|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
ERHAN AFYONCU
Demreli Noel Baba’nın kemiklerini İtalyanlar kaçırdı
Noel Baba olarak bilinen Aziz Nikolas Antalya’nın Kaş ilçesindeki antik Patara kentinde doğdu. Babasından kalan mirası fakirlere yardım için kullandı. Zaman içinde ünü tüm dünyaya yayılınca Noel Baba figürü oluştu. İtalyanlar 11. yüzyılda Aziz Nikolas’ın kemiklerini mezarından çıkartıp Bari’ye kaçırmışlardı
Noel Baba diye bilinen Demreli Aziz Nikolas, Patara'da 260 veya 270 yılında doğdu. Bir tüccarın oğluydu. Babasının ölümünden sonra bıraktığı mirası fakirlere yardım etmek için kullandı. İyilikleriyle kısa sürede tanındı. Bu yüzden herkesin saygı duyduğu bir insan haline geldi.
Seyahatler yaparak insanları Hıristiyanlığa davet etti. Bu gezileri Aziz Nikolas'ın ününü her tarafa yaydı. Noel Baba'nın hikâyesini ve yılbaşı geleneğini Mustafa Daş bir makalesinde teferruatlı olarak anlatır.
DENİZCİLERİN KORUYUCU AZİZİ
Aziz Nikolas'ın ününün yayılması ve tek Tanrı inancı Roma İmparatoru Diocletianus'u rahatsız etti. Roma İmparatorluğu'nda hâlâ putperestlik ve çok Tanrılı olma inancı kuvvetliydi.
İmparator, Noel Baba'yı tutuklatıp zindana attırdı. Aziz Nikolas zindanda kaldığı süre içinde hapiste kalan diğer mahkûmlara da yardımcı oldu. Demreliler de Noel Baba'nın tutuklanmasına karşı çıktı. Halkın tepkisi üzerine Aziz Nikolas serbest bırakıldı.
Aziz Nikolas, kendisiyle birlikte diğer mahkûmları da kurtardı. Mahkûmlar özgürlüklerine kavuşunca, Aziz Nikolas'ı mahkûmların koruyucusu olarak kabul etti.
Aziz Nikolas, fırtınada zor durumda kalan bir gemiyi batmaktan kurtarınca ruhban olmamasına karşın Denizcilerin Koruyucu Azizi, yani "Saint Nikolas" olarak ilan edildi.
Demre'ye yerleşmesini müteakiben, Kilise Aziz Nikolas'ı piskopos yaptı. Böylece Hıristiyan âleminde önemli bir şahsiyet durumuna geldi. Hıristiyanlık inancıyla ilgili en önemli düzenlemelerin yapıldığı 325 yılındaki İznik Konsili'ne katıldığı tahmin ediliyor. Aziz Nikolas'ın 340'larda öldüğü düşünülmesine rağmen tam ölüm yılı bilinmiyor.
Ancak öldüğü gün 6 Aralık kabul ediliyor.
Aziz Nikolas'ın öldükten sonra da ünü yayılmaya devam etti.
İTALYA'YA GÖTÜRDÜLER
Hıristiyanlar, kendi şehirlerine koruyucu bir aziz seçerlerdi.
Ancak bu azizlerin çoğu Hıristiyanlığın ilk yıllarında faaliyet gösteren din adamlarıydı ve Doğu'da vefat etmişlerdi. Bu yüzden mezarları Müslümanlar'ın hâkim oldukları topraklardaydı. Batılı Hıristiyanlar şehirlerinin koruyucusu olarak seçtikleri azizlerin mezarlarını açarak gizlice kemiklerini çıkarıp, ülkelerine kaçırdı. Bu faaliyetleri sırasında Müslümanlar'a yakalanmamak için kemikleri genelde domuz etlerinin altına saklarlardı.
Aziz Nikolas da ölümünden sonra mezarında rahat bırakılmadı.
11'inci yüzyılda İtalya'dan gelen Latinler, Noel Baba'nın mezarını açarak kemiklerini İtalya'ya götürdüler ve Bari'de yaptırılan bir kiliseye yerleştirdiler. Dünyanın her köşesinden kiliseye gelen ziyaretçiler Aziz Nikolas'la ilgili efsaneleri kendi ülkelerine taşımaya başladı. Birçok Hıristiyan hacı olmak için Bari'deki San Nikola Basilicası'nı ziyaret etti.
EFSANE AMERİKA'DAN YAYILDI
Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde 6 Aralık, "Saint Nikolas" hayırseverlik ve armağan verme günü olarak kutlanmaya başladı. Aziz Nikolas'ın efsaneleri ve ismi zamanla ülkelere göre yeniden uyarlandı. Evlere bacadan girerek hediyeleri kimi yerde çoraplara, kimi yerde de çocukların tahta ayakkabılarına bıraktığına inanıldı. Sonunda 17'nci asırda Hollandalılar'da Sinterklaus'a dönüşen Aziz Nikolas efsaneleri, göçmenler tarafından Amerika'ya taşındı.
Bir müddet sonra Amerika'da Aziz Nikolas'ın efsanevi hayatıyla, Kuzey Avrupa ülkelerinin Hıristiyanlık öncesi dönemlerine ait mitolojik kahramanı birleştirilerek, Noel Baba figürü doğdu.
.
ERHAN AFYONCU
Osmanlı Kaleleri
Onlarca ülkenin tarihini barındıran Başbakanlık Devlet Arşivleri, Türkiye'nin en iyi çalışan araştırma kurumlarından biridir. Arşiv, araştırmacılara sağladığı imkânların yanısıra, zaman zaman önemli konularda değişik eserler yayınlar. Devlet Arşivleri'nin son yayınlarından birisi "Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Kaleleri" isimli eser. Osmanlı Kaleleri kitabında Osmanlı Arşivi'nde bulunan 66 kalenin 19. yüzyılda yapılmış renkli planları yer alıyor. Planları yayınlanan kaleler hakkında kısa bir bilgi verildikten sonra kalenin planının resmi verilmiş ve resmin üzerindeki Osmanlı Türçesi açıklamalar yeni harflere çevrilmiş.
Yer yer Osmanlı Arşivi'nde kaleler hakkındaki belgeler de kullanılmış.
Planları yayınlanan kalelerin birçoğu bugün Türkiye'nin sınırlarının dışında kalmış durumda.
Adakale, Avlonya, İbrail, Kaçanik, Özi, Parga, Niğbolu, Limni gibi birçok kalenin planını bu kitapta bulabilirsiniz. 2002 yılında Suudiler tarafından yıktırılan Ecyad Kalesi'nin 1883'te yaptırılan planını da bu eserde görebilirsiniz.
Türkiye sınırları içerisinde bulunan Erzurum, Kilitbahir, Kumkale gibi birkaç kalenin planı da eserde yayınlanmış. Genel müdür Uğur Demir nezdinde "Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Kaleleri" isimli eseri yayınlayan Başbakanlık Devlet Arşivleri yöneticilerini, Mümin Yıldıztaş nezdinde ise kitabı hazırlayanları tebrik ediyoruz.
.
Noel Baba’nın resmi
1863'de karikatürist-yazar Thomas Nast, Santa Claus'u kırmızı yanaklı ve göbekli olarak çizdi ve Santa Claus, uzun süre Harper Weekly Dergisi'nin sevimli ve yardımsever kahramanı oldu.
Thomas Nast, Noel Baba karakterini çizmesinin yanısıra bir de efsane meydana getirdi. Norveçli mitolojik Tanrı Vodan'a ait hikâyeler Noel Baba'ya mal edildi.
Efsaneye göre, Kuzey Kutbu'nda yaşayan Noel Baba, hediyeleri çocuklara geyiklerin çektiği kızakla dağıtırdı.
Noel Baba 1900'lerde reklâm dünyasının aranan sevimli kahramanıydı. Özellikle uluslararası bir içecek firmasının reklâmlarında boy gösterdi. Firma için çalışan bir ressam Noel Baba'ya bugünkü görünümünü kazandırdı. Böylece Noel Baba tüketim toplumuna hitap eden ticari bir unsur hâline geldi. Firma reklamla satışlarını katlarken Noel Baba da şöhreti yakaladı.
.
ERHAN AFYONCU
Eskiden İstanbul’da Boğaz bile donardı
Cuma günü İstanbul’u etkisi altına alan kar yağışı ve soğuk, “rekor” ya da “görülmemiş” gibi ifadelerle anıldı. Oysa İstanbul’da eskiden Boğaz’ı ve Haliç’i bile donduran soğuklar yaşanırdı
İstanbul'a biraz kar yağınca hayat duruyor ve ne yapacağımızı bilemez hale geliyoruz. Ancak bu yaşadığımız da kış filan değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında ve Osmanlı döneminde kar, bir yağdı mı, 'pir' yağardı. Haliç'in ve Boğaz'ın bile şiddetli kıştan dolayı donduğu olmuştu. Zeynep Dramalı, "Tarihi Tersten Okumak" isimli kitabında İstanbul'un şiddetli kışlarını şöyle anlatır:
1911 kışında karlar altında Sultanahmed Camisi.
Boğaz Dondu
Osmanlı döneminde en şiddetli kışlardan biri talihsiz hükümdar Genç Osman zamanında meydana geldi. 24 Ocak 1621'den 8 Şubat 1621'e kadar hiç durmadan yoğun bir biçimde kar yağdı. Kışın şiddetinden İstanbul Boğazı'nda deniz buz tuttu, sadece ortasında bir nehir büyüklüğünde bir yer akmaya devam etti. 9 Şubat'ta ise İstanbullular gözlerine inanamadılar. İstanbul Boğazı tamamen dondu ve şehir halkı Eminönü'nden Üsküdar'a yürüyerek gidip, gelebildiler. Haliç de donduğu için Eminönü'nden Galata'ya aynı şekilde geçilebilmişti.
1954'teki kışta donan Boğaz'la ilgili Hürriyet gazetesinin haberi.
Tarihçi Tuği, "Musibetnâme" isimli eserinde bu hadise ile ilgili olarak, "1621 senesinde Boğaziçi dondu. Üsküdar ve Beşiktaş arası kara olup, üzerinde adamlar gezip, Üsküdar'dan İstanbul'a yürüyerek gidip, gelirlerdi" demişti. Boğaz'ın donması İstanbul için bir felaketti, gıda ihtiyacının çoğunu dışarıdan temin eden şehre gemi gelemediği için yiyecek fiyatları arttı. Ekmek ve et fiyatları birkaç misline çıktı ve büyük bir kıtlık yaşandı. Mart ayının başlarında havanın yumuşaması ile Boğaz'da ulaşım tekrar başlamasaydı, İstanbul'da büyük bir halk isyanı yaşanacaktı. Osmanlı tarihçileri Boğaz'ın donmasını İkinci Osman döneminde meydana gelen diğer ilginç hadiselerle birleştirerek, Genç Osman'ın tahttan indirilmesine işaret olarak gösterirler.
Haliç Dondu
İstanbullular, 48 yıl sonra 1669'da şiddetli bir kış geçirdiler. Boğaz'da yer yer donmalar meydana geldi. Üçüncü Osman'ın hükümdarlığı zamanında 1755 kışı ise oldukça şiddetliydi. 11 Ocak 1755'te Haliç'in tamamı, İstanbul Boğazı'nın da önemli bir bölümü dondu. İstanbullular, Haliç'te karşıdan karşıya denizi yürüyerek geçtiler. Dönemin Vekayinüvisi, yani resmi devlet tarihçisi Ahmed Vasıf Efendi, tarihinde bu hadiseyi anlatırken şöyle bir tarih beyti zikreder:
"Buz üstünden geçen geldi, bana yaz dedi tarihin
Deniz altmış sekizde dondu, buzdan bendeniz geçdim."
Birinci Abdülhamid'in 1774 ile 1789 yılları arasındaki hükümdarlık döneminde şiddetli kışlar yaşandı.
Özellikle 1778, 1779 ve 1782 yıllarındaki kışlar çok şiddetliydi. 1770 ile 1780 arasındaki dönemde Doğu Akdeniz'i "Maksimum Alp Soğuğu" denen aşırı bir soğuk hava dalgası kaplamıştı. Dördüncü Mustafa döneminde, 1808 Şubat'ındaki kar yağışı sonucunda mahalle aralarında bir buçuk adam boyu kar birikmişti.
İstanbul'da denizin donma olayı bir kez de İkinci Mahmud döneminde gerçekleşti. 1823'te İkinci Mahmud'un hükümdarlığında denizin bir kısmı ve musluklardan akan su donmuştu.
.
ERHAN AFYONCU
Kar berekettir
İSTANBUL'A kar yağdı mı, kar yağışını zaman zaman bazı gazete ve televizyonlar "Beyaz kâbus", "Beyaz işkence", "Beyaz afet" gibi başlıklarla olumsuz bir haber gibi verirler. Kar yağışı olmamasının neler kaybettireceği hiç düşünülmez. Ancak İstanbul'daki barajlarda su kalmayınca da eyvah çığlıklarıyla manşetler atılır. Osmanlı döneminde kış şimdikinden kat ve kat daha şiddetli yaşanmasına rağmen kar yağışına çok farklı bakılırdı. Tarihçi Taylesanizâde Hafız Abdullah Efendi, 29 Ocak 1787'de İstanbul'a çok kar yağdığını, Anadolu ve Rumeli'den gelen haberler de durumun orada da öyle olduğunu söyler ve bu durumla ilgili olarak şu yorumu yapar: "Bu berekettir".
1954'teki kışta donan Boğaz'da fotoğraf çektirenler-Hürriyet.
.
ERHAN AFYONCU
Oğuz Kağan Destanı
.
TÜRK boyları içerisinde Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuran Oğuzlar'ın yeri ayrıdır. Bugün Anadolu, Azerbaycan, İran, Suriye ve Irak'taki Türkler'in çoğu Oğuz Türk'üdür. Oğuzlar'ın atası ise Oğuz Han'dır. Oğuz Han'ın efsanevi hayatı ise "Oğuzname"de anlatılır. Bu eser Tarihçi Reşidüddin'in Farsça "Camiüt-tevarih" isimli kitabında yer almaktadır. Oğuzname'nin daha önce tercümesini rahmetli Zeki Velidi Togan yapmıştı.
Türk tarihçiliğine önemli eserler kazandıran çalışkan tarihçilerimizden Tufan Gündüz, "Camiüt-Tevarih"in yeni neşirlerine dayanarak Oğuzname'yi, giriş, not ve izahlarla yeniden tercüme etti. Oğuz Kağan Destanı Türk tarihinin özeti gibidir. Türk tarihinin manevi yükünü üzerinde taşıyan Oğuz Kağan'ın şahsında Çin, Hindistan, İran, Mısır, Anadolu ve Deşt-i Kıpçak fatihleri birleşmiştir.
Bütün Oğuzların (Türkmenlerin) atası alan Oğuz Kağan'ı öğrenmek isteyenlerin Türk tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Oğuz Kağan Destanı'nı okuması gerekir. Eseri yayınlayan Tufan Gündüz'ü tebrik ediyor, yeni çalışmalarını heyecanla bekliyoruz.
Türk tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Oğuz Kağan Destanı'nın "100 Temel Eser" arasında olmamasını büyük bir eksiklik olarak görüyor ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın Oğuzname'yi liselerde okunması gereken eserler arasına alması gerekir diye düşünüyorum
.
ERHAN AFYONCU
Cumhuriyet döneminde şiddetli İstanbul kışları
Cumhuriyet döneminde İstanbul’da ilk şiddetli kış 1929’da yaşandı. 1929 kışı gerçekten çok şiddetli olmuş ve İstanbulluları canından bezdirmişti
2 ŞUBAT 1929'DA İstanbullular ani ve şiddetli bir kar yağışı ile karşı karşıya kaldılar. Tipi yüzünden vapurlar işleyemedi, tramvaylar çalışamadı. Şehrin çevre ile bağlantısı kesildi. Sıcaklık eksi 12 dereceye kadar düştü. Evlerin çatılarında bir metreden fazla buzlar oluştu. İstinye önlerinde Boğaz buz tuttu. Eyüp civarında Haliç dondu. Ayrıca Kâğıthane Deresi, Göksu, Kurbağalıdere ve Terkos gölü tamamen buz tuttu.
Ara sıra güneş çıkar gibi olduysa da kış bir türlü gitmiyordu. 1 Mart 1929 günü İstanbul Boğazı Karadeniz'den gelen buzların istilasına uğradı ve Boğaz dondu. Boğaz bir anda buz istilasına uğrayınca vapurlar işleyemedi. Martın ikinci haftasında havalar biraz ısındı ve buzlar da eridi.
1929 kışını aratmayan bir başka kış 1954'te yaşandı. 23 Şubat 1954'te İstanbul'da görülmedik şiddette bir kar fırtınası meydana geldi. Saatte 100 kilometre süratle esen rüzgâr İstanbul'da hayatı felç etti. Vapur seferleri yapılamazken, uçak seferleri iptal edildi. Kara ulaşımı aksadı. Tuna'dan kopup Karadeniz'e yayılan büyük buz kitleleri Boğaz'ın Karadeniz çıkışını kapattı. Buzlar yüzünden gemilerin İstanbul Boğazı'na geçişleri durdu.
25 Şubat'ta ise İstanbul'un tarihi kışlarından birisi meydana geldi. Boğaz baştan sona tamamen dondu. İstanbullular, Boğaz'ın bir sahilinden diğer sahiline yürüyerek geçtiler. İnsanlar donan Boğaz üzerinde resim çektirerek, tarihe geçtiler.
15 yıl sonra İstanbullular 1969'da şiddetli bir kış daha yaşadılar. 1969 kışında Büyükçekmece Gölü, Küçüksu, Kağıthâne dereleri ve Elmalı barajı tamamen donmuştu.
.
ERHAN AFYONCU
Osmanlı’nın silahları Batı’dan üstündü
.
“Osmanlı tüfek bile imal edemedi” diye iddialar var. Osmanlı, geliştirdiği tüfekleri ve toplarıyla birçok savaşta düşmanlarına üstünlük kurmuştu. 16. yüzyılda Osmanlı, Afrika’dan Endonezya’ya, Hindistan’dan Çin’e kadar birçok ülkeye askeri teknoloji satışı yapmıştı
Osmanlı ile Cumhuriyet birbirinin alternatifi gibi sunuluyor. Hâlbuki Osmanlı Devleti de Türkiye Cumhuriyeti de bizim tarihimiz. Fatih de, Atatürk de milletimize büyük hizmetler etmiş bizim devlet başkanlarımız. Sayın Kılıçdaroğlu, "Koca Osmanlı diyorlar. Bir kilo şeker üretemeyen Osmanlı ile övünüyorlar. O bir kilo şekeri 1926'da Uşak üretti. Koca Osmanlı bir tüfek üretemedi. Osmanlı ile övünelim mi elbette övünelim ama tarihini bilmeyen geleceğini şekillendiremez" şeklinde bir iddia da bulundu.
10 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada büyük bir imparatorluk kuran Osmanlılar'ınharp sanayii olmadan altı asır var olabilir miydi? Bir devletin tarih sahnesinde hem var olabilmesi, hem de önemli rol oynayabilmesi için en başta gelen şart kendi silah sanayiini oluşturmasıdır. Osmanlılar, bunu başardıkları için tarihe damgalarınıvurmuşlardı. Gabor Agoston'un "Barut, Top ve Tüfek" isimli kitabında bu konuda teferruatlıbilgi bulunabilir.
OSMANLI TÜFEĞİNİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Osmanlılar top ve tüfeği icat etmediler ama ateşli silahları geliştirip, öncü rol oynayarak Doğu ve Batı ordularına karşı büyük bir üstünlük kurdular. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren ateşli silahlar Osmanlı ordusunun vazgeçilmez silahları oldular. Osmanlılar ateşli silahları sadece ithal etmiyor, üretimini de gerçekleştiriyorlardı.
XVI. yüzyılın başlarında Avrupa'da tüfekler ağır ve kullanışsızken, Osmanlı tüfeği kendisine has bir şekil kazanarak, savaşlarda sonucu belirleyen bir silah haline gelmişti. 1526'da Mohaç Savaşı'nın kazanılmasında tüfeğin rolü büyüktü.
İkinci Bâyezid döneminden itibaren Osmanlı askeri tarafından kullanılan tüfekler, özellikle fitilli tüfek mekanizmalarında Avrupa ülkelerinden daha gelişmiş bir teknolojiye sahipti. Osmanlı tüfekleri, hafifliği kadar pratik tetik tertibatıyla da savaşlarda etkiliydi. Tetik mekanizmasının geliştirilmesi Osmanlılar'ın silah sanayiine bir armağanıydı.
Türk tüfeklerinin metalinin kalitesi Avrupalılar tarafından da övülmüştür. Tüfeklerde kullanılan çelik levhalar, barutun yanması esnasında ortaya çıkan basınca namlunun yüksek mukavemet göstermesini sağlamaktaydı.
Osmanlılar, tüfeği İstanbul'un yanısıra Şam, Cezayir, Kahire gibi imparatorluğun birçok yerinde üretiyorlardı. Osmanlı saray teşkilatında ehlihiref cemaati içinde tüfekçi ustaları vardı. Osmanlı teknik sınıfları içinde Müslüman olsun olmasın işini bilen herkes yer bulabilirdi.
ÇİN'DE OSMANLI TÜFEĞİ
Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda tüfek üretiminde dünyanın önde gelen güçlerinden biriydi. Osmanlı tüfekleri her yerde aranır hâle gelmişti. İran'daki Safevî Devleti, Hindistan ve Endonezya'daki Müslüman emirlikler, hatta Çin bile Osmanlı tüfeğinin peşine düşmüştü. Osmanlı İmparatorluğu, Afrika, Hindistan ve Endonezya'daki Müslüman emirliklere silah ve o bölgelerde Rumî adıyla anılan askeri uzmanlar göndererek, Portekiz ve İspanyollar'a karşı mücadelelerine destek olmuştur. Osmanlı silah ustalarının Çin'deki bilinmeyen ilginç macerasını ise Giray Fidan, Çince kaynaklara dayanarak "Çin'de Osmanlı Tüfeği ve Osmanlılar" isimli eserinde anlatır.
Kanunî döneminde Osmanlı adına Çin'e giden Duo Si Ma ve kardeşi Ba Bu Li'nin içinde bulunduğu elçilik heyeti, yanlarında bir de Osmanlı tüfeği götürmüşlerdi. Giray Fidan, Osmanlı ateşli silahlar uzmanı olarak anılan Duo Si Ma isminin Dursun isminin Çinceleştirilmiş hali olabileceğini söyler. Duo Si Ma, elçilik görevinden sonra Çin imparatorunun yakın muhafız ve İstihbarat teşkilatı olan Jin Yi Wei'ye komutan olarak alındı. Burada Osmanlı kıyafetleriyle görev yaptı ve 40 yıl boyunca üç imparatora hizmet etti.
16. yüzyılın sonlarında Çin'in başı Japon korsanlarla dertteydi. Çin devlet adamlarından Zhao Shi Zhen, Duo Si Ma'dan Osmanlı tüfeğinin inceliklerini kendisine öğretmesini istedi. Duo Si Ma, Osmanlı tüfeğinin inceliklerini Zhao Shi Zhen'e öğretti. Daha sonra birlikte Çin'de Osmanlı tüfeği ürettiler. Zhao Shi Zhen de 1598'de Osmanlı tüfeğinin nasıl kullanıldığını anlattığı resimli Shen Qi Pu'yu (Olağanüstü (Ateşli) silahlar Klavuzu) yazıp, imparatora sundu.
.
ERHAN AFYONCU
Kendine yeten imparatorluk
.
Osmanlı İmparatorluğu, silah ve ateşli silahlarda kullanılan hammadedelerin üretiminde kendine yeten bir imparatorluktu. Barutun hammaddesi olan güherçileyi (potasyum nitrat) kendi topraklarında Selanik, Yenice Vardar, Vodena, Avrathisar, Florina, Nevrekop, Manastır, Drama, Filibe, Üsküp, Köprülü, Kumanova, Tımışvar, Budin, Çanad, Güzelhisar, Afyonkarahisar, Denizli, Karaman, Akşehir, Konya, Aksaray, Maraş, Erzurum, Diyarbakır, Malatya, Van, Halep, Bilecik ve Antakya gibi imparatorluğun çok değişik bölgelerinde imal ediyordu. Güherçile üretiminde kendi kendine yeten bir devlet olduğu için düşmanlarına karşı en büyük üstünlüklerinden biri de buydu.
Uzun süren savaşlar sırasında Avrupa ülkelerinden silah satın almasına rağmen, çoğunlukla kendine gereken silahı imparatorluk içinde üretirdi. Macar Tarihçi Gabor Agoston, 19. yüzyıla kadar Osmanlı silah sanayiinin Avrupa devletleriyle boy ölçüşebilecek derecede üretken ve faal olduğunu söyler. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda silah ve barut üretilmeye devam etmekle birlikte, silahların ve barutun kalitesi Avrupa'da üretilenlerin gerisinde kaldı. Avrupa'da gittikçe modernleşen silah sanayii arayı açınca, Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa ve Amerika'dan büyük miktarda silah ithal etmeye başladı.
.
Osmanlı döneminde şeker üretimi
Yükleniyor...
Uşak Şeker Fabrikası'ndan önce Osmanlı bir kilo bile şeker üretemiyordu iddiaları ortaya atıldı. Osmanlı döneminde değil bir kilo tonlarca şeker üretildiği gibi şeker ihraç da edilirdi. Mısır'da üretilen şeker Bursa'daki İranlı tüccarlar tarafından alınarak ülkelerine götürülürdü. Mısır ve Kıbrıs'ta üretilen şeker ise Ankara üzerinden Rusya'ya ihraç edilirdi. Bu konuda Zafer Karademir ve Akif Erdoğru'nun makalelerinden teferruatlı bilgi öğrenilebilir.
Mısır, Suriye, Lübnan'daki çeşitli bölgelerin yanısıra Kıbrıs, Girit, Adana, Antakya, Alanya, Tarsus, Silifke, Alanya gibi yerlerde üretilen şeker kamışları şeker imalathanelerinde (şekerhane) işleniyordu. Hem devletin hem de halkın şekerhaneleri vardı.
.
Osmanlı’da top ve barut imalatı
..
Top dökümhanelerinin en büyüğü İstanbul'da olmakla beraber, Samakov'da, Banyaluka'da, Pravişte'de ve Bilecik'te dökümhaneler vardı. Kuşatma için muhasara altına alınan kalenin çevresinde geçici olarak top dökümhaneleri de kurulmaktaydı.
Barut, İstanbul içinde Bakırköy, Atmeydanı, Şehremini ve Kâğıthane'deki baruthanelerde üretildiği gibi, Budin, Tımışvar Belgrad, Selanik, Gelibolu, Halep ve Kahire gibi birçok şehirde de baruthane vardı.
.22 Ocak 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Osmanlı’da tahta çıkma şenliklerle kutlanırdı
ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın şatafatlı yemin töreni bana Osmanlı dönemindeki muhteşem cülus merasimlerini hatırlattı. Osmanlı’da yeni padişah tahta oturduktan sonra tüm İmparatorlukta şenlikler düzenlenirdi
Osmanlı saltanat verasetinde, 16. yüzyılın sonlarına kadar hükümdarın bütün erkek çocukları babalarının tahtına geçme hususunda eşit hakka sahipti. Şehzâdeler devlet idaresinde tecrübe kazanmaları için Anadolu'daki çeşitli sancaklara gönderilirlerdi. Tahttaki padişahın ölüm haberi veziriazam tarafından derhal ulaklar vasıtasıyla sancaklardaki her bir şehzâdeye ulaştırılırdı. İstanbul'a ilk ulaşıp devlet imkânlarını kontrol altına alan şehzâde yeni Osmanlı padişahı olarak tahta otururdu.
YENİ SULTANIN TAHTA GEÇİŞİ
II. Selim'den itibaren yalnızca veliaht olan en büyük şehzâdenin sancağa gönderilmesi, III. Mehmed'den sonra da bu geleneğin tamamen terkedilmesiyle saltanat değişikliklerinde taht mücadeleleri sona erdi. Bu dönemde padişahın vefatından harem ağası vasıtasıyla haberdar olan sadrazam, İstanbul'da bulunan diğer devlet ricalini durumdan haberdar ederdi. Devlet adamları hemen matem kıyafetlerini giymiş bir hâlde saraya giderler, Divân-ı Hümâyûn'a veya Sünnet Odası'na geçip, yeni padişahın gelmesini beklemeye başlarlardı. Harem ağası taht sırası hangi şehzâdedeyse onun Şimşirlik'teki dairesine gidip, padişahın vefat ettiğini haber verir ve kendisini tahta davet ederdi.
Yeni padişah selefinin naaşını gördükten sonra ikna olan şehzâdenin bir koltuğuna harem ağası, Hırka-i Şerif Dairesi'ne girerken de şehzâdenin diğer koltuğuna silahdar ağa girerdi. Burada âdet üzere ilk biat gerçekleştirilir, önce sadrazam ve şeyhülislâm sonra da harem ağası ve bazı saray ağaları yeni padişaha biat ederlerdi.
İlk biatten sonra umum biatinin hazırlıkları başlardı. Derhal teşrifatçıbaşı tarafından cülus merasiminde hazır bulunacaklar saraya davet edilir, bir davetiye de yeni padişaha gönderilirdi. Daha sonra padişahın tahtı Bâbüssaâde önüne kurulurdu. Teşrifatçı herkesi mevkilerine uygun olarak tertip edince, bâbüssaâde ağası Hırka-i Şerîf Dairesi'ndeki padişaha hazırlıkların tamamlandığını haber verirdi. Harem ağası padişahın bir koltuğuna girer, diğer koltuğunda da önceleri bâbüssaâde ağası sonraları da silahdar ağa girer ve bu şekilde tahtın önüne gelirlerdi. Meydandakileri her iki tarafına dönerek selamlayan padişah, tahta otururdu. Nakibüleşrâf ve Kırım hanzâdelerinden başlamak üzere herkes teşrifattaki sırasına göre gelip biat ederlerdi. En son teşrifatçının biat etmesiyle merasim sona ererdi.
Çelebi Mehmed askerlere cülus bahşişi dağıtıyor.
Sultan Abdülaziz'in cülus töreni.
.29 Ocak 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Madagaskar Müslümanları İstiklal Savaşı’nda yanımızdaydı
Adını duysak da harita üzerinde yerini bile bilmediğimiz Madagaskar Osmanlı’dan bu yana hep yanımızdaydı. Büyük vefa borcumuz olan Madagaskar Müslümanları Milli Mücadele döneminde yardım toplayıp göndermişler, dualar etmişlerdi
Cumhurbaşkanımız Tanzanya, Mozambik ve Madagaskar'ı ziyaret etti. Film ve kitaplarda isimlerini duyduğumuz bu Afrika ülkeleri Osmanlı döneminde bizden yardım ister, zor zamanlarımızda da en ufak yardımı bile bizden esirgemezlerdi. Prof. Dr.
Ahmet Kavas, Fransız ve Osmanlı kaynaklarına dayanarak önemli araştırmalar yapmakta ve Afrika'nın Osmanlı yüzünü aydınlatmaktadır.
Ahmet Kavas, "Geçmişten Günümüze Afrika" isimli kitabında Madagaskar Müslümanları'yla ilgili ilginç bir hadiseyi anlatmaktadır.
Afrikalı Müslümanlar
ADA DEVLETİ MADAGASKAR
Madagaskar, Afrika'nın doğusunda Hint Okyanusu'nda yer alan Türkiye'nin yüzölçümünün yarısından büyük bir ada devletidir.
Madagaskar yerlilerine ve konuştukları dile Malgaş denir. Müslümanların adaya çıkmasından sonra Büyük Komor (Kamer) adası olarak bilinen ülke Avrupa sömürgeciliğinden sonra San Loranzo ismini aldı. Sonraki dönemlerde ise Madagaskar denildi.
Doğu Afrika sahillerine gelen Müslüman Arap ve İranlılar, yerlilerle karışarak bölgede onlarca sultanlık kurdular. XVI. yüzyılda Portekizliler, XVII. yüzyıldan itibaren ise diğer Avrupalı devletler bölgeye göz diktiler.
Onların buraya ayak basmasıyla birlikte Müslümanlar zor durumda kaldılar.
Fransa, Madagaskar yerlilerinin direnişlerini kırarak 1885'te adanın tamamını işgal etti.
Sömürgeciler, adadaki yerlilerin topraklarına el koyarak Madagaskar'da çalıştırmak için Hindistan ve Endonezya taraflarından nüfus getirdiler. Getirilenlerin önemli bir kısmı da Müslüman'dı. Ancak sömürgecilerin faaliyetleri sonucu Madagaskar Hıristiyanlaştırıldı.
Müslümanların sayısı azaldı. Madagaskar, bağımsızlığına 1960'ta kavuştu.
Sami Yetik'in İstiklal Savaşı'yla ilgili bir tablosu.
MADAGASKAR VE MİLLİ MÜCADELE
Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup olması dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Müslümanlar'da büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ancak Anadolu'da Atatürk'ün liderliği altında emperyalistlere karşı Milli Mücadele'nin başlaması sömürge olarak yaşayan Müslümanları büyük bir sevince boğdu. Kendi ülkelerinde sömürge olarak yaşayan Müslümanlar bir taraftan Milli Mücadele için dua ederken bir taraftan da ellerinden gelen yardımı yapmaya başladılar.
Bu yıllarda Fransa'da yaşayan İbrahim Mansur isimli Madagaskarlı bir Müslüman, savaş sırasında Türkiye'ye yardım etmek için koşturup, durmuş, Anadolu Müslümanlarına yardım toplamıştı.
Milli Mücadele'nin başarıya ulaşıp, 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması'nın imzalanması İbrahim Mansur'u büyük bir sevince boğdu. İbrahim Mansur, Lozan haberini alır almaz, Madagaskar'a bir telgraf çekerek bu mutlu haberin her yere duyurulmasını ve bu önemli hadiseyi işyerlerini kapatarak bayram gibi kutlamalarını istedi.
Madagaskarlı Müslümanlar, ertesi gün işyerlerini kapatıp, bütün camilerde Türkiye'nin bağımsızlığı için şehit düşenlere dualar ettiler. Adanın her tarafına Türk bayrakları asıldı. Akşam olduğunda ise yine bütün camilerde hatim duaları yapılıp, mevlitler okundu.
Tamatave şehrinde yaşayan Müslümanlar adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne hitaben şu tebrik telgrafını gönderdiler:
"Zatıalinize son derece yüksek saygımızla. İslam'ın muzaffer davası için sonsuz minnetimizle.
Türkiye için yeni bir dönemin ortaya çıkışı yolunda Türkiye Büyük Meclisi ile fikir birliği içindeyiz." Madagaskarlı Müslümanlar, Türkiye için bir yardım kampanyası düzenlediler. Herkes karınca kararınca yardım etmeye çalıştı.
Tanarive ve Tamatave şehirlerinden Türkiye'deki yetim ve savaş gazileri için yardımlar toplandı.
Türkiye'ye yardım yapan Madagaskarlı Müslümanlar'ın listesi.
.05 Şubat 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Şükrü Kaya’nın mirasına sahip çıksaydık Kardak krizi olmazdı
Şükrü Kaya, 1936’da Ege’deki yüzlerce adacık ve kayalığı Türkiye’ye kazandırmıştı. Kaya’dan sonra mirasına sahip çıkılıp, Ege’deki hakimiyet alanlarımız tam olarak tesis edilseydi bugün Kardak krizi olmazdı
İtalya, 1911'de Libya'yı işgale kalkışınca Enver Paşa, Eşref Kuşçubaşı, Mustafa Kemal Atatürk gibi genç subaylar, Libya'ya giderek halkı örgütlediler. Zor durumda kalan İtalya, Rodos'u ve diğer 12 adayı işgal etti. 18 Ekim 1912'de Uşi Antlaşması imzalanarak Libya'daki İtalyan hâkimiyeti kabul edildi. İtalya, antlaşmaya göre adaları tahliye edecekti. Ancak Balkan Savaşı'nın devam etmesi, ardından da Birinci Dünya Savaşı çıkınca adalar geri alınamadı. Lozan Antlaşması'yla da adalardaki İtalya hakimiyeti kabul edildi.
ŞÜKRÜ KAYA'NIN UFKU
Atatürk döneminde birçok önemli görevde bulunan Şükrü Kaya, 1936'da İçişleri Bakanıydı. Kendisi İstanköy Adası doğumlu olduğu için adalara ve Ege Denizi'ndeki haklarımıza büyük önem verirdi. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu "Ordu ve Politika" isimli eserinde Şükrü Kaya'dan bizzat dinlediği çok önemli bir hadiseyi zikreder.
Atatürk'ün izlediği siyasetle 20 Temmuz 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanarak Boğazlar'da Türk hakimiyeti tesis edilmişti. Şükrü Kaya, Montrö'den sonra Lozan Antlaşması'nı evinde okurken kafası birşeye takıldı. Haritayı açıp inceledi. Lozan Antlaşması'nda "Bu muahedeye mugayir ahkâm mevcut olmadığı takdirde Anadolu sahillerine üç milden yakın adalar Türk hâkimiyeti altında bırakılmıştır" ibaresi vardı.
Şükrü Kaya, elindeki haritada bunlara ait bir çizgi bulamaz. Aslen İstanköy'de doğup, büyüdüğü için, Yunanistan'a ve İtalya'ya terkedilmiş olan adalarla sahil arasında bazı kayalıklar ve adacıklar olduğunu hayal meyal hatırlar. Bu toprak parçalarının mülkiyetinin tespit edilip, edilmediğini düşünür.
Sabah olur olmaz bakanlığa gidip, müsteşarını çağırarak "Bana gözü en açık olanlardan dört adet müfettiş seç, getir" emrini verdi. Ardından haritalar getirtti. Kendisi, müsteşar ve dört mülkiye müfettişi bir de bakarlar ki yüzlerce kayalık, ada ve adacık var. Şükrü Kaya hemen Türk kıyılarını dörde ayırıp, müfettişlerin her birini bir bölgeye tayin edip şu talimatı verdi: "Vazifeniz son derece mahremdir. Her birinize iki polis refakat edecektir. Gittiğiniz yerlerdeki kaymakamlara, nahiye müdürlerine ne ile uğraştığınızı asla çıtlatmayacaksınız. Sandalla mı olur motorla mı, yelkenli ile mi, artık ne gibi vasıtalar bulabilirseniz kara sularımız içinde veya iki üç mil daha uzakta ne kadar adacık ve ada varsa dolaşıp malumat toplayacaksınız. Mahalli amirlerden kontrol sahalarına dahil kıyılardaki adalar hakkında sezdirmeden bilgi de toplayabilirsiniz? Adalar boş mu? Dolu mu? En geç bir ay içinde buraya gelip bana bizzat rapor edeceksiniz".
Ardından Dışişleri Bakanlığı'nı arayıp, bu adaların ve adacıkların mülkiyetini teker teker tespit eden bir protokolün bulunmadığını öğrendi. Müfettişler dönünce Şükrü Kaya dinledikleri karşısında irkildi: "Sahipsiz yüzlerce ada."
Hemen haritaları alarak, Atatürk'ün yanına gidip, "Eğer en kısa zamanda bu adalar üzerinde mülkiyet hakkımızı belirtmezsek, Yunanlılar ve İtalyanlar hangisine ayak basarlarsa bayraklarını çekiverirler. Onun için derhal adaları almalıyız" der. Atatürk, haklısın dedikten sonra mareşale git durumu anlat diye emir verdi.
FEVZİ ÇAKMAK İLE TARTIŞMASI
Fevzi Çakmak, durumu dinleyince "Olan olmuş demektir. Artık yapılacak iş yok. Elden ne gelir?" diyerek bakana beklemediği bir tepki verir. Şükrü Kaya, bu topraklar üzerinde mülkiyet hakkımızı kurmalıyız diye ısrar edince cevap alamaz ve haritalarını toplayarak oradan ayrılır.
Ertesi günkü bakanlar kurulu toplantısında söz alan Şükrü Kaya, genelkurmay başkanının da toplantıya çağrılmasını teklif eder. Fevzi Çakmak geldikten sonra Şükrü Kaya bakanlar kurulunu hayrete düşüren durumu uzun uzadıya anlatıp, "Ben vazifemi yaptım. Şimdi vazife sırası paşa hazretlerinindir. Bu adaları hemen işgal ettirmelidirler" der.
Fevzi Çakmak ise masaya eline vurduktan sonra "Genelkurmay bu mesuliyeti üzerine alamaz İçişleri Bakanı'nın maksadı nedir? Memleketi harbe mi sürüklemek istiyor? Cevap versin! Maksadı bu mudur?" der. Şükrü Kaya hemen "Vazife kendilerine düşmektedir. Eğer hadiselerin seyri bir harbi zaruri kılarsa, bakanlar kurulu karar verir, o kararı da gene Paşa hazretleri tatbik ederler" diye cevap verir. Mareşal ise "Kendisinde bir harbi de göze alabilecek cesareti görebiliyorsa bu işi neden bizzat başaramıyor?" deyince Şükrü Kaya fırsatı kaçırmaz ve şu teklifi yapar: "Peki, Paşa hazretleri emirlerindeki ince filoları 48 saat içinde İçişleri Bakanlığı'nın emrine devretsinler".
.
.12 Şubat 2017, Pazar
Yunanistan’ın 15 Temmuz darbe girişimine katıldıktan sonra ülkelerine kaçan FETÖ’cü askerleri iade etmemesi Atina - Ankara arasında gerilime yol açtı. Oysa bundan 118 yıl önce komutanını darp ederek Osmanlı’ya sığınan Yunan askerini arada herhangi bir iade anlaşması olmamasına rağmen ülkesine iade etmiştik
Yunanistan 1350'lerde Türk hakimiyetine girdi. Osmanlı'nın fethinden sonra, bugünkü Yunanistan'ın bulunduğu sahalarda kargaşa sona erdi ve bölgeye mutlak bir devlet hakimiyeti ile birlikte barış ve huzur geldi. 1699'da Mora Yarımadası elimizden çıktıysa da 1718'de tekrar Türk hakimiyetine alındı.
YUNANİSTAN'IN KURULUŞU
Fransız İhtilali'nin yaydığı milliyetçilik ve bağımsızlık fikirleri Osmanlı topraklarında yaşayan milletleri de etkiledi. Philike Heteiria'nın (Dostluk Cemiyeti) kurulması Yunanistan'ın bağımsızlığı yolundaki ilk adımdı. Cemiyetin başkanlığına Aleksandır İpsilanti getirildi. Sırplar'la ve Avrupalı bazı devletlerle temasa geçen İpsilanti ayaklanma için faaliyetlerini tamamladıktan sonra, 6 Mart 1821'de Eflak ve Boğdan'da isyanı başlattı. Osmanlı yönetiminin isyancılara karşı sert tedbirler almasıyla isyan bastırıldı.
Eflak ve Boğdan'da başlayan ayaklanma Mora ile bazı adalara da yayıldı. Avrupa kamuoyunun Rumları desteklemesine rağmen Fransa, İngiltere ve Prusya, Avusturya'nın da tesiriyle ayaklanma karşısında tarafsız kaldı. Ancak Avrupa'nın birçok yerinde Helen Dostluk Komiteleri kuruldu ve bunlar Rumlar'a maddi ve manevi destek sağladı. Avrupa'da yaşayan Rumlar ile İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika vs. gibi ülkelerden başka milletlere mensup gönüllüler savaşmak için Mora'ya geldiler.
Rum isyanı Avrupa kamuoyundan geniş destek bulunca İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı'ya savaş açtı. Mağlup olan Osmanlı Devleti, bağımsız Yunanistan'ı 24 Nisan 1830'da tanıdı. Yunanistan kurulunca, bu bölgelerdeki Türkler'den sağ kalanlar Osmanlı topraklarına göç etti.
Mora Yarımadası ve Atina'yı da içine alan, bir Yunan devleti kurulmuştu. Rumlar'ın büyük bir çoğunluğu hâlâ Osmanlı hakimiyeti altındaydı. Yunanistan'ın bundan sonraki "Megali İdea" (büyük ülkü) siyaseti Rumlar'ın yaşadığı diğer Osmanlı topraklarını ve İstanbul'u ele geçirmekti.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Osmanlı ile Yunanistan arasında 1881'de İstanbul'da yapılan bir antlaşmayla Tesalya Yunanistan'a bırakıldı. 1897'de Osmanlı ile Yunanistan arasında Girit meselesinden dolayı savaş çıktı. Yunanistan bu savaşta ağır bir mağlubiyete uğradı ve Osmanlı ordusunun Atina'ya girmesi büyük güçlerin aracılığıyla durduruldu. Yunanistan daha sonraki yıllarda da Türkiye aleyhine büyümeye devam etti.
TÜRKİYE'YE SIĞINAN YUNANLILAR
Yunanistan kurulduktan sonra iki ülke arasında firarlar oldu. Suçlular iki ülke arasında kaçıp, durdu. Özellikle kaçtıktan sonra iade edilmemek için din değiştirenlerin durumu konuyu değişik bir mahiyete getirdi. İki ülke arasında suçluların iadesine yönelik bir anlaşma ve mukavele olmadığı için mesele çözülemiyordu. Bu yüzden 19. yüzyılın son çeyreğinde suçluların iadesi konusunda iki devlet arasında birçok görüşme yapıldı. Osmanlı bu görüşmelerde özellikle suçluların takibi bahanesiyle Türkiye sınırına müdahale edilmemesi için uğraştı. 1897 Yunan Savaşı sonunda imzalanan barış antlaşması hükümlerince suçluların iadesi, konsolosluk ve diğer konuların Yunan memurlarıyla müzakeresi için Hasan Fehmi Pasa başkanlığında Dışişleri Kâtibi Nuri Bey, hukuk müşavirleri Hakkı Bey ve Gabriel Efendi görevlendirilerek, görüşmeler yapıldı. Yunan murahhaslarıyla birçok görüşme yapılmasına rağmen suçluların iadesiyle ilgili tam bir neticeye varılamadı. Bu yüzden iki ülke arasında kaçıp, sığınmalar devam etti. Türkiye, bazı suçlara bulaşıp, Osmanlı Devleti'ne iltica eden Yunan tebaasına mensup kişileri asayişsizliğe sebebiyet vermemeleri için sınırdan uzak yerlere gönderdiği halde Osmanlı tebaasından olup Yunanistan'a sığınmış olan Osmanlı suçlularına karsı Yunanistan'ın bu hassasiyeti göstermemesi çeşitli sıkıntılara yol açtı.
İki ülke arasında anlaşma olmamasına rağmen Türkiye zaman zaman kendisine kaçan özellikle askerleri iade etmiştir. 1864'te Tırhala'ya kaçan Yunan askerleri ülkelerine geri verilmiştir. 1899'un sonlarında ilginç bir firar olayı gerçekleşmiştir. Yunanistan'ın Yedinci Efsun Taburu'nun birinci bölüğü onbaşılarından bir karakolda görevli İstavro Dimitri, çavuşunu tokatladıktan sonra, ceza alacağından korkarak Türkiye'ye firar etti. Onbaşı, Osmanlı Devleti'nin Sivato Karakolu'na iltica eylemişti. Alasonya kumandanlığı durumu ilgililere bildirip, askerin ifadesi alındı. Daha sonra da Efsun askeri Yunan hükümetine teslim edildi. Yunan Hudut Komutanlığı, askerin teslim alındığını Osmanlı yetkililerine bildirince, dönemin Genelkurmay Başkanı Rıza Paşa 3 Aralık 1899 tarihli bir yazıyla durumu İkinci Abdülhamid'e arzetti.
Zonaro'nun fırçasından Türk-Yunan Savaşı
.19 Şubat 2017, Pazar
Selanik’teki arşivlerde bulunup yeni yayınlanan belgeler Atatürk’ün soyuna ait kayıtlardan babasından kalan mirasa ve doğduğu evin nasıl satın alındığına kadar hiç bilmediğimiz bilgilere ulaşmamızı sağladı
Yunanlı tarihçinin 50 yıllık araştırması
Bazı çevreler senelerdir Atatürk'ün ailesine dair belge uydurup, iftiralar atarlar. Son yıllarda ortaya çıkan yeni belgeler bu kesimlere birer tokat gibi indi.
Ali Güler'in başta "Benim Ailem" olmak üzere Atatürk'e dair kitapları birçok yeni bilgiyi bize kazandırdı.
Mehmet Ali Öz'ün "Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Soy Kütüğü" isimli eseri ise Ali Rıza Efendi'nin vefatının ardından eşi ve çocuklarına bağlanan aylıkların belgelerini ortaya çıkardı.
Selanik'teki Makedonya Devlet Arşivi'nde senelerce görevli olarak çalışan Vasilis Dimitriadis'in "Bir Evin Hikâyesi, Selânik'teki Mustafa Kemal Atatürk'ün Evi ve Ailesi Hakkında Türkçe ve Yunanca Belgeler" isimli Türk Tarih Kurumu yayınları arasında çıkan eseri ise ilk defa yayınlanan ve bilmediğimiz belgeleri ihtiva ediyor.
YARIM ASIRDA HAZIRLAN DI
Vasilis Dimitriadis, 1961'de Atatürk'ün doğduğu evle ilgili belge bulabilmek için Selanik'e gelen Türkiye'nin önemli tarihçilerinden rahmetli Faik Reşit Unat ile tanışınca, yıllarını bu konuda araştırma yapmaya harcamış. Sonunda da Atatürk'ün ailesi, doğduğu ev ve akrabaları hakkında birçok belgeye ulaşmış. Kitapta kullandığı belgeler Türk ve Yunan tapu kayıtları ve mahkeme belgeleri olduğu için son derece sağlam ve güvenilir vesikalar.
Kitapta yıllarca süren araştırmanın sonucunda bulunan 80'den fazla Osmanlı Türkçesi ve 16 Yunanca belge kullanılmış. 2010'da yayınlanmak üzere TTK'ya gönderilen kitabın neşri bir türlü gerçekleşmeyince 2013'te bu işi üstlenen Levent Kayapınar'ın çabalarıyla eser yayınlanabildi.
MUSTAFA İSMİ NİÇİN KONDU?
Atatürk'ün Kemal isminin okuldaki öğretmeni tarafından verildiğini biliyoruz. Ancak asıl ismi olan "Mustafa"nın niçin verildiği şimdiye kadar bilinmiyordu. Aileler eskiden çocuklarına genelde kendi anne ve babaları ile daha büyük atalarının isimlerini koyarlardı. Atatürk'ün dedesinin ismi Ahmed'di. Ancak ağabeylerinden birine bu isim verilmişti. Ali Rıza Efendi oğluna dedesinin ismi olan Mustafa'yı vermiştir. İlk defa bu kitapta yayınlanan belgeler ışığında Atatürk'ün dedesinin Mustafa olduğunu öğreniyoruz ve Atatürk'ün soyu 18. yüzyıla kadar iniyor.
Atatürk'ün dedeleri Manastır'daki Kocacık Köyü'nden gelip Selanik'e yerleşmiştir.
Yapılacak yeni araştırmalarla daha eski tarihlere ulaşılabilir.
Atatürk'ün anne tarafından ise dedesi Feyzullah Efendi, dedesinin babası İbrahim Efendi, dedesinin dedesi ise Molla Hasan Efendi'dir. Kitapta hem anne hem de baba tarafından akrabaları hakkında geniş bilgi mevcut.
Anneannesi Ayşe hanımın 1899'da Atatürk'ün Harp Okulu'na girdiği yıl vefat ettiğini bu eserden öğreniyoruz.
Yine Atatürk'ün teyzesi Fatma Molla'nın kocası Ali oğlu Abdullah'ın ailesi hakkında geniş malumat elde ediyoruz. Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin birçok kitapta anlatıldığı gibi kerestecilikle uğraştığı eserdeki vesikalarla belgeleniyor.
***
Ali Rıza Efendi'nin mirası
Kitabın en kıymetli belgelerinden birisi Ali Rıza Efendi'nin terekesi. Ali Rıza Efendi 23 Mayıs 1886'da öldüğünde arkasında miras olarak şunları bırakmıştı:
1- Koca Kasım Paşa Mahallesi'nde 35.010 kuruş değerinde bir ev.
2- 45 kuruş değerinde softan bir ceket, bir yelek.
3- 20 kuruş değerinde eski bir pantolon.
4- 40 kuruş değerinde 1 palto.
5- 20 kuruş değerinde 1 sandık.
6- 5 kuruş değerinde Lugat-i Osmanî.
7- 10 kuruş değerinde Muhammed Nuri Şemseddin Nakşibendi'nin Miftahü'l-Kulub (Kalplerin Anahtarı) adlı kitabı.
8- 5 kuruş değerinde 4 parça evrak Ali Rıza Efendi, 23 Mayıs 1886'da vefat etmiş, mirası 13 Nisan 1887 tarihinde mahkeme tarafından kayıt altına alınmıştır. Mirası 35.010 kuruşluk bir ev, 145 kuruşluk eşya ve iki kitaptır.
Nuri Efendi isimli birisine ise 28.800 akçe borcu vardır. Ali Rıza Efendi'nin defnine 500 kuruş harcanır.
28.800 kuruşluk borç için karşılık ayrılır. 553 kuruş dellaliye masrafına, 139,5 kuruş ise vergiye ayrılır. Zübeyde Hanım'a 751 kuruş mihr bedeli ayrılır. Geriye kalan 4.410 kuruştan 551 kuruş eşi Zübeyde'ye, 1.929 kuruş oğlu Mustafa'ya, 964'er kuruş kızları Makbule ve Naciye verilir.
.
Son dönemin en tartışmalı padişahlarından İkinci Abdülhamid’in ilginç özellikleri vardı. Sultana uyumadan önce cinayet romanları okunur, yatak odasının önünde ise hanedanın mensup olduğu Karakeçili Yörükleri nöbet tutar, padişahı korurlardı
İkinci Abdülhamid'in bilinmeyen özellikleri
Uyumadan polisiye kitabı okutur
İkinci Abdülhamid, kendisinden önceki iki padişah tahttan indirildiği için güvenliğe son derece önem verirdi. Sultan Abdülhamid'in şahsi güvenliğini ise Yıldız Sarayı'nda padişaha bağlı askerlerden oluşan muhafız bölüğü sağlardı.
İkinci Abdülhamid dönemi üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Prof. Dr. Vahdettin Engin'in eserlerinden bu konuyu teferruatıyla öğreniyoruz.
SÖĞÜT ALAYI
İkinci Abdülhamid Yıldız Sarayı'nın duvarlarının çevresinde, Ertuğrul ve Orhaniye kışlalarını yaptırtıp, 15 bin asker yerleştirtmişti.
Kışlalardaki askerlerin çoğunluğu Arnavut, Boşnak ve Arap'tı.
Yıldız Sarayı'ndaki muhafızların içinde en ilgi çekici olanları ise Osmanlı hanedanının mensup olduğu Karakeçili aşiretinden Türkmenler'in oluşturduğu "Söğüt Alayı" idi.
Söğüt Alayı 200 kişiden oluşan bir süvari birliğiydi.
Sultan, Söğüt Alayı'na alınacak muhafızların, Ertuğrul Gazi ile Söğüt'e gelmiş ailelere mensup, çok iyi ata binen, güzel ahlaklı, beş vakit namazını kılan, kendi işi ile uğraşan, mazbut, yakışıklı ve boylu poslu kimseler olmasını emretmişti. Askerler sakallı veya sakalsız olabilirlerdi. Sakallıların sakalı kesilmez fakat bakımlı tutmalarına dikkat edilirdi. Aşiret mensupları İkinci Abdülhamid'in özel muhafızlığını yapacaklarından, hizmetleri sürekli olacak ve memleketleri ile ilişkileri kesilecekti. Bu yüzden muhafız olacakların kendi arzu ve istekleriyle gelmesi önemliydi. Seçilen muhafızlar, emirlere son nefeslerine kadar mutlak itaat edip, padişaha sadakatle hizmet edeceklerine dair Ertuğrul Gazi'nin Türbesi'nde yemin ederlerdi.
SHERLOCK HOLMES SEVERDİ
Sultan Abdülhamid, Karakeçililer'den oluşan muhafızlarına çok güvenir, Söğüt Alayı'ndan sitayişle bahseder ve onlara "öz hemşerilerim" derdi. Sultanın Karakeçililer'e itimadı herkesten fazlaydı. Bu yüzden her gece yattıktan sonra İkinci Abdülhamid'in yatak odasının dışında bir haremağası ve Karakeçili aşiretinden bir muhafız bulunurdu.
Sultanın ilginç alışkanlıklarından biri de yatağına uzandıktan sonra uykuya dalmadan kitap okutturması idi. Ayak ucuna bir paravan konur ve Esvapcıbaşı İsmet Bey kendisine kitap okurdu. Sultan daha çok polisiye, cinayet ve macera romanlarına düşkündü. Sir Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes serisi başta olmak üzere İkinci Abdülhamid için Fransızca ve İngilizce'den yüzlerce roman çevrilmiştir.
Bunların çoğu da günümüzde kütüphaneler ve Osmanlı Arşivi'nde yazma halde bulunmakta.
Kendi ifadesi ile kitap okutturmak sultana ninni gibi geliyordu.
Gündüzleri kafasını meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnini başka taraflara sevk edip düşüncelerden kurtulmak ve rahat uyuyabilmek için kitap okutuyordu.
.
Almanlar Roma’nın en büyük belalarından biriydi. Roma’yı yıkıp, Hıristiyanlara birçok eziyet eden Almanlar, günahlarının etkisiyle dünyanın en fanatik ırkçısı olmuşlardı
Tarih bizlere Almanlar'daki ırkçılık duygusunun zaman zaman akl-ı selimin önüne geçtiğinin örneklerini sıkça veriyor. Genç tarihçilerimizden Fatih Gürcan bir yazısında Almanlar'ın Roma'yı yıkıp, daha sonraki dönemlerde de Hıristiyanlığa çok büyük zarar verdikten sonra Hıristiyanlığı geç kabul eden Avrupalı milletlerden biri olmak gibi iki büyük günahın vebalini tarih boyunca üzerlerinde taşıdıkları için hep saldırgan olduklarını uzun uzun anlatır.
Moltke ve Bismark Paris önlerinde
ROMA'YI YIKTILAR
Bizim Almanya olarak söylediğimiz devletin adı dünya literatüründe "Germany" yani Germen milletinin ülkesi olarak geçer. Türkler ve Fransızlar ise güneyde yaşayan bir Germen topluluğu olan Alamanlar'dan yola bütün Germen kabilelerini Alman diye isimlendirmişlerdir.
Almanlar, Keltler, Kartacalılar ile beraber Roma'nın en büyük belalarından biriydi. Fırsat buldukça, yağma amacıyla güneydeki Roma şehirlerine sefer düzenleyen Germen kabileleri, Roma yöneticilerini canından bezdirmişti. Nitekim bunu engellemek amacıyla Germen toprakları ile Roma İmparatorluğu'nu ayıran sınırlara tahkimatlar inşa edilmişti. Tahkimatların görevi Roma'yı barbar Germen kabilelerinden korumaktı. Ancak batıya ve güneye doğru akın akın göçen Germenler, Roma Medeniyeti adına ne var ne yoksa yakıp, yıkıp, her yeri kan gölüne çevirdiler.
Roma İmparatorluğu, 395'te ikiye ayrıldı. Hun ve Germen akınlarına dayanamayan Batı Roma İmparatorluğu 476'da yıkıldı.
Kavimler göçü yaklaşık 300 yıl etkisini göstermiş ve bu süre içerisinde Avrupa, perişan olmuştu. 8. yüzyıldan itibaren Avrupa'da taşlar yavaş yavaş yerine oturdu. Yeni dönemi başlatan Karolenj Hanedanı'ndan Şarlman'dı.
Franklar, 732'de Puvatya'da Müslüman Araplar'ı durdurarak Avrupa'nın Müslümanlaşmasına engel oldular. Daha sonra doğuya ve güneye doğru genişleyen Frank İmparatorluğu, Almanya ve İtalya'yı topraklarına kattı. Şarlman, 800'de papanın elinden Roma imparatorluk tacını giydi. Alman ve Fransız milliyetçileri, Şarlman'ın kendi milletlerinin önderi olduğunu tartışıp, dururlar. 840'ta imparatorluk üçe ayrıldı. Almanlar, Şarlman'ın imparatorluk tacını devralan kanadı oluşturdular. Bu dönemi "Birinci Reich", yani İlk İmparatorluk olarak kabul ederler.
Alman İmparatoru, Birinci Dünya savaşı sırasında bir cephede.
HAÇLI KATLİAMLARI
Ortaçağ Almanyası psikolojik bir ikilem içerisindeydi. Almanlar bir yandan imparatorluk tacına kendilerinin sahip olması münasebetiyle kendilerini üstün görüyorlardı.
Diğer taraftan ise Roma'yı yıkmak ve Hristiyanlığa çok büyük zarar verdikten sonra Hristiyanlığı kabul etmek gibi iki büyük günahın vebalini hissediyorlardı. Bu psikolojik ikilem Almanlar'ın koyu Hristiyan olmalarına ve hükümdarlarının da diğer krallara göre papaların çok daha fazla tesiri altında kalmalarına sebep oldu.
Haçlı Seferleri sırasında çok kan döktüler. İlk Haçlı seferine Yahudiler'i katletmekle başlayan Almanlar, yeni Hristiyan olan Macarlar'ı keserek yola devam etmişlerdi. Rumlara her türlü zulmü yaptıktan sonra Kudüs'e varıncaya kadar her türlü katliamı yapıp, Kudüs'ü kan gölüne çevirdiler.
Kudüs'teki bütün Müslüman ve Yahudiler'i kesmekle tatmin olmamış, şehirdeki doğulu dindaşları olan Ermeni ve Süryaniler'i de katletmişlerdi.
Haçlı seferlerinin en radikal ve fanatik milletlerinden birisi Almanlardı.
Ortaçağın sonuna doğru Alman İmparatorluk mekanizmasında siyasi ağırlık güneye doğru kaydı. Habsburg hanedanı Alman Tarihi'nin şekillendirilmesinde mühim rol oynadı. Habsburglar, Avrupa'nın önemli bir kesimini ele geçirdiler. 18. yüzyılda Almanlar'ın yükselen değeri ise Prusya oldu. Avusturya topraklarını genel olarak diplomatik ve evlilikler yoluyla genişletmeye çalışırken Prusya'nın siyaseti savaştı. Prusya bütün varlığını ordusuna borçluydu. Prusya'nın genişleme stratejisi öncelikle halkı Alman olan bölgeleri ülke topraklarına katmaktan geçmekteydi.
.
16. yüzyılın ikinci yarısında İspanya’ya isyan eden Hollandalılar, Avrupa’da yeterince tanınmayıp istedikleri desteği alamadıkları için, Osmanlı’ya sığınmaktan başka bir çare bulamamıştı
Biz çabuk kızıp, çabuk unutan bir milletiz. Hollanda'nın yaptığı rezaletleri yeni bir şey gibi görüyoruz. Ancak Hollanda, birkaç yıl önce ülkesinde yaşayan üç Türk kökenli milletvekili adayını sözde Ermeni soykırımını tanımadıkları için seçim listelerinden çıkartmıştı. Şimdi de bakanlarımıza ve Türkler'e karşı her türlü rezilliği yaptılar.
Nereden nereye... 16. yüzyılın ikinci yarısında İspanya'ya isyan eden Hollanda'yı tanıyan ve kollayan devlet bizdik. 17. yüzyılın başlarında padişaha kulluğunu sunan Hollanda'nın şimdi yaptığına bak.
Hollanda'nın bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması oldukça geç bir tarihtedir.
Hollandalılar, Habsburglar'ın Batı kolu olan İspanya Krallığı'na karşı isyan ettiler. Oranje Prensi William, 1568'de isyanın başına geçti.
İspanyollar'a karşı mücadele planları yaparken, dışarıdan desteğin gerekli olduğunun farkındaydılar. Bu yüzden farklı bir dinden olmasına rağmen daha önce Habsburglar'a karşı Fransa ve İngiltere'ye yardım eden Osmanlı İmparatorluğu'na müracaat ettiler. Bülent Arı'nın Osmanlı-Hollanda ilişkilerinin nasıl başladığına dair araştırmaları vardır.
"PAPACI OLACAĞINA TÜRK OL"
Osmanlılar, Hollandalılara hemen yardım edemedi.
Osmanlı yönetimi, 1570'te Kıbrıs'ın fethi gerçekleştikten sonra İspanya meselesini ele almayı planlıyordu.
Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa 1574 başlarında yazdığı mektupta, araya 1570 Kıbrıs'ın fethi ve 1571 İnebahtı felaketi girdiğinden kendilerine yardım edilemediğini söylüyordu. Ancak o sene, yani 1574'te Tunus'a sefer düzenleneceğini ve bu mesele de halledildikten sonra ne zaman hazırlıklar tamam olup İspanya'ya karşı isyan edeceklerse, Osmanlı ordusunun da Cezayirliler ile birlikte karadan ve denizden yardım edeceğini müjdelemişti.
Lutheran taifesi ile yani Almanya'daki Protestanlarla gizlice haberleşip, onlarla aynı zamanda harekete geçilmesi de ayrıca tembihlenmişti.
Ayrıca İspanya'da isyan eden Müslüman Moriscolar'la ilişkiye geçmeleri istendi.
İspanyollar Hollandalılar'ı Türkler'le işbirliği yapmakla suçladılar. Hollandalı Protestanlar ise Türklerle işbirliğini bırakın saklamayı, şeref duyduklarını alenen gösterdiler. Türk bayrağındaki hilalden esinlenerek yaptıkları ve şapkalarında taşıdıkları madalyonun üzerinde "Papacı Olacağına Türk Ol" yazılıydı. Kilisede vaazlarda, savaşlarda düşmana karşı bu sloganı kullandılar.
Rahmetli hocamız Halil İnalcık "Rönesans Avrupası" isimli kitabının kapağına bu madalyonun resmini koydurmuştu.
ELÇİ, AZİZ MAHMUD HÜDAYİ'NİN ELİNİ ÖPTÜ
Hollandalılar, Hindistan ve Atlantik'te ticarete önem verdiler. Hollanda 1581'de bağımsızlığını ilan etmesine rağmen henüz tanınmıyordu. Bu büyük ticaret potansiyeline rağmen Akdeniz'e, kendi bayraklarıyla giremiyorlardı. Hollandalılar, Akdeniz'de Fransız ve İngiliz bayrakları altında ticaret yapıyorlardı. 1609'da İspanya ile ateşkes imzalamalarının hemen ardından Osmanlı Sultanı tarafından tanınmak ve Akdeniz'de ticaret yapabilme izni alabilmek için temaslara başladılar.
1612'de elçi sıfatıyla gönderilen genç bir avukat olan Cornelis Haga, İstanbul'a geldi. Fakat ticaret imtiyazlarını kaptırmak istemeyen İngiltere, Fransa ve Venedik, Haga'ya karşı her türlü entrikayı denediler. Elçiyi himayesine alan Vezir Halil Paşa, Haga'yı kayığa bindirip Üsküdar'a geçirdi ve Osmanlı sarayında büyük itibarı olan Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi'nin elini öptürdü.
Haga'nın saygısını beğenen şeyhin tavsiyesi üzerine Haga, 1 Mayıs 1612'de Topkapı Sarayı'nda Birinci Ahmed'in huzuruna kabul edildi. Haga, Sultan Ahmed'in huzurunda, "Kralımızı kulluğa kabul buyurup, gemilerimizi başka bayrakla yürütmek minnetinden bizi kurtarırsanız memnun kalacağız" dedi. Katolik İspanya'ya karşı eskiden beri Avrupa'daki mücadeleleri destekleyen Osmanlı yönetimi, Hollanda'ya istedikleri ticaret imtiyazları verdi.
.
İlk Çanakkale müdafaamızı Çanakkale Savaşları’ndan 259 yıl önce İtalyanlar’a karşı yapmış ve Köprülü Mehmed Paşa’nın veziriazam olmasıyla zafer kazanmıştık
Sultan İbrahim döneminde 1644'te Akdeniz'deki en büyük adalardan biri olan ve o dönemde Venedik'in hakimiyetinde bulunan Girit'in fethi için harekete geçildi. 1644'te başlayan Girit kuşatması ancak 1669'da tamamlandı ve sefer tam 25 yıl sürdü.
Osmanlılar başlangıçta Girit'in önemli bir kısmını fethetmişlerdi. Fakat Kandiye Kalesi bir türlü ele geçirilemeyince adanın fethi tamamlanamadı.
Girit kuşatması devam ederken Osmanlıların adada elini zayıflatmak ve zora sokmak isteyen Venedik donanması Çanakkale Boğazı'nı kapattı.
ÇANAKKALE BOĞAZI KAPATILDI
Venedik donanması kalyonlardan meydana geliyordu. Osmanlılar kalyon kullanmaya henüz geçmediği için Venedik donanması karşısında fazla bir etki gösteremediler. Aslında Venedikliler, Çanakkale Boğazı'nı Fatih döneminde 1464'te kuşatmış, fakat bunda başarılı olamamışlardı.
Zira o dönemde Türk donanması ile Venedik donanması arasında fazla bir fark yoktu. Buna mukabil XVII. yüzyılda işler Türkler aleyhine döndü ve Venedik 1656'daki Çanakkale kuşatmasında başarılı oldu. Çanakkale Boğazı'nı kapattığı gibi, Bozcaada'yı ve Limni'yi ele geçirdi.
Çanakkale Boğazı'nın ele geçmesi imparatorluğun en büyük şehri olan İstanbul'un aç kalması demekti.
İstanbul'un yakacak ve yiyeceğinin önemli kısmı dışarıdan geliyordu. Boğaz kuşatıldığı için yiyecek ve yakacak gelmediği gibi, ayrıca Osmanlı yönetimi Girit'te savaşan askerine yardım da gönderemedi.
Bu durum büyük bir buhrana sebep oldu ve bunun sonucunda ardı ardına veziriazamlar, kaptanıderyalar değişti.
Fakat bir türlü abluka kaldırılamadı.
Kuşatmanın devam ettiği yıllarda devrin sultanı IV. Mehmed çocuk yaştaydı ve devlet bir iktidar bunalımı içindeydi. Devleti fiilen yöneten kişi ise IV. Mehmed'in validesi Turhan Sultan'dı. Devrin kaynaklarında ifade edildiği üzere Turhan Sultan, devleti ayakta tutan direkti ve devleti kurtarmak için büyük bir mücadele vermekteydi.
Turhan Sultan, devletin meseleleri kendi gücüyle çözebileceği çizgiyi aştığından Köprülü Mehmed Paşa'yı 80 yaşında olmasına rağmen 1656'da veziriazam yaptı. Köprülü Mehmed Paşa, iktidara geldiğinde devlet tam bir kaos içindeydi. Bir taraftan Boğaz kapalı olduğundan İstanbul'da halkın ihtiyaçlarını karşılamak neredeyse imkânsız hale gelmiş, diğer taraftan da Kadızâdeliler hareketi sebebiyle şehirde insanlar hiziplere ayrılmış durumdaydı.
Bunlara ilaveten asker arasında da büyük bir rahatsızlık hakimdi ve bir isyan kapıdaydı. Mehmed Paşa, iç huzuru sağladıktan sonra ilk iş olarak Çanakkale ablukasını kaldırmak üzere 1657'de harekete geçti.
ÇANAKKALE KAHRAMANLARI
O dönemdeki Boğaz mücadelesinde iki kahraman ön plana çıktı.
Çanakkale Boğazı'nda Venedik donanmasıyla savaş başlayınca, karada savaşmaya alışmış askerlerin önemli bir kısmı gemilerden atlayıp, karaya çıkmaya çalıştılar. Büyük bir kargaşa ortaya çıkınca Küçük Mehmed isimli Alanya valisi kayıklara askerleri doldurup, bozgunu önledi. Daha sonra ise Seyit Onbaşı'nın meşhur top atışı gibi bir hadise gerçekleşti. Kara Mehmed'in attığı bir top Venedik amiral gemisinin barut deposuna isabet edip, Venedik amiral gemisini havaya uçurdu. Amiral Mocenigo'nun ölümü, bir anda bütün Venedik donanmasının bozguna uğramasına sebep oldu.
Tarihçi Naima, "Bu öyle bir kâfirdi ki, bütün Venedik donanmasını yok etseydiniz ve sadece bu adam kalsa yine karşımıza Venedik donanmasını kuvvetli bir şekilde çıkarırdı' diye hadiseyi anlatır. Bu hadiseden sonra Boğaz ablukası kalktı ve Venedik donanması geriye çekildi.
Ardından Bozcaada ve Limni kurtarıldı. Veziriazam Köprülü Mehmed Paşa bir anda büyük bir itibara kavuştu. Köprülüler dönemi denilen 30 yıl sürecek devlet otoritesinin tekrar tesis edildiği bir dönem başladı.
.
Osmanlı döneminde ikaz edildikleri halde kanunlara uymayan fırıncılara ibretlik cezalar verilirdi. Padişahlar tebdil-i kıyafet ile fırınları denetlerdi. Ekmeğin ağırlığı, rengi ve içine konulan maddeler kontrol edilirdi. Kabahati olanlar falakaya yatırılır, fırınlarının önünde idam edilirdi
Bazı fırınlarda ekmeğin içinde GDO'lu maddelerin çıkması bir tartışma başlattı. Türk milletinin temel gıda maddelerinden olduğu için ekmeğin kalitesi meselesi asırlardan beri tartışılır. Osmanlı İmparatorluğu'nda en fazla kontrolü yapılan ürün ekmek ve et idi. Nitekim Birinci Abdülhamid, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir emirde, "Her şeyden önemli olan et ve ekmektir" demekteydi. Ekmek, Osmanlı arşiv belgelerinin birçoğunda "nân-ı aziz" olarak belirtilir.
Cezalandırılmış bir esnaf.
PADİŞAHLAR FIRIN DENETLİYOR
Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sadrazam olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı.
Fatih Sultan Mehmet bazen resmi olarak, bazen de tebdil-i kıyafetle, yani kıyafet değiştirerek Unkapanı'ndaki, Kapalıçarşı'daki esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup uyulmadığını kontrol etmişti. 1774-1789 arasında Osmanlı tahtında bulunan Birinci Abdülhamid de sık sık esnafı denetleyen padişahlardandı. Sultan Birinci Abdülhamid, tebdil-i kıyafet ile fırınlara gider, ekmeğin ağırlığını, rengini, içine konulan maddeleri kontrol ederdi.
Kanunnamelere göre, "Unun ince elekten elenmesi, ekmeğin tamamen pişmesi ve beyaz olması, kokusunun olmaması" gerekmekteydi. Ekmeğin içinde başka bir madde bulunursa veya çiğ pişmişse fırıncı falakaya yatırılırdı. Ancak zaman zaman fırıncılar bu tür uygulamalarla çok ağır bir şekilde cezalandırılmıştır.
Osmanlı döneminde bir fırın.
FIRININ ÖNÜNDE ASILDILAR
1788'de İstanbul'da fırıncıların pişirdiği ekmeğin siyah ve kötü olması yüzünden birkaç fırıncı idam edilmişti.
Eğer ekmek kanunnamede belirtilen gramajın altındaysa fırıncının kafasına suçlu olduğunu belirten tahta bir külah geçirilir veya para cezası verilirdi. Gramajda meydana gelen yüzde 5 oranındaki sapmalar beşerî bir yanılma olarak görülüp ekmekçi esnafına herhangi bir ceza uygulanmaz ancak sapmalar bu oranı aştığı zaman ekmekçiler ikaz edilirdi. Eğer devletin belirlediği gramaja aykırı tutumlar tekrar ederse ceza uygulanmaya başlanırdı.
Ekmek sıkıntısına veya ekmekteki yolsuzluklara karşı alınan en sert önlem fırın işletmecisi veya çalışanlarının işyerlerinin önünde asılmasıydı. 21 Mart 1772'de Üçüncü Mustafa Vezneciler'de bir ekmekçinin tezgahtarını başkalarına ibret olması için astırmıştı. 8 Mart 1774'de de Kaymakam Süleyman Paşa, Vefa Meydanı'nda bir ekmekçiyi idam ettirmişti.
.
Türkiye aleyhine birçok faaliyette ev sahipliği yapan İsviçre, 20. yüzyılın başında da aynı tür faaliyetlerin merkeziydi. Ancak İsviçreliler 18. yüzyılda Osmanlı’ya sığınmak istemişlerdi
Dışişleri Bakanlığı sitesinde Türkiye'nin İsviçre ile olan münasebetlerinin 1899-1900'de Osmanlı İmparatorluğu'nun Brüksel'deki elçisinin İsviçre nezdinde görevlendirilmesiyle başladığı yazıyor. Ancak Türkiye-İsviçre ilişkileri daha eski tarihlerde başlar. Genç ve çalışkan tarihçilerimizden Uğur Demir "Humbaracı Ahmed Paşa" isimli eserinde bu konuyla ilgili önemli bir belge yayınlamıştır.
MEZHEP ÇEKİŞMESİ
İsviçre, günümüzde Katolik nüfusun daha fazla olduğu ülkedir. Ancak ülkede önemli sayıda Protestan da yaşamaktadır ve reform ülke tarihinde çok önemli bir yer tutar. 16. yüzyılın ünlü reformcusu Ulrich Zwingli İsviçre'de doğmuş, reformla ilgili tezlerini Zürih'te ortaya atmıştı. Zwingli'nin fikirlerine karşı beş kanton bir araya gelerek bir ittifak oluşturdular. Katolikler'in arkasında Avusturya Arşidükü Ferdinand dururken, Zwingli'yi ise "Christliche Burgrecht" adı verilen Basel, Zürih, Mülhausen, Kostanz şehirleri destekledi. Netice alınamayan 1529'daki I. Kappel Savaşı'ndan sonra Zwingli, Luther ile Hz. İsa'nın komünyon ayinlerindeki varlığı hakkında tartışmaya girdi, ancak bir sonuç alamadı. Zwingli, Zürih şehrinin desteğini alarak giriştiği 1531'deki II. Kappel Savaşı'nda Katolik kantonların ordusuna mağlup olup, savaşta öldü. İsviçre'nin bir diğer reformcusunun ismi ise Jean Calvin'di. Fransa doğumlu Calvin, Cenevre'ye gelerek burada kilisenin yeniden yapılandırılmasına dair fikirlerini ortaya attı. Calvin'in fikirleri büyük ölçüde Zwingli'yle benzemekteydi. Zwingli'yi Zürih sahiplenirken, Calvin'in koruyuculuğunu ise Cenevre şehri üstlenmişti. İsviçre'nin merkezi ve güney kantonları Katolikken, kuzey, doğu ve batı sınırındaki kantonlar Protestanlığı benimsediler. Zürih ve diğer Protestan kantonlar Katolik ayinlerini yasaklarken, Katolik kantonlar da Protestanlığı yasakladılar. Mezhep çekişmesi ülkede zaman zaman gerginliği tırmandırdı.
'BİZİ OSMANLI'YA ALIN'
18. yüzyılda ülkelerinde zor duruma düşen İsviçreliler'in bir kısmı, çıkış kapısı olarak Osmanlı İmparatorluğu'nu gördüler. İsviçreliler, 1740'ta İstanbul'daki Humbaracı Ahmed Paşa'ya mektup göndererek kendilerinin Osmanlı topraklarına kabul edilmesi için tavassut etmesini istediler. Humbaracı Ahmed Paşa da bu teklifi devrin sadrazamı Hacı Ahmed Paşa'ya iletti. İsviçreliler'in Osmanlı topraklarına yerleştirilerek, burada tarımla veya ticaretle uğraşmalarına izin verilmesi yönünde karar alındı. Ancak daha sonraki gelişmeler bu projenin hayata geçmesine engel oldu. Humbaracı Ahmed Paşa 1745'e gelindiğinde Osmanlı devlet adamlarının karşısına başka bir proje ile çıktı. Humbaracı bu defa da Avrupa'daki Protestanlar'ın Osmanlı topraklarına getirilmesini teklif etti. Humbaracı, kaleme aldığı raporunda İsviçreliler ve diğer ülkelerdeki Protestanlar'ın getirilmesine dair şunları savunuyordu: "Avrupa'nın güneyinde bazı sarp ve dağlık yerlerde yaşayan ve İsviçre denilen yerde yaşayanların bazıları âlemin sığınağı padişaha iltica ederek Osmanlı İmparatorluğu'na gelip burada uygun bir yerde yerleştirilmelerini, burada ziraat ve ticaretle uğraşmalarına, alışverişlerine izin verilmesini bana yazdılar. Benim vasıtamla bundan 4.5 yıl önce eski sadrazam Hacı Ahmed Paşa zamanında İsviçreliler'in istekleri kabul edildi, fakat hayata geçirilmesine yakın şartların değişmesi ve başka işlerin öne çıkması yüzünden proje hayata geçirilemedi. Şayet ticaret, tarım ve fende mahir olan İsviçreliler getirilseydi büyük menfaatler elde edilecekti. Şimdi Protestan yani Luteran ve Kalvin mezhebinde olup Avrupa'da taraf taraf gezen bir taife daha vardır. Osmanlı topraklarına gelmesine müsaade edilse bunların birçoğu gelecektir. Bu sayede fende, sanayide ve ticarette bir ilerleme olacaktır. Hatta daha önce ölen Koca Petro adlı Rus carı, hayatta iken bunlardan birçoklarını kendi ülkesine nakletmiştir. Şimdi de Prusya Kralı kendi ülkesine Protestanlar'dan birçoğunu getirip iskân etmektedir. Protestanlar, yukarıda anlattığım İsviçreliler'den daha mahir ve yeteneklidirler. Bunların Osmanlı topraklarında iskanına diğer devletlerle yapılan antlaşmalar da mani değildir, ancak bunların İstanbul'daki Avrupalı elçi ve maslahatgüzarların hasetlerinden korunmaları ve himaye edilmeleri gerekir. Bunlar, imparatorluğun uygun yerlerine iskan edilirlerse inşallah Osmanlı İmparatorluğu yetenekli bir taifeye sahip olacaktır".
İSVİÇRE'DE İÇ SAVAŞ
İsviçre'deki mezhep çekişmesi, 19. yüzyılda bir iç savaşa sebep oldu. Napolyon savaşları sonrasında, gevşek bir konfederasyona dönüşen İsviçre'de Katolik ve Protestan kantonlar arasındaki gerilim gün geçtikçe arttı. Bu gerilim neticesinde Katolik kantonlar, Sonderbund denilen bir birlik oluşturarak, 1847'de konfederasyona savaş açtılar. Ancak mücadeleyi Protestan kantonların çoğunlukta olduğu konfederasyon birlikleri kazandı. Konfederasyon 12 Eylül 1848'de anayasal bir federasyona dönüştü.
KANTONLAR ÜLKESİ
Avrupa 'nın tam ortasında yer alan İsviçre, başkenti Bern olan federal bir devlettir. 41 bin 285 kilometrekare yüzölçümü ile yaklaşık olarak Konya vilayetimiz büyüklüğünde olan ülkede 8.5 milyon insan yaşar. İsviçre etnik ve kültürel bakımdan dünyadaki en kozmopolit ve heterojen devletlerden biridir. İsviçre kelimesi, bir devlet isminden çok coğrafi bir terimdir. Romalılar döneminde burada bulunan bir Helvetiler adındaki Kelt kavminden ötürü, ülkenin ismi Latin dilinde "Helvetia" olarak anılmıştır. İsviçre, bir kantonlar federasyonudur. Günümüzde İsviçre'ye bağlı 26 kanton vardır. Ülkenin temelleri 1291'de Uri, Schwyz ve Unterwalden kantonların bir araya gelmesiyle atıldı. Bundesbrief olarak bilinen kurucu antlaşma çerçevesinde bir araya gelen bu kantonlar, ortak güvenlik ve yargı uygulamasını kabul ettiler. Günümüzde devletin Germen dillerindeki ismi olan Schweiz bu kantonlardan Schwyz'a dayanır. Konfederasyon zamanla genişleyerek, Luzern Kantonu 1332'de, Zürih 1351'de, Zug ve Glarus 1352'de Berna ise 1353'te konfederasyona dahil oldu. İsviçre zamanla daha da genişledi. 1481'e kadar "Acht Orte" (Sekiz Kanton) olarak anılan ülke İtalya Savaşları sonrasında 13 Kanton olarak anılmaya başlandı. Basel, Freiburg, Solothurn, Schaffhausen ve Appenzell konfederasyona eklendi. İsviçre tarafsızlık politikasının benimsediği için Avrupa Birliği'ne, NATO'ya girmemiştir. Hatta ülke Birleşmiş Milletler'e dahi 2002'de dâhil olmuştur. Buna karşılık onlarca farklı uluslararası kuruluş ve örgütün merkezi İsviçre'dedir.
.
İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve daha sonra Kanunî devrinde Almanya içlerine kadar ilerlenmesi, Avrupa’da büyük bir korkuya sebep olduğu gibi “Yenilmez Türk imajını” da oluşturmuştu
Yıldırım Bâyezid'in 1394'ten itibaren İstanbul'u kuşatma altına alması üzerine, Batı Avrupalı Hıristiyanlar gözlerini bu tarafa çevirdiler. Nitekim ilk defa 1396'da Batı Avrupa'dan katılımların olduğu Niğbolu Haçlı seferi düzenlendi. Daha sonra İstanbul'un 1453'teki fethi Avrupa'da büyük bir yankı yaptı. İtalya'dan Sırbistan'a herkes sıranın kendilerine geldiğine inanıyor ve korkuyordu. Yeni bir haçlı seferi düzenlenerek İstanbul geri alınmak istendiyse de Avrupa'nın iç siyaseti buna izin vermedi.
İstanbul'un fethinden sonra Osmanlılar'ın durdurulamaması yüzünden Avrupa'daki birçok ülkede "acaba bu yıl Türkler ülkemize gelirler mi?" diye düşünülüyordu. Nitekim Makyavelli'nin bir eserinde, kitabın kahramanı "Türkler gelecek yıl İtalya'ya gelirler mi?" diye soruyordu.
YENİLMEZ TÜRK
Kanunî'den itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa için gerçek bir tehlike oldu. 1522'de Rodos'un fethedilmesi Batı ve Orta Avrupa'daki devletlerin gözlerini tekrar Türkler'e çevirmelerine sebep oldu. Rodos'un Osmanlı hâkimiyetine geçmesi ile ilgili 1522-1523 yıllarında 80 kitap ve broşür yayınlandı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki Fransuva-Şarlken çekişmesinden dolayı yönünü iyice Avrupa'ya dönmesi ve Mohaç Muharebesi ile Macaristan'ı fethi üzerine herkes Türkler'le ilgilenmeye başladı. Bu konuda ardı ardına kitaplar basıldı. Kanunî'nin 1529'daki Birinci Viyana Kuşatması ile tehlikenin nefesini iyice enselerinde hisseden Avrupalılar'ın, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ilgisi daha da arttı. Ardı ardına kazanılan başarılardan dolayı "Yenilmez Türk" imajı ortaya çıktı.
Türkler'in yenilmez olduğu anlayışı ile ilgili çok ilginç bir örnek anlatılır; XVII. yüzyılda Türkiye'ye gelen bir Alman seyyahı, bir Türk gemisiyle İskenderiye'ye gitmekteyken 4 Venedik kalyonu ile karşılaşınca gemideki Türkler'in telaşlanıp, korkmalarına inanamaz ve "Türkler gibi dünyanın en cesur insanları, 4 Venedik gemisinden korkuyorlar. Demek ki onlar da bizim gibi insanlarmış" der.
Bir Avrupa resminde Şeyhülislam şeytanın hocası olarak gösteriliyor.
KIYAMETİN HABERCİSİ
XVI. yüzyılda özellikle İtalya, Almanya ve Avusturya'da Türkler'le ilgili imaj, bitip tükenmek bilmeyen savaşlar ve Osmanlılar'ın durdurulamaz ilerleyişinin verdiği dehşetle oluştu. Türk ilerleyişinin bir türlü durdurulamaması ve savaşlarda ardı ardına başarısız olunması Avrupa'da "Türkler'in yenilmez" olduğu anlayışını doğurdu. Din adamları Türkler'in, işlenen günahlar sebebiyle Allah tarafından gönderilmiş bir ceza, Tanrı'nın gazabı veya Tanrı'nın laneti olduğunu söylüyorlardı. Osmanlılar, Tanrı'nın kırbacıydı. Bu yüzden Avrupa'da "Türkler'e karşı savaşmak Tanrı'yla savaşmaktır" diyenler çıkmıştı. Avrupalılar üzerinde öyle bir yılgınlık havası doğmuştu ki, bu dünyanın Türkler'in, ahiretin ise Hıristiyanlar'ın olduğu söyleniyordu. Türk korkusu tam bir kâbusa dönüşmüştü. Osmanlılar'ın ilerlemesi yaklaşan kıyametin habercisiydi.
Rodos kuşatması.
TÜRK KORKUSU
Avrupalı aydınlar yazdıkları eserlerde Türk korkusunu azaltmak için uğraştılar. Aydınlar, Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl yıkmak gerektiğine dair eserler yazdılar. Erasmus bu konuda "Osmanlı İmparatorluğu'nun büyüklüğü insanları korkutmamalıdır. Roma ve Büyük İskender'in imparatorlukları da çok büyüktü ve yenilmez oldukları sanılırdı. Hâlbuki bugün yoklar. Yıkılıp gittiler" demektedir.
Makyavelli, İtalyan Tiyatrosu'nun Adamotu (Mandragola) isimli komedyasında Türkler'e öcü ve doğaüstü varlıklar olarak bakılmasını eleştirip, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçekçi ve akılcı metotlarla yenilmesi gereken bir düşman olduğunu belirtir.
Türkler Avrupa'da bale, tiyatro, opera eserlerine, halk şarkılarına, şiirlere, hikâyelere de konu olmuşlardır. Bunun sebeplerinden biri, Osmanlı tehlikesine karşı halkı canlı tutmak ve Hıristiyanlığa karşı olan tehdidi bertaraf edebilmek için siyasi bir kalkan yaratmak iken, diğeri Türkler'in gündemden hiç düşmeyen ve merak uyandıran bir konu olmasından dolayıdır.
Osmanlılar yaydıkları korku yanında bazı Hıristiyanlar içinse "ümit" anlamı taşıyorlardı. Vergi yükünden ezilen veya dini anlayışını tam olarak yaşayamayan bazı Hıristiyanlar ise krallık ve prenslik idaresi altında olmaktansa Türk idaresinde yaşamayı tercih ediyorlardı.
.
Son yıllarda İstanbul lalesine tekrar kavuştu. Bugün dünyanın en büyük lale üreticisi olan Hollanda’ya lale İstanbul’dan gitmişti. 16. yüzyılda lale soğanları bu ülkeye ilk kez gittiğinde Hollandalılar, kızartıp, zeytinyağı ve sirkeyle afiyetle yemişlerdi
Lale ilk olarak Asya'da ortaya çıktı. Kervanlarla ticaret yolları boyunca Batı'ya doğru yayıldı. Selçuklu Türkleri'yle birlikte Anadolu'ya geldi. Selçuklu bahçelerini ve saray duvarlarını süsledi. Türkiye Selçukluları'nın yıkılıp Osmanlı Devleti'nin kurulmasından sonra lale hayatın her safhasını süslemeye devam etti. Padişahların kaftanlarında, gömleklerinde, askerlerin miğferlerinde, at başlıklarında lale motifleri kullanıldı.
İstanbul Lalesi.
1453'teki fetihten sonra lalenin yeni gözde mekânı İstanbul'du. İstanbul'un her tarafında padişahlar için düzenlenmiş hasbahçeler vardı. Avrupa'da bahçe nedir bilinmezken padişahlar göz alıcı hasbahçelerde devlet işlerinin yorgunluğunu üzerlerinden atarlardı.
Kırım, Suriye gibi değişik yerlerden getirilen lalelerden yeni türler elde edilirdi. Lale yalnız bahçeleri değil Osmanlı sanatının her türünü süsledi. Çinileriyle ünlü Rüstem Paşa Camisi'nde 40'tan fazla lale motifi kullanılmıştı.
LALEYİ PİŞİRİP YEDİLER
1562'de lale Avrupa topraklarına çok ilginç bir şekilde ayakbastı. İstanbul'dan kumaş getiren bir gemi Anvers limanına yanaştığında şehrin tüccarlarından birine gelen kumaş balyaları arasında lale soğanları da vardı. Anversli tüccar, kumaşların yanındaki lale soğanlarını Osmanlı soğanı zannetti. Soğanların çoğunu kızartıp, zeytinyağı ve sirke dökerek yedi. Kalanlarını da bahçesindeki lahana ve kabakların yanına ekti. 1563'te bahar geldiğinde bahçedeki sebzelerin arasında göz alıcı laleler fışkırmıştı. Lale'nin ilginç hikâyesi Mike Dash'ın "Lale Çılgınlığı" isimli kitabı ve Kültür A.Ş'nin hazırlattığı "Lale, Doğu'nun Işığı" isimli DVD'den teferruatlı olarak öğrenilebilir.
Avusturya elçisi Busbecq.
Flaman kökenli Ogier Ghiselin de Busbecq, 1554-1555 ve 1555-1562 tarihlerinde Avusturya elçisi olarak Osmanlı ülkesinde bulundu. Viyana'ya dönerken yanında götürdüğü birçok bitkinin arasında lale soğanları da vardı. Busbecq, bu soğanları imparatorluk bahçeleri sorumlusu arkadaşı Carolus Clusius'e verip, Türkler'in yetiştirdiği laleleri ona anlattı. Clusius, Busbecq'in getirdiği soğanlarla Avusturya'da lale üretmeye başladı.
Clusius, Protestan'dı. Katolik baskısının artması üzerine 1593'te lale soğanlarını da yanına alarak Leiden'e gitti. Üniversitenin bahçesinde lale yetiştirdi. Bu dönemde Hollanda siyasi ve ekonomik olarak büyümekteydi. Doğu ticaretinden zenginleşen Hollandalılar lüks evlerini bahçelerle süslediler.
LALE ÇILGINLIĞI
17'nci yüzyılın ilk çeyreğinde Hollanda'yı lale çılgınlığı sardı. Nadir bulunan laleler inanılmaz fiyatlara satılıyordu. 1629'da bir lale Amsterdam'da bir malikânenin fiyatına 12 bin guldene satılınca herkesin gözü bu çiçeğe çevrildi. Fakir insanlar bile lale yetiştirmeye başladı. Yetiştirilen laleler satılınca, daha pahalı lale soğanları alınıyor ve ticaret hayatın her tarafını sarıyordu.
Amsterdam borsası.
1636 sonbaharında çılgınlık iyice hat safhaya vardı ve lale ticareti kumara dönüştü. Laleler, bar ve batakhanelerde kendisinin yerine kime ait olduğunu belirten kâğıtlarla alınıp satılıyor, bir lale bir günde 10 kez el değiştiriyordu. Bu yüzden sıradan laleler bile inanılmaz fiyatlara ulaştı. Laleler açtığında fiyatların inanılmaz yüksekliği yüzünden tüccarlarda laleyi alacak para yoktu. Hollandalılar, artık lale almak yerine satmaya başladılar. Fiyatlar bir haftada yüzde 95 düştü. Büyük paralar kazananların yanı sıra battıkları için Amsterdam kanallarına atlayarak intihar edenler bile oldu. 1637'de devlet bu duruma el koyarak yeni bir düzenleme yapıp, lale ticaretini daha küçük ölçekli ve kontrol edilebilir bir duruma getirdi.
1582 Şenliği'nde seyyar bahçeler.
1582 Şenliği'nde dev kâğıttan lale.
.
Ermeniler, ABD başta olmak üzere her 24 Nisan’da Türkler aleyhine faaliyette bulunurlar. Ancak 24 Nisan Ermeni tehcirinin başlama tarihi değil, Ermeni komitelerinin kapatılması ve komitelerin ileri gelenlerinin bir kısmının tutuklanma tarihidir. Ermeni tehcirinin başlama tarihi 27 Mayıs’tır
Her 24 Nisan geldiğinde ortalığı Ermeniler'in soykırım iddiaları kaplar. Bu yüzden birçok kişi Ermeni tehcirinin 24 Nisan'da başladığını zanneder.
Hâlbuki Ermeni tehcirinin tarihi 27 Mayıs 1915'tir. 24 Nisan ise Ermeni komitelerinin kapatılması ve ileri gelenlerinin bir kısmının tutuklanma tarihidir. 24 Nisan 1915'te bütün vilâyetlere gönderilen bir yazıda Ermeni komitelerinin kapatılması, evraklarına el konulması, komitelerin ileri gelenlerinin, zararlı faaliyetlerde bulunan Ermenilerin ve bulundukları yerlerde oturmaları mahzurlu görülenlerin tutuklanması istenmişti. Bülent Bakar, "Ermeni Tehciri" isimli kitabında ve Yusuf Sarınay, "24 Nisan 1915 Genelgesi ve İstanbul'da Tutuklanan Ermeni Komitecileri" isimli makalesinde bu konuyu teferruatlı olarak anlatır.
Yakalanan Ermeni teröristler.
ERMENİ MESELESİNİN BAŞLAMASI
Ermeniler ile Türkler arasında ilişkilerde dönüm noktası 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı oldu. Ermeniler, bu savaşta Osmanlı İmparatorluğu'nun uğradığı ağır mağlubiyeti fırsat bilerek, Yunanlılar, Sırplar, Karadağlılar ve Rumenler'den sonra bağımsızlık sırasının kendilerine geldiğini düşünerek harekete geçtiler.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Berlin Antlaşması ile kendilerine bağımsızlık verileceği ümidine kapılan Ermeniler, bu amaçlarına ulaşamayınca, hedeflerine varmak için terörizmi benimseyerek Taşnak ve Hınçak adlı terör örgütlerini kurdular.
Taşnak ve Hınçak örgütleri, terör yoluyla Avrupa kamuoyunun ve siyasi çevrelerinin dikkatini çekmeyi hesaplıyorlardı.
Yapılacak eylemlere Osmanlı yönetiminin sert bir karşılık vereceğini düşünüyorlardı.
Böylece Batı kamuoyuna, Anadolu'da Ermeni kıyımı yapılıyor izlenimi verilecek ve Avrupalılar'ın Osmanlı İmparatorluğu'na müdahalesi sağlanacaktı.
Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde 40 civarında isyan çıkarmışlardı. Birinci Dünya Savaşı'nda Rus ordusu ile doğuda yapılan savaşları fırsat bilip, bağımsızlık için son adımı atmak üzere harekete geçtiler. Osmanlı ordusunun iaşe ve ikmaline büyük zarar verdiler.
Ayrıca çeteler kurarak sivil Türkleri öldürmeye başladılar.
Talat Paşa.
24 NİSAN'DA NE OLDU?
Osmanlı yönetimi bütün uğraşmalarına karşılık Ermeni teröristlerin saldırılarını durduramayınca 24 Nisan genelgesini çıkararak komiteleri kapattı ve komitelerle bağlantısı tespit edilenlerin bir kısmı tutuklandı.
İstanbul'da tutuklananların sayısı 235'ti. İstanbul'da tespit edilen 610 komitecinin çoğu adreslerinde bulunamamıştı.
Tutuklananların bir kısmı Ayaş'a bir kısmı da Çankırı'ya gönderildi.
Tutuklamalar sırasında Amerika ve Avusturya tebaasından olduğu anlaşılan Ermeniler ise sınır dışı edilmişti.
Çankırı ve Ayaş'taki tutuklulardan suçsuzluğu anlaşılan veya sağlık sorunları olanlar affedildi. Çankırı'da zorunlu ikamete tabi tutulan 155 kişiden 35'i suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar. İçlerinde suçlu bulunan 25 kişi Ankara ve Ayaş hapishanelerine gönderilirken, 57 kişi Zor bölgesine sevk edildi. Ayaş'ta bulunan 70-80 kişiden de birkaçı serbest bırakılmıştı.
24 Nisan tutuklamaları esnasında çatışma meydana gelmediği gibi Ermeni ileri gelenlerine yönelik öldürme olayı da olmamıştı.
Ancak komitelerin lider kadrolarının tutuklanması, muhtemel bir genel isyanın etkisiz ve lidersiz kalmasına yol açmıştı.
.
Binlerce şehid vererek kazandığımız Türk tarihinin en önemli zaferlerinden Kûtülamâre’de, boğazından ağır yaralanan Yüzbaşı Mehmed Muzaffer Efendi son emrini al kanıyla yazarak vermişti: “Bölük intikamımı alsın”
İngiltere, Birinci Dünya Savaşı'nın başında Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ettikten sonra Şattü'l-Arap ağzında Fav'a asker çıkararak Basra Körfezi'nden kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Bölgede az sayıda asker bulunduğu için İngiliz kuvvetleri durdurulamadı. Süleyman Askerî Bey'in başarısızlık karşısında intihar etmesinden sonra bölgeye atanan Irak ve Havalisi Komutanı Albay Nureddin Bey (Sakallı Nurettin Paşa) Türk birliklerini fazla yıpratmadan kuzeye çekti. 22-24 Kasım 1915'te meydana gelen Selman-ı Pâk Muharebesi'nde İngilizler mağlup edildi. Yenilen İngilizler geri çekilerek Kûtülamâre'ye sığındılar.
İngilizler'in Bağdat'ı alma hayalleri suya düştüğü gibi can derdine düşerek bir köşeye sıkışmışlardı. Artık 4 ay 23 gün sürecek kuşatma başlamıştı.
Halil Pasa ve kurmayları
SON EMİR
Kûtülamâre kuşatması sırasında, gerek kalenin önünde olan siperlerde gerekse kuşatmadakileri kurtarmak için yardıma gelen İngilizler'le yapılan muharebelerde binlerce şehid verilmiştir. Bu muharebelerde tarihe geçen ibret verici hadiseler de vardır.
İlhan Selçuk tarafından yayınlanan Yüzbaşı Selahattin'in hatıralarında Yüzbaşı Fındıklılı Mehmed Muzaffer Bey'in şehadeti anlatılır.
9 Nisan 1916'da Üçüncü Felahiye Muharebesi'nde 51. Tümen, 9. Alay 9. Piyade bölük komutanı Yüzbaşı Fındıklılı Mehmet Muzaffer Efendi, boğazından aldığı ağır bir kurşun yarasıyla aşırı kan kaybıyla dizlerinin üzerine yığılıp, kalır. Yarası ağırdır, kan kaybetmektedir ve konuşamaz hale gelmiştir. Emir eri Mehmed'den işaretle kalem ister.
Mehmed komutanının ne yapmak istediğini anlamaya çalışmaktadır.
Emir erinin hayret dolu bakışları arasında kalemin ucunu boğazından oluk oluk akan kana batırır ve ceketinin üst cebinden çıkardığı zarfın üstüne bir şeyler yazar. İlk cümlesinde kıble ne tarafta diye sormaktadır ve ardından kelime-i tevhidi yazar.
Yüzbaşı Mehmed Muzaffer Efendi bir yandan da dudaklarını kımıldatarak kelime-i şahadet getirmeye çalışırken, kıbleye yöneltilir. Yüzü kıbleye dönmüşken zarfın diğer yüzüne al kanıyla son emrini yazar: "Bölük intikamımı alsın."
Mehmed Muzaffer Bey ve kanla yazdığı emri.
KANLI ZARF
Bu sırada Felahiye muharebesi devam etmektedir. Muharebenin o en şiddetli anında Bölük Komutanı Yüzbaşı Mehmet Muzaffer Efendi'nin son emri yüksek sesle askere okunur. Komutanlarının emrini alan askerler coşarak, İngiliz birliklerinin üzerine saldırırlar. Kısa bir süre sonra Mehmedçik şehid komutanlarının intikamını almıştır. Halil (Kut) Paşa, 11 Temmuz 1916'da Yüzbaşı Mehmet Muzaffer için, "Mehmet Muzaffer Efendi'nin bu yüce davranışı yani bir Türk subayının örnek maneviyatı olan o kanlı beyaz zarf, Askerî Müze'ye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere, cevher değerinde bir miras olmuştur. Yaşayan ölülerin mirasları içinde bu zarf da yaşayacak, daima yükselmeye teşvik ve milletin iftihar etmesi için bir belge olarak kalacaktır" demiştir.
.
Günlük hayatımızın en önemli içeceği olan çayla 140 yıl kadar önce tanıştık. Çay üretimi ilk kez 1878’de Artvin’de başladı. Rize’ye gelişi ise 1912’de. İkinci Abdülhamid döneminde üretimin yaygınlaşması için Bursa’dan Halep’e, Aydın’dan Erzurum’a kadar imparatorluğun dört bir tarafında çay ekilse de tutmadı
Son zamanlarda yeme-içme festivalleri gittikçe artıyor. Geçen hafta Haydarpaşa Garı'nda Çay Festivali yapıldı. Günlük hayatımızın en önemli parçası olan çay sanki asırlardan beri yeme-içme kültürümüzün bir parçası gibi düşünülür. Ancak çayla tanışmamız 140 yıl önceye gider. Kemalettin Kuzucu çayın Türkiye'ye girişi üzerine arşivlere dayalı yaptığı araştırmalarıyla bu konuyu aydınlatmış ve Türkiye'de çayın tarihiyle ilgili bilinenleri değiştirmiştir. Kuzucu'nun araştırmalarından çayın Türkiye'ye geliş hikâyesini naklediyoruz.
1582 şenliğinde bir kahvehane.
İLK ARTVİN'DE YETİŞTİRİLDİ
Osmanlı döneminde 16. yüzyıldan itibaren çay yaprağına rastlanıyor. Ancak çay bu dönemlerde çok az kişi tarafından ve ıtriyat olarak kullanılmıştı. 1839'da Tanzimat'ın ilanından sonra çay yavaş yavaş kahvaltılarda görülmeye başlandı. Çay tarımı ise Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başladı. Her alanda modernleşmenin başladığı İkinci Abdülhamid döneminde tarımda da Avrupaî tarza geçilmeye çalışılmıştı. Bir taraftan asırlardır ekilen ürünlerin rekoltesi artırılmaya çalışıldı. Diğer taraftan ise Osmanlı topraklarında bulunmayan ürünler yetiştirilmeye çalışıldı. Çay da bu ürünlerden biriydi. Uzakdoğu'dan ithal edilen çay tohum ve fidanları İstanbul, Bursa ve Selanik gibi yerlerde tarlalara ekilerek, yetiştirilmeye çalışıldı.
Türkiye'de çay ilk defa çiftçiler tarafından 1870'lerin sonlarında Artvin bölgesinde yetiştirildi. Kemalettin Kuzucu'nun araştırmalarına göre 1878'de, Hopa'da ve Arhavi'de çay ekimi başarılı olmuştu. Çalışmak için Rusya'ya giden yöre erkekleri, oradan getirdikleri çay fidanlarını evlerinin bahçelerine ekmeleri sonucunda çay Türkiye'ye girmişti. Çay kısa bir süre sonra kazanç kapısı haline gelince, devlet çaya vergi koydu. Çiftçilerin bu durumdan şikâyetçi olmaları üzerine Trabzon Valisi Yusuf Ziya Paşa vergi koymak yerine çay üretiminin teşvik edilmesi gerektiğini hükümete bildirdi. Valinin bu müracaatı üzerine vergiler kaldırıldı.
Dolmabahçe Sarayı'nda çay tepsisi ve bardaklar.
EKMEDİĞİMİZ YER KALMADI
Doğu Karadeniz'de bu gelişmeler yaşanırken Osmanlı yönetimi Uzakdoğu'dan çay tohum ve fidanı ithal edip, çay ekimini geliştirmeye çalıştı. 1880'li yılların sonunda Bursa Valisi İsmail Hakkı Paşa zamanında Japonya'dan getirtilen çay fidanları Bursa'da dikildi. Ancak Bursa ikliminin çay ziraatına elverişli olmaması yüzünden netice alınamadı. 1894'te İstanbul'da çay yetiştirilmeye çalışıldı. Bu teşebbüs de neticesiz kaldı. Osmanlı yönetimi, teşebbüslerin neticesiz kalması üzerine vilayetlere ziraat müfettişleri göndererek arazi yapısı ve iklim özelliklerinin incelenmesini istedi. Hazırlanan raporlar incelendikten sonra İkinci Abdülhamid'in emriyle 1894'te çay ekimi için yeniden teşebbüse geçildi. Japonya'ya çay fidan ve tohumları sipariş edildi. Türkiye'de yetiştirilen çaylar inceletildi. Çayın ekimi ve bakımı için bir talimat hazırlandı. Ardından imparatorluğun dört bir tarafında çay yetiştirilmesi için faaliyete geçildi. Erzurum, Sivas, Ankara, Bursa, Aydın, Adana, Halep ve Suriye'nin değişik bölgeleri ve İstanbul'da çay ekimine başlandı. Ancak bu teşebbüs çay ekimi için seçilen şehirlerin ikliminin elverişsizliğinden dolayı bir netice vermedi. İşin ilginç tarafı Doğu Karadeniz'de çay yetiştiği bilinmesine rağmen bölgede üretimin arttırılması yoluna gidilmemesiydi.
İkinci Abdülhamid çayın üretimine önem verip, konuyla ilgili her türlü gelişmeyi yakından takip etti. 1896'da Buharalı Yusuf Trabzon'da yetişen çay yapraklarını henüz genç filizler halinde iken ağaçtan toplayarak işlemiş ve beyaz çay elde etmişti. Padişaha bir paket çay hediye etti. Bundan memnun olan İkinci Abdülhamid, Trabzon ve çevresinde çay ekimini inceletti. Çay ve kahve ziraatı hakkında bir kitap yazan Hollandalı Hobbis'i de saraya çağırıp, ödüllendirmişti.
.
Günlük hayatımızın en önemli içeceği olan çayla 140 yıl kadar önce tanıştık. Çay üretimi ilk kez 1878’de Artvin’de başladı. Rize’ye gelişi ise 1912’de. İkinci Abdülhamid döneminde üretimin yaygınlaşması için Bursa’dan Halep’e, Aydın’dan Erzurum’a kadar imparatorluğun dört bir tarafında çay ekilse de tutmadı
Son zamanlarda yeme-içme festivalleri gittikçe artıyor. Geçen hafta Haydarpaşa Garı'nda Çay Festivali yapıldı. Günlük hayatımızın en önemli parçası olan çay sanki asırlardan beri yeme-içme kültürümüzün bir parçası gibi düşünülür. Ancak çayla tanışmamız 140 yıl önceye gider. Kemalettin Kuzucu çayın Türkiye'ye girişi üzerine arşivlere dayalı yaptığı araştırmalarıyla bu konuyu aydınlatmış ve Türkiye'de çayın tarihiyle ilgili bilinenleri değiştirmiştir. Kuzucu'nun araştırmalarından çayın Türkiye'ye geliş hikâyesini naklediyoruz.
1582 şenliğinde bir kahvehane.
İLK ARTVİN'DE YETİŞTİRİLDİ
Osmanlı döneminde 16. yüzyıldan itibaren çay yaprağına rastlanıyor. Ancak çay bu dönemlerde çok az kişi tarafından ve ıtriyat olarak kullanılmıştı. 1839'da Tanzimat'ın ilanından sonra çay yavaş yavaş kahvaltılarda görülmeye başlandı. Çay tarımı ise Sultan İkinci Abdülhamid döneminde başladı. Her alanda modernleşmenin başladığı İkinci Abdülhamid döneminde tarımda da Avrupaî tarza geçilmeye çalışılmıştı. Bir taraftan asırlardır ekilen ürünlerin rekoltesi artırılmaya çalışıldı. Diğer taraftan ise Osmanlı topraklarında bulunmayan ürünler yetiştirilmeye çalışıldı. Çay da bu ürünlerden biriydi. Uzakdoğu'dan ithal edilen çay tohum ve fidanları İstanbul, Bursa ve Selanik gibi yerlerde tarlalara ekilerek, yetiştirilmeye çalışıldı.
Türkiye'de çay ilk defa çiftçiler tarafından 1870'lerin sonlarında Artvin bölgesinde yetiştirildi. Kemalettin Kuzucu'nun araştırmalarına göre 1878'de, Hopa'da ve Arhavi'de çay ekimi başarılı olmuştu. Çalışmak için Rusya'ya giden yöre erkekleri, oradan getirdikleri çay fidanlarını evlerinin bahçelerine ekmeleri sonucunda çay Türkiye'ye girmişti. Çay kısa bir süre sonra kazanç kapısı haline gelince, devlet çaya vergi koydu. Çiftçilerin bu durumdan şikâyetçi olmaları üzerine Trabzon Valisi Yusuf Ziya Paşa vergi koymak yerine çay üretiminin teşvik edilmesi gerektiğini hükümete bildirdi. Valinin bu müracaatı üzerine vergiler kaldırıldı.
Dolmabahçe Sarayı'nda çay tepsisi ve bardaklar.
EKMEDİĞİMİZ YER KALMADI
Doğu Karadeniz'de bu gelişmeler yaşanırken Osmanlı yönetimi Uzakdoğu'dan çay tohum ve fidanı ithal edip, çay ekimini geliştirmeye çalıştı. 1880'li yılların sonunda Bursa Valisi İsmail Hakkı Paşa zamanında Japonya'dan getirtilen çay fidanları Bursa'da dikildi. Ancak Bursa ikliminin çay ziraatına elverişli olmaması yüzünden netice alınamadı. 1894'te İstanbul'da çay yetiştirilmeye çalışıldı. Bu teşebbüs de neticesiz kaldı. Osmanlı yönetimi, teşebbüslerin neticesiz kalması üzerine vilayetlere ziraat müfettişleri göndererek arazi yapısı ve iklim özelliklerinin incelenmesini istedi. Hazırlanan raporlar incelendikten sonra İkinci Abdülhamid'in emriyle 1894'te çay ekimi için yeniden teşebbüse geçildi. Japonya'ya çay fidan ve tohumları sipariş edildi. Türkiye'de yetiştirilen çaylar inceletildi. Çayın ekimi ve bakımı için bir talimat hazırlandı. Ardından imparatorluğun dört bir tarafında çay yetiştirilmesi için faaliyete geçildi. Erzurum, Sivas, Ankara, Bursa, Aydın, Adana, Halep ve Suriye'nin değişik bölgeleri ve İstanbul'da çay ekimine başlandı. Ancak bu teşebbüs çay ekimi için seçilen şehirlerin ikliminin elverişsizliğinden dolayı bir netice vermedi. İşin ilginç tarafı Doğu Karadeniz'de çay yetiştiği bilinmesine rağmen bölgede üretimin arttırılması yoluna gidilmemesiydi.
İkinci Abdülhamid çayın üretimine önem verip, konuyla ilgili her türlü gelişmeyi yakından takip etti. 1896'da Buharalı Yusuf Trabzon'da yetişen çay yapraklarını henüz genç filizler halinde iken ağaçtan toplayarak işlemiş ve beyaz çay elde etmişti. Padişaha bir paket çay hediye etti. Bundan memnun olan İkinci Abdülhamid, Trabzon ve çevresinde çay ekimini inceletti. Çay ve kahve ziraatı hakkında bir kitap yazan Hollandalı Hobbis'i de saraya çağırıp, ödüllendirmişti.
ERHAN AFYONCU
ABD ile ilk temas 217 yıl önceydi
1800’de İstanbul’a gelen ilk ABD gemisini kuzu ve çiçek göndererek karşılamıştık. Kuzu barışı, çiçek ise ‘hoş geldiniz’ mesajını ihtiva ediyordu. Hoş geldiniz davetimize bir cevap alamadık. Barışı ise hâlâ arıyoruz
ABD ile 217 yıl önce tanışmış, ilk resmi ilişkilerimiz de 1830'da başlamıştı.
Türk tarihçiliğinin en önemli isimlerinden Rahmetli Akdes Nimet Kurat, "Türk-Amerikan Münasebetleri'ne Kısa Bir Bakış (1800-1959)" isimli kitabında anlatır.
ABD İLE İLK MÜNASEBETLER
Amerika 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuzey Afrika'daki vilayetleriyle temas kurdu. Rahatça ticaret yapmak için haraç vermeye de mecbur oldu. Başka bir yazımızda bu hikâyeyi teferruatlıca anlatacağız.
İlk Amerika gemisi 1797'de İzmir'e geldi.
Amerika'nın Londra elçisi Rufus King, Londra'daki Osmanlı elçisi Yusuf Agâh Efendi ile temasa geçerek iki ülke arasındaki resmi münasebetleri başlattı. Bu temas sonucunda ABD'nin Lizbon elçisi William Smith 1797'de İstanbul elçisi olarak tayin edildi, ancak elçi İstanbul'a gelemediği için resmi ilişki kurulamadı. 1800'de "George Washington" gemisi Cezayir Dayısı Mustafa Paşa'ya yıllık vergisini getirince, dayı geminin padişaha hediyeler götürmek için İstanbul'a gitmesini istedi. Kaptan gönüllü olmasa da Cezayir Dayısı'nın zorlamasıyla padişaha gidecek aslan, kaplan gibi hediyeler ve Cezayir temsilcilerini alarak yola çıktı. İstanbul'a gelerek Yedikule açıklarında demir atan gemiye hisar muhafızı tarafından kuzu ve çiçek gönderildi. Kuzu barışı, çiçek ise 'hoş geldiniz' mesajını ihtiva ediyordu.
BAYRAKLARIMIZ BENZİYOR
1800'de İstanbul'a gelen ABD gemisini gören hükümdar Üçüncü Selim'in "Bu memleketin (ABD) bayrağındaki yıldızlar, Amerika kanunları, dini ve müesseseleri ile Türklerinki arasında yakınlık olduğunu göstermektedir. Zira Türkiye'nin bayrağında da gökyüzü cisimleri (ay ve yıldız) bulunmaktadır" dediği rivayet edilir.
ABD gemisine herkes ilgi gösterdi.
Kaptanıderya Küçük Hüseyin Paşa, Amerikan gemisini himayesi altına aldı ve İstanbul'da kolaylıklar temin etti. Geminin güzelliği ve askerlerinin disiplini hayranlık uyandırmıştı.
Kaptanıderya Küçük Hüseyin Paşa Kaptan William Bainbridge'ye iki ülke arasında resmi ilişkilerin kurulmasının lüzumunu anlattı ama ABD'li kaptan yetkisi olmadığını söyleyerek teklifi reddetti. İstanbul'da 52 gün kalan ABD gemisi 1800 Aralık'ında şehirden ayrıldı. Amerikalı kaptanın mecburi İstanbul seyahati bir netice vermese de iki devlet arasındaki ilk temastı.
1802'de Pensilvanyalı William Stewart İzmir'e konsolos tayin edilmek istendi ama iki devlet arasında resmi bir ilişki olmadığı için Osmanlı yönetimi kabul etmedi. 1811'de "Woodman and Offley" şirketinin İzmir'e gönderdiği Pensilvanyalı David Offley Amerika lehine gelişmeler elde edince ABD tarafından konsolos tayin edildi ama Osmanlı yönetimi tarafından resmen tanınmadı.
Osmanlı yönetimi konsolosu ancak 1823'te resmen tanıdı.
Amerikan yönetimi 1817'de Türkiye ile temas kurmak istedi ancak bir netice alınamadı. 1820'de New Yorklu bir tüccar olan Luther Bradish İstanbul'a gönderildi. Bu sırada çıkan Yunan isyanından dolayı ortalık karışıktı. Ancak ABD'li tüccar ticaret imkânlarını inceledi.
İLK AMERİKALI DİPLOMAT
Kaptanıderya Hüsrev Paşa da bu yıllarda Amerika ile ilişki kurulmasını istiyordu. Amerikan hükümeti bu durumdan haberdar olunca ABD'nin Akdeniz filosu komutanı Amiral John Rodgers'ı Türk amirali ile görüşmesi için gönderdi.
Amiral Rodgers, 27 Mart 1825'te Boston'dan hareket etti. Altı gemilik filoyu ABD Cumhurbaşkanı da uğurlamaya gelmişti.
ABD filosu 20 Ağustos'ta İzmir limanına girdi. O sırada büyük yangın çıkmıştı. ABD filosunun söndürmeye olan yardımı İzmirlilerin sempatisini kazanmalarına yol açtı.
O dönem Türk donanması Yunan isyanını bastırmakla meşgul olduğundan temas kurulamadı ve ABD filosu kışı geçirmek için Portekiz açıklarında Minorka Adası'na gitti.
ABD filosu 1816 Temmuz'unda tekrar İzmir'e geldi. Daha sonra Türk ve ABD gemileri Midilli Adası'nda buluştu. 6 Temmuz'da Hüsrev Paşa tarafından gemide kabul edilen Amerikalılar, kaptanıderyanın nezaket ve zekâsından dolayı hayretler içinde kalmışlardı. Hüsrev Paşa da Amerikalıların amiral gemisi North Carolina'yı ziyaret etti.
Hüsrev Paşa, ABD gemisinin İngiliz, Rus ve Fransız gemilerinden daha iyi olduğunu görmüştü.
1827'de Osmanlı donanması İngiliz-Fransız ve Rus gemileri tarafından yok edilince yeni donanma inşası için ABD'den istifade düşünüldü.
1828'de İzmir Konsolosu David Offley, anlaşma için İstanbul'a geldi ama başarılı olamadı.
1830'da ise ABD hükümeti New Yorklu bir tüccar olan Charles Rhind'i İstanbul'a gönderdi. Uzun müzakerelerden sonra 7 Mayıs 1830'da "Ticaret ve Dostluk Antlaşması" imzalandı.
Anlaşmanın bir de gizli maddesi vardı. Bu maddeye göre ABD Türkiye'ye savaş gemileri inşa edecekti. Ancak gizli madde ABD senatosunda az bir farkla reddedildi. 15 Nisan 1831'de David Porter İstanbul'a maslahatgüzar olarak
tayin edildi.
Böylece ABD ile resmi münasebetler kurulmuştu.
18. Yüzyılın sonlarında İstanbul.
ABD'nin ilk diplomatı eski esirimiz idi
Amerika'nın İstanbul'daki ilk diplomatik temsilcisi David Porter, 1780'de Boston'da doğdu.
Denizci olup ABD donanmasında hizmet etti. David Porter, ABD'nin Akdeniz filosunda hizmet ederken 1803'te Osmanlı'nın Kuzey Afrika eyaletlerinden Trablusgarb'taki denizcilere esir düştü.
David Porter, esaretten sonra ABD donanmasında hizmete devam etti. 1812-1815 İngiliz Savaşı'nda önemli hizmetleri oldu. İspanya-Amerika savaşında haksızlığa uğrayınca Meksika donanmasına girdi. Ancak Meksika-ABD savaşı başlayınca ülkesine döndü. Tersane müdürlüğü yaptı. Daha sonra Başkan Jackson tarafından 1830'da Cezayir'e konsolos olarak görevlendirildi.
Ancak Cezayir işgal edilince işsiz kaldı. 1831'de İstanbul'a maslahatgüzar olarak tayin edildi. Porter, 11 Ağustos 1831'de İstanbul'a geldi. 1843'te ölene kadar burada ABD'nin temsilcisi olarak kaldı.
Tarih soytarıları
Türkiye'de herkes tarih meraklısıdır. Ancak popüler tarihçilik fazla gelişmemiştir.
Akademisyenler popüler tarihten uzak dururlar. Bu alanda yazan akademisyenlerin çoğu ise fazla akademik ve anlaşılmaz bir dil kullandıkları için yazdıkları okunmaz. Tarihçiliği kendinden menkul olanların yazdıkları ise ya tarih pazarlamasıdır ya da kin ve nefret tarihçiliğidir.
Tarihçilik belgeyle ve bu belgenin analiziyle yapılır. Tarih pozitif bilimler gibi laboratuvar imkânı olan bir bilim dalı olmadığı için tarihçinin bilimselliği kullandığı metot ve eleştirel yöntemidir.
Televizyonda program yaptığım yıllar boyunca ve popüler tarih yazıları yazdığım her yerde bu tür tarih soytarılıkları ve soytarılarıyla hep mücadele edip, nefesim yettiği sürece halkın zehirlenmesini engellemeye çalıştım.
Büyük liderler, köklü bir geçmişe sahip milletlerin bağrından çıkarlar. Türk milleti tarih boyunca çıkardığı büyük liderlerle tarihin kırılma noktalarında her türlü zorluğun üstesinden gelerek tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolmaktan kurtulup, tarihe ismini altın harflerle yazdırmıştır.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin liderliğini yaparak tarih sayfalarından silinmek istenen Türk milletini, esaret altına girmekten kurtarmış ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuştur.
Tarihin arkasına saklanıp, nefret tarihçiliği yaparak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan ve soyadını Türk milletinden alan Mustafa Kemal Atatürk'e ve ailesine yapılan edepsizce yapılan hakaretler hiçbir şekilde kabul edilemez. Bu yapılanlar bırakın tarihi, soytarılık bile değildir.
.21 Mayıs 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Bandırma Vapuru’ndaki kahramanlar
Atatürk, Milli Mücadele’nin ateşini yakmak için 19 Mayıs’ta Samsun yolculuğuna çıkarken, maiyetinde 22’si subay, 25’i er ve erbaş olmak üzere toplam 47 kişi vardı. Mustafa Kemal Paşa’nın yanındaki kurmay kadrosunun önemli bir kısmı Cumhuriyet’in ilanından sonra da Atatürk’ün çevresinde ve devletin önemli makamlarında bulunmaya devam etti
Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren 30 Ekim'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, imparatorluğun her tarafı işgal edilmeye başlandı. 13 Kasım 1918'den itibaren İstanbul'a binlerce düşman askeri yerleşti. Fransız Doğu Orduları Başkumandanı General Franchet d'Esperey'in 8 Şubat'ta İstanbul'a bir atın üzerinde Fatih Sultan Mehmed'e benzer bir edayla girmesi işin kötüye gittiğini iyice su yüzüne çıkarmıştı. Vatanını düşünen herkes bir çözüm yolu aramaya başladı.
DOKUZUNCU ORDU MÜFETTİŞLİĞİ
Anadolu'da direniş için hazırlıklar yapılırken, Milli Mücadele'nin lideri 19 Mayıs 1919'da Samsun'a doğru yola çıkacaktı. Samsun yolculuğu üzerine belgelere dayalı ilk yayını yapan Murat Bardakçı'dır. Bardakçı, Kâzım Karabekir Paşa'nın ailesinde bulunan belgelere göre "Şahbaba" isimli kitabında Samsun yolculuğunu teferruatlı olarak anlatmıştır. Buradan naklediyoruz.
Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişliği'ne resmen tayini hakkındaki irade 30 Nisan 1919'da dönemin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de yayınlandı. Mustafa Kemal Paşa, aynı gün Harbiye Nezareti'ne (Savunma Bakanlığı) Samsun'a götüreceği karargâh mensuplarının listesini verdi. Harbiye Nazırı Şakir Paşa 6 Mayıs'ta müfettişlik bölgesindeki faaliyetleriyle ilgili talimatnameyi Mustafa Kemal Paşa'ya resmen tebliğ etti. Talimatnameye göre Mustafa Kemal Paşa, sadece askerî değil mülkî erkâna da emir verme hakkına sahipti. Paşa aynı gün Harbiye Nezareti'nden İtilâf Devletleriyle imzalanmış ateşkes antlaşması ve bazı yazışmaların Dışişleri Bakanlığı'ndan alınarak kendisine verilmesini talep etti. Ayrıca Harbiye Nezareti'ne görevi sırasında kullanacağı altı adet mührün kazdırılmasını da istemişti. Mustafa Kemal Paşa, üç aylık tahsisatının peşin verilmesini, beklenmeyen masraflara harcanmak üzere bir miktar ödeme yapılmasını ve iki binek otomobili tahsisini de talep etmişti.
General d'Esperey İstanbul'a giriyor.
ÜLKEMİZDE VİZE ALMAK ZORUNDAYDIK
Hazırlıklar yapılmıştı ama Samsun'a nasıl gidilecekti. Karadeniz resmen olmasa bile fiilen İngiliz donanmasının işgalindeydi.
Mustafa Kemal Paşa 14 Mayıs'ta maiyetindekilerin listesini Harbiye Nezareti'ne göndererek, İngilizler'den vize alınmasını istedi. 23 subay, 25 erle erbaş ve "altı adet eğerli at"tan ibaret liste, 16 Mayıs'ta İngiliz İrtibat Bürosu'ndan vize aldı.
Vizede "Müttefik Pasaport Kontrol Bürosu, İngiliz Bölümü. Samsun'a gidiş için geçerlidir.
İstanbul, 16 Mayıs 1919" yazılıydı.
Vize irtibat zabiti Yüzbaşı John Godolphin Bennett tarafından imzalanmıştı. Bennett, listedeki subay sayısının bir müfettişlik için fazlalığından şüphelenip, durumu üstlerine aktardı. İngiliz başkomiserliğinden ise "Mustafa Kemal gitsin, ne lâzımsa yapsın.
Padişah onlara itimat ediyor. Vizeyi verin" denmişti.
Bu işlemler sürerken 15 Mayıs'ta Yunanlılar İzmir'i işgal etmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa yola çıkmadan önce 16 Mayıs'ta padişahın huzuruna çıktı. Padişahla görüştükten sonra Samsun yolculuğundaki bütün merhaleler tamamlanmıştı.
Mustafa Kemal Paşa, kendisini uğurlamaya gelmek isteyenlere İngilizler'in dikkatini çekmemek için zahmet edilmemesi ricasında bulundu. Şişli'deki evine giderek annesiyle ve kızkardeşiyle vedalaştıktan sonra Galata rıhtımına gitti. Oradan bir motorla Kızkulesi açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru'na bindi. Karadeniz'e açılmalarından hemen önce bir devriye hücumbotuyla gelip Bandırma'nın güvertesine çıkan İngiliz denizcileri vizeleri kontrol ettiler ve evraklarda eksiklik görmeyince vapur Samsun'a doğru yoluna devam etti.
Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs sabahı Samsun'a ayak basınca, padişaha, sadrazamlığa, içişleri ve dışişleri bakanlıkları ile genelkurmaya beş ayrı şifreli telgraf çekerek göreve başladığını bildirdi.
Atatürk ve Fevzi Çakmak.
BANDIRMA VAPURU
Bandırma vapuru, 1878'de İskoçya'nın Paisley bölgesindeki MacIntyre kuruluşu tarafından Hutson and Cardett tezgâhlarında 21 numarayla, 279 grostonluk yolcu ve yük gemisi olarak inşa edildi. Yelken ve buhar donanımlı, demir uskurlu ve 48,9 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğindeydi. Vapur, 1893'te İdare-i Mahsusa tarafından satın alınıp, ismi "Panderma"ya çevrildi. İdare-i Mahsusa 1910'da "Osmanlı Seyrüsefain İdaresi" olunca vapurun ismi "Bandırma"ya çevrildi ve posta vapuru yapıldı. Bandırma Vapuru, Samsun seferinden sonra da posta hizmetinde çalışmaya devam etti. 1925'te arızalanıp, tamir edilemeyince İlhami Söker'e satıldı ve parçalandı.
.28 Mayıs 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Latin külâhı görmektense Türk sarığını yeğlerim
Osmanlı Devleti kurulduktan sonra fethettiği bölgelerdeki halkın dinine karışmamış, onlara ibadet özgürlüğü vermişti. Bu yüzden İstanbul’da başta Grandük Notaras olmak üzere birçok Bizanslı kiliselerin birleşerek şehrin Latin işgaline geçmesi yerine Türk hakimiyetini tercih etmişti
Fatih'in İstanbul kuşatması sırasında Bizanslılar arasında büyük bir bölünme vardı. Başta Jorga olmak üzere birçok tarihçi Bizans'ın kuşatma sırasındaki vaziyetini renkli sahnelerle anlatırlar.
Fatih'in İstanbul'a Girişi.
PAPALIĞIN ZAFERİ
Bizans, Yıldırım döneminden itibaren ağır bir baskı altına alınmıştı. Bizanslı devlet adamları, Osmanlı baskısından kurtulmak için Avrupa'daki Hristiyanlar'dan gelecek yardımdan başka çareleri olmadığını düşündüler. Fakat bu yardım karşılıksız olmuyordu. Papa, Bizans'a kiliselerin birleşmesi şartını ileri sürdü. Başka çıkar yol bulamayan Bizanslılar, 1439'da Floransa Konsili'nde papanın isteklerini kabul ettiler.
VIII. Ioannes bu antlaşmayı imzaladı ancak 1448'de öldüğünde, kargaşa çıkar korkusuyla bir imparatorun cenazesi ilk defa dini tören yapılmadan kaldırıldı. İmparator ölünce yerine kardeşi Konstantin geçti. Ancak imparatorun, kiliselerin birleşmesi taraftarı olan Patrik Gregorios Mammas'ın elinden taç giymesi büyük tepkilere yol açabilir endişesiyle tören düzenlenmedi. Mammas, Bizans'ın önde gelenlerinden Notaras'ın baskısından dolayı Ağustos 1451'de Roma'ya kaçtı. Böylece kilise İstanbul'un fethine kadar başsız kaldı.
kadar başsız kaldı. Bizans İmparatoru ve Avrupalı Hristiyanlar, Rumelihisarı'nın yapılmasından ve ardından Boğaz'dan geçen gemilerin durdurulmasından İstanbul'un ciddi bir tehdit altında bulunduğunu anlamışlardı. İmparator Konstantin halkın tepkisine rağmen adım adım yaklaşan tehlikeye karşı Avrupa'dan yardım almak için son çare olarak Papa'ya Ortodoks kilisesini Katolik kilisesiyle birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Saint Dimitrios Manastırı'nın eski başpapazı ve Saint Sabina kardinali Isidoros, 12 Aralık 1452'de Ayasofya'daki âyini bizzat yönetti. Roma usulünde yapılan ayinde papanın ve kaçan Patrik Gregorios'un adları birlikte zikredildi.
Ortodoks Rum din adamları.
BİZANSLILAR'IN İSYANI
Bazı Bizans ileri gelenleri ve din adamları kiliselerin birleştirilmesi kararını destekliyordu. Fakat halkın ve din adamlarının büyük çoğunluğu buna karşı olmalarına rağmen, Türk tehlikesi yüzünden seslerini çıkaramıyorlardı. Ümitleri, kuşatma tehlikesi geçtikten sonra kararın tekrar gözden geçirilmesiydi.
Halk ve din adamlarının çoğu olup biteni protesto ettiler. Meyhanelere dolan Bizanslılar kadehler dolusu şarap içerek birlikçilere lanet okuyup, Meryem'in ikonasına kadeh kaldırdılar. "Biz ne Latinler'in yardımına ne de birliğe muhtacız. Katolik tarzında ibadet bizden uzak olsun" diye bağırdılar.
O dönemin tarihçilerinin ifadesiyle birleşmeden sonra Bizanslılar Ayasofya'ya girmekten kaçındılar. Eğer bir Yortu gününde gitme durumunda kaldılarsa âyin düzenlediğinde, kurbanlarını sunar sunmaz kadın erkek, rahip ve rahibe hepsi hemen oradan ayrılıyorlardı. Kilise'yi inançsızların mihrabı olarak görüyorlar ve kurbanın ise Apollon için kesildiğini düşünüyorlardı.
Son Bizans imparatoru ve Notaras.
TÜRK'Ü TERCİH EDERİZ
En güç koşullarda bile Ortodoksluk'tan vazgeçmeyen Bizans halkı, Latinler'e borçlu kalmaktansa Osmanlılar tarafından yönetilmeyi tercih ediyorlardı. Nitekim Gennadius'un müttefikleri arasında en başta geleni Grandük Notoras Bizanslılar'ın duygularını "Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim" diye en veciz biçimde ifade etmişti.
Bu sözü Notaras'a, Ortodokslar'ın 150 yıldır şahit oldukları ve dönemine göre çok ileri bir anlayış olan Osmanlı tecrübesi söyletmişti. Osmanlı Beyliği kurulduktan sonra fethettiği bölgelerdeki halkın dinine karışmamış, onlara ibadet özgürlüğü vermişti. Balkanlar'da Ortodoks bölgeleri ele geçiren Venedik ve Macarlar ise Katolikliği de yanlarında getirmişlerdi. Bu yüzden Balkanlar'daki Ortodokslar Osmanlı yönetimini Katolik Macar ve Venedikliler'e tercih etmişlerdi. Aynı durum Bizans'ta da gerçekleşmişti.
.
Osmanlı döneminde Ramazan ayında sıkıntı yaşanmaması için önceden tedbirler alınırdı. Yaşanabilecek bazı sorunlar aynı zamanda halife olan padişahın otoritesini zedeleyeceği için herşeye dikkat edilirdi. Tenbihlere uymayanlara ağır cezalar verilirdi
Osmanlı İmparatorluğu'nda Ramazan ayı yaklaştığında en başta devlet hazırlıklara başlardı. Bütün devlet daireleri kendilerine düşen işleri yerine getirmek için koştururlardı. İmparatorluğun başkentinde Ramazan ayında yaşanacak bir sıkıntı aynı zamanda halife de olan Osmanlı padişahının otoritesini zedeleyebileceği için herşeye dikkat edilirdi. Ramazan geldiğinde en başta padişah bizzat yazdığı emirlerle, yani hatt-ı hümâyunlarıyla yapılması gerekenler konusunda sadrazama emir verirdi. Bu hazırlıklar Ramazan'dan önceki Şaban ayında yapılırdı.
HALKA BROŞÜR DAĞITILIRDI
Şaban ayının sonlarında "Ramazan Tenbihnamesi" adı altında halka yönelik bir dizi emir yayınlanırdı. Halkın dini emirlere daha sıkı sarılıp, ibadetle meşgul olması ve edepli olması istenirdi. İkinci Mahmud döneminden itibaren Ramazan Tenbihnameleri Osmanlı Devleti'nin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi de ilân edildi ve ayrıca broşür olarak bastırılıp, halka dağıtıldı. İmam ve vaizler camilerde, bekçiler ve tellallar mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda duyuru yapılırdı. Tenbihnameler'de, Ramazan dönemini ilgilendiren düzenlemelerin yanı sıra şehir hayatı ile ilgili düzenlemeler de yer alırdı. Tenbihlere uymayanlara ağır cezalar verilirdi. Güvenlik güçlerine de Ramazan'da halkın ilan edilen kurallara uyup uymadığına dikkat etmesi ve gereğini yapması emri verilirdi. Ramazan'ın gelmesinden istifade ederek halkın dini duygularını istismar eden dilenciler de devletin dikkat ettiği konulardan biriydi. Ramazan'ın yaklaşması sebebiyle cami kapılarında halkı rahatsız eden dilencilerin polis, jandarma ve zabıta vasıtasıyla gerekli tedbirlerin alınarak uzaklaştırılmaları, Ramazan Tenbihnameleri'nde yer alırdı.
KADINLAR VE RAMAZAN
Ramazan Tenbihnameleri'nde en çok üzerinde durulan konu, kadınların giyim, kuşamlarıydı. Yine yaz aylarına rastlayan Ramazanlar'da kadınların mesire yerlerine gitmeleri de problem olarak görülürdü. Bu yüzden mesireler kadın ve erkekler için ikiye ayrılır veya ayrı ayrı günler tahsis edilirdi.
Ramazan'da sokağa çıkan kadınların akşam ezanı okunmadan önce evlerine dönmeleri gerekiyordu. Kadınlara özellikle Bayezid Meydanı, Şehzadebaşı ve Üsküdar caddelerinde akşam ezanından sonra dolaşmamaları için tenbihat yapılırdı. Kadınlar ise özellikle Ramazan ayında, on beş alayı denilen, padişahın Topkapı Sarayı'ndaki iftara gidiş töreni, Kadir gecesi, Teravih namazları gibi etkinliklere katılmayı çok arzu ederlerdi. Ramazan ayında gezme hürriyetleri artan kadınlar, cami ziyaretlerine giderlerdi. Gündüzleri kadınlara vaaz ve hatim dinlemeleri için birkaç cami tahsis edilirdi. Buralara erkekler giremezdi. Ayrıca bazı camilerde de kadınlara mahsus yerler olurdu.
Hilal görününce Ramazan başlardı
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ramazan'ın ne zaman başlayıp, biteceği şimdiki gibi günler önceden belli olmazdı. Hicri takvime göre ayların başlangıcı yeni ayın görülmesiyle başladığından, Ramazan veya bayramlar da "Rü'yet-i Hilal'le", yani hilalin görülmesiyle başlardı. Şaban ayının sonunda havanın kapalı olması yüzünden hilal görülemezse, durum karışırdı. Böyle bir durumda devletin ilan ettiği günde Ramazan başlardı. Ramazan ayının başlaması ile birlikte tüm cami ve mescitler, özellikle de minareler aydınlatılırdı
.
İzmir, tarih boyunca birçok depremle sarsılmış, harap olmuş ve birçok defa yeniden inşa edilmiştir. 1688, 1739 ve 1778’de meydana gelen depremler, İzmir’de büyük hasarlara yol açmıştır
Bu hafta İzmir ve civarı depremle sarsıldı ve bölgede büyük korkuya sebep oldu. İzmir tarih boyunca birçok kez depreme maruz kalan bir şehirdir. Caroline Finkel-Nicolas Ambraseys'in "Türkiye'de ve Komşu Bölgelerde Sismik Etkinlikler 1500-1800" isimli Türkiye deprem tarihi için son derece önemli bilgiler ihtiva eden eserleri ve yaşayan en büyük Osmanlı tarihçilerinden Mübahat Kütükoğlu hocamızın İzmir'in tarihini anlatan çalışmalarından bu depremleri öğreniyoruz.
BİR LİMAN KENTİ
İzmir, Kanunî döneminin ilk yıllarında 1.300 kişilik nüfusuyla Osmanlı Devleti'nin Anadolu'daki küçük şehirlerinden birisiydi. 17. yüzyılda artan Avrupa ticareti sebebiyle bir liman kenti olarak büyümeye başlayan İzmir, 1659'da 6 bin 600 kişilik bir nüfusa ulaştı. 16. yüzyılda Müslümanlar'ın yanısıra şehirde sadece ufak bir Rum nüfusu varken, 17. yüzyılda gelişen ticaretle birlikte gayrimüslim nüfusu da çeşitlendi, Yahudi ve Ermeniler de şehre yerleşti. Artan ticaretle birlikte İzmir'de birçok konsolosluk açıldı ve Avrupalı tüccarlar İzmir'de yaşamaya başladılar. Gitgide büyüyen İzmir, 19. yüzyılın sonlarında 145 bin kişilik nüfusuyla imparatorluğun en büyük şehirlerinden biri haline geldi.
Avrupalı bir konsolos İzmir Kadısı'nın huzurunda.
1688 DEPREMİ
İzmir, tarihi boyunca pek çok depreme maruz kalmış ve bunların sonucunda da şehir tahrip olmuştur. Tespit edilebilen ilk büyük deprem 178 yılında meydana gelmiş, şehir harabe hale geldiği için yeniden inşa edilmiştir. İkinci önemli deprem 1025 yılındadır. Osmanlı hakimiyeti döneminde de İzmir'de birçok önemli deprem meydana gelmiştir. 1626, 1639, 1653, 1654, 1659, 1664, 1667, 1674, 1676, 1679, 1680 'de depremler olmuşsa da en şiddetli olanı 1688 depremidir.
10 Temmuz 1688'de saat 11.45'de 20-30 saniye kadar devam eden deprem şehirde büyük hasara yol açtı. Denize yakın yerlerde tahribat fazlaydı. Sahil kesimlerinde yer yarılmış, çatlaklardan su fışkırmıştı. Deniz karaya doğru yarım metreden fazla ilerlemişti. İzmir'deki 17 büyük camiden yalnızca 14'ü yıkılmıştı. Birçok kilise de harap olmuştu. İzmir Körfezi'nin girişinde bir yarımadaya inşa edilen Sancakburnu Hisarı yıkılıp, suya gömülmüştü. Hisarın bulunduğu arazi denizin dolmasıyla bir adacığa dönüştü. Depremde ölü sayısı 5.000'den fazlaydı. Depremi yangın felaketi takip etti. İki büyük felaketin ardından şehirde salgın hastalık tehlikesi çıkınca yabancıların bir kısmı şehri terketti. Depremin ardından şehir birkaç yıl içinde yeniden inşa edildi.
19. yüzyılda İzmir
1739 DEPREMİ
1690, 1694, 1702, 1705, 1706, 1707, 1708, 1709,1713, 1716, 1717, 1718, 1723, 1728, 1732 ve 1737'de İzmir'de meydana gelen depremler korku ve hasara yol açtıysa da asıl büyük deprem 1739'da meydana geldi. 4 Nisan 1739'da körfezde meydana gelen deprem şehirde büyük tahribata sebep oldu. Körfez merkezli deprem, hayli şiddetliydi. Depremle birlikte büyük bir gürültü duyuldu ve etrafa pis bir koku yayıldı. Gediz Nehri'nin ağzındaki delta çöktü ve sular altında kaldı. Eski ve Yeni Foça kaleleri, depremden etkilendi. İzmir'in özellikle yabancıların ve gayrimüslimlerin yaşadığı kıyıya yakın kesimlerinde hasar çoktu. Depremde 80 kişi hayatını kaybetti. Artçı sarsıntılar eylüle kadar dinmediği için İzmirliler kışı açık alanlarda geçirdiler. 1739 depremi sonrasında yabancıların ve gayrimüslimlerin yaşadığı bölge yeni bir mimariyle inşa edildi.
İzmir'de meydana gelen depremlerle ilgili bir belge.
1778 DEPREMİ
1745, 1754, 1756, 1760, 1763, 1765, 1771 ve 1778'de İzmir depremle sarsıldı. 1778 depremi şiddetliydi. Bir dizi küçük sarsıntının ardından 16 Haziran 1778'de İzmir'de 5-7 saniye süren bir deprem meydana geldi. Birçok ev ve bazı minareler hasar gördü. Depremin sarsıntısından limandaki gemiler bile hasar gördü. 3 Temmuz'da geceleyin 15 saniye kadar devam eden ikinci deprem, İzmir'de hasarı artırdı. Birçok ev, üç hamam, dört cami yıkıldı. Artçı şoklar devam ederken, 5 Temmuz'da öğle saatlerinde meydana gelen sarsıntı hasar görmüş bina ve duvarları yıktı. 5 Temmuz'daki depremin ardından çıkan yangın hızla yayıldı ve şehrin önemli bir kısmını küle çevirdi. Artçı sarsıntılar aylarca sürdü. 1 Ekim'deki sarsıntıda hasarlı iki cami, beş ev, bir han ve bir hamam yıkıldı. Daha önceki sarsıntılarda fazla zarar görmeyen Avrupalılar'ın yaşadığı kesim bu sarsıntıda oldukça zarar gördü. Artçı şoklar 1779 Şubat'ına kadar sürdü.
Daha sonraki yıllarda İzmir ve civarında 1779, 1785, 1786, 1787, 1798, 1801, 1828, 1846, 1850, 1862, 1873, 1880, 1883, 1889, 1899 ve 1909'da depremler meydana geldi.
İzmir Buca'da bir malikâne.
Mehmet Çebi
ARŞİVLERİMİZ VE MÜZELERİMİZ
Geçenlerde Murat Bardakçı, arşivlerin bölük pörçük olmasının doğru olmadığını bir araya getirilmesi gerektiğini yazdı. Son derece haklı. Türkiye'de arşivler darmadağın ve çoğu arşiv istifade edilemez halde. Birçok arşivde belgeler tasnif edilmemiş halde ve araştırma yapma imkânı son derece kısıtlı. Sadece Osmanlı Arşivi'nde vesikaların önemli bir kısmı tasnif edildi ve rahatlıkla araştırma yapılıyor. Türkiye'de arşivlerde en çok araştırma yapan ve belge kullanan tarihçilerden biri olarak söylüyorum. Yani arşivi gerçek manada bilen birisi olarak. Kırk yılda bir çay içmeye uğrayan birisi olarak değil. Öncelikle bir arşiv kanunu çıkarılması ve ardından başta Topkapı Sarayı Arşivi olmak üzere Askeri Tarih Arşivi, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü gibi arşivlerin Başbakanlık Devlet Arşivleri'ne devredilmesi lazım. Böylece hem belge koleksiyonları bir araya gelecek, hem de tasnif edilmemiş belgeler araştırmacıların istifadesine kısa sürede sunulacak. Bu işin yapılmasının önüne müzemizin bir koleksiyonudur, aman elimizden gitmesin gibi bahanelerle çıkılacağını biliyorum. Ancak örneğin Topkapı Sarayı'ndaki arşiv, saray koleksiyonunun bir parçası değildir. O mantıkla bakarsanız Başbakanlık Devlet Arşivleri'ndeki belgelerin de sarayda saklanması lazım.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 100. yılına kadar Esenler'de büyük bir müze yapılması düşünülüyor. Bitirildiğinde dünyada en büyük kapalı alana sahip ve en çok eser sergilenen müze olacak. Müzelerimizin depolarında milyonlarca eşya var. Çoğu sergilenemiyor. Yapılacak yeni ve modern bir müze bu eserlerin günışığına çıkmasını sağlayacak. Müzenin fikir babası ise Türk hattına yeni bir yol çizen ve kendisi de bizzat bir müze sahibi olan Mehmet Çebi. Mehmet Çebi, senelerden beri Türkiye'ye böyle bir eser kazandırılması için uğraşıyor. Ancak içi memleket sevgisiyle dolu olan Mehmet Çebi'ye bu işe ön ayak olduğu için teşekkür edeceğimiz yerde eleştiri ve hakaretler yağdırıldı. Memlekette müzeye ihtiyaç var demenin neresi yanlış. Biz niye yeni müzeler yapmayalım. Bu işi niçin beceremeyelim. Tarihleri bir asra varmamış devletler sahip oldukları kırık-dökük iki-üç parça eserle kendilerine geçmiş yaratmaya çalışırlarken biz geç kalmış bir hizmeti başlatmaya çalışanlara demediğimizi bırakmıyoruz.
.
Kadir Gecesi Ayasofya’da program düzenlenmesi Yunanistan’ı rahatsız etti. Osmanlı döneminde İstanbullular Kadir Gecesi teravih namazını Ayasofya’da kıldıklarında dualarının kabul edileceğine inanırlardı
Osmanlı döneminde kandiller her zaman büyük törenlerle kutlanırdı. Halide Aslan "Osmanlı İmparatorluğu'nda Mübarek Gün ve Gecelerden Kandiller" ve Ahmet Önal Osmanlı teşrifatıyla ilgili bir araştırmasında bu törenleri teferruatlı olarak anlatmıştır.
MEVLİD KANDİLİ
Hz. Peygamber'in doğum günü olan 12 Rebiülevvel, Mevlid Kandili olup, Osmanlılar tarafından resmî bir törenle kutlanmaktaydı. Kandile yönelik resmî hazırlıklar, İstanbul kadısının hilalin görüldüğünü, yani Rebiülevvel ayının girdiğini bildiren ilâmının Bâbıâli'ye takdimiyle başlardı. Bu günlerde hacıların selametle Şam'a vardıklarına dair emirülhacın mektubunu ve Mekke şerifinin nâmesini getiren müjdeciler İstanbul'a ulaşırdı. Kandilden birkaç gün evvel padişaha hangi camiye ve saat kaçta gideceği sorulur, alınan cevaba göre de törene katılacaklara camiye gelmeleri gereken saat ve dakikayı bildiren saat pusulaları gönderilirdi. Padişahın herhangi bir sebeple kandile katılamaması veya müjdecilerin gelmemesi hâlinde resmî tören uygun zamana ertelenir, yalnızca umumî kutlamalarla yetinilirdi.
19. yüzyılda Ayasofya.
Mevlid okunacağı gün, kendisine davetiye gönderilmeyenler sabahın erken saatlerinden itibaren, davetiye gönderilenler ise belirtilen saatte tören kıyafetleriyle camiye gelerek kendilerine ayrılan yerlere otururlardı. Devlet erkânı camide yerlerini alınca sadrazam veya onun yokluğunda sadaret kaymakamı Bâbıâli ricâliyle birlikte alayla gelir, mihrabın içindeki seccadeye oturur, diğerleri onun etrafında halka şeklinde yerleşirlerdi. Herkes yerini alınca Fetih Sûresi okunmaya başlanırdı. Bu esnada, saraydan alayla ayrılan ve geçeceği yollara kum dökülen padişah camiye gelerek mahfel-i hümâyûna girerdi. Sultanın geldiğinin işareti olmak üzere mahfelin kafesi açılır, herkes ayağa kalkar, sadrazam ve şeyhülislâm padişahı selamlar, kafes tekrar kapanır ve herkes yerine otururdu.
Ayasofya şeyhi, Sultanahmet şeyhi ve nöbetçi şeyh sırayla kürsüye çıkıp vaaz verirler, şeyhler kürsüye çıkarken cemaate şerbet ve buhur dağıtılırdı. Vaazlar bitince mevlidhânlar mevlid okurlar, şeker dağıtılır, mevlidin bitiminde camiden çıkan padişah kendisini bekleyenleri selamlayıp alayla saraya dönerdi.
Ayasofya avlusunda namaz kılmaya hazırlananlar.
KADİR GECESİ
Kur'an'ın nâzil olmaya başladığı Kadir Gecesi Osmanlılar'da da özel olarak yâd edilmekteydi. İstanbul halkı, geceyi, şehirdeki başta selâtin camileri olmak üzere cami ve mescidlerde ibadetle geçirmeye ihtimam gösterirdi. Kadir Gecesi, Koca Mustafa Paşa, Bekir Paşa, Davud Paşa gibi camilerde minarelere kaftan giydirilir, yani minarelerin külahlarından şerefelerinin alt kısımlarına kadar olan bölümleri kandillerle aydınlatılırdı. Teravihten sonra da kandil uçurtma yapılır, uçurtmacının aşağıya sarkıttığı ipe aşağıdakiler şeker ve çeşitli hediyeler bağlardı.
Osmanlı döneminde İstanbul'da yaşayanlar Kadir Gecesi'ni Ayasofya'da geçirmeye gayret ederlerdi. Bunun sebebi Kadir gecesi teravih namazını Ayasofya'da kıldıklarında dualarının kabul edileceğine dair yaygın olan inançtı. İstanbullular, iftardan önce camiye gelerek oruçlarını açtıktan sonra akşam namazını da Ayasofya'da kılarlardı. 1636 Ramazan'ının Kadir Gecesi'nde Ayasofya'da Kur'an-ı Kerim okuyan Evliya Çelebi'nin güzel sesini duyan Dördüncü Murad meşhur seyyahımızı Enderun'a almıştı. Evliya Çelebi, sultanın iltifatına mazhar olarak saraya girmesinin Kadir Gecesi'ni Ayasofya'da ifa etmesinin bir bereketi olduğunu söyler.
Kadir Gecesi padişah büyük bir alayla Topkapı Sarayı'ndan Ayasofya Camii'ne, bazen de başka bir camiye giderdi. Bu alaya "Kadir alayı" adı verilirdi. Sultan, şayet yazlık bir saraydaysa bu tören için Topkapı Sarayı'na gelirdi. Bâbüssaâde'den Ayasofya Camii'ne kadar uzanan yolun iki tarafı alayın geçişi için kandiller, fanuslar ve meşalelerle aydınlatılırdı. Padişahın saraya dönüşü de geldiği gibi alayla olurdu. 19. yüzyılda padişahların Beşiktaş'taki saraylara taşınmasıyla bu tören de daha ziyade bölgedeki camilerin birinde yapılmaya başlandı. İkinci Abdülhamid zamanında Hamidiye Camii'nde yapılan bu törende teravih namazı bitinceye kadar Yıldız Meydanı'nda havai fişekler atılırdı.
.02 Temmuz 2017, Pazar
.Osmanlı döneminde hayvan haklarına büyük önem verilir, eziyet edenler ağır şekilde cezalandırılırlardı. Hayvan haklarına o kadar önem verilmişti ki onlara hafta tatili bile verilmişti
Hayvanlara eziyet haberlerini içimiz kararak okuyoruz. Hayvan haklarının ağır müeyyidelerle ve ince detaylarla uygulanması lazım. Osmanlı döneminde hayvanlar, "dilsüz canavar" olarak kabul edilip, hakları devlet eliyle korunurdu. Vahdettin Engin hocamızın bir araştırmasında bu konuda ilginç bilgiler mevcut.
AĞIR YÜK TAŞITMAYIN
Osmanlı toplumunda hayvanlara iyi davranılması konusunda hassasiyet gösterilirdi. Bu konuda seyyahların eserlerinde ve Osmanlı belgelerinde birçok bilgi mevcuttur. Daha 16'ncı yüzyılda, yük beygirlerine taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenmemesi konusunda III. Murad ferman yayınlamıştı. Söz konusu fermanda padişah öncelikle, sahiplerinin hayvanları iyi beslemeleri gerektiğini vurgulamış, daha sonra da, bu hayvanlara tahammül edebilecekleri ağırlıktan fazlasının yüklenmesini yasaklamıştı.
Batılı bir ressama göre Osmanlı atları.
DİNLENME HAKKI
Bu anlayış yüzyıllar boyunca devam etti. Nitekim üç asır sonra, 1856'da, ilginç bir emir yayınlandı. 2 Ekim 1856 tarihli bir belgede, yük taşıyan hayvanlara iyi davranılması için öteden beri uygulanmakta olan kurallar hayvan sahiplerine yeniden hatırlatıldı. Belgede öncelikle, çok eskiden beri âdet olduğu üzere beygir hamallarının cuma günleri tatil yaptıkları vurgulanmıştı. Bu suretle beygirler haftada bir gün dinlenmişlerdi. Fakat kural bununla sınırlı değildi. Sahiplerinin tatil günleri beygirleri binek amaçlı kullanabileceği düşüncesiyle, yine eskiden beri yürürlükte olan bir önlem daha geliştirilmişti. Buna göre de, tatil günlerinde sahiplerinin beygirlere binmemeleri için semerlerin üzerine demir çubuklar çaktırılması kuralı getirilmişti.
1856'da bu kuralın uygulanması konusunda bazı sıkıntılar yaşandığı anlaşılıyor. Yük beygirleri ile ekmek, sebze, kömür vs. nakliyatı yapan esnafın, hayvanların dinlendiği cuma günleri de beygirlerini binek amaçlı kullandıkları tespit edilince, yetkililer hemen harekete geçti. Konu ile ilgili müessese olarak Şehremaneti esnaf birlikleri başkanlarına uyarıda bulundu. "Yük hayvanları haftanın altı günü çalışacak, bir gün ise dinlenecek" emri verildi. Dinlenme gününde hayvanlara kesinlikle binilmemesi gerekmekteydi. Aksi yönde hareket edilmemesi için görevli memurlar, esnafı sürekli kontrol altında bulunduracaklardı.
.09 Temmuz 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Alman basınında asırlardır bitmeyen Türk düşmanlığı
Alman basınında neredeyse her gün Türkiye hakkında yalan ve hakaret içeren bir haber çıkıyor. Biraz tarihi bilenler için bu yeni değil. Almanlar, Yeniçağ’da da basın yoluyla Türkler hakkında Avrupa’da olumsuz kamuoyu oluşturmak için her türlü yalana başvurmuştu. Hatta Türkler’den korkularını temsil etmesi için çenesinde onlarca yılan bulunan “yumurtadan çıkan Türk” yalanını dahi uydurmuşlardı
Asırlardan beri devam eden Türk-Alman ilişkilerine bakıldığında da medya tarafından hazırlanan ve sunulan imaj belirleyici rol oynamıştır. Yeniçağ döneminin en önemli ve temel medya aracı ise gazetenin öncüsü kabul edilen el ilanları, yani bildirilerdi. Avrupalılar'ın Türklere bakışını şekillendiren el ilanlarıyla din, devlet ve savaş propagandası yapılarak Türk düşmanı imajı oluşturulmuştur. Türklerle ilgili hakaret ve olumsuz sözler de kalıp niteliğinde kullanılmış ve düşman imajı pekiştirilmiştir. Alman kaynaklarını kullanarak birbirinden önemli çalışmalara imza atan Leyla Coşan'ın "Yumurtadan çıkan Türk, 16.-17. Yüzyıllarda Türklerle İlgili Mucizevî İşaret Haberleri" isimli önemli eserinde bu konuda son derece önemli ve teferruatlı bilgileri buluyoruz.
Fatih, İstanbul yolunda.
DÜŞMAN TÜRK İMAJI
Osmanlılar'ın ardı ardına zafer kazandığı dönemde Türkler, Tanrı'nın Avrupalılar'a göndermiş olduğu bir ceza olarak görülüyordu.
Osmanlılar'ı durduramadıkları için acizliklerini örtmek, kendi toplumlarına moral vermek için kuyruklu yıldızdan depreme, tuhaf doğumlardan çekirge felaketi haberine kadar herşeyi Türkler'e bağladılar. Örneğin, bir çekirge felaketi haberi sözkonusu olduğunda "çekirge sürüsünün Türkiye'den veya Türkiye rüzgârı ile geldiğinden bahsetmişlerdir". Haberlerden yakın zamanda Türkler'in yenileceğini mucizevî işaret olarak çıkarıp, toplumlarını kandırıp, oyaladılar.
Görselliğin ön planda olduğu el ilanları gazete işlevi görerek Alman toplumuna birçok haberi aktarmıştır. Türklerle ilgili haberlerde ise çoğunlukla bilgi aktarmaktan çok propaganda amaçlı yayınlanan el ilanları sayesinde bir yandan "düşman Türk" imajı" pekiştirilmiş, diğer yandan tüm dikkatler ortak düşman olan "Türk"e yönlendirilerek Almanlar içerisindeki problemlerin üstü örtülmüştür.
Çekirge haberi.
BİNLERCE KİTAP
Romanyalı tarihçi Carl Göllner'in araştırmalarına göre, 16. yüzyılda Türkler'le ilgili Avrupa'da 2 bin 463 kitap, broşür ve el ilânı basılmıştır. Bu ilgi sadece belirli ülkelere mahsus değildi, Avrupa'nın hemen hemen her şehrinde Türkler'le ilgili yayın yapılmıştır. Almanca, Latince, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca başta olmak üzere hemen hemen her Avrupa dilinde Osmanlılar üzerine basılmış eserlere rastlanmaktadır. 2.463 yayının 1.000 kadarı Almanca, 455'i ise Latince'dir.
Çift başlı Türk okçusu haberi.
KEHANET PEŞİNDE
Leyla Coşan'a göre "1453'te İstanbul'un fethiyle birlikte başlayan ve Avrupalıları etkisi altına alan "Türk Tehdidi" ve "Yenilmez Türk İmajı" astrolojik yorumlara, kehanetlere ve gökyüzünde görülen "mucizevî işaretlere" yansımış, "korkunç" olarak nitelenen düşmanın yaklaşması karşısında hissedilen çaresizlik nedeniyle, insanlar gerçek dünyadan kaçabilmek, teselli ve ümit bulabilmek için mucizevî işaretlere, kehanetlere, ve astrolojiye sığınmışlardır."
Bu konuda birçok örnek vardır. Mesela, 1540'taki yangın haberini, "Türk'ün yeni sarayının üzerinde ateş püsküren büyük ve korkunç bir ejderhanın Türk sultanına ait hazinelerin saklı bulunduğu Topkapı Sarayı'nı yaktığı şeklinde" vermişlerdir. Alman basını o dönemde kehanetlerle, toplumlarına ümit vermeye çalışmış ve Türkler'in zaferlerinin geçici olduğundan ve gelecekte mağlup edileceklerini yazıp, durmuşlardır.
YUMURTADAN ÇIKAN TÜRK
Leyla Coşan, kitabın ismi olan ilginç bir haberden bahseder: "1569 yılına ait bir el ilanında Fransa'da bulunan Burgund'a bağlı Auton şehrinde yaşayan Baucheron adlı bir avukatın hizmetçisinden bahsedilmektedir. Bu kız muhtemelen kuluçka sürecine girmiş olan bir yumurtayı kırmak ister ve yumurtanın içinde beliren damarlarda Medusa (Yunan mitolojisinde yılan saçlı canavar) kafası gördüğünü sanır. Korkudan yere düşürdüğü yumurta bir kedi tarafından yenir. Kedi ise kısa bir süre sonra ölür. Prag'da daha sonra yayınlanan el ilanında ise Medusa kafasının yerini sarığında ve çenesinde çok sayıda yılan bulunan Türk kafası almıştır. Türk kafası da Medusa kafasının biraz değiştirilmiş biçimidir. Medusa, Yunan mitolojisinde yılandan oluşan saçları ve korkunç dişleriyle tanınmaktadır. Öylesine korku vericidir ki, ona bakan taşa dönüşmektedir. Medusa kafasının, başında ve çenesinde yılanlar bulunan, Türk kafasına dönüştürülmesi, sembolik olarak Türklere karşı duyulan inanılmaz korku ile açıklanabilir. Korkuyu temsil eden Türk kafası böylece düşmanı adeta donduran Osmanlıların zaferiyle ilişkilendirilebilir. Osmanlı savaşçılarının 16. yüzyıl resimlerinde de genellikle sakallı tasvir edilmesinden dolayı, Türk kafasının da sadece başında değil aynı zamanda çenesinde de yılanlar bulunmaktadır".
SEYYAHLARIN OSMANLI'YA BAKIŞI
Ahmet Evin'in araştırmaları, 1630'lara kadar Osmanlı İmparatorluğu'na gelen seyyahların eserlerinin çoğunda bilinç altındaki korku ve ön yargı sebebiyle basmakalıp düşüncelerin tekrarlandığını ortaya çıkarmıştır. En ufak bir hadise bile Türkler'i aşağılamak için yeterli olmaktadır. Çünkü Türkler onların gözünde Hıristiyanlar'ın barbar düşmanlarıdır. Seyyahlar Osmanlı İmparatorluğu'na peşin bir Türk düşmanlığı düşüncesiyle gelmektedirler. Türkiye'ye gelip de bir kitap yazanlar ile hiç gelmeden Osmanlılar hakkında bir eser kaleme alanlar kıyaslandığında çoğu zaman aralarında hiçbir fark görülmez. Kitaplar bir gözlem eseri olarak değil, Avrupalılar arasında yaratılan efsanevi Türk tipinden hareketle yazılmışlardır. Ayrıca gelen seyyahların çoğu Türkler'le fazla temasa girmediği için karşılarındaki insanları tanıyıp, anlama durumu da olmamıştır. Türk aleyhtarı kitap ve risaleler yazmak bir nevi modadır. Bu seyahatnamelerde Türkler "korkak, okuma-yazma bilmeyen cahil, zalim, miskin, tamahkâr, aşırı gururlu, kaba ve Hıristiyanlar'ı hiçe sayan insanlar" olarak tasvir edilir.
.16 Temmuz 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
“Türk Tarihinin Şan ve Şeref Sayfası” 15 Temmuz’un tarihi
Türk tarihinin birçok şan ve şerefle dolu sayfası vardır. Malazgirt, Mohaç, Çanakkale, Milli Mücadele bunlardan sadece birkaçıdır. Bir de 27 Mayıs gibi tarihimizin hüzün ve utanç sayfaları vardır. Türk tarihinin en karanlık ve acı sayfalarından biri 16 Temmuz’da açılacakken milletin şahlanmasıyla 15 Temmuz 2016 Türk tarihinin şanlı sayfalarından biri oldu
Günümüzün Haşhaşiler'i olan Fetö'cüler, 15 Temmuz 2016'da Pensilvanya'daki Fetö lideri Fetullah Gülen'den aldıkları emirle seçilmiş iktidarı devirip, Türkiye'yi işgal etmek için harekete geçtiler.
TARİHİ DEĞİŞTİREN İHBAR
Menfaat çetesinin işgal hareketi gece planlanmıştı.
Ancak Binbaşı O.K.'nin 14.20'de MİT'e yaptığı ihbar her şeyi değiştirdi. MİT ve Genelkurmay'ın ne olup-bittiğini anlamaya yönelik çalışmaları darbecileri telaşlandırdı ve işgal teşebbüsü erkene alındı. Darbeci görünümlü işgalciler, saat 20'ye doğru faaliyete geçtiler. Saat 20'den sonra Emniyet mensuplarını telefonla arayan Fetö'cüler, yönetime el konulduğunu söylediler. Saat 21'e doğru Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay'da harekete geçen Haşhaşiler kendilerinden olmayan subayları derdest etmeye başladılar. Beylerbeyi civarında askeri hareketlilik gözlemlendi.
Saat 22 sularında Genelkurmay'dan silah sesleri duyuldu, jetler Ankara üzerinde alçak uçuş yapmaya başladılar. 15 Temmuz Şehitler (Boğaziçi) Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü araç geçişine kapatıldı.
İstanbul ve Ankara sokaklarında tanklar görülmeye başladı. Fetö mensubu darbeciler, genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanı başta olmak üzere birçok vatansever subayı rehin almışlardı.
FETÖ'CÜ KALKIŞMA
İnsanlar, ne olup-bittiğini anlamaya çalışırken ilk olarak başbakanın sesi duyuldu.
Saat 23.05'te Başbakan Binali Yıldırım, NTV'ye bağlanarak "Doğrusu bir kalkışma ihtimali üzerinde duruyoruz... Bu kalkışmayı yapanlar, bu çılgınlığı yapanlar, en ağır şekilde bedelini ödeyecektir..." diye konuştu.
Saat 23.28'de Silahlı Kuvvetler'in e-postasıyla "yönetime el konulmuştur" açıklaması yapıldı. Bu açıklama üzerine Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, "TSK"nın değil, ordu içindeki bir grubun kalkışmasıdır. Bu Fetullah Gülen'in emir komutasında yapılmış bir kalkışmadır!" şeklinde darbenin rengini net olarak belli eden bir konuşma yaptı.
Başbakan'ın konuştuğu saatlerde darbeciler TRT'yi işgal ediyorlardı. Günün son saatlerinde, 23.50'de TRT'yi işgal eden Fetö'cüler spikere zorla Yurtta Sulh Konseyi'nin bildirisini okuttular.
Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinde de aynı paçavra yayınlandı.
Başbakan'ın açıklamasından kısa bir süre sonra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan'ı arayarak "Kalkışmanın kabul edilemez olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yanında olduklarını" ifade etti.
Bu açıklama yalnızca iktidar partisinin değil meclisteki muhalefet partisinin de darbeye karşı direneceğini gösteren önemli bir siyasi mesajdı.
HALK MEYDANLARDA
Gece yarısından sonra camilerde salâlar okunmaya başladı. Salâların duyulmasıyla sokağa çıkan insan sayısı da artmaya başladı. 15 Temmuz Türkiye'yi işgal hareketinin dönüm noktası 16 Temmuz saat 00.26'da Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın CNN Türk televizyonunda Hande Fırat'a telefonla bağlanarak yaptığı görüntülü konuşma oldu.
Cumhurbaşkanımızın "..Milletime çağrı yapıyorum, meydanlara gelin ve meydanlardan bunlara gereken cevabı hep beraber verelim. Ben de Başkomutan olarak meydana geliyorum" şeklindeki çağrısı üzerine yüzbinlerce insan Türkiye'nin dört bir tarafında meydanlara çıkarak darbecilere karşı göğsünü siper etti. İstanbul ve Ankara'da halk ellerine Türk bayraklarını alıp, canını ve malını hiçe sayarak, darbecilerin gittiği her yerde (Emniyet müdürlükleri, TRT, havaalanları, Genelkurmay Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Boğaz Köprüsü, Çengelköy, İstanbul Büyükşehir Belediye binası, Acıbadem Türk Telekom binası vs.) silahların karşısına çıktı. Kimi yerde tankın önüne yattı, kimi yerde göğsünü kurşuna siper etti, kimi yerde araçlarını tankları engellemek için önlerine çekti.
Alçak ve hain asker görünümlü Fetö mensupları, kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden ekmeğini yediği büyük Türk milletine ateş etmekten çekinmediler. Tankla, uçakla, helikopterle, makineli tüfekle kalabalıkların üzerine ateş açtılar. Buna rağmen Türk milleti geri adım atmadı, evlerine kaçmadı.
Şehit Erol Olçok gibi çocuklarıyla birlikte darbecilerin karşısına dikilip, birlikte vatan uğruna can verdiler.
İktidar ve muhalefet partilerine mensup milletvekilleri darbe teşebbüsü anlaşılınca Meclis'e gidip, milli iradeyi ayakta tutmak için saat 01.39'da Meclis'i açtılar. Meclis'in bu dik duruşu üzerine saat 02.42'de darbecilerin elindeki uçaklar Meclis'i bombaladı.
Halkın sokağa çıkıp, emniyet güçleri ve vatansever subaylarla birlikte darbecileri püskürtmeye başlaması üzerine Fetö'cüler uçak ve helikopterlerle MİT Kampüsü'nden Gölbaşı'ndaki Polis Özel Harekât Daire Başkanlığı'na kadar birçok yeri bombalayıp, makineli tüfeklerle kamu binalarının önünde bekleyen halka ateş ettiler. Ancak hiçbir şey kahraman Türk milletini yıldırmadı.
Şehit olan vatandaşlarımızın yerini yanındaki aldı.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'a doğru yola çıkmıştı.
Cumhurbaşkanımızı öldürmek üzere giden darbecilerin gecikmesi Türkiye'yi bir felaketten kurtardı.
Saat 03.20'de İstanbul Atatürk Havalimanı'na gelen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı havalimanında kamu görevlileri ve binlerce İstanbullu karşıladı.
Halktan ve güvenlik güçlerinden ardı ardına aldıkları mağlubiyetlerle gözlerini iyice karartan darbeciler 06.23'te Beştepe'deki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ni bombaladılar.
MİLLETİN ZAFERİ
Kazan'daki Akıncı Ana Jet Üssü darbecilerin karargâhı idi. Bu üsten uçakların kalktığını gören Kazan halkı lastik ve ekinlerini yakarak darbecileri engellemeye çalıştılar.
Sabaha doğru üsse gelen emniyet güçleri darbecileri sindirerek, Akıncı'da esir tutulan genelkurmay başkanını kurtardılar. Sabahın ilk saatleriyle birlikte birkaç yer haricinde darbe çoğu yerde tamamen bastırılmıştı.
15 Temmuz darbe teşebbüsü halktan, emniyet güçlerimizden ve silahlı kuvvetlerimizden 250 kişinin şehit, 2190 fedakâr insanımızın da kollarını ve bacaklarını feda ederek gazi olmaları sayesinde önlendi.
Türk milleti, cumhurbaşkanıyla, iktidar ve muhalefet partileriyle, meclisiyle, basın mensuplarıyla, vatansever subaylarıyla, kahraman emniyet güçleriyle, cesur yargı mensuplarıyla, organize bir şekilde hareket ederek darbecilerin yollarını kesen belediyeleriyle, çok hızlı harekete geçip darbenin önce genişlemesini, ardından da bastırılmasını sağlayarak destan yazmıştır.
.23 Temmuz 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Yahudiler özgürce yaşamak için Türkiye’ye gelmişlerdi
Bugün Kudüs’te Müslümanlar’ın ibadet hakkını kısıtlayan İsrailliler’in ataları olan Yahudiler 15’inci yüzyılda Avrupa’dan kovuldular. Yahudiler 525 yıl önce Türkiye’ye gelerek, incir ağaçlarının ve asmaların gölgesinde özgürce yaşamışlar, ibadetlerini serbestçe yapmışlardı
Müslümanlığın ilk dönemlerinden itibaren Yahudi ve Hristiyanlar'a İslam devletlerinde hayat hakkı verilmişti.
Osmanlılar da bu uygulamayı sürdürerek kendi idareleri altına giren Hristiyan ve Yahudiler'in inançlarına karışmadılar.
DEV İŞKENCE ODASI
Fatih, İstanbul'u fethettikten sonra Yahudiler'e İstanbul'da oturma, ticaretle uğraşma, havra ve okul yapma hakkı verdi. Moses Kapsali'yi de büyük rabbi, yani hahambaşı tayin etti. Roma ve Bizans döneminden itibaren bu bölgede var olan Yahudiler'e "Romanyot" denir.
Avrupa'da o dönem Müslümanlar'a hayat hakkı verilmez, Yahudiler ise çok zor şartlar altında hayatlarını sürdürürlerdi.
Osmanlı topraklarında ise her dinden insan yaşamaktaydı. Bu yüzden Almanya'daki zulümden kaçıp Türkiye'ye gelen ve Edirne Başhahamı olan Yahudi İzak Sarfati, 1454'te Orta Avrupa'daki dindaşlarına bir mektup göndererek hilalin altında yaşayanların haçın hakimiyeti altında yaşayanlara kıyasla çok daha talihli olduklarını söyleyerek Avrupa'daki dev işkence odasını bırakıp Türkiye'ye gelmelerini söylemişti: "... Burada en iyi elbiseleri giyebilirsiniz. Burada herkes kendi asma ve incir ağacının altında oturabilir.
Hristiyan hakimiyetinde çocuklarınızı mosmor veya kıpkızıl dövülme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmadan asla mavi veya kırmızı renkli elbiseler giydiremezsiniz".
AVRUPA'DAN SÜRÜLDÜLER
Fatih'in oğlu İkinci Bâyezid döneminde İspanya, Portekiz ve İtalya başta olmak üzere Avrupa'nın her tarafından sürülen Yahudiler, 1492'den itibaren Osmanlı İmparatorluğu'na geldiler.
Sefarad (Sefardim) olarak adlandırılan bu Yahudiler, İstanbul, Selanik, Avlonya, Draç, Modon, İnebahtı, Manastır, Serez, Gelibolu, Edirne, Safed, Şam, Kudüs, Bursa, Manisa, Tokat ve Amasya gibi imparatorluğun farklı coğrafyalarına yerleştiler.
Yahudiler, İstanbul'da Haliç'in her iki yakasındaki Hasköy ve Balat ile Avrupa yakasında Ortaköy, Anadolu yakasında ise Üsküdar ve Kuzguncuk taraflarına yerleşmişlerdi. Sayıları zamanla artarak onbinleri bulmuştu.
Nuh Arslantaş tarafından hakkında geniş bir inceleme yapılan Eliyahu Kapsali isimli bir Yahudi tarihçi günlüğünde padişahın Yahudiler'in hâline acıdığını ve her tarafa fermanlar göndererek Yahudiler'i şehirlere kabul etmelerini emrettiğini yazar.
16'ncı yüzyılın ortalarından itibaren imparatorluğa Orta ve Doğu Avrupa'dan da Yahudi göçü başladı. Bu ülkelerden gelen Yahudiler ise "Aşkenazi" diye adlandırılır. Yahudiler'in Türkiye'ye göçü sonraki asırlarda da devam etti. 19'uncu yüzyılın sonlarında yaşadıkları ülkelerde gördükleri baskıdan dolayı Doğu Avrupa ve Rusya'daki Yahudiler'in bir kısmı yine ülkemize geldiler.
Yahudiler'in Türkiye'ye göçlerini en iyi tasvir edenlerden biri 16. yüzyılda bir elçilik heyetiyle Osmanlı ülkesine gelen Avusturyalı Dernschwam'dır:
"...Yeryüzünde ne kadar Yahudi kovulmuşsa hepsi doğru Türkiye'ye koşuyordu."
Gölgeme sığının
Yahudi tarihçi Eliyahu Kapsali, Yahudiler'in Türkiye'ye sığınmasını şöyle anlatır:
"Sultan İkinci Mehmed, başka topluluklarda yaşayan Yahudiler'i yerleşmeleri için İstanbul'a getirmiş ve şöyle seslenmişti:
"Size daha önce yazdığımız gibi gelin ve gölgeme sığının." Aynı şekilde İkinci Mehmed'in oğlu İkinci Bâyezid, İbrani soyundan olanlara, Tanrı'nın hizmetkârlarına iyilikle muamele etti. Ve hiçbir zaman ondan önce bazı kralların yaptığı gibi onları atmadı. Bunun için değil midir, İspanya, Aragon, Portekiz ve Sicilya'dan zalim İspanyol Kralı'nın kınsız kılıcı yüzünden İsrail ve Yahuda'nın (Yuda) takipçileri yok olup, gideceklerdi".
Büyük Türk milleti
16. yüzyıl Yahudi tarihçilerinden Eliyahu Kapsali, Bizans İmparatorluğu'nun yıkılışını ve İstanbul'un fethedilerek Bizans'ın Türkler tarafından ortadan kaldırılmasını Bizans'ın Yahudiler'e uyguladığı baskının bir sonucu olarak görür. Kapsali Türkler'i ise şöyle nitelendirir: "...Tanrı bilgeliği ve anlayışıyla Türk milletini büyük kıldı... Türk O'nun gazabının asası, öfkesinin bastonudur ve Türk'ün vesilesiyledir ki, Tanrı müşfik milletlerin, dillerin ve ülkelerin vakti gelmiş intikamını almaktadır".
.
Fırtına ve dolu İstanbul’u alt-üst etti. Ağaçlar devrildi, çatılar uçtu, doludan camlar kırıldı. Ancak bu ilk değil. İstanbul’un fırtınaları meşhurdur. Bizans döneminde 647’de birçok gemi batmış, 968’de, 1490’da, 1554’te, 1663’te, 1785’te çıkan fırtınalarda evlerin çatıları uçmuş, ağaçlar kökünden sökülmüş, binlerce insan ölmüştü
Çok eski dönemlerden itibaren fırtına İstanbul'da defalarca hasara yol açmıştır. Bizans döneminde 647'de patlayan büyük bir fırtınada birçok gemi batmış, ağaçlar köklerinden sökülmüş, evlerin damları uçmuştu. 968 yılında uzun süren fırtına ise evlere, bahçelere ve tarlalara büyük zarar vermişti.
18. yüzyılın sonlarında İstanbul.
FIRTINADAN BATAN GEMİLER
İkinci Bâyezid döneminde 1490'da patlayan fırtına şehri harabeye çevirdi. Teodosius Sütunu'nun İkinci Bâyezid döneminde bir fırtınadan sonra yıktırıldığı söylenir. Kanuni döneminde 11 Ağustos 1554'te patlayan şiddetli fırtınada deniz kabarıp, dereler taşınca köyler sular altında kaldı. Ağaçlar devrildi, hayvanlar sel sularıyla sürüklendi, gemiler ve kayıklar battı, birçok insan boğuldu.
1663 Kasım'ında meydana gelen deprem ve aynı zamanda patlayan fırtınayla birlikte İstanbul'a büyük zararlar verdi. 5 Haziran 1690'da ikindiden sonra başlayan şiddetli rüzgâr yüzünden kabaran dalgalar, İstanbul'da hayatı altüst etti. Sahildeki tekneler birbirine çarparak parçalanırken, Üsküdar ve Beşiktaş arasında birçok kayık ve gemi batınca yüzlerce insan boğuldu.
Üçüncü Osman (1754-1757) döneminde şiddetli fırtınaya yakalanan bir Mısır kalyonu geceleyin Kumkapı'da karaya oturdu. Dalgaların şiddetinden gemideki 600 kişi çıkartılamadı. Padişah bizzat sahile gelerek kurtarma çalışmalarını takip etti. Tersane'den mavnalar getirtilerek yolcular zar zor kurtarıldı. Üçüncü Osman, bu olay üzerine Ahırkapı'da bir fener yaptırttı.
Birinci Abdülhamid.
BİNLERCE İNSAN ÖLDÜ
Birinci Abdülhamid'in hükümdarlığı döneminde meydana gelen büyük fırtına Taylesanizâde Hafız Abdullah Efendi'nin tarihinde genişçe anlatılır. 21 Şubat 1785'te İstanbul'da önemli bir cenaze vardı, padişahın oğullarından Şehzâde Murad vefat etmişti. Sakin bir hava vardı. Ancak şehzâdenin cenazesinin mezara konduğu sırada hava birden fırtınaya dönüştü. Fırtına evlerin çatılarını, kiremitlerini, tahta çıkmalarını uçurdu. En büyük felaket denizde yaşandı. Gemi ve kayıklar birbirine girdi, birçoğu battı. Binlerce kişi denize düştü. Sarayburnu'ndan, yani Eminönü'nden Samatya'ya kadar olan bölgede bulunan balıkçı kayıklarından 169'u batmış ve içindeki insanlar denize dökülmüştü.
İstanbul balıkçıları.
Fırtına geçtikten sonra talihsiz balıkçı ve yolcuların cesetleri Yedikule açıklarında görülmeye başlandı. Denizden 3 bine yakın ceset çıkarılmıştı. Bu, felaketin sadece Eminönü ile Samatya arasındaki bilânçosuydu. Haydarpaşa'dan İzmit'e kadar olan bölge de fırtınadan etkilenmiş, sayılamayacak kadar çok kayık batmış, binlerce insan ölmüştü. Fırtınayı bizzat yaşayan Taylesanizâde, olayın sanki bir kıyamet alameti olduğunu söyler.
Kayıkla yolculuk yapan kadınlar.
AĞAÇLARI KÖKÜNDEN SÖKTÜ
Üçüncü Selim döneminde 4 Kasım 1805'te İstanbul'da meydana gelen fırtınada limandaki gemiler, Bahçekapı ile Yalı Köşkü arasında birbirine çarparak parçalandı. İkinci Mahmud döneminde, 1813'te patlayan kasırga Sarayburnu'nda kayık ve gemileri batırdı. Beyoğlu'ndaki süvari kışlalarının yüzlerce camı kırıldı, tavanının kiremitleri uçtu. Minareler yıkılırken, asırlık çınar ağaçları bile devrildi.
İkinci Mahmud döneminde meydana gelen büyük bir fırtına Şanizâde Tarihi'nde anlatılır. 12 Kasım 1820'de batı tarafından esen rüzgâr sabah saatlerinde şiddetlenerek, bazı binaların kiremit ve camlarını tarumar etti. Kurşunla kaplı çatıların kurşunlarını söküp büküp atarak ve bazı ağaçları devirip, kırarak oldukça hasara sebep oldu. Ardından şiddetli bir yağmur ve fındık büyüklüğünde dolu yağdı. Dolu özellikle bağ ve bostanlara zarar verdi. Balat yakınlarında İvaz Efendi Camii ile Cerrahpaşa Camii ve bazı yüksek binalara yıldırım düştü.
Şiddetli rüzgârdan Okmeydanı'ndaki caminin minaresi zeminden yıkıldı. Hekimoğlu Ali Paşa ve Davud Paşa camilerinin minarelerinin külahları koptu. Rüzgâr Şehzâde Camii avlusundaki büyük bir çınar ağacını kökünden söküp, oldukça uzağa sürükledi. Dolmabahçe ve daha birçok bölgede de büyük ağaçlar rüzgârdan yıkıldı. Fırtına Hasköy önünde bağlı duran Avrupalı bir tüccar gemisini sahilden söküp, Tersane önüne kadar getirdi. Gemi burada devrilip, battı. Denizin dalgalarından sahildeki birçok bina, özellikle de Salı Pazarı'ndan Ortaköy'e kadar olan bölgedekiler zarar gördü.
Üç yıl sonra patlayan fırtına da İstanbul'u harabeye çevirdi. Camilerin minareleri yıkıldı. Sultan Abdülmecid döneminde 1844 Mart'ında patlayan fırtına ise bir türlü durmayıp, günlerce devam etti.
.06 Ağustos 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Ormanları yakanlara ağır cezalar verilirdi
Atalarımız çevre bilinci diye bir kavramın olmadığı dönemlerde bile tabiata çok itinayla yaklaşmışlar. Çıkar sağlamak için kasten orman yakanlara müebbeden kürek çekmeye kadar ağır cezalar vermişlerdi
Yaz aylarında çıkan orman yangınlarında sadece ağaçlar değil ciğerlerimiz de yanıyor. Peygamberimiz'in çevrenin korunması yönündeki tavsiyelerine kulak veren atalarımız ormanlara büyük önem vermişler, ormanlarda kasıtlı olarak yangın çıkaranları da ağır cezalara çarptırmışlardı.
Hz. Muhammed'in çevrenin korunmasına yönelik birçok emirleri vardır. Peygamberimiz ağaç dikmeye, mevcut ağaçları korumaya çok önem vermişti. Nitekim "Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin" şeklindeki hadis-i şerifi Peygamberimiz'in ağaç dikmeye verdiği önemi çok açık olarak gösterir.
OSMANLI'DA ORMANLARIMIZ
Osmanlı döneminde ormanlar o dönemde uygulanan toprak hukukuna göre devlet, vakıf ve mülk olmak üzere üçe ayrılırdı. Bekir Koç tarafından yapılmış araştırmalardan Osmanlı dönemindeki ormanların nasıl tasarruf edildiğini ve korunduğunu öğreniyoruz. Bu dönemde ormanlardan yakacak, bina yapımı ve gemi inşası için faydalanılırdı. Donanmanın ihtiyacının karşılandığı ormanlar Tersane-i Âmire tarafından idare edilirdi. Ormanlar ve korular devletin koruması altındaydı. Her isteyen gidip ormanlarda avlanamaz, korulardan ağaç kesemezdi. Bu konuda onlarca ferman vardır.
Tanzimat'tan sonra arka arkaya Batı tarzında çıkarılan kanun ve nizamnameler hayatın her alanını kapsamaya başladı. Bu dönemde Orman Müdürlüğü kuruldu. Ancak 1841'de faydalı olamadığı için kaldırıldı. Paris'teki Osmanlı elçisinden ormanlarda yeni düzenin uygulanması için uzmanlar bulup göndermesi istendi. Louis Tassi ve Aleksandre Etsem isimli uzmana yüklü paralar verilerek Türkiye'ye getirtilip, ormanlar yeni bir kurumsal çerçeveye kavuşturuldu. İki uzman İstanbul, Bosna, Kastamonu ve Antalya çevresindeki ormanlarla ilgili raporlar hazırladılar ve ihtiyaç duyulan elemanların yetiştirilmesi için1858'de Orman Mektebi'nin kurulmasına yardım ettiler. 1858'deki Arazi Kanunnamesi'nde ormanlarla ilgili hükümlerin olmaması yüzünden yabancı uzmanlar 1861'de ormanların tasarruf ve korunmasına yönelik bir layiha hazırladılar. 1870'te ise bu layihadan hareketle Fransa Orman Kanunu temel alınıp, bazı mahalli hükümler ilave edilerek "Orman nizamnamesi" yayınlandı. Bu nizamname 1937'e kadar yürürlükte kaldı.
İstanbul'da bir yangın.
SİGARADAN YANAN ORMANLAR
Osmanlı döneminde meydana gelen orman yangınlarına baktığımızda sebeplerinin günümüzden farklı olmadığı görülür. Tarla açıp, arazi kazanmak için ormanların yakılmasına sık sık rastlanırdı. Devlet devamlı emirler gönderip cezalar uygulayarak bu işin önüne geçmeye çalıştı. Yine insanların ormanda eğlenirken yaktıkları ateşten, atılan sigara izmaritlerinden de sık sık yangınlar meydana gelirdi. 1892 Haziran'ında içki içip ormanda rastgele ateş eden şahıslar Alemdağı Ormanı'nda yangın çıkarmışlardı. Özellikle tren yolculuğu sırasında atılan sigara izmaritleri yüzünden kuru otlar tutuşur, daha sonra da yangın büyüyerek ormanlara yayılırdı. 1902 Ağustos'unda Anbardere Karakolu civarındaki tren hattında söndürülmeden atılan bir sigara yüzünden 500 dönüm orman yanmış, 1916 Nisan'ında Belgrad Ormanı Kirazlıtepe mevkiinde yolcular tarafından atılan sigara sonucu çıkan yangın zorlukla söndürülebilmişti. 1894 Ekim'inde ise tren ateşçilerinin dışarıya attıkları ateşten Sinekli ile Çerkezköy istasyonları arasında bulunan Beğceler ve Kurandere ormanları tutuşmuştu. Eşkıyaların da ormanları yaktığı görülür. 1919 Mayıs'ının başlarında Rum eşkiyalar, Ömerli'de Osmanlı güvenlik görevlilerini meşgul etmek için yangın çıkarmışlardı.
Günümüzde olduğu gibi orman yangınlarının çoğu yazın meydana gelirdi. Bu yüzden yaz aylarında geçici kolcular görevlendirilirdi. Yangın çıktığında askerler ve halk da söndürme çalışmalarına katılırlardı. Köy muhtarları ile aşiret reislerinin orman memurlarına yardımcı olmaları yönünde emirler çıkarılmıştır. Orman yangınlarının önlenmesi alınacak yeni usuller bulunmaya çalışılırdı. Kuru otlar ortadan kaldırılarak yangınlar önlenmeye çalışılmıştı. 1900 yılında görevlilere ormanlardaki bazı ağaçların belirli aralıklarla kesilerek yangınların genişlemesinin engellenmesi için çalışılması emredilmişti. Orman korucularına sık sık dikkatli davranmaları yönünde emirler gönderilir, halka da ormanda yangına sebep olanların müebbeden kürek cezasına çarptırılacakları hatırlatılırdı. Orman yangınlarından sonra sıkı bir tahkikat yapılarak yangına sebep olanların cezalandırılması en çok üzerinde durulan meseleydi. Orman yangınlarında hizmeti görülenler ise madalya ve çeşitli ödüllerle mükâfatlandırılırlardı.
Osmanlı döneminde bir orman minyatürü.
Ormanda konaklayan bir bey.
İSTANBUL'DA ORMAN YANGINLARI
Osmanlı döneminde İstanbul'da birçok kez orman yangını meydana gelmiştir. Bu yangınların bir kısmı bugün İstanbul'da beton binalarla kaplanmış o dönemin gür ormanlarında çıkmıştı. Osmanlı'nın son döneminde çıkan orman yangınlarının bir kısmı şunlardır: 1883 Ağustos'unda Boğaziçi'nde Tokatköy'de, 1887 Eylül'ünde Çatalca'da orman yangınları çıktı. 1888 Nisan'ında Kemerburgaz civarındaki Davud Paşa Merası'nda başlayan yangında ise 150 dönümlük devlete ait orman yandı. 1888 Haziran'ında Belgrad Ormanları dışındaki ağaç kesimi yapılan Kısırkaya ormanında, 1892 Ekim'inde bugün bir şehir hâline gelen Alemdağı'nda, 1899'da Silivri'nin Kılıçlı-i Kebir Çiftliği'nin bulunduğu bölgedeki ormanda, 1903 Mart'ında Çatalca'da, Ağustos'unda Silivri'de orman yangınları çıktı. 1903 Eylül'ünde Şişli'de başlayan yangın büyüyerek Küçükçekmece sınırları içindeki ormanlara yayıldı. 1908 Nisan'ında Samandıra'da, 1916 Şubat'ının son günlerinde Beykoz'da, Nisan'ında Belgrad Ormanları'nda, Mayıs'ında Şile'de, Eylül'ünde ise Kemerburgaz'da orman yangınları çıktı.
1919 Nisan'ında Şile'de vakıflara ait ormanda çıkıp halkın ağaç kestiği ormanlık araziye yayılan yangında 60 dönüm funda ve meşeliği, aynı ay Ömerli'de çıkan yangında 500 dönüm, 1920 Ağustos'unda çıkan yangın ise Belgrad Ormanlarında üç dönüm ormanlık alanı yakıp kül etti.
Büyükdere Çayırı.
AĞAÇ SULAMA VAKIFLARI
Atalarımız, çevre bilinci diye bir kavramın olmadığı dönemlerde bile çevreye karşı çok itinalı harekete etmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu'na gelen Avrupalı elçi, seyyah ve diğer görevliler Türkler'in çevreye ve hayvanlara karşı bu kadar ilgi göstermelerini bir türlü anlayamamışlar, bizi çılgın ve kaçık olarak nitelendirmişlerdir. Nitekim 18. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu'na gelip orduda hizmet eden ve Humbaracı Ahmed Paşa ismini alan Kont de Bonneval, hatıratında ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere her gün sulanmaları için para vakfeden çılgın Türkler'in olduğunu anlatır.
.
Osmanlı döneminde son büyük deprem 1766’da meydana gelmiş, sarsıntıların bir türlü durmaması yüzünden insanlar evlerine aylarca girememişti
Osmanlı hâkimiyeti altındaki İstanbul'da 1509'dan sonra ikinci büyük deprem 22 Mayıs 1766 Perşembe günü, güneş doğduktan yarım saat sonra meydana geldi. Deprem Kurban Bayramı'nın üçüncü gününe rastlamıştı. Bu depremin artçısı olan sarsıntılar aylarca devam etti.
ÇORLU'DAN KARAMÜRSEL'E DEPREM HİSSEDİLDİ
Depremin sabah namazından sonraya rastlaması ve bayram olması sebebiyle can kaybı azalmıştı. Ancak yine de yaklaşık 4 bin kişi evlerin yıkıntıları arasında kalarak ölmüş, çok sayıda insan da yaralanmıştı. Bu deprem, İzmit'ten Tekirdağ'a ve Marmara Denizi'nin güneyine, büyük bir bölgede tesirini gösterdi.
Çorlu, Lüleburgaz gibi şehirler de depremden etkilenmişti. Deprem, İstanbul'un doğusunda da etkisini göstermiş, İzmit Körfezi'nde çok sayıda köy ve kasaba harap olmuştu. Karamürsel ve civarında önemli yapılar yıkılmıştı. Dil Köyü'nde (Hersek) bulunan Hersekzâde Ahmed Paşa Cami ve imareti çökmüştü. Aynı yılın 5 Ağustosu'nda meydana gelen ikinci deprem bu bölgelere daha fazla zarar vermiş, ahşap olan Karamürsel Mahkeme binası bile yıkılmıştı.
İstanbul'da özellikle Yedikule ve Edirnekapı civarındaki binalarda yıkılmalar çoktu. Hemen hemen her depremden etkilenen Fatih Camii'nin kubbesi çökmüş, imaret, hastane ve medrese yıkılmıştı. 173 cami ve hamam hasar görmüştü. Topkapı Sarayı ve Eski Saray da hasar gören yapılar arasındaydı.
Şehrin surları da depremden etkilenip, yer yer yıkılmıştı. Surların yıkılması ona bitişik veya yakınında bulunan ev, dükkân, değirmen gibi binaların hasar görmesine sebep olmuştu. Birçok han da depremden etkilenerek, hasar görmüştü. Kapalı Çarşı, Esir Pazarı ve Örücüler Çarşısı da hasar görmüş, bunların mahzenlerinde çökmeler meydana gelmişti. Yerebatan Sarnıcı'nın desteklerinden birisi çökmüş, şehrin birçok yerinde suyollarında hasarlar oluşmuştu. Çatalca, Büyük ve Küçük Çekmece bölgelerinde de ciddi hasarlar meydana gelmişti.
Fatih Camii.
DEPREMDEN SONRA HAYAT
Depremin halk üzerindeki en önemli tesiri barınma konusunda olmuştu. İstanbul'daki evlerin bir kısmı yıkılmış, bir kısmı hasar görmüştü. Ancak bunlar şehirdeki bütün evlerin önemli bir kısmını oluşturmamaktaydı. Buna rağmen halk uzun müddet çadırlarda barınmıştır. Artçı depremlerin sekiz ay kadar sürmesi ve 22 Mayıs'tan sonra 5 Ağustos'ta şiddetli bir depremin daha yaşanması insanların evlerine uzun müddet girmesini engellemişti. Ancak mevsimin yaz olması dışarda barınmayı kolaylaştırmıştı. Evlerin yanı sıra bekârların ve yolcuların kaldığı hanların önemli bir kısmının yıkılması burada kalan insanların açıkta kalmalarına sebep olmuştu. Sarsıntıların sekiz ay sürmesi ve iki şiddetli depremin iki buçuk ay ara ile arka arkaya yaşanması insanların psikolojik durumlarını sarsmış ve korku dolu günler ve geceler geçirmişlerdi.
Depremin barınmadan sonra ikinci önemli tesiri yiyecek ve içecek temini hususuydu. Şehrin içme suyu şebekesinin depremden etkilenmesi insanların içecek su bulmalarını zorlaştırmıştı. Şehirdeki fırınların, değirmenlerin, gıda depolarının ve hanlarının yıkılması veya harap olması sonucu yiyecek sıkıntısı doğmuştu.
Yollarla, köprüler hasar gördüğü için insan ve hayvanların ulaşımı ile gıda ve diğer ihtiyaç maddelerinin getirilip götürülmesinde aksaklıklar yaşanmıştı. Bilhassa kale duvarlarına yakın olan semtlerdeki yollar surların yıkılması sonucunda ulaşıma kapanmıştı.
Hayvanların ahırlarının yıkılması, onların da barınma meselesini ortaya çıkarmıştı. İnsanlar gibi açık arazide kalan hayvanlar için bir diğer sıkıntı da yiyecek temininde olmuştu. Arpa mahzenlerinin harap olması sebebiyle bu alanda da sıkıntı çekilmişti. Depremde yıkılmayan, ancak yıkılma tehlikesi bulunan binalarla, duvarlar da çevresindeki insanlara korkulu günler yaşatmıştı.
İstanbul'daki bir depremde yaşanan panik.
DEPREM TARİHİ BİLİNMEDEN İSTANBUL'DA MEYDANA GELECEK DEPREM BİLİNEMEZ
İstanbul deprem riski açısından birinci derece deprem kuşağında yer almasına rağmen, tarih boyunca geçirdiği depremler teferruatlı olarak bilinmemektedir. Modern metotlarla depremlerin ölçümleri yaklaşık bir asırdır yapılmaktadır. Ancak İstanbul'da meydana gelen büyük depremler daha önceki tarihlerde olduğu için bu depremlerin aletsel ölçümleri bilinmediği gibi depremlerin yansıması olan tahribat, can kaybı, ekonomik boyutu, toplum yaşantısına tesirleri, deprem sonrasındaki imar faaliyetleri ve insan ilişkilerine tesiri gibi konular hakkında da fazla bilgi bulunmamaktadır. Bu yüzden İstanbul'da tarih boyunca meydana gelen depremler hakkındaki yorumlar eksik kalmaktadır. İstanbul'da meydana gelecek bir depremin hangi bölgelerde ne ölçüde yıkıma yol açacağı, ne kadarlık bir zaman periyodunda gerçekleşeceği gibi konuların aydınlığa kavuşabilmesi için tarihî kaynaklarda İstanbul'u etkileyen depremlerle ilgili verilerin gün ışığına çıkarılarak deprem üzerinde araştırma yapan uzmanların, yerel yöneticilerin, şehir plânlayıcılarının, mimarların, tarihçiler ve diğer ilgililerin kullanımına sunulması gerekir.
Deprem uzmanları İstanbul depremlerinin yaklaşık 250 yıllık periyodlarla meydana geldiğini, son büyük İstanbul depreminin 1766'da yaşandığını söylerler. Tarihî depremler hakkında teferruatlı araştırma yapılmadığı için değişik tarihlerde örneğin 1556, 1690, 1719, 1754 ve 1894 yıllarında meydana gelen depremlerin İstanbul'la ilgisinin ne ölçüde olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Yine hangi tarihî depremde hangi fay harekete geçti? Bunlar bilinmeden İstanbul'da yakın gelecekte deprem olup olmayacağını ve hangi bölgelerin etkileneceğini söylemek çok zordur.
İstanbul surları.
OSMANLI DÖNEMİ İSTANBUL DEPREMLERİ
Osmanlı hâkimiyeti altındaki İstanbul'da 1509'dan sonra ikinci deprem 10 Mayıs 1556'da gece vakti meydana geldi. Bu depremden sonra 90 yıl kadar İstanbul'da yeni bir deprem olmadı. 28 Haziran 1648 günü sabaha yakın bir zamanda İzmit ve İstanbullular depremle uyandılar. Ancak bu deprem İstanbul'da fazla bir hasara yol açmadı. 11 Temmuz 1690'da deprem tekrar İstanbul'u salladı. Ancak çok şiddetli olmadığı için şehirdeki hasar fazla değildi.
25 Mayıs 1719'da sabah ezanı sırasında meydana gelen deprem ise oldukça şiddetliydi. Deprem İstanbul'da İzmit kadar olmasa da hasara yol açmıştı. 30 Temmuz 1752'de meydana gelen deprem ise Bulgaristan'a kadar olan bölgeyi etkilemişti. Aradan çok geçmeden iki yıl sonra tekrar İstanbul'da bir deprem meydana geldi. 2 Eylül 1754 gecesi meydana gelen deprem, çok şiddetli olmadığı için şehirde hasar azdı.
Osmanlı hâkimiyeti altındaki İstanbul'da 1509'dan sonra en büyük ikinci büyük deprem ise 22 Mayıs 1766'da meydana geldi. 1766 depreminden sonra İstanbul bir süre depremsiz yıllar geçirdi. İstanbul 10 Temmuz 1894'te öğleden sonra şiddetli bir depremle sarsıldı. Bu deprem İstanbul'dan Yalova'ya kadar geniş bir sahayı etkilemişti. 9 Ağustos 1912'de Şarköy- Mürefte'de meydana gelen 7.3 büyüklüğündeki deprem, Edirne'nin güneyinde büyük hasara yol açarken, İstanbul'da ise kısmi hasara sebep oldu.
1766'daki depremle ilgili bir belge.
1894 Depremi'nde hasar gören bir bina.
.27 Ağustos 2017, Pazar
.ERHAN AFYONCU
Anadolu Malazgirt ile Türkiye oldu
Malazgirt Zaferi Bizans’ın mukavemetini çökerterek Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar Türkler’e açtı. Malazgirt’ten sonra Türkler’in akın akın Anadolu’ya gelmeleri sonucu Avrupa’da burası Türkiye diye anılmaya başlandı
Selçuklular, 1018'den itibaren Anadolu'ya gelmeye başlamışlardı. Türkmenler kısa sürede Anadolu'nun doğu ve orta kısımlarına yayılmışlarsa da, burası henüz onlar için emin bir yurt değildi.
Zira Türkmenler'in düzenli Bizans ordularına karşı mücadele edecek güçleri yoktu. Bu yüzden Bizans orduları üzerlerine geldiği zaman Türkmenler, Kafkaslar'a çekiliyorlardı.
Ayrıca Anadolu'da fethedilmemiş birçok müstahkem mevki ve kale vardı. Buraların kuşatma silahlarına sahip olmayan Türkmenler tarafından ele geçirilmesi oldukça zordu.
Selçuklu orduları da Türkmenler'i himaye için her zaman Anadolu'ya gelemiyordu.
ÖNCE HASANKALE
Büyük Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yinal, 1047 yılında Nişabur'a gelen Türkmen kitlelerini Anadolu'ya göndermiş ve kendisinin de arkalarından geleceğini vaatetmişti. Bu sırada Selçuklu hanedanından Hasan Bey komutasındaki kuvvetler de, Van Gölü havzasını ele geçirmek için harekete geçmişlerdi. Vaspurakan'da Bizans Valisi Aaron, Selçuklular'ı, Büyük Zap Suyu civarında pusuya düşürerek, mağlup etti. Savaşta Hasan Bey de şehit düştü. Bu olayın ardından büyük bir ordu ile Anadolu'ya gelen İbrahim Yinal ve Kutalmış, Bizans kuvvetlerini Pasin Ovası'ndaki Hasankale'de 18 Eylül 1048'de büyük bir mağlubiyete uğrattılar. Bu zafer sayesinde Türkmenler Anadolu'da yayılma imkânı bularak, Trabzon'a kadar ilerlediler.
1048'deki Hasankale Zaferi'nden sonra Anadolu'ya yayılmaya başlayan Türkmenler, 1059'da Sivas ve Malatya'yı ele geçirdiler. Alparslan, 1064'te Kars'ı fethetti. 1067'ye gelindiğinde Kayseri, Niksar ve Konya fethedilmişti. Afşin Bey, 1068'de Anadolu'yu boydan boya geçerek, İstanbul Boğazı'na kadar geldi.
CUMA NAMAZIYLA HÜCUM
Bizans imparatoru Romanos Diogenes, 1068'den sonra Anadolu'ya yayılan Türkmenler'e karşı harekete geçti. Ancak bir türlü istediği başarıyı sağlayamadı. Bunun üzerine büyük bir ordu hazırlayarak 13 Mart 1071'de Ayasofya'daki törenden sonra 200 bin askerle yola çıktı. Bu orduda farklı milletlerden savaşçıların yanısıra Hristiyanlaşmış Uz, Kıpçak ve Peçenek Türkleri de vardı. Bu sırada Alparslan da Mısır seferine çıkmıştı.
Alpaslan, Bizans ordusunun harekâtını haber alınca Mısır seferini yarıda keserek Anadolu'ya doğru hareket etti. Alparslan'ın ordusuna farklı milletlerden binlerce Müslüman asker katılmıştı. Bunların içinde Selçuklular'a tâbi olan Mervânî Emirliği'nin Kürt birlikleri de vardı.
İki ordu Malazgirt-Ahlat arasında Rahve Ovası'nda karşılaştı.
Selçuklu Sultanı Alparslan, 26 Ağustos 1071'de Buharalı Ebû Nasr Muhammed'in bütün Müslümanlar'ın İslâm'ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde düşmana saldırması tavsiyesine uyup, ordusuyla birlikte cuma namazını kıldıktan sonra "Ölürsem kefenim olsun" dediği beyaz bir elbiseyle ordusunun karşısına çıkıp "Ben, Müslümanlar'ın camilerde bizim için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum.
Galip gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş olur, yenilirsek şehit olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım; benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler" şeklinde konuştuktan sonra ilk hücumu başlattı.
Şiddetle saldırıya geçen sultanın hassa askerleri birkaç saat içerisinde, Alparslan'ın bizzat yönettiği sahte ric'at harekâtı ile başlarında Romanos Diogenes'in bulunduğu Bizans merkez kuvvetlerini peşlerine düşürerek pusudaki birliklerin önüne çekmeyi başardılar. Pusudaki Selçuklu atlıları taarruza geçtikleri sırada Alparslan da çekilmekte olan kendi kuvvetlerini geri çevirerek hücuma kaldırdı.
İmparator hatasını anladığında artık çok geç kalmıştı. Romanos Diogenes sol kanattan yardım istediyse de pusudan çıkmış bulunan Selçuklu süvarileri buna engel oldular.
Öte yandan ordunun sağ kanat kuvvetlerinin çoğunluğunu teşkil eden Türk kökenli askerler başlarında Tamış adlı beyleri olduğu halde Selçuklu tarafına geçtiler ve bu olay Bizans ordusunun dağılmasına sebep oldu. Bu durum karşısında imparator askerlerini geriye çekip karargâhın arkasında toparlanmak istediyse de geri çekilişi kaçış şeklinde değerlendirildi ve önce ihtiyat kuvvetleri, arkasından Ermeni birlikleri savaş alanını terk etti. Öğleden geceye kadar devam eden Malazgirt Meydan Muharebesi'nde Bizanslılar ağır bir yenilgiye uğradı. Ordunun büyük bir kısmı kılıçtan geçirilmiş, imparator ve çok sayıda general esir alınmış, askerlerin ancak bir bölümü kaçarak canlarını kurtarabilmişti.
ANADOLU TÜRKİYE OLDU
26 Ağustos 1071'de kazanılan Malazgirt Zaferi Bizans ordusunu ve mukavemetini çökerterek Anadolu'nun kapılarını sonuna kadar Türkmenler'e açtı. Bizans'ın yediği bu büyük darbe Türkmenler'in Anadolu'ya sel hâlinde dolmalarını sağladı. Malazgirt'ten sonra Türkler'in akın akın Anadolu'ya gelmeleri sonucu Avrupa'da burası Türkiye diye anılmaya başlandı.
.03 Eylül 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Bayram günü karışınca kurbanlar bir gün sonra kesildi
Osmanlı döneminde 1592 yılı Kurban Bayramı gününün tespitinde tartışma çıkınca, bayramın tarihi karışmıştı. Bunun üzerine halk kurbanını bir gün sonra kesti
Osmanlı döneminde, bayramlar yeni ayın girmesiyle başlardı.
Bunun için de hilal gözlenirdi. Bazen yeni ayın girdiği yönünde farklı farklı söylentiler çıkar ve bunun üzerine halk hangi günün bayram olduğu konusunda tereddüde düşerdi.
1592 Kurban Bayramı'nda da böyle bir durum yaşanmıştı.
TEKMİL-İ SELASİN
Bayramlar, Müslümanların Medine'ye hicretinden sonra 624'te başlamıştı.
Ramazan Bayramı 3, Kurban Bayramı ise 4 gündü.
Osmanlı İmparatorluğu'nda zamanında Ramazan Bayramı'na "Iyd-i Said-i Fıtr", Kurban Bayramı'na ise "Iyd-i Said-i Adha" denirdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Ramazan ayında iken bayramın başlaması için Şevvâl ayının girdiğinin işareti olarak hilalin görülmesi beklenirdi. Eğer Ramazan'ın 29'unda hilal görülmezse Ramazan'ın 30'unda top atılarak ertesi günün bayram olduğu ilan edilirdi. Hilal görülmediği takdirde bu şekilde bayram gününün tespitine "tekmil- i selasin" denilirdi. Kurban Bayramı'nda da ayın durumuna göre Zilhicce ayının birinci gününün tespiti ile arife ve bayram günü belli olurdu. Kurban Bayramı Zilhicce ayının 10'unda başlardı.
Ramazan'ın başlangıcını, bitişini, Kadir Gecesi'ni ve Kurban Bayramı'nın ne zaman olduğunu belirlemek İstanbul Kadısı'nın göreviydi. Kadı bu günleri tespit ettikten sonra saraya bildirir, daha sonra da halka ilan edilirdi.
Saraya bu günleri bildiren İstanbul kadısı yüklü miktarda bahşiş alırdı.
BAYRAM GÜNÜ TARTIŞMASI
Devletin bayramları tespitini İstanbul kadısına vermesine rağmen, başka görevlilerin duruma müdahaleleriyle, bayram gününün tespitinde bazen karışıklık yaşanırdı. En önemli Osmanlı tarihçilerinden Mustafa Selanikî, "Tarih-i Selanikî" isimli eserinde böyle bir durumu anlatır.
İstanbul Kadısı, Zilhicce ayının başlangıcını 8 Eylül Salı günü olarak tespit edip, 1592 yılı Kurban Bayramı'nı 17 Eylül Perşembe günü olarak ilân etmişti. Ancak Üsküdar Kadısı Mevlana Abdürrahim Efendi, "Benim katımda Zilhicce ayının başlangıcı Pazartesi günü sabit oldu.
Pazar günü akşamı Zilhicce ayının hilalini ben kendim gördüm" diyerek bayram gününe itiraz etti. Üsküdar Kadısı'na göre bayram 16 Eylül Çarşamba günü başlıyordu. Bunun üzerine durum padişaha arz edildi.
Dönemin hükümdarı Üçüncü Murad, bunun üzerine "Bayram 16 Eylül Çarşamba başlasın" dedi. Devlet görevlilerinin ihtilafı yüzünden kafası karışan halk, her zamanki gibi bayram sabahı mezarlıkları ziyaret edemedi.
Kurbanın hangi gün kesileceği de problem oldu.
İşi garantiye almak isteyenler kurbanlarını ilân edilen bayram tarihinde değil bir gün sonra kestiler.
Bu durum halk arasında günlerce konuşuldu ve "gerçek hacıların dönüşünden sonra belli" olur denildi.
.10 Eylül 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Arakanlı Müslümanların dedeleri Türkiye’yi hiç yalnız bırakmamıştı
Myanmar’da katledilen Arakanlı Müslümanların dedeleri 1912’de Balkan Savaşları esnasında dünyanın her tarafındaki Müslümanlar gibi para toplayarak Osmanlı ordusuna yardım etmişti. Arakanlı Müslümanlar Hicaz demiryolunun yapımı için de para yardımında bulunmuştu
Osmanlı İmparatorluğu bizim zayıf zannettiğimiz dönemlerde bile dünyanın en önemli devletlerinden biriydi ve dünyadaki bütün Müslümanların şemsiyesi konumundaydı. Afrika'dan Asya'ya bütün Müslümanların gözü kulağı hilafetin merkezinde, yani İstanbul'daydı. Asya Müslümanları özellikle de Hindistan Müslümanları, hilafetin merkezi olduğu için Osmanlı İmparatorluğu'nu yakından takip ediyorlardı. Madagaskar'dan Myanmar'a kadar her taraftaki Müslümanlar halifeyle ilişki kurmuşlardı. 1870'te Birmanya'daki (Myanmar) Ava sultanının sadrazamı Osmanlı yönetimiyle ilişki kurmak için mektup göndermişti.
HİCAZ DEMİRYOLU'NA PARA AKTI
II. Abdülhamid döneminde Osmanlı'nın Asya'daki faaliyetleri neticesinde padişah Hindistan, Çin ve Myanmar Müslümanları arasında popüler olmuştu. 1897'de Türk-Yunan Savaşı çıkınca Asya'daki Müslümanlar hemen yardım toplayarak Türkiye'ye gönderdiler. Savaş kısa bir süre sonra Osmanlı zaferiyle sona erdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren birçok demiryolu yapılmıştı, ancak çoğu Avrupalı sermaye çevreleri tarafından inşa edilmişti. Kutsal hac yolculuğunu kolaylaştıracak, Hicaz demiryolu dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanların yardımlarıyla inşa edildi. Başta Hindistan, Mısır, Rusya ve Fas'tan olmak üzere Endonezya'dan, Singapur'dan, Güney Afrika'dan, Tunus, Cezayir, İngiltere ve Amerika'dan bağışlar yapıldı. Hicaz demiryoluna yardım edenler arasında Myanmarlı Müslümanlar da vardı. Osmanlı yönetimi Myanmar'dan yardım gönderenlere Hicaz demiryolu madalyaları göndererek teşekkür etti.
Myanmarlıların yardımlarıyla ilgili bir belge.
BALKAN SAVAŞI'NDA YARDIM
II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra hükümdar olan Sultan Mehmed Reşad, dünyanın her tarafındaki Müslümanlardan olduğu gibi Myanmar'daki Müslümanlar tarafından da telgraf gönderilerek tahta çıkışı kutlandı.
1911'de İtalyanların Libya'yı işgalleri üzerine dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlardan yardım gönderildi ve İtalya değişik ülkelerde protesto edildi. 1912'de Balkan Savaşları sırasında Hindistan, Çin, Singapur ve Myanmar'daki Müslümanlardan maddi yardımlar gönderildiği gibi, sağlık ekipleri de teşkil edilerek Türkiye'ye gönderilmişti.
O dönemde Myanmar'ın adı Birmanya (Burma) idi. Birmanya'daki Müslümanlar yardımlar toplayarak, konsolosluk, Osmanlı Bankası ve Avrupa bankaları aracılığıyla Türkiye'ye gönderdiler. Örneğin, İbrahim Ali Molla ve Abdurrahman efendiler topladıkları 800 İngiliz lirasını Rangoon'daki fahri Osmanlı şehbenderliğine teslim etmişlerdi. Yine savaş yardımı olarak Birmanya Hilâl-i Ahmer, yani Birmanya Kızılayı üyelerinden İbrahim Ali Molla ve Abdurrahman ve Cemal efendiler topladıkları 3000 İngiliz lirasını göndermişlerdi. Rangoon'un yanı sıra Birmanya'nın önemli şehirlerinden Mandalay'daki Müslümanlar da para toplayarak Osmanlı İmparatorluğu'na gönderdiler. Moulmein şehrindeki Müslümanlar da yardıma katıldılar. Birmanyalı Müslümanlar fakir ve ülkede azınlıkta olduklarına bakmadan ellerinde ne varsa Türkiye'ye göndermişlerdi.
Myanmar diliyle Osmanlı yönetimine gönderilmiş bir mektup.
MYANMAR MÜSLÜMANLARI
Myanmar'ın yaklaşık yüzde 5'i Müslüman'dır. Müslümanların yüzde 68'i Hintli, yüzde 30'u ise Myanmarlı'dır. Müslümanların yüzde 41'i Arakan bölgesindedir. Kalanlar ise sahil veya merkezi yerlerdedir. XI. yüzyıldan itibaren Arap, İranlı ve Hintli Müslüman tüccarların gelişiyle birlikte bölgede İslamiyet'in izleri görülmeye başlanmıştır. İngiliz sömürge döneminde de Hindistan'dan Hintli Müslümanlar gelmiştir.
Arakan bölgesinde yaşayan Müslümanlar, Rohingyalılardır. Bengal, Urdu ve Burma dillerinin karışımı bir dil konuşurlar. 15-16. yüzyıllardaki Bengal Sultanlığı zamanından itibaren günümüze kadar gelirler.
Arakan'daki Müslümanlar II. Dünya Savaşı'nın ardından hiç rahat yüzü görmedi. 1989 ve 1991'deki operasyonlardan sonra 250 bin Arakanlı Müslüman Bangladeş'e sığındı. Son yıllarda ülkedeki Müslümanlara karşı katliamlar devam ediyor.
19. yüzyılda Shwedagon Pagoda Tapınağı.
İNGİLİZ İŞGALİ
Tarihte Birmanya ve Burma isimleriyle anılan Myanmar, Hindiçini Yarımadası'nda yer alan bir devlettir. Bölgede 1044'te tahta geçen Anawrahta tarafından bütün Birmanya'yı birleştiren bir krallık kuruldu. Ancak Moğol hanı Kubilay zamanında ülke işgal edildi.
Moğol işgalinden sonra Birmanya'daki halklar arasında birçok savaş çıktı. Çin'le ve Siyam'la savaştılar ama asıl tehlike Avrupa'dan gelecekti. Hindistan'ı işgal eden İngilizler, Birmanlar'ın Arakan bölgesini ele geçirmesi üzerine Birmanya'yla karşı karşıya geldiler. 1824-1826 arasında I. İngiltere- Birmanya Savaşı, 1852'de II. İngiltere- Birmanya Savaşı çıktı. Birmanlar İngiltere karşısında hep gerilediler. Ancak İngilizlerin duracağı yoktu. Çin'le kara yoluyla ticaret yapmak isteyen İngilizler, 1885'te tekrar Birmanya'ya saldırdılar. Bir hafta süren savaşın sonunda Birmanya Hindistan'ın bir eyaleti oldu. Ancak bu durumu kabullenmeyen Birmanyalılar direnişe geçti. İngilizler katliam ve zulümle isyanı 1890'da bastırabildiler. Birmanya, ancak 1948'de bağımsız olabildi.
İngilizler 1885'te Myanmar'da.
BURMA BİRMANYA MYANMAR
Myanmar, 1989'a kadar Birmanya veya Burma isimleriyle tanınıyordu. İngilizce konuşulan ülkelerde genellikle Burma diye bilinir. Ülke, 26 Mayıs 1989'dan sonra Myanmar ismini aldı. Askeri yönetimin Birmanya (Burma) ismini değiştirmesinin sebebi, sömürge döneminde kullanılıyor olmasıydı. Myanmar ise 12. yüzyıldan gelen mahalli bir isimdi.
Asya'nın güneydoğusundaki Hindiçini'nde bulunan devletlerin en büyüğü olan Myanmar'da 100'den fazla dil ve lehçe konuşulur. Myanmarlılar 50'den fazla etnik gruptan oluşur. Ülkedeki en büyük topluluk yaklaşık yüzde 70 ile Birmanlar'dır. Myanmar'ın yaklaşık yüzde 90'ı da Budist'tir.
Balkan Savaşları sırasında salgın hastalıktan ölen Türkler toplu mezarlara gömülüyor.
.17 Eylül 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Osmanlı’da çocuklar okula ‘amin alayı’ ile başlardı
Osmanlı döneminde çocukların okula başlaması büyük törenlerle olur, bütün mahalle eğlenerek çocuklarını okula başlatırdı. Çocukların okula törenle başlamasına “amin alayı” veya “bed-i besmele” denirdi. Çocuk okula süslenmiş atla ilahiler eşliğinde götürülürdü
Yarın yeni bir eğitim-öğretim dönemi başlıyor.
Birinci sınıfa başlayacak öğrencilerin kimileri neşeyle, kimileri uyuklayarak okula gidecek. Osmanlı döneminde çocuklar, dört ile altı yaş arasında okula başlarlardı. 19. yüzyılda çocuklar dört-beş yaşlarında ise okula ebeveynlerinin rızasıyla gönderilirdi. Altı yaşındakileri göndermeyen aileler ise cezalandırılırdı.
İlkokul eğitimi veren okullara sıbyan mektebi, mahalle mektebi veya taş mektep denirdi. II.
Abdülhamid döneminden sonra ise ibtidaî mektepler açıldı. Çoğu taştan camilere bitişik inşa edilen mektepler, büyük bir odadan ibaret olurdu.
Mekteplerin caminin yakınında olması çocukların dini eğitim almaları içindi.
Çocukların okula başlaması gelenek haline gelmiş törenlerle olurdu.
Çocuğu okula başlayacak bir aile ziyafetler düzenler, mektebin hocasına hediyeler verilirdi. Okuldaki diğer öğrencilere de şeker, simit vs. dağıtılırdı.
AMİN ALAYI
Aileler çocuklarının mektebe başlama gününü kandillere denk getirmeye çalışırlardı. Eğer kandile denk gelmezse çocuklar pazartesi veya perşembe günleri okula başlarlardı.
Okula başlayacak çocuğu olan aile evlerini baştan aşağı temizler, ailenin kadınları temizlikten sonra okula gidecek öğrenci adayıyla birlikte hamama giderek eğlenirlerdi.
Çocuğun okula başlayacağı gün, bütün aile hava aydınlanmadan kalkardı.
Yeni elbiseler giydirilen çocuğun boynuna işlemeli bir Kur'an cüz kesesi asılırdı.
Fesin giyildiği dönemde çocuğun başındaki püskül mavi olur ve fese bir nazarlık takılırdı.
Evden hazırlıklar bittikten sonra Eyüp Sultan ve Fatih türbeleri ziyaret edilirdi.
Aile türbe ziyaretinden döndükten sonra mektebin diğer çocukları okula başlayacak arkadaşlarını evinden alarak ilahi ve aminlerle götürmek için eve gelirlerdi. Çocukların okula törenle başlamalarına "amin alayı" veya "bed-i besmele" denirdi.
Mektebe başlayacak çocuk evin önünde kendisini bekleyen süslenmiş ata bindikten sonra tören başlardı.
İlahicilerin dualarını amincilerin "Amin, amin" sözleri takip ederdi.
Çocuk ata bindirildikten sonra amin alayı yürümeye başlardı.
Alayın en önünde atlas yastık üzerinde sırmalı cüz kesesiyle elifba taşınırdı. Arkasından da başının üzerinde çocuğun okulda oturacağı minder ve elifbayı koyacağı rahleyi taşıyan birisi giderdi. Bu iki kişiyi ata binmiş çocuk takip eder, arkasından da mektep hocası, hocanın yardımcıları, ilahiciler ve aminciler gelirdi.
Törende çocuğun akrabaları ve davetliler de bulunurdu. Çocukların anneleri ve mahallenin kadınları da okula başlayan çocuğa eşlik ederlerdi.
Ayrıca töreni seyretmek isteyenler yol boyunca dizilirlerdi.
"ELİF İLE BAŞLAYAN İLK DERS
Amin alayı ilahiler eşliğinde okulun önüne gelince, okul hocasının yardımcılarından biri öğrenciyi elinden tutarak okula götürürdü.
Okuldan içeri giren çocuk hocasının elini öptükten sonra karşısında bulunan minderine otururdu.
Besmele çeken hoca cüzde Arap alfabesinin ilk harfi olan "Elif"i göstererek adını yüksek sesle söylerdi.
Ardından da "Bugünlük dersin bu kadar, unutursan kulaklarını çekerim" derdi.
.24 Eylül 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Osmanlı Barzanî’nin isyancı amcasını asmıştı
Barzanî ailesi, Osmanlı’nın son döneminde devleti oldukça uğraştırmıştı. Barzani’nin amcası Abdüsselam Barzanî’ye, 1913’te devlete bağlılığının temini için nişan verilmiş, ancak tekrar isyan edince 1914’te Musul’da idam edilmişti
Osmanlı'nın son döneminde Irak'ın kuzeyinde tarikat şeyhlerinin yönettiği aşiretler etkindi. Süleymaniye-Kerkük bölgesinde Talabanî ve Berzenci gibi Kadirî şeyhleri, Erbil civarında ise Barzanîler gibi Nakşi-Halidî şeyhleri ön plandaydılar.
Irak Kürtleri'nin siyasî hareketlerinde büyük rol oynayan Barzânî şeyhlerinin ilki olan Şeyh Taceddin Halidî şeyhlerinden Seyyid Taha'nın halifesiydi. Şeyh Taceddin'den sonra yerine oğlu Abdüsselam, 1872'de ise torunu Muhammed şeyh oldu.
Şeyh Muhammed'in çocukları Şeyh Abdüsselam, kardeşi Molla Mustafa Barzanî ile oğlu Mesud Barzanî Kuzey Irak'ta siyasî açıdan önemli bir rol oynadılar. Barzanîler hakkında Ahmet Uçar ve Davut Hut'un araştırmaları gibi birkaç araştırma istisna Türkiye'de çok az inceleme yapılmıştır.
Abdüsselam Barzani ve adamları.
DEVLETE İSYAN
"Barzani" sıfatı, "Barzan köyünden olan", "Barzanlı" manasına gelir. Barzan aşiretinin merkezi, Musul Sancağı'nın kuzeyinde, Hakkâri'nin ise güneyinde bulunan Zibar Kazası'ndaki Barzan köyü idi.
1878'de bölgedeki diğer aşiretlerle çatışmaya giren Muhammed Barzanî, yakalanarak Musul'da hapsedildi. Aşiret mensupları ve müritleri Musul'a gelerek, şeyhlerinin serbest bırakılmasını, eğer bu olmazsa geri dönmeyeceklerini" söylediler. Barzanî şeyhleri kendilerini mehdi ilan ederek, müritleri nezdinde tesirlerini artırmaya çalışmışlardır. Barzanî bir süre sonra hapisten kaçtı.
Barzanîler bölgedeki diğer şeyh aileleriyle mücadeleye giriştikleri için bölgenin asayişini birçok defa bozmuşlardır. 1903'te Muhammed Barzanî'nin 500 kişilik bir mürid grubunu bölgenin eşkiyalarından Fakih Abdurrahman ile Heriki aşireti reisinin emrine vererek civardaki Seyid Taha Tekkesi'ne aid bazı köyleri talan ve yağma ettirmiş, mezalimden kurtulabilenler perişan bir hâlde Midyat taraflarındaki köylere sığınmışlardı.
Barzanîler'in reisi Şeyh Muhammed, 1903'te öldüğünde beş oğlu vardı: Abdüsselâm, Şeyh Ahmed, Muhammed Sıddık, Muhammed Babu ve Mustafa Barzan. Abdüsselam babasından sonra ailenin başına geçti. Abdüsselam, şeyhlik yerine siyasi lider gibi davranmaya başlayıp, bölgede gasp ve katl hadiselerine girince Osmanlı yönetiminin dikkatlerini üzerine çekti. 1904'te takibat başlatıldı.
1909'da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Meşrutiyet fikirleri imparatorluğun birçok bölgesinde bağımsızlık ve özerklik hayalleri öne çıkmıştı. Abdüsselam da bunlardan biriydi. Bölgedeki aşiret ve dini grupların liderlerini yanına çekmeye çalıştı. Ancak çoğunu ikna edemedi. Yanına çektiği aşiretlerle 1909'da isyan etti. İlk isyanı Muhammed Fazıl Paşa tarafından sert bir şekilde bastırıldı. Barzan köyü ele geçirildi. Abdüsselam kılık değiştirip Hakkâri dağlarına kaçarak, kurtuldu.
Muhammed Fazıl Paşa ve Süleyman Nazif.
İNGİLİZLER VE RUSLAR DEVREDE
Osmanlı yönetimi bölgedeki taşra idaresinde düzenleme yapıp, başarısız idarecileri azledip, Abdüsselam'ı yakalamak için tedbirler aldı. İsyan bölgeyi alt-üst ederken elebaşların bir kısmı ele geçirilip idam edildi.
1909 Ekim'inde İngiltere Musul Konsolosu'nun isyanın bastırılması için gönderilen kuvvetleri takiben Akra'ya gelip Hemvend aşireti içinde dolaşıp, Meşrutiyet aleyhine isyan eden Abdüsselam ile haberleştiği haberi İstanbul'a gelince, Osmanlı yönetimi elçilikten konsolosun değişmesini talep etti.
1910'da Barzanîler, isyanı bırakıp teslim oldular. Devlet Barzan bölgesindeki fakir halka hazineden yardımlar yaparak isyanın izlerini silmeye çalıştı. 1913 Ağustos'unda Barzan Şeyhi Abdüsselam'a nişan verildi. Nişan verilmesi belgelerde, "Barzan Şeyhi Abdüsselâm Efendi'nin vatana olan bağlılık ve sadakatinin kuvvetlendirilmesi ve hükümetin emirlerine itaat ve tesliminin artırılması için hâline münasip nişanla taltifi lüzumu Musul vilayeti yöneticilerinin talep etmesi üzerine, Savunma Bakanlığı tarafından uygun bulunmuş ve Abdüsselam dördüncü dördüncü rütbeden Osmanî nişanıyla taltif edilmiştir" şeklinde zikredilir.
MUSUL'DA İDAM EDİLDİ
Devletin yanına çekmek için nişan dahi vermesi etkili olmadı ve Abdüsselam yılın sonunda tekrar isyan etti. İngiliz ve Ruslar'la işbirliği yapmıştı. Osmanlı kuvvetlerinin üzerine gelmesi üzerine İran'a kaçtı. Irak'ın yanında İran'daki Kürt aşiretleriyle de işbirliği yapıp, bölgeyi ele geçirmeye çalışıyordu.
1913'te Musul Valiliği'ne Süleyman Nazif getirilmişti. Süleyman Nazif bölgede otoriteyi sağlamak için kararlıydı. Abdüsselam'ın çevresindeki aşiretler dağıtılıp, şeyh 200 civarında müridiyle başbaşa kaldı. Süleyman Nazif 1914 Mart'ında İstanbul'a gönderdiği yazıda şeyhin yakalanmasının an meselesi olduğunu, bu yüzden affedileceği yönünde ümit ve bu ümitle birlikte mukavemet verilmemesi gerektiğini ifade etmişti.
Osmanlı yönetimi Abdüsselam'ı yakalamak için başına ödül koydu. Ödülü almak isteyen Şikak aşireti Abdüsselam'ı Van Valisi'ne teslim etti. Abdüsselam buradan Musul'a götürülüp, divanı harbe çıkarıldı. Mahkemede suçlu bulundu. Abdüsselam bağışlanırsa 1000 katır yükü yardım yapacağını söyledi, ancak kabul edilmedi. Şeyh Abdüsselam ve isyanın önde gelenleri Aralık 1914'te idam edildi.
.01 Ekim 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Doğu Afrikalı Müslümanları kurtarmak için şehit oldu
Osmanlı denizcisi Emir Ali Bey, 16. Yüzyılda Somali ve Kenya’daki Müslümanları kurtarmak için Portekizlilerle canı pahasına savaşırken şehit düştü
Son yıllarda Somali gündemimizden düşmüyor. Türkiye Somali'ye yardımlar yapıyor. Heyetler geliyor, heyetler gidiyor. Bugün hem coğrafyamıza hem de zihin dünyamıza uzak gördüğümüz Somali tarihimizde izlerini gördüğümüz bir ülkedir.
Osmanlılar, 16. yüzyıl boyunca Portekizliler'le mücadele ederek önce Arabistan Yarımadası'nda, daha sonra da Doğu ve Kuzey Afrika'da hakimiyet kurmaya çalıştılar. Bu dönemde adını bilmediğimiz birçok Türk denizcisi canları pahasına Portekizliler'le savaştı. Selman Reis, Sefer Reis ve Emir Ali Bey bunlardan birkaçıdır.
OSMANLI KURTARDI
Portekizliler, 1500'lü yılların başından itibaren Hint Okyanusu'nda ve Doğu Afrika'da sömürgeciliğe başlamışlardı. Portekiz donanması, 16. Yüzyılın başlarında Sudan ve Somali kıyılarında ölüm saçtı. Haçlı gemileri kıyılarda bulunan Makdişu (1499), Berâve (1506) gibi Somali şehirlerini acımasız bir şekilde bombardımana tuttular. Portekizliler 1507'de Kızıldeniz'e ulaştılar. 1513'te ise Müslüman Sudan'ın merkezi olan Sevakin'e saldırdılar. 1517'de Lopo Suareş, Adel Sultanlığı'nın başkenti Zeyla'yı ateşe verdi ve şehir yağmalandı. 1518'de Adel'in en önemli limanlarından biri olan Berbera, tahrip edildi.
Portekiz korsanları, Aden Körfezi'ne yerleşerek Müslüman ticaret gemilerini yağmaladılar. 1520'de Adel Sultanı Ebubekir, başkenti, Zeyla'dan Harar'a taşıdı. Kanunî döneminden itibaren Osmanlılar Yemen'den başlayarak Doğu Afrika'da duruma müdahale ettiler. Osmanlı imdada yetişmeseydi Doğu Afrika'da Müslüman kalmayacaktı.
Osmanlı donanması.
YEMEN'E VALİ ATANDI
Yemen'de Osmanlı hakimiyetinin kurulması oldukça zor olmuştu. Üçüncü Murad, Manisa'da şehzade iken yanında bulunan, çok güvendiği Hasan Paşa'yı 1580'de Yemen'e vali tayin etti. Hasan Paşa, Yemen'de o kadar başarılı oldu ki sonraki padişahlar da paşayı görevinde bıraktılar. Yemenli Hasan Paşa diye anılan valimiz o bölgede 1580-1604 yılları arasında 24 yıl beylerbeylik yaptı. Paşa'nın Yemen'deki faaliyetleri Kızıldeniz, Aden Körfezi, Uman ve Basra Körfezi, hatta Doğu Afrika sahillerine kadar geniş bir alanı içine alıyordu.
Osmanlılar Afrika'da.
BİNLERCE AĞAÇ KESTİLER
Osmanlılar, 1578'de Fas'ta Vadiüsseyl Savaşı'nda Portekizliler'i mağlup edip krallarını öldürünce İspanya 1580'de Portekiz'i işgal etti. Bu durum Hint Okyanusu'ndaki Müslümanlar için büyük bir fırsat oldu. Yemen Valisi Hasan Paşa, Emir Ali Bey adlı kaptanını Portekizliler'e karşı gönderdi. Türkiye'nin tek Afrika tarihi uzmanı Ahmet Kavas, Emir Ali Bey'le ilgili bir araştırma yapmıştır. Ahmet Kavas'ın "Geçmişten Günümüze Afrika" ve "Osmanlı-Afrika İlişkileri" isimli kitaplarında Afrika'nın Osmanlı geçmişi hakkında birçok bilgi bulabilirsiniz.
Emir Ali Bey Aden Körfezi üzerinden Afrika tarafına geçti. Bütün mahalli sultanlıklar tarafından desteklendi. Osmanlı kuvvetleri, Somali sahillerini takip ederek, 1585'te Makdişu, Malindi, Lamu takımadaları ve Mombasa'ya kadar ilerledi. Emir Ali Bey, geçtiği yerleri Osmanlı idaresine bağladı. İki yıl sonra Portekizliler tekrar bölgeye geldilerse de Makdişu'ya saldırmadılar, Faza'da büyük bir katliam yapıp, binlerce hurma ağacını kestiler. Bunun üzerine Ali Bey beş gemiyle tekrar bölgeye gelip 1589'da bölgeyi Osmanlı hakimiyeti altına aldı.
Portekizliler, Afrika'daki yerli kabileleriyle.
OSMANLI ANISINA PARA
Osmanlılar'ın bugünkü Kenya topraklarına müdahalesi Portekizliler'i tedirgin etmişti. Kendilerine bağlı yamyam Zimba kabilesini Mombasa üzerine gönderdiler. Emir Ali Bey, gelişmeler üzerine ikinci Mombasa seferine çıktı. Portekizliler bu seferi haber alınca hemen büyük bir donanma gönderdiler.
Yamyam Zimbalar'ın adaya girişini engellemek üzere donanmayı limana çeken Osmanlı askerleri, Portekiz donanmasını denizde karşılayamadı. Bu durumu değerlendiren Portekizliler kısa zamanda limanda demirli Osmanlı donanmasını yakıp, Mombasa'yı topa tuttular. Emir Ali Bey şehit düştü. Osmanlı askerleri de karaya çıktıklarında, Zimbalar tarafından zalimce şehit edildiler.
17. yüzyılda Osmanlı deniz akınları Afrika'nın doğu sahillerinde son bulsa da Somali'nin başkenti Makdişu'da birçok Osmanlı padişahı adına, üzerinde tuğra bulunan ve Osmanlı paralarına benzetilen bakır paralar bastırılmıştır.
Portekizliler Afrika'da yerlileri vaftiz ediyorlar.
Portekizliler, Hint Okyanusu adalarında.
SÖMÜRGECİ PORTEKİZ'E OSMANLI DARBESİ
Portekizliler, 15. yüzyılın sonlarında Ümit Burnu'nu dolaşarak, Hint Okyanusu'na ulaşmışlardı. Vasco de Gama'nın Hindistan seferleriyle başlayan ticaret Portekiz'e büyük bir zenginlik kazandırdı. Portekizliler, Hindistan kıyılarında, Doğu Afrika'da, Kuzey Afrika'da ve Güney Amerika'da birçok yeri sömürgeleştirmişlerdi.
Ümit Burnu'nun keşfinden sonra Portekizliler, Hint Okyanusu'nda hakimiyet kurmuşlardı. Memlük Devleti, Cidde'ye çıkarak Mekke ve Medine'yi tehdit eden Portekizliler'in ilerleyişini durduramıyordu. Osmanlılar zaten Hint ticaret yollarının Portekizliler yüzünden kapanmasından dolayı Memlük topraklarında hakimiyet kurmalarının zorunlu olduğunu anlamışlardı.
Yavuz Sultan Selim zamanında bu şartlar altında Suriye ve Mısır'ı ele geçiren Osmanlılar, Hindistan ticaret yollarının önemli bir kısmına hakim oldular. Portekizliler'in, Kızıldeniz'deki hakimiyetinin sona erdirilmesi sayesinde Hindistan'dan mal akışı Osmanlı ülkesi üzerinden Avrupa'ya yapılmaya başlandı. Portekizlilerle yapılan mücadele çerçevesinde Yemen ve Habeşistan'da Osmanlı hakimiyeti kuruldu. Basra Körfezi'ne inildi. Portekiz'e en büyük darbe 14 Ağustos 1578'de Mehazin Vadisi'ndeki Vadiüsseyl mevkiinde yapılan muharebede vuruldu. Savaş meydanında ölenler arasında Portekiz Kralı Sebastian da vardı. 1578'de Osmanlı'dan büyük bir darbe yiyip, krallarını kaybeden Portekiz'i 1580'de İspanya işgal etti.
.
Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro Türkiye’yi ziyaret etti. 231 yıl önce Venezuela tarihinin en önemli isimlerinden General Miranda, Osmanlı topraklarına gelmiş ve Türkiye ile ilgili renkli tasvirler yapmıştı
Osmanlı topraklarını ilk ziyaret eden en üst düzey rütbeli Venezuelalı, General Francisco de Miranda idi. 1750-1816 arasında yaşayan Miranda'dan günümüze mücadelelerinin yanısıra, 24 ciltlik bir külliyat kalmıştır. Bu külliyatın dördüncü cildi ise generalin Türkiye seyahatine dair notlarını ihtiva eder.
MİRANDA'NIN AMERİKA RÜYASI
Miranda, 28 Mart 1750'de bir İspanya sömürgesi olan Caracas'ta doğdu. İspanyol, Fransız ve Rus ordularında görev yaptı. Amerika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığına ve Fransız Devrimi'ne şahit oldu. Miranda, Amerika'nın bir bütün olduğuna, Kolomb'un hatırasına saygı olarak Kolombiya olarak adlandırılması ve birleşik Amerika'nın başkentinin de Panama olması gerektiğine inanıyordu.
İspanyol ve Portekiz sömürgeliğinden kurtulmuş Mississippi Nehri'nden Ümit Burnu'na kadar uzanacak bir bağımsız imparatorluk hayal etmişti. Bu düşüncelerini hayata geçirmek ve Venezuela'nın bağımsızlık kazanması için uzun bir seyahate çıktı. Seyahatleri sırasında hayatının önemli bir parçası haline gelen günlük tutmaktan geri durmadı. Günlükleri 63 cilde ulaşmıştı.
1770'te Caracas'tan İspanya'ya geçti. 1785'te Hollanda, Prusya, Avusturya ve İtalya'yı kapsayan bir Avrupa seyahatine çıktı. 1786'da Türkiye üzerinden Rusya'ya gitti. Miranda'nın bu seyahatlerinde iki temel arayış vardı.
Birincisi, Amerika olarak anılan ve Kolombiya olarak adlandırılacak olan bu yeni ülke nasıl teşkilatlanacaktı. İkincisi ise bu yeni ülkenin bağımsızlığını elde etmesi için hangi devletlerden yardım bulabilirdi.
General Miranda hapishanede.
OSMANLI İMPARATORLUĞU'NA YOLCULUK
General Miranda, seyahatleri esnasında Birinci Abdülhamid'in hükümdarlığı döneminde 1786'da Osmanlı topraklarına ve başkentine de geldi. 3 Temmuz 1786'da İzmir'e geldi ve burada 12 Temmuz'a kadar kaldı. Bu süre zarfında özellikle şehrin iktisadi vaziyeti hakkında bilgi topladı ve gözlemlerde bulundu. Hava şartları yüzünden İstanbul'a ancak 30 Temmuz'da ulaşabildi. 23 Eylül 1786'ya kadar sekiz hafta Osmanlı başkentinde kaldı. İstanbul'da kaldığı günlerde özellikle buranın askerî ve iktisadî durumu hakkında bilgi topladı. Camileri, kahvehaneleri, çarşıları, kütüphaneleri, Boğaz'ı ve mesire yerlerini gezdi, sultanın Cuma Selamlığı'nı seyretti.
Miranda, yalnızca bir asker değil, bunun yanında iyi de bir entelektüeldi. Bu yüzden gezdiği ülkelerle ilgili kitapları da okumayı ihmal etmedi. Osmanlı topraklarını gezerken, daha önce bu imparatorluk ve özellikle İstanbul'la ilgili yazılan kitapları okudu. Gözlemleri sayesinde kitaplarda yazılanların ne kadar doğruları yansıttığını test etme imkânı buldu ve zaman zaman önceki yazarların eserlerini sert bir dille eleştirdi. Mesela Miranda'nın eleştiri oklarına hedef olanlardan biri de kendisi gibi bir asker olan ve bir müddet Osmanlı hizmetinde de bulunan Baron de Tott'du. Fransız asıllı Tott, 1771-1776 arasında Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için hizmet vermiş ve buradaki hatıralarını daha sonra kitaplaştırmıştı.
Tott'un hatıraları hem kısa sürede birkaç baskı yapmış hem de birçok Avrupa diline çevrilmişti.
Miranda da Tott okuyucularından biriydi ve Fransız asker hakkında hatıralarında şu eleştiriyi yapmıştı: "Ülke, âdetleri vs. ile ilgili bazı kitapları ve anıları okudum. Yazarlar bizleri yarı yarıya kandırmışlar, özellikle de Bay de Tott".
General, Tott'u eleştirmesine rağmen Lale Devri'nde İstanbul'a gelen Lady Montegu'nun mektuplarının güvenilir olduğunu söyler.
Osmanlı tarihi için önemli bir kaynak olan d'Ohsson'un Tableau Général de l'Empire Ottoman adlı eserini daha yayınlanmadan önce okuma imkânı buldu. Miranda, kendisi gibi asker olan Humbaracı Ahmed Paşa'nın da hatıralarını okudu ve paşanın Galata Mevlevihanesi haziresindeki mezarını ziyaret etti.
19. yüzyılın başlarında İstanbul.
HAPİSHANEDE ÖLDÜ
Miranda, İstanbul'da bulunduğu süre zarfında özellikle Tersane, Tophane gibi askerî tesisleri ziyaret etti ve top talimlerini bizzat yerinde izledi. Bunları hatıratında ayrıntılı bir şekilde anlatır. Bunun yanında şehirdeki günlük hayata dair de önemli bilgiler verir. General, 23 Eylül 1786'da gemiyle İstanbul'dan ayrıldı ve Rusya'ya gitti. 1787'de Rusya'dan ayrıldıktan sonra İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, Belçika, İsviçre ve İtalya'yı ziyaret etti. Fransız İhtilali'nden birkaç hafta önce Paris'e geçti ve ihtilal olmadan şehirden ayrılarak Londra'ya gitti. Londra'da Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlığı için diplomatik temaslarda bulundu fakat bir netice elde edemedi.
Bunun üzerine Fransa ordusuna katıldı ve burada önemli başarılara imza attı, ancak 1793'te casusluk suçlamasıyla tutuklandı ve 1795'e kadar hapis yattı. 1805'te New York'a gitti.
Bundan sonraki hayatı Amerika'nın bağımsızlığı için mücadeleyle geçti. 1811'de Simon Bolivar ve arkadaşlarıyla Venezuela'nın bağımsızlığını ilan etti. Ancak mücadelede başarıya ulaşamadı ve son nefesini Carraca'da 14 Temmuz 1816'da bir İspanyol hapishanesinde verdi.
Miranda'nın Osmanlı topraklarına neden geldiği hâlâ çözülememiş bir muammadır.
Araştırmacıların önemli bir kısmı generalin Osmanlı İmparatorluğu hakkında istihbarat toplamak üzere özellikle bu rotayı tercih ettiği kanaatindedir.
Generalin bu bilgileri daha sonra gittiği Rus Çariçesi II. Katerina'ya sunmak üzere topladığı tahmin ediliyor.
MİRANDA'NIN MİRASI
Sebastian Francisco de Miranda y Rodriguez Espinoza, kısaca Francisco de Miranda "İlk evrensel Venezuelalı" olarak bilinir. İspanyol Amerikan sömürgelerinin bağımsızlığı yolunda mücadele ettiği için Miranda'nın ismi bugün Venezuela'nın birçok yerinde yaşatılmaktadır. 1896 yılında Venezuelalı sanatçı Arturo Michelena tarafından hayatının farklı dönemleri resmedildi, yapılan Zafer Anıtı'nda Miranda'nın ismi kazındı. 1889'da Venezuela'da Miranda isimli bir eyalet kuruldu. Yine aynı isimli bir Venezuela limanı, Caracas'ta bir metro istasyonu ve bir büyük cadde mevcuttur. Miranda adına daha sonra nişanlar hazırlandı, hayatı "Francisco de Miranda" ve "Miranda'nın Geri Dönüşü" adlı sinema filmlerine konu oldu. Cadiz, Caracas, Havana, Londra, Philadelphia, Patras, Sao Paulo, St. Petersburg ve Fransa Valmy'de Miranda'nın heykelleri vardır.
.
Günümüzde dünyanın en güçlü devleti olan ABD, 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’de ticaret yapabilmek için bir Osmanlı eyaleti olan Cezayir’e haraç vermişti
Osmanlı İmparatorluğu, Barbaros kardeşler sayesinde 16. yüzyılın başlarında Kuzey Afrika'ya hakim oldu.
Cezayir 1516'da, Trablusgarp yani Libya 1551'de, Tunus ise kesin olarak 1574'te Osmanlı topraklarına katıldı.
GARP OCAKLARI
Osmanlı'nın Cezayir, Tunus ve Trablusgarb eyaletlerine "Garb Ocakları" denilir. Türkler bölgeyi çok az bir kuvvetle kontrol etmişlerdi. Ege bölgesindeki Türkler Garb Ocakları'nın insan gücünü sağlarlardı. Garp Ocakları'nın en önde geleni Cezayir'di. Garp Ocakları'nın idaresi diğer eyaletlerden farklıydı.
Beylerbeyi tarafından yönetilen eyaletlerde timar sistemi yoktu. Zaman içerisinde beylerbeylerinin yerini dayı adı verilen askeri idareciler öne çıktı Garp Ocakları'nın en önemli geliri korsanlıktı. Akdeniz'de, Atlas Okyanusu'nda bayrak gösterir, yelken açarlardı. Binlerce kilometre uzaklıktaki Amerika kıyılarından İzlanda'ya kadar her tarafı basarak, büyük korku yaratmışlardı. Avrupalılar'ın arasında birçok Türk reisinin adına şarkılardan halk hikâyelerine kadar birçok yerde rastlanılır.
AMERİKALILAR AKDENİZ'DE
18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu eski gücünü kaybetse de dünyanın en önemli birkaç devletinden biriydi. Aynı dönemlerde yeni bir devlet ise tarih sahnesine çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri, 1783'te bağımsız olmasından sonra dünya sularında faaliyete geçti.
Amerikalılar, 1786'da Fas'la Arapça bir antlaşma yaptılar.
Sultan'dan Amerikan gemilerinin Fas limanlarını kullanmaları iznini aldılar.
Cezayirli deniz gazileri ise 1785'ten itibaren rastladıkları Amerikan gemilerine nefes açtırmıyorlardı. 1785 Temmuz'unda Cadiz açıklarında yakalanan bir ABD gemisi Cezayir limanlarına getirilmişti.
Daha sonraki yıllarda onlarca ABD gemisi Cezayirli deniz gazilerinin eline geçti. ABD Kongresi 1794'te Cezayir'le mücadele için 700 bin dolara yakın bütçe ayırarak, kuvvetli gemiler yapılması için adım attı. Amerikalılar, bu hazırlıkların yanısıra gemilerini kurtarmak için 1795'te Joseph Donaldson başkanlığındaki bir heyeti Cezayir'e gönderdiler.
III. Selim'in hükümdarlığı döneminde Cezayir yöneticileri ABD'yle 5 Eylül 1795'te Türkçe bir antlaşma imzaladılar.
23 sayfalık bir ahidname olan belgenin sonunda Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa'nın mührü ve imzası vardı.
Yıllar önce Mimar Hilmi Şenalp tarafından yeni harflere çevrilen antlaşmanın girişi "İşbu 1795 senesinde hâlâ Amerikan ceziresi eyaletlerine mutasarrıf George Washington namlı Amerikan hakimiyle Ocağımız Cezayir'de sahibü'ddevlet olan Saadetlü Hasan Paşa hazretlerinin reyi ve muzaffer askerlerin ağası, kul kethüdası vesair divan halkı ve bütün askerlerin ileri gelenlerinin ittifakıyla bu sulh-u salahımız metin ve muhkem olup, sabit olmuştur. Bugünden sonra sulhumuza muhalif, mugayir ve bozacak söz kalmamıştır" diye başlıyordu.
ABD, bu antlaşmaya göre Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa'ya 642 bin 500 dolar "haraç" verecek ve her sene 21 bin 600 dolar (12 bin altın) tutarında vergiyi de muntazaman ödeyecekti.
Kongre anlaşmayı 7 Mart 1796'da onayladı. Amerika, bu vergiyi 19. asrın ilk çeyreğine kadar 20 yıldan fazla ödedi.
Daha sonra güçlenen donanması ve askeri gücü sayesinde haraç ödemekten kurtuldu.
.15 Ekim 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
ABD, Osmanlı eyaleti Cezayir’e haraç vermişti
Günümüzde dünyanın en güçlü devleti olan ABD, 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’de ticaret yapabilmek için bir Osmanlı eyaleti olan Cezayir’e haraç vermişti
Osmanlı İmparatorluğu, Barbaros kardeşler sayesinde 16. yüzyılın başlarında Kuzey Afrika'ya hakim oldu.
Cezayir 1516'da, Trablusgarp yani Libya 1551'de, Tunus ise kesin olarak 1574'te Osmanlı topraklarına katıldı.
GARP OCAKLARI
Osmanlı'nın Cezayir, Tunus ve Trablusgarb eyaletlerine "Garb Ocakları" denilir. Türkler bölgeyi çok az bir kuvvetle kontrol etmişlerdi. Ege bölgesindeki Türkler Garb Ocakları'nın insan gücünü sağlarlardı. Garp Ocakları'nın en önde geleni Cezayir'di. Garp Ocakları'nın idaresi diğer eyaletlerden farklıydı.
Beylerbeyi tarafından yönetilen eyaletlerde timar sistemi yoktu. Zaman içerisinde beylerbeylerinin yerini dayı adı verilen askeri idareciler öne çıktı Garp Ocakları'nın en önemli geliri korsanlıktı. Akdeniz'de, Atlas Okyanusu'nda bayrak gösterir, yelken açarlardı. Binlerce kilometre uzaklıktaki Amerika kıyılarından İzlanda'ya kadar her tarafı basarak, büyük korku yaratmışlardı. Avrupalılar'ın arasında birçok Türk reisinin adına şarkılardan halk hikâyelerine kadar birçok yerde rastlanılır.
AMERİKALILAR AKDENİZ'DE
18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu eski gücünü kaybetse de dünyanın en önemli birkaç devletinden biriydi. Aynı dönemlerde yeni bir devlet ise tarih sahnesine çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri, 1783'te bağımsız olmasından sonra dünya sularında faaliyete geçti.
Amerikalılar, 1786'da Fas'la Arapça bir antlaşma yaptılar.
Sultan'dan Amerikan gemilerinin Fas limanlarını kullanmaları iznini aldılar.
Cezayirli deniz gazileri ise 1785'ten itibaren rastladıkları Amerikan gemilerine nefes açtırmıyorlardı. 1785 Temmuz'unda Cadiz açıklarında yakalanan bir ABD gemisi Cezayir limanlarına getirilmişti.
Daha sonraki yıllarda onlarca ABD gemisi Cezayirli deniz gazilerinin eline geçti. ABD Kongresi 1794'te Cezayir'le mücadele için 700 bin dolara yakın bütçe ayırarak, kuvvetli gemiler yapılması için adım attı. Amerikalılar, bu hazırlıkların yanısıra gemilerini kurtarmak için 1795'te Joseph Donaldson başkanlığındaki bir heyeti Cezayir'e gönderdiler.
III. Selim'in hükümdarlığı döneminde Cezayir yöneticileri ABD'yle 5 Eylül 1795'te Türkçe bir antlaşma imzaladılar.
23 sayfalık bir ahidname olan belgenin sonunda Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa'nın mührü ve imzası vardı.
Yıllar önce Mimar Hilmi Şenalp tarafından yeni harflere çevrilen antlaşmanın girişi "İşbu 1795 senesinde hâlâ Amerikan ceziresi eyaletlerine mutasarrıf George Washington namlı Amerikan hakimiyle Ocağımız Cezayir'de sahibü'ddevlet olan Saadetlü Hasan Paşa hazretlerinin reyi ve muzaffer askerlerin ağası, kul kethüdası vesair divan halkı ve bütün askerlerin ileri gelenlerinin ittifakıyla bu sulh-u salahımız metin ve muhkem olup, sabit olmuştur. Bugünden sonra sulhumuza muhalif, mugayir ve bozacak söz kalmamıştır" diye başlıyordu.
ABD, bu antlaşmaya göre Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa'ya 642 bin 500 dolar "haraç" verecek ve her sene 21 bin 600 dolar (12 bin altın) tutarında vergiyi de muntazaman ödeyecekti.
Kongre anlaşmayı 7 Mart 1796'da onayladı. Amerika, bu vergiyi 19. asrın ilk çeyreğine kadar 20 yıldan fazla ödedi.
Daha sonra güçlenen donanması ve askeri gücü sayesinde haraç ödemekten kurtuldu.
.22 Ekim 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Katalanlar, 303 yıl önce de özerkliklerini kaybetmişti
11. yüzyılda kurdukları Aragon Devleti 15. yüzyılda Kastilya’yla birleşince Katalanlar devletlerini kaybetmişti. 1640’ta bağımsızlık isyanı başlatan Katalanlar 1659’da özerklik aldı. 11 Eylül 1714’te ise özerklikleri sona erdi
İspanya, İber yarımadasını Portekiz ile paylaşan bir ülkedir. İspanyollar, genel olarak Latin ve Katolik bir millettir. Bununla beraber, bölge tarih boyunca çok fazla istila ve göçe maruz kaldığından ülke genelinde farklı azınlıklar değişik etnik gruplar da bulunmaktadır. İspanya'nın manası hakkındaki yaygın kanaat, kelimenin İber dilinden türediği ve "Batı dünyasının şehri" anlamına gelen Hispalis'ten türediğidir.
İSPANYA'DA İSLAM HAKİMİYETİ
Romalılar, Kartacalılar'ı II. Pön Savaşlarında mağlup ettikten sonra, İber Yarımadası'nı tedricen fethetti. Roma'nın zayıflamasından sonra İspanya, Germen kavimlerinin istilasına maruz kaldı. Germen kabileleri zamanla, yerli Latin halkla kaynaşıp, onların örf ve ananelerini benimsedi.
711'de Emeviler Tarık Bin Ziyad önderliğindeki İslam Orduları yaklaşık 5 yıllık bir süreçte bütün İspanya'yı fethetti. Bölgede 1492'ye kadar sürecek İslam hakimiyeti başladı. Bu fetihlere tek direniş gösterebilen bölge İber Yarımadası'nın kuzeybatısındaki Galisyalılar oldu. Bölgede Covadonga Savaşı'nın neticesinde Asturias Krallığı kuruldu. Daha sonra İspanya'nın kuzeybatısında Asturias Krallığı'nın devamı olarak Leon Krallığı kuruldu.
1641'deki Katalan isyanı.
KATALANLAR'IN DEVLETİ
Kastilya Krallığı, Leon Krallığı ile beraber ortaya çıkmış bir devletti. Kelime anlamı "Kale" olan ve devlet armasında bu figürü kullanan Kastilya Krallığı İspanya'nın merkezinde ortaya çıkmıştı. Kastilyalılar, Leon Krallığı'yla beraber, Endülüs Müslümanları'na karşı savaştı. 1126'da tahta çıkan VII. Alfonso döneminde, İspanya'daki Hristiyan devletlerin çoğu Kastilya şemsiyesi altında birleştiler. Bu dönemde bütün amaç "Reconquista" idi. "Reconquista" İspanya'da Hristiyanlar'ın ülkeyi Müslümanlar'dan geri almak için yaptıkları savaşların adıdır.
11. yüzyılda Katalonya'nın öncüsü sayılan Aragon Krallığı ortaya çıktı. Aragon, bayrağı sarı kırmızı çizgilerden müteşekkil olup, bu bayrak günümüzde Katalan ve Valensiya Özerk bölgelerinin kullandığı bayrakların kökeni Aragon bayrağıdır. Günümüzde İspanyol Devlet armasında bulunan dört bayraktan biri de yine Aragon bayrağıdır. 1469'da Aragon Kralı II. Fernando ile Kastilya Kraliçesi I. İsabella, Müslümanlar'ı İspanya'dan tamamen atmak için evlendiler. Bu evlilikle İspanya tahtı birleşti. 1492'de Gırnata'yı ele geçirerek İber Yarımadasındaki Müslüman varlığına son verdiler. Bu dönemde Kolomb Amerika'yı keşfetti.
II. Fernando ve I. İsabella Kolomb'u kabul ediyor.
KATALAN İSYANI
16. yüzyılda tahta geçen Şarlken zamanında İspanya dünyanın en önemli devletlerinden biri oldu. Ancak 17. yüzyılda eski gücünü kaybetti. 30 Yıl Savaşları'nda İspanyollar, Fransız orduları karşısında başarısız oldular. 1640'tan itibaren Katalonya bölgesinde Fransız destekli büyük bir çiftçi isyanı patlak verdi. 16 Ocak 1641'de Katalan bir avukat olan Pau Claris i Casademunt önderliğinde 1652'ye kadar devam edecek bir Katalan Cumhuriyeti kuruldu. 1659'da imzalanan Pirene Antlaşması ile Katalanlar'a, özel haklar tanındı, Roussilion ve Valelspir'in yer aldığı bölge Kuzey Katalonya olarak Fransa'ya bırakılırken güney Katalonya ise İspanya hakimiyetinde kaldı. Katalanlar için bu antlaşmanın önemi ülkenin tarihsel sınırlarının çizilmesiydi.
Katalonya meselesi, 18. yüzyılın başlarında İspanyol Veraset Savaşları ile yeniden alevlendi. V. Felipe'nin iktidarına karşı Avusturyalılar'la beraber çarpışan Katalanlar, 1713 Utrecht Antlaşması sonrasında, 11 Eylül 1714'te Barcelona'yı V. Felipe'ye teslim ettiler. Bu olay hem İspanyol Veraset Savaşları'nın sonu hem de Katalan özerkliğinin sonuydu.
İspanya'da 1873'te Kral Amadeo'nun tahttan çekilmesi, ülkeyi büyük bir krizin içine soktu ve Estanislao önderliğindeki federal cumhuriyetçiler ülkede bir cumhuriyet kurdular. Bu federal cumhuriyetin bir parçası da Katalonya'ydı. Katalan cumhuriyetinin başında bulunan isim ise Baldomer Pastau i Plat idi. Ancak hem İspanyol Cumhuriyeti'nin hem Katalan federe cumhuriyetinin ömrü kısa oldu. 1874'te Burbon hanedanı ülkede yeniden krallık rejimini ihdas etti.
İSPANYOL İÇ SAVAŞI
1936-1939 arasındaki İspanyol iç Savaşı sırasında Katalonya savaşın en önemli meselelerinden biriydi. 1931'de ülkedeki askeri yönetim ve krallık sona erdirilerek cumhuriyet kuruldu. Daha sonra İspanya'da Milliyetçi-Kralcılar ile Solcu Cumhuriyetçiler arasında iç savaş çıktı. Bu savaşta Katalonya, Cumhuriyetçilerin kalesi oldu.
İç savaştan sonra yönetimi elinde tutan General Franco döneminde Katalan özerkliği sona erdi. İspanya tam merkeziyetçi bir devlete dönüştü. Franco'nun ölümünden sonra 1978'de yapılan yeni anayasa teknik olarak üniter de olsa 17 yeni bölgesel yönetim kuruldu ve Generalitat de Catalunya adıyla Katalonya'ya çok geniş bir otonom verildi. Günümüzde ise Katalanlar özerklikle yetinmeyip, bağımsızlık istiyorlar.
.29 Ekim 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Atatürk Cumhuriyet’e ilanından 4 yıl önce karar vermişti
Atatürk, ilk subaylık yıllarından itibaren çöken imparatorluk için çarenin yeni bir Türk devleti kurmak olduğunu ifade etmiş ve Cumhuriyet’in ilanından dört yıl önce hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını yakın çevresine söylemişti
Osmanlı'nın son döneminde çöken devlete çare bulmak için yönetim şeklinin değişmesi yönünde fikirler ortaya çıkmıştı. Bunlar arasında Meşrutiyet en kabul edileniydi.
Subaylar, üniversite öğrencileri yaptıkları toplantılarda Meşrutiyet idaresini İkinci Abdülhamid'e nasıl kabul ettireceklerini tartışıyorlardı.
DAVA YENİ BİR TÜRK DEVLETİ
O dönemde genç bir subay olan Mustafa Kemal 1906'da Beyrut'ta arkadaşlarıyla birlikte yaptığı toplantılardan birinde "Dava yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır" demişti. İttihad Terakki Cemiyeti'nin Meşrutiyet'in ilanı için Rumeli'de uğraştığı günlerde 1907'de Karaferye'de görüştüğü sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a fikirlerini şöyle ifade etmişti: "Meşrutiyet köhneleşmiş insicamını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu'nun gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmak, düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine ihtilal idaresi kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır".
1919'DA CUMHURİYET FİKRİ
İttihad Terakki Cemiyeti, 1908'de Meşruti yönetimi tekrar yürürlüğe soktu. 1909'da İkinci Abdülhamid'i tahttan indirdi. Yönetimi ele aldıklarında imparatorluk 5 milyon kilometrekare civarındaydı. İttihadçılar, vatanseverdiler, iyi niyetliydiler. Çöken imparatorluğu kurtarmak istiyorlardı. Ancak genç, tecrübesiz ve hayalperesttiler. Bu yüzden 10 yıl olmadan imparatorluk toprakları inanılmayacak ölçüde küçüldü. Milli Mücadele başlamasaydı Sevr Antlaşması'yla 300 bin kilometrekare civarında bir toprak bırakılan Türk milleti, Anadolu'da tarih sahnesinden çekilmiş Hititler, Frigler, Lidyalılar, Urartular gibi milletlerden birisi olacaktı.
Mustafa Kemal'in liderliğindeki Milli Mücadele Türk milletini tekrar ayağa kaldırdı ve milletimiz esaret altına girmedi.
Milli Mücadele'nin başarıya ulaşmasından sonra hükümet şekli tartışılmaya başlamıştı.
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'in ilanından çok önce Cumhuriyet fikrini benimsemişti.
Nitekim Erzurum Kongresi'nden üç gün önce 20 Temmuz 1919'da yanında bulunan Mazhar Müfit'in (Kansu) "Milli mücadelenin muvaffakiyete ulaştığı takdirde hükümet şekli olarak ne düşünüyorsunuz?" şeklindeki sorusuna:
"Şekl-i hükümet zamanı geldiğinde Cumhuriyet olacaktır" cevabını vermişti. Ancak Milli Mücadele'nin yeni başladığı bir dönemde bu fikrini açıkça ifade etmesinin sıkıntı yaratacağını bildiğinden dolayı Mazhar Müfit'e konuştuklarından kimseye bahsetmemesini söylemişti.
Mazhar Müfit Atatürk'le aralarındaki bu konuşmayı "Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber" isimli eserinde anlatır.
29 Ekim1923'te Meclis'te anayasanın birinci maddesi, "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.
İdare şekli halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır. Türkiye Devleti'nin yönetim şekli Cumhuriyet'tir" şeklinde değiştirilince Atatürk'ün dört yıl önce ifade ettiği hedefi gerçekleşmişti.
CUMHURİYET'İN İLANINA MUHALEFET EDENLER
Cumhuriyet'in ilanı ülkenin her tarafında sevinçle karşılanırken İstanbul basınından bazı yazarlar, acele edildiğini söylemişlerdi. Bengül Salman Polat ve Nurettin Güz araştırmalarında Cumhuriyet'in ilanının basına yansımaları ve kutlamalar incelenmiştir.
Velid Ebüzziya, Tevhid-i Efkâr Gazetesi'ndeki 30 Ekim tarihli yazısında "Cumhuriyet'in ilanının aceleye getirildiğini" yazdı. Ertesi günkü "Efendiler devletin adını taktınız, işleri düzeltebilecek misiniz?" yazısında da ise "Haftalardan beri cumhuriyet cumhuriyet diye tebeyyün-i devlet icra eyleyeceğiz diye çırpınan ve sütun sütun yazılarla herkesin kafasını şişiren efendiler, Celal Nuri ve Ağaoğlu Ahmet beyler nihayet emellerine nail oldular... Eğer dün ilan edilen cumhuriyetin erkân ve mensubu bunu yapabileceklerinden emin iseler, biz de kendilerine öyle ise cumhuriyetiniz mübarek olsun efendiler diyoruz" diyerek muhalefetine devam etmişti.
Tanin Gazetesi'nden Hüseyin Cahit Yalçın, şöyle yazmıştı: "Meclis-i Mebusan'da alkışlarla kabul dışarıda toplarla ilan ettiğimiz Cumhuriyetin yaşamasını sahiden istiyor muyuz.?
İstiyorsak her şeyden evvel şunu bilmeliyiz ki Cumhuriyet alkışla, dua ile, şenlik ve şehr-i ayininle yaşamaz .. Cumhuriyet ancak iyi idare ile, cumhuriyete layık olmakla yaşar. Cumhuriyet tılsım değildir... Ben cumhuriyetçiyim. En yüksek idare şeklinin cumhuriyetten başka bir şey olamayacağına kaniyim... Esas itibarıyla mevcut olan cumhuriyetin yalnız ilan tarzı ve tespitinin biraz garip olduğunu da söylemek borcumuzdur..." Ahmet Emin Yalman ise Vatan Gazetesi'nde "Bir saat içinde devlet şeklinin müzakere ve değiştirilmesine ait başka bir misale tarihin hiçbir kısmında tesadüf etmek mümkün değildir. Bize kalırsa müzakereye lüzum bile olmasa bahis biraz uzatılmalı, anayasanın ayaküstünde tadil edildiği hissi verilmemeliydi" demişti.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ MESUT VE MUZAFFER OLACAKTIR
Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet'le ilgili yasal düzenlemenin yapılmasının ardından Meclis kürsüsünden milletvekillerine hitap etmişti: "Muhterem arkadaşlar!
Bütün dünyayı saran fevkalade hadiseler karşısında, muhterem milletimizin gösterdiği hakiki uyanışın kıymetli bir vesikası olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'muzun (anayasamızın) bazı maddelerini genişletmek için özel bir kurul tarafından yüce heyetinize teklif edilen kanun tasarısının kabulü münasebetiyle yeni Türkiye Devleti'nin zaten bütün dünya tarafından bilinen ve bilinmesi gereken mahiyeti uluslararası kabul edilmiş bir ünvanla anılmaya başladı.
Bunun tabii bir neticesi olarak bugüne kadar doğrudan doğruya Meclisimizin reisliği hizmetinde bulundurduğunuz arkadaşınıza şimdi de reisicumhur unvanıyla yine bu aciz arkadaşınıza (Estağfurullah, hakkınızdır sesleri). Tunalı Hilmi Bey: "Gazi arkadaşımız".
Gazi Paşa devamla: iltifat buyurdunuz.
Bu yüzden şimdiye kadar birçok defa hakkımda göstermiş olduğunuz muhabbet, samimiyet ve itimadı bir defa daha göstermekle yüksek kadirşinaslığınızı ispat etmiş oluyorsunuz.
Bundan dolayı yüce heyetinize bütün samimiyetimle teşekkürlerimi arz ederim (Estağfurullah, Allah başarılar versin sesleri)....
Milletin teveccühünü daima dayanak kabul ederek hep beraber ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut ve muzaffer olacaktır (şiddetli ve sürekli alkışlar).
.05 Kasım 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
İstanbul otomobil ile 112 yıl önce tanıştı
Yerli otomobil rüyamız Osmanlı’dan bu yana hep gündemimizde oldu. Bugün hayatımızın vazgeçilmezlerinden olan otomobille çeşitli yasaklamalardan sonra İstanbul sokaklarında ilk kez 112 yıl önce tanışmıştık. Romanya prenslerinden Bisko 1905 yazında özel izinle İstanbul’a otomobiliyle gelmişti
Osmanlı İmparatorluğu'na otomobili ilk defa kimin, ne zaman getirdiği, efsanelerin farklılığı ve de çokluğuna rağmen, hâlâ bir muammadır. Dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi'de 1832'de buharlı arabaya dair bir habere yer verildi. İlk zamanlarda otomobil için Latince karşılığının biraz değiştirilmiş hâli olan "zâtü'lhareke araba" kelimesi kullanıldı. Fakat sonraki yıllarda bu vasıta için önce "otomobil arabası" ve nihayet "otomobil" kelimesi kullanıldı.
1861'de Lamore ve Garaçino adlı iki müteşebbis buharlı arabanın getirilmesi için Osmanlı hükümetine resmî müracaatta bulundu. Ancak bir netice çıkmadı.
Viyana'dan İstanbul'a gelen Walter, Ahmet İhsan Bey ile Sedat Lütfi Bey.
II. ABDÜLHAMİT'İN ARABA MERAKI
Osmanlı başkentine buharlı arabalar getirilemese de elektrikli arabalar erken sayılabilecek bir tarihte İstanbul'a getirildi. Bu durumda II. Abdülhamid'in Avrupa'daki bu tür gelişmeleri yakından takip etmesinin etkisi büyüktü.
1888'de Sultan II. Abdülhamid için ilk elektrikli otomobilin İstanbul'a getirilmesi gündeme geldi. The Engineer Dergisi'nde II. Abdülhamid için İngiltere'de hazırlanan elektrikli araba hakkında ayrı bir bölüm ayrılmış ve arabanın mühendisleri ile birlikte bir de fotoğrafına yer verilmişti. II. Abdülhamid'in bu tür otomobillere ilgisi sonraki yıllarda da devam etti. 1895'te Paris Elçisi Yusuf Ziya, Yıldız Sarayı'na Fransa'nın en önemli otomobil markası Peugeot ve Panhard&Levassor'un kataloglarını gönderdi. Paris Elçisi Salih Münir, Mart 1899 tarihli raporunda padişah adına biri büyük biri ise küçük olmak üzere iki adet elektrikli otomobil sipariş ettiğini bildirmişti.
Enver Bey, zırhlı bir otomobilin önünde.
BENZİNLE ÇALIŞAN OTOMOBİLLER
Osmanlı topraklarında bir süre sonra benzinle çalışan otomobillerin işletilmesine dair ilk talep 1903'te Midilli için geldi. Benzinle çalışan otomobillerin İstanbul'da kullanılmasına dair ilk talep de yine aynı yıl içinde yapıldı. Hat açılmak istenen yer Kartal-Yakacık arası idi. Ancak Bakanlar Kurulu 1904'te Midilli'de, Balıkesir-Bandırma ve Kartal- Yakacık arasında benzinli otomobillerin işletilmesine dair imtiyaz taleplerinin tamamına olumsuz cevap verdi.
Galata Köprüsü'nde Otomobil ve Tramvay.
GAZLA ÇALIŞAN OTOMOBİLLER
İstanbul'da benzinli otomobilin işletilmesine resmi izin verilmese de 1904'ten itibaren Osmanlı başkentinde "gaz motoruyla müteharrik otomobil arabaları" boy göstermeye başladı. Şaanfeld isimli bir Avrupalı, 1904'te temsilcisi bulunduğu Almanya'nın Gödel kumpanyası adına gaz motoruyla çalışan bir otomobilin İstanbul'a getirilmesi için müracaat etti. Başka müracaatlar da oldu. Gazlı otomobillerle ilgili artarda gelen bu müracaatlara nasıl cevap verileceği konusunda Osmanlı idarecileri başlangıçta mütereddit kaldılar. Zira daha önce yürürlüğe giren düzenlemelerde yalnızca elektrikli araç gereçlerin ülkeye sokulması yasaklanmış, buna mukabil gazlı araç gereçlere dair kanunlarda bir düzenleme yapılmamıştı. Bu yüzden gazlı otomobillerle ilgili müracaatlara cevap vermeden önce farklı daireler arasında yoğun bir yazışma trafiği yaşandı, ancak müracaatlara kesin bir cevap verilemedi. Bunun üzerine müracaat sahipleri, bir an evvel cevap verilmesi için bir taraftan baskıları artırırken, diğer taraftan da mahkemeye gidecekleri tehdidinde bulunmaya başladılar.
Fransa elçiliğinin de araya girmesi üzerine konu Osmanlı yönetimi tarafından etraflıca ele alındı ve "İstanbul yolları bu gibi gaz ile çalışan arabaların kullanılmasına müsait olmadığından bu arabanın mahalline" iade edilmesi yönünde karar verildi. Bu kararla birlikte gazla çalışan otomobillerin de İstanbul'a girmesi yasaklandı.
1892 (Birinci üstte) ve 1906 (İkinci üstte) model otomobil örnekleri.
PRENS ÖZEL İZİNLE GELDİ
Osmanlı başkentinde II. Abdülhamid adına getirilen otomobiller haricinde hem elektrikli hem de gazlı arabaların kullanılması yasaklanmıştı. Ancak Romanya prenslerinden Bisko'nun, 1905 yazında İstanbul üzerinden Avrupa'ya otomobiliyle geçme müsaadesi istemesi üzerine, izin verildi.
Robert Jefferson ise Sırbistan ve Bulgaristan'ı geçtikten sonra Sofya üzerinden Osmanlı topraklarına girdi. Osmanlı topraklarında herhangi bir engelle karşılaşmaması için İngiltere elçiliği resmi bir müracaatta bulundu. Gerekli izinler verildikten sonra Edirne Vilayeti'ne, Çatalca Mutasarrıflığı'na, Zabtiye Nezareti'ne ve Belediye'ye Jefferson'a geçtiği yerlerde müdahale edilmemesi yönünde yazılar gönderildi. Ayrıca idarecilerden Jefferson konusunda dikkatli olmaları, hareketlerini yakından takip etmeleri ve anormal bir durum hissedilirse bunun hemen bildirilmesi de emredildi.
Jefferson, 4 Kasım 1905'te Çatalca'dan geçti, fakat burada durmadı ve kasabadan o kadar hızlı geçti ki durdurmak dahi mümkün olmadı. Bunun üzerine Çatalca Mutasarrıflığı durumu İçişleri Bakanlığı'na 5 Kasım 1905 tarihli şu yazıyla haber verdi: "Dün saat on sıralarında Büyükçekmece'den otomobil ile İstanbul'a doğru iki ecnebi gitmekteydi fakat çok hızlı geçtiklerinden durdurulup hüviyetlerinin sorulması mümkün" olmamıştır. Jefferson, Büyükçekmece üzerinden İstanbul'a giriş yaptıktan sonra Beyoğlu'ndaki Pera Palas Oteli'ne yerleşmişti.
Buharlı Araba Örnekleri.
OSMANLI BASININDA OTOMOBİL HABERLERİ
1906'ya gelindiğinde artık Osmanlı basını da giderek günlük hayata girmeye başlayan otomobillerle ilgili haberlere yer vermeye başladı. Mesela Sabah'ın 6 Ocak 1906 tarihli nüshasında "Otomobille Seyahat" başlıklı haberde seyyah Mösyö Galide'nin otomobil ile dünya seyahatine çıktığı haber yapıldı. Yine bu anlamda Sabah'ın 12 Ekim 1906 tarihli "Otomobille Hırsızlık", 25 Kasım 1906 tarihli "Otomobil Kazası", 29 Kasım 1906 tarihli "Otomobille Kutup Seyahati", 3 Aralık 1906 tarihli "Otomobil Yarışları" 15 Aralık 1906 tarihli "Otomobil Yolu" başlıklı haberleri Avrupa ve Amerika'daki otomobillerle ilgili gelişmeleri bildirdiğinden Osmanlı toplumunda da otomobile karşı ilgiyi artırmış, bu ilgi aynı yıllarda İstanbul sokaklarında az da olsa görülmeye başlayan otomobillerle birlikte daha da perçinlenmişti. Osmanlı gazetelerinde otomobille ilginç haberlere de yer verilmeye başlanmıştı. Sabah'ın 13 Şubat 1906 tarihli nüshasında "Otomobil İle Kız Kaçırmak" başlıklı bir yazı çıkmıştı: "Otomobil ile kız kaçırmak şu günlerde Avrupa'da moda haline gelmiştir. Şimdiye kadar Fransa'da birçok kız aşıkları ile otomobillere binerek kaçmışlardır...".
1950 yılına ait Akşam Gazetesi'nde İstanbul Sokaklarında İlk Otomobil Karikatürü.
.12 Kasım 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Defineciler 319 yıl önce Tokat’ta dağı delmişti
Tokat’ta 1698’de yüzlerce kişinin katıldığı büyük bir define avı başladı. Ancak bir netice çıkmayınca “Rüyamda iki kral hazinesi buldum” diyerek halkı ve devleti boşu boşuna uğraştıran kişiye üç yıl kürek çekme cezası verildi
Mersin'in Tarsus ilçesinde esrarengiz kazı günlerce gündemi meşgul etti.
Ne arandığını bilmiyoruz.
Ancak tarihte de birçok defa kamuoyunun bütün dikkatlerini üzerine toplayacak şekilde günlerce define arandığı olmuştu.
DEFİNE ARAMAYA İZİN ŞARTI
Osmanlı Devleti'nde define aramak isteyenler, yönetimden izin almak zorundaydılar.
İzin alan defineciler, kazacakları bölgenin dışına çıkmamak şartıyla devlet görevlilerinin de katılımıyla kazı yaparlardı.
Gizlice veya tesadüfen define bulanlar, tespit edilirse hapsedilip, bulduklarına da el konulurdu.
İkinci Viyana Kuşatması öncesinde, Mart 1683'te bugün Bulgaristan'da bulunan Filibe'ye üç saatlik yerde Çırpan Pınarı isimli yerde define vardır diye, bir Filibeli padişaha iki defa dilekçe vermişti. Üçüncü teşebbüsünde belki doğru söylüyordur diye yanına adamlar verilip, gösterdiği yerde 20 gün boyunca 500'er kişiyle araştırma yapıldı.
Ancak zerre kadar altın bulunamadı.
Dördüncü Mehmed Filibe'ye geldiği zaman defineci iki yıl kürek cezasına çarptırıldı.
Ancak bir kişi daha aynı yerde define vardır, bir tarihte şeyhimle birlikte bu yere girdim diye geldi. Aklı başına gelsin diye sadrazamın çadırının önünde 140 sopa vuruldu.
YÜZLERCE TOKATLI DEFİNE ARADI
Bu define macerasının üzerinden 15 sene geçmişti ki, bu sefer Anadolu'nun önemli merkezlerinden Tokat'tan bir haber geldi. Dönem Viyana bozgunu yıllarıydı ve tahtta da Dördüncü Mehmed'in oğlu İkinci Mustafa vardı. Tokat'tan İstanbul'a gelen habere göre bir gayrimüslim Tokat yakınlarındaki bir dağda iki kâfir padişahının hazinesini rüyasında gördüğünü iddia ederek, ortalığı ayağa kaldırmıştı.
Osmanlı yönetimi İstanbul'dan bir baltacıyı Tokat'a gönderdi. Baltacı İsmail Ağa'nın nezaretinde 40 gün 50'şer taşçı, 100'er ırgat, gayrimüslimin hazinenin bulunduğu yerin kapısının, dağın kıblesi tarafında olduğunu haber verdiği için o tarafı kazdılar. Ancak bir şey bulunamadı.
Bunun üzerine defineci dağın dört tarafında kapıları vardır demesiyle dağın dört tarafı günlerce kazıldı, kayalar kırıldı.
İş zıvanadan çıkınca Sivas Valisi İsmail Paşa duruma el koydu. Hatası olanları azarladıktan sonra padişah emri gereğince üç gün daha kazı yapılmasına emretti.
Bunun üzerine üç gün 10'ar taşçı, 30'ar ırgatla kazıya devam edildi. Daha sonra Tokat ahalisinden büyük bir kalabalıkla define arandı. Ancak hazine olabileceğine dair ize rastlanmadı. Bunun üzerine kazılardan vazgeçilmesi için ferman geldi.
Ancak defineci gördüğü rüya üzerine ısrar ve yeminlerle Tokat'ta bir zaviyenin bahçesinin içinde olan mezarının ortasında bir kazan altın ve dört köşesinde birer küp altın gömülü olduğunu iddia etti. Bunun üzerine o bina tahrip edilip, su çıkıncaya kadar kazıldı. Yine hazine olduğuna dair herhangi bir ize rastlanamadı. Hazine aramaktan vazgeçildi. Buna rağmen, meseleye nezaret eden İsmail Ağa, halktan konuyla ilgili isteklerde bulunmak kastıyla, define bulunması konusunda merkeze yanlış bilgi vererek, tekrar kazı yapılması için ferman alıp, halka baskı yaptı. Ahali ferman gereğince kazılara devam etti, ancak yine bir şey bulunamadı.
FERMANLA YASAKLANDI
Bu gelişmeler üzerine İsmail Ağa'nın ahaliye zulmünün önlenmesi hakkında emir verilmesi için Tokat Müftüsü Yusuf başta olmak üzere şehrin ileri gelen müderrisleri, şeyhleri, imamları, hatipleri, vaizleri ortak bir dilekçe kaleme alarak, İstanbul'a gönderdiler. Ayrıca Tokat Kadı vekili Salih de durumu anlatan bir dilekçe göndermişti.
Bunun üzerine merkezden İsmail Ağa'ya define aramaya son vermesi, definecinin kaçırılmaması ve halktan mal topladıysa bu durumun tahkik edilerek merkeze bildirilmesi istendi. Bu işleri ortaya atan gayrimüslim defineci ise Tersane zindanında üç yıl kürek çekmekle cezalandırıldı.
.19 Kasım 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Ucuz et Osmanlı’nın DEVLET POLİTİKASIYDI
Osmanlı döneminde yöneticilerin en dikkat ettiği meselelerden birisi İstanbul’un et ihtiyacının temini ve etin devletin belirlediği fiyatın üzerinde satılmamasıydı. Birinci Abdülhamid bir emrinde “Her şeyden önemli olan et ve ekmektir” demişti
Et fiyatlarının artması karşısında Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ucuz et satışına başladı.
Osmanlı döneminde de et ve ekmeğin piyasada ucuz fiyatla temin edilebilmesi devletin en önemli politikasıydı.
PAZARDA SIKI TEFTİŞ
Osmanlı yönetimi halkın mağdur olmaması için yiyecek maddelerini pazara gelene kadar bütün aşamalarda denetim altında tutardı. Hiç kimse malını devletin belirlediği fiyatın üzerinde satamazdı.
Piyasada satılan malların denetlenmesi padişahın vekili olan veziriazamların en önemli görevlerinden birisiydi. Bu yüzden veziriazamlar çarşamba günleri konaklarındaki divan toplantısının ardından, yanlarına İstanbul kadısı ile muhtesibi (zabıta müdürü) alarak esnafı denetler, karaborsacılık yapan, pahalı mal satan ve kalitesiz mal üreten esnafı cezalandırırdı.
Esnaf denetimini zaman zaman bizzat padişahların yaptığı da olurdu. Padişahlar tebdil-i kıyafetle esnafı teftiş ederlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda en fazla kontrolü yapılan iki ürün ekmek ve et idi. Nitekim Sultan Birinci Abdülhamid (1774-1789), devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir emirde, "Her şeyden önemli olan et ve ekmektir" demekteydi. 19. yüzyıldan önce en revaçta olan et, koyun etiydi. Tavuk eti de sofraların bir başka çeşidiyken, dana eti hemen hemen hiç kullanılmazdı.
Osmanlı döneminde bir kasap.
PAHALI SATANA CEZA
Et mevsimine ve ayına göre fiyatlandırılır, kışın pahalı yaz aylarında ucuz olurdu.
Mayıs-Haziran ile Eylül-Ekim ve Kasım'da 1 kilosu bir akçe, Temmuz-Ağustos aylarında 1 kilo 200 gramı 1 akçe, Aralık'tan Mayıs ayının sonuna kadar ise 850 gramı 1 akçeye satılırdı. Keçi eti koyun etinden ucuz olurken, en pahalısı kuzu etiydi. Keçi ve koyun etleri ayrı ayrı satılır, karıştıran olursa kadı tarafından cezalandırılırdı. Devletin tayin ettiği fiyattan yüksek satanlar ile eksik tartanlar sattıkları etin her 5 gramına 1 akçe ceza verirlerdi.
Osmanlı döneminde uygulanan kanunlarda et ile ilgili kısımda şunlar yer alırdı:
"Kasaplar koyun ve keçi etini ayırt etmeli ve birbirine karıştırılmamalıdır. Narh üzerinden muamele yapmalı ve et fiyatlarını fazla veya eksik göstermemelidirler. Keza koyun ve diğer hayvanların kesiminde besiliyi ayırıp, zayıf ve işe yaramayanı kesmemelidirler.
Halka et yetiştirmekte nazlanan ve bahaneler bulan kasabın tutuklanması lazım gelir. Kasabın müşteriye iyi davranması ve hayvanın neresinden et istiyorsa o kısmından vermesi, türlü bahaneler bulmaması lazımdır. Şayet konulan narhtan fazla fiyat üzerine etini satarsa mahkeme kendisine ceza verdikten gayri ayrıca her yarım kilo et karşılığı bir akçe ceza alınır".
.26 Kasım 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Türk-Rus ilişkileri tarihi: Bir savaştık bir barıştık
Rusya ile Osmanlı arasındaki dostlukla başlayan ilişkilerin önemli bir dönemi savaşlarla geçti. Ancak Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa tehlikesi yüzünden 1799 ve 1833’te iki defa Rusya ile ittifak kurmuştuk
Napolyon Bonapart, 1797'de Avusturya'yı dize getirip, Dalmaçya sahilleri ile stratejik adaları Fransa topraklarına kattı. Ancak Napolyon'un son zaferiyle Balkanlar'a el atması ve Akdeniz'i Fransız gölü haline getirmeye hazırlanması, hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorluğu için kabul edilemez bir meydan okumaydı.
İLK RUS İTTİFAKI
Rusya, bu şartlar altında İstanbul'a General Tamara'yı elçi olarak gönderdi. General Tamara, İstanbul'a gelir gelmez, Rusya'nın varlığı kendisi için çok gerekli olan Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa tarafından yok edilmesine izin vermeyeceğini açıkladı. Osmanlı yönetimi Rusya'ya güvenmediğinden kuzeyden gelen yardım teklifini önce soğuk karşıladı. Napolyon komutasındaki bir Fransız ordusunun 1798 Temmuz'unda Mısır'ı işgal etmesi durumu değiştirdi. Osmanlı Ruslar'a yanaştı. Üçüncü Selim, 2 Eylül'de Fransa'ya resmen harp ilan etti. Rusya, İngiltere ve Sicilyateyn 1799'un ilk günlerinde Osmanlılarla ittifak anlaşması imzaladı.
Osmanlı ve Rus donanması, Yedi Ada'yı ele geçirerek Mısır'daki Fransız birliklerinin ikmal yollarını kesti. Fransız ordularının Avrupa'da koalisyon güçleri karşısında peş peşe mağlubiyetler alması üzerine Fransa'ya geri döndü.
Bir süre sonra Rusya, Fransa'yı Akdeniz'den söküp atmak hususunda savaşın ilk yıllarında sergilediği heyecanı yitirmişti. Bu arada 1801'de İstanbul'a Çar Paul'un öldüğü ve yerine oğlu Birinci Aleksandr'ın geçtiği haberi geldi. Birinci Aleksandr'ın Osmanlı-Rus ittifakının resmen geçerli olduğu bir dönemde babaannesi İkinci Katerina'nın politikalarına sahip çıkması, İstanbul'da bir tedirginlik uyandırdı. Çariçe Katerina'nın hayaleti, özellikle İstanbul'daki Müslüman ahalinin gönlünde zamanın henüz tedavi edemediği yaralara tuz biber ekti. Aslında halk, Mısır savaşının ilk günlerinde bile Ruslar'la yapılan ittifaktan rahatsız olmuştu. Nitekim Prusya Elçisi 1799 sonlarında kralına, "Her ne kadar Bâbıâli'nin, yani Osmanlı yönetiminin, Rusya ile bugünkü ittifakı iki hükümeti yakınlaştırmış olsa da bu ittifak Ruslar'a karşı kinini hiç saklamayan Türk halkının zihnini etkilememiştir" diye yazmıştı.
18. yüzyılda bir Rus elçisinin İstanbul'a girişi
RUS FİLOSU BOĞAZ'DA
Napolyon'un Mısır seferinden sonra bölgeye gelen Osmanlı askerlerinden Kavalalı Mehmed Ali Paşa kısa sürede Mısır'a hakim olmuştu. Mısır valisinin aşırı istekleri yüzünden Osmanlı yönetimi ile Kavala'nın arası açıldı. Kasım 1831'de Kavalalı İbrahim Paşa kara ve denizden Suriye'ye girdi. Ardı ardına başarılar kazandı. Fransa, Kavalalı'nın yanındaydı. İngilizler ise harekete geçmediler.
Avrupalı devletler Osmanlı'ya yardım etmeyince Rus Çarı Nikola, İkinci Mahmud'un yardım isteğini kabul ederek, 25 Aralık'ta ön görüşmeler yapmak üzere bir Rus askerî heyetini İstanbul'a gönderdi. Bu arada Kavalalı İbrahim Paşa, 2 Şubat 1833'te Kütahya'ya girdi.
İkinci Mahmud'un talebi üzerine bir Rus filosunun Boğaz'a girerek 5 Nisan 1833'te Beykoz'a 13 bin asker çıkartması bir anda uluslararası diplomasiyi hareketlendirdi. Ruslar'ın Boğaz'a yerleşmesinden son derece rahatsız olan İngiltere ve Fransa, Osmanlı hükümeti ve Kavalalı üzerinde baskı kurarak, iki tarafı savaşa son vermeye zorladılar. 6 Mayıs 1833'te meydana gelen Kütahya uzlaşması ile Suriye ve Adana Kavalalı idaresine verildi.
Rusya'nın, 8 Temmuz 1833'te Osmanlılar'la imzaladığı Hünkâr İskelesi Antlaşması'nda muhtemel bir Mısır saldırısı karşısında tekrar yardıma gelmeyi taahhüt etmesi ve antlaşmanın gizli bir maddesiyle bu yardımı mukabilinde Boğazlar'ı düşmanlarına kapatıp kendisine açık tutmayı başarması, ileride "Boğazlar Meselesi"nin patlak vermesine zemin hazırlayacaktı.
Çar Nikola'nın askerlerinin Beykoz'a çıkmasının anısına İstanbul Boğazı'nın Selviburnu mevkiinde 25 Haziran 1833 tarihli bir anıt dikildi. Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında bölge halkı tarafından anıt yerle bir edildi.
Rus ordusu bir törende.
OSMANLI-RUS İLİŞKİLERİ DOSTLUKLA BAŞLADI
Rus-Türk ilişkileri II. Bâyezid döneminde dostlukla başladı. Ancak Ruslar'ın 16. yüzyılın ortalarında Kazan ve Astrahan'ı işgali iki devletin arasını bozdu. 17. yüzyılın ortalarında Ukrayna'ya kimin hâkim olacağı meselesi yüzünden iki devlet savaştı. Rusya, Türk ordusunun 1683'teki İkinci Viyana kuşatmasında mağlup olması üzerine kurulan "Kutsal İttifak"a katılarak, 1686'dan itibaren Osmanlılar'la savaştı. Savaşın sonunda 1700'de imzalanan İstanbul Antlaşması'yla Ukrayna'daki Osmanlı nüfuzu sona erdi ve Karadeniz kıyısındaki Azak Kalesi, Ruslar'a verildi.
İsveç Kralı Demirbaş Şarl, 1709'da Poltava Muharebesi'nde mağlup olup Osmanlı İmparatorluğu'na sığınınca Osmanlılar ile Ruslar arasındaki ilişkiler tekrar gerginleşti ve 1711'de iki devlet arasında savaş çıktı. Petro, Prut Antlaşması'yla düştüğü zor durumdan kurtuldu, ancak Osmanlı toprakları ile ilgili hayallerine de veda etti.
Avusturya ve Rusya birleşerek 1736- 1739 arasında Osmanlı'ya savaş açtılar. Ancak savaşın galibi Osmanlı İmparatorluğu idi. 1739'da imzalanan antlaşma ile Rusya'yla uzun sürecek bir barış dönemine girildi. 1768- 1774 Osmanlı-Rus harbinde Kırım'ı kaybettik. Daha sonra Rusya'nın fiilen Kırım'ı işgali üzerine yeni bir Osmanlı- Rus savaşı tehlikesi baş gösterdiyse de Fransızlar'ın araya girmesiyle 1779'da Aynalıkavak Tenkihnâmesi imzalandı. Osmanlı 1784'te imzalanan antlaşma ile yarım adadaki Rus hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı fakat Kırım'ın tekrar geri alınması hep bir ideal olarak yaşatıldı. Osmanlı Devleti ile Rus-Avusturya ittifakı arasında 1787-1792 arasında meydana gelen savaş Osmanlı'nın mağlubiyeti ve Yaş Antlaşması'nın imzalanmasıyla neticelendi. Bu antlaşmayla büyük toprak kaybına uğrayan Osmanlılar, Kırım'ı geri alma hayallerini de kaybettiler. 1799'da Osmanlı Rusya ile Fransa'ya karşı ittifak yaptı. Ancak dostluk uzun sürmedi. Fransızlar'ın Mısır'dan çıkartılması için Osmanlılar'a destek veren Ruslar'ın Akdeniz'e yerleşme çabaları, Mora'daki Rumları kışkırtmaları ve Boğazlar'dan geçiş hakkını daimî hâle getirmek istemeleri, İngilizler'in de Mısır'a yerleşme gayretleri İstanbul'da büyük tedirginlik doğurdu. Fransa ile ittifak yapan Osmanlı, 1806'da Rusya'ya savaş açtı. İngiltere Rusya'nın yanında yer aldı. Savaş 1812 Bükreş Antlaşması ile sona erdi. 1833'te iki devlet arasında yeni bir ittifak yapıldı. Daha sonra İngiliz ve Fransızlar'la Ruslar'a karşı ittifak yaparak 1853'teki Kırım Harbi'ni kazandık. Ancak hesapsız-kitapsız girdiğimiz 1877-1878 savaşında Rusya karşısında büyük bir mağlubiyet alındı. Birinci Dünya Savaşı'nda Rus orduları ardı ardına galip gelirken komünist ihtilali Türkiye'nin doğusunu işgalden kurtardı. İstiklal Savaşı yılları ise Rusya ile dostluk dönemine sahne oldu.
Osmanlı ordusu.
.
Başpiskopos Hrisostomos, asılsız Rum iddialarını tekrarlayarak “Kıbrıslı Türkler din değiştirmiş Hristiyan Rumlar” dedi. Araştırmalara göre Kıbrıs Türkleri, fetihten sonra Anadolu’dan getirilerek adaya yerleştirilen Türkmenler’in torunları
Osmanlı İmparatorluğu'nun Akdeniz'de hakimiyet kurmasıyla birlikte Doğu Akdeniz'de Kıbrıs'ın fethedilmesi kaçınılmaz hale gelmişti.
1569'da Fransa'yla çok kapsamlı bir kapitülasyon antlaşması imzalanarak, Kıbrıs'a sefer açıldığında Batı'da Osmanlılar aleyhine yürütülecek bir ittifakın gücü azaltıldı. Böylece Kıbrıs'a açılacak seferin alt yapısı hazırlanmaya başlamıştı.
KIBRIS SEFERİ
1570'te Mısır'dan şeker ve pirinç getiren bir geminin Kıbrıs'ta barınan korsanlar tarafından zapt edilmesi üzerine, Kıbrıs seferine karar verildi.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Kıbrıs seferine çıkılacağı zaman bir zamanlar İslam toprağı olan Kıbrıs'ın Hristiyanlar'ın eline geçmesiyle, buradaki mescid ve medreselerin harap olduğu ve bu beldenin tekrar Müslümanlar'ın eline geçmesinin İslam âleminin lideri olan Osmanlılar'a düştüğü yönünde bir fetva vermişti.
Osmanlı İmparatorluğu, Fransa'nın yanısıra Kıbrıs seferi sırasında cephenin genişlememesi için Avusturya ve İran ile ilişkilerini iyi tutmaya gayret gösterdi. Venedik, Osmanlılar'ın donanmayı hazırlamasından kendi üzerine bir sefer hazırlığına giriştiğinden şüphelenmekteydi. 13 Ekim 1569 gecesi Venedik'teki barut deposu infilak etti ve çıkan yangın tersaneye de zarar verdi. Bu hadisenin Türk casuslarının işi olduğu söylenir. Venedikliler, Türkler'in hazırlıklarının kendi üzerlerine olduğunu anlayınca, papanın aracılığı ile müttefik bulmak için harekete geçtiler. Ancak Venedik'le ittifaka sadece İspanya, Papalık, Malta şövalyeleri ve bazı İtalyan prenslikleri destek verdi.
Venedik'e savaş ilan edilmeden bir elçi gönderildi. Osmanlı elçisi Kubad Çavuş, Kıbrıs ve Dalmaçya kıyılarında meydana gelen korsan saldırılarından devletinin şikâyetini dile getirerek sulhun devamı için Kıbrıs'ın kendilerine verilmesini istedi. Venedikliler'in bunu reddetmesi üzerine Osmanlı kuvvetleri harekete geçti.
KIBRIS'IN FETHİ
Kıbrıs'ın fethi için Lala Mustafa Paşa serdar, Piyale Paşa ise donanma komutanı tayin edildi. 1570 yılının bahar aylarında 300 gemi ile 60 bin asker, üç grup halinde Kıbrıs üzerine hareket etti. Osmanlı donanması temmuz ayının başında Limasol koyuna demirledi. İlk olarak fethedilen yer bu koydaki Leftari kalesi idi. Adaya ayak basılmasının ikinci haftası Girne fethedildi. Ardından adanın önemli merkezlerinden Lefkoşe kuşatıldı. Lefkoşe'nin 50 günlük bir kuşatmanın ardından ele geçirilmesi üzerine, Baf ve Limasol kaleleri teslim oldu. Daha sonra Larnaka fethedildi. Adada ele geçirilemeyen tek önemli yer olarak Magosa kalmıştı.
Magosa kuşatıldığında kış yaklaşmıştı. Kale bir tarafı deniz olduğu için Lefkoşe derecesinde sıkıştırılamıyordu. Muhasara sürerken Venedik gemileri, Magosa'ya mühimmat ve asker ikmalinde bulunmayı başardılar. Bahar geldiğinde Türk kuvvetleri şehri tekrar sıkıştırmaya başladı. Bir taraftan topçu ateşi sürerken, bir taraftan da kazılan lağımlarla kalenin surları tahrip edilmeye çalışılıyordu. Türk kuvvetlerinin bütün uğraşlarına rağmen kale komutanı Marco-Antonio Bragandino'nun çabaları ve kahramanlığı şehrin düşmesini engellemekteydi. Magosa'nın ikmal yollarının kesilmesi, şehrin daha fazla direnmesi imkânını ortadan kaldırınca, kale 1 Ağustos 1571'de teslim olmaya karar verdi. On bir aydan beri muhasara edilen Magosa'nın zaptıyla Kıbrıs'ın fethi tamamlanıyordu.
ANADOLU'DAN GİTTİLER
Fetihten sonra, Kıbrıs'ta fethi daimi kılmak için bir iskân siyaseti takip edilerek, binlerce Türk Anadolu'dan getirilerek adaya yerleştirildi.
Fetihten sonra Kıbrıs'a Türkler'in yerleşmesi için iki yıl vergi muafiyeti tanınmış ve Anadolu'da belirlenmiş bazı bölgelerden, on hanede bir hanenin zorla Kıbrıs'a yerleştirilmesi emri çıkarılmıştı. Adaya gönderilmek üzere Aksaray, Beyşehir, Seydişehir, Develi, Anduğı, Ürgüp, Niğde, Bor, Ilgın, İshaklı (Sultandağı), Akşehir, Koçhisar ve Mersin'den 12 bin hanenin gönderilmesi planlanmıştı. Ancak ada iklimi Anadolulu Türkler tarafından beğenilmediği için 1572-1581 yılları arasında ancak 8 bin hane adaya gönderilebildi. Bu da yaklaşık 40 bin kişilik bir nüfusa tekabül eder. İskân edilen Türkler'in bir kısmı ise sonradan olumsuz ada şartlarından dolayı Anadolu'ya geri döndü. Kıbrıs'a Türkler'in iskânı daha sonraki asırlarda da sürdü.
KIBRISLI RUMLAR'A ŞEFKAT ELİ
Kıbrıs'ın fethinden sonra Venedikliler'in bir köye sürdükleri Ortodoks başpiskoposu buradan getirtilerek, Kıbrıs başpiskoposluğuna tayin edildi. Başpiskoposa veziriazamın huzuruna çıkabilmek dahil, çeşitli imtiyazlar verildi. Kıbrıs'ta, Franklar zamanından beri uygulanan ahalinin mecburi ücretsiz çalıştırılması angaryası, bidat sayılarak kaldırıldı.
KIBRIS'IN ANADOLU BAĞLANTISI
Kıbrıs'ın fethi tamamlanınca Lefkoşe merkezli bir beylerbeylik oluşturuldu. Kıbrıs Beylerbeyliği Baf, Magosa, Girne, Alanya, İçel (Mersin), Tarsus ve Trablusşam sancaklarından meydana gelmekteydi. Görüldüğü gibi sadece adanın kendisi değil, Anadolu ve Suriye'den de bazı yerler bir araya getirilerek, idari bir birim oluşturulmuştu. Ancak idarede çıkan problemler yüzünden Trablusşam bir müddet sonra Kıbrıs Beylerbeyiliği'nden geri alındı. Anadolu'dan bağlanan sancaklar ise Kıbrıs Beylerbeyliği'nin bir parçası olarak kaldı.
DONANMAMIZ YOK OLDU
bulunan Afrika kıyılarına veya Osmanlı donanmasına saldırmak için fırsat kollamaktaydılar. Kıbrıs'ın fethinin tamamlanmasının ardından Osmanlı donanmasına da, düşman gemilerinin vurulması emri verilmişti. İki donanma 7 Ekim 1571'de İnebahtı önlerinde karşılaştı. Savaş, Osmanlı donanmasının büyük bir mağlubiyeti ile sonuçlandı. Uluç (Kılıç) Ali Paşa'nın kurtardığı çok az sayıdaki geminin dışındaki bütün donanma imha olmuştu. Ancak müttefik donanması zaferlerinin meyvelerini toplayamadı. Kendi insan zayiatlarının fazlalığından ve Osmanlı kıyılarında güvenli bir liman ele geçiremediklerinden dolayı İtalya'ya geri döndüler. İtalya'da bu zafer büyük kutlamalara sebep oldu. Zafer anısına heykeller ve resimler yapıldı, Venedik'te 7 Ekim günü bayram ilan edildi.
.10 Aralık 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Kudüs ve Filistin uğruna binlerce şehid verdik
Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler’e karşı Kudüs’ü savunmak için 31 Ekim-8 Aralık 1917 arasında yaptığı 39 gün süren muharebelerde 25 bin kayıp vermişti. Bütün şehidlerimizin ruhları şad olsun
Tarihler 1917'yi gösterdiğinde Birinci Dünya Savaşı'nda bütün cephelerde savaş bütün hızıyla sürüyordu.
Ancak Osmanlı kuvvetleri güney cephesinde birçok yeri kaybederek çekilmeye başlamışlardı. 11 Mart 1917'de Bağdat düşmüştü. Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalardan sonra Filistin cephesi üzerine çalışmalar yapan Tuncay Yılmazer, makalelerinde Filistin'deki savaşları teferruatlı olarak anlatır.
GAZZE MUHAREBELERİ
İngilizler'in hedefi Kudüs'tü.
Osmanlı birlikleri Gazze- Birüssebi hattını tutarak İngilizler'i engellemeye çalışıyordu. Çatışmalar Gazze'de yoğunlaştı.
Osmanlı ordusu Mart 1917'de 1. Gazze ve Nisan 1917'de 2. Gazze muharebelerini kazanarak İngilizler'i durdurmuştu.
Bunun üzerine İngilizler Batı cephesinde mücadele etmiş önemli bir komutanları olan Edmund Allenby'i gönderdiler.
Osmanlı yönetimi ise 1917 ağustosunda bölgedeki Osmanlı ordularını Alman taburlarıyla takviye ederek Yıldırım Orduları Grubu'nu kurdu.
Başına da Batı cephesinde mücadele etmiş Erich von Falkenhayn'ı geçirdi. Filistin cephesinde Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Fahrettin Altay gibi birçok önemli komutanımız da bulunuyordu.
Çanakkale'de mücadele etmiş birçok birlik de bu cephedeydi.
Osmanlı askeri gücü asker sayısı ve teçhizat olarak düşman karşısında zayıftı. Buna rağmen bu durum hiç hesaplanmadan sınırlı olan Osmanlı askeri gücü Sarıkamış ve Kanal taarruzlarında iyice zayıflatılmıştı. İlerleyen düşman karşısında Enver Paşa, elindeki birlikleri nerelere teksif edeceğine de bir türlü karar veremiyordu. Güney cephesi bir bir düşerken hâlâ Avrupa cephesinde Osmanlı birlikleri vardı. Yapılan stratejik ve taktik hatalardan Filistin cephesinde İngilizler'e zayıf yakalanmıştık. Ayrıca Alman komutanlarla Türk komutanlar arasında görüş ayrılığı vardı. Mustafa Kemal Paşa'nın Eylül 1917'de Enver, Talat ve Cemal paşalara gönderdiği rapor yaşanan ve yaşanacak sıkıntıları açıkça ortaya koymaktadır.
Mısır Kuvve-i Seferiye Kuvvetleri Komutanı Edmund Allenby, haziranda Kahire'ye varmasından sonra hiç durmadan faaliyet göstererek, Osmanlı savunma hattını çökerterek Kudüs yolunu açmaya çalıştı.
İngiliz Başbakanı Llyod George, Noel'e kadar Kudüs'ün alınması emrini vermişti.
Biz taarruzu Gazze'de beklerken İngilizler, 31 Ekim 1917'de Birüssebi'yi aldılar.
Osmanlı kuvvetlerinin Birüssebi'yi geri almak için yaptıkları taarruzlar bir netice vermedi.
İngilizler yoğun bombardımana tutarak Gazze'yi harabeye çevirdiler. Refet Bele Paşa, çekilmektense şehid olmayı yeğlemekteydi.
Ancak savunma imkânı kalmayınca yüzlerce şehid verilerek 6-7 Kasım 1917 gecesi Gazze'den çekildik. Osmanlı birlikleri geri çekilirken insan kaybının yanısıra birçok teçhizatını da kaybediyordu. 3. Gazze muharebelerini kazanan İngilizler Kudüs yolunu açmışlardı.
KUDÜS'ÜN DÜŞÜŞÜ
Allenby, çekilen Osmanlı kuvvetlerine nefes aldırmayarak yeni bir savunma hattının kurulmasına izin vermiyordu. İngiliz kara ve deniz topçuları ile uçakları Türk birliklerine göz açtırmıyordu. İngilizler'in yoğun ateşinin yanısıra açlık ve hastalıkla da boğuşan Türk kuvvetleri bütün kahramanlıklarına rağmen bozgunu önleyememişlerdi. Özellikle Çanakkale'den gelen 57.
Alay ve 77. Alay gibi birlikler bu cephede de büyük kahramanlık örnekleri vermişlerdi.
Asım Gündüz ve Hüseyin Erkilet gibi subaylarımızın cesaret ve soğukkanlılıkları büyük bir bozgunu önledi. Kahraman askerlerimiz süngüleriyle fedakârca mücadele ederek düşmana galibiyeti pahalıya mal etmişlerdi.
Falkenhayn, Kudüs'ü savunacağına inanıyordu.
Ancak arka arkaya yaşanan mağlubiyetler komutanlarımızın direncini zayıflatmıştı. İngilizler kasım ayının sonunda şehrin yakınlarındaki Hz. İsmail Tepesi'ni ele geçirdiler. Tepeyi geri almak için yapılan taarruzlar başarısız oldu. Osmanlı kuvvetleri 20 kilometrelik bir savunma hattı kurmuşlardı. Ancak İngilizler yaptıkları taarruzla Türk mevzilerinin bir kısmını ele geçirince savunma hattı yarıldı.
İngilizler savunma hattını yarsalar da kuvvetleri takviye edilmediği için hemen ilerleyecek durumda değildiler. Ancak psikolojik durumun ve şehrin tahrip edilmemesinin istenmemesinin etkisiyle Osmanlı kuvvetleri şehirden çekildiler. Birliklerimiz 8 Aralık 1917 gecesi Kudüs'ü terk etmişlerdi.
9 Aralık 1917 sabahı Belediye Başkanı El-Hüseynî surların dışında şehrin sembolik anahtarını ve teslim belgesini teslim etmek için surların dışına çıktılar. İlk karşılaştıkları kişiler iki aşçıydı. Ardından değişik rütbelerdeki askerlerle karşılaşıldı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Sonunda 60.Tümen komutanı Shea, Allenby adına şehri teslim aldı.
HAÇLI SEFERİ
Gazze muharebelerinde Türk süvarileri
General Allenby, 11 Aralık 1917'de Yafa kapısından yaya olarak girdi. Avrupa'da yayınlanan resimlerde Allenby'i şehre melekler eşliğinde girerken tasvir edilir. Kudüs'ün düşüşü İngiliz basınında Haçlı seferlerine, Allenby de ilk Haçlı seferinde Kudüs'ü işgal eden Godfrey of Boullion'a benzetildi.
Allenby, asırlar önce Haçlı seferine çıkan ancak başarısız olan İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard'ın yarım kalan Haçlı seferini tamamlamıştı.
31 Ekim 1917 ile 8 Aralık 1917 Kudüs'ün düşüşüne kadar olan sürede Osmanlı askerleri şehid, yaralı ve esir toplam 25 bin kayıp vermişlerdi. Ruhları şad olsun.
.17 Aralık 2017, Pazar
ERHAN AFYONCU
Lale çılgınlığı
Bitcoin, lale çılgınlığı olarak adlandırılmaya başlandı. 380 yıl önce meydana gelen “Lale Çılgınlığı” yüzünden Hollanda’da, intiharlar ve iflaslar yaşanmıştı
Lale, Selçuklular'la birlikte Asya'dan Anadolu'ya geldi. Osmanlı Devleti'nin kurulmasından sonra lale hayatın her safhasını süsledi. İstanbul'un her tarafında padişahlar için düzenlenmiş hasbahçeler vardı. Avrupa'da bahçe nedir bilinmezken padişahlar göz alıcı hasbahçelerde devlet işlerinin yorgunluğunu üzerlerinden atarlardı.
BİR ELÇİ SAYESİNDE HOLLANDA LALE ÜRETİCİSİ OLDU
"Türk Mektuplarıyla" tanınan ünlü Avusturya elçisi Busbecq, 1550'li yıllarda Osmanlı ülkesinde bulundu. Viyana'ya dönerken yanında götürdüğü birçok bitkinin arasında lale soğanları da vardı. Busbecq, bu soğanları imparatorluk bahçeleri sorumlusu Carolus Clusius'e verdi. Clusius, Busbecq'in getirdiği soğanlarla Avusturya'da lale üretmeye başladı. Protestan olan Clusius, Katolik baskısının artması üzerine asrın sonlarında Hollanda'ya gitti. Carolus Clusius'la birlikte lale Hollandalılar'ın evlerini ve bahçelerini süslemeye başladı. Kırmızı, sarı ve beyaz tek renkte lalelerin yanısıra rengârenk laleler de yetiştirildi. Bunların herbirine ayrı ayrı isimler verildi. Laleler "amiral, general, amiraller amirali, generaller generali" gibi çok iddialı isimlerle anılmaya başladılar. Mike Dash'ın "Lale Çılgınlığı" isimli kitabı ve Kültür A.Ş'nin hazırlattığı "Lale, Doğu'nun Işığı" isimli DVD'den Hollanda'da lalenin hikâyesi teferruatlı olarak öğrenilebilir.
LALE ÇILGINLIĞI
17. yüzyılın ilk çeyreğinde Hollanda'yı lale çılgınlığı sardı. Nadir bulunan laleler inanılmaz fiyatlara satılıyordu. 1629'da bir lale Amsterdam'da bir malikânenin fiyatına 12 bin guldene satılınca herkesin gözü bu çiçeğe çevrildi. 1635'te 40 lale soğanı 100 bin guldene satılmıştı. Usta bir zanaatkârın 10 yıllık kazancıyla bir lale soğanı alınabiliyordu. Bir lale soğanı almak için 250-300 koyun veya 25-30 ton tereyağı satmak gerekiyordu Fakir insanlar bile lale yetiştirmeye başladılar. Yetiştirilen laleler satılınca, daha pahalı lale soğanları alınıyor ve ticaret hayatın her tarafını sarıyordu. Soğanları lale açtıktan sonra sökülüp, satılabiliyordu. Alıcı ve satıcılar noterlerde sezon sonunda lale satın alacaklarını öngören sözleşmeler imzaladılar. Fransa gibi ülkelerden de laleye rağbet arttı. Rağbet arttıkça fiyatlar da günden güne arttı. Nadir lalelerin fiyatı kontrol edilemez hale geldi. 1636 sonbaharında çılgınlık iyice hat safhaya vardı ve lale ticareti kumara dönüştü. Laleler, bar ve batakhanelerde kendisinin yerine kime ait olduğunu belirten kâğıtlarla alınıp satılıyor, bir lale bir günde 10 kez el değiştiriyordu. İnsanlar lale ticareti yapabilmek için arazilerini, mallarını satıyorlardı. Bu yüzden sıradan laleler bile inanılmaz fiyatlara ulaştı. Lale soğanları değil sözleşmeler el değiştiriyordu. Halk bu yüzden ticarete "rüzgâr ticareti" adı verilmişti. Birçok kişi bu ticaretten zengin oldu. Halkın her tabakasından insanlar zengin olabilmek hayaliyle lale ticaretine bulaşmıştı. Ticarete bulaşanlar aldıkları laleyi daha yüksek fiyata satacaklarına inandıkları için her seferinde daha yüksek fiyat veriyorlardı. Bu durum sonsuza kadar devam edilecek gibi düşünülüyordu ama balonun patlaması kaçınılmazdı.
BALON PATLADI
Fiyatların inanılmaz yüksekliği yüzünden tüccarlar sözleşme alamaz hale geldi. Hollandalılar, artık lale almak yerine satmaya başladılar. Fiyatlar 1637 Şubat'ında bir haftada yüzde 95'den fazla düştü. Büyük paralar kazananların yanı sıra battıkları için Amsterdam kanallarına atlayarak intihar edenler bile oldu. 1637'de devlet bu duruma el koyarak yeni bir düzenleme yapıp, lale ticaretini daha küçük ölçekli ve kontrol edilebilir bir duruma getirdi. Kitlelerin akıldışı davranışları konusunda yazıp, çizenler hep lale çılgınlığını örnek verdiler. Lale çılgınlığı daha sonraki tarihlerde spekülatif balonlar meydana geldiğinde hep hatırlandı.
17. YÜZYILIN PARLAYAN YILDIZI: HOLLANDA
Hollandalılar, 16. yüzyılda Baltık ve Kuzey denizlerinde elegeçirdikleri avları satmak için denizlerde dolaşmaya başlamışlardı. Hollandalılar, 1590'dan itibaren yeni geliştirdikleri "fleuten" adlı gemileriyle Hindistan ve Atlantik'te ticarete önem verdiler. Seri olarak üretilen ve okyanuslarda hızla hareket eden yeni tip bu gemiler Hollandalılar'a büyük üstünlük sağlıyordu.
1594'de Amsterdam'da kurulan "Uzak Topraklar Şirketi"nin kurulmasıyla Hollandalılar, baharat ticaretine girdiler. Bu şirketin büyük kazançlar elde etmesi üzerine yeni şirketler kuruldu. 1602'de kurulan Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, Hindistan ticaretini tekeline aldı. Daha sonra Hollanda Batı Hindistan Şirketi kuruldu. Hollandalılar, Asya ve Afrika'daki İspanyol ve Portekiz topraklarını işgal ettiler. İspanya'nın İngiltere'den Portekiz'in ise Osmanlı'dan yediği darbeler Hollandalılar'ın önünü açmıştı.
Hollanda gemileri İspanyol, Fransız, Portekiz ve İngiliz tüccarların mallarını taşıdılar. Ticaretin artmasıyla Amsterdam'da bankacılık yükseldi. Denizden kazanılan toprakları otlaklara dönüştürerek, süt sektörünü geliştirdiler. Hollanda, 1609'da İspanya ile 12 yıllık ateşkes imzalayarak, ticarette daha da büyüme yoluna gitti. Denizlerde yüzlerce Hollanda gemisi dünya ticaretinin tekelini elinde tutuyordu.
Endenozya, Seylan, Sri Lanka ve Tayvan gibi birçok yerde koloniler kurmuşlardı. 17. yüzyılda Hollandalılar Batı Avustralya sahillerini keşfettiler. Kuzey Amerika'nın Kuzeydoğu sahilinde Batı Hindistan Şirketi, birçok koloni kurdu. New York'u New Amsterdam diye kuran da Hollandalılar'dı. Hollandalılar, deri, yün, kenevir, kereste, demir ve bakırı götürüp, Akdeniz'de satarlardı. Kumaş, şarap, zeytinyağı gibi ürünleri de getirip Kuzey ülkelerinde satarlardı. Hollandalı tüccarlar bütün Avrupa limanlarındaki temsilcilikleri ve Amsterdam Bankası'nın kredi ağıyla ticareti yürüttüler.
17. yüzyılın ortalarında Hollandalılar baharat ve ipek ticaretinde Portekizliler'in yerini almışlardı. 13. yüzyılda küçük bir balıkçı köyü olan Amsterdam Avrupa'nın en önemli merkezlerinden biri olurken, sömürge ticareti sonucunda da Hollanda Avrupa'nın en zengin ülkesi olmuştu. Ancak asrın sonlarından itibaren İngilizler, Hollanda'nın birçok kolonisini yavaş yavaş ele geçirmeye başlayacaktı.
.20 Aralık 2017, Çarşamba
ERHAN AFYONCU
İslam’ın şerefini çekirge yiyerek koruyan paşaya iftira attılar
Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Zayed’in iftira ettiği “Çöl Kaplanı” lakaplı Fahreddin Paşa, çekirge yiyerek koruduğu Medine’de Mondros Ateşkesi’nden sonra bile düşmana boyun eğmemiş, askerleri paşayı bağlayarak İngilizler’e teslim etmişlerdi
Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa Türk tarihinin en önemli isimlerinden biridir. Medine müdafaamız da tarihimizin en şerefli sayfalarındandır. Süleyman Beyoğlu, Fahreddin Paşa üzerine arşiv belgelerine dayalı önemli bir doktora tezi hazırlamıştır. Birol Ülker de bir yazısında Fahreddin Paşa'nın Medine'deki müdafaasını ve çekirge hikâyesini teferruatlı olarak anlatır.
MUKADDES EMANETLER
Mekke Şerifi Hüseyin'in isyan hazırlığına girişmesi üzerine 28 Mayıs 1916'da Fahreddin Paşa Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa asilerden önce Medine'ye ulaşarak savunma tedbirlerini aldı. Şerif Hüseyin, 3 Haziran'da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip etti. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdıysa da geri püskürtüldü. Fahreddin Paşa, şehri savunurken ilk iş olarak Medine'de bulunan mukaddes emanetleri ve bazı yazma eserleri düşmanın eline geçmesin diye İstanbul'a göndermişti. Bu yazmaların çoğu zaten Osmanlı yöneticileri tarafından Medine'deki kütüphanelere gönderilmiş eserlerdi. 500 civarındaki yazma şu anda Topkapı Sarayı'ndaki Medine Kitaplığı'nda muhafaza ediliyor.
Fahreddin Paşa subaylarıyla beraber.
Fahreddin Paşa, Medine'de bulunduğu süre içerisinde halkla iç içe olarak bölgedeki Araplar'ı yanına çekti. Mekke'de ise Vali Galib Paşa'nın beceriksizliği yüzünden büyüyen isyan sonucunda şehir asilerin eline geçmişti. Medine dışındaki şehirler kısa sürede asiler tarafından işgal edildi. Fahreddin Paşa ise kısıtlı imkânlarına rağmen bölgeyi savunmaya devam etti.
ÇEKİRGE TAVASI
Hicaz demiryolunun Medine'ye yakın olan Müdevvere İstasyonu'nun asiler tarafından ele geçirilmesinden sonra Medine Kalesi kuşatıldı. Fahreddin Paşa çölün ortasında çevresi ile irtibatı kesilmiş bir kaleyi savunmaya başladı.
Yardım alınamadığı için açlık, susuzluk ve hastalıklar baş göstermeye başlamıştı. Fahreddin Paşa, bu şartlar üzerine 7 Haziran 1918'de çekirge yenmesiyle ilgili bir tebliğ yayınladı:
"Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı uçuyor. Bitkiler ile besleniyor, temiz ve taze şeyler yiyor. Hem de tiryaki ve keyif sahibi, tütün ve limondan pek zevk alıyor. Bedevilerin başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlıklarını ve zindeliklerini yedikleri çekirgelere borçludurlar…".
Çekirgeleri doktorlara tetkik ve tahlil ettirdiği söyleyen Fahreddin Paşa çekirgenin özelliklerini övdükten sonra dört türlü şekilde hazırlanabilecek olan çekirge yemeklerini tarif etmişti.
PAŞAYI BAĞLAYIP, MEDİNE'Yİ TESLİM ETTİLER
Bu arada mağlubiyeti kabul eden Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'ni imzalamıştı. Mütareke şartlarına göre Medine'yi teslim etmesi istenen Fahreddin Paşa bunu kabul etmedi. Mondros'tan sonra 72 gün daha Medine'yi savundu.
Fahreddin Paşa teslim olmayacaktı. Bunun üzerine İstanbul, paşayı komutanlıktan aldı. Yerine atanan Albay Ali Necib Bey teslim görüşmelerini yürüttü. Ancak İngilizler ve Araplar, Fahreddin Paşa'nın teslim olmasını şart koştular. Bunun üzerine komutan vekili Ali Necib Bey, İngilizler'le paşayı teslim etmek için anlaştı.
Ali Necib Bey ve yanındakiler, Peygamberimizin türbesinin yakınlarında bir yerde bekleyip, teslim olmayan Fahreddin Paşa'nın, yanına gittiler. Hatırını sormaya geldiklerini zanneden Fahreddin Paşa'nın gözüne kül attıktan sonra üzerine atlayarak bağlayıp, 10 Ocak 1919'da İngilizler'e teslim ettiler. Fahreddin Paşa, bu hadiseyi hayatımın en acı günü diye anlatır.
.
Fahreddin Paşa’nın 1917’de İstanbul’a göndererek düşmanın eline geçmesini önlediği 745 parça eşya ve yazma eserler Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza altına alınarak, yağmadan kurtarıldı
Osmanlı Devleti, 1517'de Haremeyn bölgesinin hizmetini üstlendi. Osmanlı padişahları bu tarihten sonra Mekke ve Medine'deki mukaddes saydıkları mekânlara hizmet edebilmek için birbirleriyle yarıştılar. Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasının ardından Osmanlılar'ın müdafaa ettikleri en önemli yerlerden biri de Haremeyn bölgesiydi. Mekke Şerifi Hüseyin'in isyan hazırlığına girişmesi üzerine Fahreddin Paşa, 1916 baharında Hicaz Kuvve-i Seferiye Kumandanı olarak Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa asilerden önce Medine'ye ulaşarak savunma tedbirlerini aldı. Asileri püskürten Fahreddin Paşa, merkezle haberleşerek Medine'deki mukaddes emanetlerin İstanbul'a gönderilmesi için hazırlık yaptı. Bu önemli ve kıymetli eşyaların asilerin ve İngilizler'in eline geçme tehlikesine karşılık böyle bir çözüm bulunmuştu. Fahreddin Paşa üzerine önemli bir eseri yakında Yeditepe yayınevi tarafından yayınlanacak Süleyman Beyoğlu, araştırmalarında mukaddes emanetlerin İstanbul'a naklini araştırmalarında teferruatlı olarak anlatır.
EMANETLER İSTANBUL YOLUNDA
Osmanlı yönetimi 2 Mart 1917'de Fahreddin Paşa'ya mukaddes emanetleri tahliye etmesi emrini verdi. Fahreddin Paşa, Şeyhülharemeyn Ziver Bey'le bu nakil konusunun dini yönden bir sakıncısı olup-olmadığını konuştu. Ziver Bey'den ruhsat alınca Osmanlı padişahları tarafından Medine'deki başta Peygamberimiz'in mezarı olmak üzere birçok mekâna gönderilen elmaslar, avizeler, kandiller, şamdanlar ve yazma eserlerin bir kısmının nakli için hazırlıklara başladı. Ancak Ravza-i Mutahhara'da, yani Peygamberimiz'in mezarında bulunan kıymetli eşyaların ve yazma eserlerin bir kısmı olduğu yerde bırakılmıştı. Bunun sebebi Türkler'in büyük hürmet gösterdiği Ravza-i Mutahhara'nın boş kalmamasıydı. Nakledilecek kıymetli eşyalar ve yazma eserler tek tek kayda geçirilip, zabıt altına alındı. Zabtı, Fahreddin Paşa, Ziver Bey, Harem-i Şerif Hazinedarı Muzaffer Bey, Medine Muhafızı Basri Paşa ile Kurmay Başkanı Selahaddin Bey ve Bevvâb Şakir Ağa imzaladılar. Ardından eşyalar muhafazalı kutulara konulup, Hazret-i Nebevî damgasıyla mühürlendi. Muhafaza altına alınan eşyaların korunması için 2 binden fazla asker ayrılmıştı. Heyette Medine'de Osmanlılar'la birlikte mücadele eden Şerif Ali Haydar da vardı. Mukaddes emanetler 19 Mart 1917'de Şam'a nakledildi. 26 Nisan 1917'de Ziver Bey başkanlığındaki heyet Şam'dan İstanbul'a doğru yola çıktı. 25 Mayıs 1917'de İstanbul'a vardı.
TOPKAPI SARAYI'NDA
Mukaddes emanetlerin nakline büyük hassasiyet gösterilmişti. Bu yüzden heyetin İstanbul'a vardığı gün Meclis-i Mebusan Reisi Hacı Adil ve Heyet-i Âyan Birinci Reis Vekili Abdurrahman Efendi tarafından Topkapı Sarayı'nda kutular açılıp, kontrol edildi. 30 Mayıs 1917'de Bakanlar Kurulu'nda Şeyhülislam Musa Kazım başkanlığında Âyandan Serkarîn-i Şehriyârî Tevfik, Tarihçi Abdurrahman Şeref, Evkaf Müsteşarı Münir, Şeyhülharemeyn Ziver ve Hazine-i Hümayun Kethüdası Refik beylerden mürekkeb bir heyet kuruldu. Meclis-i Âyân, bu heyete üç kişi daha ilave etti. Bu heyet eşya ve yazma eserleri inceledi. Durumu iyi olmayan eserlerin tamirine karar verdi. Emanetler Hazine-i Hümayun'a teslim edilerek, Medine'ye iadelerine kadar koruma altına alındı. Eser ve eşyaların aslına uygun tamirleri için de müze çalışanları ve idarecilerinin bulunduğu bir heyet kuruldu. Heyet tarafından kontrol edilen eşyalar deftere tek tek kaydedilerek 12 Temmuz 1917'de Hazine-i Hümayun'a teslim edildi. Kontrol sırasında tamire muhtaç olan eserler de tespit edilmişti. Komisyon Medine'de kayıt altına alınan üç parça eşyanın bulunmadığını tespit etti. Yapılan incelemede bunların Harem-i Şerif'te kaldığı halde deftere şerh verilmediği anlaşıldı. Yapılan incelemelerin sonucunda 24 Kasım 1917'de eser ve eşyalar mahallerine iade olununcaya kadar Hazine'de saklanması kararlaştırıldı. Yazma eserler tamir edilip, temizlendi. 83 kitap tamir edilmişti. Bu kitaplar, Medine'deki I. Abdülhamid, II. Mahmud, Hacı Beşir Ağa ve Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in kurduğu kütüphanelerden getirilmişti. Çoğunluğu dini konulardaki 560 civarındaki yazma eserin, 95'i Mushaf-ı Şerifti. Bu eserler şu anda Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'nde Medine Kitaplığı'nda bulunmaktadır. Kitaplardan sonra Şeyhülharem Hafız İbrahim, Harem-i Şerif Müdürü Mazhar Bey ve Evkaf-ı Hümayun Nazırlığı memurlarından teşkil edilen heyetle eşyalar elden geçirilip, temizlendi ve tamir ihtiyacı olanlar tamir edildi. İşlemleri biten emanetler 20 Mart 1918'de Evkaf-ı Müessesât-ı Aliyye Müdüriyeti tarafından hazineye teslim edildi. Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi'nde güven altında muhafaza ediliyorlar. Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa, bu eserleri İstanbul'a gönderterek İngiliz ve asi Araplar'ın eline geçmesini ve yağmalanmasını önlemişti.
MUKADDES EMANETLER KAYBOLDU MU?
Türki ye'de tarihteki kurum ve şahıslara yönelik nefret ölçülemez boyuttadır. Nitekim bu yüzden kimisi devşirme vezirleri, kimisi de ittihadçıları kötülerler. Bu yüzden Fahreddin Paşa'nın İstanbul'a gönderdiği mukaddes ve kıymetli emanetler de ittihadçı düşmanlığı için kullanılmıştır. Mustafa Müftüoğlu ve en son Ekrem Buğra Ekinci gibi bazı yazarlar, mukaddes emanetlerin bir kısmının yolda ve bir kısmının Şam'dayken kaybolduğunu iddia etmişlerdir. Bunun için de Osmanlı Arşivi'nde olmayan bazı vesikaları ileri sürmüşlerdir. Biraz Osmanlıca bilen birisi bu belgelerin dilinin o döneme uymadığını rahatça anlar. Bunlar uydurma belgelerdir. Ayrıca Osmanlı Arşivi'ndeki vesikalardan herhangi bir kaybolmanın olmadığı, sadece üç eserin Medine'den gönderilmediği anlaşılmıştır. Mukaddes emanetlerle ilgili Osmanlı döneminde mecliste yapılan araştırmalarda da herhangi bir usulsüzlüğe rastlanılmamıştır.
745 PARÇA EŞYA VE YAZMA ESER
Fahreddin Paşa'nın İstanbul'a gönderdiği 745 parça eşya ve yazma eser şunlardan mürekkepti: Kur'anlar, dini kitaplar, ecza-yı şerife, Kur'an kapları, hilye-i şerif, örtüler, altın levha, tesbihler, rahleler, altın Tuğra, sancak başlığı, kılıç, kevkeb-i dürri ismini taşıyan elmas, altın askı, zümrütler, altın kandil askıları, altın kandil, altın şamdanlar, altın makas, altın gülabdan, altın buhurdanlar, başka güllapdan ve buhurdanlar, tepsi, altın çelenk, yıldız çiçek, altın iğneler, yaprak altın, pırlanta altın yüzük, gerdanlık, küpe, bilezikler, kemer ve kemertaşı, altın-gümüş zincirler, mücevherat kutusu, mücevherat çekmeceleri.
.
Cumhurbaşkanımızın Sudan’dan imar etmek için istediği Sevakin Adası’nı birçok kişi ilk defa duydu. Ancak dört asra yakın bayrağımızın dalgalandığı Sevakin, Osmanlı’nın Afrika’daki en geniş sınırlarını içine alan Habeş eyaletinin merkezi ve Kızıldeniz’de çok önemli bir ticaret üssüydü
Sevakin, Mısır ve Suriye'ye hâkim olan Memlük devletinin Kızıldeniz sahilinde sahip olduğu önemli bir ticaret limanıydı. 15. yüzyılın sonlarından itibaren denizlerde büyük üstünlüğe sahip olan Portekiz, Afrika'nın doğu ve batı sahillerindeki Müslüman sultanlıklara saldırarak birçok yeri harap ederek bölgede hâkimiyet kurmuştu. 1513'te Sevakin Portekizliler'in eline geçmişti. Yavuz Sultan Selim zamanında Suriye ve Mısır'ı ele geçiren Osmanlılar, Kızıldeniz'de hâkimiyet kurup, Afrika'nın doğusunda birçok bölgeyi Portekizliler'in işgalinden kurtardı.
OSMANLI HÂKİMİYETİNE GİRİŞİ
Sevakin Kızıldeniz'deki en işlek limanlardan biri idi. Habeşistan'ın çevreyle bağlantısı Sevakin limanıyla oluyordu. Cidde ile Sevakin arasında da deniz bağlantısı kuvvetliydi.
Sevakin'in ne şekilde ve ne zaman Osmanlılar'ın eline geçtiği bilinmiyordu. Genç tarihçilerimizden Uğur Demir'in yayınladığı 16. yüzyılın ilk yarısında kaleme alınmış bir raporda Habeş sahillerindeki limanlardan bahsedilirken, Sevakin teferruatlı şekilde anlatılır.
Yavuz döneminde Ali Çelebi isimli bir devlet adamı İshak Odabaşı'yı Sevakin hâkimi Sultan Mahmud'a gönderip, "Salman kesdüğü gemilerden gelen öşrün yarısını sultan hazretlerine virün" demiş; ancak karşılığında, "Size öşr borcum yoktur" cevabını almıştı. Sultan Mahmud, öşür vermemesinin sebebini de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'a hâkim olduğunda Sevakin'e bir ferman gönderdiğini ve fermanda, "Sizden bize mal gerekmez hemen hutbe ve sikke benim olsun. Ticaret iskelesi, Mekke Şerifi Berekât'ındır" denildiği şeklinde izah etmiştir.
Kızıldeniz'de hâkimiyetlerini sürdürmek isteyen Portekizliler Sevakin'e asker göndererek bir kale inşa etmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar.
1525 tarihli Selman Reis'in raporunda Portekizliler'in bu teşebbüsü gerçekleşirse Tur iskelesine kadar bütün Kızıldeniz'e ve Bâbu'lmendeb boğazına hâkim olarak Hindistan'dan gelip gidecek ticaret gemilerine engel olabilecekleri anlatılır.
HABEŞ EYALETİ
Portekiz tehlikesine karşı bölgeye gönderilen Özdemir Paşa, 1555'te Mısır'dan Mombasa'ya kadar uzanan ve bugünkü Sudan ve Etiyopya'nın bir kısmı ile Cibuti, Eritre ve Somali'nin bazı bölgelerini içine alan Habeş eyaletini kurdu. Rahmetli Cengiz Orhonlu 1974'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları arasında çıkan "Osmanlı İmparatorluğu'nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti" isimli kitabında Osmanlı'nın bölgedeki tarihini ve Sevakin'i teferruatlı olarak anlatır.
Habeş Beylerbeyi Sevakin'de oturuyordu.
Beylerbeyi, daha sonra Masavva'da oturmaya başlayınca Sevakin beylerbeyi vekilinin ikametgâhı oldu. 18. yüzyıldan itibaren Sevakin limanlarını Cidde sancakbeyi yönetti. Sevakin'de bulunan Şeyhülaraplık ise civardaki aşiretlerin Osmanlı yönetimi nezdindeki temsilcisiydi. Ayrıca kalenin yöneticisi olarak bir dizdar vardı. Eyalet kadıları da Sevakin'de otururdu. Sevakin saldırılara karşı kalelerle korunuyordu.
Sevakin halkı ticaretle meşgul olurdu.
Afrika içlerinden gelen malları Arabistan yarımadası ve Hindistan'a sevk ederlerdi. Mısır veya Hindistan gibi yerlerden Afrika içlerine götürülecek mallar da Sevakin'den geçerdi.
Kızıldeniz'in her iskelesinde Sevakinliler'e rastlanırdı. Cidde'de Sevakinliler'in bir mahallesi vardı.
Sevakin, doğu-batı ticaretinin rotasında olduğu için önemli miktarda gümrük geliri getiriyordu. Hintli tüccarlar Sevakin'den altın tozu ve fildişi satın alırlardı. Sevakin ve çevresindeki adalarda inci çıkarılırdı. Sevakin halkının bir kısmı ise balıkçılık yapardı. Sevakin civarında yaşayan bedeviler ayrıca hasır imal ederlerdi.
Bölgede 19. yüzyıl başlarında 8 bin kişi yaşıyordu.
Sevakin'de Osmanlı hâkimiyeti 19. yüzyılın sonlarına kadar devam etti.
EVLİYA ÇELEBİ'NİN GÖZÜNDEN SEVAKİN
Dünyanın en büyük seyyahı Evliya Çelebi, Mısır, Sudan, Etiyopya, Somali, Cibuti ve Tanzanya seyahati sırasında uğradığı Sevakin'i "Eski taht merkezi Sevakin şehri adasının vasıfları" başlığıyla şöyle anlatır:
"..Bu şehirde tüm kervan halkıyla alışverişler edip 12 gün kaldık. 40 hecin deveyi 500 guruşa sattım ve 50 fil dişlerini toplam 500 guruşa verip yükümü biraz hafiflettim. Sonra şehrin ahvaline vakıf olup gezip dolaşmaya başladık. Bu Sevakin şehrinin karşısında Süveyş Denizi aşırı kuzey tarafına denizden 300 milde Cidde iskelesidir ki Mekke-i Mükerreme'ye oradan 12 saatte varılır. Onun için bu Sevakin şehrinin kıblesi kuzeye doğrudur ve birinci iklimdir. Bu Sevakin Adası 3 mil doğudan batıya uzunlamasına küçük bir adadır, kara tarafından ses işitilir. Ta bu kadar yakındır.
Habeş paşasının bir tahtı da bu Sevakin'dir, ama paşa burada sakin olmaz. Kaymakamı 500 adamla yönetip paşaya senede 100 kese mahsul verir. İskele başında paşa sarayına hurde derler, gümrük orada alınır.
Tüm kaymakamlar onda otururlar.
Özdemir Paşa'nın yapısıdır. Tamamen kargir, sağlam ve dayanıklı saraydır.
Bütün Hint, Sind, Yemen ve Habeş gemileri, celebeleri ve Hindistan karaka gemileri bu saraya yanaşıp öşür alınır.
Bu Sevakin adasında toplam 260 kargir, hasır, kamış ve çalaştan, hep toprak örtülü ufak tefek hane vardır.
Özdemir Paşa'nın sadece alçak minareli bir camii var, taş yapıdır. Birkaç mescidi ve 20 kadar koçaştan, yani çalıdan ve hasırdan dükkânları var.
İskele başında Banyan kavmi, yani ateşperest kâfirlerin mahzenleri var, her cins değerli malla dolu mahzenlerdir.
Bu yazılan yapılardan başka han, hamam, imaret, medrese, bağ, bahçe, bostan yoktur. Ancak bu taraflarda Funcistan, Zencistan ve Dumbistan melikleri vilayetlerinin iskelesi olmakla gayet bolluk ve ucuz yerdir.
GÜVENLİK İÇİN ÜÇ KULE
Bu adanın keşişleme tarafı karadır, beri taraftan ezan sesi duyulur, o tarafta deniz kıyısında 3 adet eski kuleler vardır, birbirlerine yakındır, tüfenk menzilidir. Sevakin adasında su olmayıp bu tarafta olan suları korumak için bu 3 adet kuleyi yapmışlar. Gelen kervan ve yolcular bu Sevakin'e geçinceye kadar sığınmaları için bu kuleler güvenli mekânlardır. Bu kuleler olmasa Zenci kavimleri Sevakinli'ye bir damla su vermezlerdi ve Sevakinli susuzluktan yok olurlardı. Halen gelen gemilerden Arz-ı Mukaddese suyu var mı diye Yemen ve Cidde gemilerinden su isterler. O yüzden bu taraftaki suları daima korurlar. Bazı hanelerde su sarnıçları vardır.
Bu kuleler onun için gayet mamurdur. Baş Kale, Orta Kale ve üçüncüsü Boğaz Kalesi: Bunlar gayet mamur kalelerdir. Su taşıyacak gemileri var ve başka başka dizdarları ve 50'şer 60'ar neferleri var.
Kullar aydan aya ulufelerini paşadan alırlar. Eğer paşa hayli asker ile Habeş'e geldi ise bazı tabilerini bu kalelere ağa ve nefer yazıp hizmetlendirir.
Bu kalelerin birkaç şahi darbzen topları ve cebehaneleri vardır.
Hep şeddadi taş yapı kalelerdir.
Birer tahta kanatlı kapıları denize açılır. Dört taraflarında tüfenk mazgal yerleri vardır. Daima kale halkı hazır olup tüfenklerle suları gözetirler ve kayıkla da gece gündüz suları Sevakin Adası'na taşırlar (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, cilt: 10, haz.
Seyit Ali Kahraman).
|
Bugün 78 ziyaretçi (201 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|