusayr gibi fakihlerdir.
İmâm-ı A’zam bir meseleyi tespit eder sonra da herkesin reyini (görüşünü) sorardı. Sonra bu mesele açığa çıkıncaya kadar mütalaa ve münazara edilirdi. Bir nevi akademi olan bu fıkıh okulunda kâtip olarak Ebû Yûsuf görev yapardı. Bazen bir mesele üzerinde aylarca görüşüldüğü olurdu. Bu akademide İslam’ın temel meseleleri ele alınmış ve tedvin edilip kitaplaştırılmıştır. İlk kitap namazlar hakkındadır.
İkinci olarak taharet, oruç, zekât hükümlerine dayalı ibâdât, sonra da bey’ u şira, muâhedât ve şirketler gibi konuları mündemiç olan muâmelât belirlendi.
Bu dört İmam’ın çalışmaları kendisinden sonra gelen hukukçuların ışıklı yolu olmuştur. Bu hukukçular şu meseleler üzerinde çalıştılar:
1- Kur’ân-ı kerîmin tefsiri,
2- Ehâdis-i Nebeviyye’nin toplanması ve derlenmesi,
3- Fetâvânın derlenmesi,
4- Bunların ışığı altında İslamî hukuk nazariyeleri,
5- Hukukun yani ilimlerin düzenlenmesi.
Mecelle’ye gelebilmek için bu ve benzeri bilgilerin açıklanması gereklidir. Mecelle konularında daha geniş bilgi için benim de yaralandığım “Mecelle, Dr. A. Refik Gür, İstanbul, 1977” kitabına bakılabilir.
Müteakip yazımızda yine Mecelle’ye giriş için kazâ ve iftâ sistemleri ile bunları yürüten kadı ve müftîler hakkında bilgi vermeye çalışacağız.
Gelecek yazımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim...
.
.
.
.
Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Doç. Dr. Mustafa Şeker ve Dr. Telman Nusretoğlu
2 Mart 2018 02:00
METAFİZİĞE DÜŞMANLIĞIN SEBEPLERİ: Altın Çağ mı, Karanlık Çağ mı? -Doç. Dr. Mustafa Şeker
Batılı kaynaklar, dünya çapında şöhrete sahip günümüz Avrupa üniversitelerinin birçoğunun Müslümanlar tarafından Avrupa’ya taşınan ilmî çalışmaların bir ürünü olduğunu, bu ilim yuvalarının temellerinin atılmasında Endülüslü bilim adamlarının büyük gayretlerinin hiçbir surette göz ardı edilemeyeceğini ifade ediyorlar.
Endülüs Emevi Devleti, birçok ilmî çalışmalara rehberlik eden ve dünyaya ilham kaynağı olarak günümüz Avrupa’sının ilim alanında şuurlanmasına önayak olan bir devlettir.
Orta Çağ’da; Avrupa ve Hristiyan dünyası “Karanlık Çağ”, Doğu ve özellikle İslam dünyası “Altın Çağ” yaşamıştır.
İnanç sistemlerinin belirttiği hususlara mesafeli duruş, Orta Çağ Avrupa’sındaki kilise baskısının bilim dünyasına karşı olan baskı ve kaba kuvvetinin bir neticesidir. Çünkü kilise, üreten ve buluşlar yapan bilim adamları ile çok büyük kavgalara tutuşmuştu. Bu kavganın neticesinde yüzlerce ilim adamı idam edilmiş, binlercesi de en sert biçimde işkenceden geçirilmişti. Bunların en meşhurlarından ve Orta Çağ’ın sembol isimlerinden biri de Galileo’dir. Kendisi dünyanın döndüğünü ve yuvarlak olduğunu söylediğinde kiliseden çok sert karşılık görmüş, bu iddiasının neticesinde ölümle burun buruna gelmişti. Bunun üzerine kendisi görüşlerini gizlemek ve söylediklerini inkâr etmek zorunda kalmış, hayatını zor kurtarmıştı. Fakat meşhur bilim adamı Bruno ise bu konularda ısrarcı olmuş, teorisini ısrarla savunmuş, neticede kilisenin verdiği idam cezası sonucu öldürülmüştü. Orta Çağ’da Avrupa, bu hâlet-i ruhiye içinde yaşadı. Bilim adamları kiliseye karşı seslerini çıkaramadıkları için sükûtu tercih etmek zorunda kalmışlardı. Çünkü ilmî olarak savundukları hakikatler ile hayatları arasında karar vermek zorundaydılar. Böylece canlarını kurtarmak için teorilerini ya inkâr etme ya da gizli yürütme yoluna gitmişlerdi. Bu yaşanan hadiseler, yakın geçmişe kadar bilim dünyasının dine ve metafiziğe düşmanlığının esas sebebidir ki bu öfke ve kızgınlık hâlâ bilinçaltındaki yerini korumaktadır.
Katedrale çevrilen İspanya’daki Endülüs Emevi eseri Kurtuba Camii...
Peki, Batı dünyası bilim ve teknoloji alanında günümüzdeki seviyeye nasıl gelmiştir? Şimdi de bunun tarihsel bir analizini yapalım:
Orta Çağ’da; Avrupa ve Hristiyan dünyası “Karanlık Çağ”, Doğu ve özellikle İslam dünyası “Altın Çağ” yaşamıştır. Çünkü Orta Çağ Avrupa’sı ilmî çalışmalara olan karşı çıkış noktasındaki taassubu yanında insan hayatını kolaylaştıran buluşları hayata geçirme ve insanların hayatlarına hizmet etme noktasında da çok gerilerde kalmıştı. Avrupalılar, kendilerine kadar gelen Arap kültürünün yanında, Müslümanların ilmî çalışmaları ve buluşlarına karşı da ilk başlarda çok sıkı ret politikası uygulamışlarsa da İslam medeniyetinin güneş gibi parlayan aydınlığına daha fazla karşı duramamışlardır. Çünkü güneş balçıkla sıvanamazdı. Endülüs Emevi Devleti ile başlayan aydınlanma hareketleri Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış; tıptan astronomiye, sosyal bilimlerden fen bilimlerine kadar birçok alanda Müslümanlar tarafından başlatılan ilmî çalışmalar Avrupalıların başını döndürmüştü. Çünkü Müslümanların dinlerinde çalışmanın ehemmiyeti, “İki günü eşit olan zarardadır”, “İlim Çin’de bile olsa alınmalıdır”, “İlim Müslüman’ın kaybolmuş malıdır, nerede bulunsa alınmalıdır” şeklindeki ulvi sözlerle ifade edilmiş ve Müslümanlar bu düsturları hayatlarına rehber edinmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz, yoldan geçerken boş oturan birine bile selam vermemiş, dönüşte aynı kimsenin, bir şeyler tahayyül ettiğini ve elindeki çubukla yere bir şeyler çizdiğini görmüşler, dönüşte ona selam vermişlerdir. Bu, İslam tarihinde anlatılan meşhur bir hadisedir. Resûlullah Efendimiz geriden gelen nesillere; her asra, her zamana uzanan mübarek sözleri ile İslamiyet’in çalışmaya, üretmeye ne kadar önem verdiğini göstermişler, Müslümanlar ise bu mübarek sözleri kendilerine rehber edinerek ilim alanında yaptıkları çalışmalarla dünyaya örnek olmuşlardır.
Batılı kaynaklar, dünya çapında şöhrete sahip günümüz Avrupa üniversitelerinin birçoğunun (Oxford vb.) Müslümanlar tarafından Avrupa’ya taşınan ilmî çalışmaların bir ürünü olduğunu, bu ilim yuvalarının temellerinin atılmasında Endülüslü bilim adamlarının büyük gayretlerinin hiçbir surette göz ardı edilemeyeceğini ifade etmişlerdir. Ayrıca Müslüman ilim adamları olmasaydı Rönesans’ın bile ya çok geç gerçekleşeceğini veya hiç olmayacağını belirtmişler, bu sebeple aslında “Rönesans Hareketleri”nin Avrupa için yenileşme adına bir ilk sayılamayacağını kitaplarında ve makalelerinde anlatmışlardır (Huff, 1993; Sarton, 1948; Rosenthal, 1970). Üstelik bu konular hakkında kendileri tarafından onlarca film ve belgesel bile çekilmiştir. Bunlardan, BBC tarafından “Müslümanlar Olmasaydı Rönesans Olmazdı” adlı belgesel, şu an en çok ilgi gören görseller arasındaki yerini korumaktadır ki bu tür belgesellerde günümüz Avrupa’sından önemli bilim adamlarının görüşlerine de yer verilmiştir. Bu görüşlerle, Müslüman ilim adamlarının Batı’nın gelişimine ve ilerlemesine katkılarının altı çizilmiş ve Avrupa’nın ilmî alanda hâlihazırda geldiği noktayı Endülüs medeniyetine borçlu olduğu ifade edilmiştir. Hatta insanların ilgisini çekmek ve bu konuda farkındalık oluşturmak için filmlerin (1001 Buluş ve Sırlar Kütüphanesi vb.) yapılmasına bile ağırlık verilmiş, bu görsellerle şu an hastanelerden astronomik çalışmalar yapan kurumlara kadar birçok alanda kullanılan makine, teçhizat ve materyalin Endülüslü bilim adamlarının buluşlarının birer ürünü olduğu anlatılmıştır.
Günümüzde hem Batı’da hem de İslam ülkelerinde bu kadar muazzam eserler ortaya koyan, ilmî çalışmalara öncülük eden, fen bilimlerinden sosyal bilimlere kadar binlerce buluşa imza atan böylesi devasa bir medeniyetin tarih sahnesinden silinmesinin sebepleri üzerinde derin analizler ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu analizlerin sonucu olarak ortaya çıkan en önemli netice şudur: Endülüs Emevi Devleti, birçok ilmî çalışmalara rehberlik eden ve dünyaya ilham kaynağı olarak günümüz Avrupa’sının ilim alanında şuurlanmasına önayak olan bir devlettir. Bu devletin yıkılmasına ve tarih sahnesinden çekilmesine en önemli sebep, taşıdıkları misyonu unutarak benliğinden ve değerlerinden uzaklaşmaları gösterilmektedir. Ayrıca koskoca bir medeniyetin nasıl gerilediği, daha sonra da tarih sahnesinden nasıl silinip gittiği bir ibret vesikası olarak üzerinde titizlikle durulması gereken bir konudur. Başka bir yazıda bu konuyu ele alacağız inşallah...
Dr. Telman Nusretoğlu - BATAN GÜNEŞLE DOĞAN GÜNEŞİN SAVAŞI
Türk insanı yıllardır Ensar şefkatiyle nasıl milyonlarca Suriyeli muhacirle ekmeğini bölüşüyorsa Mehmetçik de bir elinde silah, bir elinde Kur’ân-ı kerim, o dağları taşları hainlerden temizleyerek büyük bir medeniyetin tohumlarını tekrar ekmiyor mu?
İslam ümmetinin içine düştüğü asırlık mana bunalımı, siyasi ve kültürel keşmekeş, ancak karargâh etrafında kenetlenerek, feyzini Türk tarihinin derinliklerinden alan, sırtını inancımıza, adalete dayamış büyük bir ihya hareketin başlamasıyla aşılabilirdi. Üstünü kül örtmüş közün yeniden alevlenmesi, o metafizik rüzgârın bu topraklarda tekrar esmesi, insanlık için yeni bir umut olduğu kadar şer cenahı için de korkulu rüya demekti. Tarihimizin ve coğrafyamızın diriliş sancağının dikildiği kaledeki hareketliliği dost da gördü düşman da. Düşmanlar dostlardan önce harekete geçti. Hem içerideki düşman hem dışarıdaki... İş birlikçilerle, algılarla, operasyonlara… Aldatarak, kandırarak, tuzak kurarak… Ancak muhakkak ki hesapları yanlıştı. Kıt imkânlarla o Allah için duruşun, beyanın, cesaretle haktan yana tavır alışın gücü, trilyon dolarlar, istihbarat ve ordular kullanarak elde edilmek istenen tesirden, güçten çok üstündü. Bu yarış, bu mücadele, bu karşı duran kutupların, medeniyetlerin savaşı farklı bir savaştı. Türk milletinin diriliş ve yükselişinin, imanıyla ve mizacındaki sırlarla kaim olduğunu anlayamadılar.
ABD’nin, insanlığı yok sayan acımasız müstemlekeci iktidar gücü; kültürel, iktisadi, siyasi işgal üzerine inşa edilmiş küresel sistematiğinin bozulduğunu, çatırdadığını, hâkimiyet ve medeniyet paradigmalarının çöktüğünü, petrol ve hükümranlık adına mazlumların üzerine ölüm saçan, kaos ve ifsat faaliyetlerini günden güne derinleştiren ordularının karşısına adalet için çarpan yüreğiyle Mehmetçiğin dikildiğini, bu gücün başka bir güç olduğunu göremediler. Öyle bir asker ki ona kurşun sıkmak için karşısına dikilen düşmanında bile ona sığınma hissi uyandırdı. El-Bab’da, Afrin’de bunu bir defa daha gördük. Allah’ın adaleti yeryüzüne yayılsın, bu topraklardan hıyanetin kökü kesilsin, acı ve gözyaşı son bulsun diye 'Kızılelma’ya, şehadete yürüyen, coğrafi fetih kavramını gönüllerin fethiyle taçlandıran bir ordunun askeri, başka nasıl olabilirdi ki? Ta Selçuklu döneminde yine o Haçlı yürüyüşlerinin birine iştirak eden bir Haçlı kroniği o orduyu ve milleti şöyle tarif etmişti: “Rumların zulmünden kaçan üç bin Haçlı, Müslüman oldu. Ah merhamet, sen hıyanetten daha zalimsin. Savaşçı oldukları kadar da merhametli olan Türkler, Hristiyanlara yardım ve şefkat göstererek dinlerini satın alıyorlar, bununla beraber asla onları din değiştirmeye zorlamıyorlardı..."
Afrin’de küçük yaşta bir Kürt kızı Türk komutana yazdığı mektubunda siz geldiniz namusumuz kurtuldu, karnımız doydu, ne olur bizleri o zalimlere terk edip buralardan gitmeyin, yazmamış mıydı? Türk insanı yıllardır Ensar şefkatiyle nasıl milyonlarca Suriyeli muhacirle ekmeğini bölüşüyorsa Mehmetçik de bir elinde silah, bir elinde Kur’ân-ı kerim, o dağları taşları hainlerden temizleyerek oralarda insan inşa eden büyük bir medeniyetin tohumlarını tekrar ekmiyor mu? Rusya’sı, ABD’si sivil asker, günahlı günahsız ayrımı yapmadan her kesin başına bomba yağdırırken canını ortaya koyarak tek tek teröristi sivilden ayıklayan bir orduya Allah yardım ermez mi? Böyle bir mefkûrenin, milletin, ordunun önünde durabilecek hiçbir güç olamaz. İnsanlığın fıtratına, kâinatın adaletle, farklı renklerin dengeyle ayakta duran, hikmet ve basiretle sezilen rabbani işleyiş kodlarına savaş açanların medeniyetler, dinler, milletler savaşı tezine sarılmaları, buradan hiç doymayan nefisleri için çıkar sağlama hevesinden geri durmamaları acziyet ve yenilgi alameti değil mi?
Geçenlerde Trump açıklamıştı. ABD şu ana kadar Orta Doğu’da “terörle mücadeleye” tamı tamına 7 trilyon dolar harcamış. Bu muazzam bütçeyle sürdürülen “muhteşem” mücadelenin sonuçları nedir bilir misiniz? Trump’ın kazanım hanesine yazılacak tükenmez bir acı, nefret ve beddua. Her geçen gün Orta Doğu’da biraz daha derinleşen karmaşa, artan terör, sorunların çözümsüzlüğü, Afganistan’dan Suriye’ye kadar kronikleşen vesayet savaşları, bombalar altında hayatını, yurdunu yuvasını kaybeden mazlumlar, zülüm ve işkenceler arttıkça göklere yükselen feryatlar… Biz ıslah edicileriz, demokrasi, özgürlük ve insan hakları için savaşıyoruz diyen ABD’nin yeryüzünde ifsat edici, fitneci faaliyetlerinden nasibini almamış, canı yanmamış bir halk kaldı mı acaba? Bu, şeytan var olmadan küresel iktidarın sürdürülemeyeceği anlayışından başka bir şey değil. Bu, hakla batılın, doğan güneşle batan güneşin savaşıdır. Bu savaşın mikyası, sonuçları teknolojik üstünlükle, silahla parayla ölçülemez. İmanla, mefkûreyle, medeniyetle ölçülür, azizlerim. Türkiye’nin bu savaştan da tarihinde defalarca olduğu gibi yine zaferle çıkarak güneş gibi parlayacağı günler yakındır...
..
.
Oryantalizm ve tuzakları
10 Mart 2018 02:00
Dr. C.Ahmet Akışık
Oryantalistler, İslami konularla ilgili çalışmalarında hedeflerini gerçekleştirebilmek için felsefeyi kullanırlar. Çünkü felsefede önce akıl ve mantık, sonra dinî ölçü gelmektedir.
İmam-ı Gazali hazretleri “El-Munkızu mine’d-dalal” kitabında felsefecileri bazı noktalardan eleştirmiştir.
Gazali’ye göre felsefeciler, 3 konuda küfre düşmüşler, 17 konuda da bid’at ehli olmuşlardır. Küfre düştükleri üç meselede bütün Müslümanlara muhalefet etmişlerdir.
Bu 3 konu şöyledir:
Öldükten sonra dirilme, cesetlerle değil ruhlarladır.
Yüce Allah, külliyatı bilir, cüz’iyyatı/küçük şeyleri, ayrıntıyı bilmez.
Âlem ezelî (öncesi yoktur) ve ebedîdir (son bulmayacaktır).
Aristo, Sokrat ve Eflatun gibi Felsefecilerin bu görüşte olmaları çok tabiidir. Çünkü bunlar eski Yunandaki din ve âlem konusundaki inancı temsil etmektedirler.
Burada çok dikkat edilmesi gereken bir konu vardır, o da İslam coğrafyasında Müslümanlar tarafından bu üç hipotezin doğru kabul edilme tehlikesidir.
Gazali, “Tehâfütü’l-felâsife” isimli kitabında, felsefecileri, felsefe konularını ve İslam’da felsefe ile uğraşan İbn Sina ve Farabi’yi çok ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.
Türkiye’de Yunan Felsefe Sistemine hiç “ancak” ve “fakat” koymadan inanan bütün ilâhiyatçı felsefeciler, Gazali muarızıdırlar.
Ülkemiz’de İslam’da felsefenin tehlikelerine işaret edildiğinde ters bir diyalektik ile Kur’ân’daki akılla ilgili “Düşünmüyor musunuz?”, “Onlar akıl etmezler mi?” gibi âyetler ileri sürülmektedir. Hatta bu âyetleri bazı ilim yoksunları, herkesin İslam’da içtihad yapabileceğine yorumlamaktadırlar.
İslam’da Akaid esasları, Kur’ân’ı kerim ve hadislerle beyan edilmiştir. Bunları İmam-ı Nesefi ve Taftazani gibi âlimler, maddeleştirerek ümmete sunmuşlardır. Neyin iman, neyin küfür olduğu açıklanmıştır.
Yüce Allah, küçük şeyleri, ayrıntıyı bilmez demek “küfür”dür.
Âlemin/Evrenin ezeli olduğuna, yaratılmadığına inanmak, “küfür”dür.
Yüce Allah, âlemi yarattı, sonra bir kenara çekildi demek “küfür”dür.
Görüldüğü gibi, Oryantalistler, Sünni İslam’ı tahrip etmek için felsefe ve İslam’da felsefeyi kullanmaktadırlar.
"FELSEFE FAKÜLTESİ" DOSYASI
Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden Niyazi Kahveci başkanlığında bir grup Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sn. İbrahim Kalın’ı ziyaret ederek kendilerine felsefe fakültesi kurulmasıyla alakalı bir dosya sunmuşlardır.
Bu felsefe fakültesi fikrinin acaba kaynağı ne olabilir? Bu fakültenin kurulmasıyla ne amaçlanıyordu? Açıkça bir Oryantalist iş birliğine mi gidiliyordu? Yoksa İmam-ı Gazali hazretleri hedef alınarak, Selefiyyeciler mi yetiştirilmek isteniyordu?
Aynı üniversite ve aynı fakültede meşhur Caner Taslaman (Felsefeci), aşağı yukarı her gün çeşitli TV’lerde hadis ve fıkıh başta olmak üzere Sünni İslam tenkitçiliği yapıyor.
İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden M. Nur Doğan (Edebiyatçı), “akl”ı esas alarak TV’lerde alanı olmadığı hâlde hadis tenkitçiliği yapıyor.
Abdülaziz Bayındır, “akl”ı esas alarak ve şiddetli bir Sünni Müslüman karşıtı olarak Allah’ın ma’dumu, neticede gaybı bilmediği hezeyanında bulunuyor.
Bayraktar Bayraklı, nakli hiçbir rivayet kullanmadan tamamen akıl ve mantık çerçevesinde Kur’ân’ı tefsir ettiğini iddia ediyor.
Mustafa İslamoğlu senelerdir TV’lerde, hem de iktidarın kuruluş ve kurumlarında akıl, mantık ve Şii doktrin doğrultusunda hadis ve fıkıh tenkitçiliği yapıyor.
ORYANTALİSLERİN AĞINA TAKILAN M. CARULLAH
Kimdir Musa Carullah? Bir ilim adamı mı, yoksa misyoner kökenli uluslararası bir projenin temsilcisi midir?
Bu konuda Carullah, çeşitli açılardan ele alınıp incelendiğinde şu tespitler ortaya çıkmaktadır:
Musa Carullah diyor ki:
Medreseler, bedenleri, dimağları ve kalpleri tahrip etmektedir.
İçtihad, son bulmamıştır. Mezheplere uymak bir hüsrandır.
Cehennem hayatı sonsuz değildir.
Kâfirler, Cehennemde sonsuz kalmayacaklardır.
Allah’ın rahmeti kâfirleri de kuşatmıştır. Onlar da rahmete kavuşacaklardır.
Âlimler, kader konusunu yanlış anlamışlar ve aktarmışlardır.
Şimdi bu maddeler arasında 1., 2. ve 6. maddeler tevil edilebilir, ama 3., 4. ve 5. maddelerin tevili İslam’da Sünni itikada göre mümkün değildir? Kaldı ki, kâfirlerin Cehennemde ebedi kalacaklarına dair çok açık birçok âyet-i kerime vardır.
HADİSLER ÜZERİNDE ŞÜPHE UYANDIRMA
Oryantalistlerin hedeflerine göre, İslam’ın ikinci derecede kaynağı olan hadislere bir operasyon yapılması gerekiyordu. Yüzyıllar boyunca “cerh ve ta’dil” ilmi ölçüleri çerçevesinde hazırlanan ve muhaddislerce ortaya konan hadis külliyatı, masaya yatırılıyordu. Akıl ve mantığa aykırı, sözde kadını aşağılayan, çağdaş sisteme uymayan ve “uydurma!” gibi gerekçelerle çalışmalar yapılıyordu. İslam’ın hüküm istinbatında kullanılan en önemli dayanaklarından biri olan hadis, şüpheli sıfatıyla sorguya alınıyordu.
Oysa hadisler, ravilerden hadis usulü ve cerh ve ta’dil ilmi çerçevesinde toplanarak “Sahih”, “Sünen”, “Müsned”, “Musannef”, “Mu’cem” ve “Müstedrek” gibi isimler altında kitaplaştırılmıştır. Bu zor ve şerefli işi yapanlara “muhaddis” denir.
Muhaddisler:
1- Muhaddis 2- Hafız 3- Huccet ve 4- Hakim olmak üzere dört dereceye ayrılırlar.
Muhaddis sayılabilmek için 20 bin, hafız için 100 bin, huccet için 300 bin ve hakim için 800 bin hadisi, metin, senet, cerh, ta’dil ve diğer bakımlardan bilen (ezberleyen) kişidir.
Buhari, Muslim, Tirmizi, Ebu Davud, İmam Malik, İmam Şafii, Hakim, Darakutni, Taberi ve Kurtubi’nin hepsi hadis ilminde hakim derecesine ulaşan muhaddislerdendir.
Şimdi 1300-1400 yıl öncesine gidilerek ve yüz binlerce âlim yok farz edilerek İslam’ın yeniden yorumu olan “Hadislerle İslam” adı altında hadisleri “ayıklama” çalışması yapacak komisyon kuruldu ve çalışmaya başlandı. Elbette komisyonun isminde açıkça “ayıklama” geçmiyordu. Tenkitler gelmeye başlayınca, komisyonun reisi, bu projenin yürütücüsü ile birlikte kameraların karşısına geçerek, bu çalışmanın bir “ayıklama” değil, sadece hadisler üzerinde yapılan bir çalışma olduğunu açıklıyordu.
Fakat gazetecilerden biri şu soruyu soramadı: Komisyon, niçin “Seçme Hadisler” ismiyle değil de “ayıklama” imajını uyandıran böyle bir çalışma yapıyordu?
Nitekim “Seçme Hadisler”le ilgili tarih boyunca birçok çalışma yapılmıştı. Hiç de tenkit konusu olmamıştı. Riyazu’s-salihin, Zübdetü’l-buhari, Tergib ve Terhib, Tecrid-i Sarih bunlardan birkaçıdır.
Yoksa “Kur’ân Müslümanlığı” fitnesinde olduğu gibi, 1400 yıllık bir süreçte yetişen yüz binlerce İslam âlimi devre dışı bırakılarak İslam, Oryantalistlerin standartları çerçevesinde yorumlanmak mı isteniyordu?
"HADİSLERLE İSLAM"IN FİKRÎ ALTYAPISI NE?
19. Yüzyılın sonundan itibaren Oryantalistler, İslam ülkelerinde genelde tefsir, fıkıh ve hadis üzerindeki çalışmalarını yoğunlaştırmışlardır. İslam’da ikinci kaynak durumunda olan hadisler üzerinde uyandırılacak bir şaibe, bütün İslami ilimleri etkileyecektir. Onun için İslam âlimlerinin hadiste ve hüküm istinbatında kullandıkları, özellikle zayıf, mürsel, münkatı’ ve haber-i âhad gibi teknik kavramları kendilerine kalkan yaparak, akademik çalışmalarında ve eğitimde kullanmaya başladılar. Bu yaklaşım doğrultusunda öğrenciler yetiştirdiler ve unvanlar verdiler. Müsteşriklerden unvan alan bu Müslüman akademisyenler, ülkelerinde aşk ve şevk ile bunları yaymaya ve bu çerçevede öğrenciler yetiştirmeye koyuldular. Artık Amerika’ya, Fransa’ya ve Almanya’ya gitmeye gerek kalmadı.
Ankara İlahiyat’ta M.S.Hatipoğlu, H. Kırbaşoğlu vb.lerin çalışmaları, bu meyanda yapılan çalışmalardan sayılabilir. 1200-1300 yıllık dönem ve bu zaman zarfında yetişen muhaddis, müctehid ve ulema yok farz edilerek, İslam’ın ilk kaynaklarına dönülmek suretiyle İslam’ın yeniden yorumu gündeme getirildi.
Burada akla ziyan, bu çalışmaların, beğenilmeyen, tenkit edilen ve uydurma olarak nitelendirilen hadis, siyer, tabakat, cerh ve ta’dil kitaplarındaki bilgi ve kavramlara dayanılarak yapılmasıdır! Haber-i âhad onlardan birisidir. Hijyenik şartlar altında ameliyat yapma (Müctehidler-Hakiki ulema) ile kasap bıçağı ile ameliyata girme (ideolojik ilim sahipleri) arasındaki fark gibi. Yakın tarihimizde Osmanlı Türkçesi ile aldığı notlarla Osmanlıcayı eleştiren bir devlet başkanı (K. Evren) gibi. Nereden bakılırsa bakılsın, buram buram ideoloji kokan bir yaklaşım ve akıl tutulması!..
Not: Bu makalenin bir önceki internet versiyonunda yer alan Niyazi Kahveci hakkındaki iddialar, avukatı tarafından tavzih edilmiştir.
.
Rusya Federasyonu: Şerefle refah arasında...
16 Mart 2018 02:00
Mevcut iç ve dış politik realite göz önüne alındığında Rusya’nın merkeziyetçi ve güvenlikçi politikalardan vazgeçerek liberal-demokratik açılım gerçekleştirmesi muhtemel görünmüyor. İşte böyle bir ortamda yapılacak seçimlerde, Rus halkı şeref ve refah arasında umut olarak gördüğü Putin’i yeniden seçmeye hazırlanıyor.
Dr. Telman Nusretoğlu (t.nusretoglu@mail.ru)
Görünen o ki Rusya yine tarihinin endişe verici dönüm noktalarından birine doğru gidiyor. Tarih boyu genişlemeye, yeni sömürgeler elde ederek güvenliğini artırmaya, sürekli askerî gücüne yatırım yapmaya eğilimli olması, Rusya’nın bilinen özelliğidir. Buna paralel olarak içerideki sosyal ve ekonomik sorunların, artarak kriz sınırına dayanması, toplumsal fay hatlarını, yönetici elit kesim arasındaki kavgayı derinleştirip darbeler ve rejim değişikliklerine davetiye çıkarması da Rusya tarihinin başka bir gerçeğidir. 17 milyon km²’lik topraklarıyla dünyanın coğrafi süper gücü olan Rusya’nın en büyük stratejik açmazları, topraklarında 160 ayrı milletin yaşamış olması, modernitenin getirmiş olduğu demografik sorunlar bağlamında Slav nüfusun azalmaya başlaması (devlet istatistik komitesinin raporlarına bakılabilir), Rus millî kültür ve mefkûresinin Rusya’da yaşayan milletleri ortak potada birleştirme vasfını giderek kaybetmesi, Çin başta olmakla yabancı nüfuzunun Rusya toplumu ve devleti üzerindeki etkisinin artmasıdır. SSCB’nin çökmesiyle başlayan özgürlük döneminin Rusya’nın bir bölgesel güç olarak da sonunu getirebileceğini tespit eden güvenlik çevreleri, Putin projesiyle asrın felaketi olarak gördükleri SSCB’nin dağılmasının Rus devletçiliğini de tehdit eden kötü sonuçlarını ortadan kaldırmaya, tedricî metodu tatbik ederek Rusya’nın yeniden güçlenmesi için güvenlik eksenli politikalar üretmeye başladılar.
NATO’nun Rus sınırları boyunca genişleme isteği, ABD’nin Rusya’yı çevreleyerek kontrol altına almak, iç ve dış siyasetini dizayn etmek arzusu da Rusya’yı yeni jeostratejik hamleler, riskli müdahaleler yapmaya zorladı. Yazımızda bu uzun ve karmaşık süreci analiz etmek, Putin dönemi Rusya-ABD, Rusya-Avrupa ilişkilerinin detayına inmek, Kırım ve Suriye müdahalesinin derinleştirdiği küresel kutuplaşmanın perspektifini irdelemek, yüzyıllar boyunca Rusya ve Türkiye arasında süregelen fetih ve nüfuz mücadelelerinin Suriye etrafında gelişen jeostratejik durumu ve her iki ülkeyi de tehdit eden ABD projelerinin etkisiyle nasıl verimli iş birliğine dönüştüğünü anlatmak fikrinde değiliz. Bütün bu küresel ilişkileri de etkileyebilecek Rusya içi siyasi durum ve dengeler, yaklaşan başkanlık seçimleri arifesinde Rus halkının “şeref mi, refah mı?” ikileminde kalması, genişleyen ambargolar şeraitinde yeni soğuk savaş rüzgârlarının Rusya siyasetini nereye savuracağı, yazımızda cevap aradığımız sorulardan biridir...
Nüfusunun kahir ekseriyeti beslenme ve giyim ihtiyacını güçlükle karşıladığı Rusya’da, Başkan Putin dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmayan son teknoloji ürünü yeni kıtalar arası balistik füzelerin videosunu paylaşıyor, su altında çalışacak nükleer başlıklar taşıyabilen insansız araçlar üzerinde çalıştıklarını ilan ediyor. Bunun yanı sıra Suriye’de, Çeçenistan’da Rus güvenlik güçlerine ait uçak ve helikopterler düşüyor, üst düzey Rus askerler bu kazalarda hayatını kaybediyor. Putin’in galip edasıyla Suriye’de savaş bitti mesajı vermesinden hemen sonra Hmeymim ve Tartus’taki Rus üslerine dron sürüsünün saldırması, Rus özel kuvvetlerine ait Vagner grubunun ABD uçaklarınca bombalanması ise Moskova’nın ne denli derin bir savaşın içindeki olduğunu ortaya koyuyor. İç siyasi dengeler açısından da Rusya’nın çok girift ve karmaşık bir ülke olduğunu unutmamak gerekir. Batıcı, Avrasyacı etkin gruplarla beraber farklı etnik yapılanmaların da Rusya’da örgütlü bir güç olduğu bilinen bir gerçektir. Yukarıda da vurguladığımız gibi Rusya’nın dört büyük stratejik probleminden en ciddisi demografik yetmezlik problemidir. Rus milliyetçi çevrelerinin sözcüsü Jirinovski de internette yayılan videosunda “İran’ı alalım, Türkiye’ni Avrasya Birliğine almayalım. Çünkü içimizdeki yoğun Türk ve Müslüman nüfus, ekonomik imkânları ve genç nüfusu sebebiyle Türkiye’nin üzerimizde tahakküm oluşturma tehlikesi var” demişti... Rusya’nın görünürde istikrarlı, büyüyen, güçlenen ülke profiline aldanmamalı...
Rusya’nın Kazan ve Astarhan hanlıklarını işgal ederek sömürgeci kimlik edinmesi, büyümesi ve genişlemesi istikametinde önemli adımlar atan Korkunç İvan’ın içeride, hâkimiyet elitindeki durumdan kaynaklanan tehdit ve tehlikeleri dikkate alarak kıymetli eşyalarla dolu vapurunu hazır bekletip olağanüstü bir durumda İngiltere’ye sığınmak için Kraliçe’yle gizli görüşmeler yaptığı pek bilinmez. Rusların “Smuta” olarak adlandırdıkları uzun süren dış müdahaleler ve iç karışıklıklar döneminde Rus devletçiliği tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Ya 1915’te Boğazlar ve İstanbul’u ele geçirmek için İngiltere ve Fransa’yı ikna etmeye çalışan Rusya’nın iki sene sonra dağılacağını kim öngörebilirdi? (Kanaatimizce o dönem Sultan II. Abdülhamid gibi bir siyasi deha iktidarda kalabilseydi İran’dan Türkistan’a uzanan stratejik Türk coğrafyası, Bolşevik esareti değil bambaşka bir yüzyıl yaşamış olacaktı.) Rusya’daki Avrasyacı akımın öncülerinden, Kremlin’e yakınlığıyla da tanınan A. Dugin bile Rusya’nın eğitim, kültür, sosyal politika, moral değerler açısından hızla çöküşe doğru gittiğini açıkça ifade ediyor. A. Dugin bir konuşmasında, beka sorunuyla refah arzusu arasına sıkışmış Rusya’nın mevcut durumdan kurtulması için bir öneri sunmaktan bile aciz olduğunu beyan ederek Rus mefkûresinin Rusya’daki milletleri kendi cazibesinde tutma vasfını kaybettiğini dile getiriyor.
Mevcut iç ve dış politik realite göz önüne alındığında Rusya’nın merkeziyetçi ve güvenlikçi politikalardan vazgeçerek liberal, demokratik açılım gerçekleştirmesi olası görünmüyor. Böyle bir sürecin merkezden kopma eğilimlerini güçlendireceği ihtimali yüksek. İşte böyle bir ortamda Rus halkı şeref ve refah arasında umut olarak gördüğü Putin’i yeniden seçmeye hazırlanıyor. Seçim sonrasında Rusya’nın iç ve dış politikasında ciddi gelişmelerin yaşanması ihtimali yüksek. Türkiye-Rusya ilişkilerinde de farklı bir süreçle karşılaşabiliriz. Özellikle mevcut konjonktürde, ABD’nin Türkiye’ye karşı terör koridoru projesinden vazgeçmemişken bu ilişkinin daha ileri bir noktaya taşınması kaçınılmaz. Rusya ve Türkiye’nin tarihten ve yakın dönemde yaşananlardan ders alarak ABD’nin oyununda figüran olmamak için kendi aralarında herhangi bir çatışma sebebi oluşturmamaya, Suriye’de başlayan iş birliğini geliştirmeye çalışacağı bellidir. Rusya ve Türkiye bizzat sorunları kendileri çözmeyi denediklerinde Orta Doğu, Kafkaslar hatta Avrupa’da barışın, istikrarın egemen olması mümkündür. Rusya’da Türkiye’ye olan ilginin arttığı gözlemleniyor. Suriye tecrübesinden yola çıkarak Türkiye ve Rusya’nın barış gücü oluşturarak kriz noktalarına göndermeleri, AB benzeri ittifak kurmaları, kurulacak ortak konsorsiyumla Kazakistan petrolünü, Türkmenistan doğalgazını Türkiye üzerinden dünyaya pazarlamaları, Karadeniz’in deniz ticaretindeki rolünü artırmaları, demir yolu bağlantıları kurmaları mümkündür...
.
Güncellemeden neden herkes başka bir şey anlıyor?
23 Mart 2018 02:00
Prof. Dr. Hilmi Demir
Günümüzde gelenek kavramı birçok kişi için ürkütücü bir kavrama dönüştü. Özellikle muhafazakâr ve modernist Selefi akımların geleneği aşağılayan düşünceleri maalesef başarılı oldu. Gelenek artık birçoğumuz için kalıplaşmış, değişmez ve durağan olanı çağrıştırıyor.
Sayın Cumhurbaşkanımızın Dünya Kadınlar Günü Programı’nda dile getirdiği “İslam’ın güncellenmesi” meselesine bir sonraki konuşmasında açıklık getirdi. Kastının reform olmadığını, dinde değişmez ilkeler olduğunu dile getiren Sayın Cumhurbaşkanımız, Müslümanların kendilerini yenilemesi gerektiğini dile getirdi. Güncellemeden amaç İslam’ın güncellenmesi değil anlayışların, zihinlerin güncellenmesidir...
Bu sözler bana Osmanlıdan Cumhuriyete intikal etmiş büyük âlim Elmalılı Hamdi Yazır’ın (1878-1942) “Bekâ içinde yenilenme, yenilenme içinde bekâ, işte nefsin aradığı budur” sözlerini hatırlattı. Kendisi muhtemelen Atatürk’ün talimatıyla Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi Efendi’nin Meclis’e verdiği 21.02.1341 tarihli takrir ile “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı o muhteşem tefsirin yazarıdır.
Devletin beka sorunu yaşadığı dönemleri görmüş, Osmanlı eğitim ve medrese geleneğini teneffüs etmiş bir Osmanlı âlimidir. Ama aynı zamanda Cumhuriyetin kuruluşuna da tanıklık etmiş ve katkı vermiş bir devlet adamıdır. Elmalılı Hamdi Yazır, soyu ve öğrenimi hakkında tefsirinin mukaddimesinde şunları söyler: “Ben halis Anadolu, öz Oğuz Yazır Türküyüm. On beş yaşında İstanbul’a geldim. Ne Arabistan’a gittim ne de Türkistan’a. Ne İran’ı gördüm ne de Avrupa’yı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim. Yazır’ın Kayı, Kınık, Bayındır, Eymir, Avşar gibi büyük Oğuz kabilelerinden biri olduğunu da Arapçadan, Divan-ü Lügâti’t Türk’ten öğrendim. İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokuna halıyı Türk malı tanıdım…”
Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu ifadeleri onun aslında millî ve yerli bir din âlimi olduğunun da en büyük göstergesidir. Bedeni gibi ilmi, fikri ve irfanı da halis Anadolu’dur. Fakat Fransızcayı da Arapçayı da ana dili gibi iyi bilir. “El-metalip ve’l-mezahip” adında bir felsefe tarihi kitabını Fransızcadan çevirmiştir. Ayakları Anadolu topraklarına basar ama dimağı ve zihni dünyaya açıktır. Bu açıdan yenilenme, tecdid konusundaki fikirleri önemlidir.
Yazır’a göre beka ile yenilenme arasında sıkı bir ilişki vardır. Muhtemelen devletin beka sorunu yaşadığı bir dönemim münevveri olmak onu böyle bir endişeye sevk etmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre, yenilik değişimi, bekâ ise bu değişim içindeki sabit kalan ilkeleri temsil eder. Her yenilenme hayır ile sonuçlanmaz. Bazen yıkıma dönüşür. Hani şimdi çokça gördüğümüz yenilenmeden ayıklama anlayanlar gibi. Dinde bu yok, şu da yok, bu zaten batıl, bu hurafe… Ne yapacağız? Geleneği atacağız Kur’ân ve Sünnete döneceğiz ve kendi tarihimizi sil baştan yeniden yazacağız.
Elbette Elmalılı’nın kastettiği böyle bir yenilenme değildir. Elmalılı Hamdi Yazır, Metalip’te şöyle der: “…Her yenilik-teceddüd, hayat olmayacağı, yeniliğin değeri ihtiva ettiği birbirine benzeyiş bakımından devamlılığı ve bekâyı sağlayabilmesinde ve değişikliğin ve muhafazanın büyüklük derecesinde gizli bulunduğu için, birbirine benzeyiş vasfından mahrum ve mutlak bir ayrılığa gidecek yenilikler, artık yenilik değil, devamlılığı yıkan değişikliklerden ibaret kalır. Bir aslın gelişme seyrini takip etmeyen ve ilk vukûa gelenin etrafında bir tekâmül silsilesi alamayan yenilikler, tam bir ölümdür.”
Alman filozofu Heidegger her ne düşünürsek düşünelim ancak gelenek çerçevesinde düşünebildiğimizi söylerken aynı şeyi dile getirir aslında. Düşüncemiz ancak gelenek ile şekillenebilir ve kavramlar ancak gelenek içinde tanımlanabilir. Var olan sabiteler bize başlangıç için dayanak noktası oluşturur. Boşlukta fiziksel eylem mümkün olmadığı gibi düşünce de mümkün değildir. Bu yüzden Newton “Bana uzayda sabit bir nokta verin dünyayı yerinden oynatayım” demiştir. Gelenek bize düşünme imkânı veren bir çerçeve sunar.
Günümüzde özellikle ülkemizde gelenek kavramı birçok kişi için ürkütücü bir kavrama dönüştü. Özellikle muhafazakâr ve modernist Selefi akımların geleneği aşağılayan düşünceleri maalesef başarılı oldu. Gelenek artık birçoğumuz için kalıplaşmış, değişmez, durağan olanı çağrıştırıyor. Öte yandan geleneğin düşünce üretebilmenin, sürdürülebilir olmanın ve gelişebilmenin garantisi olduğunu da unutmayalım. Gelenek geçmişi, bugünü ve geleceği kapsayarak bir tür bellek işlevi görür. Gelenek sürdürülebilir olmanın ve gelişebilmenin garantisidir. Gelenek bitmiş, tükenmiş olan değildir, gelenek statüko değildir; devam eden, zamana direnen, şimdidir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifade ettiği gibi düşüncede sürekliliği sağlayamayanlar bir yenilik de üretemezler. Batı düşüncesinin üstünlüğü Batılı zihin dünyasında her şeyin bir bütünlük içinde temsil edilebilir olmasıdır. Bu yüzden geçmişe yönelik referanslarla konuşmak bir bilgelik olarak kabul edilir. Whitehead “Tüm Batı felsefesi tarihi, Platon’a düşülmüş bir dipnottan ibarettir” dediği için kimse tarafından aşağılanmaz. Oysa yenilenmeyi gelenekten kurtulmak, onu sırtından atmak olarak görenler, bu türden atıfları bir basitlik olarak görmeyi yeğlerler.
Elmalılı için yenilik geçmiş ile mutlak bir ayrılığa sebebiyet verir ve süreklilik-bekâ fikrini yıkar ise ferdi ve toplumu buhrana götürür. Yazır, bu tür yenilikleri tebeddül yani kötü bid’at olarak adlandırır. Böylece Selefilerce her türlü yeniliğin bid’at kabul edilerek reddedildiği anlayıştan uzaklaşarak bid’ati iyi ve kötü olarak birbirinden ayırır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın dikkat çektiği husus oldukça önemlidir. Toplumun değerleriyle, kültürüyle bütünleşmemiş bireyler kendilerini dışlanmış ve yabancı hissederler. Hızlı değişimler, kötü şehirleşme, geleneğin kötü biçimde aktarılması ve yanlış ellerde temsili gençleri hızla uçlara savurur. Toplumdan dışlanmış olduğu algısı, radikalleşme de en çok karşılaştığımız nedenlerden biridir. Geleneğin yeni nesillere, doğru biçimde aktarılmaması, yanlış rol modellerle karikatürleştirilmesi ve aşağılanması, gençleri başka uçlara iter. Bu ise köksüzlük ve yalnızlık duygusuna kapılan gençleri kendilerine yeni modern, türedi cemaatler de sosyalleşme yolları aramaya sevk eder.
Bugün karşılaştığımız sorun tam da budur aslında. Gelenek ile anlamlı bir duygusal ve entelektüel temas bizi Elmalılı Hamdi Yazır gibi bu topraklara bağlar. Kökleriniz ne kadar derine inerse o kadar sert rüzgârlara karşı direnme gücünü kendinizde bulursunuz. Kökleriniz ne kadar sağlam olursa da kollarınız o kadar güçlü gökyüzüne doğru yükselir.
Oysa bizim, gelenekle ilgili iki tane temel sorunumuz var. Birincisi gelenekle anlamlı bir bütünlük kuramamak, onun sabitelerini anlayamamak, geleneği bugünkü gençlerimizin anlayacağı biçimde güncelleyememek. Geleneğe ilişkin konuşanların aşırı örnekler olması, geleneği salt tekrar ve aktarma faaliyeti olarak görmeleri makuliyetin yitirilmesine yol açmaktadır. Bu da gelenekle anlamlı bir bütünlük kurmamızı engelliyor maalesef.
Diğeri ise, söze her başlayanın neden, nasıl ve kime dendiğine dikkat etmeden gelenekte şu var bu var diye geleneği irrite eden, aşağılayan put kırıcı zihniyet. Bu ise geleneğe duygusal bir aidiyet duymayı imkânsız kılıyor.
Böylece zihin dünyamızda geleneğin paramparça olduğu, birbirinden kopuk anlamsız dünyalarda yaşıyoruz. Ortak bir dünyamız yok, birbirimizle konuşurken aynı tarihe, kültüre ve geleneğe bakmıyoruz. Bu yüzden de ortak bir “biz”e sahip değiliz. Din eğitimi bize ortak bir akıl, vicdan ve dil imkânı vermiyor. Sırtımızı yasladığımız, aynı havayı soluduğumuz, ortak duygu ve inançlara, değer dünyasına ev sahipliği yapan bir geleneğimiz olmadıkça elimizde yenileyecek bir geleceğimiz de olmayacak.
Şahsen 24 yıllık ilahiyat hayatımda gördüğüm ve geldiğim nokta, geleneğin acilen gençlere doğru bir biçimde anlatılması için güncellenmesi gerektiğidir. Bu geleneği biz inşa etmez isek, ya Selefi Vehhabilik boşluğu dolduracak ya da gençlerimiz kötü örneklerden dolayı gelenekle arasına mesafe koyacaktır.
Bu yüzden Ay Yayıncılık’tan Anadolu’yu yüzlerce yıldır aydınlatan Ehl-i sünnetin günümüz gençlerine anlatılması için bir seri kitap çıkarıyoruz. İslam Akidesi, İmam Matüridi Hazretleri, İmam Ebu Hanife Hazretleri, Fıkıh ve Sünnet anlayışımız ve Allah nasip ederse devam edecek olan İmam Eş’ari ve İmam Şafii Hazretleri gibi Ehl-i sünnetin kurucu asılları güncellenecek. İleriye sağlam ve emin adımlarla ilerleyebilmek için sırtımızı yasladığımız bir geleneğimiz olsun istiyoruz. Unutmayalım yenilenme sorunu aslında bir bekâ ve millîlik sorunudur.
.
Endülüs: Devasa bir medeniyetin yıkılışının ibretlik sırları
24 Mart 2018 02:00
Doç. Dr. Mustafa Şeker
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kâinatta muhtaç durumda olan her gücün kaldırabileceği, taşıyabileceği ve ulaşabileceği kendine çizilmiş bir sınırı vardır. Sahip olduğumuz akıl, göz, kulak ve diğer organlarımızın da bir kapasitesi, kendi içinde niteliklerinden gelen alt ve üst limitleri mevcuttur. Bununla birlikte bu varlıklara çizilen sınırlar içinde kalmanın, insan için nice maddi/manevi menfaatler taşıdığını ilk bakışta göremeyebiliriz. Şöyle ki gözümüz, müthiş bir organdır ve bir görme hadisesi, binlerce sinirin vazife paylaşımının bir sonucudur. Bakarız fakat her cismi göremeyiz ama o göremediklerimiz gerçekte vardır ve hayatımızı etkiler. Mesela, yediğimiz yemekler binlerce yararlı mikroorganizma ihtiva eder ve bu organizmalar canlıdır. Bunlara bakan kimsenin görme derecesini bir mikron büyüttüğümüzde yediğimiz yiyeceklerin içinde yer alan ve yiyeceklerin parçalanmasını sağlayan bu canlı varlıkların dev pitonlardan farksız olduğunu görürdük. Bunu her yemek yediğinde gören ve hayatını yiyerek devam ettirmek zorunda olan bir insanın görme derecesini hâlihazırdaki mikron derecesinin üstüne çıkardığınızda hayatı kararır ve bir müddet sonra da o insan, büyük bir ihtimalle açlıktan ölürdü. Bu durumda çok fazla mineral ihtiva eden yoğurt gibi maddelerin hayatımızda yer alması ise neredeyse imkânsız olurdu.
Peki kulaklarımız? Bu önemli organımız, belli desibel aralıklarındaki sesleri duyabilir ve anlamlandırabilir. Muteber kaynaklarda, “Kabirdekilerin feryatlarını insanlar ve cinler dışında herkes duyar” diye ifade edilir. Kulaklarımızın işitebildiği sesin üst desibel derecesi yukarı sınırlarda olsaydı hâlimiz ne olurdu? Mesela, 500 metre ötede hakkımızda söylenen olumsuz bir sözü duyabilseydik hayatımızı nasıl devam ettirebilirdik? Hız sınırı 160 km olan bir aracı, 200 km hızla kullanmaya kalktığımızda kaza yapma riski çok çok yükselir ki şoför kontrolü kaybederek araç ya karşı şeride geçip elim kazalara sebebiyet verebilir ya da yoldan çıkarak şarampole yuvarlanır, takla atabilir veya bir kayaya çarpabilir. Bu organlarımızın münasip ölçülerde kalması onun sahibi için bir yetersizlik değil ona yapılan çok önemli bir iyiliktir. Bunun gibi aklımız da bir varlıktır ve onun da belli bir anlayış sınırı vardır. Aklımızı bunun üstüne çıkmaya zorladığımızda sürekli cevabını bulamadığımız sorular, muhatabını nasıl bir hâlet-i ruhiye içine sokardı, hiç düşündük mü? Bu sebeple haddini ve hududunu bilen bir varlığın, doğal ve ideal ölçülere göre hareket etmesi zorunluluktur. Bu ölçülere uymamak, düzenin ve intizamın bozulmasına, işlerin yolundan çıkmasına sebep olabilir. Trafik ışıklarının arızalı olduğu çok yoğun bir caddede düzenin bozulması ve karmaşa, sadece birkaç dakika sürer. Herkesin kendi doğrusuna göre hareket etmesi hâlinde insan sayısı kadar doğru ortaya çıkar ki bunun önünü almak mümkün değildir. Bunun gibi, aklımız da sınırsız bir düşünme modunda hareket etmeye kalktığında, her şeye cevap bulamamanın derin çaresizliğine düşerek dipsiz bir çukura yuvarlanabilir.
Aristo mantığı çerçevesinde sadece gördüğünün ve elle dokunduğunun gerçekliğini kabul eden, bunun dışında var olan şeylerin hakikatine inanmayan bir akıl, her ne kadar güçlü medeniyetlerin maddi ihtiyaçlarına çareler üretse de kâinatın metafizik yönünde gerçekleşen hakikatlerine bir isim koyamamanın sessiz çığlığında kaybolabilir. Bu sebeple her şeyin bir hududu vardır ve bunun farkında olarak hareket etmenin nice maddi ve manevi menfaatleri görülür. Dolayısıyla göz ve kulakta olduğu gibi aklın sınırlarından taşması, hayatımızı daha da zorlaştırabilir ve telafisi mümkün olmayan zararlara sürüklenme ihtimalini ortaya çıkarır ki aslında haddini/hududunu bilmek bir eksiklik değil, erdemdir ve kazançtır.
Bilimin vazgeçilmezi olan, “düşünme ya da düşünce sanatı” manasına gelen felsefeden; fizikte, matematikte, kimyada, tıpta, astronomide, tarihte ve diğer bilim dallarında yararlanmak, aklı burada kullanarak bu ilim dallarına açıklamalar getirmek, gelişme ve ilerleme adına elzemdir. Ancak devasa bir medeniyette yetişip daha sonra Yunan filozoflarının tesirinde kalan Müslüman bilim adamlarının, akılla açıklanamayacak mevzuları, sadece aklın mihenk taşına koyarak izah etmeye kalkışmaları, muhatabını doğru adrese götürmemiştir. Ayrıca cevap bulamadıkları şeyleri yok kabul ederek adı konmamış bir materyalist anlayışın emrine girmeleri, kuvvetini aldıkları dinleri/manevi değerleri ile çelişmelerine ve bunlarla ters düşmelerine, sonuç olarak da başarılarını, muvaffakiyetlerini borçlu oldukları arkalarındaki manevi gücün desteğini kaybetmelerine sebep olmuştur. Hatta bazı Endülüslü bilim adamları ömürleri boyunca çok güvendikleri akıllarıyla nerede, nasıl hata yaptıklarını bile sorgulama imkânı bulamamışlar, aklın da belli bir kapasitesinin olabileceğini algılayamayarak dipsiz bir kuyuya sürüklenmişler, sonunda da bu inatları ve koyu taassupları kendilerini başarılı kılan değerlerden uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Yunan, Hint, Fars, Latin felsefelerinden ilhâm alan, İbni Sînâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbni Bâce (İbn-i Bacce) gibi filozoflar zuhûr ederek, bazı bilgilerde Kur’ân-ı kerîmin hak yolundan ayrılmışlardır. Mesela İbn-i Sina’nın tıp sahasında hizmetleri olmuştur. Ancak, Yunan filozoflarının tesirinde kalan İbn-i Sina’nın, onlar gibi “âlemin ezeli, kadim olduğunu söyleyerek dalalete düşmüş olduğu” büyük âlim İmam-ı Rabbani hazretlerinin “Meârif-i Ledünniyye” isimli muteber eserinde yazılıdır. Kınalızâde Ali Efendi’nin “Ahlak-ı Alâi” kitabında da İbn-i Sina’nın, “Muad” isimli eserinde; “kıyamette dirilmeyi inkâr ettiği” belirtilmiştir. Ahmed Asım Efendi hazretleri Emali şerhinde, “Âlem, bütün parçaları ile birlikte hadistir, yani yok iken sonradan yaratılmıştır. Fakat Aristo, Farabi ve İbn-i Sina, maddenin kadim olduğunu söylediler” diye ifade etmiştir. İmam-ı Gazali hazretlerinin El-Munkız isimli eserinde de Yunan filozofları gibi Farabi ve İbn-i Sina’nın da dalalete düştükleri bildirilmiştir. İmam-ı Rabbani hazretleri de “Mektûbat” isimli eserinde de, İmam-ı Gazali hazretlerinden naklen aynı şeyleri bildirmiştir. Bu ilim adamları meşhur örneklerdir ki bu şahsiyetlerin ve İbn-i Rüşd gibilerin yetiştirdiği onlarca talebesini de eklediğimizde dalalet yoluna sapanların sayıları binleri bulmaktadır. Bu misallerde de vurgulandığı gibi Endülüs Emevi Devleti’nin, yetiştirdiği birçok bilim adamı sayesinde ilimde/bilimde daha da ileriye gitmesi gerekirken özlerinden koparak asıllarından uzaklaşmaları, medeniyetlerini ve bu medeniyetlerinin eşsiz izlerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Çünkü bir insanı güçlü kılan maddi yönünden ziyade manevi yönüdür ki öğrenmek beyne, inanmak kalbe güç verir. Kalpten beslenmeyen bir beyin de sahibini bitkisel hayata sokar, onu yaşayan bir ölüye çevirir.
Tarih boyunca çok önemli bilim adamları yetiştiren Endülüs Emevi Devleti’nin, gücünü, başlarda manevi değerlerinden alarak elde ettiği maddi başarısı; dikenli, sarp ve kıvrımlı yollarda güvenle ilerlemelerine ve gelişmelerine vesile olmuştur. Fakat maddi yönüne karşılık manevi değerlerinden tavizler vermeleri, bu devasa gücün daha fazla ileriye gitmesine engel olmuş, sonuçta Pirene Dağları’nı aşamayarak devletlerini kaybetmişler ve tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır. Fakat Avrupa, bu ilmî zenginliği almış ve daha ileriye taşımıştır. Zira bir Batılı bilim adamının da dediği gibi: “Batılılar, dinlerinden uzaklaştıklarında terakki etmişler yani yükselmişler, Müslümanlar ise gerilemişlerdir.
.
Kara bulutlar Rusya semalarında
30 Mart 2018 02:00
Dr. TELMAN NUSRETOĞLU
t.nusretoglu@mail.ru
Türk İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı
Rusya semalarında kara bulutlar dolaşıyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, küresel çatışmanın eşiğinden dönülen kritik soğuk savaş dönemi istisna olmakla hiçbir zaman hava bu kadar puslu ve barut kokulu olmamıştı. ABD Başkanı D. Trump “savaş kabinesine” son atamaları yaparken kuytu dehlizlerde istihbarat savaşları da şiddetlenerek devam ediyor. Putin’in başkanlık seçiminden bir gün önce Rusya Savunma Bakanlığı, Akdeniz ve Fars körfezindeki ABD gemilerinin saldırıya hazırlandığı yönünde bir açıklama yapmıştı. Esad rejiminin Doğu Guta’da kimyasal silah kullanabileceğiyle ilgili tartışmalar alevlenirken ve ABD bu meseleyi BM Güvenlik Konseyi’nin olağanüstü toplantısının gündemine çıkarırken, Rusya da bu adı konmamış savaşta Doğu Guta etrafında gelişen süreci dikkate alarak askerî-siyasi mevzilerine yapılacak yeni saldırıyı da buradan beklemekteydi. Rusya medyasına yansıyan haberlere bakarsak, Rus istihbarat birimleri ve özel kuvvet ekiplerinin hızlı bir askerî operasyon gerçekleştirerek Doğu Guta’daki kimyasal silah deposu ve üretim laboratuvarını ele geçirmesi, soğuk savaşın yeni hamlesinin Londra’dan yapılmasına neden olmuştur. MI6 ve KGB’ye aynı zamanda ajanlık yapabilmiş maharetli Rus ajanı Sergey Skripal ve kızı Yuliya’nın yine kimyevi bir maddeyle İngiltere’de zehirlenmesi olayından bahsediyorum. Rus istihbaratının da dışarıdaki ve içerideki etkili şahıslara, özellikle muhaliflere karşı suikast ve zehirlenme olaylarında sicilinin oldukça bozuk olduğunu dikkate aldığımızda Skripal etrafında gelişen sürecin hakikatini çözmek kolay gözükmüyor. Üstelik Rusya yönetici elitinde Putin hâkimiyetinde ve sonrasında daha güçlü pozisyon uğrunda derin bir mücadelenin olduğunu, Batı’yla iş birliğine can atan grupların da etkinliğini düşünürsek içerideki farklı görüşleri korkutmak, merkezi yapıyı güçlü tutmak için iş birlikçilere yönelik bu tür adımların atılabileceği de ihtimal dâhilindedir.
Skripal olayının artık bütün cephelere yayılan Rusya-Çin ittifakıyla ABD’nin başını çektiği Batı bloku arasındaki derin savaşın daha da alevlenmesi için bahane rolü oynadığı açıktır. Hızlı bir şekilde dünyanın 20’ye yakın ülkesinin 100’ün üzerinde Rus diplomatını sınır dışı etmesi, Rusya’nın ABD’deki konsolosluklarından ikisinin tamamen kapatılması, BM çalışanları da dâhil 60 Rus diplomatının ülkelerine geri gönderilmesi, soğuk savaş yıllarında bile yaşanmamış bir olaydı. NATO üyesi 29 ülkenin verdiği demeçte ilk defa NATO sınırları içinde olan bir ülkede Rusya’nın tehlikeli kimyasal maddeyle saldırması gibi ifadelerin yer alması da durumun kritik safhada olduğunu ortaya koyuyor. Bazı araştırmacıların Azerbaycan gibi ülkelere de dayatılmak istenen Avrasya Birliği projesinin aktüalitesini de dikkate alarak Kırım işgali, Ukrayna ve Suriye müdahalesinin ardından sıranın daha katı bir biçimde eski Sovyet Cumhuriyetlerine geldiğini, artık Rusya’nın yayılmacı politikalarının durdurulmasının elzem olduğunu ifade etmesi de dikkate alınmalıdır. İşte böyle bir ortamda, içeride ambargonun getirdiği ekonomik çöküşle boğuşan Rusya, dışarıdan da güçlü bir şekilde kuşatılıyor. Rusya’nın nükleer güç olmasına, modern silahlar üretmesine mütemadiyen vurgu yapması da işe yaramıyor. ABD, Rusya’nın kendi sınırlarına çekilmesini ve Suriye’de, İran meselesinde taviz vermesini istiyor. İşte Orta Doğu’da gelişen böyle bir jeopolitik ortamda Rus muhabir, Putin’e bu zor şartlar altında “müttefiklerimiz” olan Türkiye ve İran’a ne kadar güvenebiliriz sorusunu yöneltiyor. Putin’in cevabı yeni ittifak üçgenindeki manzarayı da ortaya seriyor: “Bu devletlerden her birinin de kendi millî çıkarları vardır...”
Şimdilik Suriye’nin toprak bütünlüğü ve bölgeye yönelik sömürgeci projelerin bertaraf edilmesi konusunda her üç ülkenin de çıkarları örtüşüyor. Ancak bu ittifakın ve dünyada gelişen yeni dengenin de kilit ülkesinin Türkiye olduğu açık bir gerçek. Ankara küresel kutuplar arasındaki savaşın geleceği açısından da stratejik konuma sahiptir. Şüphesiz Rusya ve İran’la iş birliğini geliştirerek Suriye’den Karabağ’a, Gürcistan’a kadar geniş coğrafyalarda var olan sorunların uzlaşmayla çözülmesi, dış müdahalelerin önlenerek bölgeye barış ve istikrarın getirilmesi, başta Türkiye’nin arzusu. Çünkü bu barış ortamı ve sorunların adaletle çözülmesinden en kârlı çıkacak yine Avrasya’nın Türk gücüdür. Fakat Rusya ve İran’ın sadece Ermeni meselesini ele alırsak bile nasıl o sorunu aktif bir şekilde Azerbaycan ve Türkiye’ye karşı kullanmaya devam ettiğini, Rus devletinin asırlardır Türk coğrafyalarına yönelik yayılmacı politikalarından vazgeçmediğini, İran’ın Orta Doğu’daki mezhepçi faaliyetlerini hâlâ düzeltmeye yanaşmadığını da göz önünde bulundurursak Suriye’de gelişen ittifakın stratejik karakter alması zor gözüküyor. Türkiye ilkeli duruşu ve komşuluk ilişkilerine verdiği önem dolayısıyla en zor zamanlarında İran da istikrardan yana tavır aldı. Bölgenin ve İslam dünyasının çıkarları için Amerika-İsrail-Suudi Arabistan üçlüsünün oluşturduğu İran karşıtı ittifakta bulunmadı. Bu duruşunun öneminin, güçlü Türkiyesiz İran’ın da kurtlar sofrasına yem olacağının Tahran tarafından idrak edilmesi, Irak ve Suriye sahasında emperyal projeleri bertaraf etmek için cansiparane mücadele eden Türkiye lehine sahaya yansıtılması ittifakın geleceği için şart. Rusya konusunda da durum farklı değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrupa Birliği ile ilişkilerin normalleşmesi için karşılıklı çabanın sürdüğü bir dönemde insani dayanışma ve ilkeli duruş örneği sergileyerek, Batı blokunun kuşatması altında bulunan Rusya lideri Putin’e telefon açarak bir nevi el uzatıyor. Rusya’nın zor zamanında Ankara’nın bu duruşu kuşkusuz Rus kamuoyunda da takdirle karşılanmaktadır. Fakat İstanbul’da yapılacak üçlü zirve öncesinde Amerika, Türkiye’nin bölgesel tezlerine daha yakın durmaya çalışarak Rusya-Türkiye-İran ittifakından koparmak için tavize hazırlanırken; Rusya ve İran’ın, Suriye’nin siyasi geleceği konusunda Ankara’nın tezlerini göz ardı etmesi büyük bir hata olur.
Hülasa bölgenin ve dünyanın kritik kararların eşiğinde olduğunu ifade etmek mümkün. Ancak konjonktürel gelişmelerden bağımsız olarak İngiltere’nin, ABD’nin, İsrail’in olduğu gibi Türkiye’nin lokomotifliğinde Türk dünyasının da kendi Rusya, İran politikasının olması, Türk önderliğinde ilişkilerin pekiştirilmesi için çaba harcamaları şart. Özbekistan’daki malum iktidar değişiminden sonra Türk Cumhuriyetleri devlet başkanlarının 10 yıl aradan sonra hiçbir arabulucu devlet inisiyatifi olmadan istişare toplantısı yapmaları, aralarındaki sorunları milimize ederek iş birliği imkânlarını geliştirmek için kararlar almaları önemli gelişmedir. Zira Türkiye’yle Azerbaycan arasında da kardeşlik bağlarının her geçen gün daha da güçlendiğini müşahede etmekteyiz. Balkanlardan Kafkaslara yüzünü Türkiye’ye çevirmiş büyük bir coğrafya söz konusu. Rusya, etrafında yaranan bu çetin jeopolitik durumda Orta Asya’dan Orta Doğu’ya Ankara’yla iş birliğine muhtaç...
Oluşturulacak ortak konsorsiyumlarla Türk cumhuriyetlerinin doğalgaz ve petrolü Türkiye üzerinden dünya pazarlarına taşınabilir. Karabağ başta olmakla fiilî işgalin sona erdirilmesi, sorunların çözümü ve Avrasya’nın güvenliği için bir Türk-Rus askerî gücü de oluşturulabilir...
.
Batılıların ve Osmanlının gözüyle Vehhabilik
6 Nisan 2018 02:00
Prof. Dr. Hilmi Demir
Batılılar, Vehhabiliğin İslam dünyasında Osmanlının inşa ettiği Pax Sunnica’yı (Sünni Barışı) yıkarak yeni bir merkez oluşturabileceğini tahmin etmişlerdi. Çünkü Vehhabilik aslında ilk defa Sünnilik içinde bir kırılmayı ifade ediyordu. Avrupalıların Vehhabiliği Protestanlık görmeleri, onun teolojik içeriğinden daha çok fonksiyonu ile alakalıdır.
uudi Arabistan Veliahdı Prens Muhammed b. Selman, kendisi ile yapılan son röportajda(*) Suudluların Vehhabiliği tanımadığını söyledi. Anlaşılan o ki, Selman artık Vehhabilikten huruç etmek istiyor. Oysa Vehhabilik ilk çıktığında Batılılar tarafından da oldukça sevimli karşılanmıştı. Neden mi? Müsaadenizle anlatmak isterim...
Vehhabilik, ismini Necd bölgesinde Osmanlıya karşı dinî bir isyan başlatan Muhammed b. Abdulvehhab’dan almıştır. Sebilü’r Reşad (Sırat-ı Müstakim) dergisinde Vehhabilik hakkında Haydarizade İbrahim Efendi detaylı bilgi verir. Ona göre Vehhabi mezhebi ‘’Ehl-i Sünnet ve Cemâat’in kudema-i hanâbile kısmından teferru’ etmiş bir mezheptir. İbn Vehhab, ne yazık ki ayât ve ehâdisin zevahirlerine temessükten başka bir şey tanımamış ve bu hâl ise kendisini umûri diniyede müfrit bir taassuba maruz kılmıştır.” Haydarizade İbrahim Efendi’nin isabetli tespitinde olduğu gibi İbn Vehhab, Hanbeli fikirleri ifrat derecesine çıkararak aşırı lafızcı bir din taassubunu yaymıştır. İlk yaptığı icraat da Osmanlının yaptığı kabirleri, türbeleri ve kutsal mekânları dinde olmadığı gerekçesiyle yıkmak olmuştur.
Muhammed b. Abdülvehhab 1745 yılında, Suud ailesinin hâkimiyetindeki Dir’iyye’ye sürülmüştür. Burada Suûd ailesiyle tanışıp, onların desteğini almasıyla da devletleşme süreci başlamıştır. Yaklaşık 160 yıl süren çatışmalı bir dönem sonunda Vehhabi-Suud ittifakı istediğini almıştır. Rusya, İngiltere ve Fransa arasında 1916’da yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Necid bölgesi ona verilmiştir. Daha sonra da 1932 tarihinde Abdülaziz b. Suud, Suudi Arabistan Kralı ilan edilerek bugünkü devletlerini kurmuşlardır…
Osmanlı âlimi Haydarizade İbrahim Efendi ve Cevdet Paşa başta olmak üzere birçok âlimin Vehhabiliğe bakışı oldukça olumsuzdur. Osmanlı uleması gözünde Vehhabilik taassupkâr, bid’at ehli, sapkın bir mezhep olarak kabul edilmiştir. Öyle ki Mehmet Zihni Efendi, Nimet-i İslam adlı eserinin nikâh bahsinde, muharrematla-kendisiyle nikâh yapmanın haram olduğu kadınlar- ilgili bölümde, Batıniyye fırkasını anlatırken, son asırlardaki tezahürü olan Vehhabileri de bu kapsama dâhil etmiştir.
Avrupalıların bölgeye ve Vehhabiliğe ilgileri ise 1772 yılından itibaren başlar. Her zamanki gibi önce seyyahlar gelir bölgeye. Uzun yıllar Sultan II. Abdülhamid’e ve daha sonra Sultan Vahîdüddîn’e yâverlik yapmış olan Mirlivâ (Tuğgeneral) Ahmed Hamdi Paşa’nın (1871-1935) isyanı bastırma göreviyle Yemen’e gönderildiği 1911 yılında tuttuğu notlar, o devirdeki oryantalist faaliyetlerin boyutu hakkında önemli ipuçları verir. “Âlem-i İslâm ve İngiliz Misyoneri-İngiliz Misyoneri Nasıl Yetiştiriliyor” (İstanbul 1334) adlı eserinde “Şimdiye kadar Osmanlı ülkesinde seyahat eden, araştırma ve incelemelerde bulunarak eser yazanların, elde ettiğim isimlerini buraya alıyorum…” diyerek 50 yabancı isim zikreder.
Bunlardan bir tanesi 1812’de ünlü Petra antik kentini keşfeden İsviçreli gezgin Johann Ludwig Burckhardt (1784-1817)’dır. Arapçasını ilerletme, İslâm Hukûku (fıkıh) tahsil etme ve İslâmî hayat tarzına adapte olabilme gayesiyle, Mart 1809 başında İngiltere’den ayrılarak nisan ayında Malta’ya gelir. Orada Müslüman olarak İbrahim b. Abdullah ismini alır. Malta’dan Suriye ve Halep’e geçer, Kur’ân ve fıkıh dersleri görür. Bundan sonraki hayatını Suriye; Şam, Lübnan ve Filistin arasında seyahatler yaparak geçirir.
Johann Ludwig Burckhardt, Cidde ve Mekke’yi ziyaret eder. Kâbe’yi tasvir ettiği bölümlerde oldukça detaylı bilgiler aktarır. Burckhardt dört ay Mekke’de kalır. Burckhardt’ın seyahatnamesi “Notes on Bedeouins and Wahabys” adıyla 1830 yılında Londra’da yayınlanır. Bedevi ve Vehhabiler adlı notlarında Vehhabiliğe ilişkin oldukça ilginç analizlerde bulunur. Kuşkusuz bu analizler daha sonra bölgeye gelen casuslara oldukça önemli bir arka plan sağlamıştır.
Burckhardt’ın Vehhabiliği nasıl tasvir ettiğini görmek, Batılıların özellikle de İngilizlerin Vehhabiliğe neden yatırım yaptığını anlamak açısından oldukça önemlidir. Burckhardt, Vehhabiliği “İslam Protestanlığı” olarak adlandırır. Bazen de sofu dindarlık anlamında “püriten” kelimesini tercih eder. Vehhabiler hakkında “Müslüman püritenler”, “reformistler” ve “İslam Protestanları” gibi tanımlamaları birçok diplomat ve seyyahın notlarında görüyoruz. Vehhabiler söz konusu olduğunda bu tanım zaten İngiliz diplomat Harford Jones Brydges ve İngiliz gezgin Henry Light tarafından birkaç yıl önce kullanılmıştı. Çölde yağmacılık yapan, katı ve lafızcı bir dindarlık gösteren, kabirleri, türbeleri yıkan Vehhabilere karşı Batılıların bu kadar sempati beslemelerini nasıl anlayabiliriz?
Aslında seyyahların ve diplomatların notları dikkatlice okunduğunda Batılıların Vehhabiliğe olan bu sempatilerinin arkasında stratejik bir aklın olduğunu görebiliriz. Batılılar çoğu kez bunu yeni bir din olarak anlamışlardır. Société Asiatique sekreteri Çin felsefesi uzmanı Pierre-Abel Rémusat, Vehhabiliğin tıpkı Yahudi ve Hıristiyanlık gibi yeni bir din olduğuna inanır. Aslında reformist ve Protestan benzetmelerinde de aynı gerekçe saklıdır. Bilindiği gibi Batı dünyasında Protestanlık Katolik dünyayı parçalayarak yeni bir merkezin oluşmasını sağlamıştır. Protestanlık da aslında Hıristiyan geleneğinde çok akılcı olduğundan değil Katolik dünyanın merkezî gücünü dağıtmasından dolayı makbul kabul edilmişti.
Dolayısıyla Batılıların Vehhabiliği Protestanlık ve reformist görmeleri onun teolojik içeriğinden daha çok işlevi ile ilgilidir. Vehhabiliğin uzun yıllar İslam dünyasında Osmanlının inşa ettiği Pax Sunnica’yı (Sünni barışı) yıkarak yeni bir merkez oluşturabileceğini öngörmüşlerdi. Çünkü Vehhabilik aslında ilk defa Sünnilik içinde bir kırılmayı ifade ediyordu. Vehhabiliğin iki düşmanı vardı Şiiler ve Osmanlılar. İkisine de dinî yönden itiraz ediyorlardı. Vehhabilik sayesinde İslam dünyasındaki çatışma uzak düşmandan (gayrimüslimler) yakın düşmana dönebilirdi. Zira Vehhabiler İngilizler ile dost olurken Müslümanlarla düşman olabiliyorlar ve Osmanlıya karşı savaşmanın dinî gerekçelerini oluşturuyorlardı.
Burckhardt’ın fikirleri Büyük Britanya’nın çıkarlarıyla birleşmişti. Her zaman Osmanlı İmparatorluğu ile Araplar hatta Sünni dünya içinde bir istikrarsızlık ve çatışma oluşturmak Londra’nın işine gelecektir. Böylece İngilizler Vehhabilik sayesinde oldukça kullanışlı bir maymuncuk elde etmiş oldular. Modern dönemde Türkiye’de dâhil bazı ilahiyatçılar tarafından yanlış biçimde tanımlandığı gibi ibn Vehhab’ın yaptığı bir tecdid hareketi değildi; aksine bir yıkım hareketi idi. Cevdet Paşa’nın haklı olarak dile getirdiği gibi Vehhabilik bir tecdid hareketi değil siyasi bir nifak hareketiydi. Öyle de oldu, böylece Sünni dünyada ilk defa tasavvuftan kelama kadar, birçok bilim bid’at ve şirk diyerek otoriteye karşı başkaldırmanın dinî gerekçeleri oluşturuldu...
Vehhabilik, Haricilik ruhunu yeniden dirilterek Müslümanın Müslümana karşı savaşını bir güvenlik meselesi olmaktan çıkarıp bir din savaşı hâline getirdi. Sünni siyaset kuramında Müslümanlar arasındaki kavga ya da savaş bir din savaşı olarak değil bir güvenlik meselesi olarak görülürdü. Bu yüzden Hazreti Ali (radıyallahü anh) Haricilere “sizlerle kâfir olduğunuz için değil zalim olduğunuz için savaşıyorum” demişti. Yavuz Sultan Selim Memluklere karşı savaşırken aynı gerekçeyi öne sürmüş ve savaşın bir güvenlik tehdidinden kaynaklandığını ifade etmişti. Vehhabiler Osmanlıya müşrik ve kâfir oldukları için savaş açılması gerektiğini söylediler. Bu tam da Batılıların aradığı şeydi.
Vehhabilerin çektiği tekfir kılıcı İslam dünyasında siyasal tüm tartışmaları bir din savaşına doğru götürmek için kullanılabilirdi. Öyle oldu, Müslümanlar arasında çatışmaların derinleştiği tüm bölgelerde karşımıza Vehhabilik ve onun kolları çıkıyor artık. Vehhabilik yalnızca komünizme karşı kullanıl- madı, Müslümanların gelenekle tüm bağlarını koparmaları, mezhep sistematiğini aşağılamaları, birbirileriyle savaşmaları için de kullanıldı. Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyalara kolalandı. Afganistan’a sızdı, Bosna savaşında Balkanlara geldi, Suriye savaşında sınırlarımıza kadar dayandı.
Suudi Arabistan Veliahdı Prens Muhammed b. Selman bugün Vehhabiliği tanımadıklarını söylese de uzunca yıllar Suudlu âlimler bunu savunmaktan çekinmediler. Öyle ki Vehhabiliğin beslendiği temel kaynaklar her dile çevrildi. Kur’ân kurslarımıza kadar giriyor. Çünkü Vehhabilik o kadar kullanışlı bir silah ki, ilk andan itibaren adını Selefilik olarak değiştirmeyi başarmıştı. Vehhabilik ismi özellikle Türkiye’de bir alerjiye sahip olduğu için bu isim yerine Selefiliği tercih ettiler. Suudi Arabistan’da Vehhabi Devleti dendiğini duyamazsınız ama ed-Devletu’s-Selefiyye dendiğini duyar, sancaklara yazıldığını görürsünüz. Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı olan Prens Naif, Selefilik sempozyumunda “Krallık, Selefi ideolojiyi takip etmeye devam edecek” derken aslında bunu demek istiyordu. Peki, nasıl oldu da Vehhabilik Selefilik altında gizlenebildi?..
Sonraki yazıda inşallah…
(*) https://www.theatlantic.com/amp/article/557036/?__twitter_impression=trurum daha vardır. Mevlâna, Yahudi kavmini seçmiştir. Acaba o Yahudi Vezir hikâyesini niçin seçti? Herhâlde, bunda da bir tembih ve alınacak dersler vardır...
.
XXXXXXXXXXX
HAZRETİ MEVLÂNA’DAN DERSLER… Ayrılık mı, yoksa birlik mi?
7 Nisan 2018 02:00
Prof. Dr. KEMAL YAVUZ
kemalyavuz05@gmail.com
Tarih bu iki kelime ile ilerler. Birinin durduğu yerde diğeri devreye girer. Ayrılık, hasret ve hüzün getirir, kavuşmakta sevinç var; bu birinci manası. Ayrılık dağılmak, düğümün çözülmesi demek... Lif lif olan ipin başındaki düğümü çözdüğünüz zaman bunun farkına varırsınız. Tekrar bağlamazsanız darmadağın olur. Düğün de, bağlamak demek, nikâh da öyle. Bunun sonunda bir yuva kurulmuştur. Bu düğümü çözünce ortada ne kalır: Ayrılan anne ve baba; dökülüp saçılan muhtaç çocuklar... Sonra yalnızlık ve perişanlık içinde bir ev; Bu da bir başka mana...
Bu durumu komşulara, mahalleye taşıyalım. Herkesin duyup bildiği, düşmanın sevindiği, dostun üzüldüğü fitne. Bu da üçüncü mana. Şimdi gidecek yeriniz var mı? Bunu bir millete, bir devlete taşıyın, düşman karşısında düşman. Hani biz dost idik, hani biz birbirimizin iyiliğini düşünüyorduk? Hani fikirlerimize saygı gösterecek, onların çarpışmasından zaferler elde edecektik? Düşman bunu ister mi, istemez. Her iyiliğin, her güzelliğin içine bir fitne sokar. Her fitne bir kıvılcım olur, her kıvılcımdan bir ateş yanar. Söndürmezsek yanarız, mahvoluruz. Hani biz bu çakmağı yerine göre zamanı gelince çakacak, faydalanmak için ateşimizi yakacak, sıcak bir hayat sürecek; çakmağı, kavı, taşı çeliği kesenin içinde tutacaktık. Orada uyuyacaklardı. Bu da bir başka mana.
Bilge Mevlâna daha Mesnevi’sinin ilk beytinde ayrılıklardan şikâyet eder. “Neyin sesinden işit, bu ney niçin ağlar, neden yanar? Akıl kulağını aç, bak… Şikâyetinin ayrılıklardan olduğunu gör, ona bak, ona kulak ver” diyor. Gerçekten Celâleddin-i Rûmi’nin yaşadığı zaman ayrılıkların devletin yıkımına kadar gittiği bir durumdur. 1207 yılında doğmuş, Selçuklu devletinin Anadolu’daki üstün ve yüksek zamanını görmüş ama ömrünün yarısına geldiği zaman devletin çatırdadığını, çökmeye başladığını görmeye başlamış, Moğol istilâsını yaşamış bir âlim olarak eserine ayrılıklardan şikâyet ederek başlamıştır. Eserler sokakların aynası olduğuna göre Mesnevi’nin bu beytinden alınacak dersler vardır.
Her şeyden önce ayrılık, iki yönlü bir kelimedir; yüce Mevlâna burayı gizli tutmuş. Bu ayrılık için, Hak’tan ayrılık diyenler, hemen hemen bütün Mesnevî şârihleri yani, Mesnevi’yi açıklayıp anlatanlar, beyti bu yönü ile alıp açıklamışlardır. Bu işin manevi yönü, inanç tarafıdır. Bu ayrılık insanın fert olarak kendinde yaşadığı bir firaktır. Şahıs olarak insanın Hakk’tan ve sevdiklerinden ayrılması hiçbir zaman istenilecek bir şey değildir. Bu şahsın cehenneme gitmesi olur. Bunu Allahuteala hiçbir Müslüman’a vermesin ve bizleri bu ayrılıktan korusun. Âmin.
Ama beyti bir de ilk manası ile gözden geçirelim. Burada “Bu neyin sesini işit, bunun neden ağladığını, niçin yanıp yakıldığını gör; akıl kulağını aç ayrılıkları anlattığını ve bunlardan şikâyet ettiğini duy” der. Sonra da eserinde ayrılıkları, parçalanma ve bölünmeleri konu edinen hikâyelere yer verir. Yahudi Vezir ile Yahudi Padişah hikâyesi bunlardan en ilgi çekenidir.
Hikâyeye bakalım: Hristiyanların çoklukta olduğu bir ülke vardır. İncil daha tahrif edilmemiştir. İnsanlar bu ülkede rahat yaşarlar. Ancak bunları çekemeyen düşmanlar da vardır. Her şeyden önce bu insanların başında bir hükümdar ve veziri vardır. Ancak bunlar nasıl oldu ise bu makamlara gelmiş gizli din tutan Yahudilerdir. Hristiyanların sayısı fazladır; bunların bölünerek parçalanması ve kuvvetten düşürülmesi gerekir. İşte Yahudi vezir, Yahudi padişaha gizlice bir mektup yazar. Mektubunda, halkı toplamasını, kendini çağırmasını ve bu halkın önünde vezirin gizli din tuttuğunu, Hristiyan olduğunu, burnunu yarıp kulaklarını kesmesini, halk arasında kötülemesini ve sonunda da Hristiyanların nüfus bakımından sayıca çok olduğu yere sürmesini ister.
Bu anlaşma üzerine padişah, veziri çağırır. Halkın toplanmasını ister. Herkesin önünde, vezirin Hristiyan olduğunu, gizli din tuttuğunu söyler. Sonra da hileci Yahudi vezirin istediği şekilde, burnunu yarar, kulaklarını keser, âlemin önünde hakaretler eder, cezalandırır ve Hıristiyanların arasına sürer. Hıristiyan halk on iki bölüktür. Her birinin bir reisi vardır. Bunlar vezirin kendilerinden olduğu için bu cezaya çarptırıldığını ve Hristiyanların içine sürüldüğünü sanırlar. Hâlbuki vezir Yahudi’dir ve Hristiyanlara tuzak kurmayı istemiştir. Onu bu hâlde gören Hristiyan halk, veziri candan kabul eder ve her dediğini, her emrini yerine getirirler. Burada sözü Mevlâna hazretlerine verelim: “Bazı zevk ve hâl sahipleri vezirin sözlerinde bir acılık duydular. O güzel konuşuyordu, lâkin, sözleri zehir karıştırılmış şekere benzerdi. Her bir sözün güzelliğine aldanma, gözünü aç, onda çirkin bir mana olabilir. Kalbi kötü olanın sözleri de kötüdür. Onun gönlü ölüdür, ruhu ebedî olmaz. Allah’ın Aslanı cahillerin sözüne yeşillik çöplüğün ziynetidir dedi. Kim o yeşillikte oturursa elbisesi pis olur. Zevk sahibi ve arif olmayanlar, vezirin hilesine aldanıp gerçeği anlamadılar. O altı yıl padişahtan ayrı kaldı; Hristiyanların koruyucusu oldu. Halk, dinini, gönlünü vezire emanet edip varını yoğunu ona verdi...”
Vezir Hristiyanlığı, İncil’i çok iyi bilmektedir. Artık Hristiyanların en kıymetli varlığı Yahudi vezir olmuştur. Onlara İncil’i ve âyetlerini kendi inancına göre yorumlayıp anlatır. Bu bağlılık çok ileri gider. Günler vezirin aşkı ve onun sohbetinde bulunmakla geçer. Herkes onu görüp sohbetinde bulunmak için can atar. Bu bağlılığın istediği gibi yerine geldiğini gören vezir, beklenmedik bir zamanda uzlete çekilecektir. Uzlete çekilen, herkesle görüşmeyi kesen ve kendi köşesinde oturan Yahudi vezir, her bir topluluğun başı ile de görüşmez. Halk bu durumdan memnun değildir. Onu görmek, sohbetinde bulunmak, sesini işitmek için can atar. Bütün ısrarlarına rağmen vezir, halkın bu isteğini geri çevirir, onlara hiç görünmez olur. Böylece insanların kendisini görme arzusu arttıkça artar. Kapısında günlerce beklerler, fakat vezir halvet ve uzletine devam eder.
Yalnız her grubun başında bulunan on iki kişiyi birbirlerinden habersiz, ayrı ayrı çağırıp, kabul eder. Her birinin eline dürülmüş bir tomar verir ve kendisi hayatta olduğu müddetçe hiç açmamalarını söyler. Bu başlar o yaşadığı müddetçe verilen rulo yapılmış bu kâğıtları açmazlar. Zaten vezir bu hususu sıkı sıkıya tembih etmiştir. O bunda ısrarlıdır, ancak bu tomarlar kendisinin ölümünden sonra açılacaktır. Yahudi vezir inziva hayatına devam eder, halk ise onu görmek, vaazını dinlemek ister. Aradan kırk gün geçmiştir. İşte bu kırk günün sonunda vezir intihar eder.
Artık vezir ölmüştür. Halk günlerce kapısının önünde mezarının başında onun yasını tutar. Vezire candan bağlı olan insanlar darmadağınıktır. Günler böyle geçer gider. Sonunda vezirin yerine geçecek, insanları bir araya getirecek birini ararlar. Şimdi başkan kim olacak? Herkes insanları toplayacak, onları idare edecek, yönlendirecek birini beklerken, ortaya on iki baş çıkar. Her birinin elinde vezirin verdiği belgeler vardır. Her kâğıtta da “Benden sonra yerime seni tayin ettim, vekilim halifem sensin” yazılmıştır. Bunlarınhiç biri vekillikten, başkanlıktan vazgeçmez. Artık Hristiyan cemaatinin arasına bir fitne girmiştir; yalnız bir topluluk iken on iki parça olmuşlardır. Sonunda vezir ve padişah isteklerine kavuşurlar. Azınlık Yahudi cemaati ise yine onları idareye devam eder...''
Mevlâna hazretleri 65-66 senelik ömründe bütün hâdiseleri yaşayan, devleti gören, olup bitenleri bilen bir âlim, bir bilgedir. Onun hayatını ikiye ayırırsak, ömrünün ilk 33 senesinde birlik içinde, kuvvetli bir devlet vardır. O bu zamanda I. Gıyaseddin Keyhusrev (ö. 1211), I. İzzeddin Keykavüs (ö. 1220), I. Alâeddin Keykubad (ö. 1237) olmak üzere, üç büyük Selçuklu hükümdarı görmüştür. Bu zaman birlik içinde kuvvetli bir devlet vardır. Ama tarih 1237 yılından itibaren devlet II. Gıyaseddin Keyhusrev’in eline geçecektir. Artık Selçuklunun, zeval ve idbâr, talihinin geri dönme ve tarihten silinme devri başlamıştır. Bu devir yok olmaya ve gerilemeye yüz tutan zamanları içine alır. Bu da parçalanma vaktidir. 1240 Kösedağ Savaşı, aynı tarihte ortaya çıkan Baba İshak isyanı, şehzadeler arası kavgalar, merkezî idarenin yok olmaya yüz tutması, başta Karamanoğulları olmak üzere beyliklerin ortaya çıkması devletin birliğine büyük zarar verir. Buna bir de Moğol istilasını ve onların zulmünü eklersek Anadolu’daki insanların hâlini siz düşünün.
Yüce Mevlâna dağılmanın ve parçalanmanın zararlarını, bir topluluğu nasıl yok edebileceğini, Mesnevi’sinin üçüncü hikâyesi olan Yahudi Vezir ve Yahudi Padişah hikâyesinde anlatırken, hayatta yaşadıklarını da örneklerle göstermeye çalışır. Birliği ve bundan hiçbir zaman ayrılmamayı, ayrılığın zararlarını anlatır. Bu durum her zaman olduğu gibi günümüz için de geçerlidir. Burada düşündürücü bir durum daha vardır. Mevlâna, Yahudi kavmini seçmiştir. Acaba o Yahudi Vezir hikâyesini niçin seçti? Herhâlde, bunda da bir tembih ve alınacak dersler vardır...
Eğitimde nasıl başarısız olunur?
13 Nisan 2018 02:00
Doç. Dr. Mustafa Şeker
Şimdiye kadar, “eğitim alanında reform” denilince akla hep program değişiklikleri gelmiştir. Fakat mevzu, bu kadar basit ele alınmamalıydı. Program başarılı bir eğitim-öğretim için sadece bir araçtır. Bu araç da ‘motoru’ olmadan hareket edemez.
Biz hâlâ ilk zekâ ölçeği olarak Enderun’dan 400 yıl sonra ortaya konmuş “ Stanford-Binet Zekâ Testleri”ni ilk zekâ ölçekleri olarak kitaplarımızda çocuklarımıza öğretiyoruz da bir cümle ile de olsa Osmanlıdaki Enderun’dan bahsedemiyoruz.
Ülkemizin eğitim sabıkasının düğümlendiği en mühim noktalar, pozitivist, rasyonalist ve materyalist anlayıştır.
Başlık ilginç gelmiş olabilir. İçinizde, aslında “eğitimde nasıl başarılı olunur?” denmesi gerekiyordu diyenler bile olmuştur muhtemelen! Fakat bu başlığın verdiği mesajı tam anlamak için bütün yazıyı dikkatle okumak gerekiyor...
Öncelikle, altını çizerek söylemeliyiz ki bu mesele siyaset üstüdür ve bunun sorumlularını sadece bugünlerde aramak kafayı kuma gömmek olacaktır. Ayrıca bu şekilde davranarak ideolojik yaklaşımlar sergilemek hastalığın tedavisini geciktirecek, maazallah sonu hüsranla bitebilecek dipsiz bir kuyuya sürüklenme riskini ortaya çıkaracaktır. Çünkü bu çilekeş milletin kuru kavgalara ve ideolojik saplantılara harcayacağı evlatları artık kalmamıştır. Zaman, aklımızı başımıza alma zamanıdır ve yaklaşık 1 asırdır boşa geçirdiğimiz ve kavgalara harcadığımız vakitlerimizi geri kazanma zamanıdır. Zira bu millet; adaletiyle, hoşgörüsüyle, saygı ve yardımlaşma şuuruyla, mazlumun yanında zalimin karşısında, zayıfı koruyan, haklının yanında duran, dünyaya nizam vermiş bir ecdadın torunudur. Ve bu vatan, kendini bu topraklara ait hisseden bütün samimi insanların güvenle gölgelendiği bir çınar ağacıdır.
Dönelim tekrar başlıkla verilmek istenen mesaja... Tarihinde, medeniyetinde ve kültüründe özellikle eğitim gibi konularda bu kadar muazzam zenginliği barındırıp hakikati başka taraflarda aramak ve eğitimde başarısız olmak için bu kadar çaba göstermek ne ile izah edilebilir? Modern pedagoji ilminin bile yakın zamanda ulaşabildiği bilgilere bundan yüzlerce yıl önce ulaşmış bir medeniyet, nasıl olur da kendi çocuklarının ihtiyacı olan millî bir eğitim modelini başaramaz? Kaç medeniyet, yüzlerce yıldır, bugünkü pedagoji ilmini Batı’dan çok önceleri eserlerinde yazmış Yusuf Has Hacip, Ahmet Yesevî, İmamı Gazali, Edip Ahmet, Mevlânâ, İmamı Rabbani, Abdülhakîm Arvâsi hazretleri gibi binlerce büyük ilim insanları yetiştirebilmiştir? Batı’da insanlar hayvanların bile aşağısında muameleye tabi tutulurken Enderun gibi köklü eğitim kurumlarımıza alınan talebelerin zekâları ölçülmüştür. Fakat biz hâlâ ilk zekâ ölçeği olarak Enderun’dan 400 yıl sonra ortaya konmuş “ Stanford-Binet Zekâ Testleri”ni ilk zekâ ölçekleri olarak kitaplarımızda çocuklarımıza öğretiyoruz da bir cümle ile de olsa Enderun’dan bahsedemiyoruz. Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir, öz güven yoksunluğudur. Dolayısıyla bütün bunların cevaplarını aramalıyız...
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki bu mevzuları burada bir çırpıda anlatma ve anlama imkânı yoktur. Bunun gibi eğitimde de başarı için doğru stratejiler üretmek ve nerede ne yapılacağı konusunda net ve şeffaf olmak lazımdır. Şimdiye kadar, “eğitim alanında reform” denilince akla hep program değişiklikleri gelmiştir. Fakat mevzu, bu kadar basit ele alınmamalıydı. Program başarılı bir eğitim-öğretim için sadece bir araçtır. Bu araç da ‘motoru’ olmadan hareket edemez. Bir insanda beyin ne kadar önemliyse bir eğitim-öğretim hayatı için de o anlayışın felsefesi o kadar önemlidir. Nasıl ki beyin fonksiyonunu kaybetmiş bir insana yeni protez kol ve ayaklar takmak beyhude bir çabadan öte bir şey ifade etmiyorsa, eğitimin felsefesini düzeltmedikçe ortaya konan bütün gayretler de, neticesiz kalmaya mahkûmdur. Üstelik bütün bunları göz önüne almadan dizayn edeceğimiz eğitim anlayışları da geri tepmeye mahkûmdur. Ayrıca şu da kesinlikle bilinmelidir ki doğru adrese gitmek için doğru otobüse binmek lazımdır. Sizi hiçbir zaman doğru adrese götürmeyecek bir otobüse binmek hem zaman hem de emek israfıdır. Şimdi bu konular hakkında okyanusa kulaç atalım…
Ülkemizin eğitim sabıkasının düğümlendiği en önemli noktalardan biri; pozitivist, rasyonalist ve materyalist anlayıştır ki bu, “İlmî ve çağdaş bir eğitim inşa ediyoruz” denilerek ülkeye davet edilen John Dewey gerçeğidir. Bu eğitimcinin savunduğu anlayışın herkesin anlayabileceği açıklaması şudur: “Bir şeyin var kabul edilebilmesi için Aristo felsefesinin esasları geçerlidir. Yani laboratuvar ortamı dışında deneyle ortaya konmamış, elle tutulamayan ve gözle görülemeyen hiçbir şeyin varlığı gerçek değildir. Bunun için de sadece aklın kılavuzluğu geçerlidir. Bu sebeple düşünmenin, sorgulamanın sonu yoktur ve aklın almadığı konuların varlığı kabul edilemez...” İşte, Dewey’in bakış açısı çerçevesinde dizayn edilen ve Aristo mantığı üzerine inşa edilen eğitim sistemimizin temel felsefesi… Öyle ki bu anlayış, telafisi yıllarca mümkün olmayan bedellerin ödenmesine sebep olmuştur. Hatta iliklere kadar sinmiş bu ters anlayış, bugün bile tesirlerini “yapılandırmacılık” adı altında devam ettirmekte; rehber, tecrübe, liyakat tanımayan, sadece kendi doğrularını referans kabul ederek aklının almadığını bütüncül olarak reddeden başıbozuk nesiller yetişmektedir. Öyle ki bunun ürünleri, en fazla birkaç nesil sonra ortaya çıkacak, belki şimdi dar pencereden bakmayı şiar edinmiş bazı eğitimciler tarafından tepkiyle karşılanacak bu ifadelerimizle ne demek istediğimiz o zaman daha iyi anlaşılacaktır. İnşallah, o zamanlar geldiğinde de iş işten geçmemiş olur.
1924’te ülkemize gelen John Dewey’e göre; ilerlemenin yegâne şartının bilimsel, akılcı, pozitivist ve materyalist bir eğitim modeli olduğu belirtilmiş fakat akılcı eğitim programlarıyla kabiliyetlerin yeşertilmesi hedefi yanında eğitimin, bireyin sahip olduğu değerler ikliminde gönüllere dokunmak demek olduğu ısrarla göz ardı edilmiştir. Unutmamalıdır ki bir gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiğinde diğer bütün düğmeler de yanlış iliklenecektir. Bunu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Çünkü çok laf ancak aklı az olana söylenir. Zaten aşağıdaki misalden de verilmek istenen mesajı, arif olan anlayacaktır;
“Okaliptüs ağaçları vardır. Genellikle bataklık araziler için dikilir. Bu ağaçların boyları çok uzar fakat sahibine çok faydası olmadığı için de bunlar sadece odun olarak işe yarar. Fakat topraktaki bütün suyu çektiği için de çevresinde çok fazla ağaç yetişmez, yetişmesine de fırsat vermez. Çünkü büyürken onların hakkı olan suyu da çeker ve çekerken de doymak bilmez. Dibinden kesersiniz, kısa süre sonra yine filizlenir. Zavallı toprak sahibi de çaresiz kaldığı için yapabileceği tek şey, 3-5 yılda bir çıkan fidanları boyları uzamaması ve uzayıp gölge yapmaması için kesip etkisiz hâle getirmektir. Zira köylü vatandaş da bu ağacın çevresine bir şey dikemediği için çaresiz sadece bakmakla yetinir...” İşte John Dewey’in de bu ülkeye onlarca yıl verdiği zarar ve bugün bile çare bulunamayan bir eğitim sistemi…
Savaşta kurşun yemiş kimseler vardır. Mermi öyle bir yere girmiştir ki doktorlar, “Bu kurşunu buradan hareket ettirirseniz hasta ölür!” der. Çaresiz, hasta vücudundaki mermi ile yaşamak zorunda kalır, öyle ki bazen bu mermi ağrılar yapsa da. Ağrılar bazen öyle bir seviyeye gelir ki hasta, “Kurtarın beni bu ızdıraptan!” diye çığlıklar atar çünkü ağrılar dayanılası değildir. Başta en yakınları olmak üzere hastayı gören herkes kahrolur, gözyaşı döker, hasta erirken onlar da biter. O mermi oradayken hasta ve hastanın yakınları ise çaresizlikten ne yapacağını bilemez. Mermiye mi kızsınlar yoksa mermiyi sıkana mı? Hastaya verilecek göstermelik ağrı kesiciler de yetersizdir artık. Fakat tıp gelişir, her şey göze alınır ve yetkilerle donatılmış olmanın cesareti ile yeterli öz güvene sahip bir doktor çıkar; bu mermiyi çıkarmanın çaresini bulursa hasta da nihayet bu beladan kurtulur. Kurtulur kurtulmasına fakat bu, o kadar da kolay olmamıştır. Çeşitli engellerle karşı karşıya kalınmış, psikolojik baskılar ve mesleğine ihanet etme damgası da göze alınmıştır. İşte onlarca yıldan beri Türk Millî Eğitimi’nde yaşananların özeti budur...
Yukarıda da belirttiğimiz gibi motor arızalı olunca istediğiniz kadar kaporta ve aksesuarla uğraşın, nafile! Göstermelik program değişiklikleri eğitim hastalıklarımıza çare olamadığı gibi ortaya çıkan ürün de duygusuz, hiçbir kutsalı olmayan, karnı tok, vicdanı aç, işe yaramaz, boş, hedefsiz ve amacı olmayan nesiller olacaktır. Oysa aklını nerede, nasıl ve ne kadar kullanması gerektiğinin farkında olan, haddini ve hududunu bilen, tarihindeki ve kültüründeki rol model insanları örnek alan, değer anlayışı gelişmiş, vatanına, milletine ve devletine sadakatle bağlı nesillerdir toplumu geleceğe taşıyacak olan. Özellikle uygulamaya konulması hedeflenen eğitim programının felsefesi; inanmış, basiret sahibi, vicdani yönü gelişmiş, millî, manevi, tarihî ve kültürel reflekse sahip, milletinin yüzlerce yıllık kültürel geçmişini göz ardı etmeyen, kökü de bedeni de bu topraklara ait ilim adamlarına emanet edilmelidir. Bu yolda engeller, haşerat dolu çukurlar ve can yakıcı dikenler olduğu da unutulmamalıdır. Fakat Akşemseddin Hazretleri’nin Fatih Sultan Mehmet Han’a buyurduğu, “Sen şartlara teslim olmazsan şartlar gelir sana teslim olur. Çok çalışır, çok gayret eder ve bu işin hayırlı ise olması için çok dua edersen isteğin mutlaka yerine gelir. Fakat kibirden sakınmalısın. İstişare kapın her zaman açık olmalı… Zira dağlar ne kadar yüksek olursa olsun yollar dağların üzerinden geçer!” düsturunun gerekliliklerini yerine getirerek ve gerekli istişareleri yaparak plan, program ve sabırla işin üzerine gitmelidir...
.
Izdırapların kaynağı güçlünün hukuksuzluğu
14 Nisan 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
İnsanlar dünyada rahat yaşamak ve emin olmak isterler. Hak, hukuk, adalet bir emanettir. İnsanlar bu emanetlere sahip çıktıkları sürece huzur içinde yaşarlar.
Kişi hakları belli bir düzen içinde yaşatılabilir ve korunabilir. Adalet, hak ve hukuku içine alan geniş bir kavramdır. Adaletin uygulanması, hak, hukuk ve bunların zahiri yönü olan kanunların işlemesi ve işletilmesi ile olur. Esas olan mükemmel bir kanun sisteminin varlığı değil, var olan kanun sisteminin işletilmesidir.
Her devlet ve her topluluk kendilerine göre adildir veya öyle zannederler. Hâl böyleyken tarihin nasipsiz şahitliklerinin başında adaletin katledilmesi, hakların gasbı, hukukun iptali ve kanunların kâğıtta kalması gelmektedir.
Sorgusuz infazlar, savunma hakkının iptali, baskı altındaki asılsız itiraflar ve nihayet insanlık suçlarının en korkunçlarından olan işkence, hukuk adına uygulanan ayıplardandır.
Hukuk adına hukuku katletmek, hak arayanların haklı konumlarını suçlu durumuna düşürmek, olay hakkında bilgi sahibi olmayan birini cebren yalancı şahitliğe zorlamak, tarihî perspektif içinde çok gerilere itilecek yüz karalarından değildir. Her devirde geçmişi aratacak zulümler hız kesmeden devam etmektedir.
Eskiden duvarlarından sular akan, farelerin kol gezdiği, küflü ekmek ve pis sularla yetinmek zorunda kalan zindan mahkûmları yerine, bugün konforlu hapishanelerde her türlü medya imkânlarına sahip, işler gibi görünen savunma haklarını elde etmiş tutukluların, adaletin emin ellerinde olduklarını zannetmemek lâzımdır.
Dünyanın “HAKK” ve hukuk tanımaz büyük devletlerinin bitmek tükenmek bilmeyen dünyevi hırsları ve “Ehl-i Salib”in İslam ülkelerine karşı yıllardan beri uyguladıkları hınç politikası yüzünden, her gün binlerce mazlum en ağır işkencelerle hayatını kaybetmekte, yaşayanlarsa ya zulüm içinde utanç verici bir hayata lâyık görülmekte ya da vatanlarını terk etmek zorunda kalmaktadır.
Asrımızın en acı dramı maalesef “mülteci” meselesidir. Her yıl binlerce mülteci bir başka ülkeye sığınmak için her çareye başvurmaktadır. Hayatlarını kurtarabilmek için mutlak ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu zavallı insanların çoğunun sonu, azgın dalgaların bağrında noktalanmaktadır.
Her yıl binlerce, milyonlarca muhacir hicret ettikleri yurtlarını bir daha görememek korkusuyla gözleri arkada, kalpleri buruk bir şekilde atalarının mezarlarını ve çocukluk hatıralarıyla dolu olan topraklarını terke zorlanmaktadırlar. Hicret ve iltica dünyanın yüzündeki en kirli yamadır. Tarih, bu ayıbı hiç örtememiştir. İnsanlar sadece rahat nefes alıp bir yudum suyunu içmek ve hatıralarının albümü olan topraklarında son nefeslerini vermek isterler. Çok mudur, lüks müdür, çok pahalı mıdır bu masum istek? Ama gelin görün ki merhamet denilen o engin pınardan bir yudum bile içmemiş gaddarlar, insanlığa bu ufacık mutluluğu ve tabii hakkı bile çok görürler.
Bugün dünyada 65 milyonu aşkın mülteci vardır. BM Mülteciler Yüksek Komisyonu raporuna göre AB Üye Devletleri “yedi yüz bin”i aşkın mülteciye koruma sağlamıştır. Macaristan ve diğer Avrupa ülkelerinde Suriyeli mültecilere yapılan yüz kızartıcı hakaretler ve zulümler ortada iken bu raporlara inanmak biraz zor değil midir? Deniz kıyısında semaya bakamayıp yüzüstü, dünyaya küsmüş vaziyette hayatını kaybeden Aylan bebekleri unutmak mümkün müdür?
AB, Suriye mültecileri için 10 milyar avroyu harekete geçirdiğini söylemektedir. Peki o zaman dört milyon Suriyeli mülteciye sınırlarını açıp, dünyanın en mükemmel mülteci kamplarını kuran Türkiye, bu 10 milyar avronun neden çok cüz’i ve komik denecek bir meblağına sahip oldu? Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milletiyle, büyük fedakârlıklarla ekmeğini bölüştüğü bu insanlara bağrını açarken diğer İslam ülkeleri nerededir? Hem de hepsi dünya zengini devletler oldukları hâlde! Demek ki bu iş sadece ekonomik güç meselesi değilmiş. Mesele, İslam kardeşliği ve ümmet şuuru imiş.
Hicret denince şüphesiz, Kâinatın Efendisi Muhammed aleyhisselamın doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Mekke’den müşrikler tarafından zorla Medine’ye göç ettirilmesi aklımıza gelir. Bu elem ve burukluk göçü, her müminin acıyla yâd ettiği bir hadisedir. Bir günün bile geçmesi zor olan o çöl sıcaklarında günlerce sıkıntılara tahammül eden Efendimiz, bu, sonu hayırlara vesile olan yolculuğu ve hicretiyle bütün muhacir ve mültecilerin manevi sığınağı olmuştur.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda yurtlarından koparılan bir sürü insan, insan olduklarını bile unutacak bir hayata maruz kalmışlardır.
İnsan olan, insana acır. Müslüman olan ise her varlığa merhamet nazarıyla bakar. Müslüman, zulme maruz kalmış insanların dinlerine, milliyetlerine ve diğer arızi vasıflarına bakmaz.
Bundan yüz yıllarca önce İspanya Engizisyonu başlamadan evvel 300.000’den fazla Yahudi bu topraklarda yaşıyordu. Zulmün ve katliamın artması sonucunda 150.000’i aşkın Yahudi hicret etti. Bir kısmı Kuzey Afrika’ya göç ederken büyük bir kısmı da 1492 yılında Sultan Bayezid’in izniyle İstanbul, İzmir, Selanik, Edirne, Manisa, Bursa, Gelibolu, Amasya, Korfu, Larisa ve Manastır kentlerine yerleştiler. Bugün Türkiye’deki Yahudilerin %90’ı Sefarad Yahudileridir...
İkinci Dünya Savaşı sonrası Yahudileri en büyük zulümlere tabi tutan Almanya, tarih boyunca izleri asla silinemeyecek şaibelere imza atmıştır. Ama ne yazık ki bugün bir zulüm devleti hâline gelen İsrail, gördükleri zulmün ceremesini Batılı zulüm paydaşlarının oluruyla mazlum Filistin halkına ödettirmektedir. Kendilerini dünyanın beyi gibi gören bulunduğu her toprakta fitne çıkaran Yahudiler 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bölgede fitne ve zulüm ateşini yakmışlardır. İsrail, Amerika’nın koruması altında yıllarca beraber yaşadıkları Filistin halkına zulmün her türlüsünü reva görmektedirler. Sırasıyla 1953 Ariel Şaron katliamı, 1982 Sabra ve Şatilla katliamı, 2002 Cenin katliamı, 2009-2014 Gazze saldırı ve katliamları hep Birleşmiş Milletler’in ve Batı’nın gözlemleriyle yapılmıştır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda Avrupalı zalim ve sömürgeci devletlerin Afrika halklarına yaptıkları zulüm, onları tarih önünde hep mücrim yapacaktır. İtalyanların, Libya’da, Fransızların, Fas, Tunus, Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Komor, Senegal, Mali, Fildişi Sahili, Gabon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Ruanda, Laos ve Cezayir’de işledikleri cürmün kan izleri sonucunda ellerinden hâlâ kan damlamaktadır. Fransızlar, yalnız Cezayir’de 1,5 milyon insanı katletmişlerdir.
Amerika kıtasına gelen beyaz Avrupalı sahipler, yerli halkın topraklarını gasbetmiş ve Afrika’dan devşirdiği zencileri yıllarca kendilerine hizmet ettirmiş ve çoğunu da katletmiştir.
Yıllarca kovboy filmlerinde Kızılderililere düşmanlık aşılanmış, Teksas, Tommiks gibi çizgi romanlarda bu mazlum insanlar, kafa derisi yüzen, öldürmekten başka bir şey bilmeyen gayrimedeni insanlar gibi tanıtılmıştır. Halbuki Batılı zalimler gelmeden evvel oranın sakinleri o kadar mutluydular ki… Batı’nın karakterinde zulüm vardır. Kendilerine bu konuda dinî cevazlar veren ve bunları muharref İncil’in emri gibi gösteren hunhar din adamlarının nesli hiç tükenmemiştir. Daha dün Bosna’da bugün Irak, Suriye ve Filistin topraklarında zulümler ayyuka çıkmıştır.
Türk tarihi yıllarca bu göç ve sürgünlerin acı izlerini hiç silememiştir. 500 yıldan fazla Osmanlı idaresinde müreffeh bir hayat yaşayan Balkan kavimleri 1912’de Osmanlı’nın Balkan Savaşları’nı kaybetmesiyle burada yüz yıllardır kendileriyle kardeş gibi yaşayan Müslümanlara akıl almaz zulümler yapmaya başlamışlardır. Bu zulümlere dayanamayan “Evlâd-ı Fâtihân” nesiller boyu yaşadığı, doğup büyüdüğü ata topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Kaçanlar Türkiye’ye sığındılar. Göç edemeyenler ise zorla asimile edildiler. Artık Süleymanlar, Şalamonov, Naimler ise Naum olmaya başladılar. Bu topraklarda sade adlarını değil, her şeylerini, hatta namuslarını bile kaybettiler.
Osmanlı’nın imar ettiği topraklarda yaklaşık 16.000 mimari yapı ya yıkıldı ya da amaç dışı kullanıldı. Tarihin en nadide eserleri sırf Osmanlı’yı yani İslam’ı hatırlatıyor diye yakılıp yıkıldı. Cami ve mescitlerin bir kısmı kasten yıkılmayıp meyhane veya diğer pislik ve şer yuvalarına çevrildi.
Yıllarca bizi Ermeni Tehcir’i ve genositi ile suçlayan zalim ve dengesiz Batı, Kafkaslardaki ve Balkanlardaki zulüm ve soykırımı hiç görmedi; görmezlikten geldi. Hatta belki -biraz iddialı olacak ama- bunlardan sadistçe zevk aldı.
Rus Çarı’nın emriyle Grandük Mişel’in 1864 Ağustos’unda Batı Kafkasya halkına yayınladığı zulüm beyannamesiyle 1,5 milyon Kafkasyalı yurdundan oldu. Tehcire zorlanan bu insanların çoğu, Karadeniz’in azgın sularında gemilerinin parçalanması sonucunda denizlerde boğulup gittiler; birçoğu da açlık susuzluk ve hastalıklardan öldüler.
Çile bununla bitmedi: 1943 ve 1944 yıllarında zalim insan kasabı Stalin’in emriyle binlercesi yine sürgün ve ölümlere maruz kaldılar.
Karaçay halkından yaklaşık 70.000 kişi hayvan vagonlarında sefalet ve hastalıklar içinde Kırgızistan ve Özbekistan’a sürüldü.
1944 yılında sürgün edilen Çeçen ve İnguşların nüfusu 500.000’den 200.000’e düştü.
Tabii ki bu acı sürgünlerde Kırım ve Ahıska Türklerinin dramlarını da anmadan geçmeyelim: 1944’te 250.000 Kırım Türkü zorla topraklarından koparıldı.
Bulgaristan’da muhtelif zamanlarda 1828’de 30.000, 1877-1878 yıllarında 200.000, sonra 300.000 kişi daha yerlerinden yurtlarından koparıldı. Bulgaristan’dan 1885 ile 1923 yılları arasında 500.000 kişi göç etmiştir.
Bunlara Romanya, Yugoslavya, Yunanistan göçlerini de eklersek işin vahâmeti daha iyi anlaşılır.
Dünyaya huzur getirmeyi esas alan ve savaşı reddederek kendilerini barış elçisi gibi gösteren, et yemeyen, otçul beslenme ile sükûnet ve dengenin simgesi olduklarını iddia eden Budistler, tarihin en büyük katliamlarından birini günümüzde dünyanın gözüne soka soka icra ediyorlar.
Bugün Arakan’da (Rohingya) bu barışsever! Budistler, Müslümanlara ait 4000’e yakın evi yakıp yıkmışlar ve binlerce masum Müslüman’ı kadın çocuk demeden katletmişlerdir. Bu merhamet mahrumu yaratıklar, fiillerini, günahsız, zavallı masum insanları yakarak veya ellerini ayaklarını bağlayıp suya atarak vahşi bir şekilde sadistçe gerçekleştirmektedirler. Buna rağmen birçok ünlü isim bir moda olarak Budist olduklarını ilan ediyorlar. Vejetaryen veya vegan olmak bir tercihtir ama bu seçimlerle Budizm’e yakınlaşma başlıyor.
Arakan’da Budist ordu gözü dönmüş Budist rahiplerle katliama ortak oluyor. Katliamın lideri Budist bir rahip olan Ashin Wirathus’tur. Bu katil rahip “Her Müslüman bir yılandır; bir teki dahi sağ bırakılmamalıdır” diyerek katliama dinî bir boyut da kazandırmıştır. Sosyal medyayı çok iyi kullanan bu cani, halkı devamlı kışkırtmakta ve cinayetlere teşvik etmektedir.
Gözü kör Batı’ya ibretle bakın ki, Myanmar’ın tescilli katili, Devlet Başkanı Ang San Su Çi’ye bir de Nobel Barış Ödülü vermiştir. Gerçek bir akıl tutulması…
Şimdi bir de bu konuyla doğrudan bağlantısı olan bir Budist oyununa göz atalım: Bu aralar yaygın bir şekilde insanlara bir meditasyon sunuluyor: YOGA... Nedir Yoga? “guru”lar nasıl insanlara meditasyon adı altında “Budist ibadeti” yaptırıyorlar?
Bugün Budistlerin güncel bir ibadet gibi yaptıkları yoga, milattan çok önce yaşadığı söylenen Hint asıllı bir bilge olan PATANJALİ’nin “YOGA SUTRA” teziyle uygulamaya başlattığı bir sistemdir. Sutra (Sudur) Hintçe, iki şeyin bir araya gelmesi, bilgi için bir araya gelmek demektir. Budist Türklerin bir ibadet risalesi olarak kullandıkları “SEKİZ YÜKMEK” (SEKİZ YIĞIN) sutralardan oluşur. Bu risalenin başlangıcı “NAMO BUT NAMO DRAM NAMO SANG” ile başlar. Yani, Buda’ya dinî öğretisine ve cemaatine saygı demektir bu giriş.
Yani tatmin olmak ve rahatlamak için yoga yapanlar bu yazdıklarımızı biraz düşünmelidirler. “Kalpler ancak Allâhü teâlâyı zikretmekle tatmin olur” (13- Ra’d 28) diyen Kelâm-ı ilahîye uyarak huzûr-ı kalb ile iki rekat namaz kılmak, defalarca yapılan yoga seanslarından çok daha tesirlidir.
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
İslam’ı gaye edinen bir Türk milliyetçisi
21 Nisan 2018 02:00
Hüseyin Sarıkoç
hsarikoc@hotmail.com
Fikir dünyamızın pek çok değerli insanları vardır. İsimlerini burada tek tek yazmayacağım. Onlar, sadece yaşadıkları dönemlerde değil, vefatlarından sonra da etkili olmaya devam eden abide şahsiyetlerdir. O şahsiyetler arasında da, gerek mensup olduğu aile ve gerekse düşüncelerindeki farklılığı ile hafızalarda yer eden Seyyid Ahmet Arvasi’nin konumu çok özeldir.
Dünyadaki tüm toplumlarda, genç nesiller, bazı yüksek şahsiyetler tarafından eğitilir ve yoğrulur. Merhum Arvasi Hoca da, milletimizin, bu manadaki yüksek şahsiyetlerinden biridir. Onun gibiler topluma yeni ufuklar kazandırır, onların göremedikleri gerçekleri bir münevver olarak önceden görür ve onlara yol gösterirler.
1980 öncesinin buhranlı döneminde, şanlı Peygamberimizi kendine rehber edinen, ülkemize, milletimize, dinimize ve devletimize yönelik, özellikle gençliği hedef alan ve büyük tehlike olan komünizme, Marksizm’e, ateizme, sonu ‘izm’le biten ideolojilere, bölücülüğe ve ırkçılığa karşı fikirleri bu yönüyle çok önemlidir.
“ÜLKÜCÜ, ÖRNEK VE İDEAL İNSAN OLMALI”
Henüz 56 yaşındayken, 1988 yılının son günü İstanbul’da aramızdan ayrılan “Arvasi Hoca”, “Türk Milliyetçiliği” düşüncesinin, Avrupa tarzı “milliyetçilik” (nationalism) anlayışlarından (mesela, Alman idealizminden ve pozitivizmden) farklı olarak, “İslam’ı gaye edinen” bir siyasi fikir olarak olgunlaşması ve benimsenmesi için büyük emek harcamıştır.
Hoca, her şeyden evvel çok iyi bir “Müslüman” ve “Türk-İslam Ülkücüsü”dür. Onun bir Müslüman olarak dine bağlılığı ile siyasi düşünceleri konusunda, bilinen herhangi bir ihtilaf yoktur. O, “Türk Milliyetçisi” olmayı, bir mefkûre olarak görmüş ve her vesile ile bunu dile getirmiştir. Ona göre Türk-İslam Ülkücüsü, her şeyden önce “örnek ve ideal” bir insan olarak, “iman, aşk, aksiyon ve karakter adamı”dır. Arvasi Hoca bundan dolayı ülkücülüğü, “Allah ve Resulünün davasına ve Türk milletinin değerlerine aşk derecesinde bağlı olmak ve bu dava için gözünü budaktan sakınmamak” şeklinde ifade etmektedir.
“Evladı Resul” olması nedeniyle, Arvasi’nin, siyasi düşünce olarak Türk Milliyetçiliği’ni bu denli benimsemiş olması, üzerinde önemle durulması gereken bir husus değil midir?
Ayrıca, milliyetçiliği ayrıştırarak gündeme getirip yazıp konuşanlar, yara kaşırcasına tartışmalara yol açanlar, S. Ahmet Arvasi’yi neden hiç hatırlamazlar, hatırlatmazlar?
Hoca’nın, mensup olduğu aile ve içinde yetişmiş olduğu şartlar, onun İslami manada bir idealist olmasını sağlamıştır. O, idealini şöyle dile getirir: “Ben, İslam iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk Milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslam’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim.”
Öte yandan, yeryüzünde yaşamakta olan tüm milletlerin kaderlerinin birbirlerine bağlı olduğunu düşünen Arvasi Hoca, “tüm milletler için mutlu bir dünya kurulmadıkça, hiçbir milletin tek başına mutlu ve huzurlu olamayacağı” kanaatindedir.
Bir eğitimci, pedagog ve eğitim sosyoloğu olarak yaptığı çalışmalar ve yazdığı eserlerle önemli hizmetler veren Arvasi Hoca, bütün ömrünü Türk-İslâm kültür ve medeniyeti davasını, beyinlere ve gönüllere nakşetmek için vakfetmiştir.
O, millî eğitimi, millî savunmanın bir parçası olarak görür ve emperyalizmi engelleyecek en büyük gücün, millî ordulardan çok, iyi yetişmiş aksiyoner kadrolar olduğuna dikkati çeker.
“ASIL MÜCADELE, DÂHİLER ARASINDA OLUR”
Yabancı emellere ve niyetlere göre tasarlanmış sömürge eğitimi ile hiçbir milletin bekasının olamayacağını düşünen Ahmet Arvasi, milletler arasındaki rekabet ve mücadelenin, her milletin “dâhileri” ve çeşitli alanlarda “yetişmiş uzman kadroları” arasında cereyan ettiğini anlatır. Türk milletinin yeni nesillerinin de dünyadaki tüm milletlerden çok daha donanımlı olarak yetiştirmesi ve içindeki dâhileri ortaya çıkarmaya önem vermesi gerektiğini savunur.
Dehanın toplumla, toplumun da deha ile hayat bulduğuna inanır. Bunu bir yazısında şöyle ifade eder: “Dehalarını yetiştiremeyen ve ortaya çıkaramayan toplumlar, çok şey kaybetmektedirler. Çünkü dehalarını ortaya çıkaramayan toplumlar seslerini dünyaya duyuramazlar, evrensel mesajlar veremezler. Dâhiler, her türlü millî ham maddeyi evrensel ölçülerde işleyen öncü kadrolardır. Bugün Türkiye’de, maalesef, halen, başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere, halk bu gerçeği kavrayamamıştır. Bu yüzden, yabancıların, kendi hâline bırakılmış üstün zekâlı dâhi çocuklarımız üzerinde oynadıkları oyunlar, çok bariz olarak görülebilmektedir. Oysa onlar, milletimizin en büyük hazineleridir.”
Arvasi’ye göre, nasıl ki bir baba, bütün maddi sıkıntılarına rağmen, çocuklarını iyi yetiştirmek için varını yoğunu harcayıp fedakârlık yapabiliyorsa, Türkiye gibi ülkeler de, ne kadar maddi sıkıntılar içinde olurlarsa olsunlar, gençleri en iyi bir şekilde eğitmek ve onları aksiyoner kadrolar olarak yetiştirmek için, her şeylerini ortaya koymalıdırlar.
“BATI’DAN BESLENENLER, BU MİLLETE ÇÖZÜM SUNAMAZ!’’
Eserlerinde, medeniyetin kendine mahsus bir estetik anlayışa sahip olduğuna dikkat çeken Arvasi Hoca, estetik anlayışı gelişmemiş bir toplumda, kendine mahsus bir medeniyetin ortaya çıkmasını mümkün görmez; “aydınlar ve sanatkârlar, Türk milletinin estetik anlayışını, sürekli olarak, yaşanılan çağa uygun olarak yeniden geliştirmek zorundadırlar” diye düşünür.
Hoca, Türk milleti olarak, bizim bütün sıkıntılarımızın kaynağını, kendimizden uzaklaşmış olmamızda görür. Batı’nın ve İslam’ın zihniyet temelleri arasında, insan anlayışından itibaren, taban tabana zıtlıklar olduğunu düşünen Arvasi Hoca, yine bir yazısında “Bu sebeple, kendi temel eserlerini okumayan, böylece Türk milletinin tarih boyunca değişmeyen ruh yapısına ve hasletlerine vakıf olmadan, Batı’nın fikrî ve felsefî altyapılarından beslenenler, bu millete uygun çözümler sunamazlar. Yerli düşünce yapısına sahip olduğunu söyleyen çoğu milliyetçi aydının, bugün ülkenin meseleleri konusunda içine düştükleri çıkmazın sebebi de budur. Batı’dan alınmış milliyetçilik anlayışı ile Güneydoğu da dâhil, hiçbir meselemiz çözülememektedir” şeklinde düşüncelerini ifade etmektedir.
“Doğu Anadolu Gerçeği” adlı eserinde, bölücü Kürtçülük hareketini, Batı’nın yıllardan beri uyguladığı “şark politikası” ile ilişkilendirmekte ve meseleyi, tarihî, kültürel, sosyal, coğrafi, ekonomik, psikolojik, iç siyasi (idarî) ve harici sebepler şeklinde 8 ana başlık altında inceledikten sonra, “Doğu ve Güney Doğu Anadolu’muzun, her bakımdan millî bütünlüğümüz içinde önemli bir yeri vardır. Hepimiz bu bütünlüğün korunmasından sorumluyuz. Türk Devleti bu bütünlüğü, her gün biraz daha güçlendirmek için elinden gelen gayreti göstermekte, düşmanlarımızın tertip ve oyunlarını bozmak için, mümkün olan her tedbiri almakta ve problemlerimizi şuurlu çözmeye çalışmaktadır” şeklinde, görüşlerini ortaya koymaktadır.
12 Eylül 1980 Darbesi döneminde Mamak’ta tutuklu kalan ve büyük sıkıntılar çeken Arvasi Hoca’nın, ekonomi ile ilgili temel görüşleri de dikkat çekicidir. “Türk-İslam Ülküsü” adlı kitabının 2. cildinde, Kapitalist ve Marksist ekonomi anlayışlarını ve uygulamalarını eleştirdikten sonra, ekonomiyle ilgili temel konularındaki bakış açısını ortaya koymuştur.
“BİRİKMİŞ DEĞERLER” YANLIŞ ANLATILDI
Ahmed Arvasi, ortaya attığı “birikmiş değerler” kavramı ile “emek” ve “ücret” konularında, son derece orijinal ve ilgi çekici bir bakış açısı sunmakta; etkili bir şekilde eleştirdiği Marksizm’deki “artık değer” kavramına karşı, hem etkili bir cevap vermekte hem de fevkalade ciddi bir alternatif görüş ortaya koymaktadır.
Arvasi’ye göre, Marksistlerin unuttukları çok önemli bir nokta vardır. Bugün insanlar, ister işçi, ister işveren durumunda olsunlar, üretim güçlerini ve ürettikleri değerleri, hem sayı, hem kalite itibarıyla kendilerinden önce yaşayan ve şimdi hayatta olmayan milyonlarca insanın beden ve zihin emeğiyle ulaştıkları ilme, tekniğe, üretim araçlarına, geliştirdikleri müesseselere, keşfettikleri enerji kaynaklarına, kısaca ürettikleri maddi ve manevi değerlere borçludurlar.
“Bütün insanlığın sahip olduğu maddi ve manevi zenginliklerin gerçek üreticileri, günümüzde yaşayan nesillerden çok, tarihin bağrına gömülmüş olan nesillerdir. Hepimiz, onların mirası üzerinde tepinmekteyiz. Sahip olduğumuz değerler, bizden çok onların emekleriyle üretilmiştir” diyen merhum Arvasi, konuyla ilgili açıklamalarında şu görüşlere yer vermektedir:
“Bir an için ‘proletaryanın ve kapitalistin, bu tarihî mirastan ve bu ‘birikmiş değer’den mahrum kaldığını düşünün. Onlar, bugün, üretebildikleri sayı ve kalitede mal ve hizmet üretebilirler miydi? Yahut bu mal ve hizmetlere sahip olabilirler miydi? Yine bir an düşünün, bugün bir otomotiv sanayiinde, üç yahut dört dakikada bir otomobil imal edilmektedir. Bizden önce yaşayan milyonlarca insanın, binlerce yıldan beri süzülüp gelen beden ve zihin emeğinin ortaya çıkardığı değerlerden mahrum kalınsaydı; patronlar, teknokratlar ve proleterler bu başarıyı gösterebilirler miydi? O hâlde, kim kimin emeğiyle yaşıyor? Görülüyor ki işçi, işveren teknokrat ve bürokratlar, birbirlerinin emeklerinden çok, birikmiş değerleri ve zenginlikleri paylaşmaya çalışıyorlar. Mesela, modern bir kumaş fabrikasının bir saat içerisinde imal ettiği yüzlerce metre kumaş, ne tek başına işçilerin emeğine, ne de tek başına işverenlerin teşebbüsüne bağlanabilir ve bu konuda komünizmin de, kapitalizmin de yorumları yetersizdir.”
Vefatının 30. yıl dönümünde merhumu bir kez daha rahmetle ve minnetle anarken; onun daha iyi anlaşılabilmesi için, “Türk-İslam Ülküsü” (3 Cilt), “Kendini Arayan İnsan”, “İnsan ve İnsan Ötesi”, “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”, “Eğitim Sosyolojisi”, “Doğu Anadolu Gerçeği”, “Mamak Günleri”, “Hasbihal” (6 cilt) ve “İlmihal” gibi kitaplarının yeniden okunması ve gelecek nesillere de anlatılmasının önemini hassaten ifade etmek isterim.
.
Yarım asır önce nasıl bir din eğitimi vardı?
27 Nisan 2018 02:00
Dr. İbrahim Pazan
ibrahimpazan@gmail.com
ANNE ve babalarımız dinimizi, beş yüz sene önce Osmanlılar zamanında yazılmış ve halk tarafından da daima el üstünde tutulmuş çok kıymetli ilmihâl kitaplarından öğrenirdi. Çocuklara da daha ilkokula bile gitmeden önce bunlar aktarılırdı.
Bendeniz 60 yıl önce Anadolu’nun büyükçe bir kasabasında, Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde doğdum. Kasabamız Osmanlının daha kuruluş yıllarında, Orhan Gazi zamanında fethedilmiştir. Nüfusunun büyük bir bölümünü, 1912-1913 yıllarındaki Balkan Harplerinden sonra kaybettiğimiz Avrupa topraklarımızdan gelen ve muhacir denilen insanlarımız teşkil eder. Ben de hem anne hem de baba tarafından muhacir ailelerden geliyorum.
Daha ilkokul çağına gelmeden yani 4-5 yaşlarındayken mahallenin diğer çocukları gibi önce Kur’ân-ı kerîm öğrenmek için “Hoca”ya gittim. İlk hocam, Kur’ân-ı kerîm hafızı olan yani 600 sayfa Kur’ân-ı kerîm’i ezbere bilen rahmetli annemdi. O, kasabamızın namlı “Pomak Hafız”ı idi. Adı Kıymet olduğu hâlde, rahmetli babam Pomak İsmail Usta sebebiyle herkes onu bu lakabıyla bilirdi. Kasabanın meşhur hocası Fatme Molla’da hafızlık eğitimine başlamış, hocasının vefatı üzerine eğitimini Züferbey Camii imamı Ali Hafız’da tamamlayarak daha on yaşındayken 1951 yılında hafız çıkmıştı. Mahallemizin ilkokula giden ve daha küçük yaşlardaki kız ve erkek çocuklarına, evimizin “Mektep” tabir ettiğimiz bir odasında Kur’ân-ı Kerîm öğretirdi.
ÖNCE “ELİF CÜZÜ”
“Hoca”ya giden çocuklar önce “Elif cüzü”nden başlardı. Elif cüzünü başarıyla bitirdikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’e geçerlerdi. Çocuklar evlerinden Hoca’ya gelip giderken Elif cüzlerini ve mushaflarını boyunlarına astıkları bezden bir kese içine koyar, böylece hem yıpranmalarını önler hem de belden aşağıda taşımamış olurlardı. Fakir ve muhacir ailelerin yaşadığı mahallemizde, bu keselerin kadife kumaştan ve sırma işlemeli olmadığını herhalde tahmin edersiniz. Evlerde artarak saklanmış dallı güllü basma kumaşlardan, hatta çubuklu pijama kumaşından keseleri olan çocukları hatırlıyorum. Ama bu keseler, içine konulan cüzlere ve mushaflara hürmeten gayet temiz tutulurdu. Ayrıca ne kadar küçük olursa olsun bütün kız talebelerin başında, bütçelerine uygun bir başörtüsü bulunur, erkek çocuklar da mutlaka takke takardı. Yüce Yaradan’ın mübarek kelamını başı açık okumak akıldan bile geçirilmezdi.
Özellikle okulların tatil olduğu aylarda talebe sayısı artardı. Evimizin en fazla on beş metrekarelik mektep odası bölük bölük gelen çocuklarla dolar taşardı. Rahmetli annem mektebe sığmayan bu kadar çok çocuğu hızlıca eritebilmek için Kur’ân-ı kerîm talebelerini üçer üçer dinlerdi. Aynı anda Kur’ân-ı Kerîm’in başka başka yerlerini okuyan üç talebeden her birinin yaptığı hataları kesinlikle kaçırmaz, anında ikaz eder düzeltirdi. Bu arada annemin herhangi bir talebesini dövdüğüne hiç şahit olmadım.
SÜREKLİ KUR’ÂN-I KERÎM SESİ
Mektebi dolduran talebelerin derslerini okurken çıkardıkları sesler uzaktan, bir kovan arının çıkardıkları yoğun bir vızıltı veya bir ağaç dolusu serçenin cıvıltıları gibi duyulurdu. Bursa Erkek Lisesi’ni parasız yatılı olarak kazanıp 1972 yılında kasabadan Bursa’ya gidinceye kadarki çocukluk yıllarım, hep bu “Mektep”ten gelen talebe seslerini dinleyerek geçti.
Her Elif cüzü talebesinin, Kur’ân-ı kerîme çıkmış olanlardan bir “kalfa”sı olurdu. Bu kalfa her gün sorumlu olduğu talebenin dersini, söz konusu talebe “Hoca”nın önüne gitmeden önce iyice “pişirmesi” için “Mekteb”in bir köşesinde çalıştırırdı. Elif cüzü Arapçadaki 28 harfin toplu halde verildiği sayfayla başlar, basitten zora doğru Kur’ân-ı kerîmde geçen hece ve kelimelerle devam ederdi. Küçük yaştaki çocukların harfleri ezberlemesine yardımcı olmak için bazı benzetmeler yapılır, çocuk bir harfi okumada tereddüt ettiğinde şu sorularla hatırlaması sağlanırdı:
- Karnında nokta olan neydi?
- Cim;
- Tekne gibi neydi?
- Be;
- Üç dişli olan hangi harfti?
- Sin;
- İki gözlü?
- He.
Arapçada sesli harf olmadığından bu görevi, hareke denilen ve harflerin üstüne veya altına konulan “üstün, esre ve ötre” işaretleri yapar. Elif cüzünün ilk sayfalarında, bütün harflerin sırayla bu işaretlerle okunuşları, kendine mahsus bir tarzda şu şekilde öğretilirdi:
- Elif üstün e, elif esre i, elif ötre ü;
- Be üstün be, be esre bi, be ötre bü;
- Te üstün te, te esre ti, te ötre tü …
Elif cüzünü bitirip Kur’ân-ı kerîme çıktığı gün, talebe için özel bir öneme sahipti. O gün derse boynundaki kesenin içinde Elif cüzü yerine mushafla ve bir bayram sevinciyle gelir, hocasının elini öper ve anne babasının gönderdiği bir hediyeyi takdim ederdi.
Talebenin ertesi gün okuyacağı ders, Elif cüzü veya mushaftaki başlangıç ve bitiş yerlerine hoca tarafından yapıştırılan mercimek büyüklüğünde bal mumu parçacıkları ile işaretlenirdi. Çalışmadan gelip o günkü dersinde başarısız olan talebe dersini geçemez, hoca tarafından bir daha çalışıp da gelmesi konusunda uyarılır ve aynı bölümü ertesi gün yine okurdu.
HATİM MERASİMLERİ
Kur’ân-ı kerîmi hatmeden talebeler için bu husus çok büyük övünç kaynağı olduğundan bütün mahalle halkının davet edildiği “hatim cemiyetleri” ile kutlanırdı. Bu cemiyetlerde Kur’ân-ı kerîm ve ilahiler okunur, dualar edilir ve mahalle halkına ikramlarda bulunulurdu. Tabiatıyla bu merasimin birinci plandaki kişisi olan çocuk en güzel elbiselerini giyer, herkesin önünde kendi de Kur’ân-ı kerîm okurdu. Merasimden sonra babasının, varsa amca ve dayılarının elini öper, onlar da güçlerinin yettiği kadar bir para ile kendisini mükafatlandırırdı. Önemli bir işi başaran ve bunu kalabalık bir heyetin huzurunda ispatlayan çocuk da şahsiyetinin gelişiminde mühim bir basamak olan bu mutlu günü ömrü boyunca unutmazdı.
Mahalle hocasında Kur’ân-ı kerîmin yanı sıra temel dinî bilgiler de öğrenilirdi. İmanın şartları, İslam’ın şartları, namazın, abdestin, guslün ve teyemmümün farzları, Allahü teâlâ’nın zatî ve sübûtî sıfatları öğretilen bilgiler arasındaydı. Çok küçük talebeler bu öğretilenlerin manalarını tam olarak anlayıp kavrayamasalar da önceleri bir şiir veya ilahi gibi sadece ezberlerlerdi. Daha sonraki yaşlarda manalarını da öğrenirlerdi. Ama o yaşlarında öğrendikleri bu bilgiler mermere yazılan yazı gibi çocukların hafızalarına kazınırdı. Mesela 55 sene öncesinden şu sesler hâlâ kulaklarımda yankılanıyor:
- Guslün farzı kaçtır?
- Guslün farzı üçtür.
- Nedir?
- Mazmaza, istinşak, cümle bedeni yıkamak.
Tabii mazmazanın ağıza su vermek ve istinşakın da buruna su vermek olduğu öğretilmişti.
UYUMADAN ÖNCE OKUDUĞUMUZ DUA
Kabirde Münker ve Nekir isimli sual meleklerine verilecek cevaplar da mahalle hocalarında öğretilen önemli bilgilerdendi:
- Rabbim Allahü Teâlâ,
- Peygamberim Hazreti Muhammed Mustafa,
- Dinim, din-i İslam,
- Kitabım Kur’ân-ı Azîmüşşân,
- Kıblem Kâbe-yi Şerif,
- İtikatta mezhebim Ehl-i sünnet ve’l-cemaat,
- Amelde mezhebim, İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe mezhebidir.
Akşam olup yatağa yattığımızda, uyumadan önce bunları muhakkak tekrarlar, sabaha sağ çıkamama ihtimaline karşılık annelerimizin öğrettiği şu duayı da okurduk:
“Yattım sağıma
Döndüm soluma,
Sığındım Sübhân’ıma,
Melekler şahit olsun dinime imanıma
Yattım Allah kaldır beni
Nur içine daldır beni
Can bedenden ayrılınca iman ile gönder beni
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.”
KARABAŞ TECVİD
Kur’ân-ı kerîmi bir kere hatmedip iyice pişirince sıra, daha önce uygulamalı olarak öğrenilen tecvidli okumayı kitabî olarak geliştirmeye gelirdi. Tecvid öğrenmek için takip ettiğimiz kitap Osmanlıca “Karabaş Tecvid” idi. Yazarı olarak bilinen üç kişiden biri Karabaş Abdurrahman Efendi olduğu için kitap bu isimle şöhret bulmuştur. “Karabaş” kelimesi de aslında “kurrâbaşı”nın bozulmuş şeklidir. Bu kitabın hâlâ hatırımda olan ilk cümlesi şöyleydi:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ’ya hamd ü senâdan ve Resûlüne ve dahi âline ve ashâbına salât ü selâmdan sonra malum ola ki harf-i med üçtür: Vav, yâ, elif.”
MIZRAKLI İLMİHÂL VE HUCCETÜ’L-İSLAM İLMİHÂLİ
Daha ileri yaşlarda mahalle ve cami hocalarından okuduğumuz ilmihâl kitaplarından en meşhurları Osmanlıca “Mızraklı İlmihâl” ve “Huccetü’l-İslam İlmihâli” idi. Bunlar Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında binlerce nüsha bastırılarak Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar dağıtılan, çok sade bir dille yazılmış muteber kitaplardır. O kadar çok basılıp dağıtılmışlardır ki Harf İnkılabından sonra büyük ölçüde yok edilmiş olmalarına rağmen hâlâ köy ve kasabalardaki evlerde ve camilerde bulunabilmektedir.
Halk arasında Mızraklı İlmihâl olarak bilinen ilmihâl kitabının asıl ismi Miftâhu’l-Cennet yani Cennet kapısının anahtarıdır. 1480 senesinde Edirne’de vefat etmiş olan Muhammed bin Kutbüddîn-i İznîkî hazretleri yazmıştır.
Yine halk arasında Huccetü’l-İslam İlmihâli olarak bilinen Ey Oğul İlmihâli‘ni Süleyman bin Cezâ’ hazretleri 1552 yılında, Hanefî mezhebindeki büyük İslam âlimlerinin ve en çok da Huccetü’l-İslam lakabıyla meşhur olan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kitaplarından toplayarak hazırlamıştır.
İşte anne ve babalarımız dinimizi, beş altı yüz sene önce Osmanlılar zamanında yazılmış ve her yere dağıtılmış, halk tarafından da daima el üstünde tutulmuş bu çok kıymetli kitaplardan öğrendi ve bizlere daha ilkokula bile gitmeden öğretti. Herkesin anlayacağı bir dille yazılmış olan bu kitapları okuyan ve içindekileri iyice öğrenen bir Müslüman, bugün birbiri ardınca piyasaya çıkarılan ve yaldızlı kelimelerle Müslümanlığı yanlış ve bambaşka anlatan kitaplardaki yanlışları hemen fark eder. Ana ve babalarımızın saf ve temiz imanına sahip olur. Tabii ki isterse daha sonra başka muteber kitapları da okuyarak din konusundaki bilgilerini bu sağlam temeller üzerinde yükseltebilir.
.
Osmanlı Devleti’ndeki adalet gayrimüslimleri de kuşatmıştı
28 Nisan 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
Hukuk sistemleri halkın yaşayışı ile uygunluk arz eder; yani öyle olmalıdır.
Orta Asya bozkırlarında yaşayan Türkler, homojen bir yapı arz ettiği için, hukuk sistemleri de buna göreydi. Zaten yazılı olmayan töreler tamamıyla örfiydi.
Örfi hukuk demek olan töre, yaptırım olarak çok ciddi bir kurumdur. Kağanların yaptırım gücü tamamen törelere dayanır.
İslamiyetten evvel Türklerde örf, halk yaşayışı ve yaptırımlara dayansa da, dinî mahiyeti yok gibi düşünülmemelidir. Kağanlarda zaten "Gök Tanrı"dan kendilerine verilmiş “kut” vardır. Kağanlar halkın içinden çıkmakla birlikte esatiri bir şahsiyet taşırlar. “Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan” ifadesi Göktürk Yazıtlarının dibacesi (önsöz, başlangıç) gibidir. Gök Tanrı gibi gökte doğmak sembolik bir ifade olup “tanrısal güç” esprisi daha güçlüdür. Onlar Gök Tanrı’nın güçlerini taşımakla birlikte halkın içinde yaşayan ve Gök Tanrı’nın kendilerine verdiği “kut”u, onun emrinde kullanan sadık uygulayıcıdırlar. Göktürklerde "kut" veya “idi kut’’ olarak geçen bu mistik güç Uygurlarda “ıdhuk’’ “ıduk ’’ (gönderilmiş, indirilmiş) anlamındadır. Sekiz Yükmek adlı Budist Uygur metninde “Idhuk darnı” ifadesi yer alır. İdi, Göktürkçede ‘’bey’’, Uygurlarda sahip veya Allah olarak geçer. Kutadgu Bilig’de ‘’idi’’ doğrudan doğruya “Allah’’ karşılığındadır. “Ay mungsuz idim.’’ (Ey her şeyden müstağni olan Allah’ım.)
Osmanlılardaki “zıllulâhi fi’l-âlem’’ (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) mecazıyla ifade edilirken aslen Allahü tealanın gücü manasında kullanılmıştır.
Eski Türklerde kağan buyruğu tartışılmaz. O, uygulanması zaruri olan bir emirdir ve tanrısal bir yaptırım formudur.
Töre, örfi hukukun başlangıcıdır. Kağan tarafından fakat anonim olarak belirlenir. Dinî bir yaptırım olmamakla birlikte, kağanla ilintili olduğu için dinîdir.
İleride de göreceğimiz gibi gelişmiş Osmanlı Hukuku, yaptırım gücü olarak iki esasa dayanır: Şer’i ve örfi hukuk sistemi. Şer’i hukuk sistemi tamamen “vahiy’’e dayanırken örfi hukuk sistemi ise padişahların yayınladığı kanunnamelerdir. Örfi hukuk, şer’i hukuka uygunluk göstermek zorundadır.
Tanzimat Dönemi’ne kadar Osmanlı Devleti şer’i hukukla yönetilmiştir. Şer’i hukukun temelleri dört tanedir: Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdır. Kur’ân-ı kerîm esas alınmak üzere, kıyas da hukukun en önemli unsurlarından biridir. Çünkü hukuk genelde içtihatlara dayanır.
Selçuklularda ve Osmanlılarda şer’i sistem İslam kanunu olarak geçerliydi. Şer’i sistem önceki İslam devletlerinde de hâkimdi. Tabii ki burada Osmanlı hukuk sistemini diğerlerinden ayırmak gerekir. Bölgesel Türk İslam devletlerine göre Osmanlı devleti coğrafi vüs’ate dayalı olarak bünyesinde değişik kavimler barındırdığı için, örfi hukuk çok önemliydi. Müslim ve gayrimüslim hukukun töreyle ilgili yaptırımları zaten belliydi. Ama bunun yanında İstanbul’da yaşayan bir Müslümanla, Lübnan’da yaşayan bir Müslüman’ın örfi hukuk işleyişi farklılık gösterirdi.
Mesela Şam Emeviyye (Ümeyye) Camiinde dört ayrı mihrap ve dört ayrı minber vardır. Mihraba geçecek imamın mezhebi “mezâhib-i erbaa”nın (dört hak mezhep) herhangi birinden olabilirdi. Ama fetva konusunda mezheplere göre mihrap belirlenirdi. Yani bir mezhep saliki, fetvasını bağlı bulunduğu mezhebe göre isteme hakkına sahipti. Kaldı ki Osmanlı mülkünde ayrıca zimmi ve müste’menler de vardı. Zimmiler Osmanlı mülkünün gayrimüslim tebaası iken, müste’menler Osmanlı mülkünde geçici olarak barınan gayrimüslim misafir veya tüccarlardı. Bunlar temel hukuk kuralları önünde eşit sayılılarken yargılanmaları kendi dinleriyle ilgili örfi hukuka dayanıyordu.
Osmanlı Hukuku, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslimlere de adil davranmaya titizlik göstermeyi gerektiriyordu. Hukuk-ı ibâd yönüyle gayrimüslim hukukunda daha da hassas davranılmıştır. Osmanlı Devletinin hükümferma olduğu dönemlerde Avrupa’da zulmün adı devlet (kral) ve kilise ile ortaklaşa anılırken bir gayrimüslimin şikâyeti ile Cihan Sultanı Fatih Mehmed Han’ı yargılayan adalet sistemi, zulümle nasıl beraber düşünülebilirdi; şiddetle yasak kılınan zulmü, halife unvanı taşıyan bir padişah irtikâp edebilir miydi? Hilafetten evvel de Osmanlıda adalet, en önemli unsurdu. Zulüm ve Osmanlı… Birbirinden o kadar uzaktılar ki… Osmanlıyı incelerken ilmî vesikalarla yaklaşmak lazımdır. Altı yüz yirmi yıllık şerefli bir maziyi kulaktan dolma eksik bilgilerle değerlendirmek mümkün değildir.
Sistemin işleyişinde şer’i hukuk net bir uygulama ortaya koymakla birlikte, dinî kurumların başında olan şeyhülislamın yargılama yetkisi yoktu. Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerden müçtehitlerin yorum ve tespitleriyle içtihat, istihraç, istinbat yoluyla meydana gelen ve İslam hukukunun birinci kademesi olarak mütalaa edilen yasama, şeyhülislamın, kadıların ve müftülerin kaza gücü ile yürütülürdü. Yasama ve yürütme şer’i sisteme dayandığı için birbirlerine muhalefet edemezlerdi. Yasama net tavrını ortaya koyarken yürütme yani kaza makamı, şer’i sistemdeki ana başlıklara dayalı olarak, yorumlama yetkisine sahip olurdu. Tabii yargılamada belirlenmiş ve kesinleşmiş cezalarda hüküm, ancak hafifletici sebeplerle değişiklik gösterebilirdi.
İslam Hukukunda şahsa fiilen zarar veren fail, bunu mislen ödemek zorundaydı; buna da "kısas’’ denirdi. Kısas, ya beden uzuvlarından birine zarara denk bir tecziye veya doğrudan doğruya "can’’la ödeme şeklindeydi.
Şahsi fiillerde tecziye sisteminde "diyet’’ denilen tazminat da önemlidir. Diyetler kesinleşmiş miktarda oldukları için bedelde tenkis yetkisi kadıya ait değildi.
Uygulamada cezanın ve diyetin indirilmesi ancak mağdura aitti. Diyet ve kısasta mağdurun indirim ve af isteklerinin nazar-ı itibara alınması mümkünken, amme hukukuna dayalı tazir uygulaması geçerliliğini korurdu.
Tazir esasen ıslah ve terbiye sistemidir. Bu, hadd ve kefarete dayalı suçlarda geçerli olmazdı.
Hadd ve kefaret gerektiren suçlarda temel unsurların oluşmaması durumunda, mağdurun kendisinin veya doğrudan yakınının, faili affetmesiyle suç tazire dönüştürülebilirdi.
Hadd ve tazire girmeyen suçların cezasının takdiri ise ulü’l-emrin kanaatine bırakılırdı.
Örfi hukuk, padişahın otoritesini kuvvetlendiren bir sistemdir. Şer’i sistemin muhalifi olmayan örfi hukuk uygulamasında kararlar, lisanen açık, yoruma uzak bir durumdadır.
Şer’i hukuk ilahî vahye dayalı ve komplikedir; değişik yorumlar sonucu ortaya konmuş içtihatlar manzumesidir.
Örfi hukuk, icabında her padişahın tasarrufuyla değişebilen, başta yetkili padişah olmakla birlikte, nişancı ve dîvân-ı hümâyûnun da büyük katkıları ve padişahın onayıyla kanunlaşırdı. Bunlara "kanunname’’ denirdi Bu meyanda ilk uygulamayı yapan da Fatih Sultan Mehmed’dir.
Örfi hukuk daha hafif bir sistem olduğundan şer’i sistemin bazı kurallarını da etkileyip cezai uygulamalarda hafifletici sebepleri ön plana çıkarmıştır.
Şer’i hukukta karar verilirken, hükme, delil ve ispatla mesnet aranırdı. Şüphelerin izalesi şarttı. Çünkü “Şekk ile yakîn hâsıl olamaz.’’ Ayrıca suçlunun pişmanlık duygusu, şer’i hukukta da hafifletici sebeplerdendir.
Şer’i hukukta delil ve ispat dışındaki bazı unsurlar, örfi hukukta geçerli olabilir.
Kişinin geçmişi, kötü namı, şer’i sistem için geçerli olmazken örfi hukukta geçerli olabilirdi.
Hukukun kazaî olarak işleyişi temelde fıkıh olmakla beraber Osmanlı Devleti uleması Sünni Hanefî olduğu için içtihatları da bu sistem üzerinedir.
Türkler Anadolu’ya girip devletler kurmaya başlayınca coğrafi olarak genişlemesi, fıkhın uygulanmasında mezhepleri de zaruri hâle getirmiştir. Osmanlı Devleti kurulmadan evvel ya bağımsız topluluklar hâlinde veya beylikler şeklinde olan İslam grupları, değişik mezheplere bağlıydılar. Bunlar büyük devlet otoritesi dâhilinde olmadıkları için mezheplerin örfi hukuk dayanaklarıyla idare ediliyorlardı. Mezhepler genellikle şer’i hukuk sistemini ilgilendirirken küçük topluluklarda töre-örf hukuku, mezheplerle desteklenip yaptırım gücü kuvvetlenerek uygulama alanı genişletiliyordu.
Osmanlıdan evvel Anadolu topraklarında kurulan Selçuklu Devleti de Hanefi mezhebinde idi.
Burada mezhep konusu sadece itikadî bir yaptırım olarak görülürse yanlış olur. Hanefilik, Selçuklu ve Osmanlı’da fıkhi bir delildir. Bu delilleri hemen oluştu zannetmek büyük bir hata olur. Yıllarca büyük İslam âlimleri Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîflerin ışığı altında geliştirdikleri İslam hukuku delillerini bir prospektüs niteliğindeki yelpazeden alan mezheplerden çok faydalanmışlardır. Mezhepler kazanın yürütme gücünde ön yasamalar gibidir. Şeyhülislamlar, kadılar ve müftüler mezheplere dayalı hükümleri fetva olarak açıklarken kazanın yürütme delillerini de ortaya koymuş olurlardı.
Türk dünyası genellikle Hanefîyyü’l-mezheptir. Anadolu ve öncesinde ilk kurulan Türk devletlerinde, Hanefî fıkhına dayalı hukuk sistemi işleyişinde bir problem yoktur. Bilahare Osmanlı mülkünün bir parçası hâline gelen Arap topluluklarında Hanefî mezhebi pek tercih edilmezken genellikle Şâfiî, Hanbeli ve Malîkî mezhepleri daha yaygındı. Özellikle Şâfiîlik diğerlerine göre daha çok görülürken Kuzey Afrika’da, Berberîlerde ileri çıkan mezhep ise Malikîlikti.
Selçukîlerin Hanefî mezhebini tercih etmeleri de tesadüfi değildir. Hilafet Abbasilerde iken Hârun Reşîd döneminde İmâm-ı A’zam Ebū Hanîfe’nin müçtehit olan talebelerinden Ebû Yûsuf baş kadı tayin edildi. Dolayısıyla Hanefîlik geçerli mezhep olunca Selçukîler de Abbasilerden bu mezhebi devraldılar. Ebû Yûsuf baş kadı olunca kadıları hep kendi mezhebinden atadı. Bu, zaten genel bir usuldü. İmâm- A’zam’ın sistemi ve Türk adlî yayılmacı gücü öyle etkili oldu ki İslam dünyasında bu mezhep çok büyük bir kabul gördü.
Osmanlı Devleti kurulup sistem genişleyince Kafkaslar, Balkanlar, Afrika ve Arap ülkeleri Osmanlı mülküne katıldı. Bu ülkelerde sadece Mezahib-i Erbaa saliki Müslümanlar yoktu. Bu bölgelerde, Zeydilik, Haricilik, İsna Aşeriyyecilik ve Batıniliğe kadar varan Şia kolları da vardı.
Hanefîlik, Selçuklu mülkünde Tuğrul Bey’den beri geçerli olduğundan, kadılar Hanefî mezhebindendiler.
Osmanlı toprakları genişleyince kadılar hep Hanefî olmakla birlikte bir dönem Şâfiî fıkıh âlimleri de naip olarak nasbolunup bu mezhebin içtihatlarına göre de hükümler verilmiştir.
Giderek geniş Osmanlı topraklarının büyük bir kısmında Hanefî mezhebi yaygınlaşınca Ebu’ssuûd Efendiyle birlikte hükümler hep Hanefî mezhebine göre verilmiştir. Kadı ve müftü beratlarında "esahh-ı akvâle’’ (sözlerin en doğrusuna) göre kaydı geçerli olacaktır.
Ebu’ssuûd Efendi’nin padişaha sunduğu ve kanunlaşarak kabul edilen "Ma’rûzât’’ında kadıların "esahh-ı akvâl’’ ile hükme memur oldukları "Bu diyarda Şâfiî olmadığı, Şâfiî içtihadına göre hükümlerin geçersiz olacağı, bunun bir emr-i sultânî’’ ile yasaklandığı belirlenmiştir.
Fakat dikkat edilmesi gereken husus şudur: Bu yasaklamanın Anadolu ve Rumeli’ye mahsus olduğu, Halep, Şam, Kudüs, Mısır, Mekke gibi Hanefî olmayan bölgelerde Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinin ışığı altında fetvaların verildiği belirlenmiştir.
Bu mezhep uygulamalarında "beyân-ı sarîh ve esahh-ı akvâl’’e (sözleri açık ve sıhhatle belirlenmiş) olan eserlere ihtiyaç duyulunca Hanefî fıkıh âlimlerini bazı kitapları baş kitap olarak belirlenmiştir.
Bunlardan Molla Husrev’in "Durerü’l-Hukkâm fî Şerh-i Gurerü’l-Ahkâm’’ adlı eseri Fatih devrinden başlayarak mahkemelerin başvuru kaynağı olmuştur. Fatih’in hocası da olan Molla Husrev Osmanlı’nın üçüncü şeyhülislamıdır. Künyesi ise Muhammed bin Ferâmūz bin Alî Rūmî’dir. Eseri kısaca Dürer ve Gurer olarak tanınmıştır. Mezar taşında "Menba’-ı ilm ü hüner vâris-i ulemâ-i Hayrü’l-beşer fâzıl-ı hurşîd-i eser sâhibü’d-Dürer ve’l-Gurer Mevlânâ Muhammed Husrev’’ yazılıdır. Yani kısaca "İlim ve hüner sahibi, insanların en hayırlısı, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın ilimlerinin vârisi, güneş gibi aydınlık ve faziletli, Dürer ve Gurer sahibi Mevlânâ Muhammed Husrev.’’
Fatih Molla Husrev’den bahsederken onun için, zamanın “Ebû Hanîfe’’si derdi.
İkinci önemli kaynak ise Dârü’-l Kurrâ’da müderrislik yapan İbrâhim el Halebî’nin "Mültekâ’’ adlı fıkıh kitabıdır.
Kanuni Devrinden itibaren bu kitap Durer’in yerini almıştır.
Sultan IV. Mehmed’in emriyle bu büyük eser Mültekâ, “Mevkūfât’’ adıyla Türkçeye çevrilmiş ve kazanın baş kitabı olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı’nın Hanefiliği tercih etmelerinde Ekmeleddin el- Bâbertî’nin şu tespitini göz ardı etmemek gerekir: “Sultan büyük bir günah işler ve küçük günahlara devam ederse tahttan düşer mi düşmez mi?” sorusuna Hanefîler düşmez; Şâfiîler ise düşer dediler.
Mezheplerin hukuka uygulanması bazı meseleleri de ortaya çıkarmıştır. Mesela bir kadının kocasından ne kadar ayrı kalırsa boş olacağı konusu, mezheplere göre farklılıklar gösterdiği için veya "mümteddü’t-tuhûr" (âdetin normalden uzun olması) durumunda iddet müddetinin değişik zamanlara bağlanması konusu gündeme geldiğinde, İbni Abidîn, Mâlikî mezhebinden bir "kadı’’nın bulunmaması durumunda zaruret dolayısıyla bir başka mezhebe göre fetva verilebileceğini söyler.
Kısaca mezheplerde telfik (mezhepleri birleştirme) olmamak kaydıyla, hükümlerde zaruret hâlinde, taklide cevaz verilebileceği buradan da anlaşılmaktadır.
Aynı konuya, gelecek yazılarımızda da devam etmek arzusuyla, esen kalınız efendim.
.
Osmanlının Yörüklerle bir derdi olmamıştı
5 Mayıs 2018 02:00
Prof. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU
sofuoglu@sakarya.edu.tr
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir konuşmada Osmanlıyı “zalim” bir devlet olmakla suçlaması çok konuşulmuştu. Ancak herhangi sağlam bilgiye dayanmayan bu iddia kocaman bir yalandır. Aslında Kılıçdaroğlu, Osmanlı hakkında bu tür yalanları ilk defa söylememektedir. Daha önce de Osmanlıyı “şeker bile üretemeyen devlet” olmakla suçlamış, ona iftira atmaktan imtina etmemişti. Hâlbuki hiç tarihî bilgisi olmayan bir kişinin bile rahatlıkla tahmin edeceği bir olgu vardır ki o da; bir devlet 24 milyon kilometrekare toprağı 624 yıl yönetebilmişse mutlaka bir teknik ve teknolojiye de sahiptir. Ki böyle bir çıkarıma gerek olmaksızın yüzeysel okuma yapan kişiler bile belki Batılılarınki kadar olmasa da Osmanlıda var olan teknolojiyi öğrenebilir.
Fakat Kılıçdaroğlu’nun; tarihi bilmemek bir yana tarih hakkında yanlış bir şey söylemekten korkmamanın ötesinde müfteri konumuna düşmekten de çekinmediği anlaşılmaktadır.
İşte bu şekilde Osmanlıda teknoloji ve teknik olmadığı yalanını atan Kılıçdaroğlu bu defa da Osmanlının zalim bir devlet olduğu iftirasını pervasızca dillendirdiğine şahit olunmuştur. Bilgi ve belgeye dayanmayan bu ithamların, Osmanlı düşmanlığı hissiyle söylendiği açıktır ve asla doğruyu yansıtmamaktadır. Ne Osmanlı zalimdir ne de Yörükler asidir...
HADİSELER MAHALLİ VE MÜNFERİT
Osmanlının Yörüklerle problemi olduğu iddiası da doğru değildir. Osmanlıyla sadece Yörüklerin değil başka milletlerin de problemi varmış gibi bahsedilen hadiseler, farklı dünya anlayışı sebebiyle değil sadece başta vergi olmak üzere bazı idari tercihler sonucu ortaya çıkan kesinlikle yerel, münferit ve o zamanlara bağlı “konjonktürel” meselelerdir.
Ne Yörükler ne de Osmanlı, birbirlerine karşı düşmanca tutumlar içerisine girmemişlerdir. Yörüklerle Osmanlı arasındaki en fazla bilinen ve sadece o zamanla sınırlı olan Yörüklerin vergilendirmeye tabi tutulması meselesiydi. Diğer tüm tebaasını olduğu gibi Osmanlı da Yörükleri vergiye tabi tutmaya niyetlenmiş bu sebeple konar-göçer olan Yörükleri meskûn ahali hâline getirmek istemişti.
Yörükler devamlı göçebe hâlde oldukları ve bu yüzden sancak, kaza, vilayet ya da herhangi bir yerleşim biriminin defterlerine kayıt edilemediklerinden dolayı onların adına vergi kayıtları oluşmuyordu. Geliri olan tebaasının vergi kaydını oluşturan Osmanlı da vergide adaleti sağlamak için Yörüklerin de vergi kaydını oluşturmak istiyordu. Ancak bunun için Yörüklerin kayıtlarının oluşturulacağı sabit bir yerleşim yerinde iskân olmaları, orada deftere yazılmaları gerekiyordu. Bu yüzden de devlet onları sabit bir mahalde iskân etmek istiyordu.
Buna karşılık vergi vermemek için konar-göçerliği bırakmak istemeyen Yörüklerin sadece bir kısmı ve sadece bir süreliğine belirli yerlerde iskan edilmeye direnmişler fakat sonra onlar da meskun hayata geçmişlerdi. Eğer geçmemiş olsalardı, Romanlarla birlikte Yörüklerin de hâlen göçebe yaşadıklarını görmeye devam ederdik.
Yaylak ve kışlak yaşantılarının dışında bugün tek bir göçebe Yörük kimse gösteremez. Bu mesele o zamanın sorunuydu ve kısa süre içinde ve zamana yayılır şekilde Yörüklerin yerleşik hayata geçmesiyle aşılmıştı.
Osmanlı sadece Yörükleri vergiye tabi tutmamış, geliri olan tebaanın her ferdini doğal olarak vergiye tabi hâle getirmişti. Yani ortada sadece Yörüklere has bir uygulama yapmamış tebaasının her ferdini aynı mevzuatla vergi mükellefi hâline getirmiştir.
Kılıçdaroğlu’nun iftirasındaki gibi Osmanlı, halkının hiçbir ferdinden vergi almazken sadece ve sadece Yörüklerden vergi alma adaletsizliği gibi bir şey yapmamıştır ki bu da çok komik bir iddiadır. Dünya tarihi boyunca acaba hangi devlet yönettiği halklardan sadece bir tanesinden vergi alıp diğerlerinden almamıştır? Bu, mümkün müdür? Koca devletin yükü sadece bir millete yüklenir mi, yüklense bile onlardan alınacak vergi o devlete yeter mi?
Yörüklerin bir kısmının ve sadece o zamana has olacak şekilde, Osmanlı ile yaşamış oldukları mesele sadece budur. Yörüklerin iskânı sırasında yaşanılan sınırlı sıkıntılardır. Bu sıkıntılar yaşanırken de bunu fırsat bilen İran Şahı İsmail de vergi vermek istemedikleri için iskân olmaya direnen bu Yörüklerin bir kısmını yanına çekmeyi ve onları Osmanlıya karşı kışkırtmayı başarmıştır.
İRAN ŞAHININ YALANI
Kendisi Anadolu topraklarını işgal ederse, Yörüklerden vergi almayacağı yalanıyla onları yanına çekmişti. Hâlbuki işgal etmesi hâlinde Anadolu’dan vergi almayacağı yalanını atan Şah İsmail, İran’da en ağır vergileri uygulamaktan geri de durmuyordu.
Dünya tarihinde bir devletin halkından vergi almadığı tek bir örnek yokken İran Şahı bu yalanı atıyor fakat ne yazık ki Yörüklerin bir kısmını da buna inandırmakta başarılı oluyordu.
Aslında bir kısım Yörüklerin Şah İsmail’e inanmaması gerekiyordu fakat Şah İsmail onları ikna etmeyi başarmıştı.
Şah İsmail’e inanan Yörükler ile Osmanlı arasında bu mesele üzerinden sorun yaşanmıştı. Yani mesele, Kılıçdaroğlu’nun kaşımak istediği “Alevilik-Sünnilik” meselesi değil yalnızca vergi ve devlete sadık olma meselesi idi. Zira devletin her ferdi gibi vergi veren ve sadık olan hiçbir Yörük’le sorun yaşamamış sadece İran tarafını tutan Yörüklerle problem yaşamıştır. Yani Yörüklerle yaşanan mahalli sorun Kılıçdaroğlu’nun manipüle etmek istediği gibi inanç temelli değil siyasi temellidir ve kesinlikle sınırlı sayıdadır.
Yörüklerle Osmanlının arasının bozuk olması bir yana tam tersi başta Yörükler olmak üzere Müslim-gayrimüslim Türk ya da başka milletten tüm unsurlarla arası çok iyiydi. Bundan başka Yörükler, Osmanlı ile arası en iyi olan boylardandı. Bırakın Yörüklerle çatışmada olmayı, Osmanlı onlara çok güveniyor, devlet idaresinde Yörüklere birçok vazifeler veriyordu.
Savaşlarda başta yardımcı unsur olmak üzere bizzat savaşa katılan unsurlar olarak Yörüklerden istifade ediyordu. Yardımcı unsur olarak savaşa katılmanın yanı sıra genellikle piyade olarak savaşa katılan Yörükler Osmanlının zaferlerinde çok büyük katkılar sağlıyordu.
Osmanlının, Yörüklerle arasında problemi olsaydı, bu boyları hem de bizzat muharip unsur olarak savaşa sürmezdi. Yörüklerden muharip ve yardımcı unsur olmak üzere savaşlarda istifade eden Osmanlı onlardan aynı zamanda Osmanlı idari yapısı içinde de faydalanıyordu.
Yeni fethettiği yerlerin iskânı açılması için gönderdiği unsurlar arasında yine Yörükler ön saflarda yer tutuyordu
Düşünün bir kez Osmanlı idarecisi olarak yeni yerleri ele geçireceksiniz ve buralara sizinle çatışmalı olan unsurları yerleştireceksiniz, Bu mümkün müdür? Eğer sizinle çatışmalı olan unsurları yeni fethettiğiniz yerlere iskân ederseniz buralardaki idareniz kesinlikle kuvvetli olmayacaktır.
Osmanlı bunu düşünemeyecek kadar idari tecrübeden yoksun değildi. Bu meyanda Osmanlı idarecileri Anadolu’da olsun Balkanlarda olsun yeni fethettiği yerlere sürekli Yörüklerden unsurlar göndermiş onları buralarda iskân etmiştir.
Bundan başka Kılıçdaroğlu’nun atmış olduğu başka bir iftira olarak Osmanlı Sarayı’nda Farsça konuşulduğu iddiası tamamen yanlıştır. Kılıçdaroğlu Farsça konuşulduğu iddiasının yanında Osmanlıca konuşulduğunu da söyleyerek belki durumu kurtarmaya çalışmıştır ancak söylediği itham asla doğru değildir. Osmanlı Sarayı’nda Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşan “Osmanlıca” konuşulurdu ve Osmanlıca da Türkçeden başka bir lisan değildi.
Başındaki iddiaya dönerek konuşacak olursak Kılıçdaroğlu Osmanlıyı zalim bir devlet olarak tanımlamıştır. Eğer Osmanlı zalim bir devlet idiyse niye başkalarının dilini konuşuyordu. Her yerde kendi dilini konuşması gerekirdi. Zannettikleri gibi olsaydı Sırplara, Arnavutlara, Bulgarlara, Macarlara, Araplara ve daha nice milletlere konuşmuş oldukları ana dillerini yasaklaması icap ederdi. Bunu yapmayan her millete kendi dilini konuşma fırsatını veren bir devleti zalimlikle suçlamak ne bilimsel bir yaklaşımdır ne de adaletlidir.
Farsça konuşmakla Osmanlı suçlanacaksa Selçuklunun ve daha önceki Türk devletlerinin de suçlanması gerekir. Çünkü Orta Asya’dan bugüne birçok Türk ve İslam devletlerinin konuştukları diller içerisinde Farsça da vardı.
Hem Orta Asya’nın hem Doğu Anadolu’nun yerleşik dillerinden birisi olan Farsça, ister istemez karşılıklı bir etkileşim sonucu Selçuklunun ve Osmanlının konuşma lisanı içerisinde yer bulmuştur. Çok sayıda coğrafyada, birçok dil birbirlerine karşılıklı olarak kelimeler vermişlerdir. Türkçe de başka lisanlardan kelime aldığı gibi başka lisanlara da kelimeler vermiştir. Mesela Sırpçada bugün kullanılan 8000 Türkçe kelime vardır.
Netice olarak; Kılıçdaroğlu’nun Osmanlıyı zalimlikle suçlaması, Osmanlı Sarayı’nda sadece Farsça konuşulduğu iftirasını atması ne ilmîdir ne de hakkaniyetli…
SÖZÜN ARKA PLANI
Öyle gözüküyor ki yapılanlar, Alevi ve Sünni vatandaşların huzur içinde yaşadığı şu günlerde, her iki unsur arasına bir fitne sokma maksadı taşımaktadır. “Osmanlı, Türkmenlere zulmetmiştir” ifadesi de aslında “Osmanlı Alevilere zulmetmiştir” denilemediği için kullanılan bir ifadedir ve temelinde ne yazık ki Alevi-Sünni çekişmesini tetikleme amacı taşımaktadır.
Aslında siyasetçilerin 81 milyonluk Türkiye için hep bir arada barış ve huzur içinde kucaklayıcı bir dil kullanması gerekir. “Tamam, kucaklayıcı dil kullanalım ama tarihte yaşanan yanlışlıkları da konuşmayalım mı?” şeklinde bir itiraz gelebilir. Ama durum hiç de öyle değildir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun iddia ettiği gibi bir Osmanlı zulmü gerçekleşmemiştir. Sadece Safevi İran ve Osmanlı siyasi çekişmesi içerisinde İran tarafını tutan kimi Türkmenler kimi Yörükler belki ötekileştirilmiştir ancak Osmanlı tarafını tutan hiçbir Yörük ve Türkmen asla ötekileştirilmiş ve dışlanmamıştır
.
Asırlar evvelinden gelen saadet reçetesi
11 Mayıs 2018 02:00
Dr. Kürşat Efe
kursatefeece@hotmail.com
Amasya Üniversitesi Öğretim Üyesi
Ukuş körki til ol, bu til körki söz;
Kişi körki yüz ol, bu til körki göz.
Aklın süsü dildir, dilin süsü sözdür;
Kişinin süsü yüzdür,
yüzün süsü de gözdür.
Kutadgu Bilig, dünyanın en seçkin eserleri arasındadır. Hakaniye (Karahanlı) Türkçesi veya Müşterek Orta Asya Türkçesi denilen dönemde yazılmıştır. Bu eser, İslam etkisindeki Türk edebiyatının ilk eseridir. Kutadgu Bilig, Balasagun’da yazılmaya başlanmış (1069); Kâşgar’da tamamlanmış (1070) sonra da Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Kara Han’a sunulmuştur. Balasagunlu Yusuf bundan sonra kalem müdürü unvanını alarak Yusuf Has Hâcib olarak anılmıştır. Eserin bilinen üç kopyası vardır. Afganistan Herat’ta Uygur harfleriyle yazılan nüsha Viyana Saray kütüphanesindedir. Arap harfli diğer nüsha Kahire (Mısır) Hidiv kütüphanesindedir. En önemlisi ise Arap harfli Fergana nüshasıdır; bu da Taşkent’tedir (Özbekistan). 88 bölümden oluşan Kutadgu Bilig’de sonradan eklenen 77 beyit dışında 6.645 beyit; 173 de dörtlük vardır. Aruz ölçüsüyle mesnevi (ikişer mısralı uzun şiir) tarzında yazılmıştır. 125 beyitten oluşan son üç bölümü ise kaside tarzındadır.
Eser üzerinde yapılan çalışmalar sadece üniversitelerin Türk dili ve edebiyatı ya da felsefe bölümlerinde bilinip okunmaktadır. Wilhelm Radloff, Reşit Rahmeti Arat, Agop Dilaçar, Ahmet Bican Ercilasun, Tuncer Gülensoy, Sadri Maksudi Arsal, İbrahim Kafesoğlu, Halil İnalcık, Sait Başer gibi bilim insanları eser üzerinde çeşitli çalışmalar ortaya koymuştur. Gerek halkın gerekse gençliğin bu çalışmalardan haberinin olmaması gayet normaldir. Türk gençliğinin bireysel hayat felsefesini oluşturması ve milletimizin yeniden manevi yapılanmasının başlatılması adına bu çalışmanın bir nebze de olsa faydalı olacağını ümit ediyoruz. İnancımız gereği Kur’ân-ı kerim ve sahih olan sünnet, zaman ve mekânla sınırlı olmayan aslî kaynaklardır. Hiçbir edebî yahut dinî metin bu ikisinin yerine geçemez. Lakin edebî metinler de oluşturuldukları dönemi aşan etkiye sahiptir. Kutadgu Bilig de bütün insanlığa ve bütün zamanlara seslenen bir eserdir. Devlet yöneticilerinden halkın her kesimine kadar herkesin ilgiyle ve zevkle okuması, anlatımlardan ders çıkarması ve hayatını yeniden bu doğrultuda gözden geçirmesi gerekir. Asırlar öncesinden gelen bu sese kulak verirsek mutluluk bilgisine rahatlıkla ulaşabiliriz.
Adından da anlaşıldığı gibi “mutluluk veren bilgi” anlamına gelmektedir. Kutadgu Bilig, Allah övgüsü ve ona şükür ile başlar. Peygamber Efendimizin ve dört halifenin övgüsünden sonra bahar mevsimi tasvir edilip yıldız ve burçlar hakkında bilgi verilir. Akıl ve dilin değer ve kusurları anlatıldıktan sonra kitabın adı, anlamı ve kitapta adı geçenler hakkında bilgiler verilir; bilgi, dil, iyilik konuları üzerinde durularak didaktik (öğretici) içerikli asıl hikâyeye geçilir. Asıl hikâye dört ana kahraman etrafında geçer:
Aytoldu devlet hizmetine girmeyi çok isteyen birisidir. Bir yakını aracılığıyla o dönemin has hacibi ile tanışır ve hacip de onu hakana tanıtır. Hakan, onu beğenir ve ileride vezir yapar. Aytoldu bir müddet sonra ölür. Hakan, iyi yetişmiş olan Ögdülmüş’ü vezir yapar. Hakan, ona yardım edecek ve gerekirse onun yerini alacak birini arar. Bu görev için arkadaşı Odgurmuş’u hakana tavsiye eder. Hakan ve vezir Odgurmuş ile mektuplaşırlar. Hakan bu kişiyi kendi hizmetine almak ister ama Odgurmuş, hakanın teklifini kabul etmez. Ögdülmüş de devlet hizmetinden çekilip onun gibi ibadetle meşgul olmak ister. Odgurmuş, buna karşı çıkar ve herkesin yerinde kalmasını, topluma hizmeti bu şekilde yapacaklarını söyler. Odgurmuş’un öğütleri ve iyi kanunlar sayesinde memleket düzen ve refah içinde olur. Odgurmuş ölür, yardımcısı (müridi) Kumaru yerine geçer. Dünyanın geçiciliği ve çeşitli öğütlerle eser tamamlanır.
Eserin büyük bir kısmı karşılıklı konuşma şeklinde yazılmıştır. Bu bölümler dört ana kahraman arasında geçer. Bu yönüyle sahne eseri sayılabilir. Bir tür manzum (şiirsel) tiyatrodur. Son bölümlerdeki mektuplar da türünün ilk örnekleri arasında yer alabilir. Eserde; Aytoldu’yu Kün-Togdı ile buluşturan Küsemiş, Ulug (Büyük) Vezir, hizmet eden ve haber getiren Yumuşçı ve Odgurmuş’un yanında çalışan Kumaru gibi yardımcı kahramanlar da mevcuttur. Devlet yönetiminde görev alacak Hakan’ın yardımcıları olan ulu/büyük ve küçük vezir, subaşılar (kumandanlar), bitikçi (kâtip), agıcı (hazinedar), yalvaçlar (elçiler) ve tapukçunun (memur) özelliklerinin nasıl olması gerektiği ayrıntısıyla ele alınmıştır. Eserde on bir ayrı toplumsal sınıf ele alınmıştır. Aydın kesimler: Aleviler (Peygamber neslinden gelen din büyükleri), ulema (bilginler), otacı (tabip, eczacı), yıldızcı (müneccim), şairler. Ekonomik sınıflar: tarıgçılar (ziraatçiler), satıgçılar (tüccar), iğdişçiler (çobanlar), uzlar (sanatçı ve zanaatçılar), karabudun, çıgaylar (yoksullar). Selamın nasıl verileceğinden yemek yeme adabına; ailenin, eşin nasıl olması gerektiğinden çocuk yetiştirme hususlarına kadar birçok mevzu ele alınmıştır.
İçerisindeki kahramanların belli kavramları temsil etmeleriyle de sembolik/alegorik özellik gösterir. Yazar, ifade etmek istediği ideal tipleri bazı kavramlarla sembolize etmiştir. Türk devlet ve toplum yapısıyla Türk düşünce sistemini sembollerle ortaya koyan bu eserde “hakan, büyük vezir, ikinci vezir ve din adamı” gibi dört farklı tip vardır. Bunlardan hakan “adaleti ve adil kanunu”, büyük vezir “siyasi iktidarı ve egemenliği (kut, devlet)”, ikinci vezir “aklı ve anlayışı”, din adamı da tipi de “irfanı, kanaati ve akıbeti (sonu)” temsil eder. Birinin eksik olduğu durumda bozulma görülür. Bunlar âdeta; hava, su, ateş ve topraktan oluşan “anasır-ı erbaa”yı (dört unsuru) çağrıştırır. Eserde her kahraman, kendi özelliklerini tanıtarak düşüncelerini kendisi dile getirmiştir.
Gündoğdu (Kün-Togdı) hükümdardır; ‘köni törü’yü (doğru töreyi); doğru yolu; adaleti ‘güneş’le temsil eder. Güneş, bütün varlıklara eşit olarak ışık ve ısı verir. Hakan yönettiği insanlar üzerinde eşit olmak zorundadır. Töre/Hakan burada kendini anlatır. Toplumsal hayatın pratikleri, doğruluk (könilik), erdemli olma gibi hususlar anlatılır. Gündoğdu, doğru yasayı yapar, halka doğru yolu gösterir, erdemleri öğretir, bilgiyi her şeyin üstünde tutar. ‘Tapmak’ kelimesi ibadet etmek yanında hizmet etmek anlamına gelir. Eserin sunulduğu hükümdarın adındaki “Tabgaç” kelimesi bu anlamda ‘halkının hizmetçisi’ anlamındadır. Merkez insandır. Hakanın sorumlulukları, görevleri anlatılır. En temel görevi ise yüksek vazife duygusuyla yeryüzünde adaleti hâkim kılmaktır. Beyliğin hakana Tanrı tarafından verildiğine inanılır. Ancak kut, akıl ve gönül, tüzlük (eşitlik), uzluk (iyilik), bilgi, akıl, anlayış ve kılıçla (askerle) bu ‘töre’ tutabilir. Kanunun tarlası devlettir. Tedbirli olarak ve kanuna uyarak töre korunur; zulüm ve doğru yoldan sapmakla görev ihmaliyle töre bozulur.
Aydoldu/Dolunay (Ay-Toldı) ilk vezirdir. ‘Kut’u (saadeti) temsil eder. Ayın görünüş şekilleri mutluluğun bazen belirip bazen kaybolmasına, bazen bütünüyle ortaya çıkmasına işarettir; dolayısıyla dolunay hâli de kuttur. Kut, insandaki Tanrısal özün simgesidir. İlahi özün insana yansıması olan ‘kut’ kavramı beşerî kimlikten sıyrılıp ilahi kimliğe geçiş için en önemli aşamadır. Kut kavramı daha çok “siyasi erk (güç/kuvvet), devlet idaresi/kudreti, idare sanatı, siyasi hâkimiyet kudreti” anlamlarını taşımaktadır.
Övülmüş (Öğdilmiş) ikinci vezirdir. Aydoldu’nun oğludur. Babasından sonra kendisi de vezir olur. “Aklı ve anlayışı” temsil eder. Aklı ve mantığı birleştirici bir tiptir. Üstün zekâ, akıl (ög, ukuş) ve derin anlayış ve yüksek kavrayış (ukuşlug) övülecek bir kabiliyettir. İnsan doğduğunda çıplaktır. ‘Yalnguk’ kelimesi çıplak/vahşi insan anlamına geldiği gibi düşük akıl seviyesini belirtmektedir. Daha sonra çocukluk dönemindeki akla ‘us’ denilmiştir. Aklını yetkin olarak kullanamayan insanın ve çocukların aklı ‘gafil akıl’dır. Bu ise ‘us’ ve ‘usal’ kelimeleri ile ifade edilmiştir. Bugün ‘ögsüz’ (annesiz) ve övmek kelimesinde yaşayan eski dildeki “ög” kelimesinin diğer anlamı ‘akıl’dır. ‘Kılık’ eski dilde ahlak, ‘kılınç’ ise davranış anlamındadır. Kılık kıyafetine dikkat eden, aklıyla güzel işler başaran, gelişimini sağlayan insan ‘kişioğlu’ olur; ‘kişilik sahibi’ olarak bilge insan hâline gelir.
Uyanmış vezirin dindar bir arkadaşıdır. Akıbetin, irfanın, kanaatin temsilcisidir. Gafletten uyanmayı temsil eder. Derin ve geniş dinî bilgiye sahiptir. Hakan ondan yararlanmak ister ama din ve devlet işlerinin birbirine müdahalesinden çekindiği için Hakan’ın teklifini kabul etmez. Feraset ve irfan sahibidir; anlama ve bilme yeteneği yüksek olduğu gibi anlayışlı ve sezgi gücü yüksektir. İrfan aslında Tanrı bilgisidir. ‘Hamdım piştim, yandım’ sözü buradan çıkmadır. Yalnguk kişi çiğdir/hamdır. Çiğ gönül daha sonra kendini yetiştirerek, geliştirerek ya da olgunlaşarak pişmiş/olgun gönül hâline gelir. “Od-gur-muş”, ‘yanmış, uyanmış’; ‘od’ da ‘ateş’ demektir. Ya irfanla uyanır kişi ya da acı çekerek/yanarak… Köngül/Gönül ise insandaki yanan Rabb’in ocağıdır. Odun (yanmış nesne), köz, kömür, köyünmek (yanmak) hep bununla ilgilidir. Olgun insan olmanın şartları ise akıllı ve bilgili olmak, Allah’a inanmak, hoşgörülü ve sabırlı olmak, alçakgönüllü olmak, nefsinin esiri olmamak, helal kazanmak, vefa ve merhamet duygusuna sahip olmak, menfaatçi ve çıkarcı olmamak, fedakâr olmaktır.
Metnin merkezinde iki kavram vardır: İnsan ve devlet... Bunlar hem somut hem de soyut ifadelerdir. Devletle halk arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği etkili bir dille anlatılmıştır. Devlet yöneticilerinin hangi özelliklere sahip olacağı ise hikâyeci bir anlatımla ifade edilmiştir. Felsefi bir sistem kurma yolunu tercih eden yazar her iki dünyada da saadetin nasıl sağlanacağını anlatarak böylelikle “ideal devlet”, “ideal toplum” ve “ideal insan” tiplerini çizmiştir. Bu tipler, Türk ve İslam karakterine uygunluk arz eder. Eser, bu yönüyle İslamî inançla Türk hayat felsefesini birleştirici bir özelliğe sahiptir. İnsan hayatının manasını tahlil ve onun cemiyet ve dolayısı ile devlet içindeki vazifesini tâyin eden bir hayat felsefesi/sistemi kurulmuştur. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” sözünün temel kaynağı burasıdır.
Kendine hükmeden dünyaya hükmeder!
.
Her peygamber tevhid mücadelesi verdi
12 Mayıs 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
İnsanlar kendilerini ne kadar güçlü hissetseler de kendilerinden daha güçlü bir varlığın ya idaresine veya merhametine sığınmak zorunda kalmışlardır.
Savaşın ve yayılmacılığın merkezinde dönen eski çağlarda, savaşçılara güç veren ve rakiplerin hezimete uğratan üstün kuvvet tanrılar şeklinde düşünülürken; insanlar, bu kadar çetin ve güç işleri de bir tek tanrıya yüklememişler, güya vazife taksimi yaparak tanrıların yüklerini de azaltmışlardır! Yardımı tanrıdan beklemek için evvela kendileri tanrıya yardım eden insanlar, sonra da yardım ettiği tanrılardan muavenet beklemişlerdir. Zehi gaflet…
İnsanların ilki ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamla kullarını belli bir düzende ve barış içinde yaşatmayı irade buyuran Allahü teâlâ merhametinden hiçbir dönemde onları (kullarını) başıboş bırakmayarak peygamberler göndermiştir. Buna rağmen insanoğlu serkeşliği ve fitneyi seçerek kendisini ve çevresini hep zora sokmuştur.
Allah’ın elçilerini dinlemeyen insanlık, akılla hiç münasebeti olmayan birtakım sanal ve fantastik düşüncelerle güç odakları vehmederek “tanrılar” bulmuş ve onlardan kendilerine yol göstermesini istemişlerdir!..
Evlenen, çoğalan, çocukları olan bu tanrıların devamlı kurban istediğini vehmeden insanlar, kendi cinsinden âdemoğullarını, varlığı olmayan evham tanrılara kurban olarak sunmuşlardır. Akıtılan her damla mazlum kurban kanı, vahşeti ve zulmü beslemiş, insanlık kendi kurduğu bu sefil tiyatro sahnesinde, yıllarca başrolde bu tragedyayı oynamak zorunda kalmıştır.
Güneş’i, Ay’ı, yıldızları, rüzgârı, şimşeği ve her tabii gücü “tanrı” gibi addeden cehalet sarmalındaki insanlar, maalesef bunları yaratan asıl failin Allahü teâlâ olduğunu kendilerine bildiren emin muhbirlere rağmen bu gerçeği kabul etmeyerek en şerefli mahluk olan insanı en sefil yaratık hâline düşürmüşlerdir.
İnsan, akıl denen hediyenin, atiyenin sahibidir. Bu hediyenin verilme sebebi, doğruyu, yani hakkı bulmaktır. Akıl (sakim akıl, meaş akıl ) nefsin zimamdarlığını (dizgin tutuculuk, idarecilik) yaparak hep yanlışı, hep günahı tercih etmiştir. Kendilerine gönderilen “muhbir-i sadıklara” bazen çok az insan inanmış, bazen de bu nebilere zulmedilmiştir. Bu zulümler bazen gadab-ı ilahî ile neticelenmiş, bazı kavimler tarihe ibret sayfası olarak geçecek büyük felaketler yaşamışlardır.
Bazı güç sahipleri de geçici güçlerini ebedi zannedip tanrılık iddiasında bulunarak insanların kendilerine tapınmalarını isterken, muhbir-i sâdıklar bu batıllara karşı çıkınca Nemrut ve Firavunların hışmına uğramışlar ama onları elçi olarak gönderen Allah, hep onların yanında olmuştur.
Kendilerine hep bir sığınak arayan insan, daima bir üstün güç düşün-
müştür.
Kozmik tanrıcılık, fetişizm ve kavram tanrılara geçip çok tanrıcılık çıkmazına sapan insanlar, kurtuluş olarak tek tanrıcılığı bulduğunda, bunu yüksek bir moral motivasyonu olarak telakki ettiler. Gerçi tek tanrıcılığa geçiş şuurlu bir seçim değil sosyal bir neticeydi. Politeizmden monoteizme geçiş şüphesiz önemli bir merhaledir. Belki dinler tarihi için yeni bir sayfa başıdır. Tek tanrıcılık fikri asla tevhidle karıştırılmamalıdır. Asıl olan tek tanrıya inanmak değil vahdete iman yani tevhid dolayısıyla o ümmete gönderilmiş nebi ve resullere inanmaktır. Bu kurtuluş reçetelerine inanmayan insanlar dalalet ve buhranlar içinde kalmışlardır.
Tevhid inancı saadeti getirirken, insanlara bu inancı anlatan peygamberler çok sıkıntı çekmişlerdir. Nemrud’un zulmüyle ateşe atılmak istenen Hazret-i İbrahim, dalalet içindeki kavminin tuğyanına göğüs germeye çalışan Hazret-i Lût, Firavun’un muannit kibriyle ve mevhum ilahlığı ile mücadele eden Hazret-i Mûsâ, gücünü Rabb’inden ve az sayıdaki Havarilerinden alan ve çarmıha gerilmek istenen Hazret-i İsâ ve nihayet belagatin ve edebiyatın zirve yaptığı Arap yarımadasında küfrün mütegallibeleri olan Ebu Cehillere ve Ebu Leheblere karşı dimdik duran yetimlerin incisi Hazret-i Muhammed aleyhisselam tek bir gaye için mücadele ettiler: Tevhid… Evet tevhid!
Güneş’e ve Ay’a tapanların feraseti Hazret-i İbrâhîm gibi değildi ki “Batan şeyleri sevmiyorum” diyebilsin.
Dipsiz kuyulara atılan, köle olarak satılan, zindanlarda tebliğ görevini yapan Hazret-i Yûsuf tevekklünde insanoğlu yoktu ki Mısır’a aziz olsun.
Hazret-i Yûsuf’a ağlamaktan gözlerini kaybeden hazret-i Yakûb, kalp gözündeki pencereden gördüğü tevhid nurunu insanlara anlatırken Beytü’l ahzân’ında uzletiyle Rabbine iltica ediyordu. Şair Bahtî (I. Ahmet): “İftirâkınla efendim bende tâkat kalmadı/Bîçâre oldu bu dil aşkda mahabbet kalmadı/Şol kadar ağlattı ben bîçâreyi hükm-i kazâ Giryeden/Hiç Hazret-i Ya’kûb’a nevbet kalmadı” şiiriyle kendisini giryeler içinde ve hüznünde tek zannederken, Hazret-i Ya’kûb’a isnatla mübalağayı mecazen üst noktalara taşıyordu.
Yıllarca en büyük acılara sabreden Hazret-i Eyyûb, Rabbinin verdiği nimetlere şükrettiği sıhhatli yılların muadili sıkıntılı senelere şikâyetsiz katlanırken, yara ve dertleri tespihine mani hâle gelince Cenâb-ı Allâh’a iltica etti.
İnsanlardan en büyük zulümleri gören Mefhar-i mevcudat Efendimiz bedduayı hiç düşünmedi ve “Bilmiyorlar, bilseler yaparlar mı? diyerek merhametin evc-i bâlâsına ulaştı.
İnsanoğlu bazen inandı bazen inancından rücû etti. Bazen dalaletten hidayete ererken bazen de hidayetten dalalete düştü. Şair Fikret gibi çelişki abideleri kendi buhran sarmallarında insanları da edebî boyutta sanatın çıkmazına soktu. Peygamberlere (haşa) aldatan ve aldanan derken önceki inançlarını da reddetti. İşte hidayetten dalalete düşüşün katran gibi kapkara feryadı ve şahitli itiraf belgesi:
Sadeleştirilmiş ve kısmen atlanmıştır. (Tarih-i Kadim’e Zeyl şiirinden)
“Îsâ ile Mûsâ aldatan ve aldanan…
O büyülü değnek bir koskoca kuyruklu yalan.
İşte insanoğlu bir yerde böyle sapık…
Beşerin böyle dalaletleri var.
Putunu kendi yapar kendi tapar…
Buda’sı düzme, Ehrimen’i düzme, Yezdan’ı düzme,
Şimdi benim ne cennet ne cehennem umurumda…
Bakarım evrene şaşar kalırım.
Ne tapılan tanrım ne taptıran tanrım…
Yaradılışın kuluyum ben artık.”
İşte Fikret’in inkârı ve evrene tapma fikri. Aynı ilkel insanların Güneş’e, Ay’a hasılı hilkate tapma teması. İlkel insanların cehaleti sebebiyle düştüğü dalalete, ilmi ve belagatiyle düşen Fikret... Ne acı…
Tuhaftır ki hep inanmak ihtiyacında olan insanlar inancın kaynağındaki bir ve eşsiz olan Allah’ı kabullenmemek için çok direndiler.
Kendilerine gerçeği anlatan nebi ve resullere karşı ürettikleri spekülatif fikirlerle insanları yönlendiren filozoflar, yerleşik ve şehirleşmiş insan toplulukları üzerinde çok tesirli oldular. İkel toplumların saf fakat muannit inançlarına karşılık, yerleşik toplum düzenine geçen insanları, filozofların görüşleri fikrî olarak celb etmeye başladı.
Filozofların hemen hepsi akıllarının kendilerine gösterdiği yolu gerçek zannedip zaman zaman butlan kaynağı olan kiliseleri, tematik düşünce daireleri içine alıp bu şirk ve küfür merkezlerini daha da derin bir gayyaya yuvarlarken, bazen de kilise-din şirketiyle fikirlerini dogmalar olarak insanlara dayattılar. Çoğu akl-ı sakimin ve nefs-i emmârenin emrinde olan bu üstün düşünceli insanlar, akl-ı meaşın üzerine çıkmaları mümkün değilken teorilerini bir din formülü gibi insanlara empoze ettiler. Akl-ı meaşın üzerine çıkamadılar, çünkü tevhid ehli değildiler.
Zaman zaman insanları hayrete düşüren görüş ve düşüncelerin sahibi olan bu filozoflar, şüphesiz üstün fikirlerini vahyin muhatapları olan nebi ve resullerden mülhem olarak kendilerine etiketlediler. Ama yine de ilimlerinden kaynaklanan kibirleri, onların devirlerinin peygamberlerine ümmet-i icabet olmalarına mani oldu.
Özellikle Dogmatiklerin kâinatın yaratılışına ait fikirleri ve kozmografya ile ilgili görüşleri mücerreb (tecrübi, deneye dayalı) bilgiler olmadığı için gaybî bilgiler olarak mütalaa edilmelidir. Bu bilgilerde tevatür de söz konusu olamaz. Bedihi bilgi için his ve aklın müşterek verileri gerekir ki, bu verilerin bedahetine inanmak da zordur. Uzay bilimlerinin mutlak gözleme dayanması gereken doneleri de o dönem için mümkün değilken, bu bilgilerin tek kaynağı vahyin ışığında üstün ilimlerle donatılan nebi ve resuller olmalıdır. Matematik ve geometride veya teorik bilimlerdeki filozofların fikirlerinin mükemmelliğini inkâr etmek mümkün değildir; böyle bir gaflete düşmemek de gerekir.
Keza Buda’nın mavera ve nefis terbiyesi ile ilgili görüşleri bir beşer vüs’atinin çok üzerindedir.
Teknik ve dijital dünyanın mütekebbir çağdaşları, ilk insanları nasıl bir bilgi ile mütalaa ederler; anlamak mümkün değildir. Tarihin karanlık devirlerine ait elimizde net bilgiler olmamakla birlikte bu devir insanlarının vahşetle anılması, hayvanlar gibi yaşadığı teorik bilgileri, “Yontma Taş”, “Cilalı Taş” devirleri gibi masallarla bizlere dayatılması hep ama hep yanlıştır. İlk insan ilk peygamber Hazret-i Âdemse ve Rabbinin ona bildirdiği medeni bilgiler ile donatılmışsa o, nasıl vahşi olabilir! Varlığı ve davranışları insana benzediği için insan neslini maymuna dayandıran zihniyet, insana ait en değerli kabiliyetlerden birine yani - taklitle olsa bile- konuşma kabiliyetine sahip olan papağanı hangi nesle bağlayacak!
Bu geniş konumuza uzun bir süre devam edeceğiz. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…
.
Matüridilik bir ulus devlet projesi midir?
18 Mayıs 2018 02:00
Prof. Dr. Hilmi DEMİR
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
hilmidemir69@gmail.com
Matüridiliğin Türkiye’de gündeme gelmesi ve tartışılıyor olması bazı çevreleri rahatsız etmişe benziyor. Bu rahatsızlıklarını, Matüridiliğin Cumhuriyet öncesi Osmanlı kültüründe çok da bilinmeyen ve önemsenmeyen bir kimlik olduğunu iddia ederek dillendiriyorlar. Bu çevrelerin bazı iddialarını şöyle sıralayabilirim: “Matüridilik Türk milliyetçilerinin ve laik seküler cumhuriyet ideolojisinin bir inşasıdır”; “Osmanlı uleması kendisini Matüridi olarak tanımlamamıştır”; “Osmanlı’nın daha çok Eş’ari olduğunu söylemek gerekir...”
Gerçekten böyle midir? Osmanlı uleması Matüridiliği bilmiyor muydu? Matüridilik yerine Eş’arilik mi tercih edilmişti? Yine yel değirmenlerine karşı laf anlatmaya çalışacağız. Türkiye’de en temel sorun her meselede olduğu gibi tarih ve kültür alanında da bazı jargonların sakız gibi sürekli tekrar edilmesi. Derin okumalara ve asli kaynaklara ihtiyaç duymadan bu jargonların hakikat gibi akademi çevrelerinde de söylenmesi ise daha vahim.
Hemen belirteyim ki Matüridilik bir Osmanlı kimliğidir ve bu kimlik zannedildiği gibi Cumhuriyetin bir inşası değildir. Bununla birlikte Matüridilik tüm toplumsal kesimlerde aynı biçimde temsil edilmemiştir.
Hanefilik ve Matüridilik bir madalyonun iki yüzü
Öncelikle Hanefilikle Matüridilik arasındaki ilişkinin Eş’arilik ile Şâfiilik arasındaki ilişki gibi olmadığını anlamak lazım. Eş’arilik Mutezileden ayrılmış, daha sonra da bir kimlik krizi yaşamıştır. Nizamiyye’nin ilk hocası olan Ebû İshak eş-Şirâzî Şâfiidir; ama Eş’ari karşıtı bir âlimdir mesela. Bu nedenle Şâfiilikle Eş’ariliğin iç içe geçmesi zaman almıştır. Oysa Ḥanefiyye kavramı, bugünkü anlamda sadece fıkha indirgenebilecek bir kavram olmaktan uzaktır; bilakis hem fıkıhta hem de itikatta Ebû Hanîfe’nin takipçisi olmak anlamında çift yönlü bir kimlik olarak kullanılmıştır. Selçuklularla birlikte Hanefilik, Ehli sünnet olmanın ve Matüridilik de Hanefi olmanın olmazsa olmaz bir parçası olarak kabul edilmiştir.
Meşhur seyyah İbn Battûta, Anadolu halkının Ebû Hanîfe’nin mezhebi üzere ve Ehl-i sünnet inancı istikametinde olduğunu belirtmektedir. Ona göre “Aralarında ne Râfizî, ne Mu‘tezilî, ne Hâricî ve ne de başka bir sapkın mezhep bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır.”
12. asırdan itibaren Anadolu’da kadılar ve âlimler üzerinde çok güçlü bir Hanefi etkisi vardır. Matüridi-Hanefî çevrenin Matüridi’den sonraki süreçte en güçlü seslerinden biri olan Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin (ö.1115) talebesi Alaüddîn es-Semerkandî (ö. 1144) bunların başında gelir. Antalya civarında yaşamış bu âlim aynı zamanda Matüridi’nin tefsirinin de şârihidir/yorumcusudur. Bununla birlikte Matüridi-Hanefî çizgideki âlimlerin Anadolu’ya gelişlerinde Van, Mardin ve Diyarbakır arasındaki bölgede iki asra yakın hüküm süren Artukoğulları’nın doğrudan rolü söz konusudur. Bu bölge Semerkant’dan gelen Hanefi-Matüridi âlimlerin konağı olmuştur.
Atabek Arslandoğmuş isimli yönetici büyük bir medrese yapmış ve vakfiyesinde de bu medresenin müderrisinin mutlaka Hanefî ve zâhid olması şartını koymuştur. Yine Kayseri’deki Hunad Hatun medresesinin vakfiyesinde de müderrisler için Hanefî mezhebine mensup olma şartı koşulmuştur. Konya’da açılan medreslerin vakfiyesinde de aynı şartlara rastlarız. Bunlar, Hanefîliğin Anadolu’daki belirleyiciliğini yansıtması bakımından önemlidir.
Selçukludan Osmanlıya devreden miras
İbnü’l-Bezzâzî el-Kerderî’nin Ebû Hanîfe’nin hayatını kaleme aldığı eser, Sultan II. Murad’ın isteği üzere Türkçeye tercüme etmiştir. Bu tercümenin girişinde Halebî, Ehli Sünnete ve Ebu Hanife mezhebine övgüler düzmüştür.
Ebû Hânife’nin el-Fıkhü’l-ekber ve el-Vasiyye’sinin, Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Bahrü’l-kelām’ının, Sirâcüddîn el-Ûşî’nin el-Emâlî’sinin Anadolu’da her yazma kütüphanede birçok kaydını bulabilirsiniz. Dolayısıyla Matüridi itikadı Hanefilik üzerinden kendine her zaman toplumsal bir yer bulmuştur.
Hızır Bey’in oğlu Müftîpaşa Ahmed’in Sultan II. Bayezid’e ithaf ettiği Tahkîku’l-esrâr adlı eser de Hanefîlik vurgusunu güçlü bir şekilde öne çıkarır. Matüridi akaidine dair yazdığı el-Kasîdetü’n-nûniyye ile meşhur olan Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed tarafından görevlendirilmiş ilk İstanbul kadısıdır. Hızır Bey’in en önemli vasfı, hemen hepsi Sahn-ı Semân müderrisi olan Şemseddîn Hayâlî, Hocazâde Muslihuddîn Mustafâ, Kemalpaşazâde, Taşköprîzâde ve Ebüssuûd Efendi gibi pek çok âlimin yetişmesine vesile olmasıdır. Teftâzânî’nin Şerhu’l-akâ’id’i, Osmanlı ilim geleneğinde oldukça çok okunan bir eserdir. Fakat bu metnin okunması üzerinden Osmanlı’yı Eş’ari ilan edenlerin unuttuğu nokta, bu metne yukarıdaki âlimler tarafından yazılan Haşiyelerle metnin Matüridilik üzerinden yeniden yoruma tabi tutulmuş olmasıdır.
Şerhu’l akâid üzerinden Osmanlıyı Eş’ari ilan etmek, Mutezili Zamahşeri’nin tefsirini okudukları için Mutezili, İsmaili Nasırüddin Tusi’nin eserlerini okudukları için de İsmaili ilan etmek kadar abestir.
Osmanlının Maturidilik savunusu
Aksine Osmanlı uleması birkaç mesele üzerinden sürekli Eş’arilikle entelektüel olarak hesaplaşmış ve Matüridilik konusunda saflarını sıklaştırmıştır. Bunlardan birisi Sadrüşşerîa’nın, Râzî üzerinden Eş‘arîlerle hesaplaştığı ve fıkıh usulünde “Mükaddeme-i Erbea” (dört mukaddime) olarak bilinen meseledir. İnsan fiillerinin ahlakiliği meselesini ele alan bu tartışmalarda Osmanlı âlimleri “neden Matüridiliğin haklı olduğunu” ispatlamaya çalışmışlardır. Kâtip Çelebî, Fatih Sultan Mehmed’in huzurunda da bu konuda tartışmaların yapıldığını aktarmaktadır. Sultan’ın meseleyi tartışmaları için saraya davet ettiği âlimler arasında Molla Alaeddîn Arabî, Molla Hatibzâde, Molla Lütfî, Molla Kestellî gibi âlimler bulunmaktadır. Bu âlimler Taftezâni’ye karşı Sadrüşşerîa ve Matüridi’yi savunmuşlardır.
16. asırdan sonrada karşımıza Eş’arilerle Matüridiler arasındaki ictihad ayrılıklarını ele alan metinler çıkar. Ayrıca bu konuda metin yazanların birçoğunun Nakşi meşayihinden olması ve Matüridiliği savunması da oldukça dikkat çekicidir. “İşârâtü’l-merâm” adlı eserin sahibi Beyazîzâde Ahmed Efendi bunların başında gelir. Bu konuda Nakşi Şeyhlerinden Ebû Saîd el-Hâdimî’de özellikle Matüridiliği anarak bu konuda eser kaleme almış önemli bir şahsiyettir. Besmele şerhinde Eş’ariliğe karşı Matüridiliği ve Vasiyye şerhinde de Ehl-i sünnetin bir kolu olarak Matüridiliği açıkça savunmuştur.
Üçüncü mesele olarak karşımıza “irade-i cüz’iyye” risaleleri çıkar. İnsan iradesi meselesinin ele alındığı bu metinlerde Osmanlı uleması Eş’ariliğe karşı yine Matüridiliği savunmaktadır. Söz gelimi Türkiye’de bazı çevreler tarafından kasıtlı olarak Selefi olarak gösterilen İmam Birgivi hazretleri “et-Tarîkatü’l-Muhammeiyye”sinde irâde-i cüz’iyye konusuna yer vermiştir. Eş‘arî’nin yaklaşımının orta yolcu bir cebri değil aksine tam bir cebri olduğunu dile getirmiştir. Birgivî, Matürîdî’nin kula seçim hakkını sunan yaklaşımının daha doğru olduğunu savunmuştur.
Şeyhzâde el-Amâsî ve Mestcizâde Abdullah Efendi başta olmak üzere 19. yüzyıla kadar irili ufaklı yüzlerce risale yazılmıştır. Bu risalelerin birkaçı hariç çoğunda Matüridiliğin daha doğru olduğu savunulmuştur. Öyle ki İzmir ve Mısır kadılığı yapmış Muhammed Akkirmânî yazdığı risalede Matüridiliğin Ashab ve Tâbî’inin mezhebi olduğunu savunmaktadır. Ve yine 15. yüzyıldan itibaren yazılan akaid eserlerinde “Ehl-i sünnet ikidir: Eş’arilik ve Matüridilik” şeklinde bir tanım Anadolu’dan Balkanlara kadar üzerinde icma oluşan bir konudur.
Özellikle Osmanlı’nın son döneminde hem bürokrasi hem de tasavvuf sırtını Hanefi-Matüridiliğe yaslamıştır. Bunun iki örneği oldukça dikkat çekicidir. Birisi Ahmed Cevdet Paşa’dır; diğeri de Nakşî-Halidî şeyhi Gümüşhaneli Ahmed Ziyaeddin Efendi’dir. Ahmed Cevdet Paşa’nın bir dipnotunu örnek olması açısından vermek istiyoruz. İbn Haldun Mukaddimesinin Tercümesinde Ahmed Cevdet Paşa Eş’ari ile Matüridi arasındaki farklara değinen uzun bir dipnot yazmıştır. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî hazretlerinin ise temel eserinin adı bile bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır: ‘’Câmiü’l-mütun fî hakkı envai’s-sıfati’l-ilahiyye ve’l-akaidi’l-Matüridiyye ve’l-elfazi’l-fikri ve tashihi’l-a’mali’l-acibiyye...”
Sonuç olarak Matüridilik Cumhuriyetle inşa edilen değil, keşfedilen bir kimliktir. Matüridilik Anadolu’da Selçuklularla birlikte Hanefiliğin asli bir parçası olarak var olan kadim köklerimizdir. Cumhuriyet onu, muhafaza ederek bugüne aktarmaya çalışmıştır. Burada Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden bir geleneğin taşıyıcısı olması anlamında Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhinde Merhum Kamil Miras’ın “İmamü’l-Hüda Ebû Mansûr-i Mâtürîdî hazretleri” şeklinde metin içinde yaptığı atfını ve dipnotta Mâtürîdî’nin kısa bir biyografisini eklemesini hatırlamak faydalı olur.
Çağımızda bazılarının Arap milliyetçiliğinin ortaya attığı Selefileşmekten değil de Hanefi Matüridiliğin yeniden keşfedilmesinden rahatsızlık duymaları işimizin ne kadar da zor olduğunu gösteriyor. Sırtını kadim geleneğe yaslayan toplumlar değil Selefilik gibi “çağdaş” projelere yaslayan toplumlar daha hızlı sekülerleşir ve savrulur. Bugün Hanefi-Matüridiliği yeniden hatırlamamızın sebebi batıni-radikal ve seküler tehditler karşısında savunma hattımızın yıkılmış olmasıdır. Tabii anlayana.
.
İlk Başbakan’dan son Başbakan’a...
19 Mayıs 2018 02:00
Dr. İbrahim Pazan
ibrahimpazan@gmail.com
Osmanlıda sadrazam, mahkeme kararları ve öğretim programları hariç olmak üzere bütün alanlarda padişahın tam yetkili vekili idi. Bütün devlet görevlileri sadrazama karşı sorumlu idi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk başbakan Sultan Orhan Gazi’nin veziri Alâeddin Paşa’dır. Yaygın rivayetle 1326’da bu makama gelmiştir. Son Osmanlı sadrazamı, saltanatın kaldırıldığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun resmen tarih sahnesinden silindiği 1 Kasım 1922 tarihine kadar vazife yapan Ahmed Tevfik Paşa’dır. Arada geçen 596 yılda 217 farklı şahsiyet sadrazamlık makamını işgal etmiştir. Bunlardan bazıları müteaddit defalar bu makama getirilmiştir.
7 sadrazam muharebe meydanında şehit düştü. 36 sadrazam padişah kızlarıyla evlenerek “damad-ı şehriyârî” unvanını aldılar. Küçük Mehmed Said Paşa 9 defa, Mustafa Reşid Paşa 6 defa sadrazam oldular. 6 sadrazam 5 defa, 2 sadrazam 4 defa, 6 sadrazam 3 defa bu makama geldiler. 2 defa sadrazam olanları çoktur.
Müddet olarak rekor 22 yıl ile Sultan Birinci Murad Han’ın veziri Çandarlı Hayreddin Paşa’nındır. Görevi kendisinden devralan oğlu Çandarlı Ali Paşa, üç padişah devrinde toplam 20 yıl ile bu hususta ikincidir. Aksi yönde rekor 4 saat ile Zurnazen Mustafa Paşa’dadır. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa gibi 26 yaşında sadrazam olanlar olduğu gibi 80 küsur yaşında bu makama gelenler de vardır.
OSMANLININ SON ASRINDA 47 SADRAZAM
İmparatorluğumuzun son asrına girdiği 1822 yılı Kasım ayında tahtta 30. Padişah Sultan İkinci Mahmud Han, sadrazamlık makamında 171. sadrazam Hacı Salih Paşa vardı. Bu hesaba göre İmparatorluğun son yüzyılında 47 sadrazam vazife yaptı. Bunlardan 1 sadrazam 9, 1 sadrazam 6, 3 sadrazam 5, 2 sadrazam 4, 2 sadrazam 3 ve 7 sadrazam 2 kere bu makama geldiler.
Sultan Vahideddin’in ilk sadrazamı Mehmed Talât Paşa’dır. Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım 1922 tarihine kadar Ahmed İzzet Paşa, Ahmed Tevfik Paşa (üç kabine), Mehmed Ferid Paşa (beş kabine), Ali Rıza Paşa ve Hulûsi Salih Paşalar toplam 11 hükûmet kurdular. Yani İmparatorluğun son dört yılında Talat Paşa’nınki dahil 12 hükûmet kuruldu.
Ayrıca 23 Nisan 1920’den itibaren, Mehmed Ferid Paşa ve Ahmed Tevfik Paşa’nın sadrazamlıkları sırasında, yani son 2,5 yıl Ankara’da da paralel bir hükûmet vardır. Saltanatın kaldırılmasından Cumhuriyet’in kurulmasına kadar geçen bir yıllık ara dönemde de iki Ankara hükûmeti görev yapmıştır. Bütün bu hükûmetlere başkanlık eden dört İcra Vekilleri Heyeti Reisini, Cumhuriyet dönemi başbakanları arasında saydım.
CUMHURİYET’İN 30 BAŞBAKANI
Osmanlının son asrında göreve gelen 47 sadrazama karşılık Cumhuriyet’in ilk asrında bu sayı 30’da kaldı. Bu fark en kaba tespitle, Cumhuriyet’in ilk asrının yönetim açısından Osmanlının son asrından daha istikrarlı olduğuna işaret eder. Şimdi 23 Nisan 1920 tarihinden itibaren önceleri “İcra Vekilleri Heyeti Reisi”, sonra “Başvekil” ve nihayet “Başbakan” sıfatıyla görev yapan 30 hükûmet başkanımızı kısaca hatırlayalım:
1. Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938): 23.4.1920-24.1.1921 tarihleri arasında I. İcra Vekilleri Heyeti Reisi. 29.10.1923’e kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, bu tarihten 10.11.1938’de vefatına kadar Cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Aslında saltanatın kaldırıldığı 1.11.1922 tarihinden itibaren fiilen Devlet Başkanı idi.
2. Mustafa Fevzi Çakmak (1876-1950): 24.1.1921-12.7.1922 tarihleri arasında II. ve III. İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Eski Osmanlı Harbiye Nazırı).
3. Hüseyin Rauf Orbay (1881-1967): 12.7.1922-14.8.1923 tarihleri arasında IV. İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Eski Osmanlı Bahriye Nazırı).
4. Ali Fethi Okyar (1880-1943): 14.8.1923-29.10.1923 tarihleri arasında V. İcra Vekilleri Heyeti Reisi ve 22.11.1924-3.3.1925 tarihleri arasında 3. Hükûmet’te Başvekil (Eski Osmanlı Dâhiliye Nazırı).
5. Mustafa İsmet İnönü (1884-1973): 29.10.1923-6.3.1924 tarihleri arasında 1. Hükûmet’te İcra Vekilleri Reisi, 6.3.1924-22.11.1924 tarihleri arasında 2. Hükûmet ve 3.3.1925-1.11.1937 tarihleri arasında 4., 5., 6., 7. ve 8. Hükûmetlerde Başvekil, 20.11.1961-23.2.1965 tarihleri arasında 26., 27. ve 28. Hükûmetlerde Başbakan. 1938-1950 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Toplam 10 hükûmetle rekor kendisindedir. İnönü’yü 7 hükûmetle Demirel, 5’er hükûmetle Menderes ve Ecevit takip eder.
6. Mahmut Celâl Bayar (1883-1986): 1.11.1937-25.1.1939 tarihleri arasında 9. ve 10. Hükûmetlerde Başvekil. 1950-1960 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
7. Dr. Refik Saydam (1881-1942): 25.1.1939-8.7.1942 tarihleri arasında 11. ve 12. Hükûmetlerde Başvekil. Görevde iken vefat etmiş ve Dâhiliye Vekili Ahmet Fikri Tüzer başvekilliği bir gün süreyle vekâleten yürütmüştür.
8. Mehmet Şükrü Saraçoğlu (1887-1953): 9.7.1942-12.8.1946 tarihleri arasında 13. ve 14. Hükûmetlerde Başbakan.
9. Mehmet Recep Peker (1889-1950): 12.8.1946-10.9.1947 tarihleri arasında 15. Hükûmet’te Başbakan.
10. Prof. Hasan Saka (1886-1960): 10.9.1947-16.1.1949 tarihleri arasında 16. ve 17. Hükûmetlerde Başbakan.
11. Ord. Prof. Mehmet Şemsettin Günaltay (1883-1961): 16.1.1949-22.5.1950 tarihleri arasında 18. Hükûmet’te Başbakan.
12. Adnan Menderes (1899-1961): 22.5.1950-27.5.1960 tarihleri arasında 19., 20., 21., 22. ve 23. Hükûmetlerde Başbakan.
13. Org. Cemal Gürsel (1895-1966): 27.5.1960-20.11.1961 tarihleri arasında 24. ve 25. Hükûmetlerde Başbakan ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı. 1960-1966 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
14. Suad Hayri Ürgüplü (1903-1981): 23.2.1965-27.10.1965 tarihleri arasında 29. Hükûmet’te Başbakan. Sultan Reşad’ın şeyhülislamlarından Mustafa Hayri Efendi’nin oğludur.
15. Süleyman Sami Demirel (1924-2015): 27.10.1965-26.3.1971 tarihleri arasında 30., 31. ve 32. Hükûmetlerde, 31.3.1975-21.6.1977 tarihleri arasında 39. Hükûmet, 21.7.1977-5.1.1978 tarihleri arasında 41. Hükûmet, 12.11.1979-12.9.1980 tarihleri arasında 43. Hükûmet ve 20.11.1991-16.5.1993 tarihleri arasında 49. Hükûmet’te Başbakan. Başbakanlık makamından altı defa gitmiş yedi defa gelmiştir. 1993-2000 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
16. Prof. Dr. İsmail Nihat Erim (1912-1980): 26.3.1971-5.6.1972 tarihleri arasında 33. ve 34. Hükûmetlerde Başbakan.
17. Ferit Melen (1906-1988): 5.6.1972-16.4.1973 tarihleri arasında 35. Hükûmet’te Başbakan.
18. Mehmet Naim Talu (1919-1998): 16.4.1973-25.1.1974 tarihleri arasında 36. Hükûmet’te Başbakan.
19. Mustafa Bülent Ecevit (1925-2006): 25.1.1974-17.11.1974 tarihleri arasında 37. Hükûmet, 21.6.1977-21.7.1977 tarihleri arasında 40. Hükûmet, 5.1.1978-12.11.1979 tarihleri arasında 42. Hükûmet, 11.1.1999-19.11.2002 tarihleri arasında 56. ve 57. Hükûmetlerde Başbakan.
20. Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak (1904-1990): 17.11.1974-31.3.1975 tarihleri arasında 38. Hükûmet’te Başbakan.
21. Ora. Saim Bülend Ulusu (1923-2015): 21.9.1980-13.12.1983 tarihleri arasında 44. Hükûmet’te Başbakan.
22. Turgut Özal (1927-1993): 13.12.1983-9.11.1989 tarihleri arasında 45. ve 46. Hükûmetlerde Başbakan. 1989-1993 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
23. Yıldırım Akbulut (1935- ): 9.11.1989-23.6.1991 tarihleri arasında 47. Hükûmet’te Başbakan.
24. Ahmet Mesut Yılmaz (1947- ): 23.6.1991-20.11.1991 tarihleri arasında 48. Hükûmet, 6.3.1996-28.6.1996 tarihleri arasında 53. Hükûmet ve 30.6.1997-11.1.1999 tarihleri arasında 55. Hükûmet’te Başbakan.
25. Prof. Dr. Tansu Çiller (1946- ): 25.6.1993-6.3.1996 tarihleri arasında 50., 51. ve 52. Hükûmetlerde Başbakan. Bu makama geçen tek kadındır.
26. Prof. Dr. Necmettin Erbakan (1926-2011): 28.6.1996-30.6.1997 tarihleri arasında 54. Hükûmet’te Başbakan.
27. Abdullah Gül (1950- ): 19.11.2002-12.3.2003 tarihleri arasında 58. Hükûmet’te Başbakan. 2007-2014 tarihleri arasında Cumhurbaşkanlığı yapmıştır.
28. Recep Tayyip Erdoğan (1954- ): 14.3.2003-29.8.2014 tarihleri arasında 59., 60. ve 61. Hükûmetlerde Başbakan. 2014’den beri Cumhurbaşkanıdır.
29. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu (1959- ): 29.8.2014-24.5.2016 tarihleri arasında 62., 63. ve 64. Hükûmetlerde Başbakan.
30. Binali Yıldırım (1955- ): 24.5.2016 tarihinden beri görevde olan 65. Hükûmet’te Başbakan. 24.6.2018 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanı Seçimi ve 27. Dönem Milletvekili Genel Seçiminden sonra tarihe son başbakan olarak geçecektir.
REKOR İNÖNÜ’DE
Cumhuriyet devrinde en çok hükûmet kurma ve en uzun müddet başbakanlık yapma rekoru, 10 hükûmet ve toplam 16 yıl, 11 ay, 25 günle İsmet İnönü’dedir. Daha sonra 3 hükûmet, 11 yıl 5 ay, 15 gün ile Recep Tayyip Erdoğan; 7 hükûmet, 10 yıl, 5 ay, 11 gün ile Süleyman Demirel; 5 hükûmet, 10 yıl, 6 gün ile Adnan Menderes gelmektedir.
.
Başarılı nesiller için bundan sonra ne yapmalı?
25 Mayıs 2018 02:00
Doç.Dr. Mustafa Şeker
Yıldız Teknik Üniversitesi
Son bir asırdır başarısız olduğumuz eğitimde bundan sonra nasıl başarılı oluruz? Cevaplanması gereken sual bu!
Öğrenme-öğretme yöntem/teknikleri ile felsefi temelleri noktasında Batı’yı ilmen ve bilimin gereklilikleri nispetinde takip etmek bir ihtiyaç olarak görülebilir. Hiç kimsenin buna bir itirazı yoktur. Üstelik sadece Batı değil ilmin olduğu her yere gitmek elzemdir. Çünkü ilmin Çin’de bile olsa alınmasının gerekliliğinin vurgulandığı bir kültüre sahibiz. Bizim burada itiraz ettiğimiz nokta, ilmî meselelerde Batı’nın referans alınması değil; insanı, davranışları ve değerleri noktasında ileriye taşıyacak, maddi yönü kadar ruhunun yani manevi yönünün gözetildiği bir eğitim anlayışının şimdiye kadar oluşturulamamış olmasıdır. Ayrıca burada vurgulanmaya çalışılan mevzu, her türlü birikime sahip olmamıza rağmen, geçmişten bugüne kadar Batı’nın her konuda olduğu gibi eğitimde de kopyala-yapıştır metoduyla taklit edildiği gerçeğidir. Çünkü eğitim kavramının içinde; ferdin değerleri, kültürü, dinî, millî ve manevi kimliği, âdetleri, gelenekleri, tarihi ve insani ihtiyaçları gibi kişilik ve karakter oluşumunu sağlayan unsurlar vardır ki bunlara yeterince yer verilmeden dizayn edilecek bir eğitim sistemi ve programı geri tepmeye mahkûmdur. Bu sebeple eğitimde insanı insan yapan hususlar göz ardı edilmemelidir. “Dakik, çevik, becerikli, disiplinli, zeki, planlı, belagati (konuşması) düzgün, dikkatli, ikna kabiliyeti yüksek” gibi bir hırsızda, diktatörde veya katilde de bulunabilecek özelliklere ek olarak “ahlak, erdem, hoşgörü, dayanışma, yardımlaşma, dürüstlük, sevgi, saygı, merhamet, hak, adalet, empati vb.” gibi niteliklerin bulunmadığı bir insan, canavar olabilir. Buna göre; sadece işinde yeterli mesleki becerilere ve kabiliyetlere sahip mühendisler, doktorlar, ekonomistler, avukatlar, siyasetçiler olmak insani değerlerin yaşatılması ve toplumun mutluluğu için yeterli değildir. Bir hastası öldüğünde iş kazası deyip duruma vicdani bir sorumlulukla yaklaşmayan duygusuz bir doktor, malzemeden çalınma sonucu bir bina çöktüğünde, “Bir insanın ölümüne sebep olan, bütün insanlığı öldüren gibidir” düsturu gereği, buna sorumluluk bilinciyle yaklaşmayan vicdansız bir inşaat mühendisi, KPSS’de yüksek puan alarak atanan fakat kendini, mesleğinin gereklilikleri noktasında olması gerektiği gibi yetiştirememiş, talebelerini sosyal ve kültürel yönü sebebiyle aşağılayabilen sahte bir eğitimci, vatandaşlarına, onlardan sağlanan vergilerle alınan uçaklardan bomba yağdıran alçak bir asker, devletine ihanet eden sahtekâr bir siyasetçi veya güvenlik görevlisi kadar tehlikeli ne olabilir? 15 Temmuz akşamı ülkemizin en iyi üniversitelerinden mezun olmuş zeki (ama akılsız) mühendisleri, devlete ve millete ait teknolojik kurumlara baskınlar düzenlenirken vatanına ihanet edenlerin hain emellerine alet olabiliyorsa, en başarılı askerî okullardan mezun olmuş kimseler kendi insanlarının üzerine bombalar yağdırabiliyorlarsa; bu gerçekler, hangi açlığın tezahürü olabilir? Dolayısıyla insani değerler ve niteliklerle donatılmamış bireyler hem beraber yaşadıkları topluma hem de devletine telafisi mümkün olmayan zararlar verebilirler ki yaşanmış bu acı tecrübeler, hiçbir zaman milletin hafızasından kolay kolay silinmeyecektir. Bu sebeple bilimsel yeterlilikler yanında değerler anlayışının da gelişmiş olması; birey, toplum, devlet ve kültürel varlıkların sürekliliği için elzemdir.
Oluşturacağınız bir eğitim programı yukarıda anlatılan insani değerleri göz önünde bulundurmadan yapılıyorsa sadece “öğretim” noktasında başarılı fertler yetiştirebilirsiniz. Fakat kendi problemlerine bile çare üretemeyen, mutsuz, umutsuz, hiçbir kutsalı olmayan, yardıma muhtaç olana sırt çevirerek “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” bozuk anlayışını benimseyebilen fertlere sahip olmak, gelecek adına kaygı verici neticeler ortaya çıkarabilir. Öyle ki yukarıda belirttiğimiz gibi Batı’nın ürettiği, daha sonra da ihraç ettiği eğitim anlayışları, on yıllarca “örnek” ve “biricik” eğitim modelleri olarak gösterilmiştir ki kafaları karıştıran, cevabı beklenen sual şudur:
“En kaliteli, en nitelikli, eşsiz, biricik, en muhteşem eğitim modelleri” diye tarif edilen Batılı eğitim anlayışlarının ürünü kimseler ve bu kişilerin kurduğu düzenler, bugün niçin dünyaya sürekli kavga, acı, keder, gözyaşı ve zayıfı ezen bir anlayışı getirmiştir? Veya Batı ülkelerinin menfaatleri için dünyada her yıl milyonlarca masum öldürülürken bu “muhteşem, eşsiz” diye tabir edilen eğitim sistemlerinden yetişen ülkelerin halkından kaç yüz bin kişi insanlık adına kendi yöneticilerini protesto etme hassasiyeti gösterebilmişlerdir? Öyle ki eğitim, duygulara hitap etmeyi, muhatabını emsallerinden daha ileri taşımayı ve dünyanın neresinde olursa olsun gözyaşı dökene gözyaşı dökmeyi telkin etmez mi?”
Çünkü eğitim; doğulunun, batılının, güneylinin, kuzeylinin masum çocuğuna ağlayabilen insani hassasiyetleri gelişmiş kimseler yetiştirmek gibi çok önemli bir misyonu da taşımak zorundadır.
Yakın geçmişte kendisine iltifatlar yağdırılan Amerikan menşeli John Dewey ve diğer Batılı eğitimci pedagogların çerçevesini çizdiği pozitivist ve materyalist anlayışa sahip Amerika ve diğer Batılı ülkelerin 20. yüzyıl boyunca bu eğitim sisteminden geçen geleceğin dünya düzenini kurmuş çocukları, nasıl olmuştur da dünyaya kumpaslarla, hilelerle, entrikalarla ve kaba kuvvetle hâkim olmaya çalışan vicdansız/merhametsiz, zayıfı ezen devlet yöneticilerinin/bürokratlarının yetişmesini engelleyememiştir?
Kendi ülkeleri yakın zamanda “nükleer silah var!” diyerek Irak’a girerken ve bunun sonucu milyonlarca insan ölürken, Doğu Türkistan’ın Taklamakan Çölü’nde Çin’in yaptığı nükleer denemeler sonucu ¾ kusurla doğan Doğu Türkistanlı çocuklar dünya kamuoyunun bilgisine sunulurken, medeni dünyanın gözleri önünde Hocalı’da, deney için bir kız çocuğunun diri diri derisini yüzen Ermeni Doktor TV ekranlarında boy gösterirken; başarılı, zeki, önemli buluşlar yapan ve son model teknolojiyi keşfeden Batılı ülkelerin “iyi eğitilmiş!” bireyleri ve bilim adamları, yaşananlara karşı acaba ne tepki gösterebilmişlerdir?
Batı ülkelerinin işgal ettikleri topraklarda yaşayan on binlerce insana ait organları; o, göklere çıkardıkları pozitivist, akılcı ve rasyonalist eğitim sistemleriyle yetiştirdikleri hangi sevgi dolu(!) doktorlar, kimlere nakletmişlerdir? Burada bazı kimseler, şunu söyleyebilir; “Geri kalmış milletler de tembel olmasalar, çok çalışsalar ve güçsüz olmasalardı efendim!” Bu şekilde düşünenlere de şöyle bir sual sorulabilir; “Bu milletlerin zayıf, güçsüz ve tembel olmaları, hile ve entrikalarla palazlanan güçlülere, mevzubahis milletlerin omuzlarına basarak yükselme hakkı verir mi?” Şimdi bu sual, yukarıdaki muhataplarınca hakkaniyet ve vicdani sorumluluk çerçevesinde cevaplandırılmalıdır. Hastalıklardan ve ilaçsızlıktan ölen bu toprakların çocuklarına karşı kalplerinde ve vicdanlarında bir eziklik hissedemiyorlarsa bütün bunlar hangi eğitim açlığının bir sonucu olarak gösterilebilir? Keza, Almanya’da “Bir Lise Müdürünün Öğretmenlerine Gönderdiği Mektup” diye bilinen yazı meşhurdur ki burada verilmek istenen mesaja odaklanmak gerekir. Sözü edilen mektup şu şekildedir;
“Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar… Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden isteğim şudur; Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin! Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır...”
Bu mesajlar, öğretimden önce nitelikli bir değerler eğitimi sürecine işaret etmekte ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız her şeyi özetlemektedir. Tarihte ilelebet zulümle payidar olmuş bir devlet yoktur. Uyuşturucu ve alkol müptelası, hayattan beklentisi sona ermiş, duygusuz ve sorumsuz Batı gençlerinin köşebaşlarına sızmış rahatsız edici manzaraları, dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip olduğu iddia edilen bu ülkeler için çanların çaldığının bir göstergesidir. Eğitim ki bu çaresiz ve hayattan soğumuş insanların derdine deva olma mesuliyetini de taşır.
John Dewey gibilerin savunduğu pozitivist, rasyonalist eğitim anlayışının bu kadar eleştirilerek üzerinde durulmasının sebebi, ülkemizde geçmişten bugüne ciddi bir eğitim probleminin yaşanmasına sebebiyet vermesinden ve bunun bedellerinin bugün bile hâlâ ödeniyor olmasından dolayıdır. Zira bir eğitim anlayışı düşünün ki toplumda neredeyse hiç kimse bu anlayıştan memnun olmasın ve beklediğini bulamasın. Onlarca yıldır eğitimin ehlileştiremediği bir süreci inşa eden böyle bir eğitim felsefesinin ısrarla savunulması ve başarısızlığının görülmesine rağmen hâlâ uygulanmaya devam edilmesi ne ile izah edilebilir?
.
Elçileri tanısalardı sapkın olmazlardı
26 Mayıs 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
İnsan hayatını ve ilkel devreleri asla teknoloji ile doğru orantılı olarak ölçmemelidir. Acaba insanlar elektriğin keşfine kadar medeniyetler kurmadılar mı? Tıp bilimi yok muydu? Eskinin göz alıcı tarihî eserleri yapılırken hafriyat için kazı makineleri mi vardı? Vinçler devrede miydi? Tac Mahaller, Gök Medreseler, Süleymaniyeler yapılırken beton dökme kalıp makineleri mi vardı?.. Daha da geri gidersek Mısır Piramitleri hangi modern aletlerle yapıldı? O zamanlarda da matematik vardı, kimya vardı, cebir vardı. Kıt imkânlarla beyin ameliyatlarının yapıldığını gösteren deliller bizi hayrete düşürmüyor mu?
İnsan varsa yaşama şartlarını iyileştiren pratik bilgiler basitten mükemmele doğru gider. Bunda baş amil, tecessüs ve iradedir. Her şeyde tekâmül esastır. İnsan bu tekâmülün atlama taşıdır. Modernizm ve teknoloji, insanın cehdi, gayreti, azmi ve sezgisiyle ortaya çıktı, gelişti ve gelişmeye devam ediyor. Bütün bu çabalar niçindir: İnsanın rahatı, huzuru ve güveni için…
İlkel devirlerde insanlar hep yayılmacı, savaşan, hunhar olarak düşünüldü ve böylece tanıtıldı. Hâlbuki ilk insan Hazret-i Âdem’e çiftçilik ve dülgerlik Rabb’i tarafından öğretildi. Bu yerleşik düzene ilk geçişti. İnsanlar bu elçileri tanımadıkları için sapkınlık batağına düştüler.
İlkel insanlar sapkınlığın sarmalında giderek insanlık sıfatından uzaklaştılar; saldırgan ve acımasız oldular. Ama bu duruma gelmelerinde birtakım etkenler vardır. Bunu iki temel sebebe bile indirebilmek mümkündür: Ekonomik çıkarlar ve emniyet...
Dikkat edilirse hemen her şehrin en yüksek yerinde bir muhkem kale göze çarpar. Bu kalelerin geniş iç mekânları, o bölge halkının yaşama ve sığınma yeridir. Bu kaleler yüksek duvarları ve burçları ile düşman saldırıları için güven uyandıran sistemlerdir. Kalelerin önündeki düz arazi, tarım ve hayvancılık için kullanılırdı. Akşam olduğunda veya bir saldırı anında insanlar ve hayvanları bu kalelere sığınırlardı. Bu kale ahalisi, nispeten yerleşik düzene geçmiş toplumlardı.
Deniz kenarlarında oturan halk, denizcilik ve balıkçılıkla uğraşırken onlar da akşamları kalelere sığınırlardı. Denizde demirledikleri araçları gözcülerce korunmaya çalışılır, dengesiz güçlerin saldırılarında canlar garantiye alınıp mallardan vazgeçilirdi...
Zenginleşmiş ve nispeten müreffeh hâle geçmiş toplumlar, talancı, yağmacı ve yalnız çapul ile geçinen ilkel korsan kolonileri tarafından hep tehdit altında tutuldular. Huzur ve güvenleri hiçbir zaman garanti altında olmadı. Karalardan denize uzanan barbar kavimler, deniz ulaşım ve taşımacılığından kazandıkları mal ve insanlarla (köleler) korsan devletler kurdular. Ege ve Akdeniz tehlike ve sıkıntıların merkezleri olmuştu. Yaşamak için eğer denize açılacak olurlarsa bu alanda çok kuvvetli olmak zorundaydılar. Barutun keşfiyle artık karalar ve hatta kaleler ve burçlar bile emniyet değerlerini kaybetmeye başladılar...
İlkel devir insanlarının bu yayılmacı tutumunda fizik güçlerini destekleyen moral motivasyon kaynakları “tanrı”larıydı. Her fiillerinin, projelerinin, hatta zulümlerinin destekleyici tanrıları vardı. Tabiatın çetin şartlarına maruz olan bu insanların koruyucu tabiatla bütünleşmiş “tanrı” ve “tanrıça”ları, onlara bazen acıyarak yardım eder, bazen de onlara zulmederdi!.. Ama onlar tabiat tanrılarıydı, tanrıçalarıydı; onlar çok güçlüydüler ve onlara karşı koymak mümkün değildi. İnsan ve hayvanlardan adanılan kurbanlarla, tanrıların ve tanrıçaların yardımları talep edilirdi...
İlkel toplumlar, savaşlar dışında birbirleriyle pek temas etmezlerdi. Şartlar ne kadar ilkel olursa olsun her toplumun kültürü farklıydı. Tabiat tanrıcı, hayvan tanrıcı, fetişist veya politeist (çok tanrıcı) olan bu insanların taptıkları tanrıları da farklıydı.
Her devrin hak peygamberlerini dinlemeyen bu asi ve tuğyan içindeki insanlar, Allahü tealanın bu elçilerine hep zulmettiler. “Her ümmet kendi peygamberini yakalayıp öldürmek kastında bulundu” (El- Mü’min-5)... Sonra bu kavimler kendi kurguladıkları suç ortakları “sanal tanrılar”ının kendilerine verdikleri cesaret ve onayları ile, insanlık dışı unsurlara dönüştüler ve vahşette sınır tanımadılar...
Yerleşik topluma geçmeden evvel insanlar, panteist, animist ve Şamanist oldular. Bunlar o devirlerin genelleşmiş din profili idi. Yerleşik düzene geçerek büyük şehirler kuran, şehir devletler oluşturan bu toplumlar da sapkınlığın ta içinde idiler. Eski Mısır, Yunan, Roma ve Japonlarda millî tanrı ve tanrıçaların sayısı oldukça fazladır...
Her iş, her umut ve her nefretin bir tanrı veya tanrıçası vardı! Allahü teala kullarına saadet yolunu, insan neslinin varlık bidayeti ile açmış ve kendi varlığının ve vahdetinin şehadetini irade buyurmuştu. İnsanlık bu ilahî içtimaî mukaveleyi hiçe saymış, şirkin ve dalaletin gayyasına yuvarlanmıştı . Şimdi o ilahî ahdi bir hatırlayalım:
A’raf Suresi 172’de “Kıyamet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı. Onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘ Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ Onlar da ‘ Evet şahit olduk dediler.’ Allah, yine onlar için Rablik delillerini dikmiş ve akıllarına onları ikrara davet edecek şeyler yerleştirmişti. Öyle ki onlara ‘ Ben sizin Rabb’iniz değil miyim’ denilmiş gibi oldular. Onlara verdiği ilim imkânını ve ( bu hadisenin) içlerine yerleşmesini, onları şahit tutma ve temsil yolu ile itiraf etme yerine koydu. Bunun sebebi, kıyamet gününde ‘ Evet şahit olduk’ demeleri içindir.”
Yine aynı Sûre-i celîlenin 173 ve 174. Âyet-i kerîmelerinde “Atalarımız önceden şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik; onlara uyduk” dememeniz içindir. Çünkü taklit, delil varken ve ilim imkânı mevcut iken mazeret olmaz. “Batıla sapanların yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?” (derler). Burada şirki kuran batıl atalarını kastediyorlar. Allahü teala Hazreti Âdem’i yaratınca belinden zürriyetini küçük karıncalar gibi çıkardı. Ve onları diriltti. Onlara akıl ve konuşma verdi. Onlara bunu ilham etti. Bu konudaki Cenâb-ı Ömer’den nakledilen bir hadîs-i şerîfe Kitâbü’l-Mesâbih’de bir atıf vardır. Allahü teala onları genel söz verme ile susturmuştur. Daha önce de onları kendilerine verdiği özel söz, aklî ve naklî delillerle susturmuş ve onları fikir ve istidlâle zorlamıştı... Nitekim Cenâb-ı Allâh şöyle demişti: “İşte âyetleri böyle açıklıyoruz. Yani taklitten ve batılın arkasına düşmekten belki dönerler .” “(Kâdî Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl) Tercüme Abdülvehhab Öztürk, Kahraman Yayınları. El-A’raf ,172, 173, 174. 2. Cilt s. 305.”
Görüldüğü gibi, Allahü teala kullarının düşeceği tuzakları görmüş ve onları doğru yola iletmek için türlü delillerle varlığının ve birliğinin tasdikini temin etmişken bütün asi toplulukların en büyük savunma mekanizması olan “Atalar dini” butlanını da iptal etmiş oluyordu...
Bütün nebi ve resuller gibi Cenâb-ı Risâlet-penâh Efendimiz de aynı sıkıntıyı çekmiş, tebligatı sırasında Mekke müşrikleri hep “Atalarımızın dinini nasıl terk ederiz” diyerek bu batıl taklit safsatası ile hakikate yüz çevirmişlerdi.
Bayraklarda ve millî göstergelerde bulunan hayvan ve bitki motifleri, hayvan ve tabiata tapma dönemlerinin izleri, kalıntılarıdır. Bunlar zamanla kült hâline gelmişlerse de hâlâ bazı toplumlarda bu varlıklara tapma olayına şahit olabiliriz. Nispeten daha arınmış bir tapınmalar manzumesi olan Şamanizm’de ruhlar esas karakterlerdir. Aslen üst düzey bir trans hâlinin yaşandığı bu inanışa hemen hemen bütün ilkel kavimler başvurmuşlardır. Bugün de bu inanışın saliklerinin olduğunu görmemiz mümkündür. Bozulmuş semavi dinler, muharref Tevrat ve İncil’e inananlar, İslamiyet’ten daha fazla nüfusa sahip olmakla birlikte, Şamanizm (din değildir), Hinduizm, Şintoizm, Budizm gibi batıl dinlere inananların nüfusu, muharref dinlerle birlikte Hak Din İslamiyet’e inananların nüfusundan daha azdır. Bunlara bir de hiçbir dinin saliki olmayanları da ekleyebiliriz...
Bugün dünyada Müslümanlar %23 (1.6 milyar), Hristiyanlar %32 (2.2 milyar), Yahudiler (Musevilik) % 0,2 (14 milyon), Hindular %15 (1 milyar), Budistler %7,1 (500 milyon), geleneksel dinlere (Jainizm, Sihizm Taoizm, Şintoizm Tenrikyo ve Zerdüştlük) inananlar %6 (400 milyon), hiçbir dine inanmayanlar %16.3 (1,1 milyar)dır. Bu grup dünyada üçüncü sıradadır. Yalnız Çin’de hiçbir dine inanmayanların sayısı 700 milyondur.
İnsanların animist, panteist, fetişist ve politeist dönemlerden vahdet dışı monoteizme geçmeleri önemli bir safhadır. Bunların inanç sistemleri birbirine benzerken kültür faktörleri (töreler) önemli bir ayraçtır. Daha evvel genişçe temas ettiğimiz törelerin dinlere etkisi, eski toplumlarda dinin belirleyici kuralları gibidir; dinî müeyyideler gibi baskılayıcıdır. Töreler ilkel din yelpazelerinden politeizme ve monoteizme kadar bütün inanışlarda görülür. İslamiyetle birlikte şirkin izlerini taşıyan töreler (örf) yasaklanırken şer’-i şerîfe uygun olanlar hukukun bir kolu olan örfî hukuk şekliyle adaletin yardımcısı olmuştur...
Dalalet batağının, geniş bir panoramasını çıkardıktan sonra, vahyî sistemlere ters düşen insanlığın sınır tanımaz sapkınlıklarını, bir sonraki yazımızda açıklamaya devam edeceğiz. Tekrar buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
FETÖ: Mezhepler Üstü Din Öğretimi ve Alevi Açılımı
1 Haziran 2018 02:00
Prof. Dr. Hilmi Demir
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
YAPILAN çalışmalar gösteriyor ki Türkiye’de mezhep konusunda ciddi bir ön yargı var. Bu peşin hükmün meydana gelmesinde uzun süredir empoze edilen “Mezhepler Üstü Din Öğretimi Modeli”nin etkili olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de Diyanet ve İlahiyatlar dâhil din öğretiminde mezhepçilik yapıldığı konusunda genel bir kanaat vardır. Bana biraz Nasreddin Hoca’nın kedi ciğer hikâyesi gibi geliyor bu durum. Madem Sünni Hanefi bir din öğretimi mevcut, neden öğrencisinden İmam Hatip öğretmenine kadar mezhep konusunda tam bir cehalet var.(*) Madem cehalet var o hâlde nerede yapılıyor bu Sünnilik?
Uzun yıllardır, Kur’ân kursunda ya da sivil alanda “amelde mezhep imamının Ebu Hanife, itikatta imamın İmam-ı Matüridi” şeklinde bir bilgi artık aktarılmıyor. Hatta bırakın bunun öğretilmesini, öğretilmesinin gerekli olduğu dahi düşünülmüyor. Türkiye buraya nasıl geldi? Hatta muhtemelen okuyucularım başlıkta yer alan FETÖ’nün Türkiye’nin buraya gelmesiyle ne alakası olduğunu da merak ediyordur! Bugün bu soruların cevabını arayacağız...
Din dersleri zorunlu oluyor
Türkiye’de toplumun büyük bir kesimi, en azından 1980’den bugüne değin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersi görmektedir. Buna Kur’ân kursunda okuyan ve cumada hutbe dinleyen kesimleri de katarsak toplumun büyük bir çoğunluğunun din öğretimi aldığını söyleyebiliriz. Buna rağmen insanlar Hanefi-Matüridilik konusunda neden bu kadar bilgisizler? Kitaplarda yazsa bile yapılan çalışmalar gösteriyor ki mezhep konusunda ciddi bir ön yargı var. Bu ön yargının oluşmasında uzun süredir empoze edilen “Mezhepler Üstü Din Öğretimi Modeli”nin etkili olduğunu düşünüyorum.
“Mezhepler Üstü Din Öğretim Modeli” nedir, ne zaman gündeme geldi? Batı’da gündeme gelmesi 60-70’li yıllar. Maneviyatçılıktaki artış, çok kültürlülük ve diyalog tartışmalarının sonucu olarak gündem oldu. Bizde ise 12 Eylül 1980 sonrası din dersinin okullarda mecburi hâle gelmesiyle gündeme taşındı. Kısaca sürece bakalım...
1981’de Ankara İlahiyat Fakültesi’nde düzenlenen “Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri”nde 1980 öncesi Çorum, Maraş gibi olaylara dikkat çekilerek zorunlu din dersinin mezhep çatışmasını önleyecek şekilde düzenlenmesi gerektiği dile getirilir. Bu tartışma bir süre devam eder. Sonuç olarak Prof. Dr. Beyza Bilgin’e göre din derslerinin müfredatı mezhepler üstü olarak düzenlenir. Bilgin’e göre; “Bu değişimle birlikte artık İslam Din Dersinin İslam’ın mezheplerinden birinin öğretimini yapmayacağını, aksine bu mezheplerin dayanağı olan İslam Dininin temellerini ve bu temeller doğrultusundaki yaşanışın ürünü olan din kültürünü öğreneceklerini düşünmektedir.” Yani Selefilikte olduğu gibi din dersleri Kur’ân ve Sünnet merkezli olacak ve mezhep sistematiği reddedilecektir. Sonra mezhep tarihçileri için de “mezhepler üstü”lük zamanın ruhu hâline getirilir. Artık yeni din öğretimi ve hatta İlahiyat disiplinlerinde “mezhepler üstü” bir yaklaşım öne çıkar. Aslında 80 askerî darbesi sonrası Cumhuriyetin kurucu aklında bulunan Hanefi-Matüridiliği daha da merkezîleştirmesi beklenir, değil mi? Tam aksine sözde mezhep çatışmasını önlemek adı altında Batıdan ithal “mezhepler üstü” bir yaklaşım benimsenir.
Öne sürülen Alevi-Sünni çatışmasının önlenmesi adına “mezhepler üstü” yaklaşımın savunulması makul mudur? Bu bana pek makul gelmiyor. Zira Osmanlıda Bektaşiler Hanefilikten uzak değillerdir. Bektaşi olan Yeniçeri ocağının sancağının adı Ebu Hanife sancağıdır. Anadolu’da da Alevilerin Ebu Hanife’ye karşı muhabbeti bilinmektedir. Cumhuriyet değerlerine bağlı olan Alevi vatandaşlarımızın özellikle Hanefi ve Matüridilik ile hiçbir meselesi olmamıştır. Çatışma daha çok sağ-sol siyasallaşması ve radikal-siyasi İslamcılığın aşırı yorumlarının bir sonucudur.
“Mezhepler üstü” yaklaşımı yalnızca din derslerini değil, İlahiyat Fakültelerindeki eğitimi de etkiler. İlahiyat Fakültelerinde de mezhepler üstü bir eğitim modeli öne çıkar. Öyle ki, ne fıkıh ne kelam ve ne de mezhepler tarihinde Hanefi-Matüridilik merkezî bir role sahip olmamıştır. İstanbul Darü’l-Fünun İlahiyat Fakültesi’nin ilk hocaları Hanefi-Matüridiliği merkeze alarak bir din öğretimi gerçekleştirirken, Türkiye’de fıkıh alanında ilk Hanefi usul kitabı 2018 yılında Prof. Dr. Yunus Apaydın tarafından yazılmıştır.
Şimdi asıl meseleye gelelim. “Mezhepler üstü” kavramı bu sefer FETÖ’nün Alevilik projesinde anahtar bir kavrama dönüşür. Nasıl mı? Sırayla gidelim.
Mezhepler Üstü Din Öğretimine FETÖ el atıyor!
Beyza Bilgin’in talebesi, doktora öğrencisi Osman Eğri 1994 Çorum İlahiyat Fakültesi’nde asistan olur. Rahmetli dekanımız Hasan Katipoğlu’nun şehadetiyle kendisi sınavda çok başarılı olmamıştır; ama birileri “Alevi bir ilahiyatçı Çorum’a lazım” diye referans olurlar. Kolunun altında Zaman gazetesiyle gelen Eğri’ye referans olanlar onun Gülen örgütüne mensup olup olmadığını bilmiyor olabilirler mi? Hiç sanmıyorum; o gün bilmeseler bile daha sonraki yıllarda şahsım tarafından yapılan tüm uyarılara kulak tıkadıklarını biliyoruz.
12 Mart 1995’te İstanbul Gazi Mahallesi’nde akşam saatlerinde Alevilere ait üç kahvehane, sayıları belirlenemeyen kişilerce taranır. Olayda bir Alevi dedesi ölür ve failler yakalanamaz. Akabinde bildiğimiz Gazi olayları başlar, sokağa çıkma yasağı ilan edilir.
24 Mart 1995’te DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit ile FETÖ lideri Gülen bir araya gelir. Gazi olayları ve Alevilerin sıkıntıları gündeme gelir.
14 Temmuz 1995’te Milliyet gazetesinde Ruşen Çakır, Gülen ile bir röportaj yapar; konu Aleviliktir. Gülen “Bütün Alevilerin ayaklarının altına başımı rahatlıkla koyabilirim”, “Ben de Aleviyim, annem de Alevi babam da Alevi” ve “Bir ferdin cami yapmak veya cemevi açmak için Başbakan’dan izin istemesi… Fevkalade manasızdır” diyerek Alevilere dönük operasyonun işaret fişeğini çakar. Mezhepler üstü eğitim modeli FETÖ’nün Alevilik açılımı için bir kaldıraç görevi görecektir.
Gülen’in Alevilik açılımının sebebi hikmeti 28 Şubat 1998’de ortaya çıkar! 28 Şubat tüm İslami cemaat ve grupları küçültürken, Gülen’e dokunulmaz. Aksine askerler dâhil birçok kesim tarafından korunup kollanır. Bu süreçte Osman Eğri’nin Aleviler ve askerler tarafından nasıl kollanıp gözetildiğini hayretle izlemiştim...
23 Mart 1998’de Abant Platformu “Din ve Laiklik 1” toplantısını yapar; toplantıda diyanetin mezhepler üstü kalmasının gerekliliği vurgulanır. Böylece mezhepler üstü yaklaşımın nasıl bir kaldıraç görevi göreceği anlaşılmış olur...
Cem Vakfının 1998 yılında düzenlediği “Din-Devlet İlişkileri ve Türkiye’de Din Hizmetlerinin Yapılanması” isimli Uluslararası Sempozyumda Beyza Bilgin yine mezhepler üstü öğretime vurgu yapar. 3 Kasım 2003 tarihinde DİB’nın düzenlediği Dinî Yayınlar Kongresinde Osman Eğri, Alevi klasiklerinin yayınlanması gerektiğini savunur.
2003’te Osman Eğri önce Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Merkezi’nin Çorum Şubesinin başına geçer, 2007’de ise Hitit Üniversitesine bağlanan merkezin müdürü olur. 2007 yılında Osman Eğri başkanlığında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından “Alevî-Bektâşî Klasikleri” yayınlanır.
Abant Platformu tarafından 17-18 Mart 2007 tarihleri arasında İstanbul’da “Tarihî, Kültürel, Folklorik ve Aktüel Boyutlarıyla Alevilik” konulu bir sempozyum toplanır. Toplantıda Mezhepler üstü din eğitimini savunanlar ile FETÖ’nün Alevilik Masası yan yana gelir. Burada devletin resmî bir mezhebi olmaması gerektiği, bir mezhebi öne çıkarmaması gerektiği tekrarlanır... 2010 yılında Başbakanlık, “Alevilik Çalıştayı” düzenler; ana vurgu devletin ve Diyanet’in mezhepçilik yapmaması ve Mezhepler üstü bir yaklaşımın öne çıkarılmasıdır. Artık adı “Hükûmetin Alevilik Açılımı”dır...
Daha sonra Osman Eğri rektör yardımcılığı görevine getirilir. Bu süreçte FETÖ’nün Alevilik Masası Başdirektörü Osman Eğri, Amerika dâhil, bilinen 13 Alevi dernek, vakıf kurar. Alevi klasiklerini çıkarır, resmî ve sivil tüm Alevi Çalıştayı ve Sempozyumlarının içinde başköşededir.
Bu, tesadüf olabilir mi?..
Şimdi sorum şu: Türkiye’de mezhepler üstü din eğitimi ile FETÖ’nün Alevilik operasyonunun adım adım birlikte yürümesi bir tesadüf olabilir mi? Hiç sanmıyorum.
Peki FETÖ neden bu iki projeyi birbirine eklemiştir? Cevap çok basit: Aslında bu sayede, birincisi; Aleviliğin içine sızarak onları kendi amaçları için kullanacak bir alan kazanmıştır. Bu sayede orduda ve yargıda kolayca hayatta kalmayı başarmıştır. İkincisi; Sünni merkezi boşaltarak kendi dinî anlayışına uygun bir din eğitimi alanı açmıştır. Çünkü Hanefi-Matürdiliğin ve Yesevi İrfanın öğretildiği bir iklimde FETÖ kolay tutunamazdı. Üçüncüsü ise dinî kurumların din eğitimini başaramaması FETÖ’ye olan ihtiyacı artırdı. İçini boşalttığı eğitimi dışarıda kendi verdi...
Diğer bir sorum da Alevilik Açılımı yapmak, Alevi vatandaşlarımızın devlet tarafından kucaklanması ve cemevlerinin yasal statüye kavuşması için Türkiye’de din öğretiminin mezhepsizlik üzerinden mi verilmesi gerekiyordu? Hiç sanmıyorum. Alevilerin bu haklı taleplerini karşılamak hatta din dersinde Aleviliğe yer vermek için mezhepler üstü bir öğretime ihtiyaç yoktu. Hatta Hanefi-Matüridi-Yesevi inancının merkeze alınması Anadolu’da Bektaşiliğin kökleri açısından daha anlamlı olacaktı. Gaziantepli Bektaşi Hamdi Baba’nın Ehl-i sünnetten olduğunu, mezhebinin de Ebu Hanife olduğunu belirten şu sözleri bu bağın küçük bir örneğidir:
“Fi’limiz şer-i Muhammed mesleğim râh-ı Ali Ehl-i sünnet milletinde mezhebim Ebû Hanîfe...”
Doğal olarak FETÖ aynı zamanda Aleviler ile Hanefilik arasındaki kadim bağları da yok etmiştir.
Sonuç; Osman Eğri 15 Temmuz günü yurt dışına kaçtı. Ama ona kefil olanlarla Türkiye’de mezhepler üstü din eğitimi devam ediyor. Mirası ve bıraktıkları ise her yerde hâlâ yaşamakta…
.....
(*) http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/hilmi-demir/600152.aspx.
.
Yanlış uygulamalara karşı Diyanet’e tavsiyeler
2 Haziran 2018 02:00
Dr. C. AHMET AKIŞIK
Tanzimat devrinde, özellikle Meşrutiyet’te ve Cumhuriyetin ilk yıllarında dinî kurumlar büyük sarsıntı geçirmişti. Bir yandan global İslam anlayışının temsilcileri, diğer yandan Cumhuriyeti kuran kadroların dine yaklaşımlarıyla İslam ve rükünleri, büyük değişikliğe uğramıştı. Cumhuriyet öncesi Ziya Gökalp’in hazırladığı “Türkçülüğün Esasları” kitabında din sahasında yapılacak değişiklikler ve reformlar, büyük ölçüde bir bir sayılıyordu.
Fizikî olarak büyük Türkiye toprakları Avrupalılarca işgal edilirken Osmanlının omurgasını teşkil eden İslam ve kurumlarının aynı şekilde kalması elbette düşünülemezdi. Öyle de oldu.
Zaman içinde bütün dinî kurum ve kuruluşlar, başta Diyanet İşleri Başkanlığı, imam hatip okulları, yüksek İslam enstitüleri ve Ankara’daki ilahiyat fakültesi, bugünkü ifadeyle tek tek formatlandı. Yeniden yapılandırıldı. Bu değişimde küresel din düzenleyicileri olan Paris, Mısır ve Pakistan aktivistleri aktif rol aldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütün müftülüklere gönderdiği ve vaazlarda esas alınmasını istediği ‘İlmihal’inde Selefiyye, bir Ehl-i sünnet/hak mezhep olarak gösterilmiştir. Bu kavram, 19. asrın sonlarında İbn Teymiyye ideolojisinin bir ürünü olarak anti-mezhepçiler tarafından kullanılmaya başlamıştır. Bu kavramın dünyaya yayılmasında Mısır ekolü çok etkili olmuştur. Bugün Orta Doğu’da terör gruplarının en etkili olanlarından biri de Selefiyyeler/Selefilerdir. Ancak bir de Selef/Selef-i salihin kavramı vardır ki, bunun Selefiyye ile bir alakası yoktur. Bu yüzden Selefiyye’nin itikaden sapık ve sapkın bir mezhep olduğu ilan edilmelidir.
İMANIN ŞARTLARININ 5’E İNDİRİLMESİ
Hüseyin Atay’ın “Kur’ân ve Hadis’de İman Esasları” ismindeki eseri, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır. Bu eserde kadere iman, inkâr edilmektedir. Hâlbuki bu görüş, Mutezile’nin görüşüdür. Mutezile ise Ehl-i Sünnet’in dışında bir mezheptir; ecdadımızın 1300-1400 yıl sahip olduğu İslam akaidine aykırı bir inanıştır. Selçuklu ve Osmanlının en mühim özelliği, Sünni Müslümanlığı temsil etmeleridir. Diğer bir ifadeyle Ehl-i Sünnet olmalarıdır. Ehl-i Sünnet’te de imanın şartları, itikat esaslarının temelini oluşturmaktadır. Kaderi inkâr gibi Mutezile inancının resmî kurumlar vasıtasıyla yayılmasındaki hedef, ülkemizde Müslüman halkımızın itikaden birliğini bozmak ve onu fikrî ayrılığa düşürmektir. Diğer bir tavsiye olarak imanın şartının altı olduğu, hutbe ve kitaplar yoluyla açıkça ilan edilmelidir.
İTİKADEN AYRIŞTIRMA
Mısır’daki dinde reformistlerden biri olan M. Reşid Rıza’nın “Muhaveratu’l-muslih ve’l-muqallid” kitabı, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” ismiyle ve H. Karaman’ın sadeleştirme ve notlarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nca basılmıştır. Hâlbuki eserin yazarı M. Reşid Rıza, çok şiddetli bir Selçuklu ve Osmanlı muarızıdır. O, “Muslih ve Mukallid” diyaloğu ile Ehl-i sünnet mezhep ve âlimlerini hedef alarak tenkit eden, Sünni mezhep ulemasını İslam’da ictihad yapmanın önünde en büyük engel gören biridir. Aynı zamanda Sünni fıkıh kitaplarının bid’at ve hurafelerle dolu olduğunu söyleyen, “Fiten ve Mehdi” ile ilgili hadisleri inkâr eden, mason olan üstadı C. Afganî’nin terörize fikirlerini FETÖ’de olduğu gibi dinde yenilik ve hoşgörü kalıpları içinde sunan, Türklere açıkça düşmanlık gösteren, küresel Oryantalizm emrinde itikaden ve amelen sapık bir ideolojinin temsilcisidir.
Milletimizi ayrıştırıcı bu ideolojinin, ne yazık ki, üniversitelerimizin ilahiyat ve İslami ilimler fakültelerinde bilimsel format çerçevesinde öğretimi yapılmaktadır. Âdeta 1400 senelik Sünni Müslümanlığa savaş ilan edilmiştir. Öyle ki ilmî literatürde kullanılan mezhep müçtehitlerinin unvanları dahi kullanılamaz hâle gelmiştir. Mesela H. Karaman’ın hiçbir eserinde başkasından nakil dışında “İmam-ı Azam” ifadesine rastlanmaz. Bu ideolojik tutum, bütün şer fikir ve akımların yurt içinde rahat bir şekilde yayılmasına ve gelişmesine zemin hazırlamıştır. Onun için FETÖ, 40 sene diyanet ve ilahiyat camiasında hiçbir takibe uğramamıştır. FETÖ’nün fikrî altyapısı ile Taliban, DEAŞ, Nusra ve Selefiyye’nin altyapıları temelde aynıdır. Diğer bir ifadeyle bunların hepsi, ‘Küresel Oryantalizm’in emrinde belli plan ve program çerçevesinde idare edilmektedir.
Müsteşrik kökenli bu sapık ideoloji, ülkemizin son devir ulemasından M. Zahid Kevseri, Şeyhulislam M. Sabri Efendi ve YİE Müdürü Ahmed Davutoğlu tarafından çok şiddetli bir şekilde tenkit edilmiş ve bu akımın bir İslam’ı değiştirme projesi olduğu beyan edilmiştir. Bu sebeple “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” gibi kitapların 1300-1400 yıllık Selçuklu ve Osmanlı İslam uygulamasına aykırı olduğu ve ecdadımızın temiz itikadını değiştirmeye yönelik olduğu ilan edilmelidir.
HADİSLERİ AYIKLAMA VE İNKÂR
İslâm’ı kendi fikir ve ideolojilerine alet edenler, akaid ve fıkıhta olduğu gibi, hadis ayıklamacılığı ve inkârcılığı da yapmaktadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bir teknik tabir olarak kullandıkları “haber-i ahad” kavramını müsteşriklerin safına geçerek İslam akaid sistemine karşı kullanabilmektedirler. Mehmet Görmez, Fiten’le (Peygamberimizden sonra olacak hadiseler) ilgili hadisleri, Buhari ve Müslim’de geçse de şaibeli bulmaktadır. Özellikle Diyanet Vakfı ve 29 Mayıs Üniversitesi çevresinde toplanan ve Afgani, Abduh ve R. Rıza ideolojisine sahip yüzlerce hadis münkiri, ilahiyatçı aynı görüştedir. Bunların bir kısmı felsefe ve edebiyat sahasında çalışmaktadır.
Bu yüzden Kur’ân-ı kerimden sonra hüküm istinbatında ikinci kaynak olan hadis; felsefeci, edebiyatçı, Şii meşrepli ve Müsteşrik fikirli ilahiyatçıların tasallut ve inkârından kurtarılmalı, gerekli tedbirler alınmalıdır. Bu konuda YÖK ve üniversiteler, üzerlerine düşen bilimsel sorumluluklarını yerine getirmelidirler.
İMSAK VAKTİNDE HATA
Namazın sahih ve makbul olması için vaktin bilinmesi, girmesi ve doğru hesaplanmış olması gerekir. Vakit, namazın şartlarındandır.
İmsak vakti, ‘Fecr-i Sadık’la başlar. Bu da doğuda beyazlığın ufuk üzerinde yayıldığı değil, ilk görüldüğü vakittir. O anda fecr yüksekliği, -19 derecedir. Sabah namazının vakti ve oruç da dört mezhebe göre, o vakitte başlar.
Osmanlıda ve Cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’a kadar (1983) vakit hesaplama uzmanları, sabah namazı vaktini, imsakten 18-20 dakika sonrasında göstermişlerdir. Bu uygulama, şu hadis-i şeriften kaynaklanmaktadır:
Enes ibn Mâlik, Zeyd ibn Sâbit’den (radıyallahü anh) rivayet ediyor:
Zeyd ibn Sabit anlatıyor: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile sahur yemeği yedik. Sonra Peygamber (sabah) namazına kalktı. Enes dedi ki: Ben de Zeyd’e:
-Sabah ezanı ile sahur arasında ne kadar zaman geçti? diye sordum.
Zeyd:
-Elli âyet (okuyacak) kadar, diye cevap verdi.
Bu hadis Buhari, Kitabu’s-savm, 1955.; Muslim, Kitabu’s-savm, 2606.; Tirmizi, Kitabu’s-savm, 704. ve diğer Hadis külliyatında bulunmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından Tecrid-i Sarih’de ilgili hadis açıklanırken bu (elli âyet okuyacak kadar) süre, 18 dakika olarak açıklanmıştır.
Şu anda Diyanet Takvimi’nde (1983 yılından beri) bu 18 dakika kaldırılmış, imsak vakti, sabah namazı vaktine çekilmiştir. Dolayısıyla ezan okunurken ağızında lokma olan nasıl hareket edecektir? Çünkü o andan itibaren oruca başlamış olması gerekiyordu. Uygulamada ezan okunduktan sonra dahi bir müddet yemeğe devam edenlerin olduğu bilinmektedir.
İşte bu tehlikeden dolayı vakit hesaplama uzmanları, söz konusu hadis-i şerifi dikkate alarak imsak ile sabah namazı arasına 18 dakikalık bir müddet koymuşlardır.
NAMAZ VAKİTLERİNE KİM MÜDAHALE ETTİ?
Geçtiğimiz ramazan aylarından birinde gazeteci Murat Bardakçı, bir programda Abdülaziz Bayırdır’ı konuk etmişti. A. Bayındır, bilinen bir simadır. İslam İlimleri alanında Selçuklu ve Osmanlı dâhil Sünni âlimler, ne söylüyorlarsa, âdeta tümüne karşı bir tavır sergiler. İslam’da Modernizm’in savunucusudur. Kendisi diyalogcudur. Mezheplere ve imamlarına hiç inanmaz, ‘Hadislerin çoğu uydurmadır’ der.
A. Bayındır, bu programda bizzat namaz vakitleri konusuyla ilgilendiğini, Diyanet ile birçok toplantılar yaptığını, imsak vaktinin sabah namazı vaktine çekilmesi konusunda başarılı olduğunu dile getirdi. Ancak bunun yeterli olmadığını, imsakin güneşin doğuşuna yaklaşık 30-40 dakika kalan bir zamana kadar çekilmesi lazım geldiğini söyledi. İşin çok enteresan yönü, A. Bayındır’ın, namaz vakitlerinin yanlış hesaplandığını açıklamasından sonra, Hayrettin Karaman, “Diyanet İşleri Başkanlığı, bu arkadaşı dinlemelidir” diyerek bir yazı kaleme almıştır. Diyanet, ikindi vaktinde 5-7 dakika ve yatsı vaktinde de 6-11 dakika arasında değişikliğe gitmiştir.
TEMKİN NEDİR?
Bir namazın “hakikî vakti” ile “şer’î vakti” arasındaki zaman farkına temkin zamanı denir. Temkin miktarı, her namaz vakti için yaklaşık aynıdır. Bir şehrin en yüksek mahalline mahsus olan temkin zamanı değiştirilemez.
İstanbul’daki râsıda yakın olan en yüksek yer, Çamlıca Tepesi olup, yüksekliği 267 metredir. Güneş’in batışında bu tepede son ışıkları kayboluncaya kadar geçen zaman, temkin vakti olup bunu hesapla bulunan “hakiki vakit”e ilave edince “şer’î vakit” bulunur. İstanbul için temkin miktarı, ortalama 10 dakika olarak belirlenmiştir. Her yerin temkin miktarı farklıdır. Yerleşim yerleri için temkin miktarlarını gösteren cetveller yapılmıştır.
Temkini kaldırınca fıkhî bakımdan ibadetler tehlikeye girer. İstanbul’da Kadıköy’de oturan bir Müslüman, hesaplara göre akşamda “hakiki vakit” girdiği hâlde Çamlıca Tepesi’nde güneş ışığı görünüyorsa, orucunu bozamaz. Hesapla elde edilen namaz vakitlerine bu temkin miktarları ilave edilerek takvimler hazırlanmaktadır.
Temkinlerle oynama, ibadetlerle oynama ile aynı anlama gelmektedir.
Ülkemizde şehirlerin temkinlerini, son Osmanlı vakit uzmanları hazırlayarak cetveller hâlinde ilan etmişlerdir.
Bu durumda temkin kavramı ile gelişigüzel kullanılan ihtiyat, aynı değildir. Çoğunlukla, bu iki ifade birbirine karıştırılmaktadır. “Temkin”, vakit hesaplamada kullanılan bir terimdir. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi takviminde imsak başta olmak üzere namaz vakitleriyle ilgili değerlerde acilen 1983 yılı öncesine dönmelidir...
.
Meal ile din tahribatı
8 Haziran 2018 02:00
Metin Aykutlu
985 senesinde Eynesil İmam Hatip Lisesine meslek dersleri öğretmeni olarak tayin olundum. Eynesil Giresun’un şirin bir ilçesidir. Fahri vaizlik da yaptığımdan halkı ile unutulmaz hatıralarımız oluştu. Birini mevzumuz ile alakası sebebi ile sizlerle paylaşıyorum…
Stajyer olarak vazifeye başladığımdan, bağlı olduğum bir rehber öğretmenim vardı. Meal yazma çalışması yapan heyecanlı birisi idi. İlçede alaka duyanlarla meal dersleri yapıyor, beni de dersine davet ediyordu. Davetine “Sizin tercihiniz mealden din öğrenip-öğreterek dine hizmet etmek. Benimkisi ise Müslümanlara ilmihal öğrenip-öğreterek hizmet etmektir. Beni mazur görün” diye cevaplardım. Cevabımı hazmedemedi.
Bir gün İblisin melek olmadığını cin olduğunu anlattığımda sınıfta ciddi bir itiraz oldu. İtirazlarının sebebini sorduğumda, “Tefsir dersinde İblis’in inkâra düşmeden önce melek olduğunu öğrendik. Bakara süresi 34. ayetinde böyle yazıyor” dediler. Öğreten rehber öğretmenimdi. Hâl böyle olunca karşı karşıya geldik. Bu ise bardağı taşıran son damla olmuştu. Rehber öğretmen, stajyerliğimin kaldırılmaması için çalışma başlatmış. Bu durum onaydan önce açığa çıkınca haddimi bildirmek için rehber öğretmenim meal dersine katılanlarla evinde bir toplantı ayarladı ve beni de davet etti. Aralarında ilahiyatçılar, müftülük görevlileri ve imam hatip hocaları da bulunuyordu. Orada rehber öğretmenim âdeta beni meslekten tart edeceklerini yüzüme haykırırcasına: “Artık yettin. Gelenek ve Emevi kültürü anlatımınla Kur’ân’a aykırı şeyler söylüyorsun. Mesela İblis’in kâfir olmadan önce melek olduğunu inkâr ederek öğrencilerin itikatlarını ifsat ediyorsun. Senin stajyerliğini kaldırmayacağız. Ancak seni tövbeye, iman ve nikâh tazelemeye davet ediyoruz” dediğinde mesele vuzuha kavuştu.
Meallerin yanıltması ile melek inancı bozulmuş bu tefsir dersi meslektaşım, meleklerin masum olduğu inancını inkâr ediyordu. Diğerleri de onu tasdik ediyorlardı. Onlara, “Gelenek ve Emevi kültürü anlatımı ithamı ile naklî ‘Ehl-i sünnet bilgilerini’ kastetmek bedbahtlık olarak yeter. Ben elhamdülillah Ehl-i sünnetim. İlmihal bilgilerini naklediyorum. Bundan da şeref duyuyorum. İblis meselesindeki ithamınızı size iade ediyor ve size soruyorum. Sizler Kur’ân-ı kerimin tamamına mı, yoksa bir kısmına mı inanıyorsunuz?” dediğimde hiddetle kükrediler. Onlara birer Kur’ân-ı kerim dağıttım. “Kehf süresi 50. ayet-i kerimeyi açar mısınız? İsteyeniniz istediği meale bakabilir” dedim. İblis’ten bahseden “ve kane minel cinni” kısmını sesli okumalarını istedim.
Dağıttığım meallerde de “İblis cin idi” diye yazıyordu. Meseleye vâkıf olanın yüzü kızarıp-bozardı. Bir müddet sessizlikten sonra oklar rehber öğretmenime dönmüştü. “Sen bizim itikadımızı bozdun. İman ve nikâh tazelemek asıl bize gerek” sesleri yükseldi. Bu hadiseden sonra rehber öğretmen tayin isteyip gitti. Meslekten ihracına ramak kalan benim ise; öğretmenliğim, hocalığım, vaizliğim tescil edilmiş oldu…
HHH
Mevzu ile alakalı âyeti kerimelerin mealini herkesin kolayca ulaşacağı Elmalılı Mealinden vereyim. Malum-u âlileriniz yurdumuzda senede 3 milyon civarında meal dağıtılıyor. Dağıtılan meallerin çoğu Elmalılı Meali oluyor. Mevzu bahis Bakara suresi 34. âyeti kerimenin orijinal meali: “Ve o vakit melâikeye ‘Âdem için secde edin’ dedik, derhal secde ettiler, ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten kâfirlerden idi.”
“Zaten (İblis) kâfirlerden idi” meali ne büyük hata! İlmihal kitabından melek inancını sağlam öğrenmeyen bir Müslüman Elmalılı’nın mealinden bu âyet mealini okursa; kuvvetle muhtemeldir ki İblis’in zaten kâfir olduğuna inanacak. Demek meleklerden kâfir olan da varmış diyecek. Allahü teâlâ kâfir olan İblis’e neden secdeyi emretti diye şaşacak. Çünkü kâfirden secde etmesi değil, iman etmesi istenir.
Elmalılı sadeleştirilmiş mealinde ise;
Ve o zaman meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
Sadeleştirenler “Zaten kâfirlerden idi” hatasını düzeltmişler. Sözde sadeleştirilerek düzeltilen mealini de okusa büyük ihtimalle; “İblis melekti, kâfir oldu” şeklinde inanarak melek inancını kaybedecek.
Yukarıdaki misallerden anlaşılacağı üzere, meal meselesi bu kadar ciddidir. İlmihal yerine meal vererek, kaş yapalım derken göz çıkarıldığının farkında olmayanların dine hizmeti vahim bir hâl almaktadır.
“Ve kane minel kâfirin” ibaresi İblis’in kibirlenip secde etmeyi kendine münasip görmemesi sebebi ile “kâfirlerden olduğunu” bildiriyor. Ancak “…ve kâfirlerden oldu” kısmı Muhammed Esed’in mealinde “hakkı inkâr edenlerden oldu”, E. Edib’in mealinde “nankörlük etti”, Yaşar Nuri Öztürk’ün mealinde “nankörlerden olmuştu” ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu’un mealinde ise “Allah’ı tanımaz oldu” şeklinde farklı farklı ifade ediliyor. Meallerde görülen bu kadar farklılık, aslında meallerin açmazıdır. Meal yazanların kafa karışıklığıdır. Zanlarını Allahü teâlânın kelamı olarak sunma bedbahtlığıdır...
İBLİS MELEKLERİN
HOCASI VE REİSİ İDİ
Nakli esas alan eserlerde İblis’in lanetlenmeden önce meleklerin hocası ve reisi olduğu ittifakla bildiriliyor. İmam-ı Salebi hazretlerinin, İbni Abbas hazretlerinden rivayet ettiğine göre; İblis, meleklerle beraber idi. Ateşten yaratılan cinler taifesinden idi. Melekler ise nurdan yaratıldı. İblis’in önceki adı “Azazil” idi. Cennetin bekçilerindendi. Meleklerden ilimde üstün idi. Bu hâli onu Allah’a isyana sürükledi. Allahü teâlâ da onu, rahmetinden uzaklaştırdı. (Camiul Ahkâm)
Yaşadığım hadise bir ilçenin dinî eğitim görmüş meslekleri din hizmeti olan insanların melek inancı gibi bir mevzuda mealle nasıl savrulduklarının ibretlik hikâyesidir. Hâlbuki murad-ı İlahiyi anlama gayreti ve hassasiyet ile yazılan naklî eserlerden öğrenilse idi, İblis’in melek değil cin olduğunda zerre kadar tereddüde mahal olamazdı.
Mealler çoğaldıkça, mealler ilmihallere tercih edilip mealden din öğrenip-öğretmeye kalkışıldıkça nice hatalar yapılıyor. Mesela; İbrahim aleyhisselâm babasının Taruh olduğu hakikati örtülüyor. Üvey babası Azer’in İbrahim aleyhisselâm babası olduğu yanlış inancı yaygınlaşıyor. Maalesef mealler peygamberlerin temiz neseplerine küfür isnadına vesile olmaktadır. Elbette meallerin sebep olduğu zarar inancın ifsadına sebep olmakla hudutlu kalmıyor. Cihat âyetlerini hayat prensibi edindiği iddiasıyla hareket ettiklerini zannedenlerin Müslümanların oluk oluk kanını akıtmalarına da şahit oluyoruz.
Meallerin zararlı olmasının baş sebebi nakli esas almayan, bidate bulaşmış, çelinmiş, sakim bir akıl ve bilişim cehaleti ile oluşan Kur’ân-ı kerim anladım zannıdır. Zannın “muradi İlahi” gibi sunulması İslam’ın ifsadına sebep oluyor. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Kur’ân-ı kerimden kendi aklı, düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir!” diye geçmektedir. Bu hadis-i şerifi İmam-ı Rabbanî hazretleri şöyle açıklıyor: “Yani kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile meşru yoldan çıkarmadığı için suç olur. Verdiği mana yanlış ise imanı gider.”
Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu, Diyanet İşleri Başkanı iken, 8 Ocak 1989 gün ve 01/924/008 sayılı açıklamasında “Sadece başkanlığımızca yayınlanmış olan Kur’ân-ı kerim mealinde değil diğer meallerde de, bazı hatalar bulunmaktadır” demişti.
Diyanet’in hazırladığı “Kur’ân-ı kerim ve Türkçe Anlamı” isimli tercümenin önsözünde deniyor ki: “Kur’ân-ı kerim, Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Kur’ân-ı kerimde muhtelif manalara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli manalarını bire indirmek olur ki, verilen tek mananın ‘murad-ı İlahi’ olduğu bilinemez. Dinde reformcuların, ‘Allah’ın muradı şudur’ demeleri cehaletlerini gösterir. Eğer murad-ı İlahi tek olarak anlaşılsaydı, birbirinden farklı mealler olmazdı. Mealcilerin amansız tartışmaları ve birbirlerinin meallerini hatalarla dolu olmakla ithamları bunun en bariz ispatıdır. Tartışılan meal gibi gözükse de aslında Allahü teâlâ olmaktadır. Sadece zararı bu olsa ürkütücü olmak için yeter sebeptir. “Dini öğrenmek için meal yeter” diyenlerin yazdıkları bunca din kitapları kendilerini yalanlıyor. “Mealim yeterli değil, yazdığım bu kitaplarımı okuyun” deme zavallılığıdır.
Kur’ân-ı kerimin tefsiri ve tevili ehli olan âlimler tarafından yapılır. Fakat kelime kelime tercümesi mümkün olmaz. Tercüme ile murad-ı İlahi anlaşılamaz. İslâmî ilimler; Kur’ân’ı Allahü teâlânın muradına uygun tarzda anlama çabasıdır. İslâm âlimlerinin nakli esas alan sayısı tahmin edilemeyen bunca kitapları hep kelam-ı İlahinin açıklamasıdır...
HHH
On dört asırdır, dinimizi meallerden öğrenme kültürümüz yok iken, son yıllarda niçin bu yola yönelindi, bunda maksat neydi?
Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, “Yeni Kur’ân Tercümesi” başlıklı yazıda, bu sorunun cevabı özetle şöyle veriliyor:
Kur’ân-ı kerimi tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden Zeki Megamiz isminde Arap asıllı bir Hristiyan’dır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti. Daha sonra Cihan Kütüphanesi (yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı.
Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayrimüslimlerin böyle bir çalışma yapması düşündürücü olsa gerektir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayrimüslimlere bırakırlar mıydı?
Âhir zaman, Ehl-i sünnet itikadını doğru öğrenip, iman hırsızlarına karşı imanı koruma zamanıdır. Başka şey çalınsa o kadar önemli olmaz; ama Allah korusun, imanı çalınan sonsuz olarak Cehenneme gider. İlmihalini bilmeyen, imanını koruyamaz.
İslam âlimleri buyuruyor ki: Lüzumlu bilgileri ilmihalden öğrenmemiz gerekir. Kur’ân-ı kerimin hakiki manasını anlamak, öğrenmek isteyen, din âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlak kitaplarından hazırladığı bir ilmihal okumalıdır. Böyle bir ilmihal, Kur’ân-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden alınmış demektir. Kur’ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların düşüncelerine ve maksatlarına esir edip, dinden ayrılmalarına sebep olur...
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’ân tercümelerinden değil, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Zira çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur
.
Sahte ilahların kökleri
9 Haziran 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
osmankemalkayra@gmail.com
İnsanlık, varlık sebebi olan insan olmanın yolunu, vahdet sırrını uzun yıllar kabul etmeyerek dalalet batağında yaşarken, kendilerine tevhit sırlarını veren nebi ve resulleri de hep reddettiler.
Vahye karşı direnen insanlık, aklın değil nefsin tuzağında en şerefli varlığı en sefil yaratık hâline getirdiler. Tarihin karanlık devrelerinde trajikomik oyunun figüranları olurken bu sefil tiyatro sahneleri için çok kan döktüler. Hiçbir akli ve mantıki yakınlığı olmayan ibadet şekilleriyle, tarihe kara lekeler olarak iz bıraktılar. Haber verilen ve var olan hakikati görmezden gelerek, vehmettikleri hayal ürünü olan “sanal tanrılar”ın baskısında insanlıktan çıkarak yaşayan ve sadece varlıklarıyla var olan bu insanlar, vahşetin de sembolü oldular.
Tanrılarının kendilerine emrettiklerini vehmeden bu insanlar, hukuksuzluğun ve adaletsizliğin de çağ açılımını gerçekleştirdiler.
Tam bir kaos olan çok tanrıcılığın batağında, tepelerindeki mevhum derebeyi tanrı ve tanrıça çetelerinin aile saadetlerine kendilerini kurban ettiler. Tanrı ve tanrıçalar evlenip çoğaldılar(!); junior oğul tanrı ve kız tanrıçalar ailecek hükümranlılarıyla dünyayı kararttılar.
Basit klanlardan büyük şehir devletlerine, imparatorluklara kadar gelişen çok tanrıcılık sadece biraz mahiyet değiştirerek nüfus ve nüfuzunu artırarak sürdürdü.
Düşüncenin ve antik sanatın merkezleri Yunan ve Roma’da; mistik medeniyetlerin merkezleri Mısır, Mezopotamya, Japon, Hint ve Çin’de de medeniyet kavramı batıl inanışlara ve bu sistemlere kurban edilen vasıfsız insan topluluklarına dayanıyordu.
İnsanın değeri tanrılarla ve tanrıçalarla bağlantıları olan soyluların yakınında olmak ve onlara köle olmaktan geçiyordu. İnsanlar, soylular ve tanrılar adına arenalarda birbirlerine veya aslanlara boğazlatılırken tanrılarını ve tabii ki kendilerini de tatmin ediyorlardı.
İnsana insan olduğu için değer veren, üstünlüğü mevki, makam, ırk ve diğer şeylerde değil sadece takvada gören İslamiyeti geç idrak eden insanlık neler kaybetti neler…
Köle Bilâl’i (Allah ondan razı olsun) müezzinliğine nasbeden Efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” köle oğlu Usâme’yi (Allah ondan razı olsun) 18 yaşında komutan tayin ederken; “Ey Usâme! Belka sınırına babanın şehit edildiği yere, Gazze’nin yakınındaki Darum Kalesi’ne kadar Allah’ın bereketiyle git, bu ordunun başkomutanı sensin” der. “Ey insanlar Usâme’nin kumandanlığına karşı çıkıyorsunuz. Siz bundan evvel onun babası Zeyd’in kumandanlığına da karşı çıkmıştınız!..” Sonra da “Ey Eshabım, Usâme’nin babası Zeyd benim yanımda nasıl sevgili ve kumandanlığa layıksa Usâme de komutanlığa öyle layıktır; benim yanımda da insanların en sevgililerindendir” buyurur...
İşte insana verilen değer. Ne deri rengi ne de sosyal tabaka ayrıcalığı.
Bu hareketiyle Efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” bütün batıl teorileri de ters yüz ediyordu.
Ne yazık ki hâlâ beyaz ırk safsatası ile siyah ırkı kadim köle kıdemlisi gibi gören bugünkü kapitalizm dininin maskeli dindarları, kurdukları sermaye imparatorluklarında azatsız köleleri “Kunta Kinte”leri hâlâ ikinci sınıf insan gibi bile görmüyorlar. Hiç değer verilmeyen, ezilen, işkence gören insanları kölelikten Sahâbeliğe yani üstün insan düzeyine çıkaran yüce dine dahil olamayan siyahî topluluklar, batıl dinlerinde hâlâ azatsız köle olmanın rehavetini ve ezikliğini yaşamaya devam ediyorlar.
İnsanlar gerçeği kabullenmede maalesef çok geç kalıyorlar. Bir tanrının gazabı yetmezmiş gibi bir sürü tanrı ve tanrıçanın hışmına uğrarken çetin tabiat şartlarıyla savaşan bu barbar kavimlerin sanal tanrılara kuralsız, kayıtsız şartsız biatleri ne kadar düşündürücüdür!..
Şimdi antik medeniyetin, sanat ve edebiyatın temsilcileri olan filozof torunları kavimlerin tanrı ve tanrıçalarına bir göz atalım...
Eski Yunan’da hemen her kavramın bir tanrı veya tanrıçası vardır:
Mesela “Limos” Açlık Tanrıçasıdır. Görevi nedir. Açlık çekenlere moral mi verir, yardım mı eder, yoksa açlara rızık mı verir!?.
“Semele”, Ahiret Tanrıçasıdır. Ahirette insanları hesaba mı çeker, ahreti mi tanzim eder!
“Momos”, Alay ve Hiciv Tanrıçasıdır. Kim kiminle alay eder; kim kimi hicveder; buna Momos karar mı yoksa izin mi verir!
Yüce Rabbimiz Kitâb-ı hakîmin 104. Sûre-i celîlesi olan el-Hümeze’de, arkadan çekiştirmeyi, yüz göz işaretleriyle insanları taklit etmeyi yasaklarken Momos ne yapar acaba!?
“Uranus”, Gök Tanrısıdır. Gökyüzüne kim hâkimdir. Gökyüzü kimlerden sorulur. Bu Gökyüzü Tanrısı Türklerin ve Moğolların Gök Tengrisi gibi tek otorite de değildir.
“Fraude”, Hile Tanrıçasıdır. O, neye ve kime karşı ne gibi hileleri savunur?
“Pitho”, Kandırma Tanrıçasıdır. Kimin kandırılacağına Pitho mu karar verir?
“Thyke”, Tesadüf Tanrıçasıdır. Neyin tesadüfü! Hilkatte tesadüf olur mu? Allahü teâlânın tevfiki olmadan şu kâinatta yaprak kımıldar mı?..
“Furina”, Hırsızlık Tanrısıdır. Yolsuzluk ve hırsızlığa “ilâhi” bir kılıf!
“Hybris”, Hayâsızlık Tanrısıdır. Şanlı Peygamberimizin “imandan” saydığı hayayı, Hybris meşrulaştırmış görünüyor.
“Hemaphrodito”, Çift Cinsiyetli Tanrısal Yaratık! Çift cinsiyeti meşrulaştıran bu yaratık hiç de yalnız değildir. MÖ 612’de Lesbos yani Midilli’de yaşayan “sevici” kadın şair Sapho’nun vatanı olan bu adanın isminden türeyen sapık akım lezbiyenliktir. Bu sapık akım zamanımızda da hâlâ yaşıyor.
Yunan’ın büyük filozofu Eflatun (Platon) da Sapho’yu çok beğenir. Helenistik dönemin zafer meydanlarına heykelleri dikilmiş ve çağdaşları arasında “Dâhi Kadın” olarak adlandırılan Sapho için Eflatun, ona “ilham perisi” demiştir. Sevgi ve aşk erotizmi üzerine görüşlerini dile getirirken şiirlerinde kadın ve kadın sevgisini anlatan Sapho ile Türkçeye “Şölen” olarak çevrilen Platon’un diyaloglarından oluşan “Symposion” eserinde sevgi ve aşk kavramına özellikle de erkek sevgisine odaklanan diyaloglarıyla karşımıza çıkan Platon arasında bir ortak nokta vardır: Eş cinsellik...
Platon sorar: Yaşlı bir adamın genç bir adam için duyduğu aşk (Eros), genç bir adamın yaşlı olan için duyduğu aşktan farklı mıdır?
Cevap verdi: Hayır, duygular farklıdır ama süreç aynıdır. (Cowan, 2003:25 )
Platon eş cinselliği tanrısal yaklaşımlarla güncelleştirir. Şöyle söyler:
Genç erkek güzeldir; çünkü tanrısal güzelliği paylaşır ve bu güzelliği ona bir ayna gibi geri yansıtan yaşlı erkekte toplanır. Böylece yaşlı erkek ve genç olanı birlikte güzelliğin ideal biçiminin var olduğu yola hizmet ederler. (Cowan, 2003:25)
Görüldüğü gibi Antik Yunan’da tanrıların onayı ve üstün filozofların nefsanî akl-ı sakimleri ile eşcinsellik dinî ve bedii bir boyut da kazanmıştır.
Her türlü sapkınlığa bir kılıf bulan Antik Yunan’da tanrı ve tanrıçalar genelde birbirleriyle de savaş hâlindedir ve heyhat ki onlara tapan bu zavallı Helenlere de yol göstereceklerdir. Az değil 35 tanrı ve 37 tanrıça… Tanrılar otoriteleriyle, tanrıçalar da hile ve desiseleriyle onlara tapanlara ne kadar da yardımcı olmuşlardır!?
HHH
Butlan batağındaki bir diğer büyük devlet “Hukuk Devleti” Roma’ya da bir bakalım: 22 tanrı ve 14 tanrıçanın caizeleriyle gücünü ve iradesini Roma imparatorlarına devreden bu sanal varlıklar adına, arenalarda tanrılar ve imparatorlar için gladyatörler birbirlerini boğazlarken tanrıların ve imparatorların tatmin sınırlarını zorlayan sadizm, İsa “aleyhisselâma” inanan müminleri de aslanlara parçalattırmaktan çekinmemiştir. Bugün hâlâ adlarını unutamadığımız Zafer Tanrıçası Bellona, kurallarımıza ambargo koyan Disiplin Tanrıçası Disciplina ve puan puan para topladığımız Eventus Bonus (İyi akşamlar) tanrıları gibi…
Yıllardır İslam ülkelerine zorla kabul ettirilmeye çalışılan Batı işte budur.
İnsana dayalı, insanı esas alan, insandan kıymetli hiçbir varlık tanımayan kapılarında ve duvarlarında “Ya hazret-i insan” yazan tek medeniyettir İslam…
Şair Şeyh Gâlib’in söylediği gibi:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.
Yani ey insan kendine iyi bak. Sen bu âlemin özüsün, kâinatın göz bebeği olan varlıksın.
Başka söze ne hacet.
Bu dalalet batağının nerelere vardığını anlatabilmek amacıyla bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
Sünni Dünya’ neden birlik değil?
15 Haziran 2018 02:00
Prof. Dr. Hilmi DEMİR
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
hilmidemir69@gmail.com
Sünni dediğimiz coğrafya tek, homojen bir yapıya sahip değil. Bir Şii Sünni çatışmasından bahsedilse bile Sünnilerin böyle bir gücü ve temsil kabiliyeti olduğunu söylemek oldukça zor. Bu durumu Suriye özel temsilcisi danışmanı ve Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Bilim Danışmanı Prof. Dr. Vitaliy Naumkin de açıkça ifade etti. Düzenlenen “Primakov Okumaları” uluslararası forumunda, “Orta Doğu’da yeni büyük oyun” isimli bir panelde konuşan Prof. Dr. Vitaliy Naumkin, Sünni dünyaya ilişkin oldukça ilginç sözler sarf etti.
Naumkin şu tespitlerde bulundu: “Orta Doğu toplumu derin olarak bölünmüş bir toplumdur. Ve şimdi Orta Doğu’da herkesin herkesle mücadele ettiği bir ortam söz konusu… Bazıları, Orta Doğu’da bir Sünni kampının olduğunu iddia ediyor. Ben buna katılmıyorum, Sünni kampı diye bir şey yok. Sünniler birlikte herhangi genel bir tehdide karşı durmuyor. Aslında Sünnilerle Sünniler arasındaki çelişki sayısı, Sünnilerle Şiiler arasındaki anlaşmazlıkların sayısından çok daha fazla. Mesela, birçok ülkede baskın gücü olan ‘Müslüman Kardeşler’ meselesini ele alalım. Türkiye ve Katar gibi ülkeler onları desteklerken, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler bunları terör örgütü olarak değerlendiriyor. Ya da Katar krizine bakın...”
Prof. Dr. Vitaliy Naumkin’i neden bu kadar önemsediğimi sorabilirsiniz? Birincisi Rus akademisinin Orta Doğu’daki tecrübesi ve bilgisi Batı ile yarışacak kadar güçlü ve derindir. Bu yüzden bu değerlendirmelerin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. İkincisi de Rusya Bilimler Akademisi’nin üyesi olan, birçok devlet nişanı bulunan Naumkin, bugün Orta Doğu üzerine dünyadaki sayılı uzmanlardan biridir. Rusya Devlet Başkanı Putin ona çok değer veriyor ve sayıyor. Ayrıca Putin’in şu anda Orta Doğu politikalarındaki özel temsilcisi olarak görev yapan Dışişleri Bakan Yardımcısı Mikhail Bogdanov’un da hocasıdır. Kendisi aynı zamanda doktorasını İmam Gazali üzerine yapmış ve onun “İhya-u Ulumi’d-Din” adlı eserini de Rusçaya çevirmiş bir İslam uzmanıdır.
Naumkin’in dediği gibi coğrafi olarak Sünni bir dünyadan bahsetsek de, siyasi ve kültürel olarak bir dünyadan bahsetmemizin imkânsız olduğunu hepimiz biliyoruz. Ortak olarak oruca başlayamadığımız muhtemelen de siz bu yazıyı okurken aynı gün bayram yapamadığımız bir dünya var karşımızda. Sınırları Asya’dan Afrika’ya ve Kafkaslardan Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafya Sünni olarak tanımlanıyor.
Yaklaşık 1.6 milyar Müslümanın %90’ı harita üzerinde Sünni olarak gösteriliyor. Fakat %10’luk Şiilik kadar ortak bir “dünya” kurmaları mümkün değil. Şiilik içinde de farklar bulunsa bile kendi dünyasında genel bir homojenlik sağlamayı başarmış durumdadır. Elbette bunda İran devriminin ve velayet-i fakih görüşünün etkisi göz ardı edilemez. Buna rağmen son zamanlarda Irak seçimlerinde yaşananlar bu çatının içindeki derin ayrımlara işaret etmiyor değil. Irak’ta en büyük Şii tabana sahip Mukteda es-Sadr’ın desteklediği, Sairun Koalisyonu, 12 Mayıs’ta yapılan genel seçimlerde, 329 sandalyeli meclise 54 milletvekili göndermeyi başardı. Seçimlere yönelik Türkmenlerin çok ciddi itirazlarının bulunduğunu da unutmayalım.
Tüm bunlara rağmen Şiiliğin Sünnilik karşısında daha merkezîleşmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Son olarak Suriye meselesinde gördük ki, sahada da irili ufaklı birçok Sünni grup ortak bir mücadele göstermeyi başaramadı. Birçok kez çatı örgüt kurulmaya kalkışıldı ama sonunda hepsi dağıldı. Öyle ki sahada birbiriyle savaşmayan, birbirini tekfir etmeyen Sünni örgüt kalmadı gibi. Maalesef Naumkin’in dediği gibi bu yalnızca Suriye meselesinde değil, Müslüman dünyanın tüm meselelerinde de böyle.
Sünni kimlik nasıl inşa edilmişti?
Sünniliğin ne kilise gibi ruhani otoriteyi kuracak dinî bir kurumu ne Şiilik gibi ruhani ve siyasi otoriteyi kendinde toplayan merc-i taklidi ne de Humeyni’nin kurduğu merc-i taklidin de üstünde Velayet-i Fakih gibi dinî otoritesi bulunur. Aslında geleneksel Sünni dünya pratikte oldukça çoğulcu bir topluluk olmuştur. Sünni dünya içindeki bu farklılıklar ve çoğulcu yapılar geçmişte nasıl ortak bir kimlik inşa etmiştir? Bunu sadece Osmanlı gibi güçlü bir siyasi güce bağlamak doğrumu mudur? Öncelikle kime Sünni denildiğiyle işe başlayalım isterseniz. Hilafetin Hazreti Ali’ye nasla/vahiyle verilmediğine inanan ama bununla birlikte Ehl-i Sünnet denilen ortak inanç ilkelerini paylaşan Müslümanlar bu Sünni şemsiyenin altında tanımlanır. Sünnilik bu açıdan şemsiye bir kavram olarak karşımıza çıkar.
Sünni kimliği kuran temel ilkeleri Ehl-i Sünnet inancının da temel ilkeleridir. Bu kimlik Müslüman toplumlara akaid denilen çok kısa hatta bazen manzum eserlerle öğretilir. İslam dünyasında akaid metinlerinin oluşumu aslında Ebu Hanife’nin “Fıkhu’l-Ekber”, “el Vasiyye”, “el Alim ve’l-Müteallim” gibi eserleriyle başlar. Daha sonra da Eş’arilik ve Matüridiliğin oluşmasıyla birlikte büyük oranda inanç alanında ortak bir konsensüs meydana gelir. Yaklaşık dokuzuncu yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Sünni coğrafyada her yazma kütüphanede karşımıza çıkacak akaid ile ilgili eserler Ebu Hanife ile başlayan kurucu ilkelerde icma hâlindedir. Kanaatimce hepsi değerli olmakla birlikte bu kurucu ilkelerden üçü Sünni barışın da anahtarı olmuştur. Bu ilkeler şunlardır:
Allah’ı ve Allah katından gelen şeyleri kalp ve lisanla tasdik eden kimse, Allah katında ve insanlar yanında mü’mindir.
Bil ki; ben ehl-i kıblenin mümin olduğunu söylüyorum, farzlardan herhangi birini terk etmelerinden dolayı onları imandan çıkmış saymıyorum.
Tenzili inkâr etmedikçe te’vilin inkârı küfür sayılmaz.
Ehl-i Sünnet çatısını oluşturan Eş’arilik ve Matüridilik bu ana ilkelerini merkeze alarak İslam kültür ve milletinin yönünü tayin ettiler. İslam milletinin kurucu metni olan birçok akaid metni kaleme alındı. Matüridilerden Ömer Nesefi, Hakîm es-Semerkandî, Osman el-Ûşî, Tahavi ve Eş’ariler arasında da Cüveynî, İmam Gazâlî, Îcî ve Tâceddin es-Sübkî gibi. Bu metinlerin her çağda onlarca açıklaması yapıldı ve bu üç ilkede ortak bir dünya inşa edildi. Bu ilkeler bu gün İslam Dünyası diye bahsedilen ortak bir kültür dünyasının, meydana getirilen kurumların, ilim hayatının kurucu ilkeleri oldular.
Selçuklulardan Osmanlılara Sünnilik, Harici tekfirciliğe karşı çoğu kez aşılı oldu. İtikadi birlik ve inşa edilen zihin dünyasında Müslüman olduğunu beyan eden kimseyi koruma altına aldı. Meşhur Hanefi Fakih İbn Nüceym’in ifade ettiği gibi: “Sözünü yorumlama imkânı olduğu sürece ya da o sözün küfrü gerektirmeyeceğine dair zayıf bir rivayete dayalı bile olsa bir ihtilaf varsa, bir Müslümanın tekfirine fetva verilmemelidir. Bu duruma göre fetva kitaplarında zikredilen birçok hususla tekfir konusunda fetva verilmemesi gerekir. Ben bunların hiç biriyle fetva vermeme hususunda kendi kendime söz verdim.”
Sünni dünyanın yıkılışı
Osmanlıya karşı isyan eden Vehhabi-Selefilik Sünni dünyanın tarihin gerisinde bıraktığı Harici tekfirciliği yeniden hortlattı. İbn Abidîn “Reddü’l-Muhtar” adlı eserinde Vehhabileri tanımlarken ne kadar haklı olduğunu bir kez daha anlıyoruz: “Vehhabilik, Necd çöllerinde meydana çıkıp Harameyn’i almışlardır. İbâdetlerinin Hanbeli mezhebine göre olduğunu söylüyorlar. Fakat kendilerinin Müslüman olduğuna inanıp, kendilerine muhâlif olanların müşrik olduğuna inanmaktadırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mübah görürler.”
Küfür ve şirki bir inanç olarak gören ve amellerdeki benzerlik ve eksiklikten dolayı bir Müslümanı tekfir etmeyen Sünniliğe ve Osmanlıya karşı çektikleri tekfir ateşi sönmeden yaşamaya devam ediyor.
Sünni gelenek ve formlar, Sünni dünyada Vehhabilikle başlayan ve daha sonra başka ‘’İslamcı’’ hareketlerle temsil edilen köklere dönüş veya Asr-ı saadete dönüş mitosuyla yerle bir edildi. Sünni dünyanın eğitim kurumları yerini mezhepler üstü din öğretimine ve Selefiliğe terk etti. İslam dünyasında Mekke’den Kahire’ye, İstanbul’dan İslamabad’a kadar artık eğitim kurumlarında Sünniliğin kurucu metinleri ve akaid prensipleri değil, Siyasal ideolojilerle melezleşmiş yeni inanç metinleri okutuluyor.
Ehl-i Sünnetin yerine ikame edilen yeni inançlar, fırkalar, radikal selefî akımlar siyasi hesaplaşmalarını din ve Allah adına görmeye başladılar. Kendilerinden olmayanı Müslüman görmeyerek, tekfir ederek canlarına, namuslarına ve mallarına tasallut etmek için bahaneler uyduruyorlar. Suriye maalesef uyuyan Haricîliğin yeniden uyanmasını sağladı. İslam milleti üstünde bir hayalet gibi dolaşan bu Harici zihniyet kendinden olmayanı Müslüman görmeyerek büyük bir iç çatışmanın fitilini ateşledi. Siyasetin ve karşılaştığımız her çatışmanın dilini din diline çevirerek dinî alanı da yozlaştırıyoruz. Dinî alandaki tekfirci dil gençlerimizi ve geleceğimizi kaybetmemize yol açıyor. Kâbe’nin etrafını saran beton, ruhlarımızı esir alıyor.
Ehl-i Sünnetin bizi millet yapan dokunuşlarına yeniden ihtiyacımız var. Umarım bu bayram Ehl-i Sünnetin kurucu ilkelerini yeniden hatırlamaya ve mazlum milletlere çare olmamıza vesile olur. Yüce Allah oruçlarınızı ve ibadetlerinizi kabul etsin, sağlık ve afiyet içinde sevdiklerinizle güzel bir bayram geçirmenizi dilerim. Duayla kalın...
.
İslâm’ı bitirme projesi... Kur’ân’da tarihsellik ve Fazlurrahman
16 Haziran 2018 02:00
Dr. C. AHMET AKIŞIK
Son yıllarda dinî münzaralarda adından sıkça söz edilen bir isim var:
Fazlurrahman...
Peki, kimdir bu isim?
Fazlurrahman, 1919’da Pakistan’da doğdu. Medrese tahsiliyle birlikte Batı kökenli eğitim de aldı. On yaşında iken Kur’ân’ı ezberledi.
1940’ta Pencap Üniversitesi’nin Arapça bölümünden mezun olduktan sonra lisans üstü eğitime başladı.1942’de yüksek lisansını tamamladıktan sonra aynı üniversiteye araştırma görevlisi olarak girdi. Başladığı doktora çalışmasını 1946’da gittiği İngiltere’de sürdürdü ve Oxford Üniversitesi’nde felsefe dalında İbn Sînâ’nın “en-Necât” adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. Grekçe, Latince, Fransızca ve Almancayı öğrendi.
Böylece Oryantalistlerin (Müsteşriklerin) bir tuzağı olan “İslâm Felsefesi” alanına girmiş oldu.
İşte Fazlurrahman’ın esas hayat hikâyesi bundan sonra başlamaktadır. Oryantalist hocası Simon Van den Bergh’in direktifleri doğrultusunda çalışıyordu. İbn Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün eserleri ve bazı kavramlar üzerinde yoğunlaştı. Kur’ân, şeriat, peygamber, vahiy gibi İslâm’ın mefhumlarla ilgili inancı ve algısı değişmeye başladı. Zira “İslâm Filozofu” olarak ileri sürülen bu kişlerin eserlerinde vahiy, Kur’ân ve peygamberlik, hiç de medrese eğitiminde öğrendiği gibi değildi.
İbn Sîna ve Farâbî tesiri
Doktora tezi gereği başta İbn Sîna olmak üzere İslâm’da felsefe yapanların eserlerinde İslâm algısının çok farklı olduğunu gördü.
Şöyle ki: İbn Sîna, vahyi, hiçbir zaman Cebrâil ile konuşma şeklinde düşünmüyordu. Onu “kudsî kuvve” dediği kazanılmış akla mahsus en yüksek bir sezgi olarak görüyordu. Buna göre vahiy ve ilham, bir nevi parapsikolojik ve metapsişik bir hadisedir.
Aynı şekilde peygamberleri, Yüce Allah’tan vahiy alan değil de son derece hassasiyetleri olan, başkalarının idrak edemeyecekleri çok ince ilişkileri kavrayan ve hadiseleri önceden gören kişiler olarak düşünüyordu.
Cennet ve cehennem hakkındaki görüşü ise şöyleydi: Cennet, aklî âlem; cehennem, hayal âlemi ve kabir hayatı da his âlemi’dir…
Müddessir sûresinin “üzerinde ondokuz (muhafız melek) vardır” diye geçen 30 âyetini, hayvanî nefis ile açıklıyordu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).
Farâbî de maddeyi ezelî/kadîm olarak kabul ediyordu.
Farâbî'ye göre dinin sembolik bir özelliği vardır. Bütün semavî dinlerde önemli bir kavram olan peygamberliği, aklın “kutsî kuvve” derecesine yükselmesinden hasıl olmuş ve kazanılmış bir meleke şeklinde açıklıyordu.
Yine Farâbî, “Kur'ân'daki cennet, cehennem gibi kavramlar, sembollerden ibarettir. Peygamber, metafizik ve nazarî hikmeti bilmez, fakat sezgi kuvveti ile pratik hikmete sahiptir. Halbuki olgun bir filozof, peygamberden üstündür. Çünkü nazar, amelden ve ilim, ahlâktan üstündür” diyordu.
Farâbî, Kur'ân'ı aklîleştirebilmek için, arş, kürsî levh, kalem gibi birçok kavramı, kendi aklî sistemine göre şeriât dışı tevil ediyordu. Aynı fâsit tevilleri, cesetlerin haşri ve âhiret meselelerinde de uyguluyodu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).
İbn Rüşd’e gelince, o da İbn Sîna ve Farâbî’nin yolundaydı. Hatta felsefecilerin 3 konuda küfre, 17 konuda dalâlete/sapıklığa düştüklerini delilleriyle açıklayan İmam-ı Gazali’ye (Tehâfütü’l-felâsife eserine) reddiye yazmıştı.
Fazlurrahman, aşk ve şevk ile kendisine mütefekkir ve aydın olarak tanıtılan bu kişiler üzerinde araştırma yapıyordu. İbn Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün İslâm şeriatine aykırı olan fikirleri ile hocası müsteşrik Van den Bergh’in direktifleri bire bir uyuşuyordu. Belki o yaşlarda bu sapık fikirlerin dünya ölçeğinde İslâm’a ve Kur’ân’a kurulmuş bir tuzak olduğunun farkında değildi. İslâm’a hizmet düşüncesinde idi. Belki o yaşlarda zehrin, şeker kaplı şekilde sunulabileceğini hiç aklına getirmiyodu. Fakat memleketinden ve ezanların okunduğu bir muhitten artık çok uzaklardaydı. Kilise çanlarının çaldığı, yüce Allah’a "oğul" isnat edildiği ve İslâm’ın imha planlarının yapıldığı bir toplulukta, hatta farkına varamadığı meş’um bir projenin içinde yer alıyordu.
Sene 1949… Fazlurrahman, müsteşrik hocasının refakatinde doktorasını tamamlamıştı. Bu arada diğer bazı oryantalist hocaları yakından görmüş, onlarla konuşmuş ve eserlerini de tanımıştı.
Oryantalistlerin İslâm algısı
Ders aldığı, tanıştığı ve eserlerini iştiyakla okuduğu bu hocalar ve çevresi, Farâbî, İbn Rüşd ve üzerinde çalıştığı İbn Sîna gibi düşünüyorlardı. Kendi kendine şöyle bir değerlendirme yapıyordu. Demek ki, Doğu’da ve Batı’da İslâm, Kur’ân ve peygamberlik algısı, hiç de Medreselerde öğretildiği gibi değildi. Senelerce, yüzyıllarca İslâm yanlış tanıtılmıştı. O ana kadar gelen yüz binlerce İslâm âlimi, İslâm’ı ve Kur’ân’ı doğru anlayamamıştı!..
İşte Fazlurrahman giderek bu kanaate sahip oluyordu. Hatta üniversite çevresinin İslâm’ı ve rukünlerini şöyle tanımladıklarını görüyordu:
- İslâm, gerçek anlamda bir din değildir.
- İslâm’ı tebliğ eden kişi, insan tabiatını bilen, toplumu yönlendirme kabiliyetine sahip, son derece hassas ve zekidir.
- Kur’ân, Tevrat ve İncil örnek alınarak hazırlanmıştır.
- Vahiy, bir istigrak hâlidir, bu parapsikolojinin konusudur.
Oryantalistlerin İslâm’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a bakış açısı, bu çerçevededir. Dolayısıyla Fazlurrahman ve bağlıları, ortaya konulan bu oryantalist inanç sistemi doğrultusunda ve İbn Sîna tarzı felsefeleşen İslâm algısı çerçevesinde eğitim almış ve yetiştirilmişlerdir. Buna göre Fazlurrahman ve bağlılarının Kur’ân’da tarihsellik tezi, bir nevi Doğu-Batı sentezinden oluşmaktadır. Bu sentezde Yüce Allah’ın peygamberine tebliğ ettiği Kur’ân’ı ve vahye dayalı İslâm’ı görmek mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle İslâm dini, müctehid İslâm âlimlerin belirlediği temel esaslardan uzaklaştırılmış, vahiy, peygamberlik ve Kur’ân gibi rukünler beşerileştirilmiştir. İslâm, âdeta ruhu alınan bir iskelet hâline dönüştürülmüştür.
Kur’ân’da tarihsellik
İşte Kur’ân’da Tarihsellik, böyle bir İslâm anlayışının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur’ân’da Tarihsellik ile ilgili düşünce ve iddialar ve bunlara müctehid İslâm âlimlerinin tefsir, akâid ve fıkıh sahalarında ortaya koydukları esaslar çerçevesinde verilen cevaplar, şu başlıklar altında ele alınabilir:
1. Batı’da Kutsal kitapları yorumlamak için tarihselci yöntem kullanılmıştır. Bütün Orta Çağ boyunca kilise, kutsal kitapların anlaşılmasında bir hakimiyet ve üstünlüğe sahipti. Kilisenin bu totaliter anlayışını kırmak ve kutsal kitapların metin kritiğinin yapılması için tarihselci yönteme başvuruldu. Buna göre Müslümanların kutsal kitap olarak inandıkları Kur’ân üzerinde de tarihselci yöntemin uygulanması gerekir (Bütün Kur’ân’da Tarihselciler).
Bu fasit bir kıyastır. Kur’ân-ı kerim, son peygamber Hazret-i Muhammed’e 23 sene gibi bir zaman diliminde vahiy yoluyla inmiştir. Bir âyeti, bir kelimesi değişmeden asli hüviyetini koruyarak bugüne kadar gelmiştir. İçinde sonradan ilâve edilen insan sözü yoktur. Hazret-i Peygamber’in sözleri de bulunmaz. Tevrat ve İncil'in değiştiğini, kendi din adamları bile söylemekte ve yazmaktadırlar. Onun için “Mukaddes Kitap” beşerileştirilmiştir, içinde insan sözleri bulunmaktadır. Halkın elinde bulunan 4 ayrı İncil, bunun açık delilidir. Bu hüviyette olan bir kitabın metin kritiği elbette yapılır. Ancak bu kritik, Kur’ân’da uygulanamaz. Kur’ân, yüce Allah’ın kelâmıdır, emirleri, nehiyleri ve kıssaları tartışma konusu yapılamaz. Kur’ân-ı Kerim’in tevili ve tefsiri yapılır. Nitekim bu konuda İslâm coğrafyasında birçok çalışma yapılmıştır. Bunun da şart ve yöntemleri, müctehid âlimlerce tespit edilmiştir. Herkes, her âlim, Kur’ân’ı tevil ve tefsir edemez (Suyûtî, İtkân).
2. Kur’ân, Peygamberin kalbine vahiy suretiyle gelmiştir. Bu vahyi Peygamber, kendi kelime ve cümleleriyle ifade etmiştir (Fazlurrahman).
Bu görüş ve inanç, son derece yanlıştır. Kur’ân-ı kerim, Arapça olarak âyet âyet, bugün Müslümanların elinde bulunduğu şekliyle vahiy meleği Cebrâil tarafından Hazret-i Peygamber’e 23 senede indirilmiştir. Hazret-i Peygamber de gelen vahyi, Eshabına açıklamış ve vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Her ramazan ayında Cebrâil aleyhisselam, Hazret-i Peygamber’e o sene inen âyetleri arz etmiştir. Vefat edeceği yıl, Cebrâil iki defa gelerek Kur’ân-ı kerimi baştan sona birlikte tilavet etmişlerdir.
Fazlurrahman, Kur’ân, “gelen vahiylerin Peygamber tarafından kendi sözleriyle ifade edilmiş şeklidir” demiş ve Pakistan’da büyük bir infiale sebep olmuştur. Bu hezeyana, Ehl-i sünnet uleması şiddetli tepki göstermiş, bunun küfür olduğunu söylemiş ve onun katline fetva vermişlerdir. O da kurtuluşu, memleketini terk ederek kendini besleyen Batı’ya sığınmakta bulmuştur. Aynı şekilde devletine ihanet eden Tanzimatçılar ve FETÖ de kurtuluşu Batı’da bulmuşlardı. Bu konuda Batı, dünyanın her yerinde aynı yöntemi kullandırmaktadır. Kendine hizmet edenlere sahip çıkmaktadır.
Tarihselcilerin bir dayanak olarak kullandıkları Tekvir suresi 19. âyetinde geçen “rasûlün kerim” ifadesini, Müctehid müfessirler, “Cebrâil” ile tefsir etmişlerdir.
Hazret-i Peygamberin kalbine gelen vahyin kendi sözleriyle ifade ediliş şekline âyet değil, “hadis-i kudsî” denir...
.
İtikadi mezhepler ayrılık mı getirdi?
22 Haziran 2018 02:00
Dr. İbrahim Pazan
ibrahimpazan@gmail.com
Peygamber Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” 20 Nisan 571 tarihinde Mekke-i Mükerreme’de dünyaya geldi. Kırk yaşına gelince, Mekke’nin kuzeyindeki Hira Dağı’nda bulunan mağarada Cebrail “aleyhisselâm” tarafından bütün insanlara ve cinlere peygamber olduğu bildirildi. Üç sene sonra aynı melek sürekli gelmeye başlayarak bütün Kur’ân-ı kerîmi yirmi senede indirdi. Cebrail, kendisine yirmi dört bin kere gelmişti. 8 Haziran 632’de Medine-i Münevvere’de vefat etti. Hicri sene hesabıyla 63, miladi sene hesabıyla 61 yaşında idi.
Kendisine peygamber olduğunun bildirildiği 610 yılından vefatına kadar 22 sene boyunca İslam dinini insanlara bizzat tebliğ etti. Vefatından sonra dört halifesi ve onlardan sonra da Peygamber Efendimizin kurduğu İslam devletinin devamı olan Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve Osmanlılar İslam’ın bayraktarlığını ve dünya Müslümanlarının hamiliğini yaptılar. Bu İslam devletleri zamanında yetişen binlerce İslam âlimi, yüz binlerce kitap yazarak İslam dininin bozulmadan devam etmesini temin ettiler.
İslam dininin gönderilmesi ile diğer bütün semavi kitaplar ve dinler yürürlükten kaldırıldı. Bu kitaplar zaten, daha önce insanlar tarafından tahrif edilmiş ve bozulmuş idi. Nitekim bugün aslı üzere Tevrat ve İncil yoktur. Olsa bile hükümleri yürürlükten kaldırılmış olduğundan geçerli değildir. Muhammed “aleyhisselam”ın gönderilmesi ile peygamberlik de son buldu. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun dine davetinden başka diğer davetler kabul olunmaz.
İsa “aleyhisselâm” otuz yaşında peygamber olmuştu. Kendisine sadece on iki havarisi iman etti. Dünyada az kalıp otuz üç yaşında, diri olarak göğe kaldırıldı. İncil ve Hristiyanlık tahrif edilerek kısa zamanda tanınmayacak hâle geldi.
EN BÜYÜK VE GERÇEK MÜFESSİR PEYGAMBERİMİZDİR
Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde 124 binden fazla Eshabı vardı. Cebrail “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm âyetlerini yirmi sene boyunca peyderpey şu anda okuduğumuz harflerle ve kelimelerle kendisine okumuş, o da mübarek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve her vahiyden sonra hemen ashabına okumuştur. Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini, hadis-i şerifleri ile Eshabına bildirmiştir. Din âlimlerimiz büyük gayretlerle bu hadis-i şerifleri toplayıp tefsir kitaplarını yazmışlardır. Kur’ân-ı kerîmin gerçek müfessiri Peygamber Efendimiz olduğundan, onun Kur’ân-ı kerîmden anladığının ve anlattığının dışındaki yorumlar geçersizdir.
Mezhep imamı demek, Peygamber Efendimizin Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshab-ı kiramdan ve onları gören ve dinleyen Tabiinden işiterek toplayan, kitaplara geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah’ın Kur’ân-ı kerîme verdiği manaları ve açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah’a ve Kur’ân-ı kerîme uymak demektir.
Ehl-i sünnet itikadındaki dört mezhebin imanları, Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. İmanları arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler ve birbirlerinin arkasında namaz kılarlar. İmam-ı A’zam Ebû Hanife ve İmam-ı Malik Tabiîndendir. İmam-ı Şafiî ile İmam-ı Ahmed bin Hanbel Tebe-i tabiindendir. Asr-ı saadete en yakın zamanlarda yaşamış bu büyük insanların yazdıkları kitapları beğenmeyip bozuk asırların bozuk adamlarının kitaplarına güvenenlere çok şaşılır. Sonraki asırlarda, hele 14 asır sonraki günümüz din adamlarının söz ve yazılarına itibar edip etmeme konusundaki ölçü, “kudemâ”nın yazdıkları ve söyledikleridir. Onlara uygunsa kabul edilir, uygun değilse çöpe atılır.
AMELDE VE İTİKATTA MEZHEP İMAMLARIMIZ EHL-İ SÜNNETTİR
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resûlullah’tır. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiîn de bilgilerini Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını ve kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır.
Hadis âlimlerinin hepsi Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebimizin imamları da bu mezhepte idi. İtikatta mezhebimizin iki imamı olan İmam-ı Mâtürîdî ve Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Her iki imam da hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, Ehl-i sünneti savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuştur. Ancak bu hâl, mezheplerinin birbirine karşı olduğunu göstermez. Onlardan sonra gelen yüz binlerce derin âlim ve veli, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
SELEFÎLERİN KELİME OYUNU
Selef, Peygamber Efendimizden sonraki ilk iki asırda yaşamış Eshab-ı kiramın ve Tabiînin ismidir. Dinimizin sonraki nesillere aktarılması konusunda asırlar boyunca gelen bütün âlimlerden önce geldikleri için böyle denilmiştir. Bunlara Selef-i salihîn de denir. Halef de Selef-i salihînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir. Mesela 1677’de vefat eden Alâüddîn-i Haskefî meşhur Dürrü’l-Muhtâr kitabında böyle tarif etmektedir. Selef-i salihînin yolunda bulunan Müslümanlara Ehl-i sünnet denir.
Son zamanlarda bazı ağızlardan “Selefiye”, “Selefîlik” gibi kelimeler tekrar işitilmeye başlandı. Hâlbuki İslamiyet’te Selefiye mezhebi diye bir şey yoktur. İslamiyet’te yukarıda açıklandığı gibi yalnızca Selef-i salihînin mezhebi vardır ki o da Ehl-i sünnet mezhebidir. Selefîlik ise bırakın Selef-i salihîne uymayı, onlardan sonraki iki asrın âlimleri olan Halef-i sadıkîni küçümseyen, sadece kendi fikirlerini beğenerek kendilerini onlardan üstün gören sapkınların yoludur. Selefiye isminin seçilmesi, 1328’de vefat eden İbni Teymiye’nin başlattığı bu sapkın akımı sevimli göstermek, kendilerinin hak yolda olduğunu gençleri inandırmak için bu yolun yolcularının, Selef-i salihîn mübarek isminin arkasına saklanmak amacıyla ortaya koydukları korkunç bir hiledir. Bu konuda gençlerimizin çok uyanık olması lazımdır.
DİNİN BÜYÜK BİR DİREĞİ: İMAM-I A’ZAM
Ehl-i sünnetin dört büyük imamının birincisi İmam-ı A’zam Ebû Hanife, Muhammed “aleyhisselâm”ın parlak dininin büyük bir direğidir. Peygamber Efendimizin vefatından 67 sene sonra, 699 yılında Kûfe şehrinde doğdu. Adı Numan, babasının adı Sabit’tir. İmam-ı A’zam hazretlerinin Hanife adında kızı yoktu. Hanîf, doğru inanan ve İslamiyet’e sarılan kimse demektir. “Ebû Hanife”, hakiki Müslümanların babası demektir. Dedesi Sâsânilerin Huzistan valisi Hürmüzan (öl. 644), Hazret-i Ömer’in elinde Müslüman olmuştu. Eshab-ı kiramdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Sehl bin Sa’d-i Sâ’idî ve Ebu’t-Tufeyl Âmir bin Vâsile zamanlarına yetişmiştir. Tabiînden birçok büyük zatlarla ve İmam-ı Cafer Sadık’la sohbet etti. Çok hadis-i şerif ezberledi. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan zekâsı vardı. Fıkıh ilminde az zamanda eşi, benzeri olmayan bir dereceye yükseldi. Talebesinden büyük müctehid Muhammed Şeybânî, derslerini ve sözlerini kitaplara geçirdi. Din bilgilerinde bin kadar kitap yazmıştır. İmam-ı Şafiî, İmam-ı Muhammed’in talebesidir.
Son Emevî halifesi Mervan bin Muhammed’in (öl. 750) Irak valisi Yezîd bin Ömer bin Hübeyre (öl. 750), kendisine Kûfe Mahkemesi hâkimliğini teklif etti ise de zühd ve takvası da ilmi ve zekâsı gibi son derece fazla olduğundan kabul etmedi. İnsanlık icabı Cenab-ı Hakk’ın kullarının hakkını gözetmekte kusur edeceğinden korktu. Bunun üzerine vali kendisini hapsedip dövdürdü. Başına yüz on kamçı vurdurduğu hâlde yine kabul etmedi. Mübarek başı ve yüzü şişti. Ertesi gün hapisten çıkararak tekrar teklif edip sıkıştırdığında “Danışayım” diyerek izin aldı. Mekke-i Mükerreme’ye gidip beş altı yıl orada kaldı.
Bu defa ikinci Abbâsî halîfesi Ebû Cafer Mensûr (öl. 775) tarafından Bağdat’a çağırıldı. Halife’nin emrettiği temyiz başkanlığını kabul etmediği için zindana atıldı. Her gün on kamçı artırılarak dövüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehit oldu. Namazını elli bin kadar kimse kıldı. Güçlükle ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün, nice kimseler gelip kabri yanında namazını kıldılar.
Büyük Selçuklu hükümdarlarından Sultan Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Saîd-i Harezmî, Bağdat’taki mezarının üzerine mükemmel bir türbe yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi çok defa tamir ve tezyin ettiler. Bağdat’ın A’zamiyye semtindedir.
Hanefî mezhebi, Osmanlı Devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünya yüzünde bulunan Müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin %80’i Hanefi mezhebindedir. Cenab-ı Hak, hükûmet adamlarının teklif ettiği dünya makamlarını elinin tersiyle geri çeviren ve bu sebeple 1251 sene önce hapiste zehirlenerek şehit edilen bu büyük imama, sonsuz hazinelerinden bol bol karşılıklar ihsan etsin...
.
SAPKINLIK BATAĞINDA -III- Batıl inançlılar, vahye karşı inatla direndiler
23 Haziran 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Geçen yazılarımızda temas etmeye başladığımız, vahye dayalı dinlerin dışındaki batıl inanışlara devam edeceğiz.
Vahye dayalı dinlerin her devirde var olmalarına rağmen, batıl inanışların da bu ilahî nizamlara hep inatla direnmeleri de hayli ilgi çekicidir.
Büyük devletler kurup kültürlerini medeniyetlerinin sembolleri yapan, kudretli edip ve filozoflar yetiştirip mamur beldeler inşa eden toplulukların en önemli eksiklikleri, ilahî dinleri idrak edememiş olmalarıdır.
Roma’nın eski “şehir tanrıları” Jüpiter, Mars ve Quirinus’tur. Bunlar “millî tanrılar”dır. Tanrı ve milliyet hangi sosyolojik tabana oturtulabilir?!.
Yahudilere göre; Yahve (Yehova) yalnız Yahudilere yardım eden tanrıydı.
İslam öncesi Araplarda da sapkınlık boyutları hayallerin üzerindedir. Bir sürü “tanrı” ve “tanrıça” iş bölümü yapmışlardır. El birliğiyle Arap kavimlerine tanrılık yaparlar. Arap dünyası dinî-idarî kantonlara ayrılmış gibidir.
Güney Arabistan’da yani Yemen’de on iki tanrı hükümrandır: Anbay, Havkum, Sema, Rub vs.
Hicaz ve Kuzey Arap bölgelerinde tanrılar daha da fazladır; sayıları kırkı bulur: Bes, Dul Halasa, El-Ukaysir, Yüek, Yaribol...
Kâbe’nin, Hazret-i Âdem’den beri kutsiyeti olan bu muazzam yapının putları daha da özeldir. En meşhurları Hubel, Uzza, Lat ve Menat’tır.
Lat, Uzza ve Menat “Üç Kuğular” diye anılan tanrıçalar olup tanrının kızları olarak bilinirler. Burada baba tanrı kimdir, o da net değildir.
El- Uzza en güçlü tanrıçadır. Hubel savaş tanrısıdır.
Arap savaşçılar Cahiliye Döneminde kendilerini Uzza ve Hubel’in çocukları olarak tanıtırlardı.
Tanrı ve tanrıçaların bir anne ve babaları vardı. Güçlü olan ve kumandayı ellerinde tutan baba tanrı ve ana tanrıçalardır.
Eski Yunan’da baba tanrı Zevs ve karısı ana tanrıça Hera’dır. Apollon, Poseidon, Aphrodite, Ares, Hermes, Hephaistos, Atena, Hades de diğer güçlü tanrı ve tanrıçalardır.
Tanrılar yönünden en zengin olan bölgelerden birisi de Mezopotamya’dır.
Sümerlerin yer altı tanrısı Ab-Zu, Tiamat’ın kocası ve Anşar ve Kinşar’ın babasıdır. Ab-Zu her yıl tabiatı canlandıran tanrı olarak bilinir.
Anu; Sümer, Akad ve Babil mitolojisinde tanrı kral ve gök tanrısıdır.
Enil de gök tanrısıdır.
Eski Mısır da tanrılar yönüyle zengindir.
Amon, baş tanrıdır. Ra, güneş tanrısı, Anubis, ölülerin tanrısı, Horus ise gök tanrısıdır.
Japonlarda millî din Şintoizm’dir. Japonca adı “Kami-Nomiçi”dir (Tanrıların Yolu). MÖ 7. yy’a kadar inen bu inanış millî bir din olup tabiata tapmayı esas alır. Gök (Baba Tanrı) ile yer (Ana Tanrı) hem kardeş hem de karı kocadır. Bunların çoğalmasıyla Japonya’da binlerce ilah vardır!
İmparator güneş ilahesini torunudur.
Erkek tanrılar (İzangzi ) ve dişi tanrıçalar (İzanami)dir. Bunlar evlenir, hasta olur, yıkanır, ağlar ve ölürler. Şintoizm’in kurucusu ve tek tanrısı yoktur.
Türk mitolojisinde de en önemli tanrı ve tanrıçalar şunlardır: Erlik Han, kötülük tanrısıdır ve hemen hemen İblis’e denktir. Altay tanrılarındandır. Mavi göklerin sahibi Tengri Han veya ‘Gök Tanrı’dır. Ülgen, iyilik tanrısıdır ve altın tahtta oturur. Ak Ana, sular tanrıçasıdır. Kırgız ve Altay tanrısı Tulpar’dır. Yakut Türklerinin tanrıçası, Kartal Ana’dır. Dişi kurdun kızı Asena, Türklerin hükümdarları olan Aşına, Şunnu, Asen ve Zenabe dişi kurttan türemişlerdir. Kayra Han en büyük tanrı ve diğer tanrıların yöneticisidir. En son gök tabakası olarak düşünülen 17. katta oturur. Burada dikkate değer en önemli husus; politeizm içinde genelde bir “gök tanrı” motifi bulunmasıdır.
İnsan, ayağını bastığı toprağı deruni olarak incelemeden sathi olarak düşünürken, özellikle göklerle temasının hiç olmadığı dönemlerde, sonsuz gibi görünen boşluk onlara hep ilgi çekici gelmiştir. Modern dönemin ateist astronotları “Uzayda tanrıyı aradım ama bulamadım” yavelerini ve herzelerini savururken, ilkel dönemlerin gök tanrı inanışıyla bir noktada buluşup ayrışıyorladı. İlkeller gök tanrıya kesin inanırlarken, modern astronotlar hâlâ yaratıcıyı (Allahü teâlâyı) gökte arama cehaletini yaşamışlardır.
Sadece bakmakla yetinilen, temas edilemeyen gökyüzündeki ay, güneş ve sair gök cisimleri hep büyüleyici bir sır taşımıştır. Bu muazzam mozaik ilkel insanlar için tanrısal ve boyutsuz bir mekândır.
Göktürklerde tanrı kavramı açıkça beyan edilmemekle birlikte satır başları açıktır. Göktürk Kitabeleri dinî yazıtlar değildir. Yine de bazı noktalara bu taşlarla ulaşmak mümkündür. Göktürklerde Kök Tengri’nin (Gök Tanrı) kesin hükümran olduğu açıktır. Bilge Kağan da Gök Tanrı gibi gökte olmuştur. Bilge Kağan’ın küçük oğlunun adı da “Tengri Kagan”dır.
Yazıtlar Doğu Cephesi -1.’de “Üstte mavi gök, altta kara toprak yaratıldığında” ifadesinde gök ve yerin yaratılışında edilgenlik esastır. Bir fail etken olarak bunları yaratmıştır. Göktürklere göre bu fail, Gök Tanrı’dır.
Doğu Cephesi Güney -11.’de “Yukarıda Türk tanrısı mukaddes yeri suyu öylece tanzim etmiş.”
“Türk Tanrısı” ifadesi de bütün önceki kavimlerde olduğu gibi millî bir tanrı kavramının göstergesidir. Kök Tengri “Allahü teala”nın karşılığı değildir. Allah bütün varlıkların, bütün mahlukatın yaratıcısıdır.
“Üze Türk Tengrisi Türk ıduk yiri subı ança itmiş. Burada da Türk tanrısı ifadesi açıkça görülmektedir. Türk’ün kutsal yeri ve suyunu yaratan yine Türk’ün tanrısıdır.
Babam kağan uçtuğunda (öldüğü zaman) küçük kardeşim Kültigin yedi yaşında kaldı. Umay gibi annem hatunun devletinde küçük kardeşim Kültigin er adını aldı.
“Umay teg ögüm katun kutınga inim Kültigin er at boldı.” Kültigin Doğu, 31.”
Kök Tengri mekânı belli (mekândan münezzeh) olmayan sadece bir milletin tanrısıdır. Evrensel değildir. Âlemleri Rabbi değildir.
Umay da eski kavimlerin bol miktardaki tanrıçalarına nispetle güçlü bir bebek, kadın ve küçük hayvan tanrıçasıdır.
“Tengri teg tengride bolmak”, ”kut”u ve tanrısal gücü ifade eder. Osmanlıdaki “zıllulâh-i fi’lâlem” ifadesine biraz benzer. Burada “zıll” kelimesi madde ile ilgisi olmayan hilafete verilen manevi güç demektir.
Türklerde başta tek tanrı da olsa bu tevhit inancının dışındadır. Vahye tâbi olmadan ve risâlete inanmadan tevhit gerçekleşmez. Bu durumda her şey nettir: Türkler İslamiyet’i kabul edene kadar muvahhit (ehli tevhid) değildirler.
Bugünkü ehl-i kitap da risâlet yönüyle batıl olup Peygamber efendimizi tanımadıkları için küfür batağındadırlar.
Budist Türklerde Burkan (Bud) tanrılar tanrısı olarak nitelendirilirken politeist anlayış içinde batıl bir monoteizmi temsil eder.
Sekiz Yükmek adlı Budist Türk dua metninde Buda’da “Tengri Tengrisi Burkan” diye söz eder. Burkan bu metinde “tükel bilge biliglig” yani her şeyi bilendir.
Budist rahipler insanlardan Buda’ya şikâyet ederken şeytana ve “kam”a yani şamana inananları hedef alırlar. Bu metinde şamanlar şeytanlarla aynı seviyededir.
Aynı metinde geçen “bir ikintike” yani ikinci hayata ifadesi ahireti değil reenkarnasyonu ifade eder “ba’s ü ba’de’l- mevt”le alakası yoktur. Budist Türklerde “üç erdin”i, “Buda , şeriat, cemaat” olarak geçer. “Namo But, namo dram, namo sang” Yani Buda’ya, şeriatine ve cemaatine saygı…
Budizm’de nübüvvet müessesesinden alıntı ve çalıntı olduğuna inandığımız mesajlar da vardır.
Nefs ve iman terimlerinde ve diğer bazı konularda açık belirtilerin bir kısmı şöyledir:
Buşı paramit-sadaka vermek.
Çakşapat paramit-ahlak fazileti.
Serinmek paramit-sabır ve tahammül.
Katıglanmak paramit-sebat ve azim.
Dıyan paramit-vecd ve istiğrak.
Bilge bilig paramit-hikmet fazileti.
Ayrıca “sakınç” istiğrak ve derin tefekkür gibi temalar vahyi dinlerin şifrelerini taşımaktadır.
Bunca batıl yanında vahyin tebliği nasıldı? Şimdi biraz buna bakalım:
Peygamberlerin halka tebliğ sistemi doğrudan, ilahî vahyin saptırılmadan Cebrail’in “aleyhisselam” bildirdiklerinin veya diğer ilahi vasıtaların yardımıyla gönderilen ve bildirilen gerçeklerin açıklanması şeklinde olmuştur.
Peygamberler yorum yapmadı. Kendilerinden hiçbir şey eklemedi. Rableri tarafından ne bildirildiyse onu söylediler.
Nitekim Yüce Peygamberimize vahyedilen ayetlerde bu çok net bildirilmiştir.
“ … O arzusuna göre konuşmaz. Bildirdikleri vahyedilenlerden başkası değildir (Necm-1,2,3.)
Evet peygamberler çok zeki, çok akıllı ve çok farklıdırlar. Çünkü onlar Allâhü teâlânın seçtiği kullardır. Fetanet sıfatları vardı. Emindirler. Bildirilenden başka hiç ekleme yapmazlar. Akılları ve diğer melekeleri ve insanları âciz bırakan mucizeleri, etrafındaki insanların inanmalarına yardımcı olmak için, kendilerine bahşedilen ilahî imtiyazlardır. Bu meyanda bazı müsteşriklerin saçmaladıkları gibi parapsikolojik verilerle ve hipnozla hiç münasebetleri olmamıştır.
Vahye dayalı hak dinler de son dine kadar bölgeseldir. Bunun da sebebi her bölgede bulunan batıl din taklitlerine karşı hakikatin tebliği içindir. Bu sistem Peygamber efendimize kadar böyle olmuştur.
Amy Borgeud’nun eserinin Fransızca tercümesinde Avrupalının meseleye bakışı çok enteresandır:
“İslam şevket ve kudretinin üçüncü bir unsuru da bütün müminlerin aralarında hiçbir renk, menşe ve içtimai mevki farkı olmamak suretiyle ve Allah’a karşı müsavi olduklarında ısrar etmelerinden mütevellittir.”
Bu kardeşlik bir tavsiye değil bir düsturdur. Bu husus Hucurât suresi onuncu ayetle tescillenmiştir. Yani “Müminler ancak kardeştirler.”
Bunu açıklayan Hadîs-i şerîfler de çok nettir: “Müminler kardeştirler. Hiç birinin diğeri üzerinde üstünlüğü yoktur; meğer ki takva ile ola” veya “Ey nas! Sizin Rabb’iniz birdir. Haberiniz olsun ki bir Arab’ın Arap olmayana; Arap olmayanın da Arap olana; hiçbir siyahın kumral üzerine ve hiçbir kumralın siyaha üstünlüğü yoktur. Meğer ki takva ile ola. Şüphesiz ki Allah katında en keriminiz en müttekî olanınızdır.
Ne mevki ne renk ne de bölge… Son din icmâlîdir. Parantez kapanmıştır.
Sebe’ Sûre-i celîlesi 28 âyet-i kerîme’de “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve haberci olarak gönderdik; lâkin insanların çoğu bunu bilmez.”
Burada iki unsura dikkat çekmek lâzım: Birincisi; “Kâffeten li’n-nâs” ibaresidir ki, bu dinin cihanşümul olduğunu, bütün insanları kapsadığını bildirirken ikinci madde acı gerçeği vurgular: “Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” İşte bizim de uzun zaman üzerinde durduğumuz ve durmaya devam edeceğimiz husus şudur: Her ilahî vahye direnen hem inatla direnen insan topluluklarının varlığı...
.
İçimizdeki canavar uyanınca neler oldu?
30 Haziran 2018 02:00
HİKMET KÖKSAL
hikmetkoksal@gmail.com
ABD’nin Boston eyaleti merkezli misyoner teşkilatı Amerikan Board (ABCFM) tarafından 1854 yılında kurulan Bursa Amerikan Koleji, Türk kız öğrencilerin Hristiyanlaştırılması faaliyetleriyle 1920’li yıllarda gündeme oturmuştu. 1925 yılından itibaren okuldaki kız öğrencilere telkinlerde bulunulduğu ve ayin yaptırıldığı, okulda İngilizce şarkı diye çocuklara İncil’den ilahiler ezberletildiği, talebelere hediye olarak teslis ve Hristiyan inancını anlatan kitaplar dağıtıldığı iddiaları gazetelerde yer almıştı.
1927-28 eğitim-öğretim yılında Kamran, Nemika, Muadelat ve Seniha adlı 4 kız öğrencinin okulun misafirhanesinde vaftiz edildiğinin ortaya çıkmasıyla patlak veren olayı, dönemin gazeteleri manşetten verdi ve Bursa Amerikan Koleji kapatıldı.
1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilince, Amerikan mektepleri Türkiye’de kalıp kalmama tartışmasının içerisine girmişti. Ama Osmanlıdan kalma İslami müesseselerin tek tek kaldırılması kendilerini cesaretlendirdi ve faaliyetlerini sürdürme kararı aldılar.
Amerikan mekteplerinde “Karakter Oluşturma” adıyla bir ders yer alıyordu. Bu dersi, aslında birer Protestan papazı olan beden eğitimi öğretmenleri veriyordu. Hocalar, ahlak dersi anlatıyoruz diyerek, dinî hisleri zayıf olan ailelerin çocukları üzerine yoğunlaşıyorlardı. Bu çocuklara yavaş yavaş ve isim vermeden Hristiyanlığı anlatıyorlardı. Talebelere, İngilizce dersinde Protestanlık ilahilerini ezberletip “İsa’ya dua edersen baban zengin olur” gibi basit mantıkla çocukları tanassur ettirmeye çalışıyorlardı.
Bazı kızların günlüklerinde kullanması yaptıklarının ortaya çıkmasına yol açtı.
Bazı Türk öğrenciler Hristiyan yapılan kızların günlüklerini okuduğunda, “Osman Gazi Türbesi’nin yıkılıp, üzerinde çan sesi yankılanmasını istiyorum” gibi ifadeleri fark edip ailelerine anlatınca, konu devlet yetkililerine aksettirildi. Yapılan takibin neticesinde, Bursa Amerikan Kız Kolejinde yapılan tanassur (Hristiyanlaştırma) faaliyeti ortaya çıktı.
Karakter önemlidir!
Karakter, kişinin ahlaki olanı yerine getirme kabiliyeti, doğru olanı yapmaya yanlışı terk etmeye sevk eden psikolojik yapı. Karakter eğitimi ise kişideki bu psikolojik yeteneği güçlendirme gayreti olarak tanımlanabilir. Karakterin, etrafımızda olan biten her şeyden bir tuğla almakla birlikte adalet, saygı, vefa, sorumluluk almak, dürüstlük gibi herkes tarafından benimsenen değerlerin eğitimle kazanılabilir olduğu kabul edilmektedir.
19. yüzyıl boyunca ABD ve Birleşik Krallıkta devlet okullarında verilen “karakter eğitimi” dersleri güçlü bir şekilde Protestanlık temelliydi. Zaman geçtikçe sayıları artan Katolikler bu tek yanlı Protestan temelleri zorlamaya başladı. İncil’in hangi versiyonunun okunması gerektiği şiddetli çekişmelere sebep oldu. Öte yandan artan şehirleşme, sanayi toplumuna geçiş ve yükselen refah okullardaki karakter eğitiminin Hristiyanlıktan ayrılıp sadece “Tanrı’nın varlığına inanma” çemberinde laik bir konuma evrildi.
1860’lı yıllarda Oxford ve Cambridge üniversiteleri öncülüğünde İngiliz üniversiteleri, amaçlarını dinî kurumlar ve dinî prensiplerden ayırmaları ile ahlak yerine tamamen yeni standartlar koydular. Öğrencilerin ahlaki ve şahsi gelişmelerine cevap verecek bu yeni standart, üniversitelerin eğitim amaçları arasına giren “karakter eğitimi” idi.
ABD’deki gelişmeler de aynı paralelde oldu. Amerika’nın ilk dönemlerinde İncil; ahlak ve din hakkında bilgilendirmenin temel kaynağıydı. Daha sonra devlet okullarında “kimin İncil’i okunacak?” konusunda çatışmalar çıkınca karakter eğitiminin bütün milletlerin filozofları tarafından öğretilen, tüm aydın inançlar tarafından tasdik edilen “laik ahlak” temelli yeni versiyonu ortaya sürüldü. Bunun liderliğini yazar William Holmes McGuffey’nin çıkardığı (1980-1873) ondokuzuncu yüzyıl ortalarından başlayarak ABD çapında birçok okulun standart okuma metni hâline gelen “McGuffey’s Readers” isimli seri ders kitapları yaptı. İncil’in okullarda bir ders aracı olarak kullanımının tartışılır hâle geldiği, hatta bu konuda anlaşmazlıklar ortaya çıktığı dönemde (ilki 1836’da yayınlanan) altı zorluk seviyesinde hazırlanan dizi günümüzün ders kitaplarından farklıydı. Yazarının adını taşıyan “McGuffey Okuyucuları”nda İncil’den hikâyelerin dışında şiirler, kahramanlık hikâyeleri ve öğütler vardı.
Okuyucularına ahlaki değerler vaaz eden dinî mesajlar içeren McGuffey’s Readers” 1836-1890 yılları arasında 122 milyondan fazla kopyası ile Amerikalılara ulaştı.
20. yüzyıla geldiğimizde karakter eğitiminin temelini zorlayan akımlar daha güçlendi. Giderek yaygınlaşan pozitivizm ve sekülerleşmenin etkisiyle dinden soyutlanmış değerler eğitimi benimsenmeye ve uygulanmaya başladı. Avrupa’dan gelen pozitivizm sonucunda ahlak, kişiye özel göreceli bir konuma geldi. Yeni “karakter eğitimi” programları hiç kimseyi dışarıda bırakmıyordu.
HOLİSTİK DİN!
Bu yeni “Holistik Din”de, hiçbir politik düşünce, dinî veya kültürel ön yargı olmaksızın herkesin üzerinde anlaştığı altı etik değer -dürüstlük, saygı, sorumluluk, adil olmak, diğerkâmlık, vatandaşlık- esas alınmaktaydı. Bu program, temel insani değerlerin dinî ve kültürüler farklılıkları aştığı, bütün farklı dinî inançlara tabi olsalar da veya hiçbir dine mensup olmasalar da iyi karakterin temeli sayılan “etik değerler” üzerine oturmaktadır.
Batı’da materyalizmin güçlenmesi ile din hayattan çekildi, kilise çöktü veya kilisenin çökmesi ile birlikte materyalizm de yavaş yavaş güçlenmeye başladı. Bilhassa kilisenin zaaflarını istismar eden 18. asır ansiklopedistleri, Hıristiyanlığa olan husumetlerini, mücerred dine kadar uzatmakla kalmadılar, insanın maneviyatçı fıtratına kadar saldırmaya başladılar. İnsana düşman kesilen materyalistler, gerisin geri “hayvan insana” doğru koşmaya başladı...
Din elbisesini çıkarınca ruhen sığınacak liman bulamayan toplum, tıpkı, seviye ve alakaya doyamamış çocuklarda görülen “oburluk” gibi korkunç bir “maddi tüketim ihtirasının” pençesine düştü. Yeni slogan veba gibi her yana bulaştı. “İçinizdeki canavarı uyandırın! Herkes, kendisini kişisel mükemmelliğe adayabilir, hayatta istediği herhangi bir şeyi yapabilir, başarabilir ve elde edebilir...”
Hâlbuki manevi değerlerin hor görüldüğü ve gözden düşürüldüğü cemiyetler, madde karşısında daha hırslı duruma gelmekte, birer “dünyaperest” kesilen insan yığınları, manevi ve mukaddes değerlerin yerine maddeyi, parayı, lüksü, israfı, maddi zevk ve eğlenceleri koymaktadırlar.
Trajik olan bu akımı İslam ülkelerindeki dinde reformistlerin “Yaşamak istiyorsak kendimizde itimad-ı nefis hâsıl edelim” sloganı ile “Müslümanlar, rızkın ezelde ayrıldığına inanır. Kerîm olan Allah’ın onu geçindireceğini düşünür. Yolun neresinde kırılıp dağılacağı bilinmeyen eski bir araba gibi, herhangi bir tesadüfün ona göstereceği maişet yolunda sürüklenir. Kazancını çalışarak artırabileceğini düşünmez. Fazla çalışmaya lüzum görmez. Tembel, mütevekkil oturmasında dinin tesiri böyledir” diyerek inşa ettikleri “holistik dine” malzeme yapmaları oldu.
Oysa Allah’a tevekkül etmek için, ahkâm-ı ilâhiyyeye uymak lazımdır. Bu da bütün ince noktalara ehemmiyet verdirir. İslamiyet, hem çalışmayı hem de tevekkülü birlikte emretmektedir. Tembel oturup da “tevekkül ediyoruz” diyenler, bu iki vazifeden birini yapmayan kusurlu ve dinin beğenmediği kimselerdir. Çünkü İslâmiyet’in iki emrinden birincisini yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci vazifeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi ayıplı, kusurlu oluyorlar. Hatta bunların hatası, çalışmayanların hatasından daha büyük oluyor. Çünkü biz insanlar, elimizden geldiği kadar çalıştıktan sonra, Allah’a tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allah’tan beklemek ihtiyacında bulunduğumuz gibi, çalışırken reformcuların bildirdiği nefs kuvvetini alırken bile nefsimize o kuvveti veren Allah’ı unutmayarak asıl yenilmez kuvvetin Allah’ı unutmamakta olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle muhtacız...
Bugüne geldiğimizde, dört yanı, ruhu ve bedeni maddeyle kuşatılan toplumlar giderek artan suç oranları, yaygınlaşan şiddet, cinsel sapkınlıklar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, silahlı saldırılar, toplumsal yozlaşmanın altında kaldı.
Hâlbuki İslam, Seyyid Ahmet Arvasi’nin ifadesiyle “Madde ile yetinmeyip manaya, üç boyutlu müşahhasla yetinmeyip medeniyete, yaratık ile yetinmeyip Yaradan’a ulaşmak isteyen insanı alkışlamaktadır.”
.
Kültürüne yabancı nesiller nasıl yetişti?
6 Temmuz 2018 02:00
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
mseker@yildiz.edu.tr
En başta şunu belirtelim ki Türkiye’deki kültürel değişimi tam olarak ele alabilmek için en az iki yüz yıl geriye gitmek gerekiyor. Günümüzde değerlerimizde yaşanan erozyonun sebeplerini sadece bugünlerde aramak hakikatlere şaşı bakmak demek olacaktır. Tarihimiz, kültürümüz ve değerlerimiz binlerce yıllık ulu bir çınarın kökleri ve kolları gibidir. Çoğu ağaç toprağa yüzeysel olarak kök salarken çınar ağacı hem yüzeysel hem de derinlemesine kök salar. Fakat ömrü uzun olan ağacın kurdu da çok olur ki her canlıya yuva olan bu ağacın nasıl kurtlar tarafından eritildiği de enkazıyla karşılaşıldığında anlaşılır ve çoğu zaman da iş işten geçmiş olur. Dışarıdan bakıldığında gayet sağlam ve sağlıklıymış gibi görünen bu ağacın, bağrında yuva verdikleri tarafından içeriden nasıl kemirilerek tüketildiği de ibretle nazar edilir. Bunun gibi hafızası nisyan ile malul olan insanoğlu, başına gelenleri unutsa da yazılı tarihin unutmadığı bu tip şahsiyetlerin vatanını ve milletini geçmişte makam ve ihtirasa feda ettikleri de dehşetle görülmüştür. Bugün bazı isimler, ideolojik esaretin tahakkümü sebebiyle kahraman nidaları ile çağrılırken bu sahte kahramanların sebep olduğu hayatın her alanındaki yıkım ve çürüme semeresini vermeye başlamıştır. Zaten toprağa atılan tohum misali bu art niyetli kimseler ektiklerinin meyvesini o gün yiyemeyeceklerinin ve attıkları tohumun yüz yıl belki de iki yüz yıl sonra meyveye duracağının idrakinde hareket etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdi.
600 yıl boyunca dünyaya nizam veren Osmanlı, son zamanlarında siyasi, içtimai ve iktisadi yönden Batılı düşmanları tarafından kıskaca alınmıştı. Batı, bunu planlı biçimde gerçekleştirmek için devlet içinden ve dışından yetiştirdikleri kimselerle çeşitli faaliyetlere girişmişlerdi. Öyle ki devlet içinde her alanda önemli makamlara getirdikleri kimseler vasıtasıyla hain emellerine destek bulmakta hiç zorlanmamışlardı. Bu zihniyet, sağladıkları desteklerle devleti yıkmak için çok mühim hamleler gerçekleştirmeyi başarmışlar, bütün Osmanlı düşmanlarıyla ortak hareket ederek devasa bir imparatorluğu bitirmek için sürekli içeriden ve dışarıdan mücadele etmişlerdi. Bu hamlelere öncülük eden özellikle İngilizler, kendileri için yetiştirdikleri kimseleri çok profesyonelce kullanmışlar ve destekledikleri çok önemli kimselerin önemli makamlara gelmesi için uğraşmışlardır. Bunların başında mason Mustafa Reşit Paşa gelmektedir.
M. REŞİT PAŞA’NIN HAMLESİ
Zeki, hırslı, amacı uğruna hedefinden taviz vermeyen bir tip olan Reşit Paşa’nın yaptığı belki de en mühim hamle, Osmanlı eğitim kurumlarını tesirsiz hâle getirecek adımlar atmasıdır. Osmanlı eğitim kurumlarının en önemlilerinden biri olan medreselerde hem sayısal dersler hem de dinî dersler en mükemmel şekilde verilmiş; yüzyıllarca ilim, irfan ve basiret sahibi büyük insanlar yetiştirmiştir. Mustafa Reşit Paşa’nın medreselerdeki fizik, kimya, astronomi, hendese, biyoloji gibi sayısal dersleri kaldırırken dinî dersleri yerinde bırakması onun “dini bütün bir insan olduğu” imajının yayılmasına bile sebep olmuş. Bu kör anlayış, propagandalarla İttihat Terakki döneminde de devam etmiştir. Model bir insan olarak gösterilen bu kişinin verdiği zayiat yıllar sonra anlaşılmış, Sultan II. Abdülhamid zamanında açılan eğitim kurumlarına kadar milletin çocukları Amerikan, İngiliz ve Fransız eğitim kurumlarının insafına terkedilmiş, ülkenin zeki ve kabiliyetli çocukları hamur gibi bu insanların ellerinde yoğrulmuştur. Sultan Abdülaziz Han tehlikeyi sezmiş fakat bir suikast neticesinde katledilerek bertaraf edilmiştir. Tanzimat devrinde medreseler eğitim yönüyle pasif pozisyona sokulurken bu ülkeye mühendis, mimar, öğretmen, hukukçu, iktisatçının da elzem olduğu bilerek göz ardı edilmiştir. Kendi vatanından ve milletinden intikam alırcasına iş birliği içinde oldukları Osmanlı düşmanı ağababalarının emelleri için kendilerine emanet edilen milletin çocuklarını onlara peşkeş çekmeyi vicdanlarına kabul ettirebilmişlerdir. Daha da üzüntü verici durum şudur ki koskoca bir imparatorluğun varlığına ve kültür yıkımına sebep olan bu davranışlarından dolayı da hiçbir zaman rahatsız olduklarına dair en ufak bir ize rastlanmamıştır. Dolayısıyla insanın aklına ilk olarak şu sual gelmektedir: “Bir insanı kendi değerlerine ve kültürüne bu kadar düşman eden şey nedir? Bu insanlar nasıl bir beyin yıkama merhalesinden geçmişlerdir ki devlet, millet ve memleket düşmanı olabilmişlerdir?” Bu sualin cevabı ise çok açık ve nettir: Bütün bunlar eğitimin gücüdür. Eğitim ki hamur gibi çamur gibi yoğrulan genç dimağları, yetişmiş ve mahir ellerde her şekle sokabilmek demektir. Mesela Anadolu’nun özellikle doğusunda yabancı okulların çok tecrübeli ve yetenekli pedagogları şehir şehir, kasaba kasaba hatta köy köy dolaşarak yerine göre oyun oynayan çocukları izlemişler, yerine göre aralarına girerek onlardan biri olmuşlar ve kabiliyetli olanlarını keşfetmişlerdir. Üzerinde doğru düzgün elbisesi bile olmayan fakat zeki olan bu çocukları ailelerinden alıp Batı usulü okullarda bedava okutmuşlardır. Bu kabiliyetli çocuklardan bazıları daha sonra milletine tepeden bakan, hatta bir Batılıdan daha Batıcı çocuklara dönüşmüşlerdir. Neticede kendi değerlerini küçük gören, Batı’yı her ne uğurda olursa olsun baş tacı eden, tarihine düşman, kültürüne yabancı, değerlerine mesafeli nesiller olarak bir zaman sonra Osmanlıyı yıkan projelerin gönüllü mihmandarları olmuşlardır. İşte bu, yukarıda da belirttiğimiz gibi eğitimin insanı dönüştürme gücünün en önemli misallerinden biridir. Bu aklı, gönlü, vicdanı ve ruhu parsellenmiş gençler, Batılı devletlerin büyük projelerinin birer meyvesi olarak babalarının, dedelerinin ve ecdadının yüzyıllarca güvenle gölgelendikleri ulu çınarın içindeki kurtlar gibi değerlerini ve kültürlerini erozyona uğratacak akımların gönüllü mihmandarları olmaktan hayâ etmemişlerdir. Öyle ki ipleri ellerinde olanların gönüllü fedaileri olarak sonuçta devletini bile yıkacak hain projelerin bir parçası olmaktan da hiçbir zaman imtina etmemişlerdir.
Osmanlı coğrafyasında her türlü hakka sahip olan ve “zımmî” diye bilinen gayrimüslimler bile bedeni bu topraklarda fakat kökü dışarıda olanların verdiği zararı vermemiştir. Osmanlının son dönemine damgasını vurmuş Ulu Hakan Sultan II. Abdülhamid’e en büyük zorluğu çıkaranların izi sürüldüğünde bunların büyük çoğunluğunun ipinin ya İngiliz ya da Yahudilerin elinde olduğu görülmekte, “Ulu Hakan”ın ülkeyi kalkındırmak için verdiği mücadeleye en büyük takoz vazifesini bu kimselerin üstlendiği anlaşılmaktadır.
ABDÜLHAMİD HAN’I DA ONLAR TAHTTAN İNDİRDİ
Osmanlının son döneminde devlete ve Sultan’a en büyük zararı verenlerin ya yurt dışında eğitim maksadıyla gönderilen kimseler ya da Osmanlı coğrafyasında faaliyet gösteren yabancı okullardan mezun olanlar olduğu görülmektedir. Bu durumu ilk gören ve tedbirler almaya yeltenen hatta gerekli atılımları gerçekleştirmek için projeler üreten Sultan Abdülaziz’e de bunun bedelini canıyla ödetmişlerdir. Ayrıca daha sonra gelen ve devleti için gecesini gündüzüne katan II. Abdülhamid Han’a da aynısını yapmak için defalarca teşebbüste bulunmuşlar, en sonunda da Sultan’ı tahttan indirerek 9 yıl içinde koskoca devleti bozuk para gibi harcamışlardır. Öyle ki sonunda emrine girdikleri kimselerin verdiği vazifeleri eksiksiz biçimde yerine getirmenin rahatlığıyla Anadolu insanını da içi yılan dolu kör bir kuyuya atarak Köstence Limanı’ndan Avrupa’ya kaçmışlar, bıraktıkları enkazı da uzaklardan seyretmişlerdir. Davası için Kafkasya’da savaştığı söylenen kimselerin, Anadolu insanı canıyla, malıyla kanının son damlasına kadar düşmanla mücadele ederken ortalıkla görülmemesi de “kahraman” mefhumunun bazı insanlar için ideolojik bir karşılıktan öte mana taşımadığını da göstermektedir. Sultan II. Abdülhamid Han, bu toprakların temiz, pak ve saf çocuklarının en iyi eğitimi alarak halisane biçimde vatanına hizmet edebilmesini sağlamak için Batı’da hangi modern tatbikatlar varsa bunların hepsini Osmanlı coğrafyasında da açmış, devletin bekası ve devamlılığı için her türlü tedbiri almıştır. Sultanın bu adımları bugün bile toplum nezdinde tanınan kimseler tarafından bile anlaşılamamış, yerine göre en ağır hakaretlere ve ithamlara muhatap olmuştur. Bu davranışı sergileyen kimselerin bugün hâlâ “dava adamı”, “üstat” ve “millî kahraman” gibi isimlerle çağrılması tarih ilminin ilgilenmesi gereken ciddi bir problem olarak ortada durmaya devam etmektedir. Cemalettin Efgani, Abduh, Reşid Rıza, Mevdudi, Seyit Kutup ve Hamidullah gibi kimseleri kendilerine rehber edinen bu şahsiyetlerin Osmanlıyı yıkan kimselerle aynı safta, aynı amaçlarda birleşmeleri ve aynı dili kullanmaları ibretle üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir. Yukarıda ismi belirtilen kimselerin zararlı projelerini hayata geçirip daha sonra da uygulatan ve kendine çok güvenilir bir manevi mihmandar veya “üstat” imajı çizdiren bazı sahte kahramanların din adamı olarak yetiştirdiği elebaşlarının maksatlarını bugün herkes çok iyi görmüştür. Bu kimseler ve yetiştirdiği teröristler ise bugün hem devletine hem de insanlığa verdiği zararlarla anılmakta, devletini şer odaklarının emrine teslim etmek için halkını bile bombalamaktan imtina etmedikleri bir ibret vesikası olarak unutulmadan tarihteki yerini almaktadır.
.
Tevhit ehlinin, putlarla mücadelesi hiç bitmedi
7 Temmuz 2018 02:00
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
Karadeniz Teknik Üniversitesi
osmankemalkayra@gmail.com
Sapkınlığın tek sebebi vahyi dinleri tanımamak ve onlara alternatif beşerî dinler veya sanal mistik sistemler geliştirmektir.
Bir kuvvete inanmak ihtiyacı duyan insanlar, gördüğü, silip parlattığı, düşünce kırılan, önüne yemekler konulup sonra atılan “tanrılara” veya görmeyip gazabından ya da gücünden korkulan mevhum tanrılara, dahası hür tabiatta hayatı kendilerine dar eden vahşi hayvanlara tapmıştır.
Fetişizm ve animizmde objektif ve sübjektif karmaşası olsa da, insanlık birisine kutsal ruh iare ederken diğerinde spiritüalizmde septik metodu daha geçerli görmüştür. Yani ruhi varlığın şüphesi odak noktası olmuştur. İnanç şüphe üzerinde sabitlenip tartışılmaz postulatlar gibi yüceltilirken, ilkeller hem “tanrılarından” korkmuşlar hem de bazen onları suçlayıp sorgulamışlardır. Kadere iman yerine hayvani irade ile direnmek esas olmuştur. İnsanı yöneten bu mevhum varlığın iradesi kader gibi kabul edilirken, ona direnmek ilkel bir kahramanlık payesi alma vesilesi gibi görülmüştür.
İlkel dinlerin çoğunda muğlak bir ruh varlığına inanılmakla birlikte, ruhun bekası veya ahiret âlemi yoktur.
İlkellerde hayvan-tanrıcılık en kolay inanıştır. Varlığı belli olan, her zaman görülebilen, zararlarından hiçbir zaman emin olunamayan canlı bir varlığa tapmak, hem esrarlı hem de caziptir.
Hâlâ izleri devam eden hayvan-tanrıcılık birçok ülkenin dini veya dini olmasa da tapınma törenleri yerine geçerlidir.
Hindistan’ın bazı bölgelerinde ineklere hâlâ kutsal gözüyle bakılırken, etlerini yemek de dinen yasaktır.
Hindistan’da timsah ve fillere, Finlandiya ve Kuzey Sibirya’da ayılara, Girit’te boğalara, Pasifikte kertenkeleye, Afrika’da aslan ve yılanlara tapılmıştır.
Hayvan kabile adları, hayvan adlarına dayalı ayların esas alındığı takvimler, hayvan başlı, insan vücutlu tanrılar, hayvani din ve inanışların göstergeleridir.
Türk halk edebiyatındaki “kuş donuna girme” veya hulul eski Yunan’da da vardır. Zeus kuğu kuşu kılığına girerken İo, inek kılığına girer.
İlkel Mısır’da Ra, bir yumurtadan kaz biçiminde çıkar, gökyüzü onun uçuşuyla aydınlanır.
Altay Türklerinde Tanrı Ülgen, beyaz bir kaz veya kuğu biçimindedir.
Hayvan-tanrıların gazabından o karar korkulmuştur ki zafere gebe savaşlardan bile feragat edilmiştir: MÖ VI. yy.da Mısır’a saldıran İranlılar, savaş taktiği olarak Mısır ordularının önüne kedilerle fareleri yerleştirmişlerdir. Mısır ordusu tanrılara karşı savaşmamak için savaştan çekilmiştir.
Bazı güçlü tanrılar eksik kalan güç ve prestijlerini yanlarında hazır bulunduğu kabul edilen hayvanlardan alırlar: Zeus’un yanında kartal, Athena’da baykuş, Apollon’un yanındaki kertenkele gibi.
İlkel Mısır’da tanrılar çeşitli hayvanlarla sembolize edilmişlerdir. Ptah ve Oziris, apis öküzüne benzetilirken Hathor inek, Horus leylek, Ganeş fil, Toth maymun, Kepre pislik böceği kafalıdır. Mesela Bastet kedi koruyucu tanrıçadır. Kedi eski Mısır’da çok kutsaldır. Çok enteresan olan etkileşim şudur: Hayvan-tanrılar aslî tanrılara yardım eder ve onlara güç verirken, aslî tanrılar da onları korurlar(!)
Buto, kobra tanrıçasıdır. Tanrılar kobra vasıtasıyla insanlara sihir, büyü, tılsım güç ve kabiliyetleri aktarırlar.
Edjo, yılan tanrıçasıdır. Yılan, ejderha, kobraya birçok ilkel kavimde rastlanır. Bunlar hem esrarlı hem de öldürücüdürler.
Hatmehit, balık tanrıçadır. Mısır’da balık çok sevilirdi. Zengin sofralarının vazgeçilmezi balıktı.
Mut, akbaba başlı tanrıçadır. Akbaba leş yiyicidir. Sabır sembolü ve paylaşımcı olarak da bilinir.
Selket, akrep tanrıçadır. Akrep zehirli, öldürücü, esrarlı ve korkutucu bir zararlıdır.
Tanrıça İsis’in kutsal hayvanı da kobradır.
Bes, müzik, yemek ve eğlence tanrısı olup sakallı, cüce, komik ve tombuldur. Bir tanrıya izafe edilen vasıflara dikkat etmek lazım. Sanki diğer tanrıların soytarısı gibi bir tanrı!..
Kur’ân-ı kerimde de hayvan adlarına rastlamak mümkündür. Bazı sûre-i celîleler doğrudan hayvan adlıdırlar. Bakara (inek, buzağı, sığır), Nahl (arı), Ankebut (örümcek), Neml (karınca ) ve Fîl sureleri gibi... Sûrelerin bu adları, ihtiva ettikleri konuları itibariyledir. Mesela “Bakara” İsrailoğulları’nın kestikleri inekten bahsederken, En’âm adı ise koyun, keçi, deve, sığır ve manda cinslerini belirten bir kelimedir.
Bu hayvan adlarının Kur’ân-ı kerimde geçmesi, bu hayvanların tamamen hayatın içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Hiçbir hayvana asla kutsallık izafe edilmemiştir. Hayvanlar kendi yerlerinde ve fonksiyonları ile zikredilmiştir. Eti yenen hayvanlarla, gücünden faydalanılan hayvanlardan ayrı ayrı bahsedilir. Aynı yenen diğer nimetler gibi. Çünkü Kur’ân-ı kerim hayatımızın içinde olup dünya çizgimizi tayin ederken, ahretimizin de yol göstericisidir.
Hayatımıza renk katan, dünyayı bizimle paylaşan diğer hayvanlara da kitabımızda atıf vardır. Bunlardan bazılarından sakınılması ve etlerinin yenilmemesi de emredilmiştir. Hepsi bir hikmete mebnidir. Bu meyanda köpek, maymun, domuz, yılan, koyun, deve, at, katır, eşek, kurt, karınca, örümcek, sinek, çekirge, bıldırcın, balık, kurbağa, kelebek, bit, kene, keçi, hüthüt adlarını da zikretmek gerekir. Yine tayr (kuş) , tâir (Ebabil kuşları, İbrahim aleyhisselâmın ve İsâ aleyhisselâmın kuşları) ile “E’s-sebu” da aslan, kaplan, ve sırtlan gibi yırtıcı hayvanları temsil eden bir kelime olarak geçer.
İsrâiloğulları’nın Mısırlılarla olan dostlukları sebebi ile sığıra tapmaya sıcak bakmış olmaları düşünülebilir. Dolayısıyla gelen emir de sığırı kendi elleriyle kesip onun kutsallığını ortadan kaldırmak içindir.
Hazret-i Mûsâ Tûr Dağı’na çıkınca onun kavmi ziynet takımlarından böğürmesi olan bir buzağı edindiler. “Görmediler mi ki o, onlara ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor. Onu ilah olarak benimsediler ve zalimlerden oldular.” Araf Sûre-i celîlesi-meali 148.
“Onun kendileri ile konuşmadığını ve onlara yol göstermediğini görmediler mi? Bu da aşırı sapkınlıklarından doğru bakışı ihmal etmelerinden onlar için azarlamadır.” Onu tanrı edindikleri zaman konuşamadığını ve sıradan bir insan gibi yol gösteremediğini görmediler de mi onun cisimleri, kuvvetleri ve kudretleri yaratan (Allah) olduğunu zannettiler. (Onu edindiler) kınamak için tekrar edilmiştir. Yine onu tanrı edindiler “ve zalim idiler.” Eşyayı konması gereken yere koymadılar. Bunun için buzağıyı tanrı edinmeleri şaşılacak bir şey değildir. (Envâru’t- Tenzîl ve Esrâru’t- Te’vîl, Beydâvî Tefsîri, C.2 s. 286-287.)
HALK GALEYANA GELDİ
İnsanların sapkınlıkları sınır tanımazken tevhîd dininin yılmaz savunucuları nebi ve resuller bütün bu batıllarla hayatları pahasına mücadele ettiler. Hazret-i İbrâhîm putları kırarken şirke en büyük savaşı açmıştı. Kendisi “büt-şiken” (put kıran) olarak tanınır. Yıllar sonra Sultan Kanûnî’nin vezirlerinden, evvelen “Makbûl”, âhiren “Maktûl” İbrâhîm Paşa diye tanınan Pargalı nam kişi evinin bahçesine Avrupa’dan gelen birkaç antik heykeli dikince halk galeyana gelmiş ve bunun üzerine devrin şairlerinden Trabzonlu Figânî nam şairin şu beyti dillere destan olmuştur:
Dü İbrâhîm âmed be-rûy-i cihan
Yekî büt-şiken şüd dîger büt-nişân
Yani: Dünya yüzüne iki İbrahim geldi, biri putları kıran (Hazret-i İbrâhîm), diğeri ise put diken (Vezir İbrâhîm Paşadır).
Bu arada reenkarnasyon (tenasüh) de önemli bir dalalet konusudur: Eski Mısır tanrıçası İsis’in reenkarnasyonla Kleopatra’nın içinde yaşadığına inanırlardı. Reenkarnasyonun başta Budizm olmak üzere bugün de bazı dinlerde yaşadığı bilinmektedir.
Katolik dünyasının Papaları da gizli bir reenkarnasyon baskısı altındadır. 451’deki Kadıköy Konsili “Aziz Petrus’un Papa Leo’nu ağzından iradesini bildirdiğini” ileri sürdü. Aziz Leo I, Büyük Leo diye bilinen 440-460 yıllarında papalık makamında bulunan papadır. Aziz Petrus (öl. 64 veya 67) dâhil olmak üzere ilk 35 papa Liberius’a kadar (352-366) hep aziz unvanlıdır. Daha sonra da bir hayli papa, aziz unvanını kullanmıştır. Hristiyan din adamlarının papalığa geldikten sonra kendi adlarını bırakıp Leo, Pius , Benedictus, Paulus, Adrianus, Gregorius, Nicolaus, Anastasius, Jean Paul gibi adları edinip papa olduktan sonra bu azizlerin adlarını taşımaları düşündürücüdür.
VATİKAN’IN SAKLADIĞI ESER
Papalık “ Necronomicon’un Gizli Gerçeği” adlı kitabı niçin yasaklamıştır? Bu kitabın Vatikan’da saklandığı, bir kopyasının da İngiliz Müzesi’nde saklı tutulduğu söylenmektedir. Bu kitabın bazı sayfaları basına sızdırılmış ve “Fenomen” adlı dergide yayınlanmıştır. Bu esrarengiz kitabı 8.yy’da Abdül al-Hazret yazmıştır. “The Hidden Truth of Necromicon” Konusu genelde büyücülük, sırlar vs. şeylerden bahseden “Çıldırtıcı Kitap” diye anılan bir eserdir.
İlkel dinlerden daha gelişmiş olmakla birlikte tevhîd akidesini kabullenmeyen bir diğer din salikleri de Sâbiîlerdir. Bunlar aya ve yıldızlara taparlar. El-Cezîre ve Harran’da yaşayan bu kavim, Yahûdîlik, Hristiyanlık ve Mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bazı inanışların derlenmesinden meydana getirilmiş bir sisteme inanırlar.
Arapçada “Sâbiî”, bir dinden çıkıp başka bir dine girenlere verilen bir isimdir. İbadet dillerini Süryanice olduğu söylenir. Onlar yıldızların büyük ruhları olduğunu kabul ederler. Yüceliği ulaşılmaz olan yaratıcıyı tanırlar ve ona ancak ruhlar vasıtasıyla ulaşılabileceğine inanırlar.
Zerdüştlükten evvel Farslar, Hristiyanlıktan evvel Rumlar, Sâbiî idiler. Kur’ân-ı kerîmde Hac Sûresi 17 ve Mâide Sûresi 69. ayetlerde Sâbiîlere atıf vardır.
İmâm-A’zam hazretleri bunların Hristiyanlardan olduklarını söylerken Keşşâf’ta Sâbiîlerin, Yahûdîlikten dönüp meleklere ibadet eden bir kavim olduğundan bahseder…
Milel ve Nihal’de ise “Hak yoldan ayrılıp ruhaniyet üzerine yoğunlaştıkları için bunlara Sâbiî denmiştir” diye geçer. Onlar domuz, köpek, yırtıcı ve güvercin eti yemezler; sünnet yaptırmazlar.
Tevhîd dini dışında kalan bir diğer inanış da Yezîdîliktir. Yezîdîler (Ezdîler) şeytana tapan bir fırkadır. İbâdiye fırkasının kurucusu Abdullah bin İbâd’ın adamlarından Yezîd bin Enise’ye uyarlar. Kutsal yerlerinin en önemlisi Irak Lâliş’te bulunan Nûrânî dergâhıdır.
Güneş doğarken ve batarken ona karşı dönerek tapınırlar. Güneş doğunca onun ışığının ilk değdiği toprağı öperler.
Çarşamba günü Melek Tâvûs’un ve ilk insanın yaratıldığı gün olarak bilinir ve o gün tatil yapılır. Bu dinde şeytanın adını anmak haramdır ve öldürülme sebebi olabilir. Kadınlar saç kesmez ve erkekler sakal bırakmazlar. Başka din mensuplarıyla evlenen aforoz edilir ve öldürülebilir. Hristiyanlıktaki gibi vaftiz mevcuttur. İki kutsal kitapları vardır: Kitâb el- Celve ve Meshaf Reş.
Allâhü teâlânın yarattığı, akıl verdiği ve rehber peygamberlerle yolunu aydınlattığı insanlık, şaşılacak derecede dalalet bataklıklarına batmış, kendisine gönderilen Hak Kitapları -Kur’ân-ı kerîm hariç- tahrif etmiş, kendi iradeleriyle sun’i dinler uydurmuşlardır. Hak din İslâmiyet bile Yüce Resulün buyurduğu gibi yetmiş üç fırkaya ayrılmış ve sadece Kitâb’a ve Sünnet’e verese-i Resul olan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladıkları gibi tabi olanlar ve bu nurlu yoldan gidenler kurtuluşa ermişlerdir. Bu nimetin kadrini eğer bildiysek ve bu şerefe nail olduysak gece gündüz şükretsek azdır. Rabbimiz bizi bu mübarek yoldan ayırmasın.
Bir sonraki yazımızda tekrar buluşmak ümidiyle esen kalınız efendim.
.
İslam’ı, tarihselcilikle tartışmaya açıyorlar
14 Temmuz 2018 02:00
Dr. C. Ahmet Akışık
c.ahmetakisik@gmail.com
Pakistan’da Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fazlurrahman’ın; İngiltere’de doktora hocası Oryantalist/Müsteşrik Simon’un yönlendirme ve telkinleriyle Kur’ân, şeriat, peygamber, vahiy gibi İslâm’ın rükünleriyle ilgili inanç ve algısı tamamen değişmiştir. Bu değişimle ilgili bazı örnekleri şöyle verebiliriz:
1. Günümüzde Müslümanların Kur’ân’ın özellikle sosyal öğretisini ortaya koyacak bir “tefsir teorisi”ne ihtiyaçları vardır. Geçmiş müfessirlerin Kur’ân’ı âyet âyet tefsir ettikleri, bir âyeti tefsir ederken başka bir âyete atıfta bulundukları -Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri- ancak bunun sistematik bir tarzda yapılmadığı görülmektedir. Bu yüzden Kur’ân tefsirleri, bir dünya görüşünü ortaya koyamamıştır (Fazlurrahman).
Kur’ân-ı kerim, ilâhî kelâmdır. O kelâmın muhatabı, onun tam ve kâmil müfessiridir. Dolayısıyla tefsir, aklın ürünü olan teoriyle değil, vahye ve ilhama dayalı olarak “nakil”le yapılır. Ahiret hâlleri gibi gayb ile ilgili konular dışında “akıl” elbette kullanılır. Ancak bu akıl, İmam Suyûtî’nin ifadesiyle “mevhibe ilimleri”yle beslenmiş bir akıldır. Bu da Sünnî her Müslüman âlimde bulunmaz. Ehl-i bid’atte ve gayr-i müslimde hiç bulunmaz. İslâm şeriatının öngördüğü şekilde vahye ve peygamberliğe inanmayan birinin, İslâm ve Kur’ân hakkında konuşması, Şehristanî’nin tabiriyle tamamen ilhad ve itikaden sapıklıktır.
Müctehid âlimler, Kur’ân tefsirinde iki yöntem kullanmışlardır: Rivâyet ve dirâyet.
Rivâyet tefsiri; Kur’ân-ı kerimi Kur’ân, sünnet, Sahâbe-i kirâmın sebeb-i nüzûl ve şer’î hüküm ifade eden haberleri ile ahiret âlemi gibi aklen bilinmesi imkânsız olan konulara dair kavilleri ve şer’î bir kaynağa dayandığı anlaşılan tâbiûn sözleriyle yapılan tefsirdir. Buna et-tefsîr bi’l-me’sûr da denir.
Dirâyet tefsirinde de müfessirin, âyet-i kerimelerden ilâhî murâd ve maksadı istinbât ederek içtihatta bulunabilmesi için lügat, nahiv, sarf; iştikâk, meânî, beyân, bedî’, kırâat, usûlu’d-dîn, usûlu’l-fıkh, esbâbu’n-nüzûl ve’l-kasas; nâsih ve’l-mensûh, fıkıh ilimlerini; mücmel ve mübhemin tefsiriyle ilgili ehâdîs ve ilmiyle amel edenlerin kazanabildikleri “mevhîbe” ilimlerini elde etmiş olması gerekmektedir
Fazlurrahman’ın “Kur’ân tefsiri, bir dünya görüşü ortaya koyamamıştır” iddiasına gelince: İslâm’ın kitabı Kur’ân-ı kerim, insana dünya ve ahiret saâdeti sunmuştur. Bu saâdetin temelinde Allah’a kulluk ve ibadet vardır. İslâm, zulmü ve putçuluğu yasaklamıştır. Çalışarak kazanmayı öngörmüştür. Sömürü düzeninin bir vasıtası olan faizi yasaklamıştır. Toplumda ahlâkî temellere dayalı kardeşliği ve yardımlaşmayı esas almıştır. Toplum düzeninin sağlanmasında en önemli unsur olan adâleti ikame etmiştir.
İşte Kur’ân’ın “dünya görüşü”nün çerçevesi budur! Tefsiri de buna göre yapılmıştır.
Fakat bugün yürürlükte olan sistemlere bakıldığında şu özellikler görülür:
Kapitalizm ve onun revize edilmiş şekli olan Liberalizm’de “Allah’a iman” ve “âhiret inançı” söz konusu olmadığı gibi sömürü araçlarının başında gelen faiz, toplumu besleyen bir ana damar kabul edilmiştir. İnsan ilişkilerinde maddeyi ve menfaati ön plana alan bir yapı kurulmuştur. Hatta Allah’a iman bile maddileştirilerek “baba” ve “oğul” ilkeleriyle ilâhlar çoğaltılmış ve din, tamamen beşerîleştirilmiştir.
Komünizm ve diğer bir adıyla Sosyalizm ise, toplumda eşitliği sağlama iddiasıyla topyekûn insan hakları ve özgürlüklerini imha eden bir düzen kurmuştur. Dine ve maneviyata hiç yer vermemiştir. Ancak bu düzen, 70-80 senelik hâkimiyetten sonra (kısmi uygulamalar dışında) yerini Kapitalizm’e bırakmak zorunda kalmıştır.
Böylece Kur’ân-ı kerim, insanlığa bu farklı dünya görüşlerinin dışında kendine özgü, putperestliği reddeden, Yüce Allah’a kulluğu öngören ve toplumda sosyal adalet, kardeşlik, yardımlaşma ve adaleti tesis eden bir nizam sunmuştur.
2. Âyetlerin arka planını teşkil eden bilgiler, “nüzul sebepleri” adıyla tefsir kitaplarında mevcuttur. Bu âyetlerin gerçek kastının anlaşılmasında işte bu nüzûl sebebi bilgisi oldukça önemlidir. Kur’ân’ı anlamak için tarihî bir ortama götürmenin onun mesajını o zaman ve mekânla sınırlamak gerekir. Bu durumda manayı evrenselleştirmek, Kur’ân’ı doğru anlamaya engel olur (Fazlurrahman).
Âyetlerin nüzul/iniş sebeplerini ileri sürerek, emir ve yasakların o dönemle sınırlı olduğu ve evrensel olmadığı iddiası, tamamen temelsiz ve batıldır. Bu bir ilhad ve küfürdür. Vahyi ve dini kabul etmemektir. Zaten Müsteşriklerin hedefi de budur. İslâm coğrafyasında yetişip Müslüman ismi taşıyanlara İslâm’ı ve onun Kitabını, değiştirme yolunu açmaktır. Bu proje gerçekleştirilmiştir. Hatta “Kur’ân’da Tarihsellik”, reformun da ötesinde İslâm’ı tamamen ortadan kaldırma teşebbüsüdür. Hedef, Kur’ân-ı kerimdeki emir ve haramlardır. Farzı ve yasağı olmayan bir İslâm oluşturmaktır.
Küresel Oryantalistler, İslâm’ın imhasına yönelik birçok altyapı çalışması yapmışlardır. Tefsir, hadis, fıkıh, siyer, mezhepler tarihi ve tasavvuf gibi ilim dallarında, kendilerine göre zayıf ve ihtilaflı gördükleri kavram ve konuları gündeme getirmişler ve bunları İslâm dünyasına taşıyarak İslâm’ı ve rükünlerini tartışmaya açmışlardır. Sünni Müslümanlık yerilmiş, dalâlet ve bid’at fırkalarının inanç, fikir ve görüşleri övülmüş ve desteklenmiştir. Bu konuda akademik (!) çalışmalar yaptırılmıştır. Kur’ân Müslümanlığı, Kaderi inkâr, Kutsallık, Müctehid İmam Aleyhtarlığı, Hadislerle İslâmiyet ismi altında hadisleri ayıklama, Sünni mezhepleri red doktorası olanların “Müctehid” ilan edilmesi gibi fasit fikir ve yaklaşımlar, yaygınlık kazanmıştır. Üstelik bunlar, üstüne bilimsellik yaftası vurularak sunulmuştur.
3. Kur’ân’da Allah lafzı, 2500 den fazla kullanılsa da yine O, Allah ve zatı hakkında bir eser değildir. Zatını bildirmek için indirilmemiştir. Kur’ân, tamamen insanı hedef alan bir kitaptır. Allah’ın varlığı, Kur’ân için sadece amelîdir. 7. asır Mekke toplumunun çok tanrıcılığı ve sosyo ekonomik dengesizliğine bir cevap, bir karşı koyuştur. Bu anlamda tarihsel bir metindir. Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlaşılması için onun tarihsel özelliğine riâyet edilmelidir (Fazlurrahman).
Bir Müslüman, bu cümleleri nasıl söyleyebilir? Eğer Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerim’de -O ki, birdir, ezelîdir, ebedîdir, doğmamıştır, doğurmamıştır, eşi benzeri yoktur, insanı ve kâinatta olan her şeyi O yaratmış ve yaratmaktadır, O her şeyi bilir, görür, kudretinin önüne kimse geçemez, dilediği her şey olur, dilemediği hiç bir şey olmaz gibi- zatî ve subutî sıfatlarını bildirmeseydi, Müslümanlar Hak teâlâyı nasıl bilecekler ve O’na nasıl iman edeceklerdi? Peygamberlerin gönderilme hikmeti, Hak teâlâ’yı sıfatlarıyla doğru olarak bilmek ve emrettiği şekilde ibadet ve kullukta bulunmaktır. İnsanın yaratılış gayesi, budur! Batınîlikte olduğu gibi, Kur’ân’a İslâm şeriatı dışında fasit ve batıl anlamlar yüklemek, ilhad ve küfürdür.
4. Kur’ân, mahiyeti itibariyle bir hukuk kitabı değildir. Kur’ân’ın temel gayesi, insanlarda hakiki bir vicdan oluşmak, insanın ahlakî enerjisini en üst düzeye çıkarmak ve bu enerjiyi uygun yollarda kullanmaktır. Eğer Kur’ân, teknik bir kitaba dönüştürülürse, vicdanlar körleşir ve donuklaşır. Kur’ân emirlerindeki asıl maksat, hukukî değil, ahlakîdir. Hazreti Peygamber’in biyografisine bakıldığında onun öncelikle insanlık için gönderilmiş ahlakî bir ıslahatçı olduğu görülür. Kur’ân’ı kerimde genel yasama, İslâm öğretisinin son derece küçük bir bölümünü oluşturur (Fazlurrahman).
Bu cümlelerle Kur’ân-ı Kerim’deki, miras, hırsızlık, riba/faiz, kısas ve şahidlik gibi âyetlerle açıklanan hükümler kastedilmektedir. Esasen Tarihselciler, topyekûn ahkâm âyetlerini hedef alarak bunların o zamana ait olduğunu, çağdaş olmadığını, Batı standartlarına uymadığını, dolayısıyla yürürlükten kaldırmak gerektiğini söylemekte, sanki “Allah Kelâmı”ndan değil de Sokrat veya Bergson’un sözlerinden bahseder gibi ahlakî kuralların ön plana alınması temennisinde bulunmaktadırlar. Şâyet Kur’ân, bu şekilde okunmazsa/açıklanmazsa, vicdanlar körleşecek ve donuklaşacakmış. Ne kadar da doğru bir tespit! Fakat kimlerin kalpleri/vicdanları körleşir ve donuklaşır? Kur’ân-ı kerimde buyruluyor ki: “Allah, o (Kur’ân’ın sunduğu hakikatleri görmeyen ve kabul etmeyen) kâfirlerin kalplerine mühür vurmuştur (Hissetmezler)”
(Bakara, 7).
“(O Münafık kâfirler,) sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler (hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (doğruyu ve hidâyet yolunu görmezler)” (Bakara, 18).
“Kur’ân, ...mü’minler için şifa ve rahmettir. Zâlimlerin (kâfirlerin) de (inanmadıklarından dolayı) ancak sapıklığını artırır”
(İsra, 18).
5. Kur’an, nâzil olmaya başladığı günden itibaren pratik ve siyasi alanda uygulamayı içermektedir, yoksa Kur’ân, sadece bir ibadet veya kişisel dindarlık kitabı değildir. Hem Kur’ân, hem de Peygamber’in elçilik görevi, toplumun ahlaken olgunlaştırılmasını hedef almıştır (Fazlurrahman).
Bu ifadeler, Kur’ân-ı kerimdeki Yüce Allah’ı tanıma, “bir”leme, ibadet ve kullukla ilgili âyetleri, ikinci planda göstermektedir. Çok yanlış bir yaklaşımdır. Toplumun ahlâkı olgunluğa erişmesi elbette önemlidir. Ancak insanın bu olgunluğa ermesi, Allah’a teslimiyetle, kulluk görevini yerine getirmesiyle mümkündür. İnsanın yaratılış gayesini daima hatırda tutması gerekir. Âyet-i kerimede buyruluyor: “Ben, insanları ve cinleri, ancak (beni tanısınlar) bana ibâdet etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 56).
.
HER COĞRAFYADA GÖNÜLLER FETHETTİLER
20 Temmuz 2018 02:00
Dr. Metin Hakverdioğlu
Amasya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
metin.hakverdioglu@amasya.edu.tr
İslam dünyasının en farklı hareketlerinden birisi Halvetîliktir. Müslüman ahali tarafından çok sevilen bu yol, kısa zamanda dağlar, denizler aşmış, Kuzey Afrika’ya kadar her coğrafyada gönüller fethetmiştir. Bunda Halvetîliğin hoşgörü anlayışının büyük tesiri vardır.
Halvet, Hazret-i Peygamberin Hira Dağında yaşadığı bedenî ve ruhî yalnızlığın adıdır. Tarihte pek çok İslam âlimi bu yalnızlığı yaşayıp Allah’a daha yakın olmayı dilemiştir. Bu istek zamanla sistemleşmiş ve Halvetîlik adıyla bir tarikat doğmuştur.
İslam dünyasının en farklı hareketlerinden birisi Halvetîliktir. Azerbaycan sahasından çıkıp tüm İslam âlemine yayılması sadece on yıllar almıştır. Müslüman ahali tarafından çok sevilen bu yol, bir anda dağlar, denizler aşmış ve Kuzey Afrika’ya kadar her coğrafyada gönüller fethetmiştir. Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsameddin’e göre bunda Halvetîliğin hoşgörü anlayışının büyük etkisi vardır. Halvetîler halkın içinde Hakk’ı arayan insanlar olabilmişlerdir; ancak gariptir, kendilerini "halvet" denilen kırk günlük bir inzivaya çekmeleri ile de meşhurdurlar. Yani, Allah ile beraber olmak için halvete çekilen Halvetîler, halkla beraber olmak için de mektep ve medresede idiler. Sanat, ilim, devlete sadakat, zühd ve takva bu tarikatta bir araya gelmiş ve bu inanç pek çok sanatçı, âlim ve devlet adamının doğuşuna zemin hazırlamıştır. Bu durumun güzel bir örneği Amasya’da yaşamış olan Pir Şücaeddin İlyas hazretleridir. Onun hayat hikâyesi hem Osmanlı’da Halvetîliğin saraya nasıl hâkim olduğunu hem de Anadolu’da nasıl yayıldığını gözler önüne sermektedir.
İKİ DERYA BİR ARADA…
1400’lü yılların başında Emîr Timur tarafından Osmanlı "Fetret Dönemi"ne sokulduğunda Amasya’da da zor günler yaşanmıştır. Bu zor günlerde Amasya’nın yıkılmasını önleyen şahsiyet olarak genç bir ilim adamı olan Gümüşlü-zâde İlyas’ın adı ön plana çıkar. Kıvrak bir zekâya sahip olan İlyas, Timur’un komutanı tarafından Azerbaycan’ın ilim şehri Şamahı’ya gönderilmiş, burada ilim ve irfanını tekmil etmesi istenmiştir. Şamahı’da Halvetîliğin ilk önderi olan Ömer Halvetî’nin dizinin dibinde iki büyük derya bir araya gelmiştir: Pir İlyas Amasî, Seyyit Yahya Baküvî.
"KIZILELMA"NIN PEŞİNDELER
Aynı şeyhten el alan bu iki güzide şahsiyet, dünyanın çehresini değiştirmekte âdeta yarışmışlardır. Halvetîliğin ruhunu her gittikleri yere, her tanıştıkları gönle nakşeden bu iki şahsiyet, aynı "kızılelma"nın peşine düşmüşlerdir: İlâ-yı Kelimetullah, Nizam-ı Âlem...
Seyyit Yahya Baküvî, şeyhi Ömer Halvetî öldükten sonra Şamahı’yı terk edip Bakü’ye gitmiş ve oradan tüm dünyaya Halvetî gönüllüleri yetiştirip göndermiştir. Ona, Anadolu’dan ve dünyanın pek çok yerinden yüzlerce mürit akmış, o da bu müritleri birer meşale hâline getirip tekrar dünyanın farklı coğrafyalarına sevk etmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Afrika’nın kuzeyi başta olmak üzere pek çok yere ışık ışık dağılan bir nur seli ortaya çıkmıştır. Pir Muhammed Erzincanî, Dede Ömer Ruşeni, Molla Ali Halvetî ve Habib Karamanî gibi eşsiz şahsiyetler yetiştirip farklı beldelere gönderen Seyyit Yahya, 1464’te Bakü’de vefat ettiğinde kendisine Pir-i sânî, Halvetîliğin ikinci kurucusu olarak dua eden milyonlarca müride sahipti. Bakü’de Şirvanşahlar Sarayında bulunan kabri hâlen önemli ziyaretgâhlardan birisidir.
Pir Şücaeddin İlyas ise Şamahı’daki bu güzel günlerden sonra bir Halvetî şeyhi olarak Amasya’ya dönmüş ve buradan irşat faaliyetlerine hız vermiştir.
“Amasya Tarihi"nde Hüseyin Hüsameddin bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Pîr İlyas Halvetî hazretlerinin Şirvân’dan avdetiyle beraber Amasya’da zuhûr iden tarîkat-ı Halvetîyye; Babâî ve Mevlevî tarîklerinin ricâline örnek olacak derecede takipçilerine, ulûm-ı ma’ârife teşvîk, zühd ü takvâya yönlendirerek ümerâ ve devlet adamlarına ta'arruz ve müdahele etmekten menetmiş olduğu cihetle halkın hüsn-i kabulüne mazhariyetle pek çabuk yayılmıştır.
Sultân Murad Hân-ı Sânî hazretlerinin devrinde Zeynî ve Nakşibendî tarîkleri de bilindiği gibi oldukça yayıldı ise de Habib-i Karamânî ve Çelebi Halîfe hazerâtı gibi önde gelen Halvetîler pek ziyâde iştihâr eyledikleri cihetle bu yeni tarîk ile Babaî, Mevlevî tarîkleri eski şöhretlerini kaybetmişlerdir.”(C.1, s. 266)
OSMANLI DEVLETİ’NDE ÇOK SEVİLDİLER
Osmanlı topraklarında ilk Halvetî hareketini başlatan Pir İlyas; Zekeriya Halvetî, Şeyh Şerafeddin, Hamza Akşemseddin gibi üstün özelliklere sahip şahsiyetler yetiştirmiş ve bu yolun Osmanlı Devleti’nde sevilmesini sağlamıştır. Pir İlyas, mensuplarını marifet ilmine teşvik etmiş, bu sayede halkın beğenisini kazanmıştır. Tarikatın çabucak yayılmasının temel sebeplerinden biri, onun hoşgörü anlayışıdır. Bu hoşgörü, Osmanlının temellerinin ikinci defa atıldığı Amasya’da ortaya çıktığı için padişah namzetlerini etkilemiştir. Bu etki ile Osmanlı ülkesinin Halvetî hoşgörü inancına göre şekillenmesi sağlanmıştır. Pir İlyas’ın yolundan gelen Çelebi Halife’nin (Mehmed Celaleddin Aksarayî) yetişmesi ile artık Halvetîlik İstanbul’da en önemli tarikat olmuştur.
Pir İlyas’ın getirdiği bu yolun, özellikle Babaî tarikatından bunalan halka bir rahatlık verdiğini Hüseyin Hüsameddin Yasar da altını çizerek belirtir. Yasar’ın tarihinde Pir İlyas’ın hanımı, torunu ve pek çok Halvetî sanatçı hakkında ilginç notlar mevcuttur. Pir İlyas, eşi Raziye Hanım’ı ilim ve irfan sahibi kılmak için kendisi eğitmiştir. Onun rahle-i tedrisinden geçen Raziye Hanım da Amasyalı hanımlara dersler vermiştir.
Diğer bir örnek ise Mihrî Hatun’dur. Mihrî Hatun Türk edebiyatının en ünlü kadın şairlerindendir ve Pir İlyas Havetî’nin torunudur. Şairin divanında ve Tazarru-nâme adlı eserinde Halvetîlik ile ilgili pek çok ize rastlamak mümkündür. Onun da Raziye Hanım gibi iyi bir tahsil gördüğü bilinmektedir. Hatta "Belayî" mahlası ile şiirler yazan babasından her türlü ilmi öğrendiği tezkirelerde belirtilmiştir.
Amasya’da Halvetîliğin etkisini en iyi gösterebileceğimiz sayısal veri, türbe sayısıdır. Amasya halkının daha hâlâ akın akın gittiği onlarca türbe Halvetî şeyhlerine aittir:
Akbilek Türbesi
İğneci Baba Türbesi
Pir İlyas Türbesi
Pir Sinan Türbesi
Pir Abdurrahman Türbesi
Çelebioğlu Türbesi
Habib-i Karamanî Türbesi
Hüseyin Dede Türbesi
Sinan Efendi Türbesi
Şeyh Zekeriyya Türbesi
Abdurrahman Baba Türbesi
Kuba Evliyası Türbesi
Kutup Türbesi
Kurtboğan Evliyası Türbesi
Gümüşlü-zâde Türbesi
Memi Dede Türbesi
Mansur Baba Türbesi
Yakup Halvetî Türbesi
İLİM VE İRFANIN KAYNAĞI…
Halvetîlik, her türlü sanatı ve ilmi teşvik ettiği için insanın doğasında olan pek çok alanda insan yetiştirilmesine önayak olmuştur. Yine Pir İlyas’ın yolunu takip eden ünlü hüsn-i hat ustası Hattat Hamdullah da bir Halvetî’dir ve Amasya’da yetişmiştir. Amasya’da Kurtboğan Evliyası olarak bilinen Şerafeddin Hamza Halvetî’nin oğlu Fatih’in ünlü hocası Akşemseddin hazretleri, aynı zamanda bir tıp âlimi idi...
Tüm bu hususlar bir araya geldiğinde şöyle bir noktaya ulaşmaktayız: Halvetîlik Azerbaycan’ın Şamahı-Bakü şehirlerinden doğmuş ve Anadolu’daki ilk büyük temsilcilerinden birisini Amasya’da bulmuştur. Bu kişi Pir Şücaeddin İlyas Halvetî’dir. Halvetîlik onun gayretleri ile önce ailesinde, sonra Amasya’da, sonra Osmanlı şehzadelerinde ve sonra da tüm Osmanlı coğrafyasında hoşgörü ve sevginin, ilim ve irfanın, zühd ve takvanın kaynağı olmuştur. Yüzyıllarca, dünyanın dört bir yerine yayılan müritleri, yeni tariklerin “kuluçka makinesi” görevini görmüşlerdir.
MODERN İNSANIN İHTİYACI VAR
Bakü’den Balkanlara; Sibirya’dan Fas’a kadar geniş bir bölgeye yayılan Halvetîlik, doğuş yerlerinden birisi olan Amasya’da 12 Mayıs 2018 tarihinde bir kez daha masaya yatırıldı. Onlarca akademisyenin katıldığı III. Uluslararası Bakü’den Balkanlara Halvetîlik Sempozyumu, Halvetîlik hakkında yeni ufuklar açmaya vesile oldu. Genç Tasavvufçuları Destekleme ve Geliştirme Derneği tarafından düzenlenen sempozyumun onursal başkanlığını Hasan Şükrü Yayıntaş yaptı.
Şunun altı bir kez daha çizilmelidir: Bütün dünyada milyonlarca yürüyeni olan bir yolun günümüzde daha iyi anlaşılmaya ve incelenmeye ihtiyacı vardır. Buna, bugünün modern toplumunun bir kez daha kafa yorması ve kendisine bir huzur adası bulamayan, kendisiyle bir dakika bile halvette olamayanların; kırk gün halvete girebilenlerin ruh âlemindeki dinginliği, huzuru anlamaya çalışması gerekir; bu, hayatı daha yaşanır kılmak için bir zaruret hâlini almıştır...
.
ADIM ADIM TEVHÎDE
21 Temmuz 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Geniş Asya bozkırlarında hür ve bağımsız yaşayan Türkler, yayılmacı politikası dışında, özellikle Çin’le ticari ilişkiler içine girmişlerdir.
Kuzeyden güneye, doğudan batıya geniş bir coğrafyada hükümran olan Türkler, kendi soydaşları da dâhil olmak üzere birçok kavimle savaşmış, sabit- kadem olmak yerine seyyal bir hayatı benimsemişlerdir.
Oğuz Kağan’la başlayan Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi “Kızılelma”nın müşahhas yönü olmuş, zulmün dışında, hep adil bir devlet geleneğini sürdüren Türkler, Mâverâünnehir’e ininceye kadar ordu-devlet-siyaset-ticaret inceliğine biraz uzak kalmışlardır. Mâverâünnehir, yapı ve ilim yönüyle onlara yeni ufuklar açmıştır.
Türk bilim haritasının altı çizilerek işaret edilmesi gereken bölge Kaşgar-Karahan bölgesidir. Bilhassa İslamiyet’in kabulü ile yeni bir ufkun gözlemcisi olan Türkler, hak dine mensubiyetin coşkusu ile her hâlükârda değişik bir yol haritası benimsediler.
***
Türklerin İslamiyet’i hemen kabul ettiğini zannetmek yanlıştır. Arap İslam ordularının doğudaki yayılmalarına Türkler bayağı mâni olmuşlardır.
Orta Asya’da Arap-Türk savaşlarının ilki, Hazreti Osman radıyallâhü anh zamanına tekabül eder. 653’te Hazar Türkleri, Müslüman Arap ordularının Kafkasya’da ilerlemesine mâni olmuştur. O sırada İslam orduları Ermenilerin iç işlerindeki kargaşadan istifade edip Gürcistan’ı da geçerek Kafkasya’ya kadar ilerlediler. Daha ileri gidemediler, çünkü karşılarında Hazar Türkleri vardı.
Batılı araştırmacıları en çok şaşırtan da yarı göçebe bir kavim olan Hazarların, teşkilatlı İslam ordularını durdurmaları olmuştur.
Emevîler devrinde de Türkler hem Çinlilerle hem de İslam ordularıyla savaşmış, Horasan valisi Mühelleb, Türklere zaman zaman mağlup olmuştur.
İstanbul’un fethi konusunda Hazret-i risâletpenâh’ın müjdesine nail olan Türkler, İslam’ın sancaktarlığını alıncaya kadar bu dinin yayılmasına çok engel oldular.
Türklerin galibiyetleri Kuteybe’den sonra da devam etmiş, 720’de pek de teşkilatlı olmayan bir Türk ordusu, Semerkand’da İslam ordularını yine yenmiştir.
İslam’ın veya diğer vahyî dinlerin dışındaki kavimler, başlangıçta batıl inanışlarının kaybolmasından çok korkmuşlar ve bu korkudan doğan batıl dinlerini koruma içgüdüsü ile hak dinlere karşı büyük bir motivasyonla savaşmışlardır.
Leon Cahun’un nakli itibariyle Göktürk Kağanı Kültigin zamanında İslam orduları Hazret-i Sevre kumandasında 20.000 kişilik bir ordu ile Türklerle savaşmışlardır. Bu savaşta başta Hazret-i Sevre olmak üzere bir rivayete göre askerlerin tamamı şehit olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki İslam orduları Türkleri yenerek onlara İslamiyet’i kabul ettiremediler. Fütuhatla bu ihtida gerçekleşmedi. Cahun’a göre Türklerin ihtidasında müthiş İslam ordularının zafer ve fütuhatı değil, mübelliğlerin belagati ve yüksek ikna kabiliyeti en önemli faktördü.
Moğol ve Türk kavimlerini bir açıdan inceleyen Jean Paul Roux da o devirlerde İslam ordularının Türklere karşı hiçbir kesin zaferi olmadığını söyler. “İhtidaya sebep silah ve askerî güç değildir” der.
Müsteşriklerin anlamadıkları nokta şudur: Allâhü teâlâ, dininin tealisi için bu necip milleti takdîren görevlendirmiş ve İslam’ın sancaktarlığını 11. yy’dan sonra Türklere vermiştir. Şurasını önemle belirtelim ki Eshâb-ı güzîn, Tâbiîn ve Tebeü’t-tâbiîn hazerâtının İslam’a yaptıkları hizmet, hiçbir kavim ve zümre ile kıyaslanamaz. Çünkü onlar Resûlullâh Efendimizin mübarek veresesidir.
7. yy.’dan itibaren İslam ordularıyla Türklerin savaşları takdir-i ilahidir. O savaşlar olmasaydı belki de İslamiyet’le tanışılmayacaktı veya ihtida bu kadar erken olmayacaktı.
Türkler ve İslam orduları, defalarca karşı karşıya geldiler; birbirlerinde savaş mertliğini, adilliği, düşmana karşı bile âlicenaplığı gördüler. Kâinatın Efendisi’nden silsile yoluyla alınan müthiş terbiye ile savaş meydanlarını tebliğ kürsülerine çeviren verese-i Resul hazerâtına karşı savaşan Türkler, bu manevi atmosferden cengin havasında bile etkilendiler.
Tabii ki Türklerin savaşmalarının en büyük sebebi, vatan topraklarını asla terk etmemekti. Savaşla Türk topraklarını istila etmek hemen hemen mümkün değildir. İslam orduları tevhit tebliğine gelirken, onlar vatan topraklarını müdafaa teziyle savaştılar.
***
Türkler, Budist, Hristiyan, Mani ve benzeri dinlerin de etkisinde kalmış olmakla birlikte bu dinleri kendi fıtratlarına uygun bulmamış olacaklar ki, kısa sürelerde bu inanışları terk ettiler. 9. ve 10. Asırdan sonra İslamiyet’le müşerref olup kimliklerinde eksik olan kısmı da tamamlamış oldular.
Türkler, 9. asırda küçük kabileler hâlinde İslam’la tanışmışlar ama 10. Asırdan sonra İslamî devlet statüsüne kavuşmuşlardır.
Başlangıçta İslam, uygulamada tam anlaşılamamış, akaidde de bazı noksanlıklar olmuştur. Bunun en güzel delillerinden birisi Dede Korkut Destanî Hikâyeleridir. Henüz İslamiyet’e tamamen geçmemiş olan Oğuz boylarında başlangıçta dini idrak de zayıftır. Bir Türk bilgesi olan Dede Korkut veya Korkut Ata ağzından söylenen veya onun dualarıyla hitam bulan metinlerde, Korkut adı bir rivayete göre “korkgutucı” (mübelliğ, müjdeleyici, korkutucu, uyarıcı) kelimesinden gelmektedir. (kum fe enzir ) El- Müddessir-2) âyet-i kerîmesindeki “Kalk ve insanları uyar” şeklindeki Efendimiz aleyhissalâtü vesselâma gelen emir mucibince, mübelliğler de sonradan bu görevi ifa etiler. Dede Korkut için bir başka rivayet de şudur: İslam’ı önce taallüm sonra tebliğ ve talim (öğrenme ve öğretip açıklama) için Resulullah Efendimize her kavim bir temsilci gönderirdi. İşte Korkut Ata da bunlardan birisidir. Böyle bir durumda bu mübarek zatın Eshab-ı güzinden olma durumu bile vardır.
Hikâyelerin sonradan eklendiği tahmin edilen bölüm Besmele-i şerîfe ile “ve bihi nesta’în” diye başlar. Bu bölümde şu açıklamalar vardır: “Resul aleyhisslâm zamanına yakın Bayat Boyı’ndan Korkut Ata dirler bir er koptı. Ol kişi Oğuz’un tamam biliçisi idi. Ol ne dirse olur idi. Gaibden dürlü haberler virür idi. Allah anung köngline ilham ider idi. Korkut Ata ayıttı (söyledi): Ahir zamanda hanlık girü Kayı’ya dege. Kimesne ellerinden almaya. Bu didügi Osman neslidür.” Yani bu ilave metinde Korkut Ata’nın Efendimiz zamanına yakın ortaya çıkacağını, Allahü tealânın onun gönlüne ilham ettiği için sırları bildiği belirtilir. Korkut Ata, son zamanda hanlığın (yönetimin) yine Kayı boyuna geleceğini ve kıyamete kadar kimsenin ellerinden alamayacağını beyan eder.
İslam’ı yeni öğrenen bu Oğuz Boyu’nda birtakım aksamaların olduğu göze çarpar. Amel ve inanç unsurlarında görülen bu eksiklikler hikâyelerde zaman zaman karşımıza çıkar. İmamlık ve müezzinlik gibi vazifeler muhtemelen Arap ve Acem’den gelenlerce ifa edilmekteydi. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Hikâyesi’nde Dirse Han’ın bir soylamasında (manzum bölüm) şu ibareler dikkat çeker:
(Sadeleştirilmiş olarak)
Salkım salkım tan yelleri estiğinde=Boz tarla kuşu ötünce
Sakalı uzun yabancı kişi bağırınca (muhtemelen ezan okununca)
Asil atlar sahibini görüp kişneyince=Ak ile karanın seçileceği çağda
Güzel bağırlı dağlara gün değince…
Burada bahsedilen zaman dilimi, hemen gündoğumu sonrası vaktidir. Çünkü kaba dağlara gün değmiştir. Aklı karalı seçilen çağ ise ibareyi gün doğumundan önceki zamana da çeker. Burada sabah namazı vaktinde bir sıkıntı göze çarpar.
Sakalı uzun tat eri bangladıkta yani uzun sakallı yabancı kişi bağırdığı (muhtemelen ezan okuduğu) zaman ifadesi de çok önemlidir. Bu uzun sakallı kişi Oğuz dışından gelen Arap veya Acem imam veya müezzin olmalıdır. “Tat” Oğuz dışındaki yabancılar için kullanılan bir ifadedir. Banglamak, bağırmaktır. Bu da ezan okumak olmalıdır.
***
Karahanlılar 960 civarında 200.000’e varan çadır halkıyla topluca Müslüman oldular. Hanları, Abdülkerim Satuk Buğra’dır. Rivayetlerde, Satuk Buğra’nın rüyasında Efendimizi görerek İslamiyet’i kabul ettiği geçer.
Oğuzlar da yine aynı yy.da Müslüman olurlar. Diğer boylara nispetle Oğuzlar daha kitlesel bir kabul yaşarlar.
Profesör (Gaudferoy-Demombynes) De La Monde Musulman Et Byzantin Jusqu’aux Croides adlı eserinede: “Arap ırkının tevessü gücü azaldığında genişleme misyonu Türklere geçmiştir”, der. Oğuz Türklerinin Şiîliğe karşı Sünnîliği Karahanlılardan daha fazla müdafaa ettiklerini de belirtir. Bizans’a karşı da çok başarılı olduklarının altını çizer. Sultan Sencer zamanında Afganistan ve Hindistan’da bile hutbelerin Türk hakanı adına okutulduğuna dikkat çeken yazar, devamla “Sünnî yani hakiki Müslümanlığın, o sırada her taraftan tehdit etmekte olan Şiîlik cereyanları içerisinde zayıflamasına Oğuz Türkleri mâni olmuştur” der. “Ortodoks, Bizans ve Katolik Avrupa’nın Hristiyan birliği namına istila ve imha etmek istemelerine karşı İslam âlemini yine Türkler kurtarmıştır” diye belirtir. İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman oldu, Burak Yayınevi, 1994, s, 64-65.
İşte bütün mesele de bu: Keşke bir Batılı bilim adamının anlayabildiği bu gerçeği, içimizdeki gafiller de anlayabilse…
Bir sonraki yazımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim.
..
Türkiye’nin cemaatlerle imtihanı
27 Temmuz 2018 02:00
Prof. Dr. Hilmi DEMİR
hilmidemir69@gmail.com
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Aslında Osmanlı’nın son döneminden itibaren “cemaat” kavramı daha çok gayrimüslimler için kullanılan bir kavram olmuştur. Rum-Ortodoks cemaati, Ermeni cemaati, Yahudi cemaati gibi terimler zamanla hukuk literatürüne hatta uluslararası anlaşmalara bile girmiştir. Bu konuda Lozan anlaşmasında Rum Ortodoks cemaati üzerine heyetler arası tartışmalara bakılabilir...
Cemaat kelimesi dinî topluluk anlamında Müslümanların birbirlerinin hak ve hukukunu koruması ve ümmet bilincinin oluşturulması anlamında övülmesi krizlerin bir sonucudur. Vahdet, birlik temalı söylemlerle Müslümanların bir olması ve ümmet bilincine sahip olması İslami hareketlerin ortaya çıktığı ve görünür olmaya başladığı 1970’li yıllarla başlar. Fakat bu daha çok “ümmetçi” ve “İslamcı” grupların dile getirdiği bir terim olarak kalmamıştır.
Kültürel birliktelik kadar onun siyasi bir birliktelik olduğunu düşünenler de vardı. Buna göre cemaat Seyyid Kutup’un “öncü cemaat” dediği ve İslami devlete giden yolu açması gereken İslami hareketlerin öncü kuvvetleriydi. Fakat Türkiye’de cemaatler sivil toplum kuruluşları olarak görünür oldukça siyasal cemaat hayali de sükûta uğradı. Sisteme dâhil olan cemaatler daha fazla dünyevileşmeye başladı. Bu açıdan Türkiye’de cemaatler sorunu doğrudan tarikatlarla ilişkilendirilecek bir mesele değildir. Çünkü bunlar bildiğimiz klasik anlamıyla “tarikat” olmaktan daha çok “cemaat” olarak örgütlenmeyi tercih etmişlerdir. Zira tarikatların modernizmle baş etmesi, ona karşı direnebilmesi neredeyse imkânsız gibidir. Zühd ile kapitalizm bir arada var olmazdı, olmadı da.
Toplum atomize bireylerden oluşurken cemaat aynı ruh ve ideali paylaşan ortak bir bütünlük olarak kavrandı. Muhafazakârlara göre modern dönemde idealize edilmiş bir birlikteliktir cemaat. Çünkü cemaat, dışarıdan gelen tehditlere ve günahlara karşı İslami hayatın devamı için güvenli, sıcak bir sığınak olarak düşünülmüştür. Namazı toplu olarak kılmanın daha sevap olduğunun emredildiği bir dinin müntesipleri bir topluluk içinde olmanın daha gerekli olduğuna inanmışlardır.
FETÖ’nün genleşmesi
Bu yüzden bir cemaat içinde kendimizi daha güvende hissederiz, “bir elin nesi var iki elin sesi var” atasözünde olduğu gibi birbirimize destek oluruz ve daha güçlüyüzdür. Tökezleyip yere düşersek elimizden tutacak birileri olacak, yanlış bir adım atarsak bizi düzeltecek bir bilen bulunacaktır. Zor günler geçirdiğimizde ve gerçekten ihtiyacımız olduğunda bize kefil olmak için teminat istemeyeceklerdir. Özellikle, sokakları günah ve tehlikelerle dolu, kimsenin kimseye acımadığı büyük şehirlerde ayakta kalabilmek için sığınılacak en güvenli limandır. Bu yüzden Türkiye’nin cemaatler krizi aslında modernleşmesinin, büyük şehirlerinin, kırdan kente göçünün bir hikâyesidir. Cemaatler sert ve kaba modernleşme hikâyemizde bireyi, değerlerini ve inançlarını korumak için sığınacağı bir korunak kabul edilmiştir. Diğer yandan da katı laik uygulamalar karşısında sistemden dışlanan Müslümanlar için yeniden sisteme dâhil olmanın siyasi mekânları hâline gelmiştir. Bu nedenle cemaatlerin yeniden ortaya çıkışı ve giderek varlıklarını daha fazla hissettirmeleri, tekrar oyuna dâhil olmaları Türkiye’nin kısmi de olsa demokratikleşme tarihiyle alakalıdır. Türkiye’de cemaatlerin görünür hâle gelmesi çok partili süreçle başlamış ve Özal’ın liberal açılım dönemiyle de meşruluk kazanımları mümkün olmuştur.
Özellikle AK Parti iktidarının ilk yıllarından itibaren “liberal” ve “İslamcı” çevreler cemaatlerin kamusal alanda meşruiyet kazanmasının, Türkiye için büyük bir kazanım olduğunu dile getirdiler. Cemaatleri birer sivil toplum kuruluşu olarak kavramlaştıran bu çevrelere göre cemaatlerin kamusal alandaki temsili çoğulcu toplumsal yapı için vazgeçilmezdir. Cemaatler hem ulus devletin tek tipleştirmesine karşı hem de İslami kesimlerin taleplerinin karşılanması adına kutsal bir müttefik olarak siyasal alana çağrıldı. Bazı çevrelerden cemaatlerin birer STK sayılamayacağına ilişkin gelen eleştiriler liberal ve sol çevrelerden bile tepki aldı. Dinî grup ve cemaatlerin STK sayılması gerektiği ve bu yapıların Türkiye’de sivil özgürlüklerin önünü açacağı dile getirildi. Müslümanların kurdukları dernek ve vakıfların STK sayılması konusunda sorun yoktu. Fakat bir dinî lidere bağlı olan cemaatlerin bir STK sayılıp sayılmayacağı tartışması çok fazla gündem olmadı.
Özallı yıllarla Türkiye artık sürekli ve daha hızlı bir değişim yaşamaya başlamıştır. 2000’li yıllarla birlikte değişimin hızı baş döndürecek kadar artmıştır. Kentleşme, iletişim araçları, teknoloji ve kapitalizm bireyin günlük hayat deneyimlerini kökten değiştirmiştir. Küreselleşen dünyada modernizm sadece günlük hayatı dönüştürmemiş dinî gelenekler ve bunlara vücut veren kavramlar da anlam değiştirmiştir. Tarikat ve cemaatlerin geleneksel zemini de kökten değişmiş ve kaybolmuştur. “Cemaat rahmettir”, doğrudur ama artık “cemaat, bir STK’dır”!..
Özellikle FETÖ grubuna bağlı basın ve örgütler (gazete ve dergilerden Abant Platformuna kadar) içinde yer alan yazar ve akademisyenler sivil toplum ve cemaat başlıklı yazılar kaleme alarak, cemaatlerin sivil toplum olarak kabul edilmesini savundular. Asıl amaçlarının FETÖ’ye toplumsal ve hukuki meşruiyet kazandırmak olduğunu sonra keşfettik. Türkiye’de 2000-2016 arasında akademik ve yazılı basında yer alan literatür cemaat ve sivil toplum ilişkisi üzerine yazılmış o zamanki adıyla Gülen güzellemesiyle doludur. Bu açıdan aslında STK dediklerinin birçoğu Gülen örgütünün legal görünümlü yapılarıydı. Türkiye’de aslında cemaat çoğulculuğundan daha çok tek bir cemaatin genişlemesi söz konusuydu. Gülen örgütünün dışında kalan diğer cemaat yapıları oldukça küçük gruplar olarak kendi özel alanlarına kapanarak varlıklarını korumaya çalıştılar.
Gülen örgütünün STK’ları keşfetmesi aslında onun değişimini kolaylaştırdı. STK’lar yapıları gereği hükûmet dışında bir alan oluştururlar. Bu alanı devlet karşısında kendi menfaatlerini güçlendirecek biçimde genişletebilir ve lobi faaliyetleri yürütebilirler. STK olmak FETÖ’nün tam da istediği gücü devşirmesine giden yolu açtı. 28 Şubat’ta Türkiye’de STK’ların seçilmiş hükûmeti düşürmek için neler yapabileceğini görmüştük ve FETÖ lideri de bu süreçte bu ittifak içinde yer aldı.
1997’de gelen 28 Şubat dalgasını dikkate alırsanız aslında Türkiye dinî cemaatlerin sahip oldukları gücün büyük kısmının el değiştirdiğini görürüz. Türkiye’de cemaat tartışmalarında unutulan Gülen örgütünün Türkiye’de sahip olduğu okullar, vakıflar, dernekler ve ticari işletmelerin toplamı bu örgütün dışında kalan dinî grupların toplamının sahip olduğundan daha fazladır. Sadece bir KHK ile 109 öğrenci yurdu, 104 vakıf, 1125 dernek, 15 üniversite ve 19 sendika kapatılmıştır.
Sekülerleşme ve dünyevileşme karşısında cemaatlerin bireye korunak sağlayacağı gibi ahlaki nedenlerle cemaat yapıları İslami çevrelerce desteklenirken aslında birçok cemaat faaliyeti toplumsal karşılık bulmadı. FETÖ o kadar güçlü bir mekanizma kurmuştu ki Türkiye’deki cemaat yapılarının neredeyse büyük çoğunluğunu oyun dışı bıraktı. 15 Temmuz sonrasına dönüp baktığımızda diğer cemaatlerin üniversitedeki yurt kapasiteleri FETÖ’nün yüzde biri kadar ancak vardır.
FETÖ sonrası kriz
15 Temmuz aslında bir cemaatle değil bambaşka bir yapı ile karşı karşıya kaldığımızı gösterdi. FETÖ bildiğimiz anlamda bir cemaat değil daha çok bir istihbarat cemaatidir. Bu yüzden ben sürekli bu yapıyı bâtınî/ezoterik bir kült cemaati olarak isimlendirmeyi tercih ettim. Tarikat ile bir kült grup arasındaki farkı gösteren en temel ölçütü söyleyeyim: Katılmak için hem maddi hem de manevi bir bedel ödeyerek giriyor ve ağır bedeller ödeseniz dahi dışarı çıkamıyorsanız orası bir kült gruptur. Girerken de çıkarken hiçbir bedel ödemiyorsanız tarikattır. Kuşkusuz günümüzde bazı tarikat yapılarına katılım ve çıkmanın bu kadar kolay olmadığı söylenebilir. Baştan söyledim ya bugün geleneksel anlamlarıyla tarikatların var olması da imkânsız gibidir. Ama unutmayalım ki Türkiye’deki cemaatlerin yolculuğu hiçbir zaman sağlıklı bir zeminde sürmedi. FETÖ ve en son Oktar gibi kült yapılar bu yolculuğu hepten sakatladı.
Metafizik kavramlar çok kirlendi. Dinî gelenekle aramızda büyük bir mesafe oluştu. Türkiye’de gerek tasfiyeci modernist Selefilik gerek ise Jakoben tasfiyeci katı laiklik gelenekle aramızda büyük bir uçurumun oluşmasına neden oldu. Bu krizden faydalanan FETÖ gibi yapılar her şeyi kirlettiler. Ülkede tarikat, cemaat, kült gruplar hepsi birbirine karıştı. Dün cemaatleri kutsayanlardan ve fırsatı ganimete çevirmek isteyen modernist Selefilerden ve katı laiklerden ortak bir ses çıkıyor: Tüm cemaatleri yıkalım, yok edelim.
Hiçbir tarikat ya da cemaatle organik bir bağım yok bu yüzden bir tarikatı veya cemaati savunmak adına yazmadığımı ve yazmayacağımı herkes bilir. Benim tüm gayretim din-devlet ilişkilerinin Türkiye’nin önünü tıkayan bir mesele olmaktan çıkmasıdır. Dindarların bireysel özgürlüklerinde çok yol katettik ama cemaatler konusunda ne yapacağımızı bilmez durumdayız. FETÖ ve Oktar gibi yapılardan ortaya dökülenler toplumda bir panik havasına dönüştü. Ne bırakın yapsınlar ne de ezin geçin diyebiliriz. Üçüncü bir yola ihtiyacımız var.
Türkiye’de sorun cemaatlerin ve dinî grupların ayağını bastıkları bir zeminin kalmaması, merkezle mesafelerini kaybetmiş olmalarıdır. Osmanlıda Hanefi-Matüridi bir merkez vardı. Şimdi merkezi olmayan dinî cemaatler de bireyler de çok kolay savruluyorlar. Din görevlilerinin, imam hatip meslek dersi hocalarının ve ilahiyatların merkezi yok. Ayaklarını bastıkları bir gelenekleri mevcut değil. Geleneğe bağlı olmayan yüzergezer gruplar var etrafımızda. Küresel olmak için bir zemine gerek olduğunu unuttular. Ya Arap dünyasından ya da Batı’dan müttefik buldular. Bir müddet sonra onların etki ajanları olarak çalışmayı tercih ettiler. Türkiye’de dinî dünyamızda kendimizi bu topraklara bağlayacak bir zemin bulmak zorundayız başka yolumuz yok gibi.
.
‘Millî’ eğitimde işe nereden başlamak lazım?
28 Temmuz 2018 02:00
Dor. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Ülkemiz, zorlu bir coğrafyada olması sebebiyle tabii olarak zorlu şartlarla karşılaşmakta, genç bir nüfusa sahip olmasıyla da dünyada ilgiyle takip edilmektir. Sahip olduğumuz bu genç nüfus, hızla eriyen Batı dünyasının imrenerek baktığı bir tablodur. Benzer şartlara sahip olmak istiyorsalar da aile kurumunun bitmeye yüz tutmuş olduğunu ve gençlerini yaşadıkları topraklara belli bir aidiyet duygusu ile de yetiştiremediklerini görmektedirler. Bu sebeple; kurdukları düzenlerini, hiç tükenmeyeceğini zannettikleri maddi zenginlik ve refah üzerine inşa etmekteler ve bununla da payidar olacaklarını zannetmektedirler. Oysa bir yapının devamını sağlayan gücün kültür ve medeniyet telakkisi olduğunu geç de olsa anlamaya başlamışlar, esas gücün ise insanın iç huzuru ve mutluluğu olduğunun farkına varmışlardır. Batı dünyası maddi zenginliklerini, sahip oldukları bilim ve teknoloji sayesinde elde etmekte fakat bu refah, duygusuz ve hiçbir kutsalı olmayan, materyalist bir gençliğin yetişmesine de engel olamamaktadır. Kısacası; buradan baktığımızda onlarca yıldır taklit etmeye çalıştığımız Batı’nın fotoğrafı budur. Aslında daha onlarca sayfa ile Batı’nın sürüklendiği bataklığı ifade etmek mümkündür fakat biz şimdi kendimize dönelim.
“İyi yetişmiş gençlik” tabiri eğitimle doğrudan alakalı bir söz olduğu için bulunduğumuz bu günlerde de doğal olarak hep eğitim tartışılmakta, hatta bu konu güvenlik kadar önem arz etmektedir. Eğitimin hayati derecede ehemmiyet arz etmesi ise gelişmiş veya gelişmekte olan bir topluluk için çok önemlidir. Çünkü sahip olduğunuz gücü ve potansiyeli sürekli güvenlik doneleri ile ayakta tutamazsınız. Güvenlik mevzusu da aslında eğitimin sonuçları ile alakalıdır. İyi eğitilmiş, insan odaklı bir toplum tablosu güvenlik endişelerini geri plana iter.Eğer bir yerde kavga varsa bu kavga çok büyük bir ihtimalle iletişimsizlikten kaynaklanır. Hatta terör dediğimiz illetin müdavimleri de çoğunlukla kendini ifade edemeyen sapık ruhlu kimselerin yeltendikleri acımasız yöntemlerdir. Yoksa eşrefi mahlûkat olan bir insan hemcinsinin canına niçin kıysın ki? Bu ya üstünlük kurarak tek güç olma sevdasının tezahürüdür ya da psikolojik bir travmanın işaretidir. Tek güç olan insanlar ise emirle ve kaba kuvvetle üstünlük kurmayı anlayış hâline getirmiş, hiçbir kutsalı olmayan, sadece maddi tarafının derdine düşmüş kimse demektir. Bu şahsiyetlerin de yaydıkları korku ve endişe ortamları, kısa ömürleri ile sınırlıdır. Fakat ardından bıraktığı güzel eserlerle uğruna gözyaşları akıtılan, yokluğu acı/varlığı mutluluk olarak terennüm edilen kimseler de tarihte hep bir gurur abidesi olarak hatırlanmıştır. Burada tarif edilen iki insan profili de onun yaratılış gayesinin idrak seviyesiyle alakalıdır. Atalarımızın da söylediği gibi “merkep ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri”… Başkalarının akıttığı gözyaşlarından ve kederden mutluluk duyan bir kimse kadar, gece gündüz onun mutluluğu için yorulan ve ter akıtanlar da eğitimin bir nişanesidir. Herkes eğitim merhalesinden geçer fakat biri başkaları için iyilik yaparak eser bırakma gayreti gösterirken diğeri nefsinin esiri olmuş ölüm makinelerine dönüşebilir ve telafisi mümkün olmayan zararlara sebep olabilir. Zira güneşten biber de elma da aynı derecede istifade eder fakat biri aldığı enerji ile tatlılaşırken diğer acılaşır. Bir toplum açısından eğitim hayati öneme sahiptir. Bu sebeple mutlu ve huzurlu toplumların devamı için en büyük vazife de eğitime düşer. Dolayısıyla da eğitim konusu hep konuşulmaya devam edilecek, gerçekleştirilmeye çalışılan politikalar ve çalışmalar da yerine göre eleştirilecek yerine göre de takdirle karşılanacaktır. Yeter ki amaç üzüm yemek olsun bağcıyı dövme değil… Fakat en tehlikeli şey; “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla sürekli pembe tablolar çizmek ve yapılan yanlışları halının altına süpürmek olacaktır. Bu şekilde davranmak ise büyük vebal olduğu gibi hiç kimseye de mutluluk getirmeyecek belki de sonuçları, telafisi mümkün olmayan bedellerin ödenmesine vesile olacaktır. O zaman da bu toprakların gelecek nesillerine verilecek hesabın terazideki bedeli ağır olacaktır.
EĞİTİMDE YENİ ÜMİTLER
İçerisinde bulunduğumuz bugünlerde devlet adamlarımız eğitimle ilgili önemli kararlar alarak milletinin refahı ve mutluluğu için çalışmaya devam etmektedirler. Bu mevzulardan belki yukarıda da değindiğimiz gibi en önemli konulardan biri, Millî Eğitim Bakanlığımızda gerçekleşmiştir. Devletimizin kuruluşundan bu günlere kadar birkaç istisna hariç eğitim kökenli, eğitimin problemlerini hem teorik hem de pratikte yakinen bilen bir eğitimcinin bakanlık makamına getirilememiş olması eğitim adına ciddi bir problem olarak kalmıştı. Özellikle herkesin çok şeyler söylediği fakat gerçek tespitleri yapamadığı eğitim mevzuunda sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk hocadan beklentiler çok fazladır. İsmi ilk duyulduğunda eğitim konusu ile uzaktan yakından alakası olan herkesin heyecanlandığı bir isim olan Sayın Bakanı, eğitim konusunda çok ciddi problemlerin beklediği de her eğitimcinin malumudur. Özellikle öğrenme stilleri ve bireysel farklılıklar konusunda doktora tezimi hazırladığım günlerde sayın bakanın bu konulardaki fikirlerinden çok istifade ettiğimi ve tez hazırlama sürecinde bu fikirlerin araştırmama ciddi katkılar sağladığını da ifade etmeyi hep bir borç bilmişimdir. Hatta hocanın, katıldığımız konferans ve söyleşilerinde dile getirdiği eğitim üzerine tespitleri ve çözüm önerilerinin de bütün eğitimcilere heyecan kattığını çok yakinen defalarca görmüşümdür. Sayın Bakan her ne kadar eğitim konusundaki eksikliklere ve sıkıntılara vâkıfsa da bir eğitimci akademisyen olarak bazı konuları tekrar bütün eğitim paydaşlarının bilgilerine sunmayı da bir borç biliriz. Zira atalarımızın da dediği gibi: “Et-tekrârı ahsen velev kâne yüz seksen” (Yani tekrar iyidir velev ki 180 kere olsa da)…
PROBLEMLERİ ÇÖZME ZAMANI
Eğitim üzerine Türkiye gazetesinde daha önce çok defa eğitimdeki aksaklıklar ve çözüm tavsiyeleri üzerine yazılar yazdık. Özellikle eğitimcilerden çok ciddi geri dönüşler aldığımızı da ifade etmek isteriz. Tebrikler, tavsiyeler, “içimize su serptiniz, söyleyemediklerimizi söylediniz” gibi çok önemli terennümlerin dile getirildiğini de gördük. Dolayısıyla daha önceki makalelerimizde dile getirdiğimiz mevzulara ait tespitlere de yer vererek eğitim adına gerçek ihtiyaçlar üzerinde durmaya devam edeceğiz. Eğitim üzerine geçmişten bugüne artarak çoğalan problemlere artık neşter vurma zamanı gelmiştir. Eğitimin gerçek problemleri, şu ana kadar farkına varılamayarak da olsa ihmal edilmiş mevzulardır. Fakat önümüzde dik bir yokuş vardır. Yol, bozuk ve engebeli, yük ise hassas ve değerlidir. Daha da önemlisi, bu kıymetli yükü taşıyacak aracın motoru eski ve de bozuk… Bu dik yokuşun, yüke de zarar vermeden en emniyetli biçimde geçilmesi gerekiyor. Yokuşu çıkamayıp yarı yolda kalan aracın geriye doğru kaçma ihtimali de vardır ki bu çok ciddi zayiatlara sebep olabilir. Onun için her şey aracın motorunda bitiyor... Dolayısıyla burada da belirttiğimiz gibi bir araçta motor neyse bir eğitim sisteminin felsefesi de odur. Pozitivist bir anlayışla buraya kadar geldik fakat artık bu motor bu gövdeyi taşımıyor. Acilen tedbir alınmalıdır. Bu konuya daha önceki yazılarımızda da değinmiştik.
Eğitim sistemimizin belki de en elzem mevzularının başında dil (lisan) meselelerimiz gelir. Öncelikle lisan (dil) meselelerimizi halletmeden eğitime girişmek tarlayı sürmeden tohum ekmeye benzer ki tohum, yeşermeden ya çürür ya da diğer canlılar tarafından toplanır. Çünkü dil ve edebiyat alanında fakirleşmiş bir eğitim sisteminin başarıya ulaşma şansı kesinlikle yoktur. Öğrenme ile eğitim arasındaki farkın en bariz ortaya çıktığı yerlerin başında bu mevzu gelmektedir. Zaman zaman talebelerimiz de bize soruyorlar; “yani hocam, şimdi sokakta atalarımızın dilini mi konuşacağız, buna ne gerek var?” Onlara cevaben diyoruz ki; “Biz, dilimize sahip çıkmayı sadece sokakta konuşmak için değil geçmişte yazılmış milyonlarca eserle irtibat kurmak için de istiyoruz. Eğer bir milletin çocukları, yüzlerce yıldan beri yazılmış çok kıymetli eserlerle irtibatı birinci elden kuramazsa başkalarının tercümesiyle bunu sağlamak zorunda kalacaktır ki bu, beraber yaşadığı dedesini anlamak için evde tercüman bulundurmaya benzer. Bu şekilde kurulan bir iletişimden de ne sıcaklık hissedilebilir?” Dünyada her millet, ecdadının yazdığı eserlerle doğrudan iletişim kurabiliyorsa bu toprakların çocuklarından biz bunu niçin esirgeyelim? Bu sebeple nitelikli, kaliteli ve gerçek bir eğitim, başarılı bir dil hassasiyetinden geçer. Ayrıca günümüzde, değerler eğitimi noktasında çok hassasiyetle durulduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda; kendi öz dilimizi ve kültürel zenginliklerimizi tekrar canlandırmak için ilk kademelerden itibaren Osmanlı Türkçesi öğretimine ehemmiyet verilmesi elzemdir. Zira dilimize ait tozlu raflarındaki milyonlarca bilgi, belge ve eserin sadece bu meseleyi dert edinmiş bir kısım araştırmacıya açık olması da millî değerlerimiz ve kültür hassasiyetimiz noktasında bir ayıptır. “Ne yapalım bu belgeleri sadece araştırmacılar okuyabildiği için onların hizmetine sunuyoruz” şeklindeki serzenişler ise “özrü kabahatinden büyük” özlü sözü hatıra getirmektedir. Bu sebeple; kaybolan vazgeçilmez değerimiz olan “dilimiz/lisanımız” üzerine Millî Eğitim Bakanlığı’nın Türk Dil Kurumu ile ortak proje çalışmaları yapması bir milleti kurtaracak kadar ehemmiyetli neticeler ortaya çıkaracaktır. Zira dil adı altında temelsiz, mesnetsiz ve dayanaksız biçimde uydurulan kelimelere bu kahraman milletin evlatlarını daha ne kadar esir bırakacağız? (Bu konuda Sayın Numan Aydoğan Ünal Bey tarafından kurulan ve kilit taşı niteliğindeki ilim insanlarının mükemmel tespitlerine yer verilen “Türk Âlemiyiz” adlı web sitesini de bütün okuyucularımıza tavsiye ederiz).
.
Dünya savaş sarmalından hiç kurtulamadı
3 Ağustos 2018 02:00
Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu
Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi
ebusofu@gmail.com
Demokrasi, insan hak ve hürriyetleri, hukukun üstünlüğü, savaş değil diplomasi, dünya barışı gibi kelimelerin çok sık dile getirildiği şu dönemlerde barışın yaşandığı ya da barış ihtimallerine verilen şansların arttığı bir düşünceye kapılmamalıyız.
Dünyadaki global ya da bölgesel barış ne geçmişte vardı ne de şimdi... Eski çağlara, hatta daha gerilere kadar götürdüğümüz ve dünya tarihinin baktığımız her bölgesinde ne yazık ki hep savaşlarla karşı karşıya kalıyorduk. “Karanlık Çağlarda” yaşayan medenileşmemiş topluluklar için savaşlar kabul edilebilir görünse de güya “medeni toplumların” yaşadığı bugünlerde savaşların varlığı kabul edilemez gelmektedir. Bu arada güya yazının bulunmasından önceki toplumlara “Karanlık Çağlar” tanımlamasını da yazının, insanlığın ilk evresinde olmadığı saçmalığını da hem kabul etmediğimi hem de bilimsel bulmadığımı söylemeliyim.
Savaşları, karanlık dönemlerin alametifarikası diye tanımlayıp sözlü ve yazılı olarak eski dönemlere hapseden anlayış, modern dünyayı idrak ettiğimiz şu günlerdeki savaşları nereye koyacaktır acaba?
Ne geçmiş dönemler daha karanlık ne de şimdiki modern dönemler daha insanidir. Eğer tam doğru bir tahlil yapılacak olursa geçmiş dönemlerin daha insani devirler olduğunu kabul etmek daha akla ve ilme yakın olacaktır. Zira bugün eskisinden çok daha öldürücü savaşlar, çok daha geniş kitleleri katleden, soykırıma tabi tutan kitlesel konvansiyonel silahlar, eskisinden daha yüksek miktarlarda insan ölümlerine sebep olmaktadır.
İDDİA EDİLEN NEYDİ?
Hâlbuki iddia edilen bu değildi. Yaygın kanaate göre; savaşlar, işgaller, kitlesel ölümlere yol açan saldırılar artık geride kalmıştı. Modern dönemler, bu tür kanlı saldırıların olmadığı/olmayacağı zamanlar olacaktı. Hatta Birleşmiş Milletler’in kuruluş anlaşmasına göre 1945 yılı itibariyle savaş yoluyla toprak kazanımı da yasaklanıyordu. Yani bundan böyle hiç kimse silahının ve askerinin gücüne dayanarak başka ülkenin toprağını işgal edemeyecekti. Tabii bu maddenin bir istisnası vardı: Saldırı karşısında elbette müdafaa hakkı olacaktı. Fakat ne yazık ki bu tür maddeler bulundukları yerlerde yazıldığı gibi durmuyorlardı. 1945’ten önce de tıpkı 1945’ten sonra olduğu gibi işgaller yaşanmaya devam etti. Bu işgalciler arasında ilk sırayı İsrail teşkil ediyordu ve İsrail’in işgalciliğinin bambaşka bir yönü vardı.
İsrail, işgallerini BM’nin aleyhteki tüm kararlarına rağmen yapıyordu. BM’nin, “İşgal edilen toprakları iade et” çağrılarına uymuyordu. Hatta yeni yeni işgallerle de saldırganlığına devam ediyor, modern dünya da bu sürekli işgallere karşı hiçbir şey yapamıyordu. 1945’teki BM kararına rağmen işgalleri sürdüren bir diğer devlet de dünyanın süper gücü, BM’nin kurucu ve en güçlü üyesi ABD’nin de içinde olduğu Batı idi. Batı, İsrail gibi pervasızca işgal yapmıyor, yaptığı işgalleri de tabiri caizse kitabına uyduruyordu! Batı, yaptığı işgalleri kendilerinin de veto hakkına sahip üyeleri olduğu BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca ya da işgal edeceği bölgeye barış, demokrasi götüreceği iddiasıyla yapıyor, bölgede işgalci olmadığını ve kalıcı olmayacağını söylüyordu. Gerçekten de Batı bir süre sonra işgal ettiği yerlerden askerlerini çekiyor ama bölge işgal edilmeden önceki durumuna bir daha geri dönemiyordu. Bir defa çekildiği bölgelerden tamamıyla ayrılmıyor oraya bir miktar asker ve üs bırakıyor bir de çekilirken idareyi bırakacağı yöneticileri de kendileri belirliyorlardı.
“DEMOKRASİ” İHRACI!
Kendilerinin belirlediği idareciler, bir müddet sonra o ülkenin kendi halkı tarafından demokratik şekilde değiştirildiğinde ise Batı oraya demokrasi götürmek için tekrar aynı “zahmetlere” katlanıyordu. Bu safhalar hep böyle devam edip gidiyordu. Batı, geri kalmış fakat kaynak zengini petrol, doğalgaz, altın madenlerine sahip ülkelere barış, demokrasi götürüyordu. Ancak bu ülkeler kârlarını-zararlarını bilemeyip Batılıların yerleştirdiklerini değil de kendi millî liderlerini iktidara getirip düzeni bozduklarında demokrasi havarileri gelip o ülkede “barışı ve demokrasiyi” yeniden tesis ediyorlardı. Tabii Batı demokrasiyi tesis ederken bu kendilerine karşı çıkan o ülkenin millî insanlarını terörist diye damgalayarak bertaraf ediyordu.
Artık savaşlar ve işgallerin ancak bu şekilde modern dünyada yeri kalmamış oluyor! Gerçekten de savaş ve işgaller bitmiş oluyor değil mi?
Aslında yanlış olan, Batı’nın savaş ve işgal dönemlerine son verdiği iddiası değildir. Yanlış olan Batı’nın bu iddiasına inanılmasıdır. Onların tüm iddialarına rağmen savaş ve işgaller, hızından hiçbir şey kaybetmeden devam ederken biz de bittiğine kendimizi ikna etmeye çabalıyoruz.
Eski çağlardan bugüne savaş ve işgallerin olmadığı bir 50 yılı göstermek mümkün değildir. Böyle bir 50 yılı gösteremezken artık sert dönemlerin bittiğini söylemek, temellendirilemeyecek basit bir iddiadan öteye gitmeyecektir.
O hâlde savaş ve işgalleri döneminin bittiğine neden inanmalıyız. Bu faciaların bitmesi elbette her normal insanın isteyebileceği bir taleptir ancak böyle bir şeyi istiyoruz fakat bitti denilmesine rağmen âdeta her sabah yeni bir savaş veya yeni bir işgal haberiyle uyanıyoruz.
Bu durumda, sadece hayatını sürdürmeye çalışan yalın insanlar olarak nasıl bir tutum içinde olmalıyız? Neye inanmalıyız? Doğru olan hangisidir acaba!..
Orwell’in romanından emojilerin diline…
3 Ağustos 2018 02:01
Dr. Ali Murat KIRIK
Dijital İletişim Uzmanı/Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
1998’lerin sonu 1999’ların başlarında kullanılmaya başlayan emojiler, özellikle akıllı telefon ve anlık mesajlaşma uygulamalarının etkisiyle birlikte kullanım alanını yaygınlaştırmıştır. Hüznü, sevinci, coşkuyu, ümitsizliği hatta hayal kırıklığını simgesel olarak temsil eden emojiler Shigetaka Kurita isimli Japon teknolog tarafından geliştirilmiştir. Emoji mefhumu günümüzde giderek artan bir kullanım sahasına sahiptir. Noktalama işaretleriyle oluşturulan imgeleri emojilerin ilk versiyonları şeklinde nitelendirebilmek mümkündür. Örnek vermek gerekirse klasik anlamda kullanılan iki nokta üst üstte kapalı parantez “:)” ile gülme ifadesi ya da iki nokta üst üstte açık parantez “:(“ ile üzgünlük ifadeleri oluşturulmuştur. Nitekim günümüzde de bu işaretler yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Artık emojiler giderek kelimelerin yerini almaktadır. Oxford Sözlük tarafından “mutluluk gözyaşları” isimli emojinin 2015 yılının kelimesi seçilmesi bu durumun en temel göstergesidir. Yazılı dilin duyguları ve düşünceleri tam olarak yansıtamaması gerekçesiyle emojiler âdeta bir zorunluluk hâline getirilmiştir. Emojileri kullanmak belki iletişimi kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Ancak kelimelerin ruhunu, düşüncenin, anlatı yapısını bozdu. Yani bu zamana dek olumlu bakılan emojiler aslında iletişimde başa sardığımızın da bir göstergesidir.
George Orwell’in 1984 romanını okuyanlar çok iyi bileceklerdir. Orwell, Okyanusya ülkesinde “Big Brother” aracılığıyla oluşturulan korkunun tüm bireyleri giderek kontrol altında tutmak için bir araç olarak kullanıldığı teknolojik bir dünya modeli sunmaktadır. Günümüz Batı dünyasında da bunu görebilmek mümkündür. Kişiler devamlı izlenmektedir. Özellikle dijital iz, çağımızın en temel problemlerinin başında gelmektedir. Yapılan her şey sanal ortamda kayıt altına alınmaktadır. Romanda baskı altında olan cemiyet için “Yeni Söylem” adıyla bir dil geliştirilmiştir. Bu yeni dilde kelime sayısı azaltılarak dilin basite indirgenmesi amaçlanmakta böylece insanların düşünmesi engellenmekte ve sorgulama kabiliyetinin kaybedilmesi amaçlanmaktadır.
Buradan tekrar emojilere dönecek olursak, bu ifadelerle global yeni bir dilin oluştuğunu söylemek mümkündür. Teknolojinin kölesi olan bir toplumda dil ve düşünce de ortadan kalkar. Bugün Batılı gelişmiş ülkelerin ve emperyal güçlerin de temel gayesi düşünme ve sorgulama potansiyelinin kaybolmasıdır. Bu durum her ne kadar bir komplo teorisi olarak görülse de akıllı telefon ve tabletlerin anlık mesajlaşma uygulamalarıyla birlikte yoğun kullanımı emojilerin vazgeçilmez bir unsur olarak insanların merkezine yerleşmelerine sebep olmuştur.
Z KUŞAĞININ LİSANI…
Emojilerin gelişigüzel bir şekilde kullanımı da anlam kaymalarına sebep olmaktadır. Bunu üç maymun örneğinde görebilmek mümkündür. Üç maymunun bir arada kullanımı farklı bir anlam katarken, gözlerini kapatan maymun özellikle Türkiye’de utanma anlamına gelmektedir. Z Kuşağı olarak ifade edilen 2000 ve sonrası doğan nesil için emojiler olmazsa olmaz durumundadır. Yapılan araştırmalarda en çok Z Kuşağı’nın emoji kullandığı ve emojilere ilgi duyduğu görülmektedir. Emoji kullanımı duyguların farklı bir dille ifadesini sağladığından kelimelerin yoğunluğunu ihtiva edememektedir. İşte bu durum dilde yozlaşmaya sebep olmaktadır. Bilindiği üzere Türkçe zengin bir dildir. Birçok söz sanatı mevcuttur. Kimi zaman anlam kaymalarını önlemesi açısından emojilerin kullanımı bir avantajken sürekli emoji kullanımı ise dil açısından dezavantaj oluşturmaktadır. Lisanın öz niteliklerini kaybetmemek adına internet ortamında bile kurallara uymak elzem görünmektedir...
.
İmâm-ı Rabbânî’nin tecdit mücadelesi
4 Ağustos 2018 02:00
PROF. DR NECDET TOSUN
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
ntosun@marmara.edu.tr
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (Serhendî) hazretlerinin (ö. 1034/1624) yaşadığı dönem olan 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında Hindistan’da Bâbürlüler Devleti hüküm sürüyordu. Bu dönemde devletin başında Ekber Şah ve ardından Cihângîr padişahlık yapmıştı. Ülkede birçok îmar ve kültür faaliyetleri sürüyordu. Ancak dinî ve içtimaı hayat çalkantı içindeydi. Müslümanlar ile Hindular arasındaki mücadeleler devam ederken, Ekber Şah -muhtemelen ülkedeki iktidarını güçlendirmek niyetiyle- Hindulara yakınlık göstermeye başladı. Bununla da kalmayıp “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni bir din ortaya attı. Bu gelişmelerden endişelenen İmâm-ı Rabbânî sarsılmaya başlayan dinî esasları muhafaza etmek için mücadeleye başladı. Yazdığı eserler ve mektuplarla Müslüman halkı ve idarecileri İslâmî kurallara bağlı olmaya çağırdı.
Ekber Şâh’ın desteklediği doğru yoldan sapmış âlimlerden Fârig-i Tebrîzî peygamberliği inkâr eden (Redd-i Nübüvvet hakkındaki) eserini kaleme almış[1], İmâm-ı Rabbânî de bu tür fikirlere karşı cevap mahiyetinde “İsbâtü’n-nübüvve” (Peygamberliğin İspatı) isimli eserini yazmıştır. “İsbâtü’n-nübüvve” isimli bu eser hem Fârig-i Tebrîzî’ye hem de onu destekleyen hükümdar Ekber Şah’a karşı yazılmış bir eserdir ve bu eseri yazdığında İmâm-ı Rabbânî henüz yirmi yaşlarında bir gençtir. O dönemde Hindistan’da birçok âlim vardı. Ancak onların çoğu padişaha ve onun uydurduğu dîn-i ilâhîye karşı eser yazmaktan çekindiler, hakkı söylemekten korktular. Bu sebeple isimleri tarihin sayfalarında unutulup gitti. Ama İslamiyeti ve hakkı savunmak adına dik duran, korkmadan padişaha ve destekçilerine karşı reddiye yazabilen İmâm-ı Rabbânî bugün dört asır sonra bile saygı ve rahmetle anılmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî, o dönemde Hindistan’daki bazı eğitimsiz Müslümanların Hindu dinî merasimlerine katıldıklarını, birçok Müslüman kadının, Hinduların suçiçeği hastalığını iyileştirdiğine inandığı "tanrıça"ya dua ettiğini kaygıyla anlatmaktadır[2]. Ayrıca Müslümanların ibadette ve kıyafette bazı bid’atlar çıkardıklarını[3], Hindistan’daki kâfirlerle dostluk kurup onların geleneklerine uyduklarını üzülerek anlatır. Bir mektubunda şöyle diyor:
“Bir defasında ölüm döşeğinde bir hastayı ziyaret etmiştim, onun durumuna baktığımda kalbinin çok şiddetli karanlıklarla dolu olduğunu hissettim. O karanlıkların ve zulmetlerin kalkması için her ne zaman kalben uğraşıp teveccüh ettiysem de o zulmetler kalkmadı. Birçok çaba ve manevî nazardan sonra anlaşıldı ki, o zulmetler onda gizli olan bir küfür sıfatından kaynaklanmıştı. Ve o kötülüklerin kaynağı da kâfirlerle olan dostluğu idi. Nihayet anladım ki, o zulmetleri, karanlıkları kaldırmak için teveccüh edip çalışmak doğru değildir. Zira onun arınması küfrün cezası olan cehennem azabına bağlıdır…” (Mektûbât, c. 1, no. 266).
İmâm-ı Rabbânî kendi döneminde dünyaya düşkün kötü âlimlerin topluma zarar verdiğini belirtmekte, onlar hakkında bir mektubunda şöyle demektedir: “Büyüklerden birisi şeytanı boş otururken gördü. Şeytan insanları yoldan çıkarmak ve vesvese vermekle zihnini meşgul etmiyordu. O zât bu işin hikmetini sordu. Şeytan: ‘Bu dönemde kötü âlimler bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar’ diye cevap verdi”[4].
O dönemde Hindistan’daki dinî hayatın bu yapısı İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’yi İslâmiyet’i hem destekleyip güçlü bir hâle getirme, hem de hurafelerden arındırarak tekrar saf hâline çevirme ve yenileme (tecdîd, ıslâh, ihyâ) düşüncesine güçlü bir şekilde sevk etmiştir. Bu gayeyle İmâm-ı Rabbânî o dönemin önde gelen bürokratlarına birçok mektup yazıp onları teşvik etmiş, ayrıca dostlarına yazdığı mektuplarla ve diğer eserleriyle çevresindeki insanları İslamiyet’i doğru anlama ve doğru yaşama konusunda ikaz etmiştir.
Ekber Şâh’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Cihângîr, İmâm-ı Rabbânî’nin müritlerinin çoğalmasından endişe etmiş, bazı bahaneler öne sürerek onu bir sene hapsetmiştir[5]. Cihangîr, sorgulamak gayesiyle İmâm-ı Rabbânî’yi sarayına getirttiğinde, o dönemin âdeti olarak kendisine selamlama secdesi yapmasını beklemiş, İmâm-ı Rabbânî ise “Ben Allah’tan başka kimsenin karşısında eğilmem” diyerek selamlama secdesi yapmamış, hapsedilmeyi göze alabilmiştir. Hapiste kaldığı bir yıl boyunca mahkûmlara İslamiyeti anlatıp birçoğunun Müslüman olmasına vesile olmuştur.
İmâm-ı Rabbânî tasavvufta yanlış anlaşılan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Bazı cahil sûfîlerin tasavvufu fıkhın üzerinde görmelerini doğru bulmamış ve şöyle demiştir: “İnsanlar kıyamet günü ancak şeriattan (dinin emir ve yasaklarından, fıkıhtan) sorumlu olacaklardır, tasavvuftan değil”. “Tarikat ve hakikat, şeriatın hizmetindedir”. “Önce Ehl-i sünnet üzere itikâdı düzeltmek, sonra fıkhı öğrenmek lâzımdır. Daha sonra sıra tasavvufa gelir”. “Bir Müslüman için üç şey gereklidir: Birincisi, itikadını Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebine göre düzeltmelidir. İkincisi, âlimlerin tarifi ve ictihadları doğrultusunda dinî görevlerini icrâ etmelidir. Üçüncüsü meşâyıhın tarîkatında mânevî terbiyeye girmelidir. Bunlardan ilk ikisi İslâm’ın esasıyla ilgilidir ve şarttır. Üçüncüsü (tasavvuf yoluna girmek) ise kemâl ve manevî olgunluk ile ilgilidir.”
İmâm-ı Rabbânî zikir konusunda da önemli ve farklı görüşlere sahiptir. Ona göre zikir sâdece belli virdleri okumak değildir. Dinî kurallara ve adabına riayet edilerek yapılan ticaret (alışveriş) de zikir sayılır. Keza gözleri görmeyen bir âmâyı yoldaki çukura düşmekten kurtarmak da aynen zikir gibidir, hatta daha faziletlidir. Ancak Allah’ın isim ve sıfatlarını anarak yapılan zikir çabuk tesir edici olup Allah’a karşı sevgi oluşturur ve O’na çabuk ulaştırır.
İmâm-ı Rabbânî Mebde’ ve Me'âd isimli eserinin 13. bölümünde şöyle buyurur: (Dört unsurdan) Hava unsuru, ruh ile irtibatlıdır. Bu sebeple tasavvuf yolcusu (sâlik) hava makamına yükselip ulaştığı zaman bu havayı Hak teâlâ zanneder ve ona tutulup kalır. Tıpkı ruh makamında bu görüntü ve zannın oluşması ve sâlikin ona tutulması gibi. Meşâyıhtan biri şöyle demiştir: “Otuz sene Hak teâlâ diye ruha taptım. O makamdan geçirip yükselttikleri zaman doğru yanlıştan ayrıldı.”
İmâm-ı Rabbânî Ma'ârif-i Ledünniyye isimli eserinin 27. bölümünde aynı konuda şöyle buyurur: Bâzen sâlikin nazarı ruhlar âlemine düşer. O âlemi, vücûb mertebesi (ilâhî âlem) ile ilişkisinden dolayı Hak teâlâ olarak düşünür. Oysa bu ilişki sâdece sûrettedir. Sâlik o âlemi görmeyi, Hak teâlâyı görmek zanneder. Bu müşahededen haz ve lezzet duyar. Ruhlar âleminin cesedler (cisimler) âlemi ile biraz irtibatı olduğu için o âlemin (ruhlar âleminin) görülmesi, bu âlemde kesrette vahdeti müşahede (çokluk içinde birliği görmek) olarak algılanır. Sâlik (tasavvuf yolcusu), ihâta ve maiyyetin zâtî olduğuna, yani Allah’ın âleme zâtı ile yakın olduğuna hükmeder. Bu hayaller ile matlûb-i hakîkî olan Allah’a terakkî ve vuslat yolu sâlike kapanır. Onu bu mertebeden geçirmezlerse ve bâtıldan hakka götürmezlerse vah ne hasret! Şeyhlerden bazıları bu makâmda otuz sene Allah diye rûha tapmışlardır. O makâmdan geçirildikleri zaman onun kötülüğünü anlamışlardır. “Bizi buna hidâyet eden Allah’a hamd olsun. Allah bizi doğru yola ulaştırmasaydı biz doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir.” (el-A'râf, 7/43)
Tasavvuftaki vahdet-i vücûd (varlığın birliği) inancının tasavvufta bir mertebe olduğunu ifade eden İmâm-ı Rabbânî, onun aşılarak vahdet-i şuhûd mertebesine, oradan da abdiyyet makâmına ulaşılması gerektiğini söylemiştir. Bu konuyu güneş ve yıldızlar örneği ile şöyle anlatır:
Gündüz güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnada bir kimsenin “Gökyüzünde yıldız yok, sadece güneş var” demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme’l-yakîn mertebesidir. Yani İmâm-ı Rabbânî’ye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde güneşten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez, yıldızlar vardır ancak güneşin yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, ayne’l-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve güneş ile yıldızları ayrı ayrı görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka’l-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.[6]
İmâm-ı Rabbânî’nin, kendi dönemindeki yöneticilere karşı mücadelesi ve ilkeli duruşu sonraki asırlarda özgürlük mücadelesi yapanlara ilham kaynağı olmuştur. 20. yüzyılda Hindistan’ın özgürlüğü için mücadele verenlerden Ebu’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958), İmâm-ı Rabbânî’yi “Hint Müslümanlarını zalim idarecilerden, bozulmuş sûfîlerden ve dünya peşinde koşan âlimlerden kurtardığı için” övmüştür...
Netice olarak, İmâm-ı Rabbânî yaşadığı dönemde Hindistan’da üç önemli iş yapmıştır: 1. Dîn-i ilâhî gibi yanlış ve sapkın dinî anlayışlarla korkmadan mücadele etmiştir. 2. Müslümanlar arasındaki bidat ve hurafeleri temizlemek için çalışmıştır. 3. Tasavvufta yanlış anlaşılan bazı ince meseleleri açıklığa kavuşturmuştur. Bir Nakşibendî şeyhi olan İmâm-ı Rabbânî yaptığı bu toplumsal hizmetler ve yenilikler sebebiyle hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) olarak kabul edilmiştir. Mektûbât isimli üç ciltlik eseri ve diğer bazı eserleri Türkçeye de tercüme edilmiş olan İmâm-ı Rabbânî’yi rahmetle yâd ediyoruz.
.....
[1] Takıyyüddin Evhadî, Arafâtü’l-âşıkîn (nşr. Z. Sâhibkârî- A. Fahreddin), Tahran 2010, II, 1063.
[2] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Karaçi 1392/1972, III, 363 (no. 41).
[3] AhmedSirhindî, ae, I, 124 (no. 47).
[4] İmâm-ı Rabbânî, ae, I, 96 (nr. 33).
[5] Detayları için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul: İnsan Yayınları, 2005.
[6] Ahmed Sirhindî, Mektûbât, I, 111-112 (no: 43).
.
Diyanet İşleri kimlerin etkisi altında kalmıştı?
11 Ağustos 2018 02:00
Dr. C. Ahmet Akışık
c.ahmetakisik@gmail.com
Ülkemizde 1970’li yıllar, din alanında âdeta bir kan değişiminin olduğu yıllardır.
Bu dönemde çok şiddetli bir Selçuklu ve Osmanlı muarızı olan, “Muslih ve Mukallid” diyaloğu ile Ehl-i sünnet mezhep ve âlimlerini tenkit eden, zaman zaman alay eden, Sünni mezhep ulemasını İslam’da içtihat yapmanın önünde en büyük engel gören, fıkıh kitaplarının bid’at ve hurafelerle dolu olduğunu söyleyen ve akait ile ilgili hadisleri inkâr eden M. Reşid Rıza gündeme gelmiştir.
Bu kişinin “Muhaveratu’l-muslih ve’l-muqallid” kitabı, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” ismiyle, Hayrettin Karaman’ın sadeleştirme ve notlarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nca bastırılmıştır (1974).
Bu kitap, daha önce A. H. Akseki tarafından “Mezahibin telfikı ve İslam’ın bir noktaya cem’i” ismiyle Türkçeye çevrilmiştir.
Cemaleddin Afgani, fikrî öğrencisi Abduh ve bu ikiliye sonradan katılan R. Rıza, küresel oryantalistlerin oluşturduğu proje doğrultusunda İslam toplumlarında yaklaşık 1400 seneden beri hâkim olan Sünni İslam anlayışının değiştirilmesinde rol alan baş aktörlerdendir.
Bunu gerçekleştirebilmek için şu iddiaları ortaya atmışlardır:
• 1300-1400 seneden beri Sünni ulema, İslam’ı doğru anlayamamıştır.
• İslam toplumlarının geri kalmasının sebeplerinden biri bu Sünni ulemadır.
• Sünni ulema, yeni içtihatların önünde en büyük engeldir.
• Hadis kitapları uydurma hadislerle doludur.
• Sünni tefsir ve fıkıh kitaplarında birçok hurafe ve bid’atler vardır.
Bu ve benzeri iddia ve iftiralarla, Sünni Müslümanlara her yönden saldırıya geçmişlerdir. Diğer taraftan ideolojilerine kattıkları kişileri tahrik ederek devlete ve yöneticilere karşı isyana teşvik etmişlerdir. Bu tahrik neticesinde o yıllarda Mısır başta olmak üzere bazı İslam ülkelerinde Müslümanlar, hapse girmiş, hatta bazıları idam edilmişlerdir.
Cemaleddin Afgani’nin mason olması bir yana, en etkili bir terör destekçisidir. Bunu gerçekleştirerek Müslümanların isyancı ve terörist oldukları imajı verilmek istenmiştir. Afgani-Abduh-Rıza üçlüsünün oluşturduğu bu ideoloji, diğer bir ifadeyle İslam’ı tahrif girişimi sonradan Selefiyye, Taliban, DEAŞ, Nusra gibi isimlerle karşımıza çıkmıştır.
Peki, Hayrettin Karaman, bu küresel ideoloji karşında, nasıl bir duruş sergilemiştir?
Bu ideolojinin yıkıcılığını ve zararlarını, makale ve kitaplarında ele alarak ilim erbabını ve halkı uyarmış mıdır?
Afgani, Abduh, R. Rıza, Mevdudi, M. Carullah, Hamidullah, S. Ateş, H. Atay, Yaşar Nuri, M. İslamoğlu, C. Taslaman, B. Bayraklı, M. N. Doğan vb.’nin hadis inkârcılığı, Sünni akait tahripçiliği, Sünni Fıkıh ve müçtehit âlim muarızlığı karşısında nasıl bir tepki göstermiştir?
Selçuklu ve Osmanlı Medreselerinde okutulan Ehl-i Sünnet kitaplarından biri üzerinde müstakil bir çalışması var mıdır?
H. Karaman, verdiği derslerde, konferanslarda, sempozyumlarda ve Diyanet’in seminerlerinde oryantalistlerin ortaya koydukları Yeni Din Anlayışı karşısında mı, yoksa içinde mi yer almıştır?
R. Rıza’nın Müslümanları ve Ehl-i Sünnet âlimlerini ayrıştıran, itham eden ve karalayan o meşum kitap (İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri), alelade bir eser değildir. Bir değişimi simgelemekteydi. Dinî alanda Osmanlı İslam Akaid Sistemine bir başkaldırı ve reaksiyondu. Yabancı, zararlı ve tehlikeli bir dinî ideolojiyi temsil ediyordu.
Bu yayını, T. Altıkulaç, M. Kervancı, Y. Üstün, Talat Karaçizmeli, K. Güran ve Saim Yeprem gerçekleştirmişti.
Bu projeyi, Türkiye’de Hayrettin Karaman yürütüyordu.
H. Karaman kimdir? Nasıl bir inanca ve mezhebe sahiptir?
Kendi dilinden ve basına yansıyan yönleriyle H. Karaman:
• Babam Alevi mahallede doğduğu ve yetiştiği için Alevi olarak biliniyordu. (Kendi ifadesi)
• Muaviye’yi ne severim, ne de ona söverim. (Kendi ifadesi)
• İbn Teymiyye’nin birbirinden müstesna bir güzelliği bulunan eserleri içinde en şâheseri ‘Minhâcü’s-sünne’sidir. (Kendi ifadesi)
• FETÖ soruşturmalarında bakalım, Amerika’ya gidip Gülen’e tekmil veren H. Karaman’a ne zaman sıra gelecektir. (Merve Kavakçı)
H. Karaman, buna şu cevabı vermiştir:
“Amerika’ya bir kere -o da sondur- Faruk Beşer’le gittim. Orada bazı dernek ve kuruluşlarda konferanslar verdik ve sohbetlerde bulunduk. Gülen’le görüşmem olmamıştır.” (Kendi ifadesi)
Burada hatırlatalım ki, Faruk Beşer’in “Fethullah Gülen Hoca Efendi’nin Fıkhını Anlamak” isimli yayınlanmış bir kitabı vardır. Karaman’ı davet eden dernek ve kuruluşlar da Gülen’le iltisaklıdır.
• Bir gün bazı arkadaşlarla birlikte abdest alıyorduk. H. Karaman hoca da vardı. Karaman Hoca yüzünü ve kollarını yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra dönüp “İçimizde yabancı yok değil mi” dedi ve çıplak ayaklarını mesh etti. (Prof. Dr. Z. Arslantürk)
Çıplak ayaklara mesh etmek, Şii mezhebinde ve bazı Mutezile itikadında olanlarda vardır. Hüseyin Atay da çıplak ayaklarına mesh ederdi.
• H. Karaman ayrıca Asya Finans ve Bank Asya gibi kuruluşların uzun müddet danışmanlığını yapmıştır.
Bunlar, H. Karaman ile ilgili bazı tespitlerdir.
H. Karaman, Hazret-i Muaviye’ye kesinlikle “Hazret” veya “radıyallahü anh” gibi saygı ifade eden bir kelime kullanmaz.
Hâlbuki, Hazret-i Muaviye, Sahabe-i kiramın ileri gelenlerindendir. Vahiy kâtipliği yapmıştır. Hadis usul ilmine göre sahabe, doğru, dürüst ve sika/güvenilir kabul edilir.
Ehl-i sünnet mezhebine göre, Sahabe arasında bir ayırım yapılmaz. Hepsi hürmetle anılır.
Eshab-ı kiram arasında ayırımı, daha ziyade Şii mezhebi yapar. Hazret-i Ebu Bekir’e, Hazret-i Ömer’e, Hazret-i Osman’a, Hazret-i Âişe’ye ve Hazret-i Muaviye’ye ta’n edilir, sövülür.
Neo-Haşhaşilik
Neo-Haşhaşîlerin başı Gülen, yaklaşık 40 yıl Türkiye camilerinde hiçbir engele takılmadan rahat bir şekilde ideolojisini yayabilmiştir. Bu akımın ve dayandığı kökenlerinin Sünni Müslümanlığa aykırı olduğu söylenmesine ve yazılmasına rağmen hiçbir Diyanet üst düzey yetkilisinin itirazı, açıklaması ve müdahalesi olmamıştır.
Dinler arası diyaloğun, şekli ve muhtevası çok açıktır. Yahudi ve Hıristiyanlarla alelade konuşmadan ibaret değildir. Kaldı ki buna diyalog da denilmemektedir. İslamiyet’in bidayetinden günümüze kadar ehl-i kitap ile komşuluk ve alışveriş ilişkileri yapılagelmiştir. Bu, hiçbir zaman sorun olmamıştır. Ancak Neo-Haşhaşilerin hedefi başka idi. Topyekûn İslam dini alanında, Sünni Müslümanlıkta, Vatikan’ın belirlediği Strateji doğrultusunda değişikliğe gitmek, revizyon yapmaktı.
FETÖ eylemleriyle ilgili sorular
• Akait boyutunda Yahudi ve Hıristiyan kardeşliğinden bahsedilirken,
• Açık âyetler olduğu hâlde “İslamiyet geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dinlerine devam etseler de Cennet’e gireceklerdir” denilirken,
• Urfa’da Diyanet’in Müftüsünün de iştirakıyla çok dinli nikâh (!) kıyılırken,
• Hazret-i Peygamber’in muazzez ruhu kamyonete bindirilirken,
• “Allah’tan vahiy alıyorum ve Peygamberle görüşüyorum” saçmalığı yaygınlaşırken,
• Vatikan’da diyalog uğruna Papa’nın eli öpülürken,
• Dinler arası geçişler tavsiye edilirken,
• İslam’ın şiarı Ezan, değiştirilirken,
• Kelime-i tevhitten/şehadetten “Muhammedün Resûlullah/Hazret-i Muhammed Allah’ın peygamberidir” kaldırılırken,
• Hutbelerde “Allah katında din, İslam’dır” âyeti terk edilirken,
• Cami, sinagog ve kilise üçlemesinin bir mekânda toplanma projesi açıklanırken,
• İbadet mekânlarından beytullah olan camiler, müzikli ve danslı oyun alanları hâline getirilirken,
• Hıristiyanlıkta olduğu gibi camilere sandalye ve koltuk yerleştirme eylemleri yoğunlaşırken,
Ülkemizdeki Diyanet İşleri, ne yapmıştır?
Mehmet Görmez görevden ayrılırken “Maalesef 40 sene FETÖ’yü anlayamadık” diyerek itirafta bulunmuştur. Acaba bu itirafı millet, gerçekten samimi bulmuş mudur?
Bu eylemlerin İslâm’ın ruhuna ve Türkiye’de hâkim olan Sünni İslam akait ve fıkhına aykırı olduğu çok açıktır. Normal ve sade bir Müslümanın kolayca anlayabileceği kadar açıktır. Başkan, müftü, imam ve ilahiyatta profesör olmaya da gerek yoktur.
Osmanlı cami stili ve
mimarisine tepki
A. H. Akseki Camii’nde Selçuklu ve Osmanlılarda Sünni Müslümanlığın remzi, sembolü olan Lafza-i Celâl, Muhammed aleyhisselam ile Hulefa-i Raşidin levhaları, kubbe altına konulmamış, yazılmamıştır. Bu isimler, Selçuklu ve Osmanlı’da Sünni Müslümanlığı sembolize etmektedir. Temel akait kitabı Nesefi’de isimlerin sıralanışı dahi kural altına alınmıştır. Ancak son yüzyıldaki “küresel İslam düzenleyicileri” bu levhaların asılmasına karşıdırlar.
Suudi Arabistan’da Harem-i şerif de dâhil ve Selefiyye itikadının yaygın olduğu yerlerdeki camilerde bu isimler, levhalar yoktur. Çünkü bunların asılması, putçuluk olarak kabul edilmiştir. A. H. Akseki Camii’nde öyle bir odaya, bir hole Hulefa-i Raşidin’in isimlerinin konulmasıyla bu iş geçiştirilemez. Bu, derinliği olan bir konudur.
Akseki Camii’ne hangi ideolojik saplantıyla bu levhalar konulmamıştır? Bu, bilinmiyor.
Şu anda devlet, kaymakamlık ve valilik binalarında, Selçuklu ve Osmanlı mimarisine geçmişken, birçok yerde bu mimari uygulanırken camilerimizde aksi yönde bir uygulama, ne anlama gelmektedir?
Kocatepe Camii’nin ilk projesindeki maketlerde minareler, füze şeklinde idi. dernek el değiştirince cami ve minarelerin temelleri dinamitlenerek Osmanlı mimarisine dönüldü. Şu anda İstanbul İlahiyat Camii’nin minareleri (!) de füze/kazık şeklindedir.
Acaba İstanbul İlahiyat Camii ve minarelerinde hangi ideoloji adına bu mimari stil uygulandı? Ve ülkemizde çeşitli yerlerde de füze minareler göze çarpmaya başladı..
.
Twitter’ı kontrol altına almak mümkün müdür?
17 Ağustos 2018 02:00
DOÇ. DR. ALİ MURAT KIRIK
murat.kirik@marmara.edu.tr
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
Bir mikroblog sitesi olarak 2006 yılında kurulan Twitter, bugün hayatımızın merkezinde yer almaya başladı. Öncelikle 140 karakterle doğan, 2017 itibarıyla 280 karaktere çıkan Twitter, her yaştan her kesimden kullanıcının olmazsa olmazı durumunda… İnternetin SMS’i olarak da ifade edilen Twitter, dünyanın en çok tıklanan siteleri arasında yer almakta… Kullanıcı sayısı da her geçen gün artıyor. Akıllı telefon, tablet ve diğer mobil cihazların etkisiyle birlikte süratli bir ivme kazanan mikroblog, dünya genelinde de yaygın bir şekilde kullanılıyor. Ancak gerek Türkiye’de, gerekse de dünyada Twitter’a yönelik yapılan eleştirilerin en büyüğünü anonim hesaplar oluşturuyor. Geçtiğimiz hafta Twitter’a T.C. kimlik numarası ile girilmesi gerektiğini belirten Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in sözleri sosyal medyada da büyük yankı uyandırdı. Peki, neydi Twitter’ı bu noktaya taşıyan faktörler?
HIZ VE HAZ BİRLİKTE GELDİ
Twitter gibi sosyal paylaşım ağlarının süratli bir şekilde gelişim göstermesi hız ve hazın yaygınlaşmasına sebep oldu. Kanadalı iletişim bilimci Marshall McLuhan’ın ifade ettiği “Global Köy” bugün Twitter’da vücut buldu. Nasıl köydeki herkes birbirini tanıyor ve en ufak bir hadise kişiler tarafından duyuluyorsa Twitter’da da kullanıcılar birbirlerini sanal ortamda takip edebilmekte ve anlık gelişmelerden çok hızlı bir şekilde haberdar olabilmektedir. We Are Social’ın 2018 yılı başında yayınladığı raporda Twitter’ın kullanıcı sayısı 330 milyon olarak ifade edilmiştir.
Günümüzde Twitter’da her dakika başına 100 bin tweet düşmektedir. Bu istatistik oldukça dikkat çekicidir. Ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve kültürel dönüşüm teknolojiye de yansımış sosyal medyada yer bulan kişi, dijital dünya vatandaşı durumuna gelmiştir. Manuel Castells tarafından 90’lı yıllarda geliştirilen “ağ toplumu” mefhumu günümüz dünyasını tanımlama noktasında son derece önem arz etmektedir. İnternet, dijital teknolojiler, akıllı telefonlar ve tabletler aracılığıyla bilgiye ulaşım ve paylaşım giderek kolaylaşmış, elde edilebilir bilgi miktarında artış gözlenmiştir.
Küreselleşmenin en somut göstergesi olarak da nitelendirilen bir sosyal paylaşım ağı olan Twitter, kamusal alan tartışmasını da beraberinde getirmiştir. 1960’lı yıllarda tartışılmaya başlayan “kamusal alan” Twitter’la birlikte tekrardan gündeme gelmeye başlamıştır. Kamusal alan; “modern toplum kuramlarında, toplumun ortak yararını belirlemeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği ortak toplumsal etkinlik alanına işaret etmek için kullanılan” bir kavram olarak ifade edilmektedir. Twitter’ın kendine özgü bir yapısı ve kullanıcı profili bulunmaktadır. Twitter’da farklı fikir, düşünce ve içerikler hür bir şekilde paylaşılabilmekte, etkileşim olgusu aracılığıyla yorum ve geri bildirimler gerçekleştirilebilmektedir. Ağ toplumu içerisinde olan kişi Twitter’da kamusal alanda söylemlerini diğer kullanıcılarla paylaşabilmektedir. Zaten bu durum kamusal alanın tabii bir uzantısıdır.
ÖFKE VE ŞİDDET ORTAMI
Twitter birçok araştırmacı tarafından derinlemesine irdelenmiş ve üzerine farklı çalışmalar yürütülmüştür. Twitter’a öfke ve şiddet ortamı oluşturduğuna yönelik birtakım eleştiriler yöneltilmiştir. Bu durum hâlihazırda bir tartışma konusu olsa da yapılan araştırmalar bu kanaatin doğru olduğunu bizlere ispat etmektedir. Bristol Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma bu durumu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. 2009 yılının temmuz ayından, 2012 yılının Ocak ayına kadar 10 milyon Twitter kullanıcısının attığı 484 milyon tweeti inceleyen uzmanlar çok farklı bir sonuçla karşı karşıya kalmışlardır. Sosyal medyanın insanları rahatlattığı ve huzura kavuşturduğu düşünüledursun bu araştırma tam tersi bir neticeyi ortaya koymuştur. Uzmanlar Tweetlerin birçoğunda öfke ve şiddetin hâkim olduğu gerçeğini tespit etmişlerdir. Bu durum dikkate değerdir.
MODERN KÖLELİK…
Kaynağın alıcı alıcının da kaynak durumuna gelmesi Twitter ve benzeri sosyal paylaşım ağlarını ön plana çıkarmış, tüketim de değişime uğramaya başlamıştır. Twitter ve türevleri tüketim alışkanlıklarını dönüştürmüştür. Milyonlarca kişi tarafından kullanılan sosyal paylaşım ağları Jean Baudrillard’ın işaret ettiği çarpık tüketimi âdeta ispat eder mahiyettedir. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar ayrımının ortadan kalktığı günümüz modern dünyasında toplumsal farklılaşma ve ayrışma had safhaya ulaşmıştır. Böylece kişiler hürriyetlerini kaybetmiş ve modern dünyada köle durumuna gelmiştir.
Twitter psikolojik olarak da ele alınması gereken bir kavramdır. Çünkü kişilerin duyguları, düşünceleri, video ve görsel paylaşımlarına yansımaktadır. Aynı zamanda ego kavramı da Twitter’da kendisini göstermektedir. Sigmund Freud’un da ifade ettiği gibi ego; “dış dünyanın gerçekleri ve iç dünyanın haz arayışı arasında dengeyi sağlayan” bir mekanizmadır. Bireyler kendilerine ait sosyal medya hesaplarında kendi kendilerini yönetebilmekte ve bir medya patronu gibi hareket edebilmektedir. Daha fazla beğeni ve daha fazla yorum alabilme adına kendilerine ait olmayan ya da kendilerinin inanmadığı türde içerikleri, fikirleri paylaşabilmektedirler. Tam bu noktada ego devreye girmektedir. Twitter doğası gereği hazcı bir yapıya sahiptir. Bireyleri bu ortamda tutan en temel etmen hazdır. Hedonizm buna göre şekillenmektedir. Bu sebeple hakaret ve aşağılayıcı ifadeler kullanabilmekte, bu sayede zihinsel ya da bedensel olarak tatmin duygusu yaşayabilmektedir. Fakat bu tatmin özgürlük problemini de beraberinde getirmektedir.
“Bir kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter” sözü tam bu noktada dikkate değerdir. Türkiye’de Twitter’ın hukuki zemini tam olarak oturtulamamıştır. Hâlihazırda yasal zeminde bazı eksiklikler bulunmaktadır. Özellikle anonim hesaplar bu noktada büyük problemleri beraberinde getirmektedir. Meşhurlara, siyasetçilere, devlet adamlarına topluma mal olmuş isimlere, hakaret, tehdit ve sözlü şiddet gerçekleştirilebilmektedir. Yasadaki açıklar ne yazık ki bu tarz durumların meydana gelmesine sebep olmaktadır. Kişiler düşüncelerini açıklarken, bilerek ya da bilmeyerek karşı tarafından özgürlüğüne müdahale edebilmektedir. İfade özgürlüğü elbette oldukça önemli olup sadece devletlerin iç hukuk kuralları ile değil çeşitli milletlerarası sözleşmelerle de koruma altına alınmış, bunlara uyulmaması durumunda ise taraf devletler çeşitli yaptırımlara maruz bırakılmıştır.
Peki Twitter’da anonim olmayı kullanıcılar neden seviyor? Neden herkesin tek hesabı değil de birden çok hesabı bulunmakta? Neden algı operasyonları ve kara propagandalar Twitter üzerinden yürütülüyor? Bu sıkıntılarla mücadelenin yolu nedir? Biraz da bu konulara değinmek gerekiyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü üst sıralarda gelir. Fakat özellikle Twitter’a tam bu noktada eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekmektedir. Twitter kullanıcı profili açısından çok farklı ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Anonim kimliklerin sayısı diğer sosyal paylaşım ağlarına oranla oldukça yüksektir. Ayrıca Twitter’da birden çok hesap sahip olmak ve aynı tweeti eş zamanlı olarak birden çok hesaptan gönderebilmek mümkündür. Panel adı verilen bir sistem aracılığıyla hesaplardan bir tek tuşla manipülatif ve dezenformatif içerikler gönderilebilmektedir. Bu sebeple sosyal hadiselerde Twitter, sosyal paylaşım ağları arasında en yoğun kullanılan mecra durumundadır. Devrimlerden Gezi Parkı olaylarına, Arap Baharı’ndan Trump’ın seçilmesine kadar bir dizi toplumsal olayda Twitter ön planda yer almış, Türkiye’de de birçok dönemde sosyal paylaşım ağları arasında büyük ses getirmiştir.
ALMANYA MİSALİ…
Twitter’daki bilgi kirliliği ve algı operasyonlarının önüne geçebilmek adına farklı öneriler getirilmekte, hukuki zemin oturtulmaya çalışılmaktadır. Geçtiğimiz cuma günü Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın, patronlarla birlikte düzenlediği basın toplantısında Twitter kullanımıyla alakalı bazı tavsiyelerde bulundu. Gazeteci Vahap Munyar, Murat Ülker’in, Bakan Albayrak’a, ‘Twitter’a T.C. kimlik numarasıyla girilsin’ önerisinde bulunduğunu belirtti. Almanya ve bazı ülkelerde bu sistem kullanılıyor. Kimi ülkelerde vatandaşlık numarası, kimi ülkelerde de telefon numarası verilmeden Twitter’a girilemiyor.
T.C. Kimlik numarası ile Twitter’a girildiğinde sahte hesapların önü tıkanacak, bot hesaplar üzerinden gerçekleşen algı operasyonları son bulacak, klavye delikanlısı olarak tabir edilen anonim hesapların tehdit, şantaj ve hakaret içerikli mesajları anında tespit edilerek haklarında yasal işlemler başlatılabilecek. Ancak konuya yönelik getirilen eleştiriler de var. Şayet T.C. kimlik numarası ile Twitter’a girilirse ifade ve düşünce özgürlüğünün önüne geçileceği, fişlemelerin meydana geleceği ve Twitter’ın sosyal bir ortam olma yolundan uzaklaşacağı ifade ediliyor. Her iki tarafın da kendine göre haklı ve haksız yanları bulunmakta. Ama unutulmamalıdır ki sosyal medyada sınırsız bir özgürlük başka problemlerin doğmasına sebep olacaktır. Belki bu yollara girmeden empati kurmak mevcut problemleri minimum düzeye indirgeyebilecektir. Empati çağımızda unutulan kavramlar arasına girmeye başladı. Özellikle anonim hesap olarak giriş yapan kullanıcılar hakarete varacak türde içerikler paylaşabilmektedir.
Kişi kendisini karşısındakinin yerine koyarsa, içinde bulunduğu durum ve davranışları içselleştirirse empati kurmuş olacak ve Twitter’daki her bir içeriği birkaç kez düşünerek paylaşacaktır. Bununla birlikte sosyal medya kullanıcılarının iyi bir dijital okur-yazar olması Twitter ve benzeri ağlardaki sahte içeriklerle, sahte hesaplarla mücadele konusunda oldukça önem arz etmektedir. Yani kullanıcı öncelikle kendi kendini kontrol etmelidir. Bilinçli kullanıcıların olması, Twitter’daki manipülatif ve dezenformatik içeriklerle mücadele noktasında büyük bir kazanım meydana getirecektir. Yasaklarla uğraşmak yerine problemlerin kökenine inmek ve yerinde müdahalede bulunmak elzemdir...
.
Batılıların intikam saati
18 Ağustos 2018 02:00
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Zengin tarihi, fetih ve zaferlerle dolu, adaletin sembolü olmuş bir milletin esaret zincirlerine vurularak aşağılanmasından daha acı ne olabilir ki?
Batı, Avrupa’yı “Kristendum” yapıp Hristiyanlığın yasama gücü kabul edilen kilise kanunlarının yürütme erkini eline aldığı günlerde, bütün Avrupa zulüm ve hüsran içindeydi. Batı, yasama ve yürütmeyi kilisenin zoruyla yargıya da dönüştürünce insan hakları rafa kaldırılmıştır. Ne Magna Carta, ne diğer insani kanunlar, hepsi sözde kalmıştır.
Haçlı Seferleri’ni başlatan zihniyet “Cennetin Krallığı”nı sade kendi cennetleri(!) ilan edip Kudüs kutsalını ateş çemberine dönüştürünce, papazlar, bu seferlere katılanlara cennet tapuları dağıtarak tarihin en büyük trajedisine imza atıyordu. Kilise, düzmece kanunlarla teşri, icra ve kazayı (yasama, yürütme ve yargı) ele geçirip, temyizi olmayan bir muhakeme ile İslam âlemini yargılamak istiyordu.
Kilise adına şişirilen yelkenler deniz aşırı ülkelerde masum insanları köleleştirip sömürge imparatorlukları kurdular. Kraliyetler gölgesindeki kilise destekli zalim korsanlar, insanlara her çeşit eziyeti reva görürken milyonlarca insan temel hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmış, boyunlarına zorla “haç” takılmasına rağmen efendilerinin kiliselerine girişleri bile yasaklanmıştır. Artık, denizci, korsan, tüccar, din adamları hepsi misyoner olmuş, Hristiyanlığı insanlığın kurtuluşu olarak ilan etmişler, fakat en başta da Hristiyan dünyasının ışığını söndürmüşlerdir.
Kara Afrika’da açlık ve sıtma ile boğuşan insanlara tabip olarak yaklaşan misyonerler, çantalarında üç şey taşıyorlardı: Sıtma için kinin, muharref İncil ve haç... Karnı küp gibi, boynu ip gibi, bacakları çöp gibi kalıp gözleri dışarı fırlamış bu zavallı insanlara bir kinin verip şifa dağıtırken onları Hristiyanlaştırıp ebedi felakete sürüklerdiler...
Vadedilen neydi, verilen neydi? Artık bilinen şudur: Batı’nın en büyük özelliği sömürgeciliktir. Nerede bir maden, petrol ve yer altı zenginliği sezerse oraya üşüştüler, halkının mallarını talan edip canlarını aldılar ve buna da mutlaka insani bir kılıf uydurdular. Yaşayabilen zavallı insanları da köle yaptılar. Vahşi Batı, kendi dil ve kültürlerini din parantezi ile bu zavallı insanlara enjekte etti.
Bugün diğer ülkeler hariç olmak üzere yalnız Afrika’da milyonlarca insan İngilizce ve Fransızca konuşmaktadır. Bunlardan bir kısmını hatırlayalım: İngilizceyi kullanan Afrika ülkeleri: Güney Afrika, Sudan, Kenya, Uganda, Zimbabwe, Sierra Leone, Liberya, Namibya, Lesotho, Botsvana, Mauritus ve daha bazıları… Fransızcayı kullanan Afrika ülkelerinden bazıları ise şunlardır: Madagaskar, Kamerun, Nijer, Burkina Faso, Mali, Senegal, Çad, Gine, Burundi, Benin, Gabon, Cibuti, Komarlar vb.
Şimdi asıl önemli nokta şudur: Bu insanlar kendi dillerini bırakıp istekleriyle mi bu işgalcilerin dillerini kullandılar? Bu nasıl korkunç bir sömürge anlayışıdır. Gel, işgal et, dinlerini ve dillerini unuttur ve zorla bir kültür türet. Vahşetin üst sınırını zorlayan bir uygulama...
OSMANLIYI DÜŞÜNMEK...
Bir de Osmanlı Devleti’ni düşünelim: Sınırları üç kıtada 24 milyon km2’ye ulaşmış devletin egemen olduğu hiçbir toprakta hiçbir toplumun ne dinlerine ne de dillerine müdahale edilmiştir. Avrupa’da ve Afrika’da Türkçe konuşan bir devlet var mı? Şimdi Batı medeni, biz barbarız öyle mi?
Bu Batılı mütegallibe, işgal ettikleri ülkelerde kendilerine “sahip” dedirtti. Fıtrat hiç değişmedi. Bin yıl evvelki John ne ise şimdiki John Jr. hep aynı…
Batı kendi işini yoluna koymuşken ayaklarına bir taş takılmaya başladı. İlk feryat Roma’dan (Bizans) geldi. Anadolu topraklarında bir avuç insan, sayılı çadırlardan oluşan oymaklar, görülmemiş bir enerji ve motivasyonla güçlü kaleleri kibrit kutuları gibi devirmeye başladı.
Bedir’den, Uhud’dan, Hendek’ten alınan ilhamla ve Malazgirt’ten çakan kıvılcımın şimşeğe dönüşmesiyle, sancaklarındaki hilallerle coşan bu milletin dilindeki tekbir sesleri ve “Allah Allah” nidaları çorak Anadolu topraklarına can-bahş olmuş, nur ile lebaleb dolan Anadolu, İslam’a dar gelmeye başlamıştı. Çünkü artık İslam, Türk’e zırh olmuştu.
Nereden gelmişti bu çobanlar; Asya’da ne güzel yaşıyorlardı… Orada kalsalardı ya… Anadolu Türklere yurt olunca İslam’ın teâli arzusu, İ’lâ-yı kelimetullâh olarak müşahhas hâle gelmiş, bu saik onların bir salla Rumeli’ye geçmelerini sağlamıştı. Tehlike seziliyor ama hâlâ bir haçlı ümidiyle karşı koyabilecekleri rehaveti ve kibirleri onları rahatlatıyordu.
Her şeyin bir ilki vardır. Bazen o ilk sonun da hazırlayıcısıdır Katolik Hristiyanlığın kalbi Vatikan iken aktivist Ortodoksların kalbi de Constantinopol (İstanbul) idi. Ama o Constantinopol, Hazret-i Risâletpenâh’ın hadîs-i şerîfi ile çoktan bize temlik edilmişti bile. Orta Asya’dan atılan Kayı oku artık genç Fatih’in yayına yerleşmişti.
Resul-i Ekrem’in sancaktarı Ebâ Eyyûb el- Ensârî “Tevhîd Sancağı” altında şehit olurken zaten İstanbul’u mânen Akşemseddîn hazretlerine ısmarlamıştı. Bu manevi vasiyet Sultan Fatih Muhammed Han tarafından gerçekleştirilmiş, Müslüman Türk’ün, Osmanlının pençesi Bizans’ın bağrına hançer gibi saplanmıştı.
Avrupa karış karış parsellenmeye başlamıştı. Atalarının Balkanlardaki fetihlerini Bizans’ı yıkmakla taçlandıran Fatih Sultan Muhammed Han’ın torunları bu fütuhatı devam ettirmekte kararlıydı. Doğudaki İslam ittihadını gerçekleştiren şanlı Yavuz’un ardından tahta çıkan oğlu Muhteşem Süleyman (Bu “Muhteşem” sıfatı Batılılara aittir.) Slav ve Macaristan topraklarına üç hilalli bayrağı dikerken gözünü Avrupa’nın kalbi Viyana’ya dikmişti bile.
Aksiyon sahiplerinin düşmanları aksiyoner değil hilekâr olurlar. Doğu Roma’yı yıkıp Batı Roma’nın satranç tahtasına “şah”ı değil Osmanlı hânını oturtmakta kararlı olan Fatih’in niyetini Otranto seferinde anlayan Batı, onu zehirleyerek hilelerinin semeresini aldı.
Fütuhat halkalarından bir diğeri de Birinci Viyana Kuşatmasıydı… Kanuni zamanında şartların el vermemesi ve yeterli donanım olmaması itibariyle bu kuşatma, 16 Ekim 1526’da kaldırılmıştır.
Tabii ki bunun bir tekrarı olmalıydı. İkinci Viyana Kuşatması 4. Mehmed zamanında ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından 14 Temmuz 1683’te gerçekleştirilmiştir. Kuşatma uzayıp bütün Avrupa Viyana’ya yığınak yapmaya başlayınca bu kuşatma da başarısız olmuştur. Bu başarısızlık sonunda idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa suçlu değildir. Paşa Yanıkkale’yi ele geçirip şehri kuşattı. Avusturya, Avrupalı devletlerden yardım istedi. Aslında Paşa bunun tedbirini almış, Tuna Nehri’ndeki köprülerden yardımın kesilmesi için Kırım Hanı’nı görevlendirmişti. Kuşatma tam son bulacakken Lehistan Kralı Söbiyeski 120 bin kişilik yardım gücüyle Tuna’yı geçmiş, Kırım Hanı buna mâni olmamıştı. İki ateş arasında ve ihanet çemberinde kalan Osmanlı ikinci kuşatmada da başarısız oldu.
Bu iki kuşatma Osmanlıyı psikolojik olarak sıkıntıya sokarken Avrupa’nın gözünde de Osmanlının yenilmez olduğu inancı da yıkılmıştı.
Papa’nın çalışmalarıyla Osmanlıyı Avrupa’dan atmak için kutsal ittifak kurulmuştur. Bu ittifaka o zamanın kuvvetli devletleri, Lehistan, Venedik, Malta ve Rusya katılmıştır.
Avrupa’da korkulu rüya bitmiş, Osmanlıyı tamamen Avrupa’dan silmek ve hatta kökünü kazımak planları yapılmaya başlamıştır. Ezilmiş, sindirilmiş sünepe kardinalleri, kavuk sallayan kralları, hep gelecek intikam gününün ateşiyle yanmışlardır. Çanlar hep intikam gününün yeminlerinin tınısıyla çınlamış, vaftiz törenlerinde çocukların kulaklarına intikam nameleri fısıldanmıştı. Akıncılara hedef gösteren ak tolgalı beylerbeyinin Tuna’dan kafilelerle Batı’ya akan, kırk kanatlı atlarıyla hızını alamayıp cennet bahçelerinde duraklayan serdengeçtileri seyrederken sadece korkudan istavroz çıkaran Avrupa, artık Osmanlıyı bu topraklardan çıkarmanın zevkini yaşamak istiyordu. Batılı için intikam saati yaklaşıyordu. Anadolu’da Bizans’la başlayan hezimetlerin hesabı birer birer sorulmalıydı.
Fransız İhtilali’nin ırkî temayülleri ateşlemesiyle ilk sıkıntılar Osmanlının en hassas noktası Balkanlarda kendisini gösterdi: Yıllarca Osmanlının adalet sayebanında huzur içinde yaşayan Slav ve Yunanî topluluklar isyan bayrağını çekti. Artık büyük devletlerden sadece Avusturya ve Rusya değil, İngiltere, Fransa, Almanya ve 20. yy’da da Amerika Osmanlıya musallat oldu.
Avrupa’da yerleşen Osmanlının bir nüfus siyaseti vardı: Aldığı bölgelerin güveni için, orada fethin yapılmasını sağlayan askerlerden müteşekkil bir kitle oluştururdu. Bu iskan edilen fetih erbabına evlâd-ı fâtihân denilmiştir. Bu fetih erbabı yerleştikleri topraklarda Türk İslam töresinin merhamet yönünü tanıtarak büyük bir kitlenin Müslüman olmasını sağlamışlardır. Artık Avrupa’nın göbeğinde bir İslam kolonisi oluşmuştu. Boşnak’tı, Arnavut’tu, Makedon’du ama büyük bir kısmı Müslümandı bu insanların. İşte Batı’nın asıl canını yakan da bu idi. Sanki haçın bir kolu kırılmıştı. Avrupa ihtida mı ediyordu?
Rumeli, destanî masalların huzur ülkesi, kendisine has kültürüyle Osmanlının son zamanlarında din merkezli kanayan yarası olmuştur. Ortodoks-Slav sivilcesini devamlı kaşıyan Batı, 20. yy’da bu kez dinî, siyasi ve askerî Haçlı ittifakını en geniş kapsamıyla kurmuştur.
Ama artık eski Osmanlı yoktu. Dünyanın dört bir yanına yalın kılıç koşan, şimşek çakan nalların atlıları, şehit gönüllüleri artık sefere çıkan değil, dedelerinin yurtlarından sürülen bahtsızlar ordusuydu. Subaşının kır atı artık şahlanmıyor, sefer yolları kapanıyordu. Estergon Kalesi’nin boynu bükülmüş, gazilere durak olan pınarlar kurumuş, yiğitlere bir damla su bile vermiyordu.
Sen misin Hunlarla Roma’nın bağrına mızrağını saplayan, sonrasında da Doğu Roma’yı yıkıp Bizans’a Osmanlı sancağını çeken…
İstanbul’u alan Fatih mabetlere dokunmamakla birlikte Hristiyan dünyasının sembolü Ayasofya’yı camiye çevirmişti. Artık Ayasofya’da Latin ilahîler ve org sesleri yerine tekbir sesleri eşliğinde en kutsal ibadet yani namaz ifa ediliyordu.
Zaten Osmanlı’da sefere çıkılırken mehter vurmaya, Saff Sûre-i celîlesinin 13. âyet-i kerîmesi ile başlardı: “Yardım Allâhü teâlâdandır ve fetih yakındır. Mü’minlere müjdeler olsun.”
Ayasofya Bizans ve Hristiyan dünyasını sembolüydü. Ehl-i salib’in övünç kaynağıydı. İşte İstanbul’un fethi yalnız bir fetih değil İslam şerefinin te’kidi ve tevhîd sancağının Bizans’ın dolayısıyla Batı’nın bağrına saplanmasıydı.
İşte buydu mesele. Batı’nın hazmedemediği buydu. Verdiklerini tek tek geri alma zamanı gelmişti. Bu milleti silahla yenmenin mümkün olmadığını en azından çok ama çok zor olduğunu anlamışlardı. O hâlde başka yollar denenmeliydi. Neydi bu yollar. İşte bu yolları gelecek yazılarımızda anlatmağa çalışacağız...
.
Türkiye’deki din öğretiminin anatomisi
25 Ağustos 2018 02:00
Doç. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Din eğitim ve öğretimi her insan için tabii bir ihtiyaçtır. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılmış hiçbir insan, yaratılış gayesinin idrakine algılarını kapatamaz. Kapatıyorsa bu ya gafletten ya da bir inattan dolayıdır. Bu mevzu insanlık tarihini okuyan her kişinin malumudur. Ülkemizde de din eğitim-öğretimi, yıllarca devlet eliyle verilmiş olup verilmediği zamanlarda da sivil inisiyatifler, bu boşluğu doldurma gayretine girişmişlerdir. Özellikle dinî hayat üzerine, geçen asırda uygulanan yasakçı yaklaşımların pek de tutmadığı görülse de bu tavırların fikir babalarının “bu yasakları nasıl kalıcı hâle getirebiliriz?” sinsi yaklaşımlarının her zaman var olduğu algısı, toplumun bilinçaltında yer tutmuştur. Aslında bu tereddütlerin, algıların ötesinde fiiliyata da geçmiş olduğu şüphesi hep diri kalmıştır. Zira zaman zaman duyduğumuz “insanlar değişti, vurdumduymaz oldu”, “biz böyle bir millet değildik, bize ne oldu” şeklindeki serzenişlerin de aslında bu yasakçı zihniyetin başarısı olarak telakki edilebilir. Zira kültür hayatı bir duvar gibidir. Çekeceğiniz bir tuğla ileride gerçekleşebilecek büyük yıkımın habercisi olabilir. Din de kültür hayatının temel taşıdır. Öyle ki insanların davranışlarında ve hayat prensiplerinde inanç faktörünün çok mühim bir yer tuttuğu soysal psikologların da araştırmalarına konu olmuştur.
Halkın beklentileri çerçevesinde, siyasi hayatın tabii bir neticesi olarak politikalar geliştirmeyi mecburi kılan ‘İmam Hatip’ler için, özellikle son 30 yıl içinde büyük bedeller ödendiğini bilmeyen yoktur. “İmam Hatip” ismi ise artık bir marka hâline gelmiş, bu kurumlar için büyük bedeller ödeyen insanların hatıralarının bir nişanesi olarak bugünlere kadar taşınmıştır. Özellikle bu ülkede siyasi hayatı pahasına da olsa her şartta bu okulların arkasında durmuş, hatta büyük bedeller ödemiş, Cumhurbaşkanlığı makamına kadar da gelmiş biri vardır. Hatta varlık ile yokluk imtihanının verildiği “15 Temmuz” bile aslında imam hatipleri ayakta tutmak için verilmiş bir mücadelenin en önemli halkasıdır. Çünkü ülkede hain bir yapı kurmuş olan FETÖ, sivrisineklerini ve kurduğu ihanet şebekesini, imam hatiplerin katsayı mücadelesi verdiği yıllarda palazlandırmış, din eğitimi ihtiyacının ortaya çıktığı boşluktan istifade ederek beynini yıkadığı kimseleri bu süreçte avlamıştır. Artık ileri ki yıllarda yani yakın geçmiş zamanda din eğitim-öğretimi noktasında “İmam Hatipler” önünde bir mânia kalmayınca da insanlar, çocuklarını bu okullara göndermeye başlamışlardır. Ayrıca hain FETÖ’nün bataklığı olan “hem dinî eğitim veriyoruz hem de akademik başarıya sahip öğrenciler yetiştiriyoruz” yalanını inşa ettiği dershanelerin kapatılması da “İmam Hatipler”e olan ihtiyacı iyice ortaya çıkarmıştır. Türkiye düşmanlarının desteklediği hain FETÖ’nün elindeki bütün doneler de böylece teker teker yıkılmıştır. Bunun sonucu olarak da vatana kasteden hainler, devleti yıkma mücadelesine hız vermişlerdir. Yani FETÖ’nün yayılmacı yolunu önce siyasi iradenin “İmam Hatipler”i yayma isteği kesmiştir denilebilir. Çünkü insanlar çocuklarını, “ekranlarda salya sümük ağlayarak taraftar kazanan bir şarlatana” değil de devlet eliyle açılan okullara göndermeyi tercih etmişlerdir ki bu durum, hain FETÖ’nün zaten sonu demekti. Ayrıca bu hain örgütün iktidara ilk diş bilemesi böyle başlamış, azgın dişlerini böyle ortaya çıkarmıştı. Eğer siyasi irade, halkın iradesini yok sayanlara karşı verdiği yıllar süren mücadelenin benzerini bu sapık örgüte karşı da vermeseydi bu alçaklar belki de onlarca yıl daha sürecek palazlanma devrini sürdürecekti. İşte hain FETÖ, kendi sonunu getirecek “İmam Hatip” adımından çok rahatsız olmuş sonrasında da hain niyetini su yüzüne çıkarmıştır. Şimdi bunu niçin yazdık? Çünkü “İmam Hatipler”in açılması sürecinde yaşananlar, bir nevi ülkemizin beka mücadelesine dönüşmüştür. Ayrıca siyasilerin “İmam Hatip” adımı, onlarca yıl devletin iliklerine kadar sızmış bir yapının niyetini su yüzüne çıkaran bir yaklaşım olması sebebiyle de ayrı bir öneme sahiptir...
Bu misaller; “İmam Hatipler”in, özellikle bundan sonraki süreçte, hem önemli bir misyonun temsilcisi olduklarını, hem de büyük sorumluluklar taşıdığını unutmaması için verilmiştir. Şahsım da bir “İmam Hatipli” olarak vurgulayacağımız mevzular, “kol kırılır yen içinde kalır” a hizmet etmesin diyedir. Zira 15 Temmuz gecesi, başta Sayın Cumhurbaşkanımızın uğruna, ailesinin canını bile ortaya attığı vatanımızın “İmam Hatip” gibi kıymetli bir değerinin bile kendi kafasına ve kendi anlayışına göre hareket etme lüksü kesinlikle yoktur. Hiç kimsenin de olmadığı gibi… Bugüne kadar geldiği nokta ve bugün taşıdığı sorumluluk hasebiyle, halkasından yüz binlerin geçtiği belki de bundan sonra da milyonların geçeceği “İmam Hatipler”, bu ülkenin uğruna yüzyıllarca, yüz binleri şehit verdiği imanının ve inancının bir nişanesidir. Sorumluluğunu ve vazifesini de ecdadından aldığı güçle, 1400 senedir bozulmadan gelen Kur’ân-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyası Fukaha’dan zerre kadar şaşmadan, mübarek dinimizin temel akidelerini de göz ününde bulundurarak yapmak mecburiyetindedir. Bu millet özellikle son yıllarda; dini, kendi yarım aklına ve anlayışına göre açıklamaya kalkışan zevatla, dinsizliği saltanat hâline getirmeye çalışan ağababalar arasında kalmıştır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı ile hareket ederek çıplak gözle bile görülebilecek aksaklıkları dile getirmemeyi bir “İmam Hatipli” olarak vebal addediyorum. İşin içinde olanlar konunun aksaklıklarını göremeyebilir fakat bir eğitimci olarak bu aksaklıklar şu an ciddi problemlere de gebedir. Şöyle ki bir arkadaşım geçenlerde şunu söyledi; “Oğlum imam hatip lisesine gidiyor. Bir sabah namazı sonrasında ‘çok sevaptır Haşr sûresini bugün sen oku’ dedim. Okumaya çalıştı ama her tarafı hata! Dehşete kapıldım. ‘Oğlum sen liseye gidiyorsun, üstelik ortaokulu da İmam Hatip’te okudun ve yakında okul bitecek. Sen hâlâ bu sureyi doğru düzgün okuyamıyorsun. Bu nasıl iştir?’ demekten kendimi alamadım...” Başka bir arkadaşım da; “Temel dinî meselelerde fıkhî çok basit birkaç mevzu sordum çocuk cevap veremedi” demişti. Başka bir dostum da; “Bir proje imam hatip okuluna gittim. Konferansta ‘İmam-ı Azam ve İmam-ı Şafii hazretleri hakkında 3 dakika kim konuşur?’ dedim, neredeyse hiç kimse çıkmayınca, gayriihtiyari idarecilere, ‘hocam bu nasıl proje okulu! Daha İmam-ı Azam ve İmam-ı Şafii hazretlerini tanımıyor bunlar’ diyerek sitem ettim” demişti. Bunun üzerine İmam Hatip okullarının ders programlarını incelemeye karar verdim fakat dehşete kapıldım, moralim bozuldu. “ Sayın cumhurbaşkanının açılması ve başarılı olması için uğruna çok büyük sıkıntılar yaşadığı ‘İmam Hatipler”in ders programı bu mu gerçekten?” demekten kendimi alamadım.
İmam Hatip Ders
Programı ve Haftalık
Ders Saatleri hakkında
Ortaokulda 5. sınıftan 8. sınıfa kadar baktığımızda Türkçe dersi 6 saat, matematik 5, fen bilimleri 4, sosyal bilgiler 3 saat olarak veriliyor (Her ders ise 40 dakikadır) . Yabancı dil; bazı sınıflarda haftalık 3, bazılarında 4 saat. Din öğretimine dair derslere baktığımızda; Kur’ân-ı kerim, Arapça, Peygamber Efendimiz’in hayatı haftalık ikişer saat, temel dinî bilgiler ise sadece 40 dakika. Seçmeli din, ahlak ve değerler adı altında ise sadece 1 saat Kur’ân-ı kerim öğretiliyor. Yani 5. sınıftan 8. sınıfa kadarki süreçte haftalık verilen dersler bu şekilde…
Lise programında ise ortak dersler olarak tabir edilen Türk dili ve edebiyatı, matematik, fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya, felsefe, yabancı dil gibi derslerin ezici ağırlığı görülüyor. Tablonun bir altında ise meslek dersleri tablosu verilmiş… Kur’ân-ı kerim dersi her sınıf seviyesinde var. Arapça dersi de son iki sınıfta öğretiliyor. Tabloya baktığımızda Temel dinî bilgiler dersi ortaokuldaki gibi haftada 1 saat. Fıkıh ve akaid gibi derslerle durum telafi edilecektir diye düşünürken bir de ne göreyim! Fıkıh dersi sadece 10. sınıfta 2 saat, bir önceki yıl 2 saat olan akaid ise sadece 11. sınıflarda 1 saate düşürülmüş. Yani İslamiyet’in ana mevzularının anlatıldığı ve “nasıl yaşanır” a cevap aranan derslerin haftalık tablodaki yeri bu kadar… Hâliyle hâlleneceğimiz Resûlullah Efendimizin mübarek hayatının anlatıldığı “Siyer” dersi ise sadece 10. sınıflarda 2 saat olarak veriliyor. Yani Sayın Diyanet İşleri Başkanı’nın, “Resûlullah’ın annesi ve babası da ölmüş, haydi sen de anneni babanı öldür de sünnet işle” diyen din adamı kılıklı cahil birini eleştirdiği muhteşem mesajına ithâfen görmek istediğimiz “Siyer” dersinin tablodaki yeri bu olmamalıydı. Dinler Tarihi lise boyunca sadece 1 saat, hadis ve kelam, hitabet ve mesleki uygulama, İslam kültür ve medeniyeti dersleri ise lise boyunca sadece 2’şer saat. Osmanlı Türkçesi ise 10. sınıflarda sadece ve sadece seçmeli olarak 1 saat veriliyor. Temel İslam bilimleri adı altında verilen seçmeli derslerinin tablodaki durumu ise içler acısı... (Kaynak; MEB Ortaokul ve Anadolu İmam Hatip Liseleri Haftalık Ders Programı Çizelgesi)
Hiç kimse kusura bakmasın ama bu şekilde kaliteli ve nitelikli bir din eğitimi verilemez. Fakat nicelikten ziyade niteliğe dikkat edilmesi daha önemlidir. Yani ders içeriklerinin dolu, öğretmenlerin de ehil ve nitelikli olması gerekir. Fakat bütün öğretmenlerimizi tenzih ederiz ama ilahiyatların durumu da içler acısı… Yani İlahiyat Fakülteleri de ayrı bir sıkıntı… Hazırlanan program ve uygulanan tedrisat; nakli esas alan, yüzyıllardır gelmiş binlerce büyük İslam âlimlerini referans kabul eden, haddini ve hududunu bilen ilim adamlarını yetiştirmesi gerekirken kendi aklına ve anlayışına göre kaide koyan bazı kimselerin yetişmesini engelleyemiyor. Bu durum da bize bu okullarda, din-i İslam’ın kaidelerini bu zamana kadar taşıyan “İman, İlim ve Edeb” hassasiyeti konusunda bir sıkıntının olabileceği ihtimalini düşündürüyor ki biz buna ihtimal vermek istemiyoruz. Eğer varsa felaket ki ne felaket!
.
Batı’nın derleme kültürü
1 Eylül 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Kültürler, medeniyetlere bağlı olarak çok az değişir. Medeniyetler seyyal ve değişmeye açık, kültürler muhafazakâr ve nispeten sabittir.
Kültür bedenin derisi gibi, medeniyet ise deriyi örten elbise gibidir.
Kültür dairesi dar, medeniyet dairesi geniştir.
Kültürün alanı özel, medeniyetin alanı geneldir.
İlkel dönemlerde medeniyet alanları gelişmezken etkili bir kültür alanı görmek mümkündür. Bu kültür alanını en çok etkileyen unsur ise dinî faktördür. Pagan ve agnostik dönemlerde kültür tamamen bu belirsiz din daireleri emrinde gelişmiştir. Zaten geniş olmayan beşerî münasebetler yalnız savaşlarla gerçekleştiği için, savaşın itici gücü de bu karmaşık dinler olunca, kültürün altyapısını tamamen dinî faktörler oluşturmuştur.
Batı’nın başlangıç dönemlerinde belli bir medeniyet dairesi içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Saldırgan ve vahşi gruplar hâlinde yaşayan kabileler, giderek Batı’nın temellerini attığı için, bu toplulukların meydana getirdiği kültür derleme, medeniyet ise ertelenmiş ve yapıştırma bir sosyal vakıadır.
Batı medeniyeti dairesinde Avrupa kıtası birim olarak alındığında, coğrafi boyut çaprazında; Amerika, Avustralya, Japonya gibi devletleri de bu daire içinde sayabiliriz.
Avrupa’da Latinler, Anglo-Saksonlar ve Germenler başkalaşım geçirerek yeni toplumlar meydana getirirken bu yeni oluşan toplumlar kendilerine mahsus bir kültür de geliştirmişlerdir. Germen kültürü, Anglo-Sakson kültürüyle birleşip bir devlet altyapısı oluşturmuştur. Bu meyanda İngiliz kraliyet ailesi Alman kökenlidir.
Kraliçe Elizabeth babası tarafından cüz’i bir İngiliz kanına sahipken, anne tarafından geçmişi de Normandiyalı, Fransız ya da İskoç’tur. Bu derleme ırkî kültürün dini olan Hristiyanlık da kendi içinde farklılıklar gösterir. Mesela, Anglikanizm İngiltere Kralı VIII. Henry’nin kurduğu bir Hristiyanî mezheptir. Bu mezhep Katolikler ve Protestanlar arasında bir ara din gibi olup orta yol olarak telakki edilir. Bunun için bu mezhebe Latince Via Media denilmiştir. O hâlde Anglikanizm bir kültür dinidir ve açıkçası sun’idir.
Oluşum bakımından Fransızlar da farklı değildir. Onların da menşei bir Cermen kavmi olan Franklara dayanır. Franklar Roma kültüründen oldukça etkilenerek Galya’nın yerli halkları olan Keltlerle ve Latin kökenli topluluklarla karışıp günümüz Fransızların atalarını tesis ettiler.
Avrupa devletleri incelendiğinde çoğunun karmaşık bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkar. Avrupa’yı birbirine bağlayan ortak kültür olamazdı. Özellikle Orta Çağ’da din, kültürün ana temasıydı. Önceleri Katolik sultası ve kilise, hür düşüncenin en büyük düşmanıydı. Katoliklik köklü Hristiyan mezhebidir. Hristiyanlarca, Havarilerden Petrus tarafından kurulduğu iddia edilir. Petrus’tan sonra gelen papalar, Petrus’un vekili kabul edilir. 1870’te toplanan konsil, Papa’nın hatasız olduğunu, yanılmazlığını kabul etmiştir. Hiyerarşik sıra da, rahip, piskopos, kardinal ve papa şeklindedir; merkezi Vatikan’dır.
PROTESTANLIK KİLİSEYİ PARÇALADI
İşte Avrupa kültürünü temelden etkileyen din, yani Hristiyanlık, tek bir kolda sabitleşemeyip, birbirlerini çoğu yerde nakzeden üç ana dala ayrılmıştır. Bunlar, Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır. Protestanlığı ayrı bir kol olarak incelemek gerekir. Bu yeni mezhep, ortak eski kiliseyi parçalarken sosyal temalarıyla da halkı farklı bir görüşe çekmiştir. Bu farklılıkları kısaca belirtmeye çalışalım: Protestanlık, Katolik Kilisesi’nin baskıcı yönetimine başkaldırıdır. Martin Luther’in sistematize ettiği bu görüş giderek etkili bir Hristiyan mezhebi olarak doğmuştur. 1529’da resmîyet kazanmış, sonra o da kendi arasında üç ana dala ayrılmıştır: Luteryanizm, Kalvenizm ve Anglikanizm. Bu fer’i ayrılıklar Avrupa halkının da aslî bölünmelerine yol açmıştır.
Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki Hristiyani mezhepleri İslamiyet’teki amelî ve itikadî mezheplerle karıştırmamak lazımdır. İslami mezhepler temel ayrılık sebebi olmayıp ne camileri ne de cemaatleri ayrıştırmıştır. Her mezhep müçtehidi imama, her mezhepten cemaat uyar. Hacda dört hak mezhep salikleri aynı imama uyup aynı kıbleye yönelirler. Dört hak mezhep imamı da her Müslüman tarafından mübarek ve mutemet kabul edilir.
Protestanlar, kilisenin günah çıkarmasına karşıdırlar. Onlara göre İncil’i her Hristiyan kendince yorumlayabilir. Ayin dilinin Latince olmasına da karşı çıkıp kendi dillerince olmasını kabul ederler. Papa insan olduğu için yanılabilir. Kiliselerdeki suretleri, özellikle de heykelleri reddederler. Teslis inancını kabul ederler.
Ortodoks inancı da farklılıklar gösterir: Katolik rahipler evlenmezken Ortodokslar evlenir. Bu kesim sadece resim ikonlara itibar eder. Ayinlerinde Yunancayı kullanırlar.
Muharref Hristiyan dininde ayin dillerinin ayrılıkları o kadar mühimdir ki İncilleri de bu dillerin alfabelerine göre yazılır.
Görüldüğü üzere Hristiyani mezhepler arasında uçurumlar vardır. Tabii ki bunlar bu mezhep saliki halkları da derinden etkilemiş ve birbirlerinden ayrıştırmıştır.
AVRUPA’DA HEYKEL KÜLTÜRÜ
Katoliklik, özellikle Hazret-i İsa, Hazret-i Meryem ve diğer azizlerin suretlerini ikon hâline getirip dinî bir anlam yükleyince, bu mezhepte resim sanatı bambaşka bir boyut kazanmıştır. Bu ikonların bu mübarek peygamber ve afife annesi ile hiçbir münasebeti yoktur. Tapınılan suretler hayal mahsulü olup bunun adı putperestliktir.
Avrupa resim ve heykel kültürü, Batı’nın dinî ve diğer sosyal hayatını kökten etkilemiştir. Avrupa kadınlarının giyim temasını dinî kanallara sokarak yeni bir çığır açan da Mikelanj (Michelangelo) olmuştur. Önceden Hristiyan kadınları da edepli bir şekilde giyinirler hatta başlarını dahi örterlerdi. Papa II. Jules, Mikelanj’ı Roma’ya çağırıp Sistine Kilisesi’nin süslemelerini yapmasını ister. Sanatçı “Yaratılış”ı konu alan 300’den fazla insan figürünü çıplak ve yarı çıplak olarak çizer. Sistine Şapeli’nin tavanında yer alan bu resim “Adem and God” (Yani haşa Hazret-i Âdem ve Tanrı) adını taşır. Bu resimde Hazret-i Âdem çıplak ve müstehcen olarak resmedilirken, haşa Tanrı mücessem bir tasvir durumundadır. Allahü teâlânın suret ve tasavvurdan beri olduğu gerçeği kilise tarafından yok hükmündedir. Dört yıl süren bu çalışma, bir papanın himayesinde kilise içinden kiliseye yeni bir ayar yapmaktı.
Aynı şekilde İspanyol ressam Goya da kilise duvar ve tavanlarına çıplak figürler çizdi. İtalya’da Chapel of The Princes’in tamamlanması uzun yıllar almıştır. Duvarlarına eski ve yeni Ahit’ten sözler resmedilmiştir.
Medici Ailesi’nin çeşitli şahıslarına ait mezarların bulunduğu Sagrestia Nuova’da, Medici Mezarları ünlü sanatçılar tarafından değişik yıllarda yapılmıştır. Bu heykeller ve diğer suretler arasında da çıplak kadın figürleri vardır. Mediciler, Boticelli, Donatello, Mikelanj (Michelangelo) ve Leonardo da Vinci’yi muhtelif zamanlarda himayelerine alarak, lahitleri resim galerilerine dönüştürmüşlerdir.
Burada şuna dikkat edilmelidir: Artık Katolik Kilisesi ve papalar korumasındaki müstehcenlik sanat ve estetizm zırhına bürünerek yeni bir dinin oluşmasını sağlamıştır. Yeni akım bir “Nouva İkona- filo”dur. Buna kendilerince sathi bir mistisizm oluşturmuşlar ve afaki bir estetik din meydana getirmişlerdir.
16. asrın ikinci yarısında “oratorio” hem kilise hem de tiyatroya ait bir müzik türü olarak kiliseye girmiştir. Requiem ise Hristiyanların cenazelerde okudukları bir ilahi olup Mozart ve Verdi’nin besteleri en meşhurlarıdır. Bu ilahiler solo ve korolarla orkestra eşliğinde icra edilirler.
“KONSER SALONU” KİLİSELER
Artık Hristiyanlık zaten muharreflik vasfını taşırken, bir de müstehcen resimlerle süslü kiliseler, orkestraların müzik, koro veya soloların nağmeleriyle konser salonlarını andıran mekânlara dönüşmüştür.
Batı, iki büyük sanatla dini birleştirmenin kendilerince gururunu yaşarken ne yapıp edip özellikle tekke ve zaviyelere müzikli ilahiler monte ediliverdi. Ney, ut, bendir ve diğer bazı enstrümanlarla icra edilen bazı ilahilerin nasıl tasarlandığını görmek hiç de zor olmasa gerek… Şurası unutulmamalı ki tekke, zâviye ve hân-gâhların içinde mihrap olup, bu mekânlar aynı zamanda mescid durumundaydılar.
Batı, ahlaki fonksiyonların temel değerleriyle oynarken, edebiyatı da unutmadı. Özellikle günah çıkarma müessesesinden doğduğu kabul edilen, itirafların ve enfüsî yasak temayüllerin bileşkesi gibi görünen “roman”ı da Batı, iyi bir silah olarak kullandı.
Toplumun Hristiyan dizginli sosyolojik ve psikolojik olmayan terbiye sistemi, insanları başkaldırmaya iterken “engizisyon” zırhlı kilise, zulüm fantezileriyle korku filmi senaryoları yazıyordu.
Artık Batı’nın edebiyatı da bundan nasibini almalıydı. Onlar edebiyatın “edeb” sözünden geldiğini çoktan unutmuşlardı. Bu sanat dalını da ahlak boyutu dışına taşıdılar. Bütün mesele ortak değer yargılarını yıkabilmek ve gayr-i ahlaki bir sistemi oturtabilmekti. Batı, kendi sisteminde pragmatizmi uygulayabilmek adına, ahlak sisteminin içini de boşaltmıştır.
TABULAR YIKILIRKEN…
Artık tabular yıkılmalıydı. Batı’da eskiden dinî ve ahlaki tabular vardı. İslamiyette ise haramlar vardır. Haram aynı zamanda “hürmet” kelimesini de karşılar. Kişi haramlardan sakındıkça Rabb’inden korkarken; kendisine, varlığına, yaradılışına da hürmet eder. Batı haramları tabu olarak algılarken, muharref de olsa dinin kurallarını törpüleyip tesviye ederek, yasakların yolunu açtığını zannedip dinî ve ahlaki bütün temelleri yok etmiştir.
Zamanımız yazarlarından Henry Miller ülkemizde yasaklanan “Oğlak Dönencesi” kitabı için yapılan eleştirilere Batı ahlakı normlarına göre şu cevabı vermiştir: “Tabular, ne de olsa hastalıklı zihinlerin ürünüdür, bir artıktır. Bu kuralların, yaşamaya cesaret edememiş din ve ahlak adı altında bize bunları dayatan korkak insanlara ait olduğunu söyleyebiliriz.
BATI ROMANLARI BİZİ DÖNÜŞTÜRDÜ
Batı’nın bazı romanları Türk toplumunu öylesine etkilemiştir ki davranış biçimlerinin reçetelerini bu romanlarda arayan, nevrotik tipli romaneskler ortaya çıkmıştır.
Gustave Flaubert’in ‘Madame Bovary’si, genç kızların beyninde hayalî şehir merkezli hayatı planlamıştır. Bu romanın enjekte ettiği fikre göre, dar yerlerde yaşanmaz; köylerden ne pahasına olursa olsun şehirlere kaçmalıdır. Ciddi ve işini hakkıyla yapan bir eş yerine, havaî, çapkın bir erkek eş olarak tercih edilmelidir. Kocasına ihanet eden roman kahramanı Emma’nın intiharla sonuçlanan hayatı genç kızlara bir çıkış yolu gibi gösterilmiştir. Bu romanın yansıması Hâlid Ziyâ’nın yazdığı Aşk-ı Memnû’daki bazı konularla benzeşir.
Yine Charlotte Bronte’nin “Jane Eyre” adlı romanında asli karakter olan kız, toplum kurallarını tanımayan, serbest fikirli biridir. Bu romanda da verilmek istenen konu, kadın cemiyette yer edinirken dinî kurallara uymamalıdır. Bu romanın da bizde bir izdüşümü vardır. Halide Edib’in “Tatarcık” romanına bir bakmak gerekir. Bu romanın kahramanı olan Jale de Türk kızlarına örnek gösterilmiştir. Kitapta zamana göre ince bir “feminizm” gölgesini görmemek mümkün değildir.
Bunlara, Leo Tolstoy’un Anna Karenina’sını, Jane Austen’in Aşk ve Gurur’unu, Balzac’ın Vadideki Zambak’ını ve benzeri bir sürü romanı eklemek mümkündür. Bu, Batı klasiklerinin büyük bir çoğunluğu, maalesef aile sistemini dipten sarsan konulardan oluşmaktadır.
Bu masum gibi görünen planlar, toplumumuzun ahlak ve inanış sistemini içten içe istila etmektedir. Batı, yüzyıllardır bu planını sabırla ve inatla uygulamaya devam ediyor.
Gelecek yazılarımızda buluşabilmek ümidiyle esen kalınız efendim
.
İdlib düğümü ve Suriye’nin geleceği
7 Eylül 2018 02:00
Dr. TELMAN NUSRETOĞLU
t.nusretoglu@mail.ru
Hazar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Orta Doğu coğrafyasında, özellikle Arap Baharı sonrası Suriye etrafında yaşanan gelişmeler artık dünyanın ve bölgenin siyasi dengelerini de değiştirecek bir boyuta evrilmiştir. Olayların başlangıcında insan hakları, demokrasi gibi değerlerin savunucusu görüntüsü çizerek Esad’ı devirmek için pozisyon alan ABD’nin başını çektiği Batılı güçler, dünya genelinde Suudi Arabistan üzerinden devşirdikleri radikal selefi grupları bölgeye toplamışlardı. Fakat süreç geliştikçe Batılıların gizli gündemleri açığa çıkmaya başlamış, Rusya’nın Esad’ın safında aktif bir biçimde sahaya inmesine ortam oluşturarak çözüm değil sürekli kaos senaryosuna hizmet etmiştir. “Müttefik” Türkiye ve Suriye muhalefeti, Esad yanlısı koalisyon ülkeleri karşısında meydanda tek bırakılarak bulanık suda balık avlamaya çalışılmıştır. Suriye’nin kuzeyinde İsrail güdümünde Akdeniz’e de çıkışı olan bir PKK devleti kurulmaya çalışılması ise Ankara’yı yeni jeopolitik hamleler yapmaya itmiştir. Türkiye, emperyal saldırıları bertaraf ederek asrın büyük oyununu tersine çevirmiş, yeni jeopolitik şartlara göre kendisine pozisyon belirleyip Astana safhasındaki aktif rolüyle coğrafyanın paramparça edilerek kaosa terkedilmesine müsaade etmemiştir. Coğrafyanın tarihî gerçeklikleri, güç dağılımıyla taban tabana zıt olan Amerika’nın Orta Doğu’da geliştirdiği Türkiye karşıtı politikalar, bölgesel ve global anlamda kendisinin aleyhinde gelişmiş, Suriye ve Irak’taki etkisi giderek azalmış, küresel güç trafiğinin tam ortasında yer alan Türkiye ise kilit konumunu akıllı hamleleriyle kuvvetlendirmiştir.
Gelinen noktada Rusya-Türkiye-İran iş birliği, Suriye probleminin çözümünde önemli ilerleyiş sağlamış, ABD’nin bölgenin köklü halkları aleyhinde yeni hamleler gerçekleştirme potansiyeli ve Türkiye’ye rağmen “proje terör devletini” tamamlama planı büyük ölçüde sekteye uğratılmıştır. Balkanlar’dan Orta Asya’ya geniş medeniyet coğrafyalarının tarihî hafızasını ve yeniden diriliş arzusunu temsil eden Türkiye, büyük devlet refleksiyle hareket ederek Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarıyla postmodern müstemleke projesine hançer saplamıştı. Türk ordusunun Menbiç’e doğru ilerlemesini durdurmak için Washington, Ankara’yla masaya oturmak zorunda kalmıştır. Amerika’nın Türkiye’yle hesaplaşmadan bölgede uygulamaya çalıştığı politikalardan en fazla Rusya’nın kazançlı çıktığı görülse de artık ABD-Rusya antogonizminin her kritik gelişme öncesinde Ankara’ya mekik diplomasisi gerçekleştirmeye çalışması Türkiye’nin stratejik konumunun idrak edilmesi acısından dikkat çekicidir. Astana’yla başlayan barış görüşmeleri başarıyla ilerlemiş, sıra Fırat’ın doğusu ve İdlib gibi kritik konuların çözümüne gelmiştir.
Suriye probleminin düğüm noktası hâline gelmiş İdlib etrafında cereyan eden olaylar da bu bağlamda Suriye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceği, Türkiye- Rusya, Türkiye-Amerika, Türkiye-İran ilişkilerinin seyri konularında mühim ipuçları barındırmaktadır. Astana safhasının mimarları olan üç ülkenin de Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması hususunda hemfikir oldukları açıktır. Operasyonların şekli ve kapsamı gibi konularda farklı fikirlere sahip olsalar da İdlib’de toplanan En-Nusra gibi hem Türkiye’nin himayesini kabul etmek istemeyen hem de rejimle muhalefet arasındaki barış görüşmelerinin yapılmasına şiddetle itiraz eden radikal örgütlerin tasfiye edilmesi konusunda da üç ülkenin mutabık olduğu anlaşılıyor. Suriye sahasında bu üç ülkenin dışındaki güçlerin kontrolü altında olan silahlı grupların varlığı, çözüm sürecini destabilize edecek potansiyel de barındırmaktadır. Rejimin Dışişleri Bakanı Muallim’in de iddia ettiği gibi İngiliz istihbaratının İdlib’de organize etmeye çalıştığı kimyasal saldırı provokasyonunun arkasındaki asıl maksadın En-Nusra ve türevleri gibi Amerika’nın güdümündeki silahlı grupları muhtemel operasyonlardan korumak, böylece Suriye sıkıntısının çözümünü engellemek olabilir. Rusya’nın İdlib’deki Çeçenlerden oluşan En-Nusra unsurlarının sürekli Hmeymim’deki askerî üslerine saldırı düzenlediklerini iddia ederek onları imha etmek istediği de anlaşılıyor. Fakat Türkiye, Rusya’dan sivil halkın korunmasını, halkın Türkiye sınırlarına yığılmasına yol açacak operasyonlardan kaçınılmasını, Tahran’da Esad, rejim ve ülkenin siyasi geleceği konusunda da bir an önce çözüme ulaşılmasını, muhalefetin aktif bir biçimde çözüm sürecine dâhil edilmesini ve en önemlisi ABD himayesinde Fırat’ın doğusunda oluşturulan PKK yapılanmasının etkisiz hâle getirilmesi konusunda ortak tavır takınılmasını talep ediyor. Rusya Devlet Başkanı Putin’in yardımcısı Y. Uşakov da yaptığı açıklamada, Amerika’nın başını çektiği koalisyon güçlerinin İdlib’de kimyasal silah provokasyonu hazırlığına karşı tedbirlerin alınmasıyla birlikte Tahran’da gerçekleşecek üçlü zirvenin esas gündeminin Suriye probleminin bütün yönleriyle masaya yatırılarak çözüme kavuşturulması olacağını ifade etmişti. Mevcut jeopolitik konjonktürde NATO, Rusya sınırlarına dayanarak ülkeyi dört taraftan kuşatmışken ve yaptırımlar altındaki Rus ekonomisi krizle boğuşurken, Moskova için Türkiye’yle ilişkiler hayati önemdedir. İran’ın da her zamankinden daha çok Türkiye’yle ittifaka muhtaç olduğunu ifade etmek mümkün. Tahran’daki sağduyulu çevrelerin de Türkiye’nin bütün coğrafya adına emperyal projelere karşı direndiğinin farkında olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Tahran masasında İdlib düğümünün çözümü konusunda Türkiye’nin tezlerinin ağırlık kazanacağı, sivil halk ve muhalefet ayrıştırılarak lokal operasyonlarla En-Nusra gibi grupların etkisizleştirileceği muhtemeldir.
İdlib ve Suriye probleminin nereye evrileceği ile alakalı en mühim sıkıntılardan biri de giderek etkisini kaybeden Amerika’nın geliştireceği refleksler, Türkiye ile ilişkilerinin izleyeceği seyirdir. ABD yönetiminde Suriye konusunda iki birbirine zıt yaklaşımın olduğu açıktır. ABD Başkanı Donald Trump, Suriye’den askerlerini çekeceğini beyan etse de Pentagon’un bölgede farklı bir siyaset izlediği aşikârdır. Amerika ve müttefiki Suudi Arabistan, Fırat’ın doğusunda “sivil yerleşim birimlerinin inşası ve hayatın normalleştirilmesi” adı altında YPG’ye milyonlarca dolar kaynak akıtırken Türkiye ve ÖSO’nun kontrolü altındaki bölgelere, Rusya’nın başlattığı “mülteciler vatanlarına dönsün” projesine destek vermiyor. Rejim güçleri tarafından esir alınan El-Kaide militanlarının Amerika’nın El Tanf’taki askerî üssünden para ve silah yardımı aldıklarını ifade etmeleri de Suriye probleminin önündeki en büyük engelin ülke topraklarındaki Amerikan varlığı olduğunu ortaya koyuyor. Barack Obama döneminde Suriye’ye gönderilen 50 kişilik Amerikan özel kuvvet sayısının artık iki bin kişiyi aştığı ifade edilmektedir. DEAŞ’la mücadele adı altında Suriye’de bulunan Amerika’nın bu mücadele bittikten sonra Fırat’ın doğusundaki üs sayısını artırması gizli gündemleri çerçevesinde faaliyetlerine devam ettiklerini gösteriyor. Trump ve ekibinin art arda yaptıkları açıklamalarla İdlib’de bir kimyasal saldırı ihtimalinden, insani felaket tehlikesinden bahsetmeleri de Amerikan iç siyaseti açısından üzerinde durulması gereken bir konudur. Meseleler kasım ayında yapılacak hayati kongre seçimlerinden ayrı değerlendirilemez. Rusya Savunma Bakanlığının iddia ettiği gibi İngiliz istihbaratının İdlib’de bir kimyasal silah provokasyonu organize edeceği, Amerikan televizyonlarının da can çekişen çocukların görüntülerini yayınlayarak Trump’ı harekete geçmeye çağıracağını düşünürsek hadiselerin seyrini tahmin etmek mümkündür. Trump, ya tekrar rejime karşı füze saldırısı yapacak ya da Putin’in gizli ajanı olduğu yönündeki suçlamalarla karşı karşıya kalacaktır. Kongre seçimlerini kaybetmek ise Trump ve ailesi için felaket manasına geliyor. Bu, Trump’ın görevinden uzaklaştırılmasının, Rusya ajanı olmakta itham edilerek hapsedilmesinin yolunu bile açabilir. Bu yüzden Trump, İdlib konusunda Pentagon generallarinin güdümünde hareket etmek zorundadır. Trump’ı kurtarmak için Esad ve Rusya’nın da dâhil edildiği yeni bir füze şovu ihtimalini de göz önünde bulundurmak lazım. Trump ve Amerika’nın İdlib etrafında gelişen süreci bahane ederek gerçekten de Esad’ı devirmek, Rusya ve İran’ı yenilgiye uğratmak istemesi çok zayıf bir ihtimaldir. Rusya’nın Akdeniz’de 25 gemi 30 uçakla geniş bir askerî tatbikata başladığını da göz önünde bulundurursak böyle bir senaryo Üçüncü Dünya Savaşı’na kapı aralamak anlamına geliyor. Netice olarak Türkiye’nin de istediği gibi ciddi kataklizmlere yol açmadan lokal operasyonlarla İdlib’in En-Nusra ve türevleri gibi itaat etmeyen örgütlerden temizleneceğini, problemin çözümünde sıranın Fırat’ın doğusuna-YPG’ye geleceğini ifade edebiliriz.
.
Eğitimde problemler nasıl çözüme kavuşur?
14 Eylül 2018 02:00
Doç. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Yeni eğitim öğretim yılına hazırlanırken bir yığın problem eğitim camiasının önünde sıradağlar gibi beklemektedir. Bu konuda samimi adımlar atılmaya çalışıldığı da herkesin malumu... Yeni Millî Eğitim Bakanı’ndan ise beklentiler üst seviyelerde… Tabii, beklenti fazla olunca da yaşanması muhtemel problemler sonrası eleştiri oklarını şimdiden bileyenler mevzi kurmaya devam etmekteler. Bu sebeple Sayın Bakan’a bir eğitimci olarak uzun yıllardan beri aldığımız notları gösterme zamanı geldiği kanaatindeyiz. Sadece bizim fikrimizle bezenmiş olmayan, yıllardır velisinden öğrencisine, öğretmeninden akademisyenine kadar bütün paydaşların sesini yansıtan mektubumuzu sayın bakana arz ediyoruz.
Sayın Bakan, eğitimimiz adına şu an en büyük tehlike pozitivizm ve materyalizmdir. “Yok artık! Pozitivizm mi kaldı?” denilirse, yaklaşık 100 yıldır yürürlükte olan programın felsefesine göz atmak kâfi gelecektir. Yapılandırmacılık olarak hayatımıza giren anlayış; kendi doğrularından başka doğru tanımayan, tecrübe ve liyakati yok sayan, gözünün gördüğü elinin tuttuğu şeylerden başka her şeyi reddeden ben merkezli bir neslin yetişmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Dolayısıyla bu şartlarda “gönüllere dokunmak” demek olan eğitimde istenilen başarıyı yakalamak mümkün değildir.
Eğitimde bu toprakların gerçekleri doğrultusunda bir yaklaşım sergilenmesi gerekir. Belki de eğitim adına en büyük ayıplarımızdan biri, kökü de bedeni de bu topraklara ait bir “millî eğitim modeli” oluşturamamış olmamızdır. Öğretimde başarılı olmuş dünya modellerini almakta mahzur olmayabilir fakat eğitimde kopyala yapıştır metotları kesinlikle tutmamıştır ve tutmayacaktır. Çünkü kabul edilsin veya edilmesin, bu toprakların insanlarının kültürel çeşitliliği ve hayat tarzı diğer milletlerden çok farklıdır. “Eğitim gönüllere dokunmaktır” diyen büyük ilim insanlarımızın varlığını kabul etmek ve onların yüzyıllar öncesinden bugüne ışık tutan fikirlerini dikkate almak zorundayız. İmam-ı Gazali, Ahmet Yesevi, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmud, Nizamülmülk, Hacı Bayram Veli, Kınalızade Ali Efendi, Molla Gürani, Akşemseddin, Kâtip Çelebi, Naima, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Seyyid Fehim Arvasi, Seyid Abdülhakim Arvasi, Seyyid Ahmet Arvasi gibi binlerce âlimin adını okullara verebilirsiniz. Fakat bu ilim insanlarının Batı’dan yüzyıllar önce pedagoji sahasında çok mühim tespitlerde bulunduklarını da ısrarla vurgulamak zorundayız ki maalesef şu ana kadar bunu bir türlü kabullenmek istemedik.
Tabanın sesi ve problemleri, sadece bürokratlar ve sendikalardan değil gerçek kaynağından dinlenilirse daha kısa zamanda mesafe alınacaktır. Bunu aynı zamanda geçmişte yıllarca öğretmenlik yapmış biri olarak ifade ediyorum.
Sayın Bakan, öğrenme stilleri ve bireysel farklılıklar konusundaki çalışmalarınızı yıllardan beri takip etmekteyiz. Maalesef şu an Türkiye’de ezbere eğitim-öğretim yapıyoruz. Yani eğitimde strateji ve yöntem noktasında bu zamana kadar plansız ve programsız hareket ettik. Şöyle ki bir çiftçi bile hangi toprağa hangi tohumun ne zaman, hangi mevsimde ve hangi durumlarda atılacağını bilir. Pamuk yetiştirilebilecek toprakta çay tarımı yapmaya kalkışmaz. Çünkü toprağı ve tohumu bilir. Fakat biz öğretmenler çocuğu tanımadan ona faydalı olmaya kalkışıyoruz. Çocuğun ihtiyaçları, yeterlilikleri, sınırlılıkları ve becerilerini bilmeden herkese aynı yaklaşımı sergiliyoruz. Fakat her çocuk farklı öğrenir ve bu durum parmak izi gibi farklılık arz eder. Hatta sizin bir ifadeniz de bunu doğrulamaktadır. Öyle ki; eğitim-öğretimde öğretmenin payının %30, teknolojinin %3, bireysel farklılıklar ve öğrenme stillerini göz önünde bulundurmanın %50, diğer faktörlerin ise % 15 olduğunuifade ediyorsunuz. Dolayısıyla şuan öğretmenlerimiz sınıfa girdiğinde karşısında nasıl bir potansiyelle karşı karşıya olduğunu bilemiyor maalesef. Oysa rehberlik araştırma merkezlerimiz var. Her bölge ve konuma göre geçerliliği ve güvenilirliği test edilmiş ölçekler uygulanabilir. Bir öğretmen, öğrencilerin öğrenme stillerinin ve öğrenmede şahsi farklılıklarının olduğunu bilse hazmetme kapasitesi genişleyecek ve daha verimli safhalarda daha az yorulacaktır. Böylelikle öğrencileriyle tesirli/nitelikli safhalar yaşayacaktır.
Dil meselesi hakkında daha önceki yazılarımızda durumun vahametini izah etmeye çalıştık. Bu konuda çok geri dönüş aldık. Fakat altını özellikle tekrar çiziyoruz ki tarihini/kültürünü tercümelerden ve ideolojisinin esiri olmuş tarihçilerden öğrenmeye kalkışmak yerine arşiv belgelerini ve ecdadının bıraktığı yazılı kültürel mirası kendisi okuyabilen bir neslin hayalini kurmaya devam ediyoruz.
EKSİKSİZ BİR DEĞERLER EĞİTİMİ…
Değerler eğitiminin de okullarda tam ve eksizsiz verildiğine kesinlikle inanmıyoruz. “Hem bilime hem değerlerine vâkıf nesiller” idealinizi biliyoruz fakat okullarda sadece ‘’evrensel” diye tarif edilen değerler anlatılıyor? Öz kültürümüze ait değerler ise değerli olan eğitimcilerin inisiyatifi ile veriliyor. Oturmuş ve planlı bir değerler eğitimi anlayışımız yok. Yerlere tükürmemek, suyu boşa akıtmamak, büyüklere saygı küçüklere sevgi göstermek, insanları karşılıksız sevmek gerektiğini öğretemeyen bir eğitim sistemi, değerler eğitimini tam veriyor diyebilir miyiz? Ayrıca özel okullar değerler eğitimi noktasında ne kadar denetleniyor? Bu toprakların mayası olan İslam-Türk kültürü ne kadar nitelikli veriliyor. Çünkü buralardan mezun olan çocuklarla aynı toplumda beraber yaşıyoruz.
Okul müdürlerinin; “temizlik çalışanlarının sigortasını nasıl yatırabilirim, okulun boya ve badana işlerini hangi hayır sahibinin ayağına kadar gidip de rica minnet yaptırabilirim?” külfetinden kurtarılması gerekir. Çare ise bellidir. Bütün okullar fiziki yönüyle belediyelere bırakılmalıdır. Okuluna bakmayan, bu konuda yeterli gayreti göstermeyen belediyeleri ise halkın reyine bırakmak en isabetli yaklaşım olacaktır. Gönüllü destekçi belediyeler olabilir fakat vatandaş için park, köprü, yol, sosyal tesis yapan belediyeler okullarına resmî olarak niçin sahip çıkmasın? Ayrıca okulların eğitim ve işletme müdürleri tarafından yönetilmesi de belediyelerle sağlanacak koordinasyon noktasında önemli bir adım olabilir. Sadece eğitim işine kafa yoran bir idareci ise daha başarılı nesillerin yetişmesine katkı sağlayacaktır. Ayrıca medyada sürekli okulunu boya, badana ve sıva yapan müdür ve öğretmen görselleri eğitime olan güveni zedelemektedir. Bütçeden çok ciddi kaynak alan eğitimde konuyu olduğundan fazla ajite eden kimseler daha fazla, gösteremeyenler daha az kahraman algısı da sağlıklı bir yaklaşım değildir. Gerçek kahramanlar; işini ve sorumluluğunu kendisinden istenildiği gibi nitelikli biçimde yapan kimselerdir. Bu insanları da bu duruma düşürmemek gerekir. Bütün meslektaşlarımız fotoğraf çekip sosyal medyaya servis etmeseler de gerçekten böyle durumların yaşandığı hakikatini de kabul ediyoruz. Fakat bu durumlardan ancak okulların belediyelere devri ile kurtulabiliriz. Bu mevzu, bazı bölgelerdeki güvenlik endişeleriyle ötelenmeyecek kadar ehemmiyetli bir konudur. Devletimiz bu konuda gerekli tedbirleri alacak kadar güçlüdür.
Özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde servis meselesi hakkında çokça şikâyet duymaktayız. 8’de derse başlayan çocukların saat 6 gibi evlerinden alındığı görülmektedir. Saat 6’da servise binen bir çocuk en az 05.30 gibi uyanır. Yani okuldan 2,5 saat önce… Hatta ders başlamadan 1-1,5 saat önce çocuğu okula bırakıp daha sonra başka yerlere servis çekmek için koşturanların olduğunu da duymaktayız. Lütfen tedbir alınmasını sağlayınız. Bu şartlarda ruh ve psikolojik sağlığı yerinde sıhhatli nesiller yetiştirmek imkânsızdır.
SURİYELİ ÖĞRENCİLER MESELESİ
Suriyeli çocuklar meselesi eğitim sistemimiz adına problem olmaya devam etmektedir. Sadece okulda olsunlar diyerek diğer çocuklarla bir sınıfa yerleştirilen dili ve kültürü farklı bu mazlum çocukları suçlu ilan etmeye hazır bekleyen içimizdeki entel hümanistlere (!) koz verecek nitelikten uzak yaklaşımları belli bir anlayışa ve plana oturtmak zorundayız.
Hizmet içi eğitimleri ise liyakatli ve ehliyetli kimselere verdirmek lazım geliyor. Öğretmenler şu an kendileri için faydalı bile olsa verilen konferans ve toplantılara gitmek istemiyorlar. Çünkü sadece “dostlar mecliste görsün” minvalindeki bazı toplantılar bu tür samimi çalışmalar hakkında ön yargılar oluşmasına zemin hazırlıyor. Ayrıca öğretmene değerli olduklarını hissettirecek adımlar atılmalı. Mesela; saatlerce dinleyici pozisyonundaki bir öğretmen, ara verildiğinde okul dışında su ve çay aramak zorunda kalıyorsa istediğiniz kadar iyi niyet gösterilerinde bulunun, nafile! Bu konuda il/ilçe müdürlüklerinin daha hassas davranmaları sağlanmalıdır. Gerçi bu konuda geçmişe göre daha iyi durumda olduğumuzu da söyleyebiliriz…
Yukarıda bahsettiklerimiz dışında daha onlarca mesele vardır. Bir eğitimci olmaktan öte bir vatandaş hatta bir öğrenci velisi olabiliriz. Fakat burada kaleme alınan mevzular eğitim paydaşlarının yıllardır dile getirdiği konulardır ki bu meseleler şu an büyük sıkıntılara gebedir…
.
Filozoflardan rehber olur mu?
15 Eylül 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Yüzyıllardır gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da güncelliğini koruyan felsefe, niçin hiç gündemden düşmez? Niçin bazı insanlar filozofları kesin rehber edinirken, bazı İslam âlimleri de filozoflara son derece bilimsel metotlarla cephe almışlardır? Felsefe bir bilimse İslam âlimlerinin özellikle hassas Ehl-i sünnet ekolünün, bir bilim dalına bu denli mesafeli olması nedendir?
Konumuz derinlemesine felsefi ekoller ve filozoflar olmayıp gereği kadar mevzulara temas edeceğiz.
Felsefe Yunanca “philosophos” kelimesinden gelir. “Philo” sevgi demektir. “Sophia”, “sophos” ise bilgelik, erdem, hikmet anlamlarını taşır. Filozof adını ilk defa kullanan Pythagoras (MÖ. 570-495) olmuştur. O, bilge unvanı yerine kendisi için hikmet tutkunu demiştir.
Plotinus’a (205-270) göre felsefe merakla başlar. Bu merakın kapsamı, kişiyi, evreni, olayları, oluşumu düşünmektir.
Tabii ki filozoflar sırları araştırırken akıllarının tartışılmaz gücüne inanarak, her biri kendi akılının rehberliğinde bir ekol ve yenilenen bir bilgi dinamizmi ortaya koymuştur. Filozoflar kesinlikle bulundukları toplumların düşünce yönüyle seçkin kişileridir. Birçok sosyal ve kozmik olaya, düşünce yönüyle geniş boyutlar kazandırmışlardır. Özellikle Dogmatikler, kozmik olaylarda ve matematikte şaşırtıcı sonuçlara ulaşmışlardır.
Allah, kâinat, ruh, ebedilik ve ilk olma konularıyla, felsefe sürekli meşgul olmuştur. Akıl ise önemli madde başlıklarından birisidir.
İmmanuel Kant (1724-1804) “Saf Aklın Tenkidi” adlı eserinde akıl ve Allah konularında bazı fikirler ileri sürer. Kant’a göre Tanrı idesi aklın şartları dışında belirir. Kant, aklın tarifi veya onu bir yere koymada, akıl neyi bilir neyi bilmez kanalıyla kritisizmi de ortaya koyar. Kant’a göre saf akıl hiçbir deneye ihtiyaç duymadan hakikati bulmaya çalışan akıldır. Burada bazı konu başlılarına yaslanarak onun bazı gerçekleri yakaladığını kabul edebiliriz. Ama Kant, aklı, nefs, kalp ve ruh gibi unsurlardan ayrı düşündüğü için onun hakikat kavramını yakalaması mümkün olamamıştır. Evet, ona göre Tanrı idesi aklın şartları dışında belirir. Zaten Allahü teâlâ akılla bilinseydi, Rabbimiz aklı mesul tutarak peygamberler göndermezdi.
Burada “Tanrı idesi” ifadesinde de sıkıntı vardır. İdenin sonsuz zaman ve sonsuz mekânın ötesinde oluşu, Allah’ın varlığına uygun düşerse de tefekkür temaları Cenâb-ı Allah’ın varlığına ters düşer.
Kant’ın akıl tasavvuru kendisine göredir. Akıl, evveliyle sonrasıyla bir bütündür ve aynîlik gösterir.
İslamiyet’te ise akıl nefse, ruha ve kalbe irtibatı ile değişkenlik gösteren bir varlıktır. Nefse olan münasebeti veya muhalefeti ile ya rehberdir veya değildir.
Filozoflar bilimi merak ve tecessüse bağlarlar. Tecessüs olmadan bilim olmaz tezini savunurlar. Bu kadar önemli olan bu düşünürlerin tenkide açık olan tarafları nelerdir veya nedir? Tek bir kalem ve bir nokta: Kendi akıllarını tek düstur kabul edip onu vahyin üstünde görmeleri…
AKIL VE KRİTİK
Filozoflar akıl ve kritiğe çok önem verirler. Mesela kritisizmin temellerini hem ampirizme hem de rasyonalizme dayandıran Kant, asli bilgiye ulaşmanın tek yolunun deney-gözlem-tecrübî uygulamadan geçtiğini savunur. Bunlardan birinin eksik olması hâlinde, doğru bilgiye ulaşılamayacağını beyan eder.
John Locke (1632- 1704) ve David Hume’un (1711- 1776) sistematize ettiği ampirizm, bilimin kaynağının yalnız deney olduğunu savunur. Onlara göre doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur.
Bu ifadeler mucize, nübüvvet ve vehbî bilgilerle çelişir. Mesela Hazret-i Îsâ aleyhisselâm daha kundakta iken konuştu. Bu bilimsel gerçeklere ve tecrübeye aykırıdır.
Eğer her şeyin kaynağını tecrübeye dayandırır ve doğuştan gelen bilgi olmadığını kabul edersek, Hazret-i Îsâ’nın kundakta iken şuuri bilgilerle elde edilen kul olma vasfını idrak etmesi, kendisine ileride kitap verileceği konusunu, peygamber olacağı gerçeğini, namazın ve zekâtın farziyetini, onun göklere diri olarak kaldırılacağı haberini hangi akıl, hangi tecrübe ve hangi bilgi ile izah edebiliriz.
Mucize zaten akıl ve idrakin üzerinde bir olaydır. Filozoflar zaten bu tip olayları reddederler. Şüphe de önemli bir noktadır. Onlara göre felsefi her hakikatten şüphe duyulmalı; aklın delaletiyle tecrübe edilip kabul edilmelidir.
Bu önermeler fen bilgileri için geçerli olabilir. İmanî hakikatlere şüphe ile yaklaşmak mümkün değildir. Vahyin ve kelâmın bizâtihî kendisi olan Kur’ân-ı kerîm, Bakara Sûre-i Celîlesi 2. âyet-i kerîmede şüphe yolunu kesmiş ve imanî aklın ruha bağlı idrakiyle şöyle beyan buyurmuştur. “O kitap (Kur’an-ı kerîm); onda asla şüphe yoktur.” Birinci kademede aklın sermayesi ve şüphe, imanî hakikate teslim edilmiştir.
CEVHER VE ÂRAZ
Filozoflar cevher ve araz konularında da yanılırlar. Cevher asıldır, özdür. Âraz ise cevher üzerinde bulunur. Âraz, sıfat olup yalnız başına bulunamaz. Felsefeciler göre beş cevher, heyula suret, cisim, nefs ve akıldır. Nefs ve aklın aynı skalada mücerret olarak gösterilmeleri yine yanıldıklarındandır. Nefs, âlem-i halktandır; âlem-i emr ile münasebeti yoktur. Akıl, letâif-i aşerede yer almaz ama o da âlem-i halktandır
HANGİ AKIL?
Akl-ı sakim ve akl-ı meaş hep ilahi hakikatlere ters düşer. Bu akıllar nefs-i emmârenin emrindedir. Akıl yükselebilen, tezkiye edilmesi gereken bir varlıktır. Mütmainne, zekiye ve kâmile nefisle birlikte hareket ederse akl-ı me’ad ve akl-ı selime ulaşarak önemli hakikatlere vasıl olur. Akl-ı selime ulaşan akıl, hakikate erişmede istidlali rehber edinir. İstidlal, aklın kabul edeceği sağlam deliller olup, şüpheli konularda bu yol geçerli olmaz. Tecrübe, delili tasdik veya teyit etmek için başvurulan bir kaynak olabilir. Akıl bilinmeyenle uğraşmaz; gaybı da bilemez. Gayb tezahür etmediği için zaten bilgi sınırları dışındadır. Gayb, ilm-i ilahi tahtındadır. Mesela fen bilgileri tecrübeye dayandığı için medlul hükmünde olup akıl bunları tasdik eder. O hâlde “akıl için yol birdir” ifadesi her akıl için geçerli değildir. Akl-ı mecaz veya akl-ı meaş dünyevi işlerde rehber olabilir ama bu aklın mükemmelliğin ispatlamaz.
Esas olan şudur: Hakikate akılla değil kalple ulaşılır. Aklın kavrama gücü kendisine verilmiş derece ve buna bağlı ilim iledir.
Filozoflar akla o kadar değer verirler ki kâinatın tabakalaşmasının bile akılla sudur ettiğine inanırlar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Aklın eksikliği peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı” buyurur.
İmâm-ı Gazâli hazretleri de şöyle buyurur: “Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur.”
Filozofların birçoğunun kabul ettiği akl-ı feâl için ise İmâm-ı Rabbânî hazretleri son noktayı koyar: “Bunların bozuk inanışlarına göre insan sıkışınca aklı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey istemez. Allahü teâlânın dünyada olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdadır.”
SUDUR NAZARİYESİ NEDİR?
Sudur nazariyesi Kindî’den Fârâbî’ye ve İbni Sînâ’ya uzanan bir yol olup “akl”ı her şey olarak kabul eden bir sistemdir. Filozoflar varlığın idrakinde muâkaleyi (akıl yürütme) temel aldıkları için her şeyi de akılla çözebileceklerine inanırlar.
Bu nazariyeye göre filozoflar Allah’ın kendini bilmesiyle ilk aklı yarattığını, sonra zincirleme olarak ilk aklın da kendisini bilmesiyle ikinci aklı yarattığını ve bu zincirleme yaratmanın devam ederek, gök tabakalarından nefse kadar bu teselsüli tekevvünün sürdüğünü kabul ederler.
Allah’ın kendisini bilmesi ifadesi ne demektir? Bilme ve idrak şuurla alakalıdır. Yeni doğan bir bebek, şuuru, idraki ve aklı tanzim edilinceye kadar kendi varlığından haberdar değildir. İlmin sahibi, alîm ve hakîm olan Allâh-ı azîmü’ş-şâna nasıl böyle bir ifade iare edilebilir?
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” kelâm ilminin sırlarını keşfedince bu batıl sistemlerin dini tahrip etmesine karşı, vahyin ve aklın birlikteliği ile mükemmel bir metot geliştirip reddi mümkün olmayan deliller manzumesini dercetmiştir.
Zaten Yunanî filozofların düşünce sarmalında kalan Fârâbî ve İbni Sînâ, Pilotinus’un “ilk ilke”sine (mecburî başlangıç) karşı Vâcibü’l-vücûdu kabul ederler. Burada gerçeğin içindedirler. Plotinus’un “ilk ilke”sinde ilk olma vasfı olduğu için bir zaman kavramı ifade ettiğinden ezel ve ebet mefhumları ile çelişkilidir.
Sudurdaki ilk akıldan sonra diğer akılların yaratılması, ilk aklın tekâmülü ve tekevvünü ile ilgili olup, ikinci aklın yaratılması ilk akla bağlı olduğundan İmam-ı Gazâlî hazretleri sudur sürecinin mecburi olma vasfından dolayı “Allah’ın her şeyi bildiği” gerçeğine ters düştüğünü beyan eder. (Tehâfütü’l- Felâsife)
İmam-ı Gazâlî hazretleri aklın mühim ve inkâr edilemez bir varlık olduğunu zaten kabul eder. Sadece vahyin, aklın ulaşamayacağı bir gerçek olduğunu savunur. Filozofların kendi dogmalarına göre kâinatın oluşumunu kabul etmelerine karşı, Hazret-i İmam, vahyin değişmez beyanıyla yaratılışı ve tekevvünatı kabul ettiğini ferâg-ı bâl (gönül rahatlığı) ile açıklar. Zaten imanın gereği de budur.
İmâm-ı Gazâlî’nin sözlerine filozoflar karşı çıkmışlardır. Tehâfütü’l- Felâsife’sine reddiye yazan İbn-i Rüşd “akıl dinden üstündür” tezini savunur. Bu durumda bir âyet veya bir hadîs akılla çelişirse hangisini tercih etmeli sorusu ortaya çıkar. İmâm-ı Gazâlî gerçeğe imanla ulaşılır derken, İbn-i Rüşd bilimle ulaşılacağını savunur.
Burada şunu sormak gerekir: Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle akıl ve ilmin özellikle övüldüğü bir dinde İmâm-ı Gazâlî gibi muhteşem bir âlim ilme karşı çıkabilir mi? O, sadece insan bilgisinin ilm-i ilahî karşısında çok sınırlı olduğunu savunur.
Mesela birçok filozofun ruh üzerinde türlü fikirler yürüttüğünü biliyoruz. Ama Yüce Kitâb’ımızda “Ve sana ruhtan sorarlar; de ki: Ruh Rabb’imin emrindedir ve size ruha ait ilimden az bir şey verildi. (İsrâ Sûresi-85) Burada önemli olan gelmiş geçmiş varlıklar içinde Allahü teâlâ tarafından kendisine bütün ilimler bahşedilmiş olan Risâlet-penâh Hazretlerine ruh hakkında az bir ilim verilmiş olması beyan buyurulmuştur. Bu durumda Resûl aleyhisselâmın ilmi ile, ilm-i ilahî arasında da nasıl bir fark olduğunu anlamak gerekir
ÂLEM KADÎM OLABİLİR Mİ?
Gerek Muattıla gerek Dehriyyun ve gerekse Batınîler zat-sıfat, fâil-fiil konularında da çelişki içindedirler. Büyük âlim Gazâlî “Tehafüt” eserinde “Âlem Allah’tan sonra, Allah ise âlemden öncedir” der. İbn-i Sînâ, filozofların cevher olarak kabul ettikleri heyulanın, kadîm olduğuna inandığı için âlemin kıdemini kabul eder.
Bazı filozoflar Allah’ın vâcibü’l-vücûd ve mümkinü’l-vücûd olmasını tek güç şeklinde yorumlarlar. Allahü teâlâ vâcibü’l-vücûddur. Mümkinü’l-vücûd olması bu bakımdan mümkün değildir. Mümkün, imkân şartlarıyla ortaya çıkar. İmkân şartlara göre gelişen olabilirliktir. Mümkün, vücûbîlik değildir. Zata ve sıfatlara eş koşulması şirktir. Diğer varlıkların hepsi mümteniü’l-vücûddur. Âlem-i emrden olan ruh ve kalp ayrı mütâlaa edilmelidir. Mümteniü’l-vücûd zaten yok hükmündedir. Heyula da diğerleri de hep aynıdır.
Kısaca mesele şudur: Kitâb’a, sünnete sahih bilgilerine güvendiğimiz Ehl-i sünnet âlimlerine rağmen ilim iddiası, nefsin ve kibrin vehmidir. Söz budur; gerisi hiçtir vesselam...
.
WhatsApp gül bahçesi mi, yoksa bataklık mı?
22 Eylül 2018 02:00
Doç. Dr. Ali Murat KIRIK
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
murat.kirik@marmara.edu.tr
İletişim sahasında meydana gelen değişim ve dönüşüm incelendiğinde artık mobil teknolojilerin ön plana çıktığı görülmektedir. Akıllı telefonlar, tabletler ve diğer taşınabilir cihazların varlığı, kitle haberleşme teknolojisini yeniden biçimlendirmiştir. İnternet ve dijital teknolojilerin bir araya gelmesiyle birlikte kitlesellikten bireyselliğe kaygan bir geçiş meydana gelmiş, mobil iletişim araçlarını destekleyecek birbirinden farklı uygulamalar geliştirilmiştir. Oyundan spora, eğlenceden habere birçok alt kategorisi bulunan bu aplikasyonların/uygulamaların bazıları ücretli, bazıları ise ücretsiz olarak hizmet vermektedir. Günümüzde mobil iletişim bir sektör hâlini almış; gerek yazılım, gerekse de donanım birbirini tamamlayan iki mühim unsur olmuştur.
Mobil iletişimin şüphesiz ki en yaygın unsuru akıllı telefonlardır. Mobil işletim sistemleri bulunan telefonların her yaştan her kesimden kişiler tarafından aktif bir şekilde kullanılmaktadır. We Are Social ve Hootsuite’nin ortaklaşa sunmuş olduğu 2018 yılı dijital raporu incelendiğinde Türkiye’de mobil kullanım oranlarının giderek arttığı görülmektedir. Raporda yetişkinlerin %98’inin cep telefonu kullandığı belirtilirken, kullanıcıların %77’sinin akıllı telefonlara sahip olduğu dikkate değerdir. Bir diğer husus ise mobil cihazlarda geçirilen zamanın her geçen gün arttığıdır. Dünya genelinde ise akıllı telefon kullanımı %80 bandındadır.
Şüphesiz ki bu yoğun kullanım noktasında mobil aplikasyonların yeri oldukça büyüktür. Mobil anlık mesajlaşma aplikasyonları (Mobile Instant Messaging) ise kullanıcıları taşınabilir cihazlara teşvik eden en mühim etmendir. Ağlar arası ağ adı verilen internet teknolojisinin gelişim göstermesiyle birlikte anlık mesajlaşma uygulamalarına yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. 1970’li yıllarda Talkomatic adlı bir uygulama geliştirilmiş ve beş kişinin eş zamanlı bir şekilde mesajlaşabilmesi sağlanmıştır. Bu uygulamaların her geçen gün kullanıcı sayısı artmış ve iletişim sürecinde köklü bir dönüşüm yaşanmıştır. 2000’li yıllarda cep telefonların yaygınlaşması ile birlikte önce SMS (Short Message Service), ardından ise MMS (Multimedia Messaging Service) hizmeti kullanıcılar tarafından yoğun ilgi görmüştür.
1,5 MİLYAR KİŞİ WHATSAPP’TA
Akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla birlikte geliştirilen farklı aplikasyonlar mobil teknoloji pazarının oluşmasını sağlamıştır. Günümüzde başta WhatsApp olmak üzere, Line, WeChat, eBuddy, Tango, Viber, Telegram, Facebook Messenger gibi anlık mesajlaşma uygulamaları kullanılmaktadır. WhatsApp gerek Türkiye’de, gerekse de dünyada oldukça yaygın bir kullanım haritasına sahiptir. WhatsApp’ın varlığı birçok anlık mesajlaşma uygulamasının adeta sonunu hazırlamıştır. Xfire, AIM, Windows Live Messenger, Yahoo! Messenger bunlardan sadece birkaçıdır. 2017 yılı itibariyle dünya genelinde 1,5 milyar kullanıcıya ulaşan WhatsApp üzerinden her gün ortalama 60 milyar mesaj gönderilmektedir. Bu istatistik WhatsApp’ın ne kadar yaygın bir şekilde kullanıldığını gözler önüne sermektedir.
FİKİR BABALARI ACTON VE KOUM
WhatsApp’ın fikir babası Brian Acton ve Jan Koum’dur. Eski Yahoo çalışanı olan Acton ve Koum’un 2009 yılında ortaklaşa geliştirdiği bu uygulama önce iOS ardından Android telefonlar için yayınlanmıştır. 2013’te WhatsApp’ın kullanıcı sayısı yaklaşık 200 milyona ulaşmış; 2014’te ise WhatsApp’ın hızlı yükselişini gören Facebook, 19 milyar dolar karşılığında WhatsApp’ı satın aldığını açıklamıştır. Bilindiği üzere Facebook 2012 yılında da Instagram’ı 1 milyar dolara satın almıştır. Facebook rakip olabilecek uygulamaları kendi bünyesine katmayı uygun bulmaktadır. Nitekim Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, Snapchat’i de satın almak için önce 1 milyar dolar, ardından ise 3 milyar dolar teklif etmiş, ancak Snapchat’in genç CEO’su Evan Spiegel bu tekliflerin hiçbirini kabul etmemiştir. Bu nedenle hikâye (durum) özelliği hem Instagram’a, hem de WhatsApp’a eklenmiştir. Ancak önceleri yıllık 1 dolar abonelik ücreti olan WhatsApp; alternatif mesajlaşma uygulamalarının çıkması üzerine 2016’nın kış aylarında ücretsiz bir hâl almıştır. Böylece WhatsApp gitgide yaygın bir duruma gelmiştir. Kullanıcılarına PDF türündeki dosyaları paylaşma imkânı tanıyan WhatsApp; yine aynı yıl “her türlü iletişim” için uçtan uca şifreleme eklediklerini ve kullanıcıların birbirlerinin anahtarlarını doğrulayabileceğini açıklamıştır.
Fakat günümüzde WhatsApp birçok spekülasyon ve iddiayla da karşı karşıya kalmaktadır. Böyle bir aplikasyonun nasıl olur da ücretsiz bir şekilde kullanıma sunulduğu hâlihazırda tartışma mevzuudur. Veri güvenliği konusunu irdeleyecek olursak çok farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. WhatsApp kullanıcılarına ait birtakım kişisel bilgilerin izin alınmaksızın Facebook ile paylaşılması kullanıcıların reaksiyonunu çekmiştir. 2016 yılında Hamburg Veri Güvenliği Temsilcisi Facebook’a ikazda bulunmuş ve bugüne kadar Facebook’a aktarılan 35 milyon Alman WhatsApp kullanıcısına ait tüm verilerin silinmesi gerektiğini bildirmiştir. Bu hadiseden sonra yaşanan Facebook’un kullanıcı bilgilerini uygunsuz bir şekilde Cambridge Analytica şirketiyle paylaşması da durumun vahametini gözler önüne sermektedir. Bu skandaldan 87 milyona yakın kullanıcı etkilenmiştir.
“HER ŞEY TOPLANIYOR”
WhatsApp kullanıcıları diledikleri takdirde sohbet özeti ve şahsi verilerini de tek tıkla indirebilmektedir. Amerikalı bir teknoloji girişimcisi olan Vivek Wadhwa’nın WhatsApp’a yönelik iddiaları da bir diğer tartışma konusudur. Wadhwa; “İletişiminiz tamamen güvenli ama medya verileriniz, aramalarınız ve diğer her şey bilgi için firma tarafından toplanıyor” sözleriyle de toplanan verilerin gelecekte hangi amaçlariçin kullanılacağı konusunun soru işareti oluşturduğunu ifade etmektedir. Yani belirsizlik durumunun hâkim olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Bu görüşün tam aksine WhatsApp’ın bir özgürlük alanı oluşturduğu, hürriyet vadettiği ve şahsi verilerin korumasına yönelik önemli adımlar atıldığı yetkililer tarafından dile getirilmektedir. WhatsApp’ın kullanıcı sözleşmesi incelendiğinde menfi ve müspet birtakım maddelerin var olduğu gözlemlenmektedir. Mesaj içeriklerinin depolanmaması olumlu iken iletişime ilişkin metaverilerin depolanması da bir o kadar olumsuzdur. WhatsApp, kendi sisteminde herhangi bir güvenlik ihlali olduğu takdirde kullanıcıları bilgilendirebilmektedir. Fakat Gizlilik Politikası’nda gerçekleştirilebilecek değişikliklerde kullanıcıların görüşlerinin alınmaması ve kullanıcıların doğrudan bilgilendirilmemesi büyük bir eksidir. Nitekim bu madde kullanıcıların şahsi veri güvenliğini tehdit eder mahiyettedir. Ayrıca WhatsApp, kanuni safha gerektiği takdirde ve iyi inanca sahip olduğu durumlarda verileri yetkililerle paylaşılabilmektedir. Bu madde de tartışmaya açıktır.
WHATSAPP NEDEN ÜCRETSİZ?
Whatsapp’ın bu denli cazip bir durumda olması nasıl gelir elde ettiği sorusunu da beraberinde getirmektedir. Önceleri yıllık bir dolar karşılığında hizmet veren WhatsApp bu bedeli kaldırmış ve kullanıcılara ücretsiz bir şekilde sunulmuştu. Reklamsız bir içeriğe de sahip olan WhatsApp’a bu sebeple şüpheyle bakılmaktadır. Konuya yönelik bazı ciddi iddialar da mevcuttur. Örnek vermek gerekirse, Facebook’un WhatsApp’la beraber kullanıcıların bilgilerini de satın aldığının öne sürülmesi ve Facebook’ta çıkan reklamların WhatsApp yazışmalarına göre belirlenmesi ortaya atılan iddialardandır. Yani WhatsApp’ın sunduğu büyük veri Facebook’un büyümesi ve kullanıcıları hedef kitle olarak görmesi adına çok mühim bir artı sunmaktadır. Kelime analizi gerçekleştirerek kullanıcılara hedeflenmiş reklam sunmak oldukça kolaydır.
CIA İDDİALARI…
Ortaya atılan diğer bir iddia da WhatsApp’ın istihbarat toplama amaçlı kullanıldığıdır. Bu münakaşa da yıllardır devam etmektedir. Nitekim WikiLeaks internet sitesi, ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) Siber İstihbarat Merkezi’nden geldiğini iddia ettiği binlerce belge yayımlamış ve bu belgelerde CIA’in, WhatsApp mesajlarını elde edebileceğini iddia etmişti. CIA yetkilileri ise konuya yönelik sorulara herhangi bir cevap vermemişti. Kullanıcıların bu ve benzeri iddialara mutlak suretle şüpheyle yaklaşması ve bu iddiaları mantıki süzgeçlerinden geçirmesi gerekmektedir. Bu bir iddia olsa da özellikle günümüzde devletlerin kolluk kuvvetlerinin gruplar kurarak WhatsApp üzerinden haberleşmesi ülkelerin güvenliği açısından önemli bir tehdittir. 2018 yılında istifa eden İngiltere’nin eski İçişleri Bakanı Amber Rudd, terör tehdidine değinerek WhatsApp gibi anlık mesajlaşma uygulamalarına istihbarat servislerinin erişim sağlaması gerektiğini ifade etmiş ve “Teröristlerin saklanacak yeri olmamalı” cümlesini kullanmıştır. Çünkü terör örgütlerinin de iletişim kurabilme adına WhatsApp’ı tercih ettiği iddialar arasında yer almaktadır.
YERLİ MESAJLAŞMA UYGULAMASI FİKRİ
Özellikle son dönemlerde Türkiye ile Amerika Bileşik Devletleri arasında vuku bulan gergin atmosfer sebebiyle WhatsApp yerine yerli ve millî bir anlık mesajlaşma uygulamasının kullanılması fikri ortaya çıkmıştır. Türk mühendisler tarafından geliştirilen ve %100 yerli ve bir uygulama olduğu ifade edilen BiP, şu an Türkiye’de WhatsApp’a en büyük rakip durumundadır. Hatta bazı belediyeler WhatsApp yerine BiP iletişim hattını tercih etmektedir. Son gelişmeler üzerine BiP, kullanıcı sayısını Türkiye’de ve dünyada bir yılda %70 nispetinde artırmıştır. Sadece geliştiricisi olan Turkcell aboneleri değil, farklı operatörleri kullananlar da BiP uygulamasından faydalanabilmektedir. BiP’in tamamen yerli ve millî olmadığını iddia edenler bu uygulamayı Hollanda’da kurulu Lifecell Ventures şirketinin geliştirdiğini belirtmektedir. Ancak bu şirket Hollanda’da kurulmuş olmasına rağmen %100 Türk iştirakidir. Yetkililer bu sayede Avrupa Birliği’nin fikri mülkiyet haklarına uygun olarak geliştirilen BiP’in tüm dünyaya yayılmasını hedeflemektedir. Kısacası BiP’in gerçek anlamda başarılı olması için sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de kullanım alanını genişletmesi gerekmektedir. Böyle olduğu takdirde %100 yerli bir anlık mesajlaşma uygulaması olan BiP gerçek anlamda yüzleri güldürecektir. Görüleceği üzere dijital teknolojileri kullanmak hız ve haz açısından büyük katkı sağlamaktadır. Fakat; bu tarz uygulamalara güven düzeyinde şüpheyle bakmak günümüz dünyasında âdeta zaruridir...
.
Bâtınîlerin sahte tanrısı: Transhumanism
29 Eylül 2018 02:00
MEHMET HASAN BULUT
mehmethasanbulut@gmail.com
19. asrın sonlarında İngiltere’de bir grup fen adamı tarafından X-Club adıyla bir kulüp kuruldu. Charles Darwin’in zaman zaman konferans verdiği kulübün adındaki X, bâtınî inancına göre tebeddül (değişim) ve tekâmülü (evrimi) sembolize ediyordu. Kendilerine X’le başlayan lakaplar takan ve kısaca X-men olarak bilinen kulübün en meşhur azaları; sosyal Darwinci Herbert Spencer ile “Darwin’in Köpeği” olarak bilinen biyolog Thomas Henry Huxley idi. Huxley, yıllardır kafasında şekillendirdiği evrim teorisini artık kâğıda dökmesini Darwin’den isteyen kişiydi.
Darwin, evrim teorisi ile beraber, insan zihninin tekâmül neticesinde tanrıya dönüşeceği şeklindeki Kabala inancını (Bir taş, bir nebat olur; bir nebat, bir hayvan; bir hayvan, bir insan; bir insan, bir ruh; bir ruh, bir tanrı) fen dünyasına taşımıştı. Devletlerin resmî tarihlerine benzeyen bu teori sayesinde Darwin, fen adamları arasında bu inancın altyapısını hazırlamıştı. Kapitalist iş adamları tarafından desteklenen ve irtibatları oldukça kuvvetli olan X-Clup, kısa zamanda yaratılışa inanan zamanın fen adamlarını tasfiye ederek evrim teorisinin kamuoyunda da kabul görmesini sağladı. Evrim teorisi, İngiltere’de ders kitaplarında yer almaya başladı. Verdiği dersler ve konferanslar ile bu hususta en çok gayret gösteren kişi T. H. Huxley idi.
Darwin’den ilham alan ve onun fikirlerini tetkik eden Alman filozof Nietzsche, öjenik manada insanlığı evrimde bir sonraki safhaya taşıyarak Übermensch, yani Süpermen fikrini ortaya attı. Nietzsche’nin hayranı olan ve kendini Süpermen olarak gören Hitler, üstün ırk için çalışmalara başladı. Almanya’da bu çalışmaları yürüten fen adamları, İkinci Cihan Harbi ile beraber ABD’ye geçtiler ve CIA kontrolünde Cybernetics Group'u kurdular. Artık araştırmalar ırk üzerine değil, ilaç ve teknoloji üzerine olacaktı.
BÜYÜK BİRADER SİZİ İZLİYOR!
Kapitalistlerin kontrolündeki sosyalist Yeni Dünya Nizamı’nı Sovyet Rusya gibi devrimci bir yolla ihtilallerle değil, evrimci bir şekilde inkılaplarla kurmak isteyen İngiltere’deki Fabian Cemiyeti’nin mensupları, Nietzsche’nin eserlerini başuçlarından ayırmıyordu. T. H. Huxley’in bilimkurgucu talebesi H. G. Wells’in de dâhil olduğu bu cemiyetin iki meşhur yazarı vardı. Dünyanın geleceğine dair iki distopya, iki tasavvur ortaya koyan bu yazarlar; George Orwell ve T. H. Huxley’in torunu Aldous Huxley idi. Hem Orwell’in 1984’ünde, hem de Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında dünya, belli bir parti, belli bir zümre tarafından idare olunuyordu. Aile mefhumu ortadan kalkmış, cemiyete sosyalist bir nizam hâkim olmuştu. İki romanın temel farkı; 1984’de insanlar parti tarafından zorla köleleştirilirken, Cesur Yeni Dünya’da insanların köleliği sevmesiydi. Huxley sadece romanı yazmakla kalmamış, Amerika’ya geçerek buradaki ekiple beraber Süpermen’i meydana getirmek için çalışmalara da katılmıştı.
“LİMİTLERİ” ZORLAMAK…
Aldous Huxley ABD’de insan zihnini kontrol altına almak için LSD uyuşturucusu üzerine araştırmalar yürütürken, kardeşi Julian Huxley de Religion Without Revelation (Vahiysiz Din) adlı kitabında “transhumanism” ifadesini literatüre kazandırıyordu. Transhumanism (h+), fen ve teknoloji vasıtasıyla insanların mevcut fizikî ve zihnî limitlerinin üzerine çıkması demekti. Transhumanistlere göre günümüzde insan evrimi artık durduğu için bunu makine ve ilaçlarla devam ettirmek gerekiyordu. Zaten Arthur C. Clarke “Yeterince ileri herhangi bir teknoloji, sihirden tefrik edilemez” demiyor muydu?
Aynı zamanda UNESCO’nun ilk müdürü olan Julian’ın çok sevdiği dostlarından biri, Cizvit rahibi Pierre Teilhard de Chardin idi. Teilhard, Katolik Darwin olarak biliniyordu. Hatta tarihe bir skandal olarak geçen ve evrimdeki ara formu meydana getirmek için insan kafatası ile orangutan çenesinin birleştirildiği Piltdown Adamı sahtekârlığında başrol oynayanlardan biriydi. De Chardin, tüm insanların zihinlerinin bir üst akılda birleşeceğine inanıyor ve bu zihne ‘Zihin Küresi’ manasında Noosphere diyordu.
BIG DATA’DAN BIG BROTHER’A…
Amerika’da çalışmalar kısa zamanda meyvesini verdi ve şahsî bilgisayarlar ile İbranice (ve ebced hesabına göre) 666 manasına gelen üç vav, yani www, yani internet, yani İncil’e göre Deccal’ın rakamı hayatımıza girdi. Uyuşturucu LSD’nin yerini PC’ler alıverdi. Cizvit de Chardin’in Noosphere ve H. G. Wells’in Dünya Beyni dediği ağ, bilgisayarlar ve diğer elektronik cihazlar üzerinden böylece hayata geçirilmiş oldu.
Artık internet üzerinden yaptığımız tüm konuşmalar, gönderdiğimiz tüm mesaj ve resimler, tıkladığımız tüm tercihler, yani bizi bizden daha iyi tanıtan tüm bilgiler arka planda toplanmakta ve buna Big Data denmektedir. Yeterli bilgi ve teknoloji seviyesine (Singularity seviyesine) ulaşıldığında, Big Data’nın, transhumanistlerin tanrısı olan bir suni (yapay) zekâ, yani A. I. sayesinde Big Brother’a dönüşmesi ve piramidin tepesine yerleşerek kontrolü insanın elinden alması planlanmaktadır.
TRANSHUMANISTLER ‘ÖLÜMSÜZLÜK’ PEŞİNDE!..
Bâtınî inancı taşımalarına rağmen transhumanistler, ruha inanmamakta ve insan beynini bir makine gibi görmektedirler. İnsan zihninin server’lara ya da başka bedenlere/makinelere aktarılmasıyla ölümsüzlüğün mümkün olacağını düşünmektedirler. Bu cemaatin içerisinde agnostikler bulunduğu gibi teknoloji vasıtasıyla ileride tekrar diriltmek maksadıyla insanların cesetlerini saklayan Alcor cemiyetinin reisi Max More gibi ateistler de bulunmaktadır. More, Şeytan'ı öven makalesinde şöyle demektedir:
“'Lucifer demek 'ışık getiren' demektir... Tanrı Şeytan'ı cennetten attı, çünkü Şeytan Tanrı'yı sorgulamaya başladı... Şeytan, mantık, zekâ ve tenkidî düşüncenin vücut bulmuş halidir. Tanrı'nın dogmasına ve diğer tüm dogmalara karşı durur… Tanrı, kendimizi eğlendirmemizden nefret ediyor. Eğer çok fazla zevke dalarsak ona itaate olan alakamızı kaybedebiliriz... Tanrı’yla ve onun entropik güçleriyle mantığımız, dileğimiz ve cesaretimizle mücadelemizde bana katılın, Şeytan'a katılın.”
'ÇİP'Lİ ASKERLER…
Günümüzde, insanı dönüştürmek maksadıyla transhumanistler tarafından çok sayıda proje yürütülmektedir. Dünyada hâlâ internet ve elektriğe kavuşamayan yerler bulunduğu için, Google’ın X şirketi (X Company) ile Facebook, içecek suyu bile olmayan insanların internet nimetinden faydalanması için milyonlar akıtmaktadır. X’in eski çalışanı Mary Lou Jepsen, bere şeklinde giyilebilen ve insanın zihninden geçen düşünceleri okuyabilen bir M.R.I makinesi için çaba sarf ederken; SpaceX firmasının sahibi Elon Musk ise, bilgisayarlar gibi bizi de ağa bağlamak için insan beynine ve vücuduna çipler, elektrotlar vs. yerleştirileceği Neuralink projesini yürütmektedir. Amerikan ordusuna hizmet veren DARPA ajansı ise beyinlerine 'çip'ler yerleştirilmiş cyborg askerler için uğraşmaktadır. Transhumanistlerin X Prize Vakfı da proje müsabakaları tertip ederek Yeni Dünya’ya bir an evvel kavuşmak için gayret göstermektedir.
CESUR YENİ DÜNYA NİZAMI!
Robotlar, genetik mühendislik, sanal gerçeklik (VR), beyin ve uzay araştırmaları, nano teknoloji, suni zekâ, cybernetics, sentetik biyoloji vs. yeni mefhumlarla Yeni Dünya’ya adım atmış bulunuyoruz. Bâtınîler bâtıl yolda oldukları için ruhen gerçekleştiremedikleri tekâmülü, âdeta bir sihirbaz gibi, teknoloji vasıtasıyla fizikî ve sentetik olarak hayata geçiriyor. Peki; Matrix’deki gibi beynimize çip yerleştirileceği gün geldiğinde ya da Lucy ve Limitless filmlerindeki gibi ilaçlar piyasaya sürüldüğünde buna direnecek miyiz, yoksa yeni bir telefon modeli çıktığı zaman olduğu gibi bir an evvel alıp çevremize hava atmak için mağazalar önünde kuyruklar mı oluşturacağız? Ben ikinci ihtimalin gerçekleşeceğine inanıyorum. Neticede bu yazıyı okuduktan sonra bile ne telefonumuzdan ne internetimizden vazgeçeceğimiz, köleliği sevdiğimiz bir Cesur Yeni Dünya’da yaşıyoruz. Elon Musk’ın dediği gibi; elimizden düşürmediğimiz, onlarsız yapamadığımız iPhone X gibi akıllı telefonlar ve bilgisayarlar sayesinde hâlihazırda birer cyborg’a dönüşmüş bir hâldeyiz zaten. Geriye sadece bu teknolojileri deri altına yerleştirmek kaldı.
.
ESKİ KITA BÖYLE DOĞDU… Batı’nın menşei ve değişimi
6 Ekim 2018 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Avrupa denince bu kıtayı bugünkü hâliyle düşünmemeliyiz. Kendi hâlinde insanların yaşadığı bu kıtanın yapısı 4. yy itibariyle tamamen değişmiş ve yerini yeni devletler almıştır. “Kavimler Göçü” denilen tarihi deprem Avrupa’yı altüst etmiştir. Asya Hun İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda Hunlar batıya yönelince Avrupa’nın içlerine akın edip önlerine çıkan kavimleri de batıya doğru sürmeye başladılar.
Başlangıçta Kuzey Karadeniz ve Avrupa’nın doğusunda Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar ve Germenler bulunuyorlardı. 375 tarihi itibariyle bu kavimler yerlerinde tutunamayarak batıya doğru hızla akmaya başladılar.
Bu göçler sonucunda Roma, Doğu Roma ve Batı Roma olarak ikiye ayrıldı. Bu, Kavimler Göçünün ilk büyük sosyolojik olayı olarak görülür. Avrupa bu olaylarla yeni bir etnik yapıya ulaştı. Alanlar, Vandallar, Vizigotlar İspanya yarımadasına gelip bugünkü İspanyolları; Angollar ve Saksonlar da Britanya adalarını mesken tutarak İngilizleri; Germen kavimleri ise Ren Nehri bölgesine yerleşip Almanları meydana getirdiler.
Bugünkü Danimarka, Norveç ve İsveç bölgesinde ise Vikingler yaşamaktaydı. Gemi yapımında usta olan bu kavim için deniz hayati önem taşıyordu. Kuzeyden güneye deniz yolu ile inen bu kavim, zaman zaman karalara çıkarak genç erkekleri esir alıp kürklerde çalıştırır, yaşlı ve çocukları öldürürlerdi. Genç kızları esir alıp onlardan yeni nesiller türettiler.
Bazı kaynaklarda Vikinglerin Amerika’ya Kristof Kolomb’dan 500 sene önce geldiği yazar. Kolomb, Atlantik’i aşarak 1492’de Kuzey Amerika’ya İspanya adına ayak basmıştır. Asıl hedef keşif değil, yeni sömürge imparatorlukları oluşturmaktı.
Bu göçler sonucunda kilisenin mutlak egemenliği başlamış ve bilim, yerini karanlık skolastik felsefeye bırakmıştır.
Kilisenin de baskısıyla birtakım güçler halkı canından bezdirmeye başlamıştı. Bu belirsiz ve düzensiz karmaşalı hayatta halk, kendilerini korumak için bir güce sığınmak ihtiyacı hissetti. Halkın korunmak için sığındığı bu güçlere “süzeren”; sığınanlara yani korunanlara da “vassal” dendi. Derebeylik veya diğer bir deyişle feodalizm bu kargaşa sırasında ortaya çıkmış, giderek ileride güce dayalı anarşinin kendisini göstermesiyle, Avrupa’nın suni soyluları diye bilinen mütegallibeleri türemiştir. Böylece 9. yy’da başlayan bu hiyerarşik düzen “senyör” ve “vassal” sınıfının temellerini atarak bütün Orta Çağ’ı etkileyen “feodalizm”i ortaya çıkarmış oldu.
Bütün Orta Çağ boyunca Avrupa, feodalizmin zalim kanunları ile inlerken Osmanlıda halk, adil bir düzen olan “tımar” sistemi ile topraklarını kullanıyordu.
Allahü teâlâ dinleri ve peygamberleri insanın dünya ve ahiret saadeti için göndermiştir. Avrupa, dini yalnız baskı ve kilisenin güç devşirmesi için kullanmıştır. Rahipler ve derebeyleri hiçbir insani hassasiyet ve incelik taşımadıkları için halk, kilisenin ve mütegallibenin (feodallerin) yani derebeylerin zulmü altında inliyordu. İnsanın olduğu yerde hassasiyet ve sanat da olmalıydı. Bu cılız tecessüsler yeni arayışları doğurdu ve Avrupa Rönesans’a doğru yol aldı.
İSTANBUL’UN FETHİNİN YOL AÇTIKLARI
İstanbul’un fethi tabii ki Avrupa için en önemli olayların başında gelir. Macar Tarihçi Bende Kalman şöyle der: “Türkler şimdi bütün Avrupa’nın problemi oldu. Avrupa uğradığı korku sebebiyle istemeyerek her gün nazarlarını Doğu’ya çevirmeye ve bu andan itibaren Türklere daha büyük dikkat atfetmeye başladı. Fatih Sultan Mehmet’in disiplinli idaresiyle, Müslümanların ahlaki birliğinde gizlenen kuvvet, ancak şimdi keşfolundu. Artık Bizans İmparatorluğunun iktidar yüzü ve vârisi olan Türkler, Avrupa politikasının korkulu bir uzvu olmuştur.”
Bu konuda E. Bourgeuis de şöyle der: “Fransızlar Haçlı Seferleri’nden vazgeçseler ve Türklerin İstanbul’a yerleşmesine göz yumsalardı, Orta Çağ biter ve modern çağlar daha evvel başlardı. (Manuel Historie de Politique Entragere, Paris, 1941, C.2, s.5 )
Fetih sonunda Avrupa Türklerin bütün kıtayı ele geçireceğinin korkusunu yaşamaya başlamıştı. Halk bu durumdan pek korkmazken; kilise halkı etkileyerek Türklerin barbar bir kavim olduğunu yayıyordu. İstanbul’un fethiyle hem feodalite, hem de skolastik zihniyet inkıraza uğramıştı.
RÖNESANS’LA ANTİK KÜLTÜR CANLANDI
Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans’ın 15 .yy’da başladığı bilinir. Bu yeni düzen, bilim, edebiyat ve sanatta bir hamledir. Temelinde bilim, sanat, tabiat ve insan vardır. Bu hareketi başlatan sebeplerin başında coğrafî keşifler, matbaa ve kâğıdın kullanılması gösterilir. Kitap beyinlere hızla nüfuz edince, matbaanın gücü de ortaya çıktı ve kilise baskısı çatırdamaya başladı.
Şunu da önemle belirtelim ki coğrafî keşiflerin esas amacı, barbar Avrupalı torunlarının, dedelerinden tevarüs ettikleri sömürge zihniyeti ile yeni istismar ve zulüm ülkeleri kurmaktı.
Bu durumda “Dünya bir tepsi gibidir” diyen kiliseye karşı keşifler bir yerde tam bir tekzip hüviyeti taşıdı. Hâlbuki bütün peygamberlere ve dolayısıyla da ümmetlerine kozmografya hakkında vahye dayalı doğru bilgiler aktarılmıştı.
Rönesans’la eski Yunan kültürüne (antik kültür) bir eğilim doğdu. Artık insanlar kiliseyi tek otorite olarak tanımıyordu. İtalya’da başlayan Rönesans, önce Fransa, Almanya, İngiltere ve 17. yy’da da İspanya ve Hollanda’da etkili oldu.
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU
Avrupa’yı etkileyen bir diğer olay da Protestanlığın doğuşudur. Almanca “isyan”, “başkaldırma” anlamını taşıyan protesto kelimesinden doğan bir Hristiyan mezhebidir. Martin Luther tarafından başlatılmıştır.
Kilisenin günahları bağışlaması ve bunun için halktan toplanan haraç gibi vergiler, İncil dilinin Latince olup papazların İncili kendi çıkarları doğrultusunda açıklayıp halkı aldatmaları, bu mezhebin doğmasına sebep olmuştur. Papa artık yanılmaz değildir. Protestanlık kilise baskısını hemen hemen yok eden bir sistem gibidir.
Şunu da hatırlatalım ki Hristiyanî mezhepler Batı’da “religion” yani din olarak geçer. Dolayısıyla bu mezhepler bir diğerini kâfirlikle suçlarlar. Birbirlerinin ayin şeklini kabul etmedikleri için, kendi mezheplerinin kiliselerini kullanırlar.
SANAYİ DEVRİMİ
Avrupa artık “Batı” olmaya doğru gidiyordu. Avrupa bir kıta adıyken “Batı” munis pırıltılar altında gizlenmiş bir sömürge ve zulüm empryalizminin özel adıdır.
James Watt’ın 1763’te buhar makinesini bulmasıyla Avrupa kısmen kol gücünden makine gücüne geçti. Buhar makineleri önce maden ocaklarında kullanılmaya başladı. Sonra tekstil sanayinde, giderek de kara ve deniz ulaşımında etkili bir güç hâline geldi. Çelik üretiminin artmasıyla makineleşmede patlama yaşandı.
Avrupa’da önce toprak ön planda idi; bu da derebeyliği kuvvetlendirmişti. Makineleşme, burjuvazi, kapitalizm, banka ve sigorta gibi yeni kavramları geliştirdi. Çok ortaklı şirketler kurulmaya başladı. Avrupa, Batılılaşma sürecinde doludizgin ilerliyordu.
FRANSIZ İHTİLALİ
Avrupa’yı kökten etkileyen bir diğer olay da Fransız İhtilali’dir. 14 Temmuz 1789’da Bastil Hapishanesi önünde başlayan hareket, giderek yayıldı ve bütün suçlular serbest bırakıldı. Hapis olanların çoğu zaten zulmen içeride tutuluyorlardı ama bunun yanında azılı katil ve soyguncular da serbest kalıp bu ihtilalin baş aktörleri oldular.
Fransız halkı sınıf ayrılıkları ve mali zorluklar altında aç ve sefil yaşıyordu. Pislik yüzünden salgın hastalıklar halkı kırıp geçiriyordu. Halk dört sınıfa ayrılmış olup suni sosyal duvarlar onları birbirlerine düşman yapıyordu. Soylular, rahipler, burjuvalar ve köylüler dört ayrı toplum gibi yaşamakla birlikte yükün en ağırını köylüler çekiyordu. Soylular, rahiplerin korumasında dinî ve kurumsal baskıyla halkı eziyordu. Önemli hukuk, edebiyat ve sosyoloji temsilcilerinin müdahil olmalarıyla, özellikle Jean Jacques Rousseau, Montequieu, Volter, Diderot gibi isimlerin halkı kiliseye ve düzene karşı kışkırtmalarıyla isyan çabuk büyüdü.
Bu sistemin temel iddiası insan hakları ve demokrasi idi. Hâkimiyet milletindir tezi yaygınlaştı. İnsan hakları ve laisizm anayasalarla belirlendi. Milliyetçilik akımı kuvvetlendi. Yine burjuva sınıfı güçlenirken din adamları kiliseye dayalı siyasi erklerini kaybettiler. Gerçi bunun sonuncunda Fransa yine sınıf ayrılıklarından ve zulümden kurtulamadığı gibi 1804’te de Napolyon İmparatorluğunun doğmasını engelleyemedi.
Bu hareket özellikle Osmanlı devleti ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu doğrudan etkilemiştir.
LOUIS BLANC FAKTÖRÜ
İşçi sınıfının doğuşu ve makineleşmek, sermaye ve şirketleri kuvvetlendirirken halk ve işçi sınıfı yine ezilen bir sınıf olarak sınıfsal statüsünü korumaya devam ediyordu. Bütün yapılan yenileşmeler, devrimler burjuvaziyi kuvvetlendirmekten başka bir şeye yaramamıştı. Bu sisteme ilk ılımlı isyan Louis Blanc’dan geldi. Louis Blanc (1811-1882) bir Fransız politikacısı ve tarihçisidir. Şiddete dayanmayan, seçimlere dayalı, işçi sınıfının ağırlığında bir sosyalist sistemin kurulmasını ilk uygulamaya çalışan Blanc’dır. Burjuva ve sosyalizmin ortaklaşa yöneteceği sosyalist bir ütopya takipçisidir. Blanc, emek politikasını romantik olarak savunan bir sosyalisttir. Belki bu sistem Almanya ve İngiltere’de Sosyal Demokrat ve İşçi Partisi yönetimlerinde etkili olmuştur denilebilir.
KARL MARX VE KOMÜNİZM
Avrupa’da hızla yükselen kapitalizm ve sermaye sınıfını güçlenmesi tabii ki buna karşı olan fikirleri ve sistemleri de ortaya çıkaracaktı. Makineleşme ve işçi sınıfının belirginleşmesi sistemin altyapısını hazırlıyordu. Bu sisteme ilk etkili reaksiyon bir filozoftan geldi: Karl Heinrich Marx (1818-1883) filozof, ekonomist ve komünizmin fikrî kurucusudur. Manifestosunda şu fikir esastır: “Bütün sınıfsal toplumlarda olduğu gibi kapitalizm de kendisini yok etmeye yol açacak içsel dinamikleri bünyesinde barındırır. Kapitalizm nasıl, eskimiş feodalizmin yerini almışsa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.” (Marx-Engels Eserleri Bölüm 4.)
Marx’ın, sosyo-ekonomik gelişimin sonunda-Auguste Comte’un dinî evrim teorisi gibi sistemlerin komünizme evrileceğini savunması, Avrupa’yı bir hayli etkilemiş ve önce 1917’de Rus devrimi gerçekleşmiş, 1936’da SSCB anayasası bu sisteme uyarlanmıştır. Dünyada milyonlarca insanın katline sebep olan bu katı sistem, ekonomik dengesizlikler ve inanç zafiyetinden dolayı çabuk yayılmıştır.
Bu sistem insan haklarına yönelik hiçbir iyileştirme getirmemiş, işçi sınıfının da hâkimiyetini sağlamamıştır. Batı sosyalist blokunda kurulan antlaşmalar gereği Sovyetler Birliği’nin zulmen işgal ettiği Slav ülkeleri başta olmak üzere, yeni bir askerî pakt (Varşova Paktı) kurularak dünya kutuplara ayrılmış oldu. Çin’de Mao Devrimi ve bazı Uzak Doğu ülkelerinin de bu daireye katılmasıyla Kapitalizmin baskısından doğan, bu insan fıtratına uymayan sistem, birdenbire dünyayı yönetmeye aday bir rejim hâline gelivermiştir. Yani bir batıl sistemin zulmü karşısında, başka bir batıl sistemin zulmü doğmuş oldu. 1989’da Avrupa’da ve Rusya’da çöken bu sistem yerini, yine kapitalist sistemlere bırakırken, özellikle Rusya’da yeni rejimle türeyen oligarklar, Rus halkına eski rejimi aratmaktadır.
İslamî bir adaletin yönetiminde olmayan bu Batılı ve batıl sistemlerin, adının şu veya bu olması hiçbir şeyi değiştirmemiş, halk hiçbir şekilde mutlu olamamıştır.
1. VE 2. DÜNYA SAVAŞLARI
1914-1945 yılları arasında bütün dünyayı etkileyen iki cihan savaşı özellikle Avrupa’da tesirini daha çok göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan ve Almanya, İtalya ve İspanya’yı etkileyen Nazizm ve Faşizm gibi harp hâli sistemleri savaşların bitiminde etkisini kaybederken, özellikle Almanya’da başlayan Antisemitizm, (Yahudi karşıtlığı) savaş sonunda tuhaftır ki bütün Avrupa’da Yahudi-seviciliğe dönüşmüştür.
Sosyal bir facia olup milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşlar, Komünizmin tatbikat olarak doğuşunda da etkili olmuştur. Bu savaşların önemli bir yönü da Avrupa’nın demografik yapısını değiştirmesidir.
Ayrı bir bölüm olarak düşünülmesi gereken bu iki büyük savaşı ileride daha geniş işlemeye çalışacağız.
İşte Batı’nın kısa sergüzeşti…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
Alman medyasının azılı Türk düşmanlığı
13 Ekim 2018 02:00
Mücahit Karmış
Almanya’da başta Bild isimli gazete olmak üzere Alman medyasının neredeyse ağırlıklı olarak Yahudilerin kontrolünde olduğu düşünülürse Türk, dolayısıyla Müslüman düşmanlığının sebebini anlamak hiç de zor olmasa gerektir.
Son günlerde Alman medyasındaki Türk düşmanlığı had safhaya ulaşmıştır. Asırlardır süren düşmanlık artık çığırından çıkmış ve tamamen objektiflikten uzak, tek taraflı hâle gelmiş, Alman halkını Türkiye ve Türkiye'nin Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'a düşman etmek maksadını gütmektedir.
Alman medyasını takip eden herhangi birisi, dünyanın en azılı diktatörünün Recep Tayyip Erdoğan olduğunu, Türkiye'nin de dünyanın insan haklarına en az riayet eden, en hukuktan uzak ve en antidemokratik ülkesi konumunda bulunduğunu düşünebilir.
Almanya'nın -aslında hiçbir fonksiyonu olmayan, sembolik- Cumhurbaşkanı 62 yaşındaki Frank Walter Steinmeier, en üst seviyede devlet protokolü ile ağırlanan misafiri Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'a, yemek konuşmasında terbiye sınırlarına tecavüz olarak addedilebilecek şekilde Türkiye'de birçok gazeteci, muhalif ve aydının hapiste olduğunu iddia ederek adap ve erkâna mugayir bir davranış sergilemiştir. Türkiye Başkanı Erdoğan diplomatik nezaketten fazlaca uzaklaşmadan Almanya Cumhurbaşkanı'na yine aynı yemekte yaptığı konuşmada -mecburen normal konuşma metninin dışına çıkarak- makul cevaplarla mukabele etmiş, Alman medyası ise her zamanki âdeti mucibince bu hadiseyi yine tek taraflı olarak Recep Tayyip Erdoğan'ın yemekte rezalet çıkardığı şeklinde kamuoyuna aksettirmiştir.
Herkesçe malum olduğu gibi II. Cihan Harbi'nden sonra tamamen Amerika ve İsrail'e teslim olmak mecburiyetinde kalan Almanya, acaba bağımsız bir ülke sayılabilir mi? Almanya, doğru dürüst bir ordusu bile bulunmayan, askerî açıdan tamamen başta ABD olmak üzere NATO'ya muhtaç ve özerkliği tartışılabilecek bir memlekettir.
Haddizatında Almanlar da bu bağımlılıktan aşırı derecede rahatsız ve ABD ile gerginleşen münasebetler sebebiyle oldukça huzursuz vaziyettedir.
Dünyanın her ülkesini tehdit eden ABD, tabiri caizse Almanya'yı da bir nevi haraca bağlamış, mütemadiyen dozajını artırarak bağlamaya da devam etmektedir.
II. Cihan Harbi'nden sonra milyarlarca dolarlık emanet altınları belki de çoktan unutmak zorunda kalsalar bile Almanların ABD'de faaliyet gösteren büyük firmaları şakır şakır astronomik meblağlarda cezalara çarptırılmakta, yükseltilen aşırı vergiler sebebiyle artık otomobilde ABD pazarını kaybetmek üzeredirler.
Yakında muhtemelen İdlib'den çıkıp Avrupa'yı kasıp kavuracak milyonlarca yeni mülteciden kaynaklanacak göç dalgası Avrupa Birliği ülkelerini başta Almanya olmak üzere fena hâlde ürkütmektedir.
Ayrıca Almanya, ABD'nin dünyadaki bütün ülkeleri, İran'a uygulanan ambargoya iştirak etmeleri hususunda tehdit etmesinden de fevkalade rahatsızdır. Çünkü Almanlar, birçok başka ülke gibi İran'dan büyük miktarda petrol ile alakalı ürünleri ithal etmek mecburiyetindedir.
Asırlardır Orta Doğu'da azıcık da olsa söz sahibi olabilme hayalleri kurmayı güya pek belli etmeden arka planda daima diri tutan Almanya siyaseti, artık bu işin zamanının geldiğini hatta geçtiğini düşünmektedir.
Kabaca özetleyecek olursak hem Türkiye hem de Almanya, ABD'nin olsa olsa Ali kıran baş kesen tabiriyle anlatılabilecek zorba tavırlarından bıkmış, buna artık bir nihayet vermek istemektedirler. Alın size Türkiye ile Almanya arasında ortak bir menfaat hususu daha...
Bu ve bunun gibi sebeplerden ötürü ekonomik olarak Türkiye'nin dünyanın dış ticaret fazlası en çok olan ülkesi konumundaki Almanya'yla ticari ilişkilerini geliştirmeye ihtiyacı olması kadar, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi Almanya'nın da bittabi gayet menfaatinedir.
Antrparantez Türkiye'nin hafazanallah iflas etmesi, bir iddiaya göre Almanya'da 223 milyar dolar civarında zarara sebep olabilir. Bu, Almanlar için hiç de göz ardı edilebilecek bir risk değildir. Yani Türkiye'nin bir Yunanistan gibi yerle yeksan olması Almanya'nın işine hiç ama hiç gelmemektedir.
Hadiselere mümkün mertebe objektif zaviyelerden (açılardan) nazar atfeyleyecek olursak her iki ülke de aralarındaki büyük fikir farklılıklarına rağmen birbirlerine muhtaçtır. Hangi ülkenin hangisine daha çok muhtaç olduğu mevzuu da münakaşalıdır aslında.
Başta Bild isimli gazete olmak üzere Alman medyasının neredeyse ağırlıklı olarak Yahudilerin kontrolünde olduğu düşünülürse Türk, dolayısıyla Müslüman düşmanlığının sebebini anlamak hiç de zor olmasa gerektir.
Çok uzun senelerden beri Alman medyası Türkiye ile ilgili haberlerinde daima Türkiye'nin demokratik olmadığını, Türkiye'de insan haklarına asla riayet edilmediğini, muhalif görüşe sahip olan herkesin direkt hapse atıldığını, ülkedeki Kürtlere mütemadiyen baskı yapıldığını ve Türkiye'nin katiyen bir hukuk devleti olmadığını iddia etmektedir. Mütemadiyen büyük darbelere maruz kalmış Türkiye gibi bir ülke için bütün bu hususlarda az ya da çok bir hakikat payı olsa dahi şu âlemdeki hiçbir ülke bu kadar mübalağalı bir şekilde tenkit edilmeyi hak etmez ve bu haksızlığı içine sindiremez.
Büyük bir kibre sahip ve ırkçılık sıfatından bir türlü kurtulamamış Almanlar, hiçbir zaman dünyayı terörize eden, masum insanları katleden, onların evlerini, topraklarını sistematik bir şekilde senelerdir gasbeden İsrail'i tenkit etmemekte ya da edememektedir.
Ehlisünnetle zerre kadar alakası olmayan Suud idaresi, Mısır'daki darbeci Sisi, hatta Suriye'yi perişan eden Esed bile onlara göre Recep Tayyip Erdoğan kadar tehlikeli değildir. Yalandan Putin'i de diktatör olarak niteleseler dahi Alman medyasında Türkiye haricinde hiçbir memlekete insafsızca saldırılmamaktadır.
Yahudilere bırakın hakaret etmenin en ufak tenkidin bile tahayyül edilemediği “hukuk devleti” Almanya'daki Türk düşmanlığı o kadar kökleşmiştir ki, bunun telafi edilmesi acizane bana göre artık neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
Asırlardır Türk düşmanlığı propagandasına maruz kalan Almanlar belki de sanıldığından da daha iyi hasletlere sahip necip bir millettir ki, Almanya'da Türk soykırımına başlamamış olmaları bile haddizatında şaşılacak bir durumdur.
Gerçi ara sıra Türkler Almanya'da toplu olarak yakılarak ya da başka şekillerde katledilmektedir. Sadece Solingen faciası veya meşhur dönerci cinayetlerini düşünürsek bu katliamları devlet eliyle örtbas ederek sürdürülen sistematik Türk düşmanlığını gayet iyi anlayabiliriz.
En hafif tabiriyle Türkleri ikinci sınıf insanlar olarak gören Alman zihniyeti, bu insanların muhtemelen doğuştan faşizme meyyal olduğunu da bir nevi göstermekte midir acaba?
Dikkat ederseniz senelerdir ABD ve İsrail başta olmak üzere II. Cihan Harbi'nde Almanları mağlubiyete uğratan ülkeler, aslında Alman milleti üzerinde öyle bir tesir meydana getirmiş ve onlarda o kadar fazla aşağılık kompleksine sebep olmuştur ki, âdeta evinde hanımından fırça yeyip de iş yerinde kendi altında çalışanlara zulmeden kılıbık bir koca misalinde olduğu gibi Almanlar da sanki Türkleri kurban olarak seçmiştir.
Sayesinde kupa aldıkları Türk asıllı Alman millî futbolcu Mesut Özil, 2018 Dünya Kupası'ndan evvel Recep Tayyip Erdoğan ile fotoğraf çektirdiği için o kadar büyük bir linç taarruzuna maruz kalmıştır ki, neticede ırkçılığa tahammül edemediğini belirterek Almanya Millî Takımı'nı bırakmıştır. Aslında bu hareket Almanları fena hâlde mahcup etmiş, bu durum karşısında ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Akabinde Avrupa'nın çifte standardı EURO 24 adaylığında ayyuka çıkmış, ırkçılık iddialarına maruz kalan DFB (Almanya Futbol Federasyonu) Başkanı Reinhard Grindel ve ekibi bu adaylığı Türkiye'nin elinden sökerek almıştır. Bu rezaleti rahatlıkla "Avrupa'da ırkçılık mükâfatlandırılmıştır" şeklinde yorumlayabiliriz.
Ancak Yahudilerin yayın organı olarak da addedilebilecek Bild, bu hadiseden sonra bile Mesut Özil'i hemen hemen her haberinde linç etmeye devam etmiş, etmektedir.
Zavallı İlkay Gündoğan ise baskılara dayanamayıp medya önünde Recep Tayyip Erdoğan ile fotoğraf çektirerek sanki büyük bir suç işlemiş olduğunu ama bunda kendisinin herhangi bir suçunun olmadığını komik esbabımucibelerle açıklamak zorunda kalmıştır. Esasen İlkay'da da birazcık gurur olsa Almanya Millî Takımı'nın formasını çıkarırdı. Çünkü medyadaki aşırı taarruzun haricinde kendisinin lüks Mercedes'i de ırkçılar tarafından Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ile fotoğraf çektirmesinden ötürü yakılmıştır. Bu elim hadise de Alman medyası ve adalet sistemi tarafından âdeta görmezden gelinmiştir.
Uzun zamandan beri hiç yabancısı olmadığımız Türk düşmanlığı devam ededursun bu medyadaki Türk düşmanlığı propagandası son üç senedir zirveye ulaşmıştır. Eskiden Alman devlet kanalları ARD, ZDF veya WDR'de Türk düşmanlığı yapılırken en azından Türkiye'ye ve onun başkanına kinlerini kusan faşist zihniyetli azılı Türk ve Erdoğan düşmanlarına bir cevap verebilmesi için ılımlı Almanlara ya da Türklere yer verilirdi. Alman medyası artık bunu da yapmamakta, onların gazete ve TV'lerinde Türkiye ile alakalı olarak sadece negatif şeyler duyulmaktadır.
Alman medyasında Türk düşmanlığını Alman halkına empoze eden açık oturum vb. programlarda dünyada başka insan yokmuş gibi Türkiye mütehassısı (uzmanı) olarak çağrılan birkaç ismi zikretmezsek olmaz.
Bunlardan akla gelen ilki Cem Özdemir... Bu şahıs bir müddet kamuoyunda yabancı dostu olarak bilinen ama en azılı Türk düşmanlarının cirit attığı Yeşiller isimli partinin eş başkanlığını da yürütmüştür. Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier'in Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın şerefine verdiği yemek davetine -birçok başka Türk düşmanının aksine- icabet etmiş ve bunu terbiyesizce “Kuyruğu kıstıran taraf olmadığımı belli etmek istedim. Diktatör Erdoğan en azından varlığıma tahammül etmek mecburiyetinde kalacaktır” şeklinde açıklamıştır. Buna mukabil Sayın Recep Tayyip Erdoğan, büyüklük göstererek onun elini havada bırakmamıştır. Tokalaşma esnasında birkaç kelime de sarf etmiştir ama bu ettiği lafların provokasyon ihtiva edip etmediğini şimdilik bilemiyoruz.
Almancası DIE LINKE olan Sol Parti'nin milletvekili Sevim Dağdelen de Almanya'da Türkiye ve Türkiye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı yapmaktan başka bir vazifesi olmayan fanatik bir kadın imajı vermektedir. Bu kadın Alman Meclisinde PKK bayrağı açmakla da maruftur.
Bir de Günter Wallraf isimli meşhur bir araştırmacı gazeteci vardır ki, Türkiye kamuoyunun kahir ekseriyeti onu 1985'te yaptığı "Ganz unten" (En Alttakiler) isimli çalışmasıyla hatırlar ve ona saygı duyar. Bu kitapta Wallraf, güya babası Türkiye'de yaşayan bir Kürt, annesi de Yunan olan bir Türk işçi kılığında uzun zaman işçi olarak yaşar ve Almanya'daki yabancı düşmanlığını belgeler. İşte son zamanlarda Alman medyasının Türk düşmanlığı yaptığı programların en başta gelen misafirlerinden biri de bu azılı Türk ve Erdoğan düşmanı Günter Wallraf isimli adamdır. Vaktizamanında Günter Wallraf, güya Almanya'daki yabancı düşmanlığını açığa çıkarmış, tebdilikıyafetle yaptığı araştırmaları kitaba tahvil ederek servetine servet katmıştır. An itibarıyla vazifesi Alman TV'lerindeki talk show programlarında Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığı yapmak, PKK ve FETÖ'yü aklamaktır desek mübalağa etmiş olmayız.
Bunca seneden beri süregelen sistematik Türk düşmanlığı ciddi ciddi meyvesini vermeye başlamış ve artık Almanya'da yaşayan bilhassa muhafazakâr Türkler için tehlike çanları hiç olmadığı kadar çalmaya başlamıştır.
Irkçı Alman medyası Almanya'daki Türklerin yüzde 60'tan fazlasının Erdoğan'ı desteklemesini katiyen içlerine sindirememek bir yana bu sebeple Almanya'daki Türklere karşı da zehir kusmaya, terbiyesizce saldırmaya başlamışlardır.
Almanya'da Erdoğan hayranı olmak suç hâline gelmektedir.
Almanya'daki bu faşist medya diktatörlüğü, muhtemelen Türkiye ile Almanya arasında iyileşme ihtimallerini en az seviyeye indirecektir.
Hülasa Alman medyasını mütemadiyen takip eden birisi olarak Almanya'ya ziyadesiyle kırgın ve fevkalade kızgınım.
Hayırlısı olsun.
.
Türkiye’deki öğretmen profili bizi nereye taşır?
20 Ekim 2018 02:00
Doç. Dr. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kültürümüzde şerefli bir meslek olmasının yanında mesuliyeti de çok yüksek olan öğretmenlik, son yüz yılda aslî fonksiyonunu değişen ve gelişen dünya konjonktürüne uydurarak global bir hâle bürünmüştür. Ülkemizde eğitimden sosyolojiye, hukuktan iktisada, bilimden teknolojiye kadar hemen her sahada Batı, referans kabul edilmiştir. Bu alanlarda Batı’nın referans alınması bir yere kadar kabul edilebilir fakat eğitim ve sosyoloji gibi beşerî bilimlerin kuramsal temellerinin “kopyala-yapıştır” metodu tercih edilerek taklit edilmesi kabul edilemez. Çünkü eğitimde ve sosyolojide toplumsal ihtiyaçlar, beklentiler, hassasiyetler ve birikimler vardır. Bu konularda hiçbir millet, kavim, ırk ve oluşum yüzde yüz birbirine benzemez. Hatta farklılıklar benzerliklerden çok daha fazladır. Zira bu farklılıklar içerisinde inançlar, hayat şekilleri, kültürel değerler ve gelenekler vardır. Bu mevzuda her cemiyet farklıdır fakat son asır içerisinde taklitçi, aşağılık kompleksi zirve yapmış, kültürüne yabancı, geçmişine kör, dünya görüşü ile bu toprakların mayasını yansıtmayan nesillerin yetişmiş olması ve bu duruma devşirilirken de çok fazla bir reaksiyon gösterilmemiş olması üzülerek şahit olduğumuz gerçeklerdir.
ÜLKEYİ KİMLER İLERİ GÖTÜRÜR?
Bir ülkeyi ileriye taşıyacak olanlar, gönüllere hitap edenlerdir yani öğretmenlerdir. Geçmişten bugüne öğretmenler nitelikli ise yetişen nesillerin kalitesi de hep iyi olmuştur. Bu durum; “iki kere iki eşittir dört eder” gerçeği kadar hakikattir. Başarısızlığın suçunu sadece sisteme atmak da gerçekçi değildir. Bunun yanında öğretmen eğitiminde yaşanan aksaklıkları sadece üniversitelere de bağlayamayız. Öğretmenlik vicdanlarda başlar vicdanlarda biter. Bu hassasiyetler de daha çocuklukta yani ailede başlar. Mesela; bir çocuk, daha çocukluğunda yolda yürürken susuz bir köpeğe bile acıma refleksi geliştirememişse, kanadı kırılmış bir kuşa merhamet duyguları ile yaklaşmayı öğrenememişse bu çocuğun yetişkin olduğunda başka canlılara hele ki insana merhamet gösterebilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu çocuğa bazı değerleri aşılamak önce anne babanın vazifesidir. Eğer anne ve babada bu hassasiyet yoksa çocuğun bu hasletleri sadece okulda kazanabilmesi de mümkün olmayabilir. Öyle ki mümkün olabilmesi için çocuğun öğretmeninin de acıma ve merhamet refleksinin belli bir noktada olması gerekir. Eğer mesleğini; merhamet, hoşgörü, vicdan, hak ve adalet gibi değerlerle icra etmiyorsa o öğretmenin talebelerine faydalı olabilmesi kesinlikle mümkün değildir. Bir öğretmen, çok başarılı biçimde matematik, fen bilgisi ve dil öğretimi gerçekleştirebilir fakat çocuk, bu öğrendikleri ile başkalarının canını yakabilme öngörüsüne sahipse hiç kıymeti yoktur. İşte başkalarının derdiyle dertlenen fertlerin tohumu eğer çocukluk döneminde atılmamışsa, okul döneminde de bu meziyetler geliştirilememişse öğretmen olmak için üniversitelere gelen gençlere bu hasletleri bu kademelerde aşılayabilmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü vicdanlı nesiller, öncelikle vicdanlı ebeveynlerin ardından da bu meziyetlere sahip öğretmenlerin elinde bir şekle girer. Vicdanlı öğretmenlerin temelleri de daha çocukluk yaşlarda atılır. Yani bu bir döngüdür ve aslında başlangıç, neticenin eseridir.
AİLENİN ÖĞRETMENLİKTEKİ ROLÜ
Maalesef üzülerek söylemek isteriz ki bir toplumun devamı için olmazsa olmaz kabul edilen “eğitim ve aile” mefhumlarımız şu an çöküş dönemini yaşamaktadır. Bunu pesimistlik olarak değerlendirmeden gerçekleri kabullenmek zorundayız. Ailenin iyi eğitimden anladığı; “sağlıklı iletişim, saygı, sevgi, hoşgörü, kendinden önce başkalarını düşünme, kul hakkı, tarihini, kültürünü ve geçmişini tanıma/sevme” anlayışı değilse ve aile, bu değerleri de bir hayat prensibi hâline getirememişse eğitim adına işimizin çok zor olduğunu tekrar vurgulamaya gerek yoktur.
Yoğun iş hayatının getirdiği mecburiyetler sebebiyle işten eve geldiğinde bir babanın ilk aklına gelen, sadece karnını doyurmak ve kanepede kendine köşe kapmak, annenin tek derdi de önceki haftada heyecanla bıraktığı dizinin bu haftaki bölümünde neler olacağı endişesi ise; çocuk da eline geçirdiği pahalı marka cep telefonu ile ders çalışıyor gibi davranıyor da ebeveynlerden gerekli ilgi alakayı göremiyorsa böyle bir ailenin nitelikli eğitim safhalarına katkı sağlama ihtimali neredeyse yok gibidir. Böyle bir durumda eğitimin ailede başladığını söylemek imkânsızdır. Dolayısıyla bu kısır döngü içerisinde bütün eğitim yükünün okullara, öğretmenlere yüklenmiş olması ve toplumun diğer kurumlarının devre dışı bırakılması eğitimde bugün geldiğimiz son noktadır ve ülke olarak eğitimde başarısızlığımızın asli sebebi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla değer algısı aileden sonra okulda da gelişmemiş bir çocuk, çok zeki olmanın bir neticesi olarak üniversiteye öğretmen olmak için gelmişse, sadece derslerde öğrenme başarısını dikkate alarak mezun etme yükümlülüğüne sahip üniversitelerin bu konuda yapacağı çok fazla bir şey yoktur maalesef.
Çare ise; talebeyi üniversiteye girişte ve öğretmenliğe başlama safhalarında nitelikli/tarafsız biçimde ölçebilecek bir mülakat tekniği ile iletişim yeteneğinden belagatine kadar objektif bir terazide tartmaktır. Çünkü mesele, kendilerine emanet edilen çocuklarımızdır ve çocuklarımızın eğitim geleceği bir milletin geleceğidir. Öyle ki bu mevzu, tesadüfe bırakılamayacak kadar da ehemmiyetlidir.
Peki, bilimsel gerçekler ışığında ülkemizin öğretmen profili ve yeterlilik seviyeleri nasıldır? Son 20 yılda bu konuda nasıl bir seyir izlemiştir?
Eğitimde nitelik; öğretmenlerin kalitesinden geçer. 2017 yılında Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından “Türkiye’de Öğretmen Eğitimi ve İstihdamı, Mevcut Durum ve Öneriler” adlı çalışmada; OECD ülkeleri ve Türkiye öğretmen profili karşılaştırılmış, son 3 yılda mesleki gelişim programına katılım noktasında Türkiye’nin (%24), OECD ülkelerinin (%50,9) yarısından bile az olduğu görülmüştür. OECD ülkelerinde her iki öğretmenden en az biri; Türkiye, Norveç, Gürcistan ve Makedonya’da ise öğretmenlerin dörtte birinden daha azı son üç yılda bir mesleki gelişim programına katılmıştır. Bu da gösteriyor ki öğretmenlerin kendilerini yenilemeleri ve alanda meydana gelen gelişmeleri formal bir hizmet içi eğitim ile takip etmeleri durumu çok yetersizdir. Ayrıca yakın geçmişe kadar “hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol” algısının toplumda genel kanı olduğunu söylemek de mümkündür fakat son yıllarda bütçeden en büyük payı alan eğitimde bu algının artık silinmeye başladığını da belirtebiliriz. Bu da devlet politikası ile alakalı bir mevzudur. Özellikle öğretmen alımında merkezî sınavların yapılması ve puanların yüksek olması çok sayıda aday arasından en iyilerini seçme refleksi taşınması önemli kabul edilebilir. Fakat mülakat tekniğinin yetersizliği öğretmen alımında nitelik problemini de beraberinde getirmiştir. Zira şu an mülakatlarda mesleki yeterlilik ölçümü, çeşitli problemler taşımakta olup başta mülakatı yapanların yetersizliği, alana hâkim olamamaları ve öğretmen alımları noktasındaki güvenlik kaygıları, nitelikli öğretmen arayışlarının önündeki bazı engel olarak görülebilir.
Okumayan, araştırmayan, merak duygusunu ve heyecanını kaybetmiş, talebelerinin seviyesine inemeyen, aşırı siyasallaşmış, hayat öngörüsü ve vizyonu olmayan, egoist ve bencil bir öğretmen profiline sahip ülkeler çökmeye mahkûmdur. Bu konuda bizim de ülke olarak uzun yıllardan beri o uçuruma hızlı bir şekilde sürüklendiğimiz bir hakikattir. Toplumsal ve beşerî meselelere karşı millî, manevi, kültürel her türlü refleksi göstermesi gereken kimseler en başta öğretmenler olmalıdır. Çünkü öğrenci, sevdiği ve değer verdiği öğretmenini, çoğu zaman anne ve babasının bile önüne koyabilmektedir. Mesela; ebeveyn topluluk önünde evladını övse de çocuk bunu vicdanında belli bir yere koyabilir ve çevresine “beni annem/babam bugün övdü” diye çoğu zaman dillendirme ihtiyacı hissetmeyebilir. Fakat bir öğretmen çocuğu övdüğünde çocuk bunu ömrü boyunca unutmaz ki bunun sayısız misalleri vardır. Yani öğretmen bir çocuğun ‘rol modeli’dir. Dolayısıyla öğretmenlik yüce gönüllü insanların hayat prensibi ile kurulmuş bir gönül sofrasıdır ve bundan kısmeti olan nasibince istifade eder.
TÜKENMİŞLİK SENDROMU
Türkiye’de öğretmen profili noktasında üzerinde dikkatle durulması gereken konulardan biri de öğretmenlerin “tükenmişlik sendromu” meselesidir. Tükenmişlik sendromu çoğunlukla meslekte kendini yenileyememe, fiziksel açıdan yorgunluk, meslekten bekledikleri ile karşılaştıkları arasındaki çelişki ve iş hayatında beraber çalıştıkları kimselerden gördüğü tahammülsüzlük yönündeki yaklaşımlardır. Dr. Sevdiye Ersoy Yılmaz, Nihal Yazıcı ve Hasan Yazıcı tarafından 2014 yılında “Öğretmen ve Yönetici Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeylerinin İncelenmesi” adlı çalışma dikkate değerdir. Buna göre; ülkemizde öğretmenlerin duygusal boyuttaki tükenmişliğinin ileri seviyede olduğu görülmüştür. Araştırmada dikkat çeken önemli konulardan biri de; kadınların hem genel hem de duygusal tükenmişlik, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı boyutlarında erkeklere kıyasla daha fazla tükenme yaşamakta olduğu görülmüştür. Bu konuda yapılan başka araştırmalar da mevcuttur. Dolayısıyla bu sonuçlar, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir mevzudur ki öğretmenlik mesleği yanında “annelik” misyonu taşıyan kimselerin ruh sağlığının önemsenmesi ülkemizin geleceği adına çok elzem bir meseledir ve bu ötelenmeden üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur.
Bütün burada bahsedilen konular; ülkemizin öğretmen profili noktasındaki birtakım gerçeklerdir ve belirttiğimiz mevzular, girdap misali alt problemleri de peşinden sürüklemektedir. Fakat yaşanan aksaklıklar ve problemler burada belirttiklerimizle sınırlı da değildir. Bunlar aysbergin sadece görünen yüzüdür...
.
İmam-ı Maturidi'den “ilericilik”, İmam-ı Eş’ari'den “gericilik” çıkarmak
27 Ekim 2018 02:00
Murat Güven
Ehl-i Sünnet itikadını ortaya koyan Resulullah’tır. İman bilgilerini Eshab-ı Kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiin de bu bilgilerini Eshab-ı Kiram’dan öğrendiler.
Özellikle son yıllarda İmam-ı Maturidi ve Maturidilik hakkında birçok farklı kesimden yazarlar, akademisyenler kalem oynatıyor. Hatta bu konuda konferanslar, çalıştaylar düzenleniyor. Akılcılıktan kaderi inkâra, hatta sekülarizm ve laikliğe kadar uzanan çok geniş bir yelpazede İmam-ı Maturidi’den kendi fikirlerine dayanak bulanlar oluyor.
Bir âyet-i kerimede mealen, “Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, âyetlerin müteşabih olanlarına uyarlar” buyurulmaktadır (Âl-i İmran 7). Âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri bile kendi ideolojilerine uygun şekilde yorumlayanların, İmam-ı A’zam Ebu Hanife’den Türkçe ibadet gibi “marjinal” bir konuda delil bulmaya çalışanların ve Hazret-i Mevlânâ gibi bir Ehl-i Sünnet âliminden “hümanist” çıkaranların olduğu bir zeminde, Maturidiliğin de kendilerince “kullanışlı” bulunarak farklı düşünce ve ideolojilere delil olacak şekilde yorumlanmasını yadırgamamak gerekir.
İmam-ı Maturidi hakkında dile getirilen iddialardan en ilginç olanı, sekülarizmin, laikliğin kendisine dayandırılmasıdır. İmam-ı Maturidi’nin, aklı dinin kaynağı olarak gördüğü, bundan dolayı da laikliği savunduğu iddiası, aslında üzerinde durulmayı bile gerektirmeyecek derecede temelsizdir. Altı asır boyunca hüküm süren Osmanlılar ve ondan önce de Selçuklular, İmam-ı Maturidi’nin naklettiği Ehl-i Sünnet itikadını ve Hanefi mezhebini esas almıştır.
İslâm dininde akla elbette çok önem verilmiştir. Müctehid imamlar için dinin dört kaynağından biri olan kıyas, akıl ile yapılır. Ama İmam-ı Maturidi dâhil hiçbir Ehl-i Sünnet âlimi, herkesin aklının dinde ölçü olacağını söylememiştir. Akıl tek başına ölçü olsaydı insan sayısı kadar din, her konuda insan sayısı kadar farklı hüküm ortaya çıkardı.
Akıl bir ölçü aletidir
Akıl, sadece Mutezile’de hüccettir. Akla, dinin verdiği ölçüden fazla önem veren, dini aklı ile ölçen, bâtıl Mutezile fırkasıdır. Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî (rahmetullahi aleyh) aklın dindeki yeri konusunu şöyle açıklar:
“Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı batıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde, kıyas (ölçmek) olamaz. Mahluklara ait bilgilerde ise kıyas olup, doğru kıyas etti ise sevab kazanır. Yanlış kıyas etti ise affolur.
Akıl, başlıca iki kısımdır: Selim akıl ve sakim akıl. Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde (aleyhimüsselam) bulunur. Bunların aklına yakın, Eshab-ı Kiram’ın, Tabiin ve Tebe-i Tabiin’in, din imamlarının akıllarıdır. Bunların akılları, ahkâm-ı İslâmiye’ye uygun akıllardır. Sakim akıllar, bunların aksi, tam tersi olan akıllardır. Bu iki kısım akıl arasında da çok çeşitli dereceler vardır.
Din işleri akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl bir kararda kalmaz. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan âhiret işlerinde nasıl olur da akla uyulur? Ancak akıl ile İslâmiyet birlikte tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat selim olan akıl gösterir, her akıl değil.”
Akıl göz gibidir, İslâmiyet de ışık gibidir. İslâmiyet ışığı olmadıkça, yani nakil olmadan akıl tek başına doğru yolu bulamaz. Yoksa akıl elbette büyük bir nimet ve doğruyu bulmaya yardımcıdır. İmam-ı Maturidi’nin bildirdiği de budur. Bunu, İmam-ı Maturidi’nin laikliği savunduğuna delil olarak göstermek, gülünç olmaktan başka bir şey ifade etmez.
Ayrı mezhep kurmadılar
Bir başka tuhaf iddia da, dinde Maturidiliğin aklı, Eş’ariliğin ise nakli esas aldığı, Eş’ariliğin akla önem vermediği, bundan dolayı da Eş’ariliğin gelişmeye, ilerlemeye mani olduğu düşüncesidir. Bu şekilde, Maturidilik ile Eş’arilik sanki taban tabana zıt iki mezhep gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Eş’ari ve Maturidi mezhepleri sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu iki büyük imam, Selef-i Salihin’in bildirdikleri itikat, iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eş’ari, İmam-ı Şafii’nin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Maturidi de İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin talebe zincirinin büyük bir halkasıdır. İmam-ı Eş’ari ve İmam-ı Maturidi, hocalarının itikattaki müşterek olan mezheplerinden dışarı çıkmamış, ayrı mezhep kurmamıştır.
Bilindiği gibi, Ehl-i Sünnet itikadını ortaya koyan Resulullah’tır (sallallahü aleyhi ve sellem). İman bilgilerini Eshab-ı Kiram bu kaynaktan aldılar. Tabiin de bu bilgilerini Eshab-ı Kiram’dan öğrendiler. Daha sonra gelenler de bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i Sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz, akıl bunları değiştiremez. Akıl ancak bunları anlamaya yardımcı olur. Yani bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır.
Amelde dört mezhebin imamları Ehl-i Sünnet itikadında idiler. İtikatta mezhebimizin iki imamı olan İmam-ı Maturidi ve İmam-ı Eş’ari de Ehl-i Sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam hep bu mezhebi yaydılar. Bid’at ehline karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i Sünnet âliminin zamanları aynı olduğu hâlde, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındakilerin fikirleri başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuştur. Ama bu durum, mezheplerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen binlerce âlim ve velî, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek, ikisinin de Ehl-i Sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
Bu bilgiler birçok muteber kitapta bildirilmiştir. Mesela Muhammed Şihristani “Milel ve Nihal” kitabında, “Hanefi mezhebinin âlimleri, itikatta Ebu Mansur Maturidi hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü İmam-ı Maturidi hazretleri, usul (itikat) ve fürûda (ahkâm), İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin mezhebindedir. Malikii, Şafii ve Hanbeli mezheplerinin âlimleri itikatta Ebül-Hasen Eş’ari hazretlerine tâbi olmuşlardır. İmam-ı Eş’ari hazretleri Şafii mezhebindeydi” demektedir. Şafii âlimlerinden Abdülvehhab Tâcüddin-i Sübki de “Hanefi âlimlerinin kitaplarını inceledim. 13 meselede, Şafii itikadından ayrıldıklarını gördüm. Fakat bu ayrılıkları kendilerini doğru yoldan çıkarmamaktadır. Esasta ayrılıkları yoktur. Her ikisi de hak yoldadır.” demiştir.
İki büyük İmam’a iftira
İmam-ı Maturidi hazretleri, yine bu çevreler tarafından, “kaderi inkâr eden, özgür iradeyi savunan” biri olarak gösterilip bu yönüyle övülüyor. İpe sapa gelmez bir şekilde, İmam-ı Maturidi’nin özgürlükçü ve ilerici, Eş’ari’nin ise kaderci ve gerici bir çizgide olduğu söylenebiliyor. Bu ifadeler İmam-ı Maturidi’ye de, İmam-ı Eş’ari’ye de çok çirkin birer iftiradır. Kadere iman, Amentü’nün çok önemli bir iman esası iken ve İmam-ı Maturidi de Ehl-i Sünnet’in iki büyük itikad imamından biri iken, nasıl olur da bu büyük zatın kaderi inkâr ettiği iddia edilebilir. İmam-ı Maturidi ile İmam-ı Eş’ari’nin kaderi açıklarken kullandığı farklı ifadeleri İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat kitabında şöyle açıklamaktadır:
“Kulların istekli hareketlerini Allahü teâlâ yaratmaktadır. Onun kudreti ile var oluyorlar. Fakat buna insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz Allahü teâlânın kudreti ile yaratılır ve bizim kudretimiz ile kesb edilmiş olur. İmam-ı Eş’ari’ye göre ise, insanların istekli işlerine kendi seçim hakları ve kudretleri hiç karışmaz. Yalnız kul bir iş yapmak isteyince Allahü teâlâ o işi hemen yaratmaktadır. Âdet-i ilahîsi hep böyledir. İşin yapılmasında kulun kudretinin tesiri olmaz. Bu sözü Cebriye mezhebinin sözüne yakındır. Eş’ari mezhebini Cebriye’den ayıran şey, Cebriye mezhebinde, ‘Bir insan bir işi yaptı demek mecazdır. Yani o istekli işi yalnız Allahü teâlâ yapmıştır. O insanın eli ile yapmıştır. İnsanda kudret yoktur’ derler. Ehl-i Sünnet’ten, Eş’ari’den başkaları, ‘Kulun kudreti, yaptığı istekli işte tesir eder’ diyor. Eş’ari ise, ‘Kudreti ancak, işin yaratılmasına sebep olup, yaratılmasında tesiri olmaz’ diyor ki, her ikisine göre de ‘İşi insan yaptı’ demek doğru olur. Ehl-i Sünnet, Cebriye’den böylece ayrılmış olur.”
Eş’ari mezhebinden Kadı Ebu Bekr-i Bakıllani de “İnsanın kudreti, işin meydana gelmesine değil, işin iyi veya fena olmasına yani taat veya günah olmasına tesir eder. Matüridi mezhebi de böyledir” diyerek, İmam-ı Maturidi ile İmam-ı Eş’ari arasında kader bakımından önemli bir fark olmadığını açıkça ifade etmiştir.
Netice itibariyle, insanın iradesini tamamen inkâr ederek, insanın her şeyi “zorla” yaptığını söyleyen, İmam-ı Eş’ari değil, 72 bid’at fırkasından biri olan bâtıl Cebriye mezhebidir. Kaderi inkâr eden de İmam-ı Maturidi değil, yine 72 bid’at fırkasından biri olan bâtıl Mutezile mezhebidir.
“Kaderi inkâr etmek ilericiliktir, kadere inanmak ise özgür iradeyi yok saymaktır, gericiliktir” şekildeki bir düşüncenin de hiçbir temeli yoktur. Özetlemek gerekirse, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği şekliyle kader, “ilm-i mütekaddimdir, cebr-i mütehakkim değildir.” Yani Allahü teâlânın, olmuş ve olacak her şeyi ezelî ilmiyle bilmesi demektir, zorla yaptırması demek değildir
.
Yeni havalimanını doğru okumak
27 Ekim 2018 02:00
PROF. DR. RECEP BOZDOĞAN
rbozlagan@marmara.edu.tr
Havalimanları; kültürleri, ekonomileri ve insanları buluşturan etkileşim alanlarıdır. Ekonominin gelişmesinde deniz limanlarının 18. yüzyılda, demir yollarının 19. Asırda ve otoyolların 20. yüzyılda yaptığı katkıyı, havalimanları 21. yüzyılda gerçekleştirmektedir. Örneğin Dubai Havalimanı, bir yılda Dubai şehrinin nüfusunun tam 33 katı yolcunun kullandığı dünyanın en büyük aktarma merkezi olup şehrin ekonomisine yıllık 50 milyar ABD dolarından daha fazla katkı yapmaktadır.
Havalimanlarının sağladığı avantajlar, buraları özel sektör için büyük bir çekim merkezi hâline getirmekte ve firmalar havalimanlarına mümkün olduğunca yakın yerlerde yönetim merkezi kurmaktadır. Söz gelimi ABD’deki en büyük 500 firmanın yarısının yönetim merkezi, “hub” olarak nitelendirilen büyük havalimanlarına 15 kilometreden daha yakın mesafededir.
Büyük havalimanlarının sağladığı avantajlar dolayısıyla lojistik endüstrisi de gittikçe artan nispette “hub” havalimanlarının etrafında gelişmektedir. Misalen Hong Kong Havalimanı’nda yıllık kargo trafiği 4,8 milyon ton olup Atatürk ve Sabiha Gökçen havalimanlarının toplamının dört katından daha fazladır ve her yıl milyarlarca doların Hong Kong’a akmasını sağlamaktadır.
İSTİHDAMA BÜYÜK KATKI
Büyük havalimanları, bulundukları şehirde istihdama da önemli katkılar sağlamaktadır. Bu tür havalimanlarını kullanan yolcu sayısındaki her %10’luk artış, o şehirdeki istihdamı %1 oranında artırmaktadır. Söz gelimi Atlanta’da bulunan Hartsfield-Jackson Havalimanı sadece Atlanta’nın değil, Georgia eyaletinin de en büyük işvereni olup 63 bin kişiyi istihdam etmektedir.
Havalimanlarının global düzeyde ürettiği geniş ekonomiden İstanbul’un da payına düşeni alması, Allah’ın bu şehre nasip ettiği eşsiz coğrafî konumun tabii bir sonucudur. Atatürk Havalimanı’nın, mevcut altyapı yetersizliğine rağmen dünyadaki havalimanları arasındaki hızlı yükselişi dikkate alındığında, 29 Ekim’de hizmete girecek olan yeni havalimanının şehre ve ülkemize kazandıracağı ekonomik güç daha iyi anlaşılacaktır.
Çünkü Atatürk Havalimanı’nı kullanan yolcu sayısı son on yılda yaklaşık 2,5 kat artarak 25 milyondan 64 milyona yükselmiştir. Son on yılda yakalanan yıllık ortalama %9’luk büyüme eğiliminin devam etmesi hâlinde, yeni havalimanının hizmete girmesiyle birlikte, on yıl içinde yıllık 140 milyon yolcuya ulaşılacaktır. Bu durumda şehirdeki toplam istihdama doğrudan ve dolaylı olarak 500 bin kişilik bir katkı sağlanacaktır.
Yeni havalimanının hedeflenen yıllık 200 milyon yolcuya yirmi yıl içinde ulaşacağı ve böylece şehirdeki toplam istihdama yaklaşık 1 milyon kişilik katkı sağlayacağı söylenebilir. Yeni havalimanında ortaya çıkacak toplam ekonomik hacim ise yıllık 80 milyar ABD dolarına ulaşabilecektir.
Yeni havalimanının İstanbul’a ve ülke ekonomisine sağlaması hedeflenen bu katkılar, bilimsel verilere ve projeksiyonlara dayanmaktadır. Çünkü dünyanın en büyük 15 havalimanını kullanan toplam yolcu sayısı 2000 yılında 763 milyon iken, 2017 yılında 1 milyar 157 milyona yükselmiştir ve dünya hava trafiği önümüzdek 15 yıl içinde iki katına çıkacaktır. Ayrıca, Asya-Avrupa aktarmaları açısından İstanbul’un potansiyel pazarı konumunda bulunan Çin’de ve Hindistan’da yıllık toplam hava yolculuğu sayısı aynı dönemde dört kat, Endonezya’da ise üç kat artarak 1,8 milyara yükselecektir. Hava yolculuğundaki bu büyük artış her üç ülkeden gerçekleştirilen dış hat uçuşlarına da yansıyacaktır. Avrupa-Uzak Asya pazarının bu dönemde yıllık ortalama %5,7 büyüyeceği dikkate alındığında, İstanbul’un bu pazardan önemli ölçüde pay alacağı söylenebilir.
Diğer taraftan İstanbul’un yakın hinterlandında bulunan İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi ülkelerdeki hava yolculuğu sayısının aynı dönemde yaklaşık 300 milyon artacağı dikkate alındığında, İstanbul’un avantajlı konumu dolayısıyla sadece Avrupa-Uzak Asya değil, aynı zamanda Avrupa-Orta Doğu ve Avrupa-Afrika aktarmalarından da önemli pay alacağı söylenebilir.
AIRBUS tarafından yapılan tahminlere göre 2033 yılına kadar orta (4-6 saat) mesafedeki hava yolu taşımacılığı büyük artış kaydedecektir. İzlanda’dan Hindistan’a kadar uzanan 2,5 milyar insan ve dünya ekonomisinin üçte biri İstanbul’a en fazla 6 saatlik mesafededir. Dolayısıyla İstanbul, hava yolu taşımacılığında yaşanacak genişlemeden azami ölçüde yararlanacaktır.
AVRUPA’DA BÖYLE HAVALİMANI YATIRIMI YOK
Avrupa’daki hiçbir şehre İstanbul yeni havalimanı ölçeğinde bir havalimanı yatırımı yapılmamaktadır. Örneğin hâlen Avrupa’nın en büyük havalimanı olan Londra-Heathrow’un genişletilmesi projesi henüz planlama aşamasındadır. Berlin’de inşa edilmekte olan yıllık 34 milyon yolcu kapasiteli yeni havalimanının ise en erken 2020 yılında hizmete girmesi beklenmektedir.
Basra Körfezi’ndeki Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi ülkelerde ise ekonominin sınırlı sayıda endüstriyel ürüne bağımlı olması, nüfus azlığı, iç talep yetersizliği, yüksek bölgesel rekabet, artan siyasi istikrarsızlık ve güvenlik problemleri dolayısıyla, buralardaki havalimanları uzun vadede kapasitelerini tam olarak kullanamayacaktır. İstanbul, sahip olduğu avantajlar dolayısıyla, Basra Körfezi’ndeki havalimanlarının geleneksel pazarlarında da payını artırabilecektir.
Öte yandan Avrupa ve Basra Körfezi’ndeki ülkelerin Afrika kıtasındaki birçok ülkeye karşı uyguladığı sert vize rejimine karşılık Türkiye’nin son yıllarda gerçekleştirdiği Afrika açılımı, İstanbul’u bu kıta için dünyanın önemli merkezlerine erişim açısından başlıca aktarma merkezi hâline getirmiştir ve bu eğilim güçlenerek devam edecektir. Bir havalimanının küresel ölçekte hizmet verebilecek kapasiteye ulaşabilmesi için her şeyden önce o havalimanını cazip kılacak bir coğrafî konuma, besleyecek ekonomi ve nüfus büyüklüğüne, havalimanının bulunduğu şehrin kültürel çekiciliğine, yetişmiş insan kaynağına, hükûmet desteğine, küresel düzeyde markalaşmış hava yolu şirketlerine, uygun iklim şartlarına ve uluslararası yolcuların transferini kolaylaştıracak küresel bağlantılara sahip olması gerekir. İstanbul bu on şartın tamamına sahip ender şehirlerden biridir.
İstanbul yeni havalimanı, büyük ölçekli altyapı yatırımları, üreteceği ekonomik hacim, oluşturacağı geniş lojistik zinciri, kongre, fuar ve turizm ekonomisine yapacağı büyük katkı, sunacağı geniş istihdam imkânları, ileri teknolojiye dayalı iş ve uzmanlık kümelenmeleri, ekonomideki diğer sektörlere ve iş kollarına yapacağı çarpan etkisi ve bütün bunların sağlayacağı vergi gelirleri ile ülke ve şehir ekonomisine olağanüstü katkı sağlayacaktır.
.
Altı asırlık Osmanlıyı altı yılda ‘yıktırdılar’
3 Kasım 2018 02:00
Prof. Dr. Ebubekir SOFUOĞLU
Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi
sofuoglu@sakarya.edu.tr
Osmanlı Devleti aslında yıkılacak bir devlet değildi. Bu sözü söylerken Osmanlı Devleti’nin yıkıldığının kabullenilememesi gibi bir durum söz konusu değildir. Osmanlı yıkılmıştır ve üzerinden 100 yıl geçmiştir. Ancak bu yıkılışın kaçınılmaz bir son mu, yoksa aslında önlenebilir bir yıkılış mı olduğunun tahlilinin yapılması bilimsel bir mecburiyettir. Osmanlı Devleti’nin yıkılışı hakkında tahliller yaparken, bu konuda yapılan ilk suçlamalardan olan saltanat düzeninin yeniden geri gelmesinin istenmesi gibi bir düşünce hiç kimsenin aklından bile geçmemektedir.
YIKILIŞTAN ÇIKAN DERSLER
Osmanlı Devleti’nin yıkılışının tahlil edilmesi en yalın ifadeyle, ders alınması, hataların nerede olduğunun layıkıyla anlaşılması ve gelecekte bu toplumun başına tekrar aynı sonun gelmemesi gibi amaçlar içindir. Gerçekten Osmanlı Devleti yıkılacak bir devlet miydi? Tarihteki roller haklı bir şekilde mi icra edildi? Büyük yanlışlıklar var mıydı, varsa bunlar hangileriydi? Ve Allah korusun Türkiye Cumhuriyeti aynı sona maruz kalabilir mi?
Tarihçilerin önemli bir kısmı, dünya ticaret yollarının değişmesi, “kaht-ı rical” denilen devlet adamı eksikliği, savaşların ağır masraflarla sonuçlanması ve tabii sınırlara ulaşılması gibi durumları yıkılış sebepleri olarak açıklarlar ki bunlar gerçek yıkılış nedenleri değildir. Hatta bu sebepler sadece Osmanlı Devleti’nin değil, hiçbir devletin yıkılış sebepleri olamazlar.
Yukarıda sıralanan gerekçelere göre, malî ve iç sıkıntılar içinde olan, kimi toprakları Ruslar tarafından ilhak edilen, kendisinden koptuğunu ilan eden Abhazya bölgesi gibi problemlerle uğraşan Gürcistan’ın çoktan yıkılması gerekmektedir. 2011’den beri iç savaşın devam ettiği Suriye’nin, Rus ve ABD işgalleri geçiren Afganistan’ın, iç savaşla korkunç katliamların yaşandığı Ruanda’nın şimdiye kadar yıkılmış olması lazım gelirdi. Tam tersine bu kadar zor durumlara rağmen bu devletler ayakta durabilmektedirler.
Bu şekilde Osmanlı Devleti ya da başka herhangi bir devletin yıkılışını asıl olmayan tali sebeplere bağlamak doğru sonuçlar vermez. Mali bozukluklar, başarılı devlet adamı eksiklikleri, devletin uluslararası stratejik konumunun değer kaybetmesi gibi sebepler bir devleti yıkacak sebepler değildir. Bu sebepler devleti yıkmaz, ancak zayıflatıcı bir tesir yapabilir.
Bu durumu şu misalle daha iyi açıklamak mümkündür: İnsanların, kafası kesilmek suretiyle cinayete kurban giden bir ölünün başına toplanıp ölünün çelimsiz hâline bakıp, “Yetersiz beslenmiş öyle ölmüş” ya da kıyafetlerine bakıp “ince giyinmiş, üşütmüş, hasta olmuş ve öyle ölmüş” şeklinde gerekçeler söylediklerini düşünelim. Ne kadar yanlış gerekçelerdir değil mi? Çünkü önlerinde cansız yatan şahsın, ölüm gerekçesi çok açık, net ve gözlerinin önünde durmaktadır. Şahsın ölüm gerekçesi, kafasının kesilmesidir ki kesik başlı ceset, yukarıdaki gerekçeleri sıralayan insanların da önündedir. Bu şartlarda da insanlar, asıl ölüm gerekçesini söylemiyorlar da kişinin ölümüne başının kesilmesi kadar yakın etki yapmayacak tali sebeplerden bahsediyorlar.
ASIL SEBEPLER GİZLENİYOR
Osmanlı Devleti’nin asıl yıkılış sebepleri de bu örnekte açıklanmaya çalışıldığı gibi ya gizlenmekte ya da ciddi vurgu eksikliği yapılarak gözlerden kaçırılmaktadır. Bütün bunlara rağmen başından, 93 Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı gibi öldürücü savaşlar geçmiş ve bu sebeplerle yıkılmış Osmanlı Devleti için, yukarıdaki tali sebepleri sıralamak, asıl yıkılış sebebini gizlemek amaçlıdır.
Burada da Osmanlı Devleti, önce Yeni Osmanlılar, daha sonra Jön Türkler denilen ekip eliyle, 93 Harbi, Balkan Harpleri ve I. Dünya Savaşı gibi savaşlara sokularak ve 31 Mart İsyanı sonucu yapılan darbe ile yıktırılmıştır. Devletin yıkılışı için gösterilen tali sebep türü gerekçeler, hedef saptırma, doğruyu gizleme maksatlıdır. Osmanlı Devleti, Yeni Osmanlılar ve daha sonra Jön Türkler denilen ekiplerin elleriyle yıkılmamış, yıktırılmıştır.
Güya kötü günlerinden kurtarılıp eski güçlü günlerine dönüştürülmek istenen devleti, 1908’de yaptıkları darbe sonucu 6 yıl içinde, 1914 yılında parça parça ederek uçuruma yuvarlamışlardı. 1908-1914 arasındaki “6 yılda, 6 asırlık devleti” yıkmışlardı. 1914 yılına gelindiğinde savaşa girmemesi gereken devleti I. Dünya Savaşı’na sokmuşlar ve 1918 yılında sonun görüleceği yıkımı tamamlamışlardı. Güçlendireceğiz diye 6 yılda 6 asırlık devleti yıkmışlar, parça parça etmişlerdi.
Hâlbuki bir devlet altı yılda yıkılır mı? Yıkılacaksa, neden daha önce yıkılmadı? Ticaret yolları, coğrafi keşifler sürecinde daha 1492’de değişmişti. Başarılı ya da başarısız, birçok padişah geçmiş ve bu süreçlerden sonra kaç yüzyıl geçmiş bu devlet yıkılmamış da bu devletin yıkılışı neden İttihatçıların göreve geldiği altı yıla (1908-1914) denk gelmişti.
Osmanlı Devleti’nin tarihten silinişinin 6 yıla sığdırıldığı iddiasının yapıldığı bu satırların tersine, tarih kitaplarının mühim kısmı Osmanlı Devleti’nin yıkılışını son 300 yıla, hatta 200 yıla yayarlar. Yukarıda sıralanan tali sebepleri de gerekçe göstererek devletin yıkılışını yüzlerce yıla yayarak anlatırlar. Yani bu durumda Osmanlı Devleti son 300 yılını ya da 200 yılını yıkılma sürecine girmiş, ayakta bile zor duran, bir varlık gösteremeyen devlet olarak tanıtırlar ki bu asla doğru değildir.
Düşünün bir kez, son 300 yıla ya da 200 yıla yayılan bir yıkılış süreci olur mu? Bu sayıları söyleyenler muhtemelen sayı saymasını bilmemektedirler. Bu gibi safhalarda sıfırdan yeni devletler kurulur ve yıkılır. Hatta tarihte birçok devletin kuruluş ve yıkılışları 150-200 yıl bile sürmemiştir.
Uzun yıllar Pers hâkimiyetinde kalan Makedon Krallığının ciddi varoluş tarihi MÖ 359-323 arasında topu topu 36 yıldır ve Büyük İskender’in ölümüyle son bulur. Dünyayı çiğneyen Cengiz İmparatorluğu’nun ömrü 1206-1294 arasında 88 yıldır. Yine bir o kadar geniş topraklara ulaşmış Timur İmparatorluğu 1370-1507 arasında 137 yıl ayakta kalmıştır… Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nasıl oluyor da tarihte adından övgülerle bahsedilen devletlerin hayatiyet müddeti daha 150 yılı bile bulamazken, Osmanlı Devleti’nin sadece yıkılış süresi 3 asra yayılarak anlatılır. Bu anlatımlar, hem doğru anlatımlar değildir, hem de bilimsel de değildir.
Yere göre sığdırılamayan, Büyük İskender’in, büyük İmparatorlar arasında sayılan Cengiz’in, Timur’un devletleri onlardan sonra parça parça olmuştur. Yani ne kadar genişlemiş olurlarsa olsunlar, kılıçla genişleme olduğu ve sistem kurulamadığı için, kendilerinden sonra devletleri yok olmuştur. Hâlbuki, Osmanlı Devleti her ne kadar kılıçla genişleme sağlandı iddiaları ortaya alırsa atılsın hem kılıçla genişlememiş hem de Devlet 624 yıl ayakta kalmıştır. Dünyada hiçbir devlet sadece kılıçla, sistemi olmaksızın ayakta kalamaz. Osmanlı Devleti’nin 624 yıl ayakta kalması bir yana yıkılışını bile 300 yıla 200 yıla yaymaları başarının büyüklüğünü gösterir.
Osmanlı Devleti’nin nasıl ve hangi sürede yıkıldığı çok açık ve net bir şekilde ortadadır. 1908’de darbeyle iktidara gelen İttihatçıların, savaşlarla (Trablusgarp ve Balkan savaşları) perişan ettiği Osmanlı Devleti, 1914’te I. Dünya Savaşı’na sokularak yıkılmıştır. Yıkılışından iki yıl önce 1912 yılında bile Osmanlı Devleti’nin Adriyatik kıyısına uzanan toprakları vardı. Bu nasıl bir yıkılmaktır ki son iki yılda bile Avrupa’nın ortalarına kadar uzanan topraklara sahip olan bir devlet vardı ortada. Adriyatik kıyısındaki İşkodra’dan, Selanik, Kosova, Üsküp, Manastır’a kadar Güney Doğu Avrupa topraklarının önemli kısmı hâlâ Osmanlı Devleti’nindi.
Aslında, yıkılışından iki sene öncesine kadar hâlâ bu denli önemli topraklara sahip Osmanlı Devleti’ni iki çete yıkmıştır: Biri Namık Kemal, Ziya Paşa, İbrahim Şinasi, Ali Suavi’den oluşan Yeni Osmanlılar, diğeri de Ahmet Rıza, Prens Sabahattin, İshak Sükûti, Abdullah Suphi, Mizancı Murat’tan oluşan Jön Türkler... Yeni Osmanlılar, ülkeyi 93 Harbi’ne sokmak suretiyle devletin bünyesinden Sırbistan, Karadağ ve Romanya’yı kopartarak yıkılışını hızlandırmışlardı.
Fakat hemen onlardan sonra iktidara gelen Sultan II. Abdülhamid, bu yıkılış sürecini 33 yıl ertelemişti. Ancak kendisini deviren İttihatçılardan sonra Sultan II. Abdülhamid gibi padişah gelmediği için İttihatçıların, yıkım süreci geri döndürülememişti. 1908’de darbe ile iktidara gelen İttihatçılar, 31 Mart İsyanı, Trablusgarp, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı ile görevlerini başarıyla tamamlamışlardı.
İTTİHATÇILARIN KAYBETTİĞİ TOPRAKLAR
1699-1908 arasında 209 yılda kaybedilen yerlere karşılık, 1908-1914 arasında resmen ve fiilen kaybedilen Osmanlı Toprakları da şuralardır: İlk olarak, 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından 2,5 ay sonra, tek kurşun atmadan Osmanlı Devleti’ne, Girit, Kıbrıs, Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna olmak üzere 5 önemli toprağı kaybettirilmiştir. 1911 yılında, (Mezopotamya’nın değil) Afrika’nın en zengin petrol yataklarına sahip, savunma hatları kaldırılmış Trablusgarp kaybettirilmiştir. 1912 yılında, İşkodra vilayetine kadar hâlâ Adriyatik kıyısına dek uzanan topraklara sahip bütün Balkanlar kaybettirilmiştir. 1914 yılında Osmanlı Avrupası’ndan sonra, Kızıldeniz’in güneyinden kuzeyine, Basra’dan Kafkasya’ya, Arabistan Yarımadası’ndan Mezopotamya arazisine kadar bütün Orta Doğu toprakları, I. Dünya Savaşına katılmakla kaybettirilmiştir.
Hayır, tarih bize anlatılan gibi değildir. Yıllardır söylenen iddiaların yalan olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır: Ne yazık ki, 300 ya da 200 yılda değil, sadece 6 yılda 6 asırlık koca devletin hayatına özellikle İttihatçıların gayretleriyle son verilmiştir.
.
Devletler neden yıkılır?
10 Kasım 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
Devlet olmak için beynelmilel veya sadece o devlete münhasır bir sistem gereklidir. Sistemi olmayan devletin maddî zenginliği ve askerî gücü kendisini ayakta tutmaya yetmez. Osmanlı’nın kıtalararası yayılımına bakıp bu yüzden büyüktür demek hatadır. Osmanlı büyük devlet oldu; çünkü özellikle bir devlet sistemi geliştirdi.
Devletlerin kuruluşları, gelişmeleri ve tarihin sayfalarına gömülüp gitmeleri sosyolojik ve zamanla ilgili bir hakikattir.
İleriki yazılarımızda genişçe tahlil edeceğimiz Osmanlı Devleti, hızla büyüyüp kıtalararası bir güce ulaşmakla birlikte, büyük devlet statüsüne ancak Fatih’ten sonra kavuşabilmiştir.
Aşiretten devlete geçiş yalnız fütuhatla olmamıştır. Batı’ya açılışı sağlayan Sırpsındığı, 1. Kosova, Niğbolu, Varna ve 2. Kosova savaşlarıdır. Bu savaşlar aslında Avrupa’da tanınmamızı ve orada var olmamızı başlatmıştır.
İstanbul’un alınması da bir fetih meselesidir. Fetihlerle büyük devlet olunmaz. Devlet olmak için çok başka sebepler gerekir. Sadece fetihlerle büyük devlet olunsaydı, büyük toprak parçalarını fetheden barbar kavimlerin en az biri ikisi büyük ve kalıcı olmalıydı. Ama böyle olmadı.
Devlet olmak için beynelmilel veya sadece o devlete münhasır bir sistem gereklidir. Sistemi olmayan devletin maddî zenginliği ve askerî gücü kendisini ayakta tutmaya yetmez. Osmanlı’nın kıtalararası yayılımına bakıp bu yüzden büyüktür demek hatadır. Osmanlı büyük devlet oldu; çünkü özellikle bir devlet sistemi geliştirdi. O sistemden inhiraf etmeye başlayınca, önce duraklama sonra çöküş başladı.
Türklerde, Hunlarla başlayıp Göktürklerle devam eden süreç, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluş ve çöküşü, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan faktörler olarak düşünülmelidir. Her devletin doğuş öncesi, doğuşu, yaşama süreci ile çöküşü, insan hayatına çok benzer. Anatomik, psikolojik, sosyolojik ve sonrasında iktisadî unsurlar, insanı çevreleyen faktörler gibi devleti de mutlak surette etkiler.
Devletlerin güçlü veya zayıf olmaları da etrafındaki devletlerle doğrudan ilişkilidir. Bulunulan coğrafyada kendine yer edinmek isteyen devletler, temellerini sağlam zeminlere oturtmalı ve rekabet gücünü artırmalıdır. Güce boyun eğmek tabiatın gereğidir ama o güce tabi oluncaya kadar direnmek de tabiatın gereğidir. Hiçbir güç hemen ortaya çıkıp hükümranlığını ilan edemez. Gücün onaylanması için rakip devletlerin zayıf değil güçlü olmaları gerekir. Güç, güçle kendisini ispatlar. Eğer Moğollar olmasaydı Osmanlı da olmazdı.
Fizik güç belli bir döneme kadar rekabeti kendi lehine çevirir. Dengeler eşitlenince artık başka unsurlar devreye girer. Devlet teşkilatı, bilimin gücü, altyapı ve şehirleşme, çevreyle temas ve ittifaklar kurma, dengeyi bu şartları sağlayan devletin lehine çevirir. Dengeyi lehine çeviren devlet için esas zor dönem başlar. İbre gücü göstermeye başlayınca o ibreyi sabit tutmak, duraklamaktır; o ibre hep aynı kalmaz.
Şimdi tarihte belli bir dönem büyük devlet statüsü kazanıp sonra sisteminden inhiraf edip yıkılan bazı devletlere bir göz atalım:
BİZANS’I, HALKA ZULÜM BİTİRDİ
Bizans devlet adamları, Osmanlıdan kurtulmak için Avrupa’daki Hristiyanlardan yardım istediler. Papa, bu yardıma karşılık kiliselerin birleşmesini istedi. Bizanslılar 1439 Floransa Konsili’nde bu teklifi kabul etti. Fakat halkın tamamına yakını ve bazı din adamları Ortodokslukla Katolikliğin tamamen ayrı olduğunu ve bu birleşmenin uğursuzluk getireceğini kabul ediyorlardı. Halkın büyük bir kısmı Latin yardımı almaktansa Osmanlını âdil yönetimini tercih ediyordu. Bu arada Grandük Notaras “Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diyerek Bizans halkının duygularına tercüman oluyordu. En kuvvetli savunma şartları ve Grejuva denilen Rum ateşi ile tahkim edilmiş ve aşılmaz denen surlarla fantastik bir güven rüyasıyla uyuyan Bizans da, halka yapılan zulmün yıkıntıları arasında tarihin tozlu sayfalarına gömülüp gitmiştir.
MEKKE’YE İSLAM GÜNEŞİ DOĞDU
İslamiyet’ten evvel bir şehir devleti olan ve ilkel kanunların kanunsuzluğundaki Mekke, Kâbe-i muazzama sayesinde bölgenin ticaret merkeziydi. Aristokrat putperestler, halkı köle gibi çalıştırıp sefih bir hayat yaşıyorlardı. Zenginlerin zenginliği, fakirlerin acz ve ahmaklığı ekonomik gücü eksiltmeye başlamıştı. Mekke döneminde, o zamana kadar kutsiyetlerinden hiç şüphe edilmeyen putlara mesafeli bir yaklaşım başladı. Devlet görünümündeki şehir, iktisadî ve askerî yönden nispeten güçlü ama adalet yönüyle çok kötüydü.
Güce ve baskıya dayalı bir devletin, hukuksuz da olsa yıkılması çok zordur. Zulmü çok büyük bir güç engelleyebilir. Bazen bu güç Hakk’ın görünen yüzü olabilir. Zulmü çökerten güç Hakk’ın göstergesi olmazsa, daha büyük bir zulüm, eski gücü bile aratabilir.
Mekke zenginliğinin farkına varamayan bir şehir devleti gibiydi. Bu ekonomik gücün üç ayağı, ticaret, hayvancılık ve geniş bahçe meyveciliği idi. Mekke’nin akıl dışı uygulamaları hayvancılığa büyük darbe vuruyordu. Ticaretin ağırlığı da dinî kaynaklı Mekke merkezli ve putperestliğin hem din hem de ticaret yolun açan put alım ve satımı idi. Bunun yanında kumaş ve benzeri ayniyat da ticaretin önemli bir koluydu.
Medine’de İslam devletinin doğuşu, Mekke’de önce karanlığa sonra da Medine uzantılı aydınlığa sebep olmuş, sefil aristokrat ilkel devlet yerine Hazret-i Risâlet-penâh önderliğinde modern ve âdil bir devlet kurulmuştur.
EMEVÎLERİN MÜSPET İCRAATLARI DA VAR
Bir İslam devleti olan Emevîler, dört halifenin geleneğini sürdürmemenin bedelini ödemiştir. Aslında bu dönemde yapılmış çok müspet icraatlar vardır. Bu devirde İstanbul kuşatılmış, 673’teki bu olaydan sonra Bizans, Emevîlere yüklü bir vergi ödemek zorunda kalmıştır.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yaşadığı bu devir aynı zamanda Tabiîn-i kirâm hazerâtının da yaşadığı dönemdir. Müfessir, muhaddis ve fakihlerin en ünlüleri de bu döneme aittir. Ebu Hanife’yle birlikte bu devirde Hasen-i Basrî, Saîd bin Cübeyr, Saîd bin Müseyyeb, Atâ, Mâlik bin Enes, İbni Cüreyc, İbni Şübrüme, Haccâc bin Ertâd, Evzâî, Şu’be bin Haccâc, Süfyâne’s Sevrî, Abdullah bin Mübârek, İmâm-ı Şâfiî “rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn” gibi büyük âlimler yetişmiştir.
Bu devrin bir diğer önemli olayı, büyük Halife Ömer ibni Abdülazîz’in isteğiyle ilk hadis tedvinini İbni Şihâbe’z-Zührî başlatmıştır. Fıkıh ilminde yeni ekoller de bu dönemde meydana gelmiştir. Ne yazık ki bu dönemde bütün İslam dünyasını hüzne, acıya boğan Kerbelâ olayı da yaşanmıştır. Kur’ân-ı kerîm’in hükmüyle bir ırka veya kavme dayalı imtiyaz yasaklanmışken Emevîlerin, Arap olmayanları aşağılamaları ve bu soydan gelmeyenleri devlet kademelerine getirmemeleri anlaşılır gibi değildir. O devirde mevaliden sürekli haraç alınması, Ebâ Müslim ve yanındakileri ayaklandırdı. 747’de harekete geçen Ebâ Müslim 749’da Kûfe’yi ele geçirdi. Ebu’l- Abbâs halife oldu. Mervan bin Muhammed Zap Suyu kenarındaki savaşı kaybetti ve öldürüldü. Bu olay aslî Emevîlerin sonu oldu.
ABBÂSÎLERİN BELASI: HÜLAGÜ
Ebâ Müslim Horasânî 750’de kurulan Abbâsî Devleti’nin ilk akla gelen ismi olmakla beraber bu devletin esas kurucusu Ebu’l-Abbâs Abdullâh’tır. Ebu’l Abbâs’ın lakabı olan “Seffâh” kan dökücü anlamında olup Hazret-i Hüseyin’in kanını dökenlerin devletini yine kan dökerek yıkmıştır. Seffâh, bütün Emevî hânedanını katletti. Bu katliamdan tek kurtulan Abdurrahmân, İspanya’ya kaçarak orada Endülüs Emevî Devleti’ni kurdu.
Abbâsîler döneminde de siyasete âlet olmadığı için İmâm-ı A’zam, büyük işkencelere maruz kalmıştır. Halife Mansûr’un kadılık teklifini ısrarla reddettiği için kendisi yine zindana atılmış, Bağdat sokaklarında kırbaçlattırılmıştır. Kadılığı kabul etmeyip müteahhitiği benimsemesi de onu kurtaramamıştır. Halife Mansur onu yine zindana attı ve bu mübarek zat zindanda zehirlenerek şehâdet şerbetini içti.
Bu dönemin büyük felaketi Hülagü Han’dır. Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlı Devleti’nin kurucusu Hülagü belki hayatının en hayırlı amelini Alamut Kalesi’ni içindekileriyle beraber yok ederek işlemiştir. Hasan Sabbâh’ın bu muhkem kalesine yer altından tüneller döşenmiş ve bu tünellere barut ve petrol döşenerek kale, içindekileriyle beraber yok edilmiştir.
Ancak 1258’de Bağdat’a giren Hülagü yüz binlerce insanı öldürüp halifeyi de Moğol-bozkır geleneğine göre keçelere sarıp at nalları altında ezdirerek katletmiştir. (Bozkır töresinde asillerin kanı arza akıtılamaz. Bu gelenek Osmanlı’da da yaşatılmıştır. Hanedan üyeleri yay kirişi ile öldürülmüştür.)
Hülagü Bağdat’a girince halk korkusundan camilere sığınmıştır. Rivayete göre bir camiye atıyla dalan Hülagü, halka şöyle seslenmiştir: Ey Bağdat halkı! Siz ne zalim ve günahkâr bir kavimmişsiniz ki, kader benim gibi bir belayı size musallat etti.
Bağdat’ın istilasında binlerce kütüphane ve diğer yapılar yerle bir edilirken sayısız kıymetli eser de yakılıp kül edilmiştir.
Emevilerden ve Abbâsîlerden zulüm gören İmâm-ı A’zam hazretleri eğer Osmanlı döneminde yaşamış olsaydı, şüphesiz en büyük saygıyı görürdü. Emevilerin ve Abbâsîlerin yıkılış sebeplerinin başında, her iki devletin de bu büyük İslam âlimine yaptıkları zulmün etkisi çok büyüktür. Bu hareketler, Allâhü teâlânın gazabına ve Resûlullâh Efendimiz’in hüzn-i derûnuna sebep olmuştur.
MOĞOLLAR
Tarihin kaydettiği en acımasız devletlerden birisi de Moğollardır. Geçtiği yerleri yakıp yıkan, Cengiz Yasaları ile ülkelere adalet getirdiğine inanan putperest Cengiz, yayılmacı politikasının, coğrafyasındaki insanlara yaptığı zulümlerle tarihin kara sayfalarının mimarı olmuştur. Moğollar her imparatorluk gibi etnik olarak saf değildi. Bu toplulukta Türk unsurları olan ve Türkçe konuşan boylar da vardı.
13. yy.da Marko Polo Cengiz İmparatorluğunu gezmiş “Tatar” kelimesini Türkler ve Moğollar için kullanmıştır.
Prof. Dr. Zeki Velidi Togan 1941’de yayınladığı “Moğollar, Cengiz ve Türklük” eserinde ve 1946’da yayınladığı “Umumi Türk Tarihine Giriş” adlı eserinde, 1221’de Cengiz Kaan’ı ziyaret eden Çao-Hung adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgilere dayalı olarak Moğolları Türk kabul eder.
Ziya Gökalp da çok şeyde yanıldığı gibi, bu konuda da yanılıp Moğolları Türk kabul eder. ”Turan” adlı şiirinde Atilla ile Cengiz’i aynı paralelde değerlendirir:
“Sahifelerde değil çünkü Atilla Cengiz-Zaferlerle ırkımı tetvîç eden bu nâsiyeler/O tozlu çerçevelerde o iftirâ âmiz-Muhit içinde görünmekte tozlu şermende/Fakat şerefle nümâyân Sezar'la İskender.'' (Sezar ve İskender şerefle görünürlerken zaferlerle ırkımı taçlandıran Atilla ile Cengiz tozlu çerçevelerde iftiraya bulaşmışlardır.)
Tarihçilerin kahir ekseriyeti Moğolları Türk kabul etmezler... Moğol İmparatorluğu da, Cengiz’in sağlığında çocukları ve torunları arasında paylaşılmış, büyük Türk-Moğol Hakanı Timur Han hariç, diğerleri zulüm ile âbâd olamayıp yok olup gitmişlerdir. Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
2023 Eğitim Vizyon Belgesi üzerine analizler
17 Kasım 2018 02:00
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Nitelikli eğitim, bir vücudun şahdamarından beynine giden temiz kan gibidir. Kan, hastalıklı veya bozuk olursa beyin dâhil diğer bütün organların sağlıklı çalışması imkânsız hâle gelir. Son günlerde ülkemiz, eğitimde ciddi bir seferberlik başlatmış olup devletin en tepesinden en alt kademesine kadar bütün safhalarda belli bir motivasyon sürecine girilmiştir. Dolayısıyla geçtiğimiz ay açıklanan 2023 Eğitim Vizyon Belgesi’nin yeterlilik durumu üzerine yaptığımız tespit ve analizler şu şekildedir:
1. Öncelikle vizyon belgesinin “eğitim felsefesi” kısmına bakıldığında; kökü de bedeni de bu topraklarda olan insanlar yetiştirme kaygısının taşındığı görülmektedir. Fakat hayata geçecek uygulamalar; sadece teoride kalmamalı, hem maddi hem de manevi yönü gelişmiş fertler yetiştirmeye hizmet etmelidir. Zira geçmişten bugüne eğitim anlayışlarımızın baş belası olan pozitivizm ve materyalizm vebasından arınmamış şu anki uygulamaların eğitim adına ülkemize kazandırabileceği çok fazla bir şey olamamıştır maalesef! Ayrıca bundan sonra, bu konudaki lüzumsuz ısrarlar, üzerinde samimiyetle çalışılan vizyon belgesinin tozlu raflardaki yerini almasını engelleyemeyecektir. .
2. Eğitim Vizyon Belgesi’nin “Temel Politikalar” bahsinde; ”Büyük insanları ortaya çıkaran şey eğitimdir. Bu nedenle medeniyet tarihimizde, Nizamiye’den Sahn-ı Seman’a, Köy Enstitülerinden Öğretmen Okullarına, Parasız Yatılı Okullardan Fen Liselerine kadar birçok eğitim kurumu yer almıştır. Bu kurumların yetiştirdiği büyük insanlar da medeniyetimizin sütunlarını dikmiştir. Bu olgudan hareketle eğitimi; çocuklarımızı her anlamda muvaffak kılmanın yanı sıra, insanlığa hizmet ederek evrensel medeniyete katkı sağlamak olarak görüyoruz” ifadesi mevcuttur. Burada özellikle misal olarak verilen bazı kurumlar, medeniyet telakkimizin önemli yapı taşlarındadır ve yüzyıllarca kültür hayatımızda önemli roller üstlenmiştir. Bu kurumların en önemli özelliklerinden biri çocuğu maddi ve manevi yönüyle ele almış olmalarıdır. Fakat köy enstitüleri gibi kurumlar, ideolojik yaklaşımların bayraktarlığını yaparak milletin yüzyıllardır muvaffakiyetinin ana sebebi olan değerleri kasıtlı biçimde yok saymış, milletin çocuklarının millî ve manevi birikimini eğitim programlarına tesirli biçimde koymama ısrarıyla maalesef ruhu aç, vicdanı zayıf fertlerin yetişmesine sebep olmuştur. Oysa ülkenin kurulduğu ilk yıllarda %73 civarındaki köy nüfusuna hitap eden bu uygulama, milletin millî-manevi zenginliği ile yoğrulsaydı belki bugün sanayi toplumuna entegre olmuş enstitüleri konuşuyor olacaktık. Boş bir ideolojik saplantı, ülkemize on yıllar kaybettirmiş ve de o süreçlerde yetişen bazı kimseler, bugüne kadar milletin vicdanı ile çatışmayı hep bir meziyet olarak görmüştür. Bu da gösteriyor ki: Açılan eğitim kurumları, milletin kültürü ile uyumlu olmak zorundadır aksi takdirde vicdanlarda reddedilmeye mahkûmdur.
ÖNCE ÖZ DEĞERLER VERİLMELİ
Özellikle çocukların evrensel değerleri hayat biçimi hâline getirmeden önce kendi öz değerlerini özümsemesi ve karakter hâline getirmesi önemli bir ihtiyaçtır. Zira kendini belli bir seviyeye taşıyamayan fertler, başkasının derdiyle de tesirli biçimde ilgilenemez. Bununla birlikte kültür hayatımızın önemli yapı taşları olan Sıbyan Mektepleri, Sahn-ı Seman, Enderun, Harem (Kadınlar Akademisi) ve medreselerin işleyiş biçimleri çok iyi incelenmeli, bir insanın hem maddi hem de manevi yönüyle nasıl kâmil bir seviyeye ulaşabileceği üzerine kafa yorulmalıdır. Son yüz yılda niçin dünya çapında Barbaroslar, Mimar Sinanlar, Piri Reisler, Sokullular, Kemalpaşazadeler, Ebussuud Efendiler, Sabuncuoğlu Şerafettinler, Yahya Efendiler, Akşemseddinler, İsmail Cezeriler, Uluğ Beyler ve Ali Kuşçular yetiştiremediğimizin şifreleri çözülmeye çalışılmalıdır.
3. Vizyon belgesinin “İçerik ve Uygulama” esasları başlığında; çocukların bireysel farklılıklarına yönelik bir yaklaşımın hedeflendiği görülmektedir. Bunun için de çocukların öğrenme kapasiteleri geçerli ve güvenilir testlerle belirlenmeli, yerel ve ulusal çalışmalar yapılmalıdır. Zira artık bireysel farklılıklar dikkate alınmadan yapılacak faaliyetler yeterli netice vermeyecektir. Öyle ki bazı araştırmalarda bireysel farklılıkların öğrenmedeki payının %50 civarında olduğu görülmektedir. Bunun için de öğretmen, idareci ve veli faktörü bu sürecin kilit konumundadır. Ayrıca sürecin muvaffakiyeti, bu kimselerin gayretine bağlıdır. Dolayısıyla teferruatlı bir planlama ve program şarttır.
HER FERT FARKLIDIR
4. Vizyon belgesinin “Okul Gelişim Modeli”nde belirtilenler oldukça ehemmiyetlidir. Zira her ferdi, eğitim-öğretimde farklılık taşıdığı gerçeği göz önünde bulundurulmaksızın aynı kıstaslarla yarışa sokmak, şimdiye kadar objektif ve başarılı neticeler vermemiştir. Çünkü her fert, bu konuda birbirinden farklıdır ve konunun davranışa dönüşmesi yani kazanılması farklılık arz eder. Bu da herkesin öğrenme stilleri ve bireysel farklılıkları sebebiyledir. Bazı insanlar bir konuyu bir haftada, bazıları bir ayda öğrenebilir ve bunu bu sürelerde davranışa dönüştürebilir. Burada zekâ faktörü yanında diğer biyolojik, sosyolojik ve fizyolojik sebepler devreye girer. Özellikle bu farklılıklar eğitim noktasında daha da kritik hassasiyetlerin var olduğu gerçeğini hatırlatır. Zira öğrenme bir konunun davranışa dönüşmesi şeklinde olurken; eğitim, davranış değişikliği kazanma süreci şeklinde gerçekleşir ve burada “süreç” kavramı çok önemli bir yer tutar. Öyle ki burada beklentiler, yeterlilikler, sınırlılıklar ve birikimler devreye girer. Dolayısıyla eğitimde rekabet temelli değil de paylaşım temelli bir yaklaşımın tercih edilmesi isabetlidir. Hatta bu konuda yıllardır yapılan yanlışlar sebebiyle birçok neslin heba olduğu da bir gerçektir. Bu konudaki hassasiyetler ölçme ve değerlendirme yaklaşımları için de geçerli olmalı, ölçme ve değerlendirmede de bireysel farklılıklar esas alınmalıdır.
5. Vizyon belgesinde “Her çocuk için bir e-portfolyo oluşturulacaktır” maddesi yer almaktadır. Bu mevzuda ülke olarak çok gerilerde kaldığımız bir hakikattir. Zira şu an eğitimde başarı hikâyesi yazan ülkeler, bu konuda çok mesafe almış olup çocuklarının okul öncesinden üniversiteye kadar bütün bilgi ve verilerini kaydettikleri görülmektedir. Böylece bu ülkeler, kendi çocukları için bu safhaları en tesirli biçimde kullanarak uzman ve pedagog yardımıyla en isabetli kararları almaktadırlar. Ülkemizin de bu konuda ciddi kararlar almış olması ve çocuklarımızın eğitim hayatının düzenli/programlı verilerle takip edilmesi yaklaşımı çok önemlidir. Zira bu konularda alınacak tedbirler, eğitimde rastgele çözümlere yeltenilmemesini de zaruri hâle getirecektir. (Hatta Almanya gibi devletler, eğitimde veri kullanımı noktasında çok hassastırlar. Öyle ki kurdukları “ders kitabı enstitüleri” vasıtasıyla bütün dünya ülkelerinin ders kitaplarını inceleyip arşivlemektedirler. Bu sayede 15-20 yıl sonra hedef ülkede nasıl bir insan profili ile karşılaşabileceklerinin hesabını yapmaktadırlar.)
İLMİYLE MÜCEHHEZ ÖĞRETMENLER…
6. Eğitimde insan kaynakları meselesi de en ciddi mevzulardan biridir. Eğitimde insan kaynakları denilince akla ilk öğretmenler gelir. “Öğretmenlik” kavramı sadece “öğreten kimse” imajını çağrıştırmaktadır. Fakat “muallim” kavramı ilmiyle mücehhez, mesleğinin bütün incelikleri yanında insanı her yönüyle çözümlemiş bir model insanı da tarif etmektedir. Öncelikle eğitimin lokomotifi olan kimselerin literatürdeki karşılığını tam yerli yerine oturtmak, kavramların algı gücünün tesirini de ciddiye almak demek olacaktır. Muallim istihdamımız konusunda da mutlaka daha kalıcı tedbirler almak zorundayız. Ülkeyi geleceği taşıyacak olanlar; duruşuyla, belagatiyle, ahlak anlayışıyla, vicdan-merhamet duygusuyla ve kültür/medeniyet telakkisiyle nitelikli “model insan” rolüne sahip muallimlerdir. Nitelikli muallimler; kendi mesleğinin inceliklerine tam vâkıf, dünyayı tam okuyabilen, entelektüel birikime sahip, kültürel hassasiyetleri oluşmuş, değerler anlayışı gelişmiş, sosyal psikolojiyi iyi bilen kimselerden seçilmeli ve bunun için de tesirli mülakat tekniklerine muhatap olmalıdır. Ayrıca okulların nitelikli eğitim vazifesini tam icra edebilmesi için idarecilere de önemli işler düşmektedir. Meşguliyeti, çoğunlukla eğitim dışı işler olan okul müdürlerinin eğitim tecrübelerinden daha fazla istifade edebilmek için okulların fiziki olarak belediyelere devri meselesine öncelik verilmelidir. Park, yol, köprü ve sosyal tesis yapma vazifesi yanında okulların bütün fiziki ihtiyaçlarını karşılamayı vazife addetmesi gereken belediyelerin vatandaşlarını en fazla temsil eden kurumlara yasaların kendine çizdiği kurallar çerçevesinde sahip çıkması eğitimdeki birçok problemin çözümüne de yardımcı olacaktır.
Bütün bunların yanında; vizyon belgesinde, yabancı dilden, imam hatiplere kadar birçok konuya değinildiği görülmektedir. Özellikle lisan (dil) meselesi önemlidir. Bir insan yabancı dili iki sebepten öğrenir; bu, ya ticaret dili olması sebebiyle ya da yabancı kültürlerle kaynaşmak arzusundan dolayıdır. Dedesinin kendisine yazdığı mektubu okuyamayan ve ecdadından kalmış kitapları anlayamayan bir neslin kendi kültür rüzgârını arkasına almadan âleme hizmet imkânı yoktur.
Bununla birlikte; vizyon belgesine yönelik altı çizilmesi gereken mevzulardan biri de değerler anlayışının kalıcılığına yönelik faaliyet planının yetersiz kaldığı gerçeğidir. Özellikle nitelikli bir tarih eğitim-öğretimi, geçmiş-bugün bağlantısının kurulması noktasında çok önemli bir ihtiyaçtır. Vizyon belgesinde bu mevzuya özel yer ayrılmasını beklerdik. Zira her türlü zekâ potansiyeline sahip değersizlerin yeterli bir değerler idrakine sahip olabilmesi tarih ilmi olmadan neredeyse imkânsızdır. Ayrıca İmam Hatip okullarında İslam’ın kaynaklarının yani Edille-i Şeriyye’nin tam öğretilmesi ve yaşanması için yeterli vurgunun yapılmaması da dikkat çekicidir. Ayrıca bu konuda topun ilahiyat fakültelerine atılması ve de ilahiyat fakültelerinin İslam’ın öğretilmesi ve yaşanması konusunda kafasının karışık olması özellikle kaygı vericidir...
.
Keşfedilmeyi bekleyen hazine: Ali Emîrî Efendi
25 Kasım 2018 02:00
Hayati İnanç
Kırk yıldan bu yana mısraların peşine düştüm, bir ömür tükettim ecdat şiirinin ardında.
Başta Şair Nabi, Şair Baki ve Şeyh Galip olmak üzere birçok divan şairine tutuldum. Onlar arasında fevkalade dikkat çekici biri daha var: Diyarbakırlı Ali Emîrî Efendi.
Kendisi divan sahibi olmasına rağmen şair olarak tanınmaz. Daha ziyade kitap âşığı olarak bilinir ziyalılar arasında. Kütüphane müessisidir. Fatih Camii’nin hemen altındaki Millet Kütüphanesini kuran, yürüten, bağışlayan odur tek başına.
Bize 11 bin cilt eser bırakır ki yarısı matbudur, yarısı yazma. Bir hazine ki paha biçilemez ona.
Ama okuyamıyoruz, öyle duruyor boşu boşuna.
İçerideki kitaplar Türkçe, dışarıdakiler Türkçe konuşuyor. Sanki manyetik duvarlar var arada.
KİTAP KOKUSU
Orhan Seyfi Orhon anlatır. Çocukluğumun sahaflarını hatırlarım; eğer Ali Emîrî Efendi dolanıyorsa bir kitap kokusu almıştır mutlaka. Hedefine kilitlenir, dükkân açılmadan gelir, kapısı önüne oturup piposunu yakar. Yan döner, ilgisiz davranır güya. Hemen atlayıp fiyat sormaz, bedeli yükseltmenin manası yoktur zira.
Kitapçılar da kurttur onun iz üzerinde olduğunu bilir, ağırdan alırlar. Neticede “çay söylüyorum hocam” diye laf atarlar, çaylar gelir, havadan sudan derken girerler mevzua.
-Ya Emîrî Efendi elimize şöyle bir şey geçti, merakınızı mucip olur mu acaba?
-Emîrî Efendi “haa o mu” der meraksız bir tonla. “Bendenizde mevcut bir nüsha.”
-Ama filankes bundan üç nüsha edindi, sizde bir tane olsun yakışır mı? İnsan bir tane hattı, bir tane de tezhibi için alır. Bu alakasızlığı size münasip görmedim hocam, kusura bakma. Şu Memluk cildine bakın hele, şu nefis derkenarlara…
-Eee kaç paraymış?
Bir fiyat telaffuz edilir.
-Aman efendim kütüphane mi devrediyorsunuz? Hepi topu bir kitap.
Birazdan münakaşa sertleşecek sesler yükselecektir. Tarafları tanımayanlar birbirlerine darıldıklarını sanırlar. Karakolda mı bitecek, kan mı çıkacak derken kucaklaştıklarını görürsünüz. Bir orta yol bulunur, atla deve değildir sonunda.
Ali Emîrî Efendi ucuza kapattık diye neşeyle evine dönerken, kitapçı da kazandığı çil akçeleri atacaktır kasasına. Alan memnun, satan memnun, tasası ona buna.
HAZİNEYE MALİK VİRANELER
Bir defasında uğradığı sahaf masanın üzerindeki kâğıtları gösterir, perişan vaziyettedirler, darmaduman.
-Üstad böyle bir şey bıraktılar alakadar olur musunuz acaba?
Bir baksa ki Dîvânu Lugati’t-Türk’ün yeryüzündeki tek nüshası.
Renk vermez tabii. “Ne istiyorsun buna?”
-15 gün evvel bir kadın bıraktı, 30 akçeden aza razı olmuyor.
-30 akçe mi? Çok para!
-Yarın son gün, satılmazsa iade edeceğim ona.
Emîrî Efendi’nin cebinde sadece 3 akçe vardır, olsa can feda.
Bırakıp gitse. Ya bir başka kitap kurdu farkına varır da kapatırsa?
Adamı dükkâna iteler, üzerinden kilitleyip çıkar çınar altına. Açar ellerini; “Ya Rabbi bana bu parayı verebilecek bir kulunu yolla.”
Bakar Sadrazam Hilmi Paşa o civarlarda. “Efendim imdat ediniz, karz-ı hasen olarak bir 30 akçe verir misiniz bana?”
-Ne o yine kitap mı alacaksın?
-Başka ne olabilir ki? Tilki kırk masal bilirmiş hepsi tavuk hakkında.
30 akçe küçük bir servettir. Sadrazam, Ali Emîrî Efendi’yi yormaz, atar elini kuşağına.
Peki geri ödeyebilir mi? Zor, unutsa iyi olur bu saatten sonra.
Emîrî Efendi koşar dükkânı açar, “al sana 30 akçe” der, cebindekileri de üstüne koyar hatta.
Kitabı koltukladığı gibi doğru yuvaya.
YA EKSİĞİ NOKSANI VARSA?
Kilisli Muallim Rıfat Bilge can dostudur, o da bir kitap hastası, Emîrî Efendi’den ayrılmaz.
Ali Emîrî Efendi “İyi bak” der “Elimdeki Dîvânu Lugati’t-Türk. Şu sahifeleri tanzim edebilir misin acaba?
Tevdi edilen iş kolay değildir, çünkü sayfalarda numara bulunmaz. Harf sırasına göre dizmek gerekir ki kelimelerin köklerini mastarlarını bilen biri yapabilir anca.
-Peki ya eksik noksan çıkarsa?
-Sus ağzından yel alsın ölene kadar ağlarım yoksa.
Muallim Rıfat gece gündüz kapanır, bir haftada bitirir.
-Müjde efendim kitap tamam, sayfalar yerlerini buldular.
Ali Emîrî Efendi sevinçten uçar. Bu iyiliğin altında kalır mı? “Gel” der, “Evimin tapusunu vereyim sana.”
-Aman üstad siz ne yapacaksınız sonra?
-Zaten çoluk çocuğum yok, bir çatı altı bulurum nasıl olsa.
-Hocam bugün neşelisin yağdırıyorsun, yarın bir kitabı yanlış rafa koyarım beni kütüphaneye sokmazsın bir daha. Senden hiçbir şey istemiyorum yeter ki beni buradan kovma.
Ali Emîrî vefat eder, vasiyetinde bir madde: “Dîvânu Lugati’t-Türk’ün bütün basım ve bilcümle telif hakları Muallim Rıfat’a!”
İŞİN KEYİFLİ KISMI
Laleli civarlarında okumuş yazmış taifesinin takıldığı bir kıraathane vardır, melce diyelim biz ona. Çay, kahve, nargile filan. Müderrisler kalem kâğıt hazır bekler, hikmet devşirmeye bakarlar.
Ali Emîrî Efendi göğsünü gere gere gelir, nasıl bir eda, gören de sultan sanacak. Belli yine bir kitap buldu, bakalım bu sefer ne çıkacak?
Efendiler aranızda Dîvânu Lugati’t-Türk’ü gören var mı?
Nereden görsünler zaten üç nüshası mevcut dünyada. Onun da ikisi kayıp, hiç arama. Adını duymuşlar da müşerref olmamışlar daha.
-Efendim fakirin kütüphanesinde mevcuttur, haber vereyim dedim meraklısına.
Her gören ta’yîb kıldı dîde-i giryânımı
Eyledim tahkik görmüş kimse yok cânânımı
İstanbul’da günün hadisesi olur, kitap kurtları imrenir, yerinde olmak için yanıp tutuşurlar.
Bu arada Ziya Gökalp görevlendirilmiş, Türkçülüğün esaslarını hazırlamaktadır. Dîvânu Lugati’t-Türk gibi bir kaynağa şiddetle ihtiyacı vardır. Nasıl ele geçirse acaba?
Ali Emîrî Efendi bir başkasına gösterebilir ama ona asla, kendisinden de, fikirlerinden de hazzetmez, yaklaştırmaz yanına.
Ziya Gökalp, içini hemşehrisi Süleyman Nazif’e açar.
Neyse Ali Emîrî Efendi’nin hatırını kıramayacağı bir heyet tanzim edilir ki sahaflarda 30 akçe borç veren Paşa da vardır aralarında. Öve öve başını döndürür, kıvamı gelince kitabı isterler, sadece iki haftalığına.
Ali Emîrî Efendi’nin tek şartı vardır: “İstinsah edilmeyecek (kopya çıkarılmayacak) asla!”
Ziya Gökalp tamam der ama sözünde durmaz. Bunu duyan Ali Emîrî Efendi gelip kitabını alır ve sırf bu yüzden 18 sayı dergi çıkarır, Ziya Gökalp’e vurur, ipliğini çıkarır pazara.
Herkes şunu iyi bilir ki Ali Emîrî Efendi biriyle uğraşıyorsa kesin kitap meselesi vardır arada.
Ali Emîrî Efendi kitaplarını kimseye vermez. İsviçreliler ister, “muhteşem bir kütüphane kuralım, çelikten duvarlar yapalım” derler, ilgilenmez. Fransızlar, İngilizler kamyonla parayla gelir, cevap bile vermez.
Ve onları milletine hediye eder.
MÜNTEHABAT
Yıl 1916. Ali Emîrî Efendi, Sultan Reşad’a bir mektup yazar.
“Devletli Efendim, Ertuğrul Gazi dedenizden bugüne bütün sultanların şiirleri elimde. (Eskiler müntehabat derlerdi buna). Zat-ı âlinizin şiirine rastlamadım. Yazmadınız mı? Biz mi rast gelmedik yoksa?”
Sultan Reşat Çanakkale harbi ile ilgili yazdığı şiiri yollar...
Müthiş bir şiir ve dönemin şairlerince defalarca tahmis edilir.
Tahmis hamse kökünden gelir, şiirden iki mısra alınır, üç de eklenir, “beşleme” denir onlara.
Ben bunlardan yüz kadarını okudum. Ancak Yahya Kemal’inki çok başka.
Nitekim Sultan kolundan İsviçre malı el yapımı saati çıkarıp Yahya Kemal’in bileğine takar. Ünlü şairimiz “Bu bana halifenin hediyesidir” der, üzerine titrer âdeta.
AZ YAZAR ÖZ YAZAR
Yılmaz Öztuna’ya göre Türk tarihinin en büyük şairi Yahya Kemal’dir. Tereddüdüm vardı, kendisine arz ettim, “Bu mütalaamı münakaşa edenle selâmı keserim” diyecek kadar kızdı bana.
Yahya Kemal monşer görünüşlü bir diplomat, Lozan’da imzası var. Üsküplü ama Urfa listesinden mebus yapılır. Bütün bunlara rağmen 1. Cumhurbaşkanını öven tek bir mısra yazmaz, diğerleri gibi alkış tutmaz.
Fevkalade mükemmeliyetçi olduğu için adam övmekte cimri, ölçer, biçer, ince tartar.
Hayatını inceledim sadece 13 kişiyi methe değer bulmuş. Bunlardan biri Alpaslan. Sonra Selimname (Yavuz), dayısı Leskofçalı Galip, Otranto Seferini gerçekleştiren Gedik Ahmet Paşa, Yenişehirli Avni…
Ve Ali Emîrî Efendi de var aralarında. Az yazmakla tanınan şair, müstakil gazel yazmış ona.
İSTİKBAL KÖKLERDEDİR
Ali Emîrî Efendi’nin eline bir kitap geçer ama ikinci cildi Yemenli birindedir. O sıra Varna’da devlet memurudur, mektup yazar, ücreti mukabilinde kitabı ister. Sonra bir mektup daha, bir mektup daha ve Yemen’e gitmek için hazırlanmaya başlar. Tam yola çıkacaktır ki kitabın kendisine gönderildiğini öğrenir. Sevinçten çıldırır ama unuttuğu bir şey vardır müstafi olmuş memuriyet elinden gitmiştir. Sultan Reşad bizzat inisiyatif alıp vazifesine iade eder de tekaüd olur. Tek geliri de budur zaten.
Pek bahsedilmez ama Ali Emîrî Efendi parlak bir şairdir aynı zamanda.
Âdetimdir nezd-i cânânımda
olmak girye-nâk
Rûz içinde seyr-i kevkeb (yıldız)
isterim meşreb bu ya
Sevgilinin huzurunda gözyaşı dökmek âdetimdir. Güpegündüz yıldız aramak iş değil ama ne yaparsın, huy işte…
Lisân derd-i derûna tercümân
olmakda âcizdir
Sükûtundan tahammül ehlinin
feryâd olur peydâ
Dil gönül derdine tercüman olmaktan acizdir, tahammül ehlinin sükûtu feryattır. Peki, duymak için ne lâzım? Can kulağı!
Cefâ-yı rûzigâra uğrayan
ekser eâlîdir
Cibâl üstünde sahrâdan
ziyâde olur peydâ
Cefa rüzgârı ekseri yükseklere uğrar, evet çölde de eser ama dağlarda sert eser oldukça...
Bunlar arada bir yazdıkları, şairlik iddiası yoktur aslında. Divanı elektronik ortamda var, lezzet için atf-ı nazar etmekte yarar var.
Günümüz insanının haberi bile yok acınacak hâldeyiz aslında.
İstanbul işgal yıllarında her şeyini kaybetti ama kütüphaneler kaldı. Durun size öyle bir iş edeceğiz ki dediler, nasıl olsa okuyamayacaksınız bir daha.
KENDİ GÖK KUBBEMİZ
Emr-i bülendsin ey Ezan-ı Muhammedî
Kâfi değil sadâna Cihân-ı Muhammedî.
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel
Fethetmeliydi âlemi Şan-ı Muhammedî
Gök nûra garkolur nice yüzbin minareden
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî
Ervâh cümleten görür Allahü Ekber’i
Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî
Üsküp’de kabr-i mâdere olsun bu nev gazel
Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî
Yahya Kemal’in annesi Üsküp’te, dayısı Leskofça’da kaldı, yaşadığı yerler ayağının altından kaydı.
Park Otel’in kral dairesinde yaşayan bir bohem gibi görünüyor, 48 çift ayakkabısı 120 takım elbisesi olan bir bekâr.
Kahvaltı odasına gelir, tepside mutlaka yeşillik bulunacak.
Garson bir seferinde yeşillik koymuyor.
Soruyor “niye ama?”
Yemiyorsunuz ki üstad, hep kalıyor tabağınızda.
Sen kalsa da getir çünkü Resul-i Zişan Efendimiz “yeşilliksiz sofra akılsız ihtiyara benzer” buyurdular.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik.
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle,
Şimşek gibi geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Yahya Kemal’lin mısraları arkebuz gibi güm güm vuruyor
Dandan da dan dan… Dandan da dan!
Aruzun o muazzam kalıbı takıp peşine götürüyor.
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bu da bir hadis-i şerifin şairane şerhi aslında. “Cennettekiler dünyaya dönmek istemezler, şehitler müstesna!”
Ah ki ah!
Neleri terk ettiğimizin bir farkına varsak..
.
Türklüğün mayası: Hoca Ahmet Yesevi
2 Aralık 2018 02:00
Dr. H. Ahmet Şimşek
Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
simsekahmet@hotmail.com
Bismillah deyip beyan ederek
hikmet söyleyip;
Talep edenlere inci, cevher
saçtım ben işte.
Riyazeti sıkı çekip kanlar yutup;
‘İkinci defter’in sözlerini
açtım ben işte. (1)
Ulu Türkistan Piri Hoca Ahmet Yesevi hazretleri, bir şaheser olan "Divan-ı Hikmet"e bu sözlerle başlar. Anadolu’da her bölgenin, her şehrin, hatta bazen ilçe ve köylerin bile piri olur. Konya’da "Hazreti Pir" derseniz hemen Mevlâna Celâleddin Rûmî anlaşılır. Ankara’nın piri Hacı Bayram Veli’dir. Kastamonu’da Şeyh Şaban-ı Veli, Nevşehir’de Hacı Bektaş Veli hazretleri oraların piridir. Bizde mesleklerin bile piri vardır; esnafın piri Ahi Evran, cengâverlerin piri Battal Gazi’dir. Bu bize, geçmişimize ve manevi önderlere bağlılığımızı gösteriyor. İşte biz buna Türk-İslam ahlakı ve geleneği diyoruz. Onun için biz "Selefî" anlayışı benimsemeyiz. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere onun eshabı ve yolundan gidenlere sevgimiz ve saygımız sonsuzdur. Ahmet Yesevi ise sadece bir şehrin değil bütün Türkistan coğrafyasının piridir.
Ahmet Yesevi’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor ancak Hikmetler’inden anladığımız kadarıyla 1000 yılının son on yılında doğduğu tahmin ediliyor. Yani 1090 ile 1100 yılları arasında. Ancak doğduğu yer ve şeceresi açık biliniyor. Bugünkü Kazakistan’ın güneyinde Çimkent vilayeti sınırları içinde bulunan Sayram köyü. Bugün Türkistan olarak bilinen Yesi’nin yaklaşık 160 km doğusunda. Babası iyi bir âlim olan Şeyh İbrahim Ata, anası Karaşaş (kara saçlı) olarak bilinen Ayşe Ana. Soyu birçok kaynakta Hazreti Ali’ye dayandırılır. Babasını ve annesini küçük yaşta kaybedince ablası Gevher Şehnaz muhtemelen 7 yaşlarında olan Ahmet’i alarak Yesi’ye geldi ve oraya yerleştiler. Bu hicretin sebebi de ablasının küçük kardeşini düşünmesiydi. Nitekim ilim tahsiline burada başladı. İlk hocası Arslan Baba’dır. Ahmet küçük yaşta birtakım tecellilere mazhar oluyordu. Hızır aleyhisselam ile buluşup konuşması anlatılan rivayetlerden biridir. Diğer bir rivayet de Arslan Baba eshab-ı kiramdandır ve Peygamber Efendimizin kendisine verdiği emanet hurmayı 400 sene ağzında taşıyarak Ahmet Yesevi’ye vermiştir. Zaten ilk karşılaşmalarında küçük Ahmet, emaneti isteyerek bulunduğu makamı belli etmiştir.
Arslan Baba’nın ona verdiği terbiye, irşat ve ilimle Yesili Ahmet kısa zamanda uzun mesafe katederek bölgede tanındı. Hocası Arslan Baba vefat edince zamanın önemli ilim merkezlerinden biri olan Buhara’ya gitti. Orada Yusuf Hemedani’ye intisap ederek ilim ve irşat almaya devam etti. Yusuf Hocası vefat edince Abdullah Berkî’ye diz büktü, o da vefat edince Hasan Endâkî’den feyiz ve ilim aldı. 1160 yılında Hasan Hocası da ebedî âleme irtihal edince Ahmet Yesevi hazretleri şeyhlik postuna oturdu. Fakat onun hedefi büyüdüğü Yesi’ye dönerek ahaliye faydalı olmak ve eğitmekti. Bir müddet sonra vaktiyle Yusuf Hemedânî işaret ettiği için şeyhlik makamını Abdülhalik-i Goncdüvani hazretlerine bırakarak Yesi’ye döndü.
Aslında Hoca Ahmet Yesevi kendi hayatını 'Hikmetler'inde çok güzel anlatır.
Yesi’de dergâh kurdu ve insanlara ders vermeye başladı. Ders verirken asla bir ayrım yapmadı; zengin fakir, din inanç ayırt etmeden onları sohbetlerine çağırdı. En mühimi de Türk dilini kullandı, insanların seviyesine indi. Verdiği ders karşılığında kimseden karşılık beklemedi. Bir taraftan da ağaçtan kaşık ve tabak yaparak geçimini temin etti.
Şu menkıbe çok hoşuma gider: Hoca Ahmet Yesevi, yaptığı kaşık ve tabakları öküzünün heybesine koyarak Yesi Pazarına salıverirmiş. İhtiyacı olanlar kaşık ve tabağı alarak bedelini heybeye bırakırlarmış. Öküz, heybe boşalıncaya kadar pazarı dolaşırmış. Şayet bedelini ödemeyenler olursa onların peşi sıra yürürmüş. Bunu gören ahali de o kişinin alışverişinin karşılığını vermediğini görerek ayıplarmış. Hâl böyle olunca kimse buna tevessül etmezmiş. Bu hikâyeden sonra ben hep şunu söylerim; öküz bile kul hakkını biliyor da günümüzde kul hakkı yiyenler, bir öküz kadar bile olamıyorlar!..
Hoca Ahmet Yesevi’nin sohbetlerinde halkın dili olan Türk dilini kullanması da kayda değer bir husus. Çünkü Türkçe konuşması dilimizin korunmasında çok önemli bir yer edinmiştir. Divan-ı Hikmet asırlardır okunup irşat vesilesi olmuştur. Hatta Yesevi’nin Arap ve Fars dilini bir kenara bırakıp insanlara kendi dilleriyle hitap etmesi bazılarını rahatsız etmişti. Huzuruna varıp bunu söyledikleri zaman onlara şu hikmetiyle cevap vermiştir:
“Sevmiyorlar bilginler sizin
Türkçe dilini
Bilenlerden işitsen açar gönül ilini
Âyet, hadis anlamı Türkçe
olsa duyarlar
Anlamına erenler başı
eğip uyarlar
Miskin Hoca Ahmed, yedi
atana rahmet
Fars dilini bilir de, sevip söyler
Türkçeyi” (2)
Biz Hoca Ahmet Yesevi sayesinde belki de milliyetimizi ve Türklüğümüzü koruduk. Zira dilini unutan toplum asimile olur. Bunun en büyük örneği de Macarlar ve Bulgarlardır. Aynı soydan olduğumuz hâlde Türkçeyi unutunca ve üstüne üstlük Hristiyan da olunca Türklüklerinden eser kalmamış, senelerce Osmanlıyla savaşmışlardır.
Ahmet Yesevi, Peygamber efendimizin sünneti mucibince ve insan tabiatına uygun olarak evlenmiş ve üç çocuk sahibi olmuştur. Bu evliliğinden İbrahim adında bir oğlu ve Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adında iki kızı olmuştur. İbrahim ve Gevher Hoşnaz küçük yaşta vefat etmişler ve soyu halasının adını alan Gevher Şehnaz ile devam etmiştir. Kazakistan’da Yesevi soyundan gelenlere “Hâce veya Hocalar” denir ve toplumda bir saygınlıkları vardır.
Ahmet Yesevi 63 yaşına gelince müritlerine bir çilehane hazırlattı ve “Haddi aştık” diyerek orada yeni bir hayata başladı. Zamanının çoğunu burada geçiriyor ve zikir ve ibadetle meşgul oluyordu. Bu hayatının ne kadar sürdüğü kesin olarak bilinmiyor. Ama bir on yıl daha yaşadığı tahmin edilmektedir.
Kerametleri vefatından sonra da devam etmiştir. Rivayete göre kendisinden üç asır sonra yaşayan Emîr Timur’un rüyasına girer ve ona bir seferinde zafer müjdeler. Savaştan sonra Timur, kabrini ziyarete Yesi’ye gelir ve mimarbaşına büyük bir türbe yapılması emrini verir. Bugünkü Ahmet Yesevi Türbesi yeryüzündeki en muhteşem yapılardan birisi olup âdeta bir harabeye dönüşmüşken, Kazakistan’ın Sovyet boyunduruğundan kurtulmasından sonra ziyarete giden merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal tarafından Vakıflar Genel Müdürlüğümüz vasıtasıyla tamir edilmiş ve bugünkü hâlini almıştır. Artık Kazakistan zengin bir devlet olduğundan ötürü Kazaklar bu muhteşem türbeyi gözleri gibi korumaktadırlar. Büyük devlet adamı Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev’in emriyle tarihî Yesi şehri, bugünkü adıyla Türkistan, Türk dünyasının manevi başşehri ilan edilerek ayrı bir önemi haiz hâle gelmiştir.
Burada şunu da belirtmeden geçemem; Yesi adı niye Türkistan oldu? Türklerin muhayyilesinde bir “Ulu Türkistan” muhayyilesi vardır. Bu, öyle bir dünya ki, Doğu Türkistan’dan Hazar’a, Kazan’dan, Ufa’dan Afganistan Belh’e kadar uzanan yaklaşık 6 milyon kilometrekaredir. İşte bu muhayyileyi ve 'Ulu Türkistan' tabirinden rahatsız olan Ruslar Yesi kasabasına ‘Türkistan’ adını vererek âdeta küçülttüler. Tabii ki bunu harita üzerinde yaptılar. Ulu Türkistan, "Türk'üm" diyen birinin dimağında sonsuza kadar yaşamaya devam edecektir. Çünkü Kazakların büyük şairi Mağcan Cumabay der ki:
Türkistan iki dünya eşiğidir;
Türkistan er Türk’ün beşiğidir.
Görkemli Türkistan'da doğmak
Tanrı’nın Türk’e verdiği nasibidir.
Hoca Ahmet Yesevi atamız, Buhara’da ilim tahsilini ve tasavvufî olgunluğunu tamamlayıp Yesi’ye insanları talim ve terbiye için döndüğü zaman Ulu Türkistan coğrafyasında İslamlaşma devam ediyordu. Medreseler ve tekkeler bu hareketin en önemli unsurlarıydı. O sıralarda Maveraünnehir bölgesinin tek hâkimi Harzemşahlardı ve ortam irşat hareketi için uygundu. Bunu gören Hazreti Pir Yesevi, Siriderya’nın karşı tarafı Bozkırlara doğru henüz Müslüman olmamış Şaman geleneğine göre inancını devam ettiren ancak Tek Tanrı veya Gök Tanrı’ya inanan Türklere yönelip hızla Müslüman olmalarına vesile oldu. Bu bölgeden geçen göçebe Türkler, Ahmet Yesevi Ata’ya ilgi duyup kısa sürede inanç halkasına girdiler. Zor olmadı, çünkü zaten vahdetivücut inancı hâkimdi onlarda da. Hazreti Sultan onları kendi dillerinde ve hiç de zor olmayan bir inanca davet ediyordu. Üstelik bu inanç sistemi içinde savaş, cihada; Kızılelma, i'lây-ı kelimetullaha son derece uygundu. Böylece Ulu Türkistan coğrafyası hızla Müslüman oldu...
Rivayete göre, Ahmet Yesevi’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müritleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansur Ata idi. Mansur Ata 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Ata, Abdülmelik Ata’nın vefatından sonra yerine oğlu Tac Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengi Ata irşat mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Harizmli Said Ata, üçüncü halifesi, Yesevi tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Ata’dır. Hakîm Ata, Hârizm’de yerleşip irşada başladı; 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Ata’nın en meşhur müridi Zengi Ata idi. Zengi Ata’nın başlıca müritleri ise Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelmektedir.
Mürşidi Şeyh Yusuf el-Hemedani hazretleri gibi Ahmet Yesevi hazretleri de Hanefi bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşit ve ahlakçı hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının adab ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslamiyeti Türklere sevdirmek, Ehl-i sünnet akidesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir. İslam şeriatına ve Hazreti Peygamber’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı olan Ahmet Yesevi’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yeseviliğin Sünni Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlara tesir etmesinin başlıca sebebi olmuştur.
Ahmet Yesevi edebî şahsiyetinden ziyade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevi hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir.(3)
Hoca Ahmet Yesevi’nin günümüze ulaşan en büyük eseri şiirsel anlatımlı "Divan-ı Hikmet"tir. Farklı nüshaları olmakla birlikte en son Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı bunları toplayıp gözden geçirerek bastırmıştır. Tabii bu konuda üniversitenin mütevelli heyet başkanı çok kıymetli akademisyen dostum Prof. Dr. Musa Yıldız Hoca'yı anmadan geçemem. Musa Hoca göreve geldiğinden beri âdeta bütün dünyayı dolaşarak Hoca Ahmet Yesevi ve onun yolunu anlatıyor. Ben de kendilerinden gerek yaptığımız televizyon programlarıyla gerekse konferanslarıyla müstefit oluyorum. Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı sadece Divan-ı Hikmet’i değil Hazreti Pir’in bütün eserlerini bastırarak bilim dünyasının hizmetine sundu. Bunlar Fakr-nâme, Risâle der Âdâb-ı Tarîkat ve Risâle der Makâmât-ı Erba’în.(4)
Son olarak şunu belirtmek isterim. Hoca Ahmet Yesevi, Ulu Türkistan coğrafyasının, Anadolu’nun ve Balkanların Türk-İslam inancının mayasıdır. Yaşadığımız bu toprakların Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında onun binlerce talebesinin yani alperenlerin hesap edilemeyecek kadar büyük emekleri vardır. Şayet biz kendimize Yesevi inancını düstur edinirsek birçok problem de ortadan kalkar...
.....
Dipnotlar:
(1) 1. Hikmet-Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayınları
(2) 70. Hikmet-Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayınları
(3) İslam Ansiklopedisi, Ahmed Yesevi maddesi, Kemal Eraslan.
(4) Ahmed Yesevi-Ahmet Yesevi Üniversitesi Yayınları
.
Osmanlıyla birlikte neler gitti? Çöküşe doğru...
9 Aralık 2018 02:00
PROF. DR. OSMAN KEMAL KAYRA
osmankemalkayra@gmail.com
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Devletlerle insan bünyeleri arasında tuhaf bir benzerlik vardır.
İnsan, zamanla genelde gürbüz ve sağlıklı bir bünyeye sahip olur; bunun hep böyle gideceğini zanneder. Bünyenin tabiatı hilafına her hareket onu tahrip etmeye başlar.
Bünye harabiyet yaşarken en değerli destek acil kan takviyesidir. Ama her kan her bünyede kullanılamaz.
Organlar da bünyeler için özeldir. Her organ her bünyeye aktarılamaz…
Devletler de bir organizma gibidir; başlı başına sistemdir. Gelişiminde bu organizmanın tabii şartlarına uyulduğunda hiçbir problem yaşanmaz. Devletler büyüdükçe bu gelişmeyle doğru orantılı olarak problemleri artar. Her problem ya iç bünye verileriyle veya bünyeye en uygun olanıyla çözümlenmelidir.
Devletlerin altyapısı çok sağlam olmalıdır. Unutulmasın! Piramitlerin tabanı çok sağlam ve geniş bir alana oturduğu için, tepedeki tahribat bünyeyi pek etkilemez.
Türk devletleri geçirmiş olduğu test kuruluşlarıyla nihaî devlet yapısına ulaşmış ve tarihin en muazzam devletlerinden birisi olan Osmanlı Devleti’ni kurmuştur.
Devletler hem nüfus hem de ekonomik gücün inkişafı için, yeni topraklara yeni fetihlere ihtiyaç duyar. Fetihle her alınan yeni topraklar ve yeni nüfus, bünyeye dıştan eklenen bir organ gibidir. O bir transplantasyondur. Uyum zaman alır. Bünye onu ya kabul eder veya reddeder.
Tarih boyunca kurulan Türk devletleri iç ve dış etkenlerin tahribatıyla yıkılırken akabinde yeni bir Türk devleti kurulmuştur. Aslında bütün toplumlar bir güç etrafında birleşmeye uygundur. Bu toplu yaşamanın gereğidir. Devlet şemsiyesi vatandaşın teminatıdır.
DEVLET GELENEĞİ
Büyük devletlerin kuruluşundan sonraki hedefe uzanması, yüz yıllar almıştır. Hunlardan, Göktürklerden, Uygurlardan, iki Selçukludan Osmanlıya geçiş Türklerde sağlam bir devlet geleneğini de beraberinde getirmiştir. Türklerde devlet sistemi, yapı ve felsefe yönüyle o kadar tutarlı olmuştur ki, 750’de kurulan Abbasi Devleti’nde 833 tarihinden itibaren Türklerin gücü hissedilmeye başlamıştır. Moğollarda da askerî gücün büyük bir kısmı Türklerden oluşmakta ise de Altınordu Devleti’ne kadar yönetimde Türk hâkimiyeti sağlanamamıştır.
Göktürk ve Uygur devletleri Şehzadebaşı Camii, Selçuklu Devletleri Süleymaniye Camii, Osmanlı Devleti ise Selimiye Camii gibidir. Kurulan bu devletler, Türklerin çıraklık, kalfalık ve ustalık eserleri gibidir. Her biri büyük ve şaşaalı bünyelerdir.
Birçok insan -belki İstanbul’da olması bakımından-Süleymaniye Camii’ni, Selimiye Camii’nden üstün tutar. Şurası bir gerçek ki, Şehzadebaşı Camii’nin flu ve esrarengiz iç mekânı, hepsinden üstündür.
Şu hâlde Türklerin kurduğu her devlet bazı bakımlardan üstünlük ve tercih göstergesi taşır. Orta ve Kuzey Asya’dan başlayıp Horasan’a kadar inen Türk boyları olmasaydı ne Selçuklu ne de Osmanlı olurdu. Hiçbir devlet, “hudâyî nâbit” değildir. Onları hazırlayan güç, toprağın çok derinlerine inmiş olan kökleridir.
Türklerin ustalık eseri Osmanlı Devleti özenle işlenmiş bir pırlanta gibidir. Yüzlerce yıl ustalar bu pırlantaya şekil vermişlerdir. Bu pırlantanın ışıltısı bir anda Avrupa’nın gözlerini kamaştırmış ve bu pırlantaya bütün olarak sahip olmak istemişlerdir. Bunu başaramayınca da onu parçalara ayırarak ele geçirmeye çalışmışlardır. Peki, biz neden bu pırlantayı bütün olarak koruyamadık da, parçalarının çok büyük bir kısmını Batı’ya kaptırdık?
Osmanlı Devleti, Orta Asya’nın bütün izlerini taşıyan Kayı Boyu tarafından kurulduğunda, bütün değerleriyle kendisiydi. Tek fark, Göktürkler ve Uygurlardan alınan askerî ve teşkilat gücüyle, Selçuklulardan alınan yeni ve ateşleyici güç olan İslamiyet’ti. Her ne kadar Türkler İslamiyet’i 10. yy.da kabul ettilerse de devlet teşkilatında uygulanan İslamiyet’i Selçukludan tevarüs ettiler.
Osmanlı, Selçuklunun uyguladığı devlet ve inanç sistemiyle kurulsaydı 100 yıl bile yaşayamazdı. Çünkü deyim yerindeyse Osmanlı âdeta “münfesih” bir devletten sonra kurulmuştur. Adalet sisteminin çöktüğü, Babaî isyanlarını hiç de haksız yere çıkmadığı bir devletin çürük temelleri üzerine, bir devlet bina edilemezdi.
Osmanlı, Orta Asya’nın hür ve engin coğrafyasının genetiğinde olan sınırlandırılamama, haksızlığa isyan, tam bulamadıkları ilme boyun eğme ve aşırı saygı, Dîn-i mübin-i İslam’a ve Ehl-i sünnet itikadına en samimi bir sabâvet duygusuyla bağlanma ve cihadın düğün şenliğiyle yapılmasıyla bir anda hızla büyümeye başladı.
DEVLET VE HEDEF
Osmanlı Devleti Doğu’dan geldiğinin fakat genişleyebilmek için Batı’ya açılması gerektiğinin idraki içindeydi. Ama şuur dosdoğru işliyordu: Ne tam Doğu’dan kopmak, ne de Batılı olmak... Zaten problemler kendisini göstermeye başlayınca misyon da belirlendi. Vizyon perspektifi baş döndürücü bir hızla gelişirken misyonu da onunla atbaşı gitmeseydi, Osmanlı olmazdı.
833’ten beri İslam’ın sancaktarlığını yapan bu millet Abbasi Halifesi Mu’tasımla bu devlet içinde teşkilatlanmaya başladı. Harun Reşid’in oğlu olan Mu’tasım’ın annesi Türk bir cariye olan Merîde idi. Mu’tasım, Bağdad’a 125 km uzaklıktaki Samerra’yı başkent yaptı. Saray teşkilatı ve valiler büyük oranda Türklerden meydana geliyordu. Daha evvel Halife Mansur ve Me’mun da Türkleri orduda geniş çapta kullanmışlardı.
Osmanlı, İslam’a hâdim olmayı şeref sayıp ona musallat olan sözde İslam devletleriyle de savaşıp Doğu’da ve Güney’de İslam birliği için mücadele etmiş, Batı’da da hedefi; adalet, insanlık, hürriyet, sulh ve refah demek olan İslam’ı yani Allahü teâlânın adını yükseltmekti. İşte misyon buydu: Doğu’da ve Güney’de ittihad-ı İslam (İslam’ın birliği) Batı’da ise i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek). Bunun da şifresi “Kızılelma” idi.
Fethettiği her toprağın insanına teminat ve gölge olup onları bir baba şefkatiyle yöneten Osmanlının yanında, gasbettiği coğrafyada korku ve dehşet salarak insan haklarını yok sayan ve onları köleleştiren bir sistem vardı. Yani Batı… O hâlde hedef açıktı: Zulme karşı i’lâ-yı kelimetullah…
İslamiyet insana bütün olarak bakıp onu hep değerli görmüştür. Osmanlı ev dükkânların dış cephelerinde çok dikkat çeken bir levha asılırdı: “Yâ hazret-i insan”… Bu ibareyi düşünmek bile Batı’nın idrak sınırları dışındadır.
Her gün Batı’nın yaptığı yeni zulümler ortaya çıkmaktadır. Daha da saklı olan bu ayıp bohçası açıldıkça neler çıkacaktır.
İNSANLIK AYIPLARI
1958’e kadar Brüksel’de bir sergi-bahçe vardı. Adı “Human Zoo” yani “İnsanât Bahçesi”. Hayvanat bahçesi bilinir de bu neyin nesidir! Batılı zalimler 19. yy boyunca Afrika’dan getirdikleri kölelerin bir kısmını tel örgüler arkasında bilet mukabili insanların seyrine açıyordu. Bir uyarı ise daha da yürek burkuyordu: “Kongolulara yemek atmayın, bugün onların yemleri verildi.” Hey Batı! Zalim Batı! İslamiyet vahşi hayvanları bile zulmen kafeste saklamayı yasaklarken sen insanları hayvan gibi sergiledin!..
Fransızlar şehit ettikleri Cezayirlilerin tahnit edilmiş kesik başlarını tarihî eser gibi teşhir ettiler. Ve bütün bunlara ses çıkarmayan insanlık!
Bir şeyler tam rayına oturmuşken, her şey güzel giderken ne oldu da bu işleyiş aksamaya başladı. 17. ve 18. yy.larda Batı özenilecek bir sisteme sahip olmadığı için bu dönemlerde Osmanlıda Batı’ya karşı bir cazibe algısı da yoktu.
ÇARE YİNE SENDE
Rakibi kuvvetlendiren yine rakibidir. Yıllarca hükümran olunan topraklarda bile ırk, dil, din birliği kurmak mümkün değildir. Kaldı ki İslamiyet de bunu emretmiyordu. Değişik dillerde, değişik dinlerde ve değişik ırklarda zamanla gelişen derunî bir kopma duygusu gelişmeye başladı.
Irk faktörü çok önemlidir; organik mensubiyeti celbeder. Ümmet duygusu ise yüksek bir şuur ve feragat gerektirir. Buna rağmen bu tehlikeyi sezen Yüce Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) “Arap’ın Acem’e, Acem’in de Arap’a üstünlüğü yoktur” diyerek ırka dayalı ayrıcalık kavramını baştan yasakladı. Burada Acem, Arap dışındaki bütün kavimler anlamındadır. Ümmet kavramının üstün kavrayıcılığı tam idrak edilemeyince, biraz kışkırtılan Osmanlı tâbiyetinde olan İslam topluluklarında bağımsızlık hevesi ateşlendi. Daha evvel Papalığın ve Kutsal İttifak Devletleri’nin teşvikiyle, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlar, Eflaklar ve Yunanlar bir bir isyan etmeye başladılar. Dili ve dini farklı olan bu toplulukların kopma isteklerine sosyolojik bir yaklaşımla bir mantık açısı bulunabilir. Ya ümmet topluluğuna ne oldu?
İslam coğrafyasında Sancak-ı şerif altında ve Hilafet siyanetinde her imtiyaza eşit sahip olan Müslüman topluluklara ne oldu? Risâletpenâh Efendimizin mücaviri olduğu için ayrı bir hürmet ve itibara sahip olan Araplara ne oldu? Bunu sadece Osmanlının giderek güç kaybetmesine bağlamak hatadır. Bu, İslam coğrafyasında şans gibi görünen fakat aslında bir bela gibi felaketlerin kaynağı olan petrolün bulunması idi. 19. yy. ile hızla sanayileşmeye başlayan Batı’nın coğrafyasında petrol yoktu. Hatta dar alanları tarıma bile elverişli değildi. Tek çıkar yol sanayi çarkının dönebilmesi için petrol bulmaktı.
Hedef, Osmanlı Devleti bünyesinde olan İslam topluluklarını isyana teşvik etmekti. İç isyanlar devlet bünyesini felç edip onları yeni himaye odakları aramaya sevk eder. Yıllardır Osmanlı himayesinde ferah fahur yaşayan İslam toplulukları, Batı’nın fitnesiyle birer birer isyana başladılar. Batı’nın attığı fitne tohumu, beklenenden de çabuk yeşerdi.
Haremeyn, ona en büyük saygıyı gösteren ve yıllarca kendi rızkından keserek Sürre Alayları tertip eden ve Ehl-i sünnet itikadından taviz vermeyen Türk’ün himayesinde olmalıydı. Resulullah Efendimiz, demir yolu yapımında malzeme taşıyan atların nallarından çıkan sesleri edebe mugayir bularak, o nallara keçe saran bu aziz milletin edebinin üst derecedeki saygısının gölgesinde uyumalıydı!.. Ama bırakmadılar. Bırakmadılar…
Dört yüz yıldan fazla Osmanlının himayesinde korkusuzca ve emin olarak yaşayan Hristiyan ve Musevî topluluklar, Kudüs elden çıktığından beri, bir an rahat nefes alabildiler mi? Filistin davası Batı’nın en şeytanî planlarından biridir. Artık Batı kendi hükmünde zaferini kutlamaya başlamıştır. İnsanî güçlerle bu işleyişe kolay kolay dur denilemez. Ama unuttukları bir şey var: Onlar “zafer” diye bağırıp hileleri ve tuzakları ile övünürlerken, o hileleri ve tuzakları en hayırla bozan Allahü teâlâ buna ne diyecek. “Gevşemeyin, üzülmeyin inanıyorsanız üstün olan sizsiniz” (Al-i İmran 139) ilahî fermanı mucibince yine Yüce Rabbimizden ümit kesmeyeceğiz.
BÜYÜK TURAN ÜLKÜSÜ
Ey Seyyid Ahmed Arvasî’nin manevî rahle-i tedrisinde yetişen ülkücü kardeşlerim! Yıllarca “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanız” diye hançerelerimizi yırtmadık mı? O hâlde hedef artık “YENİ TURAN ÜLKÜSÜ”dür. O Turan Ülküsü, Haremeynü’ş-şerifeyn’i ve Kudüs-i Şerif’i ihata etmezse eksik değil midir? “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” ideal olunca işte o zaman Türk İslam Ülküsü hedefini bulacak ve Seyyid Ahmed Arvasî’nin ruhu şâd olacaktır…
Bir sonraki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim…
.
Rusya büyük oynuyor
16 Aralık 2018 02:00
Prof. Dr. Çağrı Erhan
Altınbaş Üniversitesi Rektörü
‘Renkli Devrim’in, kendi ülkesine sıçramasını doğrudan ABD ve AB’nin bir politikası olarak yorumlayan Putin, evvelce kendi yakın çevresiyle sınırlı tuttuğu dış politika ve güvenlik önceliklerini tadil etti. Tedricen ama planlı bir şekilde küresel düzeyde ABD’nin siyasi, askerî ve ekonomik etkisini zayıflatmayı hedefleyen yeni bir stratejiyi uygulamaya koydu.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) kendisini feshetmesinin üzerinden 17 yıl geçti. Soğuk Savaş döneminin iki düşman kutup liderinden biri olan SSCB’nin en büyük mirasçısı Rusya Federasyonu, ekonomik ve siyasi açıdan son derece çalkantılı bir ‘Post-Sovyet’ dönem geçirdi. Boris Yeltsin’in başkanlığı döneminde kısa bir süre başbakanlık görevini yürüten Vladimir Putin, Mayıs 2000’de Rusya devlet başkanlığına seçilmesinden bugüne, üç dönem devlet başkanı ve bir dönem başbakan olarak ülkenin iç ve dış siyasetine yön verdi.
2018 itibarıyla Rusya, 4 trilyon dolayındaki GSYİH rakamıyla, satın alma gücü paritesine göre dünyanın en büyük altıncı ekonomisi konumuna erişti. Fakat bu rakam Rusya’nın kırılgan bir ekonomik yapıya sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ülkenin ekonomik gücü büyük ölçüde enerji, diğer ham madde kaynakları ve silah ihracatından geliyor. Dünyadaki ispatlanmış petrol rezervleri açısından 8. sıradaki Rusya’nın günlük ham petrol üretimi 10 milyon varilin üzerinde. Bu günlük üretim miktarıyla Rusya dünyanın en büyük petrol üreticisi. Bu üretimin neredeyse %40’ını ihraç eden Rusya, ham petrol ihracatçıları arasında ikinci, rafine edilmiş petrol ihracatçıları arasında ise üçüncü sırada. Rusya, doğalgaz üretiminde dünya ikincisi, ihracatında ise uzun yıllardır dünya birincisi. Yaklaşık 48 trilyon metreküplük ispatlanmış doğalgaz rezervi Rusya’yı yine dünya birinciliğine oturtuyor.
Rusya ekonomisinin enerji fiyatlarına duyarlılığının yüksek oluşu, petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki dalgalanmaların engellenmesinin siyasi bir öncelik hâline gelmesine yol açmış. Yine de Putin’in bu konuda her zaman hedefine ulaştığını söylemek zor. Nitekim enerji fiyatlarının 2014 sonundan itibaren düşüşü, Rusya ekonomisinin bir yılda %3 küçülmesine yol açtı. Yaşanan ekonomik kriz, alınan ekonomik tedbirlerle 2017’den itibaren yavaş yavaş aşılmaya başlasa da ülkenin enerji kaynaklarının ihracatına ‘bağımlı’ ekonomik yapısı henüz değişmiş değil. Ekonomik krizin Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan kriz ve Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhak ettiği döneme rastlaması, bu sürecin ABD ve AB tarafından yönlendirildiği yorumlarına yol açsa da, dünya enerji fiyatlarının doğrudan Rusya’nın siyasi hamlelerinden kaynaklanmayan başka sebeplerle düşmesi de, ileride yeniden benzer bir tabloyu ortaya çıkarabilir. Putin bunun farkında ve bir yandan enerji fiyatlarını istediği düzeyde tutmaya dönük bir tutum takınırken, diğer yandan da ülkeye gelir getirici kalemleri çeşitlendirmeye çalışıyor.
3 bin 900 uçağı, bin 500 helikopteri, 20 bin tankı, 27 bin zırhlı personel taşıyıcısı, 1 uçak gemisi, 9 fırkateyni, 62 denizaltısı bulunan Rusya, aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci nükleer gücüne sahip.
GSYİH’nın yaklaşık %5’ini savunma harcamalarına ayıran Rusya, dünyanın en büyük ordularından birine sahip. Ülkede bulunan 3,5 milyon askerî personelin yaklaşık 1 milyonu aktif olarak silah altında. 3 bin 900 uçağı, bin 500 helikopteri, 20 bin tankı, 27 bin zırhlı personel taşıyıcısı, 1 uçak gemisi, 9 fırkateyni, 62 denizaltısı bulunan Rusya, aynı zamanda dünyanın en büyük ikinci nükleer gücüne sahip. Bin 765 aktif stratejik savaş başlığına sahip Rusya’nın, 2 bin 700 kadar aktif hâle getirilmeye hazır stratejik ve taktik savaş başlığı daha bulunuyor. Bu başlıkları fırlatma kapasitesi bakımından da devasa bir yapılanması söz konusu. Kıtalararası ve orta menzilli füze sistemleri ve denizaltıdan fırlatılabilen nükleer silahlar Rusya’yı askerî alanda dünyanın en büyük ikinci gücü hâline getiriyor. Her ne kadar teknolojik açıdan ve silahlanma harcamaları bakımından ABD’nin çok gerisinde olsa da, Rusya’nın mevcut askerî gücü Doğu Avrupa ülkeleri için bir endişe kaynağı olmayı sürdürüyor. Bilhassa 2015’ten bu yana Ukrayna ve Suriye’de yürüttüğü operasyonlar, Putin’in elindeki askerî kapasiteyi gerektiğinde kendi hedefleri doğrultusunda kullanmaktan çekinmeyeceğini gözler önüne serdi.
Kırım’ın işgali ve Suriye operasyonu birlikte düşünüldüğünde, Rusya’nın küresel alanda kendisini nasıl konumlandırdığı ve millî stratejik hedeflerinin ne olduğu sorusu akla geliyor. Soğuk Savaş’ın ardından uzunca bir süre iç problemleriyle uğraşan, ‘yakın çevresi’ dışında küresel bir hedefe odaklanmayan, daha da önemlisi NATO dâhil Batılı örgütlerle yakın bir iş birliği içinde olmaya çalışan Rusya’nın bilhassa Putin’in 2012’de ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasından sonra neden ABD ve AB’yi ‘rahatsız’ eden bir politika takip etmeye başladığının temel sebebini belki de ‘renkli devrim’ yıllarında aramalıyız.
2000’li yıllarda Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan ve ABD’nin ve AB ülkelerinin çoğu tarafından doğrudan/dolaylı yollarla desteklenen halk hareketleri Moskova tarafından yakından takip edilmişti. Rusya bütün bu süreçlerde Batı destekli yeni yönetimlere soğuk yaklaşmış olmakla birlikte, sesini en net bir şekilde 2008’de yükseltmişti. Nisan 2008’de düzenlenen NATO’nun Bükreş Zirvesi’nde Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya katılma isteklerine destek veren bir kararın alınması karşısında Moskova buna katiyen izin vermeyeceğini Gürcistan’ın bir bölümünü işgal ederek gösterdi. Ukrayna’ya da çok sert bir gözdağı verdi.
2012’de ise bu kez Rusya’nın kendisinde baş gösteren kitlesel protestolar ve yönetimi hedef alan halk hareketleri, Putin’in yeni bir dış politika belirlemesine yol açtı. ‘Renkli Devrim’in, kendi ülkesine sıçramasını doğrudan ABD ve AB’nin bir politikası olarak yorumlayan Putin, evvelce kendi yakın çevresiyle -özünde eski Sovyet coğrafyasıyla- sınırlı tuttuğu dış politika ve güvenlik önceliklerini tadil etti. Tedricen ama planlı bir şekilde küresel düzeyde ABD’nin siyasi, askerî ve ekonomik etkisini zayıflatmayı hedefleyen yeni bir stratejiyi uygulamaya koydu. Bunu yaparken Putin, Batı’yı kendi yakın çevresine yaklaştırmak istemediğini Ukrayna politikasıyla çok net olarak gösterdi. Baltık ülkeleri ve Polonya tarafından tehdit olarak algılanan askerî yapılanmasını güçlendirdi. Kuzey Buz Denizi’nde egemenlik alanı iddiasını dillendirmeye başladı. Çin’le mesafeli ama eski döneme nazaran gelişen biri siyasi ve askerî iş birliği başlattı. 2015’ten itibaren kararlı biçimde Doğu Akdeniz’e inerek, Soğuk Savaş sonrası dönemde köhnemeye yüz tutmuş Suriye’deki askerî varlığını daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir seviyeye taşıdı. Şüphesiz bu hamlenin, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz petrol kaynakları üzerinde söz sahibi olmaya dönük bir örtülü sebebi de vardı.
2015-2017 yılları arasında yaşadığı ekonomik depresyona rağmen Rusya’nın söz konusu stratejisinde önemli sayılabilecek kazanımlar elde etmesinin, Putin’in kararlılığı kadar, ABD ve AB ülkelerinin içinde bulunduğu durumun da katkısının olduğu söylenebilir. Barack Obama’nın ikinci döneminde takip ettiği etkisiz dış politika ve Donald Trump’ın, ülkesini küresel alanda yalnızlaştıran ‘Önce Amerika’ söylemiyle özetlenebilecek siyasi ve ekonomik politikaları ABD’nin Rusya karşısında güçlü bir ‘cephe’ oluşumuna liderlik etmesine bugüne kadar engel oldu. Başkan Trump’ın seçim kampanyası sırasında Rusya ile ilişki içinde olduğu ve Rusya’nın ABD seçimlerine siber müdahalede bulunduğu iddiaları, Washington’un Rusya politikasında yürütme ve yasama organları arasında ciddi görüş ayrılıklarına yol açtı. Bu görüş ayrılıklarına rağmen Trump yönetimi, 1986 tarihli Orta Menzilli Nükleer Güçler Antlaşması’nı (INF Antlaşması) ihlal ettiği gerekçesiyle Rusya’ya sert bir ültimatom verdi. Buna göre, Rusya 60 gün içinde antlaşmayı ihlal etmekten vazgeçmezse, ABD INF Antlaşması’ndan çekilecek. Uzunca bir aradan sonra -şayet NATO üyeleri oy birliğiyle onay verirse- Orta Avrupa’ya yeniden Orta Menzilli Nükleer Füzelerin yerleştirilmesi gündeme gelecek. Böyle bir hamlenin Rusya’yı yeni stratejisinden vazgeçirmeye yetip yetmeyeceğini, dahası Avrupa sokaklarında nasıl karşılık bulacağını 60 günlük sürenin dolduğu Şubat 2019’dan sonra göreceğiz. Bazı Batılı uzmanlar, Fransa’daki ‘Sarı Yelekliler’ eylemlerini, Fransa’yla bazı problemler yaşayan ABD’nin değil, AB demokrasilerine gözdağı vermek isteyen Rusya’nın körüklediğini yazmaya başladılar bile.
Diğer yandan AB ülkelerinin 2008’de başlayan mali krizle, genişlemenin getirdiği problemlerle, aşırı sağın yükselişiyle ve Brexit’le uğraştığı bir dönemde Rusya’ya karşı tek ses olamaması da Putin’in işini kolaylaştırdı. Ukrayna siyaseti sebebiyle Rusya’ya karşı yürürlüğe sokulan ABD ve AB yaptırımları sınırlı etki doğurdu. Almanya’nın doğalgaz açısından Rusya’ya bağımlılığı, Doğu Avrupalı AB üyelerinin ısrarlı taleplerine rağmen Berlin’in Moskova’ya karşı sesinin tonunu etkili şekilde yükseltmesine mâni oldu.
Rusya’nın dış politikasında bundan sonra atacağı adımlar temelde üç değişkene bağlı olarak şekillenecek. Birincisi, Rusya’nın ekonomik dengelerinin sürdürülebilirliği. Yazının başında da belirttiğim gibi, enerji fiyatlarının belli bir seviyenin altına inmesi Rusya’yı geçmişte sarsmıştı. 2013’te 110 ABD dolarının üstünde olan bir varil petrolün fiyatı 2015 sonunda 30 ABD dolarına kadar düşünce Rusya ekonomik krize girmiş ama Ukrayna’ya müdahale etmekten çekinmemişti. Bugün petrolün varil fiyatı 60 ABD doları civarında seyrediyor. OPEC ülkelerinin, Başkan Trump’ın talebinin aksine, geçen hafta içinde petrol üretimini azaltma yönünde karar almaları en fazla Rusya’yı ve İran’ı sevindirdi. Önümüzdeki 3 ay içinde petrolün varil fiyatının 70 dolara çıkma ihtimali güçlendi. Bu eğilim sürerse, Rusya’yı kısa vadede ekonomi üzerinden sıkıştırmak mümkün olmayacak.
İkincisi, Putin’in siyasi geleceği. Üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturan Putin’in normal şartlar altında 2024’e kadar görevini sürdüreceği düşünülürse, Rusya’da yönetim değişikliğine bağlı bir dış politika değişikliğinin kısa vadede beklenmemesi gerekir.
Üçüncü değişken ise -bugünlerde kimsenin fazlaca kafa yormadığı- Rusya’nın Çin’le ilişkilerinin geleceği. ABD-Rusya gerilimi gündemi meşgul etse de, bugünkü diplomatik yakınlığa rağmen Rusya ile Çin’in aslında iki rakip ülke olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekir. Bilhassa Orta Asya ve nüfuz alanları açısından bu iki ülkenin bir noktada çıkar çatışması içine girebileceği ihtimali var. Böyle bir durumda Rusya’nın ABD ve AB’ye mevcut yaklaşımını gözden geçirmek zorunda kalabileceği söylenebilir. Tabii bunun tersi de mümkün. Yani, Rusya, ABD’nin kendisine yönelik sert tutumu sebebiyle, Trump’ın doğrudan hedef tahtasına oturttuğu Çin ile daha da yakın bir ilişki kurmayı deneyebilir. Bu ise dünya siyasetinin geleceğine dair ABD ve AB’nin tüm hesaplarını altüst edebilir.
Bugünkü diplomatik yakınlığa rağmen Rusya ile Çin’in aslında iki rakip ülke olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekir
.
DEĞERLERİNE YABANCI NESİLLERİN MEMBAI: Köy enstitüleri gerçeği
23 Aralık 2018 02:00
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Son zamanlarda ülkemizde eğitim üzerine yapılan çalışmalar ve yapıcı tartışmalar işin üzerine ciddiyetle gidildiğini göstermektedir. Bu süreçte özellikle eğitimin tepe noktasında yer alan yöneticilerin sözleri ve yaklaşımları da bazı belirsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlasa da maalesef yeterli olamamaktadır. Mesela köy enstitüleri konusunda yapılan bazı açıklamalar, toplumda kafa karışıklıklarına sebebiyet vermiş acaba bu konuda geçmişte yapılan hatalar yine mi tekrarlanacak endişeleri tedirginlik uyandırmıştır. (Bu konuda yakın zamanda Babıali Kültür Yayıncılık bünyesinde çıkan “Değer Sizseniz Değer Sizsiniz” adlı kitabımızda eğitimcilerin kafalarındaki suallere cevap aranmaya çalışılmıştı.) Bu kadar kafa karışıklığı varken köy enstitülerine karşı çıkanların da ve destekleyenlerin de mevzuyu tam olarak idrak edemedikleri görülmektedir. Öyleyse köy enstitüleri hakikatte nedir? İnsan yetiştirmek için kurulmuş gerçek bir eğitim yuvası mıydı, yoksa binlerce yıllık geçmişi olan bir milletin kültür zenginliğinin altını oyan bir kurum muydu? Gelin bu mevzuyu bilinmeyen bazı gerçekler ışığında derinlemesine tetkik edelim.
Batı dünyasında, eğitim sahasında yaptığı çalışmalarla meşhur olmuş ancak ruhu ve vicdanı tok başarılı insanlar yetiştirmeyi tam olarak becerememiş eğitim anlayışlarının babası John Dewey, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’ye davet edildi. Dewey’in kafasındaki anlayış, millî eğitimimizi dizayn edenlerin yıllarca hayalini kurduğu sistemle tam olarak örtüşüyordu. Bu yüzden hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak gerekiyordu. Hazırlanan raporlara göre eğitim programları oluşturuluyor ama bu programları hayata geçirecek eğitim kadrolarının yokluğu yeni arayışlara yönelmeyi mecburî kılıyordu. Artık yeterdi! Ne pahasına olursa olsun bu fikir hayata geçirilmeliydi. Gerekirse geçmişi bir çırpıda silmeye bile razıydılar ki zaten kafalarındakini hayata geçirmek için bu elzemdi. Yüzlerce yıllık dili değiştirilmiş bir milleti en fazla bir nesil sonra cahil bırakmak hiç problem olmayacaktı ki babalarından ve dedelerinden kalma eserleri bile okuyamayan bir toplumu artık istedikleri kalıba sokmak hiç zor gelmeyecekti. Bu sebeple, Latin alfabesine geçişten iki yıl sonra yani 1930’lu yıllara dayandırılan istatistiklere göre, okuryazarlık oranının çok düşük olduğu, halkın zaten Osmanlıdan cahil geldiği propagandası sürekli dillendiriliyor, yazılı basın ve neşriyatta da bu konu sıklıkla işleniyor, ayrıca insanların bu yalana inanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyordu. Bu yalan propagandalar arasında köy enstitüleri hızla hayata geçirildi.
Önce 40 çocuk, Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’nde eğitime alındı. Bu çocuklar burada okuyacak ve kendi köylerine öğretmen olarak döneceklerdi. Fakirlik sebebiyle kendi çocuklarından bile vazgeçmiş ailelere “Çocuğunuzu bedava okutup bir meslek sahibi yapacağız” diyerek yaklaşan profesyonel pedagoglar, öncelikle bu çocuklarla yaptıkları mülâkatlarda, onlarda var olan zekâ pırıltılarını da göz önünde bulundurarak kime nasıl yaklaşacaklarının yol haritasını çoktan çizmişlerdi. Kesinlikle hiçbir şey tesadüfe bırakılamazdı. Zaten bunların tamamı 40 çocuktu. Bu çocuklara ek olarak vatanî görevlerini onbaşı ve çavuş olarak yapan askerlerden de yardım alınmış, bu askerler yetiştirilerek köylerine öğretmen olarak gönderilmişti. Fakat 1 yıl sonra bu askerlerden istenilen verim elde edilemedi. Daha geniş çerçeveli bir program geliştirmenin gerekliliğine inanılıyor ve memleketin farklı yerlerinde okul açmak suretiyle çıtayı yükseltmenin mecburiyeti sürekli dillendiriliyordu. Bekledikleri siyasi destek de zaten hemen arkalarında dikilivermişti. Bu sebeple ülkenin farklı bölgelerinden 21 okulla işe devam edildi. Bu okulların özellikle kolay ulaşılabilirlik noktasında, demir yolu istasyonlarına yakın yerlerde kurulması tavsiye edilmişti. Öğrenciler sabahları davullu zurnalı oyunlarla yataktan kaldırılıyor, sonra okul avlusunda toplanan çocuklarla halaylar çekiliyor, ziraat marşı ile derslere giriliyordu…
“Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz.”
Dersler çeşitliydi. Derse ilk önce okuma saati ile başlanıyor, geri kalan zamanın %50’si ortaöğretim derslerine, özellikle de iş eğitimine ayrılıyordu. Kalan derslerin %25’i uygulamalı tarım derslerine, %25’i de teknik derslere ayrılmıştı. Teknik dersler olarak marangozluk, demircilik, tornacılık gibi meslekler öğretiliyordu. Kız öğrencilere de biçki-dikiş, el sanatları vb. dersler veriliyordu. Hatta ülkenin farklı yerlerinde o bölgenin ekonomik yapısına uygun balıkçılık ve arıcılık gibi faaliyetler de yapılıyordu. Buraya kadar her şey tamamdı. Fakat yolunda gitmeyen bazı şeyler vardı. Çocuklar mutsuzdu ve çocukların sosyal problemleri katlanarak çoğalıyordu. Ayrıca bu ülkenin dokusuna uygun olmayan düşünce ve hayat tarzları talebeler arasında kolay kabul görüyor, yüzlerce yıllık millî/manevi birikim sahibi bu milletin çocukları bir şeyin açlığını çekiyordu. Bu sıkıntıları, programı hazırlayanlar çok iyi biliyordu. Fakat program yapıcıların hedefi ve amacı da doğma/gericilik diye tabir ettikleri bu millete ait yüzlerce yıllık; millî, manevi, tarihî, kültürel değerlerin tekrar canlanmamak üzere kökünden kazınıp bir çırpıda sökülüp atılması ve sonrasında da toprağa gömülmesi değil miydi? Çünkü program incelendiğinde, bu değerlere istenilen ve olması gereken seviyede yer verilmiyordu. Bu eksiklikler; kimliksiz, ruhu boş, millî/manevi hassasiyetleri törpülenmiş, ecdadının yüzlerce yıllık mirasına ve değerlerine mesafeli nesiller yetişmesine sebep oluyordu. Bu adımlar, binlerce yıllık tarihî/kültürel geçmişe sahip körpe dimağların sert ve dondurucu kuzey rüzgârlarının (Komünizm vb.) olumsuz tesirlerine açık hâle getirilmesine, özellikle de bu topraklara ait olmayan zararlı fikirlerin/anlayışların çocukların benliğine kolayca sirayet etmesine imkân veriyordu. Zira bu kurumların kapanmasına sebep olan şey “Okullarda komünistlik propagandası yapılıyor!” söylemleri olmuştur ki aslında bu okullarda ders planları ve programları çerçevesinde resmî bir komünizm propagandası yapılmıyordu. Sadece bütün bunlar; ruhu, millî ve manevi mayalarla yoğrulmamış, tarihine, kültürüne ve değerlerine olması gerektiği gibi hizmet edemeyen yürürlükteki müfredat programlarının dış fikir akımlarının saldırısı karşısında talebeleri etkisiz, sahipsiz, savunmasız ve manevrasız bırakmasının bir tezahürüydü. Bununla birlikte bu müfredat programında ve programa paralel hazırlanan ders kitaplarında toplumun dinî konulardaki hassas sinir uçlarına dokunulmuş, mukaddes değerler yozlaştırılarak bunlarla alay edilmiş, âyet-i kerîmelerin vahiylerden değil Hazreti Peygamber’in sözlerinden ibaret olduğu, Hicret’in bir “kaçış” olduğu anlatılmıştı. Bunlara ek olarak, okullarda ve ders kitaplarında Latin ve Grek kültürünün öğretilmesine ağırlık verilirken tarihî konular kapsamında, Türklerin İslâmiyet’i kabulüyle gerçekleştirdiği eşsiz medeniyetin kurucuları olan Karahanlı, Gazneli, Tolunoğlu, Akşid, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri hakkında sanki hiç yaşamamışlar gibi bir yaklaşımın sergilenmesi, bu konulara sadece üstünkörü değinilmesi, Türk tarihi olarak sadece “İslâmiyet öncesi Türk Tarihi”nden kısaca bahsedilmesi, insanı değerli kılan ahlak, erdem, adâb-ı muaşeret gibi konuların neredeyse hiç ele alınmaması sadece birkaç örnektir. Ayrıca bu dönemde, karşısında düğme ilikledikleri dünya klasik eserleri devlet bütçesinden yapılan desteklerle tercüme edilirken aynı saygının kendi öz kültürüne ait eserlere yeterli ve olması gerektiği miktarda gösterilmemesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu durum, milletin vicdanında “ret” gören bu eğitim anlayışının bir müddet sonra kendi kendine sistem dışına itilmesine ve “vicdanî ret”in de tesiriyle terk edilmesine sebep olmuştur. Tabii ki bu okullardan mezun olan öğrenciler, buharlaşıp yok olmamışlardır. Köylere gidip kendilerine aşılanan sıkı pozitivist anlayışlarla bu milletin çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlamışlar, “çağdaşlaşmak” adı altında toplumun millî, manevi, insani ve kültürel değerlerini gücü yettiği derecede canla başla törpülemeye gayret etmişlerdi. Buna mukabil büyük ölçüde başarılı da olmuşlardır. Zira eğitimin sürekliliği ve tesirlerinin öğretmenler eliyle körpe dimağlar üzerinden nesilden nesile taşınabilme özelliği sebebiyle bu zihniyet; bugün, beraber yaşadığı toplumun değerleriyle çatışmayı ve karşı duruş sergilemeyi meziyet kabul eden entelektüel kılıf giydirilmiş kimseler yetiştirmiştir. Ayrıca bu anlayışın bıraktığı izler, yakın zamana kadar toplumun, eğitimi gereksiz görmek gibi algısal manadaki mesafeli duruşunun da sebebi olabilir.
Millet ile arasına mesafe koyan hiçbir kimse veya oluşumun başarılı olma şansı yoktur. Köy enstitüleri de Müslüman-Türk milletinin yüzlerce yıllık millî, manevi, tarihî ve kültürel birikimini yok saymanın bedelini ağır ödemiş, bu anlayışın arkasında bıraktığı pozitivist izler, kökü derinlerde olan bu milletin vicdanına çarparak yenilgiye uğramıştır. Aynı zamanda kültürüyle barışık olmayan bir anlayışın, insanın ruhu ve maneviyatıyla yoğrulmadan hayata geçirilmeye çalışılması hâlinde bu köklü/asil milletin vicdanında nasıl ret göreceğine, bundan sonra ütopyalara kapılarak kalkışılacak benzer teşebbüslerin de aynı şekilde hüsranla sonuçlanacağına bir delildir ki bu milletin bu tür hayallerle boşa harcayacağı zamanı kalmamıştır. Ayrıca insani değerler açısından önem arz eden hususları göz ardı ederek geliştirilecek programlar ve anlayışlar, geçmişinde ders almış duyarlı bir milletin vicdanında daha fazla hayat sahası bulamayacağı gibi bundan sonra hatada gereksiz ısrar da kaybolan zaman ve emek olarak karşılık bulacaktır. Öyle ki kaybolan bu kıymetleri, tekrar geri getirmek hiçbir şekilde mümkün olamayacaktır...
.
Sosyal medyanın seçimlerle imtihanı
30 Aralık 2018 02:00
Doç. Dr. Ali Murat KIRIK
murat.kirik@marmara.edu.tr
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
Gerek Türkiye’de, gerekse de dünyada sosyal medya her geçen gün tesirini artırmakta, kullanım sahasını giderek genişletmektedir. Akıllı telefon ve tablet kullanımının yaygınlaşması şüphesiz sosyal ağların potansiyel etkileme gücünü arttırmıştır. Geleneksel medyanın giderek güç kaybetmesiyle birlikte bireyselleşme meydana gelmiş; vatandaşlar Facebook, Twitter, Instagram, YouTube vs. aracılığıyla aktif kullanıcılara dönüşmüştür. Sosyal medyanın katılımcı yapısı kullanıcı merkezli sanal bir dünyanın oluşumuna zemin hazırlamıştır. Postmodernizm üzerine çalışmalar gerçekleştiren Baudrillard; günümüzde gerçekliğin manasını yitirdiğini ifade etmekte böylece imaj ve taklitlerin gerçekliğin yerini aldığını beyan etmektedir. Sosyal medyayı onun düşünceleriyle tetkik edecek olursak; sanal ortam âdeta bir “Simülasyon Evreni” durumuna gelmiştir.
Bu teknolojinin temelinin 1979’da “Usenet” ile atıldığını söyleyebilmek mümkündür. 1997’de oluşturulan SixDegrees tarihe ilk sosyal paylaşım ağı olarak geçmiştir. 2002’de kurulan Friendster; ikinci nesil sosyal medya akımını başlatmıştır. 2002 yılının Aralık ayında kurulan ve 2003’te faaliyete geçen Linkedin ise iş dünyası odaklı bir ağ olarak hizmet vermeye başlamış, 2003 yılında temelleri atılan MySpace ise üyelerinin birbirleriyle tanışmasını sağlayan çevrimiçi bir sosyal paylaşım ağı olmuştur. Dünyanın en popüler video paylaşım ağı YouTube ise 2005’te kullanıcılarla buluşmuştur. Mark Zuckerberg tarafından 2004’te kurulan Facebook, sosyal medya adına âdeta bir devrim niteliği taşımaktadır. Hem sosyal paylaşım ağı hem de bir mikroblog sitesi olan Twitter ise 2006’da Jack Dorsey tarafından kurulmuştur. Twitter’ı sanal siyasetin merkezi olarak nitelendirmek mümkündür. 2010’da kurulan Instagram, fotoğraf ve video paylaşımı noktasında etkin bir noktaya gelmiş, kullanıcı sayısını her geçen gün arttırmıştır. 2011’de sunulan Google+ ise günümüzde popülaritesini kaybetmiştir.
Günümüzde sosyal medya ve siyaset arasında derin bir münasebet vardır. Çünkü sosyal medya siyasetin dilini de yeni baştan şekillendirmiş, siyasal iletişim âdeta boyut değiştirmiştir. Siyasal iletişimin temel gayesi iknadır. Prof. Brian McNair’e göre siyasal iletişim “siyaset ile ilgili hedefe dönük bir iletişim” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım medya ve siyaset ilişkisini ortaya koymaktadır. Siyasal iletişimde kamuoyunda güven sağlamak ve halkı ikna etmek önemlidir. Bu sebeple halkla ilişkiler, reklam ve propaganda faaliyetleri yürütülmektedir. Stratejik olarak gerçekleştirilen bu faaliyetler hem tek yönlü hem çift yönlü hem de sosyal ağlar kullanılarak çok yönlü olabilmektedir.
20. asırla birlikte kitle iletişim araçları toplumsal hayatın merkezine girmiş ve sosyolojik değişimin en önemli parçası hâlini almıştır. Gelişen iletişim teknolojileri, demokrasi ve siyasal katılım açısından farklı bir perspektif meydana getirmiştir. Gazete, dergi, radyo, televizyon, sinema, internet ortamı ve sosyal paylaşım ağları aracılığıyla siyasi konular işlenebilmiş, kişilerin kanaatlerinin biçimlenmesinde medya aktif rol üstlenmiştir. Siyasal iletişim; iknanın yanı sıra vatandaşların sistemle ilgili gereken bilgiyi elde etmesine, siyasi içerikli konulara vakıf olmasına imkân tanımıştır. Ayrıca siyasal iletişim demokrasinin daha işlevsel ve anlamlı bir hâl almasını sağlamıştır.
Yeni iletişim teknolojileri ve sosyal medya ile birlikte siyasal iletişim çok önemli bir pozisyona ulaşmıştır. Siyasal iletişim; Avrupa’ya oranla Amerika’da önemli bir paya sahiptir. Sloganlar, görsel imajlar, ikna edici metinler aktif rol üstlenmektedir. Siyasal iletişim Amerika’da uzmanlık alanı hâline gelmiştir. Siyasal imaj yönetimi siyasal iletişim açısından mühimdir. Amerika’da 4 Kasım 1980 tarihinde gerçekleştirilen başkanlık seçiminde eski Hollywood yıldızı ve Cumhuriyetçi California Valisi Ronald Reagan, etkin bir iletişim stratejisiyle birlikte mevcut Demokrat Başkan Jimmy Carter’ı egale ederek başkanlığa uzanmıştır. Reagan’ın medyada çizdiği imaj ve yürüttüğü siyasal iletişim kampanyası aday imajının ne derecede etkili olduğunun en temel göstergesidir.
1979 Birleşik Krallık genel seçimlerinde Demir Leydi lakabını alan Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakâr Parti %43,9 oy oranı ile 339 sandalye kazanmıştır. The Times ve Daily Mail gibi yayın organları Thatcher’ı devamlı savunmuştur. Thatcher’ın ev hâlinin medyada yer alması ve sürekli halka yakın bir görüntü sergilemesi seçmen üzerindeki imajını müspet olarak etkilemiştir. Çünkü halk kendisine yakın siyasetçilerden hoşlanmaktadır. Türkiye’de siyasal iletişim ve imaj açısından örnek vermek gerekirse Recep Tayyip Erdoğan ve Bülent Ecevit halka yakın bir imaj çizmiş ve siyasal iletişimi aktif kullanmışlardır. Başbakanlığı dönemine 1974 yılında Kıbrıs Harekâtı’nı yapması, Karaoğlan lakabını alması ve halkçı profiliyle 1977 genel seçimlerinde CHP’nin oy oranını %41,4’e çıkarması kayda değerdir. Nitekim bu oy oranı sol görüşlü bir partinin çok partili siyasal hayatta kazandığı en yüksek orandır.
Bir diğer önemli siyasal iletişim başarısı ise şüphesiz AK Parti’nin girdiği ilk seçimden itibaren elde ettiği neticelerdir. 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulduktan sonra Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde 2002 genel seçimlerinde 365 milletvekili çıkararak tek başına iktidara gelen AK Parti, Türkiye’deki siyasal iletişim sahnesine farklı boyut kazandırmıştır. İlk seçimden itibaren profesyonel çalışmalar yürüten AK Parti, logosunda da inovasyonu yakalamış, gerek yazı stiliyle, gerekse de seçilen renklerle birlikte broşürlerde, afişlerde, reklamlarda ve sanal ortamda bu çizgiyi bozmamıştır.
ASIL KAMPANYA SOSYAL MEDYADA
Geleneksel medyanın aksine yeni medya “etkileşimci” ve “kitlesizleştirici” yapısıyla birlikte daha fazla bireye ulaşabilmektedir. Özellikle sosyal medyanın katılımcı yapısı siyasal iletişim ve seçimler açısından da büyük önem arz etmektedir. 31 Mart 2019 Pazar günü gerçekleştirilecek mahallî seçimler öncesi partiler seçim kampanyalarını daha çok sosyal medya ve dijital ortamdan gerçekleştireceklerini belirtmişlerdir. 2018 yılı itibarıyla 81 milyonluk Türkiye nüfusunun 54 milyonunun aktif internet kullanıcısı ve 51 milyonunun ise sosyal medyada hesabı olduğu düşünülürse seçim safhasında sosyal medyanın etkisi ve önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da geçtiğimiz haftalarda “Eski tarz kampanya yöntemleri şehirlerimizi kirleten, tepkiye yol açan bir hâle geldi. Gürültü ve görüntü kirliliği oluşturan kampanya yöntemini tamamen terk ediyoruz” açıklamasını yaparak AK Parti’nin dijital medyayı etkin kullanacağının sinyalini vermiş, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal ise daha çevreci ve dijital bir seçim kampanyası yürüteceklerini belirtmişti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun da; “Birçok adayımız çevreyi kirletecek broşür, afiş yaptıramıyor” diyerek AK Parti’nin aldığı karardan memnun olduklarını belirtmiş, MHP Genel Başkan Yardımcısı Sadir Durmaz da bu minvalde bir açıklama yaparak çevreye duyarlı kampanyaları destekleyeceklerini ifade etmişti.
OBAMA NASIL KAZANDI?
Dünya çapında sosyal medyadan yürütülen seçim kampanyalarının şüphesiz ki en başarılısını 2008 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerinde Barack Obama yürütmüştür. Obama, özellikle ilk defa sandığa giden genç seçmenlerin büyük desteğini almıştır. Sosyal medya ve sanal ortamı iyi kullanan Obama, sloganlarıyla ve renkli görselleriyle ön plana çıkmıştır. Sosyal medyanın gücüyle 13 milyona ulaşan bu kampanya 120 kişiyle yürütülmüştür. Reklamlar çekilerek paylaşılmış, e-postalar gönderilmiş, bloglar oluşturulmuş, viral diziler hazırlanmış ve sosyal ağlar etkin bir şekilde kullanılmıştır. 2016 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimlerine Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak katılan Donald Trump, geleneksel medyadan ziyade başta Twitter olmak üzere sosyal medyayı aktif kullanmış, sanal ortam üzerinden destekçileriyle doğrudan iletişim kurmuştur. Böylece Hillary Clinton’ı geride bırakarak Amerika’nın 45. devlet başkanı seçilmiştir. Hatta hatırlanacak olursa Cambridge Analytica’nın, Amerika’nın başkanlık seçimleri esnasında 50 milyon Facebook kullanıcısının verilerini izinsizce kullanarak Trump’ın seçimi kazanmasında etken rol oynadığı ortaya çıkmıştı. Zuckerberg ise yaptığını hata olarak değerlendirmiş ve kullanıcılardan özür dilemişti.
Türkiye’de özellikle manipülatif, dezenformatik içerikler bilgi kirliliği meydana getirmekte ve özellikle Twitter algı operasyonlarının temel aracı olarak kullanılmaktadır. Bu noktada gençler sosyal medyadan etkilenmekte, fikir, düşünce ve görüşlerini revize edebilmektedirler. Ipsos’un Kanadalı düşünce kuruluşu CIGI ile 2018 yılında gerçekleştirdiği, Türkiye dâhil 25 ülkeyi içine alan araştırmada, sosyal medyanın kanaatleri belirleme noktasında önemli rol üstlendiği sonucu ortaya çıkmıştır. Endonezya %69 ile başı çekerken, Hindistan %68 ile ikinci, Mısır %63 ile üçüncü sırada yer almıştır. Türkiye ise %40’lık oranıyla 12. sırada kendisine yer bulmuştur. Bu sonuç sosyal medyanın oy tercihlerini etkilediği sonucu ortaya koymuştur.
GENÇLER INSTAGRAM’DA
Görüldüğü gibi sosyal medya günümüzde yoğun bir etkileme potansiyeline sahiptir. Toplulukları doğrudan yönlendirmekte ve seçmen tercihlerine nüfuz etmektedir. Ancak devamlı paylaşım yapmak pozitif değil, negatif bir izlenim oluşturmaktadır. Canlı yayınlar, mizahi dil ve özellikle Instagram kullanımı genç seçmenin tercihlerinde aktif bir rol üstlenmektedir. Polemiklere girmek hem partiye hem de adaylara zarar vermektedir. Sosyal medyada polemiklerden kaçınmak adayların lehine olmaktadır. Doğrudan tercihleri belirlemeye yönelik mesajlar ve içerikler ters etki oluşturduğundan ötürü içten ve samimi bir dil kullanılmalıdır. Seçilen görseller profesyonel bir elden geçirilmeli ve muğlak ifadelere yer verilmemelidir. Globalleşen dünyada, siyasetin yeni aktörleri sosyal medyada kendisine yer bulmaktadır. Buradan özetle 2019 yerel seçimleri aynı zamanda sosyal medyanın da imtihanı olacaktır.
.
|
Bugün 691 ziyaretçi (947 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|