|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
SELÇUKLULAR’IN KÖKENİ ................................................................................... 3 SELÇUKLULAR VE OĞUZLAR .............................................................................. 3 CEND’E GÖÇ .............................................................................................................. 7 SÂMÂNOĞULLARI VE KARAHANLILAR’LA İLİŞKİLER ............................... 7 ÇAĞRI BEY’İN DOĞU ANADOLU KEŞİF AKINI ............................................. 9 ARSLAN YABGU’NUN ESİR EDİLMESİ ............................................................... 9 ÇAĞRI VE TUĞRUL BEYLER’İN RİYÂSETİ ........................................................ 10 HORASAN’A GÖÇ VE GAZNELİLER’LE MÜCADELE ..................................... 11 Nesâ Savaşı ................................................................................................................... 11 Serahs-Talhâb Savaşları ve Selçuklular’ın Devlet İlânı .......................................... 12 DANDÂNAKÂN SAVAŞI .......................................................................................... 14 DEVLETİN KURULUŞU VE YAPILANMASI ....................................................... 15 Özet ............................................................................................................................... 17 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 18 Okuma Parçası ............................................................................................................. 19 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 19 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 20 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 20 Tuğrul Bey Zamanı ........................................................................ 22 DEVLETİN MAHİYETİ VE İLK FETİHLER ......................................................... 23 TÜRK AKINLARI VE BİZANS İLE İLİŞKİLER .................................................... 24 Pasinler (Hasankale) Zaferi ........................................................................................ 25 Tuğrul Bey’in Anadolu Seferi .................................................................................... 26 ABBÂSÎ HALİFELİĞİ İLE İLİŞKİLER ..................................................................... 27 Tuğrul Bey’in Birinci Bağdad Seferi ......................................................................... 28 İkinci Bağdad Seferi .................................................................................................... 30 Tuğrul Bey’in Halife’nin Kızı ile Evlenmesi ............................................................. 30 ŞEHZÂDE İSYANLARI ............................................................................................. 31 İbrahim Yinal’ın İsyanları .......................................................................................... 32 Kutalmış’ın İsyanı ........................................................................................................ 33 DİĞER OLAYLAR ...................................................................................................... 34 Tuğrul Bey’in Ölümü .................................................................................................. 35 Özet ............................................................................................................................... 36 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 37 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 38 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 38 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 39 Alp Arslan Zamanı ........................................................................ 40 ALP ARSLAN’IN TAHTA ÇIKMASI ..................................................................... 41 Taht Mücadeleleri ........................................................................................................ 41 Abbasî Hâlifesi ile İlişkiler ......................................................................................... 42 AZERBAYCÂN VE KAFKASYA SEFERİ ................................................................ 43 1. ÜNİTE 2. ÜNİTE 3. ÜNİTE İçindekiler iv Ani’nin Fethi ................................................................................................................ 44 ŞEHZÂDELERİN TAYİNİ VE MELİKŞAH’IN VELİAHT İLÂN EDİLMESİ ..... 44 DEŞT-İ KIPÇAK VE CEND SEFERİ ....................................................................... 45 İKİNCİ KAFKASYA SEFERİ ..................................................................................... 46 SURİYE VE ANADOLU SEFERİ ............................................................................. 47 Alp Arslan’a Kadar Anadolu Akınları ....................................................................... 47 Diogenes’in Malazgirt’e Kadarki Faaliyetleri ............................................................ 47 Alp Arslan’ın Suriye Seferi .......................................................................................... 48 Diogenes Yeniden Anadolu’da ................................................................................... 49 MALAZGİRT ZAFERİ ............................................................................................... 50 ALP ARSLAN’IN TÜRKİSTAN SEFERİ VE ÖLÜMÜ .......................................... 54 Özet ............................................................................................................................... 55 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 57 Okuma Parçası ............................................................................................................ 58 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 58 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 59 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 59 Melikşah Zamanı .......................................................................... 60 MELİKŞAH’IN TAHTA ÇIKMASI .......................................................................... 61 BİRİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ ................................................................................ 62 ANADOLU VE SURİYE SİYASETİ ......................................................................... 62 Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu .................................................................... 62 Tutuş’un Şam Melikliğine Tayini ............................................................................... 63 Kaasya Seferi ............................................................................................................. 63 DOĞU ARABİSTAN- HİCAZ- YEMEN VE ADEN’İN SELÇUKLULAR’A BAĞLANMASI ............................................................................................................ 64 DİYARBEKİR’İN SELÇUKLU TOPRAKLARINA KATILMASI ......................... 65 Musul Seferi ................................................................................................................. 66 Tekiş’in İsyanı ............................................................................................................... 66 SURİYE (ANTAKYA) SEFERİ .................................................................................. 67 Melikşah’ın Bağdad Ziyareti ....................................................................................... 67 İKİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ .................................................................................. 68 ÜÇÜNCÜ TÜRKİSTAN SEFERİ ............................................................................. 69 DEVLETİN BÜNYESİNDE OLUŞAN SORUNLAR ............................................. 71 MELİKŞAH’IN SON BAĞDAD ZİYARETİ VE ÖLÜMÜ .................................... 72 Özet ............................................................................................................................... 74 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 75 Okuma Parçası ............................................................................................................. 76 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 76 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 77 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 77 Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) ........... 78 SULTAN BERKYARUK DEVRİ (1094-1105) ......................................................... 79 Terken Hatun ile İktidar Mücadelesi ........................................................................ 79 Berûcird ve Kerec Savaşları ........................................................................................ 80 Berkyaruk’un Tahta Çıkması ve Tutuş ile Rekabet ................................................. 81 Tutuş’un Berkyaruk’a Karşı İlk Teşebbüsü ........................................................ 81 Tutuş’un İkinci Teşebbüsü ve Ölümü ................................................................. 82 4. ÜNİTE 5. ÜNİTE İçindekiler v Arslan Argun’un İsyanı ......................................................................................... 84 Haçlılar ve Berkiyaruk Dönemi Haçlılarla Savaş .................................................... 85 Muhammed Tapar ile Saltanat Mücadelesi .............................................................. 87 Sefîdrûd ve Hemedan Savaşları ........................................................................... 88 Rûzrâver, Rey ve Hoy Savaşları ........................................................................... 89 Berkyaruk’un Ölümü ve Şahsiyeti ............................................................................. 90 SULTAN MUHAMMED TAPAR DEVRİ (1105-1118) ......................................... 90 Muhammed Tapar’ın Tahta Çıkması ........................................................................ 90 Devlet Otoritesinin Yeniden Güçlendirilmesi Çabaları ......................................... 91 Mengübars İsyanı .................................................................................................. 91 Hille Emiri Sadaka’nın İsyanı ve Öldürülmesi .................................................. 92 Türkiye Selçukluları ile Rekabet ................................................................................ 92 Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın Musul Hâkimiyeti ve Ölümü ...... 93 Bâtınîler (İsmailîler) ile Yapılan Mücadeleler .......................................................... 93 Muhammed Tapar Devri Haçlı Mücadeleleri .......................................................... 94 Diğer Devletlerle Münasebetler ................................................................................ 95 Sultan Muhammed Tapar’ın Ölümü ve Şahsiyeti .................................................... 96 Özet ............................................................................................................................... 97 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 98 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 99 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 99 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 99 Sancar Dönemi .............................................................................. 100 SANCAR’IN MELİKLİK DÖNEMİ ......................................................................... 101 Melik Sancar’ın Karahanlı ve Gaznelilerle İlişkileri ................................................ 102 SANCAR’IN TAHTA ÇIKMASI VE DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI ................................................................................................ 102 SULTAN SANCAR’IN BATI SİYASETİ .................................................................. 103 Sancar’ın Irak Selçukluları ile İlişkileri ..................................................................... 103 Dînever Savaşı ve Sancar’ın Duruma Hâkim Olması ....................................... 105 Sultan Sancar- Abbasî Halifeliği İlişkileri ................................................................ 106 SULTAN SANCAR’IN DOĞU SİYASETİ ............................................................... 107 Karahanlılarla İlişkiler ................................................................................................ 108 Karahıtaylar ve Katavan Savaşı ............................................................................ 108 Sultan Sancar ve Harizmşah Atsız’ın Münasebetleri .............................................. 110 Birinci Harizm Seferi ............................................................................................ 111 İkinci ve Üçüncü Harizm Seferleri ..................................................................... 112 Sultan Sancar’ın Gazne Seferi .............................................................................. 112 Sultan Sancar’ın Gurlularla İlişkileri ......................................................................... 113 OĞUZLAR VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN SONU .............................. 113 Oğuzlar’ın Horasan’a Göçü ........................................................................................ 113 Oğuz İsyanı ............................................................................................................ 114 Oğuz İstilası ve Sancar’ın Ölümü ....................................................................... 115 Özet ............................................................................................................................... 117 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 118 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 119 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 120 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 120 6. ÜNİTE vi İçindekiler Şube Hanedanlar (Meliklikler) .................................................... 122 GİRİŞ ............................................................................................................................ 123 KİRMAN SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1048 - 1187) ................................................ 124 Melikliğin Kuruluşu ................................................................................................... 124 Kirman Selçuklu Melikliği’nin Gelişme Devri ....................................................... 124 Kirmanşâh b. Kavurd ........................................................................................... 125 Sultanşâh b. Kavurd .............................................................................................. 126 Turanşâh b. Kavurd .............................................................................................. 126 İranşâh b. Turanşâh .............................................................................................. 126 Arslanşâh b. Kirmanşâh ...................................................................................... 126 Muhammed b. Arslanşâh .................................................................................... 127 Tuğrulşâh b. Muhammed .................................................................................... 127 Kirman Selçuklu Melikliği’nin Fetret Devri ve Yıkılışı ................................... 127 SURİYE SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1079 - 1095) .................................................. 128 Melikliğin Kuruluşu ................................................................................................... 128 Tutuş-Süleymanşâh Mücadelesi ................................................................................ 129 Tacüddevle Tutuş’un Saltanat Mücadelesi ................................................................ 129 Rey Savaşı ve Tutuş’un Sonu ............................................................................... 130 HALEP SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1095 - 1118) ................................................... 130 Melik Rıdvan Devri .................................................................................................... 130 Birinci Haçlı Seferi ve Halep Melikliği ............................................................... 131 Melik Alparslan Devri ............................................................................................... 133 Sultanşah Devri ........................................................................................................... 133 DIMAŞK MELİKLİĞİ (1095-1104) .......................................................................... 134 Melik Dukak Devri ..................................................................................................... 134 Dukak’ın Ölümünden Sonra Dımaşk Melikliği ..................................................... 135 IRAK SELÇUKLULARI (1119 -1194) ..................................................................... 135 Sultan Mahmud (1119 -1131) ................................................................................... 136 Sultan Mahmud - Halife Münasebetleri ................................................................... 136 Sultan Davud (1131-1132) ........................................................................................ 136 Sultan Tuğrul (1132-1134) ......................................................................................... 137 Sultan Mesud (1134-1157) ........................................................................................ 137 Sultan Muhammed (1153-1160) .............................................................................. 138 Sultan Süleymanşah (1160-1161) ............................................................................. 138 Sultan Arslanşah (1161-1176) .................................................................................. 138 Sultan II. Tuğrul (1176-1194) ................................................................................... 139 Komşu Devletler ile Münasebetleri .................................................................... 139 Kızıl Arslan ile Mücadelesi ................................................................................. 140 Irak Selçuklu Melikliği’nin Yıkılışı ........................................................................... 140 Özet ............................................................................................................................... 141 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 142 Okuma Parçası ............................................................................................................. 143 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 143 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ........................................................................................... 144 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 145 7. ÜNİTE vii İçindekiler Atabeylikler................................................................................... 146 GİRİŞ ............................................................................................................................ 147 TOĞTEGİNLİLER (1104-1154) ............................................................................... 148 Toğtegin ve Atabeyliğin Kuruluşu ............................................................................ 148 Dımaşk Atabeyliği - Haçlı Münasebetleri ............................................................... 148 Tacü’l-Mülk Böri ........................................................................................................ 151 Şemsü’l-Mülk İsmail .................................................................................................. 151 Şihabeddin Mahmud ................................................................................................. 152 Cemâleddin Muhammed Devri ............................................................................... 152 Mücîreddin Abak ve Atabeyliğin Yıkılışı ................................................................ 152 MUSUL ATABEYLİĞİ (ZENGİLER) (1127-1233) ............................................... 154 İmadeddin Zengi ve Atabeyliğin Kuruluşu ............................................................. 154 Musul Atabeyliği ......................................................................................................... 155 I. Seyfeddin Gazi ................................................................................................... 155 Kutbeddin Mevdûd ............................................................................................... 155 II. Seyfeddin Gâzi .................................................................................................. 156 İzzeddin Mesud ..................................................................................................... 156 Nureddin Arslanşah ve Musul Atabeyliği’nin Son Dönemleri ....................... 157 Halep Atabeyliği .......................................................................................................... 158 Nureddin Mahmud .............................................................................................. 158 Melik Salih İsmail ....................................................................................................... 159 İLDENİZLİLER/AZERBAYCAN ATABEYLERİ (1146-1225) ............................ 160 Şemseddin İldeniz ve Atabeyliğin Kuruluşu ........................................................... 160 Atabey Cihan Pehlivan .............................................................................................. 161 Atabey Kızıl Arslan .................................................................................................... 162 Atabey Kutluğ İnanç .................................................................................................. 162 Atabey Ebû Bekr ......................................................................................................... 163 Atabey Özbek ve İldenizlilerin Sonu ........................................................................ 164 SALGURLULAR (1148-1286) ................................................................................... 164 Atabey Sungur ve Salgurluların Kuruluşu ............................................................... 164 Atabey Zengi ............................................................................................................... 165 Atabey Tekle ................................................................................................................. 165 Atabey Sa’d .................................................................................................................... 166 Atabey Ebû Bekr ve Atabeyliğin Sonu ...................................................................... 166 Özet ............................................................................................................................... 168 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 170 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 171 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ........................................................................................... 171 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 171 Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı .................................................. 172 GİRİŞ ............................................................................................................................ 173 Selçuklu Devlet Teşkilatı Tarihinin Kaynakları ....................................................... 173 Selçuklu Devleti ve Komşuları ................................................................................... 173 Hanedan, Gulâm ve İktâ Sistemi ............................................................................... 174 HANEDAN VE SULTAN ........................................................................................... 175 Hakimiyetin Hukukî Dayanağı (Meşrûiyet) ............................................................ 175 Selçuklu Hanedanının Ortaya Çıkışı ........................................................................ 175 8. ÜNİTE 9. ÜNİTE viii İçindekiler Sultanın Belirlenmesi ve Şehzade İsyanları ............................................................. 176 Sultan ve Abbasi Halifesi (İktidar ve Otorite) ......................................................... 176 “Metbû” Devlet ve “Tâbî”leri ..................................................................................... 176 Sultan ve Saltanat Sembolleri ..................................................................................... 177 SARAY VE TEŞKİLATI .............................................................................................. 180 MERKEZ (HÜKÛMET) TEŞKİLATI ...................................................................... 182 Vezâret .......................................................................................................................... 182 Dîvân-ı A’lâ (Vezâret) ................................................................................................. 183 Diğer Dîvânlar ............................................................................................................. 184 EYALET TEŞKİLATI .................................................................................................. 184 İktâ Sistemi ................................................................................................................... 185 Eyalet Yöneticileri ........................................................................................................ 185 ASKERÎ TEŞKİLAT .................................................................................................... 187 Gulâm Askeri ............................................................................................................... 187 İktâ Askeri .................................................................................................................... 187 Melik Şehzadelerin ve Diğer Devlet Adamlarının Askerleri ................................. 187 Türkmenler ................................................................................................................... 188 Tâbîlerin Yardımcı Kuvvetleri .................................................................................... 188 ADLÎ TEŞKİLÂT ......................................................................................................... 188 Özet ............................................................................................................................... 189 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 190 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 191 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 191 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 192 Kültür ve Medeniyet ..................................................................... 194 SELÇUKLU MEDENİYETİNİ HAZIRLAYAN ORTAM ...................................... 195 NİZÂMİYE MEDRESELERİ .................................................................................... 196 İLİM VE EDEBİYAT ................................................................................................... 199 Gazzâlî .......................................................................................................................... 200 Nizamülmülk ......................................................................................................... 201 Ömer Hayyam ............................................................................................................ 201 Ebû Hâtim İsfizârî ...................................................................................................... 202 El-Harakî ..................................................................................................................... 203 Abdurrahman el-Hâzinî ............................................................................................ 203 MİMARÎ VE SANAT .................................................................................................. 205 Mescid-i Cumalar ....................................................................................................... 205 Minareler ..................................................................................................................... 206 Kümbed ve Türbeler ................................................................................................... 207 Ribatlar (Kervansaraylar) .......................................................................................... 207 Özet ............................................................................................................................... 209 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 210 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 211 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 211 Yararlanılan Kaynaklar ............................................................................................... 213 10. ÜNİTE ix İçindekiler Önsöz X.yüzyılın son çeyreğinde başlayan Türk göçü, sadece Türk tarihinin değil, İslâm ve Dünya tarihinin de seyrini değiştiren önemli bir olaydır. Türkler bilindiği gibi anayurtları Türkistan’dan, tarih boyunca çeşitli sebeplerle göç etmişlerdir. Göçler genellikle güneye Çin’e, güneybatıya Afganistan’a, batıya Karadeniz’in kuzeyi ve Avrupa’ya olmuştur. X.yüzyılda Karahıtayların güneyden sıkıştırması; beşeri ve ekonomik başka nedenlerin de etkisiyle Türkistan’ın kuzeyindeki Kıpçak birliğinin dağılması, yeni bir göç dalgası başlattı. Bu sırada Orta Seyhun bölgesinden Aral-Hazar arasına kadar uzanan yurtlarında yaşamakta olan Oğuzlar, bu göç dalgasının en önünde bulunmaları sebebiyle, arkadan gelen baskıyla batıya ilk geçecek olanlardı. Göktürk ve Uygurlar döneminde de devletin aslî unsurunu oluşturan Oğuzlar, o hanedanların çökmesi üzerine zaman içerisinde batıya çekilmek suretiyle, söz konusu yurtlarına yerleşmişlerdi. X. yüzyılda Hazar Kağanlığına bağlı bir yabgu tarafından idare edilmekte iken, bu süreçte İslâmiyetle de tanışan Oğuzlar, göçün yönünü Hazar’ın kuzeyinden güneyine, İslâm ülkelerine doğru çevirmiş bulunuyorlardı. Oğuzlar’ın Kınık boyuna mensup sübaşı Selçuk Bey’in, 980’li yıllarda yüz kişilik bir toplulukla Cend’e göçü ve Müslüman olmasıyla, tabiri caizse tarihin seyri değişti. Sadece Türk Tarihinin değil, İslâm ve Dünya Tarihinin de akışı bambaşka bir istikamet aldı. Selçuk Bey’in, o günün şartlarında belki hiç önemsenmeyecek bu hamlesi, yurtsuz ve devletsiz kalan bu toplulukları, yarım yüzyıl sonra Selçuklu Devleti’nin çatısı altında toplayacak olan gelişmelerin miladı oldu. Devletin kuruluduğu Horasan ve İran sel gibi akan Türkmenleri iskâna yetmedi. Oğuzlar, Selçuklu sultanlarınca sevk edildikleri Anadolu’da, küllî bir değişim yaşatarak ikinci bir anayurt kurdular. Burada Türkler’i siyasî birliğe kavuşturup, yok olmaktan koruyan Türkiye Selçukluları, üç kıtada ve Akdeniz havzasında altı yüz yıl hüküm süren Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyetinin de temeli, hattâ bizatihi kendisi oldular. Türkler’in yakındoğuya girdikleri dönemde, artık iyice zayıamış olan Abbasî imparatorluğuna karşı atağa geçmiş olan Bizans ve İslâmın dahilî bünyesini kemiren Batınîlik meseleleri, bu Oğuz Türklerinin eseri olan Selçuklu Devleti eliyle büyük ölçüde çözüldü. Türkistan’da Göktürkler ve Uygurlar gibi parlak dönemlerde temsil edilen; batıya geldikten sonra Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetiyle Türklüğün başlıca temsilcileri olan Oğuzların/Türkmenlerin/ Selçukluların tarihini öğrenmek, Türk Tarihinin bugünden Hunlara kadar uzanan bütünlüğü kavramak anlamına gelmektedir. Selçuklu Tarihi Türk Milleti’nin iki bin yıllık tarih serüvenin kavşak noktası olması bakımından asla ihmâl edilemeyecek bir dönemdir. Bu kitapta, ayrı bir dersin konusu olacak kadar geniş ve önemli bir şube olduğundan, Türkiye Selçukluları hariç, Büyük Selçuklu İmparatorluğu; Selçuklu sultanlarının tayin ettiği Selçuklu melikleri tarafından kurulan şube hanedanlar ve dağılma döneminde büyük siyasî roller oynayan atabeylerin tarihi anlatılmaktadır. İlk dört ünite kuruluş, Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah; beş ve altı fetret devri ve Sancar dönemi; yedi ve sekiz şube hanedanlar ve atabeylikler; son iki ünite ise, devlet teşkilâtı ile kültür ve medeniyet konularını içermektedir. Ortaçağ Türk Tarihi ve Türkiye Tarihinin bütün dönemlerinin anahtarı konumunda olan Selçuklu Tarihinin önemine, küçük de olsa bir katkı sunmak umuduyla… Editör Prof.Dr. Gülay ÖĞÜN BEZER 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklular’ın kökeni ve Oğuzlar’la ilişkilerini tanımlayabilecek, Oğuz göçlerinin sebep ve sonuçlarını belirleyebilecek, Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Oğuzlar • Yabgu • Sâmânoğulları • Selçuk Bey • Selçuklular • Gazneliler • Karahanlılar • Çağrı-Tuğrul Bey İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Kuruluş Dönemi • SELÇUKLULAR’IN KÖKENİ • SELÇUKLULAR VE OĞUZLAR • CEND’E GÖÇ • SÂMÂNOĞULLAR’I VE KARAHANLILAR’LA İLİŞKİLER • ÇAĞRI BEY’İN DOĞU ANADOLU KEŞİF AKINI • ARSLAN YABGU’NUN ESİR EDİLMESİ • ÇAĞRI VE TUĞRUL BEYLER’İN RİYÂSETİ • HORASAN’A GÖÇ VE GAZNELİLER’LE SAVAŞLAR • DANDÂNAKÂN SAVAŞI • DEVLETİN KURULUŞU VE YAPILANMASI BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ SELÇUKLULAR’IN KÖKENİ Selçuklular, XI-XIV. yüzyıllarda Türkistan, Horasan, İran, Afganistan, Irak, Suriye ve Anadolu’da şubeler halinde hüküm sürmüş olan devletin ve onu yöneten hanedanın adıdır. Selçuklular’ın bilinen ilk atası Dukak’dır. Yenikent yabgusunun hizmetinde sübaşı olarak görev yapmakta idi. Usta savaşçılığı dolayısıyla “demir yaylı” unvanı taşıyordu. Kaynakların yetersizliği sebebiyle onun ataları hakkında bilgi sahibi değiliz. Dukak’ın ölümü üzerine yerine oğlu Selçuk sübaşı oldu. Adı kaynaklarda “Salcuk”, “Salçuk”,”Selcük”, “Selçuk”, “Sarçuk” gibi farklı şekillerde yazılmıştır. Selçuk Bey’in torunlarının kurduğu devlet devrin kaynakları tarafından, onun adına nisbetle Selçukiyyan, Selaçıka, Al-i Selçuk (Selçuklu ailesi) olarak kaydedilmiştir. Selçuk Bey’in ailesi ve yakınlarına ilişkin olarak sadece Mikail, Arslan İsrail, Musa İnanç, Yusuf Yınal ve Yunus adlı beş oğlunun varlığı tespit edilebilmiştir. Selçuklular’ın Oğuzlar’ın Kınık boyundan geldiği ittifakla kabul edilmektedir. Ancak ne Dukak’ın, ne de Selçuk Bey’in Kınık boyunun beyi olduklarına dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İkisinin de yalnızca Oğuz Yabguluğu’nda sübaşı olarak görev yaptıkları tespit edilebilmektedir. Oğuzlar hakkında daha fazla bilgi için bkz. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtları, Destanları, İstanbul 2004 SELÇUKLULAR VE OĞUZLAR Oğuzlar geleneğe göre, Oğuz Kağan’ın iki ayrı eşinden dünyaya gelen altı oğlunun neslinden gelmektedirler. 24 Oğuz boyunun, Bozoklar kolunu oluşturan Günhan, Ayhan, Yıldızhan ve Üçoklar kolunu teşkil eden Gökhan, Dağhan, Denizhan’ın dörder oğlunun torunları oldukları kabul edilmektedir. Bu bilgilere göre Selçuklular’ın atası olan Kınık, Üçoklar’dan Denizhan’ın küçük oğludur. Osmanlılar ise Bozoklar’dan Günhan’ın büyük oğlu Kayı’nın soyundan gelmektedirler. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it Türk adlı eserinde o günün tanığı olarak Kınık boyunu, Selçuklular’ın siyaset sahnesindeki büyük rolüne nazaran listenin başına koymuştur. Müslüman olmayan iki boyu ise listeye almamıştır. Aşağıda verilen tablolarda her boyun damga ve ongunları da gösterilmektedir. Dikkat edileceği üzere listelerde farklılıklar bulunmaktadır. Kuruluş Dönemi Sübaşı, eski Türklerde ordu komutanı demek olup, Oğuzlar’da da önemli devlet görevlilerindendir. 4 Büyük Selçuklu Tarihi Resim 1.1 Kaşgarlı Mahmud’a Göre Oğuz Boyları Kaynak: (Sümer, 2004) 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 5 Oğuzlar, içlerinden Selçuklular ve Osmanlılar gibi iki önemli hanedan çıkararak Türk Tarihinin XI. yüzyıldan günümüze kadar olan akışını değiştiren büyük Türk topluluğudur. Bu bakımdan günümüzde de Türklüğün başlıca temsilcileri onların torunları olan Türkiye Türkleri’dir. Oğuz boylarının çoğunluğu, Selçuklular’ın tarih sahnesine çıktığı X. yüzyılda, Orta Seyhun ile Aral- Hazar arasındaki bozkırlara kadar olan geniş bir bölgede yaşamakta idiler. VIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren önce, temelini oluşturdukları Göktürk, sonra Uygur Kağanlığı’nın çökmesi üzerine meydana gelen göç dalgaları ile batıya çekilmişlerdi. Oğuzlar X. Resim 1.2 Reşideddin Oğuznâmesine Göre Oğuz Boyları Kaynak: (Sümer, 2004) 6 Büyük Selçuklu Tarihi yüzyılda bir yabgu tarafından idare edilmekte idiler. Oğuz Yabguluğu’nun başkent Yengikent’den başka Sabran, Sütkent, Karaçuk, Barçınlıgkent ve Cend gibi şehirleri de vardı. Yarıgöçebe (konargöçer) bir hayatları olduğu için başlıca üretim alanları hayvancılık (at, koyun, deve) ve kendilerine yetecek kadar ziraat idi. Bununla birlikte şehirlerde zenaat ve ticaretin de yaygın olduğu bilinmektedir. Oğuz yabgularının Hazar Kağanlığı veya Karahanlılar’a bağlı oldukları ileri sürülmektedir. Oğuzlar’ın Hazarlar’la bazen mücadele, bazen de ittifak halinde bulundukları ve onlara paralı asker olarak hizmet ettikleri de tespit edilmiştir. Selçuklular’ın da Hazarlarla doğal olarak Oğuz Yabguluğu mensupları olarak ilişkilerinin olduğu tahmin edilebilir. Selçuk Bey’in oğullarına Mikail, İsrail, Musa, Yusuf ve Yunus gibi isimler verilmiş olması Yahudi Hazar Kağanlığı ile kültürel etkileşim olduğu izlenimi vermektedir. 922 yılında İdil Bulgar hanına gitmekte olan Abbasi halifesinin elçilik heyetinde bulunan İbn Fadlan, seyahatnâmesinde Oğuzlar’a ilişkin önemli bilgiler verir. Bu tarihlerde aralarında müslüman olanlar bulunmakla birlikte, çoğunluğun henüz eski Türk dinine (Gök-Tanrı inancı) mensup oldukları anlaşılmaktadır. X. yüzyılın ikinci yarısında, Kıtaylar’ın Moğolistan’dan sürülmesi Kıpçak boy birliğinin dağılması sonucunu doğurdu. Oğuzlar kuzey komşuları olan Türk boylarının kaynaşması ve göçleri sebebiyle ciddi baskıya maruz kaldılar. Bu olayın yarattığı siyasi, sosyal ve ekonomik sarsıntılar, Oğuzlar’ı da yerlerinden oynattı. Onların bir kısmı Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara ve Doğu Avrupa’ya göç ettiler. Daha sonra Selçuklular’ın özünü teşkil edecek olan diğer Oğuz toplulukları ise, Hazar Denizi’nin güneyine indiler. Bu sırada Horasan ve Maveraünnehir’de hüküm sürmekte olan Sâmânoğullar’ı Karahanlılar’ın baskısı ile giderek zayıamakta idi. Bu yönde göç eden Oğuzlar İslamiyeti kabul ederek, Maveraünnehir’de toplanmaya başladılar. Oğuzlar’la Selçuklular arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Hazar Kağanlığı VII-X. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyi ve Doğu Avrupa’da; Karahanlılar ise IX- XIII. yüzıllarda Doğu ve Batı Türkistan’da hüküm sürmüş Türk hanedanlarıdır. Resim 1.3 Oğuzlar’ın Yurtları Kaynak: Atlas Dergisi (Eylül 2001 Sayı 102) 1 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 7 CEND’E GÖÇ Daha önce de söylendiği gibi, X. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan sözkonusu olaylar, Oğuzlar’ı da yakından etkiledi. Sübaşı Selçuk Bey’in, bu sırada iyice güç kaybetmiş olan Yabgu ile bir rivayete göre onun yerine geçmeyi planladığı şüphesiyle arası açıldı. Selçuk Bey’in detayı bilinmeyen kısa hayat hikâyesi iyi incelendiğinde dahi, bunun çok da yersiz bir iddia olmadığı tahmin edilebilir. Bununla birlikte Yabgu’yu zaafa uğratan diğer sebepler de gözardı edilemez. Ancak sebebi ne olursa olsun bu rekabet, Yabgu’ya göre daha zayıf olduğu anlaşılan Selçuk’un yurdunu terk etmesiyle sonuçlandı. Selçuk Bey az sayıdaki kaynağın verdiği müphem bilgiye göre, 960 veya 985 yılında, Yengikent’ten, yine Yabgu’ya bağlı olan Cend şehrine geldi. Cend Seyhun’un güney kıyısında, yani İslâm medeniyet dairesi içerisinde bulunuyordu. Yanında 100 kadar atlı ile buraya gelen Selçuk Bey, bölgenin şartlarını kısa sürede analiz ederek müslüman olmaya karar verdi. Bir gelecek inşası peşinde olan Selçuk Bey’in bu kararı almasında, daha önce bölgeye göç etmiş olan soydaşlarının kendisine katılmasını sağlamak arzusunun da önemli bir etken olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir kaç yılda etrafında büyük kuvvetlerin toplanmış olması, tercihinin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. Türkler’in İslâmiyeti kabulü konusunda daha detaylı bilgi için bkz. M.Fatih Şeker, Türkler’in Müslümanlaşma Sürecinde İslâm Tasavvuru, Ankara 2010, Diyanet Başkanlığı Yay. SÂMÂNOĞULLARI VE KARAHANLILAR’LA İLİŞKİLER Türkler, Maveraünnehr’in Emeviler tarafından fethinden itibaren yakın temasta oldukları İslâm dinini Talas Savaşından sonra, artık kitleler halinde kabul etmeye başlamışlardı. Ancak X. yüzyılın başları bu hususta bir dönüm noktası oldu. Önce İdil Bulgarlar’ı, kısa bir süre sonra da Karahanlılar müslümanlığı seçtiler. Karahanlılar böylece Sâmânoğullarının Türkistan’da yürüttükleri cihad faaliyetlerinin önünü kesip, onların Türkistan’daki askerî ve siyasî ilerleyişlerini durdurdular. Bir süre sonra ise doğrudan Sâmânoğulları’nı hedef alan bir dış politika yürütmeye başladılar. Selçuk Bey’in, Oğuz yabgusuna ait olmakla birlikte, adetâ bir müslüman uç şehri olan Cend’de müslümanlığı kabulü onu, kısa bir zaman içerisinde KarahanlıSâmânoğulları mücadelesinin en önemli taraarından birisi haline getirdi. Onun Yabgu’nun Cend’e gelen vergi memurlarını kovması bu çevredeki saygınlığını arttırdı. Selçuk Bey’in kaynaklarda gâzi unvanı ile anıldığına bakarak, müslüman olmayan soydaşlarına karşı cihad ettiği söylenebilir. Nitekim büyük oğlu Mikail’in de böyle bir seferde şehit düştüğü anlaşılmaktadır. Karahanlı ailesinden batı bölgesinin yöneticisi olan Kılıç Buğra Han Harun, Seyhun’un doğusundaki İsficab, Taşkent gibi şehirleri aldıktan sonra 992 yılında Sâmânoğulları’nın başkenti olan Buhara’yı işgâl etti. Selçuk Bey, Sâmânî emirinin yardım isteğine, oğlu Arslan Bey idaresinde kuvvet göndererek cevap verdi. Buğra Han şehri terke mecbur olup ülkesine dönerken, Oğuzlar onun artçı birliklerine çok zayiat verdirdiler. Sâmânoğulları emiri, bu yardım karşılığında Selçuklular’a Buhara yakınlarındaki Nur kasabasını yurtluk olarak verdi. Oğuzlar’ın merkeze bu kadar yakın bir yere davet edilmiş olmaları, çöküşün eşiğinde bulunan Sâmânoğulları’nın onlardan daha etkili biçimde yararlanmak istediklerini göstermektedir. Nur bölgesine Oğuzlar’dan sözkonusu yardıma kumanda eden Arslan Bey idaresindeki bir grubun göç ettiği tahmin edilmektedir. 8 Büyük Selçuklu Tarihi Bu sırada artık iyice yaşlanmış olan Selçuk Bey ise hâlâ Cend’de oturuyordu. Ailenin ve onlara bağlı Oğuzlar’ın yönetimi hayattaki büyük oğlu Arslan’ın idaresinde gibi görünüyordu. Ancak Selçuk Bey babaları Mikail bir gazada şehid düşmüş olan Çağrı ve Tuğrul’u özel itina ile, adeta liderliğe hazırlayarak kendisi büyütmüştü. Selçuk Bey tahminen 1009 yılında 100 yaşı civarında öldü. Bundan sonra hayattaki büyük oğlu Arslan’ın yabgu unvanı alarak ailenin başına geçtiği, Yusuf Yınal ve diğer kardeşlerinin de hiyerarşik olarak onun hizmetinde olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim Arslan ve Yusuf ’un ölümünden sonra Musa İnanç’ın yabgu unvanı aldığı görülecektir. Ancak Çağrı ve Tuğrul Beyler’in amcalarının hizmetine girmek konusunda mesafeli bir tavır takındıkları anlaşılmaktadır. Selçuk Bey’in kendilerine gösterdiği ihtimam ve babaları Mikail büyük oğul olduğu için yöneticilik hakkının kendilerinde olduğu düşüncesiyle Cend bölgesinde kalmaya devam ettiler. Oğuzlar bağlı bulundukları beylere nisbetle, Yabgulular, Yinallular, Kızıllular gibi adlarla anılmışlardır. İslâm kaynaklarında müslüman Oğuzlar için Türkmen adı giderek yaygınlaşırken devletin kurulmasından sonra da genellikle hanedanın adına göre Selçuklular şeklinde zikredilmişlerdir. Bu arada Sâmânoğulları, Kılıç Buğra Han’ın yerine geçen Nasr İlig Han tarafından 999’da ortadan kaldırdı. Toprakları Ceyhun nehri sınır olmak üzere Karahanlı ve Gazneliler arasında bölüşüldü. Ebû İbrahim İsmail adlı bir Sâmâni şehzadesi ülkesini kurtarmak için onlara karşı büyük bir mücadele başlattı. Ona, beş yıl süren bu beyhude macerada Arslan Bey idaresindeki Oğuzlar’ın yardım ettikleri anlaşılıyor. Böylece Karahanlılar Maveraünnehir’e hâkim olunca, düşmanlarına yardım eden Selçuklular onlarla karşı karşıya kaldılar. Karahanlılar hem bu sebeple hem de, aynı müslüman Oğuz (Türkmen) kitleye hitap ettikleri için, kendilerine rakip olarak gördükleri Selçuklular’dan pek hoşlanmıyorlardı. Çağrı ve Tuğrul Beyler bu sebeple yoğun baskıya maruz kaldıkları Maveraünnehir’den çıkış yolu aradılar. İki kardeş bir kısım kuvvetleri ile doğuya göçerek Karahanlı büyük kağanı Togan Ahmed Han’ın hizmetine girdiler. Fakat Selçuklular’ın arz ettiği tehdidin farkında olan Han, Tuğrul Bey’i yakalattı. Bunun üzerine Karahanlılar’a karşı ihtiyatı elden bırakmayıp dışarıda kalan Çağrı Bey, bir baskınla kardeşini kurtardıktan sonra, Maveraünnehir’e geri dönmek zorunda kaldılar. Karahanlılar’ın kendi aralarındaki mücadeleler ve Nasr İlig Han’ın ölümü (1013) de, Selçuklular’ın durumunu iyileştirmeye yetmedi. Karahanlı Ali Tegin b. Kılıç Buğra Han Maveraünnehir’i hâkimiyeti altına almaya çalışırken askerî güç olarak Oğuzlar’dan yararlanmak mecburiyetinde olduğunu görüyordu. Bunun için Selçuk Bey’in ölümünden sonra artık Yabgu unvanı taşıyan Arslan ile işbirliği yaptı. Hattâ onun kızı ile evlenmek suretiyle akrabalık kurdu. Fakat Ali Tegin, Çağrı ve Tuğrul Beyler idaresindeki Selçuklular’a düşmanca davranıyordu. Arslan Yabgu’nun da kendisine mesafeli durarak, tam anlamıyla hizmetine girmeyen yeğenlerini onun karşısında himaye etmediği anlaşılmaktadır. Türkler’de ailenin, boyun veya devletin başına kimin geçeceği daima çatışma konusu idi. Çünkü meselâ ölen hükümdarın yerine çoğunlukla büyük oğulun geçmesi fikrine itibar edilmesine rağmen, savaşları önleyecek kuvette bir veraset kanunu yoktu. Kut inancı dolayısıyla, ailenin tüm erkek üyeleri tahtta/riyasette hak sahibi oldukları inancıyla mücadeleye girebiliyorlardı. Arslan Yabgu ve Çağrı-Tuğrul Beyler ile sonraki kuşaklar arasında devam eden mücadelenin başlıca sebebi de bu anlayış idi. Türkmen adının anlamı ve ne zaman ortaya çıktığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Ancak bu adı özellikle İslâm kaynaklarının, müslüman olan Oğuzlar için yaygın bir şekilde kullandıkları ve onların da bu adlandırmayı yabancılamadıkları anlaşılmaktadır. 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 9 ÇAĞRI BEY’İN DOĞU ANADOLU KEŞİF AKINI Selçuklular bir yandan mevcut şartların etkisiyle askerî gücünü artırmakla birlikte; Maveraünnehr’i henüz fethetmiş ve gücünün doruğunda bulunan Karahanlılar’a karşı yeterince varlık gösteremiyorlardı. Bunun üzerine mevcut şartları değerlendiren Çağrı ve Tuğrul Beyler, tehlikeli bir maceraya atılmak zorunda kaldılar. Aldıkları karar gereğince Tuğrul çöle çekilirken, Çağrı, Rum (Anadolu) seferine çıkacaktı. Nitekim Çağrı Bey yaklaşık 3 bin kişilik bir kuvvetle yola çıktı (1016). Karahanlı ve Gazneli topraklarından gizlice ve süratli bir şekilde Azerbaycan’a ulaştı. Burada hayatlarını geleneksel olarak Rum’a gaza ederek geçirmekte olan soydaşlarının kendisine katılımıyla güçlendi. Çağrı Bey ilk olarak Van bölgesinde Bizans’a bağlı Vaspuragan Ermeni Prensliği topraklarına girdi. Türk askerleri kılık-kıyafetleri, savaş usûlleri ve süratleri ile büyük şaşkınlığa sebep oldular. Ermeni prens Senekherim onlarla savaşmaya dahi cesaret edemedi. Bölgeyi yağmalayan Çağrı Bey pek çok esir ve ganimet alarak yoluna devam etti. Anı(Kars)’daki Ermeniler, Arran’daki Şeddâdoğulları ve Gürcistan topraklarına akınlarını sürdüren Çağrı Bey, 4-5 yıl süren gazâ hayatından sonra Türkistan’a geri döndü (1021). Çağrı Bey’in bu seferinin, göçebelerin iktisadî hayatında çok önemli bir yer tutan ganimet gelirleri bakımından başarıyla sonuçlandığı anlaşılıyor. Nitekim bu zenginlikten gelen güç ve itibar Türkmenler’in Çağrı Bey’e katılmasını sağlarken, bu durum Arslan Yabgu’yu tedirgin ediyordu. Çağrı Bey bu uzun seferin dönüşünde Buhara civarında Tuğrul Bey ile buluştuğunda, ganimet sevinci yanında, Rum ülkesinin fethedilebilir olduğu müjdesini de paylaştılar. Yurt arayışı içerisinde olan Oğuzlar’ın umutlarını yeşerten bu tespit, ileride şartlar elverdiğinde büyük mücadeleler sonucunda gerçek olacaktır. Sizce Çağrı Bey’in büyük tehlikeleri göze alarak bu keşif akınına çıkmasının en önemli sebebi nedir? Çağrı Bey’in Anadolu seferi Bizans’ın Doğu Anadolu politikasını kökten etkileyecektir. Zira küçük bir akında bile Türkler’in karşısına çıkmayan Ermeniler bu gerekçe ile, Bizans tarafından İç Anadolu bölgesine göç ettirilmişlerdir. Zira Bizans zaten mezhep çatışmaları dolayısıyla çatışma hâlinde bulunduğu Ermeniler’e, muhtemel bir Türk tehdidi karşısında artık güvenemeyeceğini anlamış bulunuyordu. Bu sebeple Van ve Kars hattındaki Ermeniler, 1021-1064 yılları arasında kendilerine iç Anadolu’da verilen yerler karşılığında buralardan çıkarılmışlardır. ARSLAN YABGU’NUN ESİR EDİLMESİ Oğuzlar’ın nüfusu Maveraünnehir’de engellenemez bir şekilde artarken, bölge hâkimleri arasındaki mücadelelerde önemli roller oynuyorlardı. Karahanlı büyük kağanı Togan Ahmed Han’ın vefatından sonra (1017) yerine geçen Mansur Arslan İlig 1024 yılında tahtı kendi arzusu ile Yusuf Kadır Han’a bırakmıştı. Ancak kardeşi Ali Tegin onun hükümdarlığını tanımadı. Daha önce de söylendiği gibi, Ali Tegin bu hâkimiyet mücadelesinde Arslan Yabgu’nun askerî gücüne dayanmaktaydı. Bu durum ayrıca Gazneliler’in Ceyhun ötesi hedeeri için de engel teşkil ediyordu. Bu sebeple bölgenin iki büyük hükümdarı, Yusuf Kadır Han ile Gazneli Sultan Mahmud, 1025 yılında Semerkant yakınlarında buluştular. İran-Turan meselelerinin konuşulduğu bu görüşmede, Ali Tegin ile Arslan Yabgu’nun bertaraf edilmesine karar verildi. Ali Tegin, Sultan Mahmud’un ordusuyla Türkistan’a girdiğini duyunca 2 10 Büyük Selçuklu Tarihi çöle kaçtı. Fakat Arslan Yabgu, Sultan’ın görüşme teklifini kabul ederek huzuruna çıktı. Sultan Mahmud, Oğuzlar’ın Karahanlılar tarafından algılandıkları kadar büyük bir tehdit olup olmadığını anlamak üzere yaptığı görüşmede o da aynı kanaâte vardı. Bu yüzden bir hile ile yakalanarak Hindistan’daki Kâlincâr kalesinde hapsedilen Arslan Yabgu 1032 yılında ölene kadar orada kaldı. Arslan Yabgu’ya bağlı oldukları için Yabgulular olarak anılan Oğuzlar’dan yaklaşık 4000 çadır halkı, Sultan Mahmud tarafından sözkonusu anlaşma gereğince Horasan’a nakledildi. Yabgulular’ın Çağrı ve Tuğrul Beyler’e tâbi olmak istemeyerek göç ettiklerine dair iddialar da vardır. Bununla birlikte esas sebebin, nüfusları giderek artmakta olan Oğuzlar’ın gücünün, dağıtılarak zayıatılması olduğu anlaşılmaktadır. Zira birbirinin üzerine katlanarak gelen göç dalgaları ile çoğalmakta olan Oğuzlar, Ceyhun bendini yıkıp bir sel gibi Horasan’a girdikleri taktirde bu tahripkâr istilânın önünde durmak mümkün olamayacaktı. Kızıl, Yağmur, Göktaş, Mansur gibi beyleri idaresinde Horasan’a geçen Yabgulu Oğuzlar, kendilerine verilen yerlerde asayişsizliğe sebep oldukları için Sultan Mahmut tarafından düzenlenen bir seferle bizzât cezalandırıldılar. 4.000 kadarı öldürülen ve çok sayıda esir veren Oğuzlar’dan kurtulanlar, Aral-Hazar arasındaki soydaşlarının yanına sığındılar (1029). Sultan Mahmud öldükten sonra oğlu Mesud’un tahtı ele geçirmek için kendilerinden yardım istemesi üzerine yeniden Horasan’a indiler. Fakat Mesud saltanatını güçlendirdikten sonra, devleti bakımından tehlike arz ettiklerini düşünerek onları bertaraf etmeye girişti (1033). Beylerinin bazıları öldürülen Oğuzlar, bunun üzerine Horasan şehirlerini yağmalayıp batıya doğru çekildiler. Rey’i alıp oradan da Azerbaycan, el-Cezire ve Doğu Anadolu’ya girdiler. Bu bölgeleri de yağma ve akınlara uğrattılar. Ancak Musul’un Arap emiri Karvaş tarafından ağır bir yenilgiye uğratılıp çok kayıplar verdiler. Kalanları kendilerinden sonra bölgeye gelen Selçuklular’la karıştılar. ÇAĞRI VE TUĞRUL BEYLER’İN RİYÂSETİ Arslan Yabgu’nun hapsedilmesi üzerine Selçuklu ailesi ile onlara bağlı Oğuzlar’ın liderliğini, Çağrı ve Tuğrul kardeşlerin üstlendiği görülmektedir. Bu tarihte iki amcaları Musa İnanç Yabgu ve Yusuf Yinal da hayatta idiler. Ancak onların dedeleri tarafından bu günler için yetiştirilmiş olması ve güç şartlar içerisinde kendilerini defalarca kanıtlamaları liderliklerinin nisbeten kolay kabul edilmesini sağladı. Daha tarih sahnesine çıkarlarken Selçuklu ailesi arasında görülen anlaşmazlıkların en önemli sebebi sizce ne olabilir? Daha önce de söylendiği gibi, Maveraünnehir’de bağımsız bir Karahanlı şubesi oluşturmaya çalışan Ali Tegin, Arslan Yabgu’nun esareti ile kaybettiği askerî gücü yeni Selçuklu liderlerinden sağlamayı plânlıyordu. Ancak Çağrı-Tuğrul Beyler’in mesafeli duruşu Ali Tegin’i başka tedbirler almaya sevk etti. Amcaları Yusuf Yinal’a yabgu unvanı verip ailenin başına geçirmeyi; yani herşeye rağmen mücadeleye devam edecek güçleri bulunduğu anlaşılan Selçuklu ailesini parçalamaya teşebbüs etti. Ali Tegin buna muvaak olamayınca üzerlerine ordu gönderdi. Selçuklular, Yusuf Yinal da dâhil olmak üzere çok kayıplar verdiler. Ertesi sene (1030) büyük bir orduyla Ali Tegin’in üzerine yürüyen Çağrı ve Tuğrul Bey intikamlarını almaya muvaak oldular. Bir süre sonra şartların zorlamasıyla Ali Tegin ile olan anlaşmazlık askıya alındı. Gazneliler’e bağlı Harizm valisi Altuntaş da, ihtiyaç hâlinde askerî güçlerinden Çağrı ve Tuğrul Beyler’in babası Mikail bir savaşta şehit olunca anneleri, kayınbiraderi Yusuf Yinal ile evlenmiş (leviratus geleneği), ondan da İbrahim Yinal adlı ana bir üvey kardeşleri doğmuştu. 3 Harizm genel hatları ile her taraftan Türk illeri ile çevrili, Amuderya (Ceyhun Nehri)’nın Aral Gölü’ne döküldüğü yerin iki yakasını içine alan bölgeye denir. İki başkenti Kâs ve Gürgenç’tir. İslâm medeniyetinin önemli merkezlerinden birisidir. Çadır hâne karşılığı olup, her hâne ortalama 5 kişi sayıldığına göre, bu Oğuzlar’ın yaklaşık 20.000 kişi olduğu tahmin edilebilir. 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 11 yararlanmak düşüncesiyle, Selçuklular’a kendi topraklarında kışlaklar verdi. Selçuklular artık yazları Buhara Nur civarında, kışları Harizm’de geçiriyorlardı. Bununla birlikte Selçuklular, babasının ölümü üzerine tahta geçen (1031) Sultan Mesud’un, Ali Tegin üzerine gönderdiği orduya kumanda eden Harizmşah Altuntaş’a karşı, Ali Tegin’in saarında yer almışlardır. Altuntaş Debusiye’de yapılan bu savaşta ölünce (1032) yerine geçen oğlu Harun, Gazneliler’e karşı bağımsızlık hareketine girişti. Bunun için de Gazneliler’in baş düşmanı Ali Tegin ve Oğuzlarla ittifak etti. Selçuklular Harun’la yaptıkları anlaşma gereği Harizm’e göç ettiler. Ancak Ceyhun nehrini geçerlerken, kadim düşmanları, Yenikent yabgusu Ali Han’ın oğlu ve Cend meliki olan Şah Melik’in baskınına uğradılar (Ekim-Kasım 1034). 8.000 kadar ölü ve çok sayıda esir veren Selçuklular olaydan Harun’u sorumlu tutarak Harizm’den ayrılmak istediler. Ancak kalkıştığı isyan hareketinde onlarsız başarılı olması mümkün olmayan Harun Selçuklular’ı dönmeye ikna etti. Fakat bundan çok kısa bir zaman sonra Harun Gazneliler tarafından düzenlenen bir suikast sonucu öldürüldü (Nisan 1035). Ali Tegin de aynı yıl vefat ettikten sonra onun oğulları ile ittifakı sürdüremeyen Selçuklular yeni bir çıkış yolu aramak zorunda kaldılar. HORASAN’A GÖÇ VE GAZNELİLER’LE MÜCADELE Türkler’in batı yönündeki göçleri, Selçuklular’a kadar genellikle Hazar Denizi’nin kuzeyinden, Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara ve Doğu Avrupa yönünde olmuştur. Ancak Türkler’in İslâm dinini kabul etmeleri göçlere ikinci bir istikamet kazandırdı. Bu güzergâhı takip edenler Hazar Denizi’nin güneyinden, Ceyhun’u geçerek İran, Horasan ve Azerbaycan’a kadar geliyor ve hattâ Anadolu’ya gazalar yapıyorlardı. Hatırlanacağı üzere, Çağrı Bey de 1016- 1021 yılları arasında böyle bir sefer icra etmişti. Nitekim Çağrı ve Tuğrul Beyler idaresindeki Selçuklular, artık Harizm ve Maveraünnehir’de kalmanın dayanılmaz zorlukları karşısında bu tecrübeyi hayata geçirerek Horasan’a göç ettiler (Mayıs 1035). Aslında dönemin kaynaklarının ifadelerine göre, Horasan zaten Selçuklular’dan önce Türkmenlerle dolmuştu. Ceyhun Nehri’ni 4.000 kişi civarında bir kuvvetle geçen Selçuklular Horasan’ın kuzeyinde Nesâ, Ferave bölgesini istilâ ettiler. Bununla birlikte Gazneliler’in Horasan valisine bir mektup göndererek, Harizm ve Maveraünnehir’de yaşama şansları kalmadığı için izinsiz olarak Sultan’ın topraklarına girdiklerini bildirdiler. Musa Yabgu, Çağrı ve Tuğrul Bey adına gönderildiği anlaşılan mektupta bundan dolayı özür beyan ediyor, Nesâ ve Ferave’nin kendilerine verilmesi karşılığında içlerinden birisinin daima Sultan’ın yanında bulunacağını, diğerlerinin de ona sadakâtle hizmet edeceklerini taahhüd ediyorlardı. Selçuklular’ın kendisinden Sultan Mesud nezdinde arabuluculuk yapmasını istedikleri Sahib-i divân-ı risâlet ve vezir bu olay karşısında haklı olarak çok kaygılandılar. Gazneli vezir durumu, bu yeni gelenlerin daha önceki koyun çobanlarına benzemediği, şimdi büyük dâvaları olan kumandanlarla muhatap oldukları şeklinde açıkça ortaya koydu. Nesâ Savaşı Gerçekten de Çağrı ve Tuğrul Beyler, herne kadar Gazneliler’e karşı politik bir nezaket gösterseler de hedeerinin bundan daha fazlası olduğu anlaşılıyordu. Uzun yıllardır yurt bulmak mecburiyeti ile oradan oraya göçen Oğuzlar Selçuklu ailesinin etrafında toplanarak güçlerini giderek arttırmakta idiler. Buna rağmen Sultan Mesud, Selçuklu başbuğlarının teklierini geri çevirdi. Oysa devlet ileri gelenleri, Sâhib-i Divân-ı Risâlet, Türkler’de tuğracı adı verilen, devletin iç ve dış yazışmalarını yapan kurumun başındaki üst düzey görevlinin unvanıdır. 12 Büyük Selçuklu Tarihi önceki olaylardan da ders çıkarmış olarak Selçuklular’ı tahrik etmemeyi öneriyorlardı. Sultan Mesud, Beg-Toğdı adlı komutan idaresinde 15.000 kişilik bir orduyu Selçuklular’ın üzerine sevk etti. Horasan’a geleleli henüz bir ay olmasına rağmen 10.000 savaşçı çıkaracak bir güce erişen Selçuklular Gazne ordusunu Nesâ’da meydana gelen savaşta hezimete uğrattılar (Haziran 1035). Selçuklular bu zafere rağmen Gazneliler’e tekrar elçiler gönderdiler. Üzerlerine ordu sevk edildiği için savaşmaya mecbur kaldıklarını, aedilmeleri hâlinde sultana hizmet edeceklerini bildirdiler. Oğuzlar meselesi, iyi analiz edilmesi gereken bir konu olmakla beraber ok yaydan çıkmıştı. Selçuklular’ın savaştan önce reddedilen teklieri, şimdi kılıçlarının hakkı olarak kabul edilmek zorunda kalındı. Sultan Mesud tarafından hil’at, at, eğer takımı ve menşur gibi hâkimiyet sembolleri gönderildikten başka Nesâ, Ferave ve Dihistan da onlara bırakıldı. Selçuklular, Nesâ Tuğrul Bey’e, Dihistan Çağrı Bey’e, Ferave ise Musa Yabgu’ya verilmek üzere toprakları aralarında bölüştüler. Selçuklular’ın buna rağmen sözlerine durmalarını beklemek çok zordu. Çünkü Horasan adetâ bir insan seline uğramış durumdaydı. Çünkü Aral-Hazar arasındaki Oğuz yurtlarından, Harizm ve Maveraünnehir’den akıp gelen Türkmenler çoğunlukla Selçuklular’a tâbi oluyorlardı. Bunların yanısıra bağımsız hareket eden gruplar da olduğu gibi, Selçuklu liderlerinin, bağlı olanlar üzerinde dahi mutlak otorite sağlaması mümkün değildi. Ayrıca çoğu yarı göçebe hayat sürmekte olan Oğuzlar’ın, yerleşikliğin hüküm sürdüğü Horasan’ı yağma etmelerine engel olmak da bir o kadar imkânsızdı. Nitekim nüfuslarının giderek artması üzerine kendilerine verilen yerlere sığmamaya başladılar. Selçuklu akınları Cüzcan’dan Belh’e kadar genişledi. Sultan Mesud onları durdurmak üzere Hâcib Sübaşı yönetiminde 15.000 kişilik bir orduyu Horasan’a gönderdi. Bunun üzerine daha fazla tepki çekmek istemeyen Selçuklular, bu sırada Bust’da bulunan Sultan’a bir elçi gönderdiler. Artan nüfusları yüzünden yaşadıkları yerlerin yetmediğini bildirerek, Merv, Serahs ve Baverd şehirlerinin de kendilerine verilmesi karşılığında askerî hizmet teklif ediyorlardı (Kasım 1036). Gazne sultanı yağmalarıyla Horasan’ı kalbura çeviren Selçuklular’ın teklierinde samimi olmadıkları düşüncesiyle üzerlerine yeni bir ordu göndermeye karar verdi. Veziri ile Hâcib Sübaşı’yı Selçuklular’ı Horasan’dan atmakla görevlendirdi. Selçuklular bu tedbirler karşısında işgâl ettikleri yerlerden Nesâ ve Ferave’ye çekildiler. Serahs-Talhâb Savaşları ve Selçuklular’ın Devlet İlânı Sultan Mesud durumdan haberdar olunca, meselenin çözüldüğünü düşünerek Hindistan’a sefere çıktı (Ekim 1037). Selçuklular ise kışın bastırması üzerine Horasan’daki Gazne ordusuna küçük saldırılar düzenleyerek yeniden karışıklıklar çıkardılar. Durumdan haberdar olan Sultan, Hindistan’dan Hansi kalesini fethederek başarıyla dönmüş olmasına rağmen, zaferinin tadını çıkaramadı. Sübaşıya derhal saldırı emrini verdi. Selçuklular sayıca çok ve donanımı bakımından da ağır olan Gazne ordusunu, küçük hafif süvari birlikleri ile vurup kaçarak hırpalıyorlardı. Ancak buna rağmen Gazne ordusundan korktukları için ağırlıklarını Merv çölüne göndererek, yenilgi hâlinde çaresiz Rey’e çekilmeyi düşünüyorlardı. Fakat Gazne ordusuna karşı Serahs’ta girdikleri ve bir gün boyunca süren savaşı ezici bir üstünlükle kazandılar (Mayıs 1038). Geleneklere göre toplanan kurultayda bu zaferi görüşen Selçuklular, topraklarını genişletmenin yanı sıra, bir devlet ilânı provası yapmak imkânı da buldular. Eski yerlere ilave olarak Musa Yabgu Serahs’ı, Çağrı Bey Merv’i aldı. Üçlü yönetim 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 13 görüntüsüne rağmen, onları bu şehirlere Tuğrul Bey’in tayin etmesinden anlaşıldığına göre, ailenin ve kurulmakta olan devletin başı odur. Horasan’ın merkezi olan Nişabur ise zaferden 12 gün sonra, İbrahim Yinal tarafından Tuğrul Bey adına teslim alındı. Şehir ahalisi doğal olarak Selçuklular’a direnmedi. İbrahim Yinal Cuma günü hutbeyi “es-Sultanü’l-Muazzam” unvanıyla Tuğrul Bey adına okuttu. Daha sonra 3.000 kişilik seçme bir kuvvetle şehre gelen Tuğrul Bey burada Sultan Mesud’un sarayında tahta oturarak “sultan” ilân edildi. Daha önce İbrahim Yinal, sonra da Tuğrul Bey şehrin ileri gelenlerinin kaygı ve korkularını gidermeye yönelik sözler verdiler. Savaş hâli dolayısıyla kaçınılmaz olan yağma ve talanın, artık bu topraklar kendilerinin olduğuna göre yapılmayacağını vaad ettiler. Ayıca yabancı oldukları, Tacikler (İranlılar)’ın adetlerini bilmedikleri için ileri gelenlerin yardım ve tavsiyelerine muhtaç olduklarını da vurguladılar. Bunun yanısıra Abbasî Halifesine de zaferlerini bildirmek üzere bir elçi gönderdiler. Daha sonra Nişabur’a Tuğrul Bey’in yanına gelen Çağrı Bey’in, şehri askerlerine yağma ettirmek istemesi üzerine iki kardeş arasında yaşanan mücadele, devlete geçiş sürecinde yaşanan bünyevî rahatsızlıkları da ortaya koymaktadır. Tuğrul Bey, karşı çıkmasına rağmen yağmalama konusunda ısrar eden Çağrı Bey’i ancak bıçağını çekerek, sözünü dinlemezse intihar edeceğini söyleyerek durdurabilmişti. Tuğrul Bey yağmadan vazgeçmesi karşılığında Çağrı Bey ve askerlerine 30.000 dinar vermek zorunda da kalmıştı. Sultan Mahmud döneminden beri Oğuzlar meselesi hakkında bilgi ve tecrübesi olan; şimdi bunu kendi döneminde yaşanan olaylarla pekiştiren Sultan Mesud, son olayla adetâ şok oldu. Selçuklular’a karşı onların eski düşmanları Cend meliki ile işbirliği yaptığı gibi, Herat ve Merv’e de ordular yolladı. Kendisi de yine iyi donanımlı bir ordu ile Belh’e hareket etti (Ekim 1038). Çağrı Bey de bu arada, Sultanın ilerleyişine rağmen, büyük bir cesaretle Faryâb ve Tâlekân’ı yağmalıyor, Belh’e doğru ilerliyordu. Sultan Mesud, Selçuklular’ı Horasan’dan atmak kararı ile Serahs’a doğru hareket etti. Saldırılarına devam eden Çağrı Bey, yine sultanı da hayretler içerisinde bırakan bir cüretle Mesud’un ordugâhına baskın düzenleyerek ona ait bir fili götürdü. Çağrı Bey çok öelenen Sultan’ın kendisini izlemesi üzerine Ulyââbâd denilen yerde Gazne ordusunun karşısına tek başına çıktı. Kuvvetlerini kademeli olarak yenileyerek savaşa sokan Çağrı Bey, Sultan Mesud’un harbe doğrudan müdahalesiyle yenilgiye uğradı (Nisan 1039). Sultan bununla birlikte çölde takibin zorluklarını düşünerek, çekilmekte olan Selçuklular’ın arkasından gitmedi. Ancak Sultan Mesud 1039 yılı Mayıs ayı sonlarında yeniden harekete geçti ve Serahs’a yöneldi. Gazne ordusunun gücünden endişeye kapılan Selçuklu liderleri Serahs’ta toplanarak durumu müzakere ettiler. Tuğrul Bey Gazne ordusunun takip edemeyeceği bir yere çekilmeyi önerdi. Fakat diğer Selçuklular ve Ulyâ-âbâd’da yenilmiş olmasına rağmen Çağrı Bey bu fikre şiddetle karşı çıktılar. Horasan’dan kıpırdamaları halinde başka bir yerde tutunmanın zorluklarını ve Gazne ordusunun zayıf yönlerini ileri sürerek savaşmaya karar verdiler. Selçuklu ordusunun mevcudu 20.000 kadar olup, Gazne ordusu ise hemen hemen üç katı ve fillerle desteklenmekteydi. İki ordu Talh-âb denilen yerde karşılaştı. Küçük çaplı çatışmalar sürerken Sultan Mesud, Ramazan’da kan dökmek istemediği için bayramı bekledi. Bayram namazı sırasında Selçuklular’ın ok yağmuruna tutulan Gazne ordusu, bizzât Mesud’un sevk ve komuta ettiği bir meydan savaşına girdi. 27 Haziran 1039 tarihinde Selçuklu ordusu bir kere daha yenilgiye uğradı. Sultan Mesud çöle çekilen Selçuklular’ı takip etmek yerine onların elinde bulunan şehirleri geri almak için harekete geçti. Buna rağmen Gazne ordusu zaman 14 Büyük Selçuklu Tarihi zaman Türkmenler’in baskınlarına uğramaktan da kurtulamıyordu. Selçuklular zaten yazın bastırması yüzünden ağırlıklarını ve iaşe sıkıntısının bunalttığı düşmanı meydan savaşı yerine vur-kaç taktiği ile hırpalamayı tercih ediyorlardı. Yeni bir saldırı için zamana ihtiyacı olan Mesud, vezirinin önerisi ile Selçuklular’la yeniden barış yaptı (Ağustos-Eylül 1039). Buna göre Selçuklular Nesâ, Baverd ve Ferâve’ye çekilecek, yani Merv, Serahs ve Nişabur’u boşaltacaklardı. Gazne sultanı da güvence olarak Herat’a çekildi. Her iki taraf da barışa inanmıyor, dolayısıyla savaşa hazırlanıyorlardı. Sultan Mesud sonbaharda özellikle Tuğrul Bey’i yakalamak niyetiyle çok süratli bir harekâta başladı. Selçuklular onun yaklaşması üzerine çöle çekildiler. Sultan Mesud 16 Ocak 1040’da Nişabur’a girdi. Tuğrul Bey’in oturduğu tahtı parçalatıp, atlarını bağladığı ahırları ateşe vermesi, Tuğrul Bey ile işbirliği edenleri cezalandırması sinirlerin iyice gerildiğinin işaretleri sayılmalıdır. Horasan’da kıtlık olması sebebiyle kış, her iki taraf için de çok zor geçti. Fakat Selçuklular’ın ifadesiyle çöl onların anası-babası idi. Onlar, sıcağa-soğuğa yokluğa alışık olduklarını, bu şartların daha çok düşmanı hırpalayacağını hesap ediyorlardı. Nitekim bu süreçte Gazne ordusunun pek çok hayvanı telef oldu. Mart ortasında yeniden harekete geçen Sultan Mesud, kıtlığın devam ettiği Horasan’da ordusu büyük sıkıntılar çekerek, Tus-Baverd üzerinden Mayıs ayı ortalarında Serahs’a ulaştı. Gazne ve Selçuklu ordularının birbiri ardına şehre girişlerinden ve tahribattan bunalan ahali şehrin kapılarını Sultan’a açmadı. Devlet ileri gelenlerinin Herat’a geri dönüp ordunun toparlandıktan sonra sefer edilmesi teklifi Mesud’u çok kızdırdı. Aslında ne sebeple çekilirse çekilsin bunun düşmanlarınca zaaf olarak algılanacağını bilen Sultan Mesud, bazı ileri gelenleri de meselenin sürüncemede kalmasından yararlanmakla suçluyordu. Bu durumda Selçuklular’la sonucu belirleyecek bir harbe girmesi kaçınılmaz olacaktı. Nitekim 16 Mayıs’ta ordunun ihtiyaçlarını sağlamayı umarak Serahs’tan Merv’e doğru harekete geçti. Selçuklular bunun üzerine, daima yaptıkları gibi, bir kurultay toplayarak durumu görüştüler. Tuğrul Bey yine çöle çekilmeyi teklif etti. Ancak bunun peşin yenilgi olduğunu, oysa savaşırlarsa kazanma şanslarının olduğunu düşünen Çağrı Bey’in ısrarı ve diğer Selçuklu başbuğlarının da onu desteklemesi üzerine nihaî bir savaşa karar verdiler. DANDÂNAKÂN SAVAŞI Ailelerini ve ağırlıklarını Balhan Dağları’ndaki soydaşlarının yanına gönderen Selçuklular, Gazne ordusuna doğru harekete geçtiler. Onların maksadı kayıplar vermekte ve maneviyatı da büyük ölçüde çökmüş olan Gazne ordusunu çöle çekmekti. Selçuklular Gazne ordusuna ani baskınlar düzenleyip kaçıyor, kaçarken de su kuyularını kullanılmaz hâle getiriyorlardı. Aslında Sultan Mesud bu savaşa çıkarken Selçuklular’ın savaş taktiğini anladığını, kendisinin de buna uygun olarak, hareket kaabiliyeti yüksek bir orduyla savaşacağını söylüyordu. Ancak Sultan Mesud yine onların stratejisine tâbi olmak zorunda kalmıştı. Selçuklular’ın Horasan’a göç ettiği 1035 yılından beri sürekli alarm durumunda bulunan Gazne ordusu bu süreçte adeta tükenmişti. Nihayet Dandânakân yakınlarında karşı karşıya gelen iki ordu üç gün sürecek bir kader savaşına başladı. Selçuklular küçük birlikler hâlinde yıpratma savaşı veriyorlardı. Gazne ordusunun dayanılmaz hâle gelen su ihtiyacını karşılamak hayatî bir mesele idi. 23 Mayıs Cuma günü Dandanakan kalesine ulaşan Gazne ordusu, kale kapıları kendilerine açılmamakla birlikte, ahalinin surlardan sarkıttığı su testileri ile bir miktar ihtiyacını giderdi. Kale dışındaki dört kuyu Selçuklular tarafından leş atılarak kullanılmaz hâle getirilmişti. Kuyuların açıl- 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 15 ması durumunda bile, ordudaki çok sayıda hayvanının ihtiyacını karşılamayacağı açıktı. En yakın su kaynağı ise 5 fersah mesafede idi. Sultan Mesud kuyuların temizlenmesi fikrini kabul etmeyip hareket emrini verdi. Ancak ordunun böyle bir durumda ileride bulunan su kuyularına doğru harekete geçmesi felâketin başlangıcı oldu. 370 saray gulâmının geceleyin kaçarak daha önce anlaştıkları Selçuklu saarında savaşa girmesi de bardağı taşıran son damla oldu. Selçuklu ordusunun bu intizamsız kuvvetlere şiddetle hücüm etmesi Gazne ordusunu darmadağın etti. Sultan Mesud, ordusu neredeyse savaşmadan dağılmasına rağmen, 100 kadar adamıyla büyük bir cesaretle savaşa devam etti. Ancak esir düşmek tehlikesiyle karşı karşıya kalınca Selçuklu saarını yararak Merv yönünde kaçmaya başladı. Ordusunun kalanları da yol boyunca ona katılmaya devam ederken Haziran 1040’da Gazne’ye vardı. Böylece tarihin sayfalarında önemli dönüm noktalarından biri olarak yer alacak büyük bir savaş daha sona ermiş oldu. Selçuklular 16.000 kişilik ordularıyla kendilerinin neredeyse beş katı olan bir orduyu hezimete uğratmışlardı. İki taraf için de hayatî önemi haiz olan bu savaşı, orduların mevcutları arasındaki orantısızlığa rağmen Selçuklular’ın kazanmasının en önemli sebeplerinden birisi şüphesiz bu anın onlar için bir ölüm-kalım savaşı olması idi. Bunun yanında orduların yapıları da bir o kadar mühim idi. Selçuklu ordusunun vur-kaç taktiğine uygun hafif süvarilerden oluşması; buna karşılık Gazne ordusunun hareket kaabiliyetini kısıtlayan ağırlığının da bu sonuç üzerinde büyük etkisi vardır. Ancak bunlar kadar mühim başka bir husus da, her iki ordunun terkibidir. Selçuklu ordusu bir devletin kuruluşu için temel esas olan aynı soydan insanların kayıtsızşartsız dayanışmasıyla, aynı davaya baş koymuş, her şartta kazanmak mecburiyetinde olan savaşçıların ruh haliyle hareket ediyordu. Gazneli ordusu ise, muhtelif milletler üzerinde hüküm süren bir iktidarın, kaçınılmaz olarak bu milletlerden oluşturduğu, ortak menfaâtlerden çok şahsî çıkarların gözetildiği ahenksiz bir kalabalıktı. Dolayısıyla birbirleriyle rekabet eden ve aldığı ücreti biraz fazlasıyla her kim öderse ona hizmet etmeye, başka bir deyişle ihanete hazır kimselerden meydana geliyordu. Gazneliler bu yenilgi sonucunda en önemli eyaletlerinden olan Horasan ve Harizm’i kaybettiler. Ancak Afganistan ve Kuzey Hindistan’da bulunan topraklarına çekilip 1187 yılına kadar siyasî varlıklarını sürdürdüler. Gazneliler’in kendilerinin beşte biri kadar olan bir orduya yenilmiş olmalarının başlıca sebebi sizce ne olabilir? DEVLETİN KURULUŞU VE YAPILANMASI Zaferden sonra Selçuklular bir yandan Gazne ordusunu kararlı bir takibe uğratırken, hemen bir kurultay topladılar ve devlet ilân ettiler. Ancak asıl büyük kurultayı bir ay içerisinde Merv’de yaptılar. Tuğrul Bey bir kere daha sultan ilan edildi. Nişabur başkent olmak üzere batıya gidecekti. Özellikle Selçuklu aile mensupları, bu büyük emeğin, fedakârlığın hebâ olmaması için birlik hâlinde kalmaya and içtiler. Sonra ülke topraklarının yönetimini paylaştılar. Çağrı Bey’e melik unvanıyla Merv merkez olmak üzere Horasan’ın doğusu; Musa Yabgu’ya ise Herât’tan itibaren Afganistan yönünde zapt edeceği yerler verildi. Hanedanın ileri gelenlerinden bir kısmına da, bu üç liderden birisine bağlı olmak kaydıyla bazı yerler verildi. Çağrı Bey’in oğlu Kavurt Kirman’a tayin edilirken; diğer oğlu Alp Sungur Yakutî, İbrahim Yinal ile Kutalmış doğrudan Tuğrul Bey’in hizmetine verildiler. 4 16 Büyük Selçuklu Tarihi Selçuklu Devleti’nin kuruluşu aşamasında yapılan bu iş bölümü, pek çok araştırmacı tarafından Türk devlet geleneğine dayanan bir uygulma olarak değerlendirilmekle birlikte; ilk olma özelliği taşıyan yönleri de vardı. Geleneğe göre Türk Devleti’ni Tanrı tarfından kendisine kut verilmiş olan tek bir hükümdar yönetirdi. Ülke toprakları yönetim bakımından hanedan mensupları arasında bölüşülürdü. Ancak bu görevliler hükümdarın hükümranlık yetkisine ortak değillerdi ve gerektiğinde idare alanları da değiştirilirdi. Yani ülke hanedanın ortak mülkü değildi. Yönetim yetkisi, millet adına hükümdarın elinde ve hanedanın ortak sorumluluğunda bulunurdu. Ancak Selçuklular’ın sözkonusu iş bölümü, bu anlamda ülüşün sınırlarını aşan istisna durumlardandır. Selçuklular Merv kurultayında Tuğrul Bey’i sultan kabul etmekle birlikte, Çağrı Bey ve Musa Yabgu’ya tanınan haklar, geleneğin ötesine geçmiş bulunuyordu. Nitekim her ikisi de kendi adlarına hutbe okutmak ve para bastırmak yetkisini hâiz oldukları gibi, onların doğrudan tâbileri de vardı. Bu durum Türk devlet geleneğinin öngördüğünün aksine merkeziyetçiliğe aykırı bir durum ortaya çıkarıyordu. Herhâlde bu kadar meşakkatli bir süreçte büyük hizmetler etmiş olan diğer iki Selçuklu başbuğuna da bir nevi vefa göstergesi olarak sağlanan bu imtiyazlar, ileride görüleceği üzere onların hayatlarıyla sınırlı kalacaktır. Kut, Türk devlet geleneğine göre, Tanrı tarafından yeryüzünü idare etmekle görevlendirilmiş olan Türk hükümdarına bahşedilmiş olan ilahî lütfun adıdır. Kut, hükümdarı ilâhî nitelikli ve kutsal yapmaz. Çünkü Tanrı tarafından yetkilendirilmiş sayılsa da hükümdar, töre (kanun) önünde sorumlu ve hesap sorulabilir durumdadır. 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 17 Özet Selçuklular’ın Kökeni ve Oğuzlar’la ilişkilerini tanımlayabilme, Selçuklular, XI-XIV. yüzyıllarda Türkistan, Horasan, İran, Afganistan, Azerbaycan, Suriye, Irak ve Anadolu’da şubeler hâlinde hüküm sürmüş olan hanedanın adıdır. Oğuzlar’ın Kınık soyundan gelen Selçuklular’ın bilinen ilk atası Dukak Bey’dir. Yarı göçebe bir hayat sürmekte olan Oğuzlar, Orta Seyhun’dan Aral-Hazar arasına kadar olan yurtlarında OğuzYabguluğu idaresinde yaşamakta idiler. Dukak Bey ve daha sonra da oğlu Selçuk Bey, yabgunun hizmetinde sübaşı olarak hizmet etmişlerdi. Oğuz göçlerinin sebep ve sonuçlarını belirleyebilme, Oğuzlar’ın kuzey komşusu olan Kıpçak birliğinin dağılması üzerine başlayan göçlerin sebep olduğu sarsıntı yabguluğu da etkiledi. İktisadî ve sosyal başka sebeplerin de etkisiyle, Yabgu ile siyasî çekişmeye giren Selçuk Bey göç etmeye mecbur oldu. 100 kadar atlı ile Yenikent’ten Maveraünnehir’de bulunan Cend’e geldi. Kısa zaman içerisinde bu havaliye göç eden ve müslüman olan Oğuzlar’ın etrafında toplanmasıyla büyük bir güce ulaştı. Bundan dolayı Karahanlılar ile Sâmânoğulları arasındaki mücadelelerde ikisinin de yardımına ihtiyaç duyduğu bir güç hâline geldi. Sâmânoğulları bu yardımlar karşılığında Selçuklular’a Buhara yakınlarında Nur kasabasını yurtluk olarak verdiler. Selçuk Bey’in ölümünden sonra oğlu Arslan Yabgu ailenin başına geçti. Ancak Karahanlılar’ın Maveraünnehir’i ele geçirmesi üzerine zorluklar arttı. Yoğun baskı üzerine yeni arayışlara girdiler. Çağrı Bey 1016-1021 yılları arasında Doğu Anadolu Bölgesine bir sefer yaptı. Bu taprakların fethedilebilir olduğu müjdesi ile döndü. Bu arada Karahanlı Ali Teginle ittifak eden Arslan Yabgu, Oğuzlar (Türkmenler)’ı giderek artan kuvvetleri dolayısıyla tehdit olarak gören Gazneli Sultan Mahmud tarafından bertaraf edildi. Bundan sonra ailenin başına geçen Çağrı ve Tuğrul Beyler, Ali Tegin ve Harizmşahla bazı ittifaklar denemelerine rağmen artık burada kalmanın mümkün olamayacağını görerek Ceyhun’u geçip Horasan’a geldiler. Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu açıklayabilmek, Gazneli Sultan Mesud, topraklarına izinsiz giren Selçuklular’a karşı mücadele başlattı. Yurt ihtiyacı yüzünden göçe mecbur kaldıklarını bildirerek yaptıkları af ve hizmet talepleri kabul edilmedi. 1035 yılında Nesâ savaşı ile başlayan ve 1040 Dandanakan savaşına kadar devam eden bu mücadeleler sırasında Selçuklular, 1038 yılında Nişabur’u ele geçirip devlet ilân ettiler. Sultan Mesud’un, Türkmenler (Oğuzlar) ya da Selçuklu meselesini çözmek üzere yaptığı son büyük hamle de Dandânakân’da başarısız oldu. Bu başarısızlıkta, Selçuklular’ın bu var olma-yok olma mücadelesinde kazanmaktan başka çarelerinin olmaması ve uyguladıkları vur-kaç savaş taktiği önemli etken olmuştur. Savaştan sonra Tuğrul Bey sultan ilân edilerek Selçuklu Devleti kuruldu. Ülke topraklarının yönetimi hanedan mensupları arasında paylaşıldı. 1 2 3 18 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Selçuklular’ın bilinen ilk atası aşağıdakilerden hangisidir? a. Selçuk Bey b. Arslan Yabgu c. Dukak Bey d. Oğuz Yabgu e. Kutalmış 2. Selçuklular Oğuz boylarının hangisinden gelmektedirler? a. Kayı b. Yazır c. Döğer d. Kınık e. Kıpçak 3. X. yüzyılda Oğuzlar’ın başlıca yurtları aşağıdakilerden hangisidir? a. Maveraünnehir b. Doğu Türkistan c. Orta Seyhun, Aral-Hazar arası d. Orhun bölgesi e. Horasan 4. X. yüzyıldaki Oğuz göçlerinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir? a. Çin istilâsı b. Karahanlılar tarafından davet edilmeleri c. Gazneli Mahmud’un düşmanca tavırları d. Maveraünnehir’de yaşanan kıtlık e. Kıpçak Birliğinin Kıtaylar’ın baskısıyla dağılması 5. Aşağıdakilerden hangisi Çağrı Bey’in Anadolu akının sonuçlarından biri değildir? a. Bizans’ın Doğu Anadolu siyasetinde değişiklik yapması b. Ermeniler’in iç bölgelere göç ettirilmesi c. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması d. Anadolu’nun fethedilebilirliğinin tespiti e. Çok miktarda ganimet elde edilmesi 6. Selçuklular’ın Maveraünnehir’de tehlike olarak görülmelerinin nedeni hangisidir? a. Göçler dolayısıyla sayılarının devamlı artması b. Sâmânoğulları ile işbirliği yapmış olmaları c. Karahanlı tahtını ele geçirmek istemeleri d. Ali Tegin ile işbirliği yapmayı reddetmeleri e. Gazne topraklarına düzenledikleri akınlar 7. Selçuklu-Gazneli savaşları için aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır? a. 1038 Serahs b. 1037 Nesâ c. 1040 Dandânâkan d. 1039 Talh-âb e. 1039 Ulyâ-âbâd 8. Selçuklular’ın Gaznelilerle savaşlarının başlıca sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Karahanlılar’a yardım etmesi b. Gazne topraklarını yağmalaması c. Arslan Yabgu’nun esir edilmesi d. Sultan Mahmud’un Oğuz illerini yağmalaması e. Selçuklular’ın devlet kurmak istemeleri 9. Dandanakan’dan sonra yapılan idarî düzenlemeyi en doğru şekilde aşağıdakilerden hangisi tanımlamaktadır? a. Henüz devlet kurulamamıştır. b. Kurulan devlet Kınık boyunun idaresine verilmiştir. c. Tuğrul Bey idaresinde merkeziyetçi bir devlet kurulmuştur. d. Tuğrul, Çağrı ve Yabgu ayrı bölgelerde hükümdar olmuşlardır. e. Devletin başına Selçuk Bey geçmiştir. 10. Dandanakan’dan sonraki paylaşım ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Tuğrul Bey’e Merv merkez olmak üzere İran b. Çağrı Bey’e Merv merkez olmak üzere Ceyhun’a kadar Horasan c. Kara Arslan Kavurt Bey’e Kirman d. İnanç Yabgu’ya Herat ve Sistan e. Tuğrul Bey’e Nişabur merkez olmak üzere Horasan 1. Ünite - Kuruluş Dönemi 19 Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Gazneli Sultan Mahmud, Karahanlı hükümdarı Yusuf Kadır Han ile Semerkant’ta görüştükten sonra Oğuzlar’ın kendileri için de büyük bir tehlike olduğu kanaâtine vardı. Fakat tehditin boyutunu anlamak üzere o sırada Oğuzlar’ın önde gelen başbuğlarından olan Arslan Yabgu’yu huzuruna çağırdı. 10.000 kişilik bir ordu ile geldiğini duyunca kendi başına gelmesini istedi. Arslan Yabgu başlangıçta iyi kabul görmekle birlikte, daha sonra yakalanarak hapsedildi. Sultan Mahmud ile Arslan Yabgu arasında bu olaya sebep olarak gösterilen konuşma şu şekilde nakledilmektedir: Sultan Mahmud- “Biz her zaman Hind tarafına, kâfirlerle gazaya gitmek zorundayız. Böyle olunca Horasan ihmâl ediliyor. Sizden beklentim odur ki, iki taraf arasında bir sözleşme ve yardımlaşma olsun. Zira bir taraan kuvvetli bir düşman peyda olursa, yardıma ihtiyaç olacaktır. Siz yardımı esirgemeyesiniz”. Arslan Yabgu- “Sultan’a bağlılık konusunda bizden kusur ve ihmâl olmaz”. Sultan Mahmud- “Askere ihtiyacım olursa bana ne kadar yardım edebilirsiniz?” Silahdârından bir yay alan Arslan gençliğin ve içkinin verdiği gururla Arslan Yabgu- “Bu yayı kendi kavmime gönderirsem 30.000 kişi derhâl atlanırlar” diye cevap verdi. Sultan Mahmud- “Daha fazlasına ihtiyacım olursa diye tekrar sordu”. Arslan Yabgu- Elindeki oku Sultan Mahmud’a atarak “Bu oku kendi kabileme işaret olarak gönderdiğim her zaman 10.000 kişi daha gelir” diye cevapladı. Yabgu, Sultan sordukça üç ok ve bir yayla toplam 100.000 kişinin geleceğini taahhüt etti. Sultan Mahmud Daha fazla lâzım olursa diye sormaya devam etti. Arslan Yabgu- “Şu oklardan birini Balhan Dağı’na (Hazar’ın güneydoğusunda) gönder, 100.000 atlı daha gelir”. Sultan Mahmud aynı soruyu tekrarlayınca Arsan Yabgu- “Bu oku Türkistan’a gönder, 200.000 atlı istesen de gelir” dedi. Sultan Mahmud bunun üzerine ‘Bir yay ve üç okla, maaşsız-ücretsiz bu kadar orduyu emre amade edebilen bir kimseyi hafife almamalıdır” diyerek onu ve adamlarını yakalattı. Gece yarısı zincirlere vurulmuş olarak, hapsedilmek üzere Hindistan’daki Kalincar kalesine gönderildi. Oğlu Kutalmış ve adamlarının teşebbüslerine rağmen kurtarılamayan Arslan Yabgu 1032 yılında hapiste öldü (Köymen, 1979). 1. c Yanıtınız yanlış ise “Selçuklular’ın Kökeni” konusunu yeniden gözden geçirin. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Selçuklular’ın Kökeni” konusunu yeniden gözden geçirin. 3. c Yanıtınız yanlış ise “Selçuklular ve Oğuzlar” konusunu yeniden gözden geçirin. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Cend’e Göç” konusunu yeniden gözden geçirin. 5. c Yanıtınız yanlış ise “Çağrı Bey’in Doğu Anadolu Keşiif Akını” konusunu yeniden gözden geçirin. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Karahanlılar ile İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçirin. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Horasan’a Göç ve Gazneliler ile Savaşlar” konusunu yeniden gözden geçirin. 8. e Yanıtınız yanlış ise “Horasan’a Göç ve Gazneliler ile Savaşlar” konusunu yeniden gözden geçirin. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Devletin Kuruluşu ve Mahiyeti” konusunu yeniden gözden geçirin. 10. a Yanıtınız yanlış ise “Devletin Kuruluşu ve Mahiyeti” konusunu yeniden gözden geçirin. 20 Büyük Selçuklu Tarihi Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Selçuklular, Aral-Hazar arasından Orta Seyhun’a kadar uzanan yurtlarında yaşamakta olan Oğuzlar’ın Kınık boyundan gelmekte idiler. Bilinen ilk ataları Dukak Bey de Oğuz yabgusunun sübaşısı idi. Daha sonra Selçuk Bey de aynı göreve getirilmiştir. Sıra Sizde 2 Maveraünnehir’e göç ettikten sonra kendilerine katılan Oğuzlarla birlikte nüfusları giderek artan Selçuklular, bölge hâkimleri arasındaki ilişkilerde rol almaya başladılar. Karahanlılar’a karşı savaşlarında Sâmânoğulları’nın yanında yer aldılar. Ancak Sâmânoğulları’nı yıkıp burayı ele geçiren Karahanlılar tarafından istenmediler. Baskıya maruz kalan Çağrı Bey yeni yurtlar aramak, ganimet elde etmek ümidiyle bu sefere çıktı. Sıra Sizde 3 Türkler’de eski devirlerden itibaren, ailenin, boyun ve devletin kim tarafından yönetileceği problem teşkil etmiştir. Selçuklular da daha devlet kurulmadan önce, ailenin riyâseti konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Selçuk Bey’den sonra, daha onun sağlığında ölen büyük oğlu Mikail’in çocukları ile hayattaki büyük oğlu Arslan Yabgu, ailenin yönetimi konusunda sorun yaşamışlardır. Sıra Sizde 4 Gazneliler’in kendilerinden sayıca çok küçük olan Selçuklulara yenilmesinin başlıca sebebi, iki ordu arasındaki mahiyet farkıdır. Selçuklu ordusu kazanmaktan başka çıkar yolu olmayan, çöl savaşına uygun hafif süvarilerden oluşan bir ordu idi. Gazneliler ise fillerin de önemli yer tuttuğu ağır techizâtlı, dolayısıyla hareket kaabiliyeti zayıf bir ordu idi. Diğer yandan Selçuklu ordusu maddî-manevî tüm unsurları ile uyumlu, Gazne ordusu ise muhtelif kökenlerden gûlamların oluşturduğu bozguna meyyâl bir ordu idi. Agacanov, Sergey (2002). Oğuzlar (Türkçe trc. A. Annaberdiyev- E. Necef) İstanbul Agacanov, Sergey (2006) Selçuklular (Türkçe trc. E.Necef-A. Annaberdiyev) İstanbul Köymen, M.Altay (1979). Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi I Kuruluş Devri Ankara Sümer, Faruk(2004). Oğuzlar (Türkmenler) TarihleriBoy Teşkilâtı- Destanları İstanbul. Turan, Osman (2010). Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti İstanbul Yararlanılan Kaynaklar 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu Devleti’nin kuruluş dönemi idarî yapılanmasının özelliklerini açıklayabilecek, Devletin kuruluş döneminde yaşanan başlıca siyasî olayları tanımlayabilecek, Selçuklu Devleti’nin İslâm Dünyasında üstlendiği rolü ve Abbasî Halifeliği ile ilişkilerini siyaset felsefesi açısından açıklayabilecek, Taht mücadelelerini idare mekanizması bakımından değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Türkmenler • Bizans • Abbasîler • Fatimîler • İsyanlar • Çağrı Bey • Kutalmış • Tuğrul Bey • İbrahim Yinal • Musa Yabgu İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Tuğrul Bey Zamanı • DEVLETİN MAHİYETİ VE İLK FETİHLER • TÜRK AKINLARI VE BİZANS İLE İLİŞKİLER • ABBASÎ HALİFELİĞİ İLE İLİŞKİLER • ŞEHZÂDE İSYANLARI • DİĞER OLAYLAR BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ DEVLETİN MAHİYETİ VE İLK FETİHLER Dandânakân zaferini kazandıktan sonra Tuğrul Bey’i sultan ilân eden Selçuklular, bu başarılarını birer zafernâme ile başta Karahanlılar olmak üzere, tüm komşularına duyurdular. Bunun yanı sıra bir islâm devleti olarak onaylanmak isteği ile, Abbasî halifesi el-Kaim Biemrillah’a da elçi gönderdiler. Tuğrul Bey adına kaleme alınan mektupta Gazneliler’in zulümlerinden ve tahtı hak etmeyen köle soylarından, kendilerinin ise padişahzâde olduklarından bahsediyor; âdil, dindar hükümdarlar olmayı vad ederek saltanatlarının tastik edilmesini bekliyorlardı. Daha önce söz edildiği gibi Dandânakân zaferinden sonra, fethedilen ve fethi hedeenen toprakların yönetimi hanedân mensupları arasında bölüşülmüştü. Tuğrul Bey sultan olmakla birlikte; her birisinin kendi tâbileri bulunan Çağrı Bey ve Musa Yabgu da, bağımsız birer hükümdar hüviyetiyle karşımıza çıkmaktadırlar. Gerçi onların bu yüksek mevkilerine rağmen hiyerarşik bakımdan Tuğrul Bey’in üstünlüğünü kabul etmekte oldukları anlaşılmaktadır. Selçuklu Devleti’nin kuruluşu, hiç şüphesiz Türk- İslâm ve Dünya Tarihinin akışını değiştirecek önemli bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü henüz sadece Horasan’ı ele geçirmiş bulunan Selçuklular, en yakından başlayarak Afganistan, İran, Azerbaycan ve hattâ Anadolu yönünde topraklarını genişletmek siyaseti güdüyorlardı. En güçlü rakipleri Gazneliler’le sınır mücadeleleri bundan sonra da sürüp gidecek olmasına rağmen, onlar artık ciddi bir tehdit olmaktan çıkmışlardı. İran ise, tüm yakındoğuda olduğu gibi, Abbasî İmparatorluğu’nun X.yüzyılda zayıamasıyla ortaya çıkan, siyasî birlikten yoksun bir şekilde, mahallî hanedanların idaresinde bulunuyordu. Tuğrul Bey Horasan’a sahip olan kardeşi Çağrı Bey’le sınırdaş olarak kendisini bir bakıma doğu istikametinde tamamen emniyette hissediyordu. Çağrı Bey ise Gazneli topraklarında ilerlemeye devam ederek, Belh başta olmak üzere Toharistan ve Huttalân bölgelerini süratle ele geçirdi. Musa Yabgu da Herat ve Sistan’ı alarak Gazneliler’e karşı mücadeleyi sürdürdü. Sultan Mesud ölmeden önce, Harizmşâh İsmail isyan etmiş olduğu için Harizm’i Cend emiri Şâh-Melik’e vermişti. Şâh-Melik 40.000 kadar askerle Harizm’e yürüyüp İsmail’i ağır bir yenilgiye uğratıp bölgeye hâkim oldu (1041). Çağrı Bey, ordusunun mevcudundan da anlaşılacağı üzere, büyük bir Oğuz gücüne dayanmakta olan eski düşmanları Şâh-Melik’in arz ettiği tehlike karşısında ordusuyla hemen harekete geçti. Bunun üzerine Cend meliki çekilmek zorunda kaldı. Ancak Çağrı Bey onun Tuğrul Bey Zamanı Halifelik aslında tam olarak devlet başkanlığı demek olup, İslâm siyaset felsefesine göre halife, bütün müslümanların emiri idi. Yani İslâm dünyasının bir tek hükümdarı olabilirdi; o da halife idi. Ancak Abbasî Halifeliği, Harun Reşid ve oğullarından sonra çeşitli sebeplerle güç kaybederken, merkeziyetçi yapısı da çözülmeye başlamıştı. Bundan yararlanan pek çok yerel yönetici bulunduğu yerde bağımsızlığını ilân etti. Abbasî halifeliği daha fazlasına gücü yetmediği için, kendi adına para bastırmak ve hutbe okutmak kaydıyla bu emirliklerin varlığını onayladı. Böylece Batı İran ve Irak-ı Acem’de Büveyhoğulları, Horasan ve Maveraünnehir’de Sâmânoğulları, Musul’da Hamdanoğulları, Ukayloğulları, Azerbaycan’da Şeddadoğulları, Horasan’da Tahiroğulları, Mısır’da Fatımî Halifeliği vb. gibi hanedanlar ortaya çıktı. Bunların meşruiyeti ise, sonuncusu hariç halifeden alacakları onaya bağlı bulunuyordu. 24 Büyük Selçuklu Tarihi çekilmesini yeterli görmeyerek, Taberistan seferinden henüz dönmüş olan Tuğrul Bey ile birleşerek Şah-Melik’in üzerine yürüdü. Başşehir Ürgenç’te kuşatılan Şâh-Melik, bir huruç hareketi yapmak istediyse de yenildi. Gazneliler’e sığınmak üzere kaçarken İbrahim Yinal’ın kardeşi Ertaş tarafından yakalandı ve hapsedildi. Böylece Selçuklular’ın eski düşmanları tamamen ortadan kaldırıldığı gibi, Harizm vilâyeti de Selçuklu idaresine girmiş oldu (1043). Bu gelişme Oğuzlar’ın, artık rakipsiz görünen Selçuklular’a katılımını da iyice hızlandırmıştır. Kirman eyaleti ise Çağrı Bey’in oğlu Kavurt Bey tarafından ele geçirildi ve Büyük Selçuklular’a bağlı olmak üzere, Kirman Selçuklu Melikliği kurulmuş oldu. Tuğrul Bey’in Harizm seferinden döndükten sonra, Selçuklu ailesinin en şöhretli mensupları olan Kutalmış, İbrahim Yinal ve Alp Sungur Yakutî de maiyetinde olarak Batı İran’a yönelmesi, devletin daha çok bu taraa genişleyeceğinin işaretlerini veriyordu. Merkezî bir yönetimden mahrum olan bölge, çok kısa bir zaman zarfında Selçuklular tarafından kolaylıkla ele geçirildi. Tuğrul Bey zaten daha önce, Hazar Denizi’nin güneyinde bulunan Taberistan ve Gürgân’ı ele geçirerek buradaki hanedanları kendisine bağlamış bulunuyordu (1042). İbrahim Yinal 1042’de Irak Oğuzları’nın elinde bulunan Rey şehrini ele geçirdi. Tuğrul Bey ertesi sene başkentini Nişabur’dan Rey’e nakletti. Bunu Hemedân, Kazvîn, Zencân, Kirmanşâh ve Hulvân gibi şehirlerin fethi takip etti (1045-1046). Tuğrul Bey bundan sonra İsfahan’a yürüyüp Kâkûyeoğlu Ferâmurz’u tâbiyet altına aldı (1046-1047). Fakat Ferâmurz’un daha sonra Rey’i istilâ teşebbüsü ve itaâtsizliği 1050 yılında İsfahân’ın Selçuklu topraklarına katılması ile sonuçlandı. İsfahân’ı çok beğenen Tuğrul Bey imarı için gerekenleri de yaptı. Bütün bu fetihlerle ve İbrahim Yinal’ın Sarmâc ve Şehrizor’u almasıyla da Selçuklu Devleti artık Azerbaycân ve Irak sınırlarına; yani Bizans ve Abbasî Halifeliği hudutlarına dayanmış bulunuyordu. TÜRK AKINLARI VE BİZANS İLE İLİŞKİLER Yukarıda Oğuz göçlerinin Kıpçak boy birliğinin dağılmasından kaynaklanan sebeplerle, önemli ölçüde zorunluluktan kaynaklandığı ifade edilmişti. Oğuzlar, Selçuk Bey’in Cend’e göçünden beri, neredeyse üç kuşaktır Maveraünnehir, Harizm ve Horasan’da oradan oraya göçüp durmakta idiler. Selçuklular’ın kazandığı güç ve itibar çerçevesinde etraarında toplananların sayısı da giderek artıyordu. Bununla birlikte Dandânakân zaferi Türk Milleti’nin kaderini değiştirecek bir dönüm noktası oldu. Bu zaferle Ceyhun Nehri kıyılarında, Gazneliler tarafından engellenmekte olan Türkmen göçünün önündeki set çöktü. Selçuklular’ın devlet kurduğunu duyan Türkmenler akın akın Horasan’a gelmeye başladılar. Bilge Kağan’ın adına diktiği âbideye kazıttığı “aç milletimi doyurdum, çıplak milletimi giydirdim, az milletimi çoğalttım” sözlerinde karşılığını bulan “babalık” vasfı gereği; göçebeler de devletin kapısına koşmaya başladılar. Devrin kaynakları bu göçü bir insan seli olarak tarif ederler. Dönemin görgü şahidi olan Beyhâkî’nin eserinde anlattığı bir anekdot göçün kapsamını ifade etmesi bakımından çok çarpıcıdır. Horasan’a akan insan yığınları içerisinde bir şeyler aranmakta olan yaşlı ve sakat (acûze, âciz) bir kadına, bu hâlde neden yollara düştüğü sorulunca; Selçuklular’ın devlet kurduğunu ve Gazneliler’in kaçarlarken yerin altına gömdükleri hazinelerden hissesini almaya geldiğini söyler. Bu anlatım mübalağalı sayılsa bile, yazarın dikkatimizi çekmek istediği husus, kendisini devletin mensubu/ hissedârı sayan böyle bir kadın bile yollara düşmüş ise, geride neredeyse kimsenin kalmamış olduğu gerçeğidir. Selçuklular, Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olmak üzere bazı hanedanlar daha kurmuşlardır. Bunların ilki hemen Dandânakân’dan sonra Kavurt Bey’in fethettiği Kirman’da kurduğu meliklik; ikincisi Sultan Melikşah’ın 1078 tarihinde kardeşi Tutuş’u Şam (Suriye)’a tayin etmesi üzerine kurulan Suriye Selçuklu Melikliği; üçüncüsü Sultan Sancar’ın,1119’da yeğeni Mahmud’u Irak’a sultan tayin etmesiyle kurulan Irak Selçukluları; sonuncusu ise Kutalmışoğlu Süleymanşâh’ın 1075 yılında İznik’i fethederek Büyük Selçuklular’dan bağımsız, onlarla rekabet hâlinde kurduğu Türkiye Selçukluları hanedanlarıdır. 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 25 Daha önce Horasan’a gelmiş bulunan Yabgulular (Irak Oğuzları) Selçuklu Devleti’ne tâbi olmak istemeyerek batıya Azerbaycân, Doğu Anadolu, el-Cezire ve Irak’a yönelirken her tarafı yağmalıyorlardı. Ayrıca Horasan’a gelmiş ve henüz yerleştirilemeyen Oğuzlar da, girdikleri yerlerde hayatlarını sürdürebilmek için aynı yolu takip ediyorlardı. Abbasî Hâlifesi bu sebeple Tuğrul Bey’i olanlar konusunda ihtar etmek üzere bir mektup gönderdi. Halife aldıkları yerlerle yetinmelerini, yağmalarla İslâm ahaliyi daha fazla incitmemelerini bildiriyordu. Tuğrul Bey buna bir yandan bu faaliyetlere katılanların hepsinin kendi tâbileri olmadığı, diğer yandan da insanlar aç kaldıkları için böyle yapıyorlarsa elinden bir şey gelmeyeceği şeklinde cevap veriyordu. Gerçekten de Türk Devleti boylar birliği esası üzerine teşkilâtlandığı için sultan, devlet nezdinde beyi tarafından temsil edilen boy mensupları üzerinde doğrudan söz sâhibi değildi. Selçuklu Devleti’nin kuruluş aşamasında, Türkmenler’le ilgili olarak karşılaştığı en önemli meseleyi açıklayınız. Bununla birlikte Selçuklu sultanları üzerine devlet oldukları Arap, Fars veya Türk ne olursa olsun müslüman ahâliyi incitmek hakkına sahip değillerdi. Ancak yıllardır bu devletin kuruluşu için birlikte savaştıkları soydaşlarının ihtiyaçlarını da görmezden gelemezlerdi. Çünkü aksi şekilde davranmaları varlık sebeplerine aykırı düşerdi. Bu zorunlulukla Türkmenler’in iskânına ilişkin bir devlet politikası ortaya konuldu. Buna göre Türkmenler Diyâr-ı Rum’a (Anadolu) sevk edilecek, bizzât Selçuklu sultanları ve hanedân mensupları da bu seferlerin önünü açacak, destekleyeceklerdi. Böylece Türkmenler bir taraan gayrı müslimlerle Allah yolunda savaşarak gaza etmiş, diğer taraan da kendileri için hayati ihtiyaç olan bir yurt kazanmış olacaklardı. İslâmiyetin yayıldığı ilk dönemlerde Suriye, Filistin, Kuzey Afrika ile Girit, Sicilya ve Kıbrıs adalarını da kaybeden Bizans, Abbasîler’in duraklamasından sonra toparlanarak, 950’lerden itibaren karşı taarruza geçti. Bu sayede Erzurum-Tarsus hattına çekilmiş olan doğu sınırını yeniden Azerbaycan-Kaasya’ya kadar genişletirken; güneyde Haleb’e ulaştı. Bizans, Kıbrıs Adası’nı geri aldıktan sonra Akdeniz’de de yeniden söz sahibi olmaya başladı. Yani Selçuklular İslâm Dünyasının yeni liderleri olarak Yakındoğu’ya girdikleri sırada, Bizans Müslümanlar karşısında karada ve denizde ilerleyiş hâlinde bulunuyordu. Pasinler (Hasankale) Zaferi Bizans İmparatoru IX. Konstantin Monomakhos, Türkler’in Azerbaycân-Kaasya sınırlarına dayanması üzerine 1045 yılında büyük bir orduyu Şeddâdîler’in başşehri Düvin üzerine gönderdi. Bu taarruzu haber alan Tuğrul Bey de, Kutalmış idaresinde bir ordu sevk etti. 1045 yılında, Bizans’ın saldırısı üzerine meydana gelen bu ilk Selçuklu-Bizans savaşında, Gürcü prensi Liparit’in kumanda ettiği Bizans ordusu ağır bir hezimete uğradı. Kutalmış, Tuğrul Bey’e tıpkı 1021 yılında Çağrı Bey’in söylediği gibi, bu topraklarda kendilerine karşı koyacak bir kuvvet bulunmadığını bildirdi. Bu arada Gence’yi muhasara eden Kutalmış’ın harekâtına paralel olarak, başka bir Selçuklu şehzâdesi Musa Yabgu’nun oğlu Hasan idaresindeki ordu da Erzurum Pasin ovasını istilâ ederek Van Gölü havzasına indi. Ancak Büyük Zap suyu civarında Bizans kuvvetlerinin pususuna düşen Hasan pek çok askeri ile birlikte şehit oldu. Tuğrul Bey çok sevdiği bu akrabasının intikamını almak için, Bizans’a karşı hemen yeni bir sefer hazırlığına başladı. 1 26 Büyük Selçuklu Tarihi Bu sırada İbrahim Yinal, yurt istemek için Nişabur’a kendisine gelen Oğuzlar’ı, topraklarının yeterli olmadığını söyleyerek onları Anadolu’ya yönlendirmişti. Kendisi de onlara verdiği söze uygun olarak, arkalarından harekete geçmiş bulunuyordu. Bu harekâttan haberdar olan Tuğrul Bey, onu Bizans’a karşı savaşla görevlendirdi. İbrahim Yinal komutasındaki Türkmenler Erzurum, Gümüşhâne, Ağrı, Erzen havalisine yayıldılar. Bunun üzerine Türkler’i bertaraf etmek için harekete geçen Gürcü prensi Liparites, 50.000 kişilik ordusuyla Pasinler (Hasankale) yakınlarında esas Bizans ordusu ile birleşti. 18 Eylül 1048 Cumartesi günü meydana gelen şiddetli savaşta Türk ordusu bir defa daha gâlip geldi. Bizans komutanının Cumartesi gününü uğursuz sayarak hücuma geçmemesinin, Selçuklu ordusuna baskın imkânı verdiği anlaşılmaktadır. Kaynaklar ordu komutanı Liparites de dâhil, 100.000 esir ve 10.000 araba yükü ganimet ele geçtiğini yazarak ne denli büyük bir zafer kazanılmış olduğunu tasvir ederler. Rey’e Tuğrul Bey’in nezdine götürülen esir ve ganimetlerden, Liparites de Sultan’ın payına düştü. Selçuklu Devleti ve Bizans İmparatorluğu arasındaki ilk diplomatik ilişkinin bu olaydan sonra kurulduğu tahmin edilmektedir. IX. Monomakhos, ordu komutanı Liparites ve bazı esirleri kurtarmak, daha önemlisi barışı sağlamak üzere Tuğrul Bey’e bir elçi ve değerli hediyeler gönderdi. Liparites’i fidye almadan serbest bırakan Sultan, imparatora gönderdiği elçi vasıtası ile, İstanbul’da bulunan câmide Abbasî Halifesi ve kendi adına hutbe okunmasını sağladı. Bu durum kuşkusuz Bizans’ın Mısır ile olan zengin ticaret ilişkilerine zarar verecek bir gelişme olmasına rağmen, Selçuklular’ın gücü karşısında boyun eğmek zorunda kalınmıştı. Ancak Tuğrul Bey’in yıllık vergi isteğinin imparator tarafından reddedilmesi önemli bir mesele idiyse de, hadisesinin arkasını takip etmek imkânı olmadı. Zira devletin kuruluşu ve genişlemesinde çok büyük hizmetleri olan ve ileri harekâtı ile daima Tuğrul Bey’in önünü açan kardeşi İbrahim Yinal da kendisine, Çağrı Bey ve Musa Yabgu gibi müstakil bir hâkimiyet alanı kurmak istiyordu. Tuğrul Bey, İbrahim Yinal’ın isyanı sebebiyle, Bizans meselesini askıya alarak onun üzerine yürümek zorunda kaldı. Tuğrul Bey kardeşinden, Hemedân ve elinde tuttuğu diğer kaleleri geri aldığı gibi, kendisini de Sarmâc kalesinde kuşatıp ele geçirdi. Tuğrul Bey, İbrahim Yinal’ı aedip pek çok ikta teklif etti ise de, İbrahim Yinal sultanın hizmetinde kalmayı tercih etti. Tuğrul Bey’in Anadolu Seferi Tuğrul Bey’in meşgul olduğu bu kısa ara, Bizans imparatoruna Şeddâdî topraklarına saldırı fırsatı sağladı. Hattâ İmparator Monomakhos, Tuğrul Bey’in Mısır’a yapmayı plânladığı sefer sırasında, Bizans topraklarından geçme isteğini de geri çevirdi. Bu arada bir yılı aşkın süredir Gence’yi kuşatmakta olan Kutalmış ise Bizans atağı karşısında çekilmek zorunda kalmış; bununla birlikte 1053 yılında Kars’ı alıp yağmalamıştı. Tuğrul Bey bu olaylar üzerine, imparatorun taarruzu yüzünden Doğu Anadolu sınırlarında birikip sıkıntı çekmekte olan soydaşlarının önünü açmak için Anadolu’ya bizzât sefer etmeye karar verdi. 1054 yılı başında büyük bir orduyla yola çıkan Tuğrul Bey, önce Azerbaycân’da Revvâdî emiri Vehsudan ile Şeddâdî emiri Ebû’l-Esvâr’ı kendisine tâbi kılarak arkasını emniyete aldı. Yoluna devamla Doğu Anadolu bölgesine giren Sultan, Van Gölü civarındaki Bargiri (Muradiye) ve Erciş kalelerini fethetti. Buradan Malazgirt’e gelen Tuğrul Bey’in, üç kola ayırdığı ordusunun bir kısmı Canik’ten Kaaslar’a, Tercan’dan Oltu’ya kadar olan bölgeyi yağmaladı. Bayburt’a 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 27 kadar ulaşan diğer bir kol, ücretli Frank askerler tarafından püskürtüldüğü için daha ileri gidemedi. Selçuklu ordusunun üçüncü kısmı ise, Vanand (Kars)’da Ermeni Gagik’in ordusuyla iki tarafın da ağır kayıplar verdiği bir savaşa girdi. Tuğrul Bey bunun üzerine ordusunu toplayıp Malazgirt’e döndü ve kaleyi muhasara etti. Vasil adlı bir komutan idaresinde müdafaa edilmekte olan Malazgirt bir ay boyunca şiddetle muhasara edilmesine rağmen alınamadı. Tuğrul Bey, Selçuklu ordusunun muhasara araçlarının yeterli olmaması ve kışın yaklaşması üzerine ertesi yıl yeniden gelmek kararıyla Malazgirt’ten ayrılmak zorunda kaldı. Tuğrul Bey bu sefer sonucunda her ne kadar istediği sonucu alamadı ise de, İran ve Horasan’da kendilerine yurt bulamayarak, devlet tarafından zorunlu bir şekilde Anadolu’ya sevk edilen Türkmenler’in önünü, devletin bu konudaki siyasetine uygun olarak açmış oldu. Büyük Selçuklu Devleti’nin Bizans politikasının hangi temel esaslara dayandığını açıklayınız. ABBÂSÎ HALİFELİĞİ İLE İLİŞKİLER Selçuklu ileri geleneleri, daha 1038’de devlet kurmak teşebbüsünde bulunduklarında; Dandânakân’da kesin olarak devletlerini kurduklarında da Abbâsî halifesi el- Kâim Biemrillah’a elçiler göndererek saltanatlarının onaylanmasını istemişlerdi. Halife bu istekleri olumlu karşılamış; fakat Tuğrul Bey’e Türkmenler’in İran, Kirman, Irak, el-Cezire ve Azerbaycân’a yayılıp İslâm ülkelerini istilâ etmelerinden duyduğu rahatsızlığı da iletmişti. Selçuklular’ın bu ilerleyişi sırasında küçük mahallî hânedanlar dışında, bölgedeki en önemli muhatabı Büveyhoğulları idi. Büveyhoğulları, 932-1056 yılları arasında Fars, Hûzistan, Kirman, Cibâl ve Irak bölgesinde hüküm sürmüş olan Deylemli, şiî inanışlı bir hanedandır. Büveyhî emiri Ahmed, 19 Aralık 945’de, Abbasî halifesi Müstekfî tarafından, Bağdad’daki karışıklıkları bastırmak için davet edilip, emirü’l-ümeralığa tayin edildi. Fakat Ahmed, Müstekfî’nin gözlerine mil çektirip onun yerine Muti’ Lillah’ı halife ilân etti. Abbasîler bundan sonra Büveyhoğulları’nın baskısı altında varlıklarını sürdürmek zorunda kaldılar. Büveyhoğulları, şiî olmalarına rağmen, tamamen kendi siyasî çıkarları doğrultusunda, sünnî halifeliğin varlığını sürdürmesi için çalışmışlardır. Nitekim bölgedeki diğer emirliklere karşı ve onların üzerinde halifeliğin nüfuzunu kullanarak üstünlük sağlamakta idiler. Daha önce şubeler hâlinde bulunan Büveyhoğulları, 1044 yılında Ebû Kâlicâr’ın idaresi altında birleştiler. Bağdad’da onun adına hutbe okundu. Ancak aynı tarihlerde Selçuklular da Kirman, Orta ve Batı İran’da Büveyhoğulları’nın topraklarına girmiş bulunuyorlardı. Ebû Kâlicâr, başkenti Şîraz’ı tahkim etmekle birlikte, tehlikenin ne denli büyük olduğunun farkına vararak, savaşmaktansa Tuğrul Bey’e tâbi olmayı yeğledi. Bu arada Abbâsî halifesi, meşhur âlim Maverdî’yi Tuğrul Bey’e elçi olarak göndererek iyi idare ile ilgili bazı tavsiyelerin yanısıra, Büveyhoğulları’nın topraklarına girmemesi ricasında da bulunuyordu. Halife’nin aslında tahakkümünden bıktığı Büveyhoğulları lehine arabuluculuk teşebbüsünün arkasında, iki hükümdarı birbirine karşı kullanmak suretiyle, kendi durumunu kuvvetlendirmek siyaseti yatmaktaydı. el-Kâim Biemrillah’ın isteklerine olumlu cevaplar veren Tuğrul Bey ise, Ebû Kâlicâr’a bir elçi göndererek Halife’ye karşı daha saygılı davranmasını bildiriyor ve o da bir nevi hilâfetin koruyuculuğu rolüne soyunuyordu. Bu arada Ebû Kâlicâr 1048’de ölünce yerine oğlu Melikü’r-Rahîm 2 28 Büyük Selçuklu Tarihi Hüsrev Firûz geçti. Bağdad’da adına hutbe okundu. Fakat Büveyhî emirinin giderek artan baskısı, Bağdad’daki Türk askerleri komutanı Arslan Besâsirî’nin tahrikleri ile, şehirde meydana gelen şiî-sünnî çatışması ve gerginlik had saaya çıktı. Halife bunun üzerine, İslâm Dünyası’nın en büyük gücü durumunda olan Tuğrul Bey’i Bağdad’a davet etti. Fakat Sultan, 1045’den 1052 yılına kadar aralıklarla dört defa tekrarlan bu çağrıya, zamanlama kendi açısından uygun olmadığı için hemen karşılık vermedi. Çünkü bu sırada İbrahim Yinal’ın isyanını henüz bastırmış; ancak bu isyandan yararlanıp taarruza geçen ve göçebe Türkler’in Anadolu’ya girişini engellemekte olan Bizans’a karşı sefere çıkmak zorunda kalmıştı. Tuğrul Bey’in Birinci Bağdad Seferi Tuğrul Bey nihayet Anadolu seferinden sonra (1054), Halife’ye bir elçi göndererek; 1. Hacca gitmek, 2. Peygambere hizmetle şereenmek, 3. Hac yollarını eşkiyalardan temizlemek, 4. Suriye ve Mısır kaçkınları (Fatimîler) ile savaşmak üzere Bağdad’a geleceğini bildirdi. Ancak hatırlanacağı üzere, Halife’nin Selçuklu sultanını defalarca davet etmiş olmasına rağmen bu yolculuk sırasında, elçilerin karşılıklı gidip gelmelerinden haberin Bağdad’da korku ve telaşa sebep olduğu anlaşılmaktadır. Tuğrul Bey Bağdad’a yaklaşırken yukarıda sözü edilen vaadlerini ve halifenin emrine uyarak geldiğini, böylece diğer hükümdarlar arasında daha itibarlı bir mevkiye yükselmeyi, halifenin düşmanlarından intikamını almak istediğini tekrar bildirmek zorunda kaldı. Tuğrul Bey’in gelişinden önce Bağdad’da adına hutbe okunsa da şiî ahaliyi ve Besâsirî’nin askerlerini, onun iyi niyeti konusunda ikna etmek mümkün olmadı. Nahrevan’da Halifenin veziri tarafından karşılanan Tuğrul Bey, 19 Aralık 1055 tarihinde Bağdad’a geldi. Halifenin tavsiyesine uyan Büveyhî emiri Melikü’rRahim de itaâtini bildirdi ve askerlerini Bağdad dışına çekerek sultanın güvenini kazanmaya çalıştı. Büyük merasimle karşılanan Tuğrul Bey, Büveyhîler’in idare merkezi olan darü’l-memlekeye yerleşti. Selçuklu askerleri ise Bağdad dışında kurulan karargâhta bulunuyorlardı. Ancak ertesi gün alışveriş için şehre giren Selçuklu askerlerinin saldırıya uğraması büyük bir çatışmaya dönüştü. Bu duruma çok kızan Tuğrul Bey, karışıklıkları bastırdıktan sonra, Halife’den olayın sorumlusu olarak gördüğü Melikü’r-Rahim’i kendisine göndermesini istedi. Sultan onu yakalatıp hapse atarak hem onların 110 yıllık Bağdad hâkimiyetine; hem de Büveyhoğulları’na son verdi. Ancak Halife Kâim Biemrillah, kendi beklentisinin aksine güç dengesinin bozulduğunu görerek Tuğrul Bey’i, Melikü’r-Rahim’i serbest bırakmazsa Bağdad’ı terk etmekle tehdit etti. Halife’ye bağlı olduğunu bildiren Tuğrul Bey, geri adım atmadığı gibi, olaylardan sorumlu tuttuğu gûlam Türk askerlerinin iktalarına da el koyup kendi askerlerine dağıttı. Hattâ halifeliğin hazinesini Selçuklu devlet hazinesine naklederken, Bağdad’a da bir şahne tayin etti. Halife çaresiz kendisine maaş olarak taktir edilen ödeneği kabul etmeye mecbur kaldı. Daha sonra Halife’nin gelirlerinin arttırılması ve Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile evlendirilmesi (Ekim 1056) gerginliğin biraz olsun azalmasını sağladı. Tuğrul Bey’in Birinci Bağdad seferinden sonra, Abbâsî Halifeliği Büveyhoğulları’nın baskısından kurtulmuş oldu. Bununla birlikte, onların yerini Selçuklular’ın aldığı açıklıkla görülmektedir. Aslında Halife, Tuğrul Bey’i varlık sebebi olan siyasî ve askerî gücünü yeniden kazanmak umuduyla Bağdad’a çağırmıştı. Ancak bu gücü daha kudretli birisine kaptırdığını gören Kâim Biemrillah hayal kırıklığına uğradı. Tuğrul Bey ise hilâfet makamının islâm siyaset felsefeŞahne Selçukulular zamanında Bağdad başta olmak üzere, önemli şehirlere tayin edilen, emrinde bir garnizon da bulunan askerî-merkez valisi idi. Daha sonraki dönemlerde görev alanı daralmakla birlikte, Selçuklular zamanında, özellikle de Bağdad şahneliği çok önemli bir görevdi. Arslan Besâsiri, Büveyhîler’in son döneminde yaşamış olan Türk asıllı meşhur bir gûlam komutandı. Büveyhî emiri Hüsrev Fîruz zamanında Bağdad askerî valiliğine tayin edilmişti. Tuğrul Bey’in Bağdad seferi sırasında meydana gelen olaylarda önemli roller oynadı ve bu uğurda hayatını kaybetti. 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 29 sindeki yerini idrak etmiş olarak, kuruma dokunmayıp onu yerinde bırakıyor; fakat aslında halifenin tüm yetkilerini de üzerine almış bulunuyordu. Nitekim Tuğrul Bey Bağdad’da Selçuklu Devleti’nin herhangi bir vilâyetindeki gibi, adına para kestirirken; Bağdad ve çevresinde halifeye ait olan topraklar doğrudan Selçuklu idaresine girmiş bulunuyordu. İslâm devlet anlayışına göre, tüm müslümanların emiri olan halifenin, başka özelliklerin yanı sıra Kureyş soyundan gelmesi şartı vardı. İslâm dünyasına henüz giren Selçuklular, bu hükmün müslümanları devlet başkanının meşruiyeti konusunda bağladığının bilinciyle kuruma resmen dokunmadılar. Ancak halifenin konumuna bakarak, Selçuklular zamanında din ve dünya işlerinin birbirinden ayrıldığı şeklindeki yorumların temeli yoktur. Çünkü halifeler tabiî olarak, Hz.Muhammed’in peygamberlik dışında kalan yani, yalnızca İslâm Devletin yönetimi ile ilgili görevlerini devralmışlardır. Halife eğer bu yetkisini başka birisine bırakmışsa, geriye manevî saygınlık dışında bir şey kalmamıştır. Nitekim daha sonra görüleceği üzere, halifeler bunun bilinciyle, siyasî yetkilerini yeniden kazanmak için, Selçuklular ile açıkça mücadeleye gireceklerdir. Ancak Tuğrul Bey’in gelişi üzerine Bağdad’dan kaçan Türk kuvvetleri komutanı Arslan Besâsirî, Fatımî halifesi ile bölgedeki bir kısım şiî arap emirlerin desteğini alarak Selçuklular’a karşı mücadeleye başladı. Tuğrul Bey bunun üzerine Kutalmış ile Musul emiri Kureyş’i ona karşı sefere gönderdi. Ancak Sincar yakınlarında meydana gelen savaşta ağır kayıplar veren Kutalmış yenilip çekilirken; yaralanan Kureyş, Besâsirî’nin ordusuna katıldı (1057 başı). Sincar halkı mağlup olan Selçuklu askerlerine türlü işkenceler ettiler. Musul’da Fatımîler adına hutbe okundu. Tuğrul Bey bu durumda bizzât sefere çıkmak zorunda kaldı. Yakutî ve Hezaresb’i de yanına alarak Besâsirî’yi takibe koyuldu. Besâsirî, Selçuklu kuvvetleri tarşısında tutunamayarak Mısır’a kaçtı. Tuğrul Bey, 1050 yılından beri kendi adına hutbe okuttuğu, sözde itaât arz ettiği hâlde, bu olaylar sırasında şiîler lehine tavır alan Mervanî emirinin üzerine yürüdü. Selçuklu ordusu Meyyâfârikîn (Silvan)’e gelince, Amid (Diyarbakır)’a çekilen Nasruddevle pek çok hediye ve para gönderip af diledi. Onun teklifini kabul eden Sultan, yoluna devamla Sincar’a geldi. Sincar ahâlisi surlardan Selçuklu ordusuna geçen sene öldürüp sakladıkları Oğuzlar’ın kesilmiş kafalarını atarak tahrike devam ettiler. Bunun üzerine Selçuklu ordusu Sincar’ı hücumla aldı. Şehrin emiri ile bu işkencelere karışanlar şiddetle cezalandırıldı. İbrahim Yinal, Musul valiliğine atandı (Ocak 1058). Sultan Tuğrul Bey Musul seferinden Bağdad’a dönüşünde muhteşem bir törenle karşılandı. Sultanın isteği üzerine halife ile ilk buluşma vukû buldu. Zira bundan önce bir yıl kadar Bağdad’da kaldığı hâlde Halife ile görüşme olmamıştı. Bunun en önemli sebebi hiç şüphesiz, Kâim Biemrillah’ın, Selçuklu sultanın kendisine tayin ettiği statüden duyduğu rahatsızlık idi. Ancak Besâsirî tehlikesinin uzaklaştırılmış olmasından memnun olan Halife, Tuğrul Bey’e bu parlak karşlama töreninde “Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı”, “Dinin direği” ve “Halife’nin ortağı” gibi unvanlar vermenin yanında taç giydirip, altın kılıç kuşatmak suretiyle de onurlandırıldı. Tuğrul Bey’in Bağdad seferini, Halife’nin statüsü bakımından nasıl değerlendirirsiniz? 3 30 Büyük Selçuklu Tarihi İkinci Bağdad Seferi Ancak çok geçmeden İbrahim Yinal isyan düşüncesiyle, Cibâl’e gitmek üzere Musul’dan ayrıldı. Bunu fırsat bilen Arslan Besâsirî ve Kureyş, Musul’u kuşattılar. Şehri dört ay kadar savunan Erdem ve Aytekin, sonunda yiyecek kıtlığı sebebiyle Musul’u terk etmek zorunda kaldılar. Tuğrul Bey yeniden Musul seferine çıktı. Kureyş ve Besâsirî karşı koyamayacaklarını anlayıp şehri tahrip ederek kaçtılar. Sultan onları takip ederken, kardeşi İbrahim Yinal’ın bir kere daha isyan etmiş olduğu haberi geldi. Fatımî halifesinin, Hemedan’ı ele geçiren bu Selçuklu şehzâdesine daha Musul’da bulunduğu sırada, saltanatını onaylamayı vaat ettiği kaydedilmektedir. Böylece Selçuklu kuvvetleri düşmanlarının plânlarına göre bölünmüş oldu. Nitekim Tuğrul Bey’in İbrahim Yinal’ın arkasından gitmesi, Besâsirî ve Kureyş’e Bağdad’ı istilâ etmek imkânı verdi (28 Aralık 1058). Beyaz şiî bayrakları ile şehre girip, Fatımî halifesi adına para bastırıp hutbe okuttular. Selçuklu Devleti’nin Bağdad valisi öldürüldü. Bu durum Irak’ta Selçuklu idaresinin çöktüğü anlamına geliyordu. Hattâ Halife el-Kâim Biemrillah esir alındı. Kureyş onu bir yıllık esareti süresince el-Hadisâ’da gözetim altında tuttu. Tuğrul Bey, büyük sıkıntılara sebep olan İbrahim Yinal isyanını bastırdıktan sonra, ikinci Bağdad seferi için yola çıktı. Daha yolda iken Kureyş’e bir mektup göndererek Halife’nin serbest bırakılmasını, halifenin eşi Hatice Arslan Hatun’u da kendisine göndermesini istedi. el-Kaim Biemrillah, Kureyş tarafından serbest bırakılınca karşılığında Besâsirî’nin karısı ve çocukları salıverildi. Sultan’ın yaklaşmakta olduğu haberi üzerine Besâsirî hemen Bağdad’dan çekildi. Tuğrul Bey, Halifeyi Nahrevan’da karşıladıktan sonra, Ocak 1060’da birlikte Bağdad’a girdiler. Tuğrul Bey’in büyük saygı gösterileri arasında yeniden tahtına oturttuğu Halife ise, ona kendi kılıcını kuşandırarak minnettarlığını bildirdi. Sultan, Bağdad’daki karışıklıkları bastırdıktan sonra büyük komutanlar idaresindeki muazzam bir ordu ile Basâsirî’yi yakalamak için sefere çıktı. Şiddetle takip edilen Besâsirî, Suriye’ye kaçacağı sırada vurulan atından düşerek yakalandı. Kendisi ve pek çok askeri öldürüldü, kesilen başı Bağdad’da teşhir edildi. Tuğrul Bey böylece sünnî halifelik için büyük bir tehdit oluşturan bu meseleyi halledip Bağdad’a döndüğünde, resmî olarak da, halk tarafından da büyük sevgi ve saygı gösterileri ile karşılandı (Mart 1060). el-Kâim Biemrillah ona hilatler giydirip onuruna büyük bir ziyafet düzenledi. Tuğrul Bey, Besâsirî’nin işgâli sırasında ve sonraki çatışmalarda büyük yıkım yaşayan Bağdad’ın imarını emretti. Irak şehirlerine yeni yöneticiler tayin etti. Böylece bölgede Selçuklu idaresi yeniden ve daha güçlü bir şekilde kurulmuş oldu. Tuğrul Bey’in Halife’nin Kızı ile Evlenmesi Bu devirde siyasi ilişki kurmanın veya mevcut ilişkileri güçlendirmenin başlıca yollarından birisi, diplomatik evliliklerdi. Tuğrul Bey ve diğer hanedan mensupları fethettikleri ülkelerin emirleri veya komşu hükümdarlarla bu tür evlilikler gerçekleştirmişlerdir. Örneğin Tuğrul Bey Harizm’i fethettiklerinde, Harizmşâh’ın dul karısı Altuncân Hatun ile evlenmişti. Bağdad seferi sırasında da Sultan’ın yanında bulunan bu Hatun, ölümünden önce (1060 yılı sonu), Sultan’a “Dünya ve âhiret şerefine nail olması için” Halife’nin kızı ile evlenmesini vasiyet etmişti. Tuğrul Bey, muhtemelen daha önceden kararlaştırmış olduğu üzere, Rey kadısını Halife’ye elçi olarak gönderip kızıyla evlenmek istediğini bildirdi. Fakat Abbâsoğulları kızlarının yabancılarla evlendirilmesi âdeti olmadığı gerekçesiyle teklif 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 31 reddedildi. Ancak Tuğrul Bey vazgeçmek niyetinde değildi. Veziri Amidülmülk Kündürî başta olmak üzere, pek çok ileri gelen kimse Halife nezdinde, meseleyi çözmek için elçilik görevinde bulundu. Hattâ din âlimleri de şeri bakımdan konuyu münakaşa ettiler. Halife bir ara, sultanı oyalamak niyetiyle şartlı olarak olumlu cevap verdikten sonra vazgeçti. Bunun üzerine Tuğrul Bey, fiilî hâkimiyetinin doğal sonucu olarak gördüğü bu evliliğe razı gelmeyen halifenin ve adamlarının tüm iktalarına ve tahsisâtlarına el koydurdu. Nihayet iki yıldan fazla süren bu gerginlik, halifenin çaresiz Tuğrul Bey’e boyun eğmesi ile sona erdi. Nikâhı daha önce vekiller aracılığı ile Tebriz’de kıyılmış olan Sultan, 1063 yılı başında düğün için Bağdad’a hareket etti. 18 Şubat’ta başlayıp bir haa süren bu muhteşem Türk düğününün anısına, üzerinde Tuğrul Bey’in kabartma resminin ve hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işaretlerinin bulunduğu hatıra bir madalyon da basıldı. Gelini alıp Rey’e dönen Tuğrul Bey, bu evlilik yoluyla halifelik kurumu üzerinde, el-Kâim Biemrillah’ın kabullenmekte güçlük çektiği statüsünü pekiştirmiş oldu. ŞEHZÂDE İSYANLARI Yarı göçebe hayat tarzına uygun olarak örgütlenen Bozkırlı Türk Devleti’nin, sık sık taht kavgaları ile sarsılıp hanedân değişikliklerine ve zaafa sebep olan bazı idarî gelenekleri vardı. Bunlardan biri, arkalarında binlerce insan gücünün desteği olan boy beylerinin, boylar birliği esasına göre kurulan devlet nezdindeki temsil güçleri dolayısıyla, mevcut birliği bozup yenisini yapabilecek ağırlığa sahip olmaları idi. Bahsedilen yapının da beslediği ikinci bir mesele ise, hanedanın bütün erkek mensuplarının tahtta hak sahibi oldukları anlayışı idi. Bu iddianın dayanağı ise, daha önce de söz edildiği gibi, Tanrı tarafından yeryüzünü idare etmekle görevlendirilmiş olan Türk kağanına bu lütfun bir işareti olarak verildiği kabul edilen “Kut” anlayışı idi. Tanrı tarafından kağana bahşedilmiş olan bu özel güç kaynağının, kan yoluyla geçtiğine inanıldığı için, kağanın soyundan gelen her erkek fert böyle bir hak iddiasında bulunabilmekteydi. Bu uğurda mücadeleye giren hanedân mensupları, ihtiyaç duydukları askeri ise devleti teşkil eden boylardan sağlamakta idiler. Türk Devleti’nde ölen hükümdarın yerine, büyük veya küçük oğulun geçmesi gibi bazı uygulamalar bulunmasına rağmen, Kut inancı dolayısıyla iyi işleyen bir verâset hukuku oluşmamıştır. Sultan Melikşah dönemine kadar, büyük ölçüde bozkırlı devlet özelliklerini yaşatan Selçuklular da, doğal olarak aynı gelenekleri sürdürdüler. Bununla birlikte çok meşakkatli bir kuruluş serüveni yaşamış olan Selçuklu ailesi, Dandânakân’dan sonra toplanan kurultayda bunun değerinin farkında olarak aralarındaki dayanışmayı bozmamak üzere sözleşmişlerdi. Ancak aynı kurultayda ortaya konulan yapılanma modeli, o gün değilse bile daha sonra emsâl gösterilerek, yeni mücadelelere kapı aralayacak türden bir uygulama idi. Türk Tarihi’nde daha önce örneği olmayan bir şekilde, Çağrı Bey ile Musa Yabgu’ya bugün kesin olarak bilmediğimiz sebeplerden ötürü tanınan hükümranlık hakkı, bir ölçüde bu tür çatışmalara zemin hazırlamıştır. Ancak bu mücadelelerin sebebinin, ülkenin hânedanın ortak malı sayılması dolayısıyla, adetâ toprakların paylaştırılması olduğu şeklindeki yorumlar çok isabetli değildir. Çünkü bu taht kavgalarına katılanların neredeyse tamamı, kendisi için ayrı bir hâkimiyet alanı açmayı değil; doğrudan tahtı ele geçirmeyi hedeemişlerdir. Nitekim içlerinden bunu başarıp tahta geçenlerin hiç birisi ne ülkeyi birileri ile paylaşmış; ne de kendisine karşı bir taht mücadelesi olduğunda “ülke 32 Büyük Selçuklu Tarihi hânedanın ortak malıdır” demeyip böldürmemek için mücadele etmişlerdir. Zira Türk Devleti’nde Mete Han döneminden beri merkeziyetçi bir yapı hedeenmiştir. Siyasî ve idarî bazı zaaarın etkisiyle zaman zaman ülke toprakları ve siyasî iktidar parçalansa da, bölenin meşrû sayılmadığını, bunun olağan dışı bir durum olduğunu unutmamak gerekir. Türk Devletinde hanedân değişikliklerine ve bazen parçalanmaya da sebep olabilen taht kavgalarının sebebi sizce nedir? Türk Tarihinde örneği olmadığı daha önce de ifade edilen, Tuğrul Bey’in saltantı dışında Çağrı Bey ile Musa Yabgu’ya tanınan hakların, yani müstakil olarak hüküm süreceği topraklar ve kendi adına para kestirmek, hutbe okutmak gibi yetkileri hâiz bir idarî yapılanma örneği ile karşılaşmaktayız. Oysa Tuğrul Bey’in maiyetinde kalarak batı yönünde devletin daima önünü açan fetihleri gerçekleştiren Kutalmış ile İbrahim Yinal, benzer imtiyazlardan mahrum kalmışlardı. İbrahim Yinal’ın İsyanları İbrahim Yinal ilk kurultayda başka bazı hanedan mensupları ile birlikte, fetihlerin genişletilmesi göreviyle Tuğrul Bey’in maiyyetinde yer almıştı. Bu çerçevede devletin ilk iki başşehri Nişabur ve Rey dâhil olmak üzere, Irak-ı Acem (Cibâl) bölgesi İbrahim Yinal tarafından fethedilmişti. Ancak Tuğrul Bey bu fetihlerden sonra bu toprakları ona bırakmamıştı. Bir yanda Çağrı Bey, Musa Yabgu ve Kavurt Bey örnekleri varken, İbrahim Yinal ve Kutalmış gibi hanedan üyeleriyle ilgili tutumu, Tuğrul Bey’in hiç olmazsa kendi sahasında kuvvetli bir merkeziyetçi yapı oluşturmak istemesi ile açıklanabilir. Ayrıca her ikisinin de, tahta çok yakın kudretli şahsiyetler oldukları için kontrol altında tutulmak istendiği söylenebilir. İbrahim Yinal bu uygulamadan duyduğu rahatsızlığı, Pasinler (Hasankale) Zaferi dönüşünde açıkça ortaya koydu. Sultan’ın bu büyük zafer için şükran ifadesi olarak kendisine vermek istediği 400.000 dinarı kabul etmeyerek, fetih hakkı olarak toprak istedi. Hemedan ve Cibâl’in diğer şehirlerini hâkimiyetine alma isteği, şüphesiz Tuğrul Bey’in hedeeri ile çatışmakta idi. İbrahim Yinal’in bu şehirleri teslim etmesi yolundaki talebi reddetmesi onu Sultan ile karşı karşıya getirdi. Bu arada kestirdiği iki parada Tuğrul Bey’in adının olmaması bir başkaldırının işareti olmalıdır. Neticede Hemedan önünde meydana gelen savaşta İbrahim Yinal ağabeyisine yenildi (1050). Tuğrul Bey devletin kuruluşunda büyük hizmetleri olan kardeşini aetmekte tereddüt etmedi. Hattâ onu, ikta edeceği yere gitmek veya yanında kalmak konusundaki seçimde serbest bıraktı. İbrahim Yinal güven tazelemek ve daha fazla şüphe çekmemek için sultanın hizmetinde kalmayı yeğledi. Bundan sonra bir dönem artık adı sık geçmeyen İbrahim Yinal, 1055 yılında Bağdad seferi sırasında yeniden Tuğrul Bey’in hizmetinde sahneye çıkar. Bununla birlikte Besâsirî’ye karşı yardıma çağırıldığında ağır davrandığı ve ikta toprağı istediği de bilinmektedir. Tuğrul Bey’in ona, Besâsirî’ye ait Rahbe’yi alırsa kendisine ikta edeceği vaadi İbrahim Yinal hoşnut etmedi. Nitekim Sultan böyle kritik bir zamanda mesele çıkmaması için ona Musul valiliğini verdi. Yine de Tuğrul Bey Bağdad’a döndükten sonra Musul’dan ayrılıp Cibâl’e gitmeye yeltendi. Halife ve Tuğrul Bey’in araya girmesiyle geri döndü. Besâsirî-Fatimî tehlikesine rağmen Musul’dan izinsiz ayrılmaya kalkışması isyan olarak algılanmıştı. Ancak kritik 4 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 33 şartlar düşünülerek üzerine gidilmedi ve kalmaya ikna edildi. Bu durum Besâsirî ile Kureyş’in Musul’u kaşatmasına fırsat verdi ve dört ay sonra şehir düştü. Tuğrul Bey sefere çıkarak ikinci defa Musul’u kurtardı. Fakat İbrahim Yinal’ın Fatımî halifesi ve Besâsirî ile bağlantı halinde Cibâl’e gitmekte olduğunu haber alınca takipten vazgeçerek Hemedan’a doğru yola çıktı. İbrahim Yinal ve daha sonra başka Selçuklu şehzâdelerinin de zaman zaman Fatımî ve şiîlerle işbirliği teşebbüslerinin inanç tercihleri ile ilgili olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır. Bu durum Selçuklu sultanına ve dolayısıyla onun himayesinde bulunan sünnî halifeye karşı girişilen isyan hareketlerinde, siyasî şantaj ve restleşme aracı olarak kullanılmıştır. Cibâl’e varan İbrahim Yinal, durumunu güçlendirmek için Türkmenler’den asker toplarken, kuvvetlerinin bir kısmını da şiî taarruzuna karşı Irak’ta bırakmış olan Tuğrul Bey, daha az bir kuvvetle ondan önce Hemedan’a ulaştı. Fakat kardeşi Ertaş’ın oğulları Ahmed ile Muhammed’in de desteğini alan İbrahim Yinal, Tuğrul Bey’i Hemedan yakınında yenilgiye uğrattı. İç kaleye çekilen ve dört ay kadar süren muhasara boyunca çok kritik günler geçiren Sultan, Bağdad’a eşi Altuncân Hatun ve veziri Amidülmülk Kündürî’ye ve Çağrı Bey’in oğullarına acil yardım çağrısında bulundu. Başta Hatun ve Çağrı Bey’in oğulları Kavurt, Alp Arslan ve Alp Sungur Yakutî’nin yetişmesi üzerine İbrahim Yinal kuşatmayı kaldırıp savaşarak çekilmek zorunda kaldı. Nihayet Rey şehri önlerinde meydana gelen son savaşı kaybetti ve Alp Arslan tarafından yakalandı. İbrahim Yinal, bir yandan Tuğrul Bey ve saltanatı için arz ettiği ciddi tehlike ve Selçuklular’ın takip ettiği sünnî siyasetin tersine Fatımîler’le işbirliğine girişmesi sebebiyle bu defa aedilmeyip bertaraf edildi. İki yeğeni ile birlikte yay kirişi ile boğdurulmak suretiyle öldürüldü (23 Temmuz 1059). Kutalmış’ın İsyanı Kutalmış hatırlanacağı üzere, Selçuk Bey’in Arslan Yabgu’dan olan torunu idi. Babası Gazneli Mahmut tarafından Kalincâr kalesine hapsedildikten sonra, Yabgulu Oğuzlar’ın aksine Çağrı ve Tuğrul Beyler’e katılmayı tercih etmişti. Devletin kuruluşu ve ilk fetihler sırasında da yaptığı büyük hizmetlerle öne çıktı. O da İbrahim Yinal gibi, doğrudan Sultan’ın maiyyetinde olup, kendine ait bir hâkimiyet alanı yoktu. Kutalmış da Bağdad seferi sırasında Tuğrul Bey’in yanında bulunuyordu. Hattâ 1057 yılı başında Besâsirî’yle girdiği savaşta yenilmiş bu yüzden sultan tarafından tekdir edilmişti. Tuğrul Bey’in bu yüzden Musul seferine çıktığı aynı yıl içerisinde, Kutalmış’ın kardeşi Resûl Tegin Huzistân civarında bir isyana kalkıştı. Ancak bu hareket kolaylıkla bastırıldı. Kutalmış’ın bu olaydan sonra, 1058 yılı başında Bağdad’da Tuğrul Bey adına yapılan törenler sırasında hâlâ onun yanında olduğu tespit edilmektedir. Kaynaklarda fazla bilgi bulunmamakla birlikte, Kutalmış’ın da, kardeşi Resul Tegin’in de 1058 yılı sonunda isyan eden İbrahim Yinal ile işbirliği hâlinde oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim Çağrı Bey’in oğulları dışındaki hanedân üyelerinin bir şekilde memnuniyetsizler tarafında yer aldıkları ve zaman içerisinde etkisiz hâle getirildikleri görülecektir. İbrahim Yinal’ın öldürülmesinden sonra da kardeşiyle birlikte mücadeleye devam eden Kutalmış, yenilince (Mayıs 1061) Cibâl’de Girdkûh kalesine sığındı. Kutalmış bu sırada halifenin kızıyla evlenme meselesiyle meşgûl olan Tuğrul Bey’in Humartekin komutasında gönderdiği kuvvetleri bozguna Tanrı vergisi bir lütûf olan kut dolayısıyla, hanedan mensuplarının mukaddes sayılan kanlarının akıtılması yasaktı. Bu yüzden şehzâdeler öldürülürken, hâkimiyet sembolü olan kendi yaylarının kirişi ile boğdurulurlardı. Aynı gelenek Moğollar’da da mevcut idi. Kaynak: Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Fuat Köprülü, “Türk ve Moğol Sülâlelerinde Hanedân Âzasının İdamında Kan Dökme Memnuiyeti”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, I (1944), 1-9 34 Büyük Selçuklu Tarihi uğrattı. Bunun üzerine meseleyi halletmek görevi vezir Amidülmülk Kündürî’ye verildi. İki yıla yakın bir süre kuşatma altında kalan ama teslim de olmayan Kutalmış, sonunda anlaşma istemeye mecbur kaldı (Haziran 1063). Ancak Tuğrul Bey’in ölüm haberi gelince vezir aceleyle Rey’e döndü. Kutalmış bunun üzerine Tuğrul Bey’in yerine tahta geçmek amacıyla mücadeleye devam etti. DİĞER OLAYLAR Burada kısaca Tuğrul Bey’in hâkimiyet alanı dışında, yani Çağrı Bey ve Musa Yabgu’nun idaresinde kalan bölgelerde meydana gelen olaylar sözkonusu edilecektir. Devlet kurulurken Merv’den Nişabur ve Herat sınırına kadar Horasan’ın önemli bir kısmı kendisine verilen Çağrı Bey’in, büyük oğul olmasına rağmen; taht konusunda çok sevdiği ve çocuğu olmayan kardeşi lehine fedakârlıkta bulunduğu söylenebilir. Tuğrul Bey’in yerine kendi oğullarının geçeceği ve kurultayda elde ettiği imtiyazlı konum da bu kabulü kolaylaştırmış olmalıdır. Çağrı Bey’in merkezi Belh şehri olan Toharistan’ı ele geçirmesinden sonraki en önemli faaliyeti, 1043 yılında Tuğrul Bey’le birlikte Harizm’i zabt etmeleridir. Daha sonra Toharistan meliki olan oğlu Alp Arslan ile Ceyhun’u aşıp Tirmiz’i ele geçirince Karahanlılar ile anlaşmazlığı düştüler. Karahanlı Tamgaç İbrahim Han, Halife nezdindeki şikâyetinden bir sonuç alamadı. Çünkü Halife zaten Selçuklular’ın denetimi altında bulunuyordu. Çağrı Bey’in başlıca rakibi Gazneliler idi. Dandânakân’dan sonra bir çırpıda büyük topraklar kaybedilmiş olmasına rağmen; Sultan Mesud’un yerine geçen oğlu Mevdud’un kısa saltanatı zamanında Gazneliler Selçuklular’a karşı oldukları yerde tutunma imkânı elde ettiler. Bundan sonraki Selçuklu-Gazneli savaşları sonuçsuz sınır çatışmalarına dönüştü. 1059 yılında Gazne sultanı İbrahim b. Mesud zamanında, Selçuklular’la Hindikuş Dağları’nı sınır kabul eden ve evlilik yoluyla münasebetleri iyileştiren bir barış anlaşması imzalandı. Çağrı Bey’in Kirman’a tayin edilen oğlu Kara Arslan Kavurt da, günümüze kadar ulaşan paralarından anlaşıldığına göre, babasına tâbi bulunuyordu. 1059 yılında 70 yaşı civarında vefat eden Çağrı Bey’in topraklarının idaresi oğlu Alp Arslan’a intikal etti. Ancak Tuğrul Bey, İbrahim Yinal isyanını bastırdıktan sonra, onun oğulları ile ilgili tayinler yaptı ve Alp Arslan’ı da doğrudan kendisine bağladı. Buradan da Tuğrul Bey’in Dandânakân’dan sonra yapılan merkeziyetçiliğe aykırı bölüşümden ilk fırsatta geri dönmek istediği açıkça anlaşılmaktadır. Çağrı Bey’in münasebette bulunduğu diğer bir isim amcası Musa İnanç Yabgu idi. Kuruluş sürecinde Selçuk Bey’in hayattaki en büyük oğlu olmak bakımından yeğenlerinden daima saygı görmüştü. Kurultayda da Herat merkez olmak üzere Gazneliler’den zabt edeceği toprakların hâkimiyetini ve kendi adına para basma hutbe okutma yetkilerini içeren imtiyazlı bir konum elde etmişti. Nitekim Musa İnanç Yabgu önce Herat’, arkasından Sistân’ı ve Büst’ü ele geçirdi. Oğlu Böri ile yeğeni Ertaş onun tâbileri idiler. Fakat yaşının ilerlemiş olması onun hanedânın diğer mensuplarının, özellikle de Çağrı Bey kolunun baskısına uğramasına sebep oldu. Nitekim 1056 yılında Çağrı Bey’in amcasının toprağı olan Sistân’a girmesi, ancak Tuğrul Bey’in sert müdahalesi ile önlenebilmişti. Hâkimiyet alanı giderek daralmakla birlikte, Tuğrul Bey öldüğünde hayatta olan Yabgu, taht mücadelesine girmekten de geri kalmamıştır. 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 35 Tuğrul Bey’in Ölümü Tuğrul Bey, uğrunda yıllarını harcadığı Halife’nin kızı Seyyide Hatun ile evlendikten sonra, onu Bağdad’dan götürmeyeceğine dair söz vermiş olmasına rağmen, gelini de alarak başkenti Rey’e döndü. Daha önce de öldüğü şeklinde dedikodulara sebep olacak kadar hastalıklar geçirmiş olan Tuğrul Bey’in buna rağmen hiçbir ilaç kullanmadığı kaydedilmektedir. Rey’e dönünce, son yıllardaki sürekli yorgunluk ve sıkıntıların da etkisiyle yeniden hastalandı. Sürekli burnu kanayan Sultan, havasının iyi geleceği düşüncesiyle Rey’e bağlı bir köye götürüldü. Ancak ağırlaşınca taht-ı revanla, Rey dışındaki yazlık saraya nakledildi ve 4 Eylül 1063 Cuma günü 70 yaşında iken vefat etti. Hastalığı ağırlaşınca, Çağrı Bey ölümünden sonra evlendiği onun dul hanımından olan yeğeni ve üvey oğlu Süleyman’ı veliaht tayin etti. Geçici olarak saraya defnedilen Tuğrul Bey, Alp Arslan tarafından Rey’de Künbed-i Tuğrul’a nakledildi. Kaynakların üstün vasıarıyla methettiği Tuğrul Bey, gerçekten de milletini bir boy teşkilâtından, belki dedesi Selçuk Bey’in de hayali olan bir imparatorluğa yükseltti. Bundan daha da önemli olarak, soydaşlarının en hayati ihtiyacı olan yeni bir yurdun kapılarını araladı. Tuğrul Bey şüphesiz üstün askerî, siyasî ve insanî vasıarı ve hâlen yaşamakta olan büyük eseri ile tarihe mâl olmuş eşsiz bir şahsiyetti. “Kendime bir saray yapar da yanına Allah’ın evini inşa etmezsem utanırım” diyecek kadar dindar bir insan olan Tuğrul Bey, âlimlere de büyük saygı gösterirdi. 23 yıl süren yorucu saltanatı boyunca Bağdad’da Tuğrul Beg Şehri, başka şehirlerde cami, medrese, saray gibi pek çok eser de inşa etmiştir. 36 Büyük Selçuklu Tarihi Özet Selçuklu Devleti’nin kuruluş dönemindeki idarî yapılanmasının özelliklerini açıklayabilmek, 1040 yılında Gazneliler’e karşı kazandıkları Dandânakân savaşından sonra devlet kuran Selçuklular, Tuğrul Bey’i sultan ilân ettiler. Kurultayda ayrıca diğer hanedân üyelerine de bazı görev ve yetkiler verildi. Ailenin en büyüğü olan Musa İnanç Yabgu ve Çağrı Bey, kendilerine ait topraklarda, kendi adlarına para basıp hutbe okutmak şartıyla, bir nevi bağımsız hüküm sürme yetkisi kazandılar. Kutalmış, İbrahim Yinal, Alp Sungur Yakutî, Resul Tegin ve Hasan gibi önde gelen şehzâdeler ise Tuğrul Bey’in hizmetinde fetihleri genişletmekle görevlendirildiler. Devletin kuruluş döneminde yaşanan başlıca siyasî olayları kavrayabilmek, Bu çerçevede ilk fetihler doğal olarak devletin başkenti Nişabur’dan Orta ve Batı İran’a; Merv’den Harizm ve Maveraünnehir’e doğru olacaktı. Selçuklu yöneticileri öncelikle hisselerine bölgelere yerleştikten sonra fetihlere giriştiler. Çağrı Bey ve Musa Yabgu, öncelikle Gazneliler istikametinde ilerlediler. Horasan’a ilave olarak Toharistan, Sistan ve Kirman alındı. Tuğrul Bey Taberistan’ı aldıktan sonra iki kardeş birlikte, Cend hâkimi Şah-Melik’in ele geçirdiği Harizm’i aldılar. İbrahim Yinal ise mahallî hânedanlar elinde parçalanmış bulunan İran’da başarılı fetihlerde bulundu. Başkent onun fethettiği Rey’e nakledildi. Hemedan ve diğer Irak-ı Acem şehirlerinin fethi ile Selçuklular, Abbasî Halifeliği bölgesine girdiler. Öte taraan Azerbaycân’a kadar yayılan Oğuzlar, Bizans sınırlarına dayandılar. Selçuklu Devleti batı istikametinde İslâm Dünyası ve Bizans olmak üzere iki ayrı hedefe yönelecektir. Devletin kurulması üzerine Ceyhun’u aşıp yurt bulmak ümidiyle Horasan’ı dolduran ve ister istemez islâm ahaliyi incitmekte olan Oğuz göçleri Bizans topraklarına yönlerdirildi. Kutalmış, İbrahim Yinal, Şehzade Hasan gibi ileri gelenler ve Selçuklu sultanın da bizzât öncülük ettiği bir süreç başladı. 1048’deki Hasankale zaferi göçlerin önünü ve Bizansla da ilk diplomatik temasın önünü açtı. 1054 yılında Anadolu’ya sefer yapan Tuğrul Bey, Van Gölü çevresinde fetihlerde bulundu. Selçuklu Devleti’nin İslâm Dünyasında üstlendiği rolü ve Abbasî Halifeliği ile ilişkilerini, siyaset felsefesi açısından açıklayabilmek, Bu arada Abbasî Halifesi el-Kâim Biemrillah, neredeyse yüzyıldır Bağdad’ı baskı ve kontrol altında tutan şiî Büveyhoğulları’na karşı Tuğrul Bey’den yardım istedi. 1055 yılı sonunda Bağdad seferine çıkan Tuğrul Bey, şehre girişinden önce adına hutbe okunup, saygıyla karşılandı. Ancak Büveyhîlerin Türk askerlerinin komutanı Arslan Besâsirî ve şiî halk Selçuklu askerlerine tepki gösterdiler. Bunun üzerine Hüsrev Firuz’u yakalayıp hapseden Tuğrul Bey, Büveyhoğulları hanedanına son verdi. Yaptığı idarî düzenleme ile Bağdad ve diğer halifelik topraklarını doğrudan Selçuklu yönetimine bağlarken, maaş bağladığı Halifeyi de bir nevi memur konumuna getirdi. Daha sonra Fatımîler’den aldığı destekle Selçuklular’a karşı faaliyetlere girişen ve halifeyi esir alan Besâsirî ortadan kaldırıldı. Tuğrul Bey daha sonra, İslâm dünyasında itibar vesilesi olacağı düşüncesiyle, Halife el-Kâim’i zorla ikna ederek kızı ile evlendi. Taht mücadelelerini idare mekanizması bakımından değerlendirebilmek, Tuğrul Bey’in salatanatı döneminde uğraşmak zorunda kaldığı diğer önemeli bir mesele ise bazı hanedan mensuplarının isyanları oldu. Çağrı Bey, Kavurt ve İnanç Yabgu gibi hanedan mensuplarına tanınan imtiyazlara bakarak, İbrahim Yinal ve Kutalmış gibi iki büyük şehzâde isyan ettiler. İbrahim Yinal üçüncü teşebbüsü olduğu ve devleti zora soktuğu için öldürüldü. Ancak iki yıla yakın bir süre isyan hâlinde bulunan Kutalmış, Tuğrul Bey’in ölümü üzerine de taht davasını devam ettirdi. Tuğrul Bey, 1063’te 70 yaşında Rey’de vefat etti. 1 2 3 4 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 37 Kendimizi Sınayalım 1. Büyük Selçuklu Devleti aşağıdaki yerlerden hangisinde kurulmuştur? a. Malazgirt b. Kirman c. Anadolu d. Horasan e. Nesâ 2. Selçuklular kuruluş döneminde aşağıdaki bölgelerden hangilerini ele geçirmişlerdir? a. Orta-Batı İran, Kirman-Harizm b. Kirman-Azerbaycân-Irak c. Anadolu-İran, Harizm d. Suriye-Filistin-İran, Kirman e. Taberistan-Iran, Maveraünnehir 3. İlk Selçuklu Bizans savaşı aşağıdaki tarihlerden hangisinde olmuştur? a. 1048 b. 1040 c. 1071 d. 1045 e. 1054 4. Pasinler Savaşı ile ilgili olarak aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi doğrudur? a. 1040, Selçuklu-Gazneli b. 1071 Selçuklu-Gazneli c. 1048 Selçuklu-Bizans d. 1054 Selçuklu-Bizans e. 1048 Selçuklu-Büveyhî 5. Tuğrul Bey’in Birinci Bağdad seferinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir? a. Bizans’ın Haleb’e saldırması b. Büvehoğulları’nın Mısır’ı işgâli c. Halife’nin Rey’i kuşatması d. İbrahim Yinal’ın isyanı e. Abbasî halifesinin Büveyhoğulları’na karşı yardım istemesi 6. Aşağıdakilerden hangisi Tuğrul Bey’in Bağdad Seferlerinin sonucu değildir? a. Büveyhoğulları’nın yıkılması b. Tuğrul Bey’in Halifenin ortağı ilân edilmesi c. Halifenin dünyevî yetkilerini resmen sultana devretmesi d. Fatımî halifeliğinin sona ermesi e. Halifelik topraklarının Selçuklu idaresine girmesi 7. Arslan Besâsirî ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Büveyhîler’in Türk askerlerinin komutanıdır. b. Tuğrul Bey’e bağlılığını bildirmiştir. c. Fatımî halifesinin desteği ile Selçuklularla savaşa girmiştir. d. Abbasî hâlifesini esir almıştır. e. Tuğrul Bey tarafından öldürülmüştür. 8. Şehzâde isyanlarını meşrulaştıran en önemli sebep aşağıdakilerden hangisidir? a. Daha fazla toprak kazanma isteği b. Hükümdarların meliklere uyguladığı baskılar c. Kut anlayışı dolayısıyla şehzâdelerin tahtta hak sahibi oldukları inancı d. Ülke topraklarının bölüşülmüş olması e. Fatımî Halifesinin tahrikleri 9. Çağrı Bey’in mirasının düzenlemesine dair aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Toprakları bağımsız bir hükümdar olarak Alp Arslan’a bırakıldı. b. Toprakları Yabgu ve Alp Arslan arasında paylaşıldı. c. Tuğrul Bey’e bağlı olmak şartıyla, yerine Alp Arslan geçti. d. Kavurt Bey babasının ülkesini ele geçirdi. e. Ülkesi Alp Sungur Yakutî’ye verildi. 10. Tuğrul Bey ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. 1054 yılında Anadolu’ya sefer yapmıştır. b. Bağdad’a yaptığı seferlerle şiîlerin baskısına son vermiştir. c. İsyan eden kardeşi İbrahim Yinal’ı öldürtmüştür. d. 1061 yılında vefat etmiş ve Cend’de gömülmüştür. e. Halifenin kızı ile evlenmiştir. 38 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız yanlış ise “Devletin Mahiyeti ve İlk Fetihler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. a Yanıtınız yanlış ise “Devletin Mahiyeti ve İlk Fetihler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “Türk Akınları ve Bizans İmparatorluğu ile İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Türk Akınları ve Bizans İmparatorluğu ile İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. e Yanıtınız yanlış ise “Abbasî Halifeliği ile İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. d Yanıtınız yanlış ise “Abbasî Halifeliği ile İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Abbasî Halifeliği ile İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Şehzâde İsyanları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Diğer Olaylar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Tuğrul Bey’in Ölümü” konusunu yeniden gözden geçirin. Sıra Sizde 1 Selçuklular’ın kuruluş aşamasında karşılaştıkları en mühim mesele, onyıllardır birlikte mücadele ettikleri soydaşlarının, devletin babalık vazifesi gereği yerleştirilmesi, iskân edilmesi mecburiyetidir. Sıra Sizde 2 Büyük Selçuklu Devleti’nin Bizans politikasının temelinde öncelikle, Türkmenler’in yurt ihtiyacını karşılamak üzere Anadolu’nun fethi; ikinci olarak da Bizans’ın İslâm Dünyası karşısındaki ilerleyişini durdurmaktır. Sıra Sizde 3 Aslında siyasî bir lider, yani devlet başkanı olan Halife, Büveyhoğulları döneminde bu gücünü önemli ölçüde kaybetmişti. Fakat Tuğrul Bey’in Bağdad seferinden sonra yapılan düzenlemede Bağdad bir Selçuklu vilâyeti hâline gelirken, kuruma saygıda kusur edilmemekle birlikte, halife devletin maaşlı bir memuru durumuna düşmüştü. Sıra Sizde 4 Türk Devletinde iktidar kavgalarına ve parçalanmaya, hanedân değişikliklerine sebep olan en önemli etken Kut anlayışıdır. Hanedan mensubu her erkeğe, hâkimiyet mücadelesine girme şansı veren bu anlayış, hükümdar öldüğünde yerine veliahd tayin etmiş olsa bile, sağlıklı bir veraset kurumunun oluşmasını engellemekteydi. 2. Ünite - Tuğrul Bey Zamanı 39 Yararlanılan Kaynaklar Agacanov Sergey (2006). Selçuklular (Türkçe trc. E.Necef - A.Annaberdiyev), İstanbul. Kafesoğlu İbrahim (1972). Selçuklu Tarihi, İstanbul Köymen M.Altay (1976). Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul. Köymen M.Altay (1993). Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara. Turan Osman (2010). Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul. 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu Devleti’nin iç meselelerini tanımlayabilecek, Selçuklu Devleti’nde bu dönem yaşanan siyasî ve askerî olayları açıklayabilecek, Devletin yapısı ve işleyişini meydana gelen değişikliklerle birlikte açıklayabilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Alp Arslan • Türkmenler • Romanos Diogenes • Karahanlılar • Gürcüler • Fatımîler • Anadolu • Malazgirt • Kavurt Bey • Ermeniler İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Alp Arslan Zamanı • ALP ARSLAN’IN TAHTA ÇIKMASI • AZERBAYCÂN VE KAFKASYA SEFERİ • ŞEHZÂDELERİN TAYİNİ VE MELİKŞAH’IN VELİAHT İLAN EDİLMESİ • DEŞT-İ KIPÇAK VE CEND SEFERİ • İKİNCİ KAFKASYA SEFERİ • SURİYE VE ANADOLU SEFERİ • MALAZGİRT ZAFERİ • ALP ARSLAN’IN TÜRKİSTAN SEFERİ VE ÖLÜMÜ BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ ALP ARSLAN’IN TAHTA ÇIKMASI Taht Mücadeleleri Hatırlanacağı üzere Tuğrul Bey, 1063 yılında vefat ettiği zaman kendi çocuğu olmadığından, annesiyle evli bulunduğu Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı veliaht tayin etmişti. Bu sırada Girdkûh’da Kutalmış’la savaşmakta olan vezir Amidülmülk Kündürî, sultanın vefatını haber alır almaz Rey’e döndü. Süleyman’ı tahta çıkarıp adına hutbe okuttu. Askerin yeni hükümdara itaâtini sağlayabilmek için onlara pek çok ihsanda bulundu. Ancak isyanı henüz bastırılamamış olan Kutalmış başta olmak üzere, büyük amcaları Musa Yabgu ve Çağrı Bey’in diğer oğuları da taht uğrunda mücadeleye hazır idiler. Gerçekten de daha Sultan’ın hastalığı ağırlaşıp öldüğü şayiaları yayıldığı zaman bile, Alp Arslan tahtı ele geçirmek üzere harekete geçmişti. Tuğrul Bey’in hayatta olduğunu öğrenince geri dönmüştü. Vezir Amidülmülk, Süleyman’ın başlıca rakibi olarak Alp Arslan’ı görüyordu. Nitekim Alp Arslan, Toharistan meliki olarak babasının hizmetinde bulunduğu sırada, Karahanlı ve Gazneliler’e karşı kazanılan başarılarda, İbrahim Yinal isyanında büyük hizmetlerde bulunmuştu. Çağrı Bey de, daha sağlığında liyakâti dolayısıyla idareyi fiilî olarak ona bırakmıştı. Vezir Kündürî bu durumun bilincinde olarak Alp Arslan’a, bir elçi ve kendi el yazısıyla bir mektup gönderdi. Mektupta Süleyman’ın saltanatının Tuğrul Bey’in isteği olduğundan buna rıza göstermesi gerektiğini, bu tarafa gelmesi hâlinde kendisine ait olan Horasan ve Harizm’in sahipsiz kalacağını, eğer istiyorsa para gönderebileceğini; aksi takdirde üzerine kuvvet sevk edileceği bildiriliyordu. Bu tehditleri ciddiye almayan Alp Arslan, bu karışıklıklardan yararlanıp isyan eden Huttalân ve Çağaniyân emirleri üzerine sefere çıkarak onları bertaraf etti. Topraklarını da doğrudan Selçuklu idaresine bağladı. Alp Arslan, Kutalmış’ın hareketinden de haberdar olmakla birlikte önce, bu sırada tahtı ele geçirmek için harekete geçen, büyük amcaları İnanç Yabgu’nun üzerine Herat’a yürüdü. Yenilgiye uğratıp teslim aldığı Yabgu’yu, büyük hürmet göstermekle birlikte yerine iade etmeyerek yanında alıkoydu. Böylelikle Alp Arslan daha tahta çıkmadan önce devletin doğudaki topraklarını, asi emirleri ortadan kaldırıp, Yabgu’nun hâkimiyetine son vermek suretiyle merkezi idareye bağlamış oluyordu. Diğer yandan Arslan Yabgu’nun oğlu olmak hasebiyle, kendisini tahtta öncelikli hak sahibi olarak gören Kutalmış, kardeşi Resûl Tegin ve kendilerine bağlı Türkmen Alp Arslan Zamanı Huttelân veya Huttel, Kuzey Horasan’da merkezi Hulbuk olan Vahş ile Ceyhun nehri arasında, Türkmen atları ile meşhur eyaletin; Çağaniyan veya Saganiyân ise, Ceyhun’un Maveraünnehir tarafında, merkezi Tirmiz olan bölgenin adıdır. 42 Büyük Selçuklu Tarihi kuvvetlerince desteklenen 50.000 kişilik ordusuyla, süratle Rey üzerine hareket etti. Vezirin İnanç Bey komutasında üzerine gönderdiği kuvvetleri perişan etti. Bundan sonra payitahta girip saltanatını ilân etti (Kasım 1063). İç kaleye sığınan vezir Amidülmülk, Kutalmış’la ancak Alp Arslan’ın baş edebileceğine kanaât getirerek, ona acil yardım çağrısında bulundu. Vezirden Rey’i terk etmemesini isteyen Alp Arslan, Musa Yabgu meselesini hâlleder etmez Rey’e doğru harekete geçti. Bu sırada Yunus Yinal’ın oğulları Erdem ve Erbasgan Kazvîn’de Alp Arslan adına hutbe okuttular. Kutalmış, Alp Arslan’ın Nişabur’a vardığını öğrenince, iki ordu arasında kalmamak için Rey’den çıkarak ona doğru ilerledi. Kutalmış, Alp Arslan’ın kendisine bu mücadeleden vaz geçmesi için yaptığı çağrıyı, saltanatın babasından dolayı öncelikle kendi hakkı olduğunu söyleyerek geri çevirdi. Bu durumda savaş kaçınılmaz oldu. Damgân civarında Milh vadisinde iki Selçuklu şehzâdesinin orduları karşı karşıya geldi. Kutalmış’ın Alp Arslan’ın ordusunun hareketini zorlaştırmak için bölgeyi bataklığa çevirmesi işe yaramadı. Bugünün kendisi için uğursuz olduğuna inanan Kutalmış’ın savaşı geciktirmesi de mümkün olamadı. Sonunda iki ordu arasında vukû bulan meydan savaşında Kutalmış yenildi ve hayatını kaybetti. Kardeşi, oğulları Süleymanşah ve Mansur esir edildiler. Kutalmış’ın ölümüne ağlayıp üzülen ve yasını tutan Alp Arslan, onu Rey’de Tuğrul Bey’in yanına defnettirdi. Kutalmış’ın bertaraf edilmesine bakan Süleyman ise, ağabeyi Alp Arslan’a direnemeyeceğini anlayarak Şiraz’a çekildi. Vezir zaten Alp Arslan’ın tarafına dönmüş bulunuyordu. Alp Arslan 23 Ocak 1064 tarihinde, başkent Rey’e girip tahta oturdu. Kutalmış olayını göz önüne alarak mücadeleye girmeyen Kavurt Bey de, geri dönerek Kirman’da Alp Arslan adına hutbe okuttu. Vezir Amidülmülk Kündürî, Alp Arslan’ın melik iken de veziri olan Nizamülmülk’ün tahrikleri sonucunda önce azledildi. Ardından taht mücadeleleri sırasında yaptığı harcamalar yüzünden suçlanarak malları müsadere edildi. Bir süre sonra da idam edilmek suretiyle hayatını kaybetti. Selçuklu Devleti’nin idare mekanizması hakkında daha fazla bilgi için bkz. M.Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1989 Abbasî Hâlifesi ile İlişkiler Tuğrul Bey’in öldüğü haberi Bağdad’a ulaştığında, Halife’nin veziri yas ilân edip taziyeleri kabul etti. Bununla birlikte el-Kaim Biemrillah, Selçuklular’la yapılmış olan anlaşmayı Tuğrul Bey’in hayatıyla sınırlı sayarak hutbeden onun adını çıkardı. Ayrıca Selçuklu devletine tâbi olan bölge emirlerini, Selçuklu idaresinden kurtulmak konusunda istişare etmek üzere Bağdad’a çağırdı. Halife bununla da yetinmeyerek, Selçuklular’ın Irak umumî valisi (amîd) olan Ebû Said Kainî’ye, Tuğrul Bey öldüğüne göre görevinin sona erdiğini bildirdi. Bunun üzerine Bağdad’da oturmakta olduğu sarayı surlarla tahkim eden amîd, Selçuklu sarayı önünde nevbet çaldırmaya devam ederek, bir süre halifeye karşı direndi. Selçuklu Devleti’nin diğer görevlileri de, kendilerini güvende hissetmedikleri için onun etrafında toplandılar. Halife, Selçuklu idaresinden kurtulmak için, Irak’taki Selçuklu görevlilerini kastederek, din adamlarından müslümanların emirinin iradesine, yani halifeye karşı koyanlarla savaşılması gerektiğine dair bir fetva aldı. Hattâ başlıca görevi vergi toplamak olan amîdi tutuklayıp bu zaman içerisinde topladığı vergileri de geri aldı. Halife’nin Tuğrul Bey’in vefatı üzerine Selçuklu idaresinden kurtulmak, yeniden siyasî güç elde etmek için aldığı başlıca tedbirler nelerdir? Müsadere devlet memurlarının, görevleri sırasında makamlarının gücünü kötüye kullanarak haksız kazanç edindikleri gerekçesiyle, servetlerine el konulmasıdır. Nevbet çaldırmak, hutbe okutmak, para kestirmek gibi önemli saltanat alâmetlerinden biriydi. Bağımsız hükümdarlar günde beş ezan vakti, vasallar ise üç vakit saraylarının kapısında davul (tabl) vurdururlardı, buna nevbet denirdi. 1 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 43 Bununla birlikte Halife, Bağdad’a gelen mahallî emirlerden umduğunu bulamadı. Hattâ Musul emiri Müslim b. Kureyş’in Selçuklu sarayını ve Bağdad’ı istilâ girişimi, ancak diğerlerinin karşı koyması ile önlenebildi (Aralık 1063). Müslim’in bu teşebbüsü, siyasî ve askerî gücü büyük ölçüde zaafa uğramış olan halifeliğin bu tür müdahalelere müsait hale geldiğini gösteriyordu. Yani Musul emiri de tıpkı Selçuklular gibi, Halife’yi kendi denetimi altına almak istiyordu. Nihayet Rey’de tahta oturan Sultan Alp Arslan, adına hutbe okutulması ve para kestirilmesi isteği ile Bağdad’a bir heyet gönderdi. Halife el-Kaim Biemrillah, Müslim’in cüretine bakarak, bu zamana kadar takip ettiği Selçuklu aleyhtarı politikanın aksine, hiç bir itirazda bulunmadan Bağdad camilerinde Alp Arslan adına hutbe okuttu (27 Nisan 1064). Bağdad’da Alp Arslan adına para kestirildi. Halife, Selçuklu elçisi ve devlet erkânının hazır bulunduğu bir toplantıda, siyasî yetkilerini sultana bıraktığı malum anlaşmayı yenilemeye mecbur oldu. Bununla ilgili menşur Sultan Alp Arslan’a gönderildi. Halife ayrıca hilatlar ve başka saltanat alâmetleri ile birlikte Alp Arslan’a kuşandırılmak üzere bir kılıç gönderdi. Sultan da çok değerli hediyelerle halifeye mukabelede bulundu. Sultan Alp Arslan tahta oturur oturmaz, amcası Tuğrul Bey’in son günlerinde evlenip Rey’e getirdiği halifenin kızı Seyyide Hatun’u da bu elçilik heyetiyle birlikte Bağdad’a babasına gönderdi. Selçuklu Devleti ile Abbâsî Halifeliği ilişkileri, Alp Arslan zamanında devletin sarsılmaz kudreti ile orantılı olarak, problemsiz bir şekilde yürütüldü. Alp Arslan kızını, ölümünden kısa bir süre önce, halifenin torunu ve veliahdı ile evlendirerek (Haziran1072) halifelik kurumuyla bağlarını güçlendirmeye çalışmıştır. AZERBAYCÂN VE KAFKASYA SEFERİ Alp Arslan böylece devlet otoritesini, taht davacılarına ve Halife’ye karşı tartışmasız bir şekilde hâkim kıldı. Sonra da amcası zamanında olduğu gibi, batı yönünde genişleme siyaseti takip ederek, ilk olarak Rum gazasına çıktı. 1064 Şubat’ında Rey’den çıkıp Azerbaycan’a ulaşan Selçuklu ordusu, Tuğtegin adlı bir beyin kalabalık bir Türkmen topluluğu ile hizmetine girmesiyle daha da güçlendi. Uzun zamandır bu bölgede akınlarda bulunan Tuğtegin, tecrübeleri doğrultusunda Sultan’a tavsiylerde bulundu. Gürcüler’i arkada bırakarak Anadolu’ya gaza etmenin tehlikeli olacağına ikna ettiği Alp Arslan’a, kılavuzluk etme görevini üstlendi. Sultan ordusunun bir kısmını veziri Nizamülmülk ve oğlu Melikşâh idaresinde Nahcivan’da bıraktıktan sonra Gürcistan’a girdi. Tiflis-Çoruh arasında Şavşat’a kadar pek çok kaleyi fethetti. Gürcü kralı IV. Bagrat, Selçuklu ordusunun bu ilerleyişi karşısında canını güçlükle kurtardı. Lori bölgesi Ermeni prensi, Alp Arslan’a kızını vermek suretiyle onun dostluğunu kazandı. Bağlılığını bildirdikten sonra Sultan’ın izniyle ülkesine döndü. Selçuklu ordusu harekâta devamla Ardahan’ın kuzeydoğusunda bulunan Ahalkelek’i fethetti. Bu arada Melikşah ve Nizamülmülk de, Aras Nehri boyunca ilerleyerek önce Anberd’i, arkasından Sürmeli’yi fethettiler. Henüz 12 yaşı civarında bulunan Melikşah komutasında ilerleyen Selçuklu ordusu, Meryem-nişîn kalesini kuşattı. Burası sağlam surları ve göl kıyısında (Gökçe Göl) bulunması dolayısıyla çok muhkem bir kale idi. Nizamülmülk gemiler ve kayıklar yaptırarak kuşatmayı şiddetlendirdi. Selçuklu askerleri yanaştırılan merdivenlerle surlara tırmandılar. Selçuklu ordusu çok kayıp vermesine rağmen sonunda, bir rivayete göre, gece meydana gelen depremde yıkılan doğu surlarından şehre girmeye muvaffak oldu. 44 Büyük Selçuklu Tarihi Bundan sonra Selçuklu ordusu birleşerek Sepidşehr ve Lal (Allaverdi) şehirlerini çok şiddetli savaşlarla ele geçirdi. Gürcü meliki Gurgen sultana elçi yollayarak anlaşma istedi. İsteği kabul edilerek Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Ani’nin Fethi Selçuklu ordusu yoluna devamla Kars-Ani bölgesinden Anadolu’ya girdi. Alp Arslan bu güzergâh üzerinde bulunan iki kale ahalisinin müslümanlığı kabul etmesinden sonra, Ani önüne gelerek şehri kuşattı. Vezir Nizamülmülk buradan Halife’ye bir fetihnâme göndererek, Sultan’ın bu zamana kadarki başarılarını sayıp Bizans ucundaki Ani’nin kuşatıldığını bildirdi. Ani, Bizans İmparatorluğu’nun Ermeniler’i iç bölgelere tehcir politikası çerçevesinde, Bizans tarafından ilhâk edilmiş olup Bizanslı bir vali ve garnizon komutanı tarafından korunuyordu. Son derece müstahkem bir şehir olan Ani üç taraftan Arpaçay Nehri, diğer taraftan ise her birinin üzerinde kaleler bulunan dağlarla çevrili idi. Bu dağlık taraf ayrıca Arpaçay’dan bağlanan sularla doldurulmuş bir hendekle de tahkim edilmişti. Sultan Alp Arslan şehrin karşısında ordugâhını kurunca, ekinlerin ve su kanallarının korunması ile görevli Bizans askerleri onları bölgeden çıkarmak istediler. Ancak savaşmaya cesaret edemeyerek çekildiler. Bundan sonra şiddetli bir muhasara başladı. Şehrin nisbeten alçak bir kesimine yanaştırılan ahşap bir burçtan mancınık ve okçularla hücûm edilmesine rağmen başlangıçta bir gelişme kaydedilemedi. Hattâ geri çekilmek bile düşünülürken, Ani’nin savunmasından sorumlu komutanların iç kaleye çekilmesi ahâlinin direncini kırdı. Yeniden saldırıya geçen Selçuklu ordusu saman ve toprak çuvallarıyla hendeği doldurmak suretiyle Ani’ye girdi. Onbinlerce insanın toplanmış olduğu ifade edilen şehirde pek çok esir ve ganimet alındı (16 Ağustos 1064). İç kale de çetin bir direniş göstermekle birlikte müdafiler, Sultan’ın bizzât kumanda ettiği saldırılar sonucunda, çaresiz cizye ödemeyi kabul ederek teslim oldular. O çağda çok sayıda kilisesi ile meşhur olan Ani’nin fethi İslâm Dünyası’nda büyük bir sevinç yarattı. Halife bu vesile ile tebrik mektubu gönderdiği Alp Arslan’a Ebûlfeth (Fethin babası) unvanı verdi. Alp Arslan şehri Şeddadî emiri Menuçehr’in idaresine bıraktı. Ani’nin savunma, imar ve inşası için gerekli tedbirleri aldı; camiler inşa ettirdi. 20 Ağustos Cuma günü, Fethiye adıyla camiye çevrilen katedralde Cuma namazını kılan Sultan, ertesi gün buradan ayrılarak 40 km. kadar batıda bulunan Kars önlerine geldi. Şehrin hâkimi Ermeni prensi Gagik, Sultan’ın isteği üzerine huzuruna çıktı. Siyah elbiseler içerisinde gelen Gagik, “Tuğrul Bey öldüğünden beri yas tutmakta olduğunu” beyan ederek Alp Arslan’ın gönlünü kazandı. Sultan kendisine bağlılık bildiren Ermeni prensi Kars’a geri gönderdi. Ancak Ani örneğine bakarak gelecek endişesine düşen Gagik, kısa bir süre sonra Kars’ı Kayseri çevresinde bazı yerler karşılığında, Bizans İmparatorluğu’na terk etti. Ani hakkında daha fazla bilgi için bkz. M.Fahrettin Kırzıoğlu, Anı Şehri Tarihi (1018-1236), Ankara 1982 ŞEHZÂDELERİN TAYİNİ VE MELİKŞAH’IN VELİAHT İLÂN EDİLMESİ Aslında Kafkasya ve Anadolu’da başarılı bir sefer yürütmekte olan Alp Arslan, Kirman meliki olan kardeşi Kavurt’un isyan ettiği haberini aldı. Bunun üzerine aceleyle Kars’tan ayrılmak zorunda kaldı. Gerçekten de amcazâdesi Erbasgan ile işbirliği yapan Kavurt, Alp Arslan’a bağlı Şebânkâre emiri Fazlûya’yı mağlup edip Cizye, İslâm devletlerinde müslüman olmayan ahâliden alınan baş vergisine denir. 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 45 Şiraz’ı işgâl etti. Sultan bunun üzerine süratle Kirman üzerine yürüdü. Kavurt Bey’in sığındığı kaleden çıkarak af dilemesi üzerine mesele çözülmüş oldu. Buradan Merv’e gelen Alp Arslan, komşu hükümdar ve emirlerin de hazır bulunduğu muhteşem bir düğün töreni ile bazı çocuklarını evlendirdi (Eylül 1065). Arslanşah’ı Gazne sultanı İbrahim’in kızı ve kendi kızını da İbrahim’in oğlu ile evlendirdi. Ayrıca Alp Arslan’ın daha melik olduğu dönemde Karahanlı İbrahim Tamgaç Han’la yaptığı anlaşmaya göre, oğlu Melikşah’ı Han’ın kızı Terken Hatun ile kendi kızını da yine Han’ın oğlu Şemsülmülk Nasr ile evlendirdi. Sözkonusu evlilikler diplomatik bakımdan çok önemli idi. Bu düğünler vesilesi ile Merv şehri de baştanbaşa donatılmıştı. Sultan Alp Arslan bu merasimden sonra, yine görkemli bir törenle oğlu Melikşah’ı veliaht tayin etti. Veliahtının atının dizginini bizzât tutan Alp Arslan onu mücevherlerle işlenmiş altın bir tahta oturttu. Orada hazır bulunan herkesten ona itaat konusunda yeminle söz aldı. Sultan daha sonra oğlunun veliahtlığını Halife’ye de onaylattı. Melikşah’ın adının kendisinden sonra hutbelerde okunmasını emretti. Alp Arslan daha sonra bazı oğulları ile hanedan mensuplarını ülkenin çeşitli yerlerine tayin etti. Daha önce Herat’ı elinden alıp özel statüsüne son verdiği büyük amcaları İnanç Yabgu’yu Mazenderân’a, tahttan indirdiği kardeşi Süleyman’ı Belh’e, oğullarından İlyas’ı Çağanıyan’a, Arslan Argun’u Harizm’e, Arslanşah’ı Merv’e, Ertaş (İbrahim Yinal’ın kardeşi)’ın oğlu Mesud ve Mevdud’u da Bagşur ve İsfizar’a tayin etti. Bu hanedan mensupları, kuruluş sırasında Çağrı Bey’e, İnanç Yabgu’ya, hattâ Kavurt’a tanınan yetkilere sahip olmadıkları için, merkeziyetçiliğe aykırı bir durum yoktu. Bu görevlendirmeler yönetimde sorumluluk paylaşımı (ülüş) geleneği çerçevesinde yapılmış olup, böylece meliklerin idarî tecrübe kazanması amaçlanıyordu. Şehzâdelerin çıkardığı isyanları, ülkenin hanedanın ortak malı sayıldığı için bir nevi pay almaya yönelik girişimler olarak görmek doğru değildir. Çünkü bunlar küçük bir alanda bağımsızlık kazanmayı değil, Selçuklu Devleti tahtını ele geçirmeyi hedeflemişlerdir. Alp Arslan’ın şehzâdeleri ülkenin çeşitli yerlerini idare etmekle görevlendirmesini mahiyeti bakımından değerlendiriniz. DEŞT-İ KIPÇAK VE CEND SEFERİ Sultan Alp Arslan bu merasim ve düzenlemeleri yaptıktan sonra, 1065 yılı sonunda büyük bir ordu ile Ceyhun Nehri’ni geçip, Aral Gölü ve Hazar Denizi sahilinden dolaşarak Oğuzlar’ın yurtlarından olan Mankışlağ’a girdi. Bu seferin amacı gayrı müslim Türkler’le işbirliği ederek ticaret yollarının güvenliğini bozan Kıpçak ve Türkmenler’i cezalandırmaktı. Bu havalinin İdil bölgesi ile bağlantılı canlı bir ticaret hayatı vardı. Bu akışın bozulması doğal olarak Selçuklu Devleti’nin ekonomisini de olumsuz şekilde etkilemekte idi. Sultan Alp Arslan, Kıpçak reisini mağlup edip itaât altına aldı. Buradan Aral’ın kuzeyine ve sonra doğusuna yöneldi. Bu bölgelerde yaşayan göçebeleri de kendisine bağladıktan sonra ata yurdu Cend’e vardı. Muhtemelen Kıpçaklar’dan olan Cend emiri Alp Arslan’ı hediyelerle karşılayarak hürmet gösterdi, ona bağlılığını bildirdi. Alp Arslan büyük dedesi Selçuk Bey’in Cend’de bulunan mezarını da büyük bir saygıyla ziyaret etti. Artık Selçuklular’ın bir uç şehri olan Cend’in hâkimiyetini oğlu Melikşah’a verdi. Böylece Selçuklular’a bağlı olan Harizm’in doğu ve batısındaki yerler de topraklarına katılmış oldu. Bu seferle bölgenin ve ticaret yollarının güvenliğini sağlayan Sultan Harizm’e, oradan da Merv’e döndü. Terken, bu Hatun’un özel ismi olmayıp, Karahanlı melikelerine verilen Türkçe bir unvandır. Selçuklu hükümdarlarıyla evlenen başka Karahanlı prensesleri de bulunmakla birlikte, Melikşah’ın hanımı olan Terken Hatun meşhur olmuştur. 2 46 Büyük Selçuklu Tarihi 1067 yılında bir kez daha Kavurt Bey’in isyanıyla karşılaşan Alp Arslan yeniden Kirman’a yürüdü. Kavurt Bey, Melikşah’ın veliahtlığını kabul etmediği için onun adını hutbeden çıkarmıştı. Sultan Alp Arslan’ın Atabeg Çavlı komutasında gönderdiği öncü kuvvetleri, Kavurt Bey’in Erbasgan idaresindeki ordusunu yendi. Kavurt bunun üzerine Ciruft kalesine sığınıp bir kere daha af istedi. Kirman’ı, kendisine bağlı kalması şartıyla kardeşine bırakan Alp Arslan, buradan ikinci Kafkasya seferine çıktı. Kara Arslan Kavurt Bey daha Tuğrul Bey’in ölümünden sonra tahtı ele geçirmek isteği ile İsfahân’a yürümüş, ancak Alp Arslan’ın duruma hâkim olduğunu görerek Kirman’a dönmüştü. Ancak daha sonra 1065’te Sultan’ın Ani seferinde, şimdi de Deşt-i Kıpçak’ta olmasından yararlanarak isyan eden (1067) Kavurt Bey, her defasında özür dileyip affedilmesine rağmen, bu da onun son isyanı olmadı. 1069 yılında, Kuhistan sahibi Fazlûya ile ittifak hâlinde isyan edince, Sultan bizzât Kirman’a yürüdü. Fazlûya Nizamülmülk tarafından mağlup edilince, Kavurt da affedilmesini istedi. Ancak Alp Arslan’ın askerlerine vaadlerde bulunarak, uygun zamanda saldırmayı plânladığı öğrenildi. Kavurt’la işbirliği yapanlardan tesbit edilenler öldürüldü. Ancak olayın boyutları tahmin edilenin üzerinde olunca Sultan geri çekilmeye karar verdi. Sonra Kavurt’un oğlu Sultanşah’ı, bir ordu ile babasına karşı gönderdi. Fakat onun yenilgiye uğraması ve Alp Arslan’ın Batı seferine çıkması üzerine mesele sürüncemede kaldı. İKİNCİ KAFKASYA SEFERİ Yakındoğu Türklüğü’nün belkemiğini oluşturan Müslüman Oğuzlar’ın Hazar Denizi’nin güneyinden göçüne paralel olarak, gayrı müslim soydaşları da, kuzeyden göç ediyorlardı. Peçenek, Oğuz ve Kıpçak boylarının kalabalık kitleler hâlinde gelişi, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyinde, Balkanlar’da çalkantılara yol açmakta idi. Nitekim bu yüzden Kafkaslar’dan güneye inen Kumuk ve Alanlar’la Hazarlar’ın kalıntıları Azerbaycân’da büyük sarsıntı yarattılar. Buralarda Selçuklular’a bağlı olarak hüküm süren Şeddadî ve Şirvanşahlar gibi emirlikler onlara karşı koyamadılar. Bu yüzden Gürcü/Abhaz meliki Bagrat, Şeki’yi istilâ edip Berdaa’ya kadar ilerledi. Anadolu’ya giden göç yollarının kesilmesi gibi olumusuz bir sonuç da doğuracak olan bu durum, Alp Arslan’ı yeni bir batı seferine mecbur etti. Sultan 1067 yılı Kasım ayında Arrân’a gelince Şirvanşah ve Şeddadî emiri huzuruna çıktılar. Selçuklu ordusu Aras’ı geçerek Gürcistan’a girdi. Şeki’yi geri aldı. Bagrat’ın Şeki’ye tayin etmiş olduğu Agsartan adlı vali, değerli hediyelerle Sultan’ın huzuruna çıkıp bağlılığını bildirdi ve onun eliyle müslüman olmayı istedi. Gürcü kralı savaşmaya cesaret edemeyerek kaçtı. Selçuklu ordusu güneş ışığının sızmadığı ormanlarda ancak neft makinaları ile çıkarılan yangınlarla açılan yollardan ilerleyebiliyordu. Gürcistan’ın merkezi olan Kartli bölgesine giren Alp Arslan birçok şehir ve kaleyi ele geçirdi. Çok şiddetli geçen kıştan muzdarip olan Selçuklu ordusu bir müddet Kars’ta kaldıktan sonra Tiflis’e geldi. Şehri zapt eden Sultan, burada bir cami yapılmasını emretti. Bagrat bunun üzerine Alp Arslan’a elçiler göndererek yıllık vergi ödemek kaydıyla tâbiyet arz etti. Kızını Selçuklu sultanı ile evlendirdi. Alp Arslan Rustov ve Tiflis’in idaresini Şeddadî emiri Fazlûn’a bırakarak Horasan’a döndü. Selçuklu ordusunun ayrılmasından sonra Kafkasya’da, aslında Selçuklu Devleti’ne karşı isyan mahiyeti taşımayan bazı karışıklıklar çıktı. Bu havalideki fetihleri dolayısıyla bölgeyi iyi tanıyan Emir Savtegin’in buraya gönderilmesi üzerine karışıklıklar giderildi. 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 47 SURİYE VE ANADOLU SEFERİ Alp Arslan’a Kadar Anadolu Akınları Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda büyük emek ve zahmetler çekmiş olan Türkmenler, hâlâ bir yurt bulmak zorunluluğu ile göçmeye devam etmekte idiler. Bilindiği gibi bu göçler, devlet politikası olarak Selçuklu sultanları ve hanedan üyelerinin de rehberliğinde Anadolu’ya yönlendirilmekte idi. Nitekim Sultan Alp Arslan da 1064 ve 1067 yıllarında, Kafkasya ve Azerbaycan seferleri ile Türkmenler’in Anadolu’ya uzanan yollarının güvenliğini sağlamış bulunuyordu. Ani-Kars bölgesini fethederek, yine bu sürece katkıda bulunmuştu. Bununla birlikte Selçuklu sultanlarının, herhangi bir sebeple doğuda meşgûl oldukları zamanlarda da fetihler durmuyor, Türkmen kumandanlar öncülüğünde doğal seyri içerisinde ilerliyordu. Nitekim bu çerçevede fetihleri yürüten meşhur Sâlâr-ı Horasan, Gümüştegin, Afşin, Ahmedşah ve Artuk gibi komutanlar, Selçuklular’a tâbi küçük müslüman emirliklerin topraklarını üs olarak kullanıp, güney ve iç Anadolu’ya kadar akınlar düzenlemekte idiler. Ancak bu akınların başlıca amacı, savaşın en doğal kazancı olmakla birlikte, yalnızca ganimet elde etmek değildi. Sözkonusu akınların stratejisi iyi incelendiğinde bu savaşların temel hedefinin askerî sefer yollarını ele geçirmek, güçlü Bizans kalelerinin savunmasını zayıflatmak ve mümkün olduğunca az kayıpla işi bitirmek olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen, özellikle Selçuklu sultanlarının himayesinde olmayan akınlar, zaman zaman Bizans kuvvetleri tarafından durdurulabiliyordu. Anadolu’nun sarp fizikî coğrafyası, çok iyi tahkim edilmiş kale ve şehirlerine uygun kuşatma araçlarından ve donanımdan yoksun olan Türkmenler bazen başarısız oluyorlardı. Düşman tarafından takip edildiklerinde de, gidebildikleri son yere, Azerbaycan’a kadar çekilmek zorunda kalıyorlardı. Fakat bu faaliyetleriyle her hâlükârda Anadolu’nun fethini kolaylaştıracak zemini de hazırlıyorlardı. Öyle ki Anadolu fetihleri 1067 yılında Kayseri’ye kadar genişlemişti. Hattâ Diogenes’in faal siyasetine rağmen, Sultan Alp Arslan’ın önünden kaçan akrabası Erbasgan’ı yakalamakla görevlendirilen Afşin Bey, bu takip sırasında rahatlıkla Sakarya’yı aşıp Marmara kıyılarına ulaşabilmişti (1070). Diogenes’in Malazgirt’e Kadarki Faaliyetleri Bizans İmparatorluğu da pek tabiî, giderek büyümekte olan Türk tehlikesinin farkında idi. Bununla birlikte İstanbul’da yaşanan taht ve nüfuz mücadeleleri devleti zaafa uğratmış bulunuyordu. Bu durum Türk istilâsına zamanında müdahalede bulunmayı engelliyordu. Eyaletlerdeki askerî kuvvetler oldukça güç kaybetmişti. İmparator Konstantinos IX. Dukas’ın yetişkin bir varis bırakmadan ölümü üzerine karısı Eudokia, Romanos Diogenes adlı komutan ile evlenerek onun tahta geçmesini sağladı. Artık yeni imparatorun yegâne hedefi Türk tehlikesini bertaraf etmekti. Bu maksatla derhâl harekete geçti. 1068 baharında Bulgaristan ve Makedonya askerleri ile Uzlar (gayrı müslim Oğuzlar) ve Franklar gibi muhtelif unsurlardan devşirilmiş ücretli ordusuyla yola çıktı. Türkmenler’in Niksar’ı ele geçirdiklerini öğrenince güzergâhını değiştirip, Kayseri üzerinden Sivas’a geldi. Divriği civarında karşılaşıp savaşa girdiği bir Türk birliğini yenip çekilmeye mecbur etti. Sonra asıl hedefine doğru güneye döndü ve Suriye’ye vardı. Halep yakınındaki Menbic’i ele geçirip ahalisini esir ve katletti (Kasım 1068). Artah ve Azaz kalelerini de zapt edip, aynı şekilde yağmaladı. Diogenes’in asıl hedefi Suriye’nin kapısı durumundaki Haleb’i 48 Büyük Selçuklu Tarihi ele geçirmekti. Bununla birlikte ordusunun açlıkla karşı karşıya kalması onu dönmeye mecbur etti. Fakat dönerken Türkler’in bu bölgeden Anadolu’ya girişini engeleyecek bir savunma tedbiri olarak, Menbic’i tahkim etti. Ancak o daha Orta Anadolu’ya varmadan Türkmen komutanı Afşin, Sakarya havzasına kadar girip Amorium’u zabt etti, pek çok esir ve ganimet ele geçirdi. Bütün bu olanlar karşısında çaresiz kalan İmparator, ordusunu Türkler’e karşı savaşmak üzere Anadolu’da dağıtarak İstanbul’a döndü. Hız kesmeyen Türk akınlarına karşı, ertesi yıl tekrar sefere çıkan İmparator Diogenes’in şimdiki hedefi ise Türk akınlarının üssü olan Ahlat’tı. Diogenes, Kayseri-Sivas üzerinden Palu’ya kadar geldi. Ancak Türk akıncılarının Konya’ya girmeleri ve Malatya bölgesini korumakla görevli Ermeni Philaretos’un yenilip kaçması üzerine İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. İmparator’un 1070 yılında bir kere daha sefere çıkma girişimi ise muhalifleri tarafından engellendi. Bunun üzerine Türkler’e karşı Malatya’ya Philaretos, Sivas’a da Manuel Komnenos komutasında iki ordu gönderdi. Alp Arslan’ın amcasının oğlu olup Kavurt Bey’in isyanına destek veren ve yenildikten sonra kaçan Erbasgan, Yabgulu Türkmenler’i ile Kafkasya bölgesinde faaliyetlerde bulunuyordu. Alp Arslan’ın bu tarafa yönelmesi üzerine, onun önünden çekilerek süratle Anadolu’ya girdi. Sultan tarafından kendisini takiple görevlendirilen Afşin’in önünden kaçarken, Sivas yakınında karşılaşıp savaşmak zorunda kaldığı Manuel Komnenos’u esir aldı. Fakat İstanbul’a gitmek niyetinde olduğunu anlatıp esirleri serbest bırakınca bütün maiyyeti ve Manuel ile birlikte İstanbul’a giden Erbasgan Diogenes tarafından çok iyi karşılandı. Onu takip ederek hiç bir engelle karşılaşmadan Marmara kıyılarına ulaşan Afşin, İmparator’u Erbasan’ı iade etmemesi durumunda, mevcut anlaşmayı bozarak ülkesini yağmalamakla tehdit etti. Nitekim İmparatordan red cevabı alan Afşin, Honaz’a kadar akınlarda bulundu. Çok miktarda ganimetlerle birlikte dönerken ağır kış şartları sebebiyle kayıplara uğradı. Yine de Türk akınlarının üssü olan Ahlat’a döndü. Erbasgan meselesini ve Bizans’a karşı başarılarını, bu sırada Suriye seferinden dönmekte olan Alp Arslan’a bir mektupla rapor etti. Alp Arslan’ın Suriye Seferi Bizans İmparatorluğu’nun ticarî çıkarları dolayısıyla, Fatımî Halifeliği ile yakın ilişkileri bulunmaktaydı. Hatırlanacağı üzere, Tuğrul Bey zamanında yapılan anlaşma ile, İstanbul’daki camide Fatımî halifesi yerine Abbasî halifesi adına hutbe okutulması kabul edilmişti. Bu durum Fatımîler’le Bizans arasında kısa süreli biri soğukluğa sebep olsa da, ilişkiler zaman içerisinde tabii seyrine girmiş bulunuyordu. Fatımîler’in Bizans ile ittifakları, takip ettikleri dinî siyaset ve sünnî islâm dünyası için tehdit oluşturmaları Alp Arslan’ın dikkatini bu yöne çekiyordu. Bu arada Fatımî Devleti’ndeki iç karışıklıklar, dönemin en büyük gücü olan Selçuklu Devleti’nde yankı buldu. Fatımî veziri Ebû Cafer b. Hamdân, Alp Arslan’ı anlaşmazlık hâlinde bulunduğu ordu komutanı Bedrülcemâli’ye karşı Mısır’a davet etti (1070). Fatımîler’e tâbi olan Halep emiri de, sefere çıkması durumunda Sultan’a yardım vaadinde bulunuyordu. Mısır seferine karar veren Sultan, hem Diogenes’le birlikte Türkler’e karşı saldırıya geçen Bizans’a gözdağı vermek; hem de Suriye istikametinde ilerlerken arkasında pürüz bırakmamak düşüncesiyle Anadolu’ya geldi (Temmuz 1070). Van Gölü’nün kuzeyinden Malazgirt önlerine geldi. Önce Malazgirt’i, sonra Tuğrul Bey’in 1054’de aldığı, fakat düştüğü anlaşılan Erciş kalelerini kolaylıkla ele geçirdi. Oradan güneye 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 49 dönerek Mervanî emirinin idaresindeki Amid (Diyarbakır)’e geldi. İtaâtsiz tutumu sebebiyle cezalandırmak istediği Emir Nizameddin’in yerine kardeşini atamaya karar verdi. Ancak emirin af dilemesi ve pek çok hediyeler sunması üzerine yoluna devam etti. Siverek ve Tulhum kalelerini aldıktan sonra Ekim 1070’de, Urfa’yı kuşatma altına aldı. Dönemin büyük şehirlerinden olan Urfa, surları dolayısıyla çok iyi korunuyor; Bulgar Basil adlı bir komutan tarafından müdafaa ediliyordu. Alp Arslan, bu sefere destek sözü vermiş olan Halep Mirdasî emiri Mahmud’u da yardıma çağırdı ise de gelmedi. Daha fazla zaman kaybetmek istemeyen Alp Arslan, iki ay kadar süren Urfa kuşatmasını 50.000 dinar haraç ödeme teklifini kabul ederek kaldırdı. Alp Arslan bundan sonra Fırat Nehri’ni geçerek (20 Ocak 1071) Halep yakınlarına geldi. Şehrin hâkimi Mirdasî emiri Mahmud, Fatımîlerle olan ilişkilerinin etkisiyle itaâtsizlik gösteriyordu. Alp Arslan bunun üzerine şehre zarar vermek istemediği halde Halep’i kuşatmaya karar verdi (Nisan 1071). Ancak Diogenes’in Suriye seferinde de görüldüğü gibi, Bizans’ın da hedefinde olan bu uç şehrini kılıç zoruyla almayı ve İslâm hududunu zayıflatmayı uygun bulmadı. Bir ay kadar süren kuşatma sonunda annesi ile birlikte Alp Arslan’ın huzuruna çıkıp af isteyen Mahmud Abbâsî Halifeliği’ne ve Selçuklu Devleti’ne bağlılık şartıyla görevine iade edildi. Diogenes Yeniden Anadolu’da Sultan Alp Arslan Haleb’den Mısır’a gitmeye hazırlandığı sırada gelen Bizans elçisi, İmparator’un Ahlat, Erciş, Malazgirt ve Menbic kalelerinin iade edilmesini istediğini, aksi taktirde büyük bir orduyla geleceğini bildiriyordu. Diogenes’in sefere çıkmak yerine elçi göndermesini, onun zayıflığına yoran Alp Arslan, elçiye sert bir üslûpla olumsuz cevap verdi. Ancak 13 Mart’ta İstanbul’dan hareket eden İmparator’un büyük bir ordu ile Erzurum’a doğru ilerlemekte olduğu haberi kendisine ulaşınca telaşla dönüş yoluna girdi. Kuvvetlerinin bir kısmını, Fatımîler’e karşı Suriye’de bırakıp Fırat’ı geçti. Selçuklu ordusu nehri geçerken hayvanlarının bir kısmı telef olduğu gibi, işin aciliyeti dolayısıyla hareket kaabiliyeti zayıf birlikler de terhis edilince mevcudu bir hayli azalmış oldu. Dikkat edilecek olursa Sultan Alp Arslan’ın Haleb’i kuşatması ve İmparator’un büyük bir ordu ile İstanbul’dan yola çıkması aynı günlere rastlamaktadır. Oysa artık bir imparatorluk hâline gelmiş olan Selçuklu Devleti’nin bu seferden, daha hazırlık aşamasında haberdar olması gerekirdi. Vezir Nizamülmülk’ün Siyasetnâme adlı eserinde naklettiği bilgi, devletin gizli haber alma, bilgi toplama konusundaki eksikliğini açıkça ortaya koymaktadır. Buna göre Alp Arslan’a istihbarât teşkilâtı kurulması teklif edildiğinde “Dostlarımı düşman, düşmanlarımı dost gösterirler” endişesi ile reddetmişti. Selçuklu ordusunun Suriye’den telaşla dönüşüne şahit olan Bizans elçisi, durumu İmparatora bildirdi. Hattâ Alp Arslan’ın takviye kuvvetler toplamak üzere Urfa’dan Musul’a gitmesi de, İmparator’dan korkup İran’a kaçtığı şeklinde rapor edildi. Diogenes’e gelince Balkan ve Anadolu vilâyetlerinden, Ermeni, Slav, Bulgar, Gürcü, Alman, Frank, Peçenek, Uz ve Kıpçak gibi çeşitli milletlerden topladığı ordusuyla Anadolu’ya girmiş bulunuyordu. Bizans ordusunun ağırlıkları 3.000 araba ile çekilirken, 1.200 kişinin kullandığı ve 100 hayvanın çektiği devasa bir mancınıkları da vardı. Ayrıca ordunun çarkçı, lağımcı, arabacı, mancınıkçı gibi teknik sınıfın toplamının 100.000’i, kumandan/subay sayısının 30.000’i bulduğu kaydedilmektedir. Rakamlar mübalağalı gibi görünse de, Bizans ordusunun mevcudunun 50 Büyük Selçuklu Tarihi Selçuklu ordusu ile kıyaslanamayacak kadar çok olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu orduda yer alan Uzlar’ın mevcudunun dahi 15.000 olduğu kaydedilmektedir. Netice olarak, 600.000 gibi çok abartılı bazı rivayetlere rağmen Bizans ordusunun 200.000 civarında olduğu kuvvetle tahmin edilmektedir. Alp Arslan ise, Azerbaycân/Hoy’da bir kısım kuvvetlerin katılmasını bekledikten sonra Meyyâfarîkîn, Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat’a vardı. Savaşın ciddiyeti dolayısıyla hatunu ve çocuklarını vezir ile birlikte Tebriz’e gönderirken, ölürse oğlu Melikşah’ı yerine geçirmelerini istedi. Alp Arslan Ahlat’a geldiğinde huzuruna çıkan Afşin Bey, Anadolu gazalarında ve özellikle Erbasgan’ı takibi sırasında yaşadıklarını ve Rumlar’ın kendileriyle savaşacak kudrette olmadığını anlatarak onu ümitlendirdi. Anadolu gazaları ile şöhret bulan Afşin, Sanduk, Artuk, Dilmaçoğlu, Mengücik, Danişmend, Çavlı ve Porsuk gibi bey ve Mervanoğulları ile bir kısım mahallî müslüman kuvvetlerinin katılımıyla Selçuklu ordusunun mevcudunun da 50-60.000 civarına ulaştığı anlaşılmaktadır. MALAZGİRT ZAFERİ Bizans ordusu Kapadokya’ya ulaştığında toplanan harp meclisi nasıl bir strateji uygulanması gerektiği konusunu tartıştı. Bazıları Selçuklu ordusunu iç bölgelere, çekerek ve iaşe imkânlarını yok ederek hırpalamayı önerdiler. Diğerleri ise değil Erzurum’da durmayı, İran’a varıp tüm İslâm ülkelerini istilâ etmeyi, yani hucümu öneriyorlardı. İkinci görüşe uyan Diogenes, yoluna devamla Erzurum’a geldi. Ordusundan 10.000 kişilik bir birliği, doğuda güvenliği sağlamak ve ordusuna erzak sağlamak üzere Abhazya’ya gönderdi. 30.000 kişilik bir kuvveti ise Türk asıllı Tarkhaniotes ve Frank Russel komutasında, yolların emniyetini sağlamaları için Ahlat’a sevk etti. Alp Arslan’ın da tam Ahlât’a ulaştığı sırada, Selçuklu öncü birlikleri, Sanduk Bey idaresinde Bizans kuvvetlerini baskına uğrattılar. Dağılan askerler Malatya bölgesine kaçarlarken İmparator, Ermeni Basil idaresinde yeni bir kıta asker yolladı. Basil, esas Selçuklu ordusunun henüz gelmediğini ve Bizans öncü birliklerini dağıtan kuvvetlerin Ahlat garnizonu askerleri olduğunu zannediyordu. İmparatoru da bu şekilde bilgilendiren Basil’in askerleri ölü veya esir olarak imha olduğundan geriye haber getirecek bir kişi bile kurtulamadı. Bu arada Diogenes, zayıf bir müfreze tarafından korunmakta olan Malazgirt’i alarak, bağışlama sözü vermesine rağmen, müdafileri ve halktan kaçamayanları katletti. Sultan Alp Arslan da bu sırada, yanında yukarıda sayılan kumandanlar olduğu hâlde Malazgirt’e doğru ilerlemekte idi. Selçuklu ordusunun aniden gelişi karşısında şaşkınlığa düşen Bizans ordusu, yürüyüşünü durdurup Malazgirt’e 10 km. kadar mesafede, Rahva ovasında ordugâhını kurdu. Ancak karargâhını İmparator’dan önce hâkim tepelere kuran Alp Arslan, 24 Ağustos günü ilerleyerek düşmanın bir fersah yakınına geldi. Sultan yine de, kuvvet azlığı dolayısıyla bir meydan savaşına girmek konusunda tereddütlü idi. Bu yüzden bir yandan da düşman hakkında bilgi toplamak ve İmparator’a barış önermek üzere bir elçilik heyeti gönderdi. Abbâsî halifesinin sultana gönderdiği İbn Mühellebân ve Savtekin’den oluşan heyet, Sultan’ın sulh teklifini Diogenes’e ilettiler. İmparator öncü birliklerinin hezimete uğramasına ve ordusundaki itaâtsizlik emarelerine rağmen, sayısal üstünlüğün verdiği gururla, teklifi çok kaba bir şekilde geri çevirdi. Selçuklu ordusu hakkında kendisine verilen yanıltıcı bilgilerin de etkisiyle, barışın Rey’de yapılacağını, kendilerinin İsfahân’da, hayvanlarının ise Hemedan’da kışlayacağını söyleyerek meydan okudu. Diogenes ayrıca bu seferin, Bizans bakımından o güne kadarki Fersah bir islâmî uzunluk birimi olup 3 mile eşittir. Bir mil yaklaşık 2 km. olduğuna göre bir fersah da 6 km.dir. 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 51 Türk akınları ile yakın ilişkisini ortaya koyan, kesin sonuç almaya yönelik bir intikam seferi olduğunu anlatan şu cümleleri sarf ediyordu: “Rum (Roma) ülkesine yapılanları, aynıyla İslâm ülkelerine yapmadıkça dönmeyeceğim. Bu sefer için muazzam paralar sarf ettim. Nasıl dönerim?” İmparator’un cevabı, mensup oldukları dine ve millete hizmet için, idealleri uğrunda yalnızca kazanmaya odaklanmış, Selçuklu ordusu üzerinde olumsuz bir etki yapmadı. Abbâsî Halifesi de, bu harbin İslâm Dünyası için arzettiği ehemmiyet dolayısıyla, hazırlattığı bir dua metnini bütün İslâm ülkelerine göndererek Alp Arslan’ın ordusu için Allah’a yakarılmasını istedi. İmamının tavsiyesiyle savaşı müslümanlar için özel bir gün olan Cuma’ya bırakan Alp Arslan, ordusunun maneviyatını yükseltecek tedbirler de alıyor, bu savaşın bir kader savaşı olduğununun bilinci ile Cuma namazından sonra ordusuna şöyle hitap ediyordu: “Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader onun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte savaşmak veya ayrılıp gitmek konusunda serbestsiniz.” Askerleri hiçbir şekilde ayrılmayacaklarını beyan ederken üzerine beyaz bir elbise giyen Sultan, eski Türk âdetine göre atının kuyruğunu bağladı. Göğüs göğüse harp edeceğinin işareti olarak, ok ve yayını atıp, kılıç ve topuzunu aldı. “Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir. Melikşah’ı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır” sözleriyle artık savaşa hazır olduğunu gösteriyordu (Turan 2010, Köymen 1972). Gece boyunca Türk askerlerinin boru, davul ve tekbir sesleri ile uykusuz bırakılan Bizans ordusunda da, ertesi gün kendi adetlerince benzer törenler, ayinler yapıldı. Nihayet 26 Ağustos 1071 Cuma günü, öğle namazından sonra iki ordu harp düzeni aldı. Bizans ordusunun merkezinde İmparator bulunuyor, sağ kanada Nikephoros Bryennios, sol kanada Aleates, artçı kuvvetlere ise Andronikos Dukas kumanda ediyordu. Sultan Alp Arslan ise ordusunu iki ana bölüme ayırmış bulunuyordu. Tarank adlı kumandanın emrine verilen ve daha kalabalık olan ikinci kısım, dörde ayrılarak önceden savaş alanının yanlarındaki tepelere pusuya yatırılmıştı. Bunların bir bölümü Bizans ordusunun gerisini tutacak ve keşif yapacak; diğerleri ise sırası geldiğinde düşmanı kuşatıp ok yağmuruna tutacaklardı. Sultan Alp Arslan komutasındaki birinci kısım ise, Diogenes’in karşısında yerini aldı. Savaş Murat suyunun bir kolu üzerinde, Malazgirt önündeki Rahva ovasında cereyan ediyordu. Selçuklu askerlerinin ok yağmuruna tutarak tahrik etmesi üzerine, Bisans ordusu çan sesleri eşliğinde harekete geçti. Bizans ordusu, kendilerine oranla çok az olan bu kuvvetleri ezmek hevesiyle hücuma kalktı. Selçuklu birlikleri taktik gereği, yenilmiş gibi yaparak ve sağa sola dağılarak geri çekilmeye başladılar. Bu takip sırasında pusularından çıkan Türk askerleri düşmanın sağ kanadını bozguna uğrattılar. Bu sırada Peçenek ve Uz askerleri de daha önce sözleştikleri gibi Selçuklu saflarına geçtiler. Bizans ordusunda bulunan bu gayrı müslim Türkler’in, Selçuklu ordusu çevresinde keşif yaparlarken, aynı dili konuştuklarını duyunca, savaş sırasında taraf değiştirmek için anlaştıkları rivayet edilir. İmparator ordusunun sağ kanadının bozulması üzerine, sol kanadı yardıma çağırdı. Ancak onlar da Bizans ordusunun arkasına sarkan Türk askerlerince kuşatılıp yenilgiye uğratıldıkları için yardıma gelmeleri mümkün olamadı. Ermeni kuvvetleriyse zaten savaş başladığında firar etmişlerdi. 52 Büyük Selçuklu Tarihi Muharebeyi büyük bir ustalıkla yöneten Alp Arslan sahte ricat, turan taktiği veya kurt oyunu denilen Türk savaş taktiğini uygulayarak kuvvet azlığının zaafa dönüşmesine engel oldu. Diogenes nihayet, Türk birliklerini takip ederken pusuya düştüğünü anlayıp geri çekilmeye karar verdi. Fakat daha savaşın sonucu belli olmadan, artçı kuvvetler komutanı Andronikos, İmparator’un bozguna uğradığını ilan edip kaçtı. Bununla birlikte kuşatmanın tam ortasında kalan Diogenes, esir düşene kadar kılıcıyla kahramanca savaştı. Nihayet elinden yaralanan ve atı vurulunca yere düşen Diogenes esir edildi. Şekil 3.2 Malazgirt Savaşı Kaynak: Köymen (1972) Bizans Ordusunun 26 A¤ustos 1071 saat 15.30’dan saat 19.30’a kadar kuflat›lmas› ve yok edilmesi Şekil 3.1 Malazgirt Savaşı Kaynak: Köymen (1972) 25-26 A¤ustos saat 13.30’a kadar iki taraf Ordular›n›n tertipleri Sahte ricat Türkler’in çok eski zamanlardan itibaren Malazgirt’te, Mohaç’ta hattâ Preveze’de uyguladıkları bir harp taktiğidir. Düşmana saldıran askerler yenilmiş gibi yapıp süratle geri çekilirken, yanlarda önceden pusuya yatırılmış olan birlikler çıkarak düşmanı arkadan çevirir ve bir çember içerisinde kalan düşmanı imha ederlerdi. 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 53 Böylece akşama kadar süren muharebede Bizans ordusunun büyük kısmı imha edildi. Başta İmparator olmak üzere, pek çok kişi de esir düştü. Selçuklu ordusunun elde ettiği ganimetin haddi hesabı yoktu. Bu benzeri az görülmüş fevkelâde, inanılması zor bir olaydı. Diogenes, Sultan’ın huzuruna zincire vurulmuş ve boynuna esaret nişanesi olan lale takılmış olarak çıkarıldı. Diğer esirlerin ona gösterdiği saygı ve İbn Mühelleban’ın şahitliği ile teşhis edildi. Malazgirt Savaşı’nda karşı karşıya gelen Selçuklu-Bizans ordularını yapıları bakımından karşılaştırarak değerlendirin. Selçuklu sultanı, İmparator’u barış teklifini reddetmesi yüzünden tenkit etmenin dışında, ona kötü muamelede bulunmadı. Hattâ onu “Üzülmeyiniz İmparator! İnsanların maceraları böyledir” sözleri ile teselli etti. Diogenes’e hilat, kaftan ve külah giydirildi. Üzerinde kelime-i şehadet bulunan bir sancak hediye edildi. Aşağıda okuma parçasında detayı verilen konuşmalardan sonra bir anlaşmaya varıldı. Buna göre Bizans imparatoru şu hususları yerine getirmeyi taahhüd ediyordu. • İmparator serbest bırakılması karşılığında 1,5 milyon dinar fidye verecek • Bizans Devleti yıllık 360.000 dinar vergi ödeyecek • Selçuklu Sultan’ı talep ederse, İmparator askerî yardımda bulunacak • Tahtını muhafaza edebildiği takdirde, önceden müslümanların elinde olan Antakya, Urfa, Malazgirt ve Ahlât’ı Selçuklular’a terk edecek • Bizans ülkesindeki tüm müslüman esirler serbest bırakılacaktı. Bu anlaşmadan çıkan en önemli sonuç, Bizans İmparatorluğu’nun Selçuklu Devleti’ne bağlı duruma gelmiş olmasıdır. Nitekim vergi ve askeri yardım mükellefiyeti yanında imparatora hilat giydirilmiş olması bunun açık delilleridir. Tarihçilerden anlaşmanın şartlarını zaferin büyüklüğü ile uygun bulmayanlar olduğu gibi, bu vesile ile Alp Arslan’ın yüce gönüllülüğünü öne çıkaranlar da vardır. Bir hafta kadar misafir edilen Diogenes, nihayet 200 kişilik bir Türk müfrezesi eşliğinde, 10.000 dinar da yol harçlığı verilerek, İstanbul’a gitmek üzere uğurlandı. Bununla birlikte her iki hükümdar da, bu anlaşmanın uygulanabilmesinin İmparator’un hayatta kalmasına bağlı olduğunu, Diogenes’in İstanbul’a dönemeden tahtı kaybedebileceği öngörmüşlerdi. Nitekim Diogenes daha Sivas’a vardığında tahtının Mihail VII. Dukas tarafından ele geçirildiğini öğrendi. Yine de Alp Arslan’ın yardımına da güvenerek mücadeleye devam etti. Ancak yenilgiye uğradı. Manastıra kapanmaya söz verdi ise de, Mihail Dukas onun gözlerine mil çektirerek acılar içerisinde ölümüne sebep oldu. Öte yandan İslâm âleminde büyük sevince yol açan Malazgirt Zaferi, her tarafa fetihnâmeler gönderilerek duyuruldu. Halife el-Kaim Biemrillah 12 Eylül günü Bağdad’a ulaşan fetihnâmeyi devlet erkânının huzurunda merasimle okuttu. Halife, Alp Arslan’a bu vesile ile bir tebrik mesajı gönderdi. Bağdad’da, halkın da coşkuyla katıldığı şenlikler yapıldı. Hatırlanacağı gibi, Türkler Yakındoğu’ya girdiklerinde İslâm Dünyası’nın karşı karşıya olduğu en büyük dış tehlike, atağa kalkmış olan Bizans İmparatorluğu idi. Selçuklular tarafından ilerleyişi durdurulan Bizans’ın, bu kararlı ve son büyük girişiminin de boşa çıkması Müslümanlar’a geniş bir nefes aldırmıştı. Diogenes’in tahtı kaybetmesi üzerine, Bizans ile yapılmış olan anlaşma hükümsüz kaldı. Alp Arslan bunun üzerine, dostu imparatorun intikamını da bahane ederek, komutanlarına Anadolu’nun fethini emretti. Bu anlaşmanın yürürlükte kalması durumunda bile, Bizans topraklarına yapılan Türkmen akınlarının önünü kesileceğini iddia etmek mümkün değildir. Zira Oğuzlar/Türkmenler, bir yurt bulmak mecburiyeti ile Dandânakân savaşından beri, Selçuklu Devleti’nin politikaları çer3 54 Büyük Selçuklu Tarihi çevesinde Anadolu’ya akınlar yapmakta idiler. Öyle ki daha Malazgirt Savaşı’dan önce Sakarya havzasına kadar ulaşmışlardı. Ancak Bizans’ın henüz Türkler’e karşı koyacak ve onları takip edebilecek kuvveti bulunmaktaydı. Bu yüzden Türkmenler, Bizans taarruza geçince gidebildikleri yere kadar geri çekilmeye mecbur kalıyorlardı. Oysa Malazgirt yenilgisinden sonra Bizans, neredeyse yüz yıl boyunca bir daha bu büyüklükte bir ordu toplayamayacak ağır bir darbe yedi. Başka bir deyişle, bu zaferle Bizans’ın askerî gücü kırılınca Türkler, bundan böyle güvenli bir şekilde Anadolu’ya yerleşmek imkânı bulmuşlardır. Malazgirt Zaferi bu bakımdan Anadolu’nun yurt tutulması bahsinde tam anlamıyla bir dönüm noktası olmuştur. Nitekim çok kısa bir süre içerisinde Doğu Anadolu bölgesinde Saltuklular, Mengücikler, Danişmendliler gibi beylikler kuruldu. 1075 yılında Süleymanşah’ın İznik’i fethiyle kurulan Türkiye Selçuklu Devleti ve Küçük Asya Anadolu’nun vatan haline gelmesi de şüphesiz bu zaferin eseridirler. Malazgirt zaferinin Türk Tarihi bakımından önemini nasıl açıklarsınız? ALP ARSLAN’IN TÜRKİSTAN SEFERİ VE ÖLÜMÜ Bir yıldan uzun bir zamandır seferde bulunan Sultan Alp Arslan, Malazgirt savaşından sonra İsfahan’a döndü. Burada zafer münasebetiyle tâbi emir ve hükümdarların ve elçilerin tebriklerini kabul etti. Ancak bir süre sonra Türkistan’a sefere çıkmak zorunda kaldı. Bilindiği gibi Maveraünnehir’de Çağaniyan ve Harizm’in hâkimiyeti konusu Gazneliler’le Karahanlılar arasındaki bir mesele olarak Selçuklular’a miras kalmıştı. Karahanlılar’la, Alp Arslan’ın Toharistan melikliği sırasında da eksik olmayan sınır çatışmaları, şimdi damadı Şemsülmülk Nasr Han ile oğulları Ayaz ve İlyas arasında da sürüyordu. Nasr Han’ın doğuda meşgul olmasından yararlanan Toharistan meliki Ayaz onun topraklarına saldırdı. Geri dönüp Ayaz’ı yenilgiye uğratan Han, Selçuklu melikine ağır kayıplar verdirdi. Ayrıca Alp Arslan’ın kızı olan eşini de, kardeşi lehine casusluk yaptığı suçlamasıyla döverek ölümüne sebep oldu. Alp Arslan bu gelişmeler üzerine Karahanlı hükümdarını cezalandırmak için 200.000 kişilik bir ordu ile sefere çıktı. Selçuklu ordusunun Ceyhun Nehri’nden geçişi bir ay sürdü. Sultan’ın ilerleyişi Maveraünnehir sınırındaki Barzam kalesinin direnişiyle durakladı. Batınî inanışlı olduğu söylenen Yusuf el-Harezmî adlı kale komutanı, daha fazla direnemeyeceğini anlayınca teslim olmaya karar verdi. Ancak rivayete göre sırları ortaya çıkmasın diye karısı ve çocuklarını kendi elleriyle öldüren Yusuf, bir suikast plânı yaptı. Sultan’ın huzuruna çıkarıldığında çizmesinin koncuna sakladığı hançeri çıkarıp üzerine atıldı. Alp Arslan ve komutanlarından Gevherâyin ağır şekilde yaralandılar. Yusuf, Sultan’ın adamları tarafından hemen orada öldürüldü. Ancak Sultan Alp Arslan da aldığı yaraların tesiri ile dört gün sonra 25 Kasım 1072 tarihinde şehit oldu. Ölümü karışıklıkları önlemek düşüncesiyle bir müddet gizli tutuldu. Cenazesi daha sonra Merv’e getirilerek, orada babası Çağrı Bey’in yanına defnedildi. Alp Arslan’ın saltanatı İbn-i Kemâl’in Yavuz Sultan Selim’in saltanatı için yaptığı benzetmede olduğu gibi, ikindi güneşi gibi gölgesi uzun, fakat vakti kısa bir saltanat oldu. Ancak diğer tüm olaylar yok sayılsa bile Türk, İslâm ve Dünya Tarihinde çok mühim bir yer tutan, Anadolu’nun Türkiye olmasını sağlayan Malazgirt zaferi, onun ve askerlerinin ölümsüz bir hizmeti olarak tarihe geçmiştir. Sultan Alp Arslan bunun yanısıra, İslâm dünyasını içeriden tehdit eden ve Fatımîler eliyle siyasallaşan aşırı şiîliğe karşı da, Nizâmiye adıyla meşhur olan medreseler yaptırarak, fikir düzeyinde de sünnî islâma büyük hizmetler yapmıştır. 4 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 55 Özet Selçuklu Devleti’nin iç meselelerini tanımlayabilme Çocuğu olmayan Tuğrul Bey’in 1063 yılında ölmesi üzerine, yerine veliahd tayin ettiği, Çağrı Bey’in oğlu Süleyman tahta oturdu. Ancak daha Tuğrul Bey zamanında İbrahim Yinal isyanına destek veren ve sonra kendisi isyan eden Kutalmış da, saltanatı ele geçirmek üzere harekete geçti. Önce Süleyman’ın tahta geçmesi için gerekenleri yapan vezir Amidülmülk Kündürî, Kutalmış karşısında tutunamadı. Bunun üzerine zaten tahtı ele geçirmek üzere harekete geçmiş bulunan Alp Arslan’dan yardım istedi. Alp Arslan, saltanat davasına kalkışan Musa Yabgu’yu etkisiz hâle getirdikten sonra, Kutalmış’ın üzerine yürüdü. Yenilgiye uğrayan Kutalmış hayatını da kaybetti. Alp Arslan bundan sonra tahtı ele geçirdi. Kardeşi Süleyman Şiraz’a çekildi. Ancak Alp Arslan’ın Kirman meliki olan kardeşi Kara Arslan Kavurt Bey, başlangıçta mücadeleye girmeyip ülkesine döndü ise de daha sonra defalarca ayaklandı. Kavurt’un isyanları bastırılsa da mesele tam olarak çözülemeyip Melikşah zamanına intikal etmiştir. Alp Arslan döneminde çözülmesi gereken diğer önemli bir mesele ise halifelikle ilgili idi. Çünkü Halife el-Kaim Biemrillah, Tuğrul Bey’in ölümü üzerine Selçuklu sultanının adını hutbeden çıkarmıştı. Bununla da yetinmeyerek, Irak’daki Selçuklu memurlarının yerine kendi adamlarını atamıştı. Bu durum Tuğrul Bey’in hilafet kurumu üzerinde oluşturduğu statünün değişmesi anlamına geliyordu. Halife bu konuda bölgedeki mahalli emirlerin yardımına başvurmayı denedi ise de sonuç alamadı. Alp Arslan rakiplerini bertaraf ettikten sonra Bağdad’a bir heyet gönderip saltanatının onaylanması istedi. Halife bu isteği yerine getirmek ve Tuğrul Bey zamanında yapılmış olan anlaşmayı yenilemek zorunda kaldı. Alp Arslan’ın tayin ettiği Selçuklu memurlarının göreve başlamasıyla Irak’da hâkimiyet yeniden kurulmuş oldu. Selçuklu Devleti’nde bu dönem yaşanan siyasî ve askerî olayları açıklayabilme Sultan Alp Arslan’ın ilk seferi, devletin batı siyaseti doğrultusunda 1064 yılında, Azerbaycan ve Kafkasya üzerine oldu. Anadolu seferlerinin güvenliği için önce Gürcistan’a girdi. Tiflis-Çoruh arasındaki birçok yer Şavşat’a kadar fethedildi. Gürcü kralı kaçarken bazı yerel yöneticiler bağlılık bildirdiler. Şehzâde Melikşah da Nizamülmülk ile birlikte Nahcivan’da önemli fetihler yaptı. Selçuklu ordusu Sepidşehr ve Lal’i aldı. Gürcü meliki Gürgen Selçuklu Devleti’ne bağlandı. Alp Arslan yoluna devamla Anadolu’ya girdi. Bizans’a tâbi Ermeni prensliğinin idaresinde iken Bizans imparatoru tarafından ilhâk edilmiş olan Ani şehri kuşatıldı. Bu müstahkem şehir, şiddetli bir muhasara ile ele geçirildi (16 Ağustos 1064). İslâm dünyasında da büyük sevinç yaratan bu olay üzerine Halife Sultan’ı tebrik ve taltif etti. Sultan 1065 yılı sonunda, Deşt-i Kıpçak üzerine bir sefer düzenledi. Müslüman olmayan Türkler’le işbirliği ederek bölge ticaretini sekteye uğratan Kıpçak ve Türkmenler’i kendisine bağladı. Sözkonusu gayrı müslim Türkler, Hazar Denizi’nin kuzeyinden batıya göç ederken Hazar-Karadeniz arasında da sıkışıklığa ve karışıklıklara sebep olmakta idiler. Onların güneye inmeye zorladığı topluluklar Kafkasya’da Türkmenler’in Anadolu göç yollarını tıkamakta ve tehdit etmekte idiler. Bu yüzden ikinci Kafkasya seferine çıkan Sultan Gürcistan’da Tiflis dahil bir çok şehri zabt etti (1067 sonu). Gürcü meliki de yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Bu arada Bizans İmparatorluğu’nda İmparatoriçe Eudokia ile evlenerek tahta geçen Romanos Diogenes, Türkler’i Anadolu’dan atmak üzere harekete geçti. Çünkü Türk istilâsı Sakarya kıyılarına ulaşmış bulunuyordu. Her ne kadar Bizans orduları karşısında çekilmek zorunda kalsalar da, Türkmenler yurt bulmak mecburiyeti ile ölüm pahasına mücadele etmekte idiler. Diogenes Malazgirt’ten önce, biri Suriye’ye kadar uzanan iki sefere bizzât kumanda etmiş olmasına rağmen netice alamadı. 1 2 56 Büyük Selçuklu Tarihi Alp Arslan ise 1070 yılında Erciş ve Malazgirt’i fethetti. Diyarbakır ve Urfa’yı kuşatıp Bizans’a bir nevi gözdağı verdikten sonra Suriye’ye ilerledi. Amacı Sünnî İslâm dünyası için büyük tehlike oluşturan Fatımî halifeliğini cezalandırmaktı. Ancak Halep emirinin itaâtsizliği sebebiyle bu şehri muhasara ettiği sırada Bizans imparatorunun Erzurum’a doğru ilerlemekte olduğunu öğrenerek süratle geri döndü. Kısa süre içerisinde ancak toplanabilen 50-60.000 kişilik ordusu ile yaklaşık dört misli ve ağır techizatlı Bizans ordusuyla savaşmaya mecbur kaldı. Selçuklu ordusu, 26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt’te meydana gelen savaşı kazandı. Esir düşen Bizans imparatoru yapılan anlaşmada senelik vergi ödemeyi, Selçuklu Devleti’ne tâbiyeti kabul etti. Bu anlaşma Diogenes’in tahtı kaybetmesi sebebiyle yürürlüğe giremedi. Ancak bu savaşta Bizans ordusunun bir daha toparlanamayacak şekilde ezilmiş olması, Türkleri’in Anadolu’yu fethinin önündeki engelleri kaldırmış oldu. Diogenes’in ölümü üzerine beylere Anadolu’nun fethini emreden Alp Arslan İsfahan’a döndü. Bu sırada Belh meliki olan oğlu ile Karahanlı hükümdarı Şemsülmülk Nasr arasındaki sınır çatışmaları had safhaya ulaşmıştı. Han’ın Alp Arslan’ın kızı olan eşini de döverek öldürdüğü haberi üzerine Türkistan seferine çıktı. Ceyhun kıyısındaki Barzam kalesi komutanı Selçuklu ordusuna bir hayli direndi. Alp Arslan’ın huzuruna çıktığında hançeriyle onu yaraladı. Sultan aldığı yaranın etkisi ile dört gün sonra şehit oldu. Devletin yapısı ve işleyişini değişikliklerle birlikte açıklayabilmek, Sultan Alp Arslan 1066 yılında Radgân’da düzenlenen bir törenle oğlu Melikşah’ı veliaht tayin etti. Bununla veliahtlığın kurumlaşması ve saltanat kavgalarının önlenmesini amaçlamış olmalıdır. Alp Arslan bundan başka oğullarını ve bazı hanedan munsuplarını da ülkenin çeşitli bölgelerini idare etmekle görevlendirdi. Ancak bu tayinler Selçuklu Devleti’nin kuruluşu sırasında yapılan paylaşımdaki yetkilerden yoksun olduğu için, devletin parçalanmasına sebebiyet verecek nitelikte değildi. İstisna olarak Çağrı Bey ve Musa Yabgu’ya verilen imtiyazların, daha Tuğrul Bey zamanında kısıtlanması yoluna gidilmiştir. Alp Arslan zamanında bu politika daha da yerleşerek, giderek daha merkeziyetçi bir yapı ortaya çıkmıştır. Buna rağmen meydana gelen taht kavgaları ise kut inancından kaynaklanmakta olup, bölünmeye değil, genellikle tahtı ele geçirmeye yönelik idi. Şehzâde isyanlarına destek veren Türkmenler’in de şehzâdelerin bertaraf edilmelerine paralel olarak idare mekanizmasının dışında kaldıkları anlaşılmaktadır. 3 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 57 Kendimizi Sınayalım 1. Alp Arslan’ın tahta geçişi sırasında karşılaştığı başlıca sorun aşağıdakilerden hangisidir? a. Kardeşi Süleyman’ın veliahd olması b. Vezir Amidülmülk Kündürî’nin kendisini tehdit etmesi c. Kardeşi Kavurt’un isyan girişimi d. Kutalmış’ın isyanı e. Çağaniyan ve Huttalân emirlerinin itaâtsizliği 2. Alp Arslan’ın halifelikle ilgili politikasını aşağıdakilerden hangisi tanımlar? a. Halife’nin tüm isteklerini kabul etmiştir. b. Tuğrul Bey zamanındaki statüyü aynen sürdüren bir anlaşma imzalamıştır. c. Bağdad’ı Halife’nin idaresine bırakmıştır. d. Halife’ye karşı Fatımîler’le işbirliği etmiştir. e. Düşmanlıktan dolayı Halife’nin kızını Bağdad’a iade etmiştir. 3. Alp Arslan’in Birinci Kafkasya ve Azerbaycân seferinde aşağıdaki yerlerden hangileri fethedilmiştir? a. İsfahan, Azerbaycan b. Van, Ani, Ahlat c. Meryemnişîn, Ahalkelek, Sürmeli, Ani d. Ani, Malazgirt, Kafkasya e. Erzurum, Ahlat, Gence, Gürcistan 4. Alp Arslan’ın Deşt-i Kıpçak seferinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Kıpçak Hanı’nın isyan etmesi b. Harizm valisinin daveti c. Cend’i topraklarına katmak istemesi d. Ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması e. Anadolu seferlerinin önünü açma gereği 5. Alp Arslan’ın bazı hanedan üyelerini vilayetlere ataması ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Meliklerin yönetim tecrübesi kazanması sağlanmaktadır. b. Ülke hanedanın ortak malı olduğu gerekçesiyle bölünmektedir. c. Yönetimde sorumluluk paylaşımı gereği görevlendirilmişlerdir. d. Egemenlik paylaşılmadığı için merkeziyetçiliğe aykırı bir durum yoktur. e. Bu şehzâdelere, kuruluş dönemindeki gibi geniş yetkiler verilmemiştir. 6. Alp Arslan’ın İkinci Kafkasya Seferinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. İmparator Diogenes’in Ahlat’ı kuşatması b. Gürcü melikinin Ani’yi istilâ etmesi c. Hazar’ın kuzeyinden Avrupa’ya göç eden Oğuzlar’ın yarattığı karışıklık d. Mervanî emirinin isyanı e. Şehzâde Erbasgan’ı cezalandırmak 7. Alp Arslan’ın Suriye seferinin amacı aşağıdakilerden hangisidir? a. Halep emirini cezalandırmak b. İmparator’un ele geçirdiği Menbic’i geri almak c. Ermeniler’in elinde bulunan Urfa’yı almak d. Haçlılarla savaşmak e. Fatımîler’i cezalandırmak 8. Malazgirt Savaşı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Selçuklu Devleti ile Bizans İmparatorluğu arasında geçmiştir b. 26 Ağustos 1071 tarihinde olmuştur c. Bizans ordusu çeşitli milletlerden toplanmış ücretli bir ordudur d. Selçuklu ordusu Bizans ordusundan kalabalık olduğu için savaşı kazanmıştır e. Alp Arslan savaştan önce Diogenes’e barış önerisinde bulunmuştur. 9. Aşağıdakilerden hangisi Malazgirt Savaşı’nın sonuçlarından biri değildir? a. Bizans İmparatorluğu Anadolu’yu tamamen kaybetmesi b. Türkler’in Anadolu’ya güven içerisinde yerleşebilmeleri c. Bizans ordusunun büyük ölçüde imha edilmiş olması d. Doğu Anadolu’da Türkmen beyliklerinin kurulması e. Anadolu’nun Türk Yurdu haline gelmesi 10.Alp Arslan’ın Türkistan Seferi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Sefer Barzam kalesinin direnişi sebebiyle duraklamıştır. b. Barzam kalesi Melikşah tarafından zapt edilmiştir. c. Seferin sebebi Karahanlılar’la yaşanan sınır çatışmalarıdır. d. Karahanlı hükümdarı, Sultan’ın kızını öldürmüştür. e. Alp Arslan, Türkistan Seferi sırasında şehid edilmiştir. 58 Büyük Selçuklu Tarihi Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Romanos Diogenes Esir Olarak Sultan’ın Huzuruna Getirildiğinde Aralarında Geçtiği Söylenen Konuşma Sultan- “Dostluk kurmak üzere sana Halife’nin elçilerini gördermedim mi? Ama sen dostluktan kaçındın. Sana düşmanlarımın geri verilmesi için (Erbasgan’ı kastediyor) Afşin’i göndermedim mi? Fakat sen “ Para sarfettim, büyük bir ordu topladım, buralara kadar geldim, aradığımı yakaladım. Ülkeme yapılanları İslâm ülkelerine yapmadıkça nasıl dönerim?” dedin. Serkeşliğinin sonunu beğendin mi?” İmparator- “Ülkelerini almak için türlü kavimlerden ordu topladım, paralar sarfettim. Memleketim ve kaderim senin elindedir. Bu hâlimle (Ayaklarındaki zincir ve esirlik alâmeti olarak boynuna takılan lâleyi kastederek) önündeyim. Nasihâti ve azarlamayı bırakıp ne istiyorsan onu yap” Sultan- “Zaferi sen kazansaydın bana ne yapardın?” İmparator- “Sen böyle benim veya adamlarımın lütfuna terkedilmiş olsaydın, senin başını kesmelerini veya bir darağacına asmalarını emrederdim” Sultan- (Kendi kendine) “Vallahi doğru söyledi. Başka türlü konuşsaydı yalan söylemiş olurdu. Bu adam akıllı ve mert birisi.Bu sebeple öldürülmesi doğru değildir. (Sonra yüksek sesle) Sana ne yapacağımı sanıyorsun?” İmparator- “Üç ihtimal vardır. Birincisi beni öldürtürsün ama bu kasap işidir. İkincisi beni ülkende teşhir edersin, bu da sarraf işidir. Üçüncüsünü ise mümkün olmadığından söylemeye gerek yoktur” Sultan- “O nedir?” İmparator- “Affedilmem, sunacağım paraları kabul etmen, aramızda dostluk kurulması, beni kumandanlarından birisi ve Rum’da bir nâibin olarak ülkeme iade etmen. Zira beni öldürmenin bir faydası olmaz çünkü benim yerime bir başkasını getirirler”. Sultan- “Ben Allah’a, savaşı kazanırsam sana iyi davranacağıma dair yemin etmiştim. Allah iyi düşünenlerin duasını kabul eder. Bu sebeple hakkında aftan başka bir şey düşünmedim, kendini satın al”. İmparator- “Sultan ne istediğini söylesin.” Sultan- “10.000.000 dinar” İmparator- “Hayatımı bağışlamakla benden bütün Rum ülkesini istesen de haklısın. Lâkin başlarına geçtiğimden beri ordular sevk etmek savaşlar yapmak için Rum’un paralarını sarf ettim, mallarını müsadere ettim, halkımı fakir düşürdüm.” Bundan sonra kankardeşi olan iki hükümdar, yukarıda şartları belirtilen anlaşmayı yaptılar (Köymen 1972, Turan 2010). 1. d Cevabınız doğru değilse “Alp Arslan’ın Tahta Çıkması, Taht Mücadeleleri” konusunu tekrar gözden geçirin. 2. b Cevabınız doğru değilse “Alp Arslan’ın Tahta Çıkması, Abbasî Halifesi ile İlişkiler” konusunu tekrar gözden geçirin. 3. c Cevabınız doğru değilse “Azerbaycân- Birinci Kafkasya Seferi” konusunu tekrar gözden geçirin. 4. d Cevabınız doğru değilse “Deşt-i Kıpçak ve Cend Seferi” konusunu tekrar gözden geçirin. 5. b Cevabınız doğru değilse “Şehzâdelerin Tayini” konusunu gözden geçirin. 6. c Cevabınız doğru değilse “İkinci Kafkasya Seferi” konusunu gözden geçirin. 7. e Cevabınız doğru değilse Anadolu ve Suriye Seferi konusunu gözden geçirin. 8. d Cevabınız doğru değilse “Malazgirt Zaferi” konusunu tekrar gözden geçirin. 9. a Cevabınız doğru değilse “Malazgirt Zaferi” konusunu tekrar gözden geçirin. 10. b Cevabınız doğru değilse “Alp Arslan’ın Türkistan Seferi ve Ölümü” konusunu tekrar gözden geçirin. 3. Ünite - Alp Arslan Zamanı 59 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Halife öncelikle Tuğrul Bey, yani Selçuklular adına okunan ve hâkimiyet alâmeti olan hutbeyi kesti. İkinci olarak da devlet olmanın gereği olan idarî ve malî tedbirleri aldı. Irak’ta Selçuklu görevlileri yerine valiler ve vergileri toplamak üzere memurlar tayin etti. Sıra Sizde 2 Sultan Alp Arslan’ın şehzâdeleri çeşitli vilâyetlerin yönetimi ile görevlendirmesi, devletin merkeziyetçi politikalarına aykırı bir durum değildi. Çünkü aslında kut inancına dayanarak her zaman isyan edebilecek olan melikler, kuruluş dönemindekine göre epeyce kısıtlanmış yetkilerle atanıyorlardı. Bu uygulamadan maksat şehzâdelerin idarî tecrübe kazanmaları ve yönetimde sorumluluk paylaşımıdır. Sıra Sizde 3 Bizans ordusu Uz ve Peçenek gibi gayrı müslim Türkler, Ruslar, Franklar,Ermeniler, Anadolulu ve Balkanlı muhtelif etnik unsurlardan, toplanmış ücretli bir ordu idi. Yani onları biraraya getiren değer, ortak bir ideal değil para idi. Bizans ordusu bünyesi ve ülküsü bakımından ne kadar uyumsuz ise, Türk ordusu bunun tam aksine, aynı ideal uğruna ölmeye hazır, soy ve inanç birliğinin bir araya getirdiği ahenkli bir topluluk idi. Sıra Sizde 4 Bizans’ın Türkler’i Anadolu’dan atmak için, büyük fedakârlıklara katlanarak hazırladığı ordusu bu savaşta imha oldu. Dolayısıyla Türk akınlarını durduracak ciddi bir güç kalmayınca, Türkler Anadolu’ya güvenle yerleşmeye ve bu toprakları yurt tutmaya başladılar. Agacanov, Sergey (2006) Selçuklular (Türkçe terc. E.Necef- A.Annaberdiyev) İstanbul. Kafesoğlu, İbrahim (1972) Selçuklu Tarihi İstanbul. Kırzıoğlu, M.Fahrettin (1982) Anı Şehri Tarihi (1018- 1236) Ankara. Köymen, M.Altay (1972). Alp Arslan ve Zamanı İstanbul. Köymen, M.Altay (1989) Selçuklu Devri Türk Tarihi Ankara. Turan, Osman (2010) Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti İstanbul. Amaçlarımız 4 Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu Devleti’nin iç meselelerini tanımlayabilecek, Selçuklu Devleti’nde bu dönem meydana gelen olayları açıklayabilecek, Devletin imparatorluğa dönüşen yapısını, değişikliklerle birlikte kavrayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Melikşah • Kavurt • Türkiye Selçukluları • Halife • Terken Hatun • Suriye İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Melikşah Zamanı • MELİKŞAH’IN TAHTA ÇIKMASI • BİRİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ • ANADOLU VE SURİYE SİYASETİ • DOĞU ARABİSTAN-HACİZ-YEMEN VE ADEN’İN SELÇUKLULAR’A BAĞLANMASI • DİYARBEKİR’İN SELÇUKLU TOPRAKLARINA KATILMASI • SURİYE (ANTAKYA) SEFERİ • İKİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ • ÜÇÜNCÜ TÜRKİSTAN SEFERİ • DEVLETİN BÜNYESİNDE OLUŞAN SORUNLAR • MELİKŞAH’IN SON BAĞDAD ZİYARETİ VE ÖLÜMÜ BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ MELİKŞAH’IN TAHTA ÇIKMASI Hatırlanacağı gibi Türkistan Seferi sırasında şehit edilen Alp Arslan, ölüm döşeğinde iken asker ve kumandanlardan veliahdı Melikşah’ı tahta geçirmeleri konusunda söz almıştı. Sultan’ın ani ölümü, karışıklıklara meydan vermemek için bir müddet saklı tutuldu. Sonra devlet ileri gelenleri toplanarak Melikşâh’ı tahta oturttular (25 Kasım 1072). Ordunun bağlılığını sağlamak için kumandanlara çok miktarda hediyeler dağıtılıp, askerin maaşı yükseltildi. Melikşâh babasının naşını Merv’de dedesi Çağrı Bey’in yanına defnettikten sonra Nişabur’a geldi. Bağdad şahnesi Gevherayin vasıtasıyla bildirilen taht değişikliği ve Melikşâh’ın saltanatının onaylanması talebi, Halife el-Kaim Biemrillah tarafından tereddütsüz yerine getirildi. Bunun nişânesi olan menşur ve sancak yine şahne aracılığı ile Selçuklu başkentine gönderildi. Melikşâh tahta geçmiş olmakla birlikte tüm meseleler çözülmüş değildi. Nitekim Alp Arslan zamanında da bir kaç kere isyan etmiş olan Kavurt Bey, harekete geçmiş bulunuyordu. Melikşâh amcasına oğul dururken kardeşe miras düşmeyeceğini, mevcut iradeye boyun eğmesi gerektiğini bildirdi ise de, onu durdurmak mümkün olmadı. Selçuklu ordusu içerisinde taraftarları olduğu anlaşılan Kavurt, öncü birlikleri yenilmesine rağmen çekilmedi. Hemedan civarında Nisan 1073 yılında meydana gelen savaşı, Nizamülmülk’ün başarılı sevk ve idaresinin de katkısıyla Melikşâh kazandı. Savaşta iki oğlu ile birlikte esir edilen Kavurt Bey, yay kirişi ile boğdurulmak suretiyle öldürüldü. Oğulları Sultanşâh ve Emirânşâh’ın gözlerine mil çekildi. Asker içerisinde huzursuzluk çıkmaması düşüncesiyle yüzüğündeki zehiri içerek intihar ettiği duyuruldu. Kavurt Bey’in Kirman’da yerine bıraktığı oğlu Kirmanşah’ın ve sonra haleflerinin hüküm sürmesine, tâbiyet konusunda problem çıkarmadıkları sürece izin verilmiştir. Gözlerine mil çekilmiş olmasına rağmen kaçarak, 1074 yılında tahta geçen Sultanşâh üzerine sefere çıkan Melikşâh, onun af dileğini kabul ederek geri döndü. Bu sırada henüz 20 yaşı civarında bulunan Melikşâh’ın en büyük desteğinin Nizâmülmülk olduğu anlaşılmaktadır. Nizâmülmülk, bu desteği ve Kavurt Bey isyanındaki hizmetleri dolayısıyla, iktalarına memleketi olan Tus şehri de ilave edilerek, yeniden vezirlik makamına atandı. Melikşâh, babası tarafından kendisine atabeg tayin edilmiş olan vezirin bu makamını da, ilig ve hâce-i buzurg (Büyük Hoca) unvanlarıyla teyid etti. Melikşah Zamanı Atabeg ata ve bey kelimelerinden meydana gelmiştir. Sultanların oğullarını eğitmeleri için tayin ettikleri hocalara verilen unvandır. Atabeyler, şehzâdelerle birlikte kendilerine ikta edilen eyâletlere giderlerdi. Ancak şehzâdeler çocuk yaşta oldukları için, vilayetin idare yetkisi atabeyin elinde olurdu. Hükümdar değişikliklerinde yanlarında bulunan melik adına mücadeleye girer, melikin annesi ile evlenip konumlarını güçlendirebilirlerdi. Zaman içerisinde Selçuklu devlet otoritesinin zaafa uğraması üzerine bu atabeylerden bazıları kendi hanedanlarını kurmayı başarmışlardır. Toğteginliler, Zengiler ve İldenizliler bunlardan bazılarıdır. 62 Büyük Selçuklu Tarihi BİRİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ Sultan Alp Arslan’ın Türkistan seferi sırasında şehit düşmesi ve Melikşâh’ın Kavurt isyanı ile meşgul olması, Batı Karahanlı hükümdarına Selçuklu sınırını tecavüz imkânı verdi. Şemsülmülk Nasr Han önce Tirmiz’i ele geçirdi, arkasından Toharistan’ın merkezi olan Belh’e saldırdı. Melik Ayaz bu sırada Gürgân’da bulunduğu için savunmasız kalan şehir düştü (1073 başı). Melik Ayaz durumu haber alınca harekete geçti ve Belh’i geri aldı. Bununla birlikte Tirmiz üzerine düzenlediği seferde yenildi. Bir rivayete göre çok sayıda askeriyle birlikte Ceyhun Nehri’nde boğularak hayatını kaybetti (Mart 1073). Bu karışıklıklar Gazneliler’e de, Selçuklular’a karşı harekete geçme fırsatı verdi. Toharistan’a giren Gazneli kuvvetleri, Sultan’ın amcası Melikülümerâ Osman’ı yenilgiye uğratıp esir aldılar. Sultan Melikşâh, Kavurt meselesini hâlledip, Halife tarafından saltanatı da onaylandıktan sonra, bu sınır ihlâllerine son vermek üzere ordusuyla yola çıktı. Selçuklu ordusu Belh’e ulaştığında, Han’ın Melikşah’a gönderdiği elçi geldi. Han, Tirmiz’in Maveraünnehir’in bir parçası olması dolayısıyla, eğer barış isteniyorsa şehrin kendilerine bırakılması gerektiğini bildiriyordu. Ancak bu isteğe itibar etmeyen Melikşâh Ceyhun’u geçtikten sonra, Emir Savtegin kumandasında gönderdiği kuvvetlerle Semerkant yolunu kesti. Daha sonra Han’ın kardeşinin idaresinde bulunan Tirmiz’i kuşatıp aldı. Oradan Semerkant’a doğru ilerledi. Şemsülmülk durumun ciddiyetini anlayınca af dileyip barış talep etti. Melikşâh da bu kadarını yeterli görerek, eski sınır üzerinde anlaşma yapmaya râzı oldu. Melikşâh’ın harekâtından haberdar olan Gazneli Sultan İbrahim de, erken davranarak, Sultan’ın esir tuttuğu amcasını serbest bıraktı. Bunun üzerine Gaznelilerle her hangi bir çatışma olmadı. Sultan buradan Rey’e dönerken bölgenin güvenliğinin sağlanmasına yönelik bazı görevlendirmeler de yaptı. Kardeşi Tekiş’i Toharistan’a, Böribars’ı Herat’a, Toganşâh’ı Hemedan’a, amcası Osman’ı Velvalic (Kunduz)’e tayin etti. Amcasına diğer meliklere nisbetle siyah çetr taşıma ve kapısında nevbet çalma gibi ayrıcalıklar da tanıdı. Melikşâh’ın Türkistan seferi sırasında yaptığı atamaları, Alp Arslan dönemi ile karşılaştırdığınızda nasıl değerlendirirsiniz? ANADOLU VE SURİYE SİYASETİ Sultan Melikşâh bundan sonra devletin başkentini Rey’den İsfahân’a taşıdı. Şehir yeni inşa edilen iki kale ile daha korunaklı hâle getirilirken cami, mescid, medrese ve hankâh gibi eserlerle adetâ yeni baştan imar edildi. Böylece doğu sınırlarını tahkim ve ülkesinin işlerini tanzim eden Melikşâh, dikkatini batıdaki gelişmelere çevirdi. Başkentin naklinde bu yöndeki olayları daha yakından izlemek düşüncesi de etken olmuştur. Zira Anadolu ve Suriye’de, Selçuklu Devleti’ni yakından ilgilendiren gelişmeler yaşanmakta idi. Sultan, Kafkasya’da meydana gelen karışıklıklar nedeniyle 1076 ve 1079 yıllarında bizzât Kafkasya/Gürcistan üzerine sefere çıkarak bölgeyi itaât altına aldı. Ancak daha sonraki tarihlerde de Gürcistan üzerine seferler düzenlenmek zorunda kalınmıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu Anadolu bilindiği gibi, Selçuklu Devletinin yürüttüğü fetih siyaseti doğrultusunda, yurt tutmak düşüncesiyle devamlı Türkmenlerin akınlarına uğramakta idi. Bunun Çetr saltanat alâmetlerinden birisi olup, atla yolculuk sırasında, sultanın biraz arkasından atla gelen çetircinin taşıdığı saltanat şemsiyesi idi. 1 4. Ünite - Melikşah Zamanı 63 yanısıra çeşitli sebeplerle devlete küsen Türkmenler de bir sığınak olarak oraya iltica ediyorlardı. Son olarak kardeşi Kavurt’un isyanına destek veren ve asi şehzâde Erbasgan’ın da eşi olan Gevher Hatun, Anadolu istikametinde Yabgulu Türkmenlere katılmak üzere çekilirken bertaraf edilmişti. Yabgulu Türkmenleri’nin Anadolu ve Suriye’de denetim dışı faaliyetleri Selçuklu sultanlarını rahatsız etmekteydi. Onların en büyük başbuğlarından olan Kutalmış’ın oğulları, Alp Arslan’a karşı girdiği taht mücadelesini kaybedince hapsedilmişlerdi. Olayların seyrine bakılacak olursa Kutalmışoğulları, Melikşâh’ın tahta geçtiği sırada yaşanan karışıklıklardan yararlanarak hapisten kaçmış veya kaçırılmışlardı. Nitekim Güney Anadolu bölgesinde kısa bir süre faaliyette bulunduktan sonra, Suriye’de Büyük Selçuklu aleyhtarı bir mücadeleye karıştılar. Bu olayda bir kardeşi yeniden hapse düşen Süleymanşâh, Halep-Antakya üzerinden Bizans topraklarına doğru ilerledi. 1075 yılında Bizans’a ait İznik (Nikia)’i fethederek kendisine merkez yaptı. Kutalmış’ın oğlu olma ayrıcalığı Süleymanşah’ı, kısa zamanda bir cazibe merkezi ve dolayısıyla etkili bir güç hâline getirdi. Nitekim Süleymanşah 1078 yılında, Erbasgan’ın arabuluculuğu ile Nikephoros Botaniates’e askerî yardımda bulunarak Bizans tahtını ele geçirmesini sağladı. Anadolu’nun fethi konusunda bu tarihe kadar alınan yol, hiç şüphesiz Büyük Selçuklular’ın eseri idi. Tabiî olarak bu toprakların tümüyle Türk yurdu olmasını istiyorlardı. Ancak kendilerine rağmen bir gelişmeye izin vermek istemedikleri için, Melikşâh 1078 yılında, Anadolu’ya Emir Porsuk idaresinde bir ordu gönderdi. Süleymanşâh’ın ona karşı gönderdiği kardeşi Mansur, bu savaşta hayatını kaybetti, fakat Porsuk amacına ulaşamadı. Türkiye Selçukluları varlıklarını devam ettirdiler. Tutuş’un Şam Melikliğine Tayini Anadolu’dakine benzer bir gelişme de Suriye ve Filistin’de yaşanıyordu. Kınık boyundan olan Atsız Bey, Alp Arslan’ın emri ile bölgede fetihlerde bulunmaktaydı. 1071 yılında Fatımîler’den Kudüs’ü, 1076’da ise Dımaşk (Şam)’ı aldı. Atsız Bey ertesi yıl Mısır üzerine yürüdü, fakat Kahire yakınlarında ağır bir yenilgiye uğradı. Bundan cesaret alan Fatımîler’in taarruzları Melikşâh’ın bölgeye müdahalesine yol açtı. Atsız’a dokunmaksızın Suriye’yi, kardeşi Tacüddevle Tutuş’a ikta etti. Fakat Atsız Bey, Fatımîler’e karşı yardımına başvurmak zorunda kaldığı Tutuş tarafından öldürüldü. Böylece 1078 yılında Suriye Selçuklu Melikliği kurulmuş oldu. Tutuş’un, Melikşâh’a sadakâtini sonuna kadar koruduğu görülmektedir. Fakat Tutuş Selçuklu’ya tâbi olmasına rağmen, Irak ve Suriye’de bir Arap devleti kurmak isteyen Müslim b. Kureyş ile, şiddetli bir rekabet içerisinde olmuştur. Ayrıca Suriye sınırlarını zorlamakta olan Kutalmışoğlu Süleymanşâh da onunla girdiği savaşta hayatını kaybetti. Tutuş, Melikşah’ın ölümünden sonra Berkiyaruk’a karşı girdiği taht davasında hayatını kaybetti. Oğulları Haleb ve Dımaşk’ta melikliklerini ilân ettiler. Melikşah’ın Anadolu ve Suriye politikalarını amaçları bakımından kısaca nasıl değerlendirirsiniz? Kafkasya Seferi Sultan Alp Arslan zamanında tâbiyet altına alınan Gürcistan’da, Kral Bagrat’ın yerine geçen II. Giorgi zamanında çıkan karışıklıklar, Melikşah’ı Kafkasya seferine çıkmaya mecbur etti. Büyük bir ordu ile Kartli bölgesine girip bazı kaleleri fetheden Sultan, Kafkasya seferinde Alp Arslan’a da mihmandarlık etmiş olan Emir Savtegin’i genel vali olarak atadı (1076). 2 64 Büyük Selçuklu Tarihi Ancak Savtegin’in Gürcü kralına yenilmesi, Kars ve Anapa’nın düşmesine, hattâ Ermeni Gagik’in Ani’yi ele geçirmeye yeltenmesine imkân verdi. Bunun üzerine Melikşah 1079’da bir kere daha Gürcistan seferine çıktı. Somkhet bölgesini fetheden Sultan, Gürcü prensi İvane’yi esir aldı. Savtegin’i yeni kuvvetlerle takviye ettikten sonra İsfahan’a döndü. Ancak Savtegin’in Gürcüler’in taarruzuna uğraması, Bizans’ın buradaki zayıf birliğine bile hareket imkânı verdi. Kars ve Erzurum düştü. Sultan bu duruma son vermek için Emir Ahmet idaresinde kuvvetli bir orduyu Gürcistan’a gönderdi. Kralı ard arda yenilgiye uğratan emir, Kars ve Erzurum’u geri aldı. Ayrıca kendisiyle paralel harekât yürüten Türkmenler de Karadeniz’e kadar yayıldılar (1080). Gürcü kralı topraklarının bir kısmını olsun kurtarabilmek için İsfahan’a giderek Melikşah’ın huzuruna çıktı. Vergi ödemek ve asker vermek şartıyla tahtına iade edildi. Kral ölene kadar Melikşah’a bağlı kaldı. Melikşah bölgede denetimi sağlamak üzere, amcası Yakutî’nin oğlu İsmail’i Arran valiliğine tayin etti. 1086 yılı başında Suriye seferinin hemen öncesinde, bizzât Kafkasya bölgesine giren Melikşah, bölgede Selçuklu egemenliğini güçlendirdi. DOĞU ARABİSTAN- HİCAZ- YEMEN VE ADEN’İN SELÇUKLULAR’A BAĞLANMASI el-Ahsa ve Bahreyn bölgesinde yaşanan sünniliğe muhalif hareketler, Melikşah’ın bölgeye bir ordu göndermesine yol açtı. Nitekim meşhur Türkmen kumandanı Artuk Bey’i, ikta sahası olan Hulvan’dan güneye inerek, bölgeyi itaât altına almakla görevlendirdi. Bölgede ilerleyen Artuk Bey çöl yolculuğu için attan çok deveye ihtiyaçları olduğunu gördü. Bu sebeple önce, Basra’dan develer ve ordunun zahire ihtiyacını temin etti. Harekâtın başında el-Ahsa bölgesinde Katîf ele geçirildi. Buradan Bahreyn adalarına geçip, oradaki mahalli güçleri itaât altına alan Selçuklu ordusu, el-Ahsa’ya dönerek Karmatîler’i cezalandırdı. Ordusu sıcaklar yüzünden çok zorluk çeken Artuk Bey, mahalli emirlerden Karmatîler’e düşman birisini, emrine iki bin Türkmen atlısı verip, Ahsa’nın koruması ile görevlendirdikten sonra Hulvan’a döndü (1077). Karmatîler’e karşı kazanılan bu zaferleri Halife’ye de bildiren Artuk Bey, onun tarafından bir tebrik mektubu ve çok değerli hediyelerle ödüllendirildi. Bu arada Hicaz’da (Mekke-Medine), Sultan Alp Arslan zamanından beri (1068) sünnî hutbesi okunmakta iken, Halife el-Kaim Biemrillah ölünce, Şiî hutbesine dönüldüğü görülmektedir. Fatımî Halifesinin baskısıyla buna mecbur olan Mekke emiri Melikşah tarafından gönderilen Sâlâr-ı Horasan adlı kumandanın desteği ile hutbeyi yeniden Abbasî halifesi adına okuttu (1077). Fatımîler, Selçuklular karşısında Suriye ve Filistin’de ağır yenilgiler almışlardı. Bu sebeple Hicaz’da okunan hutbeyi, kendileri açısından bir saygınlık meselesi sayarak imkân buldukça mücadeleye devam ettiler. Ancak bazı küçük kesintilere rağmen, 1080’den itibaren Hicaz’da hutbe Selçuklu sultanı ve Abbasî halifesi adına okunmaya devam etti. 1092 yılında Bağdad’ı ziyareti sırasında tüm tâbi emir ve beylerini huzuruna kabul eden Melikşah, yeni fetih planları çerçevesinde, Yemen ve Aden’in imparatorluğa bağlanmasını emretti. Bunun için Türşek, Yorunkuş ve Çubuk gibi emirler görevlendirildiler. Hicaz üzerinden Yemen’e inen Selçuklu ordusu kısa bir sürede Yemen ve Aden bölgesini hâkimiyet altına almaya muvaffak oldu. Bundan sonra Melikşah Hicaz’a su yolları, sarnıçlar ve ribatlar yaptırırken, hacılardan alınan vergileri de kaldırdı. Karmatîler Abbasî Halifeliğine karşı 869 tarihinde başlayan Zenci isyanına destek veren ve onunla özdeşleşen bir topluluk. Kûfe bölgesinden olan Karmatîler, Şiânın İsmailiye koluna mensup idiler. Sözkonusu isyan X. yüzyılın başında bastırılsa da, zaman zaman alevlenen hareket, takibat sonucu Hindistan’a kadar yayılma imkânı bulmuştur. 4. Ünite - Melikşah Zamanı 65 DİYARBEKİR’İN SELÇUKLU TOPRAKLARINA KATILMASI Anadolu ve Suriye’de cereyan eden hadiseler, Büyük Selçuklu siyaseti bakımından büyük önem arzediyordu. Zira Türkiye Selçuklu sultanı Süleymanşah, 1081 yılında Bizans ile bir barış anlaşması yaptıktan sonra, Doğu’ya yönelik bir siyaset takip etmeye başlamıştı. Bu çerçevede Çukurova bölgesini fetheden Sultan’a bağlı bazı beyler de, Fırat havzasında paralel bir harekât yürütmekte idiler. Süleymanşah’ın Büyük Selçuklu tahtı üzerindeki iddiası hatırlanacak olursa, bu ilerleyişin Melikşah’ı rahatsız edeceği kuşkusuzdur. Bu yüzden daha 1078 yılında Emir Porsuk idaresinde Anadolu’ya ordu sevketmesi de, Süleymanşah’ı durdurma düşüncesinden kaynaklanıyordu. Fakat yürüyüşünü sürdüren Süleymanşah, 1084 yılı sonunda Antakya’yı fethederek, Büyük Selçuklularla komşu olmuştu. Bu arada yine Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklular’a tâbi olan Musul’daki Ukayloğulları da sorun yaratmakta idiler. Melikşah’ın halası ile de evli bulunan Musul valisi Müslim b. Kureyş, Musul’dan Haleb’e kadar olan bölgede bir Arap devleti kurmak istiyordu. Kendisi de şiî olan Müslim, maksadına ulaşmak amacıyla Fatımî halifesi ile temas kuruyor, açıkça Selçuklu aleyhtarı politikalar takip ediyordu. Hattâ Suriye meliki Tutuş’un merkezi olan Dimaşk’ı kuşatmaktan bile çekinmiyordu. Bununla birlikte bölge dengeleri içerisinde onu da bir yere koyan Melikşah, Müslim’in elindeki yerlerden başka, vergi almak yoluyla Haleb’e hâkim olmasını da onaylıyor, Tutuş’a da ona dokunmamasını bildiriyordu. Müslim bu sırada Bizanslı bir valinin elinde bulunan Antakya’nın haracını da alıyordu. Fakat yukarıda söylendiği gibi, Türkiye Selçuklu sultanı Antakya’yı fethetmiş bulunuyordu. Bu durum Suriye hâkimiyeti konusunda ikisi birbiriyle kıyasıya rekabet eden Tutuş ve Müslim’i, aynı zamanda Süleymanşah’la karşı karşıya getiriyordu. Melikşah bir yandan Süleymanşah’ın ilerleyişini durdurmak, diğer yandan da Fatımîlerle bağlantıları olan Mervanoğulları’nı cezalandırmak üzere Diyarbekir bölgesine bir sefer yapılmasına karar verdi. Zira Mervanî emiri Nasruddevle Mansur da, varlığını sürdürebilmek için Selçuklu aleyhtarı politikalar takip ediyordu. Ayrıca Mervanoğulları’nın ve Halife’nin eski veziri olan Fahrüddevle b. Cüheyr de kendisine bir yönetim alanı bulmak üzere, Melikşah’ı bu konuda teşvik ediyordu. Böylece Süleymanşah’ın güneyde yürüttüğü bu süratli harekâtın önü kesilmiş olacaktı. Sizce Melikşah’ın Diyarbekir seferinin sebepleri nelerdir? Selçuklu meliklerine has yetkilerle donatılan Fahrüddevle, emrine Gevherayin, Altuntak, Dilmaçoğlu, Çubuk ve Artuk gibi meşhur kumandanlar verilerek Diyarbekir seferine memur edildi. Selçuklu ordusu ilk olarak Âmid üzerine harekete geçti. Fakat Mervanî emirinin kendisine bazı kaleler vereceğini vaad ederek yardım istediği Musul valisi Müslim de, Selçuklu ordusundan önce Amid’e gelmiş bulunuyordu. Kendisi de aslen Musullu bir Arap olan Fahrüddevle “Kendi eliyle Arapların başına belâ geleceği” kaygısıyla, Müslim’e saldırmak istemedi. Bu durum emrindeki Türkmen komutanlarla arasının açılmasına sebep oldu. Çubuk Bey idaresindeki Türkmenler, Fahrüddevle’nin haberi olmaksızın Müslim’in karargâhına bir gece baskını düzenleyerek kuvvetlerini dağıtıp mallarını yağmaladılar. Melikşah’ın bu olaylardan haberdar olmasından çekinen Fahrüddevle, Amid’e çekilen Müslim’e saldırmaya karar verdi. Fakat Müslim, bu defa da Artuk Bey’le Fahrüddevle’nin bilgisi dışında para karşılığı anlaştı. Nitekim onun açtığı güvenli yoldan Musul’a Diyarbekir, genel hatları ile Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alan, Eskiçağda Yukarı Mezopotamya, Ortaçağda el-Cezire adı verilen bölgenin bir bölümüdür. Arabistan’dan göç eden Arap kabileler yerleştikten sonra, onların kabile adlarına nisbetle Diyârımudar (Urfa, Harran, Rakka), Diyârırebîa (Musul, Nuseybin, Sincar) ve Diyarıbekr olarak üç idarî kısıma ayrılmıştır. Bunlardan birisi olan Diyarbekir bölgesi ise Âmid, Mardin, Hısn Keyfâ ve Meyyâfârikîn gibi önemli merkezlerden oluşuyordu. 3 66 Büyük Selçuklu Tarihi doğru yola çıktı. Artuk Bey de Fahrüddevle’nin hizmetinde kalmak istemeyerek buradan ayrıldı. Bunun üzerine Sultan Melikşah’tan korkan Fahrüddevle, Âmid muhasarasını oğlu Zaimüddevle’ye bırakarak, süratli bir harekâtla Mardin, Siirt, Erzen ve Hısn Keyfâ’yı ele geçirdi. Mervanî emiri bir kısım topraklarını kurtarmak düşüncesiyle İsfahan’a Sultan’ın yanına gitti. Ancak kendisine yapılan teklifi, hıristiyan veziri Ebû Salim’in, on yıl dayanacak güçleri olduğunu söyleyip yanıltması sebebiyle reddetti. Amid’de Vezirin himayesindeki hıristiyanlar yiyecek depolarken, müslümanlar kötü muamele görüyorlardı. Bu yüzden ayaklanan müslüman ahâlinin Selçuklu ordusuna yardım etmesi üzerine şehir düştü (Mayıs 1085). Mervanoğulları’nın elinde ufak bir iki yer dışında sadece Meyyâfârikîn kalmıştı. Nasrüddevle Melikşah’ın teklifini kabul ettiğini bildirdi ise de, dikkate alan olmadı. Nihayet 1085 Ağustos sonunda Mervanîler’in başkenti de düştü ve hanedan tarihe intikâl etti. Bu sefer sırasında ele geçirilen 1.000.000 dinar değerindeki ganimet İsfahan’a gönderildi. Nasruddevle’ye Irak’ta bir kasaba ikta edildi. Musul Seferi Selçuklu ordusunun Âmid muhasarası sırasında, Musul valisi Müslim b. Kureyş’in, Mervanî emirinin yardım çağrısına icabet ettiği ifade edilmişti. Nitekim Müslim kuvvetleri baskına uğrayıp yenilince Artuk Bey ile anlaşıp Musul’a doğru çekilmişti. Ancak bu kulak ardı edilecek bir olay değildi. Melikşah, Ukayloğulları’na ait toprakları Fahrüddevle’nin oğluna ikta ederken, bölgedeki Türkmen beylerine de ona katılmaları emrini verdi. Kasimüddevle Aksungur ve Artuk Bey gibi komutanlar Musul’da toplandılar. Şehir kısa sürede ele geçirildi. Ancak Müslim’in Rahbe’de iken Fatımîler’le yeniden işbirliğine teşebbüs etmesi, Melikşah’ın da bizzât sefere çıkmasını gerektirdi. Selçuklu ordusu Musul’u aldığı sırada Sultan da şehre ulaştı. Musul ileri gelenleri tarafından büyük saygıyla karşılanan Melikşah, bu sırada kardeşi Tekiş’in isyan etmiş olduğu haberini aldı. Bunun üzerine Müslim’i huzuruna getirten Sultan, bölge dengelerini dikkate alarak, sahip olduğu yerlerin tamamını kendisine verip, onu yerinde bırakmayı uygun buldu (Kasım 1085). Tekiş’in İsyanı Hatırlanacağı üzere Tekiş, Birinci Türkistan seferinden dönüşte, Melikşah tarafından Toharistan melikliğine tayin edilmişti. Tekiş ilk olarak 1081’de Horasan’ın önemli şehirlerinden Merv ve Nişabur’u ele geçirmeye kalkışıp isyan etmişti. Bir süre önce disiplinsizlik sebebiyle ordudan atılan 7.000 kadar Ermeni de, bu isyan sırasında onu desteklemişlerdi. Fakat Tekiş, Melikşah tarafından Tirmiz şehrinde kuşatılınca af dilemiş ve isteği kabul edilmişti. Tekiş, Melikşah’ın Musul seferinde bulunmasından yararlanarak bir kere daha isyan etti. Melikşah kardeşinin üzerine yürümek için kışın geçmesini bekledi. Sonra isyanın çok tehditkâr bir şekil almasından dolayı emrinde Artuk, Porsuk, Bozan, Türşek, Kumaç ve Ayaz gibi meşhur kumandanlar olduğu hâlde büyük bir orduyla harekete geçti. Merv-i Rud’dan Serahs’a kadar olan bölgeyi kontrolü altına almış olan Tekiş, bu sırada Serahs’ı kuşatmaktaydı. Nizâmülmülk idaresindeki Selçuklu ordusunun yaklaşmakta olduğu şeklinde uydurma bir haberle yanıltılan melik, acele olarak kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Önce Venec’e çekilen Tekiş, Melikşah tarafından takip edilerek Tirmiz’de bir kere daha teslim alındı (1085). Yeniden isyana teşebbüs edememesi için gözlerine mil çekilerek hapse atıldı. Tekiş’in yerine Toharistan melikliğine, ilginç bir şekilde onun oğlu Mervaniler 983-1085 yılları arasında, Meyyâfârikîn (Silvan) merkez olmak üzere, Amid (Diyarbakır), Mardin, Erzen, Hısn Keyfâ, Siirt ve Ceziret İbn-i Ömer gibi şehirlerde hüküm sürmüş olan bir hanedandır. Abbasîler’in zayıflaması üzerine ortaya çıkan emirliklerden biridir. Etnik kökenlerinin Kürt veya Arap olduğu tartışılmakta ise de, siyasî ve idarî örgütlenmesi bakımından Abbasîlerin devamı ve vasalı durumundadırlar. X. yüzyılın sonlarında İslâm Dünyasına karşı taarruza geçen Bizans İmparatorluğu’na vergi ödemek zorunda kalmış; Tuğrul Bey zamanında ise Selçuklular’a bağlanmışlardır. 4. Ünite - Melikşah Zamanı 67 Ahmed tayin edildi. Bu durum isyan sırasında oğlunun Tekiş’i desteklemediğine işaret etmektedir. SURİYE (ANTAKYA) SEFERİ Diyarbekir seferinin başında söylendiği gibi, Türkiye Selçuklu hükümdarının Antakya’yı fethedip Halep kapılarına dayanmış olması onu, Büyük Selçuklu Devleti’nin bölgedeki iki temsilcisi ile karşı karşıya getirdi. Müslim b. Kureyş, Süleymanşah’tan Antakya için kendisine haraç ödemesini istedi. Doğal olarak bu teklifi reddeden Süleymanşah ile Müslim arasındaki gerginlik bir savaşla sonuçlandı. Kurzahil savaşında Müslim’in yanındaki Türkmen askerlerinin Selçuklu sultanın saflarına geçmesi üzerine Müslim yenilip hayatını kaybetti (Temmuz1085). Fakat Süleymanşah’ın Haleb’i kuşatmasına Suriye meliki Tutuş’un sessiz kalması düşünülemezdi. Nitekim bu defa Tutuş’la Süleymanşah arasında bir savaş oldu. Müslim’in yenilmesine yol açan Türkmen kuvvetler bu defa Tutuş’un saflarına geçince, Süleymanşah mağlûp oldu ve hayatını da kaybetti (Haziran 1086). Taraflar arasında bu mücadeleler sürerken, Halep hâkimi de Sultan Melikşah’ı, şehri kendisine teslim etmek üzere davet etmiş bulunuyordu. Müslim’in ölümü Selçuklular’ın Suriye hâkimiyetini güçlendirmek konusunda bir fırsat oldu. Yine ülkesini ve saltanatını tehdit eden Süleymanşah’ın ölümü de aynı şekilde, Melikşah’ı rahatlatan bir sonuçtu. Ancak diğer taraftan da, artık rakipsiz kalan Tutuş’un, istenmeyen şekilde güçlenmesine fırsat verecek bir gelişme idi. Nitekim Tutuş bu sırada Haleb’i kuşatmış bulunuyordu. Melikşah bu yüzden olayları kontrol altına almak üzere, önce Kafkasya bölgesinde hızlı bir harekâtta bulunduktan sonra, 1086 sonbaharında Musul üzerinden Harran’a geldi. Emrindeki komutanlardan Bozan’ı Urfa’nın fethi ile görevlendirdi. Bozan kısa bir süre sonra fethettiği Urfa’nın valiliğine atandı. Sultan kendisi Ca’ber ve Menbic kalelerini aldı. Bu sırada Halep iç kalesini kuşatmakta olan Tutuş’un çekilmesi üzerine şehre girdi ve valiliğine Kasimüddevle Aksungur’u tayin etti. Şeyzer emiri bağlılığını bildirdi. Buradan Antakya’ya gelen Melikşah, Süleymanşah’ın vezirinden şehri teslim aldı. Süleymanşah’ın vezirinin yanında bulunan oğullarını alıp İsfahan’da hapse gönderdi. Şehrin valiliğine Türkmen beyi Yağısıyan’ı getirdi. Böylece valiliğine Çökermiş’i tayin ettiği Musul’dan Halep’e kadar olan topraklar doğrudan Büyük Selçuklu idaresine bağlanmış oldu. Türkiye Selçuklu sultanı bu mücadelede hayatını kaybedip oğulları da hapsedilmek suretiyle devleti başsız bırakılırken, Kutalmışoğulları’nın güneye açılan kapıları kapanmış oldu. Nitekim Melikşah hemen akabinde, İznik’te Süleymanşah’ın nâibi olan Ebû’l-Kasım üzerine de, Bozan idaresinde bir ordu gönderdi. Melikşah’ın Bağdad Ziyareti Böylece Suriye’de gerekli düzenlemeleri yapan Sultan Melikşah, Bağdad’ı ziyaret etmeye karar verdi. 12 Mart 1087 tarihinde geldiği Bağdad’da, ileri gelenler ve halk tarafından büyük gösterilerle karşılandı. Melikşah Selçuklu sarayına inerken Nizâmülmülk, ordugâhta kalarak askerin halka ve evlere rahatsızlık vermemesi için tedbirler aldı. Daha sonra İmam-ı Âzam Ebû Hanife, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’in türbelerini ziyaret eden Sultan, Fırat’tan Necef’e su kanalı açılmasını emretti. Bu ziyaretlerden sonra Bağdad’a dönen Melikşah, Muktedî’nin gönderdiği bir at ile hilafet sarayına gitti. Kabul töreninde Halife ile Sultan’ın adamlarını Nizâmülmülk takdim etti. Halife Sultan’a iki kılıç kuşandırarak Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı ilân etti. Hilatler giydirip, sancak, at ve altından bir taht hediye ettiği Sultan’ın Nâib, hükümdarın merkezde bulunmadığı zamanlarda, onun bütün yetkilerini hâiz, vezire denk veya ondan daha üst rütbede olan bir devlet görevlisi idi. Hükümdarın yerine vezirle birlikte, devlet işlerini usûlüne uygun şekilde yürütebilecek vasıflara sahip olması gerekirdi. 68 Büyük Selçuklu Tarihi yakınları ile Vezir’e de pek çok hediyeler verdi (24 Nisan 1087). Selçuklu heyeti halifelik sarayından coşkulu bir merasimle uğurlandı. Melikşah’ın Bağdad ziyaretinin bir sebebi de, kızı Mehmelek Hatun’un Halife ile evlenecek olması idi. Emir Porsuk ve Gevherayin’in başında bulunduğu bir kervanla Bağdad’a getirilen gelinin çeyizi 130 deve 74 katır ile taşınmakta idi. Bağdad bu muhteşem düğün vesilesi ile süslenmiş, halk da bu düğüne katılmıştı. Gelin akşam 300 atlı ile Selçuklu konağından alınarak Halife’nin sarayına götürüldü. Halife’nin, üç günlüğüne ava çıkan Melikşah’ın Bağdad’a dönüşünde, onun şerefine verdiği ziyafet de, kaynaklarda bütün ihtişamıyla akis bulmuştur. Melikşah nihayet Mayıs ayı ortalarında, İsfahan’a gitmek üzere Bağdad’dan ayrıldı. İKİNCİ TÜRKİSTAN SEFERİ Ahmed Han döneminde Batı Karahanlılar’ın en önemli meselesi, Maveraünnehir’in İranî geleneklere alışık yerel unsurlarının, Türk hükümdarı ile giriştikleri güç mücadelesi oluşturuyordu. Yerli eşrâf ve ümerâ, Türk hükümdarının mutlakiyetçi olmayan hükümranlık anlayışını bir zaaf olarak görüyorlardı. Bu yüzden Hakan’ın iktidar alanında ortaklık ve güç paylaşımı mücadelesine giriyorlardı. Bu haksız mücadelelere karşı, hukukta siyaseten katl ve müsadere gibi iki önemli ceza yer almakta idi. Maveraünnehr’in fethinden sonra Karahanlı hükümdarları, yerli unsurların desteğini kazanabilmek için, içlerinde ulemânın da bulunduğu ileri gelenlere, para basma gibi bazı imtiyazlar vermişlerdi. Devletin hâkimiyetinin gittikçe güçlenmesi üzerine, bu tavizler geri alınmaya başlayınca hoşnutsuzluklar da artmaya başladı. Ahmed Han’ın babası Hızır Han zamanında çekişme doruğa ulaştı. Her iki hakan da, bu türlü adamların mallarını müsadere, kendilerini de hapsetmek veya öldürmek suretiyle cezalandırma yoluna gittiler. Bunun üzerine Ebû Tahir b. Alik adlı bir Şafiî din adamı, hac bahanesiyle Semerkant’tan ayrılıp İsfahan’a geldi. Melikşah, devrin en büyük siyasî ve askerî gücüne sahip bir Sultan olarak, tabiî ki bu tür şikâyetlerin adresi olacaktı. Adıgeçen fakih Melikşah’a, Ahmed Han’ın zulmünden yakınıp halk ve ulemâ adına yardımını talip etti. Sultan bunun üzerine 1088 yılı sonunda sefere çıktı. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un elçisi de tam bu sırada, yıllık haracı ödemek üzere, İsfahan’a gelmiş bulunuyordu. Fakat Nizâmülmülk onu huzura çıkarmayıp, Türkistan’a kadar beraberinde götürdü. Vezir’in bunu yapmaktan maksadı, elçinin bizzât şâhit olacağı Selçuklu haşmetini imparatora anlatmasını sağlamak ve Bizans’a gözdağı vermekti. Melikşah muazzam bir orduyla Ceyhun Nehri’ni geçip Buhara’ya geldi. Burayı ele geçirdikten sonra Semerkant’a ulaştı. Başlangıçta çok şiddetli bir direniş olmasına rağmen, burçlardan birisini müdafaa eden komutanın Buhara’da esir düşmüş olan oğlunun öldürülmesinden korkarak Selçuklu ordusuna yardım etmesi üzerine şehre girmeyi başardılar. Buna rağmen sokak çatışmaları yaşanacak kadar ciddî bir mücadele devam etti. Ancak Ahmed Han’ın, saklandığı evde yakalanması üzerine savaş sona erdi. Melikşah, eşi Terken Hatun’un da yeğeni olan Ahmed Han’ı tahtına iade etmeyip İsfahan’a gönderip hapse attırdı. Onun yerine bir nâib tayin ederek Batı Karahanlı topraklarını doğrudan Selçuklu Devleti’ne bağladı. Bu kadarla yetinmeyen Sultan, Seyhun Nehri’ni geçip Doğu Karahanlı topraklarına girdi. Sultan Özkent’e vardığında değerli hediyeler gönderip, huzuruna gelen Buğra Han, Melikşah adına para kestirip hutbe okutmak kaydıyla bağlılığını Siyaseten katl, devlete isyan, hükümdarın hayatına kast etme, askerden kaçma gibi devlet güvenliğini ilgilendiren siyasî suçlar kapsamında, suçluların idam edilmesi hadisesidir. Müsadere ise, devlet görevlilerinin işgal ettikleri makamın gücünü kullanarak, haksız biçimde edindikleri servetlerine el konulmasıdır. Tamgaç Buğra Han Harun, 1069- 1081yılları arasında amcası Tuğrul Kara Hakan’a bağlı olarak Kaşgar’ı, 1081- 1102 yılları arasında da büyük kağan olarak Doğu Karahanlıları yöneten hükümdardır. BalasagunluYusuf Has Hâcip, Kutadgu Bilig adlı meşhur eserini ona takdim etmişti. 4. Ünite - Melikşah Zamanı 69 arzetti. Böylece İkinci Türkistan Seferi sonunda, Doğu Karahanlılar tâbi olarak, Batı Karahanlılar ise doğrudan Büyük Selçuklu Devleti’ne katılmış oldu. Selçuklu Devleti’nin doğu sınırları Çin’e kadar genişlemiş oldu. Sultan bundan sonra Horasan’a döndü. Nizâmülmülk, bu sefer sırasında Selçuklu ordusunu Ceyhun Nehri’nden geçiren gemicilerin 11.000 dinar tutarındaki ücretlerinin Antakya vergilerinden ödenmesini emretmişti. Gemiciler ücretlerini alabilmek için elbette Antakya’ya kadar gitmeyeceklerdi. Vezir’in de dediği gibi, Antakya’ya işaretten maksat, Selçuklu ihtişâmının tarihe intikâl etmesine aracılık etmek, bu şekilde Devlet’in sınırlarına vurgu yapmaktı. ÜÇÜNCÜ TÜRKİSTAN SEFERİ Melikşah ikinci Türkistan seferi ile, Batı Karahanlı ülkesini bir nâib idaresinde doğrudan topraklarına katarak, ulamâ ile hakanlar arasındaki çekişmeyi, Türkistan’daki huzursuzlukları sonlandırmayı hedeflemişti. Ancak kısa bir zaman sonra bunun mümkün olamadığı anlaşıldı. Karahanlılar’a bağlı büyük boylardan Çiğiller ayaklandı. Selçuklu nâibi olaylar karşısında aciz kalıp Harizm’e kaçtı. Bunun üzerine Kaşgar Hanı’nın kardeşi ve Atbaşı şehrinin hâkimi Yakup Tegin Semerkant’a davet edildi. Ancak onun Çiğiller’in reisini idam ettirerek işe başlaması isyanın büyümesine yol açtı. Bu durumda ülkenin hükümdarı sıfatıyla, meseleyi hâlletmek bir kere daha Melikşah’a düştü. 1089 yılı sonunda üçüncü defa Türkistan’a sefere çıktı. Yakup Tegin Selçuklu ordusunun yaklaşması üzerine, Semerkant’tan süratle çekildi. Fakat Melikşah’ın kararlı takibi sonucunda, Kaşgar Han’ı tarafından yakalanarak Sultan’a gönderildi. Ancak bu sırada Buğra Han başka bir hanedan mensubu tarafından hapsedilince Melikşah, Doğu Karahanlı meselesini, yolda salıverilen Yakup Tegin’le anlaşarak çözmeyi uygun buldu. Onu asi hanedan mensubuna karşı mücadele ile görevlendirdi. Ancak Melikşah, karışık Türkistan hadiselerine doğrudan müdahil olmakla, şöhret ve itibarının zedelenmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Bunun üzerine, Doğu Karahanlılarla arasında bir tampon bölge olmasını da düşünerek, Batı Karahanlı hükümdarı Ahmed Han’ı, bağlılıktan ayrılmayacağına dair söz aldıktan sonra tahtına iade etti. Vezir Nizâmülmülk’e göre Çiğil ve Yağmalar’ın ayaklanmasının sebebi, Türkistan’ı baştanbaşa geçen Selçuklu sultanının onlara, Türk töresinin gereği olan bir ziyafet (Toy / Han-ı yağma) vermemiş olmasıydı. Zira Türk hükümdarlarının seferde hazerde, geçtikleri yerlerde toylar düzenlemek suretiyle halkı hoşnut etmeleri örfi bir kanundu. Kanuna uyulmaması halk isyan edebilirdi. Ziyafetten sonra kap-kacağın yağmalanması da âdettendi. Bu husus şüphesiz, Sultan’ın sofrasında bir kere yemek yiyen ve âdet gereği birer tabak- kaşık alıp götüren insanların, bir daha acıkmayacağı anlamına gelmiyordu. Konu karın doyurmak değil, hükümdarın tebasını (ahaliyi) dikkate alıp almadığı meselesi idi. Nitekim bu hususta Sultan’ı uyaran Vezir, ondan önceki sultanların ve Karahanlı hükümdarlarının verdiği ziyafetleri örnek göstermiştir. Bir cihân padişahı olan Melikşah’ın, cömertliğinin ve sofrasının genişliğinin de ona uygun olması gerektiğini hatırlatmıştır. Melikşah’ın Türkistan Seferleri’nin sonuçlarını nasıl değerlendirirsiniz? 4 70 Büyük Selçuklu Tarihi Resim 4.1 Selçuklu Coğrafyası Kaynak: Atlas Dergisi (Eylül 2001 Sayı: 102) 4. Ünite - Melikşah Zamanı 71 DEVLETİN BÜNYESİNDE OLUŞAN SORUNLAR Sultan Melikşah, Türkistan Seferlerinden sonra Bağdad’a ikinci ziyaretini gerçekleştirdi (Kasım 1091). Sultan burada her ne kadar şaşaalı törenlerle karşılandı ise de, Halife Muktedî ile aralarında ciddî bir gerginlik vardı. Selçuklu Devleti’ne karşı siyasî kimlik oluşturma mücadelesi veren Halife, bu tavrını Mehmelek Hatun’a da aksettirmişti. Hatırlanacağı gibi Halife, 1087 yılında Melikşah’ın kızı ile evlenmişti. Bu evlilikten Cafer adlı bir oğlu olan Mehmelek Hatun, Sultan’a kocasının kendisine ve yanındaki Türkler’e kötü muamele ettiğinden şikayette bulundu. Melikşah bunun üzerine kızını ve torununu derhal İsfahan’a getirtti. Ancak Mehmelek kısa bir süre sonra vefat etti. Melikşah bu hadiseyi Halife ile bir hesaplaşma konusu olarak görüyordu. Daha önce söz edildiği gibi, Melikşah bu ziyaret sırasında Suriye meliki Tutuş, Aksungur, Bozan ve Çubuk gibi beyleri huzuruna çağırıp, onları Yemen-Aden ve Mısır istikametinde fetihlerle görevlendirmişti. Kendisi ise kış boyunca kaldığı Bağdad’da Tuğrul Beg Şehri’ni yeni baştan imar etti. Saraylar, köşkler, evler, çarşılar inşa edilerek genişletilen şehirde bir de darbhâne yapılmaya başlandı. Bütün bu faaliyetler, Bağdad’ın Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olmaya hazırlandığının işaretleri idi. Bunun yanısıra Nisan 1092’de İsfahan’a gitmek üzere yola çıkan, Sultan ve Nizâmülmülk arasındaki soğukluk da giderek büyüyordu. Bunda özellikle sivil bürokraside zaten İranlılar’a dayanan Selçuklu Devleti’nin bir nevi İranlı unsurların çatışma alanı hâline gelmiş olmasının da payı vardı. Çünkü devletin üst düzey kadrolarında görev alan gûlam ümerâ, nüfuz alanlarını genişletmek için birbirleriyle kıyasıya rekabet ediyorlardı. Nizâmülmülk’ün Amidülmülk Kündürî’yi bertaraf edip vezir olması gibi, şimdi de başkaları yaşlı vezirin yerine adaylık yarışı içerisinde bulunuyorlardı. Gerçi oniki oğlu, damatları, sayısız akraba ve azatlı köleleri vasıtasıyla devlete her alanda nüfuz etmiş olan Vezir ile rekabet etmek çok kolay görünmüyordu. Fakat Terken Hatun bu hususta Melikşah’ı etkileyebilecek konumda bulunuyor ve Sultan’a kendi veziri Ebû’lGanaim’i tayin etmesi için telkinde bulunuyordu. İranî geleneğin temsilcisi Nizamülmülk, hatunların Türk töresinden kaynaklanan güçlü hukukundan rahatsız oluyor; bu sebeple Terken Hatun da Vezir’in muhalifleri arasında bulunuyordu. Melikşah’ın, Terken Hatun’dan olan oğlu Mahmud’u veliaht tayin etmek, Berkiyaruk tarafını tutan Nizâmülmülk’ün buna engel olmak istemesi, Hatun’la arasındaki düşmanlığı artırıyordu. Melikşah’ın, Halifelikle ilgili plânları konusunda da Vezir ile ayrı düştüğü görülüyor. Çünkü bir rivayete göre İsfahan’a bir halifelik sarayı inşa edip ileride Cafer’i halife yapmayı düşünen Melikşah’ı, bu konuda Hatun ile onun veziri tahrik ediyorlardı. Nizâmülmülk ise daha ölçülü, arabulucu bir tavır sergiliyordu. Ancak oğlu Mahmud’u saltanat, torunu Cafer’i ise hilafet veliahtı tayin ettirmek isteyen Terken Hatun, bu yolda engel olarak gördüğü Vezir’i azlettirip, onun yerine kendi vezirini tayin ettirmek konusunda kararlı idi. Bunların yanında Vezir’in oğulları ve adamlarının fütûrsuz davranışları, artık Melikşah’ı da son derece rahatsız etmekte idi. Zira Merv gibi önemli meliklik merkezi olan şehirler bile, Nizâmülmülk’ün oğullarının idaresine geçmiş bulunuyordu. Sultan tarafından buralara tayin edilen devlet adamları dahi onların saldırılarından kurtulamıyorlardı. Sultan’ın huzurunda adamlarına hakaret etmekten sakınmıyorlar, hattâ devlet aleyhine artan nüfuzları dolayısıyla, Sultan onlara karşı anında tepki göstermekten imtina ediyordu. Melikşah ile vezirinin arasının tamamen açılmasın- 72 Büyük Selçuklu Tarihi da, böyle bir hadise bardağı taşıran son damla oldu. Bu yüzden Melikşah’la veziri arasında bir yazışma vukûbuldu. Okuma parçasında detayı verilen mektuplaşma, normal şartlarda Vezir’in azledilmesini gerektiren bir meydan okumayı açıkça ortaya koyuyor. Ancak Melikşah, Vezir’e cevap vermeden ve onu görevinden almadan veya alamadan Ekim 1092’de Bağdad’a doğru yola çıktı. Büyük Devlet adamı Nizamülmülk de her şeye rağmen, devlet terbiyesi gereği, Sultan’ın arkasından yola çıktı. Ancak Nihavend yakınlarında arzuhâl vermek bahanesiyle yanına gelen bir Batınî fedaisi tarafından şehit edildi. Devrin kaynaklarında Vezir’in katli ile ilgili olarak Batınîler, Terken Hatun ve veziri, hattâ Melikşah suçlanmışlardır. Müsebbibi kim olursa olsun, Nizâmülmülk’ün ölümü gerginliği azaltmadığı gibi, daha büyük çatışmaların da sebebi oldu. Melikşah, Vezir’in adamlarının ordugâhta çıkardığı karışıklıkları güçlükle yatıştırabildi. Bu durum aslında onlardan duyulan rahatsızlığın ne denli haklı sebeplere dayandığını göstermektedir. Nizâmülmülk’ün yerine, Hatun’un veziri Ebû’l-Ganaim atandı. Eski vezirin bir kısım adamları hemen tasfiye edildi. Ancak bu durum, onları daha sonraki hamleleri için güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Devlet’teki kamplaşma artarak devam etti. MELİKŞAH’IN SON BAĞDAD ZİYARETİ VE ÖLÜMÜ Sultan Melikşah, ülkesinin herhangi bir şehri olarak gördüğü Bağdad’a bu son gelişinde, Halife Muktedî ile ilişkilerinde bir denge unsuru olan Nizamülmülk’ün varlığından yoksun bulunuyordu (28 Ekim 1092). Ancak kızı Mehmelek Hatun’a yapılanların hesabını sormak istiyordu. Zira ona revâ görülen muamele, aslında Melikşah’a karşı bir meydan okuma anlamına geliyordu. Halifelik üzerindeki otoritesinin açıkça hissedilmesini isteyen Sultan, torunu Cafer’i veliaht ilân etmeyi reddeden Halife Muktedî’ye, hemen Bağdad’ı terketmesini bildirdi. Halife, başka çaresi ve karşı koyacak kuvveti olmadığından, Bağdad’dan ayrılacağını ama hazırlık yapmak üzere, kendisine on gün süre verilmesini istedi. İsteği kabul edildi. Fakat Sultan Melikşah, Halife’ye verilen mühletin dokuzuncu gününde, av etinden zehirlenmek suretiyle hayatını kaybetti (20 Kasım 1092). Bu sırada gücünün doruğunda bulunan Sultan sadece 40 yaşı civarında idi. Kaynaklarda Sultan’ın ölümü ile ilgili olarak farklı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden Melikşah’ın bir suikaste kurban gittiğini çıkarmak mümkün olmakla birlikte, faili tespit etmek kolay değildir. Terken Hatun bile, beş yaşındaki oğlunu hükümdar yapmak istediği için Melikşah’ı öldürüdüğü töhmeti altında kalmıştır. Oysa bir Karahanlı melikesi ve Selçuklu imparatoriçesi olan Terken Hatun, bu yaşta bir çocuğun tahta geçemeyeceğini herkesten daha iyi bilirdi. Oğlu tahta geçecek yaşa gelene kadar da Melikşah’ın yaşamasını isterdi. Ancak Sultan’ın ölümünden sonra başlayan taht kavgaları sırasında oynadığı aktif rol, kadının devlet hayatında olmasını yadırgayan anlayış tarafından, bütün felâketlerin sebebi görülerek yaftalanmıştır. Oysa Melikşah’ın ölümünden, bir terör şebekesi olan Batınîler kadar, Halife de sorumlu olabilir. Melikşah ölmeseydi, Muktedî Bağdad’ı terk etmiş olacaktı. Bu bir siyasî çekişme olduğuna göre, halifeyi bunun dışında tutmak mümkün değildir. Sultan Melikşah’ın 20 yıllık iktidarı, Selçuklu Devleti’nin zirvesini oluşturmaktadır. Sınırlarını Çin’den Akdeniz’e kadar genişlettiği Devleti, bir cihan imparatorluğuna dönüştürdü. Ülkenin her tarafı cami, medrese, köprü, su yolu gibi eserlerle imar edildi. Sultan kendisinin de meraklı olduğu astronomi çalışmalarını teşvik için 4. Ünite - Melikşah Zamanı 73 rasathâneler yaptırdı. Kendi adıyla meşhur olan Takvim-i Celâlî, bilimsel bir çalışmanın ürünü olup sonraki dönemlerde de kullanılmıştır. Sağlam, kuvvetli kişiliği sayesinde müslim, gayrı müslim bütün tebası üzerinde adaletli bir yönetim kurmayı başarmıştır. Kaynakların Melikşah’ın ölümüne dair verdiği bilgiler bunun en önemli göstergesidir. Ancak “Bir şey yükseldiği yerden düşmeye başlar” kuralına uygun olarak düşüş o zaman başlamış, sebepleri de onun içerisinde büyümüştür. Sultan’ın vefatı, karışıklıklara meydan vermemek düşüncesiyle, Terken Hatun tarafından bir süre saklandı. Torunu Cafer’i Halife’ye gönderen Hatun, hutbeyi oğlu Mahmud adına okutmayı başardı. Ordu mensuplarının bağlılığını sağlamak için büyük sarfiyat yaptı. Sonra maiyyetiyle birlikte, oğlunu tahta oturtmak üzere İsfahan’a doğru yola çıktı. İsfahan’a götürülen Melikşah’ın naaşı da, burada kendisinin yaptırdığı medreseye defnedildi. 74 Büyük Selçuklu Tarihi Özet Selçuklu Devleti’nin iç meselelerini tanımlayabileceksiniz. Melikşah babası tarafından veliaht ilân edilmiş olmasına rağmen, tahta çıktığında daha önceki dönemlerde olduğu gibi, taht davacıları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Başta amcası Kavurt olmak üzere bazı kardeşleri bu mücadelelerde Melikşah tarafından bertaraf edildiler. Diğer taraftan Selçuklu sultanları, devletin kurulduğu bölgenin gereği olarak, İranlı devlet adamlarını istihdam etmek zorunda kalmış veya tercih etmişlerdi. Bu durum bir süre sonra devletin asli unsuru olan Türkler’in askerî kadrolar hariç, devletin dışına itilmesine yol açtı. Bu durum bir yandan Türkler arasında hoşnutsuzluk yaratırken, sözkonusu kadroları ellerinde tutan İranlılar’ın devlette dengeleri bozan bir üstünlük sağlamalarına zemin hazırladı. İranlı unsurların dahi birbirleriyle şiddetle rekabet ettikleri bu sistem, devletin sarsılmasının başlıca sebeplerinden birisi olmuştur. Bunun yanısıra Selçuklu Devleti’nin halifelikle ilgili politikaları, Melikşah döneminde devletin kudretine paralel olarak, daha tavizsiz bir şekilde sürdürülmekte idi. Hattâ Sultan Melikşah, kendisinin de torunu olan Halife’nin oğlunu, İsfahan’da bir hilafet sarayı inşa edip, halife yapmayı planlamıştı. Melikşah, Bağdad’ı kendisine ait bir şehir, halifeyi de siyasî kimliği olmayan bir devlet memuru olarak kabul ediyordu. Bu durum da Selçuklu Devleti’nin iç meselesi olarak sarsıntı yaratmaya devam ediyordu. Selçuklu Devleti’nde bu dönem meydana gelen olayları açıklayabilmek, Melikşah amcası Kavurt’un ayaklanmasını bastırıp tahta oturduktan sonra ilk işi olarak, Doğu sınırlarını ihlâl eden Karahanlılar ve Gazneliler üzerine yürüdü. Onları işgâl ettikleri yerlerden çıkarıp geri döndü. Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan itibaren Batı’ya yönlendirilen göçler neticesinde Suriye’de bir beylik, Anadolu’da ise bağımsız bir Selçuklu devleti ortaya çıkmıştı. Melikşah Suriye’ye Tutuş’u, Anadolu’ya ise Porsuk’u göndererek bu bölgeleri kontrol altına almaya çalıştı (1078). Kafkasya’ya da bizzât kendisi, 1076, 1079 ve 1086 yıllarında düzenlediği seferlerle mahallî hanedanları, tâbiyet anlaşmalarına aykırı davranan Gürcü ve Abhazlar’ı cezalandırıp itaât altına aldı. Artuk Bey, Ahsa ve Bahreyn’e düzenlediği sefer sonunda Doğu Arabistan’da hâkimiyet sağladı. Aynı tarihlerde Hicaz’da da Abbasîler adına hutbe okunması sağlandı. Melikşah, 1092 yılındaki Bağdad ziyareti sırasında Yemen ve Aden’e de bir ordu göndererek Selçuklu Devleti’nin sınırlarını buralara kadar genişletti. Güneye doğru hızla ilerlemekte olan Türkiye Selçuklu sultanının önünü kesmek ve itaâtsizlik gösteren Mervanoğulları’nı cezalandırmak üzere 1085 yılında Diyarbekir bölgesine sefer düzenlendi. Bölge tamamen Selçuklu topraklarına katıldı. Türkiye Selçuklu sultanının Antakya’yı fethinden sonra başlayan olaylar Musul emiri Müslim b. Kureyş ve Süleymanşah’ın ölümü ile sonuçlandı. Melikşah bunun üzerine 1086 yılında çıktığı seferde Kuzey Suriye’yi, valiler tayin etmek suretiyle doğrudan Büyük Selçuklu Devleti’ne bağladı. Melikşah bundan sonra Bağdad’ı ziyaret etti ve bu sırada kızı Halife ile evlendirildi. Karahanlı ülkesinde meydana gelen bir takım karışıklıklar sebebiyle, olayları çözmek üzere davet edilen Melikşah, 1088-1089’da iki defa Türkistan seferine çıktı. Bu seferler sonunda Doğu ve Batı Karahanlılar’ı kendisine bağlayarak, sınırlarını Çin’e kadar genişletti.Veziri Nizâmülmülk ve Halife ile aralarının iyice açıldığı son dönemde, önce veziri Batınîler tarafından şehit edildi. Sonra kendisi Bağdad’da zehirlenmek suretiyle hayatını kaybetti (1092). Melikşah’ın ölümü Selçuklu Devleti’nin büyük sarsıntı geçirmesine sebep oldu. Devletin imparatorluğa dönüşen yapısını değişikliklerle birlikte kavrayabilmek, Melikşah Birinci Türkistan seferi dönüşünde, merkeziyetçiliği gözetmek kaydıyla, kardeşlerini bazı vilayetlere tayin etti. Nitekim devletin nisbeten uzak bölgelerinde kurulan siyasî teşekkülleri de aynı gerekçe ile denetim altında tutma mücadelesi vermiştir. Öyle ki, Anadolu’da bağımsız olarak kurulan Türkiye Selçukluları’na karşı, ortadan kaldırma pahasına bir mücadele yürütmüştü. Hükümranlığın paylaşılması konusunda, hayale bile izin vermeyen Melikşah’ın, halifeye karşı tavizsiz tutumunun sebebi de budur. Batıdaki olayları daha yakından takip etmek için başkentini İsfahan’a taşıyan Melikşah, Türkistan seferi sonunda ilhâk ettiği Maveraünnehir’i, kendine has problemleri dolayısıyla eski hükümdarına iade etti. Doğu ve Batı Karahanlı hükümdarlarını para ve hutbede önce kendi adını zikretmek şartıyla kendisine tâbi kıldı. Melikşah’ın cihân hâkimiyeti davasında Bağdad’ı koyduğu yer ve devletin kadrolarındaki yoğun İranîleşme devleti sarsıntıya uğratan etkenler olmuştur. 1 2 3 4. Ünite - Melikşah Zamanı 75 Kendimizi Sınayalım 1. Melikşah’ın tahta geçişi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Amcası Kavurt, Melikşah’a karşı isyan etmiştir. b. Taht kavgaları dolayısıyla Karahanlılara karşı yapacağı sefer gecikmiştir. c. Abbasî Halifesi Melikşah’ın saltanatını onaylamıştır. d. Babası tarafından veliaht tayin edildiği için tahta sorunsuz geçmiştir. e. Nizâmülmülk, Melikşah’ı desteklemiş ve gerekli tedbirleri almıştır. 2. Melikşah’ın Anadolu’ya gönderdiği ordu ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Bu ordu Süleymanşah’ın sultanlığını tanımadığı için gönderilmiştir. b. Melikşah bu savaşla Anadolu’da denetimi sağlamıştır. c. Savaşta Süleymanşah’ın kardeşi Mansur hayatını kaybetmiştir. d. Sefer Porsuk Bey idaresinde 1078 yılında yapılmıştır. e. Anadolu’da kendisine rağmen bir oluşuma izin vermek istememiştir. 3. Tutuş’un Suriye Melikliği ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Fatımîler’e karşı Suriye’nin güvenliğinin sağlanması için tayin edilmiştir. b. Tutuş, Atsız Bey’i öldürüp topraklarını ele geçirmiştir. c. Tutuş’un başlıca rakibi Musul valisi Müslim olmuştur. d. Tutuş Melikşah’a karşı hiç isyan etmemiştir e. Suriye’de bağımsız bir Selçuklu şubesi kurulmuştur. 4. Melikşah dönemi Arabistan siyaseti konusunda aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Sünnilik karşıtı hareketler bastırılmıştır. b. Fatımîler Hicaz üzerinden Selçuklularla rekabet etmişlerdir. c. Mekke emirinin yerine şehzâde Tekiş tayin edilmiştir. d. Doğu Arabistan’da Karmatîler bertaraf edilmişlerdir. e. Yemen ve Aden Selçuklu hâkimiyetine girmiştir 5. Diyarbekir Seferi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Mervaniler Selçukluların en sadık tâbilerindendir. b. Süleymanşah’ın güneye doğru ilerleyişi bu seferin sebeplerindendir. c. Musul valisi Müslim de Mervani emirine yardım etmiştir. d. Ordu komutanı Fahrüddevle, Selçuklu melikleri gibi yetkilendirildi. e. Mervanoğullarının toprakları Selçuklu idaresine girdi. 6. Melikşah’ın Suriye (Antakya) seferine dair aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a. Suriye Selçuklu Melikliği kuruldu. b. Süleymanşah, Melikşah’la girdiği savaşta hayatını kaybetti. c. Müslim Musul valiliğine, Bozan Urfa’ya, Aksungur Haleb’e tayin edildi. d. Suriye’nin Selçuklular’a bağlanması mümkün olmadı. e. Bu sefer sırasında yapılan düzenleme ile Türkiye Selçukluları’nın güneye iniş yolu kesildi. 7. Melikşah’ın İkinici Türkistan Seferinin sonucu ile ilgili aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a. Batı Karahanlılar doğrudan, Doğu Karahanlılar tâbi olarak Selçuklulara bağlanmıştır. b. Doğu Karahanlılar doğrudan, Batı Karahanlılar tâbi olarak Selçuklulara bağlanmıştır. c. Karahıtaylar yenilgiye uğratılmıştır. d. Melikşah bu sefer sırasında ilk kez yenilgiye uğramıştır. e. Karahanlılarla Ceyhun Nehri sınır kabul edilmiştir. 8. Üçüncü Türkistan Seferi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Kaşgar Hanı tahttan indirildi. b. Doğu Karahanlılar Batı’yı da yönetimleri altına aldılar. c. Batı karahanlı hükümdarı Ahmed Han tahtına iade edildi. d. Batı karahanlı hükümdarı Ahmed Han İsfahan’da öldürüldü. e. Doğu Karahanlılar tâbiyetten ayrıldı. 9. Melikşah döneminde Halifelikle ilişkiler konusu ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Muktedî’nin Melikşah’ın kızı olan eşine kötü davranması yüzünden ilişkiler bozulmuştur. b. Halife’nin oğlu ve Melikşah’ın torunu olan Cafer, veliaht ilân edilmiştir. c. Sultan, Muktedî’yi siyasî bir güç olarak kabul etmemektedir. d. Halife, Selçuklu Sultanı’yla siyasî bir çekişme içerisine girmiştir. e. Melikşah, Halifeden Bağdad’ı terk etmesini istemiştir. 10. Aşağıdakilerden hangisi Melikşah Döneminde Selçuklu Devleti’ni ilgilendiren sorunlardan değildir? a. Tahtı ele geçirmeye yönelik şehzâde isyanları b. Haçlı Seferleri c. Halife ile çatışma d. Devlet kadrolarına İranlılar’ın nüfuz etmesi e. Sultan ile Vezir arasındaki anlaşmazlık 76 Büyük Selçuklu Tarihi Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sultan Melikşah ile Nizâmülmülk’ün giderek gerginleşmekte olan münasebetleri, Sultan’ın Merv’e tayin ettiği şahnenin, vezirin Merv valisi olan oğlu tarafından yakalanıp hakarete uğraması üzerine kopma noktasına geldi. Kaynaklarda aralarında elçiler vasıtasıyla aşağıdaki haberleşmenin vuku bulduğu rivayet edilir: Melikşah- “Sen saltanatta benim ortağım mısın? Eğer benim emrimde ise haddini bilmelisin. Sen hangi selahiyetle, fermanımız olmadan evlâtlarına ülkeler ve iktalar veriyor, arzu ettiğini yapıyorsun? İster misin ki önünden hokkanın, başından destârının alınmasını emredeyim?” Nizamülmülk- “Sultan’a şöyle söyleyiniz! Senin nâil olduğun ikbâl benim fikir ve tedbirim sayesindedir. Babanın öldürüldüğü gün seni nasıl tuttuğumu, ayaklanmaları bastırdığımı, seni istemeyenleri nasıl tenkil ettiğimi hatırla! Ve unutma ki, benim divit ve destârımla senin tac ve tahtın birbirine bağlıdır. O tac ve devlet bu divitle birlikte ortadan kalkar”. Elçiler gerginliğin daha fazla büyümemesi için Vezir’in sözlerini hafifleterek nakletmişlerse de, Sultanın bu heyete özel olarak koyduğu adamı doğrusunu olduğu gibi aktarmıştı. Kaynak: Kafesoğlu 1973, Turan 2010. 1. d Cevebınız doğru değilse “Melikşah’ın Tahta Çıkması” konusunu yeniden gözden geçirin. 2. b Cevebınız doğru değilse “Anadolu ve Suriye Siyaseti” konusunu yeniden gözden geçirin. 3. e Cevebınız doğru değilse “Anadolu ve Suriye Siyaseti” konusunu yeniden gözden geçirin. 4. c Cevebınız doğru değilse “Doğu Arabistan-Hicaz-Yemen ve Aden’in Selçuklular’a Bağlanması” konusunu yeniden gözden geçirin. 5. a Cevebınız doğru değilse “Diyarbekir Bölgesinin Selçuklu Topraklarına Katılması” konusunu yeniden gözden geçirin. 6. e Cevebınız doğru değilse “Suriye (Antakya) Seferi” konusunu yeniden gözden geçirin. 7. a Cevebınız doğru değilse “İkinci Türkistan Seferi” konusunu yeniden gözden geçirin. 8. c Cevebınız doğru değilse “Üçüncü Türkistan Seferi” konusunu yeniden gözden geçirin. 9. b Cevebınız doğru değilse “Devletin Bünyesinde Oluşan Sorunlar” konusunu yeniden gözden geçirin. 10. b Cevebınız doğru değilse üniteyi yeniden gözden geçirin. 4. Ünite - Melikşah Zamanı 77 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Melikşah’ın Türkistan Seferi sonrası yaptığı atamalar, tıpkı Alp Arslan dönemindeki gibi, Doğu’dan gelecek tehlikelere karşı sınırı tahkim etmek amacı taşıyordu. Mahiyeti bakımından da benzerlik gösteren bu atamalarda şehzâdelere, hükümdarın egemenlik yetkisini paylaşım anlamına gelebilecek bir ayrıcalık verilmemiştir ve merkeziyetçilik gözetilmiştir. Sıra Sizde 2 Selçuklu Devletinin fetih stratejisi çerçevesinde Suriye ve Anadolu’ya yerleşen Türkmenler, merkezin denetimi dışında bir örgütlenmeye gittikleri için, Melikşah tarafından buralara müdahale edilmiştir. Melikşah, Süleymanşah’ın kendisine rağmen Anadolu’da kurduğu devleti tanımayarak, kontrolü altına almak için Porsuk idaresinde bir ordu gönderdi. Diğer yandan Suriye’de bir beylik kurmuş olan Atsız’ı ve Fatımî tehlikesini izlemek için kardeşi Tutuş’u Suriye melikliğine tayin etti. Sıra Sizde 3 Diyarbekir seferinin başlıca sebepleri, Büyük Selçuklular’la rekabet halinde bulunan Türkiye Selçuklu sultanının güneydoğu istikametindeki hızlı ilerleyişinin önünü kesmek için bölgenin hakimiyet altına alınması gereği; Selçuklular’a aykırı siyaset takip ederek şiîlerle işbirliği yapan Mervanoğulları’nın cezalandırılması yanında, Fahrüddevle b. Cüheyr’in kendisine bir hakimiyet alanı bulmak isteği ile Melikşah’ı sefer konusunda teşvik etmesidir. Sıra Sizde 4 Türkistan seferleri, Selçuklu Devleti’nin İslâm Dünyası’nın en büyük gücü, yardımına ihtiyaç duyulan ve meseleleri çözebilecek yegâne merci olduğunu göstermiştir. Devlet’in sınırları tüm Karahanlı ülkesini içine alarak Çin hududuna ulaşmıştır. Türkistan hâkimiyeti, Melikşah’ın ölümüyle başlayan fetret döneminde bu taraftan gelebilecek tehditleri etkisiz kılacak sağlam bir set oluşturmuştur. Agacanov, Sergey (2006), Selçuklular (trc. Ekber Necef-Ahmed Annaberdiyev), İstanbul. Hunkan, Ö. Soner (2011), Türk Hakanlığı (Karahanlılar) Kuruluş-Gelişme-Çöküş (766- 1212) İstanbul. Kafesoğlu, İbrahim (1973), Sultan Melikşah, İstanbul. Köymen, M.Altay (1989), Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara. Turan, Osman (2010), Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu merkezi otoritesini çöküşe götüren süreci değerlendirebilecek, Berkyaruk ve Muhammed Tapar dönemi siyasi olaylarını tanımlayabilecek, Selçuklu taht mücadeleleri ile Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmeleri arasındaki ilişkiyi açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Terken Hatun • Melik Mahmud • Melik İsmail • Berkyaruk • Tutuş • Taht mücadelesi • Muhammed Tapar • Haçlılar • Bâtıniler İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) • SULTAN BERKYARUK DEVRİ (1094- 1105) • SULTAN MUHAMMED TAPAR DEVRİ (1105-1118) BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ SULTAN BERKYARUK DEVRİ (1094-1105) Terken Hatun ile İktidar Mücadelesi Çin’den Akdeniz’e, Kafkaslar’dan Yemen’e kadar uzanan çok geniş topraklara yayılmış bulunan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, en görkemli devrini yaşarken önce vezirinin, sonra Sultan Melikşah’ın beklenmedik ölümüyle sarsıntıya uğradı. Fetret dönemi olan Berkyaruk’dan sonra Tapar zamanında kısmen toparlanmasına, Sancar’ın İkinci İmparatorluk devrine rağmen de aslında sarsıntı tamamen atlatılamadı. Sultan’ın ani ölümü, bir süredir merkezde yaşanan iktidar paylaşımı mücadelesinin daha da şiddetlenmesine ardından ortaya çıkan uzun taht mücadeleleri ile imparatorluğun önce parçalanmasına, akabinde de çöküşüne giden sürecin başlangıcı olmuştur. İşte bu ünitenin konusu olan ve “Fetret Devri” olarak adlandırılan Berkyaruk dönemi, bu sürecin ilk evresini teşkil etmektedir. Melikşah öldüğünde geride Berkyaruk, Muhammed Tapar, Sancar ve Mahmud adlı dört oğul bırakmıştı. Babasının yerine en büyükleri olan ve o dönemde on iki yaşında bulunan Berkyaruk’un tahta geçmesi bekleniyordu. Zira daha önce de temas edildiği üzere Nizâmülmülk, Terken Hatun’un oğlu Mahmud’a karşı, Melikşah’ın amcası Yakutî’nin kızı Zübeyde Hatun’dan olan oğlu Berkyaruk’u desteklemekteydi. Bazı kaynakların verdiği bilgilere göre, Melikşah Berkyaruk’u veliaht tayin etti ise de, bunun saltanat mücadelelerini engelleyecek bir kanun olmadığı bilinmektedir. Nitekim bu durumu fırsat bilen ve o sırada Sultanın yanında Bağdat’ta bulunan Terken Hatun, henüz beş yaşında bulunan oğlu Mahmud’u tahta geçirmek için harekete geçti. Bir taraftan zaman kazanmak üzere Melikşah’ın ölümünü gizlerken, diğer taraftan da hazinenin ağzını açarak desteklerini almak için ordu ve devlet adamlarına büyük ihsanlarda bulundu. Bu cömert girişimleri sayesinde de pek çok emirin içerisinde bulunduğu büyük bir ordu kurmayı başardı. Terken Hatun’un bu başarısı, hiç şüphesiz bolca yaptığı ihsanlar kadar, Karahanlı soyundan bir prenses ve Selçuklu imparatoriçesi olarak Melikşah’ın sağlığındaki etkin konumundan kaynaklanmaktaydı. Bu şekilde ordunun bağlılığını temin eden Terken Hatun, bir taraftan da oğlunun saltanatı için tehlike olarak gördüğü ve bu olaylar sırasında İsfahan’da bulunan veliaht Berkyaruk’u hapsetmek üzere Musul valisi Kürboğa’yı, Emir Üner ve Emir Kamac ile birlikte İsfahan’a göndermişti. İsfahan’a gelen emirlerin Berkyaruk’u tutuklayarak hapsetmelerinden sonra Terken Hatun, Abbasi halifesi Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 80 Büyük Selçuklu Tarihi Muktedî’den oğlu Mahmud adına hutbe okutmasını istedi. Halife önceleri büyük âlim Gazzalî’nin fetvası doğrultusunda Mahmud’un yaşının küçük olması, dolayısıyla devleti yönetemeyeceği gibi gerekçelerle bu isteği reddetti. Ancak Terken Hatun’un, yanında tutuğu torunu ve Halife’nin de oğlu olan Cafer üzerinden tehdide varan ısrarlarına daha fazla direnemedi. Cafer’in babasına gönderilmesi kaydıyla, 26 Kasım 1092 yılında Bağdat’ta Mahmud adına hutbe okundu. Böylece Terken Hatun, Melikşah’ın ölümden altı gün sonra oğlu Mahmud’u Bağdat’ta sultan ilan ettirmeyi başarmıştı. Ardından da vezir Tacülmülk Ebû’l-Ganaim ve orduyla birlikte, oğlu Mahmud’u tahta çıkarmak üzere Selçuklu payitahtı İsfahan’a doğru yola çıktı. Berûcird ve Kerec Savaşları Ancak Melikşah’ın ölüm haberini alan Nizamülmülk’ün adamları bir silah deposunu yağmalayarak isyan etmiş ve Berkyaruk’u hapsedildiği yerden çıkararak tahta oturtup adına hutbe okutmuşlardı. Terken Hatun’un İsfahan’a yaklaşması üzerine de Berkyaruk’u, Nizamülmülk taraftarlarının hâkim olduğu Rey’e kaçırdılar. Bu arada pek çok emirle birlikte Nizamülmülk’ün adamlarından Erkuş da askerleriyle onlara katılmıştı. Kaynaklar Berkyaruk’un etrafında on binden fazla askerin toplandığını kaydetmektedir. Böylece taht mücadelesi bir bakıma, eski vezir Nizamülmülk’ün adamları ile yeni vezir Tacülmülk arasındaki bir hesaplaşmaya dönüşmüş bulunuyordu. Çünkü başta Erkuş olmak üzere, maktul vezirin taraftarları, Tacûlmülk’ü Nizamülmülk’ün katili olmakla itham ediyorlardı. Bu sebeple de, Berkyaruk’u desteklemek suretiyle eski vezirin intikamını almak istiyorlardı. Öte yandan durumun aleyhine geliştiğini gören ve Berkyaruk’un daha fazla güçlenmesini engellemek isteyen Terken Hatun, yanında Kürboğa, Üner ve Kamaç gibi emirler olduğu halde Rey’e hareket etti. Ancak Berûcird yakınlarında yapılan savaşta, ordusundan bazı emirlerin askerleriyle Berkyaruk tarafına geçmesi üzerine yenilen Terken Hatun İsfahan’a çekilmek zorunda kaldı (Ocak 1093). Burada Berkyaruk tarafından kuşatılan ve zor durumda kalan Terken Hatun, bir taraftan yanındaki emirlerin de telkiniyle kuşatmayı kaldırması için Berkyaruk ile anlaşma yollarını ararken, diğer taraftan da oğlu Mahmud’u tahta çıkarma arzusundan vazgeçmeyerek yeni çıkış yolları arıyordu. Nitekim bu amaçla Berkyaruk’un dayısı Azerbaycan meliki İsmail’e haber göndererek kendisiyle evlenip, Mahmud’un saltanatına ortaklık teklif etti. Selçuklu tahtına geçmek için bunu bir fırsat olarak gördüğü anlaşılan İsmail, bu teklifini tereddütsüz kabul ederek, Hatun tarafından da takviye edilen ordusuyla yeğeni Berkyaruk üzerine yürüdü. Ancak onun akıbeti de Terken Hatun’dan farklı olmadı. Zira Terken Hatun ile evlenmesini hoş karşılamayan bazı komutanların Berkyaruk’un saflarına geçmesi ile Kerec yakınlarında yapılan muharebeyi kaybeden İsmail İsfahan’a çekilmek zorunda kaldı (Şubat 1093). Bu mağlubiyete rağmen her ne kadar Terken Hatun onu hürmetle karşılayıp, adına para bastırıp, oğluyla müşterek hutbe okuttuysa da bir süre sonra Berkyaruk’un atabeyi Gümüştekin tarafından öldürüldü. Berkyaruk’un Terken Hatun’la yürüttüğü saltanat mücadelesindeki en önemli destekçileri kimlerdir açıklayınız. Melik İsmail’in saf dışı kalması da Terken Hatun’un azmini kırmadı. O bu sefer de, Melikşah’ın ölümünün ardından Suriye’de saltanatını ilan etmiş bulunan kayınbiraderi Tacüddevle Tutuş’u aynı vaatlerle İsfahan’a çağırdı. Berûcird/Burûcerd; Batı İran’da Hemedan’a 18 fersah uzaklıkta Selçuklu devrinin önemli şehirlerinden olup günümüzde Luristan Eyaleti şehirleri arasında yer alır. Kerec; Tahran/Rey’ın 20 km batısında yer almakta olup günümüzde Elburz Eyaletinin merkez şehridir. 1 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 81 Berkyaruk’un Tahta Çıkması ve Tutuş ile Rekabet Suriye meliki olan Tutuş, ağabeyi Melikşah’a itaatini bildirmek ve teveccühünü kazanmak için, Dımaşk’tan Bağdat’a gelmek üzere iken, Fırat kıyısındaki Hit kasabasında, Sultanın öldüğü haberini almıştı. Hemen her hanedan üyesinin yapacağı gibi, kendini saltanata en uygun kişi olarak gören Tutuş, daha burada iken adına hutbe okutmak suretiyle sultanlığını ilan etti. Kaldı ki yaşı, tecrübesi, konumu ve mevcut durum göz önünde bulundurulduğunda, haksız da sayılmazdı. Selçuklu tahtını ele geçirmek üzere gerekli hazırlıkları yapmak için Suriye’ye dönen Tutuş, buradan Halep valisi Aksungur, Antakya valisi Yağısıyan ve Urfa valisi Bozan’a birer mektup yazarak; “Sultan Melikşah’ın ölümü üzerine sultanlığını ilan ettiğini, bu sebeple de onun hakim olduğu ülkelerde bu kez kendisinin hakim olmasını sağlamak için, kendisine itaat ile emirlerindeki kuvvetleriyle katılmalarını” bildirdi. Tutuşa karşı koyacak kuvveti bulunmayan Aksungur, Tutuş’a itaat ettiği gibi, Yağısıyan ve Bozan’a da haber göndererek; “Melikşah’ın çocukları arasındaki mücadele sonuçlanıncaya kadar Tutuş’a itaat etmelerinin yerinde olacağını” istedi. Onlar da bu teklifi kabul edip hâkimiyet bölgelerinde hutbeyi Tutuş adına okuttular. Böylelikle Tutuş, adı geçen emirlerin itaat etmesi üzerine hiçbir güçlükle karşılaşmaksızın kuzey Suriye’ye hâkim olmuştu. Aslında daha önce anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, Melikşah öldüğünde çocuklarının hepsi çocuk yaşta olduğundan Tutuş tahtın en güçlü adaylarından birisi durumdaydı. Emirler Tutuş’a itaat ederek, onun tahtı ele geçirmesi halinde yerlerini korumuş olacaklardı. Ancak kaynakların ifadesine göre Aksungur’un “Melikşah’ın çocukları arasındaki mücadele sonuçlanıncaya kadar” diyerek itaatlerine bir anlamda şerh koyması manidardır. Muhtemelen Aksungur, Tutuş gibi muktedir bir sultana tahakküm edemeyecekleri veya Melikşah’a olan vefa duygusuyla, onun genç ve tecrübesiz oğullarından birisinin sultan olmasını tercih ediyordu. Ancak o günün şartları gereği Tutuş’a itaat etmek zorunda idiler. Nitekim daha sonraki gelişmeler bu durumu doğrulayacaktır. Tutuş’un Berkyaruk’a Karşı İlk Teşebbüsü Melikşah’ın bu üç ünlü komutanının kendisine katılmalarından kuvvet alan ve güçlü bir ordu kuran Tutuş, yanında Aksungur ve Yağısıyan olduğu halde Rahbe’ye doğru harekete geçti ve Şubat 1093 yılında herhangi bir direnişle karşılaşmaksızın şehri teslim aldı. Bunu Habur yöresi ile Fırat nehrinin sol kıyısında bulunan Rakka’nın teslimi takip etti. Tutuş bu iki şehir halkına adil hükümdarlara yakışır tarzda davranıp, pek çok ihsanlarda bulundu. Bu sırada daha önce itaatini arz etmiş olan Urfa valisi Bozan’ın da katılımıyla daha da güçlenen Tutuş, Nusaybin üzerine yürüdü. Şehrin direnişi üzerine hiddetlenen Tutuş, şiddetli bir taarruz ile Mart 1093’de Nusaybin’e girdi ve yirmi kadar Arap emiri askerleriyle birlikte kılıçtan geçirildi. Tutuş, Nusaybin’den sonra Musul üzerine yürüdü. Bu arada henüz Nusaybin’de iken, şehrin Ukayli hâkimi İbrahim b. Kureyş’e haber yollayarak, hâkimiyetini tanımasını ve adına hutbe okutmasını istemişti. Ancak İbrahim, Tutuş’un bu isteğini reddettiği gibi şehrin dışında muharebe vaziyeti almıştı. Musul yakınlarındaki el-Mudayya’da gerçekleşen şiddetli muharebe, İbrahim’in yenilmesi ve birçok Arap emiriyle birlikte öldürülmesi, Tutuş’un muzaffer bir şekilde Musul’a girmesiyle sonuçlandı. 82 Büyük Selçuklu Tarihi Böylece Tutuş, yanına aldığı önemli komutanları ile Rahbe, Rakka, Nusaybin ve Musul’u peş peşe ele geçirerek, Suriye ve el-Cezire’nin önemli bir bölümünde hâkimiyetini tesis ettiği gibi adına hutbe okutmayı başarmıştı. Bunun bir sonucu olarak Selçuklu tahtına geçmeyi kendisi için bir hak sayan Tutuş, Büyük Selçuklu sultanı sıfatıyla Bağdat’ta adına hutbe okunması için Abbasi halifesi el-Muktedi Biemrillah’a başvurdu. Halife ona, adına hutbe okutabilmesi için Horasan ve Maşrık’ta hükümran olarak, İslam âlemine hâkim olması, kardeş çocukları içinden saltanat mücadelesinde kimsenin kendisine muhalefet etmemesi ve başkent İsfahan’da imparatorluk hazinesine sahip bulunması gerektiğini ileri sürerek onun bu talebini reddetti. Bu durum karşısında Selçuklu payitahtı olan İsfahan’ı ele geçirmek için harekete geçen Tutuş, kendisine yapılan davet üzerine önce, henüz hâkimiyetine girmemiş bulunan ve 1085’den beri Selçuklu merkezinden gönderilen valilerce yönetilen Diyarbekir’e yöneldi. bölgenin merkez şehirleri konumundaki Amid ve Meyyâfârikîn’in itaatlerini arz etmesi üzerine buraya kendi yöneticilerini atadıktan sonra, Azerbaycan yönünde hareket etti. Kaynakların ifadesine göre, yolu üzerinde bulunan bütün şehir ve kaleler kendisini sultan olarak kabul ediyordu. Öte yandan bütün bunlar olurken Berkyaruk da boş durmamıştı. Rey ve Hemedan başta olmak üzere hâkimiyet alanını genişleten Berkyaruk, her geçen gün artan kuvvetiyle amcasıyla girişeceği saltanat mücadelesine hazır görünüyordu. Bu durum, Tutuş’un ordusunda bulunan Melikşah’ın eski komutanlarından Aksungur ve Bozan’ı da etkilemişti. Nitekim Aksungur, Bozan’a yazdığı mektupta “Biz bu adama(Tutuş’a) efendimiz(Melikşah)’in çocuklarının neler yapacağını görmek ve beklemek maksadı ile itaat etmiştik, şimdi ise sultanın oğlu ortaya (taht iddiasıyla) çıktı. Biz şimdi onun safına geçmek istiyoruz” diyerek onu Tutuş’tan ayrılmaya ikna etti. Nihayet iki ordunun birbirine yaklaştığı sırada, her iki emirin askerleriyle Berkyaruk tarafına geçmesi, Tutuş’u zor durumda bıraktı. Bu iki ünlü komutanın saf değiştirmesiyle asker sayısı iyice azalan ve savaşı göze alamayan Tutuş, yeni kuvvetler tedarik etmek üzere, kendisine sadık kalan Yağısıyan ile birlikte Suriye’ye dönmek zorunda kaldı (Aralık 1093). Ardından Aksungur ile Bozan da, Tutuş sorununun kesinlikle ihmal edilmemesi, toparlanmasına fırsat verilmeden süratle üzerine yürünmesi gerektiği hususunda Berkyaruk’u uyardıktan sonra, yanlarına verilen muhafız birlikleriyle valisi bulundukları şehirlere döndüler. En güçlü rakibi olan amcası Tutuş’un Rey civarında muharebe meydanından çekilip Suriye’ye dönmesi ile saltanat iddiası daha da kuvvetlenen Berkyaruk, nihayet sultanlığını İslâm dünyasında da meşru kılmak maksadı ile Bağdat’a gelerek halifeden adının hutbeye konulmasını istedi. Muktedî, Berkyaruk’un son başarısını göz önünde bulundurarak adına hutbe okutup ona “Rükneddin” lakabını verdi. (3 Şubat 1094). Tutuş’un İkinci Teşebbüsü ve Ölümü Diğer taraftan Berkyaruk Bağdat’ta sultan ilan edildiği sırada Tutuş da, kendisine ihanet eden Aksungur ve Bozan’ın, Halep ve Urfa’da hutbeyi Berkyaruk adına okuttuklarını öğrenmişti. İntikam için sabırsızlanan Tutuş, kışı geçirdiği Dımaşk’tan Mart 1094’te ayrılarak topladığı kuvvetlerle Aksungur’un yönetimindeki Halep ve civarını yağmalamaya girişti. Bunun üzerine uyarılarında haklı çıkan Aksungur, henüz Bağdat’tan ayrılmamış olan Berkyaruk’tan acil yardım istedi. O da kendisine bağlı emirlerden, Musul valisi Kürboğa ile Urfa hâkimi Bozan’ı yardıma gönderdi. Aynı maksatla Yusuf b. Abak’ı da iki bin beş yüz kişilik süvari birliği ile Halep’e yönlendirildi. Mayıs 1094’te Tutuş üzerine yürüyen Aksungur, Halep yakınlarınel-Cezire: Arapçada “Ada” manasına gelir. Greklerin “Mezopotamya” adını verdikleri Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki toprakları Arap coğrafyacılar iki kısma ayırmışlardır. Buna göre güneyde kalan Aşağı Mezopotamya topraklarına “Sevad” veya “Irak”, kuzeyde kalan Yukarı Mezopotamya topraklarına ise “el-Cezire” adını vermişlerdir. 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 83 da cereyan eden muharebede önce, Yusuf ’un aman dileyerek Tutuş tarafına geçmesi, ardından da Bozan ve Kürboğa’nın muharebeye tam olarak katılamamaları üzerine mağlup olduğu gibi esir edilerek öldürüldü. Bozguna uğrayan birliklerle Halep’e çekilen Bozan ile Kürboğa burada direnmeye çalışmışlarsa da çok geçmeden Tutuş, şehre girmeyi başarmış ve her ikisini de esir almıştı. Bazı emirlerin ricasıyla Kürboğa’nın canını bağışlayan Tutuş, kendisine ihanet eden Bozan yanında olduğu halde, valisi olduğu Harran ve Urfa’ya gelerek müdafilerden teslim olmalarını istedi. Ret cevabı alınca da Bozan’ı öldürterek başını Urfa ve Harran’a yolladı. Bu şiddet gösterisi, sadece bu iki önemli şehrin değil Azerbaycan’a kadar bütün el-Cezire’nin Tutuş’a itaatini sağladı. Böylece Tutuş, bir taraftan kendisine yapılan ihaneti cezalandırmak suretiyle Aksungur ve Bozan gibi güçlü muhaliflerini ortadan kaldırmış, diğer taraftan da Selçuklu ülkesinin batısına yeniden hâkim olmuş oluyordu. Ayrıca artık kendisine tahtı sağlayacak olan tedbirleri tatbik etmek; İsfahan civarına hâkim olan ve elinde zengin maddi kaynaklar bulunan Terken Hatun ile mukadderatını birleştirmek zamanı da gelmiş bulunuyordu. Nitekim daha önce ifade edildiği gibi Terken Hatun, oğlu Mahmud’u tahta çıkarmak için son çare olarak Tutuş’a müracaat etmiş, ülkeyi birlikte yönetmek üzere evlenme vaadiyle İsfahan’a çağırmıştı. Bu maksatla, İsfahan’a ulaşmak isteyen Tutuş, Diyarbekir’den hareketle Ahlat ve Azerbaycan üzerinden Hemedan’a geldi. Burada Terken Hatun’la birleşerek Berkyaruk’a karşı ortak bir mücadele başlatacaklardı. Ancak aynı maksatla İsfahan’dan Hemedan’a doğru yola çıkan Terken Hatun yolda hastalanarak geri dönmek zorunda kaldı ve kısa bir süre sonra da öldü (Eylül-Ekim 1094). Terken Hatun’un ölümden sonra ona bağlı emirlerden bir kısmı Berkyaruk tarafına geçerken büyük bir kısmı da Tutuş’a katılmıştı. Kaynakların ifadesine göre bu katılımlarla Tutuş’un ordusunun sayısı elli bini bulmuştu. Bu yeni durum karşısında endişeye kapılan ve o sırada Musul’da bulunduğu anlaşılan Berkyaruk, gelişmeleri kontrol altına alabilmek için derhal İsfahan’a hareket etti. Ancak yolda Tutuş’un komutanlarından Abakoğlu Yakup’un baskınına uğradı. Beklemediği bu baskın karşısında ordugâhı yağmalanan ve mağlup olan Berkyaruk, yanında Emir Porsuk, Gümüştekin Candar ve Yaruktaş gibi birkaç önemli adamı olduğu halde, kardeşi Mahmud’un hâkimiyetindeki başkent İsfahan’a sığınmak zorunda kaldı. Öte yandan Berkyaruk’un mağlubiyet haberi Bağdat’a ulaşınca yeni Abbasi halifesi Müstazhir Billah hutbeyi Tutuş adına okutmaya başladı (Ekim-Kasım 1094). Terken Hatun’un ölüm haberini alan adamları, Berkyaruk’u önce şehre sokmak istememişlerse de daha sonra yakalayıp hapsettiler. Hatta bir ara saltanat davasından tamamıyla bertaraf etmek için gözlerine mil çekilmesi bile düşünüldüyse de Mahmud’un Berkyaruk’un gelişinin ikinci gününde çiçek hastalığına yakalanması ve durumunun ciddileşmesi üzerine emirler, beklemenin daha uygun olacağı kararına vardılar. Nitekim 1094 yılı Ekim ayı sonlarında Mahmud öldü. Talihi bir anda değişen Berkyaruk, gözlerine mil çekmeyi düşünen emirlerce tahta oturtularak sultan ilan edildi (Kasım 1094). Bu sırada Hemedan önlerine gelen Tutuş, şehrin direnmesi üzerine geri döndü. Berkyaruk’un da hastalandığı haberini alınca, Rey’e hareket ederek burayı ele geçirdi ve İsfahan üzerine yürümek için hazırlıklara başladı. Bütün bunlar olurken emirler henüz kimin safında yer alacaklarına karar vermiş değillerdi. Zira Berkyaruk da kardeşi gibi ölümcül çiçek hastalığına yakalanmıştı. Ancak Tutuş’un tavizsiz ve sert tabiatı onları Berkyaruk’un yanında yer almaya itiyordu. Buna bir de halk ve ordu nezdinde hâlâ saygın bir hatırası olan Nizamülmülk’ün, büyük nüfuz sahibi 84 Büyük Selçuklu Tarihi oğullarından Müeyyedülmülk’ün Berkyaruk’a vezir olması eklenince durum onun lehine dönmeye başladı. Nitekim iyileşmesinden hemen sonra Irak ve Horasan’dan gelen kuvvetlerle ordusunun mevcudunu otuz bine çıkaran Berkyaruk, vakit kaybetmeden amcası Tutuş’un üzerine Rey’e hareket etti. Tutuş ise yeni ele geçirdiği Rey halkına güvenmediğinden Berkyaruk’u şehre altmış kilometre mesafedeki Daşilu (Taşlı) köyü yakınlarında karşıladı. İki taraf 26 Şubat 1095’te şiddetli bir savaşa tutuştular. Berkyaruk babası Melikşah’ın sancağını çıkarmıştı. Bunu gören askerlerin bir kısmının Berkyaruk’un tarafına geçmesi ve daha önceden anlaştıkları gibi, emir Yağısıyan’ın pusudan çıkmaması Tutuş’un ordusunun bozulmasına sebep oldu. Tutuş yanındakilerle birlikte bir süre daha kahramanca savaştıysa da, atından düşürülerek öldürüldü. Tutuş’un yanında bulunan oğlu Dukak, yüz kadar atlı ile kaçmayı başardıysa da ordusunun büyük bir kısmı ölü veya esir olarak yok oldu. Tutuş, babası Alparslan’ın Merv’deki türbesine gömüldü. Berkyaruk böylece pek çok badireden sonra, saltanat mücadelesindeki en güçlü rakibi olan amcası Tutuş’u bertaraf etmek suretiyle Suriye ve el-Cezire üzerinde de hâkimiyetini tesis etmiş oluyordu. Ancak daha sonraki gelişmelere bakılırsa bu durum Berkyaruk’un iktidarı için tehlikenin bittiği anlamına da gelmeyecekti. Suriye Selçukluları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1989. Çocuk yaşta tahta çıkan Berkyaruk’un yaş, tecrübe ve konum bakımından kendinden çok daha üstün olan amcası Tutuş’u saltanat mücadelesinde saf dışı bırakmasını nasıl açıklarsınız? Arslan Argun’un İsyanı Melikşah’ın diğer kardeşi Arslan Argun, babası zamanında Harizm bölgesi valiliğini yürütüyordu. Kardeşi Melikşah’ın saltanatının ilk yıllarına kadar da bu bölgede kalmış; daha sonra kendisine Hemedan ve Save bölgesinde yedi bin dinarlık ikta toprağı verilmişti. Melikşah öldüğünde o da yanında Bağdat’ta bulunuyordu. Sultanın ölümü ile ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanmak isteyen Arslan Argun, hemen Hemedan’a hareket etti. Buradan bir grup askerin kendisine katılımıyla Nişabur üzerine yürüdüyse de direnişle karşılaşınca Merv’e çekilmek zorunda kaldı. Merv şahnesi Emir Kodan ve Emir Yaruktaş şehri ona teslim ettikleri gibi adamlarıyla emrine girdiler. Burada bir süre kalan Arslan Argun daha sonra Belh’e hareket etti. Bu sırada Belh’de bulunan Berkyaruk taraftarı Fahrülmülk b. Nizamülmülk, onunla mücadele edemeyeceğini anlayınca şehri terk etti. Böylece Belh ve Tirmiz gibi şehirleri ele geçirip, Horasan’ın tamamına hâkim olan Arslan Argun, Berkyaruk’a mektup göndererek, vaktiyle dedesi Çağrı Bey’in iktaı olan Horasan’ın aynı şekilde kendisine verilmesini istedi. Teklifinin kabul edilmesi halinde sultanlığını tanıyacağını ve yüksek miktarlarda para gönderip saltanat için mücadeleye girmeyeceğini bildirdi. Berkyaruk, ise bu sırada güçlü rakiplerinden amcası Tutuş ve kardeşi Mahmud ile uğraştığından onunla ilgilenemediği gibi mektubuna da cevap verememişti. Aslında Arslan Argun’un mektubundan da anlaşılacağı üzere, onun amacının Selçuklu tahtına oturmak değil iktalarını artırmak olduğu açıkça görülmekteydi. Bunun yanında Berkyaruk, rakiplerini bertaraf ettikten sonra Arslan Argun’un üzerine diğer amcası Böribars’ı göndererek onu cezalandırmak istedi. Emir Altuntaş’ın da bulunduğu ordusuyla Horasan’a giren Böribars, burada yapılan ilk savaşta kardeşi 2 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 85 Arslan Argun’u bozguna uğratarak Horasan’ın büyük bir kısmına hâkim oldu. Ancak mağlubiyet sonrası Belh’e çekilmek zorunda kalan Arslan Argun, 1095 yılı sonlarında Böribars’la yaptığı ikinci savaşı kazandı. Esir düşen Böribars bir sene Tirmiz’de hapsedildikten sonra yayının kirişi ile boğdurularak öldürüldü. Arslan Argun bununla da yetinmeyerek Horasan bölgesinin önemli kalelerini tahrip ettirdi. Bunun üzerine Sultan Berkyaruk, amcasına karşı bu defa büyük bir orduyla kardeşi Sancar’ı gönderdi ve kendisi de arkalarından hareket etti. Fakat yolda, Arslan Argun’un bir kölesi tarafından öldürüldüğü haberini aldılar. Öte yandan Sancar, kendini bekleyen bir kısım emirle birlikte Nişabur önüne gelip şehri sulh yolu ile teslim aldı (20 Nisan 1097). Nişabur’dan sonra Horasan’ın birçok şehri de ona itaat etti. Bu başarısı üzerine Sultan Berkyaruk kardeşi Sancar’ı, merkezi Merv olmak üzere Horasan melikliğine atadı. Böylelikle Tutuş’tan sonra diğer amcası Arslan Argun tehlikesini de bertaraf eden Berkyaruk, birçok yere yeni atamalar yaparak, yıllardır saltanat mücadelesiyle sarsılan devlet otoritesini yeniden eski düzenine sokmaya çalıştı. Ancak bu nisbî istikrar fazla sürmedi. Zira Sultan Berkyaruk bundan sonra da, iktidarını korumak için kardeşi Muhammed Tapar’la uzun bir mücadeleye girmek zorunda kalacaktı. Haçlılar ve Berkiyaruk Dönemi Haçlılarla Savaş Berkyaruk’un saltanatını korumak için kardeş ve amcalarıyla kıyasıya mücadele ettiği; mücadelenin birinin bitip diğerinin başladığı bir ortamda, bu defa da Suriye ve Filistin bölgesi için doğrudan hedef alan Haçlı Seferleri başladı. XI. yüzyıl sonlarına doğru Batı Avrupa’da, özellikle kilisenin yönlendirmesiyle, güya Doğuda Müslümanların zulmü altında bulunan dindaşlarının ve Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu Kudüs’ün Müslümanların elinden kurtarılmasının Batı Hıristiyan dünyası için yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev olduğu fikri uyanmıştı. Haçlı Seferleri adı verilen bu büyük hareketin başlıca propoganda malzemesi din idi. Gerçekten de İslamiyet’in, Hıristiyanlık aleyhine evrensel bir din haline gelmesi ve dolayısıyla maddi sınırlarının doğu ve batı yönünde genişlemesi; böylece Hıristiyan dünyasının adetâ bir hilal içerisinde kuşatılması önemli bir sebep idi. Ancak Malazgirt savaşından sonra Selçukluların Bizans egemenliğinde bulunan Anadolu’da bir devlet kurmaları ve ayrıca İzmir’de bir beylik kurarak kuvvetli bir donanma meydana getiren Çaka Bey’in, Rumeli yönünde Bizans’ı ciddi şekilde tehdit eden Peçeneklerle işbirliğine girişmesi ve nihayet Batı Avrupa’da yaşanan büyük ekonomik kriz gibi nedenlerin de, bu hareketin hazırlanmasında büyük payı olduğu kabul edilmektedir. Kısaca bu seferlere katılan tüm hiristiyanlar için mutlaka maddî ya da manevî bir hedef veya çıkar söz konusu idi. Bizans İmparatorları, Türk ilerleyişi karşısında ilki Malazgirt’ten sonra olmak üzere, 1095 yılına kadar üç defa Papalıktan yardım isteğinde bulunmuşlardı. Bu talebi fırsata dönüştürmek isteyen Papa II. Urbanus, Kasım 1095 tarihinde toplanan Clermont Konsilinde Haçlı Seferi çağrısında bulundu. Hedef olarak da Kutsal Toprakları ve Anadolu’yu gösterdi. İki yüzyıl kadar sürecek olan Haçlı Seferleri tarihi böylece başlamış oldu. 1096’da Fransa’dan ve Norman Kuzey İtalya’dan gelen örgütlenmiş şövalye orduları İstanbul’da buluştular. İslâm dünyası, siyasî temsilcileri olan Selçukluların içerisinde bulunduğu karışıklıklar yüzünden yaklaşmakta olan tehlikeyi ve mahiyetini çok iyi algılayamadı. Dolayısıyla bu büyük tehlike karşısında tedbir de alınamadı. Türkiye Selçuklularının başkenti İznik ve Çukurova’yı zapt eden Haçlılar, 1098 baharında Büyük Selçuklu sınırlarına dayanmış bulunuyorlardı. 86 Büyük Selçuklu Tarihi Tutuş yeğeni Berkyaruk’la girdiği taht mücadelesini kaybedip Rey savaşında ölünce, Suriye Selçuklu toprakları iki oğlu arasında bölünmüştü. Haleb’e hâkim olan Rıdvan ile Dımaşk’ı ele geçiren Dukak birbiriyle mücadeleye girişmişlerdi. Gerçi her iki kardeş de Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk’u metbû olarak tanıyorlardı. Öte yandan Haçlıların ilk hedefini teşkil eden Hıristiyanlığın kutsal şehirlerinden Antakya, hâlâ Melikşah’ın vali olarak tayin ettiği Yağısıyan’ın idaresinde bulunuyordu. Haçlı orduları daha Anadolu’da iken Suriye ve Irak’ın Müslüman halkı büyük korku ve telaşa düşmüşlerdi. Fakat görünüşe göre mahalli emir ve valiler, istilacılara pek aldırış etmiyorlardı. Esasen bu durumun başlıca sebebi, devrin kaynaklarından anlaşıldığı üzere, Haçlıların kimliklerine ve maksatlarına dair herhangi bir fikirleri yoktu. Melik Rıdvan bu sırada Yağısıyan ve Sökmen’le birlikte kardeşi Dukak’ın üzerine yürümekte idi. Şeyzer’de iken Haçlılar’ın Antakya’ya yürümekte olduğunu öğrenince derhâl Haleb’e döndü. Görünüşe göre tehlikeyi ilk fark eden yine Yağısıyan olmuştu. Zira Antakya’ya dönen bu tecrübeli emir uzak yakın bütün emir ve melikliklere, bu arada Musul valisi Kürboğa’ya, melik Dukak’a, Sultan Berkyaruk’a yardım etmeleri için başvurdu. Daha sonra Haleb meliki Rıdvan’dan da yardım istedi. Önce Dukak ile müttefikleri, sonra Rıdvan ve Sökmen, Haçlılara karşı girdikleri savaşta yenildiler (Aralık 1098). Bu yenilgi Haçlı meselesinin Suriye Selçuklu meliklerinin güçlerinin üstünde olduğu gösterdi. Bunun üzerine Yağısıyan bütün ümidini doğuya, bilhassa Büyük Selçuklu hükümdarı Berkyaruk’a bağlamıştı. Ancak taht mücadeleleri ile uğraşmakta olan Berkyaruk, kendisi doğrudan sefere çıkacak durumda değildi. Sultan, Haçlılarla mücadele ve onları İslam topraklarından sürüp çıkarma görevini, el-Cezire bölgesi emirlerini de emrine vermek suretiyle Musul Atabeyi Kürboğa’ya havale etti. Buradan da anlaşılacağı üzere bu andan itibaren Haçlı meselesi vasal Suriye Selçukluların meselesi olmaktan çıkarak, Büyük Selçuklu Devletinin meselesi haline gelmişti. Kürboğa’nın büyük bir kuvvetle harekete geçmesi Antakya’ı kuşatmakta olan Haçlıları çok korkuttu. Ancak bu Selçuklu başkumandanının, Mart 1098 Urfa’da kurulmuş olan ilk Haçlı kontluğunu ortadan kaldırmak için boşuna vakit kaybetmesi Antakya’yı muhasara eden Haçlılar için büyük fırsat oldu. Nitekim çok zor günler geçirmelerine ve büyük sıkıntılar çekmelerine rağmen; Firuz adlı bir Ermeni dönmesinin ihaneti ile şehre girmeye muvaffak oldular. Kürboğa ise ancak Antakya’nın düşmesinden iki gün sonra şehir önlerine gelebilmişti (3 Haziran 1098). Kürboğa emrindeki Selçuklu ordusu, Haçlılar’ın eline geçen Antakya’yı dört bir taraftan kuşatma altına aldı. Antakya Haçlıların eline geçince Selçuklu kuvvetlerine katılmak için şehirden çıkan Yağısıyan yolda öldürüldü. Ancak direnmeye devam eden Antakya’nın iç kalesinin savunmasını oğlu Şemsüddevle sürdürüyordu. Kürboğa, Şemsüddevle ona bağlılığını arz etmesine rağmen, iç kalenin komutasını ondan alarak komutanlarından Ahmed b. Mervan’a verdi. Kürboğa’nın dışarıdan, Ahmed b. Mervan’ın içeriden hücumları Haçlılara büyük kayıplar verdiriyordu. İki ateş arasında kalan ve had safhada yiyecek sıkıntısı çekmekte olan Haçlılar, Kürboğa’ya haber göndererek yanlarına erzaklarını almaları koşuluyla şehri terk etmeyi teklif ettilerse de, Kürboğa bunu kabul etmedi. Selçuklu komuta kademesinde yaşanan çekişmeler; ve gerçek haçın bulunduğu gibi maneviyatı artıran haberler üzerine Haçlılar, Selçuklu ordusu ile savaşmak için şehir dışında mevzi aldılar (28 Haziran 1098). Kürboğa, bu savaşta büyük bir yenilgi aldı. Karargâhını ve ordunun ağırlıklarını bırakıp çekilen Kürboğa Halep’e güçlükle ulaşabildi. Anadolu’dan geçen Haçlılar Mart 1098’de Urfa’yı; Haziran 1098’de Antakya’yı ele geçirdiler. 1099’da Kudüs düştü. On yıl sonra Tarblusşam’ın da ele geçirilmesiyle, hepsi de Kudüs Krallığına bağlı olan Urfa Kontluğu, Antakya Prinkepsliği yanında Trablusşam Kontluğu ortaya çıkmış oldu. Kudüs kuşatıldığı sırada Sultan Berkyaruk ve Muhammed Tapar kıyasıya taht kavgası yapıyor, Suriye ve el-Cezire bölgesindeki melik ve emirler, birbirlerinin aleyhine çalışıyorlardı. 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 87 Haçlılar ise bu bölgede peş peşe birçok kaleyi ele geçirdiler. Nihayetinde Kudüs önlerine gelen Haçlı orduları Fatımîlerin idaresinde bulunan şehri 15 Temmuz 1099 yılında ele geçirdiler. Dönemin kaynakları Haçlıların şehirdeki Müslüman,Yahudî, ve hattâ doğulu Hıristiyanlara karşı büyük vahşet sergilediklerini belirtirler. Haçlıların kısa bir süre içerisinde önce Urfa ardından Antakya ve Kudüs’ü ele geçirmelerini nasıl açıklarsınız? Muhammed Tapar ile Saltanat Mücadelesi Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah vefat ettiği sırada hayatta kalan oğullarının büyüğü Berkyaruk, ikincisi ise Muhammed Tapar idi. 21 Ocak 1082’de Seferiyye Hatun adlı bir cariyeden dünyaya gelen Muhammed Tapar, Melikşah öldüğünde Bağdat’ta yanında bulunmaktaydı. Daha sonra Terken Hatun ve kardeşi Mahmud ile birlikte Isfahan’a gitmiş; Berkyaruk’un burada Terken Hatun ve kardeşi Mahmud’u muhasara ettiği sırada gizlice ağabeyinin tarafına geçmişti. Berkyaruk 1094 yılında adına hutbe okutmak üzere Bağdat’a giderken kardeşi Muhammed Tapar’ı da yanında götürmüş ve burada Gence ile çevresini ona ikta etmişti. Ayrıca kardeşi Tapar’ı “melik” unvanı ile Gence’ye gönderirken Türk töresine uygun olarak itimat ettiği adamlarından Emir Kutluğtekin’i de ona atabey tayin etmişti. Resim 5.1 Kaynak: P.M.Holt, Haçlı Devletleri ve Komşuları (trc. Tanju Akad), İstanbul 2007. 3 88 Büyük Selçuklu Tarihi Muhammed Tapar, melik bulunduğu Gence’de muhtemelen çevresindekilerin; özellikle de Berkyaruk’un azlettiği veziri Nizamülmülk’ün oğlu Müeyyedülmülk’ün tahrikleriyle isyan etti. Sultan Berkyaruk bu sırada Suriye ve Filistin bölgesine yerleşmekte olan Haçlılarla mücadeleye hazırlanmakta idi. İşe kendisine engel olacağını düşündüğü atabeyi Kutluğtekin’i öldürmek ve Arran eyaletinde Berkyaruk adına okunan hutbeyi kesip kendi adına okutmakla başladı. Sefîdrûd ve Hemedan Savaşları Durumu öğrenen ve müdahale etmek isteyen Sultan Berkyaruk Zencan şehrine doğru yola çıktı. Bu sırada bazı emirler Sultan Berkyaruk’a haber gönderip müstevfî Mecdülmülk el-Balâsânî’yi kendilerine teslim etmesini istediler. Sultan bu isteği kabul etmedi; emirleri ikna edemeyince 200 kişiyle ordugâhtan ayrılmak zorunda kaldı. Mecdülmülk yüzünden Sultan Berkyaruk’a muhalefet eden emirler Muhammed Tapar’a katıldılar. Muhammed Tapar’ın Rey üzerine geldiği haberini alan Berkyaruk kardeşiyle savaşmayı göze alamayarak önce İsfahan’a, halkın şehrin kapılarını açmaması üzerine de Hûzistan’a gitmek zorunda kaldı. Muhammed Tapar 20 Eylül 1099’da Rey’e ulaştı. Bağdat şahnesi Gevherâyin, Musul emiri Kürboğa ve el-Cezire emiri Çökürmüş gibi emirlerin kendisine katılmasıyla daha da güçlendi. Gevherâyin’i Bağdat’a gönderip Halifeden kendi adına hutbe okutmasını istedi. Bu isteğe uyan Halife Müstazhir, “Gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn” lakabını verdiği Muhammed Tapar’ın sultanlığını tasdik ederek onun adına hutbe okuttu. Bunun üzerine Berkyaruk, adına yeniden hutbe okutmak için harekete geçerek Huzistan’dan Vasıt’a geldi. Burada Hille emiri Seyfüddevle Sadaka da ona katıldı. Irak’taki Arap aşiretleri üzerinde etkili bir konumu olan bu emirin katılımı Berkyaruk’un aleyhine bozulmuş olan dengeyi büyük oranda düzeltti. Nitekim kaynakların ifadesine göre; Bağdat’a hareket eden Sultan Berkyaruk halkın coşkun sevgi gösterileri arasında 2 Ocak 1100 günü şehre girmiş ve hutbeyi tekrar kendi adına okutmayı başarmıştı. Daha sonra Berkyaruk, Gümüştekin Kaysarî’yi Bağdat’a şahne tayin etti. O sırada Bağdat’ta bu görevi Muhammed Tapar taraftarı İlgazi b. Artuk yürütmekteydi Bunun üzerine Muhammed Tapar’ın yanında olan Kürboğa gibi bazı emirler tekrar Berkyaruk’un safına geçtiler. Kışı Bağdat’ta geçiren Sultan Berkyaruk çok sayıda Türkmen’in kendisine katılımından sonra Muhammed Tapar üzerine yürüdü. 15 Mayıs 1100’de Hemedan yakınlarındaki Sefîdrûd’da meydana gelen savaşta Berkyaruk başta üstünlük kurup karşı tarafın karargâhına kadar sokulduysa da; savaşın sonuna doğru bozulan birliklerini toparlayamayarak otuz kadar kişiyle savaş meydanını terk edip Rey’e çekilmek zorunda kaldı. Vezir Müeyyedülmülk, Berkyaruk’un esir düşen veziri Ebûlmehâsin’i Bağdat’a gönderip Halife’den hutbenin tekrar Muhammed Tapar adına okunmasını istedi. Halife de bu isteğe uyarak 25 Mayıs 1100 Cuma günü hutbeyi Muhammed Tapar adına okuttu. Öte yandan Sultan Berkyaruk, savaşın ardından emîr-i dâd Habeşî b. Altuntak ve diğer emirlerden yardım sağlamak için çıktığı yolculukta Muhammed Tapar’ın öz kardeşi Horasan Meliki Sencer’e yenilince Cürcân ve Damgan’a (Dâmegân) giderek yeni kuvvetler toplamaya çalıştı. Bunun üzerine Muhammed Tapar, daha fazla kuvvetlenmesine fırsat vermeden Berkyaruk ile savaşmak üzere Hemedan’a yürüdü. 5 Nisan 1101’de Hemedan’da yapılan savaş bu sefer Muhammed Tapar’ın yenilgisi ve esir düşen veziri Müeyyidülmülk’ün idamıyla sonuçlandı. Muhammed Tapar bundan sonra Melik Sancar’ın yanına gitti. Cürcân’dan Damgan’a gelen iki kardeş buradan Rey’e hareket ettiler; Berkyaruk da Rey’e doğru yola çıktı. Zaferin ardından Berkyaruk’a katılanların sayısı bir ara yüz bine ulaşmıştı. Ancak daha Arran: Kür ve Aras nehirleri arasında, bugünkü Gence ve Karabağ vilayetlerinden oluşan bölgedir. 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 89 sonra bazı emirler, maddî sıkıntı çeken Berkyaruk’un iaşelerini temin edememesi üzerine ayrılmaya başladılar. Tapar ile Sancar yeniden toparlanmasına imkân vermeden Berkyaruk üzerine yürüdüler. Ümitsizliğe kapılan Berkyaruk 5000 kişilik bir kuvvetle 13 Eylül 1101’de Bağdat’a girdi. Muhammed Tapar ve Sancar Berkyaruk’u takip ederek on gün sonra Bağdat’a ulaştılar. Rûzrâver, Rey ve Hoy Savaşları Sancar’ın Horasan’a dönmesinin ardından Bağdat’tan ayrılan Muhammed Tapar ile onu takip eden Berkyaruk bu kez Nihavend yakınlarındaki Rûzrâver’de karşı karşıya geldiler (27 Aralık 1101). Bazı küçük çarpışmalardan sonra taraflar arasında antlaşma sağlandı. Ülke topraklarının resmen ikiye bölündüğü bu antlaşmaya göre Berkyaruk sultan; Tapar Gence meliki olarak, kendisine bırakılan bölgelerde üç nevbet çaldıracak ve Sultan Berkyaruk’a yılda 1.300.000 dinar vergi ödeyecekti. Ancak bu antlaşma uzun sürmedi. Muhammed Tapar bir süre sonra kendisini barışa ikna eden emirlerden Besmel’i öldürttü, Emir Ay Tegin’in gözlerine mil çektirdi. Ardından Rey’e gidip beş nevbet çaldırarak sultanlığını ilân etti. Bunun üzerine sefere çıkan Berkyaruk, Rey yakınlarında cereyan eden savaşta Muhammed Tapar’ı mağlûp etti. Tapar az sayıda taraftarıyla İsfahan’a kaçtı. Ancak Berkyaruk tarafından kuşatılınca erzak sıkıntısı çekmeye başladı ve bin kadar süvari ile İsfahan’dan gizlice ayrıldı. Kardeşinin Sâve istikametinde gittiğini öğrenen Berkyaruk’a bağlı kuvvetler onu takibe koyuldular. Nihayet Hoy’da yapılan özellikle Berkyaruk’un maiyetindeki Emir Ayaz’ın büyük rol oynağı savaşta tekrar bozguna uğrayan Muhammed Tapar, Sökmen el-Kutbî’nin ikta yeri bölgesi Ahlata’a doğru kaçarken, Berkyaruk da Zencan’a gitti. Yıllardan beri devam eden iç savaşların devleti yıprattığını gören Berkyaruk ve Muhammed Tapar, ileri gelen âlimlerin de teşvikiyle barış yapmaya karar verdiler. Ocak 1104’de varılan antlaşmaya göre Sultan Berkyaruk, Muhammed Tapar’ın beş nevbet çaldırmasına müdahale etmeyecek, Muhammed Tapar’ın payına düşen şehirlerde Berkyaruk adına hutbe okunmayacak, aralarındaki yazışma vezirler vasıtasıyla yapılacak, askerler diledikleri tarafa geçebileceklerdi. Cibal, Fars, İsfahan, Rey, Hemedan, Hûzistan ve Bağdat Berkyaruk’un; Azerbaycan, Diyarbekir, elCezîre. Musul, Suriye ve Hille emiri Seyfüddevle Sadaka’nın idaresindeki topraklar Tapar’ın hâkimiyetine bırakılacaktı. Ayrıca Berkyaruk’tan sonra Tapar sultan olacak, Horasan meliki Sancar’ın durumunda herhangi bir değişiklik yapılmayacak; Sancar, Muhammed Tapar’ı metbû tanımaya devam edecekti. Bu antlaşma sayesinde Sultan Melikşah’ın ölümüyle başlayan taht kavgaları sona ermiş oluyordu. Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında cereyan eden uzun taht mücadelelerinin, Büyük Selçuklu Devletinin bundan sonraki dönemini etkileyen pek çok olumsuz sonucu olmuştur. Bunların bilinmesi, Melikşah’ın ölümüyle başlayan Büyük Selçuklu İmparatorluğunu parçalanma ve çöküşe götüren süreci kavramak acısından önemlidir: 1. İki kardeşin saltanat mücadelesi, devlet otoritesinin zayıflamasına ve emirlerin iktidar boşluğundan yararlanıp kendi hareket alanlarını genişletmelerine imkân vermiştir. Emirler süre gelen savaş hâlini, sık sık taraf değiştirerek isteklerinin gerçekleşmesi için pazarlık konusu yapmışlardır. 2. Berkyaruk ve Muhammed Tapar hâkimiyetleri altına aldıkları bölgelerde iktidar olmalarına rağmen muktedir olamadıklarından vergiler düzenli bir şekilde toplanamamış, devletin mali yapısı bozulmuştur. 90 Büyük Selçuklu Tarihi 3. Yapılan savaşlarda birçok değerli devlet adamı ve komutan öldürülmüş, bunun neticesinde devlet yönetimi ehil olmayan kişilerin eline geçmiş; bu da zamanla devletin zaafa düşmesine sebep olmuştur. 4. Bu dönemde İslam dünyasının en büyük devleti konumundaki Selçukluların iç mücadelelerle uğraşması Haçlılara karşı yapılan cihada destek verememesine; dolayısıyla Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmelerine zemin hazırlamıştır. Berkyaruk’un Ölümü ve Şahsiyeti Babası Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra Terken Hatun’la, amcaları, kardeşleri ve ihtiraslı emirlerle sürekli mücadele eden, pek çok zorluklara katlanan Sultan Berkyaruk bütün engellere rağmen; 12 yıl Büyük Selçuklu Devleti’ne hükümdarlık yaptı. Hatta bir keresinde amcası Tutuş’a mağlup olup İsfahan’a sığındığı zaman kardeşi Mahmud’un adamlarınca yakalanıp gözlerine mil çekilmesinden şans eseri kurtularak son anda sultan ilan edilmişti. Berkyaruk son olarak kardeşi Muhammed Tapar’la uzun bir saltanat mücadelesinden sonra anlaşmış ve onun tarafından “Büyük Sultan” olarak tanınmıştı. Her ne kadar taht mücadelelerinden fırsat bulup Haçlıların Suriye ve Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olamamışsa da o, çıkarcı ve entrikacı bir siyaset takip eden emirleri tamamen bastırarak idaresi altına almayı başarmıştı. İşlerinin düzene girdiği bir sırada vereme yakalanan Berkyaruk, bir sedye içinde Bağdat istikametinde yola çıkarıldı. Terken Hatun’u yendiği Berûcird’e geldiğinde durumu iyice ağırlaştı. Hayatından umut kesilince emirlerini yanına çağırarak beş yaşındaki oğlu Melikşah’ı veliaht, Emir Ayaz’ı da ona atabey tayin etti. Emirlerinden Melikşah’a itaat etmeleri ve onu düşmanlarına karşı korumalarını istedi. Sultan’ın talebini kabul eden emirler Melikşah’ı desteklemek hususunda canlarını ve mallarını esirgemeyeceklerine dair yemin ettiler. Bunun üzerine oğlu Melikşah’ı ve emirlerini Bağdat’a gönderdi. Kendisi de İsfahan’a dönmek üzere burada kaldı. Fakat kafile Berûcird’den henüz uzaklaşmıştı ki, Berkyaruk, 22 Aralık 1104 tarihinde yirmi beş yaşında vefat etti. Devrin kaynakları onu, yumuşak huylu, asil, cömert, sabırlı, iyi ahlaklı ve güçlü bir hükümdar olarak anarlar. O ayrıca cezalandırmakta aşırıya gitmeyen merhametli bir sultandı. Sizce Berkyaruk döneminin “ Fetret Devri” olarak adlandırılmasının sebebi nedir. SULTAN MUHAMMED TAPAR DEVRİ (1105-1118) Muhammed Tapar’ın Tahta Çıkması Atabey Emir Ayaz yolda Sultan Berkyaruk’un vefat haberini alınca veliaht şehzade Melikşah için otağ, çetr gibi bir hükümdar için gerekli olan her şeyi hazırlattı. Bu sırada yanlarında Sultan Berkyaruk’u Bağdat’a gitmeye teşvik etme düşüncesiyle İsfahan’a gelmiş bulunan Bağdat şahnesi Emir İlgazi b. Artuk’da vardı ve yolculukta Melikşah’a refakat ediyordu. 6 Ocak 1105 yılında Bağdat’a giren heyeti Halife Mustazhir’in veziri karşıladı. İlgazi ve Emir Toğayürek derhal divanı toplayıp II. Melikşah adına hutbe okunmasını istediler. Bunun üzerine 12 Ocak 1105 Perşembe günü divanda ertesi gün de camilerde hutbe Büyük Selçuklu Sultanı olarak Melikşah b.Berkyaruk adına okundu ve ona dedesi Sultan Melikşah’ın “Celalüddevle” lakabı verildi. 4 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 91 Bu sırada Muhammed Tapar ise, Berkyaruk’la yaptığı anlaşma gereği kendisine bırakılan Musul’u kuşatmakla meşguldü. Zira şehrin hâkimi Çökürmüş, Muhammed Tapar’ın bütün ısrarına; hatta şehri teslim ettiği ve kendisi adına hutbe okuttuğu takdirde burayı yine ona vereceğini söylemesine rağmen Berkyaruk’tan böyle bir emir almadığı gerekçesi ile Musul’u Tapar’a teslim etmiyordu. Kuşatmanın ve aynı oranda direnişin bütün şiddetiyle sürdüğü bir sırada (28 Ocak 1105) Sultan Berkyaruk’un ölüm haberini alan Emir Çökürmüş nihayet yapılan karşılıklı müzakereler neticesinde itaatini bildirerek Musul’u Muhammed Tapar’a teslim etti. Şehri teslim alan Muhammed Tapar, yanında Sökmen el-Kutbî ve öteki emirler olduğu halde vakit kaybetmeden Bağdat’a hareket etti. Bu arada Hille Arap Emiri Seyfüddevle Sadaka da Muhammed Tapar’ın bir an önce Bağdat’a gelmesini bekliyordu. Muhammed Tapar 10 Şubat 1105 tarihinde Bağdat’a ulaştı ve şehrin batısında konaklayarak burada adına hutbe okuttu. Doğu tarafında ise hutbe Melikşah b. Berkyaruk adına okunuyordu. Öte yandan Melikşah’ın atabeyi Ayaz başta kendisine karşı harekete geçmeye niyetlendiyse de askerlerinin Muhammed Tapar’ın safına geçeceğini düşünüp anlaşma yoluna gitmeyi daha uygun buldu. Bunun için de Muhammed Tapar’dan Melikşah b. Berkyaruk ve emirler için teminat istedi. Kaynakların ifadesine göre Muahmmed Tapar da: “Melikşah benim evladım gibidir. Onun için babası (Bekyaruk) ile benim aramda hiçbir fark yoktur” demek suretiyle istenilen teminatı verdi. Bunun üzerine atabey Ayaz ve Seyfüddevle Sadaka itaatlerini bildirmek için huzura gelerek af dilediler. Böylece Muhammed Tapar, Büyük Selçuklu Devleti’nin tartışılmaz yegâne sultanı oldu (13 Şubat 1105). Sultan Berkyaruk’un hükümdarlık dönemini kapsayan ve Büyük Selçuklu Devletinin çöküşünün habercisi gibi görünen taht mücadeleleriyle dolu “Fetret Devri”nde ibre Muhammed Tapar’ın cülûsu ile bir nevi iyileşmeye doğru dönmüş oldu. Devlet Otoritesinin Yeniden Güçlendirilmesi Çabaları Sultan Muhammed Tapar, tahta geçince bütün bu mücadeleler süresince bozulan devlet otoritesini yeniden sağlamak amacıyla yoğun bir mücadele başlattı. Bu çerçevede ilk olarak, af dilemesi ve itaatini kabul etmesine rağmen tavırlarından rahatsız olduğu ve ileride tehlike oluşturabileceğinden korktuğu Melikşah’ın atabeyi Ayaz’ı öldürttü. Ardından Selçuklu hanedanından Mengübars’ın isyanını bastırdı (1105-1106). Mengübars İsyanı Selçuklu hanedanından daha önce adı geçen Böribars’ın oğlu Mengüpars İsfahan’da bulunduğu sırada maddi sıkıntılarına çare bulmak için Nihavend şehrine gitmişti. Buranın ahalisinden topladığı askerlerin yardımını aldıktan sonra adına hutbe okutup isyan etti. Kısa bir süre sonra Nihavend’i işgâl yolu ile zapt etti. Bunun yanında Muhammed Tapar ile husumeti bulunan Zengi b. Porsuk’a haber göndererek kendisine katılması teklifinde bulundu. Hapiste bulunmasına rağmen Zengi b. Porsuk, kardeşlerine Mengüpars’a yardım etmemeleri konusunda mektup gönderdi. Hile ile kendisine itaat ettiklerini söyleyen Porsuk’un adamları, Mengüpars’ı Huzistan’da yakalayıp İsfahan’da Sultan Muhammed Tapar’a teslim ettiler. Sultan da onu hapsetti (1105-1106). Ayrıca Zengi b. Porsuk’u da sadakatinden ötürü serbest bıraktı ve Ahvaz ile Hemedan arasındaki iktalarından vazgeçmesine karşılık ona Dinever ve başka yerler ikta etti. 92 Büyük Selçuklu Tarihi Hille Emiri Sadaka’nın İsyanı ve Öldürülmesi Melikü’l-Arab diye şöhret bulan Hille emiri Sadaka, Sultan Melikşah döneminden beri Selçuklulara tabi olarak merkezi Irak’da hüküm süren Mezyedilerin emiri idi. Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra başlayan taht kavgaları sırasında daha önce işaret edildiği gibi, Berkyaruk’un saflarında yer aldı. Ancak Berkyaruk’un veziri Ebülmehâsin’in, önceki yıllara ait borçlarını istemesi ve ödemediği takdirde topraklarına yürüyeceği tehdidinde bulunması üzerine, 1101’de Berkyaruk’a karşı kardeşi Muhammed Tapar’ı desteklemeye karar verdi. 1102’de Kerbela’nın yakınındaki Câmiayn şehrinin yerinde yaptırdığı Mezyedîler’in merkezi Hille’de ve hâkimiyetindeki diğer şehirlerde onun adına hutbe okuttu. Bu süreçte Muhammed Tapar’a önemli destekler sunduğu gibi Bekryaruk’a karşı düşmanlığını açığa vurmaktan da çekinmedi. Muhammed Tapar da ona mükâfat olarak Vasıt’ı ikta etti. O zamana kadar Kûfe-Hit arasındaki bölgede göçebe olarak yaşayan Mezyedîler bu tarihten itibaren Hille’yi merkez edindiler. Seyfüddevle Sadaka, Berkyaruk ile Tapar arasındaki taht kavgalarından istifade ederek hâkimiyetini bütün Irak topraklarına yaymaya çalıştı. Bu tavrını Sultan Muhamed Tapar döneminde de sürdürmek istedi. Nitekim Şubat 1106’da Basra, Mart 1107’de Tîkrît’i ele geçirdi. Sadaka’nın yayılmacı bir politika izlediğini, sadece Abbasî Halifesi Müstazhir Billâh adına hutbe okuttuğunu ve kendisine muhalif emîrleri koruduğunu gören Sultan Muhammed Tapar onu bertaraf etmeye karar verdi. Mart 1108’de, Hille-Vâsıt arasında bulunan Nu’maniye’de meydana gelen savaşta Seyfüddevle Sadaka öldürüldü. Oğlu Dübeys de esir düştü. Sultan Muhammed Tapar Dübeys’i Bağdat’a götürdü ve kendisine bağlı kalacağına dair yemin ettirdikten sonra serbest bırakmakla birlikte Hille’ye dönmesine izin vermedi. Dübeys, ancak Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra, oğlu Irak Selçuklu Sultanı Mahmud zamanında Hille’ye gidebilirdi. Türkiye Selçukluları ile Rekabet Sultan Tapar tarafından Musul’daki görevinde bırakılan Çökürmüş, daha sonra Sultan’a vaat ettiği hizmet ve mali yardımı yerine getirmedi. Sultan da onun elinde bulunan Musul ve yöresini daha önce Huzistan ve Fars tarafındaki beldelere hâkim bulunan emir Çavlı Sakavu’ya ikta etti (1106). Bu görev değişikliğinde daha çok, Çökürmüş’ün o sıralarda Diyarbekir bölgesinde bulunan Türkiye Selçuklu sultanı I. Kılıç Arslan ile gizli bir anlaşma yapmış olma ihtimali etkili olmuştu. Tapar, Suriye-el-Cezire-Irak hattında son derece stratejik bir konumunda yer alan Musul’u, sadakatinden şüphe duyduğu birisinin yönetiminde bırakamazdı. Çavlı 31 Ekim 1106’da Bağdat’a geldi ve buradan ikta merkezi olan Musul’a yöneldi. Yolu üzerindeki Bevazic’i ele geçirdikten sonra Erbil’e vardı. Çökürmüş ikta bölgesini terk etme niyetinde olmadığından Çavlı’nın ilerleyişini duyunca çevre illere haber yollayıp yardım istedi. Neticede iki bin kadar asker toplayan Çökürmüş, bin kişilik kuvveti bulunan Çavlı karşısında yenilip esir düştü. Çökürmüş’ün mağlubiyet haberi Musul’a ulaşınca adamları onun yerine oğlu Zengi’yi geçirdiler. Öte yandan Çökürmüş’ün memlûklerinden, Musul kale muhafızı Guzoğlu başta olmak üzere şehir ileri gelenleri, Çavlı’ya karşı o sıralarda Urfa’yı kuşatmakta olan Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’dan yardım istediler. Kılıç Arslan, Türkiye Selçuklularının ekonomik ve medenî gelişimi bakımından büyük bir fırsat olarak gördüğü teklifi kabul etmekte tereddüt etmedi. Urfa kuşatmasını bırakarak derhal Musul’a doğru harekete geçti. Bunun üzerine Çavlı, 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 93 ortaya çıkan yeni durum karşısında Musul’u kuşatmaktan vazgeçti. Bu sırada esaret altındaki Çökürmüş de ölmüştü. Çavlı doğrudan Kılıç Arslan’ın üzerine yürümeyi tercih etti. Nusaybin’de meydana gelen muharebede, Türkiye Selçuklu Sultanı karşısında tutunamayan Çavlı mağlup olarak kaçtı. Türkiye Selçukluları daha önce de söz edildiği gibi, kurulduktan itibaren Büyük Selçuklularla rekabet içerisinde olmuşlardır. Bunun başlıca sebebi Büyük Selçuklu tahtının kendi hakları olduğu iddiası yanında; Anadolu ve el-Cezire’nin jeomorfolojik ve jeopolitik öneminden dolayı tarih boyunca, bölge güçleri arasında sürüp giden mücadelenin, şimdi devrin hâkim güçleri olarak onların arasına intikal etmiş olmasıydı. Nitekim Süleymanşah da bu yüzden Bizans’la barış yapıp Çukurova üzerinden Suriye kapılarına dayanmış, fakat bu mücadelede hayatını kaybetmişti. Melikşah’ın önce Diyarbekir’i, Süleymanşah’ın ölümünden sonra da Antakya ve Haleb’i alması, Türkiye Selçuklularının Güney çıkış yolunu tamamen kapatmıştı. Kılıç Arslan’ın saltanatının ilk yıllarında meydana gelen Haçlı seferinin sebep olduğu kayıplar, şimdi bu tecritten kurtulmak zorunda olan Türkiye Selçukları için rekabet alanını Malatya üzerinden Musul’a kaydırmıştı. Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın Musul Hâkimiyeti ve Ölümü Muhammed Tapar’ın Büyük Selçuklu Sultanı olduğu 1105 yılında, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan da Danişmedliler’den Malatya almış, Doğu Anadolu’da Büyük Selçuklulara bağlı olan bazı Türkmen beylerinin kendisine tâbi olmasıyla da hakimiyeti altındaki toprakları genişletmiş bulunuyordu. 1101 yılı Haçlı ordularını yok eden, Antakya ve Urfa’yı zabt etmek teşebbüsünde bulunan Kılıç Arslan, Haçlı seferinin yaralarını sarabilecek gibi görünüyordu. Ancak ortaya çıkan bu yeni durum Büyük Selçuklular açısından, Kılıç Arslan’la savaşı adeta kaçınılmaz hâle getiriyordu. Gerçekten de Çavlı’yı mağlup ettikten sonra, 22 Mart 1107 tarihinde Musul’a giren Kılıç Arslan hutbeyi kendi adına okuttu. Çavlı ise Halep’e giderek Melik Rıdvan ve Artukoğlu İlgazi’den sağladığı kuvvetlerle Selçuklu sultanının üzerine yürüdü. Bunun üzerine Musul’da oğlunu nâib olarak bırakan Kılıç Arslan Çavlı’ya doğru harekete geçti. Aslında Bizans İmparatoruna yardıma gönderdiği askerleri gelene kadar savaşı geciktirmek niyetindeydi. Çavlı, Kılıç Arslan’ın yardım almasını engellemek için hemen saldırıya geçti. Daha önce kendisine katılan Türkmen beyleri, Çavlı’nın ordusunun kalabalık olduğunu görerek onu terk ettiler. Bununla birlikte harbi kabule mecbur kalan Kılıç Arslan, kahramanca çarpışmasına rağmen ordusunu yenilgiden kurtaramadı. Melikşah zamanında geçirdiği altı yıllık esaret hayatını tekrar yaşamak istemeyen Kılıç Arslan, kaçmak için atını Habur nehrine sürdü, fakat boğularak hayatını kaybetti (3 Haziran 1107). Bunun üzerine Musul’a giden Çavlı, şehri ele geçirdiği gibi Kılıç Arslan’ın oğlu Şahinşah’ı yakalayıp Tapar’ın nezdine gönderdi. Sizce Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ı Musul’a kadar getiren başlıca sebep nedir? Bâtınîler (İsmailîler) ile Yapılan Mücadeleler Şia’nın bir koluna mensup olan Bâtınîliğin ortaya çıkışı sekizinci asrın sonlarına tekabül eder. Hz. Ali’nin soyundan altıncı imam Cafer es-Sadık 765 yılında ölünce yerine büyük oğlu İsmail’in geçmesi beklenirken, küçük oğlu olan Musa’nın geçirilmesi mensupları arasında ihtilafa sebep olmuştur. İsmail’in yakın dostlarından Ebulhattab daha sonra İsmailiye olarak anılacak olan bu ekolün temellerini 5 94 Büyük Selçuklu Tarihi atmıştır. Sünnilikle pek az bağlantısı bulunan bu ekol Yakın Doğunun eski dinlerinden, bilhassa Yeni Eflatuncu felsefeden fazlasıyla etkilenmiştir. Haricî inanışlardan gelen bu fikirlerin büyük kısmı Bâtınî tevil yolu ile gelmiştir. İsmailiye ekolünün bundan sonra ana esasları olacağından daha sonra onlara Bâtınî ismi verilecektir. Bâtınilerin açık tarihi 1090 yılında Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesini ele geçirmesiyle başlar. Selçuklu hâkimiyetine giren bölgelerde fetihlerin meydana getirdiği çalkantılardan faydalanmak isteyen Bâtıniler, bu vesile ile hızla kendi propagandalarını yapacak müritleri harekete geçirmişlerdir. Her ne kadar Bâtıni hareketleri Melikşah’ın son dönemlerinde ortaya çıkmışsa da özellikle Berkyaruk devrinde yaşanan saltanat mücadeleleri yüzünden herhangi bir tedbir alınamamıştır. Sadece kısa bir süre önce ele geçirdikleri Ebher kalesi üzerine 1096 yılında başarılı bir sefer dışında bunlarla önemli bir mücadele yaşanmamıştır. Bu sefer sırasında kale içindeki Bâtınilerin birçoğu öldürüldüyse de nüfuzları kırılamadığı gibi yayılmaları da önlenememiştir. Muhammed Tapar’ı tahta çıkmasıyla birlikte Bâtınîlerle mücadele etkinlik kazanmıştır. Zira Sultan Melikşah zamanından beri gizli bir örgüt halinde faaliyette bulunan Bâtınîler’le mücadeleyi gayri Müslimlerle cihattan daha önemli gören Sultan Muhammed Tapar, ilk olarak Şahdiz (Dizkûh) Kalesi’ne bir sefer düzenledi. Kaleyi ele geçirip İsmâilî-Bâtınî reisi İbn Attâş’ı esir aldı ve birçok Bâtınîyi öldürttü (25 Haziran 1107). Ayrıca devlet erkânı içerisinde Batınileri destekleyen kişileri ortadan kaldırarak başta veziri Sadülmülk ve dört adamını, Batınilere destek verdikleri gerekçesiyle İsfahan’da halkın gözü önünde astırdı. Sultan, Bâtınîler’e karşı ikinci seferi Alamut üzerine tertip etti ancak kış bastırınca geri dönmek zorunda kaldı. Atabeg Anuş Tegin Şîrgîr, 1114’te Bâtınîler’e ait Bîre Kalesi’ni ele geçirdi. Muhammed Tapar, Selçuklu Meliki Rıdvan devrinde Halep’te oldukça kuvvetlenen Bâtınîler’e karşı da bir harekât başlattı. Halep Meliki Alparslan ile iş birliği içinde çok sayıda bâtınî öldürüldü (1113-14). Sultan, Alamut’a son darbeyi indirmek üzere yine Atabeg Anuş Tegin Şîrgîr’i görevlendirdi. Aylar süren kuşatma Muhammed Tapar’ın ölüm haberinin gelmesiyle kaldırıldı. Muhammed Tapar Devri Haçlı Mücadeleleri Sultan Muhammed Tapar’ın tahta çıktıktan sonra ele aldığı başlıca meselelerden biri de Haçlılar konusu idi. O, bu işi önce kumandanlarından Çavlı’ya havale etti. Musul merkez olmak üzere el-Cezire ve Diyarbekir bölgesi valiliğine tayin ettiği bu kumandana Selçuklu ülkelerini Haçlılardan geri alma vazifesini verdi. Esasen Musul Haçlılara karşı görevlendirilen emirlerin vilayet merkeziydi. Sultan böylece, Haçlılara karşı başarıyla savaşan, fakat şimdi hâkimiyetini kabul etmek istemeyen Çökermiş’i de cezalandırmış olacaktı. Çavlı, daha önce anlatıldığı üzere Çökermiş’i cezalandırmakla kalmadı, bu sırada Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile mücadeleye girişen Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ı da bertaraf etti. Fakat Çavlı da Haçlılarla mücadele edecek yerde Sultan’a itaatsizliğe başladı. Bunun üzerine emir Mevdud’un başkumandanlığı altında üzerine gönderilen Selçuklu ordularına karşı koyamayan Çavlı, bir ara Haçlılarla işbirliği yaptı; fakat sonunda sultan tarafından affedildi ve tekrar hizmete alındı. Sultan Muhammed Tapar, Haçlılara karşı mücadele vazifesini Çavlı’nın yerine Musul valiliğine tayin ettiği Mevdud’a verdi (1108). Birçok kumandanlara, bu arada Zengi’ye ona katılmalarını emretti. Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Haçlılarla mücadelede en başarılı dönemi budur. Bu sefere, Haçlıların bilhassa Trablusşam’ı almaları (1110) üzerine girişilmişti. Haçlılara karşı her yıl sefer tertip Batinîlik: Her zahirin bir batını olduğu ve Kur’an-ı Kerim ile Hadisi-i Şeriflerin ancak tevil yoluyla anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara XII. yüzyıldan itibaren genellikle “Batıniyye” denilmiştir. Bununla beraber Hz. Ali’nin soyundan altıncı imam Cafer-i Sadık (öl. 765)’ın oğlu İsmail’in imametini savunduklarından “İsmailiyye”, yedi imam kabul etmelerinden veya kâinatı yedi gezegenin idare ettiğine inanmalarından “Se’iyye”, dâî (propagandacı) lerinden Hamdan Karmat’a nisbetle “Karmatiyye”, fedailerin her hizmete amade muti aletler haline gelmeleri için haşhaş kullandıklarından “Haşşaşin” vb.adlarla da anılmaktadırlar. Alamut Kalesi: İran’da Elbruz Dağları üzerinde, Kazvin’in kuzeydoğusunda yer alan müstahkem bir kaledir. Ortaçağ’da Rûdbâr vadisinde bulunan elli kadar müstahkem kalenin en meşhuru olup 2000 m. yükseklikteki yalçın kayalar üzerinde kurulmuştur. Nitekim Alamut adı “Kartal yuvası” veya “Kartal eğitimi” anlamına gelmektedir. Kuruluşu eski Deylem hükümdarları dönemine kadar gitmekteyse de asıl şöhretini İsmâilîliği siyasî bir yapıya dönüştüren Hasan Sabbâh’a borçludur. Alamut Kalesi’ni 4 Eylül 1090 tarihinde ele geçiren Hasan Sabbâh burayı Bâtınî karargâhı haline getirdi. Bu sebeple Selçuklu sultan ve komutanları tarafından pek çok kez kuşatıldıysa da fethi mümkün olmadı. Uzun süre Bâtınîler’in (İsmâilîler) elinde bulunan Alamut Kalesi nihayet 19 Kasım 1256’da Moğol hanı Hülâgû’ya boyun eğmek zorunda kaldı. 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 95 eden Mevdud, Haçlılar tarafından Haleb’de sıkıştırılan Rıdvan’a yardım ettiği gibi, Dukak’ın ölümünden sonra Şam’da hüküm süren atabey Toğtekin’e de destek vermekteydi. Mevdud yalnız Urfa kontluğu ile değil, Kudüs Krallığı ile savaştı (1113). Bu onun Haçlıları dehşete düşüren son savaşı oldu ve Dımaşk’ta bir Batinî tarafından öldürüldü. Bu suretle Haçlılar ilk defa karşılaştıkları büyük bir tehlikeden kurtuldular. Selçuklu sarayı bu suikastten Toğtekini mesul tuttu. Bunun neticesi olarak Selçuklu yardımından mahrum kalan Toğtekin bir süre sonra Haçlılarla mütareke hattâ ittifak yaptı. Böylece Haçlılar karşısında meydana gelen birlik bozuldu ve yerini karşılıklı şüpheye terk etti. Bununla beraber Sultan Muhammed Tapar savaşı bırakmadı; Haçlılara karşı cihat vazifesini Musul valiliğiyle birlikte, Aksungur Porsukî’ye verdi. Diğer kumandanlara ona itaat etmelerini emretti. Yine Zengi kendisine katıldı. Aksungur, Urfa kontluğuna karşı başarılı savaşlar yaptı. Mardin Artuklu emiri İlgazi’nin rekabeti yüzünden yine netice alınamadı. Hatta İlgazi bir savaşta Aksungur’u yendi (1114). Bunun üzerine Sultan Muhammed Tapar’ın kendisini cezalandıracağından korkan İlgazi, Dımaşk hâkimi atabey Toğtekin ile ittifak yapmayı tercih etti. İki müttefik Antakya Haçlı prinkepsi ile anlaştı (1115). Bu suretle Türk cephesinde açılan gedik daha da büyümüş oldu. Nitekim Muhammed Tapar hem İlgazi’nin bu hareketlerine hem de Mavdud’un öldürülmesinde etkisi olduğundan şüphelendiği Toğtekin’in bu girişimlerine daha fazla sessiz kalmadı. Sultan bu iki emiri cezalandırmak ve bunun yanında Haçlılara karşı yeni bir sefer düzenlemek amacıyla Hemedan emiri Porsuk b. Porsuk’u görevlendirdi. Büyük bir orduyla harekete geçen Porsuk, Urfa’yı tehdit ettikten sonra Haleb’i hareket üssü yapmak üzere yoluna devam etti. Fakat Rıdvan’ın oğlu Alparslan’ın atabeyi Lülü, Haleb kapılarını açmadığı gibi İlgazi ile Toğtekin’i yardımına çağırdı. Diğer taraftan bu sonuncunun daveti ile ilk defa haçlılarla ittifak eden Türkler, Büyük Selçuklu İmparatorluğuna karşı müşterek cephe alıyorlardı. Karşı karşıya gelen ordular arasında muhtemelen iki tarafın da hücuma cesaret edememesi yüzünden bir savaş olmadı. Ancak Porsuk çekilirken Haçlılar tarafından tuzağa düşürülerek mağlup edildi (1115). Takip edilen ordu hemen hemen tamamıyla imha edildi. Kaynaklar, alınan ganimetlerin taksiminin günlerce sürdüğünü belirtmektedir. Görüldüğü gibi, içinde bulunduğu zor şartlara rağmen Muhammed Tapar, başında bulunduğu imparatorluğun meseleleri arasında Haçlılara büyük bir yer vermiştir. Haçlılara karşı mücadelenin sürdürülmesinde, kurtuluşunu Büyük Selçuklu imparatorluğunda gören Suriye halkının, mahalli emir ve hükümdarların yardım taleplerinin büyük bir tesiri olmuştur. Nitekim Haçlılardan kaçan Suriyelilerin Bağdat’ta karışıklıklar çıkardıkları, minberleri kırdıkları zikredilmektedir. Bir ara Sultan Muhammed Tapar bizzat sefere çıkacağını ilan etmişse de (1108) imparatorluk içindeki meseleler ona bu imkânı vermemiş ve daha önce anlatıldığı üzere Emir Mevdud’u göndermiştir. Diğer Devletlerle Münasebetler İç karışıklıklara, taht kavgalarına ve Haçlı istilalarına rağmen hem Sultan Berkyaruk hem de Sultan Muhammed Tapar devirlerinde Büyük Selçuklu Devleti o devrin iki büyük Türk devleti Gazneli ve Karahanlılar üzerindeki otoritesini devam ettirmiştir. Başka bir deyişle Selçuklular merkez ve batı bölgelerinde çok ciddi siyasi kriz ve buhranlar yaşarken doğudan kaynaklanan bir sorun neredeyse hiç yaşamamışlardı. 96 Büyük Selçuklu Tarihi Muhammed Tapar devrinde Karahanlılar’la Selçuklular arasındaki ilişkiler zaman zaman bozulmakla birlikte Karahanlılar, Muhammed Tapar’ı metbû tanımaya devam ettiler. Gazneli Sultanı III. Mesud döneminde (1099-1115) Gazneli-Selçuklu ilişkilerine barış hâkim oldu ve siyasî evlilikler yoluyla dostluklar pekiştirildi. Daha sonraki yıllarda Muhammed Tapar, Arslanşah ile Behramşah arasındaki taht kavgalarına kardeşi Melik Sancar aracılığı ile müdahale ederek Behramşah’ın sultan ilân edilmesini sağladı, böylece Gazneliler’i kendisine tâbi kıldı (1117). Yapılan antlaşmaya göre hutbede önce Muhammed Tapar’ın, ardından Sancar’ın ve nihayet Behramşah’ın adı okunacak ve Gazneliler Selçuklulara yıllık vergi ödeyeceklerdi. Gürcü Kralı II. David’in Kafkasya’daki Türkmenleri bölgeden uzaklaştırıp Gence’ye kadar ilerlemesi üzerine Muhammed Tapar 1110 yılında gönderdiği orduyla Gürcüleri mağlûp etti. Onun döneminde Abbasî halifeliğiyle ilişkiler de normal bir seyir takip etmiştir. Melikşah’tan sonra Selçuklular arasındaki taht kavgaları sırasında tarafsız kalan Abbasî Halifesi Müstazhir Billah, Bağdat’a kim hâkim olmuşsa hutbeyi onun adına okutmuştur. Muhammed Tapar, gerek saltanat mücadelesinde gerekse tek başına Büyük Selçuklu tahtına geçtikten sonra Abbasî halifesinin adını ve lakabını hutbelerde birinci sırada zikretmeyi ihmal etmemiştir. Sultan Muhammed Tapar’ın Ölümü ve Şahsiyeti Bir süredir hasta olan Muhammed Tapar, 1118 yılı kurban bayramında Oğuz töresince büyük bir toy düzenledi ve bu ziyafet sonunda sofrasını ve sarayını yağmalattı. Beş oğlundan en büyüğü olan Mahmud’u yanına çağırarak artık ömrünün sonuna geldiğini söyledi, tahta oturmasını ve devlet işlerine nezaret etmesini istedi. Emirlerden onun için biat aldı. 18 Nisan 1118 tarihinde vefat eden Muhammed Tapar’ın cenazesi İsfahan’da yaptırdığı medresenin hazîresine defnedildi. Bütün tarihçilerin ittifakla belirttiğine göre dedesi Alparslan’ı örnek alan Muhammed Tapar dindar, dinî ilimlere vâkıf, âdil, merhametli, aklıselim sahibi, cömert, ilim adamlarını himaye eden bir hükümdardı. Halkın işleriyle yakından ilgilenir, kendisine sunulan her dilekçeyi okur, halka adalet, doğruluk ve insafla muamele edilmesini isterdi. İç mücadelelerin bozduğu birliği yeniden kurarak Büyük Selçuklu Devletine eski itibarını ve kudretini kazandıran Muhammed Tapar “es-Sultânü’1-a’zam Ebû Şücâ’ Gıyâsü’d-dünyâ ve’d-dîn Kasîmu emîri’l-müminîn” lakabıyla anılır ve kaynaklarda “Selçuklular’ın güçlü adamı ve kusursuz insanı” olarak tanıtılır. Onun Bâtınîler ve Haçlılar’la yaptığı mücadele İslâm dünyasında takdirle karşılanmış, meşhur İslam âlimi Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî astronomiyle ilgili bir kitabını ona ithaf etmiştir. Bağdadî ayrıca sultanın bir sorusuna cevap olarak Risale fî sebebi zuhûn’i-kevâkibileyîen ve hafâhû nehâren adıyla bir eser kaleme almış, İbnü’lBelhî Farsnâme’yi onun emriyle yazmıştır. Muhammed Tapar imar faaliyetleriyle de yakından ilgilenmiş, Melikşah’ın Bağdat’ta inşasını başlattığı Sultan Camiini tamamlatmış, İsfahan’da bir medrese, Nizamiye Medresesi civarında da sûfîler için bir ribât yaptırmış ve su kanalları açtırmıştır. 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 97 Özet Selçuklu Merkezi otoritesini çöküşe götüren süreci değerlendirebilme Nizamülmülk’e bağlı devlet adamlarının taşkınlıkları, rakip ve düşmanlarının entrikaları ve özellikle Terken Hatun’un ihtirasları sebebiyle bozulan siyasi ahenk, Nizamülmülk ve Melikşah’ın birbirini takiben yaklaşık bir ay içerisinde ölmelerine sebep olmakla kalmamış; aynı zamanda muhteşem Selçuklu devletini sarsmış, buhranlara sürüklemiştir. Sultan ve vezirin ölümlerinden hemen sonra başlayan ve uzun süre devam edecek olan taht kavgalarıyla devlet otoritesi sarsılmış, ordu parçalanmıştır. Yönetim kadrolarının yeteneksiz kişilerin eline geçmesi, emirlerin çıkarcı politikalar izlemesi ve karışıklıklardan istifade eden Bâtınilerin giderek artan katliamları ve nihayet bu sırada başlayan Haçlı seferleri devletin çöküşüne zemin hazırlamıştır. Berkyaruk ve Muhammed Tapar dönemi siyasi olaylarını açıklayabilme Melikşah’ın büyük oğlu Berkyaruk’un 1094 yılında zorlu bir sürecin sonunda tahta çıkmasıyla başlayan ve onun ölümünden sonra yine Melikşah’ın bir diğer oğlu Muhammed Tapar’ın 1118 yılındaki vefatıyla sona eren çeyrek asırlık bu süreç, Selçuklu tarihinin en buhranlı devresini teşkil etmektedir. Selçuklu taht mücadelesi ile Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmeleri arasındaki ilişkiyi tanımlayabilme İslam âleminin, her geçen gün biraz daha kuvvetlenen Haçlılar karşısında bir ittifak sağlayamamasının en önemi sebebi Yakındoğu’nun en güçlü devleti olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Sultan Melikşah’ın ölümü ile sarsılan merkezi otoriteyi bir türlü tesis edememiş olmasıdır. Sultan Berkyaruk o fırtınalı hükümdarlık devrinde buna imkân bulamazken; Sultan Muhammed Tapar da tahta oturduktan sonra sürdürdüğü gayretlere rağmen ülkede merkezi otoriteyi tam olarak sağlayamamıştı. Nitekim Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklu devletinin hâkimiyetindeki topraklarda kendi adına hutbe okutması, Çökürmüş’ten sonra Çavlı’nın da Sultan Muhammed Tapar’a muhalefet etmesi ve hatta Sultan ile mücadele halinde olan Sefüddevle Sadaka ile işbirliği yapması merkezi otoritenin 1108 yılında bile sağlanamadığını göstermektedir. 1 2 3 98 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Berkyaruk’un tahta geçişi sırasında karşılaştığı başlıca sorun aşağıdakilerden hangisidir? a. Suriye Meliki Tutuş’un taht iddiası b. Batini suikastleri c. Terken Hatun’un oğlu Mahmud’u sultan yapmak istemesi d. Haçlılar’ın Antakya’yı işgali e. Muhammed Tapar’ın isyanı 2. Berkyaruk’un tahta çıkmasında aşağıdakilerden hangisi daha etkili olmuştur? a. Nizamülmük’ün adamları b. Tacülmülk’un tarafları c. Amcası Arslan Argun d. Kardeşi Sancar e. Abbasi Halifesi 3. Haçlıların Yakındoğu’da kurduğu ilk kontluğun adı ve tarihi aşağıdakilerin hangisinde doğru olarak verilmiştir? a. Kudüs 1099 b. Urfa 1098 c. Antakya 1097 d. İznik 1097 e. Trablus 1109 4. Aşağıdakilerden hangisi Berkyaruk devri olayları arasında gösterilemez? a. Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmeleri b. Uzun taht mücadeleleri c. Türkiye Selçuklularıyla mücadele d. Muhammed Tapar İsyanı e. Batınilerin faaliyetlerini artırmaları 5. Berkyaruk’un en uzun süre taht mücadelesi yürüttüğü hanedan mensubu aşağıdakilerden hangisidir? a. Tutuş b. Mahmud c. Sancar d. Arslan Argun e. Muhammed Tapar 6. Haçlıların Suriye ve Filistin topraklarına kolayca yerleşmelerinin en önemli sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Fatimilerin Haçlılarla işbirliği yapması b. Melikşah’ın ölümü sonrası ortaya çıkan taht mücadeleleri c. Selçuklu Sultanlarının bu konuda yeterince çaba sarf etmemesi d. Haçlıların güçlü olması e. Dukak ve Rıdvan’ın aralarındaki rekabet 7. Alamut Kalesiyle özdeşleşen Batini lideri aşağıdakilerden hangisidir? a. Cafer es-Sadık b. Sadü’l Mülk Ebu’l Mehasin c. İbn Attas d. Hasan Sabbah e. Seyfüddevle Sadaka 8. Bâtıni fedaileri tarafından işlenen ilk siyasi cinayet aşağıdakilerden hangisidir? a. Melikşah’ın öldürülmesi b. Nizamülmülk’ün öldürülmesi c. Dımaşk Atabeyi Tuğtekin’in öldürülmesi d. Tacülmülk’ün öldürülmesi e. Muhammed Tapar’ın öldürülmesi 9. Muhammed Tapar’la girdiği mücadelede hayatını kaybeden Türkiye Selçuklu sultanı aşağıdakilerden hangisidir? a. Tutuş b. Süleymanşah c. I. Kılıç Arslan d. Berkyaruk e. Arslan Argun 10. Büyük Selçuklu tarihi içerisinde “Fetret Devri” olarak tanımlanan dönem aşağıdakilerden hangisidir? a. Melikşah devri b. Alp Arsan dönemi c. Mahmud zamanı d. Berkyaruk devri e. Sancar zamanı 5. Ünite - Fetret Dönemi (Berkyaruk ve Muhammed Tapar Devri) 99 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Cevabınız doğru değilse “Terken Hatun ile İktidar Mücadelesi” konusunu yeniden gözden geçirin. 2. a Cevabınız doğru değilse “Berkyaruk’un Tahta Çıkması” konusunu yeniden gözden geçirin. 3. b Cevabınız doğru değilse “Berkyaruk’un Haçlılarla Mücadelesi” konusunu yeniden gözden geçirin. 4. c Cevabınız doğru değilse ünitenin “Berkyaruk” konusunu yeniden gözden geçirin. 5. e Cevabınız doğru değilse “Muhammed Tapar ile Saltanat Mücadelesi” konusunu yeniden gözden geçirin. 6. b Cevabınız doğru değilse “Berkyaruk ve Tapar zamanında Haçlılarla Mücadele” konularını yeniden gözden geçirin. 7. d Cevabınız doğru değilse “Batınîlerle Mücadele” konusunu yeniden gözden geçirin. 8. b Cevabınız doğru değilse “ Tapar ve Batınîlerle Mücadele” konusunu yeniden gözden geçirin. 9. c Cevabınız doğru değilse “Türkiye Selçukluları ile Rekabet” konusunu yeniden gözden geçirin. 10. d Cevabınız doğru değilse “Berkyaruk” konusunu yeniden gözden geçirin. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Vezir Nizamülmülk ve adamlarıdır. Çünkü daha Melikşah’ın sağlığından başlayarak Nizamülmülk Sultan üzerindeki etkisinden rahatsız olduğu Terken Hatun’un oğlu Mahmud’un veliaht olmasını istemiyor; o da kendisinin adamı olması beklentisiyle veliahtlık için Melikşah’a Berkyaruk’u telkin ediyordu. Sıra Sizde 2 Tacüddevle Tutuş, daha başından itibaren iyi bir asker ve güçlü bir şahsiyet olarak ortaya çıkmasına rağmen, sert ve tavizsiz kişiliği sebebiyle emirler tarafından pek sevilmiyordu. Ayrıca ele geçirdiği şehirlerde zaman zaman masum halka karşı gösterdiği şiddet de onun bu olumsuz imajını pekiştirmekteydi. Sıra Sizde 3 Haçlı seferleri başladığında devrin en güçlü İslam devleti konumunda olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Melikşah’ın 1092 yılında ölümünü takiben merkezi otoritenin çöküşüne sebep olan taht kavgalarıyla boğuşmaktaydı. Buna bir de bölge melik ve emirlerinin şahsi ihtirasları eklenince Haçlılar Yakın Doğuda hiç ummadıkları müsait bir zemin bulmuşlardı. Sıra Sizde 4 Selçuklu İmparatorluğunun uzun ve yıpratıcı taht kavgaları sebebiyle iktisadi ve siyasi bakımdan zayıf düşmesi ve bu sırada imparatorluğu tehdit eden iç (Bâtıniler) ve dış (Haçlılar) meselelere karşı etkili tedbirler alınamamasıdır. Sıra Sizde 5 Kılıç Arslan’ı Musul önlerine getiren başlıca sebeplerden birisi, Türkiye Selçuklu sultanlarının Büyük Selçuklu tahtının kendi hakları olduğunu dava etmeleriydi. Bunun yanında Süleymanşah’ın ölümü ve Birinci Haçlı Seferinde uğranılan kayıplar dolayısıyla, ekonomik ve medenî gelişimi bakımından ulaşmak zorunda oldukları alanlarla bağlantıları kesilmişti. Bizans Anadolusu ise bir Müslüman-Türk Devletinin böyle bir hamle için ihtiyaç duyacağı alt yapıdan mahrum idi. Öyle olmasa bile kültürel kodlardaki farklılık, Türkiye Selçuklu sultanlarını güney-güneydoğuya- soydaş ve dindaşlarının bulunduğu alanlara ulaşmaya zorluyordu. Yararlanılan Kaynaklar Alptekin Coşkun (1989), “Büyük Selçuklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. VII, İstanbul s.143-168. Holt P. M. (2007), Haçlı Devletleri ve Komşuları, (trc. Tanju Akad), İstanbul. Köymen, M. Altay (1993), Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara Özaydın Abdülkerim (2001), Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul. Özaydın Abdülkerim (1990), Sultan Muhammed Tarap Devri (498-511/1105-1118), Ankara. Turan, Osman (1989) Selçuklu Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul. 6 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Sancar’ın Devleti yeniden İmparatorluğa dönüştürmesini sebepleri ile birlikte değerlendirebilecek, Sancar zamanında yaşanan siyasî gelişmeleri açıklayabilecek, Katvan Savaşının Selçuklu Tarihi açısından önemini belirleyebilecek, Oğuz isyanını sebep ve sonuçları ile birlikte değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Sultan Sancar • Oğuz İsyanı • Katvan Savaşı • Karahıtaylar • Atsız • Gazneliler • Gurlular • Karahanlılar İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Sancar Dönemi • SANCAR’IN MELİKLİK DÖNEMİ • SANCAR’IN TAHTA ÇIKMASI VE DEVLETİNYENİDENYAPILANDIRILMASI • SULTAN SANCAR’IN BATI SİYASETİ • SULTAN SANCAR’IN DOĞU SİYASETİ • OĞUZLAR VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN SONU BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ SANCAR’IN MELİKLİK DÖNEMİ Sancar, Melikşah’ın Suriye seferi sırasında 5 Aralık 1086’da Sincar’da doğdu. Adının da Türkçe sançımak/saplamak filinden türetilmiş bir isim olduğu veya doğduğu yer olan Sincar’ın adından geldiği ileri sürülmektedir. Sultan Sancar’ın çok yoğun taht kavgaları içerisinde geçen çocukluk devri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Kaynaklarda yüzü çok güzel olmasına rağmen küçükken geçirdiği çiçek hastalığı sebebiyle çiçek bozuğu olduğu kaydedilmektedir. Nitekim o devirde ölümcül olan bu hastalıktan, Terken Hatun’dan olan kardeşi Mahmud ölmüş, Berkyaruk da ölümden dönmüştü. Çok küçük yaşlardan itibaren, devlet yönetiminde aldığı faal görevlerin ağır sorumluluğu altında geçen zor bir hayatta, zengin bir tecrübe birikimi edindi. Meşhur İslâm âlimi Gazzalî, Nasihatü’lMülûk adlı kitabını, devlet işlerinde yol göstermek üzere onun için kaleme almıştı. Tarihi kaynaklara yansıyan bilgilere göre onun ilk siyasi faaliyeti, Horasan’da bağımsızlığını ilân eden amcası Arslan Argun’un isyanını bastırmak amacıyla ağabeyi Sultan Berkyaruk tarafından görevlendirilmesidir. Sancar henüz on yaşında bulunmasına rağmen böyle kritik bir göreve memur edilmesi; Türkmenlerin ve ordu komutanlarının Melikşah’ın oğlu olması bakımından, amcasına nispetle ona teveccüh edecekleri beklentisiyle ilgili olmalıdır. Sancar, yanında Emir Kamaç olduğu halde ordusuyla harekete geçti. Bu sırada Arslan Argun, daha önce üzerine gönderilen kardeşi Böri Bars’ı yenilgiye uğratıp öldürmüştü. Ancak Melik Sancar, Damgan şehrine vardığında Argun’un da kendi kölelerinden birisi tarafından öldürüldüğü haberini alıp geri döndü (1097). Sancar, Berkyaruk’la birleştikten sonra, birlikte Nişabur ve Belh’e gittiler. Sancar burada ağabeyi Berkiyaruk tarafından, merkezi Merv şehri olmak üzere, Horasan melikliğine tayin edildi. Emir Kamaç ise onun atabeyliğine getirildi. Sancar, Horasan’ın bir kısmını elinde bulunduran emir-i dâd Habeşî ile rekabete girdi. Sancar 1100 yılında, Habeşî’yi ve onun yardımına gelen Sultan Berkiyaruk’u ağır bir yenilgiye uğrattı; hattâ Hâbeşî’yi öldürdü. Bütün saltanatı kardeşi Tapar’la taht mücadeleleri içerisinde geçen Sultan Berkyaruk’un, bundan dolayı Sancar’la ilgili bir güvensizlik yaşadığı anlaşılmaktadır. Ancak Sancar, öz kardeşi Tapar lehine bir defa taht mücadelesine karışması hariç, genellikle olayların dışında kalarak, Sultan Berkyaruk’un güvenini kazanmayı başarmıştır. Tapar’la 1103 yılında meydana gelen ve Berkyaruk’un galibiyetine rağmen devletin ikiye bölündüğü anlaşmaya göre, Horasan ve Maveraünnehir hâkimi olarak kalan Sancar da, Tapar’ın tâbileri arasında bulunuyordu. Sancar Dönemi 102 Büyük Selçuklu Tarihi Melik Sancar’ın Karahanlı ve Gaznelilerle İlişkileri İmparatorluğun dahilî olaylarına fazla karışmayan Sancar, melikliği döneminde devletin doğusunu düzene koymak ve Karahanlılar’ın tâbi statüsünün sürdürülebilmesi için bir hayli mücadele etti. Gerçekten de sözü edilen taht kavgaları sırasında Melik Sancar’ın uzakta olmasından yararlanarak Horasan’ı işgale teşebbüs eden Karahanlılar’ın bu girişimlerini sonuçsuz bıraktı. Nitekim 100.000 kişilik bir orduyla Horasan’a yürüyen Kadir Han yakalanarak öldürüldü. Sancar, Berkyaruk’un da en zor günlerinde bile müdahale ettiği Karahanlı tahtına, Muhammed Arslan Han’ı geçirip, Karahanlıların Selçuklu Devletine bağlı kalmalarını sağladı (1102). Muhammed Arslan Han’ın Sancar’ın kız kardeşi, Sancar’ın da Hanın kızı ile evli olduğuna bakılırsa, güvendiği birisini tahta geçirdiği anlaşılmaktadır. Melik Sancar, daha sonra da, Arslan Han’a karşı ayaklanan saltanat davacılarına karşı, Han’ın yardım istemesi üzerine Türkistan’a müdahale etti ve onun tahtında kalmasını sağladı. Bu cümleden olarak Sancar’ın meliklik döneminin belki de en önemli başarısı, Karahanlılar’ı ve Gazneliler’i sürekli olarak kontrol altında tutabilmiş olmasıdır. Zira Selçuklu Devleti bir yandan taht kavgaları ile sarsılırken, diğer taraftan da batı tarafında Gürcü, Batınî ve Haçlılar tarafından tehdit edilmekteydi. Hatırlanacağı üzere, Gazneliler, Dandânakân savaşıyla Horasan ve İran’daki hâkimiyetlerine son verildikten sonra Afganistan ve Kuzey Hindistan’daki topraklarına çekilmişlerdi. 1059 yılında Hindikuş Dağlarının sınır olarak belirlendiği barış anlaşmasına kadar da taraflar arasında savaşlar devam etmişti. Sancar’ın meliklik devrinde Gazneliler için yeni bir safhanın açıldığı görülmektedir. Gazne’de Sultan III. Mesud’un ölümünden sonra yerine geçen ve Sancar’ın kız kardeşinin oğlu olan Arslanşah, kardeşlerini kendisine tehdit oluşturmamaları için hapse atmıştı. Ancak hapisten kaçmayı başaran kardeşi Behramşah, Sancar’ın huzuruna gelerek tahtı ele geçirmek konusunda yardım istedi. Sancar’ın kendisine sağladığı askerî yardım sayesinde de Arslanşah’ı mağlup edip tahtı ele geçirdi. 1117 yılı başında Gazne’ye giren Sancar, bu yardımın karşılığı olarak, çeyrek asır süren savaşlarla alınamayan bir sonuç elde etti. Behramşah’la yapılan anlaşma gereğince Selçuklu Devleti’ne tâbi olan Behramşah, hutbede sırası ile Halife, Sultan Muhammed Tapar, Melik Sancar ve son olarak da kendi adını okutacaktı. Ayrıca Selçuklu Devletine ödeyeceği yıllık 250.000 dinar vergiyi tahsil etmek için bir Selçuklu görevlisi Gazne’de oturacaktı. Bu durum Behramşah adına iktidar için başkasına dayanmanın ağır bedeli olurken; Selçuklular bakımından sınırların Hindistan’a kadar genişlemesi gibi parlak bir sonuç getirdi. Sancar, daha sonra Gazne’yi ele geçiren Arslanşah’ı bertaraf edip, Behramşah’ın yeniden tahta oturmasını sağladı. Böylece Melik Sancar, babası Sultan Melikşah’ın politikasını aynen devam ettirerek, Büyük Selçuklu Devletinin doğu sınırının güvenliğini -geniş yetkili bir genel vali ile idare edilen Harizm dışında -Karahanlı ve Gazneliler’i sıkı bir tâbiyet altında tutarak sağlamıştır. Melik Sancar’ın ülkenin doğusunu başarılı bir şekilde yönetmesi sayesinde Sultan Muhammed Tapar, batıdaki meselelerle daha fazla meşgul olma imkânı bulabilmiştir. SANCAR’IN TAHTA ÇIKMASI VE DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI Sultan Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra (1118) yerine on dört yaşındaki oğlu Mahmud sultan ilan edildi. Abbasi halifesi Müstazhir Billah da onun adına hutbe okutarak saltanatını onayladı. Ancak Sancar bir yandan yeğeninin yaşının küçük Gazne sultanı Arslanşah, Sancar’ın Behramşah adına ordu sevk edeceğini öğrenince, Sultan Tapar’a bir elçi göndererek, kardeşine mâni olmasını istemişti. Rivayete göre Tapar kardeşine, Gazneliler’in işlerine karışmamasını telkin eden bir mesaj gönderdi. Ancak elçiye, eğer kardeşim yola çıkmamış ise ona sözlerimi ilet. Lakin yola koyulmuşsa ona engel olmak, kardeşimin iktidarını zedeleyeceğinden bunlardan hiç söz etme diye tenbih etmişti. 6. Ünite - Sancar Dönemi 103 olmasından ötürü devlet için kaygılanan; diğer yandan da yıllardır edindiği idarî tecrübeye istinaden, saltanata her bakımdan kendisini lâyık görüyordu. Nitekim Selçuklu hanedanının yaşça en büyük ve özellikle en güçlü üyesi olan Sancar, yeğeni Mahmud’un sultanlığını tanımadı. İmparatorluğun doğusunda kendisini Sultan ilan ettikten sonra yeğeni Mahmud’un üzerine yürüdü. Bir yandan da Halifeden kendi adına hutbe okunmasını istedi. Sultan Mahmud da amcasına yaptığı barış önerisinin reddedilmesi üzerine Rey’e çekilerek savaş hazırlıklarına başladı. İki ordu Save’de karşı karşıya geldi. Mahmud’un daha kalabalık olan askerine karşı 20.000 kişiyle savaşa giren Sancar, ordusunda bulunan kırk filin sağladığı üstünlükle, yeğenini yenilgiye uğrattı (14 Ağustos 1119). Mahmud bunun üzerine İsfahan’a çekildi. Bu sırada henüz hilafet tahtına oturan Müsterşid Billah da, Sancar adına hutbe okutmaya başladı. Böylece bu taht mücadelesini kazanan Sancar, Hemedan’dan Rey’e giderken Mahmud’u da huzuruna çağırdı. Artık Melikşah döneminden daha geniş sınırlara ulaşmış bir İmparatorluk olan Selçuklu Devletinin, karşı karşıya olduğu meseleler de bir o kadar karmaşık hâle gelmiş bulunuyordu. Bunun bilinciyle hareket eden Sultan Sancar devlette yeni bir idarî düzenlemeye gitti. Mahmud’u “Sultanü’l-muazzam” (Büyük sultan) unvanıyla, Hemedan merkez olmak üzere Irak’a tayin etti. Batıda Selçuklu idaresi altında bulunan diğer eyaletleri (Halifeliğe ait Irak-ı Arab, Suriye, Azerbaycan ve Doğu Anadolu) onun idaresine bıraktı. Sultan Sancar veliahd ilân ettiği Mahmud’u kızı Mahmelek, o vefat ettekten sonra da diğer kızı Gevher Hatun ile evlendirdi. Kendisi “Sultanü’la’zam” (En büyük sultan) unvanı alan Sancar, diğer yeğenleri Mesud, Tuğrul ve Selçukşah’a da Irak-ı Acem, Azerbaycan ve Huzistan’da bazı yerler verdi. Rey ve Mazenderân başta olmak üzere, Irak’ta bazı yerleri, Mahmud’un bağımsız hareket etmesini engellemeye yönelik bir tedbir olarak olarak kendisine bağladı. Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezini Merv’e taşıdı. Kısaca özetlemek gerekirse, bu şekilde, Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbi Irak Selçuklu hanedanı (1119-1194) kurulmuş oldu. En Büyük Sultan olan Sancar; Gazneliler, Harizmşahlar ve Karahanlılar gibi kendisine tâbi yerlerde, hutbede kendi adından sonra Mahmud’un adının da zikredilmesini emretti. Ancak Sultan Mahmud da, Sancar’a sıkı tâbiyet bağları ile bağlı bulunuyor; hutbe ve sikkede önce sultanın adını zikretmek, sadece üç defa nevbet çalmak, Sancar’ın alâmeti olan renkleri kullanmak gibi vassalık yükümlülüklerini yerine getirmek mecburiyetinde bulunuyordu. Onun sultan unvanı taşımasının ayrıcalığı Sancar’a karşı değil, idaresine bırakılmış yerlerdeki vassalları ve Sancar’ın tâbileri olup hutbede onun adını da okutmak zorunda olan hükümdarlar üzerindeki statüsü ile ortaya çıkıyordu. Nitekim Mahmud’u olabildiğince sıkı bir şekilde kendisine bağlamak isteyen Sancar, yeğeni Mahmud’un ordusunda kendisine karşı savaşan kumandanları da tasfiye etti. Irak Selçuklu sultanının hizmetinde görev alacak devlet adamlarını da kendisi tayin ettikten sonra başkenti Merv’e gitti.
.SULTAN SANCAR’IN BATI SİYASETİ Sancar’ın Irak Selçukluları ile İlişkileri Sultan Sancar, batı bölgesinin idaresini Mahmud vasıtasıyla yürütmek kararına rağmen; zaman içerisinde yaşanan olaylar, kendisinin de burada hiç azımsanmayacak bir mesai harcamasını gerektirdi. Bir yandan Selçuklu şehzâdelerinin aralıksız taht kavgaları, bu arada dolaylı ya da doğrudan kendi otoritesinin hedef alınması ve halifelerin bu olaylar içerisindeki yeri, Sancar’ı batıda oldukça meşgul etmiştir. Save: Irak-ı Acem’de Hemedan ile Rey yolunun ortasında bir şehir. 104 Büyük Selçuklu Tarihi Nitekim Irak Selçuklu Sultanı Mahmud’a karşı kardeşleri hemen taht kavgalarına başladılar. Mahmud’a karşı ilk olarak Gence meliki olan kardeşi Mesud isyan etti. Hille emiri II. Dübeys b. Sadaka ile ittifak etmiş olan Mesud, Aksongur Porsukî idaresinde üzerine gönderilen orduya yenik düştü (1120). Mesud bununla birlikte Sultan Mahmud tarafından affedildi. Ancak mücadeleye devam eden Dübeys, Bağdad şahnesi Porsukî ve Halife Müsterşid’in kuvvetlerini mağlup etti. Müsterşid’le bir anlaşma yapan Dübeys’in, onun vezirini azlettirmesine bakılacak olursa, Halifeliği kendi denetimi altına almak istediği anlaşılmaktadır. Halife de aslında Dübeys’ten çok çekinmesine, Selçukluları ona tercih etmesine rağmen bu anlaşma sayesinde kendisi siyasî rol üstlenmiş oluyordu. Dübeys b. Sadaka, Hille merkez olmak üzere 997-1163 yılları arasında, Irak’ta hüküm sürmüş Mezyedoğulları hanedanına mensup emirlerdendir. Mezyedoğulları’ından I. Dübeys, Tuğrul Bey’in Bağdad seferi sırasında Şiî olması sebebiyle, Besâsirî ve Fatımîlerden yana siyaset izlemişti. Melikşah tarafından emirliği onaylanan Sadaka b. Mansur zamanında, toprakları Dicle’nin sol kıyısını da içerisine alacak kadar genişledi. Selçuklular’ın fetret döneminde Tapar tarafında yer alan Sadaka, bu karışıklıklardan istifade ederek topraklarını genişletmeye başladı. Tıpkı Müslim b. Kureyş gibi, Selçuklulara rağmen bir Arap Devleti kurmayı hayal ediyordu. İsyankâr davranışları dolayısıyla Tapar tarafından bir savaşta öldürüldü. Sultana bağlı kalmak ve Hille’ye dönmemek şartıyla, yerine oğlu II. Dübeys geçirildi. Ancak Tapar’ın ölümünden sonra saltanat kavgalarından yararlanarak Hille’ye dönen Dübeys, Halifeyle de mücadeleye girdi. Sancar tarafından Halife’ye karşı bir koz olarak kullanılan Dübeys, daha sonra Sultan Mesud tarafından, Halifenin katlinden sorumlu tutularak öldürüldü. Hanedan 1163’e kadar varlığını sürdürmekle birlikte eski gücünü kaybetti. Halifenin siyasî güç denemesi mahiyetindeki bu faaliyetlerinden rahatsız olan Sultan Sancar, Mahmud aracılığı ile Halifeye yeni bir vezir tayin ettirdi. Ancak bu arada daha önce de isyan etmiş olan Mahmud’un kardeşi Melik Tuğrul, halifeyle mücadeleye girdi yenilince de, kendisine yardım eden Dübeys ile birlikte Sancar’a sığındı. Mahmud’un kendi rızası hilafına gücünü arttırmasını istemeyen Sancar, yeğenleri arasında buna uygun bir denge siyaseti izlediği için Tuğrul’u himaye etmekteydi. Bundan rahatsız olan Mahmud ise Müsterşid ile işbirliği yaptı. Bu gelişmeler zaten mücadeleci bir kişiliğe sahip olan Halifeyi, Selçuklularla arasındaki protokolü ihlâl edecek davranışlara sevk etti. Bunun üzerine Sultan Mahmud’a bir elçi gönderen Sancar, onu Halifeyle olan işbirliğine son vermesi hususunda uyardı ve Bağdad’a gitmesini emretti. Mahmud’un Bağdad’a gelmekte olduğunu haber alan Müsterşid, kıtlığı gerekçe göstererek onun şehre girmesine engel olmak istedi ve savunma tedbirleri aldı. Sultan Mahmud bunun üzerine Bağdad’a kılıç zoruyla girmek zorunda kaldı (Ocak 1127). Buna rağmen Halifeye saygıda kusur etmeyen Mahmud onunla bir miktar para ve mal karşılığında anlaşma yaptı. Bu şekilde bir anlaşma, Halifenin siyasî rolünü onaylama anlamına da geliyordu. Sultan Sancar, Irak’ta yaşanan gelişmeleri yakından takip edebilmek ve Mahmud’un Halife ile hâlâ işbirliği yapmakta olduğu şeklindeki şikâyetleri denetlemek için Rey’e geldi (1128). Hemedan’da bulunan yeğeni Sultan Mahmud’u da yanına çağırdı. Mahmud derhal Sultan Sancar’ın huzuruna giderek itaatini arz etti. Sultan Sancar, Halifenin hareket alanını sınırlandırmak üzere, bir süredir gözetim altında tuttuğu Dübeys’i serbest bıraktı. Mahmud’dan onu Halife ile barıştırıp, Musul valiliğine tayin etmesini istedi. Sultan Mahmud, en büyük sultanın isteklerinin ikinci 6. Ünite - Sancar Dönemi 105 kısmını yerine getirmediği için, Sancar’ın himayesinde kardeşi Mesud’un ayaklanmasına muhatap oldu. Sultan Mahmud’un ölümü üzerine (Eylül 1131) vezir Dergüzinî ve atabey Aksungur Ahmedil, onun oğlu Melik Davud’u Irak Selçuklu sultanı ilân ettiler. Bu teşebbüs Sultan Sancar’ın izni dışında gerçekleştiği için gayrı meşru sayılarak Müsterşid tarafından onaylanmadı. Diğer taraftan Davud’un Azerbaycan meliki olan amcası Mesud da tahtı ele geçirmek üzere harekete geçti. Mesud da Halifeye elçi göndererek adına hutbe okunmasını istedi. Bu talebi de geri çeviren Halife, Davud’un diğer amcası Fars meliki Selçukşah’ın büyük bir orduyla Bağdad’a gelmesi üzerine onunla anlaştı. Fakat hutbe okutma konusunu, Sancar’ın iznine tâbi sayarak erteledi. Melik Mesud ise adına hutbe okunması talebi reddedildiği için, Bağdad’ı kuşatmaya geldi. Müttefiki Musul valisi İmadeddin Zengi’nin kuvvetlerinin baskına uğramasıyla onun desteğinden de mahrum kalan Mesud, Selçukşah’la girdiği savaşta yenilgiye uğradı. Bu ana kadar Sultan Sancar’a sadakatle bağlı olduğu izlenimini veren Müsterşid, Sancar’ın bu tarafa gelmekte olduğu haberini alınca, Selçuklu melikleri ile anlaşarak, onun aleyhinde bir ittifak yaptı. Buna göre Mesud’u sultan, Selçukşah’ı veliaht ilan eden Halife, Irak’ı yönetmek üzere Mesud’u kendisine bir nevi vekil tayin ediyor ve Sancar’ın adını hutbeden çıkarıyordu (Mart 1132). Mesud, daha sonra kendisinin de çok sıkıntı çekeceği Halifenin siyasî nüfuz mücadelesi konusunda, saltanat ihtirasıyla verdiği bu tavizin ne manaya geldiğini, o gün değilse bile sonradan çok net olarak anlamıştır. Dînever Savaşı ve Sancar’ın Duruma Hâkim Olması Irak’taki bu gelişmeleri haber alan Sultan Sancar, önce Musul valisi Zengi’yi Bağdad şahneliğine, Dübeys’i de Hille’ye tayin etti. Ardından büyük bir ordu ile harekete geçen Sancar önce Rey’e geldi, sonra Irak Selçuklularının merkezi Hemedan’a girdi. Sancar’ın nihaî hedefi şüphesiz Bağdad’a yürümekti. Ancak müttefikler de Sultanla savaşmak için hemen harekete geçmiş bulunuyorlardı. Hattâ Halife Müsterşid de bizzât harbe katılacakken, Zengi ve Dübeys’in Bağdad’a hareket etmesi üzerine geri döndü. Mesud bu gelişmeler üzerine Sancar’la savaşmaya cesaret edemeyerek Azerbaycan’a doğru çekilmeye karar verdi. Ancak Mesud’u yakalamak kararında olan Sultan çok süratli bir şekilde hareket ederek, dört günlük takibin sonunda Dînever’de ona ulaştı. Sancar’ın 100.000 kişilik ordusuna karşısında 30.000 civarındaki askeriyle harbi kabule mecbur olan Mesud’un, bir kısım kuvvetleri de kendisini savaştan hemen önce terk edip Sancar’ın saflarına katıldılar. Mesud, çok şiddetli bir muharebe yapmasına rağmen ağır bir yenilgiye uğradı. (Mayıs 1132). Ordusundan çok sayıda kimse esir düşmekle birlikte Mesud kaçmayı başardı. Fakat kısa zaman sonra Sultan’ın affına mazhar olup yeniden Gence’ye tayin edildi. Ancak Sancar bütün bu olanlardan sorumlu tuttuğu atabey Karaca es-Saki’yi öldürttü, Selçukşah ise Fars’a kaçtı. Dînever savaşından sonra batı ile ilgili yeni biri düzenleme yapan Sultan Sancar, bir süreden beri yanında bulunan yeğeni Tuğrul’u, Irak Selçuklu Sultanlığı tahtına oturttu. Sultan Sancar, Dergüzinî’yi Tuğrul’a vezir tayin ettikten sonra Horasan’a geri döndü. Sultanın her nedense kendisiyle ilgili bir karar almadığı Halife ise, onun dönmesinden sonra Bağdad’ı kuşatan Zengi ve Dübeys’i mağlub etmeyi başardı. Müsterşid bu başarısından dolayı kendisine güveni bir hayli artmış olduğundan, Sancar’ın atadığı Tuğrul’un adına hutbe okutmayı kabul etmedi. Sultan Tuğrul, teorik olarak 1134 yılında ölene kadar Irak Selçuklu sultanı olarak kaldı. İmadeddin Zengi: 1127-1233 yılları arasında, Kuzey Irak ve Suriye’de Irak Selçuklularına bağlı olarak hüküm sürmüş; atabeylik olarak adlandırılan Zengiler hanedanının kurucusudur. Sultan Mahmud tarafından 1127’de Musul valiliğine ve yanı sıra oğlunun atabeyliğine tayin edilmişti. 106 Büyük Selçuklu Tarihi Ancak Sancar’ın dönmesinden sonra yeğeni Davud ve sonra kardeşi Mesud, Sultan Tuğrul’a karşı; daha sonrada Davud, saltanatını ilan eden Mesud’a karşı ayaklandılar. Halife de doğal olarak yine muhaliflerin yanında yer alarak, önce Davud, sonra Mesud adına hutbe okutarak, Sancar’ın iradesine ve iktidarına karşı meydan okumaya devam etti. Sultan Sancar- Abbasî Halifeliği İlişkileri Taht mücadeleleri devam ettiği sırada ölen Tuğrul’un yerine Irak Selçuklu tahtına Mesud geçti (1134). Sancar da, her ne kadar kendisine rağmen olsa da, artık olayların istikrara kavuşması adına onun saltanatını onayladı. Ancak Mesud’dan bu olayları kışkırtan bazı emirlerin öldürülmesini istedi. Bu emirlerin Halifeye sığınmaları üzerine Sultan Mesud, Halife Müsterşid ile ihtilafa düştü. Önceki ünitelerde de yeri geldiğinde belirtildiği gibi, Tuğrul Bey tarafından Büveyhoğullarının sultasından kurtarılan Halife, bağımsız siyasî bir güç olmayı beklerken, bundan sonra da Selçukluların himayesi altına girmişti. Bunu geçici ve arızî bir durum olarak değerlendiren Halifeler, temel varlık sebebi olarak gördükleri siyasî iktidarlarını yeniden kurmak için, en başından beri büyük bir mücadele vermekteydiler. Devletin en muktedir olduğu zamanlarda, Tuğrul Bey’in ölümü üzerine Selçuklu sultanı adına okunan hutbenin kesilmesi, Bağdad’dan Selçuklu memurlarının kovulması; Sultan Melikşah zamanında üst seviyeye çıkan ihtilaflar bu rekabetin bazı safhaları olarak hatırlanabilir. Selçuklu fetret döneminden ise bir toparlanma süreci olarak yararlanan Halifeler, ikinci imparatorluk devri adı verilen Sancar zamanında ilginç bir şekilde açıkça savaşa tevessül eder oldular. Bunda halifeliğin, Müslüman hükümdarların saltanatlarının meşruluğunun onaylandığı makam olması dolayısıyla, bütün taht davacılarının onun kapısını çalmak zorunda olmasının büyük bir etkisinin olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca Halife-Sultanlar mücadelesinin bu aşamaya gelmesinde, Selçuklu Devletinin zaafları kadar, hilafet tahtında oturan Müsterşid Billah’ın kişisel özelliklerinin de etkisi bulunmaktadır. Buna rağmen iki hanedan arasında ilişkiler, evlilikler yoluyla iyileştirilmeye çalışılıyordu. Müsterşid bu çerçevede Sultan Sancar’ın kızı ile evlenmiş bulunuyordu. Daha sonra Sultan Mesud ve Halife Muktefî arasında da karşılıklı evlilikler yapılmıştır. Müsterşid Billah hakkında daha fazla bilgi için bkz. Osman G. Özgüdenli “Selçuklu Hilâfet Münasebetlerinde Bir Dönüm Noktası: Halife el-Müsterşid’in Katli Meselesi”, İÜEF TD, 39 (2004), 1-35. Müsterşid, Irak Selçuklu şehzâdeleri arasındaki taht kavgalarından yararlanarak bir taraftan kendisine ait bir ordu kurarken, diğer taraftan Sultan Mesud’a karşı olan komutanları kendi yanına toplamaya uğraşıyordu. Irak’ta yaşanan gelişmeleri yakından takip eden Sultan Sancar, bu hususta Irak Selçuklu sultanlarına uyarılarda bulunuyordu. Sultan Mahmud’un Bağdad seferine memur edilmesi ve Sultan Sancar’ın adını hutbeden çıkaran Müsterşid’in müttefiklerinin Dînever’de yenilgiye uğratılmaları da bu cümledendi. Daha önce Halifenin ihtiraslarına alet olmakla birlikte, Mesud tahta geçince yukarıda söylendiği gibi, Müsterşid’in sultana muhalif emirleri koruması dolayısıyla, Selçuklu-Halifelik ilişkileri kopma noktasına geldi. Bu olanlara kayıtsız kalması beklenmeyen Sultan Sancar ile Halife arasında da bu vesile ile birbirini itham eden bazı yazışmalar vuku buldu. Sonunda Halife Müsterşid, Sultan Mesud’un adını hutbeden çıkarıp, Davud ve Sancar’ın adlarını koydu. Sonra da Mesud ile savaşmak üzere büyük bir orduyla ha- 6. Ünite - Sancar Dönemi 107 rekete geçti. Halife savaşmak üzere ilerlerken Kirmanşah’a vardığında okuduğu hutbede Selçukluları fâsık olarak nitelendirmesi çatışmanın ulaştığı seviyeyi göstermesi bakımından mühimdir. Müsterşid savaş öncesinde bir kısım kuvvetleri kendisini terk etmesine rağmen, Sultan Mesud ile Hemedan yakınlarında harbe girdi. Savaşı kaybeden Halife esir düştü ve tüm ağırlıkları yağmalandı (Haziran 1135). Sultan Mesud, metbû sultan Sancar’a durumu rapor ederek, bu husustaki emirlerini beklediğini bildirdi. Bu arada Sultan Mesud’un, bir daha ordu toplamaması ve harp tazminatı ödemesi kaydıyla anlaşma yaptığı Halife, Sancar’ın emri doğrultusunda tam Bağdad’a gönderilecek iken, Sancar’ın elçilik heyetinin karşılanması sırasında Batınîler tarafından öldürüldü. Dönemin Arap müellifleri Müsterşid’in ölümünden Sultan Sancar’ı ve Mesud’u doğrudan sorumlu tutulmuşlardır. Sancar’ın bu konuda Batınîlerle işbirliği yaptığı iddiaları, Halife ile aralarındaki meselenin siyasî bir mevzu olmasına binaen çok da tuhaf karşılanmamalıdır. Nitekim Sultan Melikşah’ın öldürülmesinden Halife Muktedî; Müsterşid’in ölümünden de Sancar sorumlu tutulabilir. Hattâ Sancar’dan Mesud’a iki ayrı mektup geldiği, birincide Halifeye saygı gösterip derhal Bağdad’a göndermesini isterken, diğerinde kargaşa sırasında Halifeyi bertaraf etmediği için azarlandığı ifade edilmektedir. Müsterşid öldürülünce yerine oğlu Raşid Billah geçti. Ancak yeni Halife babasının Mesud’la yaptığı anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi, Selçuklu aleyhtarı politikaları aynen sürdürmek niyetinde idi. Sultan Mesud gönderdiği elçi vasıtasıyla kendisine biat ettiği hâlde, Bağdad’ı tahkim eden Raşid, Selçuklu şehzâdeleri ve ümerasıyla ittifak ederek sultana karşı ordu toplamaya başladı. Raşid Billah’ın en mühim kozu, yine saltanatının onaylanmasını bekleyen melikler ve onları taht kavgalarına sürükleyen atabeyleri ile devamlı taraf değiştiren gulâm ümerâ idi. Sultan Mesud, kendisine karşı 30.000 kişilik ordu toplayan Halifenin üzerine yürüyüp Bağdad’ı muhasara etti. İki aya yakın süren kuşatmadan dolayı sıkıntıya düşen ve ordusu dağılan Halife de, Bağdad’ı terk edip müttefiki Zengi ile Musul’a gitti. Mesud’un derhal Bağdad’a dönmesi yolundaki çağrısını kabul etmeyen Halife, Sancar’ın onayı ile azledilerek yerine Muktefî Liemrillah getirildi (Ağustos 1136). Sultan Mesud’a karşı savaşmaya kararlı olan Raşid ise Melik Davud ve bazı gulâm emirlerle birleşip İsfahan’a giderken Batınîler tarafından öldürüldü. Melik Davud da aynı şekilde bir suikastle ortadan kaldırıldı. Yeni Halife, iki selefinin hayatına mal olan ve halifeler aleyhine neticelenen mücadeleyi bir daha asker toplamamak, Türk gulâm edinmemek ve Bağdad’ı terk etmemek şartlarıyla; yani statü konusunda en başa dönerek yaptığı anlaşma ile şimdilik sona erdirdi. Savaş tazminatı olarak da halifeliğin pek çok malına el konuldu. Bu anlaşmaya Mesud’un saltanatı boyunca önemli ölçüde uyuldu ise de, Büyük Sultan Sancar’ın doğudaki yoğun meşguliyeti, Irak Selçukluları ve Halife ile daha fazla ilgilenmesine fırsat vermedi. Sancar’ın ölümünden sonra, onun yüksek himayesinden mahrum kalan Irak Selçuklularının, iç çekişmelerinden yararlanan halifeler yeniden ordular kurmak imkanı bulacaklardır. Irak Selçukluları ve Atabeyliklerle ilgili ünitelerde yeri geldiğinde bu hususta bilgi verilecektir. Sultan Sancar zamanındaki Selçuklu-Halifelik ilişkilerini, önceki dönemlerle karşılaştırarak kısaca değerlendirin? SULTAN SANCAR’IN DOĞU SİYASETİ Sultan Sancar’ın ülkesinin doğusunda ilişki içerisinde bulunduğu başlıca hâkimiyetler Karahanlılar, Gazneliler, Gurlular, Karahıtaylar Harizmşahlar ve Oğuzlardır. SelFâsık ilahî emirlere itaâtten ayrılıp asi olan mümin veya kâfirler için kullanılan bir terimdir. 1 108 Büyük Selçuklu Tarihi çuklu Devletinin bunlarla ilişkilerini kronolojik, yani tarih sırasına göre anlatmak mümkün ve daha kolaydır. Ancak anlatılanların konu bütünlüğü esasına uymaması halinde daha çok ezbere yönelten bir anlatım tarzı olacağı düşüncesiyle, bu bölüm konularına göre, fakat kendi içerisinde kronolojik olarak incelenecektir. Karahanlılarla İlişkiler Türkistan Hanları olan Karahanlılarla, daha devlet kurmadan önce de yoğun temas içerisinde bulunan Selçuklular, devlet kurduktan sonra da onlarla Ceyhun nehri sınır olmak üzere komşu olmuşlardı. İki devletin ilişkileri çoğunlukla Selçuklular’ın üstünlüğüyle, ama Sultan Alp Arslan’ın da talihsiz bir şekilde hayatını kaybettiği sınır çatışmaları içerisinde geçti. Maveraünnehir’in yerel/İranî unsurları, mutlakiyetçi olmayan Bozkırlı Türk hükümranlık anlayışını istismar edilebilir bir alan olarak görmüşlerdir. Bu sebeple özellikle Batı Türkistan’da ulemâ/sivil bürokratlar, hükümdarın egemenlik alanına girmek için devletle çatışmakta idiler. Daha önce de anlatıldığı gibi, Melikşah bu tür çatışmaların yoğunlaştığı dönemde yapılan davet üzerine Türkistan’a iki sefer düzenlemiş Doğu ve Batı Karahanlı ülkesini tâbi devlet statüsünde topraklarına bağlamıştı. Yine yukarıda da söylendiği üzere, Selçuklu Devleti Melikşah’ın ölümüyle fetret dönemi yaşamasına rağmen; Sultan Berkyaruk ve Horasan meliki Sancar’ın gayretleri ile Karahanlılar’ın statüyü değiştirmesine imkân verilmemişti. Sancar, kız kardeşi ile evli bulunan ve aynı zamanda kayınpederi olan Muhammed Arslan Han’ı, meliklik döneminde Karahanlı tahtına oturtmuştu. Otuz yıla yakın bir süre sadakatte kusur etmeyen Muhammed Han, hasta ve felçli olduğu son yıllarında yeterince aydınlatılamayan bazı olaylarla karşı karşıya kaldı. Hasta olduğu için kendisine bir nevi vekil kağan tayin ettiği, ya da etmek zorunda kaldığı oğlu Nasr, ulemadan birisinin önderlik ettiği bir isyan sonucu öldürüldü. Muhammed Han bunun üzerine bağlı olduğu Sancar’a müracaat ederek yardım istedi. Ancak Sancar Maveraünnehr’e geldiği sırada, Han’ın diğer oğlu Ahmed Han isyanı bastırmış bulunuyordu. Aslan Han, herhalde babasının yerine geçmek için acele eden ve Selçuklu hâkimiyetinden kurtulmak isteyen Ahmed’in etkisiyle, Sancar’a artık gelmesine gerek bulunmadığını bildirdi. Bu muameleye çok kızan Sancar, o günlerde Muhammed Han veya belki oğlunun kendisine karşı düzenlediği başarısız bir suikast girişimini ortaya çıkardı. Sancar bunun üzerine Mart 1130’da Semerkant’ı ele geçirdi. Muhammed Han sultanın huzuruna hastalığı dolayısıyla acınacak bir vaziyette çıkarıldı. Muhammed Han af dilediyse de tahttan indirildi. Sancar’ın eşi olan kızı Terken Hatun’un yanına sürgüne gönderildi. Ahmed’in tahta geçmesine müsaade etmeyen Sancar artarda tayin ettiği iki hükümdarın ölümünden sonra, kendi kız kardeşinden olan ve sarayında büyüttüğü Muhammed Han’ın oğlu Mahmud’u, Karahanlı hükümdarı tayin etti. Mahmud Arslan Han ölümüne kadar Sancar’a büyük bir sadakatle bağlı kaldı. Ancak bu durum Sancar’ın Türkistan’daki hadiselerin içerisine, gereğinden çok çekilmesine sebebiyet verdi. Karahanlılar hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ö.Soner Hunkan Türk Hakanlığı (Karahanlılar) İstanbul 2011. Karahıtaylar ve Katavan Savaşı Liao imparatorluğu adıyla Kuzey Çin’de iki asra yakın (916-1125) hüküm süren, Karahıtaylar (Kitanlar), yaklaşık yüz yıl önce (1017) de Türkistan’ı istilâ girişiminde bulunmuş ve Togan Ahmed Han tarafından sınırlarının dışına çıkarılmışlardı. 6. Ünite - Sancar Dönemi 109 1125 yılında Cürcenler tarafından buradaki hâkimiyetlerine son verilince, yeniden batıya doğru çekilmeye mecbur kalan Karahıtaylar 1128 yılında yine Karahanlılarla karşılaştılar. Önce Ahmed Han tarafından yenilgiye uğratılıp, Karahanlı devleti hudutlarını korumakla görevlendirildiler. Ancak daha sonra iç çekişmeler dolayısıyla yardımına başvurulan Gürhan, bu vesile ile girdiği Balasagun şehrini ve tüm Doğu Karahanlı topraklarını istilâ etti (1130). Göçebe istilâlarının tabiatı icabı Karahıtay istilasının burada durması beklenemezdi. Nitekim Karahıtaylar Fergana’yı işgâl edip Maveraünnehr’e yöneldiler. Karahıtaylar’ın ilerleyişini durdurmak üzere, Hocend’de karşılarına çıkan Mahmud Arslan Han yenilgiye uğradı (1137). Bu sırada Han’ı meşgul eden en önemli meselelerden birisi de, Maveraünnehir’in fethinden beri, yerleşik hayata geçirilmek istenen ama geçirilemeyen Karlukların isyanlarıydı. Ancak doğudan batıya büyük bir göç dalgasının harekete geçtiğini çok önceden gören Sancar’ın oluşturduğu hudut teşkilatına rağmen, Selçuklu ülkesinin de bundan nasibini alması kaçınılmazdı. Çünkü göçlerin geriye döndürülmesi mümkün olmadığı gibi, ses dalgaları gibi büyüyerek, birbirlerinin üzerine katlanıp çoğalarak yekdiğerini daha batıya itmekte idiler. Bu çerçevede Sultan Sancar, Abbasi Halifesine gönderdiği bir mektupta gayrimüslimlere karşı verdiği mücadeleyi anlatmış ve kendisinden destek istemiştir. Mahmud Han 1137 yılında, Karahıtay, Karluk, Yağma, Kanglı ve Oğuz boylarının giderek artan baskıları karşısında Sultan Sancar’a yardım çağrısında bulundu. Bu dönemde Türk-İslam Dünyasının koruyucusu durumunda olan Sultan Sancar, daha sonra anlatılacak olan Harizm meselesi yüzünden yardım seferini biraz geciktirdi. Aslında Sancar’ın, Karahıtayların muhtemel Maveraünnehr istilalarına karşı, daha 1130’lardan itibaren, Cend’den Mankışlağ’a kadar bir uç teşkilatı kurarak tedbirler aldığı ve siyasetini buna göre düzenlediğini bilinmektedir. Karahanlı hükümdarının isyancı Karlukları Maveraünnehr’den çıkarma teşebbüsü, adetâ felaketin başlangıcı oldu. Devletin bir iç meselesi olmasına ve Karahıtay istilası halk arasında büyük bir korku yaratmış olmasına rağmen Karluklar, Gürhan’ın himayesine girmekle işi uluslararası boyuta taşımış oldular. Karahıtayların batıya doğru yayılmalarını uzun bir süredir yakından takip eden Sultan Sancar, Karahıtaylar üzerine düzenleyeceği bir sefer için zaten hazırdı. Kendisine tâbi hükümdar ve emirlere bu sefere katılmalarını bildirdi. Bu çerçevede Gazne, Sistan, Gur, ve Mâzenderân hâkimleri olan tâbilerinin de yer aldığı yaklaşık yüz bin kişilik ordusuyla Türkistan’a hareket etti. Sultan Sancar’ın sefere çıkarken, beraberinde çok kalabalık bir din adamı topluluğu götürmesi, bu savaşa cihad rengi vermek istediğini göstermektedir. Semerkand’a varınca Mahmud Han, Karluklardan şikâyet ederek Sultan Sancar’ı, önce onların cezalandırılması hususunda teşvik etti. Selçuklu emirlerinden bazıları da Karluklar konusunda Mahmud Han’la hemfikir idiler. Sancar’ın Maveraünnehr’e geldiğini öğrenen Karluklar, ona elçi göndererek 50.000 koyun, 5.000 deve, 5.000 at vermeye ve hizmete hazır olduklarını bildirip affedilmelerini istediler. Sultan Sancar bu teklifi kabul edecekken, Han’ın, onların sözlerinde durmayacağı yolundaki telkinleri üzerine vaz geçti. Bunun üzerine Karluklar, Karahıtay hükümdarı Gürhan’a sığınarak yardım istediler. Bu arada Harizm hâkimi Atsız da, bağımsızlık kazanmak ümidiyle, Sultan Sancar aleyhinde olabilecek bütün teşebbüsleri desteklemekteydi. Gürhan, Karlukların affedilmesi amacıyla Sultan nezdinde teşebbüste bulundu ise de, Sancar diplomatik nezaketin ötesine geçerek; elçi ve mektup gönderdiği Gürhan’ı, tehditle İslamiyet’e davet etti. Gürhan’ın da bekleneceği üzere, Selçuklu Karahıtaylar: Orta Asya’da Hıtay (Kitan)lar tarafından kurulan başkenti Balasagun olan Moğol hanedanın adıdır. 1125 yılında Cürcenler tarafından yıkılan Liao hanedanı mensuplarından Yeh-lü Ta-şi batıya hareket ederek Karahoca Uygur Hanlığı ile Doğu Karahanlıları egemenliği altına alarak Karahıtay hanedanını kurmuştur. Karahıtay hükümdarları Gürhan unvanı taşırlardı. 110 Büyük Selçuklu Tarihi elçisini hakaretle geri çevirmesi, iki hükümdar arasında savaşı kaçınılmaz hale getirdi. Karahıtay ordusunun sayısı kum ve karınca miktarınca, sel suyu gibi inen yedi yüz bin atlı gibi abartılı ifadelerle verilmesine rağmen, iki ordunun sayıca birbirine yakın olduğu tahmin edilmektedir. Fakat Gürhan’ın saflarında savaşa katılan otuz-kırk bin kadar Karluk askeri, o dönemin en mahir savaşçıları idi. Karahanlı Mahmud Han ise ordusuyla Sancar’ın saflarında yer alıyordu. Gürhan, Sancar’la savaşmak üzere Maveraünnehir’e doğru harekete geçmiş bulunuyordu. Nihayet ordular Semerkand’ın kuzeydoğusunda Katavan mevkiinde karşılaştılar. Daha bozkırlı, dolayısıyla hareket kabiliyeti de daha yüksek olan Karahıtay ordusu, Selçuklu-Karahanlı kuvvetlerini kısa zamanda muhasaraya aldı. Selçuklu ordusunun kuşatmayı kırmak üzere giriştiği merkezin geri çekilmesi sırasında çok ağır kayıplar verildi. Sultan Sancar üç yüz zırhlı süvarinin desteğinde kuşatmayı yarıp çıktığında, neredeyse yalnız başına kalmıştı. Sonuç olarak Sultan Sancar ve Mahmud Han, Karahıtay ve Karluklara karşı büyük bir hezimete uğramışlardır. Sultan ancak bir Türkmen köylüsünün rehberliği sayesinde Belh’e ulaşabildi (14 Eylül 1141). Ordusunun bakiyesini burada toplamaya çalıştı. Ancak Selçuklu ordusunun kayıpları on binlerle ifade ediliyordu. Katvan Savaşındaki asker zayiatının çokluğunu delalet eden Sultan Sancar’a ait bir menşur çok dikkat çekicidir. Sultan Sancar’ın, “Maveraünnehr seferinden sonra boş ıktaların Divan-ı Hass’a alınmasını ve fermansız olarak mahsulâtın kimseye verilmemesini” bildirmesi kayıpların düzeyini gözler önüne sermektedir. Birçok büyük komutan ve Sancar’ın eşi Terken Hatun da esirler arasındaydı. Esirler ancak ertesi yıl külliyetli miktarda fidyelerle kurtarılabildi. Sultan Sancar’ın Karahıtaylara yenilmesi İslam dünyasında geniş yankılar uyandırmıştır. Katavan’dan sonra Maveraünnehir tabiatıyla Karahıtayların istilâsına uğradı. Böylece bütün Türkistan putperest bir kavmin idaresi altına girdi. Mahmud Han da Sancar’ın arkasından Horasan’a kaçtığı için, Karahıtaylar onun yerine kardeşi İbrahim Han’ı tahta çıkardılar. Ancak bu mağlubiyetin Selçuklular bakımından, telafisi zor da olsa mümkün olabilecek, asker ve toprak kayıplarının ötesinde ifade ettiği başka bir anlam vardır. Katavan yenilgisinin hemen göze çarpan sonucu Ceyhun ötesindeki Selçuklu egemenliğinin sona ermesidir. Fakat bundan daha önemlisi, Sancar’ın göçebe istilâlarına karşı kurduğu seddin yıkılması ve göçebelerin adeta bir sel felâketi gibi Selçuklu ülkesini tahrip etmeleri ve devletin de sonunu getiren olayları tetiklemiş olmasıdır. Sizce Katavan Savaşının Selçuklu Tarihi açısından önemi nedir? Sultan Sancar, Karahıtayların istila hareketlerine devam edeceklerini düşünerek derhal savunma tedbirleri almaya başlamış; fakat gelişen olaylar yüzünden başkentine ancak bir yıl sonra dönebilmiştir. Sultan Sancar ve Harizmşah Atsız’ın Münasebetleri Selçuklu sultanın güç kaybetmesinden istifade etmek isteyenler de ortaya çıktı. Harizmşah Atsız, Selçuklular’ın yerine geçmek düşüncesiyle, Sancar’ın henüz vazıyet edemediği Horasan’ı istila etmeye başladı. Harizm, hatırlanacağı gibi, Tuğrul ve Çağrı Beyler zamanında, Cend melikini yenilgiye uğratmaları üzerine doğrudan Selçuklu idaresine katılmıştı. Bölge eski dönemlerden beri ve Gazneliler zamanında da Harizmşah adı verilen valiler tarafından idare edilir ve valilik çoğunlukla babadan oğula geçerdi. Daha sonra Kara2 6. Ünite - Sancar Dönemi 111 hanlılarla da çekişme konusu olan Harizm’in, başlangıçta önemine binaen Selçuklu meliklerinin idaresine bırakıldığı görülmektedir. Sultan Melikşah döneminde ise sultanın taştdarı olan Anuştegin Harizm valiliğine tayin edilmişti. Anuştegin ve oğlu Muhammed kayıtsız şartsız Selçuklular’a bağlı kalmışlardı. Bu çerçevede Sultan Sancar’ın Harizm Valisi Muhammed (1097-1127) bağlılığını bildirmek için her yıl Sultan’a vergi ve hediyeler takdim etmiştir. Muhammed’den sonra Sancar tarafından onun yerine tayin edilen oğlu Atsız ise Selçuklu sarayında büyümüştü. Birinci Harizm Seferi Atsız, Harizm valiliğinin ilk yıllarda Sultan Sancar’a bağlı kaldı; Karahanlılarla Gaznelilere karşı yapılan seferlerde ve Dînever savaşında da onun yanında yer aldı. Akıllı ve bilgili bir yönetici olan Atsız, gün geçtikçe siyasî nüfuzunu; komşu Oğuz gruplarını hizmetine almak suretiyle de askerî gücünü arttırmaya başladı. Atsız’ın güçlenmesinden rahatsız olanlar onun nüfuzunu kırmak için birtakım entrikalar çevirip Sancar’ın nezdindeki itibarını sarsmaya çalışmışlardır. Atsız bu yüzden Gazne seferi dönüşünde Belh’e vardıklarında, Sultan’dan izin alıp Harizm’e gitmiştir. Sultana yakınlığı ile bilinen birçok kişinin kendi aleyhinde çalıştığının farkında olan Atsız, eninde sonunda Sultanın bundan etkileneceğini düşünerek kendisini korumak amacıyla bazı faaliyetlere girişmiştir. Bu çerçevede Cend ve Mankışlak’ı ele geçirip bağımsız olma mücadelesine girdi. Harizm’in merkezi Gürgenç’deki Selçuklu memurlarını hapsedip mallarını müsadere etti. Hezâresb’de ordugâhını kurarken, Sancar’ın Horasan’dan geliş yollarını bataklığa çevirdi. Bunun üzerine Sancar, Atsız’ı Müslüman ülkelerinin sadık muhafızları olup devamlı olarak kâfirlere karşı savaşmakta olan Cend ve Mankışlak’da, Müslüman ahalinin kanını dökmekle suçlamıştır. Belh’te bulunan Sultan Sancar, bu açık isyan karşısında Harizm seferine çıkmak zorunda kaldı. Çok zorlu bir harekâttan sonra Harizm’e ulaşan Sultan Sancar, Atsız’ı ağır bir hezimete uğrattı (Kasım 1138). Kendisi savaş meydanından kaçarken, esir düşen oğlu Atlı idam edildi. Ölü, yaralı ve esir olarak kayıplarının sayısı 10.000 kişiye ulaştı. Sultan Sancar savaş meydanında bir hafta kaldıktan sonra, Harizm’i yeğeni Süleymanşah’ın idaresine bıraktı. Ayrıca ona vezir, hâcib ve atabey tayin edip Merv’e döndü. Fakat kısa bir zaman sonra ahali, Sultan Sancar’ın atadığı memurların davranışlarından rahatsızlık duyduğu için tekrar Atsız’ın etrafında toplanmaya başladı. Bundan cesaret alan ve oğlunun öldürülmesi yüzünden Sancar’a kin besleyen Atsız, Harizm’i Süleymanşah’ın elinden aldı. Öte yandan Atsız, Buhara valisi Zengi b. Ali’yi idam ettirerek şehrin kalesini de yıktırdı. Bu yaptıklarının cezasız kalmayacağını bildiğinden, Sultan Sancar’ın öfkesini yatıştırmak niyetiyle yazılı bir yemin belgesi ile bağlılığını bildirdi (1141). Atsız’ın Sultan Sancar’a verdiği sevgendnâme denilen yemin belgesinin bazı kısımları şöyledir: “Ben ki Atsız b. Mehmed’im...İşte Tanrı’ya karşı bağlandığım bu ahde nasıl vefa ediyorsam, din ve dünyamın salâhını kendisinden bildiğim âlemin efendisi İslâm Sultanına itaat etmeyi de bu cümleden addediyorum....ahdettim ki, ben ben oldukça âlemin efendisi Sancar b. Melikşah’a muti olayım. Hiç bir zaman ona itaatsizlik göstermeyeyim.... Tanrı’ya yemin ettim ki, ona asla muhalif olmayayım....Ona herhangi bir şekilde muhalefet edecek olursam, yaya gitmek şartıyla on defa hac etmek, on sene daimi oruç tutmak borcum olsun...Aldığım ve alacağım her nikahlı kadın benden boş düşmüş olsun....Tanrı’yı, resulü Muhammed’i, bütün peygamber ve melekleri, hazır olan maruf, muteber ve emin kimseleri bu ahid ve yeminler üzerine isteyerek şahit gösteriyorum” (Köymen, 1991, 322-323). Mankışlak: Hazar Denizi’nin doğu kıyısındaki yarımadanın adıdır. Bin Kışlağ anlamına gelir. Burası Oğuzların yurtlarından olup, İdil’den Harizm’e uzanan canlı ticaret yolunun da üzerindedir. 112 Büyük Selçuklu Tarihi İkinci ve Üçüncü Harizm Seferleri Yukarıda sadece bir kısmı alıntılanmış olan yeminlere rağmen, Sultan Sancar’ın Katavan’da yenilgiye uğradığını haber alan ve fırsattan istifade etmek isteyen Harizm hâkimi Atsız, Karahıtaylarla gizlice irtibata geçti. Önce Serahs’ı ardından da Selçuklu başkenti Merv’i işgal ederken bu arada haksız yere pek çok insanı öldürttü. Sultan Sancar’ın hazinesine el koydu (Ekim 1141). Ertesi yıl tekrar Horasan’a gelen Atsız, Sancar’ın henüz kayıplarını telafi edememesinden faydalanıp, bu defa Nişabur’u ele geçirdi. Sancar’ın adını hutbeden çıkarıp kendi adını koydu. Bu husus ahalide rahatsızlığa sebep olunca hutbeyi yeniden Sancar adına okuttu. Bu arada büyük gayretlerle ordusunu toplamayı başaran Sultan Sancar, önce Merv’e sonra Horasan’ın tamamına hâkim olmayı başardı (1142). Bundan sonra Atsız’ı takibe koyuldu. Katavan yenilgisinden kısa bir süre sonra, Sultan Sancar’ın Harizm’e sefer düzenleyecek kadar kuvvetlenmesi, devletin istinad ettiği dinamikleri göstermesi bakımından önemlidir. Atsız, Sultan Sancar’a karşı savaşmaya cesaret edemeyip Gürgenç’te savunma savaşı yapmayı tercih etti. Selçuklu ordusu da şehri bir müddet kuşattı fakat ele geçiremedi. Sancar, Harizmşah’ın bağlılık arzetmesi ve yağmaladığı Selçuklu hazinesini iade etmesi kaydıyla, anlaşma teklifini devletin içerisinde bulunduğu şartlar dolayısıyla kabule mecbur oldu (1143). Nitekim çok geçmeden, bu anlaşmanın hiçbir şeyi halletmemiş olduğu anlaşıldı. Zira muhalefete ve isyana devam eden Atsız, Cend’i bir kere daha işgâl etti. Bunun üzerine Sultan Sancar kendisine devrin meşhur edebeyiatçılarından Edib Sabir’i elçi olarak gönderdi. Atsız, kendisinin Sultan Sancar’a karşı iki Bâtıni vasıtasıyla düzenlediği bir suikast teşebbüsünü haber vermiş olan Edib Sabir’i öldürtünce, Selçuklu Sultanı, Harizm’e üçüncü kere sefer düzenlemek zorunda kaldı (1147). Çünkü dokunulmazlıkları bulunan elçilere zeval olmaz, olursa da savaş sebebi sayılırdı. Sultan Sancar, Hezaresb’i zabt edip Gürgenç’i kuşatınca, Atsız alışıldığı üzere, af dilemek için elçi gönderdi. Sultan Sancar başka meseleler dolayısıyla, seferin bir an önce bitmesini istediği için, Atsız’ın af talebini bir kere daha kabul etti (Haziran 1148). Atsız bu defa tâbiyet kurallarına göre, Sultanın huzurunda atından inmediği ve yer öpmediği halde, artık bunları sorun sayacak gücü kalmayan Sancar da Merv’e döndü. Atsız bundan sonra, öldüğü Temmuz 1156 tarihine kadar tâbiyet konusunda bir mesele çıkarmadı. Katvan Savaşı’ndan sonra Sultan Sancar’ın devleti yeniden toparlayabilmesinin sebepleri nelerdir? Sultan Sancar’ın Gazne Seferi Ünitenin başında anlatıldığı gibi, Sancar daha meliklik döneminde taht mücadelelerine müdahale ederek, Behramşah’ı tahta geçirmiş ve Gaznelileri Selçuklu Devletine bağlamıştı. Behramşah diğer şartlar yanında senelik 250.000 dinar vergi ödeme yükümlülüğünü de üstlenmişti. 1135 yılına kadar tâbiyet konusunda hiç bir zorluk çıkarmayan Behramşah, yıllık vergisini ödemeyerek isyan etti. Ayrıca onun kötü idaresi yüzünden Sancar’a şikâyetler de geliyordu. Sancar bunun üzerine sonbaharda Gazne’ye doğru harekete geçti. Selçuklu ordusu Sistan’da iken kışın bastırması Behramşah’ı rehavete sevk etti. Bu şartlarda Selçuklu ordusunun nasılsa gelemeyeceğini düşünüyordu. Oysa Sancar tüm zorluklara ve kayıplara rağmen, cebri bir yürüyüşle Gazne’ye ulaştı. Behramşah bu beklenmedik durum karşısında başkentini terk edip Hindistan’a kaçtı. Sancar şehri hiç bir direnişle karşılaşmadan ele geçirip hazineye el koydu. Ancak imparatorluğun batısında da halledilmeyi 3 6. Ünite - Sancar Dönemi 113 bekleyen işler varken, burada daha fazla kalmak istemeyen Sancar, Behramşah’ı huzuruna çağırdı. Kendisini affedeceğini taahhüt edip çağırdıysa da, korkusundan gelemediği beyan eden Gazne sultanı özür diledi. Behramşah’ın mazeretini kabul eden Sancar, onu tahtına iade edip Belh üzerinden Merv’e döndü (Temmuz 1136). Behramşah ölene kadar Selçuklu sultanına itaatten ayrılmadığı gibi, aşağıda anlatılacağı gibi, Selçuklu sultanının Gurlularla ilişkilerinde de belirleyici rol oynadı. Sultan Sancar’ın Gurlularla İlişkileri Gurlular, Afganistan’ın Helmend vadisinden Herat’ın doğusuna kadar uzanan Gur bölgesinde yaşamakta idiler. Sultan Mahmud zamanından beri Gaznelilere bağlanmış olan Gurlular, Selçuklular’ın güçlenmesine ve Gaznelileri de tâbiyet altına almalarına paralel olarak, iki tarafa da vergi ödemek suretiyle iyi ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Ancak Selçuklu sultanın Katavan’da yenilmesinden yararlanmak isteyen Gur meliki Muhammed, Selçuklular’a ait Herat’ı ele geçirdi. Sultan Sancar ordusunu topladıktan sonra, kendisi Harizm üzerine sefer düzenlerken, Emir Kamaç’ı ise Gurlular’a karşı savaşla görevlendirmişti. Sultan, Harizm’i kontrol altına almasına rağmen, Kamaç Gurlulara mağlup olmuştur. Ayrıca kardeşleriyle taht mücadelesine giren ve Gazne’ye sığınan Gur meliki burada Muhammed şüpheli bir şekilde öldü. Onun intikamını almak iddiasıyla Behramşah’a savaş açan kardeşleri Surî ve Sâm’ın da bu yolda hayatını kaybetmesi, Gazne için büyük bir felâketin sebebi oldu. Diğer kardeşleri Alaaddin Hüseyin öc almak hırsıyla yanıp tutuşmakta idi. Nitekim Behramşah karşısında tutunamayınca Hüseyin, Gazne’yi zabt edip aklın almayacağı bir katliam ve tahribat yaptı. Gazne’yi kendisinin de oturamayacağı bir şekilde ateşe verip yaktı. Bundan dolayı cihanı yakan anlamında Cihansûz unvanıyla anıldı. Gaznelilerle Gurlular arasında burada teferruatı verilmeyen ve 1148-1152 yılları arasında yaşanan bu hadiselerin Sancar’ı doğrudan ilgilendirdiği şüphesizdir. Çünkü Gazneliler ve isyan teşebbüsüne rağmen Gurlular da onun tâbileri idiler. Gerçi Gur meliki vergilerini ödemeyip, yıllık tâbiyet ziyaretlerini de kaldırıp bağımsızlığını ilân etmişti. Öyle olsa bile Sancar’ın tâbisi olan Behramşah’a ve Gazne’ye yaptıkları doğrudan Sancar’a yapılmış sayılmaktaydı. Katavan yenilgisinin izlerini silmeye çalışan Sancar, Gur melikini bizzât cezalandırmak üzere, iyi hazırlanmış bir orduyla harekete geçti. Alaaddin Hüseyin de, Herat ile Gur’un merkezi Firuzkûh arasında bir vadide Selçuklu ordusuna karşı savaş düzeni aldı. Askerlerinin kaçmasını önlemek için arkasını bataklığa çevirdi. Zaferinden çok emin olan Gur meliki, Sancar esir aldığında onu bağlayacağı gümüş zincir bile getirmişti. Ancak 22 Haziran 1152 tarihinde yılında yapılan bu zorlu savaşta, Oğuzlardan bir kısmının Sancar’ın saflarına geçmesinin de katkısıyla, Gur ordusu mağlup edilerek Hüseyin Cihansûz esir edildi. Ordusunun büyük bir kısmı imha ya da esir edildi. Sultan Sancar, Katavan Savaşı’ndan sonra kazandığı ilk büyük muharebe olması bakımından önemli olan bu sefer sonunda itibarını büyük ölçüde geri kazanmıştır. OĞUZLAR VE BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’NİN SONU Oğuzlar’ın Horasan’a Göçü Fakat Sultan Sancar, kazandığı bu zafer ile yeniden elde ettiği haşmetini uzun müddet muhafaza etmeyi başaramamıştır. Kısa bir süre sonra ortaya çıkan “Oğuz İsyanı” hem kendisinin hem de devletin sonunu hazırlamıştır. 114 Büyük Selçuklu Tarihi Oğuzlar’ın bir kısmı Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda başlıca rolü oynarken; onlardan yüz yıl sonra Horasan’a göç eden başka bir Oğuz topluluğu ise, tarih sahnesinden silinmesinin sebebi olmuştur. XI. yüzyılın ortalarına doğru kurulan Büyük Selçuklu Devleti kısa zamanda Ceyhun’dan Akdeniz kıyılarına dayanmış ve Oğuz göçleri neticesinde Anadolu, ikinci bir yurt olarak fethedilmiştir. Esasen XI-XIII. yüzyıllarda Doğu İran’ın da bir Oğuz yurdu olduğu kabul edilmektedir. Nitekim ilgili ünitede de anlatıldığı gibi, Selçuklu Devletinin kuruluş yıllarından itibaren, soydaşlarının devlet kurduğunu duyan Oğuzlar (Türkmenler), büyük kitleler halinde batıya göç ederek bu devletin himayesinde daha güvenli bir şekilde yaşama imkanları aramışlardır. Oğuzların, Selçuklu hâkimiyetindeki topraklarla komşu ve tâbi Müslüman ülkelere girmeleri bazı rahatsızlıklara sebep olmuşsa da onların Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesinde büyük rollerinin olduğuna şüphe yoktur. Ancak Oğuzlar henüz tamamiyle göç etmemiş, son sözlerini söylememişlerdi. Gerçekten de Sultan Sancar zamanında Maveraünnehr’de, Karahanlı Devleti’nin idaresinde hâlâ mühim bir Oğuz topluluğu bulunmaktaydı. Katvan Savaşından sonra bilindiği üzere Karahıtaylar, Maveraünnehr’i tamamen istila etmişlerdi. Ancak Karluklar ülkede huzursuzluk yaratmaya devam ettikleri için Gürhan iki Karahanlı hükümdarını Karluklar’ı tedib etmekle görevlendirmişti. Karlukların bu çerçevede batıya çekilmeleri veya sürülmeleri sırasında, onların önünde bulunan Oğuzlar da tabiî olarak harekete geçtiler. Karluklar’ın yarattığı baskı neticesinde Ceyhun’u aşan Oğuzlar Maveraünnehir’den Horasan’a girdiler. Bozoklar ve Üçoklar olarak boy beyleri idaresinde teşkilatlanmış olan Oğuzlar, Belh civarını yurt tutup yıllık 24.000 koyun vermeyi taahhüt ederek, Sultan Sancar’a tâbi olmayı kabul ettiler. Konargöçer bir hayat tarzı benimsemiş olan Oğuzlar daha çok hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Selçuklu Devlet görevlileriyle anlaşmazlığa düşmeden önce Oğuzların, bu bölgelerde yerleşik halka zarar vermeden ve saraya karşı olan mükellefiyetlerini yerine getirmek suretiyle sakin bir hayat yaşadıkları görülmektedir. Oğuz İsyanı Fakat Oğuzlar/Türkmenlerle ilgili temel bir mesele olarak, devlet nezdinde boy beyleri vasıtasıyla temsil edilmeleri dolayısıyla, bu varlıklı beylerin devlete karşı, orantısız bir temsil güçlerinin olduğunu hatırlamak gerekir. Nitekim zamanla kendilerini doğrudan Sultan Sancar’a bağlı sayarak, üzerlerine tayin edilen yöneticilerle sorunlar yaşamaya başladılar. Yerleşik halka zulmetmeleri üzerine, Belh valisi Kamaç onları sıkıştırmaya başlamıştır. İlk anlaşmazlık, sarayın mutfak nazırının bu iş için gönderdiği vergi memurunun koyunları tahsil ederken, Oğuzlara güçlük çıkarması, kanunsuz hareket etmesi, onlara karşı kimsenin söylemeye cesaret edemediği sözleri sarf etmesi ve hattâ rüşvet istemesi yüzünden çıkmıştır. Bu olay tahsildarın hayatına mal olmuştur. Oğuzlar ile Selçuklu vergi memuru arasında meydana gelen çatışma, Kamaç’ın onları sultana şikâyet etmesi üzerine daha da büyümüştür. Vergi memurunun öldürülmesini bahane eden Kamaç, valiliğe ek olarak Türkmenler üzerindeki şahnelik vazifesinin de kendisine verilmesini, karşılığında da Sultan Sancar’a yılda 30.000 koyun vergi vermeyi teklif etmiştir. Oğuzlar (Türkmenler) üzerlerine Büyük Selçuklu merkezinden tayin edilen Şahneler vasıtasıyla yönetiliyordu. Bunların başlıca görevleri: Devlet ile boy beyleri arasındaki irtibatı sağlayarak devleti onlar nezdinde temsil etmek; otlak ve su kaynaklarını tayin etmek; yerleşiklere karşı uygunsuz hareketlerde bulunmalarını önlemek ve vergilerini tahsil etmekti. Oğuzlar üzerine tayin edilen şahnelerin yetkilerinin, söz konusu temsil usulü dolayısıyla, Oğuzlar lehine olmak üzere, başka vilayetlere atanan şahnelerinkinden daha sınırlı olduğu bilinmektedir. 6. Ünite - Sancar Dönemi 115 Oğuz (Türkmen) sorununu kesin bir şekilde çözme kararlılığında olan Sultan Sancar, Kamaç’ın teklifini kabul etti. Belh’e dönen Kamaç, Oğuzlara bir şahne göndererek öldürdükleri tahsildarın diyetini isteyerek gerilimi tırmandırdı. Oğuzlar, doğrudan sultana tâbi olduklarını bildirerek şahneyi kovdular. Kamaç bir ordu ile üzerlerine yürüyünce Oğuz beyleri Sultanın hazinesine hane başına 200 dirhem vererek otlaklarında eskisi gibi yaşamalarına müsaade edilmesini istediler. Oğuzlar’ın bu teklifini kabul etmeyen Kamaç, onlarla girdiği savaşta yenilgiye uğrayıp oğlu ile birlikte hayatını kaybetti (1153). Bu durum devletin saygınlığına, sultanın otoritesine gölge düşürdüğünden Sultan Sancar, büyük bir ordu ile Oğuzlara karşı bizzât harekete geçti. Nüfusları yaklaşık 40.000 hane yani iki yüz bin civarında olan Oğuzlar, 100.000 dinar para veya başka bir rivayete göre 200.000 dinar para, 200.000 koyun, 50.000 at ve deve, 100 köle vermeyi taahhüt edip Sultan’dan af dilediler. Sultan Sancar’ın Oğuzlarla ilgili strateji hatası sizce nedir? Oğuzların bu teklifi üzerine Sultan, soydaşı olan Oğuzları bağışlamayı düşünmüşse de Selçuklu emirlerinin önemli bir kısmı Oğuzlarla savaşmaktan yana idiler. Özellikle Kamaç’ın torunu Müeyyed Ayaba kin ve intikam duygusuyla hareket ediyordu. Sonuç olarak Sancar’ı da Oğuzları ağır bir şekilde cezalandırmaya ikna ettiler. Nihayet Nisan 1153’de Belh civarında meydana gelen savaşı Oğuzlar kazandı ve Sultan Sancar esir düştü. Oğuz İstilası ve Sancar’ın Ölümü Böylece Sultan Sancar, Katvan hezimetinden sonra daha ağır bir bozguna uğramış ve her şeyini kaybetmiştir. Kaynakların verdiği bilgilere göre, beklenmedik bir zafer kazanan Oğuzlar görünürde Sultan Sancar’a hürmet etmiş ve ona sultana yakışır bir şekilde davranmışlardır. Oğuzlar bakımından bu galibiyet başlangıçta Sultanı Selçuklu ümerasının nüfuzundan kurtarmak ve kendi denetim veya himayeleri altına almaktan ibaretti. Mevcut düzeni korumak ve dış müdahaleleri önlemek için siyaseten Sultan Sancar’ın hayatına dokunmamayı ve ona bir hükümdara yakışır şekilde muamele etmeyi tercih etmişlerdi. Varlıklarını korumak için meşru sultana karşı savaşmak zorunda kalan Oğuzlar, beklemedikleri bu sonuçtan sonra kendilerini devletin başında bulmuşlardı. Ancak zamanla güçlerine mağruren hem sultana hem de ahaliye karşı siyasetlerini değiştireceklerdir. Oğuzlar yanlarında Sultan Sancar olduğu halde Merv’e dönmüşler ve şehri yağmalamışlardır. Sancar’ın da başlangıçta içerisinde bulunduğu durumu tam olarak anlayamadığı görülmektedir. Nitekim Oğuz reislerinden Bahtiyar, Merv şehri yakınlarındaki bir arazinin kendisine ikta edilmesini istediğinde, Sultan’ın arazi hazineye ait olduğundan ıkta olarak verilemeyeceğini söylemesi, beylerin kendisiyle alay etmesine sebep olmuştu. Demek ki Oğuzlar Sancar’ı dilediklerini yaptıracakları bir onay makamı sayıyorlardı. Esirlik hayatında, kendisine karşı görünüşte de olsa hareket ve davranışlarından, Oğuz reislerinin Sultan Sancar’ın şahsında Selçuklu Devletini devam ettirdiklerini kabul etmek mümkündür. İçlerinden birisini hükümdar yapmayarak, esir sultanı tahta oturtmaları Oğuzların onun şekli hâkimiyeti altında Büyük Selçuklu Devletini devam ettirmek istediklerinin kanıtıdır. Fakat onların bu düşünceleri ve ortaya çıkan yeni durum gerek Büyük Selçuklu Devleti’nin ileri gelenleri ve gerekse tabi devletler tarafından kabul edilmemiştir. Önce Sancar’ın yeğeni Süleymanşah Nişabur’da sultan ilan edildi. Ancak idarî yetenekleri sınırlı olan Süleymanah, vezirinin ölümü üzerine Nişabur’u terk etti. Bunun 4 116 Büyük Selçuklu Tarihi üzerine devlet ileri gelenleri, Katavan yenilgisinden beri Sancar’ın yanında bulunan ve yeğeni de olan Karahanlı Mahmud Han’ı tahta çıkardılar (Aralık 1154). Onun zamanında Harizmşah Atsız başta olmak üzere diğer tâbiler, Oğuzlarla ilgili olarak bazı görüşmeler yaptılarsa da bir netice alınamadı. Sultan Sancar’ın üç yıl süren esaret hayatı boyunca ölümü dileyecek kadar büyük sıkıntılar çektiği; fakat eşi Terken Hatun da Oğuzlar’ın elinde bulunduğundan, o ölene kadar kaçmaya teşebbüs etmediği rivayet edilmektedir. Haftada bir değiştirilen muhafız gurupları tarafından korunmakta olan Sancar, gündüz tahta oturtuluyor, geceleri demir bir kafese konuluyordu. Sultan Sancar, nihayet Kamaç’ın torunu Müeyyed Ayaba tarafından, bir grup muhafıza sultan adına ihsanlar vaat etmek suretiyle Ekim 1156’da esaretten kurtarıldı. Bu haberi duyan ve hâlâ hayatta bulunan bazı eski komutanlar Merv’e koşarak tekrar Sultanın etrafında toplandılar. Fakat eski gücünden eser kalmayan Sultan Sancar’ın yapabileceği çok fazla bir şey kalmamıştı. Yanına gelen ümera arasında eskisinden daha şiddetli bir nüfuz mücadelesine şahit olan ihtiyar Sultan ömrünün sonunda bunun ızdırabını yaşadı. Böylece bir daha devletini toplama imkânı bulamadan özgür kalmasından altı ay sonra, 1157 yılı Nisan ayının 18. günü 71 yaşında vefat etti. Naaşı sağlığında kendisi için “Ahiret evi=Dârülâhire” veya “Devlethane” adı ile inşa ettirdiği muhteşem türbesine defn edildi. Sancar’ın yerine geçecek erkek çocuğu olmadığı; normal şartlarda tahtta hükümdar olduğunda dahi, saltanat kavgalarını adeta zevkle sürdüren Irak Selçuklu hanedanından hiç bir şehzâde de münhâl bulunan Büyük Selçuklu Devleti tahtına talip olmadığı için Selçuklular’ın bu kolu tarihe karıştı. Oğuz İsyanı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ergin Ayan, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Oğuz İsyanı, İstanbul 2007. Sultan Sancar’ın kırk yıl süren saltanatı esnasında, Sultan Melikşah’ın ölümüyle ortaya çıkan saltanat mücadeleleri yüzünden zayıflayan Selçuklu Devleti, yeniden itibarını kazanıp adeta ikinci imparatorluk devrini yaşamıştır. Ancak ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti de sona ermiştir. Sultan Sancar ilme, edebiyata, sanata ve imar işlerine çok hizmet etmiş büyük bir hükümdardır. Bu büyük Sultanın ölümü ile Türk-İslâm dünyasının, ilim ve kültür merkezleri adeta sahipsiz kalmıştır. Sultan Sancar devrin büyük ilim ve edebiyat adamlarını daima himaye etmiştir. Enverî, Muizzî, Ferideddin Attâr, Ömer Hayyâm ve Reşideddin Vatvât bunlardan sadece bazılarıdır. Dindar olduğu kadar başka din ve mezheplere karşı hoşgörüsü ve tarafsızlığı ile meşhur olmuştur. Sultan Sancar zamanı, aynı zamanda ekonomik kalkınma bakımından büyük gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Onun zamanında Murgap kanalının suladığı Merv ovalarından alınan ürün, bölgenin iskânına büyük ölçüde tesir etmiştir. Burada yapılan pamuk tarımı, bölge şehirlerinde dokuma sanayinin gelişmesini sağlamıştır. Selçuklular zamanında Türkistan şehirlerinin pamuklu ve yünlü dokumaları pek meşhur olmuş, bunlar Bağdad’a kadar sevk olunmuştur. Şekil 6.1 Sultan Sancar’ın Türbesi 6. Ünite - Sancar Dönemi 117 Özet Sancar’ın Selçuklu Devleti yeniden İmparatorluğa dönüştürmesini sebepleri ile değerlendirebilme Sultan Sancar, Melikşah’ın ölümüyle sarsılan devletin yeniden toparlanmasında, Berkyaruk ve Tapar’ın saltanatı sırasında meliklik döneminden itibaren büyük gayret sarf etmiştir. Sultan olduktan sonra takip ettiği siyaset ise doğu ve batı yönünde olmak üzere iki cephelidir. İmparatorluğun Irak-ı Acem’den itibaren batısını yeğeni Sultan Mahmud’un idaresine vererek yönetim kolaylığı sağlamayı hedeflemiştir. Doğu’da Karahanlı Devleti’nin Selçuklular’a tâbiyeti devam etmiştir. Bu yöndeki meseleleri meliklik döneminde önemli ölçüde yoluna koyan Sultan Sancar, bu sayede, artık sorunları çok daha girift bir hâle gelmiş olan Batı ile ilgilenme fırsatı bulmuştur. Irak Selçuklu sultanı yeğenlerini ve Selçuklu Devleti ile tüm gücüyle siyasî rekabete girmiş olan Halifeliği denetleme fırsatı bulmuştur. Fakat bu kronikleşmiş sorunları, tüm çabasına rağmen nihaî çözüme kavuşturamamıştır. Bu arada Türkistan’da yaşanan Karahıtay istilası sebebiyle yaşanan nüfus hareketeleri, yeniden doğuya dönmesini gerektirmiştir. Devleti derinden sarsan Katvan Savaşı ile Oğuz İsyanı bu alâkanın sebebini açıklamaktadır. Sancar zamanında yaşanan siyasî gelişmeleri açıklayabilme Sultan Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra Selçuklu tahtına oğlu Mahmud geçmiştir. Fakat Sultan Sancar, Save savaşında yeğeni Mahmud’u yenilgiye uğratmış ve Selçuklu devletinin başına geçmiştir. Mahmud’a sultan unvanıyla birlikte, kendisine tâbi olmak şartıyla Irak merkez olmak üzere batı bölgelerinin idaresini verdi. Ancak yeğenleri arasındaki taht kavgaları ve Halifelerin bunlara müdahalesi Sancar’ı çok meşgul etmiştir. Sultan Sancar zamanında Karahanlılar, Gazneliler ve Gurlular kesin bir şekilde itaat altına alınmıştır. Devlet Sancar zamanında, Sultan Melikşah zamanındaki gücüne kavuşamadıysa da önemli bir toparlanmanın yaşandığı kesindir. Katvan Savaşı’nın Selçuklu Tarihi açısından önemini tanımlayabilme Katvan bozgunun sonuçları Selçuklu Devleti için oldukça ağır olmuştur. Sultan Sancar, bu yenilgi ile Ceyhun Nehri ötesinde kalan ve Çin’e kadar uzanan bütün Selçuklu topraklarını kaybetmiştir. Göçebe istilalarına karşı teşkil edilen hudut teşkilatı çöktüğü gibi, askerî gücü de önemli ölçüde kırılmıştır. Sultan Sancar, Devletin güç ve kudretinin derinden sarsılması neticesinde, daha sonra meydana gelecek Oğuz İsyanı’na karşı müdahale etmekte sıkıntı yaşamıştır. Oğuz İsyanını sebep ve sonuçları ile açıklayabilme Büyük Selçuklu Devleti’nin kuran Oğuzlar’dan, o dönemde göç etmeyip Maveraünnehir’de kalanlar, Karahıtay istilası sonucu, Karluklar’ın önünden çekilerek Horasan’a girmek zorunda kalmışlardı. Oğuzlar’ın/ Türkmenlerin devlette temsil yöntemi dolayısıyla çekilen uyum sorunları, bir vergi meselesi olarak patlak verdi ve Oğuzlar’ın isyanıyla neticelendi. Sultan, Oğuzları kontrol altına almak konusunda kararlı davranmak istemiş ve Oğuzlar üzerine büyük bir sefere çıkmıştır. Fakat 1153 yılında meydana gelen savaşta Sancar büyük bir yenilgiye uğramıştır. Şüphesiz bu isyan hareketinin en büyük neticesi, Sultan Sancar’ın Oğuzların eline esir düşmesidir. Üç yıllık bir esaret hayatından sonra Oğuzların elinden kurtulmayı başaran Sultan Sancar, devletin dağılan otoritesini toplamaya çalıştıysa da, yaşının ilerlemesi ve artık devlet mekanizmasının onarılamayacak kadar zarar görmüş olması sebebiyle bunu başaramamıştır. 1 2 3 4 118 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Sancar’ın meliklik döneminde aşağıdakilerden hangisiyle ilişkisi olmamıştır? a. Gurlular b. Karahanlılar c. Gazneliler d. Eyyubiler e. Horasan Valisi Arslan Argun 2. Sancar’ın meliklik dönemindeki en önemli başarısı aşağıdakilerden hangisidir? a. Karahanlılar’ı ve Gazneliler’in Selçuklular’a tâbiyetinin sağlanması b. Haçlılara karşı mücadele etmesi c. Anadolu üzerine başarılı seferler yapması d. Kardeşlerine karşı saltanat mücadelesi vermesi e. Oğuzları hâkimiyeti altına alması 3. Sultan Sancar döneminde Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezi aşağıdakilerden hangisidir? a. Isfahan b. Merv c. Gilân d. Nişapur e. Huzistan 4. Save Savaşı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Sancar bundan sonra yeğeni Mahmud’u Irak’a sultan tayin etti. b. 1119 Save savaşında Sultan Mahmud, Sancar’a mağlup oldu. c. Sancar Büyük Selçuklu sultanı oldu. d. Abbasî Halifesi ile Sultan Mesud arasında oldu. e. Mahmud Büyük Selçuklu Devleti tahtını kaybetti. 5. Büyük Selçuklu Devleti’nin çöküşüne sebep olan savaş aşağıdakilerden hangisidir? a. Save Savaşı (1119) b. Dandanakan Savaşı (1040) c. Katavan Savaşı (1141) d. Malazgirt Savaşı (1071) e. Hasankale Savaşı (1048) 6. Selçuklu Devleti’nin Sancar dönemi halifelik politikalarıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Halifeler Irak Selçuklu meliklerini taht kavgaları için kışkırtmışlardır. b. Sultan Sancar, Irak Selçuklularına karşı Halife ile işbirliği yapmıştır. c. Halifeler Selçuklular’a karşı siyasî güç kazanmaya çalışmışlardır. d. Halife Müsterşid ve Raşid, Selçuklularla mücadelede hayatlarını kaybettiler. e. Selçuklu sultanları Bağdad’ı kuşatmak zorunda kalmışlardır. 7. Aşağıdakilerden hangisi Oğuzlar’ın üzerine tayin edilen şahnelerin görevlerinden biri değildir? a. Devleti ile boy beyleri arasında irtibatı sağlayarak, devleti temsil etmek b. Otlak ve su kaynaklarını tesbit etmek c. Oğuzların yerleşiklere karşı uygunsuz hareketlerde bulunmalarını önlemek d. Vergileri toplamak e. Oğuzlar’dan düzenli ordular oluşturmak 8. Sultan Sancar dönemi ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. 1141 yılında Katvan Savaşında Karahıtaylara mağlup olmuştur. b. Karahanlı ve Gaznelileri tâbi hale getirmiştir. c. Oğuz İsyanını başarıyla bastırmıştır. d. Abbasi Hilafetini kontrol altında tutmayı başarmıştır. e. Gur melikini mağlup ve esir etmiştir 9. Sancar’ın Harizm Seferleri ile ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi doğrudur? a. Harizm Valisi Atsız’ın tâbiyet şartlarını çiğneyip bağımsız hareket etmiştir. b. Harizmşah Muhammed’in İsyanı üzerine yapılmıştır. c. Harizm Valisi Atsız’ın Sultan Sancar’ın Maveraünnehr Seferine katılmayı reddetmesi sebep olmuştur. d. Harizm ahalisinin Sancar’a isyanı etmiştir ve Atsız’a bağlanmıştır. e. Karahanlılar’ı Harizm’i istila etmiştir. 6. Ünite - Sancar Dönemi 119 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 10. Aşağıdakilerden hangisi Oğuz İsyanı’nın sebeplerinden biri değildir? a. Vergilerin artırılması b. Oğuzların kendilerini doğrudan Sultana bağlı sayarak tayin edilen görevlilere karşı çıkmaları c. Oğuzlar’ın yeni otlak ihtiyacı d. Belh Valisi Kamaç’ın faaliyetleri e. Gulâm Sisteminin Oğuzlar üzerindeki etkisi 1. d Yanıtınız yanlış ise “Sancar’ın Meliklik Devri” konusunu yeniden gözden geçirin. 2. a Yanıtınız yanlış ise “Sancar’ın Meliklik Devri” konusunu yeniden gözden geçirin. 3. b Yanıtınız yanlış ise “Sancar’ınTahta Çıkması” konusunu yeniden gözden geçirin. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Sultan Sancar’ın Tahta Çıkması ve Devletin Yeniden Yapılanması” konusunu yeniden gözden geçirin. 5. c Yanıtınız yanlış ise “Katavan Savaşı” konusunu yeniden gözden geçirin. 6. b Yanıtınız yanlış ise “Halifelikle İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçirin. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Oğuz İstilası” konusunu yeniden gözden geçirin. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Sancar ünitesini” konusunu yeniden gözden geçirin. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Harizmşahlarla İlişkiler” konusunu yeniden gözden geçirin. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Oğuz İstilası ve Selçuklu Devletinin Sonu” konusunu yeniden gözden geçirin. 120 Büyük Selçuklu Tarihi Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Birinci imparatorluk döneminde, Büveyhoğullarının tahakkümünden kurtarılan Abbasî halifeleri, ilk sultanlar zamanında da, varlık sebepleri bu olduğu için siyasî kimliklerini yeniden kazanmak istemişlerdir. Bu uğurda Tuğrul Bey ve Melikşah döneminde ciddi restleşmeler yaşanmıştır. Ancak Selçuklu Devletinin kudreti ile orantılı olarak bu mücadelelerden bir netice alamamışlardır. Ancak Mleikşah’ın ölümünden sonra yaşanan fetret döneminde Halifeler yeniden güç toplamaya başlamışlardır. Nitekim Sultan Sancar’ın hudutları çok genişlemiş ve mesleleleri de çeşitlenmiş imparatorlukta yeniden yapılanmaya gitmesi, Halifeler için bir fırsat kapısı oldu. Irak ve batı vilayetlerini yeğeni Mahmud’un idaresine bıraktıktan sonra ona karşı ayaklanan şehzadelerin, kendi saltanatlarını onaylatmak üzere Halifeye müracaat etmeleri büyük bir koz oldu. Bu kavgalardan yararlanan Halifeler de artık orduların başına geçerek Selçuklulara karşı açıkça savaşa girmişlerdir. Nitekim iki Halifenin hayatına mal olan bu mücadele, herşeye rağmen Tuğrul Bey zamanındaki statünün korunmasıyla Selçuklular lehine neticelendi. Sıra Sizde 2 Katavan bozgunu Selçuklu Devleti için ağır bir darbe olmuştur. Sultan Sancar, bu yenilgi ile Ceyhun Nehri ötesinde kalan ve Çin’e kadar uzanan bütün Selçuklu topraklarını kaybetmiştir. Devlet siyasi olarak güç duruma düştüğü gibi ordunun da gücü kırılmıştır. Sıra Sizde 3 Sultan Sancar Karahıtaylara mağlup olarak eski kudret ve haşmetini kaybetmekle beraber halkın ve büyük şahsiyetlerin kendisine bağlılığı sayesinde durumunu hızla düzeltmiş, eski bağlılarını tekrar hâkimiyeti altına almış ve Türkistan hariç, her tarafta eski siyasi otoritesini kurmayı başarmıştır. Ayrıca idare mekanizması henüz işlemeye devam ediyordu. Sıra Sizde 4 Sultan Sancar en başta, Oğuzlar savaş öncesinde bağlılıklarını bildirmelerine rağmen, onlarla savaşa girişerek büyük bir stratejik hatası yapmıştır. Sultan Sancar bazı emirlerinin tesiri altında kalıp Oğuzların barış ve tabiiyet tekliflerini kabul etmemiştir. Sancar’a gelinceye kadar Tuğrul Bey, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah gibi karizmatik Selçuklu Sultanları, devletin hem itici gücü hem de tehdidi olan Oğuzlar’ı Anadolu’ya doğru yönlendirmiştir. Fakat Sultan Sancar’ın en kritik hatası, Oğuzlara yeni topraklar göstererek kendi ülkesinden uzaklaştırmak yerine onlarla mücadeleye girmesi olmuştur. Yararlanılan Kaynaklar Agacanov, Sergey (2006). Selçuklular, (Türkçe terc. E. Necef-A. Annaberdiyev), İstanbul. Alptekin, Coşkun (1992). “Büyük Selçuklular”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. VII, İstanbul. Ayan, Ergin (2007). Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Oğuz İsyanı, İstanbul. Barthold, V. V. (1990). Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, Ankara. Köymen, M. Altay (1947). “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Oğuz İsyanı”, D.T.C.F Dergisi, V/2 s. 159-173, Ankara. Köymen, M. Altay (1991). Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Cilt: V, Ankara. Sümer, Faruk (1999). Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul. Turan, Osman (1993). Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Büyük Selçuklular zamanında ortaya çıkan şube hanedanları, devletin idare mekanizması bakımından değerlendirebilecek, Kirman Selçuklu Melikliğinin tarihçesi ve tarihî önemini açıklayabilecek, Suriye Selçuklu Melikliğinin tarihçesi ve tarihî önemini açıklayabilecek, Irak Selçuklu Melikliğinin tarihçesi ve tarihî önemini belirleyebilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Büyük Selçuklular • Kirman Selçukluları • Suriye Selçukluları • Irak Selçukluları • Abbasî halifesi • Haçlılar İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Şube Hanedanlar (Meliklikler) • GİRİŞ • KİRMAN SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1048 - 1187) • SURİYE SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1079 - 1095) • HALEP SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1095 - 1118) • DIMAŞK MELİKLİĞİ (1095-1104) • IRAK SELÇUKLULARI (1119 -1194) BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ GİRİŞ Büyük Selçuklu Devleti kurulduğunda, hatırlanacağı üzere fethedilen ve fethedilmesi hedeflenen yerlerin yönetimi, hanedan mensupları arasında taksim edilmişti. Bu kapsamda çeşitli bölgelere tayin edilen şehzâdelerin hepsi aynı yetkilerle donatılmış değillerdi. Ancak bir kısmı, sultanın izni ile ve önce sultanın adını zikretmek şartıyla para kestirip, hutbe okutmak, kapısında üç vakit nevbet çaldırmak gibi imtiyazlara sahipti. Bu durum genellikle söylendiği gibi, ülke topraklarının hanedanın ortak malı olduğu inancıyla paylaşılması anlamına gelmiyordu. Devletin toprakları mülkiyeti bakımından değil, yönetimde sorumluluk paylaşımı (ülüş) prensibi çerçevesinde idarî bakımdan düzenlenmiş oluyordu. Egemenlik tek bir kişinin, yani sultanın uhdesinde bulunuyor; sultan ülkenin yönetimini kolaylaştırmak adına, söz konusu melikleri, temsil yetkisi vererek görevlendiriyordu. Nitekim bu melikler bulundukları yerlerde egemenlik ihlâli anlamına gelen faaliyetlerde bulunduklarında, isyan etmiş sayılarak derhal cezalandırma yoluna gidilmekteydi. Bununla birlikte hükümdarın ölümü veya merkezî idarenin zaafa uğradığı durumlarda tüm hanedan mensupları tahtı ele geçirmeye, olmazsa bulundukları yerde daha bağımsız olmak için mücadeleye girerlerdi. Bu durum zaman içerisinde, Büyük Selçuklu Devleti dışında şube hanedanların ortaya çıkmasına imkân vermiştir. Ancak sözkonusu meliklikler, Büyük Selçuklu hanedanı var olduğu sürece, zayıf bir şekilde de olsa, onlara bağlılıklarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bu şubeler tarih sırasına göre Kirman, Türkiye, Suriye ve Irak Selçukluları’dır. Bunlardan Kirman, Suriye ve Irak melikleri Büyük Selçuklu sultanları tarafından o bölgelere tayin edilmek suretiyle; Türkiye Selçukluları ise Büyük Selçuklularla rekabet halinde, onlara rağmen kurulmuşlardır. Kirman ve Suriye’nin yöneticileri melik unvanı taşırken; Sultan Sancar’ın Irak’a tayin ettiği yeğeni Mahmud, onun izniyle sultan unvanı kullanıyordu. Bu ünitede Büyük Selçuklu sultanlarının tayin etmesiyle kurulan ve onlara bağlı olan, Kirman, Suriye ve Irak Selçukluları konu edilecektir. Şube Hanedanlar (Meliklikler) 124 Büyük Selçuklu Tarihi KİRMAN SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1048 - 1187) Melikliğin Kuruluşu Kirman İran’ın güneyinde merkezi de Kirman şehri olan bir eyalettir. Doğusunda Belucistan ve Sistan, kuzeyinde Horasan, kuzeybatısında Isfahan, batısında Fars eyaleti ve güneyinde ise Fars ve Umman körfezleri ile çevrilidir. Bilindiği gibi, Dandânakân savaşından sonra Merv’de toplanan büyük kurultayda yapılan görev dağılımı çerçevede fethedilmesi amaçlanan Tabes vilâyeti ile Kirman bölgesi, Çağrı Bey’in oğlu Kara Arslan Kavurt Bey’e verilmişti. Kirman bu sırada, Büveyhoğulları’ndan Ebû Kalicar (1024-1048)’ın elinde bulunmaktaydı. Tuğrul Bey Rey şehrini başkent yaptıktan sonra (1043) Kirman’a bir miktar asker gönderdiyse de, hemen zaptı mümkün olmadığından bölge bir süre daha Büveyhîlerin idaresinde kaldı. Daha sonra Melik Kavurt, beş-altı bin kişilik süvari kuvveti ile, fethedilmek üzere kendisine verilmiş olan Kirman bölgesine girdi. Ebû Kalicâr’ın Kirman nâibi Behram, savaşmaya cesaret edemeyerek eyaletin merkezi Berdesir’e çekildi. Ancak daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayınca Kavurt ile anlaşmak zorunda kaldı. Behram aman dileyip şehri teslim etmeye ve kızını da Kavurt’a vermeyi kabul etti. Böylece 1048 yılında, Kirman’ın kuzeyi (Serd-sîr) Selçukluların eline geçmiş oldu. Fakat Melik Kavurt’un tüm Kirman’a hâkim olabilmesi için önünde engel olarak Germ-sir bölgesinde yaşayan dağlı Kufs kavmi vardı. Kavurt bir düğün sırasında baskın düzenleyerek onları etkisiz hâle getirdi ve Kirman bölgesinin tamamına hâkim olmayı başardı (1050-1051). Şube hanedanların oluşumunu kısaca nasıl açıklayabilirsiniz? Kirman Selçuklu Melikliği’nin Gelişme Devri Melik Kavurt Kirman’a hâkim olduğu zaman, Arabistan yarımadasının doğu ucundaki Umman da Büveyhîlerin elinde bulunuyordu. Bu bölge oldukça zengin ve çeşitli hazinelerle dolu bir yerdi. Ancak buranın fethi için deniz gücü gerekliydi. Bundan dolayı Kavurt, Hürmüz emiri Bedr İsa’yı bu fetih için gerekli olan her türlü hazırlığı yapmakla görevlendirdi. Kavurt Selçuklu tarihinde ilk deniz aşırı sefer düzenleyen kişi unvanına sahiptir. Türk kuvvetlerinin Umman sahiline çıkışı Büveyhoğulları açısından beklenmeyen bir durumdu. Bu sebeple Kavurt Umman’a kolaylıkla hâkim oldu. Bu seferden sonra Kavurt, Sistan bölgesini de ele geçirmek istedi ve bu maksatla oğlu Emirânşah’ı görevlendirdi. Emirânşah, Sistanlılara karşı altı ay boyunca savaştıysa da kesin bir başarı ve hâkimiyet sağlayamadı. Melikliğin sınırlarını genişletmekte kararlı olan Kavurt Bey bu defa, Kirman eyaletinin batı komşusu olan Fars üzerine yürüdü. Önce bölgenin merkezi Şiraz’a doğru ilerledi. Şehrin hâkimi Fazlûya onun geldiğini haber alınca bir kaleye sığındı. Kavurt muhasara ettiği şehri üç gün sonra ele geçirdi. Burada Tuğrul Bey adına hutbe okuttu ve Fars bölgesinde tam anlamıyla Selçuklu hâkimiyeti kurulmuş oldu (1062). Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey 1063 yılında ölünce, hanedan üyeleri arasında taht mücadeleleri ortaya çıktı. Kavurt da tahtı ele geçirmek düşüncesiyle, ordusuyla birlikte Isfahan’a doğru ilerledi. Ancak Alparslan’ın duruma hâkim olduğunu öğrenince geri çekildi. Kardeşi Alp Arslan’a itaat ederek, onun adına hutbe okutmaya mecbur oldu. 1 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 125 Kavurt’un kendi rızası hilafına sınırlarını genişletip güçlenmesinden ve itaâtsiz davranışlarından rahatsız olan Alparslan, ona karşı harekete geçti. Kavurt’un işgâl ettiği Fars bölgesini elinden alarak eski hâkimi Fazlûya’ya verdi. Bununla birlikte Kirman’ı Kavurt’ta bıraktı. Ancak Kavurt Bey, vezirinin tahriklerine kapılarak bir kere daha isyan etti. Melikşah’ın veliahtlığını kabul etmeyerek hutbeden adını çıkardı. Bunun üzerine Alparslan Kirman üzerine yürüdü (Haziran-Temmuz 1067). Öncü kuvvetler arasında yapılan savaşı Kavurt kaybetti ve kaçarak Ciruft kalesine sığındı. Alparslan’a buradan elçi göndererek affını istedi. Kardeşinin isteğini kabul eden Alparslan Kirman’dan ayrıldı. Kavurt Bey daha sonra da, Fazlûya ile birleşerek bir kere daha isyana kalkıştı (1069). Alp Arslan bizzât Kirman üzerine yürürken, vezir Nizamülmülk, Fazlûya’yı yenilgiye uğrattı. Zor durumda kalan Kavurt her defasında olduğu gibi, bağışlanmayı diledi. Ancak bunun bir oyalama taktiği olduğunu anlayan Alp Arslan, Kavurt’un oğlu Sultanşâh’a asker vererek babasına karşı gönderdi. Sultanşâh mağlup oldu. Alp Arslan batı seferine çıktığı için Kavurt meselesi tam mânâsıyla çözülemedi. Sultan Alparslan 24 Kasım 1072’de ölünce yerine oğlu Melikşah geçti. Ancak Kavurt, bu sırada 18-20 yaşlarında olan Melikşâh’ın tecrübesiz olduğunu düşünüyordu. Bu duruma bir de Selçuklu ordusundaki bazı komutanların kendisine destek vermeleri eklenince Kavurt, Melikşah’a isyan etti ve onun üzerine sefere çıktı. Yapılan ilk savaşta Emir Savtegin’in idaresindeki Melikşah’ın öncü kuvvetleri, Kavurt’un öncü kuvvetlerini bozguna uğrattı. Asıl ordular ise Hemedan civarında Kerec hududunda karşılaştılar (15 Nisan 1073). Savaşa ilk başlayan Kavurt oldu ve Melikşah’ın sağ ve sol kanadını bozguna uğrattı. Ancak bu başarıyı merkez üzerinde sağlayamayarak yenildi. Savaş alanından kaçmayı başardıysa da, daha sonra yakalanarak idam edildi (Nisan-Mayıs 1073). Ancak asker içerisinde taraftarlarının çok olması yüzünden, kendisinin esarete dayanamayarak intihar ettiği duyuruldu. Kavurt, âdil bir komutan ve devlet adamı idi. Cömertliği ve iyi idaresi ile halkı memnun etmiş, onun zamanında Kirman halkı bolluk ve refaha kavuşmuş; Kirman en parlak devirlerinden birini yaşamıştır. Kavurt Büyük Selçuklu tarihinde deniz aşırı bir seferi başarıyla gerçekleştiren ilk kişidir. Kirman bölgesi Hürmüz körfezinde olup Umman’a çok uzak değildi. Fakat Kavurt’un buraya sefer edecek deniz gücü yoktu. Bunun üzerine Hürmüz emiri Bedr İsa’nın yardımıyla gerçekleştirilen bu sefer Umman’daki Büveyhîleri de çok şaşırtmıştı. Hâkimiyetini onlara kabul ettiren Kavurt görevliler tayin ettikten ve hutbe ile sikkeyi kendi adına çevirttikten sonra geri dönmüştür. Kaynaklarda bu seferin ne zaman gerçekleştiği açık değildir. Ancak Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları adlı eserinde: “Kanaâtimizce Kavurd Umân’ı Nisan-Mayıs 1053 ile Temmuz-Ağustos 1062 tarihleri arasında ele geçirmiştir,” demektedir. (Merçil, s. 30) Kirmanşâh b. Kavurd Kavurt öldüğünde Sultanşâh, Emirânşâh, Kirmanşâh, Turanşâh, Merdanşâh, Ömer, Hüseyin, Nuh ve Davud adlı çok sayıda oğulları bulunmaktaydı. Bunlar arasından Kirmanşâh, babasının vasiyeti gereğince başa geçti. Ancak Kirmanşâh’ın saltanatı bir yıl sürdü ve öldü, yerine Kavurt’un küçük oğlu Hüseyin tahta çıktı. Fakat onun hâkimiyeti de uzun sürmedi. 126 Büyük Selçuklu Tarihi Sultanşâh b. Kavurd Babasının Melikşâh’a karşı girdiği savaşta yanında bulunan Sultanşâh, yakalanarak gözlerine mil çekilmişti. Ancak mil çekme işini yapan kişi bunu tam becerememiş, gözleri kör olmamıştı. Bu durumunu gizleyen Sultanşâh, Hemedan’da hapisteyken, orada bulunan muhafızlardan biriyle dost olarak bu sayede kaçmayı başardı. Daha sonra Kirman’a ulaştı ve kardeşi Hüseyin’den tahtı alarak Berdesir şehrinde Kirman Selçuklu Melikliği’nin başına geçti (Eylül-Ekim 1074). Sultanşâh’ın hapisten kaçtığını ve Kirman’da tahta geçtiğini öğrenen Melikşâh bu durumu sessiz kalarak onayladı. Fakat bölgeyi kontrol altında tutmak üzere de oraya Savtegin’i gönderdi. Sultanşâh’a Kirman ile Umman’ı verdi. Ancak bir müddet sonra Melikşâh büyük bir ordu ile Kirman üzerine yürüdü. Selçuklu ordusu ile başa çıkamayacağını anlayan Sultanşâh, Melikşâh’ı hediyelerle birlikte bizzat karşıladı. Bunun üzerine Melikşah, İsfahan’a döndü (1080). Bundan sonra Kirman’dan Büyük Selçuklular’a karşı önemli bir tehlike vuku bulmadı. Sultanşâh Ocak 1085’te hastalanarak öldü. Turanşâh b. Kavurd Sultanşâh’ın yerine Turanşâh geçti. Turanşah ilk iş olarak Melikşah’a itaatini bildirdi. Ancak Melikşah ölünce eşi Terken Hatun, taht kavgaları sırasında Berkiyaruk’la yaptığı anlaşmaya göre, Kirman Selçukluları’nın elinde bulunan Fars bölgesini almak istedi. Terken Hatun bu amaçla komutanlarından Üner’i Fars üzerine gönderdi. Durumu öğrenen Turanşâh hemen harekete geçerek Şebânkâre emirlerinden yardım istedi ve aldığı destekle Büyük Selçuklu ordusunu yendi (Haziran-Temmuz 1094). Ancak Fars bölgesi daha sonra Kirman Selçukluları’nın elinden çıkarak Büyük Selçuklu hâkimiyetine girmiştir. Bu olaydan üç yıl sonra Turanşah Ekim-Kasım 1097’de vefat etti. İranşâh b. Turanşâh Turanşâh ölünce yerine tek oğlu olan İranşâh geçti (5 Kasım 1097). Yeni Kirman meliki başa geçtikten sonra Fars valisi olan Üner’in üzerine yürüdü. Fars’ı Melikşâh’ın ölümü sebebiyle karışıklıklar içerisinde bulunan Büyük Selçuklular’dan almayı başardı (1098-1099). Bu arada İranşâh çevresindeki bazı kişilerin etkisiyle Batınî mezhebine girmiş ve halka özellikle de âlimlere zulmetmeye başlamıştı. Âlimler ve şeyhülislâm, İranşâh’ın dinden saptığını gerekçe göstererek öldürülmesi yönünde fetva verdiler. Melik halk tarafından da saldırıya uğradı. İranşâh bu hücumdan kurtulmayı başardıysa da, daha sonra yakalanarak öldürüldü (Ekim 1101). Arslanşâh b. Kirmanşâh İranşâh öldürülünce Kirman Selçuklu Melikliği’nin başına Kirmanşâh’ın oğlu I. Arslanşâh geçti (16 Kasım 1101). Onun zamanında Kirman Selçukluları nispeten parlak bir dönem yaşadı. Arslanşâh tahta geçtikten sonra ilk iş olarak Umman da çıkan isyanları bastırdı ve bu bölgeyi tekrar itaât altına aldı. Bu dönemde Fars valisi olan Atabey Çavlı, Şebânkâre emirleriyle mücadele içine girmişti. Şebânkâre emirleri bunun üzerine Kirman meliki Arslanşâh’a sığındılar. Atabey sözkonusu emirlerin iadesini istedi. Arslanşâh bu isteği kabul etmeyince, rekabet bu kez Çavlı ve Arslanşâh arasına intikâl etti. Bu nüfuz mücadelesini, altı bin kişilik bir kuvveti Çavlı’nın üzerine gönderip ani bir baskınla onu bozguna uğratan Arslanşâh kazandı. Askerlerinin çoğunu kaybeden Çavlı, Fars’a kaçmak zorunda kaldı. Mil çekme kızgın bir demirin göze çok yakın mesafeden geçirilip, göz bebeğinin ağartılarak görme yeteneğinin yok edilmesi işlemidir. 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 127 Arslanşâh daha sonraki süreçte oğlu Kirmanşâh’ı veliaht gösterdi. Ancak diğer oğlu Muhammed bu durumu kabul etmedi. Babasının yaşlandığını ve artık devlet işlerini yürütemediğini ileri sürerek, onu Kale-i Kûh’a gönderdi (1142). Arslanşah üç yıl süren hapis hayatından sonra 1145’te burada öldü. Muhammed b. Arslanşâh Melik Muhammed tahta geçince ilk iş olarak kardeşi Kirmanşâh’ı öldürttü. Yirmiye yakın kardeşi olan Muhammed diğerlerinin de çoğunun gözlerine mil çektirdi. Aralarından sadece Selçukşâh kaçabildi. Melik Muhammed döneminin en önemli siyasî olayı, elinden kaçan kardeşi Selçukşâh ile girdiği mücadeledir. Muhammed melikliğinin ilk yıllarında Büyük Selçuklu sultanı Sancar’a tâbiydi. Ancak Sancar’ın Oğuzlara esir düşmesinden sonra, Irak Selçuklu sultanı II.Muhammed b. Mahmud’a itaâtini bildirdi. Melik Muhammed 27 Haziran 1156’da öldü. Tuğrulşâh b. Muhammed Babasının ölümü üzerine 27 Haziran 1156’da tahta geçen Tuğrulşâh ilk iş olarak kardeşi Mahmudşâh ve amcası Selçukşâh’ı öldürttü. Muhammed ve oğlu Tuğrulşâh dönemlerinde çıkan saltanat mücadeleleri ve iç karışıklıklar sonucu Kirman melikliği zayıflamaya başladı. Tuğrulşâh devrinden itibaren atabeylerin melikler üzerindeki etkisi artmaya başladı. Bu dönemde göze çarpan ilk atabey Alâaddin Bozkuş’tur. Emrinde pek çok gulâmı vardı ve Kirman ordusunun başlıca gücü onun gulâmları, hizmetkârları ve süvarilerinden oluşuyordu. Atabey Müeyyededdin Reyhan, özellikle Tuğrulşâh’ın melikliğinin son yılında yönetimde bir hayli etkili oldu. Melik Tuğrulşâh 1170 yılı Mart ayında Ciruft’ta öldü. Kirman Selçuklu Melikliği’nin Fetret Devri ve Yıkılışı Tuğrulşâh’ın ölümü üzerine Atabey Reyhan ve Kutbeddin Muhammed’in, Kirman Selçuklularındaki taht mücadelelerinde etkin rol oynadıkları görülmektedir. Tuğrulşâh’ın ölümünden sonra yerine atabey Reyhan’ın desteği ile oğlu Behramşâh geçti. Bu dönem Kirman Selçuklularında fetret devrinin de başlangıcı oldu. Tuğrulşâh’ın en büyük oğlu Arslanşâh ile Turanşâh taht mücadelesine giriştiler. Berdesir bir hafta içinde tahta geçen üç melik gördü. Ama en sonunda II. Arslanşâh Kirman Selçuklu tahtına oturdu (1170 yılı Haziran başı). Onun melikliği dokuz ay sürdü ve Behramşâh ikinci defa Kirman Selçuklu tahtına oturdu (Şubat 1171). II. Arslanşâh ise yardım istemek üzere, Irak Selçuklu sultanı ve adaşı olan Arslanşâh’ın yanına kaçtı. Irak’tan aldığı kuvvetlerle Haziran 1172’de Berdesir önlerine gelip şehri kuşattı. Uzun süren kuşatma sonunda melikliğin ikiye bölünmesi hususunda antlaşma sağlandı. Behramşâh kendisine başkent olarak seçtiği Bem’e gitti. Arslanşâh ise Berdesir’de kaldı (Kasım-Aralık 1172). 1174 yılında iki kardeş arasında meydana gelen savaş, anlaşmanın bozulmasına yol açtı. Berdesir’de kendisini güvende görmeyen Arslanşâh şehri terk etti ve Behramşâh Mayıs 1175’de Berdesir’e gelerek tahta oturdu. Ancak üç ay sonra ölen Behramşâh’ın meliklik dönemi çok uzun sürmedi. Onun yerine yedi yaşındaki oğlu II. Muhammedşâh geçirildi. Fakat onun hâkimiyeti de çok kısa sürdü ve II. Arslanşâh üçüncü defa melik oldu (Aralık 1175). Arslanşâh’ın melik olmasına kardeşi Turanşâh karşı çıktı ve Fars’da hüküm süren Salgurlu atabeyinden sağladığı yardımla harekete geçti. Arslanşâh, Ciruft’ta yapılan savaş sırasında isabet eden bir okla yaralandı. Savaş alanından ayrıldıktan sonra aldığı yaranın etkisiyle öldü (3 Mart 1177). Kirman tahtına II. Turanşâh geçti. 128 Büyük Selçuklu Tarihi Turanşâh’ın meliklik döneminde Kirman istilâya uğradı. Büyük Selçuklu Devletine son veren Oğuzlar’ın beylerinden Melik Dinar, Merv ve Serahs şehirlerinin hâkimi idi. Ancak Harezmşâh Sultanşah’ın bu yerleri ele geçirmesi buradaki Oğuzlar’ın dağılmasına sebep oldu (muhtemelen 1179 Sonbaharı) . Bunların bir kısmı Kirman’a, beş bin kişilik bir grup da Fars’a gitti. Fars’a gidenler Salgurlular’ın bu sırada güçlü olması sebebiyle mühim bir rol oynayamadılar. Ancak Kirman’a gidenler ülkenin içerisinde bulunduğu istikrarsız durumdan yararlanarak bölgeye hâkim oldular. Oğuz istilâsı bertaraf edilemeden 1180 ilkbaharında Kirman’da büyük bir kıtlık baş gösterdi. Bu durumdan en çok başkent Berdesir etkilendi. Bu dönemde Oğuzlar’ın Kirman’ı yurt tutmak yönündeki baskıları iyice arttı. Oğuzlara karşı koyamaması dolayısıyla ahali tarafından da sevilmeyen Turanşâh öldürüldü (Haziran 1183). Behramşâh’ın oğlu II. Muhammedşâh hapsedilmiş olduğu Berdesir kalesinden çıkartılarak ikinci defa melik ilân edildi. Melik Dinar’ın Berdesir’e gelmesi üzerine II. Muhammedşâh yardım istemek üzere Irak’a gitti. Atabey Kutbeddin’in de ölmesi üzerine Kirman Selçukluları başsız kaldı (Kasım 1186). Kış mevsimi geçtikten sonra da Melik Dinar şehre hâkim oldu (1187). Irak’tan istediği yardımı alamayan II. Muhammedşâh Kirman’a geri döndüğünde, Berdesir artık Melik Dinar’ın elindeydi. O da bu yüzden Bem’e gitti. Bu durumu haber alan Melik Dinar 1188-89 kışında Bem’e yürüdü. Fakat kış şartlarının zorluğundan geri dönmek zorunda kaldı. Melik II. Muhammedşâh altı ay burada kaldı. Sonunda şehri terk edince Kirman Selçuklu Melikliği de tarihe karışırken Melik Dinar idaresindeki Oğuzlar’ın hâkimiyeti başladı (1189). Melik II. Muhammedşâh yardım istemek üzere Harezmşâh Tekiş (1172- 1200)’in yanına gittiyse de ilgi göremedi. Daha sonra Gurlular’dan Gazne hâkimi Şihâbeddin Muhammed’in hizmetine girdi. II. Muhammedşâh burada öldü. Ancak ölüm tarihi ve yeri hakkında bir bilgi yoktur. Oğuzlar’ın Kirman Melikliği’nin yıkılışı üzerindeki etkisini açıklayınız. Kirman Selçukluları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Erdoğan Merçil, Kirman Selçukluları, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1980. SURİYE SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1079 - 1095) Melikliğin Kuruluşu İlk Suriye Selçuklu meliki olan Tacüddevle Tutuş, Büyük Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın oğlu ve Melikşâh’ın kardeşidir. Ondan önce Sultan Alp Arslan tarafından Şam (Suriye)’ın fethi ile görevlendirilen ve Kınık boyundan olan Atsız Bey, kendisine bağlı Türkmenlerle birlikte bölgede büyük başarılar kazanmıştı. Hattâ Filistin’e kadar ilerlemiş, Fatımîler’den Remle ve Kudüs’ü de almıştı (1070- 1071). 1076’da Suriye’nin en mühim şehirlerinden Dımaşk’ı da ele geçiren Atsız, bölgede bir Türkmen Beyliği kurdu. Mısır’ı da ele geçirmek isteyen Atsız Bey, Kahire önlerinde Fâtımîlere karşı ağır bir yenilgiye uğrayınca Dimaşk’a çekilmek zorunda kaldı(1077). Sultan Melikşah, Atsız’ın güç kaybetmesi üzerine artan Fatımî tehdidine karşı, kardeşi Tutuş’u Suriye’ye tayin etti. Atsız, Melikşah’a bağlı olduğunu bildirmesi üzerine görevinde bırakıldı. Tutuş’a ise Halep bölgesine gitmesi bildirildi. 2 Fatımîler 909-1171 yılları arasında Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm süren Şiî bir devlettir. Halifelik iddiasında bulunan Fatımîler, soylarının Hz.Muhammed’in kızı Hz. Fatıma’ya dayandığını iddia ederler. İsmailîlik (Batınî) hareketine dayanırlar. Varlık sebebi adetâ Sünnî Abbasî halifeliğine karşı savaştır. Nureddin Mahmud’un Mısır’ı fethi ile Fatımî halifeliğine son verilerek, hutbe Abbasî halifesi adına okunmaya başladı (1171). 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 129 Daha sonra beklendiği gibi, Fâtımîlerin Dımaşk’ı kuşatması, Atsız’ın Tutuş’u yardıma çağırmasına sebep oldu. Tutuş gelince Fatımî ordusu çekildi. Fakat Atsız’ı sudan bir bahane ile öldüren Tutuş, onun idaresindeki Suriye şehirlerini ele geçirdi (1079) ve ardından Kudüs’ü aldı. Böylece başkent Dımaşk olmak üzere, Suriye Selçuklu Melikliği kurulmuş oldu (1079). Tutuş-Süleymanşâh Mücadelesi Ermeni Philaretos’un baskısından bıkan Antakya ahalisi, şehri Türkiye Selçuklu hükümdarı Kutalmışoğlu Süleymanşâh’a teslim etmeye karar verdiler. Kısa bir süre önce Çukurova bölgesini fethetmiş olan Süleymanşâh, başarılı bir sefer düzenleyerek12 Aralık 1084’te şehri ele geçirdi. Süleymanşâh, Antakya’nın fethi üzerine sınırlarını Suriye’nin kapısı durumunda bulunan Haleb’e kadar genişletti. Böylece rekabet hâlinde bulunduğu Büyük Selçuklularla da sınırdaş oldu. Süleymanşâh, 1086 yılı Mayıs başlarında Halep önlerine gelerek şehri kuşattı. İbnü’l-Huteytî’den şehri kendisine teslim etmesini istedi. Ancak Halep ileri gelenleri, şehri teslim alması için Tutuş’a davette bulundular. Onun Halep’i ele geçirmek üzere ilerleyişi, savaşı kaçınılmaz hâle getirdi. Tutuş’un üzerine yürüyen Süleymanşâh, Ayn Seylem’de meydana gelen savaşı ve hayatını kaybetti (Haziran 1086). Bunda onun yanında bulunan bazı Türkmen beylerin Tutuş’un saflarına geçmesi önemli bir etken oldu. Tutuş bundan sonra Halep önüne gelip iç kale hariç şehri ele geçirdi. Fakat İbnü’l-Huteytî bu defa da Sultan Melikşâh’ı davet etti. Selçuklu sultanı batıda işlerin karıştığını görererek Eylül 1086’da Suriye seferine çıktı. Tutuş, Melikşâh’ın Haleb’e yaklaşması üzerine kuşatmayı kaldırdı. Melikşâh ise başka yerlerle birlikte Urfa, Antakya ve Haleb’i doğrudan kendi topraklarına katarak buralara valiler atadı. Böylece Kuzey Suriye’de Büyük Selçuklu hâkimiyeti sağlanmış oldu. Melikşah’tan çekindiği için bu sefer sırasında Dımaşk’a çekilen Tutuş, Temmuz 1087’de Fatımîler’in yönetimindeki Sayda ve Beyrut’u işgal ederek Dımaşk’a geri döndü. Böylece Suriye ve Filistin şehirlerinin büyük kısmı Selçuklu idaresine girmiş oldu. Ancak Fatımîler daha sonra bu yerleri geri aldılar. Bunun üzerine Melikşâh’a elçiler yollayan Tutuş, Fatımîler’e karşı girişeceği harekâtta yardım etmeleri için Urfa, Antakya ve Halep valilerinin görevlendirilmesini istedi. Sultanın uygun bulması üzerine 1090 yılında sefere çıkan Tutuş, bazı yerleri geri aldı ise de, Halep valisi Aksungur ile aralarının açılması üzerine seferi yarım bırakarak dönmek zorunda kaldı (1091 sonu). Tacüddevle Tutuş’un Saltanat Mücadelesi Tutuş, 1092 yılı sonlarına doğru Bağdad’a gelmiş bulunan Melikşâh’a bağlılığını bildirmek üzere Dımaşk’tan hareket etti. Fakat Hît bölgesine geldiği zaman Sultan’ın ölüm haberini aldı. Tutuş bunun üzerine derhâl sultanlığını ilân ederek adına hutbe okuttu. Tutuş uzun süre yönetimi altına alamadığı Kuzey Suriye’ye Melikşah’ın ölümüyle değişen şartların sağladığı kolaylıkla hâkim oldu. Halep valisi Aksungur, Antakya valisi Yağısiyan ve Urfa valisi Bozan onun hizmetine girdiler. Öte yandan Melikşah’ın oğlu Berkyaruk saltanatı ele geçirmek için büyük çabalar harcayarak, Rey, Hemedan ve daha birçok şehri hâkimiyetine aldı. Ancak Terken Hatun’un mücadeleden vaz geçmemesi üzerine, İsfahan ve Fars eyaletini ona bırakarak anlaşmak zorunda kaldı. Berkyaruk bu arada epeyce kuvvet ve taraftar kazandı. Ancak amcası Tutuş’un ordusuyla üzerine gelmekte olduğunu haber aldı. Amcasının tahtını ele geçirmesine engel olmak için harekete geçen BerkyaKudüs Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerce kutsal kabul edilen önemli bir şehirdir. Tarih boyunca ve Haçlı Seferleri sırasında da Kudüs’ün hedef olmasının temelinde bu anlayış yatmaktadır. Süleymanşâh 1075 yılında Bizans’tan fethettiği İznik’te, Türkiye Selçukluları Devletini kurdu. Bu tarihten itibaren de, babası Kutalmış ve dolayısıyla kendisinin hakkı olduğunu iddia ettiği Büyük Selçuklu tahtını ele geçirme mücadelesine girişti. Sonuçta bu uğurda hayatını kaybetti. 130 Büyük Selçuklu Tarihi ruk, Rey yakınlarına geldi. Bu sırada Emir Aksungur ve Bozan da, sert tabiatından dolayı hoşnut olmadıkları Tutuş’un hizmetinden ayrılarak Berkyaruk’a katıldılar. Askeri iyice azalan Tutuş savaşı göze alamadı ve Diyarbekir bölgesine, oradan da Aralık 1093’te Dımaşk’a döndü. Rey Savaşı ve Tutuş’un Sonu Taht davasından vazgeçmeyen Tutuş, daha iyi bir hazırlıkla güçlü bir şekilde mücadelesine devam etti. Kendisine ihanet eden Bozan ve Aksungur’u bertaraf ettiği gibi, Suriye, Irak, Diyarbekir ve Azerbaycan’da adına hutbe okuttu. Hemedan ile Rey şehirlerini ele geçirerek saltanat mücadelesinde güçlü bir aday olduğunu ortaya koydu. Ancak özellikle Nizamülmülk’ün adamları tarafından desteklenen Berkiyaruk da artık Tutuş’a karşı savaşabilecek durumda bulunuyordu. Nitekim kendisini ‘’Büyük Selçuklu Sultanı’’ olarak tanıyan ileri gelen emîrler ve ordusuyla, Tutuş’a karşı harekete geçti. Bu arada Terken Hatun da Tutuş’la birleşmek niyetiyle İsfahan’dan çıktı ise de, hastalanarak geri döndü. Cerbâzakân’a gelen Berkyaruk’un ordusu, vezir Müeyyedülmülk’ün gayreti sayesinde Irak ve Horasan’dan gelen kuvvetlerin katılması sonucunda otuz bin kişiye ulaştı. Buna karşın Tutuş halkının kendisine ihanet edebileceği düşüncesiyle Rey’de savunma yapmayı uygun bulmayarak şehir dışında savaşmaya karar verdi. Bu maksatla Rey’den on iki fersah uzaklıktaki Daşilu köyü yakınında bir düzlükte savaş hazırlıklarına başladı. Çok geçmeden Berkyaruk da ordusuyla gelip askerlerini savaş düzenine soktu. 26 Şubat 1095’te şiddetli bir savaş meydana geldi. Yenilgiye uğrayan Tutuş, yaralı olarak yakalanıp öldürüldü ve babası Sultan Alparslan’ın Merv’deki türbesinde gömüldü. Tutuş, çok genç yaşlarından itibaren Gence meliki olarak, devlette sorumluluk almış, Suriye’nin fethinin tamamlanması için buraya atanmıştı. Bu yolda büyük hizmetleri olan Tutuş, sert mizacı dolayısıyla kendisi için bile iyi bir siyaset takip edememiş, Melikşâh’ın çocukları küçük, kendisi çok kudretli olmasına rağmen, bu kusuru dolayısıyla başarılı olamamıştır. Tutuş’un ölümünden sonra Suriye Selçukluları, iki oğlu Rıdvan ve Dukak ile onların atabeylerinin mücadelesi sonucunda Dımaşk ve Halep Melikliği olarak ikiye ayrıldı. Her iki melik de Büyük Selçuklu sultanlarına bağlı kaldılar. Ancak neredeyse Melikşâh’ın ölümü ile eş zamanlı olarak ve Selçuklu Devleti’nin fetret döneminde Birinci Haçlı Seferi başladı. Suriye Selçuklu Melikliği’nin de kardeşler arasındaki çekişmeler yüzünden güç kaybına uğraması, Haçlılar’a beklenenin çok üzerinde ve kolay bir başarı imkânı verdi. HALEP SELÇUKLU MELİKLİĞİ (1095 - 1118) Melik Rıdvan Devri Tutuş’un taht mücadelesi için giderken, Dımaşk’ta yerine oğlu Fahrülmülûk Rıdvan’ı naib olarak bırakmıştı. Rıdvan, Rey savaşı öncesinde babasının acil yardım çağrısı üzerine gitmekte iken, yolda onun yenilip hayatını kaybettiğini öğrendi. Bunun üzerine süratle Halep’e dönüp, babasının yerine Suriye melikliği tahtına oturdu. Bir süre sonra Tutuş’un Rey savaşında yanında bulunan öteki oğlu Dukak da Haleb’e geldi. Böylece Rıdvan, Selçuklu melikliğinin tek hâkimi oldu. Fakat kısa bir süre sonra kardeşi Dukak gizlice Halep’ten ayrılıp Dımaşk’a gitti. Bazı emirlerin desteği ile orada melikliğini ilân etti. Rıdvan bundan dolayı Suruç Emiri Artukoğlu Sökmen ile işbirliği yaparak Dımaşk’a yürüdüyse de başarılı olamadı. Rıdvan daha sonra babasının hâkim olduğu yerleri kendi idaresinde birleştirmek amacıyla 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 131 Suruç ve Urfa’ya bir sefer düzenledi. Sökmen’in kendisine itaât arzetmesi üzerine Suruç’tan ayrıldı. Melikşâh’ın ölümünden sonra Tutuş’un hâkim olduğu Urfa, onun ölümünden sonra da Ermeni Toros tarafından zapt edilmişti. Rıdvan Urfa’yı ele geçirdikten sonra şehir iç kalesini Antakya valisi Yağısıyan’a verdi. Melik Rıdvan ve Melik Dukak arasındaki hâkimiyet mücadelesinden yararlanan Fatımîler, bir ordu göndererek Kudüs’ü işgal ettiler (Ağustos 1096). Böylece Filistin’de Selçuklu egemenliği son buldu. Dımaşk kuvvetlerinin kendisine ait topraklara girmesi üzerine Rıdvan, Dukak’a karşı saldırıya geçti ve yapılan savaşta Dukak ağır bir yenilgiye uğradı. Bundan sonra iki kardeş arasında bir antlaşma yapıldı. Buna göre Dımaşk ve Antakya’da, hutbede Rıdvan’ın adı Dukak’ın adından önce okutulacaktı. Böylece Rıdvan tâbi statüde de olsa Dımaşk melikliğine hâkim oluyordu. Fatımî halifesi el-Müsta’lî Melik Rıdvan’ı kendi tarafına çekmek için ona özel bir elçi ve heyet gönderdi. Buna göre “Fatımî halifeliğine tâbi olması, hâkim olduğu yerlerde Şiî hutbesi okutması, hutbede önce el-Müsta’lî, sonra veziri daha sonra da kendi adının bulunması” yolundaki isteğin kabul edilmesi hâlinde “kendisine mâlî ve askerî yardım yapılarak Dımaşk’ı almasının sağlanacağı” vaat ediliyordu. Melik Rıdvan bu teklifi kabul ederek, Halep ve hâkim olduğu diğer yerlerde Sünnî hutbeyi kaldırıp Şiî hutbesi okutmaya başladı. Sünnî kadı ve hatipleri de değiştirip buralara Şiî görevliler atadı (Ağustos 1097). Böylece Suriye Selçuklularının Halep kolu Fatımî Halifeliği’ni tanımak suretiyle onlara bağlanmış oldu. Buna göre Selçuklu soyundan biri ilk defa, resmen Şiî Fatımî Halifeliği’ni tanımıştır. Fakat Rıdvan’ın en yakın adamları olan Yağısıyan ve Sökmen, süratle Haleb’e gelip onu çok ağır bir dille kınadılar ve derhal Şiî hutbesini kaldırmasını istediler. Rıdvan dört hafta sonra Şiî hutbesini kaldırıp yeniden Abbasî halifesi ve Büyük Selçuklu sultanının adlarını okutmaya başladı. Bu arada Abbasî halifesine de bir elçi gönderip özür diledi (Eylül 1097). Melik Rıdvan, Hıms’a çekilip burada adetâ bağımsız bir emir gibi hareket eden veziri Cenahüddevle ile kardeşi Dukak’a karşı sefer düzenlemek istiyordu. Bunun için Emir Yağısıyan ve Sökmen ile anlaştı ise de, Haçlıların Yağısıyan’ın valisi bulunduğu Antakya’yı kuşatmaları yüzünden sefer yapılamadı. Birinci Haçlı Seferi ve Halep Melikliği Papa II.Urbanus’un girişimi ile Avrupalı Hıristiyanlar, güya Kudüs’ü Müslümanlardan geri almak, doğulu dindaşlarını Müslümanların zulmünden kurtarmak iddiasıyla harekete geçtiler. Gerçekte ise İslâmiyetin Hıristiyanlık karşısında, Avrupa’yı da doğrudan tehdit eden ilerleyişi durdurulmak isteniyordu. Ayrıca feodalitenin yarattığı buhran ve iç savaş tehdidi de bu vesile ile dışarıya yönlendirilmiş olacaktı. Papa Urbanus, şimdi de Türkler’in bayraktarlığında şahlanan bu ilerleyişe dur diyebilmek için, gücü yeten tüm Hıristiyanların sorumlu sayıldığı bir askerî harekâtı başlattı. 1096’da Keşiş Pierre L’hermit’in başarısız seferinden sonra, ertesi yıl yola çıkan düzenli Haçlı orduları, Anadolu toprakları başta olmak üzere, geçtikleri yerleri yağma ve katliâma uğrattılar. Kudüs’ü kurtarmak amacıyla yola çıktıklarını söyleyen, ama tam bir kolonizasyon hareketi yürüten Haçlılar, Anadolu’da büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verdikten sonra Suriye’ye ulaştılar. Mart 1098’de Urfa’da bir kontluk kuran Haçlılar daha sonra Antakya’yı kuşattılar. Vali Yağısıyan Büyük Selçuklu Devleti ve bütün Müslüman emirleri yardıma çağırdı. Halep meliki Rıdvan bu çağrıya bir miktar asker göndererek mukabele etti. Fakat gönderdiği askerler de yolda 132 Büyük Selçuklu Tarihi Haçlılar tarafından baskına uğratıldı. Kürboğa idaresinde Antakya’nın yardımına gelen Selçuklu ordusu da emirler arasındaki çekişmeler yüzünden başarılı olamadı. Haçlılar aslında çok kötü durumda bulunmalarına rağmen, Haziran 1098’de Antakya’yı işgâl ettiler. Burada kurulan prinkepslik, Halep Selçuklu Melikliği için hayatî bir tehlike oluşturmakta idi. Çünkü Urfa-Antakya hattını ve Kudüs’e kadar Suriye-Filistin sahil şeridini istilâ eden Haçlıların güvenlik bakımından başlıca hedefi Halep olacaktı. Birinci Haçlı Seferini Suriye Selçuklu Melikliği bakımından nasıl değerlendirirsiniz? Rıdvan, Danişmendli Gümüştekin’e karşı Malatya hâkimine yardım etmeye giden Bohemond’un topraklarına saldırdı. Haçlıların zahire depolarını yağmaladı. Hatta Haçlıların elinde bulunan Efsuna kalesini geri aldı. Kardeşi Dukak’ın ölümü üzerine (Haziran 1104) Dımaşk’a gelmiş ve Atabey Toğtegin’e kendi adına hutbe okutup para bastırmayı kabul ettirdi. Ancak Rıdvan, Bohemond’un yerine geçen Antakya hâkimi Tancred ile girdiği savaşta yenilgiye uğrayıp Halep’e çekildi. Melikliğini Haçlı istilâsı ve işgâlinden korumak için Artukoğlu İlgazi, Sincar Emiri Arslantaşoğlu Alp ile anlaşmaya vardı. Fakat emirler arasında çıkan anlaşmazlık Rıdvan’a Haçlılara karşı ilerleme imkânı vermedi. Halep Melikliğine ait olan Efamiye kalesi, Fatımîlerle işbirliği yapan ve aslında Selçuklu vasalı olan Hıms Emiri Halef b. Mülaib’in eline geçmişti. Bunun üzerine Melik Rıdvan, Şiî Batınî reisi ile bazı ilişkiler kurarak bu önemli kaleyi geri aldı. Selçuklu sultanı Tapar, Antakya Prinkepsi Tancred’in Efamiye’yi hedef aldığı sırada, Batınîlerle işbirliği yaptığı için onu kınamış; bu nedenle Rıdvan Halep’teki Batınîleri şehirden çıkarmıştır. Haçlıların Suriye ve Filistin’deki işgâli karşısında bölgedeki melikliklerin zor duruma düştüğünü gören Sultan Tapar, Haçlılara karşı bir ordu görevlendirdi (1110). Melik Rıdvan, Selçuklu ordusunun Urfa Haçlı Kontluğuna karşı giriştiği bu mücadeleye katılmadı. Fakat Haçlı kuvvetlerinin Urfa kontuna yardıma gitmelerini fırsat bilerek işgâl ettikleri yerleri geri almaya başladı. Ancak Rıdvan bölgeye dönen Tancred’in Esarib’i zabt etmesi ve Halep civarında harekâtına devam etmesi üzerine, onunla barış yapmak zorunda kaldı. Bu güvenliksiz şartlar yüzünden Halep çevresinde oturan halkın göç etme hazırlıklarına başlaması üzerine Rıdvan, hazineye ait 60 parsel araziyi, çok ucuz fiyatlarla halka satarak göçü engellemeye çalıştı. Rıdvan, Muhammed Tapar’a gönderdiği mektupta Haçlılar karşısında düştüğü durumu anlatıyor ve bu yüzden Halep’ten ayrılmak istediğini bildiriyordu. Bunun üzerine Emir Mevdud idaresindeki Selçuklu ordusu Halep önlerinde karargâh kurdu. Fakat askerler çok geçmeden bölgede yağma ve kötü hareketlere giriştiler. Orduyu çağırdığına adetâ pişman olan Rıdvan bu davranışlara engel olmak için önlemler aldı. Dımaşk Emiri Toğtekin’in Haçlılarla savaşmak için Suriye’ye dağılmaları önerisi ile orduyu Halep önlerinden ayrılmaya ikna etti (1111). Daha sonra Büyük Selçuklu ordusu İran’a döndü. Melik Rıdvan, Dımaşk emiri Toğtekin’i Haleb’e davet edip gerektiği takdirde birbirlerine malî ve askerî yardımda bulunmak ve Dımaşk’ta kendi adına hutbe okutup para bastırmak şartıyla bir anlaşma yaptı. Kudüs kralı I. Baudouin’in Dımaşk yöresine gelmesi üzerine Toğtekin Müslüman emirlere çağrıda bulunmuş ve Haçlıları bozguna uğratmıştır. Rıdvan ise yardım çağrısına bizzât gitmemiş ancak yüz atlı kuvvet göndermekle yetinmişti. Bunun üzerine Toğtekin Rıdvan adına hutbe okutmaktan vazgeçti (Ağustos 1113). 3 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 133 Melik Rıdvan ağır bir hastalık sebebiyle, 10 Aralık 1113’te vefat etti. Rıdvan’ın 18 yıl süren iktidarında Suriye Selçuklu Melikliği topraklarını birleştirmek mümkün olamadı. Buna bir de Haçlı tehdidi eklendi. Babasının döneminden kalan pek çok değerli komutanı hizmetinde tutamadığı için onların desteğinden mahrum kaldı. Dımaşk meliki olan kardeşine üstünlük sağlamak için Fatımîlerle işbirliği edip onlar adına hutbe okutması saygınlığını ciddi biçimde zedeledi. Belki melikliğin güvenliğini sağlamak gibi anlaşılabilir bir gerekçesi olsa bile, Batınîlerle işbirliği edip onlara Halep’te faaliyet imkânı vermesi de, aynı şekilde tepki görmüştür. Melik Alparslan Devri Melik Rıdvan’ın ölümünden sonra yerine, 16 yaşındaki oğlu Tacüddevle Alp Arslan geçti. Halep Melikliği bu dönemde Haçlı ve Batınî tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyordu. Melikliğin yönetimi “Baba” adıyla tanınan Rıdvan’ın gûlamlarından Lü’lü adlı bir memlük komutanın tasarrufunda idi. Alparslan başa geçer geçmez iki kardeşi Mübarekşâh ve Melikşâh’ı öldürterek bütün idareyi bizzât eline aldı. Bu arada Büyük Selçuklu Sultanı Tapar’ın emri üzerine, şehirdeki Batınî ileri gelenlerini de ortadan kaldırdı. Alp Arslan Haçlılarla mücadele etmek ve melikliğinin yönetimini iyileştirmek gerektiğinin farkındaydı. Kendisine yakın olan bazı devlet erkânının tavsiyesiyle Dımaşk Atabeyi Toğtekin’i Haleb’e davet etti. Ondan melikliğin işlerini ve orduyu düzene sokmasını istedi. Toğtekin, Halep yönetiminde tasarladığı ıslahâta henüz başlayacakken Alp Arslan’ın ondan habersiz olarak bazı yöneticileri tutuklatıp öldürtmesi ve kendisiyle ilgilenmemesi sebebiyle Dımaşk’a döndü. Bunu fırsat bilen Atabey Lü’lü, meliklik yönetimini tam anlamıyla eline geçirip, birçok kimsenin mal ve paralarına el koydu. Alparslan ise bundan böyle yönetimle hiç ilgilenmeyip zevk ve sefa âlemine dalmış; hattâ meliklik erkânına karşı pek hoş olmayan hareketlerde bulunmuştur. Lü’lü, Melik Alparslan’ın davranışları dolayısıyla korku içerisinde bulunan diğer emirlerin de desteğini alarak onu öldürttü (Eylül 1114). Alp Arslan’ın bir yıl süren melikliği, Selçuklu Devleti’nin tipik idarî problemlerinden birisi olan atabeg tahakkümünün başlıca örneklerinden biri oldu. Sultanşah Devri Melik Alparslan’ı öldürüp Halep melikliğine tam anlamıyla hâkim olan Atabey Lü’lü, henüz 6 yaşında olan Alparslan’ın kardeşi Sultanşâh’ı melik ilan etti. Lü’lü, iyice artan Haçlı tehlikesine karşı Toğtegin ile öteki Müslüman emirlere mektup gönderip yardıma çağırdı. Fakat Lü’lü’ye güvenmeyen Toğtegin hiç bir yardımda bulunmadı. Halep çevresine sıkışan ve Haçlı tehdidi dolayısıyla yeterince ziraât yapılamayan melikliğin iktisadî durumu da bozuldu. Bu zor durum karşısında ümitsizliğe kapılan Lü’lü, Sultan Muhammed Tapar’a mektup yazıp hazine ile birlikte Halep’i kendisine teslim edeceğini, bunun için asker göndermesini bildirdi. Sultan, hem Haçlılarla savaşmak, hem de itaâtsizlik gösteren İlgazi ve Toğtekin’i cezalandırmak amacıyla bölgeye asker gönderdi. Ancak Halep’i Selçuklu ordusuna teslim etmekten vazgeçen Lü’lü, bu kez İlgazi ve Toğtekin’e elçiler gönderip şehri kendilerine terk edeceğini bildirdi. Buna karşılık kendisine Dımaşk Atabeyliğine bağlı bir yerin yönetiminin verilmesini istedi. Toğtekin ve İlgazi ise Kudüs kralı Baudouin, Trablus prensi Pons ve Antakya prinkepsi Roger ile birleşerek, 1115 başlarında Efamiye Kalesi önünde, Selçuklu ordusuna karşı karargâh kurdular. Selçuklu ordusu Halep’e yürümeyi plandı ise 134 Büyük Selçuklu Tarihi de Antakya prensi Roger’in bir baskınla ağırlıklarını ele geçirmesi üzerine, pek bir varlık gösteremeyerek dönmek zorunda kaldı. İki yıla yakın Halep Selçuklu Melikliğinin yönetimini elinde tutan Lü’lü, melikliğin iç ve dış sorunlarını çözmek konusunda hiç bir başarı gösteremedi. Bundan dolayı korku ve endişeye kapılarak bütün mallarını ve hazineyi alarak, ava çıkmak bahanesiyle Halep’ten kaçtı. Fakat yolda Emir Sungur’un girişimi ile öldürüldü (1116). Rıdvan’ın eski ordu kumandanı Yaruktaş, Dımaşk’tan gelip Halep yönetimini üzerine aldı. Halep Selçuklu meliki Sultanşah’ın çocuk yaşta olması ve onun adına idareyi ellerinde tutanların başarısızlığı melikliğin sonunu hazırladı. Melikliğin ileri gelenleri, çok sayıda Türkmen kuvveti bulunan ve deneyimli bir yönetici olan Mardin Artuklu emiri İlgazi’yi Haleb’e çağırdılar. Ayrıca ondan Haçlılarla mücadele etmesini istediler. İlgazi Halep’e gelip kaleye çıktı ve gerekli yerlere kendi adamlarını yerleştirdi. O ayrıca melik Sultanşah ve kardeşlerini de kaleden çıkartıp bir evde gözaltına aldırdı. Böylece Suriye Selçuklu Melikliğinin Halep kolu fiilen sona erdi (1117-1118). DIMAŞK MELİKLİĞİ (1095-1104) Melik Dukak Devri Hatırlanacağı üzere Tutuş’un taht mücadelesinde ölümü üzerine oğulları Rıdvan ve Dukak Haleb’e gelmişlerdi. Melik Rıdvan kardeşini adetâ göz hapsine aldı. Ancak Dukak bir yolunu bularak Dımaşk’a kaçmayı başardı ve orada Emir Savtegin tarafından melik ilân edildi. Böylece Halep’ten sonra Dımaşk Melikliği kurulmuş oldu. Rey savaşında esir düşen ve sonra hapisten kurtulan Toğtegin de Suriye’ye döndü. Atabeyi olduğu Dukak’ın Dımaşk’ta hâkimiyet kurduğunu öğrenince onun yanına gitti. Melik tarafından ordu komutanı olarak tayin edildi. Emîr Savtegin’in bu durumdan rahatsız olması üzerine Toğtegin Melik Dukak ile anlaşıp onu öldürttü. Atabey ayrıca Dukak’ın annesi Zümürrüd Hatun ile evlenerek mevkiini iyice sağlamlaştırdı. Halep Meliki Rıdvan kardeşinin hâkimiyetini onaylamıyordu. Onun güçlenmesini önlemek için Dımaşk’a yürüdü. Dukak bu sırada Artukoğlu İlgazi ile birlikte bir sefere çıkmıştı. Haberi duyunca Dımaşk’a döndü. Bunun üzerine Rıdvan kuşatmayı kaldırıp çekildi. Rıdvan bundan sonra da aynı maksatla teşebbüslerde bulundu ise de başarılı olmadı. İki melik arasındaki rekabeti hizmetlerindeki emirlerin tahrik ettiği anlaşılıyor. İki kardeş arasında anlaşma sağlanamayınca, 22 Mart 1097’e Kınnesrin’de yapılan savaşta ağır bir yenilgiye uğrayan Dukak, Rıdvan’ın üstünlüğünü tanımak zorunda kaldı. Bununla birlike Rıdvan, atabeyi Cenahüddevle ve kardeşine karşı sefere çıktı. Ancak büyük bir Haçlı ordusunun Suriye’ye yaklaştığı haberini alınca Halep’e döndü. Bu arada Antakya valisi Yağısıyan’ın haçlı kuşatması dolayısıyla yaptığı acil yardım çağrısına Cenahüddevle ve Dukak olumlu cevap verdiler. Yardım için gelen Dukak yiyecek sıkıntısına düşen Haçlıların el-Bara’yı yağmaladıklarını öğrenince ani bir saldırıda bulundu. Ancak arkadan Haçlıların gelmesiyle savaş şiddetlendi. Haçlılar çok kayıp verdiler ve Antakya’ya çekildiler. Sultan Berkyaruk’un Antakya’ya yardım için Kürboğa emrinde gönderdiği ordu, bir müddet Urfa’yı kuşattı. Selçuklu ordusu sonra asıl hedefi olan Antakya’ya ilerledi. Dukak ve Toğtegin de Kürboğa’ya katılmışlardı. Haçlılar 3 Haziran 1098’de 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 135 Antakya’yı ele geçirdiler. Yağıbasan’ın oğlu iç kalede mücadeleye devam ediyordu. Kürboğa’nın ordusu ancak ertesi gün Antakya’ya gelebildi. Haçlılar içerden ve dışarıdan kuşatılmışken, bir süre sonra Selçuklu ordusu emirler arasında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden dağıldı. Dukak da Dımaşk’a döndü. Dukak da ağabeyi gibi babasının hâkimiyetindeki yerleri kendi idaresinde toplamaya çalışıyordu. Babası zamanında vali olarak görev yaptığı Diyarbekir bölgesindeki Türkmen beylerinin bağlılığını sağlamak amacıyla bir sefer düzenledi (1099-1100). Melik Dukak Meyyâfârikîn’e gelince bu havalideki Türkmen beyleri huzuruna gelerek tâbiyet arz ettiler. Cebele valisi isyan edince, Trablus hâkimi İbn Ammar Dukak’tan yardım istedi. Ancak yardım sonuç vermedi. Cebele Haçlı saldırısına maruz kalınca İbn Süleyha adlı bu vali, Tuğtegin’in oğlu Böri’den yardım istedi. Fakat Cebele’yi alan Böri’nin adamlarının davranışlarından memnun olmayan halk İbn Ammar’dan yardım istedi. Böri Trablus hâkimi tarafından esir alındı ise de sonra Dimaşk’a gönderildi. Dukak, Antartus limanının Haçlıların eline geçmesi (1102) üzerine Trablus emirinin yardım çağrısına olumlu cevap verdiyse de şehir geri alınamadı. Dukak, Kürboğa’nın ölümünden sonra ona ait olan Rahba’yı da topraklarına kattı (Mart 1103). Dukak, Hıms Emîri Cenahüddevle’nin öldürülmesi ve çıkan huzursuzluklar üzerine kendisine yapıaln daveti değerlendirerek burayı da ele geçirdi. Uzun süren bir hastalık daha sonra vereme yakalanan Dukak, bir yaşındaki oğlu Tutuş’u melik, Toğtegin’i de ona atabey tayin ettikten sonra 8 Haziran 1104’te öldü. Dukak’ın Ölümünden Sonra Dımaşk Melikliği Atabeg Toğtegin, Dukak’ın ölümü üzerine onun bir buçuk yaşındaki oğlu Tutuş’u melik yaptı. Kendisi de onun atabegi olarak tek ve gerçek hâkim konumunda bulunuyordu. Toğtegin kısa bir süre sonra, Dukak’ın Baalbek’te hapsettiği 12 yaşındaki kardeşi Ertaş’ı getirterek melik ilân etti (17 Eylül 1104). Ancak Ertaş annesinin, atabeyin Zümürrüt Hatun ile anlaşıp kendisini bertaraf edeceği şeklindeki uyarılarını dikkate alarak, Dımaşk’tan kaçtı (Ekim 1104). Toğtegin’in muhaliflerinden destek gören Ertaş, onu bertaraf etmek için Kudüs kralından dahi yardım istedi. Suriye’ye dönerken yolda vefat etti. Dukak’ın oğlu Tutuş’un da eceliyle ölmesi üzerine yerine geçecek kimse bulunmadığından Dımaşk Melikliği de son buldu. Bundan sonra Toğtegin kendisinden sonra oğullarına da intikâl edecek olan idaresini kurdu. IRAK SELÇUKLULARI (1119 -1194) Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar 1118’de ölünce yerine oğlu Mahmud tahta geçmişti. Ancak uzun yıllardır Horasan meliki olan amcası Sancar da taht sırasını beklemekteydi. Genç ve tecrübesiz yeğenine karşı tahtı ele geçirmek üzere harekete geçti. 12 Ağustos 1119 tarihinde Sâve’de yapılan savaşı Sancar kazandı ve Büyük Selçuklu sultanı oldu. Sultan Sancar, tek elden idaresi bir hayli güç olan İmparatorluğun bir kısmının yönetimini yeğeni Mahmud’a bıraktı. Böylece Irak Selçuklu hanedanı kurulmuş oldu. Mahmud’un idare bölgesi Rey’den itibaren ve Hemedan merkez olmak üzere Batı İran, Irak, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Suriye’yi kapsıyordu. Kendisi Sultanü’l-A’zâm unvanı alan Sancar, yeğenine de Sultanü’lMuazzam unvanı verdi. Mahmud sultan unvanı taşımak ve bir takım saltanat alâmetleri kullanmak yetkisi olsa da, neticede Sultan Sancar’a tâbi olacaktı. 136 Büyük Selçuklu Tarihi Sultan Mahmud (1119 -1131) Mahmud saltanatı boyunca, Selçuklu egemenliğinden rahatsız olan mahallî emirlerin tahrikleri ile kardeşleri Mesud ve Tuğrul’un isyanlarıyla; bazen de Halife’nin muhalefeti ile karşı karşıya kaldı. Bu arada Irak’ta kendi hâkimiyetini kurmak isteyen Hille şehrinin Arap emiri Dübeys, Mahmud’a karşı Melik Mesud’la ilgili kışkırtmalarından sonuç alamadı. Sonra Irak’ı yağmaladığı için kendisini kınayan Halife’nin üzerine yürüdü. Sultan Mahmud, kendi hâkimiyet alanında cereyan eden bu durum karşısında, Dübeys’in üzerine ordu göndermeye mecbur kaldı. Bağdad şahnesi Aksungur Porsukî’nin emri ile Altuntaş ve Zengî de Selçuklu askerlerine katıldılar. Sonuçta en-Nil denilen yerde yapılan savaşta Dübeys yenildi. Hanımları, cariyeleri, komutanları ve askerlerinin bir çoğu esir edildiyse de kendisi kaçmayı başardı (Mart 1123). Sultan Mahmud - Halife Münasebetleri Daha önce de ifade edildiği gibi, Tuğrul Bey tarafından bütün idarî yetkileri elinden alınmış olan Abbasî halifeleri, yeniden siyasî güç oluşturabilmek için, her fırsatta Selçuklularla mücadele etmeye hazır idiler. Bağdad şahnesi vasıtasıyla Halifenin asker topladığından ve siyasî emellerinden haberdar olan Mahmud, Sancar’ın da isteği ve onayı ile, 4 Ocak 1126’da Bağdat’a geldi. Bu ziyaret Selçuklu Devleti’nin Bağdad’daki statüsünün devam edip etmediğini görmek bakımından önemli idi. Selçuklu sultanını Bağdad’a sokmak istemeyen Halife el-Müsterşid Billah, kıtlığı bahane ederken, bazı savunma tedbirleri almayı da ihmâl etmedi. Sultan, anlaşma teklifinin reddedilmesi üzerine, kılıç zoruyla şehre girdi. Bununla birlikte Halifeye hürmette kusur etmeyen Mahmud, bir miktar para ve mal karşılığında onunla anlaştı. Mahmud bir süre Bağdat’ta kaldıktan sonra Hemedan’a döndü. Sultan Mahmud, halife ile olan mücadelesinde kendisine yardım eden Zengi’yi Bağdat’a şahne olarak tayin etti (1126). Daha sonra onu oğulları Alp Arslan ve Ferruhşâh’a atabey tayin ederek Musul valiliğine getirdi (1127). Bu tayin Irak ve Suriye’de, Selçuklular’ın hâlefi olarak önemli roller oynayacak olan Musul Atabeyliği’nin de temelini oluşturdu. Daha sonraki dönemde Sultan Sancar’ın Halife’ye karşı Dübeys’i, Mahmud’a karşı da Melik Mesud’u denge unsuru olarak desteklediği görülecektir. Genç yaşta olmasına rağmen bünyesi zayıf ve hasta olan Sultan Mahmud, ölmeden önce oğlu Davud’u veliaht tayin etti. Sağlığında onun adına hutbe okuttu. Fakat Halife, bu konuda karar merciinin Sancar olduğunu söyleyerek, Davud adına hutbe okutmayı reddetti. Mahmud 1131 yılında, henüz yirmi yedi yaşında iken vefat etti. Abbasî halifelerinin Selçuklulara karşı güttükleri siyaseti nasıl tanımlarsınız? Sultan Davud (1131-1132) Mahmud’un ölümünden kısa süre önce tahta geçen Davud, tıpkı babası gibi amcalarıyla mücadele etmek zorunda kaldı. Nitekim Davud, saltanatını tanımayan amcası Mesud’a karşı harekete geçti. Tebriz’de uzun zaman muhasara altında tuttuğu amcasını anlaşma yapmaya mecbur etti. Fakat serbest kalınca Hemedan’a gidip, Musul valisi Zengi’nin de yardımıyla yeniden ordu toplamaya başladı. Halife, Mesud’un kendi adına hutbe okunması isteğini de Sancar’ı gerekçe göstererek geri çevirdi. Bu arada Davud’un diğer amcası Fars ve Huzitân hâkimi Selçukşah da 4 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 137 Bağdad’a geldi. Müstarşid Billah onu iyi karşılamakla birlikte, meliklerin kozlarını paylaşmalarını bekliyor, karışıklıklardan yararlanmak istiyordu. Nitekim Melik Mesud ile vardığı anlaşmaya göre Irak kendisine bırakılırken Sancar’ın adı hutbeden çıkarılıp Mesud’un adı konulacak ve Selçukşah da veliaht yapılacaktı. Aslında büyük sultan Sancar’ın onayladığı bir duruma tavır almak bile ona muhalefet anlamına geliyordu. Son durum ise açık bir isyandı. Sancar bu yüzden yeğeni Mesud üzerine sefere çıktı. Dinever’de vukubulan savaşta Mesud’u mağlup etti (25 Mayıs 1132). Fakat savaştan sonra onu affedip, Gence’ye tayin etti. Bunun yanında Davud’un da pek liyakâtli olmadığını düşünen Sancar, onun yerine Irak Selçuklu tahtına Melik Tuğrul’u geçirdi. Sultan Tuğrul (1132-1134) Sultan Tuğrul’un Sencer tarafından Irak Selçuklu Melikliği’ne tayin edilmesiyle birlikte Irak yönetimini kaybeden Davud, amcası Tuğrul’un saltanatını tanımadı. Davud’un isyan ve faaliyetlerini gören Tuğrul, onun Vahan köyü yakınlarında konakladığını öğrenince üzerine yürüdü. Ani bir baskınla Melik Davud’un güçlerini bertaraf etti (Temmuz 1132). Davud daha sonra Halifenin desteğini almak üzere Bağdat’a gitti. Bunu duyan Melik Mesud da Bağdat’a gelerek Davud ile birleşti. Bu ittifaka halife de destek verdi ve hutbede önce Mesud’un, sonra Davud’un adları okundu. Müttefikler Tuğrul’a karşı harekete geçtiler. İki ordu Hemedan’da karşı karşıya geldi. Tuğrul yenilerek Rey şehrine çekildi (Haziran 1133). Bu olayla gücünü arttıran Mesud, bir yandan Irak şehirlerini ele geçirirken Tuğrul’u Sultan Sancar’a sığınana kadar takip etti. Böylece rakipsiz kalan Mesud, Sancar’a rağmen Irak Selçuklu tahtına oturdu (1134). Bu durum Irak Selçukluları bakımından Sancar’dan bağımsız bir yapıya doğru dönüşürken, daha sonraki olaylarda görüleceği üzere, ülkenin ve sultanların tamamen gûlam ümeranın tahakkümüne girmesiyle sonuçlandı. Sultan Mesud (1134-1157) Mesud tahta geçince Irak’ta bulunan bazı emirler, hayatlarından endişe duydukları için halifenin yanına sığındılar. Bu komutanların katılımı ile güçlenen Halife Müstarşid, Sultan Mesud ile savaşmaya karar verdi. Emrindeki kuvvetlerle Bağdad’dan hareket eden Halife, 24 Haziran 1135 tarihinde Dây-ı Merc’de Sultan Mesud’un karşısına çıktı. Halifenin bir kısım kuvvetleri Sultan Mesud’un tarafına geçti. Bu durum Halifenin ordusunun dağılmasına ve kendisinin esir düşmesine yol açtı. Buna rağmen Sultan Mesud, Halifeye iyi davranarak onunla bir anlaşma yaptı. Buna göre Halife yalnızca dinî işlerle uğraşacak, saraydan çıkmayacak ve asker toplamayacaktı. İlave olarak külliyetli miktarda bir savaş tazminatı da ödeyecekti. Ancak Halife bu anlaşmayı gerçekleştirme fırsatı bulamadı. Zira Meraga yakınında henüz Mesud’un çadırında iken Batınîler tarafından öldürüldü. Boşalan halifelik makamına onun oğlu, Raşid Billah unvanıyla geçti (8 Eylül 1135). Sultan Mesud bundan sonra Irak’ta istikrarsızlık sebebi olan Dübeys’i ortadan kaldırttı. Fakat Sultan Raşid’in halifeliğini onaylamıyordu. Yeni halifeden babasıyla yaptığı antlaşmanın gereği olan savaş tazminatını istedi. Halife tüm hazinenin savaş sırasında babasının ordugâhında yağmalandığı gerekçesiyle Mesud’un isteğini reddetti. Savaşın kaçınılmaz olduğunu gören Halife, bir yandan Bağdat surlarını tamir ettirip asker toplamaya başladı. Melik Davud ve Zengi’nin desteğini sağladı. Sultan Mesud bunu haber alınca Bağdad’a geldi ve elli gün kadar şehri 138 Büyük Selçuklu Tarihi muhasara etti. Yanındakilerin desteğini kaybeden Halife, Atabey Zengi ile birlikte Musul’a gitti (Ağustos 1136). Mesud’un geri dönmesi yolundaki isteğini geri çeviren Raşid Billah azledildi. Boşalan halifelik makamına Sultan Sancar’ın da isteği üzerine er-Raşid’in amcası Muktefî Liemrillah getirildi (18 Ağustos 1136). Kardeşi Müstarşid’in esirken kabul ettiği şartlara ilave olarak Türk gûlam edinmeyeceğini de taahhüt etti. Bu şart halifenin oluşturmak istediği siyasî gücün kaynağını kurutmayı amaçlıyordu. Sultan Mesud’un saltanatı, asi melikleri ve halifeleri destekleyip karşısında yer alan emirlerle mücadele içerisinde geçti. İmadeddin Zengi, Atabeg Mengübars ve Emir Bozaba ile defalarca yapılan savaşlar, Irak Selçukluları’nı yıprattı. Mesud, Katvan savaşında ağır bir yenilgi almasına rağmen, Sultan Sancar’a bağlılığını yitirmedi. Ülkesinin sınırlarını Halep’ten Erzurum’a kadar genişletti. Uzun süren mücadeleler sonunda iç karışıklıkları tamamen ortadan kaldırdıktan sonra çok yaşamadı ve hastalanarak 22 Ekim 1152’de Hemedan’da öldü. Sultan Muhammed (1153-1160) Sultan Mesud’un ölümü üzerine, yeğeni Melikşah bin Mahmud, sultan ilân edildi. Fakat onun hükümdarlık için yetersiz olduğunu gören emirler, kardeşi Muhammed’i Huzistan’dan getirterek tahta oturttular. Sultan Muhammed’in tahta geçtikten sonra ilk işi, sürekli fitne ve olay çıkaran kudretli emir Hasbeg’i öldürtmek oldu. Bu durum diğer emirlerin hoşuna gitmedi ve Sultan’ın amcası Süleymanşah’ın etrafında toplanmalarına sebep oldu. Süleymanşah, etrafında toplanan ümera ve Halife’nin desteğiyle güçlenince tahtı ele geçirmek için harekete geçti. Sultan Muhammed bu durumu görünce Musul Atabeyi Kutbeddin Mevdud ile onun naibi Zeyneddin Ali Küçük’ün yardımını sağladı. Süleymanşah’a karşı sefere çıktı ve onu ağır bir yenilgiye uğrattı (Haziran-Temmuz 1156). Sultan Muhammed’in, Irak’taki Türklere ve devlet görevlerine karşı cephe alan Abbasî halifesi Müktefî ile arası iyice açıldı. Musul hâkimi Mevdud’un yardımıyla Bağdat’ı kuşattı. Kuşatmanın dördüncü ayında halifenin kışkırtmasıyla, şehzade Melikşâh ve Atabeg İldeniz, 1157 yılında harekete geçerek Hemedan’ı zapt ettiler. Bu durumu öğrenen Sultan Muhammed, kuşatmayı kaldırarak Hemedan üzerine yürüdü. Atabeg İldeniz bu sırada Azerbaycan’a dönmüş olduğu için, askerî kuvvetten mahrum kalan Melikşâh da Hemedan’ı terk etti. Sultan Muhammed, Rey ve Isfahan bölgesini onların taraftarlarından temizledi. Bir kere daha Bağdat’ı kuşatmak istediyse de ömrü vefa etmedi ve Ocak 1160’ta verem hastalığından öldü. Sultan Süleymanşah (1160-1161) Sultan Muhammed ölünce yerine Musul’da hapiste bulunan amcası Süleymanşah getirildi. Ancak Süleymanşah tahta geçtikten sonra pek bir icraâtta bulunamadan onu hapisten kurtaran emirlerle anlaşmazlığa düştü. Kendisini tahta oturtan emirler tarafından boğdurularak öldürüldü. Onun yerine Sultan Tuğrul’un oğlu Arslanşâh geçirildi (1161). Sultan Arslanşah (1161-1176) Irak Selçuklu sultanı Tuğrul öldüğünde bir yaşında bulunan oğlu Arslanşâh, amcası Mesud tarafından gönderildiği Tekrit kalesinde büyümüştü. Annesi Mümine Hatun’un evlendirildiği İldeniz, bir rivayete göre, Arslanşah’a da atabey tayin edilmişti. Süleymanşah’ın öldürülmesi üzerine bazı emirlerin desteğini alan İldeniz Arslanşah’ı tahta oturttu. Kendisi sultanın atabegi, bir oğlu Pehlivan hacibi, diğer 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 139 oğlu Kızıl Arslan ise ordu komutanı oldu. Artık Sultan Sancar’ın korumasından da mahrum olan Irak Selçuklu sultanları böylece, hanedanın sonunu getirecek olan ümeranın tahakküm sarmalına girdiler. Selçukluların iç mücadelelerinden istifade eden Gürcistan kralı III. Georgi, 1161 yılında Anı’yı ele geçirmişti. Bu ilerleyiş karşısında Arslanşah ve İldeniz, Doğu Anadolu’daki Türk beylerinin de katılımı ile Gürcistan’a bir sefer düzenleyerek Gürcü ordusunu bozguna uğratıp ilerleyişini durdurdular (Temmuz 1163). Arslanşah’ın rakiplerini bertaraf etmesi ve Gürcistan seferi ile kazandığı itibar, Halife Müstencid Billah’ı rahatsız etti. Bu yüzden Fars atabeyinin yanında bulunan bir melikin sultan ilân edilmesini sağladı. Irak emirlerinden de taraftarlar bulan Atabey Zengi’nin destek verdiği İnanç Bey idaresindeki ordu, İldeniz tarafından hezimete uğratıldı. Huzura çağrılan Salgurlu atabeyi Arslanşâh’a tâbi olmayı kabul edip affedildi (Nisan 1165). Sultan Arslanşah saltanatı boyunca İnanç Bey ve Arslanaba gibi kuvvetli emirlerin isyanlarıyla uğraştı. Buna rağmen İldeniz gibi güçlü bir devlet adamının da desteği ile Kirman Selçukluları, Doğu Anadolu beyleri ve Musul atabeyleri de Arslanşâh’a tâbi oldular. Arslanşah ve İldeniz, Gürcülerin Ani’yi almaları üzerine tekrar sefere çıktılar. Sultan Nahçivan’a geldiği sırada hastalandı. Dvin’de dinlenen Arslanşah hastalığı biraz hafifleyince Nahcivan’a döndü. İldeniz idaresindeki ordu Gürcü kralını kaçırıp muzaffer olarak döndü. Hemedan’a döndükten sonra Nahcivan’da bulunan annesi ve İldeniz vefat ettiler. İldeniz’in oğlu Pehlivan Nahcivan’a gelerek kendisini atabey ilân etti. Sultan, Pehlivan’ın yaptığı bu emrivakiye karşı savaşmaya karar verdi. Fakat hastalığı nükseden Arslanşah 43 yaşında vefat etti (1176). Sultan II. Tuğrul (1176-1194) Sultan Arslanşah ölünce yerine küçük yaştaki oğlu Tuğrul geçti. Bu duruma ilk tepki amcası Muhammed’den geldi ve asker toplamak için Isfahan’a gitti. Şehzâdenin gücünün gün geçtikçe arttığını gören Atabey Pehlivan, Isfahan’a sefere çıktı. Muhammed’i burada yenen Pehlivan onu Huzistan’a kaçmak zorunda bıraktı. Ancak Pehlivan bir daha tehdit oluşturmaması için onu yakalayarak Sercihan kalesine hapsetti. Komşu Devletler ile Münasebetleri Sultan Tuğrul zamanında Irak Selçukluları’nın etrafında Harizmşâhlar, Türkiye Selçukluları ve Eyyubîler vardı. Atabey Pehlivan Harizmşahlâr ile iyi geçinme yönünde bir politika izledi. Bu politikayı, desteğini sağlamayı da umarak, Abbasîlere karşı da sürdürmeye çalıştı. Bu durumda Irak Selçukluları’nın en büyük rakibi olarak Eyyubîler kalıyordu. Nitekim Selahaddin Eyyûbî, Irak Selçuklularına bağlı olan Musul’u tâbiyet altına aldı. Selâhaddin bundan sonra Ahlat üzerine hareket etti. Ahlatşâhlar Irak Selçukluları’nın tâbileri oldukları için, Pehlivan da ona karşı hazırlık yaptı. Meyyâfârikîn (Silvan) kuşatmasına takılan Selâhaddin Ahlat’a gidemedi. Bu durumu fırsat bilen Begtemür Ahlat’a hâkim oldu (1185). Daha sonra Selâhaddin ve Pehlivan Ahlat konusunda savaşmaktan kaçınıp, şehrin yönetiminin Begtemür’de kalması yönünde anlaştılar. 140 Büyük Selçuklu Tarihi Kızıl Arslan ile Mücadelesi On iki yıl atabeylik yapan Pehlivan 1186’da öldü. Sağlığında çeşitli bölgelere tayin ettiği oğullarına Sultan Tuğrul ve kardeşi Kızıl Arslan’a itaât etmelerini vasiyet etti. Sultan Tuğrul da artık fiilen saltanat sürmeyi arzu ediyordu. Ancak Kızıl Arslan buna fırsat vermeden ülke yönetimine el koydu. Kızıl Arslan durumunu daha da kuvvetlendirmek maksadıyla Tuğrul’un tarafını tutan emirleri hapse attırmaya başladı. Kızıl Arslan’dan kurtulmak isteyen Tuğrul da, Pehlivan’ın dul karısı İnanç Hatun vasıtasıyla, onun ümerasından Ayaba ve Rus ile anlaştı. Kızıl Arslan’ın Rus ve Ayaba üzerine yaptığı seferde Sultan Tuğrul, askerleri ile birlikte Rus ve Ayaba tarafına geçti. Bu olay Kızıl Arslan’ın savaşı göze alamayarak Azerbaycan’a çekilmesine sebep oldu. Bu durumu fırsat bilen Tuğrul, Rey’den Hemedan’a geçerek artık gölge bir hükümdar olmaktan kurtularak devlet işlerini ele almayı başardı. Ancak bu sefer de kendisine yardım eden Rus ve Ayaba arasında huzursuzluk çıkmaya başladı. Sultan’ın Rus’u hapsetmesi, bazı komutanlar arasında hoşnutsuzluğa ve Kızıl Arslan tarafına geçmelerine yol açtı. Bu durum gûlam sisteminin kaçınılmaz bir açmazı idi. Gûlam ümerayı denetleyen mekanizmaların zaafa uğraması, sistemin açıklarına nüfuz eden ümeraya devlete tahakküm etme gücü veriyordu. İntikam almak için fırsat bekleyen Kızıl Arslan, Halife Nasır Lidinillah ile anlaşarak Sultan Tuğrul’a hücum etti. Sultan, Halife’nin ordusuna ani bir baskın düzenleyip hezimete uğratınca Kızıl Arslan çekildi (1188). Bu başarı bazı emirlerin Sultan’a katılmasını sağladı. Ancak Tuğrul’un saltanatını tahkim için attığı her adım aynı şekilde bu emirlerin dağılmasına yol açıyordu. Kızıl Arslan durumunu bir hayli güçlendirdikten sonra Tuğrul’la bir anlaşma yapmayı başardı. Bunun üzerine kuvvetlerinin bir kısmı dağılan Sultan’a baskın düzenleyip onu yenilgiye uğrattı. Bir süre daha Kızıl Arslan ile mücadeleye devam eden Tuğrul her defasında yenildi. Kızıl Arslan sonunda bir hile ile Sultanı yakalatarak hapsettirdi (1192). Bu süreçten sonra daha ileri giden Kızıl Arslan, tahta oturttuğu şehzâdeyi de hapse atarak halifenin de onayıyla kendisini sultan ilan etti. Ancak bu aşırılık başta İnanç Hatun olmak üzere birçok kişiyi rahatsız etti ve Kızıl Arslan’a karşı bir ittifak oluşmasına sebep oldu. Nitekim Kızıl Arslan kısa bir süre sonra, gece çadırında uyurken, karısı İnanç Hatun’un da yardımıyla öldürüldü. Irak Selçuklu Melikliği’nin Yıkılışı Atabey Kızıl Aslan’ın öldürülmesinden sonra ortaya çıkan karışıklık sırasında Harizmşahlar da Selçuklular üzerindeki baskıyı arttırdılar. Bu sırada Tuğrul da hapisten kurtulmuştu. Ancak çok geçmeden kendisini i ile savaş içerisinde buldu. Sultan Tuğrul Ocak 1194’te Harizmşah Tekiş’in öncü kuvvetlerini yendi. Ancak devam eden savaşta gözüne isabet eden bir ok sebebiyle atından düşünce orada boğazı kesilerek öldürüldü. Naşı Büyük Selçuklu Devletinin kurucusu olan Tuğrul Bey’in türbesine defnedildi. Sultan II. Tuğrul’un ölümüyle, Sancar’ın ölümünden sonra bir bakıma Büyük Selçukluları da temsil eden Irak Selçukluları’nın Horasan ve İran’daki hâkimiyetleri sona erdi. 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 141 Özet Büyük Selçuklular zamanında kurulan şube hanedanları devletin idare mekanizması bakımından değerlendirebilmek, Selçuklu Devleti’nin kurulması üzerine toplanan kurultayda, fethedilen ve fethedilmesi tasarlanan yerler hanedan mensupları arasında taksim edildi. Ancak bu bölüşüm mülkiyet hakkı ile ilgili olmayıp, tamamen idarî bir tasarruftu. Yönetimde sorumluluk alan meliklerin devlet idaresinde tecrübe sahibi olması sağlanıyordu. Önce Abbasî Halifesi ve büyük Sultanın adını zikretmek şartıyla kendi adlarına para bastırıp hutbe okutmak, nevbet çaldırmak gibi saltanat alâmetlerini kullanabilmekte idiler. Netice itibariyle Büyük Selçuklu Devleti’ne tâbiydiler. Tarihî süreçte önce Kirman, ikinci Suriye ve son olarak da Irak şubeleri kurulmuş idi. Kirman ve Irak meliklikleri Büyük Selçuklular’ın yıkılışından sonra yaşamaya devam etmişlerse de, Suriye Selçuklu Melikliği daha önce tarih sahnesinden çekilmiştir. Kirman Selçukluları Melikliğinin kuruluş ve yıkılış sürecini açıklayabilmek, Meliklik olarak adlandırılan bu hanedanların ilki Kirman’da Kara Arslan Kavurd tarafından 1048 yılında kurulmuştur. Umman’a bir deniz seferi düzenleyen Kavurd buraya hâkim oldu. Kavurt Bey, kut inancı dolayısıyla, hanedanın tüm erkek fertlerinin tahtta hak sahibi olduğu anlayışından hareketle önce kardeşi Alparslan’a, sonra da Melikşâh’a karşı taht davası sürdürdü. Fakat yeğeni Melikşah’a yenildi ve yakalanarak öldürüldü (1073). Ondan sonra yerine oğulları geçti. Fakat onlar ve halefleri zamanında Kirman Kavurd Bey zamanındaki istikrarına kavuşamadı. Ancak I. Arslanşah (1101-1142)’ın iktidarı zamanında Kirman Selçukluları tekrar parlak bir dönem yaşadı. 1186 veya bir rivayete göre, 1189 yılına kadar süren Kirman Selçuklu Melikliği Oğuz istilâsı sonucu yıkıldı. Suriye Selçukluları Melikliğinin kuruluş ve yıkılış sürecini açıklayabilmek, Büyük Selçuklu sultanı Melikşah, kardeşi Tutuş’u Fatımî tehlikesine karşı Suriye’ye tayin etti. Böylece Suriye Selçuklu melikliği kurulmuş oldu (1079). Tutuş, Suriye’de görevli Selçuklu beylerinden Atsız’ı öldürerek onun hâkimiyetindeki topraklara sahip oldu (1079). Tutuş da Melikşah’ın ölümünden sonra (1092) Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek için isyan etti. Fakat o da bu isyan sırasında öldürüldü (1095). Tutuş’un ölümünden sonra oğullarından Rıdvan Halep’te, Dukak ise Dımaşk’ta Suriye Selçukluları’nın birer şubesini kurdular. Dımaşk Melikliği 1104 yılında yıkılarak atabey Toğtekin’in hâkimiyetine girdi ve bu tarihten itibaren Dımaşk Atabeyliği olarak anıldı. Rıdvan Halep’te melikliğini kurduğu sıralarda I. Haçlı seferi dolayısıyla Haçlılar bölgeye yerleşmiş bulunmaktaydılar. Bu yüzden rahat bir dönem geçirdiği söylenemez. Rıdvan 1113’te ölünce yerine oğlu Alparslan geçti. Atabey Lü’lü Alparslan’ı öldürterek (1114) yerine altı yaşındaki kardeşi Sultanşah’ı çıkardı ve yönetimi tamamen eline geçirdi. Lü’lü’nün 1117’de öldürülmesi üzerine Artuklu İlgazi şehre çağrıldı. Artuklu beyi 1118’de Haleb’e hâkim oldu. Sultanşah’ı hapsetmesi üzerine, Suriye Selçuklu Melikliğinin bu şubesi de tarihe karışmış oldu. Irak Selçukluları Melikliğinin kuruluş ve yıkılış sürecini açıklayabilmek, Büyük Selçuklu sultanı Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine (1118) yerine oğlu Mahmud geçti. Ancak Mahmud’un genç ve tecrübesiz olduğunu gören amcası Sancar onun saltanatına karşı çıktı. 11 Ağustos 1119’da Save’de kazandığı savaştan sonra Büyük Selçuklu sultanı oldu. Yeğeni Mahmud’u Irak bölgesine göndererek orada bir şubenin kurulmasına izin verdi. Irak Selçukluları, tarihi Sancar’ın doğudaki meşguliyetinden yararlanan halifelerin de kışkırtmasıyla, başından sonuna kadar taht mücadeleleri ile geçti. Bu yüzden Halife ile de şiddetli mücadeleler yaşandı. Bu dönemde sisteme iyice yerleşen gûlam ümera, devletin sonunu getiren mücadelelerin de kaynağı oldu. Irak Selçuklularının hâkimiyet sahasında İldenizliler, Salgurlular ve Zengiler olmak üzere atabeylikler kurulmuştur. Irak Selçukluları Harizmşahlar tarafından 1194’te yıkılmıştır. 1 2 3 4 142 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Selçuklular tarihinde ilk deniz aşırı seferi düzenleyen kişi ve düzenlenen yer aşağıdaki seçeneklerden hangisinde bir arada verilmiştir? a. Tuğrul Bey-Hürmüz Boğazı b. Melikşah- Suriye c. Melik Mahmud- Basra Körfezi d. Melik Kavurt- Ummân e. Melik Tutuş-Antakya 2. Kirman Selçukluları ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Kirman ülüş geleneği icabı Kavurt Bey’e verilmiştir. b. Büyük Selçuklular’dan bağımsız kurulmuştur. c. Kirman Selçuklu melikleri Selçuklu Devleti’ne tâbi olmuşlardır. d. Kirman’da bu dönemde mamur ve müreffeh bir hayat yaşanmıştır. e. Meliklik Oğuz istilâsı sonucu yıkılmıştır. 3. Suriye Selçuklu Melikliği’nin kuruluş tarihi ve kurucusu aşağıdaki şıklardan hangisinde doğru olarak verilmiştir? a. Tutuş - 1079 b. Dukak -1079 c. Tuğrul -1079 d. Tutuş - 1179 e. Rıdvan -1095 4. Melik Tutuş’un öldürülmesiyle sonuçlanan Rey Savaşı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Tutuş ile Melikşah arasında meydana gelmiştir. b. 24 Şubat 1095 tarihinde olmuştur. c. Tutuş Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek istemiştir. d. Tutuş ile Berkyaruk arasında geçmiştir. e. Terken Hatun da Tutuş’u desteklemiştir. 5. Aşağıdaki seçeneklerden hangisinde Suriye Selçuklu Melikliği’nin parçalanması ile ortaya çıkan meliklikler bir arada verilmiştir? a. Musul - Kerkük b. Dımaşk - Musul c. Irak - Halep d. Halep - Dımaşk e. Musul - Sincar 6. Melik Dukak’ın, Melik Rıdvan’ı tanımak zorunda kaldığı olay aşağıdakilerden hangisidir? a. Rıdvan, Artukoğlu İlgazi ile sefere çıkması b. Toğ-Tegin’in Zümürrüd Hatun ile evlenmesi c. Fatımî halifesi ile Melik Rıdvan’ın anlaşma yapması d. Haçlı ordusunun Suriye’ye ulaşması e. Kınnesrin savaşında Melik Rıdvan’a yenilmesi 7. Fatımîler adına Şiî hutbesi okutan Selçuklu meliki aşağıdakilerden hangisidir? a. Melik Dukak b. Melik Tutuş c. Melik Rıdvan d. İmadeddin Zengi e. Nureddin Mahmud 8. Aşağıdakilerden hangisi Büyük Selçuklular’a bağlı olarak kurulan melikliklerden biri değildir? a. Suriye Selçukluları b. Irak Selçukluları c. Türkiye Selçukluları d. Kirman Selçukluları e. Dımaşk Melikliği 9. Irak Selçuklu Melikliği aşağıdakilerden hangisi tarafından yıkılmıştır? a. Oğuzlar b. Büyük Selçuklular c. Kirman Selçukluları d. Harizmşahlar e. Gazneliler 10. Melikliklerin ortaya çıkmasında aşağıdakilerden hangisi etkili olmamıştır? a. Taht mücadeleleri b. Haçlılar ile mücadele isteği c. Ülke yönetiminde hanedan üyelerinin sorumluluk gereği görev almaları d. Kut anlayışı e. Selçukluların hâkim olduğu toprakların genişlemesi 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 143 Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sultan Melikşah, Kavurd Bey’in oğullarının gözlerini kör etmek için mil çektirdiği zaman, mil çeken kimse gözlerinin nurunu gidermemeye niyet edip mil çekmeyi savsaklamıştı. Sultanşah’ın ve sağ kalan iki kardeşinin gözlerinin nuru durur ve yine eskisi gibi görürlerdi. Ancak bir evde hapis olunmuşlar ve üzerlerine güvenilir muhafızlar konduğundan kurtulmaktan ümitlerini kesmişlerdi. Ayrıca muhafızlar üçü ile de konuşmadığından kurtuluş için bir çare bulamazlardı. Nihayet bir hile düşünüp sultandan hizmet için iki cariye istediler: “Biz hastayız, hizmetkârsız olamayız,” dediler. Sultan bunlara iki cariye verdi. Cariyeler gelip bunların olduğu hücreye girdi. Bunlar ile o hücrelerinde durur, hizmetlerini görürlerdi. O cariyeler sebebinden muhafızlar bunların üzerine her zaman izinsiz giremez ve durumlarını göremez oldular. Sonra bunlar muhafızların biri ile dost oldular ve kaçmak için tedbir alıp gayret gösterdiler. Kirman’a adam gönderip at istediler ve: “Bize yardım edin,” dediler. Kirman’a giden adamlar atları getirip şehrin dışında bir tenha yerde bıraktılar. Bunlarla dost olan muhafız vasıtası ile atları getirdiklerini bildirdiler. Sonra o iki cariyenin ellerini arkalarına bağlayıp bir karanlık evin içine koydular ve evin kapısını sıkıca kapattılar. Evin damını bir taraftan delip Sultanşah’ı ve kardeşlerini ip ile çekerek yukarı çıkardılar. O gecenin içinde hazırlıklarını gördüler ve atların durduğu yere ulaştılar. Atlarına binip sürat ile yola çıktılar. Muhafızlar durumdan öğle zamanı haberdar oldular, o cariyeleri bağlı ve hapis olunmuş buldular. Melikşah orada değil Horasan’da idi. Çok kimse onların arkalarından gitmedi, gidenler de ulaşamadı. Bunlar süratle gidip birkaç gün içinde Kirman’a ulaştılar. Babaları Melik Kavurt’un kalesine girdiler, emin oldular. Melikşah’ın hapsinden kurtuldular. Kirman halkı bunların gelişine memnun oldu. (Ahmed b. Mahmud, Selçuk-Nâme, I, Haz: Erdoğan Merçil, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser, 1977, 124-125) 1. d Yanıtınız yanlış ise “Kirman Selçuklularının Gelişme Devri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Kirman Selçuklu Melikliği” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise “Suriye Selçuklu Melikliğinin Kuruluşu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise “Rey Savaşı ve Tutuş’un Sonu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “Suriye Selçuklu Melikliğinin Yıkılışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz 6. e Yanıtınız yanlış ise, “Melik Rıdvan” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “Melik Rıdvan Devri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise konu başlıklarını yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Irak Selçuklu Melikliği’nin Yıkılışı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. b Yanıtınız yanlış ise giriş kısmını ve özetleri yeniden gözden geçiriniz. 144 Büyük Selçuklu Tarihi Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Büyük Selçuklu Devleti kurulduktan sonra fethedilen ve fethedilmesi düşünülen yerler, idarî bakımdan paylaştırıldı. Bir kısmı nispeten geniş yetkilere sahip olan şehzâdeler, merkezi otoritenin zayıfladığı zamanlarda tahtı ele geçirme, olmazsa bulunduğu bölgede hâkimiyetini güçlendirme yolunda mücadeleye girmişlerdir. Meliklikler her ne kadar bağımsız olamasalar da, tayin edildikleri bölgede kendi hanedanlarını kurmuşlardır. Sıra Sizde 2 Kudüs’ü kurtarmak gibi dinî bir hedefe doğru yola çıkan, ama tam bir kolonizasyon hareketi yürüten Haçlılar, Anadolu’da büyük tahribat ve kayıplara sebebiyet verdikten sonra Suriye’ye ulaştılar. Mart 1098’de Urfa’da bir kontluk kuran Haçlılar Antakya’yı kuşattılar. Yağısıyan Büyük Selçuklu sultanı ve bütün Müslüman emirleri yardıma çağırdı. Bu seferin hedeflerinden birisi olan Rıdvan, Antakya’nın yardımına bir miktar asker gönderdi. Fakat onlar da yolda Haçlılar tarafından baskına uğratıldı. Haçlıların Antakya’yı işgali (Haziran 1098) Halep Selçuklu Melikliği için son derece ciddi bir tehlikeydi. Zira stratejik çıkarları gereği Haleb’i ele geçirmeyi düşünen Antakya prinkepsleri, bu amaçla pek çok girişimde bulundular. Sıra Sizde 3 1153 yılında Sultan Sancar’ı yenilgiye uğratan Oğuzlar, Horasan, İran, Afganistan ve Kirman’ı da istilâ edip yağmaladılar. Buna rağmen coğrafî konumu dolayısıyla onların hedefinde olmayan Kirman Selçuklu Melikliği, 1189’a kadar varlığını korudu. Merv ve Serahs şehirlerini elinde bulunduran Oğuz beylerinden Dinar, Harizmşâh tarafından buradan atılınca Kirman’a girdi. Son Kirman meliki Turanşâh’ın bu istilayı önleyecek güçte olmaması ve öldürülmesi Oğuzlar’ın bölgeye kolaylıkla hâkim olmasına ve melikliğin yıkılmasına yol açtı. Sıra Sizde 4 Irak Selçuklu sultanları, Sultan Sancar’ın yüksek otoritesi ve himayesi altında bulunuyorlardı. Buna rağmen onun doğudaki meşgûliyetlerinden yararlanan Abbasî Halifeleri, taht mücadeleleri için Irak Selçuklu meliklerini birbirlerine karşı kışkırtıyorlardı. Bu durum Halifelerin yeniden siyasî güç olma çabalarının bir sonucu olup, zaman zaman sert çatışmalara da yol açabiliyordu. Bu uğurda iki halife hayatını kaybettiği gibi, halifeler son dönemlerde Harizmşahlarla işbirliği yaparak Irak Selçukluları’nın çöküşünde önemli rol oynamışlardır. 7. Ünite - Şube Hanedanlar (Meliklikler) 145 Yararlanılan Kaynaklar Alptekin, Coşkun (1989), “Irak Selçukluları”, Doğuş - tan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, VII, İstanbul, 291-337. Kayhan, Hüseyin (2001), Irak Selçukluları, Konya. Merçil, Erdoğan (1980), Kirman Selçukluları, İstan - bul. Merçil, Erdoğan (1989), “Kirman Selçukluları”, Doğuş - tan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, VII, İstanbul, 231-289. Sevim, Ali (1989), Suriye ve Filistin Selçukluları Ta - rihi, Ankara. Sevim, Ali (1989), “Suriye Selçukluları”, Doğuştan Gü - nümüze Büyük İslâm Tarihi, VII, İstanbul, 339- 470. Amaçlarımız 8 Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklular döneminde kurulan atabeyliklerin sistem içerisindeki yerini tanımlayabilecek, Toğteginlilerin tarihçesi ve tarihî önemini açıklayabilecek, Zengilerin tarihçesi ve tarihî önemini belirleyebilecek, İldenizlilerin tarihçesi ve tarihî önemini açıklayabilecek, Salgurluların tarihçesi ve tarihî önemini değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Büyük Selçuklular • Atabey-Atabeylik • Toğteginliler • Haçlı Seferleri • Fatımîler • Zengiler • İldenizliler • Harizmşahlar • Halife • Salgurlular İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Atabeylikler • GİRİŞ • TOĞTEGİNLİLER (1104-1154) • MUSUL ATABEYLİĞİ (ZENGİLER) (1127- 1233) • İLDENİZLİLER/AZERBAYCAN ATABEYLERİ (1146-1225) • SALGURLULAR (1148-1286) BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ GİRİŞ Atabeg ata ve beg kelimelerinden meydana gelen, Türkler’e has bir unvandır. Ancak kurumun Selçuklu öncesi uygulamaları hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Selçuklu döneminde sultanların şehzâdeleri eğitmek için tayin ettikleri hocalara atabeg unvanı verilmiştir. Selçuklular’da bilinen ilk atabey, Sultan Alp Arslan’ın, oğlu Melikşah’a hoca tayin ettiği Nizâmülmülk’tür. Atabeyler genellikle gûlam kökenli askerî valiler olup, kendilerine iktalar tahsis edilirdi. Atabeyin vazifesi, çocuk yaşta yanına verilen meliki her bakımdan yetiştirmek, bir bakıma tahta hazırlamaktı. Bu durum merkezi idarenin güçlü olduğu zamanlarda hiç bir sorun yaratmazdı. Fakat devletin zaaf gösterdiği hâllerde atabeyler, yanlarında bulunan şehzâdeler adına saltanat mücadelesine giriyorlardı. Eğer başarılı olurlarsa melik tahta oturur, kendileri de sultanın en yakınında yer almak suretiyle, çok önemli konumlara gelirlerdi. Saltanat davasını kaybetmeleri hâlinde ise, çoğunlukla şehzâdenin dul annesi ile evlenerek mevkilerini güçlendirirlerdi. Bulundukları yerde merkeze bağlı olmakla birlikte, zamanla denetimin zayıfladığı nüfuz alanları oluştururlardı. Ayrıca kendilerine verilen ikta topraklarının büyüklüğü nisbetinde hâkimiyetleri sağlamlaşırken, bir yandan iktalarının, diğer yandan unvanlarının oğullarına intikâl etmesiyle kendi hanedanlarını kurarlardı. Bildiğimiz atabegliklerin hepsi Büyük Selçuklu veya Irak Selçuklularına, dolayısıyla da Abbasî Halifeliğine tâbi olmuşlardır. Bununla birlikte atabeylerin, devletin zayıf zamanlarında devleti çöküşe götüren önemli sebeplerden birisini teşkil ettiği görülmektedir. Kendilerine verilen merkezden uzak, geniş ikta toprakları ile yanlarındaki şehzâdeleri devlete karşı pazarlık konusu yapabilmeleri en mühim dayanakları olmuştur. Özellikle Irak Selçukluları’nın son zamanlarında ümera, adetâ kendilerini zorla atabeg tayin ettirip, melikleri de rehin olarak yanlarında tutacak kadar büyük, fakat tahripkâr bir güç odağı durumuna gelmişlerdir. Bununla birlikte atabeglik merkezlerinde hâkimiyet alâmetleri, en kötü dönemlerde bile melik adına icra edilirdi. Atabey çok nüfuzlu ise hutbe ve paraya onun adı da eklenirdi. Musul ve Dımaşk’ta olduğu gibi, yanlarında artık şehzâdelerin olmadığı dönemlerde de atabey olarak anılmış olmalarına rağmen, bunlar artık meliklerin hocaları olarak değil, sultan, melik, emir gibi siyasî bir mevkinin ifadesi olan unvanlarıyla tarih sahnesinde yer almışlardır. Atabeylikler 148 Büyük Selçuklu Tarihi TOĞTEGİNLİLER (1104-1154) Toğtegin ve Atabeyliğin Kuruluşu Toğteginliler, Dımaşk merkez olmak üzere Suriye’de başlıca Hama, Hıms, Tedmür ve Baalbek çevresinde hüküm sürmüş bir hanedandır. Atabeyliğin kurucusu olan Türkmen beyi Toğtegin hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Sultan Alp Arslan’ın Kafkasya seferi sırasında ona katıldığı, bu bölgede yapmakta olduğu gazâlarla ilgili tecrübelerini sultanla paylaştığı ve kendisini Rum seferine teşvik ettiği bilinmektedir. Anadolu seferlerine katılan komutanlar içerisinde adı geçen Toğtegin’in daha sonra Suriye meliki Tutuş’un hizmetine girdiği anlaşılmaktadır Daha önce anlatıldığı gibi, Melikşah ölünce kardeşi Tutuş, onun yerine geçmek arzusuyla taht mücadelesine girmişti. Tutuş bu amaçla Âmid (Diyarbakır)’e geldiği sırada, yanında bulunan meşhur komutan Toğtegin’i oğlu Dukak’a atabey tayin etmişti (1093). Tutuş, Rey savaşında ölürken Toğtegin Berkyaruk’a esir düşmüştü. Sonra esir mübadelesi çerçevesinde salıverilen Toğtegin, Dımaşk’ta melik ilan edilmiş olan Dukak’ın hizmetine girdi. Toğtegin atabey unvanını, Dukak’ın Dımaşk melikliği döneminde de korudu. Daha sonra Melik Dukak da, onu kendi oğlu Tutuş’un atabeyliğine atadı. Atabey Toğtegin, Dukak’ın vasiyeti üzerine onun bir buçuk yaşındaki oğlu Tutuş’u meliklik makamına oturttu (1104). Kendisi de onun atabeyi olarak tüm idareyi eline aldı. Fakat daha sonra Tutuş adına okunan hutbeyi kesip, Dukak’ın kardeşi Ertaş’ı Dımaşk’a çağırdı. Melik ilân edilen Ertaş, atabey tarafından öldürülmekten korktuğundan ona karşı kuvvet toplamak üzere Dımaşk’tan kaçtı (Ekim 1104). Fakat yardım temin edemeyen melik yolda eceliyle vefat etti. Kısa bir süre sonra Melik Tutuş’un da ölmesi üzerine Toğtegin’in önünde hiç bir engel kalmadı. Dımaşk melikliği mirasına kendi adına el koydu. Dımaşk Atabeyliği - Haçlı Münasebetleri Bu dönemde Yakındoğu’yu tehdit eden en büyük düşman Haçlılar’dı. Toğtegin ise Kudüs Krallığı ile komşu olması bakımından tehlikeyi çok daha yakından hissediyordu. Haçlılar’a karşı yapılan savaşlarda önceleri saf tutmayan Fatimîler, toprak ve itibar kayıplarını telafi etmek için Türklerle işbirliği etmeye mecbur oldular. Atabey Fatımîler’in yardım çağrısına, Emir Sabar idaresinde bin üçyüz kişilik bir kuvvet göndererek karşılık verdi. İki tarafın da ağır kayıplar verdiği Remle savaşını Haçlılar kazandı (29 Ağustos 1105). Baudouin’in krallığın güvenliğini sağlamak için inşa ettirdiği Al’al kalesi, Dımaşk’ın ziraât alanları bakımından ciddi bir tehdit oluşturuyordu. Toğtegin bu sebeple çıktığı seferde, kaleyi zapt edip tamamen yıktırdı (Aralık 1105). Bununla birlikte Haçlılar atabeyliğin güneyindeki bölgeleri yağmalamaya devam ediyorlardı. Toğtegin bunun üzerine Türkmenler’den de yardım temin ederek sefere çıktı. Fakat Kral Taberiye’ye çekilince, bir iki ufak çatışma dışında savaş olmadı. Dımaşk’ın güneyine akınlar sürdüğü için Taberiye’ye yeniden sefere çıkan Atabey, Haçlıları mağlup etti. Kralın yeğeni olan kale komutanı Gervaise esir edildi. Serbest bırakılması konusunda taraflar arasında anlaşma sağlanamayınca da öldürüldü (1108). Atabeyin ikinci Taberiye seferinden sonra Kudüs kralı Sayda’ya saldırdı. Haçlılar sahil şeridini tamamen zapt etmek istiyorlardı. Fatımî donanması Sayda kuşatmasına yardımına gelen Ceneviz donanmasını mağlup etti. Dımaşk kuvvetleri gecikmeli de olsa şehrin yardımına yetiştiler. Taberiye bölgesindeki sürekli savaş 8. Ünite - Atabeylikler 149 hali Dımaşk’ın ekonomik hayatına da büyük zararlar veriyordu. Zira zengin ticaret kervanlarının yağmalanması, ister istemez Dımaşk-Mısır kervan yolunu kullanım dışı bırakıyordu. Atabeyliğin ticarî çıkarlarını gözeten Toğtegin, bu yüzden Kralın teklifini kabul ederek on yıllık bir barış antlaşması yaptı (1108). Bu sayede Dımaşk’ın ticaret hayatının canlanmasını sağladı. Haçlılar tarafından kuşatılan Trablus’a bağlı Arka kalesi nâibi, Toğtegin’den şehri kendisine teslim etmek karşılığında yardım istedi. Hemen gönderilen Dımaşk askerleri kaleye girdiler. Ancak takviye kuvvetlerini göndermekte geç kalan Atabey, Haçlılar tarafından baskına uğratılıp ağır kayıplar verdi. Arka kalesi sonunda Haçlılara teslim oldu. Haçlılar bundan sonra Cenevizlilerle birlikte, Fatimîler’e ait Trablus’u karadan ve denizden kuşatıp işgâl ettiler. Trablus’da Kudüs krallığına bağlı bir kontluk kuruldu. Bu arada Antakya prinkepsi Tancred de Banyas ve Cebele’yi zapt etti (Temmuz 1109). Haçlılar atabeyliğe bağlı Rafeniye’ye saldırarak mevcut antlaşmayı bozdular. Bunun üzerine Atabey, Haçlıların tüm ikmâl yollarını keserek şehrin düşmesini engelledi. Ancak Toğtegin bu saldırılar karşısında Antakya Prinkepsi ile bir anlaşma yapmaya mecbur oldu. Buna göre el-Munaytıra ve İbn Akkâr kaleleri Haçlılar’a terkedilecek, el-Bika bölgesi ürününün üçte biri onlara verilecek ve bazı kaleler Haçlılara yıllık vergi ödeyeceklerdi (1110). Sultan Berkyaruk, Haçlılarla savaşmak üzere, tüm bölge emirlerine Musul valisi Mevdûd komutasında toplanmalarını bildirdi. Artuklu İlgazi ve Ahlatşah Sökmen’in de katıldığı Selçuklu ordusu, önce Urfa’yı kuşattı. Erzak takviyesi yapamayan şehir zor duruma düştü. Kudüs kralı idaresinde yardıma gelen Haçlı ve Ermeni kuvvetleri Selçuklu ordusunun pususuna düşerek büyük kayıplar verdi (1110). Toğtegin de askerlerini, Urfa’yı kuşatmaya devam eden Selçuklu ordusunun yardımına gönderdi. Fakat kendisi Haçlı tehdidi dolayısıyla Dımaşk’a dönmek zorunda kaldı. Toğtegin, ertesi yıl Sultan Tapar’ın emri ile, yine Emir Mevdûd idaresinde, Harran önlerinde toplanan Selçuklu ordusuna katıldı. Fakat komutanlar arasındaki anlaşmazlıklar ve hastalıklar ordunun bir netice alınmadan dağılmasına sebep oldu. Mevdûd ve Atabey, Haçlılar’ın kuşattığı Şeyzer’e yardıma gittiler. Ancak kışın yaklaşması dolayısıyla onlar da ülkelerine döndüler. Kudüs Kralı Baudouin bu kez de Sur liman şehrini kuşattı. Sur valisi Anuştegin bağlı olduğu Fatımîlerden kısa sürede yardım alamayacağını görerek Toğtegin’e başvurdu. Atabey’in gönderdiği 200 kişilik takviye kuvveti muhasaradan önce şehre girmeyi başardı. Haçlılar’ın dikkatini Sur’dan başka yöne çekmek için, çevredeki Haçlı şehirlerine saldırılar düzenledi, kayıplar verdirdi. Sur önündeki Haçlılar’ın karadan ikmâl yollarını kestiği gibi, Sayda limanına hücum edip gemilerini de tahrip etti. Dört ay süren kuşatmadan sonuç çıkmayınca Haçlılar Akkâ’ya çekildiler (1112). Ancak Toğtegin’in Dımaşk’a dönmesinden sonra Sur’u yeniden kuşattılar. Vali yine Toğtegin’e müracaat etti. Dımaşk kuvvetlerinin zamanında yetişmesiyle Sur atabeyin hâkimiyetine girdi. Fakat Toğtegin şehrin kritik mevkiinden dolayı, Fatimîlere karşı tavır almayı doğru bulmadı. Sur’u onlara bırakıp donanma ile takviye edilmesini tavsiye etti. Haçlılar da kuşatmadan vazgeçip şehrin valisi Mesud ile anlaşmak zorunda kaldılar. Kudüs Kralı 1113’de, Dımaşk’a bağlı el-Besâniye bölgesini yağmalayarak aralarındaki anlaşmayı bozdu. Toğtegin, Emir Mevdûd’un yardımıyla, diğer Haçlılar’ın da takviye ettiği Kral Baudouin’in ordusunu Taberiye yakınında baskına uğrattı. İki bin kadar zayiat veren Haçlı ordusunun kalanı Taberiye’ye sığındı. Hattâ kral tanınmadığı için esir düşmekten son anda kurtuldu. Haçlılar birkaç gün burada muhasara altında tutuldular. Haçlılar’a ait yerler yağmalandı, pek çok ganimet elde 150 Büyük Selçuklu Tarihi edildi. Emir Mevdûd ile Atabeyin başarıları Kral’ın, bozduğu anlaşmayı yenilemesini sağladı. Hattâ Toğtegin’in Taberiye seferi sırasında ele geçirdiği yerlerin ona bırakılmasını da kabul etti (1114). Bu arada Toğtegin, Halep Selçuklu meliki Alp Arslan’ın Dımaşk’a gelip kendisinden yardım istemesi üzerine, hutbeye Sultan Tapar’dan sonra Melik’in adını da koydu. Melik’in davetine icabet edip, Halep’e giderek bazı düzenlemeler yaptı. Fakat bir sonuca varamayacağını anlayarak geri döndü. Mardin Artuklu beyi İlgâzi, Bağdad şahneliğinden azledildiği için Sultan Tapar’a kırgındı. Bu yüzden Musul valisi Aksungur Porsukî idaresindeki Selçuklu ordusuna gereği kadar yardım etmemesi, taraflar arasında çatışmaya ve Porsukî’nin yenilmesine yol açtı. Bu arada Toğtegin de açıkça olmasa bile, Musul valisi Mevdûd’un Dımaşk’ta Batınîler tarafından öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Tapar tarafından cezalandırılmaktan korkan İlgâzi, Atabey’e Sultan’a karşı anlaşma teklif etti. Kuvvetlerinin Selçuklu ordusuyla savaşmaya yetmeyeceğini düşünen müttefikler Haçlılar’la da anlaştılar. Lü’lü’nün daveti üzerine Sultan adına Halep’i teslim almaya gelen yeni Musul valisi Porsuk b. Porsuk, Toğtegin’in direnişiyle karşılaştı. Ancak Atabey’e ait bazı şehirleri zabt etti. Bunun üzerine Antakya prinkepsinden yardım isteyen İlgâzi ve Toğtegin’in yardımına Kudüs kralı ve Trablus kontu da geldiler. İki ay boyunca ordugâhlarında bekleyen Haçlılar Selçuklu ordusuna saldırmaya cesaret edemeyip geri döndüler. Fakat kendilerini takip eden Selçuklu ordusunu yenilgiye uğrattılar. Haçlı seferlerinin yarattığı dinî havaya rağmen, Haçlılar’ın Müslümanlarla, Müslümanlar’ın Haçlılar’la yaptıkları ittifaklar, siyasî ve ekonomik çıkarların dinî hedeflerin önüne geçebildiğini göstermektedir. Bundan da anlaşılacağı üzere, Haçlı seferleri sürecinde Müslümanlar ve Hıristiyanlar, yekpâre iki blok değillerdi. Haçlılar, Selçuklu ordusu bölgeden çekildikten sonra, müttefikleri Toğtegin’e ait Rafeniye’yi zapt ettiler. Atabey şehri 22 Ekim 1115’te ani bir baskınla geri aldı. Toğtegin, Haçlılarla işbirliği yaparak maksadının sınırlarını aştığını gördü. 1116’da Bağdad’da bulunan Sultan Tapar’ın huzuruna çıkıp af diledi. Toğtegin affedilmekle kalmadı, kendisine Suriye valiliğine tayin edildiğine dair bir menşur da verildi. 1116 yılında Haçlılara karşı sefere çıkan Musul valisi Aksungur Porsukî, Dımaşk önlerine gelince Toğtegin de ona katıldı. Trablus kontunun üzerine yürüyen Türk ordusu, üç bin kadar şovalyeyi kılıçtan geçirip, pek çok ganimet elde etti. Haçlılar, Akdeniz sahil şeridini büyük ölçüde ele geçirmişlerdi. Stratejik ve ticarî çıkarları bakımından, bundan sonraki başlıca hedefleri Mısır’dı. Nitekim Kral Baudouin 1118’de Mısır’a bir sefer düzenledi. Toğtegin kuvvetleriyle Yermük bölgesine inerek onu tehdit etti. Kral geri dönerken yolda ölünce, Haçlılar yeni kralın seçileceği bu karışık dönemde Atabey ile anlaşmak istediler. Anlaşma mümkün olmadı ise de, böylece Haçlılar Mısır’dan uzaklaşmış oldular. Bu arada Fatımî ordusu da Askalan’da bulunan Toğtegin’e katıldı. Ordugâhda iki ay bekleyen Toğtegin, savaş yapmadan Dımaşk’a döndü. Fakat II. Baudouin Kudüs kralı olur olmaz hemen taarruza geçti. Toğtegin kendisinden yardım istediği Artuklu İlgâzi’nin Türkmen kuvvetleri ile gelmesini bekliyordu. İlgâzi ise Haleb’e yönelen Antakya prinkepsi Roger’in kuvvetlerine baskın düzenledi. Roger’in 4.700 kişilik ordusunun kendisi de dâhil, önemli bir kısmı yok edildi. Toğtegin Artah’ı kuşatmakta olan İlgazi’ye katıldıktan sonra birlikte Esarib ve Zerdana kalelerini ele geçirdiler. II. Baudouin bu yenilginin intikamını almak için sefere çıktı. Toğtegin ve İlgâzi, kuvvetleri kısmen dağılmış olmasına rağmen, Kral’ın ordusuyla harbe girmek zorunda kaldılar. Türk ordusu Haçlıları püskürtmeye muvaffak oldu (1119). 8. Ünite - Atabeylikler 151 Sur valisi Fatımî veziri tarafından azledilince, Haçlılar bundan yararlanıp şehri almaya teşebbüs ettiler. Fatimîler ise şehrin valilik menşurunu Toğtegin’e göndererek her türlü sorumluluğu ona yıktılar. Haçlılar Venediklilerin yardımıyla şehri karadan ve denizden kuşatmışlardı. Banyas’a gelen Atabey, etraftaki Müslüman emirliklere yaptığı acil yardım çağrılarına cevap alamadı. Bu durumda kazanamayacağını anlayan Atabey, yapılan anlaşma gereğince ahalinin şehri güvenle terketmesine nezâret ettikten sonra Sur’u Haçlılara teslim etti (1124). Bu arada ikinci defa Musul valisi olan Aksungur Porsukî, Haçlılar’a karşı takip ettiği aktif politika ile Atabey’i rahatlattı. İki Türk emir birleşerek Kefertâb’ı aldılar. Ancak Azaz Kalesi önünde Kudüs Kral’ı ile yapılan savaşta her iki taraf da ağır zayiat verdi. Kral II. Baudouin, harekâta devam ederek atabeyliğin topraklarını yağmalamaya girişti. Toğtegin durumun ciddiyetine bakarak büyük bir ordu topladı. 1126’da Merc-i Süffar’da yapılan savaştan sonra Dimaşk’a dönebildiyse de süvarileri çok kayıp verdi. Bu yüzden Trablus kontunun kuşattığı Rafeniye’ye yardım gönderemediği için, atabeyliğin bu önemli sınır şehri düştü. Toğtegin atabeyliğinin son dönemlerinde, Haçlılara karşı bir üs olacağını umarak Banyas şehrini Batınîler’e verdi. Dönemin kaynaklarında veziri Mezdegânî ve İlgâzi’nin etkisi ile bu kararı aldığı rivayet edilmektedir. Şüphesiz bu husus onun inancıyla ilgili bir tercih değildi. Fakat Batınîler’in devlete, kurumlara nasıl sızdıklarını gösteren güzel bir örnektir. Bir süredir hasta olan Toğtegin, yerine oğlu Tacülmülk Böri’nin geçmesini vasiyet ettikten sonra 11 Şubat 1128 tarihinde öldü. Tacü’l-Mülk Böri Babasının yerine Dımaşk Atabeyliği tahtına oturan Böri, onun sağlığında Ba’albek valisi ve Dımaşk nâibi olarak, idarî tecrübe kazanma fırsatı bulmuştu. Toğtegin’in veziri Tahir b. Sa’d el-Mezdegânî’nin tavsiyesiyle Banyas şehrini verdiği Batınîler beklentileri boşa çıkarmışlardı. Nitekim Sur’un kendilerine bırakılması şartıyla, Haçlılar’ın Dımaşk’ı zaptına yardım etmek üzere anlaştılar. Böri, Batınîler Dımaşk’da da taşkınlıklarını arttırınca önce veziri elMezdegânî’yi idam ettirdi. Bundan cesaret alan halk da harekete geçerek şehirde birçok Batınî’yi öldürdü (1129). Böri, Batınîler’e karşı sıkı bir takibat yürüttü. Bu yılın sonunda birleşik bir Haçlı ordusu Dımaşk civarını yağmalamaya girişti. Bin kişilik öncü birlikleri atabeyin askerleri tarafından imha edilince, Haçlılar kuşatmadan vazgeçip çekildiler. Musul valiliğine atanan İmadeddin Zengi, Halep’i ele geçirdikten sonra Dımaşk Atabeyliğinin, neredeyse Haçlılar kadar büyük bir düşmanı oldu. Nitekim tüm Musul valileri gibi cihad çağrısı yapan Zengi’ye beş yüz kişilik bir müfreze gönderen Böri, Hama meliki olan oğlu Sevinç’e de kuvvetleriyle ona katılmasını bildirdi. Ancak Zengi, Sevinç’i hapsedip hileyle Hama’yı ele geçirdi (1130). Atabey Böri Dımaşk’ta giriştiği Batınî tenkili dolayısıyla onların hedefinde bulunuyordu. Üst düzey tedbirlere ve devamlı zırh giymesine rağmen, suikastten kurtulamayıp boynundan ve böğründen yaralandı. Ömrünün son bir yılını bu sebeple hasta olarak geçirdi ve 6 Haziran 1132’de vefat etti. Şemsü’l-Mülk İsmail Böri ölmeden önce yerine oğlu Şemsülmülk İsmail’i veliaht tayin etmişti. İsmail başa geçtiğinde, bazı kaleleri işgâl eden kardeşi Muhammed ile savaşmak zorunda kaldı. Onu yenilgiye uğrattıktan sonra affetti. İsmail’in ilk icraâtı Toğtegin’in Batınîler’e terkettiği Banyas kalesini geri almak oldu. Daha sonra da Zengi’nin Haçlılar’la meşgûliyetinden yararlanıp Hama’yı da kurtardı. Atabey İsmail’in Şeyzer’i kuşat- 152 Büyük Selçuklu Tarihi ması, Haçlılar’ın ilgisini Dımaşk’a yöneltti. Nitekim Havran’ı işgâl ederek, aralarındaki antlaşmayı bozdular. İsmail bunun üzerine Akkâ, Nasıra ve Trablus taraflarına akınlar düzenledi. Haçlı ordusu bu durumda çekilmek zorunda kaldı. İsmail başarılı bir dış siyaset takip etmesine rağmen, sert yönetimi ve koyduğu ağır vergiler yüzünden pek sevilmiyordu. Bir av partisinde uğradığı başarısız suikast girişiminden sonra da herkesten kuşkulanır oldu. Kardeşi Sevinç ile bazı ileri gelen adamlarını ortadan kaldırdı. Sonunda ölüm korkusu ile ne yapacağını bilemez hâlde, Zengi’ye haber yollayarak Dımaşk’ı kendisine teslim edeceğini bildirdi. Bu teşebbüsün ailesinin sonu olacağını gören annesi Zümürrüt Hatun’un emriyle 1135’de öldürüldü. Şihabeddin Mahmud İsmail’in yerine kardeşi Mahmud geçirildi. Bu arada Musul atabeyi, İsmail’den gelen daveti gerekçe göstererek Dımaşk önlerine geldi. Atabey Mahmud elçiye iyi davranmakla birlikte, Zengi’nin teslim olması yolundaki isteğini kabul etmedi. Kuşatmanın sonuç vermeyeceğini anlayan Zengi, yanındaki Selçuklu meliki Alp Arslan adına hutbe okunması şartıyla anlaşmayı kabul etti. Bu olay atabeylerin melikleri, kendi nufüzlarını güçlendirmek için nasıl kullandıklarına dair güzel bir örnektir. Bu arada Hıms hâkimi de Zengi’nin baskısı yüzünden şehri Atabey Mahmud’a teslim etmişti. Fakat Zengi, Irak ve Suriye’yi kendi idaresi altında birleştirmek istediği için Hıms’ı almaktan vazgeçmedi. Zengi, Dımaşk ve Hıms’a sahip olabilmek için Mahmud’un annesiyle evlendi. Hıms Hatun’un çeyiz olarak Musul’a bağlandı. Zengi de Barin kalesini, Mahmud’la evlendirdiği kızının çeyizi olarak Dımaşk Atabeyliğine bıraktı (1138). Dımaşk ümerasından isfahsâlâr Emir Bazvac, 1137 yılında Türkmenlerle takviye ettiği ordusuyla, Trablus kontluğu ve Kudüs Krallığı topraklarına başarılı akınlar düzenledi. Fakat bir süre sonra Atabey tarafından öldürüldü. Onun yerine Muineddin Üner tayin edildi. Mahmud 1139’da, Ermeni asıllı üç hizmetkârı tarafından uyurken katledildi. Bu suikastin kardeşi Muhammed ile isfahsâlâr Üner’in tertibi olduğu tahmin edilmektedir (Haziran 1139). Cemâleddin Muhammed Devri Üner, maktul Atabey’in kardeşi Muhammed’i Dımaşk’a getirip onun yerine oturttu. Daha sonra Atabeyin annesi ile evlenen Üner vezirliğe tayin edildi. Ancak Atabey Muhammed’in, öldürülmekten korkan kardeşi Behramşah, Zengi’ye sığınarak onu Dımaşk’ı almaya teşvik etti. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Musul atabeyi, hemen yola çıktı. Önce Baalbek’i zapt etti. Dımaşk önlerine gelen Zengi, şehrin teslimini istediyse de reddedildi. Zengi, veziri Şehrizorî’nin şehre gönderdiği casuslardan aldığı istihbarâta göre, Dımaşk’a girilse dahi çarpışmaların aleyhine sonuçlanacağı düşüncesiyle kuşatmayı kaldırdı. Atabey Muhammed, kısa bir süre sonra yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp 29 Mart 1140’da öldü. Mücîreddin Abak ve Atabeyliğin Yıkılışı Atabey Muhammed’in ölümünden sonra, yerine oğlu Abak geçirildi. Ancak Atabeyliğin idaresi artık tamamiyle Üner’in elinde bulunuyordu. Zengi’nin bu değişikliği Dımaşk’ı almak için vesile addetmesi üzerine Üner, Haçlılar’la antlaşma yaptı. Haçlı-Dımaşk kuvvetlerince alınan Banyas, antlaşma gereğince Haçlılar’a verildi. Banyas’ın düştüğünü öğrenen Zengi, Dımaşk’a yürüdü. Haçlılar’ın desteğine rağİsfahsâlâr, sipâh (atlı asker) ve sâlâr (komutan) kelimelerinden meydana gelen sipâhsâlâr /sipehsâlâr (ordu komutanı) teriminin farklı bir yazılışıdır. 8. Ünite - Atabeylikler 153 men erzak sıkıntısı çeken Atabey Abak, hutbede Zengi’nin adını okutmayı kabul ederek kuşatmanın kaldırılmasını sağladı. Bilindiği gibi Zengi 1146’da şehit olunca, toprakları oğulları arasında bölündü. Halep havâlisine hâkim olan Nureddin Mahmud da babası gibi, Haçlılar’a karşı başarılı bir mücadele için, Suriye’nin tek bir yönetim altında toplanmasının şart olduğunu düşünüyordu. Urfa’nın fethi üzerine yola çıkan İkinci Haçlı ordusuna karşı da, Dımaşk yönünde kendisini emniyete almak istiyordu. Bu yüzden Nureddin, Abak’la yaptığı anlaşma gereği onun Serhad kalesi muhasarasına bizzât katıldı. Haçlılar Bara’da yenilgiye uğratıldı. Bosra ve Serhad atabeylik topraklarına katıldı. Suriye’ye ulaşan İkinci Haçlı orduları, Halep’ten önce yine Nureddin’e bağlı olan Dımaşk’ı kuşatmaya karar verdiler. Ancak Temmuz 1148’de şehri kuşatan Haçlılar, Musul ve Halep Atabeyliği kuvvetlerinin yardıma gelmesi üzerine, hiçbir varlık gösteremeden bölgeden ayrılmak zorunda kaldılar. Dimaşk, Halep ve Musul askerleri, Haçlılar arasındaki bir anlaşmazlıktan istifadeyle, Arima kalesini zabt edip yıktılar. Nureddin’in Antakya havalisindeki harekâtına karşılık, Kudüs krallığı askerleri de Dımaşk’a bağlı yerleri yağmaladılar. Abak, Nureddin’e karşı denge oluşturabilmek için Kudüs kralı ile iki yıllık bir barış anlaşması yaptı (Mayıs 1149). Ancak bu anlaşmaya karşılık, krallığa yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Bununla birlikte Nureddin Mahmud’un Antakya harekâtına asker göndermeyi de ihmâl etmedi. Üner’in ölümünden sonra, tüm yetkileri kendisinde toplamak isteyen Abak’a karşı Dımaşk’ta bir isyan çıktı. Nureddin bu olaydan yararlanmayı düşündü. Atabeyden Haçlılar’a karşı asker yardımı istedi. Fakat Abak, Dımaşk’ın savunmasını zayıflatacak ve Kudüs kralı ile arasını bozacak bu teklifi kabul etmedi. Bununla birlikte 1150’de, Dımaşk’ı kuşatan Nureddin adına hutbe okutmayı kabul etti. Nureddin’in ertesi yılki Dımaşk kuşatması Haçlılar’ın Abak’a yardımı yüzünden sonuca ulaşamadı. Ama Abak, Halep atabeyinin Dımaşk nâibi sıfatını kabule mecbur oldu. Haçlılar Fatımîler’e ait Askalan’ı kuşattığında Abak da, Nureddin idaresinde şehre yardıma gelen kuvvetler arasında bulunuyordu. Askalan’ın düşmesi üzerine Dimaşk’ın Haçlılar karşısında iyice zora düştüğünü gören Atabey, Kudüs kralı ile temasa geçti. Ancak bu durum bağlı bulunduğu Nureddin’i yok saymak anlamına geliyordu. Bunun üzerine Nureddin Mahmud Dımaşk’ı bir kere daha kuşattı ve 25 Nisan 1154’te teslim aldı. Böylece Dımaşk Atabeyliği tarihe karıştı. Dımaşk Atabeyliği elli yıllık kısa siyasî hayatında, Haçlıların Suriye ve Filistin’de kurdukları hâkimiyetlere karşı bir kalkan görevi yaptı. Antakya’dan Kudüs’e kadar uzanan sahanın tamamiyle Haçlıların eline geçmesine engel oldu. Büyük Selçuklu Devletinin fetret dönemi olması dolayısıyla, bu hizmet İslâm dünyası için çok büyük önem arzediyordu. Dımaşk atabeyleri bu yoğun siyasî faaliyetlerine rağmen, ülkelerinde iktisadî ve sosyal kalkınmayı da ihmâl etmediler. Büyük Selçuklu geleneği olan medrese inşası onlar tarafından da devam ettirildi. Bu dönemde on üç medrese yanında, mescitler, hamamlar ve su kanalları gibi eserlerin varlığı bilinmektedir. Dımaşk’da her zenaât erbabının ayrı çarşıları vardı; dericilik ve kumaş dokumacılığı gelişmiş iş kollarından idi. Cam ve demir eritme fırınları ile, buğday sapından kağıt yapılan imalâthâneler ve canlı ziraât hayatı devrin iktisadî seviyesini göstermek bakımından önemlidir. Dımaşk Atabeyliğinin tarihî rolünü kısaca açıklayınız. 1 154 Büyük Selçuklu Tarihi MUSUL ATABEYLİĞİ (ZENGİLER) (1127-1233) İmadeddin Zengi ve Atabeyliğin Kuruluşu Zengiler, Musul ve Halep merkez olmak üzere, el-Cezire, Doğu Anadolu ve Suriye’de hüküm sürmüş bir atabeyliktir. Kurucusu Zengi’dir. Babası Kasimüddevle Aksungur’u, Melikşah’ın dadısının kocası ve sonra Halep valisi olarak tanımaktayız. Aksungur, Melikşah’tan sonra hizmetine girdiği Tutuş tarafından öldürülünce, bu sırada yedi yaşlarında olan Zengi, Musul valilerince yetiştirildi. Nitekim Mevdûd’un 1111- 1116’da Haçlılara karşı düzenlediği seferlerde onun yanında yer aldı. Sonraki vali Aksungur Porsukî tarafından kendisine Vasıt ve Basra ikta edildi. 1126 yılında Bağdad’ı kuşatan Irak Selçuklu sultanı Mahmud, Zengi’yi yardımları dolayısıyla Bağdad şahneliğine atadı. 1127 yılında iki oğlunun atabeyliği ve Musul valiliğine getirdi. Zengi, Haçlılar’la mücadelenin ancak el-Cezire, Suriye ve hattâ Mısır’da siyasî birlik sağlamakla mümkün olacağını düşünüyordu. Bu uğurda mücadeleye Mardin Artuklularına bağlı Haleb’i alarak başladı. Mardin beyi Timurtaş’ın müdahalesini önlemek için Nusaybin’i de ele geçirdi. Sonra Sincar, Habur ve Harran’ı (1128); 1130’da Dımaşk’a bağlı Hama’yı zabt etti. Artukluları yenerek Kuzey Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Irak Selçuklu sultanı Mahmud’un ölümü üzerine çıkan taht kavgaları, Halife Müstarşid’in tahrikiyle daha da karmaşık bir hâle gelmiş bulunuyordu. Zengi, Sultan Sancar’ın emriyle Müstarşid’e karşı Bağdad’a yürüdü, fakat yenilerek Musul’a döndü (1132). Bunun üzerine intikam almak için, etraftan otuz bin kişilik bir ordu toplayan Halife, Musul’u kuşattı ise de sonuç alamadı (1133). Zengi değerli hediyeler göndererek Halife ile barışmayı tercih etti. Ama Musul seferi sırasında ona yardımda bulunan Artuklu beyi Davud’un üzerine yürüyüp yendi. Emir İsa’yı da, Hakkâri civarında elinde bulunan kaleleri alarak cezalandırdı. Babasının öldürülmesi üzerine hilâfet tahtına geçen Raşid, Sultan Mesud’a karşı bir ittifak oluşturdu. Zengi’ye de yanındaki Melik Alp Arslan adına hutbe okutma sözü verdi. Her ne kadar sözünü tutmadı ise de, Selçuklu ordusuna direnemeyeceğini anlayıp, Zengi ile birlikte Musul’a çekildi. Halifelikten azledilen Raşid, Zengi’nin tavsiyesiyle şehirden ayrıldı. Atabey Zengi de Sultan Sancar’a rağmen bir siyaset izlemenin mümkün olamayacağını görerek Sultan ve yeni Halife adına hutbe okuttu. Zengi’nin Haçlılar ile mücadelesine gelince, 1130’da Kudüs Kralının da olduğu Haçlı kuvvetlerini yenerek Esarib kalesini zapt etti. Bir süre Dımaşk Atabeyliğini sıkıştırdıktan sonra Haçlılar üzerine yürüdü (1137). Zengi’nin Ba’rin’i kuşatması üzerine şehrin yardımına gelen Kral Fulk, Atabeyin düzenlediği baskından güçlükle kurtuldu, Trablus kontu esir düştü. Emir Savar idaresindeki atabeylik kuvvetleri ise Kefertab ve Maarratünnuman’ı fethettiler. Zengi böylece Haçlılar karşısında Artuklu beyleri ve Dımaşk atabeylerinin yürüttüğü cihâdı sürdürebilecek güçlü bir namzet olduğunu ortaya koydu. 1138 yılında Suriye seferine çıkan Bizans imparatoru İoannes’in başlıca hedeflerinden birisi Zengi idi. Haçlı kuvvetleriyle birlikte Halep’i kuşatan imparator, Zengi’nin zamanında aldığı tedbirler sayesinde başarıya ulaşamadı. Esarib garnizonu zayıf olduğu için düşmekle birlikte atabey kayıplarını kısa sürede telâfi etti. Yukarıda anlatıldığı gibi, Zengi, Dımaşk atabeyliği üzerinde hâkimiyet sağlamak konusunda bir hayli mesafe almıştı. Musul’a döndükten sonra Hemedan yolunun kontrol noktalarından biri olan Şehrizor’u topraklarına kattı (1140). Haçlılar’ın Selçuklu Devleti’nin Abbasî halifelerini, artık siyasî bir güç olarak kabul etmeyen politikalarına rağmen, onların bu uğurda verdiği mücadeleler, Irak Selçukluları döneminde ivme kazandı. Halifenin 30.000 kişilik bir ordu toplayabilmiş olması, bu zamana kadar bir hayli mesafe katettiğinin göstergesidir. Nitekim bu girişimler Müstarşid’in hayatına mal olacaktır. 8. Ünite - Atabeylikler 155 kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanıp Musul’un kuzeyine yöneldi. Mardin Artuklu beyi ona itaât arz ederken, Van Gölü’nün güneybatısında Hizan, Maden, Bitlis, Ergani, Çermük, Siirt gibi yerleri ele geçirip kendisini bu istikamette güvene aldı. Oysa bu civardaki yoğun faaliyetleri dolayısıyla, Haçlılar’la ilgilenmediği izlenimini veren Zengi’nin esas hedefi, Haleb’den Musul’a kadar uzanan ülkesini ikiye bölen Urfa Kontluğu idi. Zaten Sultan Mesud da Zengi’yi, Mardin’den Âmid’e, Harran’dan Rakka’ya kadar İslâm topraklarını tehdit etmekte olan Urfa kontluğuna karşı cihadla görevlendirmişti. Şehri yakından izlemekte olan Atabey, Kont Joscelin’in olmadığı bir sırada şehri şiddetle muhasara etti. Anadolu, el-Cezire ve Suriye arasındaki stratejik konumu dolayısıyla aslında bütün Haçlılar için çok önemli olmakla birlikte kuşatma, onların kendi aralarındaki anlaşmazlıklar sebebiyle yardım edemeyecekleri bir zamana denk düştü. 24 Aralık 1144 tarihinde Urfa fethedildi. Yerli Hıristiyanlara çok iyi muamele eden Zengi, Haçlılar’ı tamamen tasfiye etti. Komutanlarından Ali Küçük’ü Urfa’ya vali tayin ederek emrine kuvvetli bir garnizon verdi. Sizce Zengi’nin Urfa’yı fethinin önemi nedir? Atabey, Urfa’dan sonra Suruç’u ve kontluğun Fırat’ın doğusundaki tüm topraklarını fethetti. Suriye’yi kendi idaresinde birleştirme hedefi çerçevesinde Ukaylîlerin elinde olan Caber’i kuşattı. Ancak kalenin teslimini beklediği sırada kendi muhafızlardan birisi tarafından öldürüldü (15 Eylül 1146). Rakka’da gömülen Atabey Zengi sert tabiatına rağmen, halka adaletli davranması dolayısıyla çok seviliyor, Haçlılara karşı kazandığı zaferler sebebiyle de büyük saygı görüyordu. Dört oğlu bulunan Zengi’nin yerine kimin geçeceği konusu, anlaşmalı olarak hâlledildi. Buna göre büyük oğlu Seyfeddin Gâzi Musul merkez olmak üzere elCezire’ye, Nureddin Mahmud ise, merkezi Halep olan Kuzey Suriye’ye hâkim olacaklardı. Musul Atabeyliği I. Seyfeddin Gazi Zengi’nin ölümü onun rakiplerini hemen harekete geçirdi. II. Joscelin, isyan eden Ermeniler’in çağrısı üzerine şehri yeniden ele geçirdi. Musul atabeyi Gâzi, Ali Küçük idaresinde derhal bir ordu gönderdi. Bu arada Nureddin daha erken davranarak, Urfa’ya girip isyanı bastırdı. Bu defa Hıristiyanlar şehirde bir daha varlık gösteremeyecek şekilde tasfiye edildiler. Gâzi, Artuklular’ın saldırıya geçmesi yüzünden şehri kardeşinin idaresine bıraktı. Mardin ve Hısn Keyfâ Artukluları da bazı yerleri işgâl etmişlerdi. Musul atabeyi bunun üzerine harekete geçip Hani, Meyyâfârikîn, Tell-Mevzen ve Dara gibi yerleri geri alıp Mardin’e yürüdü. Timurtaş elçi göndererek onunla anlaşmak zorunda kaldı. Kısa atabeyliği süresince, İkinci Haçlı ordularının Dımaşk kuşatmasına bizzât ve Arima’nın fethine kuvvetler göndererek katıldı (1148). Hastalığı ağırlaşınca yerine kardeşi Kutbeddin Mevdûd’un geçmesini vasiyet etti ve kısa bir zaman sonra öldü (1149). Kutbeddin Mevdûd Mevdud ağabeyinin yerine geçti, fakat Nureddin Sincar’ı ele geçirdi. İki kardeş arasında savaş olacakken, Sincar’ın Mevdûd’a Rakka ve Hıms’ın Nureddin’e kalması Bu zamana kadar Türkiye Selçukluları, Danişmendliler, Artuklular ve Toğteginliler, Haçlı kralları ve kontlarının esir alındığı, ordularının imhâ edildiği pek çok zaferler kazanmışlardı. Bu başarılar Filistin ve Suriye’nin bütünüyle Haçlıların elinde birleşmesini engellemek gibi büyük bir kazanç sağlamıştı. Ancak Urfa’nın fethi her bakımdan bir dönüm noktası oldu. Bu olay İslâm Dünyası için ne kadar büyük bir sevinç ve özgüven kaynağı oldu ise, Hıristiyanlar için de o denli büyük bir üzüntü ve korkuya sebep oldu. Yakındoğu’da bundan böyle artık, sadece varlıklarını sürdürme mücadelesi vermek zorunda kalacak olan Haçlılara yardım için, krallar idaresinde İkinci Haçlı seferi düzenlenecektir. 2 156 Büyük Selçuklu Tarihi şartıyla anlaşma yapıldı. Böylece Musul kolunun Suriye’de hiç toprağı kalmadı. Mevdûd, 1157 yılında Irak Selçuklu sultanı Muhammed’in Bağdad kuşatmasına, tâbiyet gereği önemli bir miktar asker gönderdi. Sultan bir şehzâde isyanı dolayısıyla Bağdad’dan çekilirken Musul kuvvetleri ona Hulvan’a kadar eşlik edip güvenliğini sağladılar. Mevdûd, Nureddin Mahmud’un Haçlılar’a ve diğer rakiplerine karşı düzenlediği seferlerin neredeyse tümüne nâibi Ali Küçük idaresinde ordu göndererek katıldı. Nureddin Mahmud bu hizmetleri karşılığında Harran ve Rakka’yı Ali Küçük’e ikta edip, dolayısıyla Musul Atabeyliğine geri verdi. Atabey Mevdûd, iktidarı boyunca Nureddin’in Musul üzerindeki statüsünü kabul edip onun müdahalelerine karşı çıkmadı. Mevdûd, yerine oğlu Zengi’nin geçmesini vasiyet ettikten sonra 1169’da vefat etti. II. Seyfeddin Gâzi Ancak Mevdûd’un yerine, karısı ve yeni nâibin girişimi ile diğer oğlu II. Seyfeddin Gâzi geçti. Nureddin Mahmud’un araya girmesiyle Musul II. Seyfeddin Gâzi’ye, Sincar ise II. Zengi’ye verildi. Böylece Zengilerin üçüncü bir şubesi de Sincar’da kurulmuş oldu. Nureddin de Rakka, Nusaybin, Harran ve Habur’u aldı. II. Seyfeddin Gazi, tâbisi olduğu amcası Nureddin’in Haçlılara karşı düzenlediği sefere katılmak üzere giderken yolda, onun öldüğünü öğrendi. Urfa ve Rakka dahil, Nureddin tarafından alınmış olan yerlerin tümünü tekrar Musul’a bağladı. Halep Atabeyliği topraklarını ele geçiren Salâhaddin Eyyûbî’ye karşı, Zengiler’e ait toprakları kendi idaresinde birleştirmek niyetiyle girdiği Kurûn-ı Hama ve Cibâb el-Türkmân savaşlarında yenildi (1175- 1176). Suriye ve el-Cezire üzerindeki hâkimiyeti Halife el-Mustazi tarafından da onaylanan Selahaddin’in üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. II.Gâzi 29 Haziran 1180 tarihinde öldü. İzzeddin Mesud Yerine kardeşi İzzeddin Mesud atabey oldu. Selahaddin Eyyûbî’ye elçi gönderip, el-Cezire’deki hakimiyet hakkının tanınmasını istedi. Fakat Selahaddin bu yerlerin Halife tarafından kendisine verildiğini, ağabeyine de ölene kadar bırakıldığını bildirip isteğini reddetti. Bu arada Nureddin’in oğlu İsmail hastalanınca Halep’i İzzeddin Mesud’a vasiyet etti. Musul atabeyi gönderdiği kuvvetlerle Halep’i teslimi aldıktan sonra kendisi de şehre ulaştı (1181). Halife daha önce söylendiği gibi, Halep’i Selahaddin’e vermişti. Fakat o, bu sırada Mısır’da bulunduğu için duruma müdahale edememişti. Ancak İzzeddin Mesud, Halep’i elde tutmanın güçlüğünü görerek, ağabeyi II. Zengi’nin teklifini kabul edip, şehri Sincar karşılığında ona bıraktı. Mısır’dan dönen Salâhaddin kısa zamanda, atabeyliğe ait Urfa, Hıms, Rakka, Suruç ve Nusaybin’i ele geçirip ardından Musul’u kuşattı (1182). Bu arada Musul’a bağlı bazı beyler de, kendiliklerinden ona tâbi oldular. Fakat Musul’un çok iyi tahkim edilmiş olması sebebiyle muhasarayı kaldırıp çekilmek zorunda kaldı. Bununla birlikte Selahaddin’in Sincar’ı zabtı, Musul atabeyliğinin güvenliği bakımından büyük bir darbe oldu. İzzeddin Mesud, Artuklu beyleri ve Ahlatşahlarla ittifak yapmaya çalıştı ise de sonuç alamadı. Salâhaddin, Halife’nin taklîdini verdiği Âmid’i ele geçirip Artuklular’ı da kendisine tâbi kıldı. Böylece Musul Atabeyliği bir nevi tecrit edilmiş oldu. Yalnız Irak Selçukluları adına Atabey Pehlivan ve kardeşi Kızıl Arslan’ın, tâbileri saydıkları Musul atabeyliği için mücadeleye girdiği görülüyor. Bu çerçevede Musul’a tâbi iken Selahaddin’e bağlılık bildiren Erbil Beyinin toprakları yağmalanmış ama önemli bir sonuç alınamamıştı. 8. Ünite - Atabeylikler 157 Salâhaddin 1185’te Musul’u ikinci kere kuşattı. Fakat mevsimin yaz olması dolayısıyla çıkan zorluklar, muhasaranın kaldırılmasına sebep oldu. Buna rağmen İzzeddin Mesud, Salâhaddin’e daha fazla karşı koyamayacağını anlayarak onunla anlaşma yoluna gitti (1186). Büyük Zâp Suyunun doğusundaki topraklarını Salâhaddin’e bıraktı. Bu anlaşmanın en önemli maddesi, Irak’ta zaten artık sözde kalan Selçuklu hâkimiyetinin, hutbe ve paralara Sultan Tuğrul’un yerine Selahaddin’in adının konulması ile hukuken de sona ermesi idi. Bu anlaşma, Selahaddin’in hedeflerinin sınırlarını göstermesi bakımından önemli bir belgedir. İzzeddin Mesud, bu anlaşmadan doğan yükümlülük gereği, Salâhaddin Eyyûbî’nin hizmetinde, onun Haçlılara karşı düzenlediği bütün savaşlara katılmıştır. Atabey 1193’de ölünce yerine oğlu Nureddin Arslanşah geçti. Nureddin Arslanşah ve Musul Atabeyliği’nin Son Dönemleri Arslanşah, başa geçer geçmez amcası II. Zengi’nin, Nusaybin çevresini zapt etmesi üzerine onunla ve onun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kutbeddin ile mücadele etti ve Nusaybin’i geri aldı. Fakat Eyyûbî meliki Adil’in yardıma gelmesiyle şehri terk edip Musul’a döndü (1198). Adil’in Mardin’i kuşatması üzerine Eyyûbîlerin kendileri için de büyük bir tehdit olduğunu gören Arslanşah ve Kutbeddin, Artuklulara yardım ettiler. Bunun üzerine Eyyûbî ordusu yenilerek çekildi (1199). Bu arada Arslanşah’ın atabeyi ve Musul valisi olan Kaymaz’ın ölümü Musul’da bir dönüm noktası oldu. Atabeylik onun yerine geçen Bedreddin Lü’lü’nün tahakkümü altına düştü. Zengi hanedanı mensuplarının ne kendi aralarındaki, ne de Eyyûbîlerle olan çatışmaları bitmedi. Aslında Musul Atabeylerinin bundan sonraki tarihi, onlar üzerinden hâkimiyet mücadelesi yapan güçlerin savaşlarından ibarettir. Veraset yoluyla bir nevi saltanata dönüştürülen atabeylik kurumu, bu örnekte de görüldüğü gibi, adetâ tarih tekerrür edercesine, onların kendi oğullarına tayin ettikleri atabeyler tarafından ortadan kaldırılıyordu. Arslanşah, Eyyûbî Melik Adil’e karşı, Türkiye Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev ve sonra İzzeddin Keykavus’un himayesinde, bazı Eyyûbî meliklerinin de içerisinde bulunduğu ittifaklara katıldı. Bu çerçevede iki oğlunu Erbil Beyi Kökbörü’nün kızları ile evlendirerek, güçlü bir müttefike dayanmak istedi. Nitekim Kökbörü de bu yakınlığı kullanarak Lü’lü’nün ve Eyyûbîlerin Musul Atabeyliği üzerindeki nüfuzunu kırmak için mücadele etmiştir. Arslanşah’ın yerine geçen (1211) II. İzzeddin Mesud zamanında artık Bedreddin Lü’lü herşeye hâkim bulunuyordu. Mesud’un Lü’lü tarafından zehirlenip öldürülmesi üzerine, yerine on yaşındaki II. Arslanşah geçirildi (1218). Arslanşah ve Lü’lü, onun atabeyliğini tanımayan ve bazı yerleri işgâl eden Sincar hâkimi III. Zengi’yi, Eyyûbî Melik Eşref ’in yardımıyla yendiler. Ancak Atabey aynı yıl içerisinde öldü (1219). Yerine Lü’lü tarafından üç yaşındaki kardeşi Nasıreddin Mahmud getirildi. Sincar hâkimi Zengi, Kökbörü’ye dayanarak atabeylik üzerinde hak iddiasına girişti. Fakat Lü’lü’nün tüm düşmanlarına karşı daimi müttefiki olan Melik Eşref, 1220’de Sincar’ı alarak buradaki Zengi hâkimiyetine son verdi. Son Musul atabeyi Mahmud ise 1233’te, Bedreddin Lü’lü tarafından feci şekilde öldürüldü. Böylece Zengilerin tarihi başladığı yerde Musul’da, tarihe intikâl etti. 158 Büyük Selçuklu Tarihi Halep Atabeyliği Nureddin Mahmud 1118’de doğan Nureddin Mahmud, babası Zengi ile birlikte Câber kalesi kuşatmasında bulunuyordu. Zengi’nin burada öldürülmesi üzerine, ağabeyi Seyfeddin Gâzi ile anlaşan Nureddin, Haleb’e hâkim oldu. Zengi’nin ölümünü fırsat bilen eski Kont II. Joscelin, Urfa’yı isyan eden Hıristiyanların yardımlarıyla geri aldı. Ancak şehirdeki Müslüman halk ve muhafızlar iç kaleye çekilip direnmeye devam ettiler. Olayı haber alan Nureddin Mahmud süratle Urfa’ya geldi. Fakat II. Joscelin onun şehre gelmesinden kısa bir süre önce şehri terk etmişti. Şehir fazla direnmeden teslim oldu. İhanet edenler bir daha varlık gösteremeyecek şekilde cezalandırıldılar. İsyanı bastırmak üzere Ali Küçük idaresinde asker gönderen Seyfeddin Gâzi, kendi hâkimiyet sahasında olmasına rağmen, Urfa’nın Nureddin tarafından ele geçirilmesine, başka meşgûliyetleri dolayısıyla itiraz etmedi. Atabey Zengi’nin ölümünden faydalanmaya çalışan bir başkası da Üner idi. Üner, Zengi’nin Dımaşk atabeyliğinden zapt ettiği Ba’albek üzerine yürüdü. Necmeddin Eyyûb’un muhafızlığında bulunan şehir, su sıkıntısı sebebiyle üç gün içerisinde teslim oldu (Ekim 1146). Bu sırada Urfa isyanıyla meşgûl olan Nureddin Mahmud bu duruma müdahale edemedi (Nisan 1147). Nureddin Halep’te hâkimiyetini kurmaya çalışırken, Urfa’nın düşmesi üzerine yola çıkan ikinci Haçlı ordusu da, Suriye sahillerine ulaştı. Haçlılar’ın nihaî hedefi Dımaşk’tan sonra Halep idi. Nureddin ve Seyfeddin Gazi, bunun bilinciyle kuşatma altında bulunan atabeyliğe yardım etmek üzere, ordularıyla Dımaşk önlerine geldiler. Gerçekten de bu büyük ordunun gelişi etkili oldu. Haçlı liderleri arasındaki anlaşmazlıkların da giderilememesi üzerine Dımaşk kuşatması kaldırıldı. Haçlılar Kudüs’e çekildiler. Nureddin bundan sonra Musul atabeyinin verdiği kuvvetleri de yanına alarak,Vezir Üner ile birlikte Haçlıların elindeki Arima kalesini alıp yıktı. Halep atabeyi, Seyfeddin Gâzi’nin ölümü ve yerine diğer kardeşi Mevdûd’un geçmesi üzerine, Musul Atabeyliğine yaptığı müdahaleler ile ona üstünlüğünü kabul ettirdi. Antakya Haçlıları’na karşı düzenlediği akınlardan sonra, Urfa Kontluğu’nun Fırat’ın batısında kalan topraklarını fethe girişti. Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mesud ile birlikte yürütülen harekâtla Telbaşir, Antep, Raban, Maraş, Dülük gibi yerler alınarak kontluğun tüm izleri tarihten silindi (1151). Bölgede Haçlılara karşı nihaî zaferi kazanmak, deniz bağlantılarını da keserek ve Mısır da dahil olmak üzere, İslâm ülkelerinde siyasî birlik sağlamaktan geçiyordu. Nureddin bu sebeple daha önce de defalarca kuşattığı Dımaşk’ı zabt edip bütün Suriye’yi idaresi altında birleştirdi (1154). Fakat iki bölge arasında bir rekabet alanı olan Güneydoğuya doğru genişleyen Türkiye Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan’a karşı izlediği siyaset pek dostane değildi. Kılıç Arslan’ın muhaliflerini desteklemek ve topraklarını işgâl etmek suretiyle, onunla mücadele ediyordu. 1157’de ağır bir şekilde hastalanınca Harran emiri olan kardeşi Halep’i almaya yeltendi ancak başarılı olamadı. 1163’de Hârim’i kuşatan Nureddin, daha sonra Trablus Kontluğuna karşı çıktığı seferde baskına uğrayarak büyük kayıplar verdi. Fatımî veziri Şaver görevinden azledilince, Nureddin’e bazı vaadlerde bulunarak yardım istedi. Şaver’e gereken yardım verildi ise de o sözünde durmadı. Ayrıca Nureddin’e karşı Haçlıları çağırdı (1163). Atabey, Hârim’i zabt etmek suretiyle 8. Ünite - Atabeylikler 159 Haçlılar’ın oraya yardımını engelledi. Sonra da Banyas’ı aldı, ancak Mısır’ı almak şimdilik mümkün olmadı. Urfa Kontluğunun yıkılması, bütün Suriye’nin Nureddin Mahmud’un idaresine geçmesi ve Haçlı topraklarına yapılan akınların giderek sıklaşması, Haçlılar’ı bir çıkış kapısı olarak Mısır’ı ele geçirmek hususunda zorluyordu. Aynı şekilde Irak ve Suriye’de birliği sağlamış olan Nureddin de, Mısır’ın fethedilmesi hâlinde, adetâ bir hilâl içerisine alınacak olan Haçlılar’ın bölgeden bütünüyle temizleneceği düşüncesiyle bu konuda çok kararlı davranıyordu. Bu yüzden Haçlılar’la rekabet büyük ölçüde Mısır’a doğru kaymış bulunuyordu. Nitekim Haçlılar 1169’da Bilbis’i alıp Mısır’ı işgâl etmek üzere harekete geçtiklerinde, başta Şaver olmak üzere, ileri gelenler yine Nureddin’e başvurdular. Atabey, Selahaddin’in amcası Şirkûh idaresinde 7.000 kişilik bir ordu gönderdi (1169). Vezirliğe tayin edilen Şirkûh ölünce, yerine Selahaddin atandı. Bir süre sonra Nureddin’in emriyle Mısır’da Abbasî Halifesi adına hutbe okutuldu. Böylece Mısır da Halep Atabeyliği topraklarına katılmış oldu (1171). Fatımî Halifeliği yıkıldı. Nuredin Mahmud için Mısır da kendisine bağlandıktan sonra artık büyük hedefine varmak bakımından hiç bir engel kalmamıştı. Selahaddin Mısır’dan, kendisi Suriye’den Haçlıları kıskaca almak üzere bir sefere karar verdi. Fakat Selahaddin kendisine verilmiş olan toprakların geri alınacağı korkusuyla, kararlaştırılan yerde Nureddin’le buluşmadan Mısır’a geri döndü. Buna rağmen Selahaddin’i görevinden alınmadı. Türkiye Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan ile yapılan antlaşmadan sonra Haçlılar üzerine bir sefer düzenledi. Musul atabeyi II. Seyfeddin Gazi’den asker göndermesini isteyen Nureddin, hem Haçlıları sindirmek, hem de itaâtsiz davranışlarını gördüğü Salâhaddin’i cezalandırmayı plânlıyordu. Fakat bu sırada hastalanan Nureddin Mahmud, 15 Mayıs 1174’te öldü ve Dımaşk’ta yaptırmış olduğu medresede gömüldü. Melik Salih İsmail Nureddin Mahmud ölmeden önce onbir yaşındaki oğlu Salih İsmail’i veliaht ilân etmişti. İsmail babasının ölümü üzerine, ümerâdan Gümüştekin ile birlikte Haleb’e geldi. Atabeyin yaşının küçük olması sebebiyle, ümera birbiriyle rekabet etmeye başladı. Gümüştekin’in melik üzerindeki etkisinden rahatsız olan şehir ileri gelenleri Salâhaddin Eyyûbî’yi davet ettiler. Bunun üzerine hemen yola çıkan Selahaddin Dımaşk’a geldi ve şehre hâkim oldu. Buna rağmen hutbeyi hâlâ Melik İsmail adına okutuyordu. Bu sırada Nureddin’in ölümünü fırsat bilen Musul atabeyi Gâzi, bağımsızlığını ilân etmiş ve topraklarını genişletmeye başlamıştı. Salâhaddin Dımaşk’ı ele geçirdikten sonra 28 Kasım 1174’te Hıms üzerine yürüdü. Hıms halkı ona bir süre direndi. Salâhaddin şehre hâkim olmasına rağmen iç kaleyi alamadı. Burada askerlerinin bir kısmını bırakarak 28 Aralık’ta Hama’ya gitti. Buradan Haleb’e gelen Salâhaddin, Haçlılar’ın Hıms’ı tehdit ettiklerini haber alınca 2 Ocak 1175’te, kuşatmayı kaldırarak oraya döndü. İç kaleyi aldıktan sonra Baalbek seferine çıktı ve 29 Mart 1175’te teslim aldı. Salâhaddin’in Halep atabeyliğine ait olan Dımaşk, Hıms, Hama ve Baalbek’e hâkim olması üzerine Melik Salih İsmail, Musul atabeyi II. Seyfeddin Gazi’ye elçi yollayarak ondan yardım istedi. Gâzi, Sincar hâkimi olan kardeşi İmadeddin Zengî’ye de askeri ile gelmesini bildirdi. Ancak o, Salâhaddin’in tarafına geçtiği için bu sefere katılmadı. Seyfeddin Gâzi kardeşi Mesud’u bir ordu ile Haleb’e gönderdi. 160 Büyük Selçuklu Tarihi Salâhaddin Seyfeddin’e bir elçi yollayarak Hıms ve Hama’yı teslim edebileceğini fakat Dımaşk’ın kendisinde bırakılmasını istedi. Kuvvetinden emin olan Seyfeddin Gazi, ondan aldığı bütün yerleri bırakarak Mısır’a geri dönmesini istedi. Meselenin çıkmaza girmesiyle iki ordu 13 Nisan 1175’te Kurûn-ı Hama yakınlarında savaşa girdi. Salâhaddin’in galibiyeti üzerine Halep ve Musul Atabeyleri mevcut durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Melik Salih’e tâbi gibi görünen Selahaddin, Halife tarafından Suriye ve el-Cezire hâkimiyetinin onaylandığı taklîdi alınca bağımsızlığını ilân etti. Halepliler geri çekilmesi şartı ile onun hükümdarlığını tanımayı kabul ettiler. Salâhaddin 4 Mayıs 1175’te Halep kuşatmasını kaldırarak Hama’ya döndü. Bu antlaşma atabeyliğe ait toprakları kendi idaresinde birleştirmek isteyen Seyfeddin Gazi’nin ordusuyla harekete geçmesi üzerine bozuldu. Halep kuvvetlerinin de katıldığı ve 22 Nisan 1176’da, Cibâb el-Türkmân denilen yerde yapılan savaşta Salâhaddin yine galip geldi. Selahaddin bu defa aradaki şehir ve kaleleri alıp, Halep ile Musul’un irtibatını tamamen kestikten sonra, 25 Haziran’da Halep’i tekrar kuşattı. Sonuç olarak, iki taraf da ellerindeki yerlerin kendilerinde kalması şartı ile bir antlaşmaya vardılar. Halep Atabeyi Melik Salih İsmail 1181’de öldü. Ölmeden önce ülkesini Musul atabeyine bırakmıştı. İzzeddin Mesud’un süratle sevk ettiği kuvvetler şehri teslim aldılar. Böylece kısa bir süreliğine de olsa Musul atabeyliği toprakları tek elde birleşmiş oldu. İzzeddin Mesud da nâibi Mücahideddin Kaymaz ile beraber Haleb’e geldi. Şehirde çok iyi bir şekilde karşılanan Mesud, bazı idarî düzenlemeler yaptıktan sonra Musul’a döndü. Fakat şehirde meydana gelen bazı olaylar üzerine, Haleb’i elinde tutamayacağını anlayarak Sincar karşılığında İmadeddin Zengi’ye bıraktı. Selahaddin Mayıs 1183’de Haleb’i tekrar kuşattı. Selahaddin, Haleb’i kendisine tâbi olan Zengi’ye de bırakmadı. Selahaddin ona daha önce Musul Atabeyliğinden zabt ettiği Sincar’ı verip Haleb’i teslim aldı. Bunun üzerine Zengilerin Suriye hâkimiyeti sona erdi (1183). Musul Atabeyleri, özellikle İmadeddin Zengi ve Halep atabeyi Nureddin Mahmud zamanında, Haçlılara kaşı verdikleri efsanevi mücadeleler ile İslâm Dünyasının ümidi oldular. Diğer yandan Yakındoğuda sağladıkları siyasî birlik sayesinde, Haçlı kalıntılarının temizleneceği mücadele ruhunun temel taşlarını oluşturdular. Musul Atabeyleri çok yoğun siyasî mücadelelere rağmen, imar ve eğitime de çok önem vermiş, sayısız medreseler, hattâ tıp eğitiminin verildiği ihtisas medreselerinin yanında, bir çok câmi, mescit, köprü ve saraylar inşa etmişlerdir. Halep, Musul ve Urfa gibi önemli ticaret yollarının kavşağında bulunan Atabeylik, iktisadî ve sosyal bakımdan da zengin bir hayat sürmüştür. İLDENİZLİLER/AZERBAYCAN ATABEYLERİ (1146-1225) Şemseddin İldeniz ve Atabeyliğin Kuruluşu İldenizliler, Azerbaycan’ın Arran ve Cibâl bölgesinin kuzeyini kapsayan Kuzeybatı İran’da hüküm sürmüş bir atabeyliktir. Hanedanın kurucusu Şemseddin İldeniz aslen Kıpçak Türklerindendir. İlk sâhibi Selçuklu veziri Sumeyremî’nin ölümü üzerine Irak Selçuklu sultanı Mahmud, sonra da kardeşi Mesud’un hizmetine girdi. Zekâ ve kabiliyeti sayesinde kısa zamanda üst düzey ümera arasına girdi. Mesud tarafından ölen kardeşi Sultan Tuğrul’un dul eşi Mümine Hatun ile evlendirildi. Böylece o, Selçuklu şehzâdesi Arslanşah’ın üvey babası olurken, bu evlilikten Cihan Pehlivan ve Kızıl Arslan adlı iki oğlu ile bir kızı dünyaya geldi. Hanedanla kuruTaklîd bir yerin, Halife veya Sultan tarafından bir melike, emire mülk olarak verildiğini bildiren vesika, bir başka deyişle temliknâmedir. 8. Ünite - Atabeylikler 161 lan bu akrabalığın sağladığı imkânlar, İldenizoğulları hanedanının temelini oluşturdu. İldeniz 1148 yılında, Sultan Mesud tarafından Azerbaycan valiliğine tayin edildi. İldeniz’in üvey oğlu Arslanşah’ı 1154’de yanına getirtmesine rağmen; 1161’e kadar başka Selçuklu melikleri adına saltanat davasına girmesi, bu sırada henüz Arslanşah’ın atabeyi olmadığını göstermektedir. Süleymanşah’ı tahttan indirip yerine Arslanşah’ı geçirdiği bu tarihten itibaren kendisi de atabeg-i a’zam (En büyük atabey) unvanıyla anılmaya başlamıştır. İldeniz, kendi oğullarını da hâcib ve emir-i silah gibi önemli görevlere getirirken, Sultan adına tüm gücü eline geçirmiş bulunuyordu. Atabey ilk zamanlarda Arslanşah’a karşı Halifenin de tahrikleri ile çıkarılan taht kavgalarını bastırmakla meşgûl oldu. Daha sonra bu olaylardan yararlanarak İslâm ülkelerini tahrip eden Gürcülere karşı, Arslanşah idaresinde harekete geçen Selçuklu ordusu büyük bir zafer kazandı. Ancak bundan böyle Irak Selçuklularının en büyük açmazı olan, gulâm ümeranın yanlarında bulunan melikleri tahta geçirmek için girdikleri mücadeleler sürüp gitti. İldeniz bunun yanısıra Halep Atabeyi Nureddin’i, Selçukluların tâbileri olan Musul atabeylerini rahat bırakması konusunda uyarmıştı. Nitekim onlar da kendilerini Selçukluların tâbisi saydıkları için, Halep atabeyine ve Selahaddin Eyyûbî’ye karşı İldenizlilerden yardım istemişlerdir. İldeniz 1172 yılında, Kirman Selçuklularının da, Irak Selçukluları adına hutbe okutmasını sağladı. Ömrünün sonlarında Ani’yi işgâl eden Gürcülere karşı, bölgedeki tâbi emirlerin katılımıyla bir sefer düzenledi. İldeniz, Arslanşah’ın hastalığı yüzünden sonradan katıldığı bu savaştan döndüğünde, Nahcivan’da vebadan öldü (1175). Hemedan’da kendi yaptırdığı medresenin yanına gömüldü. Bu dönemde İldeniz’in kudreti sayesinde Kirman, Fars, Huzistan, Musul, Meraga hâkimleri ile Ahlatşahlar’ın Selçuklulara tâbiyeti devam etti. Adaleti dolayısıyla Hıristiyan kaynakların dahi övgüyle söz ettikleri İldeniz, sultanın adının da bulunması kaydıyla para kestiriyor ve adı sultandan sonra hutbede okunuyordu. Atabey Cihan Pehlivan İldeniz’in ölümü üzerine, Arslanşah’ın hâcibi olan Cihan Pehlivan, Nahçivan’a giderek babasının yerine geçti ve kendisini atabey ilân etti. Pehlivan babasının sağlığında, Arslanşah’a karşı isyan eden ümera ile Gürcülere karşı savaşmış idi. Babasının yerine geçtikten sonra kardeşi Kızıl Arslan ile birlikte Tebriz’i ele geçirdi. Oysa Sultan Arslanşah, İldeniz’in ölümü üzerine artık kendi başına hüküm sürmek ve atabeylerin baskısından kurtulmak istiyordu. Bunun için ordusuyla Pehlivan’ın üzerine yürüdü. Fakat bu bırada rahatsız olan Arslanşah’ın hastalığı ağırlaşınca, üvey kardeşi Pehlivan ile anlaşmak zorunda kaldı. Ancak kısa bir süre sonra öldü (1177). Pehlivan Arslanşah’ın yerine onun oğlu Tuğrul’u tahta çıkardı. Tuğrul’un saltanat iddiasıyla ayaklanan kardeşi Muhammed’i yenilgiye uğrattı. Melike yardım eden Fars atabeyinin topraklarını da yağmaladı. Abbasî halifesi el-Müstezî Biemrillah 1180 yılında ölünce yerine oğlu en-Nâsır Lidinillah geçti. Pehlivan, Halep atabeyi Nureddin Mahmud’un ölümü üzerine kızışan hâkimiyet mücadelesinde, Irak ve Suriye’nin halife tarafından Selahaddin Eyyûbî’ye verilmesine tepki olarak, bir süre biat etmedi. Zira bu topraklar henüz Selçuklular’a ait sayılıyor ve Pehlivan da fiili olarak denetiminde bulunan Selçuklular’ın hukukunu gözetiyordu. Selçuklu şehzadelerini taht mücadelelerine teşvik eden Halifelerin bu yolla saltanatlarını güçlendirmelerini de istemiyordu. Nitekim bu durum Selçukluların hilafet politikasının sürdürülmesinden başka bir şey değildi. Hâcib hükümdarın bir bakıma evi de sayılan sarayın en üst düzey görevlisi olup, Sultanın hükûmet/vezir de dahil, sarayın dışı ile ilişkilerini düzenleyen görevlidir. Emir-i silah ise hükümdarın silahlarının bakımı, korunması ve taşınmasından sorumlu olan silahdarların komutanı olan bir saray görevlisidir. Köle ticareti ile ilgili bir âdete göre, kırk köle alan tacire, üstüne bir tane de hediye edilirdi. Derbend’den kırk adet köle alan tüccara, promosyon olarak çelimsiz bir çocuk olan İldeniz verildiğinde, onu hiç beğenmemişti. Hattâ İldeniz o kadar küçüktü ki, yolculuk boyunca iki kere, gece uyurken arabadan düşüp kaybolmuştu. Tüccar onu aramaya gerek görmezken, İldeniz ertesi gün kendi başına yaya olarak kafileye ulaşmayı başarmıştı. Bunun üzerine İldeniz’in zekâ ve becerisini farkeden tacir, Hemedan’da onu iyi bir paraya satmıştı. İldeniz’in yükselişi ve tarihî rolünün de burada öne çıkarılan karaktere uygun olduğu görülmektedir. Irak Selçukluları, 1157 yılında tarih sahnesinden çekilen Büyük Selçukluların tabiî uzantısı olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul (1040-1063) I. Irak Selçuklu sultanı Tuğrul (1132-1134) II. ve son Irak Selçuklu sultanı Tuğrul (1177-1194) III. olarak kaydedilmektedirler. Buna rağmen son Selçuklu sultanı, Irak ayrı bir şube sayılarak, II.Tuğrul olarak da numaralandırılmaktadır. 162 Büyük Selçuklu Tarihi Pehlivan, Büyük Selçuklu mirası üzerinde yükselmekte olan Harizmşah Tekiş ile yakın ilişkiler kurarak, kendisini Eyyûbîlerle olan mücadelelerde doğuda emniyete almak istiyordu. Pehlivan, Selahaddin’in Van Gölü çevresinde hüküm süren Ahlatşahlar ülkesini ele geçirmesine mani oldu. Ancak 1185’de ikinci defa kuşattığı Musul’da Selçuklular adına okunmakta olan hutbenin kaldırılmasını engelleyemedi. Böylece Irak, Selçuklu egemenliğinden çıkmış oldu. Atabeylerin de Selçuklu sultanları gibi Abbasî Halifeleri adına hutbe okutmalarının, genel anlamda biat etmelerinin nedeni sizce nedir? Pehlivan, Salâhaddin’in Kazvin ve Bistam bölgesindeki Batınîleri cezalandırmak için Selçuklu topraklarına giriş izni istemesinin, ülkesinin istilâsı için bir bahane olduğunu düşünerek savaş hazırlıklarına başladı. Fakat hastalanan Pehlivan Mart 1186’da öldü. Atabeyliği süresince Sultan Tuğrul ve Selçuklu Devleti üzerinde nüfuzunu iyice tahkim eden Pehlivan, Selçuklu ümerasını saf dışı bırakarak, onların yerine kendi oğulları ve yakın adamlarını tayin etti. Atabey Kızıl Arslan Atabey Cihan Pehlivan’ın Kutluğ İnanç, Ömer, Özbek ve Ebû Bekr adlı dört oğlu vardı. Ölmeden önce onlara, Sultan Tuğrul ve amcaları Kızıl Arslan’a itaat etmelerini vasiyet etti. İldeniz’in Sultan Arslanşah’a emir-i silah tayin ettiği Kızıl Arslan, bütün savaşlarda babasının ve sultanın yanında yer almıştı. Pehlivan öldüğü sırada ise, onun tarafından tayin edildiği Azerbaycan valiliği görevinde bulunuyordu. Bu arada Sultan Tuğrul, Pehlivan’ın ölümünün atabeylerin tahakkümünden kurtulmak için vesile olacağını düşünüyordu. Ancak gelişen olaylar onu, Kızıl Arslan’ı Hemedan’a davet ederek atabey ilan etmeye mecbur bıraktı. Bir suikast teşebbüsüne uğrayan Kızıl Arslan’ın izlediği sert politika, Pehlivan’ın oğulları ve karısı İnanç Hatun etrafında ona karşı bir muhalefetin oluşmasına sebep oldu. Ancak Selçuklulara karşı, Halifenin kayıtsız şartsız desteğini sağlayan Kızıl Arslan, Sultan Tuğrul’la uzun süren bir mücadeleye girdi. Hattâ bu uğurda hiç sevmediği hâlde, İnanç Hatun’la barışıp evlendi. Ümeranın bir kısmı tarafından terkedilen Sultanı, hile ile yakalayıp oğluyla birlikte hapse attı (1190). Bir Selçuklu melikini sultan ilan edecekken, Halife’nin teşvik ve onayıyla Kızıl Arslan kendisi tahta oturdu. Ancak eşi İnanç Hatun kendi oğulları yerine, Pehlivan’ın bir cariyeden olan oğlu Ebû Bekr’i tutan Kızıl Arslan’a karşı, muhalif emirlerle işbirliği yaptı. Kızıl Arslan bir gece çadırında uyurken öldürüldü (Eylül 1191). Selçuklu sultanları üzerinde tahakküm kuran atabeylerin, her halde hayallerinin son merhalesi olan saltanat böylece Kızıl Arslan tarafından elde edilmiş oldu. Kızıl Arslan’ın saltanatını onaylaması, Halifelerin de Selçuklulara karşı takip ettikleri düşmanca siyaseti ve bunun için neler yapabileceklerini gösteren çarpıcı bir olaydır. Bununla birlikte Atabeye karşı duyulan nefret yüzünden hemen sona erdirilen bu girişim, başka gelişmelerin de etkisiyle İldenizliler hanedanın da sonunu hazırladı. Atabey Kutluğ İnanç Kızıl Arslan’ın oğlu olmadığından, Pehlivan’ın oğlulları onun yerine geçmek için birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girdiler. Amcası tarafından himaye edilmiş olan Ebû Bekr, hazineye el koyarak kendisini atabey ilân etti. Ancak Kutluğ İnanç ve Emir Emiran Ömer hemen onunla mücadeleye girdiler. Ömer Şirvanşahlardan Biat bir hükümdarın veya halifenin iktidarını kabul ve tasdik etmek, ona kayıtsız şartsız itaât etmeyi taahhüt etmektir. 3 8. Ünite - Atabeylikler 163 ve Gürcülerden yardım sağlayıp Ebû Bekr’i yendi. Ancak Gürcüler’in yardımıyla Gence’yi zabtetmesi hayatına mal oldu. Kutluğ İnanç kendisini atabey ilan etti. Öte yandan Sultan III. Tuğrul, kızkardeşiyle evli bulunduğu Türkmen beyi Hasan b. Kıfçak’ın yardımıyla hapisten kurtuldu. Yeniden Irak Selçukluları tahtına oturabilmek için mücadeleye girişti. Kutluğ İnanç ve Ebû Bekr’i yenilgiye uğrattı (28 Haziran 1192) ve bu galibiyetle tahtı elde etti. İnanç Hatun’un teklifi ile onunla evlendi ise de, Kızıl Arslan’ın akıbetine uğramaktan korkarak onu boğdurdu. Bu sırada Sultana itaat etmeyi düşünen Kutluğ İnanç, annesi öldürülünce Harizmşah Tekiş’i yardıma çağırdı. Bu ilk girişim Tekiş’in kardeşinin isyanı dolayısıyla yarım kaldı. Sultan Tuğrul da onlara karşı harekete geçerek bazı başarılar kazandı. Fakat bu olayların baş aktörlerinden olan Halife, Selçuklu ülkesini Tekiş’e veren bir menşur çıkardı. Atabey Kutluğ, buna dayanarak Tekiş’i bir daha davet etti. Harizmşah’ın öncü kuvvetlerine kumanda eden Kutluğ, savaş sırasında gözüne ok isabet eden Sultan Tuğrul’u, yakalayıp başını kesmek suretiyle öldürdü (Haziran 1194). Irak’da Selçuklu hanedanı sona ererken, İldenizoğulları bağımsız olmamakla birlikte artık kendileri adına hüküm sürmüşlerdir. Fakat Harizmşahlar’ın bundan sonra daha fazla güçleneceğinden korkan Nasır lidinillah, bu defa Atabey Kutluğ’u Tekiş’e karşı kullanmaya başladı. Nitekim halifelik kuvvetlerinin desteği ile Tekiş’in karşısına çıkan atabey yenilip hayatını kaybetti (1195). Kendisinin Sultan Tuğrul’a reva gördüğü gibi, başı kesilerek öldürüldü. Atabey Ebû Bekr Kutluğ İnanç öldükten sonra kardeşi Ebû Bekr atabey oldu. Başlangıçta Tekiş’in ölümü üzerine Harezm kuvvetlerinin Irak’tan çekilmesi geçici bir rahatlık sağladı. Ebû Bekr bu fırsattan yararlanarak İsfahan’ı işgal etti ve ülkeyi bölüştürdü. Buna göre Hemedan kardeşi Özbek’e Rey ve civarı ise İldeniz’in gulâmlarından Gökçe’ye verilecekti. Ancak Gökçe atabeye itaat etmedi. Bu dönemin güçlü emirleri bitmek tükenmek bilmeyen bir güç savaşı verirken, onlarla mücadele edemeyeceğini anlayan Ebû Bekr Azerbaycan’a çekildi. Fakat Kraliçe Thamara idaresinde en parlak dönemini yaşayan Gürcüler de taarruza geçmişlerdi. Atabey bir Gürcü prensesle evlenip bu akrabalık sayesinde onların taşkınlıklarına geçici olarak son verdi. Bu sırada Emir Gökçe Rey, Hemedan ve Cibâl bölgesini ele geçirdi. Atabey Ebû Bekr onun üzerine Aytoğmuş komutasında bir ordu gönderdi. Yapılan savaşta Gökçe öldürüldü (1204) ama bu defa da Aytoğmuş’un tahakkümü başladı. Bu durum daha önce de söylendiği gibi, gulâm sisteminin bir zaafı olarak sürüp giden bir açmazdı. Ebû Bekr’in ülkesinin işleri yerine, içki ve eğlence ile meşgul olmasından yararlanan Meraga hâkimi Ahmedilî Karasungur ile Erbil hâkimi Kökböri anlaşarak onun topraklarını almaya karar verdiler (1206). Meraga’da buluşan Kökböri ile Karasungur, Tebriz’e doğru ilerlediler. Ebû Bekr’in Aytoğmuş’la harekete geçmesi üzerine Kökböri ülkesine döndü. Ebû Bekr ve Aytoğmuş Meraga’yı kuşattılar. Çaresiz kalan Alâeddin kaleyi Ebû Bekr’e teslim etti. Yapılan antlaşma sonucunda Ebû Bekr Uşnu ve Urmiye şehirlerini ona ıkta olarak verdi ve geri döndü. Karasungur 1208 yılında, yerine geçen oğlu ise ertesi yıl öldü. Atabey Ebû Bekr sahipsiz kalan Meraga’yı ve bütün topraklarını ele geçirerek Ahmedilî sülâlesine son verdi. Kendisi de bundan sonra çok yaşamadı ve 1210’da öldü. Türk hükümdarına Tanrı tarafından yönetme yetkisi olarak bahşedilen kutun kan yoluyla geçtiğine inanıldığından, Türklerde hanedan mensuplarının kanlarının dökülmesi yasaktı. Kutluğ’un Sultan Tuğrul’u öldürme biçimi, bu anlamda bilinçli bir aşağılama hâlidir. 164 Büyük Selçuklu Tarihi Atabey Özbek ve İldenizlilerin Sonu Ebû Bekr’den sonra yerine kardeşi Özbek atabey oldu. Özbek’in gulâmı Mengli, Aytoğmuş’u bertaraf edip onun topraklarına hâkim oldu. Ama Mengli daha sonra atabey Özbek’e ve Abbasî halifesi Nâsır Lidinillah’a isyan etti. Bunun üzerine halife, Özbek ve Alamut İsmailîleri reisi Celâleddin Nevmüslüman birleşerek, Kerec yakınında onu mağlup edip öldürdüler. Bu arada Özbek’in Irak-ı Acem naîbi, hutbeyi Harizmşah Muhammed adına okutup ona bağlandı. Yakın tarihte Selçuklulara karşı, İldenizliler’i ve Harizmşahları kışkırtan Halife, şimdi de Selçuklunun varisi olarak hareket eden Harizmşahlara karşı aynı düşmanca siyaseti takip ediyordu. Zira son zamanlarda iyice güçlendirdiği siyasî otoritesini bir daha yitirmek istemiyordu. Bu uğurda her şeyi mübah sayan Nasır Lidinillah, Özbek’in Harizmşah’a tâbiyet bildiren nâibini Batınîlere öldürttü. Bunun üzerine Irak-ı Acem’i ele geçirmek için Özbek’in yanı sıra Fars atabeyi Sa’d da ordusuyla yola çıktı. Özbek Harizmşah ordusunun yaklaşması üzerine Azerbaycan’a kaçtı fakat yakalanıp hazineleri yağmalandı. Sonunda Harizmşah’a tâbi olmayı kabul edip ülkesine geri gönderildi (1218). Bu sırada Azerbaycan atabeyleri için Gürcü saldırıları ve Moğolların önünden kaçan Harizmşahlar önemli sorun oluşturuyordu. Nitekim Özbek, Moğollardan kaçıp kendisine sığınan bir kısım Harizmlileri, Moğolların baskısı üzerine onlara vermek zorunda kalmıştı. Topraklarına saldıran bir Gürcü ordusu ise pusuya düşürülüp imha edildi. Gürcüler intikam hazırlığı içerisinde iken, Celaleddin Harizmşah’ın ordusuyla yaklaştığını öğrenince Özbek’e ittifak önerdiler. Ancak Harizmşah onların kuvvetlerinin birleşmesine imkân vermedi. Tebriz’i karısı Melike Hatun’un idaresine bırakan Özbek Gence’ye kaçtı. Celâleddin şehri ele geçirdi (1225). Hatun’u bir miktar asker ile Hoy’a gönderdi. III.Tuğrul’un kızı olan Melik Hatun, Özbek’ten boş düştüğünü bildirip, bunu ulemâya da tastik ettirdikten sonra Celâleddin’le evlendi. Özbek aynı sene Alıncak kalesinde vefat etti. Sağır ve dilsiz oğlu Kızıl Arslan babasının yerine atabey ilân edilmekle birlikte, atabeylik fiilen sona ermiş bulunuyordu. Kızıl Arslan 1228 yılında ölünce İldenizliler hukuken de yıkılmış oldu. İldenizliler ilk üç atabey döneminde Irak Selçuklu sultanları üzerinde ağır bir baskı oluşturmuşlardı. Adlarına para bastıran ve hutbe okutan bu atabeyler, şeklen de olsa Selçuklular’a bağlı kalmışlardı. Buna karşılık Irak Selçuklu sultanları Halifelerin düşmanlığına rağmen, Irak, el-Cezire, Azerbaycan, Doğu Anadolu, Cibâl ve Kirman’da hüküm sürmelerini atabeylerin ısrarlı mücadelelerine borçludurlar. İldenizliler kuruldukları bölge itibariyle, Gürcüler’e karşı Müslümanlar’ın savunmasını üstlenmiş bulunuyorlardı. Kuvvetli ve istikrarlı dönemlerde, Azerbaycan’ın iktisadî, sosyal ve medenî hayatında da önemli roller oynadılar. Nahcivan, Hemedan ve Tebriz gibi şehirler mimarî eserlerle donatılmış; pek çok ilim ve sanat erbabı onların himayesini görmüştür. Sizce İldenizliler’i diğer atabeyliklerden farklı kılan bir özellikleri var mıdır? SALGURLULAR (1148-1286) Atabey Sungur ve Salgurluların Kuruluşu Salgurlular İran’ın Fars bölgesinde, Oğuzların Üçoklar kolunun Salgur veya Salur boyuna mensup olan Sungur’un kurduğu bir atabeyliktir. Salurlardan önemli bir topluluk 1145 yılı civarında, Ceyhun-Mankışlağ bölgesinden Fars’a göç etmişlerdi. 4 8. Ünite - Atabeylikler 165 Fars bölgesi, bilindiği gibi, Tuğrul Bey zamanında Kirman meliki Kavurt tarafından fethedilmişti. Sungur, Irak Selçuklu şehzâdelerinden Fars meliki Melikşah’ın atabeyi idi. Melikşah, devlet işlerinden uzak duruyor, halka karşı kötü davranıyordu. Melikşah bir bahane ile Atabey Sungur’un kardeşini öldürünce, büyük bir Türkmen gücüne dayanmakta olan Sungur Şiraz’dan ayrıldı. Melikşah’ın geri dönmesi yolunda yaptığı teklifleri reddedip isyan etti. Melikşah’ı yenilgiye uğratıp Fars’tan ayrılmak zorunda bıraktı (1148). Şiraz’ı ele geçiren Atabey Sungur böylece hanedanının temellerini attı. Fars hâkimiyetini kaybeden Melikşah, amcası Sultan Mesud’dan sağladığı kuvvetlerle Sungur’un üzerine yürüdü ve tekrar yenildi. Bu uğurdaki tüm girişimleri sonuçsuz kaldı. Böylece Fars bölgesi, tamamen Atabey Sungur’un hâkimiyetine girdi (1148). Atabey Sungur, komşusu Kirman Selçuklu meliki I. Muhammed ile iyi ilişkiler içerisinde bulunuyordu. Sungur’un Irak Selçukluları arasındaki taht mücadelelerine, kendisinden yardım istendiği ölçüde karıştığı anlaşılıyor. Sungur yanında bulunan Melik Muhammed’i Sultan Arslanşah’a karşı taht mücadelesi için, Selçuklu ümerası ile anlaşarak gönderdi. Ancak melik ve tararftarları İldeniz tarafından yenilgiye uğratıldılar. Adaletli, dindar, hayırsever ve mütevazı bir yönetici olan Sungur, ölünce (1161) Şiraz’da kendi yaptırdığı Sunguriye medresesine defnedildi. Atabey Zengi Sungur’un yerine oğlu küçük yaşta olduğu için kardeşi Zengi geçti. Zengi, Hemedan’daki taht kavgalarından Fars’a kaçan bir Selçuklu melikini yanında alıkoydu. Atabeylerin Selçuklu şehzâdelerini kendi menfaâtleri doğrultusunda nasıl kullandıkları, Halifelerin de bu durumdan nasıl yararlandıkları defalarca ifade edildi. İldeniz’in himayesinde güçlü bir Selçuklu Devletinin varlığından kaygılanan Halife, veziri vasıtasıyla Fars atabeyi Zengi ile bağlantı kurdu. Yanında bulunan melik Mahmud adına hutbe okutmasını istedi. Zengi, Halifenin isteğini yerine getirmekle birlikte, müttefikleri yenilince bu mücadelede yalnız kaldı. Irak Selçuklu sultanı ve İldeniz’in davetiyle İsfahan’a gidip Sultan Arslanşah’a itaâtini bildirdi. Böylece Salgurlu atabeyliği 1165 yılında resmen Irak Selçuklularına tâbi oldu. Atabey Zengi’nin idaresinden hoşnut olmayan Fars ahalisi, Huzistan hâkimi Şumla’yı davet ettiler. Fars bölgesine sefer düzenleyen Şumla, Zengi’yi yenerek Fars bölgesine hâkim oldu. Fakat o, kötü idaresiyle Zengi’yi de arattı. Yaptıklarından pişman olan ileri gelenler Zengi’yi geri çağırdılar. Fars’a yeniden hâkim olan Zengi, Kirman Selçuklu meliki Tuğrulşah’ın ölümünden sonra meydana gelen taht mücadelelerine karıştı ve onun yardımıyla II. Turanşah tahtı ele geçirdi. Bu tarihten itibaren Salgurlular, Kirman siyaseti üzerinde ve meliklerin tahta geçişlerinde etkili olacaklardır. Bu onların bir müddet sonra Kirman’da hâkimiyet kurmalarına zemin hazırlamıştır. Atabey Zengi 1178 senesinde öldü. Atabey Tekle Zengi’nin yerine kendisine veliaht tayin ettiği oğlu Tekle geçti. Tekle’nin ilk senelerinde, Azerbaycan atabeyi Cihan Pehlivan, Fars’a akın düzenleyerek Şiraz’ı yağmaladı ve pek çok kişiyi öldürdü (1180). Bir süre sonra Tekle’ye karşı amcasının oğlu Tuğrul, saltanat iddiasında bulundu ise de, başarılı olamayarak Şebânkâre emirlerine sığınmak mecburiyetinde kaldı. Tekle, Tuğrul’u affetmekle birlikte o, babası Zengi’den sonra atabeyliğin kendi hakkı olduğunu düşüncesiyle savaşa devam etti. Sonunda 1181’de Şiraz’da yenildi ve esir alınarak öldürüldü. 166 Büyük Selçuklu Tarihi Harizmşahların Merv ve Serahs şehirlerini ele geçirmeleri üzerine bu bölgede yaşayan Oğuzlar, Fars ve Kirman’a göç ettiler. Bunlardan Fars’a gelenler, Salgurluların güçlü olması sebebiyle onlara galebe çalamadılar; hattâ Salgurlularla karışıp kaynaştılar. Oğuz istilâsı Kirman’da Selçuklu hâkimiyetinin sonu oldu. Fars atabeylerinin de buraya sonucu etkileyecek nitelikte bir müdahalesi olamadı. Kaynakların iyi kişilik özellikleri ile andığı Tekle 1198 yılında vefat etti. Atabey Sa’d Tekle’nin yerine kardeşi Sa’d geçti. Sa’d’ın zamanı, Salgurlular için nisbeten rahat bir dönem oldu. Sa’d’ın atabeyliğinin ilk yıllarında yaşanan büyük kıtlık ve veba salgını büyük sosyal ve iktisadî sıkıntılara yol açtı. Bir müddet bunların telafisi için çalışan Atabey Sa’d, daha sonra topraklarını genişletmeye başladı. Bu sırada Kirman’a, Oğuzlardan sonra Harizmşahlar hâkim olmuştu. Fakat Oğuzlar karışıklıklara sebep oluyorlardı. Şebânkâre emirleri de zaman zaman hâdiselere karışıyorlardı. Şehre bir ara Oğuzlar hâkim olduysa da, atabey Sa’d’ın kuvvetinden çekinerek, Berdesir’i Salgurlu ordusuna teslim ettiler. Böylece Kirman’da Salgurlu hâkimiyeti sağlanmış oldu (1204). Sa’d, Isfahan ve Hemedan’ı da ele geçirmek istiyordu. Hazırlıklarını tamamlayıp Isfahan’a yürüdü ve hiçbir mukavemetle karşılaşmadan şehre girdi. Sa’d’ın bu sefer sırasında Şiraz’ı boş bırakması, İldenizliler ve Şebânkâre emîrleri için bulunmaz fırsattı. Ayrıca İsfahan’ı alması dolayısıyla cezalandırılması da gerekmekteydi. Nitekim Atabey Özbek Şiraz’a, Şebânkâre emiri Mübâriz ise, Kirman üzerine başarısız seferler yaptılar. Sa’d, Kirman’daki hâkimiyetini kuvvetlendirmek için sefere çıktı ve 9 Ocak 1209’da Kirman’ın başşehri Berdesir’e girdi. Burada Kavurt Bey’in tahtına oturan Sa’d, Oğuzları itaat altına almak için, Bem’i kuşattı. Daha sonra Oğuzlarla anlaşarak Şiraz’a döndü. Kirman’da kaldığı beş ay zarfında bölgeyi düzene sokmuş ve büyük kısmını da itaat altına almıştı. Fakat daha sonra burayı ihmal edince, 1213 senesinde Harizmşahlar, Kirman’ı ele geçirdiler ve akınlarını başkent Şiraz’a kadar genişlettiler. Daha önce de anlatıldığı gibi, İldenizlilerin Harizmşah’a bağlılık bildiren Irak-ı Acem valisi, Halifenin dahliyle Bâtınîler tarafından öldürünce, bölgeyi ele geçirmek isteyenler arasında yeni mücadeleler başlamıştı. Bir yandan Atabey Sa’d, diğer yandan Atabey Özbek, Irak-ı Acem’e hâkim olabilmek için harekete geçtiler. Sa’d, Harizmşah Muhammed’in ordusuyla Rey civarında karşılaştı. Ancak savaşta yenilip esir düştü (1217). Harizmşah, Eşkenvan ve İstahr şehirlerini kendisine bırakması, ülke gelirlerinin üçte birini kendisine ödemesi ve adına hutbe okunması şartıyla Sa’d’ı affetti. Sa’d, yanında Harizmli kuvvetlerle Şiraz’a döndüğünde, yerine nâib olarak bıraktığı oğlu Ebû Bekr, kendisini şehre sokmak istemediği için onunla savaşmak zorunda kaldı. Sa’d Moğollarla yoğun bir mücadele içerisine giren Harizmşah’a bağlılığını sürdürmek zorunda kalmadı. Ancak daha sonra Kirman ve Irak-ı Acem’i ele geçiren Harizmşah’ın oğlu Pirşah, müstahkem kaleler dışında, Şiraz dahil Fars’ı da işgâl etti. Atabey Sa’d, Fars’a gelen Celaleddin Harizmşah’a bağlılık arzedince, kaybettiği yerleri geri aldı. Sa’d 1226’da vefat etti. Atabey Ebû Bekr ve Atabeyliğin Sonu Sa’d’ın yerine oğlu Ebû Bekr geçti. Ebû Bekr, ilk yıllarda Şebânkârelerle mücadele ettiyse de başarılı olamadı. Celaleddin Harizmşah 1228’de, Isfahan önünde Moğollarla karşılaştığı sırada, yanında Atabey Ebû Bekr de bulunuyordu. Yenilen Moğol ordusunun takibi sırasında bir kısım kuvvetleri baskına uğrayan atabey Şiraz’a 8. Ünite - Atabeylikler 167 döndü. Ebû Bekr, yaklaşan Moğol tehlikesini bertaraf etmek için, kardeşini Moğol hanı Ögedey’e gönderdi ve itaatini bildirdi. Ögedey bundan memnun olarak Fars’ın idaresini ona bıraktı. Ebû Bekr, buna karşılık senelik otuz bin dinar haraç verecekti.Atabey, Hürmüz adası hâkimiyle anlaşarak düzenlediği sefer sonunda, Basra körfezindeki Kays adasına hâkim oldu (1229). Basra körfezindeki hâkimiyetini, Arabistan sahillerine kadar genişletti. Moğollara olan vaadlerini yerine getirerek, dostâne münasebetlerini devam ettirdi. Torunu Abiş Hatun’u Hülâgû’nun oğlu ile nişanladı. Ancak Moğollar’a ödenen haraçlar yüzünden vergileri artırılan ahali canından bezmiş durumdaydı. Ebû Bekr, Şiraz’da 1260’ta öldü. Ebû Bekr’in yerine oğlu II. Sa’d geçtiyse de on iki gün sonra öldü. Onun yerine henüz çocuk olduğu için, annesi Bibi Terken Hatun’un nâibliğinde Muhammed getirildi. Terken Hatun, devlet idaresini ele aldı ve halkın refahını sağlamaya, ülkeyi karışıklıklardan korumaya çalıştı. Muhammed’in atabeyliği 1262’de ölümüyle sona erdi. Muhammed’in yerine devlet erkânı ve ordunun kararı ile Muhammedşah geçti. Muhammedşah, tahta geçer geçmez Terken Hatun’u yok sayarak duruma hâkim oldu. Muhammedşah, Moğollarla barışı değil mücadeleyi tercih ediyordu. Bu yüzden Hülâgu’nun, huzuruna gelmesi için yaptığı davete icabet etmedi. Bu fırsatı kaçırmayan Terken Hatun, emirlerle birleşerek Muhammedşah’ı yakalatıp Hülâgu’nun yanına gönderdi. Muhammedşah’ın sekiz ay süren kısa atabeyliğinden sonra yerine ağabeyi Selçukşah geçti. Selçukşah, tahta geçince kendisi için tehlikeli gördüğü bazı devlet adamlarını ortadan kaldırdı. Kudreti dolayısıyla siyasette önemli bir rolü olan Terken Hatun’la evlendi. Ancak Selçukşah’ın Terken Hatun’u aşağılaması ve sonra öldürtmesi Salgurlu Atabeyliğinin yıkılışını çabuklaştırdı. Nitekim Selçukşah, Şiraz’daki Moğol komutanlarını da bertaraf edince, Hülâgû’nun gönderdiği kuvvetler tarafından yakalanarak öldürüldü (1263). Selçukşah’ın ölümünden sonra tahta II. Sa’d’ın kızı Abiş Hatun geçti. Abiş Hatun’un atabeyliğinin ilk aylarında, Kadı Şerefeddin İbrahim ayaklandı ise de, isyan kısa sürede bastırıldı ve taraftarları dağıtıldı. Abiş Hatun, daha sonra Hülâgu’nun yedi yaşındaki oğlu Mengü Timur ile göstermelik olarak evlendirildi. Abiş Hatun, yaşının küçük olması dolayısıyla idarî işlere karışmıyordu. Fars’ı, bir şahne aracılığı ile Moğollar yönetmekteydi. İlhanlı hükümdarı Ahmed Teküdar, Fars’ın devamlı karışıklık içinde bulunması ve bölgedeki Moğol devlet adamlarının yetersizliği sebebiyle, yanında tuttuğu Abiş Hatun’un Şiraz’a dönmesine izin verdi (1284). Bir süre sonra, Moğollar tarafından bölgeyi idare etmek için gönderilen nâibin öldürülmesi sebebiyle, Abiş Hatun, hükümdar Argun tarafından huzura çağırıldı. Tebriz’de muhakeme edilen Abiş Hatun, Han’ın gelini olduğu için cezalandırılmadı ama Şiraz’a dönmesine de izin verilmedi. Nihayet Hatun 1286 senesinde ölünce, Fars’ta Salgurlu hâkimiyeti son buldu ve bölge resmen Moğol idaresi altına girdi. Teşkilatta olduğu gibi kültür hayatında da Selçuluların mirasçısı olan diğer atabeylikler gibi, Salgurlular da zengin imar faaliyetleriyle Fars’ı donattılar. Moğolların Harezmşahları ortadan kaldırması üzerine Salgurlular Moğolların idaresini kabul ettiler. Onların bu siyaseti bölgeyi bir süre daha Moğolların saldırılarından korudu. Salgurluların başşehri Şiraz, Moğolların önünden kaçan birçok ilim adamı ve edibin sığınağı oldu. Salgurluların ilim ve sanat hâmiliği, Şiraz’ı bir kültür merkezi haline getirdi. 168 Büyük Selçuklu Tarihi Özet Atabeyliklerin sistem içerisindeki yerini tanımlayabilecek, Selçuklu sultanları oğullarını (şehzâde) eğitmeleri için bilgi ve tecrübeleri ile temayüz etmiş emirleri görevlendirirlerdi. Bu hocalara atabey denirdi. Atabeyler, melikle birlikte kendilerine verilen ikta bölgelerine gider, onun adına bölgeyi idare ederlerdi. Atabeyi oldukları melik adına saltanat davasına girer, kaybetmeleri hâlinde bulundukları bölgede, merkezle bağlarını olabildiğince zayıflatarak, zamanla kendi hanedanlarını kurarlardı. Bu atabeylikler ne kadar güçlü olursa olsunlar, nihaî olarak Selçuklu sultanlarına tâbi idiler. Selçuklular zamanında bu şekilde Dımaşk, Musul, Fars ve Azerbaycan Atabeylikleri kurulmuştur. Toğteginliler’in tarihçesi ve tarihî önemini açıklayabilecek, Suriye meliki Tutuş’un, oğlu Dukak’a atabey olarak tayin ettiği Türkmen beyi Toğtegin tarafından kurulmuştur. Dukak’ın da kendi oğlu Tutuş’a atabey yaptığı Toğtegin, melik çocuk yaşta olduğu için tüm yetkileri elinde topladı. Melikin ölümü üzerine yönetimi kendisi devraldı. Sultan Tapar tarafından Suriye valiliği onaylanan Toğtegin döneminin en önemli meselesi Haçlılarla mücadele idi. Toğtegin’in yerine geçen oğlu Böri de Haçlılara karşı mücadeleyi sürdürdü. Diğer taraftan Dımaşk’ta faaliyetlerini arttıran Batınîleri şiddetle takibata uğrattı. Ancak onlar tarafından uğradığı bir suikastte hayatını kaybetti. Yerine geçen oğlu İsmail Haçlılara karşı başarılı bir şekilde mücadele etti. Atabeyliğe ait bazı toprakları geri aldı. Bir suikaste uğradıktan sonra takip ettiği sert siyaset ve Dımaşk’ı teslim etmek üzere Zengi’yi davet etmesi öldürülmesine sebep oldu. Yerine geçen kardeşi Mahmud, Musul atabeyi Zengi’nin yoğun baskılarına maruz kaldı. Trablus Kontluğu ve Kudüs Krallığına karşı başarılı savaşlar yaptı. 1139’da kendi adamlarınca öldürüldü. Emir Üner’in tertibi olduğu tahmin edilen bu olaydan sonra, Ba’albek valisi olan kardeşi Muhammed atabey ilân edildi. Bu dönemde atabeylik, vezirliğe getirilen Üner’in tahakkümü altına girdi. Zengi bir kere daha Dımaşk’ı almayı denedi ama başarılı olamadı. Son atabey Abak zamanında Üner’in nüfuzu daha da arttı. Zengi’nin baskısı Üner’i, Kudüs krallığı ile vergi ödemek şartıyla bir anlaşma yapmak zorunda bıraktı. Dımaşk, Zengi’nin Urfa’yı fethi üzerine gelen İkinci Haçlı orduları tarafından da kuşatıldı. Abak, veziri Üner’in ölümünden sonra Nureddin Mahmud’a teslim oldu (1154). Böylece atabeylik tarihe karıştı. Zengiler’in tarihçesi ve tarihî önemini belirleyebilecek, Melikşah’ın kumandanlarından Aksungur’un oğlu olan Zengi, Irak Selçuklu sultanı Mahmud tarafından iki oğluna atabey ve Musul’a vali olarak tayin edilmişti (1127). Zengi Haçlılar ile savaşmak için Müslümanlar arasında siyasî birlik kurmaya çalıştı. Van Gölü havzasından Şehrizor’a, Irak ve Suriye’nin bir kısmına hâkim oldu. Urfa’yı fethedip kontluğun Fırat’ın doğusundaki topraklarını fethetti (24 Aralık 1144). 1146’da Câber kalesini kuşatırken kendi kölesi tarafından öldürüldü. Musul Atabeyliğine ait topraklar ikiye bölündü. Musul Kolu: Zengi’nin büyük oğlu Seyfeddin Gazi, Musul merkez olmak üzere Irak’a hâkim oldu. Kısa atabeylik döneminde Nureddin’le birlikte Haçlılarla ve Zengi’nin ölümünü fırsat bilerek topraklarına saldıran Artuklularla mücadele etti. Seyfeddin Gazi ölünce (1149) yerine kardeşi Mevdud geçti. 20 yıllık uzun atabeylik dönemi babası zamanından kalan tecrübeli adamlarının da sayesinde huzurlu geçti. Nureddin Mahmud’un Haçlılara karşı yaptığı tüm savaşlara yardım etti. Irak Selçuklu sultanı Muhammed’in Bağdad kuşatmasına da tâbiyet gereği asker gönderdi. Yerine Nureddin Mahmud’un da desteğiyle oğlu II. Seyfeddin Gazi geçti (1169). Musul’a hâkim olmak isteyen kardeşi II. İmadeddin Zengi’ye ise Sincar verildi. Böylece atabeyliğin Sincar’da da bir şubesi kurulmuş oldu. Seyfeddin Gazi, Nureddin’in ölümü üzerine bir yandan topraklarını genişletirken, diğer yandan Selahaddin Eyyûbî’nin Suriye’yi ele geçirmesine karşı mücadele etti. Ölünce yerine kardeşi İzzeddin Mesud atabey oldu (1180). Melik Salih’in vasiyeti üzerine Halep’i topraklarına kattı ise de elinde tutamadı. Atabeyliğe ait toprakların bir kısmını ele geçiren Selahaddin’e daha fazla direnemeyerek tâbiyet arz etti. Mesud’un yerine geçen oğlu Nureddin Arslanşah’ın dönemi hanedan mensupları ve Eyyûbîlerle mücadeleyle geçti. 1199’da Arslanşah’ın atabeyi Kaymaz’ın ölümü üzerine Musul valisi olan Lü’lü, tüm gücü eline geçirdi. Arslanşah’ın 1211’de ölümünden sonra Lü’lü tarafından yerine geçirilen atabeyler, onun kuklası olmaktan kurtulamadılar. Lü’lü 1220’de Sincar’ı alarak Zengilerin buradaki hâkimiyetine son verdi. Erbil beyi Kökböri’nin, Musul atabeyliğini 1 2 3 8. Ünite - Atabeylikler 169 Lü’lü’ye ve Eyyûbîlere karşı korumak için girdiği mücadele de sonuçsuz kaldı. Mahmud’un da 1233’te ölümüyle, bölgenin hâkimiyeti Bedreddin Lü’lü’ye intikal etti ve Zengilerin Musul şubesi tarihe karıştı. Halep Kolu: İmadeddin Zengi ölünce oğullarından Nureddin Mahmud, Halep merkez olmak üzere Suriye’deki topraklarda hâkimiyetini kurdu. Zengi’den sonra tekrar Urfa’ya hâkim olan Haçlılardan şehri geri aldı. Haçlılara karşı başarılı savaşlar yaptı. Dımaşk atabeyliğine son vererek Suriye’yi kendi idaresi altında birleştirdi. Kardeşlerinin idaresindeki Musul’a da üstünlüğünü kabul ettirdi. Mısır’ı fethetmekle görevlendirdiği Salâhaddin Eyyubî, Fatımî halifeliğine son verdi. Nureddin 1174’te ölünce yerine oğlu Melik İsmail geçti. Ancak Musul atabeyliğinin müdahalesine rağmen Salâhaddin Eyyubî ülkesine hâkim oldu. İsmail’in ölümüyle Zengilerin Halep kolu sona erdi (1181). İldenizlilerin tarihçesi ve tarihî önemini açıklayabilecek, Kurucusunun adına nisbetle İldenizliler adı verilen atabeylik Azerbaycan/Arran, Cibal ve kuzeybatı İran’da hüküm sürmüştür. Şemseddin İldeniz aslen Kıpçak Türklerindendir. Irak Selçuklu sultanı Mesud (1136-1152)’un hizmetine girdikten sonra, liyakâti sayesinde hızla yükseldi ve Sultan Mesud tarafından Arran valiliğine atandı. 1146’dan itibaren Selçuklulara bağlı, fakat inisiyatif alabilecek bir yetkinlikle Azerbaycan’ı idare etti. Bir süre sonra Irak Selçuklu tahtında yaşanan mücadelelerde belirleyici kişi haline geldi. 1161’de Arslanşah’ı tahta geçirdi. Sultanla birlikte Gürcülere karşı büyük başarılar kazandı. Selçukluların Irak, el-Cezire, Cibâl, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Kirman’da hâkimiyetinin sürmesi konusunda önemli hizmetleri oldu. Ölünce yerine büyük oğlu Cihan Pehlivan atabey oldu (1175). Arslanşah vefat edince yerine oğlu Tuğrul’u geçirdi, Selçuklu devletinde babasından daha fazla nüfuz sahibi oldu. Pehlivan, Halifenin ve Salâhaddin Eyyûbî’nin rekabeti karşısında, Harizmşah Tekiş’le dostluk kurdu. Kendisinden sonra yerine kardeşi Kızıl Arslan geçti (1186). Sultan Tuğrul’u hapse atan Kızıl Arslan, halifenin teşviki ile saltanatını ilân etti. Fakat bunu hayatı ile ödedi. Yerine yeğeni Kutluğ İnanç geçti. Hapisten kurtulan Sultan III. Tuğrul Kutluğ İnanç’ı mağlup ederek Irak Selçuklu tahtını tekrar ele geçirdi. Fakat atabey, Tekiş’ten sağladığı yardımla Sultan Tuğrul’u bertaraf etti (1194). Ancak Halifenin tahriki ile bu defa Tekiş’le mücadeleye giren Kutluğ İnanç da öldürüldü (Mayıs 1196). Yerine diğer kardeşi Ebû Bekr geçti. Meraga’yı alarak Ahmedilî hanedanına son verdi (1211). Ancak idarî yetenekleri kısıtlı olan Ebû Bekr zamanında ülkesi, Halife-Harizmşahlar-gulâm ümera ve Gürcüler’in mücadele alanına döndü. Ebû Bekr ölünce kardeşi Özbek atabey oldu. Halife, Harizmşahlara karşı denge unsuru olarak Özbek’in tarafında yer aldı. Ona muhaliflerine karşı ordu bile gönderdi. Atabey buna rağmen Harizmşah Muhammed’e tâbi olmak zorunda kaldı. Moğol istilâsı sebebiyle ortaya çıkan kriz ve Gürcü istilâsı karşısında aciz kaldı. Toprakları Harizmşah tarafından işgâl edildi. 1225’de ölümü üzerine sağır ve dilsiz oğlu Kızıl Arslan atabey oldu. Onun 1228’de ölmesi üzerine fiili olarak çökmüş olan atabeylik sona erdi. Salgurluların tarihçesi ve tarihî önemini değerlendirebilecek bilgiler kazanacaksınız, İran’ın Fars bölgesinde Oğuzların Üçok boyuna mensup Salgur veya Salur kabilesi tarafından kurulan bir atabeyliktir. Tuğrul Bey zamanında Selçukluların eline geçen Fars, Irak Selçukluları zamanında da onlara bağlı atabeylerin hâkimiyetine girdi. Sungur, Fars meliki Melikşah’ın atabeyiydi. Melikşah’ın keyfî idaresine isyan edip, 1148’de Melikşah’ı yendi. Şiraz’ı ele geçirerek atabeyliğin temellerini attı. Irak Selçuklularının taht mücadelelerine müdahale etti. Oğlu Tuğrul küçük olduğundan yerine kardeşi Zengi geçti. Onun zamanında Salgurlular, Irak Selçuklularına tâbi oldular. Tekle zamanında Harezmşahlardan kaçan Oğuzlar, Kirman ve Fars’ı istilâ ettiler. Tekle’nin kardeşi Atabey Sa’d’ın İldenizlilerle, Kirman’a hâkim olduğu sırada burayı istilâ eden Oğuzlarla münasebetleri oldu. Harizmşah Muhammed’e karşı girdiği mücadelede yenilip ona bağlılığını bildirdi. Sa’d ‘ın yerine geçen oğlu Ebû Bekr, Moğollara karşı Celâleddin Harizmşah’ın yanında yer aldı. Fakat sonra Moğol Hanı Ögedey’e bağlılık bildirdi. Bu sayede hâkimiyetini Hindistan’da Kenbâyet ve Arabistan sahillerine kadar genişletti. Atabey Muhammed’in yaşının küçük olması sebebiyle nâibliği annesi Bibi Terken Hatun’a verilmişti. Atabeyliğin bundan sonraki tarihi, Moğollara bağlılığı sürdüren Terken Hatun sayesinde nisbeten huzurlu geçti. Moğol idaresine başkaldıran Atabey Selçukşah kısa sürede bertaraf edildi. Hülagû’nun gelini olan Abiş Hatun zamanında, yaşı küçük olduğu için ülkeyi Moğol nâibler idare ediyordu. Moğol idarecilerinin öldürülmesinden sorumlu tutulan son atabey Abiş Hatun’un merkeze alınması ve 1286’da ölümü üzerine hanedan ortadan kalktı. 4 5 170 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Atabeylerle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Sultanların oğullarına tayin ettikleri eğitmenlere atabey denirdi. b. Atabeylere ikta toprakları verilirdi. c. Şehzâde adına okunan hutbede Selçuklu sultanı ve Abbasî halifesinin adı bulunurdu. d. İlk Atabeylik Dımaşk’da kurulan Toğteginlilerdi e. Atabeylikler bağımsız devletlerdi. 2. Dımaşk Atabeyliği ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Komşuları olan Haçlılarla mücadele etmişlerdir b. Batınîler, Dımaşk Atabeyliği topraklarında faaliyet göstermişlerdir. c. Antakya-Kudüs hattının Haçlıların eline geçmesini engellemişlerdir. d. Toğtegin zamanında Musul Atabeyliğine bağlanmışlardır. e. Zaman zaman Haçlılar ile ittifak ve anlaşmalar yapmışlardır. 3. Atabey Zengi’nin Urfa’yı fethi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Urfa Haçlı kontluğu tamamen yıkıldı. b. Kontluğun Urfa ve Fırat’ın doğusundaki toprakları fethedildi. c. Şehirdeki Hıristiyanlara dokunulmadı ama Haçlılar tasfiye edildi. d. Bu yüzden İkinci Haçlı seferi düzenlendi. e. Urfa’ya askeri bir vali atandı. 4. Nureddin Mahmud’un tüm icraâtı dikkate alındığında aşağıdakilerden hangisi onun ulaştığı nihaî hedefi tanımlar? a. Urfa’da çıkan isyanı bastırması b. Dimaşk Atabeyliğini ortadan kaldırması c. Musul Atabeyliğine üstünlük sağlaması d. Irak-Suriye ve Mısır’ı kendi idaresi altında birleştirmesi e. Haçlılara karşı büyük başarılar kazanması 5. Musul Atabeyliğinin yıkılışı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Nureddin Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı. b. Arslanşah’ın atabeyi olan Lü’lü’nün baskısı neticesinde yıkıldı. c. Atabeyliğe Moğollar tarafından son verildi. d. Selahaddin Eyyûbî Musul’u ele geçirince hanedan sona erdi. e. Nureddin Mahmud’un yerine geçecek oğlu bulunmadığından tarihe karıştı. 6. İldenizlilerle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Büyük Selçuklu sultanlarının atabeyleridir. b. Gürcülerle mücadele etmişlerdir. c. Irak Selçuklu hanedanına son vermişlerdir. d. İldenizliler Harizmşahlar tarafından yıkılmıştır. e. Selçuklu sultanlarına karşı Halife tarafından desteklenmişlerdir. 7. Aşağıdaki olaylardan hangisi İldenizliler döneminde geçen bir olaydır? a. Halife Müştarşid’in öldürülmesi b. Pehlivan’ın Bağdad’ı kuşatması c. Atabey Kızıl Arslan’ın kendisini sultan ilan etmesi d. Musul Atabeyliğinin Irak Selçuklularına bağlanması e. Sultan Sancar’ın Hemedan’ı alması 8. İkinci Haçlı seferinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Kudüs’ün Haçlılar eline geçmesi b. Abbasî halifeliğinin Orta Doğu’da hâkimiyetini güçlendirmesi c. Suriye’de Müslümanların tekrar hâkimiyet kurmaları d. İmadeddin Zengi’nin ölmesi e. Urfa’nın İmadeddin Zengi tarafından fethedilmesi 9. Salgurlular ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Fars’ta hüküm sürmüş bir atabeyliktir b. Oğuzların Salur boyuna mensuplardır c. Büyük Selçuklu Devletine tâbi olmuşlardır d. Bir dönem Harizmşahlara bağlanmışlardır e. Moğollar tarafından yıkılmışlardır 10.Atabeyliklerle ilgili eşleştirmelerden hangisi doğrudur? a. Salgurlular -Azerbaycan b. İldenizliler -Fars c. Zengiler- Mısır d. Toğteginliler -Irak e. Zengiler -Irak ve Suriye 8. Ünite - Atabeylikler 171 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Toğteginliler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise “Zengiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Zengiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “ Zengiler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “İldenizliler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “İldenizliler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. e Yanıtınız yanlış ise “Zengiler “konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “Salgurlular” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Dımaşk Atabeyliği, Haçlıların Suriye ve Filistin’de kurdukları ve İslâm dünyasının kalbine bir hançer gibi saplanan devletçiklere karşı bir kalkan görevi yaptı. Onların mücadelesi sayesinde Antakya’dan Kudüs’e kadar uzanan sahanın Haçlıların elinde birleşmesi engellenmiş oldu. Ayrıca Büyük Selçuklular’ın halefi olarak yüksek bir medenî gelişimin de temsilcisi oldular. Sıra Sizde 2 Haçlıların Yakındoğu’da bir takım siyasî teşekküller kurup yerleşmeleri ve varlıklarını sürdürme gayretleri, Müslümanlarla sürekli bir mücadeleye sebep olmuştu. İslâm Dünyasının siyasî önderleri konumunda olan Türkler Urfa-Antakya-Kudüs hattının tümüyle Haçlıların eline geçmesini engelleyen büyük başarılar kazanmışlardı. Ancak Urfa’nın fethi ilk kurulan Haçlı kontluğunun yıkılması bakımından her iki tarafta da ciddî psikolojik etki yaptı. Hıristiyanlar telâşla yeni bir sefere çıkarken, Türkler artık Haçlılara karşı psikolojik ve askerî üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Urfa’nın fethi ile cihâd meşalesi ateşlenmiş oldu. Sıra Sizde 3 Sünnî İslâm Dünyasında siyasî gücün meşruiyetinin, yani yasallığının kaynağı, bu alanda otorite olarak kabul edilen Abbasî Halifesinin verdiği onaydı. Bu tasdikin başlıca göstergesi, talepte bulunan sultan/emir/ melik vb. için Bağdad ve çevresinde hutbe okutulmasıdır. Bu yüzden atabeyler de sultanlar gibi, hiyerarşide sultandan sonra olmak şartıyla, siyasî mevkilerinin tasdiki anlamına gelen bu kuralın yerine gelmesini talep etmişlerdir. Sıra Sizde 4 İldenizlileri diğer atabeyliklerden ayıran en önemli fark, meliklerin değil, Sultanların atabeyleri olmalarıdır. Toğtegin Melik Dukak’ın, Zengi Melik Alp Arslan’ın, Sungur Fars meliki Melikşah’ın atabeyleri idiler. İldenizliler ise Irak Selçuklu sultanlarının atabeyleri olup, devletin bizatihi içerisinde hüküm sürdüler. Yararlanılan Kaynaklar Alptekin, Coşkun (1978), The Reign of Zangi (521-541 / 1127-1146), Erzurum. Alptekin, Coşkun (1985), Dımaşk Atabegliği (Toğteginliler), İstanbul. Merçil, Erdoğan (1992), “Salgurlular” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, VIII, İstanbul, 19-62. Merçil, Erdoğan (1992), “İldenizliler” Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, VIII, İstanbul, 81-110 Öğün Bezer, Gülay (2000), “İldenizliler”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXII, 82-84. Şeşen, Ramazan (1983), Salâhaddin Devrinde Eyyûbîler Devleti, İstanbul. Amaçlarımız 9 Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu Devlet anlayışı içerisinde hakimiyetin hukukî dayanağını analiz edebilecek, Metbû-tâbî ilişkilerini açıklayabilecek, Gulâm sisteminin Selçuklulardaki yeri ve önemini belirleyebilecek, İktâ sisteminin Selçuklular için ne ifade ettiğini değerlendirebilecek, Selçuklu ordusunun kaynaklarını belirleyebilecek bilgi ve becerilere sahip olacaksınız. Anahtar Kavramlar • Hanedan • Sultan • Metbû ve Tâbî • Melik • Dîvân • Gulâm • Mîrî Arazi • İktâ • K¯adi’l-kudât • Nizâmülmülk • Vezaret İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı • GİRİŞ • HANEDAN VE SULTAN • SARAY TEŞKİLATI • MERKEZ (HÜKÛMET) TEŞKİLATI • EYALET TEŞKİLATI • ASKERÎ TEŞKİLAT • ADLÎ TEŞKİLAT BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ GİRİŞ Selçuklu Devlet Teşkilatı Tarihinin Kaynakları Selçuklu devlet yapısını anlatan, Selçuklular’la çağdaş bir eser mevcut olmadığı gibi, devlet arşivleri de günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle devlet yapısının bazı yönlerini ve ayrıntılarını tespit etmekte güçlük çekilmektedir. Konu ile ilgili tabiatiyle ilk akla gelen vezir Nizamülmülk’ün Siyasetnâme adlı meşhur eseridir. Bu eser devlet teşkilatını tanımamız konusunda büyük bir boşluğu doldurmakta ise de, aslında yürürlükte olan yapıyı değil, olması gerekeni anlatan bir kaynaktır. Çünkü Siyasetnâme Sultan Melikşah’ın işlerin düzgün gitmesi ve doğru karar verebilmek için, hükümdarların uyguladıkları kanun ve adetleri, görülen aksaklıkları ve alınması gereken tedbirleri ihtiva eden bir eser yazmasını istemesi üzerine ortaya çıkmıştır. Bu nedenle eserden bu özelliği göz önünde bulundurularak ve diğer kaynaklardaki bilgilerle karşılaştırılarak faydalanılmalıdır. Siyasetnâme’den sonra konu ile ilgili en önemli kaynaklar atama fermanlarından metin örneklerinin toplandığı münşeât mecmuaları ile yazım kurallarını ihtiva eden inşâ kitaplarıdır. Müntecebüddin el-Cuveynî’nin Atebetü’l-Ketebe’si, Leningrad Münşeât Mecmuası, Evoğlı Haydar Beğin Mecmau’l-İnşâ’sı ve Nizâmî-i Arûzî’nin Çahâr Makale’si bunların başlıcalarıdır. Kâtiplere kılavuzluk etmesi için hazırlanan bu eserlerden, atama yapılan makamların özellikleri, yetkileri vs. hakkında bilgi edinebilmektedir. Dönemin siyasî olaylarını anlatan kroniklerden ise, muhtelif mevkilerdeki devlet adamları hakkında verilen bilgilerden, onların görev alanlarını belirlemek mümkün olmaktadır. er-Râvendî’nin Râhatu’s-Sudûr’u, Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin Mir’âtu’z-Zaman’ı, el-Huseynî’nin Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye’si ve el-Bundârî’nin Zubdetu’n-Nusre’si bu tür eserlere örnek olarak verilebilir. Sultanın, hanedan üyelerinin ve tâbîlerin bastırdıkları sikkeler ve yaptırdıkları abideler üzerindeki kitabeler ise unvan, lâkap ve künyeleri, hakimiyet alanları, metbûluk-tâbîlik ilişkileri ve iktisadî durum hakkında başvurduğumuz en güvenilir kaynaklardır. Selçuklu Devleti ve Komşuları 1040 Dandânâkan savaşından sonra resmen kurulup ilân edilen Selçuklu Devleti doğuda Karahanlılar, güneyde Gazneliler gibi devrinin büyük devletleri ve İran’da bazı islâm hanedanları ile komşu oldu. Merv’deki kurultayda yapılan iş bölümü Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 174 Büyük Selçuklu Tarihi doğrultusunda başlayan fetihlerle kısa zamanda İran, Irak, Suriye, Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da Selçuklu hakimiyeti sağlandı. İran’daki irili ufaklı bir çok mahallî hanedan veya emirlik de, Tuğrul Bey zamanında devlete tâbî kılındı. Irak’ta ise Abbasî Devleti/Halifeliği bulunmaktaydı. Halifenin davetiyle Bağdad’a giren Selçuklular, buradaki Büveyhî tahakkümünü sona erdirdiler. Abbasî Hilâfeti ile ilişkiler, bu vesile ile başlangıçta dostane başlamışsa da hep böyle devam etmemiş, zaman zaman gerginlikler ve krizler de ortaya çıkmıştır. Büyük Selçuklu Devletinden ilerleyen zaman içinde dört bölgesel Selçuklu hanedanı doğmuştur. Selçuklu hanedan üyeleri tarafından ve Büyük Selçuklulara tâbî olarak kurulan bu şubeler, kuruluş sırasına göre Kirman (1048), Türkiye (1075), Suriye (1078) ve Irak Selçuklu (1119)larıdır. Bunlardan Türkiye Selçukluları bağımsız olarak kurulmuş, diğerleri Büyük Selçuklu Devletine sonuna kadar tâbî kalmışlardır. XII. yüzyılın başlarında, Suriye ve Irak Selçuklularının toprakları üzerinde merkezî otoritenin zayıflamasına paralel olarak atabeglik adı verilen bazı hanedanlar ortaya çıktı. Bunların başlıcaları Togteginliler (Suriye), Zengîler (Cezîre ve Suriye), İldenizliler (Âzerbaycan), Salgurlular (Fars)’dır. Selçuklular’ın mücadele ettiği gayrimüslim güçler ise Anadolu’da Bizans, Kafkasya’da Gürcüler, Doğu Anadolu’da Ermeniler ve Türkistan’da Karahıtaylar’dır. Hanedan, Gulâm ve İktâ Sistemi Büyük Selçuklu Devleti ve diğer şubelerde de, devlet teşkilatının temelinde üç ana unsurun bulunduğu görülür. Bunlar tarih boyunca yaygın bir yönetim tarzı olan monarşinin tepesindeki hanedan ile bütün devlet mekanizmasının kaynağını teşkil eden gulâm ve iktâ sistemidir. Aslında bu üç temel unsur bazı farklılıklar olmakla birlikte genellikle Ortaçağ İslam devletlerinin hepsinde mevcuttur. Bunların önemi ve özellikleri bilinmeden devlet yapısını anlamak mümkün değildir. Toplum tarafından kabul görmüş, meşrû kabul edilmiş hanedan, devlet başkanı sultanın ve müstakbel sultan adayları olan, eyalet yöneticisi şehzadelerin kaynağını oluşturur. Hanedanın bu özelliği onu tartışmasız ve alternatifsiz kılar. Ancak bununla birlikte hanedan üyeleriyle sınırlı olsa da, ölen sultanın yerine kimin geleceğinin belirsizliği, sayısız şehzade isyanını ve iktidar mücadelesini körüklemiştir. Ortaçağ İslam devletlerinde yaygın olarak uygulanan ve köle temini ile esir alma yoluyla oluşturulan gulâm sisteminin Selçuklulara Gaznelilerden intikal ettiği anlaşılmaktadır. Bu sistem saraya, merkez ve eyalet bürokrasisine, orduya eğitimli ve nitelikli personel yetiştirmekte idi. Kuruluş aşamasında ve ilk dönemlerde Bozkırlı-Türk hüviyeti ağır basan Selçuklu Devleti, daha ziyade Türkmenlere dayanmakta idi. Yani devlet bir anlamda boylar birliğinden oluşuyordu. Ancak Türkmenlerin devlet nezdinde doğrudan değil de, beyleri vasıtasıyla temsil edilmesi, devlete sundukları büyük hizmetlerin yanısıra beylere, temsil ettikleri güç oranında devleti sarsmak imkânı da veriyordu. Selçuklu sultanlarının zaman içerisinde, devletin kuruluşunda kendileri kadar hizmet etmiş boy beyleri yerine gulam unsurları tercih etmelerinin başlıca sebeplerinden biri budur. Keza bazı farklılıklarla Ortaçağ İslam devletlerinde de uygulanan iktâ sistemi, Selçuklu devlet teşkilâtının temel taşlarındandır. Devlet mülkiyetinin esas alındığı toprak sisteminin (mîrî arazi) bir sonucu olan iktâ, maliyenin uyguladığı gelir Mirî arazi mülkiyet hakkı devlete, yani hazineye ait olan topraklara denir. Bu toprakların işletme hakkı geçici tapu ile reayaya verilirdi. İkta ise bu şekilde işletilen toprağın gelirlerinin bir kısmının maaş karşılığı olarak devlet görevlilerine tahsis edilmesidir. 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 175 vergisi toplama usulü yanında, taşra (eyalet ve vilayet) yönetimi ve savaş zamanı asker toplamayı birlikte sağlayan kapsamlı bir sistemdir. Hükümdar, saray, hükûmet (bürokrasi), taşra yönetimi, maliye, vergi ve ordu gibi devletin bütün organlarına kaynaklık ve nüfuz etmesi, bu üç müessesenin devlet yapısındaki önemini fazlasıyla ortaya koymaktadır. HANEDAN VE SULTAN Hakimiyetin Hukukî Dayanağı (Meşrûiyet) İslâm öncesi Türklerde hükümdarlık yetki ve gücünün veya siyasî iktidarın (kut) Tanrı tarafından verildiğine (karizmatik hakimiyet); yani hükümranlığın ilâhi bir kaynağa dayandığına inanılmaktaydı. Nitekim “Benim hükümdar olmam Tanrı tarafından kararlaştırıldı”, “Tanrı istediği için, kut’um olduğu için kagan oldum” gibi birçok ifadeye Hun ve Göktürk kaynaklarında da rastlanmaktadır. Bu anlayışın İslâmiyeti kabul ettikten sonra da devam ettiği görülür. Selçukluların çağdaşı olan Karahanlı ülkesinde yazılan Kutadgu Bilig’de “Bey! Bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin; onu sana Tanrı verdi... Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar.” sözü, bunu açık bir şekilde gösterir (Kafesoğlu, 1984). Sultan Alp Arslan ve Melikşah’ın veziri Nizamülmülk ise, Allah’ın her asır halktan birini seçtiğini, onu padişahlara layık vasıflarla süslediğini, insanların onun adaletinden nasiplensinler, güvende olsunlar ve böylece devletin bâki olmasını dilesinler diye, dünya işleri ve huzuru temin etmesi için onu görevlendirdiğini belirtir (Nizâmü’lMülk, 1982). Ayrıca devleti kuran veya başına geçen hükümdarın ancak Tanrı’nın gönderdiği, “kut” verdiği bir soyun mensubu olması gerektiğine de inanılmaktaydı. Bunun için Türk ve Moğol hanedanları kendilerini hep böyle bir soya dayandırmaya ihtiyaç duymuşlardır. Han soyunun ilahi bir lütuftan kaynaklanan karizmatik gücü ve ayrıcalığı vardı. Bu inanışın da, yani hükümdarın asil, ilahî bir lütufa mazhar olmuş, meşrûiyetini kabul ettirmiş bir aile (hanedan) üyesi olması zorunluluğunun İslamdan sonra da devam ettiği görülür. Ancak Türk hükümdarının kut sahibi varsayılması onu hesap sorulamaz-mutlakiyetçi ve yarı-tanrı bir despot yapmazdı. Kut ilahî bir lütuf olmakla birlikte, layık olmayandan geri alınacağına da inanılırdı. Bu yüzden de hükümdar töreye bağlı kalmak ve ona göre hesap vermek mecburiyetinde idi. Nitekim Oğuz boylarından çıkmış bütün hanedanlarda olduğu gibi Selçuklu hanedanının da kendilerini destanî Oğuz Han’a dayandırmaları, bu inanışın bir sonucudur. Selçuklular 24 Oğuz boyundan biri olan Kınık’tan, Osmanlılar ise Kayı’dan geldiklerini kabul ederler. Selçuklu Hanedanının Ortaya Çıkışı Selçuklu devletinin adını aldığı şahsiyet Temür-yalığ unvanlı Dukak’ın oğlu ve Oğuz Yabgusunun sübaşısı Selçuk Bey’dir. Selçuk Bey hakkında bildiklerimiz, onun bir hanedanın oluşması ile ilgili yukarıda zikrettiğimiz özellikleri taşıdığını göstermektedir. Zira o Oğuzların Kınık boyuna mensuptur, bulunduğu ortamda önemli bir konumdadır. Onun bazı sebeplerle Yabgu’nun yanından ayrılarak Cend’e göçtüğünü, orada Müslüman olduğunu ve bu yeni kimliğiyle Oğuz Yabgusu ile mücadele ettiğini biliyoruz. Bütün bu süreçte onun karizmatik bir şahsiyete büründüğü, Oğuzların onun etrafında toplandığı görülmektedir. 176 Büyük Selçuklu Tarihi Sultanın Belirlenmesi ve Şehzade İsyanları Selçuk Bey’in şahsında oluşan bu karizma ve kut, vefatından sonra ailesine intikal etmiştir. Her ne kadar oğullarının büyüğü olan Arslan, yabgu unvanıyla ailenin reisi olmuş ise de, bu genel bir uygulama haline gelememiştir. Vefat eden “bey”, “yabgu” veya “sultan”dan sonra başa geçecek olan şahsın aile (hanedan) üyesi olması aksi düşünülemeyecek, öncelikli bir şarttır. Çünkü iktidarın kaynağı olan kut kan yoluyla geçmektedir. Ancak hanedanın çıkmazı da işte burada başlamaktadır. Bu durumda hangi hanedan üyesinin başa geçeceğinin belirlenmesinde bir kural oluşmamıştır. Selçuklu Tarihi boyunca, değişen şartlara göre, büyük oğul, en yaşlı hanedan üyesi, tayin edilen veliaht veya şu ya da bu sebeple herhangi bir şehzâdenin sultan olduğu görülür. Zaman zaman şehzade anneleri veya hanedan dışı güçler de bu konuda etkili olmuşlardır. Yani hanedan üyesi her şehzade sultan olabilir. Tabiatıyla bu telakki, siyasi tarihte hatırı sayılır bir yer tutan iktidar mücadelelerini, şehzade isyanlarını da körüklemiştir. Bu mücadelenin sonucunu belirleyici unsur ise hep güç üstünlüğü olmuştur. Hatta istisna da olsa bazen güçler denk olduğu zaman, Berkyaruk - Tapar mücadelesinde olduğu gibi, ülke ikiye bölünme noktasına gelmiştir. Sultan ve Abbasi Halifesi (İktidar ve Otorite) İslam tarihinde Dört Halife, Emevî ve Abbasîler’in ilk dönemlerinde “halife” Hz. Peygamberin vekili ile devlet başkanı anlamını birlikte taşımaktaydı; yani hem otorite, hem de iktidar (güç) sahibiydi. Sünnî Abbasî hilafetini tanımayan Şîî Fatımîlerde de durum aynı idi. Abbasî hilafetinde güç zamanla önce emîrü’l-ümerâlara, sonra da Selçuklu sultanlarına geçmiştir. Ancak bu gücün meşrûiyetinin dayanağı yine otorite sahibi olan halife olmuştur. Bununla birlikte gücü elinde tutanlar da zaman zaman otoriteyi dilediği gibi yönlendirmek imkânına sahip olmuşlardır. Selçuklu sultanları açısından baktığımızda; sultan ne kadar güç sahibi olursa olsun, Sünnî İslam dünyası üzerinde meşrûiyetini kabul ettirmek, dolayısiyle etkili olabilmek için otorite sahibi olan Abbasî halifesinin sultanlığını onaylamasına ihtiyaç duymaktaydı. Bu durum sultana, hem içerideki rakibi olan şehzadelere, hem de komşu devlet başkanlarına karşı büyük bir imtiyaz sağlamaktaydı. Ayrıca imparatorluğun hakim olduğu coğrafyanın müslüman halkı, zamanla sayıları artsa da Türkmenlerden ibaret değildi. Çoğunluğu oluşturan birçok farklı etnik topluluk vardı. Özellikle bunların devlete itaâtinin sağlanması konusunda geleneğe göre, halifenin sultanı tanımasının etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Halife bu iradesini Bağdat ve civarında okunan hutbelerde sultanın adını zikrettirerek göstermekteydi. “Metbû” Devlet ve “Tâbî”leri Tarihçilerin “Büyük” sıfatını vererek diğerlerinden ayırdetttikleri Selçuklu Devleti veya diğer bir ifadeyle Selçuklu İmparatorluğu metbû, yani tâbî olunan devlet konumundadır. O Selçuklu ailesinin kurduğu ilk ve sonra kurulan bölgesel Selçuklu şubelerinin de doğduğu devlettir. Selçuklu Devletinin tâbî (vassal)leri hakkında hanedan üyelerinin kurdukları Selçuklu meliklikleri, diğer Türk devletleri, Türk olmayan Müslüman devletler şeklinde bir derecelendirme yapılıyor ise de, tâbîliğe esas olan sadâkat ve güvenilirlik açısından bakıldığında bu tasnif kağıt üzerinde kalmaktadır. Çünkü şehzadeler her ne kadar sultanın oğulları veya kardeşleri iseBilindiği gibi, Hz.Muhammed’in, peygamberlik ve Medine’de kurulan devletin başkanı olmak gibi iki farklı görevi vardı. Onun irtihâlinden sonra yerine geçen halifelerin, doğal olarak peygamberlikle ilgili bir görev devralmaları söz konusu değildir. Ancak bir İslâm devleti söz konusu olduğuna göre, devlet başkanlarının da İslâmın kurallarını en iyi bilen ve uygulayabilecek niteliklere sahip kimseler olmaları gerekirdi. Allah’ın Resûlünün Halifesi unvanını kullanan dört halifenin, bu konudaki yetkinliği, sonradan tüm halifelerin dinî otorite veya dinî görevli oldukları algısına sebep olmuştur. Saltanatın karizmatik kaynağı gibi, hilafetin Hz. Muhammed’in de mensubu olduğu Kureyş soyundan gelmesi gibi şartlara bağlanmış olması, kuruma siyasî gücünün yanında, dinî bir otoritenin kaynağı olduğu görüntüsünü vermiştir. Devrin vassallık anlayışı çerçevesinde, kendisine bağlı olunan/olunmak zorunda kalınan otoriteye metbû denir. Tâbi, hutbe okutmak, para kestirmek, vergi ve asker vermek gibi şartları yerine getirerek, kendisinin üzerinde bir otoriteye bağlanan/ bağlanmak zorunda kalan kişi veya kuruma denir. Hanedan hiyerarşisinde hakandan sonra gelen görevlinin unvanıdır. 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 177 ler de, aynı zamanda rakipleridir. Tabiatı gereği tâbîlikte sadâkat ve süre düzensizdir. Aynı şekilde yükümlülüklerde de bir standart yoktur. Tâbî oluş şekline, yani kan dökülmeden kendi rızasıyla veya kılıç zoruyla olmasına göre yükümlülüklerin veya yaptırımların belirlendiği anlaşılmaktadır. Tâbîliğin en başta gelen ve en yaygın olan göstergesi, bölgesinde okunan hutbelerde ve daha sonra eğer bastırma hakkı tanınmış ise sikkelerinde (madenî para) metbûnun adının zikredilmesidir. Ancak siyasî tarih bilgilerimize göre, tâbî olduğunu bildiğimiz bazı hükümdarların bastırdıkları sikkelerde metbûnun adına rastlanmaz. Diğer tâbîlik yükümlülüklerini, vergi ödeme, istendiğinde asker gönderme, çocuklarından bir veya birkaçını metbûnun sarayına rehin gönderme şeklinde sıralayabiliriz. Büyük Selçuklu Devletinin bünyesinden dört mahallî Selçuklu şubesi daha doğmuştur. Bunlar Selçuklu hanedan üyelerinin Sultan tarafından atanması suretiyle, Büyük Selçuklulara tâbî olarak kurdukları Kirman, Suriye ve Irak Selçuklularıdır. Türkiye Selçukluları bağımsız olarak kurulmuş, diğerleri Büyük Selçuklu Devleti yıkılıncaya kadar ona tâbî olmaya devam etmişlerdir. Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar ve Gazneliler zaman zaman Selçuklulara tâbî olmak zorunda kalmışlardır. Bu tâbîlik dönemleri siyasî tarih bilgilerinden ve bastırdıkları sikkelerden takip edebilmektedir. Hârizmşahlar ise Hârizm’e gönderilen valilerin zamanla elde ettikleri imtiyazlarla tâbî hükümdar konumuna yükselmeleriyle ortaya çıkmıştır. Hârizmşah Atsız, Sultan Sancar’a karşı birkaç defa isyan etmiş, sonra yeniden tâbî olmak zorunda kalmıştı. Harizmşahlar ancak Irak Selçuklularının yıkılması üzerine bağımsız olabilmişlerdir. XII. yüzyılın ilk yarısında, Suriye ve Irak Selçuklularının toprakları üzerinde merkezî otoritenin zayıflamasına paralel olarak ortaya çıkan atabeglikleri de tâbîlere dahil edebiliriz. Ancak bunlar, dönemin şartlarına göre bazen doğrudan Büyük Selçuklulara değil, onun bölgedeki tâbî uzantısı olan Irak Selçuklularına tâbî olmuşlardır. Bunların başlıcaları Togteginliler/Böriler (Dimaşk), Zengîler (Cezîre ve Suriye), İldenizliler (Âzerbaycan), Salgurlular (Fars)’dır. Yine Büyük Selçuklu Devletinin güçlü olduğu dönemlerde gayri Türk mahallî hanedanlar da zaman zaman onlara tâbî olmuşlardır. Cibal ve Yezd’de Kâkûyîler, Sistan’da Nîmrûz Melikleri, Taberistan ve Cürcân (Gürgân)’da Ziyârîler, yine Taberistan ve Gîlân’da Bâvendîler, Kirmanşah ve civarı ile Luristan’da Annâzîler, Âzerbaycan’da Ravvâdîler, Irak, Cezîre ve Kuzey Suriye’de Ukaylîler ve Diyarbekir ve çevresinde Mervânîleri bu gruba örnek olarak verebiliriz. Sultan ve Saltanat Sembolleri Sultana mahsus olan herşey zamanla doğal olarak onun sembolü haline gelmiştir. Bunlardan tac ve taht sadece ona ait olan alâmetlerdir. İkinci grup semboller ise tâbîler veya diğer devlet adamları tarafından da kullanılmışlardır. Ancak sultana mahsus olanlar diğerlerinden daha yüksek, daha görkemli ve farklıdır. Bunlar unvan-lâkab-künye, hutbede adını zikrettirme, sikke bastırma, nevbet vurdurma, tuğra ve tevkî’, ok-yay, sancak, otağ ve saray, tıraz-hil’at, yüzük, kılıç, kemer, çetr, ğâşiye vs.dir. Bunlardan önemli ve özelliği olanları tanıyalım: Unvan-lâkab-künye: Unvan hükümdarın konumunu ifade eden ve isminin başına getirilen sıfat veya sıfat tamlamasıdır. Selçuklu liderleri önceleri bey, yabgu ve emir unvanlarını kullanmışlar; ilk hükümdar Tuğrul Bey ise hutbelerde 1038’den itibaren es-sultânu’l-muazzam, sikkelerde ise 1043/4’te es-sultân ve 1046/7’den başlayarak es-sultânu’l-muazzam unvanını kullanmıştır. Önceleri bazı devlet 178 Büyük Selçuklu Tarihi adamları tarafından düzensiz olarak kullanılan bu unvanı, Selçuklular ilk defa resmî ve daimî hükümdar unvanı haline getirmişlerdir. Bazen es-sultânu’l-a’zam unvanı da kullanılmıştır. Ayrıca ilave olarak şâhenşâhu’l-ecell, melikü’şark ve’l-ğarb, melikü’l-İslâm veya rüknü’l-İslâm gibi unvanlara da rastlanmaktadır. Şehzadeler ise eyaletlere vali olarak melik unvanı ile gönderilmekteydi. Kirman Selçuklu hükümdarlarının bastırdıkları sikkelerde melik, Suriye Selçuklularından Tutuş’un sultan, oğullarının melik, Irak ve Türkiye Selçuklularının ise sultan unvanını kullandıkları bilinmektedir. En basit ifadesiyle ....+ü’d-dîn veya ...+ü’d-devle formlarındaki sıfat tamlamalarına lâkab denmektedir ve her hükümdarın kendine mahsus lâkabı vardır. Meselâ Tuğrul Bey’in lâkabı Rüknü’d-dîn, Alp Arslan’ın Adudü’d-devle, Melikşah’ın Mu’ızzü’d-dîn’dir. Künye ise eski bir Arap geleneğinin İslâm dünyasında yaygınlaşmasıyla Selçuklulara intikal etmiştir. Ebû (babası)+... formundaki isim tamlamasından ibarettir. Tuğrul Bey’in künyesi Ebû Tâlib, Alp Arslan’ın Ebû Şücâ’ ve Melikşah’ın Ebu’l-Feth idi. Hutbe: İslam dininde Cuma ve bayram namazlarının bir rüknü olan hutbe zamanla, otoritenin, siyasî iktidarın sembolü haline de gelmiştir. Çünkü hutbe iktidarın kendini ifade edebileceği ve toplumla ilişki kurabileceği çok cazip ve doğal bir ortamdır. Bu imkan ve fırsatı halifeler ve hükümdarlar değerlendirmiştir. Hutbede konumuz açısından farklı uygulamalar görülür: 1) Sultanlığını ilan eden bir şehzadenin ilk yapacağı iş, Cuma hutbelerinde halifeninkinden sonra kendi adını unvanıyla birlikte okutturma, böylece sultanlığını halka ilan etme. 2) Halife sultanlığını ilan eden bir şehzadenin tanınma talebini kabul ettiği takdirde, Bağdat ve civarında okunan hutbelerde kendi adından sonra bu yeni sultanın adını da okutturması. 3) Tâbî hükümdarların ise kendi adlarını ancak halifenin ve metbû sultanın adından sonra okutturması. 4) Bazı sultanların veliaht ilan ettikleri şehzadelerinin adını da hutbelerde okutturması. Böylece onun toplum tatafından kabullenilmesini sağlayarak doğabilecek muhtemel siyasî kriz önlenmek isteniyordu. Sikke: Sikkenin (madenî para) aslî fonksiyonu bilindiği üzere bir alış-veriş aracı olmasıdır. Öncelikle pek tabii sikkeler tedavüldeki para arzını, maden bolluğunu, ülkenin iktisadî durumunu tespit etmemizi sağlarlar. Ancak hutbe gibi, hatta hutbeden daha yaygın olarak müslim, gayrimüslim herkesin cebine kadar ulaşabilen bir iktisadî araç olduğu için, sikke de siyasî iktidarların vazgeçilmez bir göstergesi haline gelmiştir. Bugünkü gibi tek merkezde değil, hemen hemen her şehirde altın (dinar), gümüş (dirhem) veya bakır (fels) sikke bastırılmaktaydı. Üzerinde bastıranın isim, unvan, lâkab ve künyesi, darp yerinin adı, tarihi ile bazı dinî ibareler ve ok-yay, kılıç gibi semboller yer almaktaydı. Dolayısıyle bu tür bilgilerin en önemli ve güvenilir kaynağını oluştururlar. Yine sikkelerden metbû sultanın hakimiyet alanını, hanedan üyeleri arasındaki hiyerarşiyi, metbû-tâbî ilişkilerini, darbedilen şehrin tarihini tespit edebiliriz. Resim 9.1 Mu ‘ızzü’d-Devle [Arslan] Yabgu’nun 1025 yılında Kermîne’de bastırdığı, yay, ok-yay ve kılıç figürlü ilk Selçuklu sikkesi Kaynak: B. D. Koçnev, “Monety Musy Iabgu, Syna Sel’dzhuka (O Rannikh Etapakh Sel’dzhukidskovo Chekana)”, Epigrafika Vostoka, XXVI (2001), s. 34-51). 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 179 Selçukluların ilk sikkesi 1025 yılında Nur Kasabası yakınındaki Kermîne’de basılmıştır. Sikke Karahanlı tipinde bir gümüş dirhem olup üzerinde Mu’ızzü’ddevle lâkabı ile Yabgu unvanı, yay ve kılıç figürleri bulunmaktadır. Sikkeyi yayınlayan Boris Koçnev sikkenin Musa Yabgu’ya ait olduğunu iddia ediyor ise de, siyasî olaylar, darp yeri ve darp tarihi Arslan Yabgu’ya ait olduğunu göstermektedir. Dolayısiyle ilk sikke Dandanakan Zaferinden, yani devletin kuruluşundan on beş yıl önce, Arslan Yabgu tarafından, damadı Karahanlı Ali Tegin ile ittifak kurduğu dönemde basılmıştır. Tuğrul Bey’in ilk sikkesi ise 1037 yılında Nişabur’da bastırdığı dinardır. Sultandan başka diğer hanedan üyeleri ve bazı valiler de kendi bölgelerinde sikke bastırmaktaydılar. Tuğra ve Tevkî’: Tuğra Türklerde hükümdarın ve hanedanın işaret ve yazılı sembolü anlamına gelen Türkçe bir kelimedir. Tevkî’ ise Ortaçağ İslam devletlerinde kullanılan bir terim olup, Selçuklulara da intikal ederek ferman, tuğra anlamlarında kullanılmış ise de genellikle kısa bir dua kalıbına dönüşmüştür. Büyük Selçuklu, Kirman ve Suriye Selçukluları sikkelerinde ok ve yay veya sadece yay figürünün tuğra olarak kullanıldığı görülmektedir. Kaynaklarda i’timâdî ‘ala’llah’ın Tuğrul Bey, Melikşah ve Berkyaruk’un, yensuru’llah’ın Alp Arslan’ın, iste’antü bi’llah’ın Tapar’ın ve tevekkeltü ‘ala’llah’ın ise Sancar’ın tevkî’i olduğu kaydedilmektedir. Ferman metni yazıldıktan sonra, üst kısmına tuğranın çekildiği, onun üstüne de tevkî’nin yazıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim aynı gelenek gelişerek Osmanlılarda da devam etmiştir. Ok ve yay figürünün yerini, daha sonraları Türkiye Selçukluları döneminde es-sultan veya sultan unvanı almıştır. Dolayısiyle tuğrada hükümdar adı Selçuklu döneminden sonra yer almaya başlamıştır. Tıraz ve Hil’at: Hükümdara mahsus, onun isim, unvan, lâkab ve künyesinin şerit halinde yazılı olduğu, değerli kumaşlardan dikilmiş elbiselere tıraz denmektedir. Sultanın onurlandırma, ödüllendirme, tayin veya başka vesilelerle devlet başkanlarına, gelen elçilere ve devlet adamlarına gönderdiği veya verdiği hediyelere de hil’at denmektedir. Bu hediyeler başta kıyafet olmak üzere, para, kılıç, kemer, at, eyer takımı, kös veya gulâmlardan oluşmaktaydı. Nevbet: Nevbet takımının sultanın saray veya otağının önünde beş namaz vakti nevbet vurması, sultanlığın şanındandı ve bu eski Türk devletlerinden beri uygulanan bir gelenekti. Nevbetin vurulması sultanın hayatta ve devletin başında olduğunun ilanı anlamına geliyordu. Nevbet takımına nevbetiyye, bu müesseseye nevbet-hâne veya tabl-hâne denilmekteydi. Sultan izin verdiği takdirde tâbîler ise üç vakit nevbet vurdurabilirlerdi. Şekil 9.2 Sultan Alp Arslan’ın 1063/4 yılında el-Ahvaz’da bastırdığı, ok ve yay figürlü altın dinar: “es-Sultânü’l-Mu’azzam Şâhenşâh Melikü’l-İslâm Alp Arslan” Kaynak: Münzen & Medaillen Deutschland GmbH, Auction 19, May 16th 2006, lot number 1157. 180 Büyük Selçuklu Tarihi Çetr mızrak gibi uzun bir sapın ucunda, genellikle siyah renkli değerli bir kumaştan yapılmış küçük şemsiyedir. Orta Doğuda çok eski bir gelenek olan çetri sultan ve meliklerin seferlerde, alaylarda at üzerindeyken, arkasında bulunan atlı bir gulâm (çetrdâr) tarafından başları üzerinde tutulurdu. Bazı Selçuklu çetrlerinin üzerinde okyay sembolünün bulunduğu da bilinmektedir. Özellikle savaş meydanında sultanın hayatta olduğu ve bulunduğu yer çetrden anlaşıldığı için büyük önem taşırdı. Ğâşiye aslında sultanın eyerinin örtüsü ise de, kaynaklarda onun sembolik anlamının daha öne çıktığı görülmektedir. Nitekim ğâşiye, rikâbdâr tarafından merasimlerde atıyla giden sultanın önünde, yukarı kaldırılıp sağa sola çevrilerek taşınırdı. Keza tâbîler sultana sadâkatlerini göstermek için, ğâşiyeyi omuzlarında taşıyarak yine sultanın yanında veya önünde yürürlerdi. Saltanat sembolleri ne ifade eder? SARAY VE TEŞKİLATI Sarayların bilindiği gibi iki yönü vardır. Sultan ailesi ve hizmetkârlarıyla harem kısmında özel hayatını devam ettirir. Sultanın nikahlı eşi hatun veya hatunlar, küçük yaştaki şehzadeler ve bunlara hizmet eden hâce saray (hadım ağası), cariyeler ve dâye (süt annesi) haremin sakinleriydi. Saray aynı zamanda sultanın devlet işlerini yönettiği bir mekândır. Sultan özel ve toplu kabuller yapardı. Cülus, veliaht tayini, elçi teatileri ve kabulleri, karşılama ve uğurlama, matem merasimleri saray hayatının bilinen faaliyetleridir. Sultan Melikşah zamanına kadar ve daha sonra devletin merkezini Merv’e taşıyan Sultan Sancar zamanında devlet hayatında Oğuz geleneklerinin daha fazla ha1 Resim 9.3 Yaşlı bir kadının arzıhal sunduğu Sultan Sancar’a çetrdâr çetr tutarken Kaynak: Nizâmî-i Arûzî’nin Mahzen-i Esrâr adlı eserinin XVI. yüzyıl Safevî döneminde yazılmış bir kopyasından. Kıyafetler Safevî dönemine aittir. 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 181 kim olduğu görülür. Eski Türklerde yaygın olan toy ve şölen geleneğinin, yani hükümdarın halkını doyurup hoşnut etmesinin hân-ı yağma adıyla Selçuklularda da devam ettiği, halka sofralar açıldığı görülür. Bununla birlikte Selçuklular kuruluştan itibaren birçok sebeple kabullenmek zorunda kaldıkları gulâm sistemine ilave olarak Melikşah döneminde daha da yoğunlaşarak kendilerini Fars kültürünün etki alanı içinde buldular. Nitekim bütün Doğu İslam dünyası, Abbâsîler, Sâmânîler, Gazneliler vb. Sâsânî İmparatorluğunun mirası üzerinde kurulmuştu. Bu devletler onların saray âdetleri, teşrifat usûlleri ve bürokratik geleneklerinden uzak kalamadılar. Nitekim Selçuklular da bu çizgiyi devam ettirdi. Selçuklu sultanlarının, hanım sultanların ve melik şehzadelerin bir çok şehirde sarayları vardı. Ayrıca seferler sırasında kurulan bir çeşit seyyar saray konumundaki otağı da bunlara ekleyebiliriz. Büyük Selçukluların Nişabur, Rey, Isfahan, Merv ve Tirmiz’de, Irak Selçuklularının Hemedan ve Bağdad’da, Kirman Selçuklularının Berdesir’de ve Suriye Selçuklularının ise Haleb’te saraylarının bulunduğu bilinmektedir. Bunlar saray-ı saltanat, saray-ı sultan, dârü’l-memleke, dârü’ssultan, dârü’l-emâre, köşk veya kasr gibi isimler taşımaktaydı. Sultanın yakın hizmetini ve sarayın bütün işlerini gören saray personeli, gulâm sistemiyle eğitilen kişilerden seçilmekteydi. Gulâmlar genelde satın alma, esir alma, hediye gönderilme vs. yollarla temin edilmekteydiler. Nizâmülmülk’e göre saray için seçilerek satın alınan delikanlılar, yedi yıllık bir eğitimden geçirilir ve liyâkatlerine göre devlet kapısında göreve başlardı. Taşıdıkları “emir” unvanından da anlaşılacağı gibi saray görevlileri askerî statüdeydi, yani kılıç ehlindendi. Saray emirlerine güven endişesi nedeniyle veya gelirini artırarak ödüllendirmek için sultan tarafından mevcut görevine ilave olarak geçici veya devamlı ikinci bir makamın tevcih edildiğine sık sık rastlanır. Bu da saray emiri ve memuriyetler arasında geçişgenlik olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle taşınan unvanlarla, yerine getirilen bazı görevler uyuşmamakta veya iç içe girmektedir. Şimdi bu saray emirlerinin belli başlılarını tanıyalım: Hâcib-i bozorg: Büyük hâcib veya baş hâcib anlamına gelen muhtelif Farsça ve Arapça tamlamalarla ifade edilen bu görevli saray âmiriydi. Sultan ile vezir ve dîvân-ı a’lâ arasındaki irtibatı sağlardı. Unvanından da anlaşılacağı gibi maiyetinde hâcibler vardı. Hâcib-i dergâh kabullerde teşrifatı düzenlerdi. Hâciblere asıl görevlerinin dışında elçilik veya ordu komutanlığı gibi geçici görevler de verilmekteydi. Vekîl-i der: Hâcibden daha özel bir durumu olan vekîl-i der ise ağzı lâf apan, söz ustası, yerine göre konuşmasını bilen, sultanın mutlu, mutsuz anlarını bilip ona göre davranan, sultan ile vezir arasında aracılık eden bir görevliydi. Emîr-i dâd (Dâd beg): Adalet emiri anlamına gelen emîr-i dâd, Nizâmülmülk’ün zikrettiği emîr-i haresin Selçuklu uygulamasındaki karşılığıdır ve bu unvanı ilk kullanan Büyük Selçuklu Devletidir. Kirman ve Türkiye Selçuklularında da mevcuttur. Emîr-i dâdın asıl görevi, daha çok sultana ve devlete karşı, yani siyasî suç işlediği iddiasıyla cezalandırılan kişilerin cezalarını infaz etmekti. Yaptığı iş dolayısıyla nüfuz sahibi olduğu ve kendisinden korkulduğu, saray ve maiyetinin bulunduğu, ilave olarak başka görevler verildiği tespit edilmektedir. Üstâdü’d-dâr: Yine Siyâsetnâme’de geçen, ama Selçuklularda unvan olarak rastlanmayan vekîl-i hâssın karşılığıdır. Sarayın mutfak, fırın ve ahır gibi bütün birimlerinin ihtiyaçlarını ve saray personelinin maaşlarını hazine gelirlerinden ayrılan bir kaynaktan karşılamak onun göreviydi. Yaptığı harcamalarda yolsuzlukları önlemek için Hârizmşahlarda olduğu gibi dîvân-ı a’lâ üyelerinin onayı gerekiyordu. Gulam esir veya satın alma yoluyla elde edilen kölelerin, devletin ihtiyacı olan askerî ve sivil bürokrasi mensuplarını yetiştirmek üzere eğitilip devlet hizmetine alındığı sistemin adıdır. 182 Büyük Selçuklu Tarihi Emîr-i candâr: Candâr Farsça silah tutan anlamına gelir. Emîr-i candâr sultanın ve sarayın güvenliğinden sorumlu hâssa askerlerinin başıydı. Sultanın kabullerinde daima hazır bulunurlar ve huzura girecekleri kontrol ederlerdi. Sâhibü’l-alem (emîr-i alem): Sultanın sancağından sorumlu olan, merasimlerde ve savaşlarda onu taşıyan emirdir. Emîr-i silah (silahdâr): Silahhaneden sorumlu, merasimlerde ve tahtta otururken sultanın silahını taşıyan gulâmların emiridir. Emîr-i câmedâr: Sultanın kıyafetlerinin korunduğu câmehaneden ve sultanın giyim kuşamından sorumlu olan emirdir. Hil’at olarak verilecek veya gönderilecek elbiseler de câmehanede korunurdu. Emîr-i çaşnigîr: Çaşnigîr Farsça lezzet tadan anlamındadır. Bu emirin görevi sultanın sofrasını hazırlatmak ve onun yiyeceği yemeklerin tadına önceden bakarak zehirlenme ihtimalini önlemekti. Ayrıca muhtemelen aşçıbaşı konumunda olan hânsâlâr unvanını taşıyan bir görevli daha bulunmaktaydı. Şarabdâr (Şarabî): Bilumum içeceklerin hazırlandığı ve korunduğu şarabhaneden ve sultanın meclislerinde sunulan içkilerin kalitesinden ve hazırlanmasından sorumlu olan emirdir. Emîr-i âhur (âhur beg, âhur sâlâr): Saray ahırında bulunan atların yetiştirilmesi, beslenmesi ve muhafazından sorumludur. Emîr-i şikâr / sayd: Hem spor, hem de bir nevi savaş talimi olan ava çıkma işinden, doğancı anlamına gelen bâzdâr ise av kuşlarından sorumluydu. Hazinedâr (Hâzin): Sultanın şahsî hazinesinden (hazîne-i hâss) sorumlu ve sultanın izniyle emanet olarak verilen değerli eşyaları, gönderilen hediyeleri muhafaza eden emirdir. Bunların dışında sultana hoşça vakit geçirten nedimler ve maskaralar, onun atının üzengisini tutan rikâbdâr, yatak ve halıları seren, çadırları kuran ferrâş, müneccim ve hâdimleri de ekleyebiliriz. Saray emirlerinin genel özellikleri nelerdir? MERKEZ (HÜKÛMET) TEŞKİLATI Selçuklularda vezâret ve bürokrasinin teşekkülünde de, Sâsânî bürokrasisini taklit eden, Fars kökenli gulâm vezirlerin hakim olduğu Abbasî Devleti ile Sâmânî ve Gazneli çizgisi etkili olmuştur. Görev, yetki ve protokol bakımından bu devletlerin vezirleri arasında paralellik görülür. Bunda söz konusu devletlerin Arap, Fars ve Türk menşeli olmalarına rağmen, vezirlerin aynı formasyon ile yetişmiş Farslılar olmaları büyük bir rol oynamaktadır. Vezâret Vezir sultanın menşûru (fermanı) ile göreve başlar. Yürütme, yasama ve yargı yetkilerii elinde bulunduran sultanın vekili olarak devletin bütün işlerini sevk ve idare eder. Belirli konularda ferman çıkarabilir ve yalnız sultana hesap verirdi. Bütün idarî organlar ve memurlar ona bağlıdır. Belirli görevlendirmeler dışında sultanın yannda bulunur, seyahatlerine ve seferlerine katılır. Ordu sevkedebilir, ordunun başında komutan olarak sefere çıkabilirdi. Şahsına bağlı askerî birlikleri de vardı. Devlet bütçesini düzenler ve malî denetim yapardı. Hazine gelirlerinin artması için çaba gösterir, devlet adamlarının servetlerini haklı haksız yere müsadereye tabi tutabilir veya para cezası verebilirdi. Memurları tayin ve azil yetkisi vardır. Ancak bütün bunları yaparken hassas dengeleri de gözetmeli ve sultanı rahatsız edecek icraatlar2 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 183 dan kaçınmalıydı. Tâbî hükümdarlarına, devlet memurlarına veya ilim adamlarına hil’at giydirip unvan verebilirdi. Dîvân-ı mezâlime başkanlık ederdi. Büyük Selçuklu Devletinde 16’sı Fars, 1’i Türk, 1’i Fellah ve 5’inin menşei bilinmeyen 23 vezir görev yapmıştır. Bunlar genellikle bürokraside yetişen ve toprak sahibi de olan kişilerdi. Özellikle Nizâmülmülk ve soyu bu makamda etkili olmuş ve 4 oğlu, 1 yeğeni ile 1 torunu vezirlik yapmıştır. Sultanın kabulünde yer öper, onun huzurunda düzenlenen rûz-ı bârda ve diğer törenlerde hazır bulunurdu. Sultanın şerefine ziyafet verebilir, av partilerine katılır, katılamazsa ona vekaleten sahib-i dîvân-ı tuğra katılırdı. Makamına ve şahsına mahsus unvan ve lâkablar taşırdı. Hil’at-i vezâret, mühür, divit, kılıç, nevbet, minder de onun sembolleridir. Onun makamı ve ikâmetgâhına dârü’l-vezâre, dergâh-ı vezâret, saray veya serâperde denmektedir. Maiyetinde gulâmlarından seçilmiş nâib, divitdâr ile hâcib, üstâdü’d-dâr ve ferrâş gibi memur ve hizmetlileri bulunurdu. Büyük Selçuklu vezirlerinin muazzam gelirleri vardı. Devlet gelirlerinin %10’u, kendisine verilen iktâ gelirleri, ganimet payı ve maaşı onun gelir kaynaklarıydı. Ancak elde ettikleri servetin önemli bir kısmını kamu yararına kurdukları vakıflara harcadıklarını da belirtmeliyiz. Dîvân-ı A’lâ (Vezâret) Vezirin başkanlık ettiği ve dört dîvân reisinin katıldığı büyük dîvândır. Bu dört dîvân tuğra/ inşâ, istîfâ, arz ve işraf dîvânlarıdır. Burada ülke ve idarî teşkilat ile ilgili genel konular görüşülür, karara bağlanır ve gerekli emirler verilirdi. Dîvân-ı tuğra / inşâ: Türkçe bir kelime olan tuğra Türk hükümdarların fermanları ve sikkeleri üzerindeki alâmetiydi. Büyük Selçuklu ve Kirman Selçuklularında tuğranın ok ve yay veya sadece yay figüründen ibaret olduğu bilinmektedir. Fermanlar üzerine bu sembolü sultan adına çizen ve aynı zamanda bu dîvânın reisi olan kişiye de tuğrâî veya sâhib-i dîvân-ı tuğra / inşâ denilmekteydi. Tuğrâî vezirin nâibi idi ve büyük bir nüfuza sahipti. Yazma sanatı anlamına gelen inşâ ise İslam devletlerinde iç ve dış resmî yazışmaları ifade etmekteydi. Bu sanatla uğraşan kâtiplere Arapça münşî, Farsça debîr denilmektedir. Selçuklular bu iki muameleyi bir dîvânda birleştirmişlerdir. İslam dünyasında kâtiplere rehberlik etmesi için bir çok Arapça ve Farsça yazma usûlleri ile ilgili inşâ kitapları ve yazışma örneklerinin bulunduğu münşeat mecmuaları yazılmıştır. Selçuklular özellikle bürokrasi üzerindeki Fars kültürünün ve dilinin etkisinden, Fars kökenlilerin bu sahadaki hakimiyetinden korunamadılar ve Farsça resmî dil oldu. Ancak Arapça konuşulan bölgelerle ilgili yazışmalar Arapça yapılmaktaydı. Dîvân-ı istîfâ (-yı memâlik): Bu dîvân hazinenin gelir ve giderlerini düzenler, yıllık bütçeyi hazırlardı; yani maliyeden sorumluydu. Vergi toplar, gelirleri artırmak için çaba gösterir; devlet memurlarına, askerlere, din adamlarına ve seyyidlere maaşlarını verirdi. Reisine müstevfî veya sâhib-i dîvân-ı istîfâ denirdi. Kadrosu tecrübeli kâtipler ve muhasiplerden meydana gelmekteydi. Eyalet ve vilayetlerdeki maliye şubelerini denetlemek için nâiblerini ve memurlarını gönderirdi. Dîvân-ı arz: Asker sayısını belirleme ve toplama, gerekli teçhizatı temin, kayıt ve kontrol etme, askerlere tahsis edilen iktâların, maaşların idaresi, hâssa ordusu askerlerinin bistegânî denilen ücretlerinin üç ayda bir ödenmesi bu dîvânın göreviydi. Dîvân reisine sâhib-i dîvân-ı arz eyaletlerdeki temsilcilerine ârız denmekteydi. 184 Büyük Selçuklu Tarihi Dîvân-ı işrâf (-ı memâlik): Devletin mâlî işlerinin, gelir ve giderlerinin kontrolü ve denetlenmesi de bu dîvânın göreviydi. Dîvân reisinin taşıdığı unvan ise Müşrif (-i memâlik) veya sâhib-i dîvân-ı işraf idi. Eyalet ve vilâyetlerde bulunan dîvân nâibleri vergilerin belirlenen miktarda ve zamanında gelip gelmediğini denetlerlerdi. Diğer Dîvânlar Bu dört dîvândan başka dîvân-ı a’lâya bağlı olmayan dîvânlar da vardı ve reisleri bu dîvânın toplantılarına katılmıyorlardı. Dîvân-ı mezâlim: Mezâlim zalimin gasbettiği veya zulümle alındığı için şikayetçi olunan şey anlamına gelen Arapça mazlime kelimesinin çoğuludur. Daha çok malla ilgili hak ihlalleri, kanunsuz tahsil edilen vergiler, el konulan mallar, gasp veya hırsızlıkla elde edilen gelirler bu dîvânın görev alanına girmektedir. Diğer bir ifadeyle bu dîvân memurların veya askerlerin nüfuzlarını kötüye kullanıp baskı kurarak fazla vergi aldığı veya mallarını gasbettiği sivil halkın hak aradığı, adaletin tecelli etmesini umdukları en yüksek makamdır. Orta Çağ İslam devletlerinde yaygın olan bu müessese Selçuklulara da intikal etmiştir. Önceleri haftada iki gün toplanan dîvâna bizzat sultan başkanlık etmekte iken, zamanla bu yükümlülüklerini vezirlere, eyalet ve vilayetlerde ise meliklere, reislere veya kadılara bırakmışlardır. Dîvân-ı berîd: Orta Çağ İslam devletlerinde ve Selçuklularda bulunan bu dîvân istihbarat ve haberleşmeyi sağlardı. Merkez ile eyalet ve vilâyetler, yabancı devletler arasında haberleşme ve istihbarat faaliyetlerini bu müessese yürütmekteydi. Reisine sahib-i berîd, vilâyetlerdeki görevlilere ise sahib-i haber denmekteydi. Sultan Alp Arslan’ın Nizâmülmülk’ün tavsiyesine, sâhib-i haberlerin dostu düşman, düşmanı dost gösterebilecekleri endişesiyle karşı çıkarak bu müesseseyi kaldırdığı rivayet edilir. Ancak bu müdahelenin uzun sürmediği ve dîvânın tekrar kurulduğu anlaşılmaktadır. Hükümdarlar yöneticilerin, ordu ve halkın durumunu, komşu devletlerdeki gelişmeleri öğrenmek için her yere tüccar, seyyah ve sufî vs. kılığında casuslar göndermekteydiler. Dîvân-ı hâss: Bu dîvân gelirleri sultana tahsis edilen hâss arazilerin sevk ve idaresi ile meşgul olurdu. Sultan bu arazilerden hanedan üyelerine de iktâ veya temlik yoluyla verirdi. Dîvân reisine vekîl (-i dîvân-ı hâss) denmekteydi. Dîvân-ı evkaf-ı memâlik: Kurulan her vakıf müstakildir ve vakfeden kişinin belirlediği şartlar doğrultusunda kadının vakıf hukukuna uygun şekilde düzenlediği vakfiyesine bağımlıdır. Normal şartlarda dış bir müdahele söz konusu olmaz. Ancak vakıf hukukuna aykırı uygulamalar, suistimaller, yolsuzluklar ve anlaşmazlıklar olduğu zaman, şikayet üzerine veya teftiş için dîvân-ı evkaf-ı memâlik devreye girmektedir. Vâkıfın tayin ettiği mütevellîlerden kimse kalmazsa, dîvân bir mütevellî tayin edebilir. Kadılar da ek görev olarak vakıfların yönetimi ve kontrolüyle meşgul olurlar. Selçuklu bürokrasisini kısaca tanıtınız. EYALET TEŞKİLATI Selçuklularda taşranın yönetiminin esasını eyaletler, eyaletleri ise vilayetler oluşturmaktaydı. Eyaletlere melik unvanıyla şehzadeler veya sipehsâlar / isfehsâlâr denen komutanlar Nâib-i eyâlet unvanıyla vali olarak gönderilirdi. Vilayetlere tayin edilen valiler ise amîd, reîs veya şahne/şıhne unvanını taşımaktaydılar. 3 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 185 İktâ Sistemi Eyaletler yani taşra, bir anlamda ülkenin zahire ambarı, dolayısıyle vergi kaynağıydı. Köylünün ekip biçtiği, hububat üretilen bu topraklardan hem iktâ vergisi tahsil ediliyor, hem de ülkenin tahıl ihtiyacı karşılanıyordu. İktâ aslında sadece bir vergi sistemi değildi. Nizâmülmülk Orta Çağ İslam dünyasında uygulanmakta olan bu sistem üzerinde bazı değişiklikler yapıp, idârî iktâları askerî iktâlara dönüştürerek toprağa bağlı bir ordu sistemi geliştirmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Selçuklularda (ve daha sonra Osmanlılarda) ülke toprakları üzerinde devlet mülkiyetinin esas alındığı mîrî arazî sistemi uygulanmaktaydı. Bu sistemin bir parçası olan iktâ ile devlet çok yönlü bir kazanç elde etmekteydi: 1) Arazi gelir vergisi ekilen mahsulün cinsinden aynî olarak toplanmaktadır. 2) Eyalet ve vilayetlere tayin edilen yöneticilerin hizmet bedelleri yerinde temin edilmektedir. 3) Sulh zamanında, tayin edildikleri eyalet, vilâyet veya daha küçük idarî birimler mukta’lar (iktâ sahipleri) tarafından yönetilmektedir. 4) Aynı zamanda sefer zamanı önceden belirlenen miktarda asker toplanarak orduya katılması sağlanmaktadır. 5) Uygulanan bu sistemle vergi tahsili, eyalet yönetimi ve asker temini birlikte sağlanmış, böylece kaynak israfı ve gereksiz istihdam önlenmiştir. Eyalet ile merkez arasında para transferine gerek kalmamış ve gelirler kendi bölgesinde değerlendirilmiştir. 6) Mukta’ toprağın mülkiyetine sahip olmadığı gibi, toprağı işleyen ve vergisini veren köylü üzerinde de bir tasarruf hakkına sahip değildir. Aynı şekilde arazilerden alınacak vergiyi iktâ sahibi değil, devlet belirlediği ve iktâ sahibinin köylü üzerinde bir tasarrufu söz konusu olmadığı için, sistem feodal bir karakter taşımaz. Ancak özellikle iktidar mücadeleleri dolayısıyle devletin merkezinde istikrarsızlık olduğu dönemlerde, bazı büyük iktâ sahiplerinin fırsatı değerlendirip nüfuz kazanarak feodal bir yapıya büründükleri de görülür. 7) Eyalet yöneticilerine bütün eyaletin iktâ geliri tevcih edilince idârî iktâlar ortaya çıkmıştır. Yetkilerinin bir kısmını mukta’ya devreden sultanlar idârî iktâyı güçlü emirlerin desteğini sağlamak için kullanmak istemişler ise de bu uygulama şahsa bağlı orduların gelişmesine ve iktânın babadan oğula geçen mülkiyete dönüşmesine yol açmıştır. Sonra da sultanlar bu emir ve atabeglerin nüfuzu altına girmişlerdir. Daha çok İran’ın doğusunda, sınır boylarında görülen askerî iktâlar Sancar döneminde merkezîleşmeye başladı. Zamanla bu iktâlar da babadan oğula intikal etti. 9) Saray emirlerine ve merkez teşkilatındaki bürokratlara ek gelir olarak iktâ da verilmiştir. Ancak bunlar iktâ bölgesinde oturmadıkları için idârî iktâlardan, askerlere erzak temini için verilmemesi açısından da askerî iktâlardan ayrılmaktadır. 10) Ömür boyu tahsis edilen emlâk, babadan oğula geçen tasarruf hakkı veya para bağışı yapılmak suretiyle ortaya çıkan şahsî iktâlar da vardı. Eyalet Yöneticileri Melik: Selçuklu tahtının vârisleri olan şehzadeler melik unvanıyla, geliri yüksek olan büyük eyaletlere vali tayin edilmekteydiler. Ancak şehzadelerin küçük yaşta 186 Büyük Selçuklu Tarihi veya tecrübesiz olmaları nedeniyle, sultan daha önce terbiye ve eğitimleri için tayin ettiği gulâm kökenli atabegleri de vasî olarak şehzade ile birlikte gönderiyordu. Böylece atabeg hem şehzadenin yönetim tecrübesi edinmesini sağlıyor, hem de onun adına eyaleti yönetiyordu. Bu sebeple sultan, şehzadesini eline teslim edeceği atabegi, güvenilir, liyakatli ve tecrübeli kumandanlardan seçerdi. Buna rağmen merkezî iktidarın zayıfladığı dönemlerde, XII. yüzyılın ilk yarısından itibaren bu atabeglerin çoğu nüfuz kazanıp fiilen yönetimi ele geçirdiler; böylece atabeglik adı verilen hanedanlar ortaya çıktı. Meliklerin de sarayları ve vezirleri vardı. Selçuklu meliklerinin tayin edildikleri eyaletlerde sultanın yetkilerini kullandığı, verdikleri emirlerin ise sultanınkilere eşit olduğu kabul edilmektedir. Eyalet, merkezdeki dîvân-ı a’lânın bir uzantısı olan dîvân-ı eyâlet ile yönetilmekteydi. Bu dîvâna bağlı olarak merkezdeki gibi mâlî işleri düzenleyen ve başındakine müstevfî denen dîvân-ı istîfâ ile dîvân-ı işraf da bulunmaktaydı. Eyalet valileri düzeni ve güvenliği sağlamak, seyahat edenlerin rahatı ve güvenliği için ikta sahipleri ve şahnelerle işbirliği yapmakla mükellefti. Haksızlığa uğrayanların şikayetlerini dinlemesi, haksızlığa ve kanunsuzluğa karşı mücadele etmesi için dîvân-ı mezâlim reisini uyarabilirdi. Melik vergi miktarlarını değiştiremezdi ve haraç, öşür ve dîvâna ait vergileri zamanında, kurallara uygun toplanıp toplanmadığını kontrol etmek zorundaydı. Emir ve memurların maaşlarını belirler, vilayetlere şahne ve diğer memurları tayin ederdi. Nâib-i eyâlet/vilâyet: Bazı komutanlar (isfehsalâr) sultanın nâibi olarak nâib-i eyâlet unvanıyla eyaletlere vali tayin ediliyordu. Yetkileri hemen hemen meliklerinki gibiydi. Amîd: Eyalet veya vilayetlerde sivil valilerin taşıdığı bir unvandır. Selçuklular sulh ile kan dökülmeden teslim aldıkları şehirlerde, genellikle eski yöneticileri veya yerli eşraftan birisini vali tayin ediyorlardı. Amîdlerin de bu şekilde tayin edilen vali olduğu anlaşılmaktadır. Bulunduğu eyalet veya vilayette ordu hazırlama, bir şehri koruma, hil’atleri hazırlama, hac yollarının güvenliğini sağlama veya dîvân-ı mezâlime başkanlık etme gibi idarî olan her konuyla ilgilenirlerdi. Şahne/Şıhne: Orta Çağ Doğu İslam dünyasında bir şehri veya bölgeyi muhafaza ve kontrol etmekle yükümlü olan kişilerin taşıdığı unvandır. Selçuklularda asker kökenli valiler, garnizon komutanları veya güvenlik amiri konumundaki kişiler bu unvanı taşımaktaydı. Yerli yöneticilerden veya eşraftan seçilen amîd ve reîs ile karşılaştırıldığında şahnelerin farklı özellikleri öne çıkar. Nitekim Selçuklu merkezî yönetiminin doğrudan müdahil olmak istediği eyalet veya vilayetlerde (Irak, Bağdad gibi) asayişi sağlamak, vaziyete hakim olmak için Türk asıllı gulâm komutanları şahne unvanı ile vali veya garnizon komutanı olarak tayin ettiği görülmektedir. Bunların maiyetinde askerî birlikler de bulunduğu için askerî yönü ağır basmaktadır. Reîs: En alt kademeden sivil bir memurdur ve yerli halkın eşrafından gelir. Görev alanı bir mahal, şehir veya farklı büyüklükte bir bölge olabilirdi. Bulunduğu yerde merkezî idarenin temsilcisidir. Reislik dîvânına dîvân-ı riyâset denirdi. Reis valinin ve onun temsilcilerinin emrindeydi. Nâibi ve memurları vardı. Reaya ile memurlar arasında arabuluculuk yapardı. Para, fiat, ölçü ve tartıları kontrol eder, muhtesibe nezaret eder, vergileri düzenlerdi. Eyalet teşkilâtının temelini oluşturan sistemi açıklayınız. 4 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 187 ASKERÎ TEŞKİLAT Türk devletlerinin en köklü ve güçlü müessesesi ordudur. Bu geleneği devam ettiren Selçuklular, bozkır kültürünün kazandırdığı at, okçuluk ve uyguladıkları savaş taktikleriyle yerleşik kültürlerin hantallaşmış ordularını bozguna uğratarak kısa zamanda bir imparatorluk kurmuşlardır. Büyük Selçuklu Devletinin ve diğer Selçuklu hanedanlarının ordularını oluşturan iki ana unsur, gulâm ve iktâ askerleridir. Bunların dışında şartlara göre orduya katılan meliklerin ve diğer devlet adamlarının askerleri, Türkmenlerin ve tâbî devletlerin yardımcı kuvvetleri de vardır. Gulâm Askeri Daha önce de bahsedildiği gibi satın alma, esir alma veya hediye gelme suretiyle temin edilip ciddî bir eğitimden geçirilen farklı soylardan gulâmlar, vasıflarına göre sarayda, bürokraside ve orduda istihdam ediliyorlardı. Sultanı ve sarayı koruyan muhafız birliği ve merkezdeki daimî ve profesyonel orduyu oluşturan askerler de işte bu gulâmlardan seçilmekteydi. Bunların diğer bir özelliği de, hizmetlerinin karşılığını, bistegânî denilen ve üç ayda bir nakit olarak, yani yılda dört defa maaş almalarıdır. Gulâmân-ı saray: Sultanın ve sarayın korunması için farklı soylardan seçilmiş, sultana bağlı 1.000 hâss gulâm vardır. Ayrıca bunlara ilave olarak emir ve sipehsâlârların komutasındaki 3.000 gulâm ihtiyaç anında hazır bulunmalıdır. Müfredler: Gulâmân-ı saraydan seçilmiş gösterişli, iyi giyimli, seçkin 100’ü Horasanlı, 100’ü Deylemli 200 kişiden oluşur. Savaş ve barışta devamlı sarayda hazır bulunurlar. Bunlara gerektiğinde verilen 200 takım silahları vardır. Bu silahların 20’si kayışı altından olan kılıç ve altın kalkan, geri kalan 180 kayış, kalkan ve mızraklar ise gümüştür. Maaşları dolgun ve ücretleri yeterli olmalıdır. Her 50 kişinin başında bir nâib bulunur. Hepsi süvari ve tam teçhizatlıdır (Nizâmü’l-Mülk, 1982). Bu bilgilerden müfredlerin saraydaki merasim ve muhafız birliği olduğu anlaşılmaktadır. Hâssa Ordusu: Profesyonel, her an sefere hazır merkez ordusudur. Melikşah zamanında bunların mevcudunun 45.000 olduğu bilinmektedir. İktâ Askeri Daha önce de anlatıldığıo gibi, iktâ sisteminin bir boyutu da sefer zamanı asker toplanmasıdır. İktâ bölgesinden ne kadar asker çıkarılabileceği devletin gönderdiği memurlar tarafından belirlenmekte, iktâ sahipleri de sefer zamanı belirlenen miktardaki asker ile birlikte orduya katılmaktadır. Askerî iktâ sistemini geliştiren ve Selçuklu ordusuna tatbik eden vezir Nizâmülmülk’tür. Bu uygulama ile sefer zamanı eyaletlerden toplanan askerlere maaş yerine tarım arazilerinin vergileri tahsis edilmiştir. Böylece temin edilen asker mevcudu, Sultan Melikşah zamanında 400.000’i bulmuştur. Daha çok İran’ın doğusunda sınır boylarında görülen askerî iktâlar Sancar döneminde bu iktâlar da babadan oğula intikal eder hale geldi. Melik Şehzadelerin ve Diğer Devlet Adamlarının Askerleri Eski Türklerdeki ülke topraklarının yönetiminin hanedan üyelerine taksim edilmesi geleneği (ülüş) Selçuklu döneminde de devam etmekteydi. Şehzadeler melik unvanı verilerek eyaletlere vali olarak gönderiliyordu. Keza büyük komutanlar da eyalet veya vilayet yöneticisi olarak tayin ediliyorlardı. Bunların kendilerine bağlı 188 Büyük Selçuklu Tarihi gulâm askerleri de vardı. İhtiyaç olduğunda Sultanın emriyle askerleriyle birlikte orduya katılırlardı. Şehzadeler Selçuklu ailesinin mensupları olmakla beraber, aynı zamanda birbirlerinin rakipleri idiler. Siyasî varlıklarını sürdürebilmeleri için bu askerler büyük önem taşımaktaydı. Türkmenler Türkmenler (Oğuzlar) Selçuklu Devletinin bel kemiğiydi. Bunların devletin kuruluşunda ve hakimiyetin yayılmasında büyük emekleri olmuştur. Türkmenlerin bir kısmı zamanla yerleşik hayata geçmiş olsa da, asıl büyük kısmı bozkır hayatının gereği olarak merkezî otoritenin “boyunduruğu” altına girmeye yanaşmamakta, ama devletle karşı karşıya gelmemeye de özen göstermekteydiler. Sultanlar ise devletin aslî unsuru olan Türkmenleri, Nizâmülmülk’ün de tavsiyeleri doğrultusunda küstürmemeye, hoş tutmaya çabalıyorlardı. Yerleşikleri rahatsız ettiklerinde onları uyarıp cihada (Rûm’a yani Anadolu’ya, Hıristiyan Bizans üzerine) teşvik ediyorlardı. Zaman zaman da merkezî ordunun seferlerine takviye güç olarak katılırlardı. Tâbîlerin Yardımcı Kuvvetleri Tâbî hükümdarların yükümlülüklerinden biri de yapılan anlaşmanın gereği olarak istendiğinde askerleriyle yardıma gelip orduya katılmalarıydı. ADLÎ TEŞKİLÂT Nizâmülmülk’e göre hüküm sahibi sultandır; sultan İslâm hukukunu bilmiyorsa nâib tayin etmelidir. Dolayısiyle kadılar onun nâibleridir, yani onun adına hüküm verirler. Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi Selçuklularda da adalet kazâ ve vilayetlerde, yani bütün ülkede kadılar vasıtasiyle sağlanmaktaydı. K¯adi’l-kudât (kadılar kadısı, baş kadı) ise adlî teşkilâtın başındaki kişiydi. O sultan tarafından düzenlenen bir törenle tayin edilirdi. K¯adi’l-kudât ve kadılar teorik olarak sultana ve dîvân-ı a’lâya bağlı olmayıp bağımsız karar vermekteydiler. Uygulamada ise yetkileri daha sınırlıydı; sultanın emirlerini yerine getiriyor ve onun tarafından azledilebiliyorlardı. Eyalet veya vilayetlerde ise valiye bağlıydılar. Kadılık makamına genellikle âlimler ve fakîhler soyundan gelenler atanıyor ve sıklıkla babadan oğula geçiyordu. Kadı, din ve şeriat (hukuk) ile ilgili bütün işlerde yetkilidir ve dîvân kendisini desteklemek zorundadır. Kadı aynı zamanda hâkimdir, yani örfî mahkeme işleri de ona düşer. Kadının, hukukî faaliyeti esnasında kullandığı kaynaklar, Kur’an, Hadîs, Hz. Peygamber’in arkadaşlarının ve İmamlar’ın sözleri, İcmâ’, eskilerin ve İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’nin koyduğu kaidelerdir. Kadılar günlük hayatla ilgili nikâh, boşanma, emlâk vs. alım-satım işlemleri, vakfiyelerin düzenlenmesi ve tescili, vakıflarla ilgili anlaşmazlıklar, adi suçlar gibi muhtelif konularda yegâne karar mercii idiler. Büyük Selçuklularda hâssa ordusu mensupları ile ilgili davalara bakan ve kadıyı haşem ve leşker-i hazret unvanını taşıyan diğer bir kadı daha vardı. Bu kadı vakıflara da nezaret ederdi. 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 189 Özet Selçuklu devlet anlayışı içerisinde hakimiyetin hukukî dayanağını analiz edebilecek, İslam öncesi Türklerde hükümranlığın (kut) ilâhi bir kaynağa dayandığına inanılmaktaydı. Bu anlayışın İslamı kabulden sonra da devam ettiği görülür. Nitekim Kutadgu Bilig’deki “Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar.” sözü, bunu açık bir şekilde gösterir. Nizamülmülk de Allah’ın her asır halktan birini seçtiğini belirtir. Bununla birlikte devleti kuran veya başına geçen hükümdarın ancak Tanrı’nın gönderdiği, “kut” verdiği bir soyun mensubu olması gerektiğine de inanılmaktaydı. Bu inanışın da, İslamdan sonra devam ettiği görülür. Oğuz boylarından çıkmış bütün hanedanlarda olduğu gibi Selçuklu hanedanının da kendilerini destanî Oğuz Han’a dayandırmaları bu inanışın bir sonucudur. Metbû-tâbî ilişkilerini açıklayabilecek, Selçuklu İmparatorluğu metbû yani tâbî olunan devlet konumundadır. O Selçuklu ailesinin kurduğu ilk ve sonra kurulan bölgesel Selçuklu hanedanlarının da doğduğu devlettir. Tabiatı gereği tâbîlikte sadâkat ve süre düzensizdir. Aynı şekilde yükümlülüklerde de bir standart yoktur. Tâbî olanın kimliğine, tâbi oluş şekline, yani kan dökülmeden kendi rızasıyla veya kılıç zoruyla olmasına göre yükümlülüklerin veya yaptırımların belirlendiği görülür. Tâbîliğin en başta gelen ve en yaygın olan göstergesi, bölgesinde okunan hutbelerde ve daha sonra eğer bastırma hakkı tanınmış ise sikkelerinde metbûnun adının zikredilmesidir. Ancak bazı hükümdarların bastırdıkları sikkelerde metbûnun adına rastlanmaz. Diğer tâbîlik yükümlülüklerini, vergi ödeme, istendiğinde asker gönderme, çocuklarından bir veya birkaçını metbûnun sarayına rehin gönderme şeklinde sıralayabiliriz. Gulâm sisteminin Selçuklulardaki yerini belirleyebilecek, Gulâmlar genelde satın alma, esir alma, hediye gönderilme vs. yollarla temin edilmekteydiler. Nizâmülmülk’e göre saray için seçilerek satın alınan delikanlılar, yedi yıllık bir eğitimden geçirilir ve liyâkatlerine göre devlet kapısında göreve başlardı. Ancak hükümdarların gulâmlara ihtiyaç duymasının başlıca sebebi sadâkat olmasına rağmen, kendilerinin seçip tayin ettiği gulâmlara zaman zaman güvenemedikleri görülmektedir. Bu sebeple yapılmasını istedikleri bir işi, görevi olan emire değil de, güvendikleri diğer bir emire verebilmekteydiler. Taşıdıkları “emir” unvanından da anlaşılacağı gibi saray görevlileri askerî statüdeydi, yani kılıç ehlindendi. Ciddî bir eğitimden geçirilen farklı soylardan gulâmlar, vasıflarına göre sarayda, bürokraside ve orduda istihdam ediliyorlardı. Sultanı ve sarayı koruyan muhafız birliği ve merkezdeki daimî ve profesyonel orduyu oluşturan askerler de gulâm kökenliydi. Bunların diğer bir özelliği de, bistegânî denilen ücretlerini üç ayda bir, yani yılda dört defa almalarıdır. İktâ sisteminin Selçuklular için ne ifade ettiğini değerlendirebilecek, Ortaçağ İslam devletlerinde uygulanan iktâ sistemi Selçuklu devlet teşkilâtının da temel taşlarındandır. Devlet mülkiyetinin esas alındığı toprak sisteminin (mîrî arazi) bir sonucu olan iktâ, maliyenin uyguladığı gelir vergisi toplama usulü yanında, taşra (eyalet ve vilayet) yönetimi ve savaş zamanı asker toplamayı birlikte sağlayan kapsamlı bir sistemdir. Eyaletler yani taşra, bir anlamda ülkenin zahire ambarı, dolayısıyle vergi kaynağıydı. Köylünün ekip biçtiği, hububat üretilen bu topraklardan hem iktâ vergisi tahsil ediliyor, hem de ülkenin tahıl ihtiyacı karşılanıyordu. İktâ aslında sadece bir vergi sistemi değildi. Nizâmülmülk Orta Çağ İslam dünyasında uygulanmakta olan bu sistem üzerinde bazı değişiklikler yapıp, idârî iktâları askerî iktâlara dönüştürerek toprağa bağlı bir ordu sistemi geliştirmiştir. Selçuklu ordusunun kaynaklarını belirleyebileceksiniz, Büyük Selçuklu Devletinin ve bölgesel Selçuklu şube hanedanlarının ordularını oluşturan iki ana unsur, gulâm askeri ile iktâ askeridir. Bunların dışında şartlara göre orduya katılan melikler ve diğer devlet adamlarının askerleri, Türkmenlerin ve tâbî devletlerin yardımcı kuvvetleri de vardır. 1 2 3 4 5 190 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Türklerde hâkimiyetin hukukî dayanağı aşağıdakilerden hangisidir? a. Seçim b. Yabguluk c. Tanrı’nın “kut” verdiği asil bir soy d. Güçlü olma e. Peygamber soyuyla evlenme 2. Selçuklu sultanlarının Abbasî halifeleri tarafından tanınmak istemelerinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Halifeliği elde etmek b. Otoriteye sahip olmak c. Fâtımîlere karşı üstünlüğü ele geçirmek d. Sünnî İslam dünyasında meşrûiyet sağlamak e. Halife ile ittifak kurmak için 3. Tâbîlik yükümlülüklerinin öncelikli ve yaygın olanı aşağıdakilerden hangisidir? a. Vergi ödeme b. Sikke c. Asker gönderme d. Rehin gönderme e. Hutbe 4. Aşağıdakilerden hangisi bir unvan değildir? a. Ebû’l-Feth b. Yabgu c. Şâhenşâhu’l-ecell d. Melik e. es-Sultânu’l-Mu’azzam 5. Gulâmlarda aranan öncelikli vasıflar aşağıdakilerden hangileridir? a. Yakışıklı ve heybetli olma b. Olgun yaşta olma c. Yabancı dil bilme d. Liyâkat ve güvenilirlik e. Türk olma 6. Siyâsetnâme’de geçen emîr-i haresin Selçuklulardaki karşılığı aşağıdakilerden hangisidir? a. Şarabdâr b. Emîr-i candar c. Emîr-i dâd d. Üstâdü’d-dâr e. Vekîl-i hâss 7. Aşağıdakilerden hangisi Selçuklu vezirlerinin gelirlerinden biri değildir? a. Vakıf geliri b. Ganimet payı c. Devlet gelirlerinin % 10’u d. İktâ gelirleri e. Maaş 8. Dîvân-ı a’lâya katılmayan dîvân reisi aşağıdakilerden hangisidir? a. Tuğrâî b. Vekîl (-i dîvân-ı hâss) c. Müşrif d. Sâhib-i arz e. Müstevfî 9. Aşağıdakilerden hangisi iktâ sistemi ile ilgili değildir? a. Vergi toplama b. Eyâlet yönetimi c. Maaş d. Asker toplama e. Mîrî arazi 10. Aşağıdakilerden hangisi atabeglerin özelliklerinden biri değildir? a. Mürebbîlik b. Şehzade adına eyâleti yönetme c. Liyâkat, güvenilirlik ve tecrübe d. Gulâm e. Dîvân reisi 9. Ünite - Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı 191 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “Hakimiyetin Hukukî Dayanağı (meşrûiyeti)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Sultan ve Abbasi Halifesi (İktidar ve Otorite)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Metbû” Devlet ve “Tâbî’leri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. a Yanıtınız yanlış ise “Sultan ve Sembolleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “Saray ve Teşkilâtı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “Saray ve Teşkilâtı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “Vezâret” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “Dîvân-ı A’lâ (Vezâret)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. c Yanıtınız yanlış ise “İktâ Sistemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Eyâlet Yöneticileri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Sultana mahsus olan önemli önemsiz herşey, doğal olarak zamanla onun sembolü haline gelmiştir. Unvan, hutbe ve sikke başta olmak üzere bütün bu semboller, farklı zaman ve zeminlerde hükümdarın gücünü, toplumun neredeyse iliklerine işlercesine veya beyinlere nakşedercesine ilan etmektedir. Bütün bunlar hükümdarın dosta, düşmana karşı, ne kadar muhteşem ve muktedir olduğunu gösterir. Sıra Sizde 2 Saray emirleri gulâm kökenli olup iyi yetişmiş, liyâkatli ve güvenilir kişilerdir. Taşıdıkları “emir” unvanından da anlaşılacağı gibi saray görevlileri askerî statüdeydi, yani kılıç ehlindendi. Saray emirlerine güven endişesi veya gelirini artırıp ödüllendirmek için sultan tarafından mevcut görevine ilave olarak geçici veya devamlı ikinci bir makamın tevcih edildiğine sık rastlanır. Bu da saray emirlerinin tayin, görev ve yetkileri hususunda uygulamada bir karmaşa yaşandığını ve memuriyetler arasında geçişgenlik olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle taşınan unvanlarla, yerine getirilen bazı görevler uyuşmamakta veya iç içe geçmektedir. Sıra Sizde 3 Selçuklularda vezâret ve bürokrasinin teşekkülünde Sâsânî bürokrasisini taklid eden ve Fars kökenli vezirlerin hakim olduğu Abbasî, Sâmânî ve Gazneli çizgisi etkili olmuştur. Görev, yetki ve protokol bakımından bu devletlerin vezirleri arasında paralellik görülür. Bunda söz konusu devletlerin Arap, Fars ve Türk menşeli olmalarına rağmen, vezirlerin aynı formasyon ile yetişmiş Farslılar olmaları büyük bir rol oynamaktadır. Vezir dört dîvân reisinin katıldığı Dîvân-ı A’lâ’ya başkanlık eder. Bu dört dîvân tuğra/inşâ, istîfâ, arz ve işraf dîvânlarıdır. Bu divanda ü lke ve idarî teşkilat ile ilgili genel konular görüşülür, karara bağlanır ve gerekli emirler verilirdi. Bu dört dîvândan başka dîvân-ı a’lâya bağlı olmayan dîvânlar da vardı ve reisleri bu dîvânın toplantılarına katılmıyorlardı. Sıra Sizde 4 Nizâmülmülk Orta Çağ İslam dünyasında uygulanmakta olan iktâ sistemi üzerinde bazı değişiklikler yapıp, idârî iktâları askerî iktâlara dönüştürerek toprağa bağlı bir ordu sistemi geliştirmiştir. Selçuklularda ülke toprakları üzerinde devlet mülkiyetinin esas alındığı mîrî arazî sistemi uygulanmaktaydı. Bu sistemin bir parçası olan iktâ ile devlet çok yönlü bir kazanç elde etmekteydi: 1) Arazi gelir vergisi ekilen mahsulün cinsinden aynî olarak toplanmaktadır. 2) Eyalet ve vilayetlere tayin edilen yöneticilerin hizmet bedelleri yerinde temin edilmektedir. 3) Sulh zamanında, tayin edildikleri eyalet, vilayet veya daha küçük idarî birimler mukta’lar (iktâ sahipleri) tarafından yönetilmektedir. 4) Aynı zamanda sefer zamanı önceden belirlenen miktarda asker toplanarak orduya katılmaları sağlanmaktadır. 192 Büyük Selçuklu Tarihi Yararlanılan Kaynaklar Alptekin, Coşkun. (1971). “Selçuklu Paraları”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, 3, Ankara, s. 435-591. İnalcık, Halil. (1959). “Osmanlılar’da Saltanat Verâseti Usulü ve Türk Hâkimet Telâkkisiyle İlgisi”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIX/1, Ankara, s. 69-94. Kafesoğlu, İbrahim. (1984). Türk Millî Kültürü, İstanbul. Köymen, Mehmet Altay. (1951). “Selçuklu Devri Kaynaklarına Dair Araştırmalar I: Büyük Selçuklu İmparatorluğu Devrine Âit Münşeat Mecmuaları”, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, 4, Ankara, s. 537-648. Köymen, Mehmet Altay. (1964). “Selçuklu Devri Türk Tarihi Araştırmaları II: Selçuklu Devri Devlet Teşkilâtına Dâir Bir Eser Münasebetiyle”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 2-3, Ankara, s. 303-380. . (1992). Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi III: Alp Arslan ve Zamanı, Ankara, s. 59-293. Kucur, Sadi S. (2002). “Nizâmü’l-mülk’ün Siyâsetnâmesine Selçuklu Devlet Teşkilâtı Açısından Bir Bakış: Emîr-i Hares ve Emîr-i Dâd Örneği”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 12, İstanbul, s. 41-72. . (2006). “Vekîl-i Hâsslık ve Selçuklu Saraylarında Üstâdü’d-dârlık”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 14, İstanbul, s. 1-10. Kurpalidis, G. M. (2007). Büyük Selçuklu Devletinin İdarî Sosyal ve Ekonomik Tarihi, (çev. İlyas Kamalov), İstanbul. Lambton, Ann K. S. (1973). “Atebetü’l-Ketebe’ye Göre Sancar İmparatorluğunun Önemi”, (çev. Nejat Kaymaz), Belleten, 147, Ankara, s. 365-394. Merçil, Erdoğan. (2007). Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara. . (2011). Selçuklular’da Saraylar ve Saray Teşkilâtı, İstanbul. Nizâmü’l-Mülk. (1982). Siyâset-Nâme, (haz. Mehmet Altay Köymen), Ankara. Özaydın, Abdülkerim. (2001). Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498 / 1092-1104), İstanbul, s. 175-228. Taneri, Aydın. (1970). “Büyük Selçuklu İmparatorluğunda Vezirlik”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 8-9, Ankara, s. 75-188. TDV İslâm Ansiklopedisi. (1988-2011). I-XXXVIII, İlgili maddeler. 10 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu medeniyetinin nasıl bir ortamda ortaya çıktığını belirleyebilecek, Nizamiye Medreselerinin Ortaçağ İslam dünyasına katkılarını değerlendirebilecek, Selçuklular döneminde ilmî faaliyetlerin mahiyetini açıklayabilecek, Selçuklular döneminde mimarî ve sanattaki gelişmeleri belirleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Nizamiye Medreseleri • Nizamülmülk • Gazzâlî • Ömer Hayyam • Celâliyye Takvimi • İsfizarî • el-Harakî • el-Hâzinî • Mescid-i Cuma • Kümbed • Ribat İçindekiler Büyük Selçuklu Tarihi Kültür ve Medeniyet • SELÇUKLU MEDENİYETİNİ HAZIRLAYAN ORTAM • NİZÂMİYE MEDRESELERİ • İLİM VE EDEBİYAT • MİMARÎ VE SANAT BÜYÜK SELÇUKLU TARİHİ SELÇUKLU MEDENİYETİNİ HAZIRLAYAN ORTAM X. yüzyılın ortalarından XI. yüzyılın ortalarına doğru geçen zaman diliminde Selçuklular bozkır hayat tarzından, kültüründen cihan devletine, diğer bir deyişle imparatorluğa, yani yeni bir medeniyete doğru adım attılar. Onlar aslında dört önemli süreci birlikte yaşadılar: Müslüman olarak din değiştirdiler. Bozkırdan Horasan’a inerek yaşadıkları coğrafyayı değiştirdiler ve bununla birlikte yerleşik hayata adım attılar. Geldikleri bu topraklarda yürürlükte olan idarî tecrübeden, birikimden yararlandılar, gulam sistemini benimseyerek devleti idari olarak örgütlediler. Kısa sürede birlikte yaşanan bu hızlı dönüşüm, peşinden imparatorluğu ve medeniyeti getirdi. Selçuk Bey ve ona bağlı Oğuzlar X. yüzyılın ortalarında İslâmiyeti kabul ettiler. İslam Peygamberine 610 yılında Mekke’de ilk vahyin inişiyle başlayıp dalga dalga yayılan İslam, kısa zamanda İran, Horasan ve Mâverâünnehr’e ulaşmıştı. X. yüzyıla gelindiğinde bütün bu coğrafyaya hakim olan inanç artık sadece İslamiyet idi. Selçuk Bey Cend’de iken buraya komşu olan Müslüman Sâmânîler ise bölgenin iki süper gücü Karahanlı ve Gazneli devletleri arasında ömrünü tamamlamaya yüz tutmuştu. İşte böyle bir ortamda henüz Müslüman olan Selçuklular siyasî ortamın fırsatlarını, boşluklarını gayet güzel değerlendirerek önce Mâverâünnehr’e indiler. Sonra da Gaznelilerin elindeki Horasan eyaletine hakim oldular ve burada devleti kurdular (1040). O tarihe kadar Selçuklu ailesinin etrafında sadece Müslüman Oğuzlar, yani Türkmenler bulunmaktaydı. Ancak onlar şimdi yerleşik hayatın hakim olduğu ve Müslüman, ama Türk olmayan toplulukların da yaşadığı yeni bir coğrafya üzerinde devlet kurmaktaydılar. Bu topraklarda köklü Sâsânî mirası üzerinde kurulan Abbâsî, Sâmânî ve Gazneli devletlerinin bürokratik geleneklerinin hakim olduğu bir idarî sistem de yürürlükteydi. Selçukluların bu gelişmiş, rayına oturmuş “müesses nizam”ı görmezden gelerek, yönetmeye talip oldukları şehirli, yerli halka bozkır hayat tarzını dayatmaları herhalde mümkün değildi. Hal böyle olunca kurulan devlet bu fiilî durumu göz önünde bulundurmak zorunda kaldı. Zaten bu yeni sistem içinde görev yapabilecek yetişmiş bir kadro da mevcut değildi. Tabiatiyle Horasan’da Gaznelilerden geride kalan gulam sistemine tâbi bürokrat ve askerler ile ulema yeni Selçuklu devletinde kolaylıkla yer buldular. Böylece gulam sistemi de yeni devletin temel bir parçası haline geldi. Kültür ve Medeniyet 196 Büyük Selçuklu Tarihi Bu önemli gelişme, o zamana kadar Selçuklu varlığının yegâne kaynağı ve gücü olan Türkmenleri pek tabii ki rahatsız etti. Selçuklu hükümdarlarının tarihleri boyunca devletin aslî unsuru olan Türkmenleri gözettikleri, dengeleri korudukları ve ustaca yönlendirmelerle onların devlet otoritesi ve yerleşikler için bir tehlike olmaktan çıkarılmasını sağlayabildikleri oranda başarılı oldukları görülür. Nitekim devletin kuruluşunda etkin güç olan Türkmenler, ne yazık ki devletin yıkılışında da son darbeyi vuran güç olmuşlardır. Selçuklu Devletinin hükmettiği topraklarda Türkmen nüfusu giderek artmış olsa da, yerli ve yerleşik Türk olmayan nüfusun çoğunluğu teşkil ettiği bir gerçektir. İşte gulam sisteminin diğer önemli bir fonksiyonu da, herhalde bu söz konusu nüfusun Selçuklu fatihlerini bir işgalci ve sömüren olarak görmeyip, kendilerinin de sistemin bir parçası olduklarını fark etmelerini sağlamış olmasıdır. Dolayısıyla Selçuklu yönetimi yerli halkı “öteki” olarak kabul etmemiş, kendisine tâbi olduğu ve yükümlülüklerini yerine getirdiği müddetçe onların hak ve hukukunu gözeten, iktidarın nimetlerinden faydalandıran ve böylece “sosyal mutâbakat”ı sağlayan âdil bir devlet modeli örneğini ortaya koymuş olmaktadır. Selçukluların kurduğu devleti imparatorluğa götüren diğer bir önemli faktör, pek tabiidir ki merkezî yönetimi güçlendirmiş olmalarıdır. Nitekim bunu en iyi başardıkları Sultan Melikşah döneminde imparatorluk her yönüyle zirveye çıkmıştır. Ancak bu zor gerçekleştirilen, ama ne yazık ki sürekli kılınamayan bir husustur. Hanedanların yönettiği devletlerin ortak çıkmazı ise iktidarın intikali meselesidir. Bunun önceden belirlenememesi ve bir kurala bağlanamaması, şehzadelerin iktidar mücadelesine girişmesine, dolayısıyla kan kaybına, istikrarsızlığa sebep olmuştur. Ancak rakibi olan diğer hanedan üyelerine gücüyle üstünlük sağlayan ve bunu kabul ettiren şehzadelerin sultan olduğu ve bu gücünü devam ettirdiği takdirde ülkede siyasî istikrar, huzur ve refah sağlanabilmiştir. İşte Büyük Selçuklu Devleti çok uzun süre olmasa da bu ortamı sağlayabilmiştir ki, medeniyet boyutuna ulaşabilmiştir. Yani merkezî otoritenin güçlü olduğu, Türkmenlerin ve yerli halkların hoşnut edildiği, böylece huzur ortamının sağlandığı dönemlerde Selçuklular medeniyeti oluşturan, eğitim, ilim, edebiyat ve düşünce hayatı ile mimarî ve sanat alanlarında gelişme kaydedebilmişlerdir. Selçukluların kuruluş aşamasında geçirdikleri süreçleri açıklayınız. NİZÂMİYE MEDRESELERİ Ortaçağ İslam Dünyasında bugüne de ulaştığı gibi, inanç açısından iki ana kol mevcut idi. Büyük çoğunluğu teşkil eden Sünnîlik ise de, ona muhalefet eden Şîîlik daha aktif idi. Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’ye hakim olan Fâtımî Devleti (909- 1171) Şîanın İsmailî kolu tarafından kurulmuştu. Irak’ta ve İran’ın büyük kısmında ise Deylemli Şîî hanedan Büveyhîler (932-1062) hüküm sürmekteydi. Sünnî Müslümanların lideri olan Abbasî Hilâfeti, Selçuklu Devleti kurulduğu dönemlerde işte bu emirliğin işgali altındaydı. 110 yıl (945-1055) süren bu işgal tabiatiyle Sünnî İslâm Dünyası için halledilmesi gereken büyük bir problemdi. Abbâsî halifesi elKaim Biemrillah’ın bu zilletten kurtulmak için kısa zamanda İran’ı hakimiyetine alan, henüz 15 yıllık Selçuklu Devletinin sultanı Tuğrul Beyi daveti üzerine, Bağdad işgalden kurtarıldı ve böylece halifenin itibarı da iade edilmiş oldu. Ancak İsmailî Şîanın Sünnî İslam Dünyasına yönelik faaliyetleri de endişe verici boyuttaydı. Sünnîler Kahire’de el-Ezher veya Dârü’l-Hikme’de yetiştirilen İsmailî dâîlerin (davetçi) yoğun bir mezhep propaganda faaliyeti ile karşı karşıya idiler. 1 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 197 Bu durum pek tabii Abbasî hilafetini ve onun koruyuculuğunu üstlenen Selçukluları rahatsız etmekteydi. Selçuklular İsmailîlerin bu propaganda faaliyetlerini etkisiz kılmak, Ehl-i Sünnet akidesini güçlendirmek ve yaymak; ayrıca devlet yönetiminde ihtiyaç duyulan kadroların yetiştirilmesi ve maddî bakımdan fırsat eşitliğini sağlamak için adeta bir eğitim seferberliğine giriştiler. Sünnî İslam Dünyasının geleceği için büyük önem taşıyan bu büyük projeyi Sultan Alp Arslan’ın veziri Nizâmülmülk başlattı. Doğu İslam Dünyasında mescidler önceleri ibadet mekânı olmasının yanında diğer bazı fonksiyonları ile birlikte eğitim merkezleri olarak da kullanılmaktaydı. VIII. yüzyılda mescidler çalışanlarına maaş veren ve öğrencisinden ücret talep etmeyen eğitim merkezleri haline geldi. Büveyhî hakimiyeti döneminde X. yüzyılın sonlarında, birkaç bölgenin 32 yıl valiliğini yürüten hayırsever Bedr b. Hasaneveyh ise yeni bir uygulamayı başlattı. Yönettiği bölgelerde üç bin kadar mescidhan kurdu. Mescidin yanına şehir dışından gelen öğrencilerin konaklayacakları, yiyip içecekleri hanlar (yurtlar) yaptırdı. Daha ileri bir safha olan medreselerde ise artık öğrencilerin bütün temel ihtiyaçları karşılanmaya başlandı. Nizamiyelerden önce açılan medreseler mevcuttu. Ancak ilim adamları, tüccar veya devlet adamları tarafından yaptırılan ve/veya desteklenen bu medreseler Nizamiye medreseleri boyutunda değildi. Nişabur, Bağdat, Isfahan, Herat, Belh, Merv, Hargird, Basra, Musul gibi Irak ve Horasan’ın hemen hemen her şehrinde inşa edilen Nizamiye Medreseleri ise her şeyden önce vakıf kuruluşları idi. Yani müstakil bütçeleri, gelir kaynakları vardı; idarî ve eğitim personeline maaş veya aynî gelir ödenmekteydi. Öğrencilere ise yatıp kalkacakları odalar verilmekte, beslenme ihtiyaçları karşılanmakta, ayrıca burs da tahsis edilmekteydi. Bu yenilikler tabiatiyle eğitimi cazip hale getirmekte ve en önemlisi fakir öğrencilere imkan ve fırsat eşitliği sağlamaktaydı. İslam hukukuna göre vakıfları şahıslar kurabildiğine ve kurucusunun adından dolayı Nizamiye adı verildiğine göre bu medreseleri yaptıran kişi şüphesiz Nizamülmülk idi. Ancak kamu yararı için yapılan vakıflara devlet arazi tahsis edeResim 10.1 Hârgird Nizamiye Medresesinden günümüze kalan, çiçekli kûfî yazı ile yazılmış bir kitabe parçası. 198 Büyük Selçuklu Tarihi bilmekte ve hazineden tahsisat ayırabilmekteydi. Dolayısıyla Selçuklu Devleti bu medreselerin yapılmasına büyük bir destek sağlamıştır. Bir medrese genellikle önceden belirlenen bir ilim adamı için inşa edilmekteydi. Nitekim Nişabur medresesi devrin meşhur ilim adamı İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Bağdat medresesi ise Ebû İshak eş-Şirazî için yapılmıştı. Nizamiye Medreselerine Şâfiî olan, dolayısıyla Şâfiî fıkhı okutacak müderrisler tayin edilmekteydi. Bu durum vâkıfın (vakıf kurucu), yani Nizamülmülk’ün Şâfiî olmasından kaynaklanıyordu. Verilecek eğitimi bir mezhep ile sınırlama vakıf mantığı ile çelişiyor görünse de, bu tercih toplum tarafından vâkıfın inancında samimiyetiyle ilişkilendirilmekteydi. Dolayısıyla vâkıfın medreseye kendi bağlı bulunduğu mezhebin fıkhını okutacak bir müderris tayin etmesi doğal bir durumdu. Burada zikredilmesi gereken önemli bir durum ise medreselere Şâfiî müderris tayin edilmesine, kendileri Hanefî olan Selçuklu sultanlarının müdahale etmemesidir. Buna mukabil onlar ve diğer hanedan üyeleri de kendi yaptırdıkları medreselere Hanefî müderris tayin etmekteydiler. Nitekim Tuğrul Bey Nişabur’da, Melikşah (es-Sultan), eşi Terken Hatun (Terken Hatun), oğlu Mahmud (Muğîsiyye) ve kızı (el-Vakfiyye) ile kardeşi Tutuş’un gulâmı Humartegin (et-Tutuşiyye) Bağdat’ta Hanefîler için medrese inşa ettirmişlerdir. Anlaşılan odur ki Nizamiye Medreseleri kendi döneminde mezhepler arasında bir rekabete de sebep olarak bir çok Hanefî, ve Hanbelî (XII. yüzyılda Bağdat’ta) medresenin açılmasına öncülük etmiştir. Bir medreseye genellikle bir müderris tayin edilmekte ve vefatına kadar da görevinde kalmaktaydı. Nadiren azledilmekte veya kendisi görevi bırakmaktaydı. Medreselerde verilen derslerin belli bir düzeni yoktu. Her müderris kendi uzmanlık alanlarına göre müfredatı belirlemekteydi. Ancak kuruluş hedeflerine uygun olarak müfredata dinî ilimlerin hakim olduğu görülmektedir. Genellikle Kur’an, hadis, Şafiî fıkhı ve usulü, Eş’arî kelâmı (İslâmın iman esaslarını aklî delillerle inceleyen ilim), Arap dili ve edebiyatı, edeb, riyâziye (matematik) ve ferâiz (miras hukuku) gibi dersler okutulmaktaydı. Az da olsa bazı medreselerde dinî ilimlerin yanında mantık, hendese (geometri), nücûm (astroloji) ve tarih gibi ilimlere de yer verilmekteydi. Mesela meşhur ilim adamı Gazzâlî’nin, Nişabur Nizamiyesinde İmamü’l-Haremeyn’den mezheb (fıkıh), hılâf, cedel, fıkıh usulü, mantık, hikmet ve felsefe okuduğu kaydedilmektedir. Ders günleri ve ders saatleri düzensizdi, bir standart yoktu. Her müderris ders günlerini ve saatlerini kendisi belirlemekteydi. Öğrencilerin genellikle yirmi yaşlarında eğitime başladıkları ve dört yıl eğitim gördükleri bilinmektedir. Öğrenci mevcudunda da bir sınırlama olmadığı anlaşılmaktadır. Müderrisin şöhreti dersini takip eden öğrenci sayısını arttırmaktaydı. Mesela Cüveynî’nin derslerini hergün 300, hatta ömrünün son günlerinde 400 kadar öğrencinin dinlediği rivayet edilmektedir. Medrese eğitiminin genel özelliklerinden biri de öğrencinin istediği bir ilmi (dersi), herhangi bir şehirdeki bir medresede ilmiyle şöhret olmuş bir ilim adamından okuyabilmesiydi. Bu uygulama pek tabii eğitim ve ilim hayatına bir canlılık ve zenginlik katmaktaydı. Mesela ilim tahsil ederken on beş şehir dolaşarak belki de en çok seyahat eden meşhur tarihçi İbn Asâkir (ö. 1176) buna güzel bir örnektir. Nizamiye Medreselerinin İsmailî Şîasının veya Bâtınîlerin propagandaları karşısında Sünnî inancı güçlendirdiği, bunun için yeni kadrolar yetiştirdiği, getirdiği imkânlarla eğitimi yaygınlaştırdığı, çağında ve sonrasında açılan yeni medreselere örnek teşkil ettiği kesindir. Ancak verilen eğitimin Şafiî fıkhı ve Eş’arî kelâmı ile sınırlandırılarak diğer mezhepleri gerilettiği, felsefe dersleri okutulmayarak İslam düşüncesinin gelişmesine engel olduğu, hatta para karşılığı öğretilen ilmin itibarı- 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 199 nı düşürdüğü gibi iddialar da ileri sürülmektedir. Yukarıda verdiğimiz bazı örnekler de göstermektedir ki İslam Dünyasında Nizamiyelerin dışında diğer mezheplerin görüşleri doğrultusunda eğitim veren bir çok medrese mevcuttu. Kuruluş amaçlarıyla doğru orantılı olarak genelde felsefe derslerinin verilmemesi doğru olmakla birlikte, ilgili öğrencilerin bu alanda öne çıkan ilim adamlarından medrese dışında ders aldıkları da bilinmektedir. Büyük Selçuklu Devletinin bu mirasını Türkiye Selçukluları Türkiye’de, Nureddin Mahmud Zengî ve Salâhaddin Eyyûbî el-Cezîre (Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak), Suriye ve Mısır’da bir çok medrese yaptırarak devam ettirmişlerdir. Nizamiye Medreselerinin kuruluş sebeplerini açıklayınız.. İLİM VE EDEBİYAT Selçukluların siyasî başarılarının yanında İslâm ve Türk dünyasına ne kattığını ortaya koyabilmemiz için, dahil oldukları İslam dünyasının durumuna bir göz atmamız gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Selçukluların tarih sahnesine çıktıkları XI. yüzyıl başlarında, siyasî istikrarsızlık yaygın hale gelmiş, Sünnî-Şîî kutuplaşması oluşmuş, hatta Abbasî hilâfeti Şîî Büveyhîlerin işgaline maruz kalmıştı; dolayısiyle siyâsî bir birlik yoktu. Bu siyasî çekişmeler tabiatiyle itikadî ve fikrî husûmetleri de tahrik ediyordu. Selçuklular (Doğu) İslam dünyasında önce siyasî ve askerî maharetleriyle kısa zamanda merkezî bir yönetim kurarak birliği ve istikrarı sağlamayı başardılar. Daha sonra siyasette sağlanan bu başarıyı akılda ve gönülde de tesis etmek için eğitim seferberliğine girişip Nizamiyeleri ve diğer medreseleri kurdular. Zaman zaman mezhepler arası husumetler başgösterdiyse de bunlar önlenmeye çalışıldı. Nitekim Bağdat’ta Hanbelîler ile Şâfiîler arasındaki tartışmalar kavgaya dönüşünce, Bağdat Nizâmiye Medresesinin müderrisi Ebû İshak eş-Şîrazî’ye bir uyarı mektubu gönderilmişti. Vezir Nizamülmülk mektupta, medresenin bir mezhebi değil, ilmi korumak ve yüceltmek için kurulduğu ve mezhepler arasında bir ayrılığın veya tercihin söz konusu olamayacağını belirtmekteydi. Diğer taraftan Selçukluların tarih sahnesine çıktıkları tarihler dört asırlık İslam dünyasının kurduğu medeniyetin zirvesinde olduğu bir dönemdi. Abbasîlerin 830’da Bağdat’ta kurduğu Beytülhikme ve 1004’te Kahire’de Fâtımîlerin kurduğu Dârülhikme müesseselerinde yapılan çalışmalar, tercüme faaliyetleri süreci hızlandırmış, Huneyn b. İshak (ö. 873), Benî Musa kardeşler, Fârâbî (ö. 950), İbn Sînâ (ö. 1037), İbn Heysem (ö. 1040?), Bîrûnî (ö. 1061?) gibi dünyaya büyük abide şahsiyetler yetişmiş ve bunlar görüşleriyle, buluşlarıyla ilim dünyasına büyük katkılar sağlamışlardı. Ancak bazı ilim adamları İslam medeniyetinin XI. yüzyılda bir duraklama yaşadığı, buna da Selçukluların, hatta Nizamiye Medreselerinin sebep olduğunu iddia eden önyargılı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aslında bu önyargı dönemin kaynaklarına da yansımıştır. Mesela tarihçi İbnü’l-Esir’in Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış için verdiği bilgi ilginçtir. O Kutalmış’ın “bir Türk olmasına rağmen” astronomiastroloji ilmini, eski ilimleri iyi bilmesine, sonra çocuklarının da bu eski ilimleri öğrenmesine ve bu ilimlerle uğraşanları himaye etmelerine hayret etmektedir. Önceki parlak dönemle kıyaslandığında Selçuklu devrinde ilmî faaliyetlerin aynı mahiyette ve seviyede olmadığı söylenebilir; ama bu onların duraklamaya sebep olduklarını göstermez. Aslında duraklamanın olup olmadığı bile tartışma konusudur. Bize ulaşan yazma eserlerin büyük kısmı Selçuklular döneminde ve sonraki asırlar2 200 Büyük Selçuklu Tarihi da istinsah (kopya, çoğaltma) edilmiştir. X. yüzyıl öncesine ait çok az olan yazma eserler, XII. yüzyıldan itibaren artarak devam eder. Bu bize Selçuklu çağında ilmî geleneğin kesilmeyip artarak devam ettiğini gösterir. Nitekim İbn Sînâ’nın öğrencileri, Gazzâlî, Ömer Hayyam ve arkadaşları, Nizamülmülk, İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebu İshak eş-Şirazî bu devirde yaşamışlardır. Tarih boyunca ilim ve sanatın gelişmesinde himaye unsuru büyük önem taşımıştır. Orta Çağ İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, Selçuklularda da iktidar sahibi olan sultan, melik, vezir ve diğer bürokratlar ile servet sahiplerinin, saraylarında alim, edip veya şairleri toplayıp himaye ve teşvik ettiklerine şahit olmaktayız. Makam mevki sahiplerinin bu seçkin kişilere kol kanat germeleri, aslında onların şânındandı. Çünkü her yazılan eser kendisine övgüler düzülerek ithaf edileceği için, onun adının yayılmasına sebep oluyordu. Bir anlamda iktidar sahibi kendi lehine kamuoyu oluşturmanın zeminini sağlıyordu. Devlet adamları bu konuda büyük bir rekabet içindeydiler. Tabiatiyle bu gelenek de ilmî ve edebî eserlerin ortaya çıkmasını, ilim ve edebiyatın gelişmesini, yaygınlaşmasını tetikliyordu. Denibilir ki medreseler doğru kabul edilen bilgiyi topluma ulaştırmayı, himaye usûlü ise ilmin, dil ve edebî zevkin gelişmesini sağlamaktaydı. Selçuklu döneminde yaşamış, verdikleri derslerle veya yazdıkları eserlerle ilme katkısı olmuş bir çok ilim adamından bir kısmını aşağıda tanıtacağız. Bu şahsiyetlerin ortaya çıkmasında Selçuklu yöneticilerinin maddî - manevî desteklerinin ne kadar etkili olduğu apaçık ortadadır. Gazzâlî Selçuklu çağında (Türkiye Selçukluları hariç) düşünce ve ilim hayatına damgasını vuran en önemli isim şüphesiz Gazzâlî’dir (ö. 1111). Asıl künyesi ve adı Ebû Hâmid Muhammed olup İmam Gazzâlî diye tanınır. Bu nisbe iplikçi olan babasının mesleğinden gelmektedir. 1058’de Tûs’ta doğmuş, ilk tahsiline burada başlamış, 5 yıl Cürcan’da eğitime devam ettikten sonra, 1080 yılında Nişabur’a giderek Nizamiye Medresesinde zamanın meşhur kelâm alimi İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin öğrencisi olmuştur. Gazzâlî öğrenimi boyunca başta fıkıh olmak üzere hadis, akaid, gramer, mantık, kelam, hikmet ve felsefe okumuştur. Hocasının onun için “derin bir deniz”, daha öğrenci iken yazdığı el-Menhûl isimli fıkıh kitabı dolayısiyle de ona “Beni sağken mezara gömdün; ölümümü bekleyemez miydin?” dediği rivayet edilir. Hocasının 1085’te vefatı üzerine Vezir Nizamülmülk’ün muhitine dahil oldu ve 1091’de Bağdat Nizamiyesinin müderrisliğine getirildi. Burada 300’e yakın öğrenciye ders verirken felsefe, Bâtınîlik ve tasavvuf üzerine araştırmalar da yaptı. Eserlerinin en az yirmibeş kadarını bu son iki dönemde yazmıştır. Bu arada kazandığı şöhret, saygınlık, başarı bir tarafa, onun şüpheci tabiatı, kendisini ahlâkî bakımdan sorgulamaya yöneltti ve sonunda Bağdat’la bütün ilişkilerini kesme kararı aldı. İhtiyaç fazlası olan bütün servetini dağıttı. Medresedeki görevini kardeşi Ahmed’e bırakarak 1095 yılında Bağdat’tan ayrıldı. Şam ve Kudüs’ten sonra hacca gitti. Hacdan Bağdat’a, oradadan da Horasan’a geçti. Meşhur İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kimyâ-yı Saâdet ve Eyyühe’l-Veled gibi eserlerinin yanında, Bâtınîlik hakkındaki eserlerini de hep bu inziva döneminde yazmıştır. 1106’da ise Nişabur Nizamiyesinde tekrar öğretim görevine döndü. Bu dönüşünde Sultan Sancar’ın veziri ve Nizamülmük’ün oğlu Fahrülmülk’ün etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemde o artık “O zaman mevki kazandıran ilmi öğretiyordum; şimdi ise mevki terkettiren ilme çağırıyorum.” demektedir. Nitekim kendisi 3 yıl sonra bu görevini de bırakarak memleketi 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 201 Tûs’a dönmüştür. Evinin yanına medrese ve hankâh yaptıran Gazzâlî, ömrünün son yıllarını ders vermek, gönül ehliyle sohbet etmek ve eser yazmakla geçirdi. Gazzâlî İslam düşünürleri arasında en çok eser verenlerdendir. Fıkıh, mantık, kelam, felsefe, tasavvuf ve ahlak alanlarında yazdığı eserlerin 400 civarında olduğu söylenmekte ise de, bunların bir kısmının ona yanlışlıkla isnat edildiği, diğer bir kısmının da seçmeler veya özetlerden oluştuğu tespit edilmiştir. Nasihatname türündeki Nasîhatü’l-Mülûk adlı eserini Sultan Muhammed Tapar veya Melik Sancar’a ithafen yazmıştır. Selçuklu sultanlarının ilim adamlarına tavrını gösteren şu kayıt da konumuz açısından önem taşımaktadır. Gazzâlî’yi çekemeyenler, Hanefi mezhebine muhabbetini bildikleri Sultan Sancar’a onun Ebû Hanife aleyhinde sözler söylediğini iddia ederler. Sultan işin aslını bizzat Gazzâlî’den öğrenmek ister. Huzuruna getirilen Gazzâlî’yi tahtına oturtarak ona büyük hürmet gösterir. O işin aslını engin ifade gücüyle arzedince, sultanın ona saygısı daha da artar. Onun görüşleri sadece kendi dönemini değil, o günden bugüne İslam düşüncesini etkilemiştir. Gazzâlî’nin düşünce sistemi kelam, felsefe ve tasavvuf arasında yeni dengelerin kurulmasına sebep olmuş; hatta ondan sonra bu alanlarda yeni yönelişler ortaya çıkmıştır. Oryantalistler onunla İslam düşüncesindeki canlılığın durduğunu iddia ederler. Halbuki bu değişim bir ilmî durgunluğun değil, bir modelin, kuramsal çerçevenin (paradigma) sağlamlaşmasının sonucudur. O önceki bütün düşünce tarzlarını incelemiş ve bunların sonraki temsilcilerini ciddi bir sorgulamaya yöneltmiştir. Mevcut birikimi çok iyi anlamaya çalışmış, eleştirel gözle yorumlamış ve hep sistemleştirme çabası içinde olmuştur. Nizamülmülk Selçuklu tarihinde büyük devlet adamlığıyla, kurduğu Nizamiye Medreseleriyle ve yazdığı eserle iz bırakan bir şahsiyettir. Künyesi ve adı Ebu Ali Hasan olup 1018’de Tûs’ta doğdu. Nizamülmülk lâkabı, Sultan Alp Arslan tarafından vezirliğe getirdiğinde Abbasi halifesi tarafından verilmiştir. Halep, Isfahan ve Bağdat’ta hadis okudu; inşâ ve hitabet sanatında kendisini geliştirdi. Babasıyla birlikte Gaznelilerin Horasan valisinin yanında çalıştı. Selçuklular Horasan’ı ele geçirip devlet kurunca, baba oğul onların hizmetine girdiler. Melik Alp Arslan’ın, sonra babası Çağrı Beyin yanında çalıştı. Çağrı Bey vefat edince Horasan’ı yöneten Alp Arslan sultan olunca Kündürî’yi azledip Nizamülmülk’ü vezirliğe getirdi (1063). 29 yıl Alp Arslan’ın ve oğlu Melikşah’ın vezirliğini yaptı. Siyasî dehasıyla devlet idaresinde, taht değişikliklerinde, isyanların bastırılmasında, savaşların kazanılmasında etkili oldu. Askerî iktâ sistemini yerleştirdi. İsmailî ve Bâtınîlerin propagandalarına set çekmek için Nizamiye Medreseleri eğitim projesini yürürlüğe koydu. Sultan Melikşah’ın isteği üzerine meşhur Siyâsetnâme isimli eserini yazdı. Bu eser siyasetname türünün genel özelliklerinin yanında, farklı olarak bir devlet teşkilatında bulunması gereken makam ve memuriyetleri de ele alır. Bunların özellikleri, neden gerekli oldukları hikâyelerle pekiştirilerek anlatılır. Bu bakımdan Selçuklu devlet teşkilatının bizzat kendisini olmasa da, onda olması gereken hususları ele alması büyük önem taşımaktadır. Ömer Hayyam Selçuklu devrinin meşhur simalarından Ömer Hayyam, günümüzde daha çok rubaileriyle tanınır. Ancak o şairliğinin yanında İbn Sînâ ekolüne mensup büyük bir alim ve filozoftur. O cebir, geometri, astronomi, fizik, tıp ve müzikle uğraşmış, eserler vermiştir. Hayyam’ın analitik geometrinin gelişiminde etkisi büyüktür. 202 Büyük Selçuklu Tarihi Üçüncü dereceden denklemlerin çözümü konusunda Decartes’a (ö. 1650) kadar aşılamamıştır. İşlemlerde irrasyonel sayıların da rasyonel sayılar gibi kullanılabileceğini ilk defa o ispatlamıştır. Hayyam’ın cebir ilmine de büyük katkısı vardır. Birçok cebir denklemini sınıflandırmış ve çoğuna çözüm önermiştir. Denklemlerin birden fazla köklerinin bulunabileceğini göstermiş ve bunları kök sayılarına göre sınıflandırmıştır. O üçüncü dereceden denklemleri sistemli bir şekilde çözdüğü için cebirde Hârizmî’yi aşmıştır. Hayyam cebirsel olguların geometrik olgular halinde ortaya çıktığını savunduğu için, yine Descartes’tan çok önce nümerik ve geometrik cebir arasındaki boşluğu kapatmada büyük bir mesafe almıştır. Sultan Melikşah Ömer Hayyam’ı 1074/5 yılında Isfahan’a davet etmiş ve Ebû Hâtim İsfizarî (ö. 1121’den önce), Meymûn el-Vâsıtî, Abdurrahman Hâris ve Muhammed Hâzin’den oluşturulan heyetin başına getirmiştir. 1083 yılında burada kurulan rasathanede bu heyet gözlemler yaptı ve Zîc-i Melikşâhî (yıldız almanağı, kataloğu) ile Celâlî Takvimini hazırladılar. Güneş yılına göre hazırlanan bu takvim en mükemmel takvimlerden biriydi. Adını Sultan Melikşah’ın Celâleddin lâkabından almıştır. Yılbaşının yılın belli bir gününe denk düşmesi ve bunun değişmeksizin böyle kalması, astronomların en çok istedikleri bir şeydi. Bu heyet mevcut Yezdicerd ve İskender takvimlerini inceledikten sonra, bunları düzeltmektense yeni bir takvim tertibine karar vererek Celâlî Takvimini oluşturdu. Bu takvime göre güneş yılı uzunluğu 365,2424 (modern ölçümlere göre 365,2422) gündür, dolayısiyle hata payı 5000 yılda 1 gündür. Takvimin başlangıcı 15 Mart 1079 idi. Ay adları eski Fars takvimindeki gibi olup, sonlarına “kadîm” yerine “celâlî” kelimesi getirilmiştir. Gregoryen’den 500 yıl kadar önce düzenlenen Celâlî Takvimi, mevsimlere tam olarak uyduğu için doğru tarihleme veren yanılgısız takvimlerin ilkidir. Gregoryen Takvimi bu takvim örnek alınarak tertip edilmiştir. Hayyam’ın şairlik yönü kendi döneminde değil, sonraları ortaya çıkarılmış ve bu yönüyle tanınmıştır. Şiirleri rubailerden ibarettir. Rubai şairin genellikle başkalarına açmayı düşünmediği duygu ve düşüncelerini rahatlamak için kullandığı bir kalıptır. Onun rubailerinin çoğunda, insanın yokluktan gelip yokluğa gittiği için, yaşadığı anı iyi değerlendirmesi gerektiği düşüncesi ve derûnî bir hüzün hakimdir. Ona göre varlık bir muammadır; onu çözmeye çalışmak boşuna kürek çekmektir. Hayyam’ın rubailerinin rağbet görmesinde, düşüncelerinin yanında derin konuların yalın bir dille ifade edilmesi de etkili olmuştur. Rubailerinde şaraba çokça yer vermesi, bazılarının onun sarhoş ve rind-meşrep birisi olduğuna hükmetmelerine sebep olmaktadır. Bunu iddia edenler İslam edebiyatında sembolik anlatımın (mecaz) ne kadar rağbet gördüğünü unutmaktadırlar. Bu nedenle Hayyam’ın melâmî-meşrep bir şair olduğunu söylemek, herhalde daha doğru olur. Onun rubaileri ilk defa XV. yüzyılda Tarabhâne isimli müstakil bir eserde toplanmıştır. Bu eserde 559 rubai bulunuyordu ancak zamanla bu sayı artmıştır. Ebû Hâtim İsfizârî Selçuklu çağında müspet ilimlerden matematik ve astronomide öne çıkan diğer bir ilim adamı ise Ömer Hayyam’ın Celâlî Takvimi heyetinde yer alan Ebû Hâtim İsfizârî’dir (ö. 1121’den önce). O meteorolojik olayların açıklanması ve ağırlık ölçülerinin nasıl kullanılacağıyla ilgili risaleler yazmıştır. Arşimet Kanunundan faydalanarak mîzânü’l-gısse adını verdiği hidrostatik teraziyi icat etmiştir. Bu terazi kıymetli bir eşyanın yapımında kullanılan altın ve gümüşün saflık oranını ve katışıksa, ne oranda yabancı metal içerdiğini tespit etmektedir. İsfizârî terazisini Sultan Sancar’a takdim etmek için Merv’e gitmiş ve orada vefat etmiştir. Rivayete göre ölüm sebebi, 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 203 bu terazi ile sultanın hazinedârının bazı değerli eşyayı sahteleriyle değiştirdiğinin anlaşılacağı ve bu nedenle onun öldürülebileceği endişesiyle duyduğu aşırı üzüntüdür. El-Harakî Filozofluğunun yanında matematik, astronomi ve coğrafya alimide olan el-Harakî (ö. 1158), önce fıkıh ve hadis okumuş, sonraları Merv’e yerleşip hisab, hendese ve felsefeye yönelmiştir. Kimlerden ders aldığı bilinmiyor ise de Batlamyus, İbn Sînâ ve Ebû Cafer el-Hâzin’in kitaplarını okuduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. En meşhur eseri et-Tebsıra fî İlmi’l-Hey’e’yi Sultan Sancar’ın veziri Nasîrüddin Mahmud el-Hârizmî’nin oğlu Emîr-i Hâcib Şemseddin Ali’ye ithaf etmiştir. Müntehe’l-İdrâk isimli eserini ise, öğrencilerine aklî ve riyazî ilimleri öğretmek için yazdığını belirtmektedir. O çalışmalarında kozmografya ile coğrafyayı ayrı bölümlerde ele alarak, X. yüzyıl ortalarında fizikî coğrafyayı riyazî coğrafyaya bağlamaya yönelik akıma yeni bir yön kazandırmıştır. Mevcut astronomi ve coğrafya bilgilerini özetleyen elHarakî, İbnü’l-Heysem ve Hâzin’in gezegen ve yıldızların hayal mahsulü daireler üzerinde değil, iç içe, düzenli ve devamlı dönen küresel yüzeyler üzerinde hareket ettikleri görüşünü açık ve inandırıcı bir hale getirmiştir. Eski Latince eserlerde onun eserinden bahsedilmekte, ayrıca bahsedilen iki eserinin XIII. yüzyılın büyük filozof ve astronomu Kutbüddin Şirâzî’nin kaynakları arasında geçtiği de görülmektedir. Abdurrahman el-Hâzinî Ebu’l-Huseyn Ali el-Hâzin’in Bizans asıllı kölesidir. el-Hâzinî mahlası efendisinin Merv’deki Selçuklu sarayında hazinedar olmasından kaynaklanmaktadır. Sahibinin de desteğiyle iyi bir eğitim aldı; felsefe ve matematik okudu. Sultan Sancar döneminde, sarayın da himayesiyle araştırmalarını sürdürdü. İslam dünyasında orijinal gözlemler yapmış yirmi astronomdan biri olan el-Hâzinî, uzun yıllar en güvenilir olarak kabul edilen zîcinin bulunduğu ez-Zîcu’l-Mu’teberi’s-Sancarî esSultânî ile İslam dünyasında teraziler hakkında yazılan en önemli eser olan Kitabu Mîzâni’l-Hikme’sini Sultan Sancar’a ithaf etmiştir. Mîzânü’l-hikme adını verdiği bu hidrostatik terazi hassaslık bakımından öncekilerden daha üstündü. Resim 10.2 Abdurrahman el-Hâzinî’nin yaptığı terazi ile su saatinin maketleri: Tartmada hata payını 1:60.000’e indirmeyi amaçlayan mîzânü’lhikme adını verdiği terazi (solda). Dakikaları gösteren su saati. Terazinin tek kefesinden akan su öyle ayarlanıyor ki, azalan ağırlığına göre, geçen zaman ölçüsünü dakikalarla veriyor (sağda). Kaynak: Fuat Sezgin, İslâm’da İlim ve Teknoloji, Frankfurt J. W. Goethe Üniversitesine Bağlı Arap-İslam Bilimler Tarihi Enstitüsü Müzesinden Bir Kısım Aletlerin Sergisi, Frankfurt 2004, s. 65, 81. 204 Büyük Selçuklu Tarihi Sultan Melikşah’tan sonra siyasi buhran baş göstermesine rağmen, Sultan Tapar zamanında riyaziye ve heyet ilminde meşhur olan Muhammed el-Beyhakî, Isfahan Rasathanesinde çalışmalarına devam etti. Tapar’ın oğlu Mahmud ise Bedîu’l-Usturlâbî lâkaplı Ebu’l-Kasım Hibetullah’ı (ö. 1139/40) Bağdat’ta sultanın sarayında yapılan rasatların başına getirdi. Bu alim, el-Mu’ribü’l-Mahmûdî adını verdiği sultan adına bir zîc hazırladı. el-Usturlâbî ayrıca usturlab vs. imal etmesiyle meşhurdu ve bu işten büyük bir servet kazanmıştı. Hârizmşah Muhammed ve Atsız’ın himayesinde olan Zeynüddin el-Cürcânî (ö. 1137) tıp sahasında değerli eserler vermiştir. Bunlar arasında Zahîre-i Hârizmşâhî adlı kitabı haklı bir şöhret kazanmıştır. Dinler tarihi hakkındaki meşhur el-Milel ve’n-Nihâl’in yazarı eş-Şehristânî (ö. 1153), eserini Sultan Sancar’ın veziri Ebu’lKasım Muhammed’e ithaf etmiştir. Yine o İbn Sînâ’ya itirazlarının yer aldığı elMusâra’a’nın müellifidir. Selçuklu sultanlarının tabibi Ebu’l-Berekât Hibetullah b. Melkâ (ö. 1165) da yine İbn Sînâ’nın Kitabü’ş-Sifâ’sındaki pek çok görüşünü Kitabü’l-Mu’teber adlı felsefe kitabında tenkit etmiştir. XII. asrın ikinci yarısı ile XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Selçuklular ve onların takipçisi olan Hârizmşah, Zengî ve Eyyûbî devletleri sahalarında çok sayıda ünlü alim ve felsefeci yetişti. Bunların arasında felsefe ve kelam sahasında Şihâbüddin Yahyâ b. es-Suhreverdî (ö. 1191) ile Fahreddin er-Râzî (ö. 1209) iki önemli örnektir. Selçuklularda ilim ve edebiyatın gelişmesini sağlayan hususları açıklayınız. Selçuklu dünyasında imparatorluk yapısının gereği olarak farklı alanlarda, farklı diller kullanılmaktaydı. Selçuklu sarayında ve kısmen orduda, Türkler kendi aralarında Türkçe konuşmaktaydılar. Fars kültürünün baskın etkisiyle bürokrasinin, yani devletin resmî dili Farsça, medrese ve ilmin, hukukî belgelerin dili ise Arapçaydı. Hal böyle olunca Türkçe yazı dili Karahanlılarda olduğu kadar gelişme imkânı bulamadı. Selçukluların tâbii Hârizmşahların merkezi olan Hârizm bölgesi bu konuda bir istisna teşkil etmektedir. Meşhur lugat alimi ve Keşşâf isimli Kur’ân tefsirinin yazarı Zemahşerî (ö. 1144), Hârizmşah Atsız’a ithaf ettiği, Arapça bir lugat olan Mukaddimetü’l-Edeb’i Hârizm Türkçesine de tercüme etmiştir. Bu eser bir bakıma Mahmud Kâşgarî’nin eserini tamamlar mahiyette olduğu için önemlidir. Ayrıca Hârizm sahasında Yesevî halifelerinin, özellikle Hakîm Süleyman Ata’nın (ö. 1186/7) şeyhini taklid ederek yazdığı hikmetler (Bakırgan Kitabı), manevî tesirlerinin yanında Türkçenin de yaşatılmasına katkı sağlamıştır. Yine muhtemelen Muhammed b. Kays’ın yazıp Celâleddin Hârizmşah’a sunduğu Tibyânü’l-Lugâti’t-Türkî alâ Lisâni’l-Kanglı isimli lugat de geç de olsa bu sahada yazılmış önemli bir Türk dili yadigârıdır. Selçuklularda bürokrasi dilinin Farsça olması, tabiatıyle dönemin nazım ve nesir dilinin de Farsça devam etmesine sebep olmuştur. Denebilir ki Fars dili etkili bir edebî dil haline gelmesini, Gazneli ve özellikle Selçuklulara borçludur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi üst mevkilerdeki Selçuklu yöneticileri, özellikle Sultan Melikşah ve Sancar, saraylarını birer ilim ve edebiyat merkezi haline getirmişlerdir. İşte bu muhitlerde şairler divanlarını hep Farsça yazmışlardı. Bazı sultanlar ve hanedan üyeleri bizzat Fars şiirinden hoşlanmaktaydılar ve edebî bir zevk sahibiydiler. Hatta bunlardan Farsça rubai yazanları bile vardı. Veys ü Ramîn’in müellifi Fahreddin Gurgânî Tuğrul Beyin, Emîrü’ş-Şuarâ Burhanî ise Sultan Alp Arslan’ın, sonra da oğlu Melikşah’ın himayesinde bulunmuşlardır. Sultan Melikşah’ın melikü’ş-şuarâsı meşhur Muizzî (ö. 1124-27) idi. Bu şair daha son3 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 205 ra Sultan Berkyaruk, Tapar ve Sancar’ın da yanındadır. Yine Reşidî-i Semerkandî, Fahrü’ş-Şuarâ Muhammed, Melikşah’ın meddahlarındandı (methedici). Ebu’lMefahir-i Râzî ise Sultan Tapar’ın himayesindeki şairlerdendi. Sultan Sancar da uzun süren saltanatı süresince bir çok alim ve şairi sarayında himaye etmiştir. Kasideci Enverî, Edib Sâbir, Reşid-i Vatvat, Arapça ve Farsça kasideleriyle bilinen Abdülvâsi Cebelî, Hasan-ı Gaznevî gibi bir çok şair ve ilim adamı onun yanındaydı. Sultan Alp Arslan’nın oğlu Toganşah’ın nedimi Ezrakî-i Herevî de dönemin önemli şairlerindendir. Selçuklularda Farsçanın etkisinin sebepleri nelerdir? MİMARÎ VE SANAT Büyük Selçuklular, daha önce kurulan, çağdaşı ve komşusu olan Karahanlı ve Gazneli devletlerinin birikiminden faydalanarak Türk mimarisinin gelişmesine katkı sağladılar. Kurulan devletin kısa zamanda imparatorluk boyutuna ulaşması, gelirlerin artmasına, dolayısiyle de refah seviyesinin yükselmesine sebep oldu. Diğer taraftan İslam ve Türk kültüründe kamu binalarını vakıfların yapması ve vakıf müessesesinin insan tabiatının aynı zamanda içe ve dışa dönük yönünü gayet güzel ifade etmesi, bu eserlerin yapılmasını özendirmiş ve teşvik etmiştir. İmkân, ortam ve niyet oluşunca ortaya toplumun yararlanacağı sayısız mescid (cami), medrese, hankah/zaviye, han, kervansaray vs. inşa edilmeye başlanmıştır. Yaptıkları bu abidelerin plan, mimari ve süslemeleri, şüphesiz onların inanç, zevk ve estetik anlayışlarının bir yansımasıdır. Mescid-i Cumalar Selçuklular, Karahanlıların ve Gaznelilerin daha önceki uygulamalarını daha ileriye taşıyarak abidevi bir cami mimarisi ortaya koydular. Özellikle mihrap önündeki kubbeli mekanı geliştirdiler. Böylece bütün Türkistan’a ve İran’a dört eyvanlı, avlulu ve mihrap önü kubbeli bu cami modeli hakim oldu. Büyük Selçuklulardan bize ulaşan ilk mescid (cami), önemli kısımları Melikşah zamanında yapılan Isfahan Mescid-i Cuması (Cuma namazı kılınan mescid)’dır. Kitabelerinden anlaşıldığına göre, 1080 tarihli büyük mihrap kubbesi Melikşah, avlu dışında kuzeydeki Kümbed-i Hâkî denen küçük kubbeli mekan ise 1088 yılında Melikşah’ın eşi Terken Hatun adına veziri Tâcülmülk tarafından yaptırılmıştır. Dört eyvanlı avlu ve revaklar ise Melikşah sonrası Selçuklu döneminden kalmadır. Daha sonraları bir çok defa yapılan ilave ve tadilatlarla mescid genişletilmiştir. Bu mescid-i cumanın özelliği, mihrabın önünde, payeli kısmın ortasında yükselen ve avlu tarafında büyük bir eyvana bitişen muazzam kubbeli mekandır. Bu bölümün harimin diğer kısımlarından belirgin bir şekilde ayrılması, buranın sultanın Cuma namazını kılması için ayrıldığını gösterir. XII. yüzyılda ise avlu cephelerinin her birinin ortasına birer eyvan yapılarak dört eyvanlı cami tipinin (klasik Asya cami tipi) en görkemli örneklerinden biri ortaya çıkmıştır. 4 206 Büyük Selçuklu Tarihi Daha sonra inşa edilen İran’daki Selçuklu camileri küçük ölçekli, tuğladan yapılmış, hafif sivri, tromplu kubbelerle Isfahan’daki Melikşah kubbesini izlerler. Selçuklu camileriyle başlayan yenilikleri tek bir planda toplayan ilk eser ise 1135 tarihli Zevvare Mescid-i Cumasıdır. Bu abide mihrap önü kubbesi ile dört eyvanlı ve minareli bir cami olarak büyük bir gelişmenin öncüsü olmuştur. Karahanlı ve Gazneli ribat ve saraylarında uygulanan dört eyvanlı plan şeması, ilk defa burada, bir camide uygulanmıştır. 7.45 m. çapındaki kubbe, planda yerini almıştır. Bu plan sonraki camilerde de uygulanmıştır. Sultan Tapar’ın Gülpayegan’da (Cêrbâzekân) yaptırdığı mescid-i cumanın ise, kare bir mekan üzerine mukarnaslı tromplarla hafif sivrilen bir kubbesi vardır. İçi Terken Hatun kubbesi gibi geometrik çizimlerle süslenmiş, dışarıda tromplar gizlenmiştir. Yine Sultan Tapar’ın yaptırdığı Kazvin Mescid-i Cuması ise kalın tuğla duvarlar üzerine güçlü düz tromplarla çok sade fakat görkemli bir kubbe yapısına sahiptir. Duvarlarında Gazne’deki Sultan Mesud’un sarayındaki gibi, üç dilimli kemerlerden bir friz ile üstünde çiçekli kûfî ile yazılmış bir kitabe kuşağı, bu sade mekana bir zenginlik katmaktadır. Yine bu şehirde aynı hükümdarın zamanında yapılan Mescid-i Haydariyye de diğer bir Selçuklu eseridir. Selçuklu kubbelerinin gelişmiş zengin iç yapılarına rağmen, dışları süslemesiz sade, sık tuğla örgülü, kübik ve masif yüzeylerle kaplıdır. Kübik gövde üzerinde, sekizgen bir geçişten sonra hafifçe sivrilen kubbe, Selçukluların geliştirdiği bir kubbe tipidir; dolayısiyle dıştan hakim bir konumda görünen kubbe ile orijinal bir cami mimarisi ortaya çıkmıştır. Gaznelilerin daha önce uyguladığı kubbe-eyvan birleşmesini de Selçuklular geliştirmişlerdir. Selçuklu mescid-i cumalarının özellikleri nelerdir? Minareler Müslüman Türkler tarih boyunca coğrafî ve kültürel özeliklere göre çeşitli minare tiplerini uygulamışlardır. Büyük Selçuklular da İran’da ince ve uzun, silindirik minareleri benimsemişlerdir. En eski Selçuklu eseri olan, 1058 tarihli, Tuğrul Bey za5 Resim 10.3 Isfahan Mescid-i Cuması ve Sultan Melikşah’ın mihrabın önüne eklettiği görkemli kubbesi, İran 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 207 manından kalan Damgan Mescid-i Cumasının minaresi, yukarıya doğru incelerek yükselen silindirikti. Ortasında mavi ve firuze sırlı kare panolardan kabartma örgülü kûfî kitabe kuşağı bulunan bu minare, aynı zamanda Selçukluların ilk çinili mimarî eseridir. Keza Sâve’deki Mescid-i Meydan’ın minaresi Tuğrul Bey zamanında 1061, Zevvare’deki Mescid-i Pamenar’ın minaresi ise Alp Arslan zamanında 1068 yılında yapılmıştır. Kümbed ve Türbeler Selçuklulur zamanında iki tip mezar yapısına rastlanır: Kümbed ve türbe. Kümbedler genellikle altta mumyalık katı bulunan silindirik veya çokgen gövdeli yapılardır. İçten kubbe, dıştan külahla örtülüdür. Türbeler ise mumyalık bulunmayan, kare planlı ve üzerleri kubbeyle örtülü yapılardır. Mescidlerde olduğu gibi kümbedlerde de Büyük Selçuklular, Karahanlı ve Gazneli geleneğine bağlanır. Dâmgân’da silindirik gövdeli Çihil Duhteran (Kırk Kızlar) Kümbedi ile Isfahan’ın güneyinde Eberkûh’da sekizgen Kümbed-i Ali, Tuğrul Bey zamanından kalan en eski kümbedlerdir. Kümbed-i Ali İran’daki tuğla kümbedlerin aksine taştan yapılmıştır. Kazvin ve Hemedan arasında 1067 ve 1093 tarihli daha gelişmiş iki kümbed örneği günümüze ulaşmıştır. Bunlar sekizgen planlı, köşeler silindirik kuleli ve çift kubbelidir, tuğladan yapılmıştır. Kümbedlerden birinde iki, diğerinde bir kulenin içinde merdivenler vardır. Kitabeleri ve Türk süsleme sanatının bir hazinesi olan çok zengin tuğla süslemeleri vardır. İç duvarlar da Selçukluların en eski, renkli kalem işleriyle donatılmıştır. Bunlara yakın uslûpta yapılmış diğer bir kümbed de Demâvend’de bulunmaktadır. XI. yüzyıl sonunda Serahs’ta (Türkmenistan) yapılan Ebu’l-Fazl, Meyhene’de Ebu Said ve Vekilbâzâr’da Abdullah b. Büreyde türbeleri, bilinen en eski Selçuklu türbelerindendir. Sultan Sancar’ın Merv’deki 1157 tarihli türbesi ise Büyük Selçukluların türbe mimarisinde gösterdikleri gelişme ve yeniliklerin bir toplamıdır. 17 m. çapındaki kubbesiyle Dünya mimarisinin önemli eserlerinden biridir. Ribatlar (Kervansaraylar) Karahanlı ve Gaznelilerin geliştirdikleri ribat mimarisini devam ettiren Büyük Selçuklular, genellikle kare planlı, dört eyvanlı, revaklı avlulu ribatlar yapmışlardır. Anuşirvan (1029-1049) ve Za’feranî (XI. yy.) ribatları ilk Selçuklu ribatlarıdır. Ancak Büyük Selçuklu döneminden kalan en önemli ribat, Nişabur-Serahs arasında, 1114/5’te Sultan Tapar döneminde inşa edilen Ribat-ı Şerif’tir. Gazneli dönemi eseri Resim 10.4 İran’da KazvinHemedan arasında bulunan Harrakan Kümbedleri ve detay görünüşü. 208 Büyük Selçuklu Tarihi Ribât-ı Mâhî’ye benzeyen bu ribat, kareye yakın asıl yapı ile bunun önünde yatık dikdörtgen bölüm ve dört eyvanlı bir avlu etrafında sıralanmış mekanlardan oluşmaktadır. Dıştan kaleye, içten ise bir saraya benzer zenginliktedir. Kitabelerinden anlaşıldığına göre, eşi Sultan Sancar ile birlikte Oğuzların elinde esir iken Terken Hatun 1154/5’te bu ribatı tamir ettirmiştir. Medreseler: Büyük Selçukluların başta Nizamiye Medreseleri olmak üzere bir çok medrese yaptırdıkları bilinmektedir. Ama ne yazık ki bunların büyük kısmı günümüze ulaşamamıştır. Karahanlılarda başlayan eyvanlı, avlulu şemayı geliştirerek devam ettirmişlerdir. Saraylar: Saraylar da insanların ve tabiatın verdiği tahribat nedeniyle günümüze ulaşamamıştır. Büyük Selçukluların son başkenti Merv’de Sultan Sancar döneminde yoğun bir imar faaliyeti yürütülmüştür. Burada içerisinde mescid-i cumanın, Sultan Sancar’ın türbesinin de bulunduğu, 4 km2’lik bir alanı kaplayan Sultan Kale’de saray da bulunmaktaydı. Bu sarayın 45x39 m. boyutunda, elli odalı olduğu bilinmektedir. Resim 10.5 Büyük Selçuklulardan kalan en önemli abidelerden biri olan, NişaburSerahs arasında, 1114/5’te Sultan Tapar döneminde inşa edilen Ribât-ı Şerif. 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 209 Özet Selçuklu medeniyetinin nasıl bir ortamda ortaya çıktığını belirleyebileceksiniz. Selçuklu toplumunda nüfus, çoğunluğu oluşturan yerleşik ve gayri Türk topluluklar ile kendileriyle birlikte gelen ve gelmeye devam eden ve zamanla yerleşik hayata da adım atan Türkmenlerden oluşmaktaydı. Selçuklu yöneticileri, konar-göçer ve yerleşik bu iki önemli kitle arasında dengeleri korumayı sağladığı oranda başarılı olmuşlardır. Bu başarıda gulam sisteminin de katkısı olmuştur. Nitekim Türk, gayri Türk ayırımı yapmadan, herkesi liyakati doğrultusunda istihdam ederek değerlendirmiştir. Bu dengeleri korumada, pek tabiidir ki merkezî yönetimi güçlendirmiş olmalarının büyük payı vardır. Nitekim bunu en iyi başardıkları Sultan Melikşah döneminde imparatorluk her yönüyle zirveye çıkmıştır. Ancak bu zor gerçekleştirilen, ama ne yazık ki sürekli kılınamayan bir husustur. İşte Büyük Selçuklu Devleti çok uzun süre olmasa da huzur ve refah ortamını sağlayabilmiştir ki, medeniyet boyutuna ulaşabilmiştir. Yani merkezî otoritenin güçlü olduğu, Türkmenlerin ve yerli halkların hoşnut edildiği dönemlerde Selçuklular medeniyeti oluşturan, eğitim, ilim, edebiyat ve düşünce hayatı ile mimarî ve sanat alanlarında gelişme kaydedebilmişlerdir. Nizamiye Medreselerinin Ortaçağ İslam dünyasına katkılarını değerlendirebileceksiniz. Her şeyden önce İsmailî/Bâtınî propagandaları karşısında Ehl-i Sünnet inancının güçlenmesi sağlandı. Nizamiye Medreseleri vakıf kuruluşları idi. Yani müstakil bütçeleri, gelir kaynakları vardı; idarî ve eğitim personeline maaş veya aynî gelir ödenmekteydi. Öğrencilere ise yatıp kalkacakları odalar verilmekte, beslenme ihtiyaçları karşılanmakta, ayrıca burs da tahsis edilmekteydi. Bu yenilikler tabiatiyle eğitimi cazip hale getirmekte ve en önemlisi fakir öğrencilere imkan ve fırsat eşitliği sağlamaktaydı. Selçuklular döneminde ilmî faaliyetlerin mahiyetini açıklayabileceksiniz. Büyük Selçuklular döneminde İsmailî/Batınî propagandalarını etkisiz kılıp Sünnî inancı güçlendirmek için açılan Nizamiye Medreselerinin de öncülüğüyle ağırlıklı olarak fıkıh, hadis, kelam gibi dinî ilimlerin yanında, herhalde daha çok medrese dışı eğitimle felsefenin yanında astronomi, fizik, matematik, cebir, coğrafya gibi müspet ilim dallarında da önemli buluşların yapıldığı, eserlerin yazıldığı görülmektedir. Gazzâlî’nin eserleri kelam, felsefe ve tasavvuf arasında yeni dengelerin kurulmasına sebep olmuş, Nizamülmülk yazdığı siyasetname ile siyaset bilimine ve tarihe katkı sağlamış, Ömer Hayyam ve ekibinin astronomi, cebir ve takvim (Celâliyye Takvimi) çalışmaları bazı yenilikler getirmiş, İsfizarî ve el-Hâzinî bazı ölçüm aletleri icat etmişlerdir. Selçuklular döneminde mimarî ve sanattaki gelişmeleri belirleyebileceksiniz. Büyük Selçuklular, Karahanlı ve Gazneli devletlerinin birikiminden faydalanarak Türk mimarisinin gelişmesine katkı sağladılar. Onlar abidevi bir cami mimarisi ortaya koydular. Özellikle mihrap önündeki kubbeli mekanı geliştirdiler ve bütün Türkistan’a ve İran’a dört eyvanlı, avlulu ve mihrap önü kubbeli bir cami modeli hakim oldu. İran’da ince ve uzun, silindirik minareleri benimsediler. En eski Selçuklu eseri olan, 1058 tarihli, Tuğrul Bey zamanından kalan Damgan Mescid-i Cumasının minaresi, yukarıya doğru incelerek yükselen silindirik bir yapıdaydı. Kümbed ve türbe mimarisinde de geleneği geliştirerek devam ettirdiler. Harrakan kümbedleri ve Merv’deki Sultan Sancar Türbesi türünün en gelişmiş örnekleridir. Özellikle tuğla ile geometrik süslemeler ve kûfî yazı gelişmiştir. Ribat mimarisinde ise kare planlı, dört eyvanlı ve revaklı avlulu tipi geliştirmişlerdir. Günümüze ulaşabilen Selçuklu ribatı Ribat-ı Şerif dıştan kaleye, içten bir saraya benzer bir zenginliktedir. Selçukluların eyvanlı, avlulu plan ile Karahanlı geleneğini devam ettirdikleri medresenin, sayısız eser inşa edildiği halde günümüze ulaşamadıkları için ayrıntılı özellikleri bilinmemektedir. Büyük Selçukluların son başkenti Merv’de Sultan Kale içinde bulunan 45x39m. çapında, elli odalı saray günümüze ulaşabilmiştir. 1 2 3 4 210 Büyük Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Selçukluların devleti kurma döneminde geçirdikleri süreçlerden değildir? a. İslam dinini kabul etmeleri b. Yerleşik hayata geçmeleri c. Kendilerinden başka topluluklarla birlikte yaşamaları d. Abbasi halifesine tâbi olmaları e. Yeni bir coğrafyaya göçmeleri 2. Aşağıdakilerden hangisi Nizamiye Medreselerinin kuruluş nedenlerinden biri değildir? a. İsmailîlerin propaganda faaliyetlerini etkisiz hale getirmek b. Ehl-i Sünnet akidesini güçlendirmek ve yaymak c. Devlet yönetiminde ihtiyaç duyulan kadroların yetiştirilmesi d. Maddî bakımdan fırsat eşitliğini sağlamak e. İslâm’ı gayri müslimler arasında yaymak 3. Selçukluların Nizamiye ve diğer medreseleri kurmaları aşağıdakilerden hangisiyle açıklanabilir? a. Siyasette sağlanan başarıyı akılda ve gönülde de tesis etmek istenmesi b. Müslüman çocukların gayrimüslim okullara gitmelerini engellemek c. Halifenin Selçuklulara eğitim konusunda baskısı d. Halkın eğitim kurumlarına yoğun talep göstermesi e. Arapların Selçuklular kadar eğitime önem vermemeleri 4. Aşağıdakilerden hangisi Selçuklu dönemi ilim adamlarından biri değildir? a. Gazzâlî b. Ömer Hayyam c. İbn-i Haldun d. Ebû Hâtim İsfizârî e. el-Harakî 5. Aşağıdakilerden hangisi makam sahiplerinin ilmî ve edebî eserlerin oluşturulmasına destek vermesinin nedenlerinden biridir? a. Maliyetlerinin düşük olması b. Eserin kendilerine ithaf edileceği için adının yayılmasına sebep olması c. Bu tarz çalışmalara destek vermeyenlere kötü gözle bakılması d. Sultanların bu yönde ferman çıkarmaları e. Gayri müslimler ile yarış içinde olmaları 6. Nizamülmülk ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. Sultan Melikşah’ın isteği üzerine meşhur Siyâsetnâme isimli eserini yazmıştır. b. 1018’de Tûs’ta doğmuştur. c. Nizamülmülk lâkabı Abbasi halifesi tarafından verilmiştir. d. Nizamiye Medreseleri’nin kurucusudur. e. Karahanlıların hizmetinde bulunmuştur. 7. Celalî Takvimi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Adını Sultan Melikşah’ın Celâleddin lâkabından almıştır. b. Güneş yılına göre hazırlanmıştır. c. Takvimin başlangıcı 15 Mart 1079’tur. d. Gregoryen Takvimi’nden esinlenerek yapılmıştır. e. Doğru tarihleme veren yanılgısız takvimlerin ilkidir. 8. Selçuklularda kullanılan dil-saha eşleştirmelerinden hangisi doğrudur? a. Saray dili - Arapça, İlim dili - Farsça, Resmi dil - Türkçe b. Saray dili - Farsça, İlim dili - Türkçe, Resmi dil - Arapça c. Saray dili - Türkçe, İlim dili- Arapça, Resmi dil - Farsça d. Saray dili - Türkçe, İlim dili- Farsça, Resmi dilArapça e. Saray dili - Arapça, İlim dili- Türkçe, Resmi dilFarsça 9. Selçuklular’da imar faaliyetlerini teşvik eden ana unsur aşağıdakilerden hangisidir? a. Vakıf müessesesi b. Mevcut yapıların ihtiyaçları karşılamaması c. Sultanın zenginler üzerindeki baskıları d. Yapılan eserlerden büyük kazançlar sağlanması e. Düşük maliyetlerle büyük eserlerin yapılabilir olması 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 211 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 10. Aşağıdakilerden hangisi Selçuklu camileri ile ilgili olarak söylenemez? a. Karahanlı ve Gazneli mimari uygulamaları Selçuklular tarafından daha da geliştirilmiştir. b. Türkistan ve İran’a dört eyvanlı, avlulu ve mihrap önü kubbeli cami modeli hakim olmuştur c. Selçuklu camilerinde minare geleneği yoktur. d. Günümüze ulaşan ilk Selçuklu mescidi Isfahan Mescid-i Cuması’dır. e. Daha sonra inşa edilen İran’daki Selçuklu camileri, küçük ölçekli ve tuğladan yapılmıştır. 1. d Yanıtınız yanlış ise “Selçuklu Medeniyetini Hazırlayan Ortam” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. e Yanıtınız yanlış ise “Nizamiye Medreseleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. a Yanıtınız yanlış ise “İlim ve Edebiyat” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “İlim ve Edebiyat” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “İlim ve Edebiyat” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “Nizamülmülk” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise “Ömer Hayyam” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “İlim ve Edebiyat” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “Mimarî ve Sanat” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “Mescid-i Cumalar” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Selçuklular bozkır hayat tarzından, kültüründen cihan devletine, diğer bir deyişle imparatorluğa, dolayısıyla yeni bir medeniyete giden yola girdiler. Onlar aslında dört önemli süreci birlikte yaşadılar: Müslüman olarak din değiştirdiler. Bozkırdan Horasan’a inerek yaşadıkları coğrafyayı değiştirdiler ve bununla birlikte yerleşik hayata adım attılar. Ve geldikleri bu topraklarda yürürlükte olan idarî tecrübeden, birikimden yararlandılar, gulam sistemini benimseyerek devletlerini kurdular. Kısa sürede birlikte yaşadıkları bu büyük değişim, Selçuklu İmparatorluğunun, dolayısiyle medeniyetinin temellerini oluşturdu. 212 Büyük Selçuklu Tarihi Sıra Sizde 2 İsmailî Şîanın Sünnî İslam Dünyasına yönelik faaliyetleri endişe verici boyuttaydı. Sünnîler Kahire’de elEzher veya Dârü’l-Hikme’de yetiştirilen İsmailî dâîlerin (davetçi) yoğun bir mezhep propaganda faaliyeti ile karşı karşıya idi. Bu durum pek tabii Abbasî hilafetini ve onun koruyuculuğunu üstlenen Selçukluları rahatsız etmekteydi. Selçuklular İsmailîlerin bu propaganda faaliyetlerini etkisiz hale getirmek, Ehl-i Sünnet akidesini güçlendirmek ve yaymak; ayrıca devlet yönetiminde ihtiyaç duyulan kadroların yetiştirilmesi ve maddî bakımdan fırsat eşitliğini sağlamak için adeta bir eğitim seferberliğine giriştiler. Sünnî İslam Dünyasının geleceği için büyük önem taşıyan bu büyük projeyi Sultan Alp Arslan’ın veziri Nizâmülmülk başlattı. Sıra Sizde 3 Tarih boyunca ilim ve sanatın gelişmesinde himaye unsuru büyük önem taşımıştır. Orta Çağ İslam ve Türk devletlerinde olduğu gibi, Selçuklularda da iktidar sahibi olan sultan, melik, vezir ve diğer bürokratlar ile servet sahiplerinin, saraylarında alim, edip veya şairleri toplayıp himaye ve teşvik ettiklerine şahit olmaktayız. Makam mevki sahiplerinin bu seçkin kişilere kol kanat germeleri, aslında onların şânındandı. Çünkü her yazılan eser kendisine övgüler düzülerek ithaf edileceği için, onun adının yayılmasına ve yaşatılmasına sebep oluyordu. Bir anlamda iktidar sahibi kendi lehine kamuoyu oluşturmanın zeminini hazırlıyordu. Devlet adamları bu konuda büyük bir rekabet içindeydiler. Tabiatiyle bu gelenek de ilmî ve edebî eserlerin ortaya çıkmasını, ilim ve edebiyatın gelişmesini, yaygınlaşmasını tetikliyordu. Denebilir ki medreseler doğru kabul edilen bilgiyi topluma ulaştırmayı, himaye usûlü ise ilmin, dil ve edebî zevkin gelişmesini sağlamaktaydı. Sıra Sizde 4 Selçuklularda bürokrasi dilinin Farsça olması, tabiatıyle dönemin nazım ve nesir dilinin de Farsça devam etmesine sebep olmuştur. Denebilir ki Fars dili etkili bir edebî dil haline gelmesini, Gazneli ve özellikle Selçuklulara borçludur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi üst mevkilerdeki Selçuklu yöneticileri, özellikle Sultan Melikşah ve Sancar, saraylarını bir ilim ve edebiyat merkezleri haline getirmişlerdir. İşte bu muhitlerde şairler divanlarını hep Farsça yazmışlardı. Bazı sultanlar ve hanedan üyeleri Fars şiirinden hoşlanmaktaydılar ve edebî bir zevk sahibiydiler. Hatta bunlardan Farsça rubai yazanları bile vardı. Sıra Sizde 5 Selçuklular, daha önceki uygulamaları geliştirerek abidevi bir cami mimarisi ortaya koydular. Özellikle mihrap önündeki kubbeli mekanı geliştirdiler ve bütün Türkistan’a ve İran’a dört eyvanlı, avlulu ve mihrap önü kubbeli bu cami modeli hakim oldu. Büyük Selçuklulardan bize ulaşan ilk mescid (cami), önemli kısımları Melikşah zamanında yapılan Isfahan Mescid-i Cuması’dır (1080). Bu mescid-i cumanın özelliği, mihrabın önünde, payeli kısmın ortasında yükselen ve avlu tarafında büyük bir eyvana bitişen muazzam kubbeli mekandır. Bu bölümün harimin diğer kısımlarından belirgin bir şekilde ayrılması, buranın sultanın Cuma namazını kılması için ayrıldığını gösterir. XII. yüzyılda ise avlu cephelerinin her birinin ortasına birer eyvan yapılarak dört eyvanlı cami tipinin (klasik Asya cami tipi) en görkemli örneklerinden biri ortaya çıkmıştır. Selçuklu kubbelerinin gelişmiş zengin iç yapılarına rağmen, dışları süslemesiz sade, sık tuğla örgülü, kübik ve masif yüzeylerle kaplıdır. Kübik gövde üzerinde, sekizgen bir geçişten sonra hafifçe sivrilen kubbe, Selçukluların geliştirdiği bir kubbe tipidir; dolayısiyle dıştan hakim bir konumda görünen kubbe ile orijinal bir cami mimarisi ortaya çıkmıştır. 10. Ünite - Kültür ve Medeniyet 213 Yararlanılan Kaynaklar Fazlıoğlu İ. (2005). “Türk Felsefe-Bilim Tarihi’nin Seyir Defteri (Bir Önsöz)”, Dîvân İmî Araştırmalar, 18, s. 1-57. İslâm Ansiklopedisi. (1940-1987). I-XIII, İstanbul: M.E.B. (İlgili maddeler). Köprülü. M. F. (2003). Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: Akçağ. Köymen. M. A. (1992). Büyük Selçuklu İmparatorlu - ğu Tarihi, III (Alp Arslan ve Zamanı), Ankara. Makdisi. G. (2004). Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı, (çev. A. H. Ça - vuşoğlu - H. T. Başoğlu), Ankara.
XXXX
XXX
İçindekiler Önsöz .................................................................................................................... viii Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi ......................... 2 ANADOLU’NUN TÜRKLER TARAFINDAN FETHİ .......................................... 3 Anadolu’nun Fethinin Askerî Aşamaları .................................................................. 4 Malazgirt Öncesi Seferler ..................................................................................... 4 Malazgirt Zaferi ve Sonrası................................................................................... 6 Yurt Tutma Süreci ....................................................................................................... 8 Türk Fethi Öncesi Anadolu’nun Durumu .......................................................... 8 Göçün Mahiyeti...................................................................................................... 9 BİRİNCİ BEYLİKLER DÖNEMİ .............................................................................. 10 Saltuklular ..................................................................................................................... 11 Danişmendliler ............................................................................................................ 12 Mengücüklüler ............................................................................................................. 14 Kemah-Erzincan Kolu........................................................................................... 14 Divriği Kolu ............................................................................................................ 16 Ahlatşahlar (Sökmenliler)........................................................................................... 16 Artuklular...................................................................................................................... 19 Hısn-ı Keyfâ Artukluları (1102-1232)................................................................. 19 Mardin Atukluları .................................................................................................. 21 Harput Artukluları................................................................................................. 23 Dilmaçoğulları.............................................................................................................. 24 Diğer Beylikler.............................................................................................................. 25 Özet................................................................................................................................ 26 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 27 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 28 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 28 Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) ...................... 30 SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ ...................................................................................... 31 Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu ..................................................................... 31 Süleymanşah ve Kardeşlerinin Anadolu’ya Gelişi ............................................. 32 Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluş Şekli ve Tarihiyle İlgili Problemler..... 32 Bizans İmparatorluğu İle İlişkiler............................................................................... 34 Drakon Çayı Anlaşması ........................................................................................ 35 Çukurova ve Antakya’nın Fethi .................................................................................. 36 Büyük Selçuklularla Rekabet ve Süleymanşah’ın Ölümü........................................ 37 Süleymanşah’tan Sonra Türkiye Selçukluları...................................................... 38 I. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ...................................................................................... 39 Kılıç Arslan’ın Tahta Geçmesi .................................................................................... 39 Çaka Bey ve Bizans İmparatoruyla İlişkiler.............................................................. 39 Birinci Haçlı Seferi ...................................................................................................... 40 İznik’in Düşmesi .................................................................................................... 40 Eskişehir ve Ereğli Savaşları.................................................................................. 42 Haçlı Seferinden Sonra Kılıç Arslan.................................................................... 43 1101 Yılı Haçlıları......................................................................................................... 44 Merzifon Savaşı ...................................................................................................... 44 Konya ve Ereğli Savaşları....................................................................................... 45 1. ÜNİTE 2. ÜNİTE İçindekiler iv Kılıç Arslan’ın Musul Seferi ve Ölümü ...................................................................... 46 Bizans İmparatorluğu ile Barış............................................................................. 46 Büyük Selçuklular’la Rekabet ve Kılıç Arslan’ın Ölümü................................... 47 Kılıç Arslan’ın Ölümünden Sonra Türkiye Selçukluları.................................... 47 Şahinşah’ın Saltanatı .............................................................................................. 48 Özet................................................................................................................................ 50 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 52 Okuma Parçası.............................................................................................................. 53 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 54 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 54 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 54 Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi... ............................... 56 SULTAN I. MESUD DÖNEMİ ................................................................................. 57 Tahtı Ele Geçirmesi ve Danişmendli Vesayeti ......................................................... 57 Bizans’ın İlerleyişi......................................................................................................... 57 Malatya’nın Danişmendliler’in Eline Geçmesi................................................... 58 Melik Arab’ın İsyanı............................................................................................... 58 Sultan Mesud’un Danişmendli Vesayetinden Kurtulması ...................................... 59 Sultan Mesud’un Bizans Taarruzu Karşısında Melik Muhammed’le İşbirliği .......................................................................................... 60 Sultan Mesud’un Yükselişi........................................................................................... 61 Danişmendliler’in İtaat Altına Alınması............................................................. 61 Bizans İmparatorunun Konya Seferi ................................................................... 61 İkinci Haçlı Seferi................................................................................................... 62 Sultan Mesud’un Haçlılar’a Karşı Haleb Atabeyi Nureddin Mahmud’la İttifakı ................................................................................................. 63 Kilikya (Çukurova) Seferleri ve Sultan Mesud’un Ölümü................................ 64 II. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ.................................................................................... 64 Saltanatının İlk Yılları.................................................................................................. 64 II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti ve Bizans’la Barış.............................................. 65 Danişmendliler’in Ortadan Kaldırılması.................................................................. 66 Miryokefalon Zaferi ve Önemi................................................................................... 67 Miryokefalon’dan Sonra Selçuklular.................................................................... 70 Devletin İdare Mekanizmasında Değişiklikler ........................................................ 70 II. Kılıç Arslan’ın Ülkeyi Oğulları Arasında Paylaştırması ............................... 71 Üçüncü Haçlı Seferi ve Türkiye Selçukluları ............................................................ 72 Taht Kavgaları ve Kılıç Arslan’ın Ölümü................................................................... 73 Özet ............................................................................................................... ................ 75 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 76 Okuma Parçası ............................................................................................................. 78 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ............................................................ ............ 78 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 79 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 79 I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi.................................... 80 I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İLK SALTANATI............................................ 81 Kardeşler Arasındaki Taht Mücadeleleri................................................................... 81 Keyhüsrev’in Bizans’la İlişkileri.................................................................................. 82 Keyhüsrev’in Tahtı Süleymanşah’a Terk Etmesi ....................................................... 83 II. SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ ................................................................................. 84 Süleymanşah’ın İlk İcraatları....................................................................................... 84 3. ÜNİTE 4. ÜNİTE İçindekiler v Bizans İmparatoruyla Anlaşma .................................................................................. 85 II. Süleymanşah’ın Kilikya Seferi................................................................................ 85 Saltukili (Erzurum)’nin Türkiye Selçuklu Topraklarına Katılması........................ 86 II. Süleymanşah’ın Gürcistan Seferi ........................................................................... 87 II. Süleymanşah’ın Ankara’yı Ele Geçirmesi ............................................................ 88 Dördüncü Haçlı Seferi ve Türkiye Selçukluları........................................................ 89 II. Süleymanşah’ın Ölümü ve Şahsiyeti ..................................................................... 90 I.GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İKİNCİ SALTANATI (1205-1211)................ 91 Keyhüsrev’in İstanbul’daki Gurbet Hayatı ................................................................ 91 I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in İkinci Kere Tahta Oturması........................................ 92 Keyhüsrev’in İznik ve Trabzon’daki Bizanslılarla İlişkileri ..................................... 93 Antalya’nın Fethi (1207).............................................................................................. 93 Kıbrıs Haçlı Krallığıyla Yapılan Ticaret Anlaşması............................................ 94 Sultan I. Keyhüsrev’in Kilikya Seferi ........................................................................ 95 Alaşehir Savaşı ve Keyhüsrev’in Şehit Düşmesi....................................................... 96 Alaşehir Savaşının Değerlendirilmesi ....................................................................... 97 Özet................................................................................................................................ 99 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 101 Okuma Parçası.............................................................................................................. 103 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 103 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 104 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 104 Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd Devri)........................................................................... 106 SULTAN I. İZZEDDÎN KEYKÂVUS DÖNEMİ (1211-1220) ............................... 107 I. İzzeddîn Keykâvus’un Tahta Çıkışı ve Saltanatının İlk Yılları ............................ 107 Taht Mücadelesi...................................................................................................... 107 Sinop’un Fethi ........................................................................................................ 108 Antalya’nın Geri Alınması .................................................................................... 109 Abbasi Halifeliği İle İlişkiler ....................................................................................... 110 Anadolu-Suriye Yolunun Kontrolü İçin Mücadele .................................................. 111 Ermeniler Üzerine Düzenlenen Seferler............................................................. 111 Haleb Seferi............................................................................................................. 113 Ölümü ve Şahsiyeti....................................................................................................... 115 SULTAN I. ALÂADDÎN KEYKUBÂD (1220-1237)............................................... 116 Meliklik Devri .............................................................................................................. 116 I. Alâaddin Keykubat’ın Tahta Çıkması ve İlk İcraatları......................................... 117 Alâiyye’nin Fethi..................................................................................................... 118 Devlet Erkânını Tasfiye Etmesi ve Hükümranlığını Güçlendirmesi............... 119 Kilikya Ermeni Krallığı İle Mücadele ........................................................................ 119 Doğu Anadolu Beylerini Tâbiyet Altına Alması ...................................................... 120 Suğdak Seferi................................................................................................................. 121 Celâleddin Harizmşah’la İlişkiler ve Yassıçimen Savaşı ......................................... 121 Gürcistan Seferi ............................................................................................................ 122 Eyyûbîlerle Rekabet...................................................................................................... 123 Ölümü ve Şahsiyeti....................................................................................................... 124 Özet ............................................................................................................... ................ 127 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 128 Okuma Parçası ............................................................................................................. 129 5. ÜNİTE vi İçindekiler Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ............................................................ ............ 130 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 130 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 131 II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar)............................................................................. 132 II. GIYASEDDİN KEYHÜSREV DÖNEMİ............................................................. 133 Şehzâdelik Dönemi ve Tahta Geçmesi ...................................................................... 133 Gulâm Sistemi Meselesi......................................................................................... 134 Sadeddin Köpek’in Tahakkümü ................................................................................. 136 Hârizmliler Meselesi .................................................................................................... 138 Âmid (Diyarbekir)’in Fethi......................................................................................... 138 Babaîler Ayaklanması .................................................................................................. 138 MOĞOL İSTİLÂSI ...................................................................................................... 140 Kösedağ Savaşı.............................................................................................................. 142 Selçuklu Devleti’nin Moğollara Tâbi Olması ...................................................... 143 Kilikya Seferi ve II. Keyhüsrev’in Ölümü.................................................................. 144 II. Keyhüsrev’in Oğulları Arasında Saltanat Kavgaları ........................................... 145 Müşterek Saltanat Dönemi.................................................................................... 146 Baycu Noyan’ın İkinci Anadolu Seferi....................................................................... 148 Pervâne Müineddin Süleyman Dönemi.................................................................... 149 Ülkenin Yeniden Kardeşler Arasında Bölünmesi .............................................. 149 II. Keykâvus’un Ülkeden Ayrılması...................................................................... 150 IV. Kılıç Arslan’ın Saltanatı.................................................................................... 151 Pervâne’nin Tahakkümü Altında III. Gıyaseddin Keyhüsrev Dönemi............ 152 Baybars’ın Anadolu Seferi ve Pervâne’nin Ölümü.............................................. 153 Özet ............................................................................................................... ................ 154 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 155 Okuma Parçası ............................................................................................................. 156 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ............................................................ ............ 157 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 157 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 157 Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi ........... 158 MOĞOL İSTİLÂSINA KARŞI TÜRKMEN İSYANLARI ..................................... 159 İlk Türkmen Hareketleri.............................................................................................. 159 Hatîroğlu İsyanı ..................................................................................................... 161 Karamanoğulları ve Siyavuş (Cimri) Hadisesi ................................................... 161 MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA ANADOLU’DA KURULAN BEYLİKLER. 163 Beyliklerin Kurulduğu Ortam.................................................................................... 163 Lâdik/Denizli (İnançoğulları) Beyliği ................................................................. 163 Karamanoğulları Beyliği ....................................................................................... 164 Eşrefoğulları Beyliği............................................................................................... 165 Menteşeoğulları Beyliği......................................................................................... 166 Germiyanoğulları Beyliği...................................................................................... 167 Pervâneoğulları Beyliği ......................................................................................... 167 Sahip Ataoğulları Beyliği....................................................................................... 168 Saruhanoğulları Beyliği......................................................................................... 168 Candâroğulları Beyliği (İsfendiyaroğulları) ....................................................... 168 Karası (Karesi) Beyliği........................................................................................... 169 6. ÜNİTE 7. ÜNİTE vii İçindekiler Hamidoğulları Beyliği ........................................................................................... 170 Aydınoğulları Beyliği............................................................................................. 171 TÜRKİYE SELÇUKLU HANEDANININ SONU................................................... 172 Sâhib Ata Fahreddin Ali’nin Ölümüne Kadarki Dönem ........................................ 172 Fahreddin Ali’nin Ölümü ve Doğrudan Moğol İdaresi Dönemi..................... 173 Selçuklular’ın Mirası.............................................................................................. 176 Özet................................................................................................................................ 177 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 179 Okuma Parçası.............................................................................................................. 180 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 180 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 181 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 181 Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet.......................................... 182 DEVLET TEŞKİLÂTI ................................................................................................. 183 Giriş ............................................................................................................................... 183 Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilatının Kaynakları .............................................. 183 Hanedan, Gulâm ve İktâ Sistemi ............................................................................... 184 Hanedan ve Sultan ....................................................................................................... 184 Sultan ve Abbasi Halifesi ............................................................................................ 184 “Metbû” Devlet ve “Tâbi”leri ..................................................................................... 185 Sultanın Sembolleri ..................................................................................................... 185 Saray ve Teşkilâtı ......................................................................................................... 189 Merkez (Hükûmet) Teşkilâtı ...................................................................................... 191 Taşra Teşkilâtı .............................................................................................................. 193 Askerî Teşkilât .............................................................................................................. 194 Gulâm Askeri ......................................................................................................... 194 İktâ Askeri .............................................................................................................. 194 Ücretli Askerler ...................................................................................................... 195 Yardımcı Kuvvetler ............................................................................................... 195 Dîvân-ı Arız ........................................................................................................... 195 Ordunun İdarî Kadrosu ....................................................................................... 195 Adlî Teşkilât ................................................................................................................. 196 KÜLTÜR VE MEDENİYET ...................................................................................... 196 Düşünce ve İlmî Hayat ............................................................................................... 197 Şiirle Hayat Bulan İrfan ........................................................................................ 197 Meşşaî Gelenek ...................................................................................................... 198 Şihabüddin Sühreverdî ve İşrâkiyye ................................................................... 198 Fen Bilimleri (Riyâziyât) ...................................................................................... 199 Batınî Derinlik ....................................................................................................... 200 Tıb ............................................................................................................................ 201 Tasavvufî Hayat ............................................................................................................ 201 Ahîlik ............................................................................................................................. 203 Özet................................................................................................................................ 204 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 206 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 207 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 207 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 208 8. ÜNİTE viii Önsöz Önsöz Selçukluların Yakındoğu’ya gelişi ve İslâm dünyasına egemen olması tarihin akışını değiştiren önemli olaylardan birisidir. Horasan ve İran’da kurulup, sınırları Kafkas Dağları’ndan Arabistan’a; Çin Denizi’nden Akdeniz kıyılarına kadar uzanan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Türk ve İslâm âlemi adına çok önemli hizmetler yapmıştır. Arapların ve İranlıların tarihî misyonlarını tamamladıkları bu dönemde, İslâm Dünyası Bizans’ın karşı atakları yüzünden geri çekilme ve medenî bakımdan da duraklama dönemine girmiş bulunuyordu. Nitekim Selçuklular Bizans’ı önce durdurmak, sonra geri püskürtmek suretiyle etkisiz hale getirdiler. Kezâ İslâm dünyasının bir iç sorunu olan Batınîliği de önemli ölçüde kontrol altına aldılar. Askerî tedbirlerin yanı sıra, aşırı cereyanlarla fikri düzeyde mücadele için kurulan Nizâmiye Medreseleri ve bilime verilen değer sayesinde İslâm medeniyetine yenide ivme kazandırdılar. Selçukluların tarih sahnesine çıkmasının Türk dünyası açısından en önemli sonucu ise, yüz yıla yakın bir süredir yurt bulma mücadelesi veren soydaşlarına, Anadolu’nun kapılarını açmalarıydı. Devletin bizzât yönlendirdiği bu strateji çerçevesinde Anadolu Türkmenler tarafından fethedilmekteyken; Kutalmışoğulları, Malazgirt Zaferinin yarattığı müsait ortam üzerine burada yeni ve bağımsız bir devlet kurmaya muvaffak oldular. Büyük Selçuklularla rekabet ve Bizans’la mücadele halinde kurulan Türkiye Selçuklu Devleti, çok kısa bir zaman içerisinde Boğaziçi kıyılarından Haleb’e, Sinop’dan Antakya’ya kadar yayılmak suretiyle olağanüstü bir kudret gösterdi. Selçuklu sultanları akın akın Anadolu’ya gelmekte olan Türkmenleri önemli ölçüde siyasî birliğe kavuşturarak, milletleşme sürecine büyük katkı sağladılar. Ancak kurucu iki hükümdarın Büyük Selçuklularla mücadelede hayatını kaybetmesi ve Bizans’ın yardım çağrılarına cevap olarak gelen haçlı orduları, ciddi bir sarsıntıya sebep oldu. Daha kuruluş sürecinde fethettikleri sahillerden atılan; batıda Bizans, doğuda Danişmendliler, güneydoğuda Ermeniler, Haçlılar ve rakip Selçuklular tarafından kuşatılan Türkiye Selçukluları Konya ve havalisinde bir kara beyliğine dönüştüler. Diğer taraftan Sancar döneminde yeniden parlayıp umut veren Büyük Selçuklu İmparatorluğu onun ölümüyle tarihe intikal ederken; Türkiye Selçukluları adeta ilahî bir tecelliyle, bu boşluğu doldurmak üzere, elli yıllık tecritten çıkıp yükseliş dönemine girdiler. İkinci Haçlı orduların ağır zayiata uğratılması, Ermenilerin geriletilmesi, Danişmendlilerin yeniden tâbiyet altına alınmasıyla başlayan bu yükseliş, 1176 yılında Miryokefalon’da Bizans’ın gücünün tamamen kırılmasıyla doruğa ulaştı. Türkiye Selçuklu devleti yüz yıla yakın bir süredir uğraşmak zorunda kaldığı meseleleri büyük ölçüde aşmış olarak, bir yandan fetihleri genişletirken diğer yandan da, süratle gecikmiş kurumlarını oluşturmaya başladı. Ülkenin kalkınmasının temeli olan ticaret hayatını canlandırmak için gerekli tedbirler alındı. Her ne kadar II. Kılıç Arslan’ın ülkenin yönetimini oğulları arasında taksimi kısa süreli bir sarsıntıya sebep oldu ise de, halefleri tarafından yeniden merkeziyetçi yapıya kavuşturulan ülkenin sınırları Erzurum’a kadar genişledi. Dördüncü Haçlı Seferi’nin Bizans’ı çökerten etkisi, Anadolu’nun henüz Bizans’ın elinde bulunan sahillerinde de bir otorite boşluğu yarattı. En başından beri kıyıların fethine yönelik bir siyaset izleyen; fakat Birinci Haçlı Seferinin etkisiyle buralardan ix Önsöz çekilmek zorunda kalan Türkiye Selçukluları, ortaya çıkan fırsatı değerlendirmekte gecikmediler. I. Keyhüsrev’in Antalya’yı fethiyle başlayan bu gelişme, onun halefleri zamanında Alaiyye’den Tarsus’a kadar Akdeniz kıyılarının; Sinop ve Suğdak’ın fethiyle Karadeniz ticaretinin de kontrol altına alınmasıyla zirveye ulaştı. Ülke içerisinde inşa edilen kervansaray ağıyla emniyeti sağlanan ticaret faaliyetleri, devlet sigortası gibi yeni uygulamalarla, çağının ilerisinde bir anlayışla Kıbrıs Haçlıları ve Venediklilerle yapılan anlaşmalarla uluslar arası boyut kazandı. Bu çerçevede ülke süratle imar edilirken, iktisadi ve sosyal refah düzeyi de yükselmeye başladı. Selçuklu Türkiyesi bu dönemde İslâm ülkelerinden gelen din adamı, âlim, mutasavvıf ve sanatkârların akınına uğradı. Alâaddin Keykubâd zamanında doruğa ulaşan bu yöneliş, İslâm dünyası için tahripkâr bir gelişmeyle, Moğol istilâsıyla zorunlu bir ivme kazandı. Ülkenin kültürel ve medeni gelişimine katkıda bulunacak pek çok insan bu aşamada Anadolu’ya iltica etti. Ancak Türkistan, Horasan, İran ve Azerbaycan’dan yeni bir insan selini Anadolu’ya sürükleyen Moğol istilâsı bir o kadar da olumsuz sonuçlar doğurdu. Bir yandan istilânın yıkıcı mahiyeti, diğer yandan Selçuklu devlet adamlarının yetersizliği, devleti kemâlin zirvesinden çöküşe sürükledi. II. Keyhüsrev’in Kösedağ mağlubiyetiyle başlayan Moğol tâbiyeti dönemi, zaman içerisinde ağırlaşarak Türkiye Selçuklu hanedanının tarihi rolünü sona erdirdi. Selçuklu sultanını meşruiyeti sağlamak için sembolik olarak yerinde bırakan ve Anadolu’yu önceleri yerli ümera aracılığıyla yöneten Moğollar, daha sonra ümeranın ihaneti ve Türkmen isyanları nedeniyle, ülkeyi bundan sonra merkezden gönderdikleri valiler eliyle idare etmeyi tercih ettiler. Bu durum idari, sosyal, askeri ve her türlü düzeni alt üst edilmiş, ağır vergiler altında ezilen millete, Moğol ordularının beslenmesi gibi büyük bir mali külfet daha yükledi. Bunun yanında Moğolların önünden Anadolu’ya akan ikinci büyük Türkmen seli, istilâcıların öngörmediği bir şekilde, kıyıların fethinin tamamlanmasını sağladı. Böylece Anadolu’yu Türkiye yapacak demografik değişimde de sön söz mahiyetinde büyük bir gelişme yaşandı. Öyle ki, Selçuklular tarihi rollerini tamamlayıp sahneden çekilirlerken, onun maddî-manevî tüm mirasını devralan ikinci dönem Beylikler, Türkçe ve Türk kültürünün geliştirilmesine de büyük katkı yaptılar. Keza dünya tarihinde ancak bir iki emsali olan cihanşümul Osmanlı İmparatorluğu da; maddi-manevi bu müktesebatın varisi sıfatıyla altı asır boyunca üç kıtada hüküm sürecek, Selçuklulardan teslim aldığı mirası Türkiye Cumhuriyeti’ne devredecektir. Netice olarak Türkiye Tarihinin elifbası olması itibariyle, sonraki dönemlerin tarihinin, kültürünün, medeniyetinin ve sorunlarının anlaşılabilmesi için, Selçuklu serüvenin öğrenilmesi ve değerlendirilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Türk fethinin bininci yılına doğru, Türk milletine varlığını sürdüreceği yeni bir vatan kazandıran Selçuklu atalarının aziz hatıralarını bu vesileyle yâd ederken, bininci yılda bu hatıraya lâyık bir varlık ve kudret temennisiyle… Editör Prof.Dr. Gülay Öğün BEZER 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Anadolu’nun Türkler tarafından fethi ve yurt tutulması sürecini bütün yönleriyle açıklayabilecek, Malazgirt Zaferinden sonra kurulan Türkmen Beylikleri ve Selçukluların Anadolu’nun Türkiye’ye dönüşmesindeki rölünü değerlendirebilecek, Malazgirt’ten sonra Anadolu’da kurulan Türk Beyliklerini tanımlayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Anadolu/Türkiye • Malazgirt Zaferi • Miryokefalon • Moğol İstilası • Danişmendliler • Mengücüklüler • Saltuklular • Artuklular • Ahlatşahlar İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi • ANADOLU’NUN TÜRKLER TARAFINDAN FETHİ • BİRİNCİ BEYLİKLER DÖNEMİ TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ ANADOLU’NUN TÜRKLER TARAFINDAN FETHİ Anadolu binlerce yıllık tarihi boyunca, Asya ve Avrupa’yı Afrika’ya bağlayan jeo-stratejik konumu nedeniyle, doğudan ve batından çeşitli kavimlerin istilâsına uğramıştır. Dolayısıyla bu topraklar birçok kavim, din ve kültüre ev sahipliği yapmış, pekçok devletin kuruluş ve yıkılışına şahitlik etmiştir. Fakat Anadolu bu süreçte sözkonusu toplumların herhangi birinin adıyla anılmayı hak edecek bir değişim yaşamamıştır. Anadolu Türkler’den önce, Hititler, Urartular, Frigler, Lidyalılar ve İyonyalılar gibi bölgesel hâkimiyetlere sahne olmuş; doğudan Asur, Med ve Pers, batıdan Büyük İskender, Roma ve onun devamı olan Bizans gibi büyük imparatorlukların idaresi altında kalmıştı. Bu toplum ve devletlerin Anadolu’da kuşkusuz kendi dönemlerinde siyasî, kültürel vs. etkileri olmuştur. Ancak özellikle istilâcı imparatorluklar bu toprakları, genellikle bir sonraki hedefleri için sıçrama tahtası olarak kullandıklarından; siyasî-askerî olarak zayıfladıklarında da, burayı ne pahasına olursa olsun savunmak, elde tutmak gibi bir mecburiyet hissetmemişlerdir. Yani Anadolu onlar için hiç bir zaman uğruna ölmekten başka çare bulunmayan bir vatan hükmünde olmamıştır. Oysa aynı Anadolu, XI-XIII.yüzyıllar boyunca devam eden Türk göçü ve fethiyle birlikte, binlerce yıllık tarihi boyunca yaşamadığı siyasî, sosyal, etnik, dini ve kültürel bakımdan küllî (bütünsel) bir değişime uğramıştır. “Anatolia” ya da “Bilâd-ı Rûm” olarak adlandırılan bu ülke, bir asırdan kısa bir zaman zarfında son sahiplerinin adıyla, Türkiye olarak anılmayı hak edecek bir kimlik dönüşümü yaşamıştır. Fransız tarihçi Claude Cahen’e göre, Anadolu’da ‘Türkleşme’nin yoğunluğu ne olursa olsun ve o dönemde Türkiye denilen toprakların sınırları ne kadar belirsiz olursa olsun; Anadolu’nun Türk niteliği çağdaşlarının gözünde ülkenin bütününe damgasını vurmuştur. Öte yandan batılılar Anadolu’ya ‘Türkiye’ derken; İslâm kaynakları, hiçbir siyasal anlamı kalmamış olmakla birlikte ‘Rum/Roma’ sözünü kullanmaya devam etmişlerdir. Türkler’den önce Araplar, iki asır boyunca karada ve denizde, Anadolu’yu fethetmek ve İslâm dünyasının rakibi olan Bizans imparatorluğunu çökertmek için, savaşmalarına rağmen bunu gerçekleştirememişlerdi. Daha sonra anlatılacağı üzere, çok kısa bir sürede sonuca ulaşan Türk fethinin başarısında, ilk Selçuklu Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi Fransa kralı Saint Louis’in katıldığı İkinci Haçlı Seferinin tarihini yazan Fransız papaz Odon de Deuil, Anadolu’da Türk hakimiyetindeki yerlerden “Turchia/ Turquie” (Türkiye) diye söz etmektedir. Fransız keşiş Simon de SaintQuentin’de daha sistematik bir şekil alan Türkiye adı, sonra da Batılı kaynaklarda kullanılmaya devam edecektir. 4 Türkiye Selçuklu Tarihi sultanlarının yürüttüğü güçlü önderlik, başarılı askeri sevk ve idarenin yanı sıra Türk göçünün mahiyeti birinci derecede rol oynamıştır. Gerçekten Anadolu, orduların başarıları kadar, bir milletin adetâ topyekün göçü ve iskânı sayesinde, etnik simasını tamamiyle ve hızlı bir şekilde değiştirebilmiştir. Bu değişimin yani Anadolu’nun Türkiye oluş sürecini, olayların seyri çerçevesinde iki dönemde incelemek mümkündür. Birincisi, Bizans’ın mukavemetinin kırıldığı 1071 Malazgirt zaferi öncesi ve sonrası olmak üzere iki evrede gerçekleşmiştir. Bu süreç, tamamen bir devlet politikası olarak Selçuklu sultanlarıyla, onların hizmetinde bulunan Türkmen beyleri tarafından yönetilmiştir. İkincisi ise 1220’lerde Türkistan’da başlayan Moğol istilâsı önünden kaçan göçebe ve yerleşik ahalinin, ilk dönemdekine benzer yoğunlukta adeta sel gibi aktığı göçler dönemidir. Esasında Anadolu bu tarihler arasında da, Türkistan’dan büyük-küçük dalgalar halinde gelen Türkmenler’in sığınağı olmaya devam etmiştir. Ancak Moğol istilâsının sebep olduğu ikinci büyük göç dalgası şüphesiz çok daha etkili sonuçlar doğurmuştur. Büyük önem arz eden bu Türkmen göçleri sayesinde Anadolu’nun uç bölgelerinin de fethedilmesiyle demografik değişim süreci tamamlanmış oldu. Nitekim bu sayede, Anadolu’nun batı bölgelerini de vatanlaştıran nüfus yoğunluğu ve kültürel miras, Selçuklular tarihe intikâl ettikten sonra Osmanlı Beyliğini üç kıtada, Akdeniz havzasında bir cihân imparatorluğuna taşıyacak olan muharrik gücün de kaynağını teşkil etmiştir. Anadolu’nun Fethinin Askerî Aşamaları Türklerin Anadolu’yu fethi askerî olarak, Çağrı Bey’in 1018 yılında Rum (Anadolu)’a gerçekleştirdiği keşif akınıyla başlar; 1040 Dandânakân savaşıyla, Büyük Selçuklu devletinin himayesinde göçlere istikamet veren bir aşamaya girer; Malazgirt zaferiyle de fethin kalıcı hâle geldiği dönem başlar. Malazgirt Öncesi Seferler Büyük Selçuklu Tarihi dersinde de görüldüğü gibi, Türkistan X. Yüzyılın ikinci yarısında Kıpçak boy birliğinin bozulması sebebiyle yeni göçlere sahne olmuştu. Selçuklu ailesinin mensubu olduğu Kınık boyu bu sırada diğer Oğuz boylarıyla birlikte, Sirderya, Aral-Hazar arasındaki bölgede bir yabgu idaresinde yaşamaktaydı. Göçlerin sebebiyet verdiği siyasî-sosyal çalkantılar yüzünden Maveraünnehir’e göç etmek zorunda kalan Selçuklu ailesi, kısa zamanda birkaç yüz kişiden birkaç bine ulaşan kuvvetleriyle, bölge hâkimlerinin yardımına ihtiyaç duyduğu bir güç haline gelmişti. Ancak Selçuklular Sâmânoğulları’nın yıkılmasından sonra Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskı ve takibine uğradılar. Hayat tarzları bakımdan yağmadan başka seçenekleri kalmayan Oğuzlar, bu sebeple iktisadî olarak büyük sıkıntı çekmekteydiler. Bu sırada Selçuklu ailesinin büyük başbuğlarından olan Çağrı Bey, bu sıkışıklığa çare olması umuduyla, Anadolu’ya bir keşif akınına çıktı (1016). Kardeşi Tuğrul Bey kadın ve çocukları alıp çöle çekilirken Çağrı Bey, emrindeki üç bin atlıyla Horasan üzerinden Azerbaycan’a ulaştı. Burada hayatlarını gâzâ ederek geçiren iki bin kişilik bir kuvvetin kendisine katılmasından sonra Van bölgesine girdi (1018). Ermeni kaynaklarının ifadesiyle, Mızrak, ok ve yaydan ibaret silâhları çekili, beli kemerli uzun ve örülü saçlı, rüzgâr gibi uçan Türk atlıları bölgeyi hallaç pamuğu gibi attılar. Bizans İmparatorluğu’nun vassalı olan Ermeni Senekerim, Çağrı Bey karşısında yenilgiye uğradı. Daha sonra Nahcivan ve Gürcü memleketleri üzerine yürüyen Çağrı Bey, birkaç yıl buralarda gâzâ ettikten sonra 1021’de Oğuzlar/ Türkmenler hakkında, bugüne kadarki en kapsamlı çalışmayı yapmış olan Faruk Sümer, bu göçün ne kadar yoğun yaşandığını “Orta Asya’da gözler Moğollar lehine, Türkler aleyhine çekilirken; oradan kaçıp gelenler Anadolu’daki etnik değişim sürecinde Türkler lehine son sözü söylemişlerdir” diyerek veciz bir şekilde anlatır. 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 5 Maveraünnehr’e döndü. Bu keşif akını elde edilen zengin ganimetler bakımından Çağrı Bey’in askeri kudretini ortaya koymaktaydı. Ancak Çağrı Bey bundan daha önemli olmak üzere, Anadolu’da kendilerine karşı koyabilecek bir kuvvetin bulunmadığına dair, ileride Türk fethini yönlendirecek bir tesbitte bulunmuştu. Bu keşif akının ilerideki Türk fetihlerini ilgilendiren önemli bir başka neticesi daha vardı. Bizans bu akınla, Van ve Kars bölgelerinde kendisine tâbi olarak yaşayan Ermeniler’in, muhtemel bir Türk tehlikesi karşısında direnemeyeceklerini görerek, onları iç bölgelere tehcir etmeye başlamıştı. Senekerim’in Van’ı, 1021 yılında Sivas ve çok miktarda para karşılığında Bizans’a terkiyle başlayan süreç; Sultan Alp Arslan’ın 1064 yılında Anı’yı fethinden sonra Kars’ın Bizans’a ilhâkıyla tamamlandı. Böylece Türk fethi öncesinde, Doğu Anadolu garnizon şehirlerle takviye edilmiş olarak, doğrudan Bizans yönetimine geçmiş oluyordu. Bu keşif akını Türk göçleri için bir öngörü imkânı sağlamakla birlikte, özellikle Ceyhun kıyısındaki Gazneliler engelini aşıp hemen yeni seferler düzenlemek mümkün olmadı. Sadece Arslan Yabgu tutsak alındıktan sonra, Horasan’a göç ettirilen Türkmenler (Yabgulular), Gaznelilerin ve yerel hükümdarların takibi üzerine zaman zaman Bizans hudutlarını aşıyorlardı (1028-1038). Kızıl, Boğa, Göktaş ve Mansur gibi beyler komutasında, Irak ve Azerbaycan üzerinden Van ve Erzurum yörelerine akınlar yapan söz konusu Oğuz/Türkmen gurupları, Çağrı ve Tuğrul Beyler’in ilerlemesine paralel olarak, Yukarı Dicle havzasına girip Diyarbakır, Mardin, Nusaybin ve Cizre yörelerinde etkili akınlar düzenlemişlerdi. Selçuklular bilindiği gibi, 1040’da Gazneliler’e karşı kazandıkları Dandânakân zaferinin ardından devletlerini kurmayı başarmışlardı. Bundan sonra Anadolu’ya yapılan akınlar farklı bir aşamaya girmiştir. Yüzyıla yakın bir zamandır yurt arayışı içerisinde bulunan Türkmenler, Türk Devlet geleneğinden kaynaklanan hükümdarın babalık görevi dolayısıyla, yurt ihtiyaçlarının karşılanması için devletin kapısına yığılmaya başlamaşılardı. Büyük Selçuklu Devleti bilindiği gibi Horasan ve İran’da, yerleşik Müslüman ahalinin yaşadığı topraklarda kurulmuştu. Türkmenlerin konar-göçer hayat tarzları ve sayılarının çokluğu dolayısıyla bu ülkede iskân edilmeleri çok zordu. İslâmin hâmisi olmak iddiasında bulunan Selçuklu sultanlarının, üzerine devlet kurdukları ahaliyi incitmek gibi bir hakları yoktu. Fakat bu kadar uzun zamandır birlikte mücadele edip, o sayede devletlerini kurduktan sonra Türkmenler’le yollarını ayırma lüksüne de sahip değillerdi. Bu sebeple Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklu sultanları, kendilerinin de bizzât katıldıkları özellikle hanedan mensupları idaresinde düzenlenen seferlerle, Türkmenler’i cihad edip yurt tutmak üzere Anadolu’yu fethe yönlendirmişlerdir. Anadolu akınları bundan böyle bu politika doğrultusunda, Selçuklu sultanlarının sevk ve idaresinde, düzenli ve etkili bir şekilde devam edecektir. Selçuklularla Bizans arasındaki ilk büyük savaş, IX. Konstantin Monomakhos’un 1045 yılında, Kafkasya sınırına dayanan Oğuzlar’a karşı bir ordu göndermesi üzerine meydana geldi. Kutalmış, Tuğrul Bey’in emriyle, Musul ve Diyar-ı Bekr yöresindeki Türkmenleri de ordusuna katıp, Bizans ordusunu bozguna uğrattı. Bizans buna Pasin ovasını istilâ edip, Van Gölü havalisinde akınlarda bulunan Musa Yabgu’nun oğlu Hasan Bey’i şehid ederek karşılık verdi. Tuğrul Bey, bu olayın intikamını almak üzere, kardeşi İbrahim Yınal’ı görevlendirdi. O önce Türkistan’dan Nişabur’a, 6 Türkiye Selçuklu Tarihi kendisinden yurt istemek için gelen kalabalık bir Türkmen kitlesini, 1047 tarihinde Anadolu’ya sevk etti. Onların arkasından yola çıkan İbrahim Yınal komutasındaki Türkmenler, batıda Gümüşhane ve Trabzon, kuzeyde İspir, güneyde Muş ve Ağrı’ya kadar yayılmışlardı. Bu sırada Bizans imparatorunun emriyle Gürcü ve Abhaz kuvvetleri ile takviye edilmiş olan Bizans ordusu da Pasinler ovasına geldi. Selçuklu ordusunun galibiyetiyle neticelenen savaşta pek çok ganimet ve esir ele geçirildi (1048). Bundan sonra Tuğrul Bey, Bizans’ın Anadolu kapılarında duraklattığı Türkmen akınlarının önünü açmak amacıyla bizzât bir sefer düzenledi. Nitekim Selçuklu ordusu 1054 yılında Erciş, Bayburt, Kemah ve Erzincan havalisi yağmaladı; fakat Malazgirt kuşatması kışın yaklaşması üzerine kaldırıldı. Bundan sonra Anadolu’nun fethiyle Çağrı Bey’in oğlu Yakutî görevlendirildi (1057). Yakutî, Sivas’ı alıp Kayseri’ye kadar ilerlerken Kars ve Anı kuşatılmış, Dinar Bey idaresindeki Türkmenler de Malatya’ya kadar inmişlerdi. Alp Arslan’ın tahta geçmesiyle birlikte, Anadolu seferleri yeniden hız kazandı. Alp Arslan Ağustos 1064’de, çok sağlam surlara sahip olduğu için ele geçirilemeyeceği düşünülen Anı’yı fethetti. 1066 yılından itibaren Gümüştegin, Afşin, Emir Sanduk gibi ünlü Türk beyleri komutasında düzenlenen akınlarla Türk kuvvetleri Orta ve Güney Anadolu’yu baştanbaşa geçip birçok şehri ele geçirdiler. Oğuzlar’ın/Türkmenler’in Anadolu’ya 1040’dan sonra düzenledikleri seferler tamamen fetih amaçlıdır. Yağma ve ganimet bu savaşların tabii sonucu olarak hak edilmiş helâl bir kazançtı. Fakat bu akınlar sırasında yağmadan çok, ana yolların denetimini ve müstahkem kaleleri ele geçirerek Bizans’ın direncini kırmaya yönelik bir strateji takip edilmiştir. Malazgirt öncesi dönemde Türk akınları Sakarya kıyılarına kadar uzanmakla birlikte; Bizans’ın karşı saldırıları dolayısıyla Türkmenler’n Anadolu’da henüz güvenle yerleşmeleri mümkün olamıyordu. Malazgirt Zaferi ve Sonrası Bu sırada Bizans, iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri ile uğraştığı için, Türk akınları karşısında sonuç alabileceği bir teşebbüste bulunamıyordu. Balkanlar’da Peçenekler’e karşı yürüttüğü mücadelelerle tanınan Romanos Diogenes, dul İmparatoriçe ile evlendirilerek imparator ilân edildi (Ocak 1068). Yeni imparatordan beklenen en önemli iş son otuz yıldır kangrene dönüşen ve imparatorluğun doğu sınırlarını neredeyse ortadan kaldıranTürkler’i Anadolu’dan atmaktı. Diogenes’in bu genel taarruz hazırlığı çerçevesinde bir yandan kaleler tahkim edilirken diğer yandan ordunun ihtiyaçları için zahire ve mühimmat toplanıyordu. Nitekim imparator, kalabalık bir orduyla Kayseri üzerinden Haleb’e kadar ilerleyip, Malatya ve Sivas’a yeni komutanlar tayin ettiği sırada Niksar Türkler tarafından tahrip edilmiş, Ahlat’daki üssünden hareket eden Afşin, Eskişehir yakınlarına kadar ilerleyerek Amuriye şehrini zaptetmişti. Diogenes’in 1069’da Orta Anadolu’da yürüttüğü ikinci harekâtı sırasında da Türkler, Konya’yı ele geçirip yağmalamışlardı. Diğer taraftan Batı Anadolu’ya giren Afşin Bey, Denizli yakınındaki Honaz şehrini zabt edip yağmaladıktan sonra Marmara sahillerine kadar ilerlemişti. Dioganes nihayet büyük hazırlıklardan sonra, Türkleri Anadolu’dan atmak ve hatta Selçuklu başkentine kadar girmek amacıyla, 13 Mart 1071 tarihinde büyük bir orduyla İstanbul’dan hareket etti. Bizans ordusu Sakarya kıyısında ve Erzurum’da konakladıktan sonra Malazgirt’e geldi. Sultan Alp Arslan bu sırada, Mısır Fatimi halifeliği üzerine düzenlediği sefer dolayısıyla Halep önlerinde bulunuyordu. Bizans Pasinler Savaşı düzenli Selçuklu ordularının Anadolu’da kazandığı ilk büyük savaş olması sebebiyle önemlidir. Bizans İmparatorluğu ile ilk anlaşma da bu savaştan sonra yapılmıştır. 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 7 ordusunun Anadolu’da ilerlediğini haber alınca, süratli bir şekilde Malazgirt önlerine geldi. Sultan dönüş sırasında ordusunu takviye etmesine rağmen, Bizans kuvvetleri Selçuklular’ın en az iki katıydı. Düşmanın çeşitli din ve ırklara mensup askerlerden meydana gelen ordusuna karşılık, Selçuklu ordusu terkibi ve hedefleri bakımından son derece uyumlu bir birlik oluşturuyordu. Alp Arslan imparatora gönderdiği elçi heyeti aracılığıyla iki devlet arasında dostluk ve sürekli bir barış kurulmasını teklif ettiyse de o, ordusunun sayısına güvenerek teklifi redddeti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü öğleden sonra, Türkler’in tekbir, kös ve boru seseleri arasında hücuma geçmesiyle, tarihin tanıklık ettiği en büyük muharebelerden biri başlamış bulunuyordu. Selçuklu kuvvetleri Turan taktiğine göre, önce geri çekilip sonra kanatlardan hücuma geçerek, düşmanı çembere almak suretiyle imha ettiler. Bizans’ın, Tüklere karşı çıkardığı bu en kuvvetli ordusunun Malazgirt ovasında perişan edilmesiyle Türkmen göçleri karşısındaki direnci tamamiyle kırılmış; Malazgirt zaferi Anadolu’nun kaderini belirleyen büyük bir zafer olarak tarihin sayfalarında yerini almıştır. Sıkça tekrarlanan Malazgirt zaferinden sonra Anadonun kapıları Türklere açıldı ifadesi doğru bir değerlendirme olmakla birlikte; Türkler, ordusu yok olduğu için mukavemetini kırılan Bizans karşısında, fethettikleri yerlerde bundan böyle güvenle yerleşmek imkânı bulmuşlardır şeklinde tamamlanmalıdır. Malazgirt Zaferinin Anadolu’nun Fethi bahsindeki yeri sizce nedir? Alp Arslan’ın Diogenes’le, Bizans’ın yıllık vergi ödemesi şartıyla yaptığı anlaşma, imparatorun tahtını kaybetmesi üzerine hükümsüz kaldı. Bu sebeple artık önünde hiçbir engel kalmayan Selçuklu sultanı, komutan ve beylere Anadolu’nun fethedilmesi emrini verdi. Nitekim Malazgirt’ten sonraki birkaç yıl içerisinde Anadolu’nun büyük bir kısmı artık Türkler’in hakimiyetine geçmiş bulunuyordu. Bu süreçte meydana gelen en önemli olay şüphesiz, İznik merkez olmak üzere Türkiye Selçuklu devletinin kurulmuş olmasıdır. Tarihi bundan sonraki ünitelerin konusu olan Türkiye Selçukluları, Anadolu’nun yurt tutulması sürecinde mühim bir yere sahiptir. Selçuklular, Anadolu Türklüğü için zamanla beylikleri de içerisine alan, koruyucu bir şemsiye görevi yapmış; siyasî ve millî birliğin çatısını teşkil etmiştir. Türkmenler, yüzyıllar boyu Karadeniz’in kuzeyinden sel gibi akıp, Avrupa tarihinin akışını değiştiren roller oynamalarına rağmen, bu toplumlar içerisinde kimliğini kaybeden gayrımüslim Türkler’in akibetine uğramaktan da bu sayede kurtulmuşlardır. Erzurum’da Saltukoğulları, Orta Anadolu’da Danişmendliler, Erzincan ve Divriği’de Mengücüklüler, Van Gölü çevresinde Ahlatşahlar ve Güneydoğu’da Artuklular gibi beyliklerde, göçlerin sevk ve iskânına katkı sağlayarak Anadolu’nun fethi ve vatanlaştırılması sürecinin tamamlanmasına hizmet etmişlerdir. İslam ülkelerinde yurt bulamayan Türkler, Malazgirt zaferinden sonra bu yeni vatanlarına koşuyorlardı. Anadolu ayrıca, herhangi bir sebeple Büyük Selçuklu hanedanıyla anlaşmazlığı olan kitlelerin ve hanedan mensuplarının da sığınağı olmaya devam ediyordu. Bu insan seli istilâsı karşısında çaresiz kalan Bizans, aralarındaki düşmanlığa rağmen papadan askeri yardım isteğinde bulundu. Papalığın kendi iç sorunları yüzünden ancak 20 yıl sonra gerçekleşebilen Birinci Haçlı Seferi sırasında Selçuklular ağır kayıplara uğradılar. Kıyı bölgelerini geri alan Bizans için, Anadolu’yu kurtarma ümidi doğdu. Fakat Türk fethi ve göçler kendi özgün şartları içerisinde devam etmekteydi. Bununla birlikte bir asra yakın, birden fazla düşmanla mücadele mecburiyeti ve sürekli savaş hâli elbette duraksamalara sebebiyet vermişti. 1 8 Türkiye Selçuklu Tarihi Bizans haçlı seferlerinin başlamasının üzerinden 75 yıl geçtikten sonra, büyük külfetlere katlanarak elde ettiği kazanımlarının yok olduğunu görerek son bir hamle yapmaya karar verdi. Manuel Komnenos, imparatorluğun gücünün son kırıntılarına kadar, varını-yoğunu harcayarak bir ordu topladı. Fakat imparator 1176 yılında, II. Kılıç Arslan’la karşı karşıya geldiği Miryokefalon savaşını ve onunla birlikte Anadolu’yu kurtarma ümitlerini de ebediyen kaybetti. Yurt Tutma Süreci Türkler’in Anadolu’yu fethinin askeri aşamaları izah edildiğinde, aslında bunun Türk tarihi açısından bir orjinallik ifade etmediği; her dönemde benzer zaferlerin olduğu görülmektedir. Fakat Anadolu’nun Türkler idaresinde geçen yaklaşık bin yıllık tarihi incelendiğinde Selçukluların yüz yılı aşkın bir süre Bizansla, bir bu kadar Haçlılarla, Çukurova’daki Ermenilerle, birbirleriyle savaşlarına ve dehşetengiz Moğol istilâsına; miras Osmanlılar’a intikâl ettikten sonra onu üç kıtaya ve Akdeniz havzasına taşıyan sihirin, sonra her karış toprağından vuruşarak geri çekilmesine, Kurtuluş savaşında sayısız düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalmasına, kısaca bu kadar kan kaybına rağmen, bu ülkenin hâlâ Türk Yurdu olarak anılmasını hakettirecek zeminin ne olduğunu açıklamak gerekmektedir. Burada iki mesele ortaya konulduğunda bu uzun sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bnlardan birincisi Türk fethi sırasında, Anadolu’nun bunu kolaylaştıran şartlarının ne olduğu, ikincisi ise Türk göçünün mahiyetidir. Türk Fethi Öncesi Anadolu’nun Durumu Anadolu, Bizans İmparatorluğu zamanında rakipleriyle çok yıpratıcı savaşlara sahne olmuştu. Bunun başlıca nedeni Anadolu’nun üç kıtayı birbirine bağlayan stratejik konumu nedeniyle tüm büyük güçlerin hedefinde olmasıydı. Bu çerçevede ilk sırada Bizans-Sasanî savaşları vardır. Bu tahripkâr mücadele Sasanî İmparatorluğu’nun Müslümanlar tarafından yıkılması üzerine, bu defa Araplarla Bizanslılar arasına intikal etti. İlk islâm fetihlerinden Abbasîler dönemine kadar, Erzurum’dan Tarsus’a uzanan hattın doğusunda kalan topraklar Araplar’ın eline geçmiş; Muaviye döneminde başlayan İstanbul kuşatmaları ve yaz-kış düzenlenen seferler Bizans’ı batıya hapsetmiş; Akdeniz’de Sicilya ve Kıbrıs gibi adalar da Araplar tarafından fethedilmişti. Anadolu yüzyıllarca süren bu savaşlar neticesinde, kavşağında bulunduğu dünya ticaret yollarının dışında kalmıştı. Özellikle Arap akınları döneminde Erzurum’dan Tarsus’a kadar uzanan sınırın her iki tarafı da, aynı sebeple tenhalaşmıştı. Araplar’ın devamlı seferleri yüzünden ziraat yapamayan ahali iç bölgelere göç etmek zorunda kalmıştı. Selçuklu akınları başladığında burada Romalılar (Bizanslılar), Ermeniler, Süryaniler ve Araplar vardı. Ancak Bizans ülkenin tek siyasî hakimiydi. Daha önce anlatıldığı gibi Bizans İmparatorluğu Ermeni prensliklerin varlıklarına son verdikten sonra, önemli miktarda bir Ermeni nüfusunu İç Anadolu’ya yerleştirmişti. Bizans imparatorlarının bundan maksadı, doğuda güven vermeyen bu tâbisinden kurtulurken, onları dinî bakımdan da Ortodokslaştırmaktı. Bizans en başından beri Farklı mezheplere mensup Ermeni, Süryani vs. dindaşlarını Ortodoksluğu kabule zorluyordu. Bu değişim beraberinde doğal olarak Grekleşmeyi de getiriyordu. Türk fethi öncesinde Bizans’ın kendi mezhebinden olmayan tebasıyla ilişkileri, ancak savaş halindeki iki din mensupları arasında yaşanabilecek kadar düşmanca idi. Bu yüzden adı geçen topluluklar, Türk fethi sırasında Anadolu’nun müdafaasına kaMiryokefalon Zaferinden sonra Türkiye Selçukluları Bizans’ı hedef alan bir siyaset izlemeseler de, Türkmenler’in Bizans sınırlarında yürüttüğü fetihler ve Bizans’ın ricatı süreklilik kazanmıştır. 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 9 tılmadılar. Tabii ki Türk istilâsı onları da rahatsız ettiği için Türkler’in saflarında Bizans’a karşı savaşmaları söz konusu değildi. Ancak savunma görevlerini yerine getirmeyip Türkler’in önünden çekilmek suretiyle fethi kolaylaştırıyorlardı. Ermeni ve Süryani tarihçilerin eserlerinde, Bizanslılar’a duydukları kin açıkça görülmektedir. Anadolu’da görülen bir diğer topluluk da Hıristiyan Türklerdir. Bizans, Balkanlar’a göç eden ve Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Oğuz (Guz), Kıpçak (Kuman) ve Peçenek Türkleri’ni zaman zaman Anadolu’da yerleştirerek bir savunma hattı oluşturmaya çalışmıştır. Bilhassa İmparator Laskarides ve Paleologlar zamanında, çok sayıda Hıristiyan Türk’ün Anadolu’ya getirildiği bilinmektedir. Bunlara ilave olarak Bizans İmparatorluğunda, sık yaşanan taht kavgaları dolayısıyla, özellikle Anadolu’nun idari ve mali sistemi çökmüş bulunuyordu. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere yüzyıllardır devam eden savaşların dünya ticaret yollarının dışında bıraktığı, dolayısıyla fakirleşmiş ve tenhalaşmış; Hıristiyan tebasıyla çatışma halinde bulunan Bizans’ın bunların yardımından mahrum kalmış olması, Anadolu’nun fethini kolaylaştıran başlıca etkenlerdir. Ayrıca Türk ilerleyişine paralel olarak, özellikle Doğu ve Orta Anadolu’da bulunan Rum ve Ermeniler onların yolları üzerinden çekilerek, savaşlarda kırılarak ve Rumlar denizin ötesine taşınmak suretiyle Anadolu yeterince fethe açık bir hâle getirilmişti. Öte yandan bu süreci anlamak açısından Türk istilası önünden kaçan veya Bizans imparatorları tarafından Balkanlar’a nakledilen Rumlara ya da Rumlaşmış halklara dair kayıtlar da dikkat çekicidir. Nitekim devrin Malatya metropoliti ve tarihçi Suryani Mihail’e göre: “Türklere yenilen Rumlar bir daha onlara karşı duramadılar. İmparator Mihail’i korku aldı korkak ve kadınlaşan müşavirlerinin sözlerine bakarak sarayından ayrılıp Türklere karşı çıkamadı. Hristiyanlara acıyarak adamlar gönderdi ve Pont (Danişmend bölgesi)’da kalmış halkın bakiyelerini, eşyalarını atlara ve arabalara yükletip denizin ötesine (Balkanlar’a) nakletti. Böylece ahalisiz kalan bu bölgelerde Türklerin yerleşmesine yardım etti ve bu sebeble de o herkesin tenkidine uğradı.” Bu arada Bizanslılar batıya ve Balkanlara doğru çekilirken, Ermeniler de Türklerin önünden Fırat boylarına, Toroslar’ın dağlık bölgelerine, İç ve Güney Anadolu’ya, Kilikya ve Suriye taraflarına sığınıyorlardı. Çağdaş bir Ermeni müellifi: “1080 yılı Mart’ına doğru Okyanus Denizi berisinde (Anadolu) bulunan bütün Hıristiyan memleketleri Türklerin istilasına uğramış ve hiçbir vilayet bundan kurtulamamıştı. Birçok vilayeter boşaldı artık doğu milleti mevcut değildir” ifadesiyle tenhalaşmayı çok güzel anlatmaktadır. Göçün Mahiyeti Türk göçünün Anadolu’nun vatanlaştırılmasını sağlayan ve göçerlerin avantajları olarak ifade edilebilecek başlıca özellikleriyse şunlardır: Hatırlanacağı üzere, Kıpçak boybirliğinin dağılmasının yol açtığı çalkantılar, Aral-Hazar arasındaki yurtlarında oturan Oğuzları yakından ilgilendiriyordu. Türkistan’da savaş, kıtlık, istilâ gibi sebeplerle ortaya çıkan nüfus haretketlerinden ilk olarak; zaten sınırlı olan yaşam alanları etkilenmekteydi. Çanak olarak ifade edilen bu yerler sözkonusu sebeplerle dolup taşarken, birinin diğerini önüne katarak sürüklediği dev göç dalgaları meydana geliyordu. Bunlar ses dalgası gibi içeriden dışarıya doğru büyüyen ve geri dönmesi, çekilmesi mümkün olmayan hareketlerdi. Yani bir boy bir kere yerinden oynadı ve onun yerini bir başkası aldı ise, geriye dönmek mümkün değildi. Ayrıca arkadan gelen yeni dalgalar da öndekilerin birbirinin üzerine katlanarak büyümesine yol açan bir etki yaratırdı. Süryani Mihail’in şu sözleri bu nefreti açıkça göstermektedir: “Türkler, şerir ve rafizi Rumlar gibi kimsenin dinine ve inancına karışmıyor; hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı.” Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde siyasî teşekküller kuran Türklerin, toprakları ekip biçecek Hıristiyan ahaliyi neredeyse birbirlerinden çalmak zorunda kaldıkları dikkate alındığında bu hükmün hiç de mübalağalı olmadığı kendiliğinden anlaşılacaktır. 10 Türkiye Selçuklu Tarihi Bundan anlaşılacağı üzere X. yüzyılın sonlarında başlayıp, XI. yüzyılda büyüyerek devam eden Oğuz göçü, mahiyeti icabı geri dönüşsüzdür. Bu yolculuk ne bir macera, ne de bir yağma akınıydı. Aileler çoluk-çocuk ve sürüleriyle birlikte ilerliyor; bir millet adetâ topyekün göç ediyordu. Buna bağlı olarak ortaya çıkan diğer bir hususiyet de, sebebi ne olursa olsun yurtlarını terk ederek göç kervanına katılanların bu geri dönüşsüz yolculukta, yurt bulmak ihtiyacıyla zorunlu olarak göç ettikleriydi. Malazgirt’ten sonra “Türklerin Anadolu’ya, geçmişten farklı olarak artık yağmacı gibi değil, işgal ettikleri bölgelerin gerçek sahibi sıfatıyla” girdiklerini ifade eden Bizans kaynağı, bu yurt bulma amacına işaret etmektedir. Üçüncü olarak, bu iki durumun ortaya çıkardığı bir vakıa olarak yani, yeni yurtlar aramak zorunluluğuyla, geri dönüşsüz olarak birbirinin üzerine yığılarak ilerlemekte olan göçerler çok kalabalıklardı. Bu göçebeler Azerbaycan, Gürcistan ve Anadolu’ya ulaştıklarında, onlarla ilgili tanıklıklarını yazan yerli kaynaklarda, bu çokluğu gayet açık şekilde anlatan kayıtlar bulunmaktadır. Malazgirt’ten sonra Anadolu’ya ulaşan bu göç dalgalarının ne denli kalabalık olduğunu bir Bizans kaynağı; “kara ve deniz sanki bütün dünya, kafir barbarlar (Türkler) tarafından işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Onlar doğunun (Anadolu’nun) bütün köylerini, evlerini kiliseleriyle birlikte yağma ve istila ettiler” şeklinde tanımlarken; başka bir Bizans kaynağı da bu kalabalık göç dalgalarının nerelere kadar yayıldığını; “Türkler Kardeniz, Marmara, Adalar (Ege) Akdeniz (Suriye Denizi) arasındaki bütün memleketlere hâkim oldular” diyerek anlatmaktadır. Türkler’i Anadolu’da dönem dönem yaşanan bunca zorluk, kıtlık, savaş ve ölüme, kan kaybına rağmen bin yıla yakın bir süredir var eden ve sözü edilen kan kaybını telafi eden başlıca etken ise göçlerin sürekliliğidir. Tarihî kaynaklarda Dandânakân savaşından Moğol istilâsına kadar, zaman zaman büyük göç dalgalarının geldiği tesbit edilebilmektedir. Göçler daha sonra giderek azalmakla birlikte sürecek ve Anadolu Türklüğün sığınağı olmaya devam edecektir. Türk göçünün bu özellikleri, Türk milletini yeni bir vatan kurma aşamasına geçirmiştir. Dolayısıyla bir yurt bulma zorunluluğu ve geri dönüşsüz bir şekilde, aile ve sürüleriyle gelip Anadolu’yu yurt tutan Türkler’in bu topraklardaki hikâyesi, gidecek başka yerleri olmadığı için, tam bir ölüm kalım savaşı şeklinde cereyan etmiş; ülke bu sayede her şeye rağmen Türkiye olarak kalabilmiştir. Anadolu’nun yurt tutulması sürecinde Türk göçlerinin rolü nedir? BİRİNCİ BEYLİKLER DÖNEMİ Selçuklular tarafından yönlendirilen ve XI-XIII. yüzyıllar arasını kapsayan göç sürecinde, Anadolu’da Selçuklular’ın yanı sıra, çoğu Oğuz boylarına mensub aileler de irili ufaklı beylikler kurmuşlardır. Daha ziyade Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde kurulan bu beylikler, hem Anadolu’nun Türkiye oluşunda hem de Türk-İslam medeniyetinin kurulması ve gelişmesinde önemli hizmetler yapmışlardır. 1092 yılında Melikşah’ın ölümü üzerine Büyük Selçuklu Devleti’nin, 12 yıl kesintisiz devam eden taht kavgalarıyla uğradığı sarsıntı ve imparatorluğun bir daha eski kudretine kavuşamaması, söz konusu beyliklerin güçlenmesi ve yenilerinin ortaya çıkmasında başlıca etken olmuştur. Azerbaycan, son durağı Anadolu olan Oğuz göçlerini bu ülkeye sevk eden bir kanal veya köprü vazifesi görmüştür. 2 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 11 Saltuklular Malazgirt Zaferi’nden sonra, kurulan ilk Türk beyliği olarak kabul edilen Saltuklular, 1071-1202 tarihleri arasında, Erzurum merkez olmak üzere; Pasinler, Tercan, İspir, Oltu, Tortum, Micingerd, Bayburt ve civarında hüküm sürmüşlerdir. Beyliğin kurucusu, Malazgirt savaşında da katılmış olan Ebu’l Kasım Saltuk’tur. Büyük Selçuklu Devletine tâbi olan beyliğin, Emir Saltuk zamanındaki tarihi hakkında, yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak hanedan 1123 yılından itibaren kaynaklarda Saltukoğulları (Beni Saltuk) adıyla zikredilmektedir. Saltuklu hanedanın kurucusu Ebû’l-Kasım Saltuk’un Anadolu’nun fethinde çok önemli hizmetlerde bulunduğu ve Sultan Alp Arslan’ın Malazgirt zaferinden sonra Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, İspir, Tortum ve Bayburt havalisini ona ikta ettiği anlaşılmaktadır. Emir Saltuk’a Selçuklu sınır şehri Erzurum’un ikta edilmiş olması, onun diğer beylerden daha önemli bir mevkide bulunduğunu göstermektedir. Nitekim Gürcü kaynaklarında da İzzeddin Saltuk’un atalarının Selçuklular’la akraba olduğu kayıtlıdır. Saltuk Bey’in ardından oğlu Emir Ali Erzurum beyi olmuştur (1102). Bu tarih Selçuklu tahtı için Muhammed Tapar ile Berkyaruk’un mücadele ettiği döneme rastlamaktadır. Emir Ali de Muhammed Tapar’ın tarafındaydı. Nitekim Tapar Selçuklu tahtını ele geçirmek için, 1105 Şubat’ında harekete geçtiğinde diğer Doğu Anadolu beyleri gibi, Saltuklu Beyi Ali de onun yanındaydı. Büyük Selçuklu sultanları arasında vukû bulan bu muharebelerden faydalanan Gürcüler, Doğu Anadolu’ya girip Saltukili’nde Pasin Ovası’na kadar ilerlediler. Selçuklu sultanın emriyle Artukoğlu İlgâzi kumandasındaki ordu Gürcüler’e karşı gönderildi. Saltuklu Ali’nin de yer aldığı bu sefer sırasında Türk ordusu, Tiflis yakınlarında Gürcüler’e mağlub oldu (1121). Emîr Ali’nin ölümünden sonra Saltuklular’ın başına, hakkında fazla bilgi bulunmayan kardeşi Ziyâüddin Gazî geçti. Erzurum’daki Kale Camii ve Tepsi Minare kitabelerinden bu binaları onun yaptırdığı anlaşılmaktadır. Ziyâüddin Gâzi, 1126 senesinde Gürcülere karşı tertiplenen bir sefere katıldı. 1131 senesinde İspir ve Pasinler’i geçerek Oltu’ya kadar gelen Gürcüleri büyük bir bozguna uğrattı. Artuklu Timurtaş, Ziyâüddin Gâzi’nin kızıyla evlenince iki hanedan arasında akrabalık bağı kuruldu. Saltuk’un “bırakmak”, “koyuvermek” demek olan “sal-” fiilinden -duk eki ile yapılmış bir ad olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu ekin başka fiilere getirilmesiyle Tapduk, Bulduk gibi adlar yapıldığı bilinmektedir. Dolayısıyla Salduk (Saltuk) “bıraktık” “koyuverdik” manasına gelmektedir. Şekil 1.1 XII. Yüzyıl ortalarında Anadolu’nun Durumu (Malazgirt sonrası Anadolu’da kurulan Beylikler) Saltuklular zamanında Erzurum, iktisadî ve ticarî açıdan oldukça önemli bir şehirdi. Akdeniz limanları ve Suriye’den başlayıp, Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan yoluyla Âzerbaycan’a, İran’a giden; Türkistan’dan Erzurum’a varıp aynı yoldan Akdeniz ve Trabzon limanlarına ulaşan büyük bir kervanyolu ağının üzerinde bulunuyordu. Bu bakımdan Erzurum’da ekonomik hayat oldukça canlıydı. Bunun yanında, geniş otlaklara sahip olması sebebiyle, bölgede hayvancılık da çok gelişmişti. 12 Türkiye Selçuklu Tarihi Emîr Gâzî 1132 senesinde ölünce yerine yeğeni İzzeddin Saltuk geçti. Onun zamanında Saltuklu toprakları, Tercan’dan başlayıp Tahir Gediği’ne kadar uzanmakta Erzurum, Bayburt, Avnik, Micingerd, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları içine almaktaydı. İzzeddin Saltuk’tan sonra yerine, oğlu Nâsırüddin Muhammed geçti (1168). Onun zamanında Gürcüler Erzurum’a kadar geldiler. Kraliçe Tamara’nın kocası David kumandasındaki Gürcü kuvvetleriyle Saltuklular arasında, iki gün süren şiddetli çarpışmalar oldu. Saltuklu kuvvetleri şehre kapanınca Gürcü kuvvetleri, ele geçirdikleri ganimetlerle yetinerek döndüler. Nâsırüddin Muhammed’in ölümünden sonra beyliğin başına, kız kardeşi Mama Hatun geçti (1191). Fakat Malazgirt Kalesi kuşatmasında Eyyûbîler’e yardımcı olduğu gerkçesiyle tahttan indirildi. Mama Hatun’un yerine kardeşinin oğlu Melikşah geçti. Onun zamanında Saltuklular da diğer beylikler gibi, Türkiye Selçuklu Devleti’nin baskısı altında bulunmuyorlardı. Nitekim Anadolu Selçuklu Sultanı II. Süleymanşah, 1202 senesinde Gürcistan seferine çıktı. Süleymanşah 25 Mayıs 1202’de Erzurum önlerine geldi. Kendisini karşılamaya gelen Saltuklu beyi Melikşah’ı yakalatıp hapsettirdi. Sultanın Erzurum’a kendi kardeşi Tuğrulşah’ı tayin etmesi üzerine Saltuklu Beyliği sona erdi. Anadolu’nun Ahlat’la birlikte doğudaki iki mühim giriş kapısından birisi olan Erzurum, stratejik konumuna binaen, Gürcüler karşısında artık zaaf göstermekte olan Saltuklular’dan alınarak sınırlar pekiştirilmiştir. Saltuklular, Erzurum bölgesine Türklük vasfını kazandırmış ve bununla ilgili olarak bölgede pek çok tarihi eser bırakmış bir hanedandır. Melik Gâzi’nin yaptırdığı Kale Camii ve Tepsi Minare, Nâsıreddin Muhammed’in 1179’da inşa ettirdiği Ulu Cami, biri İzzeddin Saltuk’a ait olan Üç Kümbetler günümüze kalan Saltuklu eserleridir. Bu türbenin yanında bir de zâviye vardır. Mama Hatun da Tercan’da bir kervansaray ve türbe yaptırmıştır. 1232 senesinde Ebû Mansûr tarafından inşa ettirilen Micingerd Kalesi, Saltuklular’dan günümüze ulaşan diğer önemli bir eserdir. Danişmendliler 1071 -1178 yılları arasında Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri ve Malatya havalisinde hüküm süren Türkmen hanedanıdır. Hanedanın atası Azerbaycan’da yaşayan bir Türkmen aileye mensup olup, 1064 yılında Sultan Alp Arslan’ın hizmetine giren Dânişmend Gâzi’dir. Malazgirt Savaşı’na da katılan Dânişmend Gâzi, zaferden sonra kendisine iktâ edilen Sivas’ı fethederek Dânişmendli hanedanının temelini atmıştır. Daha sonra burayı harekât üssü edinip Amasya, Tokat Niksar, Kayseri, Zamantı, Elbistan, Develi ve Çorum’u da fethedip Anadolu’da ilk Türkmen beyliklerinden birini kurmuştur. Dânişmend Gâzi’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Gümüştegin Ahmet Gâzi döneminde hanedan daha da güçlendi. Türkiye ve Büyük Selçuklular arasındaki mücadelelerden faydalanarak hâkimiyet sahasını genişleten Gümüştegin, Bizans ve haçlılarla yapılan savaşlarda Selçuklu sultanının müttefiki olarak onun yanında yer aldı. Fakat Gümüştegin, Kılıç Arslan haçlılar karşısında yenilgiye uğrayınca, öteden beri hedefinde bulunan Malatya’yı kuşattı. Şehrin yardımına gelmekte olan Antakya prinkepsi Bohemund’u pusuya düşürüp esir aldı. Ancak Urfa kontunun yardıma gelmesi üzerine geri çekilmek zorunda kaldı. Gümüştegin, 1101 yılında üç ayrı ordu halinde gelen haçlılar kendi topraklarını da hedef aldıkları için, Selçuklu sultanıyla omuz omuza harbetti. Gümüştegin, Bohemund’u 100 bin dinar fidye karşılığında serbest bırakıp, Malatya’yı da fethetti. Bunun üzerine Kılıç Arslan, Gümüştegin’in üzerine yürüDanişmend Gâzi’nin asıl adı Taylu olup hocalık yaptığı için “Danişmend” unvanıyla anılmıştır. Ayrıca Danişmend Gâzi’nin erken İslam fetihleri döneminde Bizans’a karşı yürütülen cihadda efsaneleşen Battal Gâzi (öl. 740)’nin neslinden geldiği söylendiği gibi, onun Anadolu fatihi Süleymanşah’ın dayısı olduğu da rivayet edilmektedir. 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 13 dü ve onu Maraş yakınlarında hezimete uğrattı (1103). Bu bozgun doğal olarak Danişmendliler’in itibarını çok sarstı. Gümüştekin öldükten sonra (1105) yerine oğlu Emir Gâzi geçti. Emîr Gâzi başlangıçta Selçuklular’a tâbi idi. Fakat I. Kılıç Arslan’ın 1107 yılında ölümü üzerine meydana gelen iktidar boşluğu ve taht kavgalarından faydalanarak hâkimiyet alanını genişletmeye ve Dânişmendliler’i eski gücüne kavuşturmaya çalıştı. Nitekim damat edindiği Mesud’un Türkiye Selçuklu tahtına oturmasını sağladı (1116). Fakat Sultan Mesud kayınpederinin gölgesinde kalmaktan kurtulamadı. Böylece Dânişmendliler yeniden önemli bir siyasî güç haline geldiler. Selçuklu topraklarının bir bölümünü kendi hâkimiyeti altına alarak Anadolu’nun en nüfuzlu hükümdarı olan Emîr Gâzi’nin ölümünden sonra (1134), Dânişmendli tahtına büyük oğlu Melik Muhammed geçti. Emîr Gâzi’nin Muhammed’den başka Yağıbasan, Yağan ve Aynüddevle adında üç oğlu daha vardı. Muhammed tahta geçince kardeşleri Aynüddevle ve Yağan isyan ettiler. Melik Muhammed hükümdarlığının ilk yıllarında bir yandan kardeşleriyle, diğer yandan da Bizans saldırılarıyla uğraşmak zorunda kaldı. İmparator II. loannes Komnenos, Dânişmendliler arasındaki taht kavgalarından faydalanarak 1135 yılında Kastamonu ve Çankırı’yı işgal etti. Ancak Sultan Mesud ile ittifak yapan Muhammed, Bizans kuvvetlerinin çekilmesi üzerine bu yöreyi tekrar topraklarına kattığı gibi, isyan eden kardeşi Yağan’ı da öldürdü, Aynüddevle ise Malatya’ya kaçtı. Melik Muhammed’in 1136’da, Rupen Ermeni hanedanının elinde bulunan Çukurova’yı fethetme teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Kardeşi Aynüddevle’nin üzerine yürüyerek Elbistan ve Ceyhan yörelerini aldı. 1139’da tekrar Çukurova’ya saldırıp Feke ve Gabon gibi bazı kaleleri ele geçirdi. 1140-1141 yıllarında Karadeniz’de bazı şehirleri Rumlar’dan geri aldı. Sonra güneye yönelerek Elbistan’a hücum eden haçlıları geri püskürttü. Melik Muhammed 1142 yılında öldüğünde Zünnûn, Yûnus ve İbrahim adında üç oğlu vardı. Bunlardan Zünnûn’u veliaht tayin etmişti. Ancak Sivas meliki olan kardeşi Yağıbasan, kardeşi Melik Muhammed’in karısıyla evlenerek Kayseri’de yönetime hâkim oldu. Zünnûn Zamantı’ya kaçtıktan bir müddet sonra Kayseri’ye dönmeye muvaffak oldu. Dindar ve hayırsever bir hükümdar olan Melik Muhammed Bizanslılar, Haçlılar ve Ermenilere karşı cihad etmiş, Abdülmecîd b. İsmail el-Herevî gibi âlimleri davet ederek Anadolu’da İslâmiyet’in yayılması için çalışmıştır. Kayseri Ulucamiini de (Câmi-i Kebîr) o yaptırmıştır. Bizans tarihçisi Niketas Khoniates onun çok büyük bir güce ulaştığını, Gürcistan (İberiya) ile Mezopotamya’nın bazı yerlerini hâkimiyeti altında tuttuğunu ve Bizans şehirlerinin en azgın, en cesur ve en tehlikeli düşmanı olduğunu söyler. Melik Muhammed’in ölümü üzerine, daha önce Artuklular’a ve Haçlılar’a sığınmış olan Aynüddevle, Elbistan ve Malatya’yı ele geçirdi. Böylece Danişmendliler Kayseri’deki Zünnün, Sivas’taki Yağıbasan’la birlikte üzere üçe ayrılmış oldular. Bu durum Selçuklu ve diğer rakiplerine karşı onları zayıf düşürürken; kendi aralarında hanedanın çöküşünü kolaylaştıracak bir mücadelenin de başlangıcı oldu. Nitekim bu durumdan faydalanmak isteyen Selçuklu Sultanı Mesud, önce Yağıbasan’ın üzerine yürüyerek Sivas’ı işgal etti. Ardından Aynüddevle’nin hakimiyetindeki Malatya’ya yöneldi, fakat kuşatmaya rağmen şehri alamadı. Aynüddevle’nin 1144 yılında Elbistan’ı ele geçirmesi üzerine tekrar Malatya’ya yürüyen Sultan Mesud, Aynüddevle’yi kendisine tâbi kıldı. 14 Türkiye Selçuklu Tarihi Hâkimiyet alanları bakımından Anadolu beyliklerinin en büyüklerinden biri olan Dânişmendliler, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması açısından önemli hizmetler ifa etmişlerdir. Dânişmend Gâzi, Gümüştegin Gâzi, Emir Gâzi ve Melik Muhammed’in adları Bizanslılar ve Haçlılar’la yaptıkları savaşlardan dolayı asırlarca halk arasında saygıyla anılmış ve destanlara konu olmuştur. Ancak parçalandıktan sonraki beyler, Bizans ve Haleb atabeyi Nûreddin Mahmud’un siyasetine alet olmuş ve bu işbirliğini Selçuklular’a karşı koz olarak kullanmışlardır. Dânişmendliler döneminde Sivas, Malatya, Kayseri, Niksar ve Tokat gibi şehirler iktisadî ve ictimaî bakımdan önemli merkezler hâline gelmişlerdir. Sivas meliki Yağıbasan Sultan Mesud’un damadı olmasına rağmen, 1152’de Aynüddevle’nin ölümü üzerine yerine geçen oğlu Zûlkarneyn ile sultana karşı ittifak yaptı; fakat Sultan Mesud tarafından itaat altına alındılar. 1155 yılında Sultan Mesud ölünce Yağıbasan, Bizans’la ittifak yaparak II. Kılıç Arslan’ın üzerine yürüdü ve Elbistan’ı ele geçirdi. Fakat daha sonra II. Kılıç Arslan’ın Bizans’la anlaşması üzerine Yağıbasan müttefiksiz kaldı. 1164 yılında üzerine yürüyen Kılıç Arslan’ın önünden çekilirken sığındığı Çankırı’da öldü. II. Kılıç Arslan bu durumdan istifadeyle Elbistan, Tohma Vadisi, Darende ve Gedük’e hâkim oldu (1169). Çok geçmeden Kayseri ve Zamantı’yı zabt etti, ancak Malatya kuşatması başarısız oldu. Sivas’ı idare eden Melik İsmail’in Kılıç Arslan’a karşı topladığı ordunun sebep olduğu kıtlık ve halkın isyanından yararlanarak Sivas, Tokat, Niksar, Komana ve Amasya şehirlerini de zaptetti(1175). Malatya Danişmentlilerine gelince; amcası Yağıbasan’a tâbi olan Zülkarneyn 1162’de öldü. Selçuklu sultanı ondan sonraki emirlerden güçsüzlüğünden faydalanarak Malatya’yı kuşattıysa da alamadı (1171). Ancak buradan topladığı esirleri Kayseri’ye götürdü. Nihayet II. Kılıç Arslan 1178 yılında, Malatya’yı da ele geçirerek bu beyliğe son verdi. Mengücüklüler Mengücükler, Malazgirt zaferinden sonra Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebin Karahisar’ı fethederek yaklaşık 1227 yılına kadar bu bölgede hüküm süren bir Türk beyliğidir. Beyliğin kurucusu olan Mengücük Gâzi, Malazgirt savaşına katılmış ve zaferden sonra Karasu (yukarı Fırat) ve Çaltı nehri vadilerinin fethiyle görevlendirilmiştir. Ölüm tarihi de bilinmeyen Mengücük Gâzi’ye dair bilinenler bundan ibarettir. Onun yerine geçen oğlu Melik İshak, 1118 yılında Malatya’yı yağmaladı. Buna karşılık Artuklu Belek Gâzi 1120’de, Mengücükoğlu’nun üzerine yürüdü. Belek’e karşı koyamayacağını gören Mengücükoğlu, Bizans imparatorunun Trabzon valisi Konstantin Gabras’dan yardım istemiş, Belek de Dânişmendli Emir Gâzi’yle ittifak yapmıştır. Erzincan yakınında Şirvan mevkiinde yapılan savaşta Mengücükoğlu ile Gabras ağır bir yenilgiye uğramışlardır. Melik İshak’ın 1142’de ölümünden sonra beylik iki kola ayrılmış, Erzincan Kolu Davudşah, Divriği kolu ise Süleymanşah tarafından yönetilmiştir. Kemah-Erzincan Kolu Bu kolun ilk beyi Davutşah hakkında fazla malûmat yoktur; ancak1162 yılında Selçuklularla işbirliği yaptığı gerekçesiyle, Danişmendli Yağısıyan tarafından öldürülmüştür. Hakkında daha fazla bilgi bulunan Fahreddin Behramşah, 1165’de Erzincan’da beyliğin başına geçmiştir. Behramşah kaynaklarda melik unvanı ile anılan Danişmendliler’in yıkılmasından sonra bu beyliğe bağlı muhtelif boylar, Anadolu’nun çeşitli bölgelerine dağılmış, bazıları da Rumeli’ye yerleştirilmişlerdir. Anadolu’da bunların hatırası olarak Danişmend, Danışman, Tanışman ve Yağıbasan gibi köy adları hâlâ yaşamaktadır. Eski Türklerdeki bütün hanedan üyelerinin ülke yönetiminde ortak sorumluluk sahibi olduğuna dair anlayış, Selçuklular’la birlikte Anadolu’ya da gelmiş beylikler dahi bu ananeye bağlı kalmışlardır. 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 15 üçüncü Erzincan beyidir. Onun döneminde Selçuklu Devleti’yle iyi ilişkiler devam etmiştir. Nitekim 1202’de II. Süleymanşah’ın Gürcistan seferine katılmış, Selçuklu ordusunun Micingirt yakınlarında yenilmesi üzerine Gürcüler’e esir düşmüştür. Fakat Gürcü kraliçesi faziletli bir hükümdar olduğunu bildiği Behramşah’ı fidye almadan serbest bırakmıştır. Erzincan, Kemah, Divriği ve Karahisar şehirleriyle yetinen Mengücüklüler, topraklarını genişletme hevesinde olmamışlardır. Kaynaklarda kendilerinden çok fazla bahsedilmesinin sebebi bu olmalıdır. Buna karşılık Mengücüklüler ülkelerinin imarına çalışmışlardır. Erzincan’da Mengücüklüler’e ait cami, medrese, han ve hamam gibi bir eser günümüze kadar gelmemişse de bunun başlıca nedeni şehrin geçirdiği depremlerdir. Behramşah’ın altmışbir yıllık beylik döneminde Mengücüklü ülkesinin büyük ölçüde imar edildiği ve halkın refah seviyesinin çok yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Behramşah’tan sonra Erzincan tahtına oğlu Dâvudşah geçmiştir (1225). Diğer oğlu Muhammed ise Şarki Karahisarın yönetimine getirilmiştir. Ancak Davutşah çok fazla hüküm süremeden, Anadolu’da siyasî birlik kurmak isteyen Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubâd tarafından Erzincan ilhak edilmiştir (1228). Aladdin Keykubat Kemah’dan sonra, Karahisar hâkimi Muhammed’in üzerine yürümüştür. Muhammed mukavemet etmeyi düşünmüş ancak halkın sadakatine güvenemediğinden ve uzun zaman dayanamayacağını anladığından, kendisine bir dirlik verilmesi karşılığında teslim olmayı kabul etmiştir. Bunun üzerine kendisine Kırşehir tımar, bazı yerler de mülk olarak verilmiştir. Muhammed ve oğulları 1246 yılına kadar Kırşehir’de Selçuklu sultanlarından saygı görerek yaşamışlardır. Şekil 1.2 Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası Mengücükoğullarından Ahmet Şah ve eşi Melike Turan tarafından 1228-1229 yıllarında yaptırılmıştır. İslam mimarisinin bu önemli eseri iki kubbeli türbesi olan bir cami ve ona bitişik bir hastaneden oluşmaktadır. Külliyenin Şifahane Taç Tapısı, Cami Kuzey Taç Kapı, Cami Batı Taç Kapı ve Şah Mahfili Taç Kapısı olmak üzere dört kapısı bulunmaktadır. Her biri birbirinden farklı eşsiz bezemelerle göz kamaştıran bir mimarlık ve mühendislik harikası niteliğindedir. Nitekim bu sebeple eser UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer almaktadır. 16 Türkiye Selçuklu Tarihi Divriği Kolu Divriği kolunun ilk beyi Mengücük Gâzi’nin torunu ve İshak’ın oğlu Süleyman’dır. Fakat ona ait bir eser mevcut olmadığı gibi, ne zaman öldüğü de bilinmemektedir. Süleyman’ın oğlu Şahinşah döneminden kalan bazı eserler olduğu gibi adına kesilmiş bir sikke de mevcuttur. Şehinşah Divriği kalesindeki caminin (Kale Camii) de bânisidir. Mezar kiatbesinden Şehinşah’ın 1197 yılında öldüğü anlaşılmaktadır. Şehinşah’ın Süleyman ve İshak adlı iki oğlunun varlığı bilinmektedir. Süleyman’ın adı sadece kitabelerde görülür. İshak’ın adı 1247 de düzenlenen Karatay vakfiyesindeki şahitler arasında geçmektedir. Divriği’deki Ulucami Süleyman’ın oğlu Ahmed Şah tarafından yaptırılmıştır (1229). Caminin bir kitabesinde, Ahmed Şah’ın metbûu olarak Alâeddin Keykubâd’ın adı geçmektedir. Divriği Mengücüklü Beyliği’nin ne zaman sona erdiği de bilinmemektedir. 1277 yılında Anadolu’ya giren İlhanlı hükümdarı Abaka Divriği’ye de uğramış; şehir ileri gelenlerinin kendisini iyi bir şekilde ağırlamasına rağmen surların yıktırılmasını emretmişti. Bu emrin yerine getirilip getirilmediği belli değildir. Yalnız bu haberler şehrin anılan tarihte artık Mengücüklüler’in idaresinde olmadığı fikrini vermektedir. Divriği’deki Mengücük hâkimiyeti, dışarıdan gelen bir müdahaleden ziyade, şehri idare edebilecek bir hanedan mensubu kalmadığı için sona ermiş olmalıdır. Ahlatşahlar (Sökmenliler) Ahlatşahlar 1100-1207 tarihleri arasında merkez Ahlat olmak üzere, Van Gölü havzasında bir asırdan fazla hüküm süren bir Türk beyliği olup kurucusu Sökmen el-Kutbî’dir. Kurucusunun adına nisbetle Sökmenliler olarak da bilinir. Sökmen, Selçuklulardan Yakutî’nin oğlu Azerbaycan Meliki Kutbeddin İsmail İl Arslan’ın Türk asıllı memlûklerinden birisiydi. Ahlat, Van gölünün batı sahilinde, Ortaçağda Doğu Anadolu’nun en büyük, en kalabalık en müstahkem şehirlerinden biriydi. Bu hanedana başkentlerine göre Ahlatşahlar hakim oldukları bölgeye nisbetle Ermenşahlar da denilmektedir. Sökmen, Melik İsmail’in ölümü üzerine (1095) oğlu Mevdûd’un ve onun da 1102’de ölümesiyle Muhammed Tapar’ın hizmetine girmiştir. Tapar 1104 yılında Musul emîri Çökürmüş’ü cezalandırmak için şehri kuşattığında yanındaki emîrler arasında Sökmen el-Kutbî de bulunmaktaydı. Tarihlerde Divriği şubesi adı geçmemekte; onların varlığı beylerinin Divriği’de yaptırdıkları muhteşem eserlerin incelenmesinden anlaşılmaktadır. Kaynak: Sivas.org.tr Kaynak: Kültür ve turizm bakanlığı web sayfası Şekil 1.3 Şekil 1.4 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 17 Sökmen, yukarıda kaydedildiği gibi Muhammed Tapar’a hizmetlerde bulunmuş bu sebeple Tebriz, Ahlat, Meyyâfârikîn (Silvan) ve ikinci derecede bazı şehirler sadakatinin mükâfatı olarak kendisine iktâ edilmiştir. 1111 yılında Muhammed Tapar, içlerinde Sökmen el-Kutbî’nin de bulunduğu Emir Mevdûd komutasındaki büyük bir orduyu haçlılarla savaşla görevlendirdi. Ancak Sökmen el-Kutbî yolda hastalanarak Eylül 1111’de Balis yakınlarında öldü. Emir Sökmen merkez Ahlat olmak üzere Malazgirt, Erçiş, Adilcevaz, Eleşgird, Van, Tatvan, Erzen, Bitlis, Muş, Hani, Meyyâfârikîn ile Bargiri şehir ve kalelerine hükmediyordu. Sökmen’den sonra yerine oğlu İbrahim geçti. Ancak onun kötü yönetimi beyliğin zayıflaması ve toprak kaybetmesine sebep oldu. Bu başarısızlıkta annesi İnanç Hatun’un idareyi ele geçirmek istemesinin de etken olduğu görülmektedir. İbrahim 1126 yılında ölünce beyliğin başına kısa süreliğine kardeşi Ahmet, ardından da İbrahim’in altı yaşındaki oğlu II. Sökmen geçmiştir. II. Sökmen’in uzun hükümdarlık zamanı Ahlatşahlar Beyliğinin en parlak devrini teşkil eder. Gürcüler ile yapılan birkaç savaş istisna edilirse Van gölü çevresi halkı, II. Sökmen’in yaklaşık elli yedi yıllık idaresi zamanında rahat bir hayat geçirmiştir. II. Sökmen devrinin en mühim hadiseleri Gürcü saldırılarıdır. Gürcülerin 1161 yılında da Anı şehrini eline geçirmeleri üzerine II. Sökmen diğer Türk beyleriyle birlikte Gürcistan seferine çıkmıştı. Bu sefer Saltuklu beyinin savaştan çekilmesi yüzünden tam bir hezimet oldu. Daha sonra bu başarıdan cesaret alan Gürcüler’in Duvin’i istilası; Azerbaycan Atabeyi İldeniz, Irak Selçuklu Sultanı Arslanşah, II. Sökmen ve Erzen Beyi Devletşah’ın Gürcistan’a sefer etmelerine ve intikam almalarına imkan sağlamıştır (1163). Öte yandan 1174 yılında Gürcüler’in Anı’yı yeniden istilâ etmeleri, Sökmen’in Selçuklu sultanı Arslanşah komutasında diğer Türk Sultan Alp Arslan zamanında fethedilen Ahlat, Anadolu akınları sırasında bir üs olarak kullanılmıştır. Malazgirt zaferinden Selçuklu hakimiyetine giren şehir, sultanlar tarafından tayin edilen valilerce yönetiliyordu. Kaynakların ifadesine göre Malazgirt savaşına katılan Ahlatlılar, elde ettikleri ganimetler sayesinde zengin olmuşlardı. Şekil 1.5 XI-XIV. yüzyıllara tarihlenen Ahlat Selçuklu Mezarlığı, dünyanın en büyük Türk İslam Mezarlığı olup, buradaki mezar taşları ölçü ve üslup açısından anıt özelliğine sahiptir. Mezar taşları üzerinde dünyada eşine rastlanmayan şekiller bulunmaktadır. Ayrıca her biri Türk sanatı ve kültür tarihinin 800 yıllık belgeleridir. Yaklaşık, 210 bin metrekarelik düz bir alanda olan mezarlıkta 8 binin üzerinde irili ufaklı mezar vardır. Bu mezarlar, oda, sandukalı ve şahideli olmak üzere üç farklı tiptedir. 768 kadar mezarın şahidesi ayaktadır. 18 Türkiye Selçuklu Tarihi beyleriyle birlikte üçüncü kez Gürcistan seferine çıkmasına sebep olmuştur. Gürcü kralının Türk kuvvetleri karşısına çıkmaya cesaret edememesi üzerine bölge yağma ve tahrip edilerek pek çok ganimet ve esirle geri dönülmüştür (1175). Nureddin Mahmud’un 1174 yılında ölmesi üzerine, Selahadin Eyyûbî onun mirası üzerinde kendi hâkimiyetini kurmuş ve topraklarını genişletmeye başlamıştı. Selahaddin’in genişleme siyaseti Doğu Anadolu beylikleri için büyük tehlike arzediyordu. Nitekim II. Sökmen, Selahaddin’in 1182 yılında Musul’u kuşatması üzerine Mardin Artuklu, Dilmaçoğlu beyleri ve Musul atabeyi ile ona karşı bir ittifak oluşturmaya çalışmış, ancak 1183 yılında ölünce teşebbüsü sonuçsuz kalmıştır. II. Sökmen’in arkasında bir varis bırakmadan ölümü, Selahaddin Eyyûbî’ye bölgeye müdahale etme fırsatı vermişti; Ahlat’a derhal bir ordu gönderdi. Fakat bu sırada Sökmen’in memlûk asıllı emirlerden Meyyâfârikîn valisi Bektimur, duruma hakim oldu. Bununla birlikte Eyyûbî ordusu Ahlat seferinden büsbütün eli boş dönmemiş, Meyyâfârikîn’i ele geçirmişti. Eyyûbîler, Selçuklularla Doğu Anadolu üzerinde rekabeti sürdürüyorlardı. Nitekim Takıyyüddin Ömer, 1191 yılında Ahlatşahlar’a ait Hani’yi aldı. Bektimur’un onu durdurma çabası başarısızlıkla sonuçlandı. Ahlatşahlar aleyhine faaliyetlerine devam eden Takiyyüddin Ömer önce Ahlat’ı sonra da Malazgirt’i kuşattı ise de önce kuşatma sırasında kendisinin, 1193 yılında da Selahaddin Eyyûbî’nin ölmesi, Bektimur’a rahat bir nefes aldırdı. Ancak o da Eyyûbîler’in eline geçen yerleri geri almaya hazırlanırken muhtemelen damadı Aksungur tarafından öldürüldü. Bektimur’un yerine geçen Aksungur Hezâr Dînârî (1193-1198) beş yıl hüküm sürdükten sonra 1197’de öldü. Dînârî’nin yerine Kutluğ adlı Ermeni asıllı memluk bir emîr geçtiyse de, halk tarafından kabul edilmeyip yedi gün sonra öldürüldü. Bunun üzerine Bektemür’ün oğlu Muhammed hapisten çıkarılıp (1198-1207) tahta geçirildi. Muhammed o zaman on iki yaşlarında bir çocuk olduğundan işleri Sökmen’in divitçibaşısı Kıpçak asıllı Kutluğ yürütmekteydi. Muhammed delikanlılık çağına girince atabeyini önce hapsetmiş, sonra da öldürtmüştür. Fakat bu hareket onun aleyhinde bir hava yaratmıştır. Bu durumu fırsat bilen Gürcüler, 1205 yılında Azerbaycan’a bir akın yaptıktan sonra Sökmenili’ne girip Malazgirt’e, oradan Erciş taraflarına yönelmişler, karşılarına kimse çıkmadığı için de her tarafı yakıp yıkıp pek çok esir ve ganimet elde etmişlerdi. Gürcüler Erzurum’a yakın Hısnıtabn’a geldikleri sırada Ahlatşahlar askerlerini toplayıp Gürcüler’i bozguna uğratmışlardır. Fakat kazanılan bu zafer Gürcüler için ağır bir darbe teşkil etmemiş olmalı ki, ertesi yıl onlarla yeniden savaşmak icab etmiştir. Muhammed önce bir kalede hapsedilmiş sonra öldürülmüştür (1206-1207). Yerine Şekil 1.6 Ahlat Mezar Taşları 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 19 İzzeddin Balaban (1207-1208) geçmiştir. Balaban Ahlatşahlar’ın sonuncusudur. Bir yıldan daha az süren beyliği zamanında Eyyûbîler ile yaptığı savaşta bozguna uğrayıp Ahlat’a çekilmiş ve bir müddet sonra şehri anlaşarak teslim etmiştir. Böylece Ahlatşahlar Beyliği tarih sahnesinden çekilmiştir (1207-1208). Artuklular Artuklular Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’nun fethine girişen büyük Türkmen komutanlarından Artuk Bey’in oğulları Sökmen ve İlgâzi tarafından XII. yüzyılın başlarından itibaren Hasankeyf ve Mardin, torunu Belek tarafından da Harput merkez olmak üzere üç şube halinde kurulmuştur. Güney Doğu Anadolu bölgesinde asırlarca hüküm süren Artukoğulları, aynı zamanda Yukarı Dicle Havzasına (Diyâr-ı Bekr) tarihinin en görkemli dönemini yaşatmışlardır. Anadolu’nun Türkiye olma sürecinde ve Anadolu’da Türk-İslam medeniyetinin kurulmasında en büyük hizmeti onlar yapmışlardır. Nitekim Güney Doğu Anadolu Bölgesinde bu dönemden günümüze ulaşan eserlerin neredeyse tamamının Artuklu dönemine ait olması da bunu doğrulamaktadır. Artuklu hanedanın atası Artuk Bey et-Türkmani, Oğuzlar’ın Döğer boyundan, tanınmış bir aileye mensup olup, babası Eksük de sâlâr (komutan) ünvanı taşıyan bir beydi. Artuk Bey’in ailesinin Oğuzlar arasında eskiden beri saygın bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. XII. yüzyılın ilk yarısında Yakındoğu’da Artukoğulları’na adeta bütün Türkmenler’in reisi nazarı ile bakılmaktaydı. Artuk Bey, 1063 yılında Azerbaycan’da, kendisine bağlı Türkmenlerle Sultan Alp Arslan’ın hizmetine girmiş ve bu tarihten itibaren, onun en gözde emirlerinden biri olarak daima yanında bulunmuştur. Artuk Bey’in de diğer Türkmen beyleri gibi Selçuklu fethinden itibaren Maveraünnehr ve Horasan’dan Azerbaycan’a geldiği ve burada bir yurt bularak yerleştiği tahmin edilebilir. Malazgirt muharebesine de katılan Artuk Bey, akabinde başlatılan Anadolu fütühatında da aktif şekilde rol almıştır. Melikşah’ın sultan olmasından sonra da hizmete devam eden Artuk Bey, onun Irak ve Suriye’de nüfuz ve hâkimiyetinin tesisinde önemli roller oynamıştır (1076- 1079). Daha sonra Suriye Selçuklu Meliki Tutuş’un hizmetine giren Artuk Bey, 1091 yılında ölene kadar Kudüs şahnesi olarak görev yapmıştır. Ondan sonra oğullan Sökmen ve İlgâzi aynı göreve getirilmişlerdir. Kudüs 1098 yılında Fâtımîler tarafından zaptedilince Sökmen, Halep Meliki Rıdvan b. Tutuş’un hizmetine girmiştir. İlgâzi ise önce Irak’ta kendisine verilmiş olan bölgeye çekilmiş, kısa süre sonra da Sultan Tapar tarafından Bağdat şahneliğine tayin edilmiştir. Hısn-ı Keyfâ Artukluları (1102-1232) Musul valisi Kürboğa’nın ölümü üzerine şehir halkı vali olarak, Türkmen Musa’yı desteklemekteydiler. Cezîre (Cizre) Emîri Çökürmüş ise Musa’ya karşı çıkıyordu. Bunun üzerine Mûsâ, Sökmen’den yardım istedi ve karşılığında Hısn-ı Keyfâ’la birlikte 10.000 dinar vermeyi vaad etti. Mûsâ, Sökmen’in yardımıyla Çökürmüş’ü bozguna uğrattı, fakat kendisi de kısa bir süre sonra öldürüldü. Sökmen bunun üzerine Hısnıkeyfâ’ya giderek şehri Musa’nın nâibinden teslim aldı ve Artuklular’ın Hısn-ı Keyfâ kolunu kurdu Sökmen, haçlılar karşısında gösterdiği kahramanlık ve başarılarla ün salmıştı. Bu Türkmen beyi, Çökürmüş ile birlikte Harran üzerine yürüyen Haçlı ordusuna karşı harekete geçmiş; 1104 yılında Belih Çayı kenarında haçlı ordusunu yenilgiye XII. yüzyılın ortalarından itibaren Diyâr-ı Bekr’in tamamına hükmedecek olan Artukoğulları’nın bölgedeki ilk şubesinin başkenti olan Hısn-ı Keyfâ Hasankeyf, 130 yıl boyunca bu Türkmen Beyliğinin (1102-1232) siyasi ve kültürel merkezi olarak hizmet etmiştir. Şehir tarihinin en görkemli kesitini meydana getiren bu dönemde Artuklu beylerinin büyük gayretiyle, saraylar, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar ve muntazam sokaklarıyla kale kasabası durumundan çıkıp mamur bir şehir görünümüne bürünmüştür. 20 Türkiye Selçuklu Tarihi uğratmış, orduya kumanda eden Urfa kontu Baudouin ve yeğeni Joscelin esir alınmıştı. Haçlılar’a karşı kazanılan bu zafer, İslâm dünyası için büyük bir moral olmuş ve Sökmen’in itibarını da artmıştır. Sökmen’in ardından, 1105 yılında, Hısn-ı Keyfâ Artuklu tahtına çıkan İbrahim’in hakimiyeti kısa sürmüş; 1108’de 36 yıl gibi uzun bir süre bu görevi yapacak olan Davud, beyliğin yönetimini devr almıştır. Davud’un dönemini İmadeddin Zengî’nin Musul valisi olmasından önce ve sonra diye ikiye ayırmak yerinde olur. Çünkü Davud, özellikle hâkimiyetinin ilk yıllarında topraklarını genişletmekle meşgulken, İmadeddin Zengî’nin ortaya çıkışıyla birlikte siyasetini belirleyen en önemli unsur Zengî’nin faaliyetleri olmuştur. Zamanının ve enerjisinin çoğunu İmadeddin Zengî ile mücadeleye ayıran Davud, topraklarına saldıran Zengî’ye aynı tonda karşılık vermiştir. Çok faâl bir siyaset izleyen Davud, ortak düşmanlara, yani Bizans ve Haçlılar’a karşı, bölgedeki Türk beyleriyle birlikte hareket etmiştir. Davud’un vefatının ardından idareyi eline alan ve Artuklu beyliğinin en parlak simalarından birisi olan Fahreddin Kara Arslan (1144-1167), hâkimiyetinin ilk yıllarında topraklarının önemli kısmını kaybetmişse de İmadeddin Zengî’nin ölümüyle yaşanan boşluktan faydalanarak hakimiyet alanını oldukça genişletmiştir. O, babası Davud’dan daha mutedil ve barışçı siyaset izlemiş, Nureddin Zengî ile çok kez birlikte hareket ederken, Mardin Artukluları ile de dostluk tesis etmiştir. Kaynakların ifadelerinden Kara Arslan’ın kendisini tebasına sevdirdiği ve halkın refah seviyesini yükselttiği anlaşılmaktadır. Çağının en muhteşem yapılarından biri olan meşhur Hısn-ı Keyfâ Köprüsü onun zamanında inşa edildiği gibi “Yukarı Şehri” görkemli bir şekilde geliştiren de odur. Nitekim bu sayede stratejik ve ticari önemi olağanüstü artan şehrin, bolluk ve refahı doruğa ulaşmış buna paralel olarak kültür hayatı da gelişmiştir. Kara Arslan’ın ardından on sekiz yıl kadar süren Nureddin Muhammed (1167- 1185) devrinde, Hasankeyf Artukluları ilk zamanlar Nureddin Zengî’ye, onun ölümünden sonra ise, Selahaddin Eyyûbî’ye tâbi olmuşlardır. Nureddin Muhammed, özellikle Selahaddin Eyyûbî ile barışçı bir siyaset izleyerek bölgedeki nüfuzunu artırma yoluna gitmiştir. O, el-Cezire’deki bütün Türk beyleri Selahaddin Eyyûbî’ye karşı birleştiklerinde bile, Selahaddin Eyyûbî’yle işbirliğinden sakınmamıştır. Bu sayede topraklarını genişletmiş, hepsinden önemlisi Âmid’i almıştır. Nureddin Şekil 1.7 Hasankeyf Artuklularından Nasreddin Mahmud’a ait bir sikke 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 21 Muhammed devrinde halkın refah seviyesi yükselmiş, çeşitli eserler inşa edilmiştir.Nureddin Muhammed’in eleştiriye açık tarafı ise, onun hiçbir olayda Nureddin Mahmud’dan ve Selahaddin Eyyûbî’den bağımsız hareket etmemiş olmasıdır. Çok iyi bir yönetici olmadığı anlaşılan II. Sökmen, 1201 yılında Hısn-ı Keyfâ’daki sarayının damından düşerek ölmüştür. Küçük yaşta tahta çıkan Mahmud hâkimiyetinin ilk yıllarında daha çok vezirlerin tahakkümü altında kalmıştır. Selahaddin Eyyûbî’nin yeğeni ile evlenmesi onun itibarını artırmışsa da, kısa süre sonra Eyyûbî sultanının ölümü bu imtiyazının yok olmasına neden olmuştur. Kısa bir taht krizinin ardından hakimiyeti ele geçiren ve devrinde Eyyûbîlerle, Anadolu Selçukluları arasında denge siyaseti izleyen Artuklu Nâsıreddin Mahmud 1222 yılında vefat etmiş, ondan sonra yerini II. Davud almıştır. XII. yüzyılın sonlarına doğru Diyâr-ı Bekr’de artan Eyyûbî baskısı 1232 yılında Melik Kâmil tarafından Hısn-ı Keyfâ Artuklularının ikinci merkezi konumundaki Amid’in zaptıyla neticelenmiş: hemen ardından da başkent Hısn-ı Keyfâ’ya yönelen Eyyûbî güçleri aynı yılın baharında şehri teslim almışlardır. Bu sırada beyliğin başında Rükneddin Mevdud (1222-1231) bulunmaktaydı. Mardin Atukluları Bağdat şahneliğinden azledilen Necmeddin İlgâzi, yeğeni İbrahim’in elinden Mardin’i alarak burada Artuklular’ın Mardin kolunu kurdu. Kısa sürede Nusaybin ve Harran’ı ele geçiren İlgâzi, Atabey Lü’lü’nün öldürülmesinden sonra halkın isteği üzerine Halep’e gelerek burayı da hâkimiyeti altına aldı. Haçlılar’a karşı büyük bir mücadele veren İlgâzi, Antakya hâkimi Roger’i Tel Afrin vadisinde bozguna uğrattı. Irak Selçuklu Sultanı Mahmud 1121 yılında Necmeddin İlgâzi’yi Gürcüler üzerine sefere yolladı ve bu seferden başarısızlıkla dönmesine rağmen Meyyâfârikîn’i ona iktâ etti. İlgâzi, yanında yeğeni Belek Gâzi ve Dımaşk Atabeği Tuğtegin olduğu halde Zerdana Kalesi üzerine bir sefere çıktığı sırada hastalandı ve 19 Kasım 1122’de öldü. İlgâzi’nin ölümünden sonra oğullarından Süleyman Meyyâfârikîn’de, Timurtaş Mardin’de, yeğenlerinden Süleyman da Halep’te hüküm sürdüler. Timurtaş Belek’in ölümünden sonra Halep’e, kardeşi Süleyman’ın ölümünden sonra da Meyyâfârikîn’e hâkim oldu. Ancak Musul Atabeyi Zengi’nin Nusaybin’i ele geçirmesine engel olamadı. Timurtaş’ın 547 (1152-53) yılında ölümünden sonra yerine oğlu Necmeddin Alpı geçti. Necmeddin Alp’ı, Nûreddin Mahmud ile ittifak yaptı. 1176 yılında ölen Alp’nın yerine oğlu II. Kutbüddin İlgâzi geçti. Mardin’deki büyük camiyi yaptıran İlgâzi zamanında Selâhaddin Eyyûbî Harran, Habur, Dârâ ve Nusaybin gibi merkezleri zapt etti. II. İlgâzi, Selâhaddin’in tehdidi karşısında II. Kılıç Arslan ile müttefik kaldı. Onun 1184 yılında ölümüyle küçük yaştaki oğlu Hüsâmeddin Yavlak Arslan tahta geçti. Onun zamanında Ahlat Şah II. Sökmen, Mardin Artukluları’nı himayesi altına aldı. Selâhaddîn Eyyûbî, II. İlgâzi zamanından beri Artuklular’ın iç işlerine müdahale etmekteydi. Eyyûbîler Ahlat Şah II. Sökmen’in ölümünden sonra Meyyâfârikin’i almalarına rağmen uzun süre hâkimiyetleri altında tutamadılar. Selâhaddin’in ölümü Mardin Artukluları’na biraz nefes aldırdı, fakat bu defa da doğudan gelen kesif Türkmen göçleri içtimaî sarsıntıya sebep oldu. Yeni Eyyûbî hükümdarı Melik Âdil çok geçmeden Mardin’i kuşattı. Eyyûbî tehlikesinin kendi ülkesini de tehdit ettiğini gören Musul Atabeyi Arslanşah, Yavlak Arslan’ın yardımına koştu. Neticede Eyyûbîler mağlûp olarak Mardin’den çekildiler Ancak Melik Adil oğlu Melik Eşref’i, 1202 yılında büyük bir ordu ile tekrar Mardin üzerine gönderdi. Zor durumda kalan Mardin Artukluları Halep hâkimi Melik Zâhir’in aracılığıyla, Eyyûbî hâkimiyetini kabul etmeye mecbur oldular. 22 Türkiye Selçuklu Tarihi Mardin’de Yavlak Arslan’dan sonra kardeşi Artuk Arslan hakim oldu. Onun zamanında Türkiye Selçuklular’ı Eyyûbîler’i mağlûp ederek Doğu Anadolu’da hâkimiyetlerini kurdular. Artuk Arslan bu durumdan faydalanarak Alâaddin Keykubâd’a tâbi olup Eyyûbîler’e karşı cephe aldı. Otuz beş yıllık beylikten sonra 1239 yılında ölen Artuk Arslan’ın yerine oğlu I. Necmeddin Gâzi geçti. O da Eyyûbîler’in kendi aralarındaki geçimsizliklerden faydalanarak; Urfa, Harran ve Cezîre’yi ele geçirdi. Moğollar Necmeddin Gâzi zamanında Diyarbekir ve Meyyâfârikîn yöresine girdiler. Moğol hanı Hulâgü 1257’de Suriye seferine giderken Yaşmut kumandasında bir birliğini Mardin ve Meyyâfârikin’i zaptetmekle görevlendirdi. Bu Moğol birliği Meyyâfârikîn’i uzun bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Mardin müstahkem bir kaleye sahip olduğundan sekiz aydan fazla dayandı; ancak şehirde açlık baş gösterdi ve veba salgını çıktı. Necmeddin Gâzi’de hastalığa yakalanıp öldü. Yerine oğlu Kara Arslan geçti. Moğol baskını karşısında çaresiz kalan Kara Arslan Dârâ, Habur, Nusaybin ve Re’sülayn’ın Artuklular’a geri verilmesi karşılığında Moğol hâkimiyetini tanıdı ve bundan sonra Mardin Artukluları daha sakin bir hayat sürdüler. Otuz üç yıl beylikten sonra ölen Kara Arslan’ın yerine oğlu Şemseddin Dâvud geçti. Hükümdarlığının üçüncü yılında ölen Dâvud’un yerine de kardeşi II. Necmeddin Gâzi tahta çıktı. Bu bey zamanında Mardin Artukluları’nın İlhanlılar’la olan yakınlığı daha da arttı. Necmeddin Gâzi 1312 yılında öldü ve yerine geçen oğlu Melik Sâlih elli yıldan fazla beylik sürdü. Melik Sâlih zamanında Memlûkler, İlhanlılar’la mücadele hâlinde bulunduklarından, onlara tâbi olan Mardin Artukluları da bundan etkilendiler. Memlûklerin Halep valisi Şehâbeddin Karatay, Artuklu topraklarına girerek Mardin ve civarını yağmalattı. Moğol Hanı Olcaytu’nun ölümünü fırsat bilen Türkmen Cacaoğlu Alâeddin, Âmid’i işgal edip pek çok kişiyi esir aldı ve öldürttü. İlhanlı Devleti’nin 1336 yılında yıkılması üzerine Süleyman Han ve Çobanoğulları Diyarbekir bölgesine girdiler ve Melik Sâlih’in tâbiyetini kabul ettiler. İlhanlıların çöküşüyle Doğu Anadolu birçok Türkmen oymağının faaliyet sahası hâline geldi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri bölgede nüfuz sahibi olmaya başladılar. Melik Sâlih seksen yaşında iken öldü. (765-1364) ve yerine oğlu Melik Mansûr Ahmed geçti. Ahmed, Karakoyunlu Türkmenlerinin reisi Bayram Hoca’nın taarruzuna karşı Celâyir Hükümdarı Üveys’in himayesine girdi. Dört yıl beylik süren Ahmed’in yerine oğlu Mahmud hükümdar oldu. Mahmud çok küçük yaşta idi; Şekil 1.8 Mardin Artuklu Beylerinden Hüsameddin Yuluk Arslan’a ait bir sikke 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 23 dört ay kadar tahtta kaldıktan sonra amcası Şemseddin Dâvud, Mardin tahtını elde etti. 1376 yılında ölen Davud’un ve yerine geçen oğlu Mecdeddin İsâ’nın hâkimiyet dönemleri Karakoyunlular’la mücadele ile geçerken Timur’un istilâsına uğradılar. Mecdüddin İsâ 1384 yılında Karakoyunlu hükümdarı Kara Mehmed’e yenildi. Buna rağmen Karakoyunlular ile Artuklular ortak düşmanları Timur’a karşı birleşerek Memlûkler’den yardım istediler. Memlûk Sultanı Berkuk 1395 yılında İsâ’ya hil’at yolladı. Fakat Timur’un Mardin’e yaklaşması üzerine Îsâ ona tâbiyet arzetmeye mecbur kaldı. Ama bu sayede Timur’un Mardin’i işgaline mâni oldu. Ancak İsâ Erzen ve Hısnıkeyfâ beyleri gibi bizzât Timur’un huzuruna çıkmadı. Buna kızan Timur, Mardin’e asker sevk etti ve bir süre şehri muhasara etti. Îsâ kuşatmadan önce Mardin’den ayrılmıştı. Buna rağmen Timur’a esir düştü ve üç yıl süreyle Sultâniyye’de hapsedildi. İsâ’nın veziri Alâeddin Altun Buğa, Mardin Artuklu tahtına onun yeğeni Melik Sâlih’i geçirdi. Bu durumda Timur Îsâ’yı serbest bıraktı. Yeğeninden tahtı geri alan İsâ, Timur’un Memlükler üzerine sevkettiği kuvvetlere katılmayarak itaatten ayrıldı. Timur Mardin’i kuşattı. Ancak muhasaranın uzaması üzerine şehrin zaptı için Akkoyunlu beyi Kara Osman’ı görevlendirdi, Îsâ bir süre sonra özür dileyerek affedilmesini sağladı. Ancak Akkoyunlu taarruzlarını önleyemedi. Akkoyunlu Kara Osman’a karşı Türkmen beylerinden Çeküm ile anlaştı. Beraberce Kara Osman’ın üzerine yürüyerek Akmataş mevkiinde onunla muharebeye girdiler. Neticede Akkoyunlular galip geldi, Çeküm ve İsâ öldürüldü (809-1406). İsâ’dan sonra tamamen Mardin surları içerisine kapanan beyliğin başına, oğlu Şehâbeddin Ahmed geçti. Ahmed, Mardin’i Akkoyunlular’a karşı müdafaa edemeyeceğini anlayınca, Karakoyunlu Kara Yûsuf ile anlaşarak şehri ona teslim etti. Kara Yûsuf, Ahmed’e Musul’u verdiyse de Ahmed bir hafta sonra öldü. Böylece Artuklu Beyliğinin Mardin kolu da tarihe karıştı. Harput Artukluları Artuk Bey’in torunu Belek b. Behrâm 1113 yılında Harput’a hâkim olmuş ve Palu merkez olmak üzere burada küçük bir beylik kurmuştu. Amcaları Sökmen ve İlgâzi ile beraber haçlılara karşı çetin bir mücadeleler veren Belek, bu arada Halep’i de Süleyman’ın elinden aldı. Ertesi yıl Menbic’i kuşattıysa da kaleden atılan bir okla vurularak öldü (1124). Belek’ten sonra Harput, Hısnıkeyfâ Artuklu Hükümdarı Davud’un eline geçti ve 1185 yılına kadar Hısnıkeyfâ kolunun hâkimiyetinde kaldı. Nûreddin Muhammed’in ölümü üzerine Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin hizmetinde bulunan Davud’un kardeşi İmâdüddin Ebû Bekir, süratle Hısnıkeyfâ’ya geldi. Fakat yeğeni II. Sökmen kendisinden daha erken davranıp Selâhaddin’e Hısnıkeyfâ’ya hâkimiyetini tasdik ettirdiğinden buraya sahip olamadı. Bununla beraber Harput ve çevresini kendi hâkimiyeti altına almaya muvaffak oldu. Ebû Bekir 1204 yılında öldü, yerine oğlu Nizâmeddin İbrahim geçti. İbrahim’in ölümünden sonra yerine oğlu Hızır, sonra da onun oğlu Nûreddin Artuk bey oldu. Bu son Harput Artuklu beyleri Eyyûbî hâkimiyetini tanımakta idiler. Türkiye Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad’ın kumandanlarından olan Kemâleddin Kamyar Eyyûbîler’i Harput civarında yendi. Bazı Eyyûbî kumandanları Harput Kalesine sığındılar. Selçuklular kaleyi yirmi dört gün kuşattıktan sonra Ağustos 1234’te teslim aldılar. Alâeddin Keykubad Artuklu beyini bağışladı ve kendisine Akşehir’i iktâ olarak verdi. Böylece 1185 yılında İmâdüddin Ebû Bekir tarafından kurulmuş olan Harput Artukluları da yıkıldı. 24 Türkiye Selçuklu Tarihi Dilmaçoğulları Anadolu’nun en eski, Diyâr-ı Bekr’in de Artuklular’dan sonraki en uzun ömürlü Türkmen Beyliği olan Dilmaçoğulları, devrin kaynaklarında Dilmaç, Dimlaç, beylerinin adına nisbeten Toğan Arslan veya el-Ahdeb (kambur) oğulları olarak da zikredilmektedir. XII. yüzyıl boyunca daha ziyade Erzen ve Bitlis merkezli bir beylik olan Dilmaçoğulları, asrın sonlarına doğru Erzen’den ibaret olan bir hakimiyet alanına sahiptiler. Bu Türkmen hanedanı hakkındaki ilk bilgiler, Dilmaçoğlu Mehmet dönemine ait olup, beyliğe adını verdiğini bildiğimiz Dilmaç et-Türkî’nin kim olduğu ve ne zaman yaşadığı konusunda ise her hangi bir bilgiye sahip değiliz. Dilmaçoğlu Mehmed’in adına ise ilk kez, 1076 yılında Kuzey Suriye’de faaliyet gösteren Türkmen beyleri arasında tesadüf edilmektedir. Buradan hareketle Dilmaçoğlu Mehmed’in Alp Arslan’ın komutanlarından biri olduğu, onun devrinde (1063-1072) Anadolu’ya akınlar yapan Afşin, Sunduk, Ahmedşah ve Türkman et-Türki gibi beylerle birlikte bulunduğu, dolayısıyla Malazgirt muharebesine de katıldığı, sonra da Güney Anadolu ve Kuzey Suriye’de fetihlere devam ettiğini anlaşılmaktadır. Dilmaçoğlu Mehmed tarafından 1079-1080 yılı civarında Vestan (Gevaş) ve havalisinda kurulan Dilmaçoğlu beyliği, onun birkaç yıl sonra ölümüyle oğlu veya kardeşi Hüsamüddevle Alptekin’in idaresine geçmiştir. Hüsamüddevle önce Bitlis’i ardından da Diyâr-ı Bekr’in önemli şehirlerinden Erzen’in ele geçirmek suretiyle hakimiyet alanını genişlettiği gibi beyliğe üç asır boyunca başkentlik yapacak asıl merkezi almıştır. Zira devrin kaynakları XII. yüzyıl boyunca Dilmaçoğlu beylerini Erzen ve Bitlis hakimi olarak zikredecek, asrın sonunda Bitlis’in Ahlatşahlar’ın eline geçmesiyle, Erzen beyleri olarak anılacaklardır. Bu yüzden Hüsamüddevle Alp-tekin’i Dilmaçoğulları beyliğinin gerçek kurucusu olarak kabul etmek yerinde olacaktır. Hüsamüddevle Alptekin’in 1113 yılında vefatından sonra Dilmaçoğulları beyliğinin başına oğlu Şemsüddevle Toğan Arslan el-Ahdeb geçmiştir. Güçlü kişiliği, cesur ve dirayetli yönetimiyle Dilmaçoğulları’nın en meşhur beylerinden biri olan Şemsüddevle Toğan Arslan, yirmi yılı aşkın iktidarı boyunca daha çok Mardin Artuklu emiri İlgâzi’nin yanında Haçlı ve Gürcülerle yapılan mücadelelerde adını duyurmuş, muhtemelen bu yüzden de bazı ortaçağ müellifleri hanedanı ona nisbet etmişlerdir. Toğan Arslan’ın 1134 yılında ölümünden sonra beyliğin başına Gürcü topraklarına yaptığı akınlarla dikkat çeken Hüsameddin Kurti geçmiş onun on yıllık iktidarının ardından da yaklaşık yarım asır beylik sürecek olan Fahreddin Devletşah bey olmuştur. Bu dönem civar Türkmen beylikleriy kâli ittifak kâh çatışmalar şeklinde geçmiştir. Devletşah’ın 1192 yılı civarında ölmünden sonra beyliğin hâkimiyet sahası sadece Erzen ve civarına inhisar etti. Devletşah’ın yerine geçen oğlu Hüsâmeddin Tuğrul 1229 yılında Celâleddin Hârizmşah’a, ardından da Anadolu’yu istilâ eden Moğollar’a tâbi oldu. Moğol istilâsı sırasında beyliğin başında kimlerin bulunduğu bilinmemektedir. Ancak 1310’dan itibaren sırasıyla Melik Salih, Melik Kebîr İmâdüddin Devletşah, İzzeddin Muhammed, Melik Celâleddin ve Sultan Ali beyliği idare ettiler. Timur’un Anadolu’yu istilâsı sırasında beyliğin başında bulunan Sultan Ali de ona tâbi oldu. Öte yandan XIV. yüzyılın neredeyse tamamı komşuları Hısn-ı Keyfâ Eyyûbîleri ile rekabet halinde geçmiş, bu sırada beyliğin başkenti Erzen pek çok kez Eyyûbî saldırı ve yağmalarına maruz kalmıştır. Dilmaçoğulları Beyliği, tıpkı Mardin Artukluları gibi XV. yüzyılı başlarında Diyar-ı Bekr bölgesinde etkinliğini arttıran Akkoyunlular tarafından yıkılmıştır. Günümüze ulaşamayan ortaçağ şehirlerinden biri olan Erzen, Batman-Siirt arasında Garzan(Yanarsu) çayı kenarında yer almaktadır. Erzen, XI. yüzyılın sonlarından itibaren yaklaşık üç asır boyunca Dilmaçoğulları beyliğine başkentlik yapmış olup, bu süre zarfında, dönemin kaynakları tarafından, zengin ve mamur görüntüsüyle Amid (Diyarbakır), Mardin ve Hısn-ı Keyfâ’yla birlikte Yukarı Dicle Havzasının yani Diyar-ı Bekr bölgesinin dört büyük şehri arasında sayılmıştır. 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 25 Diğer Beylikler Malazgirt muharebesinden sonra Anadolu’da kurulan beylikler yukarıda anlatılanlardan ibaret olmayıp, onlar kadar etkili ve uzun ömürlü olmamakla birlikte bilhassa Güney Doğu Anadolu bölgesinde hâkimiyet süren başka beylikler de bulunmaktadır. Bunlar: 1098-1183 yılları arasında Âmid (Diyarbakır)’de Yınaloğulları, Siirt ve civarında yarım asra yakın (1095-1132) hakimiyet süren Kızılarslanoğulları ve 1086-1113 yılları arasında Harput merkezli Çubukoğullarıdır. Büyük Selçuklu sultanı Melikşah’ın ölümünün ardından Diyar-ı Bekr bölgesi saltanat iddiasında bulunan kardeşi Suriye Selçuklu meliki Tutuş’un hakimiyetine girmiş, ancak Tutuş’un Berkyaruk’la girdiği mücadelede 1095’de ölümüyle de sahipsiz kalmıştı. Bu durum kısa süre içerisinde otoriteden yoksun bölgede irili ufaklı pek çok Türkmen beyliğinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İşte Yınaloğulları ve Kızılarslan oğulları bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Yınaloğulları, Diyâr-ı Bekr bölgesinde kurulan Türkmen beyliklerinin ilklerinden olup hakimiyet alanı Âmid merkez olmak üzere civarındaki birkaç kaleden ibarettir. Yınaloğulları’nın bilenen ilk beyi emir Sadr olup Tutuş’un ölümünden sonra Amid’e sahip olmuştur. Ancak beyliğin gerçek kurucusu Sadr’ın ölümünden sonra yerine geçen kardeşi Yınal et-Türkmanî’dir. Siirt merkezli Bahmurd ve Tanza gibi önemli kaleri de içine alan bir sahada hüküm süren beyliğe adını veren Kızılarslan ise Azerbaycan bölgesi emirlerinden biri olup 1093 yılında öldürülen Azerbaycan Selçuklu meliklerinden İsmail b. Yakutî’nin maiyyetindeydi. Yınaloğulları Beyliği, Selahaddin Eyyûbî’nin 1183 yılıında Âmid’i ele geçirmesiyle yıkılmış olup şehir, Haçlılarla yürütülen mücadeleye vereceği destek karşılığında Hısn-ı Keyfâ Artuklu hükümdarı Nureddin Mahmud’a bırakılmıştır. Kızılarslanoğulları Beyliği ise, çok daha önce, Hısn-ı Keyfâ Artuklular’ının güçlü hükümdarı Rukneddin Davud’un hakimiyet alanını genişletme siyaseti çerçevesinde 1132 yılında Siirt ve havalisinin ele geçirilmesiyle son bulmuştur. Çubukoğulları Beyliğine gelince beyliğe adını veren Emir Çubuk, Anadolu’nun fethinde ve özellikle Melikşah’ın emriyle Diyar-ı Bekr’in Selçuklu topraklarına dahil edilmesi sürecinde (1085-86) Artuk Bey’le birlikte önemli roller oynamıştır. Bir ara Meyyâfârikîn şahneliğine de getirilen Çubuk Bey, Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişkezek’te kendi idaresini kurmuştur. Oğlu Mehmed Bey zamanında Artuklu Belek Gâzi, Harput’u ele geçirerek beyliğe son vermiştir (1113). Anadolu’nun Türkiye oluşu sürecinde Beyliklerin rolünü nasıl değerlendirirsiniz? 3 26 Türkiye Selçuklu Tarihi Özet Anadolu’nun fethi ve Türk yurdu oluş sürecini bütün yönleriyle açıklayabilme Anadolu’nun fethiyle başlayıp Türk yurdu haline gelişiyle neticelenen süreç, Çağrı Bey’in 1016 yılındaki keşif seferiyle başlayıp, XIII. yüzyılın ortalarında etkisi görülmeye başlayan Moğol istilasıyla noktalanmaktadır. Bu sürece ilişkin en önemli dönüm noktasını, hiç şüphesiz 1071 yılındaki Malazgirt zaferi oluşturur. Zira Selçukluların kesin zaferiyle neticelenen bu muharebeyle, Bizans’ın yarım asırlık mukavemeti kırılmış, Azerbaycan üzerinde yığılan göçebe Türkmen kitleleri süratle Anadolu’yu istilaya girişmişlerdir ki bu aynı zamanda bir yurt tutma mücadelesidir. Çünkü bu zaferden önce Azerbaycan’ı üs edinen Türkmenler her baharla birlikte birkaç koldan Anadolu’ya akınlar yapıp sonra kışlakları olan Azerbaycan’a dönüyorlardı. Ancak Malazgirt muharebesinin ardından Bizans’ın savunma sisteminin çökmesi, göçebe Türkmen topluluklarının dolduracağı bir boşluk yaratmış, Türk akıncılar bundan sonra geri dönmeyip, hızla ülkeyi vatanlaştırmaya başlamışlardır. Malazgirt Zaferi sonrası kurulan Türkmen Beyliklerinin Anadolunun Türkiye oluşundaki rölünü değerlendirebilme Malazgirt zaferi ardından kurulan ilk Türk beylikleri, Anadolu’nun fethinde ve Türk yurdu haline gelmesinde, göçebelerin iskan ve intikalinde büyük rol oynamışlardır. Anadolu’nun birçok bölgesini fethedip, Bizans, Gürcü ve Haçlılar gibi çeşitli düşmanlarla savaşarak, İslâmiyet’in bu topraklarda yayılmasına çalıştılar. Hâkim oldukları bölgelerde yeni şehirler, kasabalar ve köyler kurdular, Anadolu’yu imar ettiler. Malazgirt sonrası Anadolu’da kurulan Türk Beyliklerini tanımlayabilme Bu beylikler daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde kurulmuş olup bunlar; Saltuklular (Erzurum-Bayburt), Mengücükler (Erzincan-Şebin Karahisar-Divriği), Danişmendliler (Sivas-Tokat-Amasya-KayseriMalatya), Ahlatşahşar (Van gölü çevresi), Artuklular (Hasankeyf-Mardin-Harput), Dilmaçoğulları (Bitlis-Erzen, Batman ve yöresi), Yınaloğulları (Diyarbakır), ve Kızılarslanoğulları (Siirt ve çevresi) dır. 1 2 3 1. Ünite - Anadolu’nun Fethi ve Birinci Beylikler Dönemi 27 Kendimizi Sınayalım 1. Anadolu’ya, ilk Türk akınları hangi Selçuklu Sultanı zamanında yapılmıştır? a. Tuğrul Bey b. Çağrı Bey c. Süleymanşah d. Alp Arslan e. Melikşah 2. Malazgirt sonrası Anadolu’da kurulan beyliklerle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İlk beylik Erzurum’da kurulan Saltuklular’dır. b. Danişmendliler Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri, Malatya çevresinde hüküm sürmüşlerdir. c. Mengücükler, Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebin Karahisar’da hüküm sürmüşlerdir. d. Bu dönemin en güçlü beyliği Ahlatşahlardır. e. En uzun hüküm süren beylik Artukluladır. 3. Aşağıdakilerden hangisi Güneydoğu Anadolu’da kurulan beyliklerden biridir? a. Saltuklular b. Mengücekliler c. Artuklular d. Dilmaçoğulları e. Danişmendliler 4. Malazgirt Savaşıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Malazgirt zaferiyle Bizansın mukavemeti kırılmış ve Türk yerleşimi hızlanmıştır. b. Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’nun etnik yapısı değişmeye başlamıştır. c. Bizans, Malazgirt Savaşı’ndan sonra toparlanıp, saldırıya geçmiştir. d. Bu olaydan sonra Anadolu’da Türk beylikleri kurulmaya başlamıştır. e. Bizans yapılan anlaşmayla Selçuklu tâbiyetini kabul etmiştir. 5. Türk göçünün mahiyetiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Türk göçü yurt bulmak amacına yöneliktir. b. Türk göçü XI-XIII. yüzyıllar arasında süreklilik arzetmiştir. c. Göçler geri dönüşsüzdür. d. Türk göçebeler yerli unsurların yanında azınlık olarak kalmışlardır. e. Göçler, aile ve çocuklarıyla topyekün olmuştur. 6. Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Türkler, Anadolu’ya gelmeden önce burada Bizans hâkimdi. b. İlk beylikler, Türkiye Selçukluları’na tâbi olarak kurulmuştur. c. Malazgirt’ten sonra gelen göçebeler, Bizans’ın mukavemeti ile karşılaştılar. d. Türkler, Anadolu’ya geldiğinde sadece Hristiyan Rum nüfusu mevcuttu. e. Malazgirt sonrası Anadolu’ya gelen Türkler, Miryokefalon’a kadar Doğu Anadolu’nun ötesine geçememişlerdir. 7. Danişmendlilerle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliğidir. b. İlk dönemlerinde Anadolu Selçuklu Devleti’ne tâbi bir beyliktir. c. Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebin Karahisar civarında hüküm sürmüşlerdir. d. 1071 -1178 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir. e. Gürcü ve Ermenilerle mücadele etmişlerdir. 8. İlk Dönem beylikler arasında tarihi rolü bakımından en etkili olanı aşağıdakilerden hangisidir? a. Danişmendliler b. Artuklular c. Mengücekliler d. Ahlatşahlar e. Saltuklular 9. Anadolu’nun kıyı ve batı bölgelerinin fethini geciktiren gelişme aşağıdakilerden hangisidir? a. Bizansın güçlü bir direniş göstermesi b. Moğol istilâsı c. Beylikler arasındaki savaşlar d. Haçlı seferleri e. XII.yüzyılda yaşanan kıtlık ve depremler 10. Anadolu’nun fethi süreciyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Çağrı Bey, 1015-1021 yılları arasında Doğu Anadolu’ya bir keşif seferi düzenlemiştir. b. Bizansın imparatorluğun sınırları Türkler Anadolu’ya girmeden önce Azerbaycan ve Kafkasya’ya kadar uzanmaktaydı. c. Yurt bulmak zorunda olan Türkmen boyları, Tuğrul bey, Melikşah ve Alp Arslan tarafından Anadolu’ya sevkedilmişlerdir. d. Anadolu, ilk Türk akınları sırasında Bizans idaresinde bulunuyordu. e. Türkler, Miryokefalon’dan önce sahil bölgelerine ulaşamamışlardır. 28 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Anadolu’nun Fethinin Askerî Aşamaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Malazgirt Zaferi ve Sonrası” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. d Yanıtınız yanlış ise “Birinci Dönem Beylikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Malazgirt Zaferi ve Sonrası” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “Türk Göçünün Mahiyeti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. a Yanıtınız yanlış ise “Türk Fethi Öncesi Anadolu’nun Durumu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. d Yanıtınız yanlış ise “Danişmendliler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. a Yanıtınız yanlış ise “Birinci Dönem Beylikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. d Yanıtınız yanlış ise “Anadolu’nun Türkler Tarafından Fethi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Anadolu’nun Fethinin Askerî Aşamaları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 1040 yılından itibaren Büyük Selçuklu yöneticileri tarafından Anadolu’ya sevk edilen Türkmenler, Sakarya kıyılarına kadar ilerlemelerine rağmen, Bizans engeli dolayısıyla ele geçirdikleri yerlerde güvenle yerleşemiyorlardı. Malazgirt savaşıyla Türk fethi ve göçünün önündeki Bizans maniası, askeri kuvveti neredeyse imha edilerek ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla Türkler bu zaferden sonra, 1075’de İznik’te Türkiye Selçuklu Devletinin kurulmasıyla neticelenecek hızlı bir fetih ve yurt tutma sürecine girdiler. Sıra Sizde 2 Türk göçleri Anadolu’nun ikinci bir vatan olmasını sağlayacak bir mahiyette gerçekleşmiştir. Zorunlu, geri dönüşsüz ve kalabalık olan Türk göçleri süreklilik arzetmiş; yüzyıllarca süren mücadelere rağmen bu ülkenin Türkiye olarak kalmasını mümkün kılmıştır. Sıra Sizde 3 Türkmenler’in Anadolu’ya giriş kapısı olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde kurulmuş olan beylikler, göçebelerin iskân ve istihdamını üstlenmiş; Gürcü, harçlı, Ermeni vb. Gibi düşmanlarla savaşarak ülkenin müdafasına büyük katkı yapmışlardır. Ayrıca kendi bölgelerinin imar ve inşasına yaptıkları hizmetlerle de ülkede Türk kimliğinin teşekkülünde büyük rol oynamışlardır. Yararlanılan Kaynaklar Cahen, Claude (2000). Osmanlılardan Önce Anadolu (Çev. Erol Üyepazarcı), İstanbul Cahen, Claude (1992). Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi (XI. Yüzyılın İkinci Yarısı), Çev. Yaşar YücelBahaddin Yediyıldız, Ankara Turan, Osman (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul Turan, Osman (1980). Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul. Sümer, Faruk (1990). Selçuklular Devrinde Doğu Anadolu’da Türk Beylikleri, Ankara. Yınanaç, M. Halil (1944). Türkiye Tarihi Selçuklular Devri I. Anadolu’nun Fethi, Ankara. İA ve DİA’da ilgili maddeler. 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli ve tarihiyle ilgili problemleri açıklayabilecek, Süleymanşah’ın siyasetinin hedeflerini, Büyük Selçuklu ve Bizans Devletleriyle ilişkilerini yorumlayabilecek, I. Kılıç Arslan döneminde takip edilen siyasetin esaslarını belirleyebilecek, Haçlı Seferlerini Türkiye Selçukluları açısından yorumlayabilecek, Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklularla mücadelesini ve sonuçlarını açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Anadolu • Süleymanşah • Bizans • Türkiye Selçukluları • Drakon Çayı • Kılıç Arslan • Çaka Bey • Haçlılar • Büyük Selçuklular İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) • SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ (1086-1075) • KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ (1107-1092) TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu Büyük Selçuklu Tarihi dersinde görüldüğü gibi, Dandânakân savaşından (23 Mayıs 1040) sonra Büyük Selçuklu Devleti kurulmuş, Tuğrul Bey Horasan sultanı ilan edilmişti. Ayrıca Çağrı Bey ve Musa Yabgu’ya da, hükümdarlık yetkileriyle birlikte hüküm sürecekleri topraklar verilmişti. Bazı hanedan üyelerine ise Sultan Tuğrul Bey, Çağrı Bey veya Musa Yabgu’ya tâbi olmak kaydıyla bir kısım toprakların idaresi verilirken, birkaç hanedan üyesi bu paylaşımın dışında kalmıştı. Nitekim Türkiye Selçuklu sultanlarının atası olan Kutalmış da, fetihleri genişletmek üzere doğrudan Tuğrul Bey’in hizmetinde görevlendirilmiş bulunuyordu. Kuruluş sürecinde sadakâtle hizmet etmiş olan Kutalmış, Anadolu’ya ilk sefer yapan şehzâdelerden birisiydi (1045). Sultan Tuğrul Bey’in Bağdad seferi sırasında(1055-1058) da onun yanında yer almış; kendisi gibi bu seferde hazır bulunan, ancak tahtı ele geçirmek için isyan eden İbrahim Yinal’ı desteklemek üzere buradan ayrılmıştı. Sözkonusu isyan büyük güçlüklerle bastırılmış; fakat hemen arkasından Kutalmış, Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmek maksadıyla harekete geçmişti. Esasen daha Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Selçuk Bey’in halefleri arasında, ailenin riyaseti konusunda çekişmeler başlamıştı. Selçuk Bey’in bir savaşta şehit düşen oğlu Mikail’in çocukları Çağrı ve Tuğrul Beyler’le, hayattaki büyük oğlu Arslan Yabgu arasında bu konuda rekabet vardı. Ancak Yabgu’nun Gazneli Mahmud tarafından bertaraf edilmesinden sonra, Çağrı ve Tuğrul Beyler tüm ailenin reisi durumuna yükselmiş, hattâ Yabgu’nun oğlu Kutalmış, tereddütsüz bir şekilde onların yanında yer almıştı. Ancak bu büyük Selçuklu şehzâdesi, Tuğrul Bey’in saltanatının son zamanlarında başlattığı ve bastırılamayan isyanını, Alp Arslan’a karşı da sürdürmüş; fakat onunla girdiği savaşta hayatını kaybetmişti (1064). Bunun üzerine savaşta yanında bulunan Süleymanşah ve Mansur ile diğer iki oğlu Devlet ve Alp İlig yakalanarak hapse atılmışlardı. Türk Tarihinin hemen her döneminde, hanedan mensupları arasında taht kavgaları yaşanmaktaydı. Bu durum hükümdar değişiklikleri sırasında olabileceği gibi, mevcut hükümdara karşı isyan şeklinde de olabiliyordu. Kavgaların başlıca sebepleri, iyi işleyen bir veraset hukukunun bulunmaması yanında, kut inancı dolayısıyla hanedanın tüm erkek fertlerinin tahtta hak sahibi oldukları yolundaki anlayıştır. Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 32 Türkiye Selçuklu Tarihi Süleymanşah ve Kardeşlerinin Anadolu’ya Gelişi Bilindiği gibi Dandânakân galibiyeti sonucunda Gazneliler engelinin yıkılmasıyla, Ceyhun kıyısında yığılmış olan ve yıllardır yurt arayışı içerisinde bulunan Oğuzlar/Türkmenler, kitleler halinde Horasan’a göç etmeye başladılar. Bu durum Selçuklu yöneticilerini bir çözüm bulmaya mecbur etmiş; Türkmenler bir yandan gazâ etmeleri, diğer yandan da bu toprakları fethedip yurt tutmaları düşüncesiyle, sistemli bir şekilde Anadolu’ya yönlendirilmişlerdir. Devletin kuruluşundan kısa bir süre sonra, bu siyaset doğrultusunda birçok Selçuklu şehzâdesi ve Türkmen beyi önderliğinde Anadolu’ya akınlar düzenlenmiş, Malazgirt zaferinden sonra bu seferler bir hayli ivme kazanmıştı. Nitekim bu döneme ait kaynaklarda, söz konusu seferlere dair bir hayli malumat bulunmaktadır. Anadolu’ya yapılan Türk akınlarına ve beylerine dair bilgi veren kaynaklar, Türkiye Selçukluları’nın atası Kutalmışoğulları’ndan, ancak esaretlerinin üzerinden on yıl geçtikten sonra; 1073 yılında Urfa ve Suriye havâlisindeki bazı olaylara karışmaları dolayısıyla söz etmektedirler. Bu haberlere göre Suriye’de Selçuklulara bağlı bulunan ve Kınık boyundan olan Atsız ile diğer bir Türkmen beyi Şöklü’nün araları açılmıştı. Şöklü bunun üzerine kaynakta adı verilmeyen Kutalmışoğlu’na bir mektup göndererek, Atsız’a karşı yardımını istedi. Atsız üzerinden SelçukluAbbasî Halifeliği karşıtlığını, Mısır Fatımî Halifesini tanımak suretiyle iyice sertleştiren Şöklü’nün davetini kabul eden Kutalmışoğlu, küçük kardeşi ve amcası Resul Tegin’in oğluyla birlikte Suriye’ye indi. Özellikle Mısır Halifesine bağlılık konusu, Büyük Selçuklular’ın takip ettiği dinî siyaset açısından kabul edilebilir bir durum değildi. Bu yüzden hemen müttefiklerin üzerine yürüyen Atsız, onları 1074’de Taberiye’de yenilgiye uğrattı. Esir düşen Kutalmışoğulları Melikşah’ın emriyle İsfahan’a gönderildiler. Bu olaya karışan Kutalmışoğulları’nın adları belirtilmemiştir. Mansur ve Süleymanşah’ın, müteakip yıllarda Anadolu’da fetihlerde bulundukları bilindiğine göre, onların Alp İlig veya Devlet’le birlikte adı bilinmeyen küçük kardeşleri olduğu tahmin edilebilir. Kutalmışoğulları ile Şöklü’nün Fatımî Halifesine bağlanmalarını Selçukluların yürüttüğü dinî siyaset açısından değerlendirin. Süleymanşah, Suriye’de bu olaylar yaşanırken Büyük Selçuklulara bağlı Mirdasoğulları’nın merkezi Halep’i kuşatmaktaydı. Süleymanşah kardeşlerinin serbest bırakılması için Atsız nezdindeki girişimlerinden bir sonuç alamadı. Büyük Selçuklulara rağmen Suriye’de var olmanın zorluğunu görerek kuzeye döndü. Bizanslı bir valinin elinde bulunan Antakya’yı kuşatıp yıllık vergiye bağladı. Buradan Anadolu içlerine girerek Konya’dan İznik’e kadar birçok yeri ele geçirdi. Bunların en önemlisi hiç şüphesiz başkent yaptığı İznik’in fethiydi. Konsiller şehri olmak bakımından dinî öneminin yanı sıra; klasik sefer yolunun Anadolu’daki kilit mevkilerinden birisi olması açısından da stratejik önemi haizdi. 1075’te meydana gelen fetih, bu sırada karışıklıklar içerisinde bulunması sebebiyle Bizans kaynaklarında akis bulmazken, ancak İslâm kaynaklarının verdiği malumat sayesinde öğrenilebilmektedir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluş Şekli ve Tarihiyle İlgili Problemler Türkiye Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli ve tarihine dair problemler günümüz tarihçilerinin önemli tartışma konularını teşkil etmektedir. Bu tartışmalarla devDandânakân savaşından sonra Ceyhun kıyılarında yığılmış bulunan Türkmenler/ Oğuzlar, Gazneliler engelinin aradan kalkması üzerine, akın akın Horasan’a girerken, Selçuklu ileri gelenlerinden kendilerine yurt bulmalarını bekliyorlardı. Selçuklu yöneticilerinin böyle bir durumda tarihî sorumlulukları gereği, neredeyse yüzyıldır birlikte mücadele ettikleri soydaşlarını görmezden gelmek gibi bir seçenekleri yoktu. Ayrıca üzerine devlet oldukları Müslüman ahaliyi de incitmek hakkına sahip olmadıkları düşüncesiyle, soydaşlarına yurt bulmak amacıyla böyle bir politika takip etmişlerdir. Antikçağda Güneş’in doğduğu ülke anlamında Anatolia, Roma İmparatorluğu döneminde Asya Minor (Küçük Asya) adı verilen; Arapların Biladü’r-Rum olarak adlandırdığı ve Bizanslıların da bir idarî bölgenin adı olarak kullandıkları Anadolu, coğrafi bakımdan bugün Türkiye Cumhuriyetinin üzerinde bulunduğu toprakları, tanımlar. İlk olarak 12.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Latin kaynaklarında geçen Türkiye adı ise bu toprakların millî ve kültürel kimliğini ifade etmektedir. 1 Kaynaklar 1095 yılında Urfa hâkimi Ermeni Thoros tarafından zehirlenerek öldürülmesi dolayısıyla Alp İlig’den; 1122 yılında ise Artuklu İlgazi’nin Haçlılar üzerine düzenlediği bir akına katılması vesilesiyle de, Devlet’ten söz etmektedirler. Buna göre Melikşah’ın ölümünden sonra, onların da Süleymanşah’ın oğulları olan yeğenleri Kılıç ve Kulan Arslan’la birlikte hapisten kurtulup Anadolu’ya döndükleri ileri sürülebilir. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 33 letin Büyük Selçuklular’a veya Bizans İmparatorluğu’na bağlı olarak mı, yoksa bağımsız bir şekilde mi kurulduğu soruları cevaplandırılmaya çalışılmaktadır. Bu görüşlerin en çok münakaşa edilenlerinden biri, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Büyük Selçuklulara bağlı olarak kurulduğu şeklindedir. Bu fikri savunanların başlıca dayanağı; Sultan Alp Arslan veya Sultan Melikşah yaşarken, hükümranlığın (egemenlik) ortak kabul etmeyeceği ilkesine dayanarak, ikinci bir sultanın değil, ancak tâbi bir melikin var olabileceği anlayışıdır. O halde Süleymanşah Anadolu’ya büyük sultan tarafından tayin edilmiş olmalıdır. Bu husus teorik olarak doğru olmakla birlikte yukarıda işaret edildiği gibi, Kutalmış taht mücadelesini kaybettiğinde yanında bulunan Mansur ve Süleymanşah ile diğer oğulları Alp Arslan tarafından hapse atılmışlardı. Nitekim onlar hakkında 1073- 1074 yıllarında Urfa civarında tarih sahnesine çıktıkları döneme kadar, çağdaş kaynaklarında her hangi bir kayda rastlanmamaktadır. Hatta bu sessizlik Malazgirt Savaşı sırasında da devam eder. Bu tarihlerde Anadolu’ya yapılan akınlar dolayısıyla, pek çok hanedan mensubu ve Türkmen beyinden söz edilmesine rağmen Kutalmışoğulları’nın adının geçmemesinin bu tarihlerde hapiste bulunduklarından başka bir açıklamasının yapılması şimdilik mümkün değildir. Eserini Malazgirt savaşından 100 yıl sonra yazan Süryani Mihail, Alp Arslan’ın Anadolu’yu, savaşının akışını değiştiren kahramanlığı dolayısıyla, Süleymanşah’a verdiğini yazmaktadır. Buna dayanarak Türkiye Selçuklu Devleti’nin, Sultan Alp Arslan döneminde ve ona tâbi olarak kurulduğunu kabul edenler bulunmaktadır. Oysa kardeşi Kavurt’un isyanına destek veren eniştesi şehzâde Erbasgan’ı, Bizans sınırlarına kadar takip ettirip iadesini isteyen Alp Arslan’ın, taht davasında çok daha kuvvetli iddia sahibi olan Kutalmışoğulları’nı serbest bırakmasını izah edebilmek mümkün değildir. Kaynakların Alp Arslan’ın ölüm tarihine kadar bilgi vermemesi de bu durumu teyid eder. Bunun yanı sıra Büyük Selçuklular’a bağlılığı şart saymakla birlikte, çağdaş kaynakların on yıl boyunca bilgi vermediğini dikkate alarak, tayin olayının daha sonraki dönemde yani, Melikşah zamanında olması gerektiğini savunanlar da bulunmaktadır. Buna göre Melikşah tahta geçtiğinde yaşanan mücadeler sırasında, Kutalmışoğulları’nın hapisteyken bile İsfahan’da tehdit oluşturdukları düşünülerek, adeta sürgün şeklinde Anadolu’ya gönderildikleri iddia edilmektedir. I. Kılıç Arslan’ın sultan unvanı alması da, Melikşah’ın ölümünden sonra olduğu için, bir nevi ikinci kuruluş ve bağımsızlık ilanı olarak değerlendirilmekte; ancak Süleymanşah’ın daha önce sultan unvanını kullandığı dikkatten kaçırılmaktadır. Ayrıca Kılıç Arslan Melikşah’ın ölümünden sonra Anadolu’ya dönebildiği için başka türlü olması da mümkün değildi. Melikşah’ın onları merkezden uzak bir bölgeye tayin etmesi veya bertaraf olsunlar diye göndermesi akla uygun düşmemektedir. Ayrıca Kutalmışoğulları’nın tarih sahnesine ilk adımlarını, Melikşah karşıtı bir hadisede atmış olmaları da, tayin iddiasının açıklamasını zorlaştırmaktadır. Nitekim Kutalmışoğulları’nın Suriye ve Filistin’de, Selçuklu Devleti’ne bağlı olarak faaliyet gösteren iki Türkmen beyi arasında cereyan eden mücadelede, Selçuklu- Abbasi Halifesi karşıtı blokta yer aldıkları ve iki kardeşin yeniden esir düştükleri daha önce ifade edilmişti. O halde Melikşah tarafından görevlendirilmiş olsalardı böyle bir hadisenin içinde bulunmamaları gerekirdi. Nitekim Melikşah, daha sonra siyasî olayların seyri içerisinde anlatılacağı üzere, Kutalmışoğulları üzerine Anadolu’ya üç defa ordu göndermiş, onlara karşı Bizansla anlaşma yaparak düşmanca bir politika izlemiştir. Buna karşılık Süleymanşah da onlarla rekabetten kaçınmamış; hattâ şiîlerle işbirliği etmeyi bile denemiştir. Adı Erbasan, Erbasgan veya Erişgen olarak okunan bu şehzâdenin, Selçuk Bey’in küçük oğlu Yunus Yinal’ın oğlu olup, Alp Arslan’ın kızkardeşi Gevher Hatun ile evli bulunduğu bilinmektedir. Destek verdiği Kavurt isyanının bastırılmasından sonra, Azerbaycan, Anadolu istikametinde çekilmiş; kendisini yakalamakla görevlendirilen Afşin Bey tarafından Bizans sınırına kadar kovalanmıştır. Bizans’a iltica eden şehzâdeye orada Grekçe Hrisoskül adı verilmiştir. Bu durum onun din değiştirdiği anlamına gelebileceği gibi, yalnızca bir unvan da olabilir. Erbasgan ileride Bizans tahtını ele geçirmek üzere harekete geçen (1078) Nikephoros Botaniates’in yanında yeniden ortaya çıkacaktır. 34 Türkiye Selçuklu Tarihi Kısaca Büyük Selçuklu sultanlarının Türk Devlet anlayışı doğrultusunda kendilerini tek meşru hükümdar olarak kabul ettikleri doğru olmakla birlikte; Kutalmışoğulları müstakil bir ülkede gerçekleştirdikleri mücadeleyi, bağımsız bir devlet kurarak sonuçlandırmışlardır. Bu parlak neticede Türkmenler nezdinde Kutalmışoğlu olmak gibi, karizmatik bir güce sahip olmanın sağladığı bir tür meşruiyetin de önemli payı olduğu şüphesizdir. Bizans imparatorluğu’na bağlı olarak kurulduğu iddialarından ilki, IX. Mihail Dukas’a karşı ayaklanan Botaniates’in İstanbul’a yürürken, bu sırada İznik’te bulunan Süleymanşah’tan sağladığı yardımla Bizans tahtını ele geçirdikten sonra, İznik’i anlaşma karşılığında Süleymanşah’a bıraktığı şeklindedir (1078). Yani devletin kuruluşu için İznik’in alındığı/verildiği tarih esas alınacaksa, 1078’de Botaniates’e bağlı olarak kurulmuştur denilmektedir. Oysa Süleymanşah’ın bu sırada zaten İznik’i elinde tuttuğu, dolayısıyla meselenin Bizans açısından vermekten ziyade, mevcut durumu kabullenmekten ibaret olduğu görülmektedir. Bizansla ilgli diğer görüş ise, Botaniates’in yerine tahta geçen Aleksios Komnenos’un, Süleymanşah’la yaptığı Drakon Çayı Anlaşmasıyla (1081) bu çayın doğusunda kalan yerleri ona bırakırken kendisine tâbi kıldığı şeklindedir. Bu da aynı şekilde batıdan Norman saldırısına maruz kalan Aleksios’un, iki ateş arasında kalmamak için Boğaziçi’nden çekilmesi kaydıyla, çayın doğusunda kalan toprakları, zaten fiili olarak elinde bulunduran Süleymanşah’a terk etmesinden başka anlam taşımamaktadır. Süleymanşah’ın Bizansla olan ilişkileri ve Drakon Çayı anlaşmasındaki statüsü Büyük Selçuklular’dan da Bizans’tan da yeterince bağımsız olduğunu göstermektedir. Keza Melikşah’ın Anadolu’ya üç defa ordu göndermesi, onlar aleyhinde Bizans imparatoru ile anlaşma yapması, Süleymanşah’ın topraklarını fethettiği Ermeni Philaretos’u koruması; buna karşılık Kutalmışoğulları’nın Şöklü olayında takındıkları tutum, Süleymanşah’ın siyasi bir tehdit aracı olarak şiîlerle bağlantı kurmaya çalışması, Antakya’yı aldıktan sonra Büyük Selçuklu alanına girerek mücadeleyi sürdürmesi, Büyük Selçuklular’a bağlı olmadığını net bir şekilde açıklamaktadır. Kuruluş tarihiyle ilgili tartışmalar da yukarıda sözü edilen olaylarla paralellik göstermektedir. İleri sürülen tarihlerden 1078 ve 1081, Botaniates ve Aleksios’la yapılan anlaşmalar ve tâbilik iddialarıyla ilgilidir. Melikşah’ın 1077’de Porsuk idaresinde Süleymanşah’a yardım için Anadolu’ya gönderdiği ordunun Mansur’u öldürmesinin onun tek başına hükümdar olmasını sağladığı ve bu tarihte kurulduğu ileri sürülmektedir. 1092 yılı ise Melikşah’ın ölümü dolayısıyla artık saltanat ilanına bir engel bulunmadığı görüşüne dayanır. Bugün en çok kabul gören tarih ise, İslâm kaynaklarının Süleymanşah’ın İznik’i fetih tarihi olarak verdikleri 1075 yılıdır. Sonuç olarak bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Süleymanşah devletini Büyük Selçuklularla rekabet ve Bizans’la mücadele halinde, onlara rağmen ve bağımsız olarak, İznik’i fethettiği 1075 yılında kurmuştur. Bu konudaki tartışmalar için bkz. İbrahim Kafesoğlu, “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sayı 10-11, sf.1-28; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 56-66. Bizans İmparatorluğu ile İlişkiler Süleymanşah’ın Bizansla ilişkileri 1074 yılında, bir Bizanslı valinin yönettiği Antakya’yı kuşatıp haraca bağlamasıyla dolaylı olarak başlamış; 1075 yılında İznik’in fethi ile artık sıcak temas noktasına ulaşmıştır. Malazgirt yenilgisinden sonra içeriBüyük Selçuklular’ın bu tavrı, hiç şüphesiz Anadolu ve Bizans’a ilişkin bir hedeflerinin olmadığı manası taşımaz. Nitekim onların Anadolu’yu fethetme çabaları ve Bizans’ı vergiye bağladıkları tarihen sabittir. Ancak bu topraklarda kendilerine muhalif veya rakip bir siyasi teşekkülün kurulmasını istememişlerdir. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 35 sinde bulunduğu çalkantılı durum dolayısıyla, konsiller şehri İznik’in düşüşünün Bizans kaynaklarında akis bulmadığı anlaşılmaktıdır. Bizans’ın Anadolu topraklarında kalan ordularının komutanı olan Botaniates, 1078 yılında tahtı ele geçirmek üzere harekete geçip Kütahya’dan İznik’e yürürken, bu havaliyi ellerinde tutan Türklerle karşılaştı. Türkmenlerin düzenlediği baskınlardan güçlükle kurtulan Botaniates, yanında bulunan Selçuklu şehzâdesi Erbasgan’ı, bu sırada İznik’te bulunan amcazâdesi Süleymanşah’a elçi olarak gönderdi. Ondan Bizans tahtını ele geçirmek üzere askeri yardım talebinde bulundu. Şüphesiz Süleymanşah’ın elinde bulunan toprakların ona ait olduğunu kabul eden bir anlaşmayla istediği yardımı sağlayan Botainates, İstanbul’a yürüyüp tahtı ele geçirdi. Türk kuvvetleri diğer taht davacılarına karşı, imparatorun isteği üzerine Üsküdar’da bir ordugâha yerleştirildiler. Büyük Selçuklu sultanı Melikşah 1078 yılında, Kutalmışoğulları’nın bağımsız hareket etmelerini engellemek üzere Anadolu’ya bir ordu yollamıştı. Ordu komutanı Porsuk’un, Botaniates’ten kendisine teslim etmesini istediği Mansur’un, Bizans’tan yardım için gönderilen iki bin kişilik kuvvete komuta ettiği, bu vesileyle İstanbul’da bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak Mansur, Porsuk’a karşı girdiği savaşta hayatını kaybetti. Süleymanşah daha sonra kendisine Batı Anadolu’daki bazı toprakları bırakan Melisennos’u desteklemeye karar verdi. Botaniates’in üzerlerine gönderdiği ordu yenilgiye uğradı. Ancak bu arada Aleksios Komnenos tahtı ele geçirdi (1081 yılı başı). Meriç kıyılarından Toroslar’a kadar yayılmış bulunan Türkler’in, Boğaziçi kıyılarını da ellerinde tuttukları Bizanslı tarihçiler tarafından ifade edilmektedir. Drakon Çayı Anlaşması Yeni imparator Aleksios Komnenos Türkler’i İstanbul kapılarından atmak için üzerlerine ordu gönderdiyse de başarılı olamadı. Üstelik bu sırada Sicilya Norman kralı Robert Guiscard da, İstanbul’u ele geçirmek üzere, Papanın desteğini almış olarak ilerlemekteydi. İki düşman arasında sıkışmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Aleksios, Normanlar’a karşı serbest kalabilmek için Süleymanşah’la anlaşmayı tercih etti. Anna Komnena’nın anlattığına göre, imparator çok miktarda para ve değerli hediyeler göndererek Türkler’i anlaşma yapmaya ikna etti. Süleymanşah’ın sultan unvanıyla imzaladığı (Nisan 1081) bu anlaşmanın en önemli tarafı, Drakon Çayı’nın doğusunda kalan ve zaten fiili olarak Türkler’in elinde bulunan Anadolu topraklarının kendisine terk edilmiş olmasıydı. Bu anlaşma Selçuklu Tarihi çalışmalarında sıkça tekrar edilen Miryokefalon savaşıyla (1176) Anadolu’nun tapusunun alındığı şeklindeki yorumları da düzeltmektedir. Bir tapu söz konusu ise, ondan 95 yıl önce Drakon Çayı anlaşmasıyla alındığı açıkça görülmektedir. Büyük Selçuklu sultanı ve Halife’nin saltanatını onaylamadıkları Süleymanşah, bu anlaşma ile uluslararası alanda kendisini kabul ettirmiş oldu. Yalnız Süleymanşah söz konusu anlaşmayla sağladığı büyük avantaj karşılığında bir de taviz verip, Boğaziçi kıyılarından Drakon Çayı’nın doğusuna çekilmeyi kabul etmişti. Burada izah edilmesi gereken en önemli mesele, Süleymanşah’ın Bizans karşısında güçlü olduğu halde, taviz anlamına gelebilecek, Boğaziçi kıyılarından çekilmeyi neden kabul ettiğidir. Anna Komnena, Bizans’ın anlaşma mecburiyetinin Norman saldırısından kaynaklandığını açıkça ifade ederken; Türkler’in para ve hediyelere kandıklarına inanmış görünmektedir. Anna Komnena, babası İmparator I. Aleksios Komnenos devrini Alexsiad adlı eserde anlatmıştır. 36 Türkiye Selçuklu Tarihi Oysa Süleymanşah’ın ve haleflerinin Bizans siyaseti dikkatle incelendiğinde, bu anlaşmayı gerekli kılan çok önemli hedeflerinin olduğu görülmektedir. Bunlar önem sırasına göre şöyle sıralanabilir: 1. Süleymanşah beş yıl gibi kısa bir zaman zarfında Anadolu’yu çaprazlamasına geçip Bizans kapılarına dayanırken; arkasında kalan topraklarda, Malazgirt Savaşından sonra oluşan otorite boşlukları tamamiyle doldurulamamıştı. Bu yüzden de meselâ Philaretos adlı bir Ermeni, Fırat havzasında Malatya’dan Antakya’ya kadar uzanan bir derebeylik kurmak imkânı bulmuştu. Bu durumda çeşitli bölgelere dağılmış bulunan bütün Türk topluluklarının tek idare altında birleştirilmesi ve bundan da öte Anadolu’da siyasi birliğin kurulması gerekiyordu. 2. Bunun yanı sıra her devletin askeri ve siyasi kuruluşunu olgunlaştırdıktan sonra, bunu uzun ömürlü kılacak medenî bir hamlenin yapılması gerektiği bilinmektedir. Devletin yaşayabilirliği açısından zorunlu olan bu hamlenin, yıllardır Bizans-Sasanî, Bizans-Arap ve şimdi de Türkler’le savaşlar dolayısıyla tahrip olmuş, ticaret yollarının dışında kalarak ekonomisi çökmüş ve idarî sistemi de iflas etmiş Bizans Anadolusu’nda gerçekleşmesi mümkün değildi. Kaldı ki, tersi mümkün olsa bile kültürel kodların uyuşmadığı değerler üzerinde gerçekleştirilecek bir hamle ancak mutasyonla sonuçlanabilirdi. O halde Süleymanşah’ın bu medenî gelişim için ihtiyaç duyduğu kan naklini yapacağı soydaş ve dindaşlarının bulunduğu büyük Selçuklu coğrafyasıyla bağlantı kurması kaçınılmaz bir zorunluluktu. 3. Devletin kuruluş aşamasından beri hanedanın iki kolu arasında yaşanmakta olan rekabet ve mücadele isteğinin de bu yön değişikliğinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim ilk iki sultan Süleymanşah ve oğlu Kılıç Arslan bu uğurda Büyük Selçuklularla mücadelede hayatlarını kaybedeceklerdir. Süleymanşah’ın Bizans’a arkasını döndükten sonra takip ettiği fetih stratejisi bu tespitleri desteklemektedir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Gülay Öğün Bezer “Türkiye Selçukluları’nın Güneydoğu Politikaları ve Birinci Haçlı Seferinin Bunun Üzerindeki Etkileri”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 12 (Eylül 2002) s. 79-113. Süleymanşah’ın Drakon Çayı Anlaşmasını kabul etmesinin nedenleri sizce nelerdir? Çukurova ve Antakya’nın Fethi 1082 yılında Kilikya (Çukurova) bölgesine inen Süleymanşah Adana, Anazarba, Misis ve Tarsus’u fethetti. Kendisine tâbi Türkmen beyleri de Fırat havzasında Ermeniler’e karşı paralel bir harekât yürütmekteydiler. Süleymanşah bu arada Trablusşam’ın kadı hâkimi İbn Ammar’a elçi gönderip, inşa edeceği islâmî tesisler için din adamı talebinde bulundu. Yukarıda da ifade edildiği üzere, bu teşebbüs Süleymanşah’ın inanç tercihiyle ilgili olmayıp, saltanatını onaylamayan halifeye ve kendisine düşmanlık güden Sultan Melikşah’a karşı siyasi bir şantajdı. Nitekim İslâm dünyasına henüz katılan bu toprakların Mısır’a bağlanabileceği kaygısıyla halifenin Süleymanşah’ın saltanatını onayladığı yolunda rivayetler bulunmaktadır. Süleymanşah Philaretos’un zulmünden bıkan oğlu Barsam’ın daveti üzerine karar verdiği Antakya seferi öncesinde, İznik’e dönerek bazı idari düzenlemeler yaptı. Yakın bir akrabası olduğu tahmin edilen Ebulkasım’ı yerine nâib olarak bıraktıktan sonra harekete geçti. Üç bin kişilik küçük bir orduyla sarp ve tenha Halbuki aynı yazar anlaşma öncesi şartları tanımlarken, Türkler’in denizdeki kum gibi, Meriç kıyılarından Toroslar’a kadar bütün ülkeyi kapladıklarını; Boğaziçi’ni kontrol ettiklerini, hattâ birkaç parçalık donanma inşa edebilseler, İstanbul’u zapt etmelerinin işten bile olmadığını da itiraf eder. 2 Bu çerçevede türbesi Çankırı’da bulunan Karategin adlı Türkmen beyi Çankırı, Kastamonu ve Sinop’u fethetti. Danişmend Gazi ise Amasya, Tokat, Niksar ve Sivas’ı ele geçirdi. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 37 yolları takip ederek Antakya önlerine geldi. Ordu gece surlardan giren Türk askerlerinin kale kapılarını açması üzerine şehre girdi. Hıristiyan ahali önce heyecana kapıldı ise de, Süleymanşah’ın askerlerine halkın malına ve canına dokunulmaması yolundaki emri durumu değiştirdi. Sultanın tavrını gören askerler bile savaşmaktan vazgeçtiler. İç kalede kısa süreli bir direniş oldu ise de, canlarına dokunulmayacağı teminatıyla Philaretos Urfa’da bulunduğu için olaya müdahale etme imkânı bulamazken Antakya 1085 yılı başında fethedildi. Şehrin en büyük kilisesi camiye çevrildi. Ancak Süleymanşah, Hıristiyan halka mezhep farkları dolayısıyla Bizans’tan gördükleri baskı ve zulmü unutturacak adil bir idare sergiledi. Bu gelişmeleri yakından takip eden Melikşah, Türkiye Selçuklu sultanının kendi hâkimiyet sahasına doğru yayılışını gözden kaçırmadı. Bu yüzden de kendi tâbisi olmakla birlikte zaman zaman şiîlerle işbirliği eden ve Selçuklu karşıtı ittifaklarda yer alan Mervanoğulları’nın topraklarını fethe karar verdi. İbn Cüheyr komutasında birçok Türkmen emirinin de görev aldığı Büyük Selçuklu ordusu Diyar-ı Bekr bölgesine girdi. Bir buçuk yıl süren kuşatmadan sonra Âmid, Hısn-ı Keyfâ, Mardin ve Meyyâfârikîn başta olmak üzere, bölge Büyük Selçuklu egemenliğine geçti. Melikşah’ın zamanlamasının, Mervani emirlerinin tutumları kadar, Süleymanşah’ın ilerleyişiyle bağlantılı ve onun yolunu kesmeye yönelik olduğu açıkça görülmektedir. Büyük Selçuklularla Rekabet ve Süleymanşah’ın Ölümü Süleymanşah’ın Antakya’yı fethi onu Suriye’de Melikşah’ın tâbileri ile karşı karşıya getirdi. Bunlardan birisi Musul’un Arap emiri Müslim b. Kureyş idi. Irak ve Suriye’de birleşik bir Arap devleti kurmak isteyen Müslim bu uğurda Şam meliki Tutuş ile rekabetten bile çekinmiyordu. Melikşah’ın halası ile evli olmasına rağmen, Selçuklu aleyhtarı faaliyetlerde de bulunuyordu. Bu sebeple 1085 yılında Musul’u alan Melikşah, kardeşinin isyanı dolayısıyla onu affedip Horasan’a dönmek zorunda kalmıştı. Müslim bundan sonra Süleymanşah’tan Antakya için vergi ödemesi talebinde bulundu. Türkiye Selçuklu sultanı bu isteği doğal olarak reddederken, anlaşmazlık bir savaşla sonuçlandı. Kurzahil denilen yerde meydana gelen muharebede Türkmen beylerinden Çubuk’un Süleymanşah’ın saflarına geçmesiyle Müslim yenilgiye uğrayıp hayatını kaybetti. Süleymanşah’ın Müslim’i bertaraf etmesi Sultan Melikşah ve Şam meliki Tutuş’a da sonsuz faydalar sağladı. Ancak bu defa önemli bir rakibinden kurtulmuş olan Tutuş, daha güçlenmiş olarak Türkiye sultanının karşısına çıkma imkânı buldu. Süleymanşah’ın Suriye’nin kilit noktalarından Halep önlerine gelmesi ve şehrin sahibi olan Mirdasi emirinin tutumu, iki Selçuklu ordusunu karşı karşıya getirdi. Daha önce saf değiştirerek Süleymanşah’ın savaşı kazanmasına vesile olan Çubuk Bey bu defa Tutuş’un tarafına geçti. Süleymanşah, Ayn Salem mevkiinde vuku bulan savaşı ve hayatını kaybetti (Temmuz 1086). Nasıruddevle Ebûlfevâris Rükneddin unvan ve lakaplarını taşıyan Süleymanşah, Türkiye tarihinin abide şahsiyetlerinden birisidir. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan itibaren batıya, Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Türkmenler burada hatırı sayılır bir nüfus yoğunluğuna sahiplerdi. Bununla birlikte çok eski tarihlerden beri Hazar’ın kuzeyinden göçe eden gayrımüslim Türklerin Karadeniz’in kuzeyi ve Avrupa’daki akıbetleri dikkate alındığında Anadolu’da bunları kucaklayan bir devletin kurulmasının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bizans istikametinde ilerleyerek yayılma istidadı gösteren Türkmenler, Süleymanşah’ın kurduğu devletin çatısı altında birleşmeleri sayesinde kuzeydeki soydaşlarından farklı bir sonuca Müslim b. Kureyş, Arap Ukayloğulları soyundan gelmekteydi. Musul emirleri Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklu devletine tâbi bulunuyorlardı. Ancak büyük bir Arap devleti kurmak hayali olan Müslim b. Kureyş, bu uğurda Tutuş’un meliklik merkezi Dimaşk’ı muhasara etmekten dahi kaçınmamıştı. Şiî inanışlı olmasına rağmen bir Selçuklu melikesi ile evlendirilmek ve daima affedilmek suretiyle muhalefeti dengelenmeye çalışılmıştır. 38 Türkiye Selçuklu Tarihi ulaşmışlardır. Devleti yaşatma azmi ve bilinci, buhran dönemlerinde dahi Bizans ve Haçlı gibi büyük düşmanlarla baş etme gücü vermiştir. Bu sayede yurt bulmak mecburiyeti ile bu topraklara iltica eden millet varolma savaşını kazanmış ve gelecek kuşaklara kendi adıyla anılacak bir vatan bırakabilmiştir. Müslim’in Büyük Selçuklu ordusunun Diyar-ı Bekr seferi sırasında Mervani emirine yardıma gelmesi, ordusunun Âmid önlerinde Çubuk Bey tarafından baskına uğratılması; Melikşah’ın Musul’u zapt etmesine rağmen Arap emirinin yerinde bırakılması ve Türkiye sultanına karşı savaşırken yanında Çubuk Bey’in bulunması; Melikşah tarafından Süleymanşah’a karşı tercih edildiğinin işaretidir. Başka bir deyişle Süleymanşah daha tehlikeli görülmektedir. Süleymanşah’tan Sonra Türkiye Selçukluları Melikşah, Halep emirinin şehri kendisine teslim edeceği yolundaki daveti ve Süleymanşah’ın ölümü üzerine büyük bir ordu ile Suriye seferine çıktı (Eylül 1086). Tutuş bu arada Halep’i almış olmakla birlikte, sultan’ın gelmesiyle çekilmeye mecbur oldu. Diyar-ı Bekr seferinden anlaşıldığı gibi, Türkiye Selçukluları’nın ilerleyişini önlemeye çalışan Melikşah Antakya, Urfa ve Halep’i de kendi topraklarına katarak onların güneye iniş yollarını tamamen kapatmış oldu. Yağısiyan’ı Antakaya’ya, Aksungur’u Halep’e, Bozan’ı Urfa’ya vali tayin eden Melikşah, Musul’a da Müslim’in zayıf bir halefi yerine Çökermiş’i tayin ederek bölgedeki hâkimiyetini iyice güçlendirmiş oldu. Melikşah Antakya’ya girdiğinde Süleymanşah’ın burada bulunan iki oğlu Kılıç Arslan ve Kulan Arslan’ı yakalayarak İsfahan’a hapse gönderdi. Bu durum onbir yıl gibi kısa bir zamanda büyük bir gelişme göstermiş olan Türkiye Selçukluları için büyük bir sarsıntıya sebep olacaktır. Buna rağmen Süleymanşah’ın Antakya seferine çıkarken yerine nâib olarak bıraktığı Ebulkasım, büyük bir dirayetle devleti yaşatmaya çalıştı. Melikşah’ın Türkiye Selçukluları’na karşı takip ettiği siyaseti nasıl değerlendirirsiniz? Ebulkasım, herhalde hanedandan birisi olmanın verdiği özgüvenle, bir emanetçi gibi değil, gerçek bir hükümdar gibi davranıyordu. Nitekim bir yandan Marmara kıyısında fethettiği Kios’ta bir donanma inşasına başlarken, diğer yandan Çaka Bey ve Peçeneklerle ittifak ederek Bizans’ı düşürme planları yapıyordu. Ancak Melikşah Bizans imparatoru ile onun aleyhinde anlaştıktan başka, Anadolu’ya Porsuk idaresinde yeni bir ordu gönderdi (1087). Bu sırada Bizansla savaş halinde olan Ebulkasım, Porsuk’u yenilgiye uğratmakla birlikte, İstanbul’a giderek imparator ile anlaşma yapmak zorunda kaldı. Sonra da meseleyi çözmek için Melikşah’la görüşmek üzere İsfahan’a gitti. Sultan tarafından huzura kabul edilmeyen Ebulkasım’a, muhatabının Anadolu umumi valisi Bozan olduğu bildirildi. Fakat İznik’e dönerken Bozan tarafından yakalanıp kendi yayının kirişi ile boğduruldu. İsfahan’a giderken yerine bıraktığı ve kardeşi olduğu tahmin edilen Ebulgazi, Bozan ve Selçuklu ordusunun baskısına rağmen, Kılıç Arslan dönünceye kadar elde kalan Selçuklu mirasını muhafaza etmeyi başardı. 1074 yılında Anadolu’ya giren ve 1075 yılında İznik’i fetheden Süleymanşah, Bizans’taki taht kavgalarına müdahale edecek askeri gücünün yanı sıra; öldüğü 1086 yılına kadar Bizans sınırından Halep kapılarına, Sinop’tan Antakya’ya kadar eni 15, boyu 30 günlük mesafeye ulaşan büyük bir ülkenin hükümdarı konumuna gelmişti. Oysa Süleymanşah’ın ölümünden sonra Melikşah’ın müdahalesi ile bir taraftan taht sahipsiz bırakılırken, diğer taraftan Diyar-ı Bekr, Antakya-Halep, Urfa-Musul hatlarının kesilmiş olması Türkiye Selçuklularını sarsıntıya uğrattı. 3 Çaka muhtemelen Oğuzlar’ın Çavuldur boyuna mensup bir Türkmen beyi olup, Malazgirt Savaşından sonra Anadolu’da fetihlerde bulunurken Bizans kuvvetlerine esir düştü. İmparator Botaniates zamanında itibarlı bir mevki edinen Çaka Bey, Anna Komnena’nın söylediğine göre Grekçeyi de çok iyi öğrenmişti. Aleksios döneminde gözden düşen Çaka Anadolu’ya kaçıp, inşa ettiği donanma sayesinde İzmir ve çevresindeki adaları fethedip bir beylik kurdu. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 39 I. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ Kılıç Arslan’ın Tahta Geçmesi Yukarıda ifade edildiği gibi, Süleymanşah’ın iki oğlu Kılıç Arslan ve Kulan Arslan, babalarının Tutuş’la girdiği savaşta ölmesi üzerine, Melikşah tarafından Antakya’da yakalanıp İsfahan’da hapsedilmişlerdi. Süleymanşah’ın oğulları bundan ancak altı yıl sonra, Melikşah’ın ölümüyle (Kasım 1092) başlayan şiddetli taht mücadeleleri sırasında kaçma imkânı bulabildiler. Nitekim Kılıç Arslan ve kardeşi Yabgululardan oluşan kalabalık bir orduyla İznik’e döndüler. Fakat Ebulgazi’nin Kılıç Arslan’a devredebildiği miras artık Bizans tarafından kuşatılmış bulunan İznik ve çevresinden ibaret bulunuyordu. Kılıç Arslan hemen giriştiği idari düzenlemeler çerçevesinde İlhan Muhammed’i, diğer valiler üzerine beylerbeyi tayin ederek Bizans’a karşı taarruza geçti. Kılıç Arslan bu amaçla, Bizans’a karşı ittifak ettiği Çaka Bey’in kızıyla da evlenmek suretiyle işbirliğini güçlendirdi. Çaka Bey ve Bizans İmparatoruyla İlişkiler Beylerbeyi Muhammed, Ulubat Gölü ve Kapıdağı yarımadası çevresini ele geçirdi. Aleksios Komnenos’un gönderdiği kuvvetleri önce mağlup etti ise de sonra yenilerek esir düştü. Bu sırada Basileous unvanı kullanan Çaka Bey de bir rivayete göre, İstanbul’da kendisini gözden düşüren İmparator Aleksios’un tahtını ele geçirmeyi düşünüyordu. Bu maksatla kendisi Çanakkale Boğazı’nın Abydos limanını kuşatırken, Peçeneklerle de işbirliği yapıyordu. Bununla birlikte bu kudretli Türk beyinin, Bizans’a karşı olsa bile Marmara bölgesinde genişlemesi, tabii olarak Kılıç Arslan’ın menfaatlerine aykırı düşüyordu. Aleksios iyi gözlemlediği bu durum hakkında Selçuklu sultanına bir mektup göndererek, onu kayınpederine karşı uyardı. Aslında babası gibi Bizans istikametinde zaten tabii seyrinde yürüyen Türk yayılması konusunda gereksiz güç sarfetmek yerine, güneydoğu siyasetini uygulamak isteyen Kılıç Arslan, bu mesajı Bizansla barış yapmak için bir vesile addetti. Zira Süleymanşah’ın ölümü ile devletin yalnızca güneydoğuya çıkış kapıları kapanmakla kalmamış; Anadolu’da siyasi birlik de parçalanmıştı. Doğuya güvenle dönebilmesinin yolu Bizans’la barıştan geçtiği için Aleksios’la anlaşma yapmakta tereddüt etmedi. Ancak arkasında Çaka Bey gibi muktedir birisini bırakması da uygun olmayacağından onu bertaraf etti. Kılıç Arslan bundan sonra Tokat, Niksar, Kayseri ve Sivas bölgesinde hüküm süren Danişmend Bey’in de hedefleri arasında bulunan Malatya üzerine yürüdü. Her ne kadar teorik olarak Danişmendliler ve diğer Türkmen beyleri Kılıç Arslan’ın tâbîleri idiyse de statü, sultanın gücünü ortaya koymasına bağlı olarak yerleşecekti. Malatya ise Suriye kapısı (Antakya-Halep-Urfa çizgisinde) Büyük Selçuklular tarafından tıkanmış bulunan Anadolu yaylasını el-Cezire’ye bağlayan kilit noktalardan biri olması bakımından stratejik önemi haizdi. Kılıç Arslan bu sebeple Ermeni Gabriel’in idaresinde bulunan şehri 1095 yılında kuşattı. Malatya iyi tahkim edilmiş olduğu için şiddetle muhasara edilmesine, hatta bir kısım Hıristiyan ahalinin teslim olmak istemesine rağmen düşürülemedi. Sultan kuşatmayı ağırlaştırarak sürdürmek istiyordu; fakat bu sırada Haçlı ordularının topraklarına girdiğini haber aldı. 40 Türkiye Selçuklu Tarihi Birinci Haçlı Seferi Haçlı Seferleri Büyük Selçuklu Tarihi dersinde de görüldüğü üzere, tarihin seyrini değiştiren ve Selçuklular’ı da her yönüyle doğrudan ilgilendiren bir hadiseydi. Haçlı seferlerinin sebepleri kısaca şunlardı: 1. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine Avrupa’da giderek yaygınlaşan feodalizmin yol açtığı sosyal çöküntünün yanı sıra, kuraklık-sel gibi doğal afetlerin de derinleştirdiği ekonomik sorunlar had safhadaydı. Bu yüzden birbiriyle çatışmakta olan şovalyeleri, yeni hâkimiyet alanları bulabilecekleri İslâm dünyasına sevk etmek. 2. Malazgirt Savaşından sonra askeri gücü büyük ölçüde kırılmış olan Bizans’ın, Türk ilerleyişini durdurmak için papalıktan defalarca yardım istemesi. 3. Papalığın artık Balkanlar’a geçmesi an meselesi olan Türkleri, kendisi için de tehdit olarak algılaması. 4. Arapların yüzyıllar içerisinde Suriye’den başlayarak, Mısır ve tüm Kuzey Afrikayı ele geçirip islâmlaştırdıktan sonra, Endülüs (İspanya) üzerinden Pireneler’e dayanmış olmaları. Böylece bir hilal içerisinde kuşatılmış bulunan Hıristiyan dünyasının, Selçukluların Anadolu’yu fethiyle adetâ göğsünden vurulmuş olması. 5. Evrensel bir din haline gelen İslâmiyetin Hıristiyanlık karşısında insiyatifi elinde bulundurması; özellikle Endülüs’te temsil edilen İslam medeniyetinin giderek genişleyen etki alanına Hıristiyan din adamlarının da girmesi; bu suretle yaşanacak bir İslamlaşma sürecinin kiliseyi çökerteceği korkuları gerçek bir dini sebep olarak Haçlı seferlerinin düzenlenmesine zemin hazırlamıştı. Bunun yanında sefere katılacak dindar Hıristiyanları heyecanlandırmak üzere ortaya atılan, Hz. İsa’nın mezarının bulunduğu Kudüs’ün kurtarılması da dini nedenler arasında sayılmaktadır. Feodalite hakkında daha fazla bilgi için bkz. Marc Bloch, Feodalite ( Çev. Melek Fırat, İstanbul 2007). Avrupa, feodalizme karşı başlayan köylü ayaklanmaları ve arpalık fazlası şovalye çatışmaları yüzünden, zaten bir iç savaş tehdidini bünyesinde barındırmaktaydı. Bu sistemin güçlendirdiği tek kurum ise kiliseydi. Papa II. Urbanus bu sebeplerle 1095 yılında Clermont’da toplanan konsilde, haçlı seferi ilan edip Avrupa’yı yakıp-yıkacak olan ateş topunu, kendi açısından son derece uygun bir zamanda Türk-İslâm dünyasının ortasına bıraktı. İznik’in Düşmesi Papa II. Urbanus’un görevlendirdiği din adamlarının yürüttüğü propoganda çerçevesinde kısa zamanda büyük kalabalıklar toplanmaya başladı. Konsilde orduların 1096 yılı Ağustos ayında hareket etmesi kararlaştırıldı ise de, özellikle sivil ahalinin oluşturduğu gruplar heyecana kapılarak vaktinden önce harekete geçtiler. Yol boyunca kendi Katolik dindaşlarının nefretini mucip vahşetler gösterip Ağustos başında İstanbul önlerine ulaştılar. Pierre l’Hermite adlı bir keşişin kumanda ettiği bu ordu, İstanbul’u yağma ve tahribattan korumak isteyen Aleksios Komnenos tarafından alelacele Yalova yakınlarında Anadolu yakasına geçirildi. Kendilerine düzenli birlikleri beklemeleri salık verildi ise de, Türk topraklarında gerçekleştirdikleri insanlık dışı saldırılar üzerine, sultanın kardeşi Kulan Arslan tarafından puFeodadalite yegâne üretim alanının toprak ve buna bağlı olarak tek üretim biçiminin tarım olduğu dönemde senyörün (efendinin), çiftçi veya kölelerin topraktan elde ettikleri artık ürünün bir kısmına ya da tamanına zor yoluyla el koyduğu ekonomik ve siyasal düzenin adıdır. Feodalite toplumun kraldan başlayarak soylular, din adamları, hür köylüler ve köleler olarak pramidal biçimde dizildiği; ancak piramidin tabanında kalabalık kitlelerin ezildiği bir siyasi yapıdır. Feodalitenin en mühim özelliği, kraldan en aşağıdaki soyluya kadar, her vassalın başka bir vassalın süzereni (metbu) olduğu hiyeyarşik örgütlenme biçiminden kaynaklanan, merkeziyetçi krallıkların oluşmasını engeleyen adem-i merkeziyetçi yapısıdır. Roma ve İstanbul kiliseleri arasında yaşanan mezhep çatışmaları, 1054 yılında iki kilisenin birbirini kâfir ilan etmesiyle neticelenmişti. Buna rağmen Malazgirt Savaşından sonra çaresiz kalan İmparator Mihail Dukas, Roma kilisesinin üstünlüğünü de kabul etmek kaydıyla askeri yardım talebinde bulunmuştu. Daha sonra İmparator Aleksios Komnenos tarafından bu çağrı iki defa yinelendi. Nitekim son çağrıyı ulaştıran Bizans elçileri Clermont Konsil’inde hazır bulunmuşlardı. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 41 suya düşürülüp neredeyse tamamen yok edildiler. Halkın Haçlı Seferi adı verilen bu teşebbüs tamamen sonuçsuz kaldı. Bizans’ın Papalık’tan istediği yardımın mahiyeti, İstanbul önlerine ulaşan bu vasıfsız-vahşi kalabalıkla en ufak bir benzerlik göstermiyordu. Aslında hemen arkasından kontlar, dükler idaresinde gelen düzenli haçlı orduları bile Bizans’ın maksadını aşmaktaydı. Oysa İmparatorun beklentisi ihtiyaçlarını temin edeceği; sevk ve idaresi kendi elinde olacak, az sayıda/vasıflı paralı askerler gönderilmesiyle sınırlıydı. Oysa Birinci Haçlı Seferine katılanların sayısının, aileleriyle birlikte birkaç yüzbine ulaştığı anlaşılmaktadır. 1096 yılı sonunda harekete geçen ve şövalyelerden müteşekkil nitelikli ordular, 1097 yılı başından itibaren Anadolu’ya geçirilmeye başladılar. Bu ordunun ileri gelenleri Godefroi de Bouillon, kardeşi Baudouin, Kont Raymond, Fransa kralının kardeşi Hugue de Vermandois, Sicilya Norman kontu Bohemond ve yeğeni Tankred gibi kimselerdi. Aslında asalet unvanları dışında öncekilerden çok farklı olmayan bu gruplar da, İstanbul’da yaptıkları tahribatla büyük korkuya sebebiyet verdiler. Aleksios Komnenos bunun üzerine haçlı ordularını olabildiğince çabuk bir şekilde Anadolu’ya geçirdi. Haçlı seferi çağrısının özünde, Doğu’da Müslümanlar tarafından zulmedildiği söylenen din kardeşlerine yardım propogandası vardı. Ancak özellikle de İstanbul’un debdebesini ve Bizans halkının zenginliğini gören haçlıların ilk hissettikleri aldatılmışlık ve kıskançlık oldu. 1097 İlkbaharında Anadolu yakasına geçirilen Haçlı ordularının ilk hedefi tabii olarak, klasik sefer yolunun da önemli noktalarından birisi olan İznik’ti. Şehrin 5 km. uzunluğunda, 11 m. yüksekliğindeki surları 144 kule ile çok iyi tahkim edilmiş olup, batı tarafındaki surlar İznik Gölünün içerisinden yükseliyordu. Bu durum gölden iaşe temini bakımından büyük kolaylık sağlıyordu. Haçlı Seferleri Hakkında daha fazla bilgi için bkz. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi (trc. Fikret Işıltan) 3 cilt TTK yayınları Ankara 1986-1987; Işın Demirkent, Haçlı Seferleri Tarihi, İstanbul 1997. Haçlılar Mayıs ayı başında İznik’i üç taraftan kuşattılar. Sultan Kılıç Arslan bu sırada bilindiği gibi Malatya muhasarasıyla meşguldü. Müdafiler bir yandan sultana acil yardım çağrısında bulunurken diğer yandan şiddetle direniyorlardı. Ancak haçlıların Bizansın yardımı olmadan başarılı olamayacaklarını hissetirmek için bir müddet bekleyen İmparator, daha sonra gönderdiği kuvvetlerle ve göle indirilen küçük bir donanma ile kuşatmayı ağırlaştırdı. Artık göl üzerinden yardım alamayan Türklerin durumu gittikçe zorlaşıyordu. Kılıç Arslan bir ay süren zorlu bir yürüyüşle; ancak kuşatma başladıktan sonra İznik önlerine ulaşabildi. Güney surlarından ani bir baskınla şehre girebilmek için şiddetli bir saldırıya geçti. Haçlı birliklerine çok zayiat verdirmesine rağmen muvaffak olamadı. Müdafilere bundan sonra teslim olmak ya da savaşmak konusunda serbest olduklarını bildirerek oradan uzaklaştı. Haçlıların Anadolu’ya geçtikten sonra ve İznik muhasarası sırasında sergiledikleri vahşet, Türkleri Bizansla anlaşmaya mecbur etti. Haçlılar ertesi gün büyük bir hücumla şehri almaya hazırlanırlarken, Manuel Butumutes idaresindeki Bizans kuvvetleri, göl tarafından gece gizlice girip İznik’i teslim aldılar (18 Haziran 1097). Düzenli ordular da yağma ve vahşette öncekileri aratmadılar. İleri gelenleri İstanbul’da ağırlandıkları sarayları tahrip ettiler. Geriye dönüşün mümkün olmadığını gören İmparator, haçlı liderlerine feodal rejim dolayısıyla alışık oldukları anlayışa uygun olarak vassalık yemini ettirdi. Buna göre Haçlılar önceden Bizans’a ait olan yerleri Türkler’den geri aldıklarında, bu yeminin gereği olarak Bizans’a iade edeceklerdi. Klasik sefer yolu Roma imparatorluğu döneminde Doğuya (Suriye-Mısır-İran) düzenlenen seferlerde takip edilen yol olup İstanbul, İznik, Eskişehir, Akşehir, Konya, Ereğli’den Gülek Boğazı yoluyla Çukurova’ya iner; Akdeniz kıyısına ulaşırdı. Kara yolundan devam edildiğinde ise, Ereğli’den Kayseri yönüne döndükten sonra GöksunMaraş üzerinden Suriye’ye varırdı. 42 Türkiye Selçuklu Tarihi Bizansla yapılan anlaşmaya göre, ileri gelenler fidyelerini ödemek kaydıyla İznik’ten ayrıldılar. Bu durum yağma ve katliam şansını kaybeden Haçlılar’ın, Hristiyanların düşmanlarına hayat hakkı tanıdığı için Bizans’ı tekfir (dinsiz saymak) etmelerine sebep oldu. Ancak ele geçirilen ganimetlerden kendilerine üleştirilen küçük servetlere kavuşunca meseleyi uzatmayıp yola devam kararı aldılar. İmparator, Kılıç Arslan’ın tutsak alınan karısı ve çocuklarını ise Ege kıyılarını Çaka’nın halefi olan Türkler’den kurtarmak üzere bir süre İstanbul’da tuttuktan sonra sultana gönderdi. Eskişehir ve Ereğli Savaşları Kılıç Arslan düşmana ağır kayıplar verdirmesine rağmen başkentini kurtaramayıp geri çekilirken, ülkenin sahibi sıfatıyla onları yürüyüş güzergâhları üzerinde kendince de uygun bir yerde karşılamayı planlıyordu. Bu çerçevede Danişmendliler başta olmak üzere, etraftaki Türk beylerinden yardım istedi. Haçlılar ise güvenlik kaygısı ve yiyecek ihtiyaçlarını kolay karşılayabilmek için, bir günlük mesafeyle, iki büyük grup halinde ilerliyorlardı. Bohemond idaresindeki ordu Türk baskınlarıyla kayıplar vererek, klasik sefer yolunun diğer önemli durağı Eskişehir’e geldi. Kılıç Arslan ordusunu Eskişehir’in kuzey batısında Sarısu ovasında pusuya yatırmıştı. Bohemond idaresindeki haçlı ordusu, gece karargâhlarını kurduktan sonra sabahın ilk ışıklarıyla beklenmedik bir kuşatmayla karşılaştılar. Hazırlıksız yakalanan haçlılar ok ve mızrak yağmuru altında neredeyse imha olacaktı. Kılıç Arslan bunun için canhıraş bir mücadele verirken, Bohemond’un acil yardım çağrısını alan diğer haçlı ordusu cebri bir yürüyüşle öğlende bölgeye ulaştı. Sultan o kadar büyük bir kuvveti kuşatmıştı ki onları haçlıların tamamı zannetmişti. Raymond idaresindeki ordunun gelişiyle sarılmak tehlikesiyle karşı karşıya kalan Kılıç Arslan, kahramanca savaşmasına rağmen iki ordunun birleşmesini engelleyemedi. O sırada kalabalık Haçlı orduları karşısında, her şeyden daha önemli olan insan kaybını en aza indirmek için, ağırlıklarını savaş alanında bırakıp çekilmek zorunda kaldı (1Temmuz 1097). Haçlılar önemli bir başarı kazanmışlardı fakat yaz sıcağı olması hasebiyle ağır zırhlı ordular büyük sıkıntılar çekmekteydi. Konya yönünde ilerlemekte olan haçlılara karşı yıpratmaya yönelik saldırılar devam ettiği gibi, ekinler ve su kaynakları da tahrip edilerek iaşe imkânları yok ediliyor ve şehirler boşaltılıyordu. Bununla birlikte haçlıların sayıca çok üstün olmaları, Türkler’in alışık oldukları tarzda bir meydan savaşı yapmaya izin vermeyen; onların en önemli silahı olan oku etkisizleştiren ağır zırhlı donanımları ve Bizans’ı dahi endişeye sevk eden vahşiyane savaş usûlleri, cesaretleri; tüm zorluklara rağmen ilerlemelerine imkân sağlıyordu. Türk ordularının Haçlılar karşısında başarısız olmalarının nedenleri nelerdir? Kılıç Arslan, sefer yolunu takiple Konya-Akşehir üzerinden ilerleyen haçlı ordusunu Ereğli’de bir kere daha karşıladı. Fakat bu teşebbüsü de başarılı olamadı. Baudouin ve Tankred idaresinde ana ordudan ayrılan haçlıların bir kısmı Gülek Boğazından Çukurova (Kilikya)’ya indi. Bölge Adana, Tarsus ve Misis şehirleri dâhil olmak üzere haçlıların eline düştü. Kayseri istikametinde ilerleyen ikinci grup da, bu bölgenin beyi Emir Hasan’ın şiddetli mukavemetine rağmen Kayseri, Göksun ve Maraş üzerinden ilerlemeye muvaffak oldu. Daha sonra birleşen kuvvetler Antakya önlerine vardılar. Haçlı ordularının sayılarıyla ilgili olarak devrin kaynaklarında birbirinden farklı ve çok abartılı rakamlar da verilmiştir. Buna rağmen 100.000 kadar savaşçının yanı sıra, aileleri de hesaba katıldığında sayılarının birkaç yüzbini bulduğu tahmin edilebilir. İslâm kaynakları, baş edilemeyen bu orduların ne kadar çok olduğunu anlatmak; Latin kaynakları ise yüzbinlerce Hıristiyanın dinleri uğrunda ne kadar fedakârane mücadele ettiklerini göstermek için abartılı rakamlar vermiş olmalıdırlar. 4 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 43 Büyük Selçuklu Tarihi dersinde de görüldüğü üzere, Haçlı kontlarından Bauoudin, Ermeniler’in işbirliği tekliflerini değerlendirip Toros adlı valinin elinde bulunan Urfa’ya girdi. Ancak onu bertaraf edip, Mart 1098’de kendi kontluğunu kurdu. Asıl haçlı ordusu Antakya’yı kuşatıp aldıktan sonra burada Bohemond idaresinde bir prinkepslik kuruldu (Haziran 1098). Bir hayli zayiata uğramakla beraber, bu beklenmedik başarılarla kendilerine güveni artan Haçlılar, kısa bir süre önce Fatımîler’in Türklerden aldığı Kudüs’ü de kuşattılar. Büyük zorluklar ve kayıplara uğramakla birlikte, dindar Hıristiyanların bu seferin nihai hedefi saydıkları Kudüs’ü de ele geçirmeyi başardılar (Temmuz 1099). Burada kurulan krallık diğer haçlı hâkimiyetlerinin de metbûu idi. Haçlılar, İmparator Komnenos’a ettikleri bağlılık yeminine uymayarak, bu seferlerden maksatlarının doğulu Hıristiyanlara yardım etmek değil, kendilerine hâkimiyet alanları açmak olduğunu göstediriler. Böylece Bizans bundan sonraki haçlı seferleri boyunca kerhen haçlılarla işbirliği etmek zorunda kalsa bile, Hıristiyan dünyasının Doğu ve Batı yüzü arasında zaten mevcut olan anlaşmazlık telafisi mümkün olmayan bir düşmanlığa dönüştü. 1204 yılında haçlıların İstanbul’u zabt ve tahrip etmesiyle neticelendi. Haçlı Seferinden Sonra Kılıç Arslan Birinci Haçlı Seferinde en büyük zararı gören Türkiye Selçukluları oldu. Başkent İznik’le birikte Ege-Marmara kıyıları Bizans’ın ele geçirmiş; Çukurova, daha sonra Bizans tarafından alınmakla birlikte haçlıların eline geçti. Bu sefer sırasında haçlılara gönüllü yardım eden tek doğulu Hıristiyan grup olan Ermeniler, onların gölgesinde Torosların sarp geçitlerini tuturak merkezi Sis (kozan) şehri olmak üzere, bir baronluk kurmaya muvaffak oldular. Urfa-Antakya çevresi haçlılar tarafından tutulmuş bulunuyordu. Ayrıca Kılıç Arslan’ın tâbisi sıfatıyla bu savaşlarda yer almış olmakla birlikte, herhangi kayba uğramayan Danişmend beyi Gümüştegin, Sivas’tan Malatya’ya doğru topraklarını genişletmeye koyulmuştu. Bütün bunların sonucu olarak Türkiye Selçukluları Konya ve çevresinde sıkışıp kalmışlardı. Kılıç Arslan’ın haçlıların gelişi sırasında kuşatmakta olduğu Malatya hakimiyeti bu sarmaldan çıkmak için hayati önemi haiz bulunuyordu. Ancak bu şartları Selçuklularla rekabet için uygun bir fırsat olarak değerlendiren Gümüştegin Ahmed Gazi de, Malatya’yı aynı gerekçelerle almak istiyordu. Nitekim Gümüştegin daha önce etrafını defalarca yağmaladığı şehri almak üzere 1100 yılı Ağustos ayında harekete geçti. Bunun üzerine şehrin hâkimi Ermeni Gabriel, Antakya haçlı prinkepsi Bohemond’dan yardım istedi, hatta ona şehri teslim etmeyi vadetti. Bohemond memnuniyetle ilerlerken bir söylentiye göre Urfa’da Toros’un başına gelenleri hatırlayan Gabriel, yaptığına pişman olarak haçlı reisinin ilerleyişini Danişmend beyine ihbar etti. Nitekim Gümüştegin baskına uğrattığı ve kuvvetlerinin tamamını imha ettiği Bohemond’u esir aldı. Türk beyi Urfa kontunun ilerleyişi ve Malatya’nın savunması için asker takviyesi yapması üzerine kuzeye doğru çekildi; Bohemond’u Niksar kalesinde hapsetti. Haçlı kontlarından Baudouin Çukurova’da iken Urfa’dan gelen bir davet üzerine, Kudüs ve kutsal hedeflerini unutarak oraya gitti. Toros, Melikşah’ın ölümünden sonra işgal etttiği şehri Türkler’e karşı koruyabilmek için haçlıların desteğini almak istiyordu. Çocuğu olmayan Toros ve karısı merasimle Baudouin’i evlat edindiler. Ancak şehirde ertesi gün çıkan bir isyanda Toros feci şekilde öldürüldü ve haçlı reisi kontluğunu ilan etti (30 Mart 1098). Resim 2.1 Haçlıların Anadolu’ya ilerleyişi ve Türklerle savaş 44 Türkiye Selçuklu Tarihi 1101 Yılı Haçlıları Birinci Haçlı Seferi Türk-İslâm dünyası için ne kadar tahripkâr oldu ise; savaşın Hıristiyan tarafları, özellikle de haçlılar açısından kesin bir galibiyetle sonuçlanmıştı. Ancak haçlılar bu yolculuk boyunca gerek savaşlarda, gerekse hastalık ve kıtlık yüzünden çok kayıplar vermişlerdi. Kudüs’e kadar varabilenlerin bir kısmı ise kutsal görevlerini yerine getirdiklerini söyleyip ülkelerine dönüyorlardı. Bu gidişat Yakındoğuda kurdukları siyasi teşekküllerin yaşayabilmesi açısından son derece olumsuz bir durumdu. Dolayısıyla bu seferin kazanımlarının korunabilmesi yeni orduların sevk edilebilmesine bağlıydı. Nitekim bundan sonraki haçlı seferlerinin (Dördüncü sefer dışında) hedefi, Outreme adı verilen Latin Doğu’nun yaşatılmasını sağlamak olmuştur. Kudüs düştüğü sırada ölen Urbanus’un yerine geçen Papa II. Paskalis, bu ihtiyaçla yeni bir sefer çağrısı yaptı. Sefere katılanlara önceki Papa tarafından verilen, günahlarının bağışlanması gibi imtiyazların aynen devam edeceği vadediliyordu. Ancak ettikleri haçlı yemininin gereğini yapmayanlara da yoğun baskılar uygulanıyordu. Bunun neticesi olarak birinci seferden daha fazla savaşçının katıldığı muazzam ordular toplandı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden her biri ikiyüzer bin kişiyi bulan üç ordu yola çıktı. Merzifon Savaşı 1101 yılı ilkbaharında İstanbul önlerine ulaşan ilk ordu Aleksios Komnenos tarafından İzmit yakınlarında Anadolu’ya çıkarıldı. Birinci seferin verdiği cesaretle, bunlar da ülkeler zabt etmek, hatta Bağdad’ı da ele geçirmek niyetinde olduklarını söylüyorlardı. Bu sırada Bohemond’un Niksar’da hapsedilmiş olduğunu öğrenince yollarını değiştirdiler. Eskişehir- Ankara -Çankırı istikametinde ilerleyen haçlı ordusu, Niksar’a gitmek için Türkler’in elinde bulunan Yahşıhan-Kırıkkkale-Çorum yerine, Kastamonu-Amasya güzergâhını tercih etti. Ancak bu defa haçlıların gelişinden haberdar olan Kılıç Arslan, artık onlarla savaş konusunda da tecrübeliydi. Suriye ve Anadolu’daki Türk beylerine acil yardım çağrısı yapan sultana ilk katılanlardan birisi de, Danişmendli topraklarının hedef alınması dolayısıyla Melik Gazi idi. Haçlıların yolları üzerinde bulunan şehirler boşaltılıp, ekinler ve su kaynakları tahrip edildi. Nitekim 2 Temmuz’da Çankırı’ya ulaşan haçlılarla nizami harp, hatta Türk bölgesinin içerisine çekilene kadar ciddi bir müdahale de yapılmıyordu. Ancak Selçuklu sultanı bu kadar kısa bir sürede Artuklu Belek Gazi, Halep Selçuklu meliki Rıdvan ve diğerleriyle sadece 20.000 kişilik bir kuvvet toplayabilmişti. Kılıç Arslan 200.000 kişilik haçlı ordusunun öncü ve artçı birlikleriyle, yiyecek bulmak için dağılan gruplara ani saldırılar düzenleyip bir hayli zayiat verdirdi. Buna rağmen 2 Ağustos günü Merzifon’a ulaşabilen haçlı ordusu, beklenmedik şekilde Türk ordusu tarafından kuşatıldı. Ordugâhın etrafını araba ve eşyalardan yaptıkları siperle çevirip saflar oluşturdular. Türkler ilk gün ok yağmuruyla iyice bunalttıkları düşmanın, ertesi gün yiyecek aramaya çıkan üç bin kişilik bir birliğini pusuya düşürüp perişan ettiler. Sonra haçlı karargâhını tamamen sarıp açlığa mahkûm ettiler. Bu durumda savaşı kabulden başka şansı kalmayan haçlılar, 5 Ağustos 1101 günü, kendilerinden çok küçük olan Türk ordusuyla akşama kadar gruplar halinde harb ettiler. Savaş sonuçlanmamış olmakla birlikte umutlarını yitiren haçlı askerleri, kadın, çocuk ve yayaları kaderlerine terk edip gece kaçmaya başladılar. Türk askerleri çok yorgun olmalarına rağmen, durumu haber alınca gün ışırken takibe koyuldular. Karadeniz sahillerine ulaşan birkaç bin atlı dışında haçlı ordusunun önemli bir kısmı imha edildi. Haçlı Yemini günahlarının bağışlanması karşılığında kutsal topraklara sefere katılmayı taahhüt eden kimselerin ettikleri yemin olup, haçlılar bunun sembolü olarak elbiselerinin yakalarına kırmızı çuhadan bir haç takarlardı. Yemini yerine getirmemenin cezası ise aforoz, yani dinden çıkarılmaydı. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 45 Konya ve Ereğli Savaşları 1101 yılı ordularının birinci kısmı Ankara’ya doğru ilerlerken, ikinci ordu da Haziran ortalarında İstanbul’a ulaşmıştı. Anadolu’ya geçip diğer orduya yetişmeyi istiyorlardı. Ancak ilk ordunun akıbetine dair bilgi alamayınca, Kulu-Cihanbeyli üzerinden Konya’ya doğru harekete geçtiler. Kılıç Arslan birinci orduyla savaşırken bu durumdan haberdar olmuştu. Nitekim Merzifon savaşından sonra sarp yollardan cebri bir yürüyüşle, sadece sekiz gün içerisinde, Konya yakınlarında bulunan düşmanı yakalayarak kuşatma altına aldı. Yol boyunca Türkler’in saldırıları ve iaşe yokluğu sebebiyle zaten perişan durumda bulunan haçlıların bu ordusu da imha edildi. Savaş henüz sürerken üçüncü haçlı ordusu da klasik sefer yolunu takiple Türk topraklarına girdi. Sayıca az ve çok yorgun olan Türk ordusunun böyle bir ordunun karşısına çıkması düşünülemezdi. Nitekim her zaman olduğu gibi, yıpratma taktikleri ile zayiata uğratılan haçlı ordusu, boşaltılmış şehirleri yakıp yıkarak yoluna devam ediyordu. Kılıç Arslan takviye kuvvetlerinin katılımını beklerken, haçlıların zorunlu olarak geçecekleri Ereğli’de, Ereğli Çayı’nın da içinden aktığı Akgöl ovasında ordusunu pusuya yatırdı. 5 Eylül günü susuzluktan mahvolmuş halde Ereğli kıyısına ulaşan haçlılar, gayrı nizami bir şekilde suya hücum ettiler. Pusulardan çıkan Türk askerlerinin ok yağmuru altında şaşkına döndüler. Nihayet çember içerisine alınıp imha edilen bu ordudan da, birkaç yüz adamıyla birlikte savaş meydanından kaçan komutanla dağlara sığınan bir avuç insan kurtulabildi. Yukarıda ifade edldiği gibi, Birinci Haçlı Seferi tüm İslâm dünyası ve Türkiye Selçukluları bakımından bir felaketle sonuçlanmıştı. Yeni yurt edindiği bu topraklarda kurmaya çalıştığı siyasi birlik parçalanmış, Konya ve çevresine inhisar eden bir kara beyliğine dönüşmüştü. Bu kazançlarını ebedi kılmak isteyen haçlılar ise, aralıksız ordular sevk etmeye devam ediyorlardı. 1101 yılında gelen ve sayıları 500.000’i geçen bu haçlı ordularının yenilmesi, Selçuklular’a kayıpların telafisi konusunda kısa vadede bir fayda sağlamadı. Bununla birlikte Latin Doğu ömrünü uzatacak bu muazzam destekten mahrum kaldı. Bu galibiyetlerle özgüvenlerini tazeleyen Türkler ise, Anadolu’dan atılamayacaklarını göstermiş oldular. Bu seferin en önemli sonuçlarından birisi de, sağanak gibi gelen haçlıların uğradıkları heziResim 2.2 1101 Yılı Haçlıları Kaynak: I. Demirkent Haçlı Seferleri 46 Türkiye Selçuklu Tarihi metin şokuyla 45 sene yeni bir sefer düzenleyememeleridir. Bu fasıla Selçuklular’ın Orta Anadolu’daki tecrit sarmalından tedrici olarak çıkmalarına fırsat verdi. 1101 yılı haçlılarına karşı kazanılan başarının sizce en önemli neticesi nedir? Kılıç Arslan’ın Musul Seferi ve Ölümü Bizans İmparatorluğu ile Barış 1101 yılı haçlılarının imhası Kılıç Arslan’ı ve Türkiye Selçuklu Devletini bölgenin en büyük gücü durumuna yükseltmiş bulunuyordu. Bizans, Birinci Haçlı Seferiyle elde ettiklerini kaybetmek istemiyor idiyse de, özellikle Antakya prinkepsi Bohemond’un İstanbul’da ettiği vassallık yeminini hiçe sayması, haçlılarla aralarında olan hoşnutsuzlukları iyice su yüzüne çıkarmıştı. Nitekim Aleksios, Danişmend Gazi’ye Bohemond’u kendisine teslim etmesi için büyük bir meblağ teklif etmişti. Ancak kendi topraklarını da tehdit eden haçlılara karşı Kılıç Arslan’la gücünü birleştiren Danişmend beyi, onun bu denli güçlenmesini kendi menfaatlerine aykırı buluyordu. Nitekim Gümüştegin Gazi, Sultan’ın Birinci Haçlı Seferi başladığında kuşatıp alamadığı; ancak Türkiye Selçukluları için stratejik önemi haiz olan Malatya’yı fethetti. Kılıç Arslan ise Aleksios ile haçlılara karşı bir ittifak yaptı. Zira güneydoğu politikasının olmazsa olmazı Bizansla barıştı. Haçlı seferinin kinini tutma zamanı değildi. Sultanın bu anlaşmayla Bizans’ın ele geçirdiği topraklardaki varlığını kabul ettiği; ancak Antakya, Urfa gibi haçlılardan ele geçireceği şehirlerin mesele yapılmayacağı, hatta donanma desteği verilmesi gibi maddeler içerdiği tahmin edilebilir. Nitekim önce Maraş, Elbistan civarına bir sefer yapan Kılıç Arslan buradan Antakya’ya doğru hareket etti. İmparatorun Akdenize çıkardığı donanma, Çukurova şehirlerinin haçlılardan alınması yanında adeta Kılıç Arslan’a destek mahiyetindeydi. Halep meliki Rıdvan’a elçi gönderen sultan, haçlılara karşı savaş için destek istemiş; bu harekât Müslüman ahâli arasında büyük sevinç yaratmıştı (Ağustos 1103). Kılıç Arslan Suriye hudutlarına vardığı sırada Gümüştegin Gazi, Bohemond’u Kılıç Arslan’ın rızası hilafına Urfa kontuna teslim etti. Muhtemelen Malatya’nın Urfa kontu tarafından taciz edilmeyeceği garantisini almıştı. Fakat Bohemond serbest kaldıktan sonra, kendisi için ödenen fidyeyi Suriye’de Müslüman köyleri yağmalayıp halkı kılıçtan geçirerek fazlasıyla topladı. Kılıç Arslan bunun üzerine, Antakya seferini yarıda bırakıp Danişmend Gazi’ye karşı yürüyerek onu Maraş civarında büyük bir yenilgiye uğrattı. Danişmend beyinin 1105 yılında ölümü üzerine derhal Malatya’yı kuşattı. Sonra onun Yağısiyan adlı oğlunun idaresinde bulunan şehri, iki ay boyunca şiddetle muhasara ettikten sonra teslim aldı (Eylül 1106). Antakya prinkepsi Bohemond ise 1104 yılında Avrupa’ya dönerek, Bizans’a karşı bir ordu toplamaya girişmiş; Aleksios bu nazik durum karşısında Kılıç Arslan’dan askeri yardım talebinde bulunmuştu. Anna Komnena’nın kaydından, imparatorun Bohemond’a karşı savaşı kazanmasına yetecek miktarda asker gönderildiği anlaşılıyor. Kılıç Arslan ise bölgede hâkimiyetini tahkim etmek ve haçlıları buralardan söküp atmak için bu defa Urfa’yı kuşatmaya karar verdi. Son yıllardaki başarıları, bölgede büyük Selçuklular’a bağlı olarak hüküm sürmekte olan Türk beylerinin onun tarafına geçmelerine zemin hazırladı. Böylece Meyyâfârikîn (Silvan), Hani, Âmid (Diyarbakır), Harput, Siirt ve Erzen Kılıç Arslan’ın idaresine girdi. Sultan 5 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 47 tâbiyetine giren beylerle birlikte 1106’da Urfa’yı kuşattı. Ancak surlarının sağlam oluşu ve iyi tahkim edilmesi sebebiyle, daha kapsamlı ve ağır bir muhasaraya ihtiyaç vardı. Bu yüzden sefer sonuçsuz kaldı. Büyük Selçuklular’la Rekabet ve Kılıç Arslan’ın Ölümü Devletin kuruluş aşamasından beri Mikailoğulları (Çağrı-Tuğrul)’yla Kutalmışoğulları arasında süren rekabet; haçlı seferinin yol açtığı olumsuzlukları bir ölçüde halledip Bizansla barış yapan Kılıç Arslan’ın, babası gibi güneydoğuya inmesiyle yeniden alevlendi. Berkiyaruk’un yerine tahta geçen Muhammed Tapar bu olayları dikkatle takip ederken, Kılıç Arslan’ın taraftarı olduğu düşüncesiyle Musul valisi Çökermiş’i azledip yerine Çavlı’yı tayin etti. Yeni valiye karşı girdiği savaşta esir edilen Çökermiş öldürülünce, ahali Çavlı’ya karşı şehrin kapılarını kapattı. Çökermiş’in adamlarının daveti üzerine Harran’ı alan Kılıç Arslan, daha sonra yinelenen çağrı üzerine Musul’a hareket etti. Nihayet 22 Mart 1107 tarihinde Musul’a giren Kılıç Arslan, Sultan Tapar adına okunan hutbeyi kendi adına çevirdi. Şehirde bazı tayinler yaptı; kaynakların ifadesine göre idaresinde bulunan her yerde olduğu gibi, Musul’da da adaletle muamele etti. Kılıç Arslan’ın Musul’da adına hutbe okutmasından sonra Abbasi Halifesi Müstazhir Billah elçi gönderip, hutbede kendi adının zikredilmesi karşılığında Bağdad minberlerinde Sultan’ın adını okutma teklifinde bulundu. Bu bilgi Büyük Selçuklu sultanlarının denetimi altında bulunan Halifenin, ondört yıldır Kılıç Arslan’ın saltanatını onaylamadığı; Kılıç Arslan’ın da Halife’yi tanımadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Daha önce haçlılarla mücadelede, kendi menfaatleri de öyle gerektirdiği için Kılıç Arslan’la birlikte hareket etmiş olan Halep Meliki Rıdvan, onun yükselişini tehlikeli bularak bu defa Çavlı’nın yanında yer aldı. Keza Mardin ve çevresinde yeni bir beylik kurmakta olan Artuklu İlgazi de aynı kaygılarla Çavlı’nın tarafına geçti. Muhalifler iki ay kuşattıktan sonra Kılıç Arslan’a ait Rahbe’yi aldılar. Sultan bu gelişmeler sebebiyle Çavlı’nın üzerine yürümek istiyor; fakat kuvvet azlığı yüzünden savaşı geciktirmek mecburiyetinde bulunuyordu. Bizans’a yardım için gönderdiği askerlerinin kendisine katılımını beklerken ülkesinden de acil olarak takviye kuvvetler istedi. Ancak destek kuvvetleri gelmeden savaşı kabule mecbur kaldı. Ayrıca Harput ve Âmid beylerinin savaşa girmeden kendisini terk etmeleri, Kılıç Arslan’ın durumunu daha da zorlaştırdı. Buna rağmen 13 Temmuz 1107 tarihinde meydana gelen savaşta kahramanca mücadele etti. Sonunda esir düşme tehlikesi baş gösterince, atını kıyısında savaştıkları Habur nehrine sürdü. Melikşah zamanındaki altı yıllık esaret hayatını yeniden yaşamak istememesinden daha doğal bir şey yoktu. Musul takviye kuvvetlerle birlikte, melik tayin ettiği oğlu 11 yaşındaki Şahinşah’ın idaresinde bulunuyordu. Sultan, Musul’da Anadolu’dan yola çıkan kuvvetlerle birleşip geri dönebilirdi. Ancak kendisinin ve atının zırhlarının ağırlığı suda ilerlemesine imkân vermedi ve boğularak hayatını kaybetti. Birkaç gün sonra kıyıya vuran cesedi, Meyyâfârikîn valisi tayin etmiş olduğu atabeyi Humartaş tarafından kendisi için yaptırılan ve Kubbetü’s-Sultan adı verilen türbeye defnedildi. Kılıç Arslan’ın Ölümünden Sonra Türkiye Selçukluları Türkiye Selçukluları kuruluşundan itibaren, 30 yıllık bu kısa süreçte büyük badireler atlatmışlardı. Süleymanşah’ın Tutuş’a yenilip ölmesi, Melikşah’ın oğullarını Kubbetü’s-Sultan Kılıç Arslan’dan sonra, kızı Saide Hatun dâhil olmak üzere hac vs. vesilelerle yapılan yolculuklar sırasında vefat eden hanedan mensuplarının ve ileri gelen Türk beylerinin gömülmesiyle büyüyerek Sultan Mahallesi adını almıştı. XIV. yüzyıla kadar türbenin varlığı bilinmekle birlikte, bugün hiçbir izi bulunmamaktadır. 48 Türkiye Selçuklu Tarihi hapsetmesi ve Anadolu’ya ordular gönderip naibi Ebulkasım’ı ortadan kaldırması; kısaca tahtın altı yıl boş kalması önemli bir sarsıntı yaratmıştı. 1092 yılında hapisten kaçan Kılıç Arslan çok kısa bir sürede duruma vaziyet ederek, kayıpları telafi etmişti. Ancak onun 1097’de Malatya kuşatması sırasında Anadolu’ya giren haçlı orduları yeni bir krize neden olmuştu. Nitekim İznik dâhil olmak üzere Ege ve Marmara sahillerini kaybeden Selçuklular, bu seferin yol açtığı şartlar yüzünden Konya ve havalisine sıkıştılar. Kılıç Arslan buna rağmen parlak zekâsı, cesareti ve dayandığı Türkmen kitlenin gücü dolayısıyla kısa zamanda bu badireyi aşabileceğinin işaretlerini verdi. 1101 yılında gelen üç haçlı ordusunu imha ettiği gibi, Danişmendlilere rekabet fırsatı vermedi. Malatya’yı alması Doğu Anadolu’daki Türk beylerinin ona itaat etmesini sağlarken, Musul’un yeni ve eski valileri arasındaki çatışmaya taraf oldu. Fakat Musul’u alarak Büyük Selçuklulara açıkça meydan okuması babası gibi hayatına mal oldu. Ancak Kılıç Arslan’ın kaybı, ne Süleymanşah’ın ölümü, ne de haçlı seferinin yol açtığı yıkıntıyla kıyaslanamayacak şiddette bir sarsıntı yarattı. Çünkü Tuğrul Arslan, Arap, Mesud ve Şahinşah adlı oğullarının en büyüğü olan 11 yaşındaki Şahinşah yakalanarak İsfahan’da hapse atılırken, devlet bir kere daha başsız kalmıştı. Bu defa şartlar Türkiye Selçukluları’nın etrafını çevirmiş bulunan Bizans, Ermeni, Danişmendli, Haçlı ve Büyük Selçuklu barikatleri dolayısıyla, öncekilerle kıyaslanamayacak kadar ağırdı. Kılıç Arslan’ın eşi küçük oğlu Tuğrul Arslan’ı Emir Bozmış’ın nezaretinde Malatya’ya getirerek sultan ilan etti. Belki de bu yaşta bir çocuğun Konya’da kabul görmeyeceği gerçeğinden hareket edilmişti. Daha önce İznik’te nâiblik yapan Ebûlgazi (Hasan)’nin; güneydoğu harekâtı öncesi de Konya’da nâib olarak bırakıldığı, 1109-1110 yıllarında Bizans’la mücadelelerde onun adının geçmesine bakılarak bu defa da nâib tayin edilmiş olduğu ileri sürülebilir. Öyleyse Ebûlgazi Hasan’ın, yaşları küçük olduğu için Kılıç Arslan’ın oğullarının Konya’ya dönmesini engellediği söylenebilir. Öte taraftan Kılıç Arslan, Bizans’a yardıma gönderdiği kuvvetler geciktiği için hayatını kaybetmiş olmasına rağmen; hiçbir vefa emaresi göstermeyen Aleksios da, Türkler’e karşı saldırıya geçmiş bulunuyordu. Bohemond’a karşı açık işbirliğine karşın Kılıç Arslan’ın ölümünden, haçlı seferinden kazandıklarını elinde tumak ve genişletmek için yararlanmak istiyordu. Bunun yanı sıra Danişmendliler de Sultan’ın ölümünden sonra yeniden Türkiye Selçukluları ile rekabet imkânı bulmuşlardı. Tuğrul Arslan’ı Konya’ya götüremeyen Hatun’un Sultan Tapar’la yaptığı görüşmeler sonucunda serbest bırakılan Şahinşah, nihayet 1110 yılında Anadolu’ya döndü. Malatya’da Hatun’la görüştükten sonra, kardeşleri Arap ve Mesud’u hapsedip Konya’ya gitti. Bir kaynağın amcazâdesini öldürüp tahta geçtiği şeklindeki ifadesi, eğer nâib ise Ebûlgazi’nin hanedan mensubu olduğunu açıkça göstermektedir. Şahinşah’ın Saltanatı Şahinşah 1110 yılında Konya’da tahtı ele geçirdiği zaman, anlaşmayı bozmuş olan Bizans, Türkler’i Anadolu’dan atmak için taaruza geçmiş bulunuyordu. Bu yüzden yeni sultanın ilk işi Bizans’a savaş açmak oldu. Şahinşah, Alaşehir’deki Bizans karargâhına sevk ettiği ordu yenilince, imparatora elçi göndererek onunla barış yaptı. Gazi’nin babası demek olan Ebûlgazi’nin bu lakabı oğlunun adına nisbetle aldığı, adının Hasan olduğu anlaşılmaktadır. Ebûlgazi Hasan’ın Süleymanşah Antakya seferine çıkarken yerine bıraktığı Ebûlkasım’ın kardeşi olduğu ve onun öldürülmesi üzerine, Kılıç Arslan dönene kadar İznik’te nâiblik yaptığı bilinmektedir. Haçlı seferi sırasında da Kayseri bölgesi emiri olarak Kılıç Arslan’ın yanında yer almıştı. 1097 yılında Ereğli savaşında gösterdiği kahramanlıklar dolayısıyla, adını taşıyan ziyaretgâhlarla Hasandağı hikâyeleriyle, milletin hafızasında yüzyıllarca yaşadı. Bozan’ın Ebûlkasım’ı yayının kirişi ile boğdurduğuna bakarak onun hanedan mensubu olduğu söylenmişti. Bu varsayım kardeşi Ebûlgazi için de geçerlidir. Şahinşah’ın onu bertaraf etmesi de, tahta göz koymasıyla ilgili olmalıdır. Nitekim daha sonra Şahinşah’a isyanı sırasında Mesud’un yanında yer alan oğlu Gazi’nin, savaş sırasında Şahinşah’a büyük bir hınçla saldırdığı nakledilmektedir. Onun Kulan Arslan’ın oğlu olduğu ihtimali, yaşından dolayı mümkün görülmemektedir. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 49 Bununla birlikte Türkmen beyleri etraflarında topladıkları kuvvetlerle Bizans’a karşı saldırılara devam ettiler. Güney Marmara kıyılarında ilerleyerek Çanakkale’ye kadar varan Türkler, imparatorun gönderdiği birlikleri yenip kumandanını esir aldılar. Bunun üzerine bizzat harekete geçen Aleksios ciddi bir netice alamadan İstanbul’a döndü (1113). Bir süre Balkanlar’daki sorunlarla ilgilenmek zorunda kalan Aleksios, Kafkaslar’daki Kıpçak baskısı ve Gürcü istilâsı dolayısıyla Anadolu’ya gelen onbinlerce Türkmen’in Şahinşah’a sağladığı gücü görerek yeniden sefere çıkmak zorunda kaldı. Konya’ya doğru ilerleyen, fakat Türkler’in iaşe imkânlarını yok etmesi yüzünden sıkıntı çeken Bizans ordusu, pusu ve ani baskınlarla yıpratılmaya devam edildi. Ancak Şahinşah İmparatora karşı giriştiği nizami savaşta başarısız olup çekildi. Bizans ordusundan iltica eden bir gayrımüslim Oğuz askerinin tavsiyesine uyarak düşmana gece baskınları düzenleyen Selçuklu sultanı insiyatifi ele geçirdi. Bizans ordusu çekilirken yaptığı baskınlarla galip durumda bulunan Şahinşah, İmparator’a elçi gönderip barış talebinde bulundu (1116). Karahisar yakınında İmparatorla buluşarak onunla anlaşmaya vardı. 50 Türkiye Selçuklu Tarihi Özet Türkiye Selçukluları’nın kuruluş tarihi ve şekliyle ilgili problemleri açıklayabilme Devletin kuruluşuyla ilgili olarak, Büyük Selçuklu Devleti ve Bizans İmparatorluğuna bağlı veya bağımsız olarak kurulduğuna dair görüşler bulunmaktadır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucuları olan Kutalmışoğulları’nın, Malazgirt zaferinden sonra Alp Arslan tarafından Anadolu’nun fethiyle görevlendirildikleri şeklindeki görüş, onların bu tarihlerde hapiste bulunması dolayısıyla kabul görmemiştir. Sultan Melikşah tarafından sürgün gibi bir görevlendirme yapıldığı görüşünün temelinde Melikşah’dan başkasının sultan unvanı alamayacağı anlayışı vardır. Ancak Güney Anadolu’ya geldiklerinden itibaren Büyük Selçuklu karşıtı bir politika takip eden ve Melikşah tarafından da üzerine ordular gönderilen Süleymanşah’ın Şam meliki Tutuş’la yaptığı savaşta ölmesi, rekabeti açıkça göstermektedir. Ayrıca Süleymanşah’ın Bizanslı taht davacılarına yaptıkları yardımlar ve Drakon Çayı anlaşması dolayısıyla Bizans’a tâbi olduğu ve bu olayların tarihlerinin de kuruluş tarihi olduğu yolundaki görüşler de asılsızdır. Tarihi olaylar dikkatle incelendiğinde Türkiye Selçukluları’nın Büyük Selçuklularla rekabet, Bizans’la mücadele halinde ve bağımsız olarak kurulduğu görülmektedir. Kuruluş tarihi ise, İslâm kaynaklarının verdiği İznik’in fetih tarihi olan 1075’dir. Süleymanşah’ın siyasetinin hedeflerini, Büyük Selçuklu ve Bizans Devleti ile ilişkilerini yorumlayabilme Süleymanşah İznik’i fethinden sonra, saltanat mücadelesine girişen Botaniates’i destekleyip tahta geçmesini sağlayarak; daha sonra da taht kavgalarına taraf olarak sınırlarını kolaylıkla Boğaziçi’ne kadar genişletmiş bulunuyordu. Ancak 1080 yılında tahtı ele geçiren Aleksios Komnenos, Türkler’i buralardan atmak istiyordu. Bunu askeri yollarla başaramayınca, bu sırada Balkanlardan da Norman saldırısına maruz kaldığı için diplomasiye başvurdu. Süleymanşah ile Drakon Çayı anlaşmasını imzalayan İmparator, Türkler’in Boğaziçi’nden çekilmesi kaydıyla, adı geçen çayın doğusunda kalan toprakların onlara aidiyetini kabul ediyordu. Böylece fiili durumu hukukileştiren Süleymanşah, Bizans cihetinden kendisini emniyete aldıktan sonra, yönünü doğuya döndü. Başlıca hedefi, Malazgirt savaşından sonra Bizans’ın boşalttığı fakat Türkler’in de henüz vazıyed edemediği Anadolu topraklarında siyasi birliği sağlamaktı. Bu maksatla Çukurova ve Fırat havzasında bazı yerleri fethedip Antakya’ya ulaştı. Bu yönde takip ettiği siyasetin diğer hedefleri de Büyük Selçuklular’la rekabet soydaş ve dindaşlarının bulunduğu bu alanlarla bağlantı kurarak devletinin medeni gelişimini sağlamak olarak ortaya çıkmaktadır. Kılıç Arslan döneminde takip edilen siyasetin esaslarını belirleyebilme Süleymanşah’ın ölümü üzerine esir düşen ve Melikşah’ın ölümüne kadar İsfahan’da hapiste kalan Kılıç Arslan 1092’de kaçıp ülkesine döndü. Ancak babasının Marmara kıyılarından Halep kapılarına kadar genişlettiği ülkesi, İznik ve çevresinde küçük bir beyliğe dönüşmüştü. Kılıç Arslan önce Çaka Bey’le işbirliği halinde Bizans’ı gerilettikten sonra, babasının siyasetini takip ederek Bizans’la barış yapıp yüzünü doğuya döndü. Babasına tâbi beyleri yeniden kendisine bağlayarak hâkimiyetini genişletti. Süleymanşah’ın ölümü üzerine, Melikşah’ın Antakya-Urfa-Diyarbakır hattında kestiği el-Cezire yolunu Malatya üzerinden aşmaya karar verdi. Bu amaçla Ermeni bir valinin elinde bulunan şehri kuşattı. Ancak tam bu sırada haçlı ordularının İznik’i kuşattığı haberi ulaştı. 1 2 3 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 51 Haçlı Seferlerini Türkiye Selçukluları açısından yorumlayabilme Papalığın 1095 yılında Clermont konsilinde kararlaştırdığı üzere, yüzbinleri aşan haçlı orduları Melikşah’ın ölümü sebebiyle istikrarsızlık içerisinde bulunan İslâm dünyasına karşı saldırıya geçmişlerdi. Bu orduların maksat ve niteliğine dair bilgisi bulunmayan Türkler’in, halkın haçlı seferi adı verilen güruhu kolaylıkla imha etmesi, onlar hakkında yanlış bir izlenim yarattı. İznik haçlılar tarafından kuşatıldığında Kılıç Arslan Malatya önlerinde bulunuyordu. Gecikmiş olarak döndüğünde ise başkentini kurtaramadı. Şehir Bizanslılar’a teslim edildi. Haçlı ordularının muhtemel yürüyüş yollarında yiyecek su kaynaklarını yok ederek, Eskişehir ve Ereğli yakınlarında karşılarına çıkan sultan kalabalık haçlı orduları karşısında başarılı olamadı. Yollarına devam eden haçlılar ise Çukurova’dan sonra Urfa, Antakya ve Kudüs’ü alarak hâkimiyetlerini kurdular. Bu durum bütün İslâm dünyası adına büyük bir darbe olmakla birlikte, Türkiye Selçukluları bakımından daha ağır sonuçlar doğurdu. EgeMarmara-Akdeniz kıyılarındaki topraklarını kaybeden, güneydoğuya çıkış yolları tamamen kapandığı için Konya ve havalisine sıkışmış bir kara beyliğine dönüştü. Bununla birlikte 1101 yılında Latin Doğu’ya destek için gelen orduların, Anadolu’da imha edilmesi Türkler’e yeniden özgüven kazandırdı. Kılıç Arslan’ın Büyük Selçuklular’la mücadelesini ve sonuçlarını açıklayabilme 1101 yılı haçlılarının imha edilmesinden sonra Danişmend Gazi, Malatya’yı kuşatarak aldı. Kılıç Arslan güneydoğu siyaseti bakımından aleyhine gelişen bu durum üzerine Danişmend beyini yenip, bir süre sonra da Malatya’yı kendi topraklarına kattı. Kılıç Arslan’ın kudretini arttırması Doğu Anadolu’daki küçük Türkmen beyliklerinin de kendiliklerinden itaat etmesiyle sonuçlandı. Bu arada Büyük Selçukluların eski Musul valisi Çökürmüş ile onun yerine tayin edilen Çavlı arasındaki mücadeleye taraf oldu. Çökürmüş’ün adamlarının davetini kabul ederek Musul’u ele geçirdi ve hutbeyi adına okuttu. Büyük Selçuklular’ın uzaktan zayıf denetimi altında bulunan bölge beyleri Kılıç Arslan’ın güçlenmesinden rahatsız olarak Çavlı’yla birlikte cephe oluşturdular. Türkiye sultanı onlara karşı giriştiği savaşı ve hayatını kaybetti. Bu durum haçlı seferinin yarattığı engelleri aşma istidadı gösteren Türkiye Selçukluları’nı taht boş kaldığı, düşmanlarına ve rakiplerine harekete geçme fırsatı çıktığı için, uzun sürecek bir buhrana sürükledi. 4 5 52 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Türkiye Selçukluları’nın kuruluşuyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Devletin kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah’tır. b. Sultan Melikşah tarafından Anadolu’ya tayin edilmiştir. c. 1075 yılında İznik’te kurulmuştur. d. Drakon Çayı anlaşması ile Bizans’a bağlı olarak kurulduğu ileri sürülmektedir. e. Bizans ve Büyük Selçuklular’dan bağımsız kurulmuştur. 2. Aşağıdakilerden hangisi Süleymanşah Dönemi ile ilgili değildir? a. Aleksios Komnenos’a askeri yardımda bulunması b. Melikşah’ın Anadolu’ya Porsuk idaresinde ordu göndermesi c. Melikşah’ın Anadolu’ya Bozan idaresinde ordu sevk etmesi d. Antakya’nın fethi e. Kilikya’(Çukurova) nın fethi 3. Drakon Çayı Anlaşması’yla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Bizans İmparatorluğu ile Türkiye Selçukluları arasında imzalanmıştır. b. Bu anlaşmayla Drakon Çayı’nın doğusunda kalan topraklar, Türkiye Selçuklularına bırakılmıştır. c. Süleymanşah anlaşmayı “Sultan” unvanıyla imzalamıştır. d. Anlaşma Bizans’ın isteği üzerine imzalanmıştır. e. Bu anlaşmayla Türkiye Selçukluları Bizans’a tâbi duruma gelmiştir. 4. Süleymanşah’ın Güneydoğu Anadolu’ya yönelmesinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir? a. Güneydoğu Anadolu’da zengin maden yataklarının bulunması b. Türkiye Selçukluları’nın Hac yollarının güvenliğini üstlenmesi c. Sultan Melikşah’ın, Süleymanşah’a güneydoğuyu iktâ olarak vermesi d. Türkiye Selçukluları’nın medenî gelişimi için buradaki soydaş ve dindaşları ile bağlantı kurmasının zorunluluğu e. Fatımîler’den gelebilecek Şiî tehlikesine karşı önlem almak istemesi 5. Süleymanşah’ın ölümüyle ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Ölümünden hemen sonra yerine oğlu Kılıç Arslan geçmiştir. b. Melikşah’a karşı giriştiği taht kavgasında yaşamını yitirmiştir. c. Türkiye Selçukluları geçici olarak Melikşah’ın tâbiyetine girmiştir.. d. Antakya Büyük Selçuklular’ın idaresine geçmiştir. e. Bizanslı’lar İznik’i işgal etmiştir. 6. Aşağıdakilerden hangisi I. Haçlı Seferi’nin nedenleri arasında yer almaz? a. Avrupa’da feodal düzenin sebep olduğu sosyal çöküntü b. Bizans’ın Türk ilerleyişi karşısında papalıktan yardım istemesi c. Evrensel hale gelen İslâmiyet’in Hıristiyanlık karşısında tehdit oluşturması d. Hıristiyanların, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden Kudüs’teki Yahudileri sorumlu tutması e. Türklerin Balkanlar’a geçerek papalık için tehdit olabileceği korkusu 7. Bizans İmparatorluğu’nun haçlı seferinden beklentileriyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Türkleri Anadolu’dan atmak için Papalıktan yardım istemişlerdir. b. Bizans İmparatorluğu Marmara ve Ege kıyılarını Türklerden geri almıştır. c. Bizans Avrupa’dan gelen vasıfsız kalabalıklardan dolayı hayal kırıklığına uğramıştır. d Haçlılar’ın kontrol edilebilmesi açısından önemli olan klasik sefer yolu Bizans’ın eline geçmiştir. e. Bu sefer sonunda haçlılar ile Bizans arasında derin düşmanlıklar oluşmuştur. 2. Ünite - Kuruluş Dönemi (Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan) 53 Okuma Parçası 8. Selçuklu- Haçlı savaşlarıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Türkler savaş usullerine yabancı oldukları ağır zırhlı savaşçılar karşısında yenilmişlerdir. b. Türkiye Selçukluları Konya ve havalisine çekilmek zorunda kalmıştır. c. Haçlılar’ın hristiyan olmayanlara karşı insanlık dışı muameleleri Türkler’de, kimlik bilincini kuvvetlendirmiştir. d. Türkler ile Haçlılar arasında kültürel ve ekonomik ilişkiler kurulmuştur. e. İlk gelen vasıfsız haçlı birlikleri, Türkleri, sonradan gelen haçlıların gücü hakkında yanıltmıştır. 9. 1101 Yılı Haçlı Seferiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Çukurova, Antakya, Urfa ve Kudüs Haçlılar tarafından zapt edilmiştir. b. Danişmendliler, Türkiye Selçukluları aleyhine genişlemeye başlamıştır. c. Busefer sonunda haçlı kontu Bohemond hapisten kurtarılmıştır. d. Bu sefer Latin Doğu’nun insan ihtiyacını karşılamak üzere düzenlenmiştir. e. Bizans, bu sefer sırasında haçlıların yardımıyla Karadeniz sahillerini de geri almıştır. 10. Kılıç Arslan dönemi Türkiye Selçukluları ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Malatya üzerinden el-Cezire’ye inerek haçlı seferinin yarattığı tecridi kırmak istemiştir. b. Süleymanşah’ın Güneydoğu siyasetini sakıncalı bularak batıya ağırlık vermiştir. c. Bizans İmparatoru’na, haçlılara karşı askeri yardım yapmıştır. d. Devletin başkenti, İznik Bizans İmparatorluğu’nun eline geçmiştir. e. Kılıç Arslan’ın Musul seferi, Büyük Selçuklular’la rekabetin sonucudur. Anna Komnena’nın babası Aleksios Komnenos dönemini anlattığı Alexiad adlı eserde, Malazgirt sonrası Anadolu’u ve Türkler’e dair tasvirlerinden bir örnek: “İmparator Alexios devletin can çekişmekte olduğunun bilincindedir. Türkler korkunç biçimde yakıp yıkmakta, talan etmekte...//...Alexios gözlerinin dibinde Üsküdar’a kadar sokulmuş bulunan düşmanlarına karşı kullanılabilecek tüm savunma imkânlarını inceleyip durmakla birlikte, o anda var olan ve ağırlığını duyurarak kendisini tehdit eden tehlikeye karşı hazırlandı. Nitekim dinsiz Türkler’in (Aleksios’un) gözleri önünde Marmara Denizi yöresine nasıl yerleştiğine ve tüm Anadolu’da buyruk yürüten Süleyman’ın Nikaia/ İznik’i üs edindiğine; bizim imparatorluk dediğimiz saltanat merkezinin de orada bulunduğuna, sürekli olarak öteye beriye akıncılar gönderdiğine; İznik’e komşu tüm toprakları talan ettiğine; Bosphoros/İstanbul Boğazı’nda Damalis denilen kente kadar atlı ve yaya akınlar yaptığına, pek çok ganimet devşirdiğine; hatta neredeyse Boğaz’ı bile aşmaya kalkışacak olduğuna bir iki sözle işaret edilmişti. Byzantionlular bu istilacıların hiç korkmadan her tarafta, kıyı boylarındaki küçük kentlerde ve hatta kutsal yapılarda yaşamakta olduğunu, kimsenin de onları kovamadığını görmekle tam bir dehşete düşmüş bulunuyor ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Kaynak: Alexsiad (1996), 118, 124. 54 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise, “Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise, “Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise, “Bizans İmparatorluğu İle İlişkiler’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise, “Bizans İmparatorluğu İle İlişkiler’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. c Yanıtınız yanlış ise, “Büyük Selçuklularla Rekabet ve Süleymanşah’ın Ölümü’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. d Yanıtınız yanlış ise,“Birinci Haçlı Seferi’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise, “Birinci Haçlı Seferi’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise, “Birinci Haçlı Seferi’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise, ”1101 Yılı Haçlı Seferi’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise, “I. Kılıç Arslan Dönemi’’ konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Selçuklular baştan beri sünni Abbasî Halifeliğine bağlı idiler. Ayrıca Tuğrul Bey, 1055 ve 1059 yıllarında düzenlediği iki Bağdad seferiyle, Halifeyi şiî Büveyhoğullarının tahakkümünüden kurtarmış; kendi himayesi altına almıştı. Böyle bir durumda Abbasî Halifesine karşıtlık doğrudan Selçuklu sultanına tavır almak anlamına geliyordu. Sıra Sizde 2 Anadolu’da birliği sağlamak ve hâkimiyetini güçlendirmek, medeni gelişimini sağlayabilmek için ihtiyaç duyduğu kan naklini gerçekleştirebileceği soydaş ve dindaşlarıyla bağlantı kurmak ve Büyük Selçuklular’la rekabet etmek isteğidir. Sıra Sizde 3 Melikşah’ın veya Büyük Selçukluların Türkiye Selçukluları’na karşı yürüttükleri düşmanca siyasetin temelinde iki aile arasındaki tarihi rekabet vardır. Kutalmışoğulları’ı taht için potansiyel bir tehlike oluşturuyorlardı. Dolayısıyla merkezden uzak ve denetlenmesi zor olan Anadolu’da bağlı, ya da bağımsız bir teşekkül oluşturmaları istenmiyordu. Sıra Sizde 4 Haçlı ordularının en büyük üstünlüğü hiç şüphesiz, sayısal olarak Türkler’den kat kat fazla olmalarıydı. Bunun kadar önemli başka bir husus, Türkler’in ok yağmuruyla başlayan ve sahte ricatle düşmanı imha eden taktiklerinin, ağır zırhlı haçlı ordusuna karşı uygulanamaması. İznik düşene kadar haçlıların gücü ve maksatlarına dair doğru istihbarat alamamış olmaları dolayısyla, başlangıçta düşmanı hafife almaları Türkler’in yenilgilerinde başlıca etkenlerdir. Sıra Sizde 5 Haçlı ordularının başarılı olması durumunda, Selçuklu Devleti’nin himayesinden mahrum kalıp dağıtılacak olan Türkler’in Anadolu’da barınması mümkün olamazdı. Bu zaferin Anadolu’nun vatanlaşması sürecinde büyük önemi vardır. Yararlanılan Kaynaklar Anna Komnena (1996). Alexiad Malazgirt’in Sonrası (Çev. Bilge Umar), İstanbul. Bezer, Öğün, Gülay (2002). “Türkiye Selçukluları’nın Güneydoğu Siyaseti ve I.Haçlı Seferinin Bunun Üzerindeki Etkileri” Türklük Araştırmaları Dergisi, 12, İstanbul s.79-113. Cahen, Claude (2000). Osmanlılardan Önce Anadolu (Çev. Erol Üyepazarcı), İstanbul Demirkent, Işın (1996). Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan Ankara. Kafesoğlu, İbrahim (1981). “Anadolu Selçuklu Devleti Hangi Tarihte Kuruldu” Tarih Enstitüsü Dergisi 10-11, İstanbul, s.1-28. Sevim, Ali (1990). Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Ankara. Turan, Osman (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Sultan Mesud’un Danişmendliler’le ilişkilerini tanımlayabilecek, Bizans’ın bu dönem şartlarını nasıl değerlendirdiğini açıklayabilecek, Sultan Mesud’un devletini yeniden Anadolu’nun en güçlü iktidarı konumuna yükseltebilmesinin esaslarını belirleyebilecek, II. Kılıç Arslan’ın saltanatının ilk yıllarında karşılaştığı problemleri değerlendirebilecek, Miryokefalon Savaşı’nın nasıl bir gelişime imkân verdiğini açıklayabilecek, Bu dönemde devletin bünyesinde oluşan problemleri belirleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Sultan Mesud • Kılıç Arslan • Danişmendliler • Türkmenler • Bizans İmparatorluğu • Miryokefalon • Ermeniler • Selahaddin Eyyûbî • Haçlılar İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi • SULTAN I. MESUD DÖNEMİ (1116-1155) • II. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ (1155-1192) TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ SULTAN I. MESUD DÖNEMİ Tahtı Ele Geçirmesi ve Danişmendli Vesayeti Şahinşah Aleksios Komnenos ile savaş halinde onu takip ederken; kardeşi Mesud’un Danişmendli Emir Gazi ile birlikte üzerine gelmekte olduğunu öğrendi. Bunun üzerine imparatoru da şaşırtan bir barış teklifinde bulundu. Şahinşah, Aleksios’un düşmanlarını birbirine kırdırma siyasetine uygun olarak yaptığı asker yardımı teklifini, belki durumun ciddiyetini fark edemediği için kabul etmedi. Nitekim Melik Mesud her nasılsa hapisten kurtulmuş ve kızıyla evlendiği Danişmendli Emir Gazi’nin desteği ile tahtı ele geçirmek amacıyla üzerine gelmekteydi. Şahinşah, Mesud’un durumunu öğrenmek için gönderdiği öncü birliğinin taraf değiştirmesi yüzünden ihanete uğrayıp pusuya düştü. Şahinşah kaybedeceğini anlayınca bir Bizans kalesine sığındı; fakat yine kendi adamlarının ihaneti sonucu yakalanıp Mesud’a teslim edildi. Mesud önce ağabeyinin gözlerine mil çektirip onu Konya’da eşine teslim ettiyse de, mil çekme işleminin tam yapılmadığı kuşkusuyla yayının kirişiyle boğdurdu. Kendisi Türkiye Selçuklu Devleti tahtına oturdu (1116). Ancak Mesud bir yandan yaşının çok genç olması, diğer yandan da tahtını Danişmendli Emir Gazi’ye borçlu bulunması dolayısıyla hükümdarlığa onun gölgesinde başladı. Her ne kadar Şahinşah dönemi çok parlak değildiyse de; her şeye rağmen Türkiye Selçukluları adına bağımsız bir iradeyi temsil ediyordu. Oysa Mesud, kendisine tahtı temin eden kayınpederinin üstünlüğünü kabul edip, onun vesayeti altına girmek zorunda kaldı. Emir Gazi’nin öldüğü 1134 yılına kadarki dönem, Sultan Mesud’un 39 yıllık uzun saltanatının birinci kısmını oluşturmaktadır. Bizans’ın İlerleyişi Bizans imparatoru, I. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra Türkiye Selçukluları’nın uğradığı sarsıntıdan azami derecede istifade etmişti. Şahinşah’ın saldırılarını durdurmak konusunda, kısmen başarı sağlayan Aleksios’un ölümü üzerine yerine oğlu Ioannes (1118-1143) geçmişti. Ancak Şahinşah’ın ölümünden hemen önce imparatorla yaptığı anlaşma hükümsüz kalmış; Bizans’ın Çukurova’yla Suriye’yi kontrolü açısından çok önemli olan Denizli ve Uluborlu şehirleri Türkler’in eline geçmişti. Ancak yeni imparator da tıpkı babası gibi saltanatını neredeyse Türklerle mücadeleye hasredecektir. Buna mukabil Sultan Mesud’un kayınpederinin gölgesinde, Konya çevresiyle sınırlı hükümdarlığı, İoannes’in daha fazla ilerlemesine imkân veriyordu. Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi Vesayet, bir yetimin, yaşı küçük ya da ehliyeti olmayan birisinin sahip olduğu servetin tayin edilen bir vâsi eliyle yönetilmesidir. 58 Türkiye Selçuklu Tarihi 1119 yılında orduyla yola çıkan İoannes, Alaşehir’e gelerek karargâhını kurdu. Hedefi Türkmen ilerleyişini durdurmak üzere Denizli’yi geri almaktı. İmparator’un, Türk asıllı komutanlarından Aksukhos idaresinde gönderdiği kuvvetler, Alpkara adlı bir komutan idaresinde, küçük bir müfrezenin koruduğu ve Sultan Mesud’un yardım edemediği Denizli’yi ele geçirdiler. Aksukhos hakkında daha fazla bilgi için bkz. Işın Demirkent “Komnenos Hanedanının Büyük Başkumandanı: Türk Asıllı İoannes Aksukhos”, Belleten (1996) LX, 227, Ankara Bununla birlikte merkezi idare ne kadar zayıf olursa olsun, Türkmenlerin Bizans uçlarındaki ilerleyişi kendi mecrasında devam ediyordu. İoannes bu ilerleyişi durdurmak maksadıyla, 1121’de yeniden Anadolu’ya girdi. Bu seferki hedefi yine Batı Anadolu’da Türkmenlerin üssü konumundaki Uluborlu idi. Bu müstahkem şehir de, Türk kuvvetlerinin Bizans askerleri tarafından pusuya düşürülüp ağır zayiat verdirilmesi sonucu düştü. Antalya’ya kadar ilerleyen İmparator, Türklerin elinde bulunan birçok yeri zapt etti. Malatya’nın Danişmendlilerin Eline Geçmesi Türkiye Selçukluları’nın güneydoğu siyaseti dolayısıyla Danişmendlilerle, Malatya üzerindeki rekabetinden daha önce de söz edilmişti. Önce Büyük Selçuklularla çatışma, sonra Birinci Haçlı Seferinin yarattığı şartlar dolayısıyla Suriye kapısı tamamen kapanan Anadolu Türkleri için, el-Cezire’ye açılan tek kapı Malatya idi. İşte bu sebeple Danişmendli beyinin Kılıç Arslan’ı hiçe sayarak şehri alması aralarında bir savaşa yol açmış; sultan yenilgiye uğrayan Danişmend Gazi öldükten sonra burayı zapt etmişti (1105). Kılıç Arslan Musul seferinde ölünce eşi, küçük oğlu Tuğrul Arslan’la Malatya’ya gelerek onu burada sultan ilan etmişti. Süryani Mihail’in “Malatya Sultanı” ifadesi, onun hükümdarlığının sınırlarına işaret etmektedir. Tuğrul Arslan, annesinin Harput hâkimi Artuklu Belek Gazi ile evlenip, onu atabeyliğine tayin etmesi dolayısıyla güvende bulunuyordu. Nitekim Belek Gazi’nin, Haçlılar’a karşı kazandığı zaferler dolayısıyla İslâm dünyasında itibarlı bir mevkii vardı. Ancak Selçukluların Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra uğradığı sarsıntı, Danişmendlilere güç kazandırmıştı. Nitekim Emir Gazi damadı Mesud’un zayıf durumundan yararlanıp onun aleyhine topraklarını genişletmeye başladı. İlk hedefi ise, Belek Gazi’nin ölümü üzerine (1124) onun himayesinden mahrum kalan Malatya oldu. Belek’in halefleri ile Tuğrul Arslan arasında onun mirası için cereyan eden çatışmalar Emir Gazi’ye fırsat verdi. Haziran 1124’de, Mesud’un da onayını almış olarak Malatya’yı kuşattı. Şehrin etrafını yağmalayan Danişmendli beyi, Sultan Mesud’un Malatya siyasetini ailesine ihanet olarak değerlendiren Melik Arab’ın, topraklarına saldırması yüzünden buradan ayrılmak zorunda kaldı. Fakat kuşatmayı oğlu Muhammed’e devretti. Dışarıyla bağlantısı kesilen şehirde kıtlık baş gösterdi. Tuğrul Arslan’ın haçlılardan yardım alma teşebbüsü sonuçsuz kaldı ve altı ay süren bu zorlu kuşatmadan sonra, Malatya’yı Danişmendlilere terk edip annesiyle birlikte Minşar kalesine çekildi. Melik Arab’ın İsyanı Sultan Mesud’un kardeşinin elinde bulunan Malatya’yı, bir bakıma Danişmendlilere terk etmesi diğer kardeşinin isyanına sebep olmuştu. Ankara-Çankırı civarına hâkim olduğu anlaşılan Melik Arab, 30.000 kişilik bir orduyla Mesud’un üzerine yüBelek Gazi, meşhur Artuk Bey’in torunudur. 1092’den itibaren, tarih sahnesinde görülmeye başlayan Belek 1124 yılında şehit olduğu tarihe kadar, haçlılarla aktif mücadele içerisinde oldu. 1122’de Urfa kontu ve beraberindeki soyluları; 1123’de ise Kudüs kralını esir etmek suretiyle büyük şöhret kazandı. 1113’den itibaren Palu merkez olmak üzere, Doğu Anadolu’nun bir kısmı ve 1122’de Haleb’i de içerisine alan bir beylik oluşturmuştu. 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 59 rüyüp onu yenilgiye uğrattı (1126). Mesud, Danişmend beyi bu sırada Artuklular’la meşgul olduğu için, yardım almak üzere İstanbul’a gitti. Arab’ın Karadeniz yönünde yayılışından rahatsız olan imparator, bu sebeple Mesud’a istediği yardımı vermekle kalmadı; daha sonra bu iç çatışmalardan yararlanıp Kastamonu’yu da aldı. İstanbul’dan dönen Mesud, Emir Gazi ile birlikte kardeşini yenilgiye uğratıp onu Çukurova’daki Ermenilere sığınmaya mecbur etti. Melik Arab 1127’de buradan topladığı kuvvetlerle Danişmendli beyinin oğlu Muhammed’i, sonra onun oğlu Yunus’u esir alıp, diğer oğlunu öldürmesine ve Emir Gazi’yi yenmesine rağmen, sonunda Bizans’a iltica etmek zorunda kaldı ve orada öldü. Onun hâkimiyetindeki topraklar da Danişmendlilerin eline geçti. Emir Gazi Ankara, Çankırı ve Kastamonu havalisini topraklarına kattıktan sonra, Kasianus adlı Bizanslı bir valinin idaresindeki yerleri de, fazla bir direniş görmeden alıp topraklarını Karadeniz sahillerine doğru genişletti (1129). Ertesi yıl Antakya haçlıları ile Kilikya Ermeni prensi Leon arasındaki anlaşmazlığa müdahil oldu. Prinkeps II. Bohemond savaş meydanında hayatını kaybetti. Halifeye zaferini prinkepsin kesik başı ve pek çok hediyleyle bildirdi. Hatırlanacağı üzere baba Bohemond da Emir Gazi’nin babası tarafından yenilgiye uğratılıp Niksar’da hapsedilmişti. Danişmend beyi 1131’de Leon’u vergi vermek suretiyle kendisine bağladı. İmparator İoannes’in istilâ ettiği Kastamonu’yu geri aldı. Bu başarıları İslâm âleminde şöhretini arttırdı. Nitekim 1134’de ölüm döşeğinde iken, Halife ve Sultan Sancar tarafından melik unvanıyla hükümdarlığı onaylandı. Sultan Mesud’un Danişmendli Vesayetinden Kurtulması Emir Gazi’nin ölümüyle Sultan Mesud, saltanatının hükümran olamadığı dönemini tamamlamış oldu. Bu dönemde Mesud’un yardım veya onayıyla, kardeşleri Tuğrul Arslan ve Arab’a ait Malatya, Ankara-Çankırı-Kastamonu çevreleri Danişmendlilerin eline geçmişti. Mesud, Emir Gazi’den bağımsız hareket edemediği gibi, birçok seferde de onun yanında yer almıştı. Sultan Mesud’un iktidarını, kendi meşruiyetinin kaynağı olarak kullanan Emir Gazi, bu sayede topraklarını Fırat’tan Sakarya havzasına kadar genişletti. Bunun karşılığı olarak da yukarıda söylendiği gibi, bu ülkedeki en büyük siyasi gücün sahibi olarak hâkimiyeti onaylandı. Emir Gazi’nin, yerine geçen Muhammed’den başka Yağıbasan, Aynüddevle ve Yağan adlı üç oğlu daha vardı. Melik Muhammed babasına gönderilen meliklik alâmetlerini alarak tahta geçti. Ancak ona karşı isyan eden kardeşi Yağan öldürülürken, Aynüddevle Malatya’ya kaçtı. Sultan Mesud’un da bu durumdan yararlanmak istemesi tabii idi. Nitekim Emir Gazi zamanında hareket kabiliyeti sınırlı olan Mesud, aynı zamanda kayınbiraderi olan Muhammed’e karşı gücünün sınırlarını yoklamak istedi. Bu maksatla, Çankırı ve Kastamonu’yu almak üzere harekete geçen Bizans imparatoru ile ittifak etti (1135). Melik Muhammed, Sultan’a özellikle aynı soydan olmaları sebebiyle işbirliği yapmaları gerektiğini bildiren bir mektup gönderdi. İkna olan Mesud’un Bizans’a yardıma giden kuvvetlerini geri çağırıp Muhammed’le anlaştığı kaydedilmektedir. Bununla birlikte Muhammed’in, kendi askeri gücünün de kaynağını oluşturan Türkmenler üzerindeki etkisiyle, askerlerinin geri çekilerek Mesud’u anlaşmaya zorladıkları da ihtimal dışı değildir. Bu durum yine de Mesud’un artık Danişmendlilerle rekabet edebileceğinin işaretiydi. Sultan Mesud’un saltanat dönemini genel hatlarıyla nasıl tasnif edersiniz? 1 60 Türkiye Selçuklu Tarihi Sultan Mesud’un Bizans Taarruzu Karşısında Melik Muhammed’le İşbirliği İmparator İoannes, Sultan Mesud’dan beklediği yardım gelmediği için Çankırı kuşatmasını kaldırmak zorunda kaldı. Kışı burada çok zor şartlarda geçiren İmparator, Çankırı’yı tekrar kuşatıp aldı. Bu kuşatmalarda Bizans ordusuyla doğrudan savaşa girmeyen Türkler, onun çekilmesinden sonra kaybettikleri yerleri geri aldılar. Mesud ve Melik Muhammed, İoannes’in Kilikya’ya seferine çıkmasından (1137) faydalanıp Bizans topraklarında fetihlerini genişlettiler. İmparator’un Kilikya (Çukurova) seferine çıkmasının başlıca sebebi, Tarsus, Adana, Misis ve Anazarba gibi Bizans’a ait şehirleri zapt eden Ermeni prensi Leon’u cezalandırmaktı. Nitekim Selçuklu topraklarından büyük tahribat yaparak geçen İoannnes, Çukurova şehirlerini geri aldı. Antakya’yı kuşattığı sırada huzuruna gelen Urfa ve Antakya kontlarının bağlılık bildirmeleri de teorik olarak çok önemli bir olaydı. İmparator bu seferi, Musul’dan Haleb’e kadar uzanan toprakların sahibi, atabey İmadeddin Zengi’ye karşı kazanacağı bir zaferle sonlandırmak istiyordu. Kışı Tarsus yakınlarında geçiren İmparator, Leon’u esir edip İstanbul’a gönderdi. Nisan 1138’de çıktığı Suriye seferinde haçlılarla birlikte düzenlediği Haleb kuşatması başarısızlıkla sonuçlandı. Sultan Mesud’un imparatoru takiben Adana bölgesini istilâ etmesi, Şeyzer’i kuşatmakta olan İmparator’un hiçbir sonuç alamadan dönmesine sebep oldu. Suriye’de İslâm beldelerinde büyük tahribat yapan İmparator, buna rağmen İstanbul’a dönebilmek için Sultan Mesud’la anlaşmak zorunda kaldı (1138). Mesud bundan sonra Maraş bölgesindeki haçlılara karşı düzenlediği seferde bölgeyi tahrip edip pek çok esir aldı. Melik Muhammed’in Ceyhan havzasında Ermenilere karşı yürüttüğü harekât da bununla paralellik arz ediyordu. Türklerin Sakarya boylarına kadar yayılması, Trabzon hâkimi Konstantinos Gabras’ın da onlarla işbirliği yapması İoannes’i yeni bir sefer düzenlemeye mecbur etti. İmparator Danişmendli şehirlerinden Niksar’ı kuşattı (1140). Türkmenlerin taarruzları ve ağır kış şartları dolayısıyla zaten bir hayli yıpranmış olan imparator, yeğeni İoannes’in Sultan Mesud’a iltica etmesiyle zor duruma düştü. Bu durumda muhasarayı kaldırıp çekilirken, Türk birliklerinin düzenlediği baskınlarda da zayiat vererek başarısız bir şekilde İstanbul’a döndü. Bu ve diğer ilticalar hakkında daha fazla bilgi için bkz. Mustafa Daş “Selçuklu Ülkesinde Bizanslı Mülteciler”, Toplumsal Tarih (2000) 4-12. Sultan Mesud bu müsait durumdan yararlanarak Uluborlu (Sozopolis)’yu yeniden topraklarına katmak üzere sefere çıktı. Türk birliklerinin Antalya’ya kadar ilerlemesi, İmparator’u harekete geçirdi (1141 baharı). Selçuklu ordusu Uluborlu kuşatmasını kaldırıp çekilirken, İoannes Antalya’ya vardı. İstanbul-Antalya yolunun güvenliği bakımından, Beyşehir Gölü’ndeki adalarda yaşayan Hıristiyan ahaliyi tâbiyet altına almak istedi. Ancak Selçuklu idaresinden memnun olan halkın direnişiyle karşılaştı. Adaları işgal edip bir söylentiye göre halkını Konya’ya süren İoannes yeniden Kilikya’ya indi. İmparatorun hedefi Antakya’yı almaktı; fakat bir yıl kadar süren bu uzun sefer, Antakya’ya karşı savaş hazırlıkları yaparken, av sırasında zehirli bir okla yaralanıp ölmesiyle sona erdi (Nisan 1143). İmparatorluk dönemini Anadolu’da Selçuklu ve Danişmendlilere, Ermenilere ve haçlılara karşı Erbasgan hadisesinden itibaren, Selçuklu ve Bizans hanedan mensuplarının karşılıklı olarak iltica ettikleri bilinmektedir. İmparatorun adaşı olan yeğen İoannes’in sığınma hadisesi, Sultan Mesud’un Niksar muhasarasında hazır bulunduğunu kanıtlamaktadır. Daha önce babası da önce Sultan Mesud’a, sonra Emir Gazi’ye iltica etmiş olan İoannes bir daha ülkesine dönmedi. Çelebi unvanı alan bu Bizanslı şehzâde Müslüman olup sultanın kızıyla evlendi. 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 61 seferlerle geçiren İoannes’in ölümü, başta Sultan Mesud olmak üzere, onun tüm düşmanlarını rahatlattı. Sultan Mesud’un Yükselişi Sultan Mesud görüldüğü gibi, İoannes’in takip ettiği aktif siyaset sebebiyle insiyatif alamamıştı. Kısa bir zaman önce Melik Muhammed’in vefatıyla rahatlayan Sultan Mesud’un önünde, Bizans imparatorunun ölümüyle geniş bir hareket alanı açılmış oldu. Zira Danişmend beyinin tahtını bıraktığı Zünnûn ile Yunus ve İbrahim adlı oğullarından başka kardeşleri Yağıbasan ve Aynüddevle arasında hâkimiyet mücadelesi başlamıştı. Muhammed’in hanımı, kayınbiraderi Yağıbasan ile evlenerek Zünnûn’u Kayseri’den attı. Aynüddevle ile Yunus birleşerek Malatya’yı kuşattılar. Sultan Mesud ise damadı Zünnün’u desteklemek üzere harekete geçti. Yağıbasan’ı Sivas’ı da terk etmeye mecbur eden Sultan, Zünnun’un Kayseri’ye dönmesini sağladı. Bu arada Malatya’nın Aynüddevle’nin eline geçmesiyle Danişmendliler bölünmüş oldular. Danişmendlilerin İtaat Altına Alınması Sultan Mesud, Yağıbasan’a ait Sivas havalisini yağmaladıktan sonra Haziran 1143’de Malatya’yı kuşattı. Ancak sultanın yeğeni olan karısının arabuluculuk teşebbüsüne rağmen, Aynüddevle tâbiyeti kabul etmedi. Tam bu sırada Çukurova seferi sırasında ölen İoannes’in tahtını bıraktığı oğlu Manuel’in, Selçuklu topraklarından izinsiz geçmekte olduğu haberi üzerine buradan ayrılmak zorunda kaldı. Ancak ertesi yıl Aynüddevle’ye ait olan Ceyhan ve Elbistan bölgesini topraklarına kattı. Oğlu Kılıç Arslan’ı Elbistan meliki tayin etti. İkinci kere Malatya’yı muhasara eden Mesud, Bizans imparatorunun büyük bir orduyla Selçuklu ülkesine ilerlemesi yüzünden Ağustos 1144’de yine muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı. Gerçi imparator da İznik-Eskişehir arasında Türkmenler’e karşı yürüttüğü harekât sırasında hastalanıp İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştı. Sultan Mesud bu arada, aşağıda anlatılacağı gibi İmparatorun Konya muhasarası, İkinci Haçlı Seferi ve Nureddin Mahmud’la haçlılara karşı yaptığı savaşlardan sonra, yeniden Malatya’yı hedef aldı. Aslında bu son beş yıllık icraatı ve başarılarından sonra, Danişmendliler’e yönelmesi tabii idi. 1152’de Aynüddevle’nin ölümü ve yerine oğlu Zülkarneyn’in geçmesi uygun fırsat çıkarmıştı. Yeni Malatya meliki ve kendi yeğeni olan Melikin annesinin, Yağıbasan’ın telkiniyle direnişe geçtiklerini gören Mesud önce Sivas’a yürüdü. Yağıbasan itaâtini bildirmek zorunda kaldı. Ardından Malatya önlerine gelen Mesud’un kuşatmayı ağırlaştırması üzerine, direnemeyeceklerini anlayan Zülkarneyn ve annesi huzura çıkıp af dilediler. Sultan Mesud kendisine tâbi olması şartıyla, şehrin idaresini yine Zülkarneyn’e bıraktı. Böylece Kayseri, Sivas ve Malatya’da hüküm süren Danişmendli melikleri kendisine bağlayan Selçuklu sultanı, daha önce Emir Gazi’nin işgal ettiği Ankara, Çankırı ve Kastamonu bölgelerini de topraklarına katarak üstünlüğü tamamen eline geçirdi. Bizans İmparatorunun Konya Seferi Sultan Mesud ikinci Malatya kuşatmasından sonra, Manuel’in Balkanlar’da meşgul olmasından faydalanarak, Bizans topraklarına da akınlarda bulunmuştu. Manuel babasının cenazesiyle birlikte tac giymek üzere aceleyle Selçuklu topraklarından geçerken, Türklerin taarruzuna uğramış ve kayıplar vermişti. Bu sebeplerle zaten Selçuklu sultanıyla savaşmak kararında olan imparatoru, Mesud’un 1145 yılında Prakana kalesini fethinden sonra, durduracak hiç bir kuvvet kalmamıştı. Prakana kalesi İsauria (İçel) eyaletinde olup, bugün yeri tam olarak tesbit edilememekle birlikte, Silifke yakınlarında Bizans açısından Çukurova ve Suriye bölgelerinin denetimi bakımından önemli bir yer olduğu anlaşılmaktadır. 62 Türkiye Selçuklu Tarihi Türkleri Anadolu’dan söküp atmak kararıyla büyük bir orduyla ilerleyen Manuel, Ege-Marmara bölgelerinde Bizans topraklarına yayılmış olan Türkmenleri yenilgiye uğrattı. Fakat Kelbianus (Küçük Menderes) bölgesine başarılı yağma akınları düzenleyen Türkmenlerin karşısına hiç kimse çıkamadı. İmparator süratle Karahisar’ı geçip Akşehir’e ulaştı. Burada karşılaştığı Selçuklu birliklerini mağlup edip Akşehir’i yakıp yıktı. Önünden çekilen Selçuklu birliklerini takiple Konya’ya doğru ilerledi. Sultan Mesud da Akşehir yakınlarında, Üçhöyük’te ordugâhını kurmuştu. Burada Selçuklu ve Bizans orduları arasında meydana gelen çatışmalardan sonra Sultan, düşman karşısında kuvvet azlığını görerek Konya’ya çekildi. Şehrin savunması için bir miktar asker bırakıp, savaşı dışarıda sürdürmek üzere şehirden çıktı. İkiye ayırdığı ordusunun bir kısmını Konya’nın arkasında, kendisinin komuta ettiği kısmını ise şehrin batısında tabiye etti. İmparator, sultanın bulunduğu tarafa saldırı emri verdi. Türk askerlerinin sayıca azlığını fark eden Bizanslı komutanlar, pusu olabileceği endişesiyle ihtiyatlı hareket etmek istiyorlardı. Fakat imparatorun isteğiyle hücuma geçildi. Türk birlikleri sayı azlığını avantaja dönüştürmek için, geri çekilirken sağa sola dağılmaya başladılar. Manuel bizzât onları takibe koyulurken, ordusunun ikinci kısmı saldırıya geçti. Ancak arkadaki tepelerde pusuya yatmış olan Selçuklu askerlerinin tuzağına düştüler. İmparator imha olmak üzere olan kuvvetlerine hemen takviye gönderdi. Sultan Mesud’un öldüğü şayiasını çıkarıp Türk askerlerini şaşırttılar. Bu sayede kuşatmadan kurtulan Bizans ordusu, ertesi gün yeniden Konya’nın etrafını sarmaya başladı. Ancak yardımcı birliklerle ordusunu takviye eden Sultan Mesud ile Konya müdafileri arasında sıkışmak istemeyen Manuel kuşatmayı kaldırdı. Fakat şehir çevresinde insanlık dışı yağma ve katliamlar yaptı; Müslümanların mezarlıklarını tahrip edip yedi bin kadar insanı şehid etti. İmparator neticede Konya muhasarasında başarısız olup çekilirken, Türk akınlarıyla kayıplar vermeye devam ediyordu. Sultan Mesud’u harp taktiği dolayısıyla korkaklıkla itham eden Manuel, seneye tekrar geleceğini söyleyerek meydan okuyordu. İkinci Haçlı Seferi İmparator İstanbul’a dönerken İkinci Haçlı Seferinin başladığını öğrendi. Bu durumda Sultan Mesud ile derhal anlaşma yoluna gitti. Mesud da Prakana’yı İmparator’a iade ederek, haçlılara karşı onunla ittifak etti. Ülkesinin şehirlerini tahkim ve yardım birlikleri temin etmek suretiyle savaşa hazırlık yaptı. İkinci Haçlı Seferinin sebebi, Büyük Selçuklu Tarihi dersinde de görüldüğü gibi, Musul atabeyi İmadeddin Zengi’nin Urfa’yı fethi (24 Aralık 1144) idi. Bunun üzerine Urfa’nın kurtarılması için yeni haçlı ordularının gönderilmesi çağrısı yapıldı. Fransa kralı VII. Louis ile Alman imparatoru III. Konrad’ın haçlı yemini etmesiyle ilk defa krallar sefere katılmış oluyordu. Alman ve Fransız ordularının mevcudu devrin kaynaklarında farklı olmakla birlikte, yüzbinlerle ifade edilmektedir. İstanbul’a daha önce gelen Konrad ve ordusu, Bizanslı rehberlerle Anadolu’ya geçirildi. Alman imparatoru Birinci Haçlı Seferi güzergâhını, yani klasik sefer yolunu takip etmek istiyordu. Ancak Bizans arazisinden çıktıktan sonra haçlı kaynaklarının söylediğine göre, rehberler tarafından sonunda Türklerin pususuna düşecekleri sapa yollara yönlendirildiler. Rehberlerin kaçmasıyla kendi kaderleriyle baş başa kalan haçlılar, 26 Ekim 1147 tarihinde Dorylaion (Eskişehir) yakınında, kendilerini takip eden ve saldırmak için uygun zamanı bekleyen Türklerin tuzağına düştüler. Konrad, ordusunun kıyımdan kurtulabilen onda biriyle savaş alanından kaçıp, yol boyunca baskınlara uğrayıp kayıplar vererek İznik’e vardı.
.Ekim ayı başında İstanbul’a ulaşan Fransız haçlılarıysa, Alman ordusunun Konya’yı aldığı, Türkler’i hezimete uğrattığı yolundaki haberlerle heyecana kapıldılar. Ancak İznik’te Alman ordusunun arta kalanlarıyla karşılaşınca gerçeği öğrendiler. Bunun üzerine Sultan Mesud’la yaptığı anlaşmanın bozulmasını istemeyen Manuel’in tavsiyesine uyarak yollarını değişitirip Bizans arazisinden Antalya’ya inmeye karar verdiler. Balıkesir, Bergama, Efes, Denizli yolunu izleyen haçlılar, burada da Türkler’in takibinden kurtulamıyor; Menderes nehrini geçebilmek için iki gün boyunca ok yağmuru altında ağır zayiat vererek ilerleyebiliyorlardı. Devrin kaynakları Bizanslılar’ın haçlılara, yardım yerine ihanet ettiklerini söylemektedirler. Rumlar’ın Denizli’den Antalya’ya ilerleyen Fransızlar’a erzak vermedikleri; Türkler’in ise haçlıların ilerleyişine paralel olarak çekilirken onlara yağmalayacak bir şey bırakmadıkları anlaşılıyor. Antalya’ya ulaşabilen ve yolculuk için parası olan haçlılar gemilerle Filistin’e yol aldılar. Ancak Rumlar tarafından Antalya’dan çıkarılan ve yaya olarak Antakya’ya gitmeye çalışan diğerleriyse, Türkler ve Rumlar tarafından neredeyse imha edildiler. Böylece büyük umutlarla yola çıkan krallar idaresindeki ikinci haçlı orduları; Sultan Mesud’un Bizans imparatoruyla yaptığı anlaşma, yaptığı hazırlıklar ve sayı azlığını avantaja çeviren savaş taktiği sayesinde, vardıkları yerde hiçbir işe yaramayacak biçimde zayiata uğratıldılar. Sultan Mesud’un Haçlılar’a Karşı Haleb Atabeyi Nureddin Mahmud’la İttifakı Bizansla yaptığı barışın haçlıların Anadolu’dan ayrılmasından sonra da devam etmesi Sultan Mesud’a, devletin en önemli hedefi olan güneydoğu siyasetinin sürdürülebilmesi için fırsat verdi. Bu tarafta Büyük Selçuklular’a bağlı bir hanedan olarak ortaya çıkan ve onların mirasını devralan Zengiler’le karşı karşıya bulunuyordu. Ancak haçlı tehdidi Sultan Mesud’la Nureddin Mahmud’un ittifak yapmalarına zemin hazırladı. Sultanın kızı Selçuka Hatun Nureddin’le evlendirilirken, Tell-Bâşir’in fethedilip Hatun’un çeyizi olarak atabeye bırakılması kararlaştırıldı. Urfa’nın Zengi tarafından fethinden sonra Kont II. Joscelin, Fırat’ın batısında bulunan Tell-Bâşir’e çekilmiş; Ayntâb, Ravendân ve Maraş’tan ibaret topraklarını korumanın yanı sıra Urfa’yı geri alma planları yapmaktaydı. Hattâ 1146’da Zengi şehit olunca, Ermeniler’in yardımıyla yeniden şehre girmeye muvaffak olmuştu. Ancak bu isyan Zengi’nin oğlu Nureddin Mahmud tarafından şiddetli bir şekilde bastırıldı. Joscelin bu defa kurtulduysa da sonra Türkmenler tarafından yakalanıp, dokuz yıl hapiste kaldığı Haleb’de öldü (1159). Atabey Antakya’ya karşı harekât yürütürken Haçlı ordularının gelişinden önce de Maraş bölgesine akınlarda bulunan Sultan Mesud, bu işbirliği çerçevesinde Maraş’ı fethetti (1149). Ertesi yıl yine bölgeye gelen sultan, Tell-Bâşir’i tazyik etti. Kontun karısı kalan arazisini Bizans imparatoruna satarak buradan ayrıldı. Bunun üzerine şehir atabeyin bir komutanı tarafından fethedildi. Kontluğun diğer toprakları Göksun, Ayntab, Behisni, Raban, Merzuban ve Dülûk Sultan Mesud tarafından ele geçirilince tümüyle tarihten silinmiş oldu (1151). Böylece Türkiye Selçukluları yarım asırlık tecritten sonra yeniden Suriye’deki soydaşlarıyla bağlantı kurmuş oluyorlardı. Sultan Mesud’un Türkiye Selçukluları açısından en önemli başarısı sizce nedir? Ordusunun kılıç artıkları can havliyle İstanbul’a kaçarken; Fransa kralının gelişini bekleyen Konrad, bir müddet onun ordusunu takip etti. Fakat uğradığı yenilgi ve kayıplar dolayısıyla Fransızların hakaretlerine dayanamayan Konrad, Manuel’den aldığı davet üzerine İstanbul’a gitti. Burada çok iyi ağırlanan Alman imparatoru ancak Mart 1148’de, bir Bizans filosuyla Filistin’e doğru yola çıkabildi. Bu sefer sırasında Fransa kralının ordusunda bulunup tarihini de yazan Odo de Deuil, Türklerin, Rumların ihanetiyle perişan olan haçlılara acıyarak yardım ettiklerini: “ Ey ihanetten daha acımasız olan merhamet! Müslümanlar Hıristiyanların dinlerini, onlara ekmek vererek satın alıyorlardı. Ama Türkler onları Müslüman yapmak için hiçbir zorlamada bulunmadılar” cümleleriyle 3.000 kadar haçlının din değiştirdiğini esefle anlatır. 2 64 Türkiye Selçuklu Tarihi Kilikya (Çukurova) Seferleri ve Sultan Mesud’un Ölümü Sultan Mesud, Malatya sahibi Aynüddevle’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Zülkarneyn’i tâbiyet altına almak için bir sefer daha yaptı. Sonra Çukurova bölgesindeki Ermeniler’e karşı harekâta girişti. Ermeni baronu Leon İstanbul’da hapisteyken ölmüş; oğlu Toros ise kaçıp ülkesine dönmüş ve Bizans’a ait Misis, Tarsus, Anazarba gibi şehirleri zapt ettiği gibi, Türk topraklarına da tecavüz ediyordu. Bunun üzerine Çukurova’ya bir sefer yapacak gücü bulunmayan Manuel, sultana değerli hediyeler ve çok miktarda para göndererek onu Ermeniler üzerine bir sefer yapmaya teşvik etti. Sultan Mesud yanında Danişmendli Yağıbasan da olduğu halde Çukurova’ya girdi. Toros Sultan’a tâbi olmayı kabul etmekle birlikte, Bizans’a ait yerleri boşaltmayı kabul etmedi (1153). Toros’un Çukurova’da güçlenmesi, aslında Türkiye Selçukluları’nın Suriye yolunu tehdit ettiği için, ama Bizans imparatorunun da ısrarlı tahrikleri üzerine Sultan Mesud 1154’de yeniden Ermeniler üzerine sefere çıktı. Selçuklu ordusu Misis ve Anazarba’yı kuşattı fakat alamadı. Bunun üzerine Tell-Hamdun’a taarruz edildi; fakat ağaçları kökünden söken şiddetli bir fırtına ve dolu orduyu duraklattı. Ayrıca Antakya haçlıları üzerine gönderilen Yakup Bey idaresindeki Türk birlikleri pusuya düşürülüp imha edildiler. Orduda çıkan dabah (hayvan vebası) salgını yüzünden hayvan kayıpları askerleri güç durumda bıraktı. Bunun üzerine ağırlıklarını da bırakarak çekilen Selçuklu ordusu, Ermeniler’in takibi sonunda da çok zayiat verdi. Sultan Mesud ikinci Kilikya seferinden döndükten sonra hastalandı. On ay sonra 1155 baharında vefat etti. Ölmeden önce Elbistan meliki olan oğlu Kılıç Arslan’ı sultan ilan edip ilk olarak da kendisi biat etti. Danişmendli tâbileri ile diğer oğullarına da, Kılıç Arslan’a bağlı olmaları kaydıyla bazı toprakların idaresini bıraktı. Sultan Mesud, Birinci Haçlı Seferi ve I. Kılıç Arslan’ın ölümü dolayısıyla neredeyse yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya olan bir devlet devralmıştı. Bir devletin istikrarı bakımından önemli olan 39 yıllık uzun saltanatının ilk yıllarını, tahtını borçlu olduğu Danişmend beyinin baskısı altında geçirmişti. Bununla birlikte 1142’den itibaren Danişmendliler üzerinde üstünlük sağlayarak, Bizans ve Haçlı tehlikelerini bertaraf ederek Türkiye Selçuklu Devleti’ni ihyâ etti. Bu dönemde bir iki cami inşası dışında imar faaliyetlerine pek imkân olmadığı anlaşılıyor. II. KILIÇ ARSLAN DÖNEMİ Saltanatının İlk Yılları Babasının sağlığında tahta çıkan Kılıç Arslan’ın Şahinşâh ve Devlet adlı iki kardeşi daha vardı. Yeni sultanın tahtı için tehlike olarak gördüğü Devlet’i bertaraf etmesi Ankara, Çankırı meliki olan Şahinşah’ın isyan etmesine yol açtı. Bu karResim 3.1 Sultan Mesud’a ait basım yeri ve tarihi belli olmayan bakır sikke es-Sultanü’lMu’azzam Mesud b. Kılıç Arslan Kaynak: http://www.zeno.ru/show.photo.php?=3072 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 65 gaşadan yararlanmak için ilk harekete geçen ise Sivas’ta Danişmendli Yağıbasan oldu. Önce Zünnûn’a ait Kayseri bölgesine girdi; fakat II. Kılıç Arslan üzerine yürüyünce bölgedeki Hıristiyan ahaliyi Sivas’a sürgün ederek geri çekildi. Bu olaydan sonra sultanla anlaşma yapmasına rağmen, kısa bir süre sonra Selçuklular’a ait Elbistan’ı işgal etti. Kılıç Arslan’ın harekete geçtiğini öğrenince, bölgeden yine onbinlerce insanı kendi topraklarına sürdükten sonra sultanla savaşmak için geri döndü. Ancak din adamlarının boş yere Müslüman kanı dökülmemesi için arabuluculuk yapmaları üzerine anlaşma sağlandı (Eylül 1155). Kilikya Ermenilerinin Maraş’ı zapt ve tahrip etmesi II. Kılıç Arslan’ın buraya sefer yapmasına neden oldu. Kendisinin meliklik merkezi olması hasebiyle iyi tanıdığı bölgede, Ermeni yöneticilerin zulmettiği hıristiyan halka çok iyi muamele eden sultan, onların topraklarına dönmelerine izin verdi. Sonunda Pertus kalesini kendisine teslim eden Toros ile anlaşmaya vardı (1157). Kılıç Arslan’ın güneydoğuda güçlenmesi, bu sırada haçlılara karşı mücadele etmekte olan Nureddin Mahmud’u rahatsız etmekteydi. Kayınpederi Sultan Mesud’la yaptıkları anlaşmaya aykırı olarak Ayntâb-Rabân bölgesini işgal etti. Kılıç Arslan Ayntâb’ı geri alıp Rabân üzerine yürüdüğü sırada, haçlıların da taarruzuna uğrayan Nureddin Mahmud, işgal ettiği yerleri iade etmeye mecbur kaldı. Fakat Selçuklular’ın güçlenmesi Nureddin Mahmud kadar Bizans imparatorunu da rahatsız etmekteydi. Kendi tâbisi olarak gördüğü Kilikya Ermenilerini itaâte almak için düzenlediği seferden dönerken, Türkmenler’in saldırılarıyla çok kayıp verdi. Ertesi yıl bunun intikamını almak için çıktığı seferde de Türkmenler’in düzenlediği baskınlarla büyük zayiata uğradı. II. Kılıç Arslan’ın İstanbul Ziyareti ve Bizans’la Barış Manuel Komnenos da, Birinci Haçlı Seferinin kazanımlarını yitirmemek için büyük mücadele veren babası ve dedesinin siyasetini izlemekteydi. Bu yüzden de tahta geçtiğinden beri Selçuklular’la devamlı mücadele halindeydi. Fakat bunca çabaya rağmen Anadolu’da tarihin akışının Türkler lehine kararlılık arzettiğini görünce, Selçuklular aleyhinde oluşturacağı ittifaklarla sonuca gitmeye karar verdi. Bu ittifakta başta sultanın kardeşi Şahinşah, Danişmendliler’in Kayseri meliki Zünnûn, Sivas meliki Yağıbasan ve Malatya’daki Zülkarneyn ve bazı Artuklu beyleri yer aldılar. Haleb Atabeyi Nureddin Mahmud da, muhalifleri himaye edip Bizans’a paralel siyaset yürütmek suretiyle, Sultan Mesud döneminden tamamen farklı bir yol izliyordu. Kılıç Arslan da buna karşılık atabeyin asi kardeşi Harran emiri Mirmirân’ı himaye ediyordu. Gelişmeleri yakından takip eden Kılıç Arslan imparatora yaptığı anlaşma teklifinin reddedilmesi üzerine; Ceyhan bölgesini Yağıbasan’a bırakarak bu ittifakı kırmak için çok ciddi bir teşebbüste bulundu ancak bu da sonuçsuz kaldı Nitekim düşmanlığı had safhaya vardıran Yağıbasan, Kılıç Arslan’la evlenmek üzere Konya’ya getirilmekte olan Erzurum Saltuklu beyinin kızını, gelin alayını basarak alıkoydu. Sultan’a nikâhlanmış olduğu için şer’an ikinci bir nikâh mümkün olmadığından, gelini zorla irtidat ettirip (islamiyetten döndürüp) yeğeni Zünnûn ile evlendirdi. Üstelik kendisini cezalandırmak üzere harekete geçen Kılıç Arslan’ı, Bizans kuvvetlerinin de bulunduğu müttefiklerinin yardımıyla yenilgiye uğrattı. II. Kılıç Arslan bunun üzerine tüm entrikaların kaynağı olarak gördüğü İstanbul’a gitmeyi kararlaştırdı. 1162 yılında 80 gün sürecek uzun bir diplomatik Anadolu’da Türkler daha çok askerlikle uğraştıkları için, çeşitli zenaât ve ziraî faaliyetler büyük ölçüde Hıristiyan ahali tarafından yürütülmekteydi. Bu yüzden rakip Türk yöneticiler ve hattâ Bizans imparatorları, hasımlarının iktisadi hayatına darbe vurmak için hıristiyan halkı, düşmanlarının topraklarından kendi ülkelerine tehcir ederlerdi. 66 Türkiye Selçuklu Tarihi ziyaret gerçekleştirdi. Selçuklu sultanı, bazı detayları ünitenin sonundaki okuma parçasında verilen bu ziyaret sonunda, en önemli beklentisini gerçekleştirdi. Bazı tavizler karşılığında da olsa Bizans imparatoruyla bir anlaşma imzalayıp, onu bu ittifaktan ayırmayı başardı. Anlaşmanın Bizans açısından en önemli tarafı Türkmenler’in, Bizans sınırındaki ilerleyişinin durdurulmasını kabul ettirmiş olması ve Batı Anadolu’da işgal edilmiş olan bazı yerlerin imparatorluğa iade edilmesiydi. Kılıç Arslan ise imparatordan sağladığı ciddi para yardımının yanı sıra; diğer düşmanlarıyla savaşırken onu saf dışı bırakarak büyük bir diplomatik başarı sağlamış oldu. 1162 yılı anlaşmasında imparatorun dostuna dost, düşmanına düşman olmayı kabul etmenin yanı sıra; ihtiyaç halinde Bizans’a askeri yardım verme taahhüdü de vardı. Bu anlaşmanın Bizans’la daha önce yapılmış olan anlaşmalara nisbetle onur kırıcı hükümler içerdiği inkâr edilemez. Ancak devletin içerisinde bulunduğu güç şartlar dolayısıyla ortada bir zorunluluk bulunduğu anlaşılmaktadır. Bizans hududundaki istilânın durdurulması konusunda; Selçuklu sultanının taahhüdünün yeterli görülmeyerek, Türkmen beylerinin de garantör olması, sultanın hükümranlığının zedelenmesiyle ilgili başka bir soruna işaret etmektedir. Bu anlaşmada yerine getirilmesi pek mümkün olmayan Türkmen akınlarının durdurulması gibi; Kılıç Arslan’ın, Bizans’ın müttefikleri olan Şahinşah ve Danişmendli meliklere saldırmayacağı hükmü de son derece manidardı. Kılıç Arslan’ın imparatorla tavizkâr bir anlaşma yapmasını nasıl açıklarsınız? Danişmendliler’in Ortadan Kaldırılması Kılıç Arslan İstanbul’dan biraz onuru kırılmış, fakat barışı satın almış olarak döndüğünde ilk işi, en büyük düşmanı Yağıbasan’ın üzerine yürümek oldu. Zira Yağıbasan sultanın yokluğunda Artukluların elinde bulunan Harput’a girerek yağmalamış ve ahalisini sürgün etmişti. Kılıç Arslan 1163 yılında, güneyden Mardin Artuklu ve Erzen beylerinin destek verdiği sefer sırasında Sivas’ı ele geçirdi. Yağıbasan, Kılıç Arslan’ın yerine tahta geçirmek için ittifak halinde bulunduğu Şahinşah’ın yanına kaçtı ve bir süre sonra Çankırı’da eceliyle öldü. Sivas’ta onun yerine kardeşinin oğlu İsmail geçtiyse de, Yağıbasan’ın ölümü sultanı, çok büyük bir düşmandan kurtardığı için son derece rahatlattı. Kılıç Arslan kendisine karşı Yağıbasan’la birlikte hareket eden, ama onun ölümüyle yalnız kalan Zünnûn’la barıştı. Bu karışıklardan istifadeyle Maraş bölgesini istilâya girişen Ermeni Toros’a karşı harekete geçip, Elbistan ve Ceyhan bölgesini yeniden topraklarına kattı. 1168’de aniden Kayseri’yi ele geçirip Zünnûn’un hâkimiyetine son verdi. Böylece müttefiklerini tek tek kaybeden kardeşi Şahinşâh’dan da Ankara-Çankırı bölgesini aldı. Şahinşâh ve Zünnûn, imparator batıda Macarlar’la mücadele ettiği, dolayısıyla kendilerine yardım etme şansı bulunmadığından Nureddin Mahmud’a iltica ettiler. Ancak Kılıç Arslan güneydoğu siyasetinin öncelikli hedefi olan siyasi birliği sağlamak konusunda kararlıydı. Bu amaçla kardeşi Feridun tarafından Malatya’dan atılan Danişmendli Muhammed’i himayesine alıp şehri kuşattı. Fakat Kılıç Arslan’ın bu denli güçlenmesi, Haleb atabeyini de neredeyse haçlılar kadar rahatsız ediyordu. 3 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 67 Suriye’nin Anadolu ile olan jeo-morfolojik ve jeo-stratejik bağları; çağlar boyunca Anadolu’da hüküm sürenleri Suriye’ye, Suriye’dekileri de Anadolu’ya hâkim olmaya zorlamıştır. Suriye Mezopotamya’nın tabii bir parçası olarak Mısır’a uzanan bir geçit vazifesi görürken, Anadolu aynı yerden Ön Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayarak üç kıtanın düğüm noktasını oluşturmaktadır. Anadolu’yu kuzey-güney, doğu-batı istikametlerinde kateden ticaret yolları büyük zenginlik kaynağı olmakla birlikte, yolların işlerliği güvenlik önşartına bağlı idi. Güvenlik ise ancak, coğrafi bakımdan birbirini tamamlayan Anadolu, Suriye ve el-Cezire’nin (Münbit Hilal), idarî bakımdan da birleşmesi ile sağlanabilirdi (Bezer 2002 s.100-103). Nitekim Hitit kralı Hattuşil ile II. Ramses arasındaki Kadeş savaşından, Yavuz Sultan Selim’le Tomanbay’ın Mercidabık savaşına ve günümüze kadar, bölgedeki tüm mücadeleler neredeyse aynı sebeplerle meydana gelmiştir. Nitekim tüm Danişmendli muhalifler, Mardin ve Hısn Keyfâ Artukluları, Şahinşâh ve hattâ Ermeni prensi Mleh, atabeyin teşvikiyle Kılıç Arslan’a karşı oluşturduğu ittifaka katıldılar. Nureddin Mahmud müttefikleri bir orduyla Sivas’a, Danişmendli İsmail’in emrine gönderdi. Bunun üzerine Kılıç Arslan kuşatmayı kaldırmak zorunda kalırken, Malatya civarından 12.000 kişiyi kendi topraklarına sürüp Kayseri’ye döndü. Nureddin Mahmud’un Selçuklu sultanına dayattığı Kayseri’nin Zünnûn’a verilmesi, Şahinşah’ın oğullarının serbest bırakılması ve ona ait şehirlerin iadesi şeklindeki isteklerinin yerine getirilmesi çok zordu. Fakat Kılıç Arslan zaman kazanmak için görüşmeleri bir süre devam ettirdi. Fakat müttefik ordu şehirde büyük bir kıtlığa yol açmıştı. Melik İsmail ve hatunu kıtlık sebebiyle isyan eden halk tarafından öldürüldüler. Zünnûn bu sırada Maraş, Göksun, Raban ve Merzûban’ı işgal etmiş olan Nureddin’in desteğiyle Sivas’ı ele geçirdi. Kılıç Arslan artık Nureddin Mahmud’la savaşmak üzere ilerledi. Ancak tam bu sırada Suriye’de haçlılar da saldırıya geçtikleri için zor durumda kalan atabey, işgal ettiği toprakları iade etti. Kılıç Arslan ise vardıkları anlaşma gereği Zünnun’un Sivas hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı. II. Kılıç Arslan bu kadar badireyi atlattıktan sonra, 1174’de Nureddin Mahmud’un ölümüyle büyük bir düşmandan daha kurtuldu. Malatya haricindeki tüm Danişmendli şehirlerini zabt etti. Bunun üzerine Zünnûn ve Şahinşâh Bizans’a iltica ederken, Malatya’yı ele geçiren Muhammed sultana bağlı kaldı. Bununla birlikte 1178’de şehri doğrudan topraklarına katan Kılıç Arslan, Danişmendoğulları’ndan hayatta olanları Selçuklu hizmetinde uç beyi olarak istihdam etti. Miryokefalon Zaferi ve Önemi 1162 Selçuklu-Bizans anlaşmasında yer alan, Bizans’ın müttefiki oldukları için muhaliflerin topraklarını sahiplerine vermesi ve Türkmenlerin işgâl ettiği yerlerin iadesi yerine getirilmesi zor şartlardı. Kaldı ki Manuel Komnenos da Balkanlardaki meşguliyetleri sebebiyle Kılıç Arslan’la imzaladığı anlaşma şartlarının takibini yapamamıştı. Gerçi Kılıç Arslan anlaşmadaki bir hüküm gereğince, imparatorun 1167’de Macarlarla yaptığı savaşa asker göndermişti. Fakat Manuel Komnenos Selçuklu sultanının, 1173’de Sivas’ı kuşatan Nureddin Mahmud’la yaptığı anlaşmayı kendi aleyhinde bir ittifak sayarak, bir elçi gönderip bir nevi protestoda bulunmuştu. Kılıç Arslan cevabında Bizansla yaptığı muahede yüzünden halife ve Müslümanların suçlamalarına maruz kaldığını, buna rağmen anlaşma şartlarına riayet ettiğini ve anlaşmanın bundan sonra da devam etmesini istediğini bildirdi. Gerçekten de Nureddin Mahmud, halifenin de onay verdiği Sivas kuşatması sırasında yürütülen görüşmelerde Kılıç Arslan’ı, Hıristiyanlarla iyi ilişkilerinden ötürü suçlamıştı. Hattâ daha ileri giderek Müslüman bir hükümdar sayılabilmesi için iman tazelemesi gerektiğini bildirmişti. 68 Türkiye Selçuklu Tarihi Bu arada Türkmenler, doğrudan Selçuklu sultanın emrinde olmamakla birlikte Eskişehir’i aşmış hattâ Kırkağaç, Bergama ve Edremit’e kadar yayılmış; bir rivayete göre bu akınlarda 100.000 esir alıp İslâm ülkelerinde satmışlardı. Bizans buna karşı sözü edilen yerlerde yıkılan istihkâmları yenileyerek bir savunma hattı oluşturdu. Türkmenler üzerine ordular sevk ederek onlarla mücadeleyi sürdürdü. Netice olarak imparator, Bizans yönündeki fetihler durdurulmadığı ve Kılıç Arslan’ın barış şartlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle savaş ilan etti. Oysa gerçek neden haçlı seferinin yol açtığı tecridi kıran Türkiye Selçukluları’nın, bu anlaşma sayesinde katettikleri mesafenin doğurduğu endişeydi. Başka bir ifadeyle Bizans’ın büyük külfetlere katlanarak organize ettiği haçlı seferlerinden elde ettiklerini, neredeyse tükenme noktasına getiren Selçuklu ilerleyişi engellenememişti. Bizans imparatoru Macar, Frank, Sırp ve Peçenek gibi paralı askerlerle mevcudu 100.000’i bulan, ağırlıkları 5.000 araba ve hayvanlarla taşınmakta olan ordusuyla harekete geçti. Öte yandan içlerinde Zünnûn’un da bulunduğu bir kuvveti Niksar’a sevk etti. Bu ordunun komutanı Vatatzes savaşta ölürken Zünnûn ihanet şüphesiyle tutuklandı. Bizans’ın sevk ettiği Şahinşâh da hezimete uğratıldı. Manuel bu gelişmeler üzerine işi bizzât bitirmeye karar verdi. II. Kılıç Arslan ise, Konya yönünde ilerleyen imparatora, bir elçi göndererek anlaşmanın yenilenmesini istedi. Ancak Manuel, tıpkı Malazgirt öncesi Alp Arslan’a meydan okuyan Diogenes gibi, barışın Konya’da yapılacağını bildirerek anlaşmayı reddetti. Kılıç Arslan harekâtını dikkatle izlediği Bizans ordusunun iaşe imkânlarını yok ederken; vur-kaç taktiğiyle 3-5 bin kişilik guruplar halinde böldüğü Türkmen kuvvetlerine, düşmanı hırpalatıyordu. Selçuklu sultanı imparatorun şaşırtma taktiklerine rağmen, Bizans ordusunun geçeceği güzergâhı isabetle tespit edip kuvvetlerini ona göre mevzilendirdi. Nitekim Manuel, kurmaylarının ordunun yorgun olduğu ve Türkmenlerin savaş güçleri konusunda yaptıkları uyarılara rağmen; Denizli’den Homa (Gümüşsu) yönüne dönüp Miryokefelon (Myriokephalon) geçidine girdi. Burası neredeyse ancak techizatlı tek bir askerin yürümesine imkân veren, iki tarafı sarp uçurumlarla çevrili çok dar bir geçitti. 50.000 kişilik bir Türkmen kuvvetinin Bizans ordusunun ağırlıklarının olduğu kısma baskın yaptığı dikkate alınıp buna Kılıç Arslan’ın düzenli ordusu da eklendiğinde iki hükümdarın kuvvetlerinin birbirine yakın olduğu tahmin edilebilir. Buna rağmen Kılıç Arslan’ın düşmanı iyice yapratana kadar saf halinde savaşa girmemesi, bir miktar kuvvet azlığıyla da ilgili olabilir. Geçide giren Bizans ordusunun öncü birliklerini, sağ ve sol kol kuvvetleri takip ediyordu. Bunların arkasında ise ordunun ağırlıklarını taşıyan araba ve hayvanlar; en sonda da merkez kuvvetlerinin başında imparator ve artçı birlikleri geliyordu. Bizans ordusunun bu düzeni, ağırlıklarını Türkmenlerin baskınlarından korumakla ilgili bir tedbirdi. Neredeyse tek sıra halinde yürüyen ordu bu vadiden Çivril (Tzibritze) geçidinde çıkabilecekti. Bizans ordusu geçide girdiği andan itibaren Türklerin ok yağmuru altında yürüyüşüne devam etmek zorunda kaldı. Ordunun bir kısmı büyük müşkilatla Çivril geçidinin ağzına ulaştığında; uğradıkları baskınla Türklerin pususuna düştüklerini anladılar. Öncü birliklerin çok az bir kısmı geçitten çıkıp ilerideki bir tepede toplanabilmelerine rağmen, sağ ve sol kol kuvvetleri tamamen imha edildi. Geçidin ağzı ölüler, arkası manevra yapamayan yük arabaları ve hayvan ölüleri tarafından tıkanmış olduğu için, buradaki askerlerin ölmekten başka şansları yoktu. Durumun vehametini gören Manuel muhafız birliğiyle öne atılarak, ölüm kalım mücadelesi veMiryokefalon’un neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bu yerin lokalizasyonu ve bu konudaki diğer çalışmalar için bkz. Adnan Eskikurt “Kufi Çayı Boğazının Doğal ve Tarihi Coğrafyası Çivril/Denizli” Marmara Coğrafya Dergisi 3/1 s.123-152, İstanbul 2001) 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 69 ren askerlerine ulaşmayı denediyse de başaramadı. Kendisi de onlarca gürz, mızrak ve kılıç darbesiyle yaralı olarak canını zorlukla kurtarıp öncü birliklerinin oluşturduğu küçük birliğe ulaştı. Türk kuvvetlerince sarılan düşman ordusunun geri kalanlarına da ağır kayıplar verdirildi. Bu çarpışmalar sırasında çıkan toz fırtınası savaşı daha mezbûhâne bir hale getirdi. Kimin kimi öldürdüğünün belli olmadığı bu ortamda her iki taraf da kayıplara uğradı. (17 Eylül 1176). İmparatorun miğferi yamulmuş, kalkanı parçalanmış hâlde tek başına bir ağacın altına sığınmış olduğunu gören bir Bizans askeri miğferini düzeltip başına geçirmişti. Sağa-sola dağılmış olan Bizans askerleri Manuel’i görünce etrafında toplanmaya başlamışlardı. Ancak İmparator, orduyu sürüklediği akibetle ilgili olarak, askerlerinin hakaretlerine uğramaktan kurtulamamıştı. Fırtına dinip karanlık basınca, iki taraf da nihai savaş için ertesi günü beklemeye başladılar. Türkler Bizans ordugâhına yaklaşıp gayrımüslim soydaşlarına, geç olmadan orayı terk etmeleri çağrısında bulunuyorlardı. Kurtuluş için başka hiçbir ümidi kalmayan imparator, gece Kılıç Arslan’a barış teklifinde bulundu. Aslında bu savaşa girmeyi hiç istememiş ve defalarca da sulh teklif etmiş olan Selçuklu sultanı öneriyi derhal kabul etti. Anlaşmanın maddeleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bir Bizans kaynağı Manuel’in, Kılıç Arslan’ın elçisi aracılığıyla bildirdiği şartları tartışmadan imzaladığını; Dorylaion ve Sublaion istihkâmlarının yıkılması ve 100.000 dinar savaş tazminatı ödenmesi yanında, içeriğini açıklamadığı başka hükümlerin de olduğunu yazmaktadır (Niketas 1995, 131) Gün ışıdığında henüz anlaşmadan haberdar olmayan Türk askerleri, etrafını sardıkları Bizans ordusuna zayiat verdirmeye devam ettiler. Sonuç olarak anlaşmaya varıldıktan sonra imparator, ordusunun ancak canlarını kurtarabilmiş kılıç artıklarıyla, hiçbir şey elde edememiş; geri dönüşünü de Kılıç Arslan’ın görevlendirdiği Selçuklu müfrezesinin himayesine borçlu olarak yola çıkarıldı. Manuel savaşın meydana geldiği dağların, vadilerin, hendeklerin Bizans askerlerinin ölüleriyle dolmuş olduğu güzergâhtan içi kan ağlayarak geçti. Bozgun halinde dönen Bizans ordusunu Türkmenlerin saldırılarından korumak mümkün olmadığından kayıplar vermeye devam etti. Manuel Komnenos, bizzât kendisinin Malazgirt yenilgisine benzettiği bu savaşı kaybetmekle aslında tüm davasını da kaybetti. Bizans İmparatorluğu Miryokefalon’da, Malazgirt’ten beri haçlı yardımları ve çeşitli entrikalarla yaşatmaya çalıştığı Anadolu’yu geri alma hayalinden hakikat duvarına çarparak uyandı. Bundan böyle Anadolu’da Türklerle birlikte yaşamak mecburiyetinde olduğu gerçekliğini anladı. Bu zaferden sonra Bizans’la Selçuklular arasındaki savaşlar devlet düzeyinde neredeyse sona erdi. Taarruz güç ve kaabileyetini bu savaşta tamamen yitiren Bizanslılar, bundan sonra sürekli geri çekilirken Türkler de o nisbette ve sürekli ilerleyiş halinde olacaklardır. Kılıç Arslan’ın Miryokefalon savaşından sonra Manuel Komnenos’a dikte ettirdiği anlaşma içeriğini bildiğimiz kadarıyla, o gün Bizans’ı ne kadar memnun etmişse, Türk tarafında da o kadar rahatsızlık yaratmıştır. Selçuklu beylerinin himayesindeki Bizans ordusuna Türkmenlerin saldırması da muhtemelen bu yüzdendi. Günümüz tarihçilerinde de, savaşın sonunda yapılan anlaşmayı zaferin büyüklüğüyle mütenasib bulmadıkları için, Kılıç Arslan’ın galibiyetinin boyutlarından haberdar olmadığı yorumu hâkimdir. Oysa engellenmesi düşünülmeyen ve mümkün de olmayan Türkmen ilerleyişi, Bizans istikametinde tabii seyri içerisinde devam ederken; Bizansla barış Türkiye Selçukluları’nın güneydoğu politikalarının olmazsa olmaz şartıydı. Bu bakımdan da çok değerli bir anlaşmaydı. 70 Türkiye Selçuklu Tarihi Miryokefalon’dan Sonra Selçuklular Miryokefalon Zaferi ve öncesinde kazanılan başarılar, Türkiye Selçukluları için tam bir dönüm noktası oldu. Bizans ve Danişmendlilerin devre dışı kalmaları, ülkede istikrarın oluşmasına önemli katkı sağlamıştır. Zaferden sonra ilk olarak hatırlanacağı üzere, Danişmendlilerin Malatya şubesine son verilmişti. Sultan daha sonra kızına ihanet ettiği için, damadı Hısn Keyfâ Artuklu beyi üzerine yürüdüğünde (1180), bu gelişmeyi kendisi için tehlikeli bulan Selahaddin Eyyûbî, haçlılarla anlaşma yapıp Kılıç Arslan’ın karşısına çıktı. Selçuklu sultanın veziri vasıtasıyla anlaşma sağlanıp Ermenilere karşı müşterek bir harekât yapıldıysa da, tarihî sebeplerle anlaşmazlığın tamamen bitmesi mümkün değildi. 1180’de Manuel Komnenos’un ölümünden sonra Bizans topraklarına akınlar tüm hızıyla devam etti. Eskişehir, Kütahya ve Uluborlu’nun yanı sıra, bir kaynağa göre 72 kale fethedildi (1182-1183). Nihayet Bizans’ın içerisinde bulunduğu saltanat mücadelelerinden yararlanan Kılıç Arslan, 1185’de imparator II. İsaakios Angelos’u on yıllık bir anlaşmayla vergiye bağladı. Miryokefalon zaferini Türkiye Selçukluları bakımından değerlendiriniz. Devletin İdare Mekanizmasında Değişiklikler 1176 zaferiyle ülke askerî bakımdan sükûnete kavuşmuş, Anadolu’da Bizans dahil bütün muhalifler bertaraf edilmiş; Kılıç Arslan’ın karşısında güneydoğu ilerleyişinin önünde tek engel olarak Selahaddin Eyyûbî kalmıştı. Ancak Türkiye Selçukluları’nın kuruluşundan beri bir türlü istikrar bulmayan askerî, siyasî, dolayısıyla ekonomik ve sosyal şartlar; yerleşik hayatın gerektirdiği kurumların teşekkülünü de geciktirmişti. Bunun yanı sıra devletin bünyesinde, iktidarın tabiatı gereği daha merkeziyetçi bir yapıya dönüşme hedefinin yarattığı sorunlar da açığa çıkmaya başlamıştı. Aslında Türkistan’daki bütün Türk hanedanlarının da başlıca meselesi olan ve hanedanların sonunu getiren bu husus, Türk devletinin yapısıyla ilgiliydi. Yer yer ifade edildiği gibi boy birliği esasına göre örgütlenen Devlet, temsil ettikleri nüfus nisbetinde boy beylerinin güç gösterilerine sahne olabilmekteydi. Meselenin başlıca çözüm yolu göçebeleri yerleşik hayata geçirmekti ve bu da devletin merkeziyetçileşmesi anlamına geliyordu. Türkmenlerin muhtelif bölgelere dağıtılarak yerleştirilmesiyle, devletle pazarlık güçlerini kaybecek olan Türkmen beyleri ise örften kaynaklanan bu rollerini terk etmeye yanaşmıyorlardı. Resim 3.2 Sultan II.Kılıç Arslan’ın Aksaray’ın 35km. kuzeydoğusunda, Nevşehir yolunda yaptırdığı Alayhan. 4 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 71 Devletin sadece Türkmenlere dayanan askerî yapısı, yerleşik bir ortaçağ islâm devletinin önündeki en büyük engeli oluşturuyordu. Gerçi Büyük Selçuklularda bir nevi feodal parçalanmaya neden olan toprak dağıtım usûlü, Anadolu’da bu sakıncalarından büyük ölçüde arındırılarak daha merkeziyetçi bir şekil almıştı. Buna rağmen Türkmenlerin devletteki ağırlığı devam etmekteydi. Nitekim 1162 İstanbul Anlaşmasında, devletin sultanı sıfatıyla Kılıç Arslan’ın taahhüdü yeterli bulunmayarak, beylerden de anlaşmanın yürürlüğü konusunda garanti istenmesi bunun en açık ifadesiydi. Bu durum açıkça devletin ve hükümdarın varlık sebebi olan hükümranlığının zedelenmesi demekti. Kezâ Manuel Komnenos, Miryokefalon’dan sonra ülkesine dönerken, yanına verilmiş olan Selçuklu muhafız birliğine ve sultanın emrine rağmen, anlaşmayı beğenmeyen Türkmenler’in saldırılarından kurtulamamıştı. Başka örnekleri de bulunan bu durum Türkmenlerin yavaş yavaş sistemin dışına çıkarılmasına yol açtı. Yukarıda söylendiği gibi askeri gailelerin geciktirdiği yetersiz kurumlaşma, doğal olarak bir istihdam açığı da yaratıyordu. Türkiye Selçukluları zaten en başından beri kendileriyle birlikte Anadolu’ya göç eden İranlıları özellikle sivil bürokraside çalıştırmaktaydılar. İçlerinde Türklerin de bulunduğu muhtelif unsurlardan oluşan; fakat gulam sisteminin kendileştirdiği bu zümreler, sözkonusu değişim sürecinde mülkiye yanında askerî kadrolarda da daha fazla yer bulmaya başladılar. Merkezî idarenin otoritesine boyun eğmeyen Türkmenler ise uçlara doğru kayarak/kaydırılarak, buralarda hem fetihlere devam edecek, hem de kendi hayat tarzlarını sürdürebileceklerdi. Özellikle Bizans ve Ermeni sınırlarında fetihleri genişleten bu Türkmenler, daha sonra Moğol istilâsından kaçıp gelenlerle birlikte, uç Türkmenleri olarak ikinci dönem beyliklerin temelini oluşturacaklardır. II. Kılıç Arslan’ın Ülkeyi Oğulları Arasında Paylaştırması Kaynakların ifadesine göre Kılıç Arslan’ın onbir oğlu bulunmaktaydı. Kendisinin bu tarihlerde otuz yılı bulmuş olan saltanat dönemi, sadece uzunluğu dolayısıyla bile devlet için başlı başına istikrar kaynağı olmuştu. Bu arada oğullarının hepsi de olgun bir yaşa gelmişlerdi. Ancak bilindiği gibi devletin iyi işleyen bir veraset kurumu olmadığı gibi, kut anlayışına istinaden hanedanın tüm erkek üyeleri de saltanat iddiasında bulunabiliyorlardı. Kılıç Arslan şüphesiz bu kadar yetişkin şehzâdenin, kendi ölümünden sonra mukadder olan taht kavgalarıyla devleti sarsıntıya uğratacaklarını biliyordu. Birisini veliaht ilân etmesi de meseleyi halletmeyecekti. Bu durumda belki kendi sağlığında görülecek aksaklıklara müdahale edebileceği umuduyla; oğullarını ülkenin muhtelif yerlerine melik olarak tayin etti. Resim 3.3 II.Kılıç Arslan’ın 1177’de Konya’da kestirdiği altın sikke es-Sultanü’lMu’azzam Kılıç Arslan b. Mesud Kaynak: http://anadoluselcuklumimarisi.com/s2asp 72 Türkiye Selçuklu Tarihi Melikler sultana tâbi olmak kaydıyla, kendi adlarına para kestirmek ve divanlarını (hükûmet) kurmak haklarına sahip olacak; fakat yılda bir kere Konya’ya gelip Kılıç Arslan’a bağlılıklarını bildireceklerdi. Bu uygulama daha önce de anlatıldığı gibi, toprakların mülkiyetinin değil; ülke yönetiminde sorumluluk paylaşımı olarak algılanmalıdır. Bu melikler ve tayin edildikleri yerler şöyledir: Melikşah-Sivas ve Aksaray; Süleymanşah-Tokat; Sultanşah-Kayseri; Tuğrulşah-Elbistan; Kayserşah-Malatya; MesudAnkara,Çankırı,Kastamonu; Keyhüsrev-Uluborlu; Berkyarukşah-Niksar; Argunşah-Amasya; Arslanşah-Niğde; Sancarşah-Ereğli. Bu paylaşımın Keyhüsrev’in tayin edildiği Uluborlu’nun fethinden (1182) sonra ve Barbarossa’nın gelişinden önceki bir tarihte olduğu tahmin edilmektedir. Böylece kendisine taht sırası gelmesini bekleyen şehzâdelerin bir kısmı saltanat ihtirasını meliklik müddetince tatmin ettikleri için taht kavgalarına girmeyebilirlerdi. Bu paylaşımın bir nedeni de, bir süredir sınırlara doğru itilmekte olan Türkmenlerin, uçlara tayin edilen meliklerin hizmetinde, kontrol altında tutulmak istenmesi olabilir. Nitekim bu güce dayanan melikler Bizans hudutlarında fetihleri genişletmeye devam etmişlerdir. Sizce II. Kılıç Arslan’ın ülkesinin yönetimini oğulları arasında taksim etmesinin sebepleri nelerdir? Üçüncü Haçlı Seferi ve Türkiye Selçukluları Selahaddin Eyyûbî’nin 1187 yılında Kudüs’ü fethi üzerine Avrupa’da yeni bir haçlı seferi heyecanı uyandı. Papa’nın ısrarlı propogandaları neticesinde yine krallar idaresinde bir sefer düzenlendi. İngiltere ve Fransa kralları deniz yolunu tercih ederken; 1101 yılı ve ikinci haçlı seferleri dolayısıyla, bu yolun tehlikelerini gayet iyi bilen Alman imparatoru Friedrich Barbarossa, daha sefer hazırlıklarını yaparken Selçuklu sultanına elçi göndererek topraklarından güvenle geçiş izni istedi. Bundan bir süre önce Selahaddin Eyyûbî’nin kendi aleyhinde Bizans imparatoruyla yaptığı anlaşmayı dikkate alan Kılıç Arslan da, Alman imparatoruna ülkesinden serbestçe geçiş imkânı tanımakta sakınca görmedi. Bizans imparatorunun karşı koyacak gücü olmadığı için geçiş izni vermek zorunda kaldığı Alman ordusu, 1190 baharında Alaşehir-Denizli üzerinden Uluborlu’ya girdiğinde, kendilerini sultanın yaptığı anlaşmayla bağlı saymayan Türkmenlerin saldırısına uğradı. Türk elçileri durumu açıkmakla birlikte baskınlar devam ettiği için, aldatıldığını düşünen Barbarossa Konya’ya doğru yürüyüşe geçti. Bu sırada babasına karşı taht davasına girmiş bulunan Sivas meliki Melikşah, Ankara meliki Mesud ve muhtemelen Uluborlu meliki Keyhüsrev, Türkmen kuvvetleriyle birlikte Akşehir’de haçlı ordusunun karşısına çıktılar. Çok zayiat verdirilmesine rağmen sayıları yüzbine ulaşan haçlılar durdurulamadı. Son olarak Melikşah’ın Konya dışında yaptığı savaşı da kaybetmesi üzerine haçlılar şehre girdiler. Burada yol boyunca çektikleri sıkıntıları unutturacak yağma ve katliamlar yaptılar. II. Kılıç Arslan ülkesinin daha fazla zarar görmemesi için, anlaşmayı Melikşah’ın bozduğu, dolayısıyla hadisede kendisinin dahli olmadığı mazeretini beyan ederek Alman imparatoruyla yeni bir anlaşma yapmaya muvaffak oldu. Barbarossa’ya yol boyunca Türkmenlerin saldırılarından korunabilmesi için, çok sayıda Türkmen beyi rehine olarak verildi. Haziran ayı ortalarında Lârende (Karaman) yönünde ilerleyen haçlı ordusu, imparator Silifke çayında boğulmasına rağmen Suriye’ye ulaştı. 5 Alman, İngiliz ve Fransız haçlı orduları, aralarındaki rekabet ve mücadelelere rağmen Akkâ’yı kuşatıp geri aldılar. Kudüs krallığını, Akkâ merkez olmak üzere, kıyı şeridinde zapt ettikleri dar bir alanda temsili olarak 1291’e kadar yaşatmayı başardılar. 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 73 Taht Kavgaları ve Kılıç Arslan’ın Ölümü II. Kılıç Arslan artık yetmiş yaşını aşmış ve savaşlarda ata binemeyip, arabayla gidecek kadar da vücutça sakat bir hâlde bulunuyordu. Yukarıda anlatıldığı gibi, herhalde ölümünün de yakın olduğunu düşünüp, taht kavgalarıyla parçalanmaması için ülkeyi oğulları arasında taksim etmişti. Fakat Sivas meliki olan oğlu Melikşah, babasına tahakküm etmeye başlamış ve Konya’ya gelerek kendisini zorla veliaht ilân ettirmişti. Ayrıca kendisini tutmayan ve gulam sisteminden gelen sultanın yaşlı veziri İhtiyareddin Hasan’ı azlettirdi. Mekikşah Haçlı ordusunun ayrılmasından sonra babasının iktidarını kullanarak kardeşlerinin topraklarına sahip olmak istedi. Malatya’daki Kayserşah, Selahaddin Eyyûbî’nin himayesini sağlayıp yerinde kalırken; Melikşah babasını zorla yanına alarak Kayseri’deki Sultanşah’ı kuşattı. Kılıç Arslan burada Sultanşah’a ettiyse de onun da amaçları için kendisini kullanmak istediğini görerek, Uluborlu meliki Keyhüsrev’in yanına kaçtı. Bunu fırsat bilen Melikşah Konya’ya girip tahtı ele geçirdi. Kılıç Arslan bunun üzerine Keyhüsrev’in yardımıyla başkenti kurtarıp yeniden tahta oturdu ve bu oğlunu veliaht ilan etti. Baba-oğul Aksaray’a çekilen Melikşah’ı muhasara ettiler. Ancak bu sırada yaşlı sultanın hastalığı ağırlaşınca Keyhüsrev onu Konya’ya götürdü; kısa bir süre sonra da vefat etti (Ağusos 1192). Sultan Mesud tarafından yaptırılmış olan caminin yanındaki türbeye defnedildi. Resim 3.4 Üçüncü Haçlı Seferi Haritası Kaynak: Işın Demirkent, Haçlı Seferleri İstanbul 1997. 74 Türkiye Selçuklu Tarihi Sultan II. Kılıç Arslan Türkiye Selçuklu Devleti’ni, babasının getirdiği noktadan daha ileri götürerek siyasî birlik ve güvenliği sağlamak bakımdan önemli mesafe katetti. Kaynaklar onun adaletli, şefkatli bir hükümdar olmasının yanı sıra düşmanlarına karşı coşkun ve mücadeleci bir ruha sahip olduğunu yazarlar. Kılıç Arslan dönemi mimari eserler ve diğer kurumlar bakımından da başlangıç dönemini teşkil eder. Bunların en önemlileri 1171 yılında yeni baştan inşa edilen Aksaray şehriyle buraya çok yakın bir mesafede yaptırdığı kervansaraydır. İlk altın paranın bu dönemde darbedilmiş olması da devrin iktisadî gelişiminin işareti sayılmalıdır. 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 75 Özet Sultan Mesud’un Danişmendliler’le ilişkilerini tanımlayabime, Sultan Mesud tahtını kayınpederi de olan Emir Gazi’ye borçlu olduğu için, saltanatının onun vefatına kadarki (1134) dönemi Danişmendliler’in vesayeti altında geçti. Malatya, Ankara, Çankırı gibi şehirlerin Emir Gazi’nin eline geçmesine yardım etmek zorunda kaldı. Fakat kayınbiraderi Melik Muhammed zamanında kuvvetlerin biraz daha denk hale gelmesinden yararlanarak, onunla işbirliği içerisinde, fakat bağımsız bir hükümdarlığa geçiş yaptı. 1142’den sonra Melik Muhammed’in halefleri arasındaki mücadelelerden istifadeyle, Danişmendliler’i kontrolü altına almayı başardı. Bizans’ın bu dönem şartlarını nasıl değerlendirdiğini açıklayabilme, Bizans imparatorları I. Kılıç Arslan’ın ölümünden sonra oğulları arasındaki mücadele ve Sultan Mesud’un Danişmendliler karşısındaki zayıf durumundan yararlanarak, sürekli taarruz halinde bulunmuşlardır. Selçuklular, Danişmendliler, Ermeniler ve Haçlılar’a karşı düzenledikleri seferlerle, Birinci Haçlı Seferinin kazançlarını elde tutmayı amaçlamışlardır. Sultan Mesud’un devletini yeniden Anadolu’nun en güçlü iktidarı konumuna yükseltebilmesinin esaslarını bilerleyebilme, Sultan Mesud’un güçlü bir hükümdar olmasının önündeki başlıca engel, Birinci Haçlı Seferinin şartlarından yararlanıp Selçuklular’la rekabete girişen Danişmendliler; yine kısmen lehine dönen durumdan yararlanıp Konya’yı kuşatan Bizans imparatorluğu ve güneydoğudaki Ermeniler ve haçlılardı. Saltanatı sırasında Danişmendlileri kendine tâbi kılan; İmparator Manuel’in Konya kuşatmasını akamete uğratan ve nihayet İkinci Haçlı ordularını Anadolu’dan geçtiklerine pişman eden Sultan Mesud, devletini yeniden Anadolu’nun en büyük siyasi gücü durumuna getirdi. II. Kılıç Arslan’ın saltanatının ilk yıllarında karşılaştığı problemleri değerlendirebilme, Kılıç Arslan tahta geçtiğinde en büyük sorunu, Sultan Mesud döneminden itibaren devletin kazandığı ivmeyi kendi çıkarlarına aykırı bulan muhaliflerinin, aleyhinde kurdukları ittifaklardı.Varlığını tehlike altında görüp Bizans imparatoru veya Halep atabeyine sığınan Danişmendli, Artuklu beyleri ve kardeşi Şehinşah’ın devleti sarsan işbirliğini; İstanbul’da 1162 yılında yaptığı anlaşmayla, Bizans’ı bu denklemin dışına çıkararak çökertti. Miryokefalon Savaşı’nın nasıl bir gelişime imkân verdiğini açıklayabilme, 1176 yılında Bizans imparatorunun hezimete uğratıldığı Miryokefalon zaferi Türkiye Selçukluları’nın askeri gailelerini büyük ölçüde bitirip, siyasi birliğin sağlanmasını, idarî, iktisadi ve sosyal gelişmeleri hızlandırdı. Taarruz kabiliyetini tümüyle yitiren Bizans’a karşı sürekli ilerleyiş devam ederken, bu zafer Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesinin önemli aşamalarından birisi oldu. Bu dönemde devletin bünyesinde oluşan problemleri belirleyebilme, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Sultan Mesud’un son döneminde başlayan yükselişi, Kılıç Arslan zamanında istikrar kazandı. Ancak devletin giderek daha merkeziyetçi bir yapıya doğru kayması; doğulu İslâm devleti özelliklerinin belirginleşmesi; Selçuklular’ın asli unsurunu oluşturan Türkmenler’in hoşnutsuzluğuna yol açıyordu. Ayrıca sürekli savaş hali, devletin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştireceği kurumların oluşturulmasını geciktirdi. İşgücü ihtiyacı bu sebeplerle dışarıdan, özellikle de İran’dan karşılanmak zorunda kalındı. Türkmenler ise örften kaynaklanan, fakat devleti sarsma gücü olan rollerinden vazgeçip, merkeziyetçi bir yapıya uymadıkları için sistem dışında kalırken, askerî kadrolarda bile İranî unsurlar ağırlık kazanmaya başladılar. Bu arada II. Kılıç Arslan son zamanlarında ülkeyi onbir oğlu arasında taksim etti. Büyük oğlu Melikşah’ın kendisini veliaht tayin ettirmek için mücadeleye girmesi, sultanın sağlığında taht kavgalarına sebep oldu. Merkeze bağlı olmakla birlikte bir nevi muhtariyeti olan bu melikler, uçlara doğru yığılmakta olan Türkmenleri istihdam ederek, onları bir şekilde devlet kontrolü altında tutmuşlardır. 1 2 3 4 5 6 76 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Sultan Mesud Dönemi’yle ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Saltanatının ilk yıllarında Danişmendli Emir Gazi’nin vesayeti altında kalmıştır. b. Emir Gazi’nin Malatya’yı almasına razı olduğu için kardeşi Melik Arab isyan etmiştir. c. Manuel Komnenos’un Konya kuşatmasını başarısızlığa uğratmıştır. d. 39 yıllık saltanatı sonunda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan devleti ihya etmiştir. e. Haçlılara karşı yaptığı savaşta hayatını kaybetmiştir. 2. İkinci Haçlı Seferiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İlk seferden umduğunu bulamayan Bizans, İkinci Haçlı Seferi karşısında Selçuklularla ittifak yapmıştır. b. İkinci Haçlı Seferinin sebebi Musul atabeyi İmadeddin Zengi’nin Urfa’yı fethidir. c. Alman ve Fransa krallarının haçlı yemini etmesiyle ilk kez krallar haçlı seferine katılmıştır. d. Haçlılar karşısında Nureddin Mahmud ile Sultan Mesud’un anlaşmazlıkları haçlıların başarılı olmalarına sebep olmuştur. e. Alman Ordusu, Bizans rehberleri tarafından terkedilince Eskişehir yakınlarında Türklerin pususuna düşmüştür. 3. II. Kılıç Arslan Dönemi’yle ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Üçüncü Haçlı Seferi, bu dönemde yapılmıştır. b. Seleflerinin güneydoğu siyasetinin aksine Kılıç Arslan, batı ile olan ilişkileri ön planda tutmuş ve bu yönde ilerlemeyi uygun bulmuştur. c. Danişmendli Melikliklerini ortadan kaldırıp onları uç beyi olarak istihdam etmiştir. d. Miryokefalon Savaşı’nda Bizans İmparatorunu yenilgiye uğratmıştır. e. Kendisinden sonra taht kavgalarını engellemek amacıyla ülkeyi oğulları arasında taksim etmiştir. 4. Miryokefalon Savaşı ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Savaşın sebebi, haçlı seferinin yol açtığı tecridi kıran Selçuklular’ın Bizans’ın bu seferlerden tüm kazanımlarını yok etmesidir. b. Selçuklular, Bizans ordusunu önce vur-kaç taktiğiyle daha sonra da Miryokefalon geçidinde sıkıştırmak suretiyle mağlup etmiştir. c. Miryokefolan Savaşı sonucunda yapılan anlaşma, Türkmen Beylerini memnun etmiştir. d. Miryokefalon’un Bizansla devlet bazında son savaş olması Türkiye Selçuklularının güneydoğu siyasetine ağırlık vermesini kolaylaştırmıştır. e. Bu zaferle Bizans, Anadolu’yu geri alma hayalinden vazgeçerek, artık burada Türklerle birlikte yaşamak mecburiyetinde olduğunun farkına varmıştır. 5. 1162 yılında Bizans ve Selçuklu arasında yapılan barış anlaşmasıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Kılıç Arslan bu anlaşmayla Bizans imparatoru, kardeşi Şahinşâh ve Danişmendli Beylerin kendi aleyhinde yaptığı ittifakı kırmak istemiştir. b. Kılıç Arslan bu anlaşmayla,Türkmenlerin Bizans sınırındaki ilerlemesini durdurmayı kabul etmiştir. c. İmparator anlaşma gereğince, Kılıç Arslan’a ciddi miktarda para yardımı yapmıştır. d. Selçuklu Sultanının Bizans’la anlaşması yüzünden muhalifleri artmış ve güneydoğu siyaseti olumsuz şekilde etkilemiştir. e. Anlaşmada Türkmen Beylerinin garantör olması sultanın hükümranlığını zedeler niteliktedir. 6. Aşağıdakilerden hangisi, Türkiye Selçukluları’nın uzun süre askeri ve siyasi bakımdan istikrar sağlayamamasının sonuçlarından biri değildir? a. Yetişmiş devlet adamı eksikliğinden dolayı idarî kadrolarda işgücü açığının ortaya çıkması. b. Devletin merkeziyetçi bir yapıya dönüşmesinde sorunların yaşanması. c. Bu durumun halk arasında İslamiyetin yayılmasına engel olması. d. Yerleşik bir devletin gerektirdiği kurumların oluşmasının gecikmesi. e. Devlet kadrolarının gulamlar tarafından doldurulmaya başlanması. 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 77 7. II.Kılıç Arslan’ın ülkeyi onbir oğlu arasında taksim etmesi hususulya ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Melikler yılda bir kere Konya’ya gelip Kılıç Arslan’a bağlılıklarını sunacaklardı. b. Bu uygulama yönetimde sorumluluk paylaşımı değil, ülke topraklarının mülkiyetinin paylaşımıdır. c. Bir süredir sınırlara doğru itilmekte olan Türkmenler, uçlara tayin edilen meliklerin hizmetinde kontrol altında tutulmak istenmiştir. d. Kendisine saltanat sırası gelmesini bekleyen şehzâdelerin bir kısmı saltanat ihtirasını meliklik müddetince tatmin ettikleri için taht kavgalarına girmeyecekleri düşünülmüştür. e. Melik tayin edilen oğulları kendisine tâbi olmak kaydıyla adlarına para kestirme ve kendi divanlarını kurma haklarına sahip olmuşlardır. 8. Üçüncü Haçlı Seferi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Alman, İngiliz ve Fransız haçlı orduları, Anadolu güzergâhı tehlikeli olduğu için deniz yolunu tercih etmişlerdir. b. Kılıç Arslan, Alman ordusuna topraklarından serbest geçiş izni vermiştir. c. Bizans İmparatoru, Selahaddin Eyyûbi ile Haçlı ve Selçuklular’a karşı anlaşmıştır. d. Kılıç Arslan’ın oğullarından Melikşah, Mesud ve Keyhüsrev, Türkmen kuvvetleriyle birlikte haçlılara karşı savaşmışlardır. e. Seferin sebebi, Selahaddin Eyyûbî’nin Kudüs’ü fethidir. 9. Türkiye Selçukluları ve Bizans ilişkileri ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Üçüncü Haçlı Seferi ordularına karşı Bizanslılar ve Selçuklular arasında ittifak yapılmıştır. b. II. Kılıç Arslan’ın saltanatının ilk yıllarında Bizans imparatoru, Konya’yı muhasara ederek Antalya’ya kadar ilerlemiştir. c. Sultan Mesud zamanında Bizans İmparatorluğuyla devletin içinde bulunduğu zor şartlar sebebiyle, Selçuklular için onur kırıcı şartlar içiren bir anlaşma imzalanmıştır. d. Sultan Mesud Danişmedli Muhammed’e karşı Bizans’la ittifak ederek onu bertaraf etmiştir. e. Miryokefalon’dan sonra Selçuklu ve Bizanslılar arasında devlet bazında bir daha savaş yaşanmamıştır. 10. Türkiye Selçukluları ve Danişmendli ilişkileriyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İkinci Haçlı Seferi sonucunda Danişmend ve Selçuklularda uyanan milli bilinç neticesinde üçüncü seferde haçlılara karşı ittifak yapmışlardır. b. Türkiye Selçukluları güneydoğu siyaseti dolaysıyla Danişmendlilerle Malatya üzerinde uzun süre rekabet etmişlerdir. c. Sultan Mesud’un saltanatının son dönemlerinden itibaren ve Kılıç Arslan zamanında Danişmendliler üzerinde hâkimiyet kurulmuştur. d. Yağıbasan, Kılıç Arslan’la evlenmek üzere Konya’ya getirilmekte olan Erzurum Saltuklu beyinin kızını alıkoyarak yeğeniyle evlendirmiştir. e. Sultan Mesud iktidarını ancak Emir Gazi’nin ölümünden sonra güçlendirebilmiştir. 78 Türkiye Selçuklu Tarihi Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Bizans tarihçisi Niketas Khoniates’in II. Kılıç Arslan’ın İstanbul ziyareti hakkındaki intibalarından bir bölüm: “Manuel onu dostça ve şanına lâyık bir surette kabul etti. İmparator onun burada bulunuşundan nasıl sevinç duyuyorsa; sultan da hiçbir isteğini karşılıksız bırakmayan bu konukseverlikten memnun kalmıştı. Çünkü Manuel sultanın burada bulunuşunun ve en ihtişama düşkün barbarı bile etkileyebilecek misafirperverliğinin, kendisinin doğudaki durumunu iyileştireceği ve kişisel ününü de yükselteceği gibi aldatıcı bir ümide kapılmıştı. İmparator, İstanbul’a sultanla birlikte girmek üzere bir zafer alayı tertipledi. Bu tören büyük bir itina ile plânlanmıştı. Hârikulâde değerli kumaşlar ve pek çok sanatkârane takı şehre giriş törenine özel bir parlaklık bahşedeceklerdi. İmparator halkın velveleli sevinç çığlıkları içinde muzafferane bir şekilde şehrin içinden geçecek; sultan da bu parlak ve imparatorun şanına yakışan törenin bir parçası olarak, onun yanında yürüyecekti. Ancak Tanrı bu günün parlaklığını ve ihtişamını yok ediverdi. Yer sarsılmış, bir çok muhteşem bina yıkılmış ve alışılmamış şiddette bir fırtına kopmuştu... Yüksek ruhaniler ve kilise hâdimleri, hattâ imparator olup biteni meşum bir işaret olarak algıladılar. Bunlar kutsanmış tasvirli duvar halılarının, aziz ikonalarının süslediği ve İsa tasvirinin kutsallaştırdığı bir törene, böyle bir inançsızın katılmış olmasına Tanrı’nın kızdığını söylemekteydiler. Öylece tören geçidi dağıldı.....Sultan kendisine çok saygı gösterilen bir konuk olarak bir süre imparator Manuel’in yanında kaldıktan ve imparatorun hazinesinden, değer ve miktarının çokluğundan; imparatorun kendisine de hazinelerden bu kadar kalıp kalmadığı hususunda şüphe uyandıracak kadar güzel hediyeler aldıktan sonra; kolu-koltuğu bunlarla dolu, sevinçle yeniden ülkesine döndü. İmparator hiçbir barbarın altına dayanamayacağını biliyordu. Bunun için de kendisini Kılıç Arslan’ın gözünde büyütmek ve onu Bizans İmparatorluğu’nun zenginliği hakkında şaşkına çevirmek istiyordu....Sultan imparatorluk sofrasından kucağına düşen bu kırıntılar karşısında sevinçten kendinden geçti ve bu hediyelerle gözleri kamaşmış olarak imparatora Sebasteia (Sivas) ve buna bağlı bölgeyi terk edeceği vaadinde bulundu. Manuel onun bu vaadini sevinçle kabul ederek sözünde durduğu taktirde ona başka hazineler vermeyi de vaadetti. Barbarın sözünden dönmesini önlemek ve demiri kızgınken döğmek için...Konstantinos Gabras’ı bir çok değerli hediyeler, türlü savaş araçlarıyla birlikte Sultan’ın arkasından yola çıkarttı”. Historia (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri) (Çev. Fikret Işıltan) Ankara 1995, 81-83) 1. e Yanıtınız yanlış ise “Sultan Mesud Dönemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Sultan Mesud’un Yükselişi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise “II. Kılıç Arslan Dönemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. c Yanıtınız yanlış ise “Miryokefalon Zaferi ve Önemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “İstanbul Ziyareti ve Bizans’la Barış” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “İdare Mekanizmasındaki Değişiklikler ve Ülkeyi Oğulları Arasında Paylaştırması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “İdare Mekanizmasındaki Değişiklikler ve Ülkeyi Oğulları Arasında Paylaştırması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. a Yanıtınız yanlış ise “Üçüncü Haçlı Seferi”konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise “Sultan Mesud Dönemi ve II. Kılıç Arslan Dönemi” konularını yenşden gözden geçiriniz. 10. a Yanıtınız yanlış ise “Sultan Mesud Dönemi ve II. Kılıç Arslan Dönemi” konularını yenşden gözden geçiriniz. 3. Ünite - Sultan I. Mesud ve II. Kılıç Arslan Dönemi 79 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Sultan Mesud’un 39 yıllık saltanat dönemi tahtı ele geçirmesini sağlayan kayınpederi Emir Gazi’nin ölümüne kadar onun güdümünde geçirdiği vesayet dönemi; kayınbiraderi Melik Muhammed’le gücünü eşitlediği dönem ve onun ölümünden sonra Danişmendliler arasındaki taht kavgalarından faydalanarak siyasi üstünlüğü ele geçirdiği dönem olarak tasnif edilebilir. Sıra Sizde 2 Bizans imparatorunun Konya kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması; III. Konrad ve VII. Louis idaresinde gelen ikinci haçlı ordularının, sayısal bakımdan gücünü ve önemini kaybedecek derecede imha edilmesi Türkiye Selçukluları’na, Birinci Haçlı seferinin yol açtığı tecritten çıkma imkânı vermiştir. Sıra Sizde 3 Kılıç Arslan’ı Bizans imparatoru ile büyük tavizler vererek anlaşmasının sebebi Manuel’in ona karşı kardeşi Şahinşah, Danişmendli melikleri ve Haleb atabeyi ile yaptığı ittifakı zayıflatmak için zaman kazanmak isteğiydi. Bu ittifakın parçalanması Türkiye Selçukluları’na, son tahlilde güneydoğu politikalarını uygulama fırsatı verecekti. Sıra Sizde 4 Miryokefalon zaferi, Bizans’ı Türkiye Selçukluları için tehlike olmaktan çıkarıp, Türkleri Anadolu’dan atma hayallerine son verdi. Dolayısıyla Selçuklular için hem Bizans yönünde ilerlemeyi mümkün kılarken, diğer taraftan Anadolu’da savaşları büyük ölçüde bitiren bu zafer, Türkiye Selçukluları’nın iktisadî ve sosyal alanda da hamleler yapmalarına zemin hazıradı. Sıra Sizde 5 II. Kılıç Arslan’ın ülkesinin yönetimini oğulları arasında taksim etmesinin bir sebebi, hükümdarlık sırası gelmesi mümkün olmayan şehzâdelerin saltanat ihtiraslarını bastırmak, dolayısıyla kendisinden sonra mücadeleye gireceklerin sayısını azaltmak olabilir. Bir diğer nedenin de uçlara yığılmakta olan Türkmenleri bu vesileyle denetim altında tutabilmek olduğu tahmin edilebilir. Altan, Ebru.( 2003) İkinci Haçlı Seferi, Ankara Cahen, Claude . (2000) Osmanlılardan Önce Anadolu (Çev. Erol Üyepazarcı), İstanbul Demirkent, Işın ( 1997) Haçlı Seferleri, İstanbul. Kesik, Muharrem (2003) Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi (1116-1155) Ankara Özaydın, Abdülkerim (2002) “II. Kılıç Arslan”, DİA, 25, İstanbul s.399-403 Turan, Osman (1993) Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul Umar, Bilge (1990), “Myriokephalon Savaşının Yeri: Çivril Yakınındaki Kufi Vadisi”, Belleten, LIV, 290, s.103-107 Ankara 4 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Şehzâdeler arasındaki taht kavgalarının sebep olduğu bunalımı açıklayabilecek, Keyhüsrev’in birinci saltanat dönemini tanımlayabilecek, II.Süleymanşah’ın ülkede yeniden merkezi otoriteyi kurmasını değerlendirebilecek, Keyhüsrev’in ikinci saltanat döneminde devletin gelişim çizgisini belirleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • I.Gıyaseddin Keyhüsrev • II.Süleymanşah • Gürcüler • Saltuklular • Melikler • Latinler • Antalya • Kıbrıs Haçlıları • Teodor Laskaris İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi • I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İLK SALTANATI (1196-1192) • II. SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ (1204-1197) • I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İKİNCİ SALTANATI (1211-1205) TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ I. GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İLK SALTANATI Kardeşler Arasındaki Taht Mücadeleleri 3. ünitede anlatıldığı gibi II. Kılıç Arslan’ın, onbir oğlunu ülkenin çeşitli yerlerine melik olarak tayin etmesi, devletin henüz istikrara kavuştuğu bu dönemde dahilî bir buhrana sebebiyet vermişti. Oğullarının bazıları daha sultanın sağlığında, kendilerini veliaht ilân ettirmek için babalarına baskı yapmaya başlamışlardı. Nitekim Sivas-Aksaray meliki olan Melikşah, bir rivayete göre kendisini zorla veliaht tayin ettirdikten sonra, sınırdaş olduğu kardeşlerinin topraklarını almak için mücadeleye başlamıştı. Malatya meliki Kayserşah, ancak Eyyûbîler’e sığınmak suretiyle konumunu muhafaza edebilmişti. Melikşah, diğer kardeşi Kayseri meliki Sultanşah’ı, babasını da zorla yanında götürmek suretiyle kuşatmış; Melikşah’ın baskısından yılgınlık gelen sultan bir fırsatını bulup Kayseri’deki oğlunun yanına kaçmıştı. Ancak onun da diğerinden farklı olmadığını görerek, ondan da Uluborlu meliki Keyhüsrev’e sığınmıştı. Keyhüsrev, hatırlanacağı üzere babasına gereken hürmeti göstermiş ve onu ağırlamıştı. Bu arada Melikşah da, Kılıç Arslan’ın kaçması üzerine Konya’ya girip kendisini sultan ilan etmişti. Bunun üzerine Keyhüsrev babasını da yanına alıp, ordusuyla Melikşah’ın üzerine yürüdü. Ağabeyini Konya’dan kaçmaya mecbur ederek, babasını yeniden tahtına oturttu. Kılıç Arslan bu hizmetlerinin karşılığında küçük oğlunu veliaht tayin edip, devlet erkânından da ona biat edeceklerine dair söz aldı. Sonra yaşlı sultan Melikşah’ı cezalandırmak amacıyla, yanında veliahtı olduğu halde Aksaray’ı kuşattı. II. Kılıç Arslan kısa bir süre sonra hastalandı. Keyhüsrev babasını Konya’ya götürmek üzere harekete geçti ama durumu giderek ağırlaşan sultan yolda vefat etti. Keyhüsrev, babasının ölümünü kendisiyle mücadeleye girecek olan kardeşlerine fırsat vermemek için, bir süre sakladı. Yaz sıcağı olduğu için de cesedi gizlice tahnit ettirdi. Konya’ya döndükten sonra tahta oturan Keyhüsrev babasını defnettirip önce babasının yasını tutup taziyeleri; sonra da cülusu için tebrikleri kabul etti (1192). I. Keyhüsrev’in, babalarının ölümünden sonra iyice bağımsız kalan melikleri kendi idaresinde birleştirmesi ancak mücadeleyle mümkün olabilecekti. Bununla birlikte büyük ağabeyi dâhil olmak üzere meliklerin, onun birinci sultanlık döneminde kestirdikleri para ve kitabe metinlerinde melik unvanı kullanmaya devam ettiklerine bakılırsa, kendisine tâbi olmasalar da saltanatına ortaklık iddiasında I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Tahnit cesedin bozulmaması için iç organları çıkarıldıktan sonra ilaçlanarak muhafaza edilmesi, yani mumyalama demektir. 82 Türkiye Selçuklu Tarihi da bulunmadıkları anlaşılmaktadır. Keyhüsrev’in de kendisine tâbi olamayan, fakat tahtını doğrudan hedef almayan kardeşlerine karşı herhangi bir harekete girişmediği görülmektedir. Bu arada Melikşah’ın dikkatini Elbistan meliki Tuğrulşah ve Sultanşah üzerinde teksif etmesi; hatta Sultanşah’ı bir hileyle yakalayıp öldürmesi ve topraklarını ele geçirmesi, Keyhüsrev’e kendi bölgesinde bağımsız hareket etme imkânı verdi. Kısa bir süre sonra Melikşah’ın hastalanıp ölmesi, onu görünürdeki en büyük tehlikeden de kurtarmış oldu. Keyhüsrev’in Bizans’la İlişkileri Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev özellikle Melikşah ve Sultanşah arasındaki mücadelelere karışmayarak, Bizans’a yönelik bir siyaset takip etmeyi tercih etti. Meliklik döneminde Uluborlu merkez olmak üzere, Kütahya’dan Antalya sınırlarına kadar uzanan topraklarında Bizanslılarla hemhudut bulunuyordu. Keyhüsrev II. İsaakios’un zayıf imparatorluk döneminden (1185-1195) yararlanarak topraklarını fetihlerle genişletiyordu. Bu arada Alaşehir (Philadelphia)’de imparatora karşı ayaklanıp Türkmenler’den sağladığı kuvvetlerle Denizli Honas çevresinde tahribat yapan Mankaphas adlı Bizanslı bir asi, imparator tarafından takibata uğratılınca Keyhüsrev’e sığınmıştı. Ancak İsaakios’un pek çok hediyeyle birlikte elçi gönderip bu isyancıyı istemesi üzerine, hayatına dokunulmaması şartıyla onu teslim etti. Buna rağmen Keyhüsrev’in kısa bir müddet sonra, imparatorla ilişkileri bozulduğu gibi, savaşın eşiğine geldiler. Görünürde Selçuklu sultanı, Mısır Eyyûbî hükümdarı Melik Adil’in Bizans imparatoruna hediye olarak gönderdiği iki atı, uzun yolculuk sırasında çok hırpalandıkları için alıkoymuştu. Atların telef olmaması için iyi niyetle yapılmış olması mümkün ve özürle birlikte imparatora bildirilmiş olan konu, iki devlet arasında kriz yarattı. III. Aleksios Angelos’un da, buna karşılık Konya’dan İstanbul’a gitmekte olan bir tüccar kafilesini yakalayıp mallarına el koyması, Keyhüsrev’in kendi tebası olan tüccarların serbest bırakılması yolundaki teklifinin reddedilmesi savaşa sebebiyet verdi. Keyhüsrev 1196 yılında ordusuyla Menderes havzasına girdi. Bölgedeki bir çok yer tahrip edilip ahalisi esir alındı. Harekâta devam eden sultan, Ladik ve Honaz’ı da fethetti. Bu sefer sırasında pek çok ganimetin yanı sıra 5.000 civarında esir ele geçirilmişti. Selçuklu sultanı bu esirlerin hepsinin adlarını, geldikleri yerleri kayda geçirerek, kendi topraklarına sürdü. Bu husus yeri geldiğinde bahsedildiği gibi, devletlerin ekonomik politikalarıyla ilgiliydi. Keyhüsrev bu ahaliyi, Manuel Komnenos’un Konya muhasarası sırasında yaktığı ve ahalisini İzmit civarına sürdüğü Akşehir’e getirdi. Kendilerini köylere yerleştirerek bedava çift, tohumluk ve hayvan verdiği gibi, beş yıl boyunca da vergiden muaf tuttu. Bir süre sonra imparatorla barış sağlandı. Bundan sonra ülkelerine dönüş serbestisi tanınan Bizanslı ahali Selçuklu topraklarını terke yanaşmadı. Hatta bir Bizans kaynağının veciz ifadesiyle esirlere karşı gösterilen bu insani tutum onlara vatanlarını unuttururken; onların rahatına özenen başkalarının da gönüllü bir şekilde yurtlarını terk edip Selçuklu ülkesine göç etmesine, Bizans şehirlerinin boşalmasına yol açtı. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ilk saltanat döneminin en önemli meselesi sizce nedir? 1 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 83 Keyhüsrev’in Tahtı Süleymanşah’a Terk Etmesi Tokat meliki Süleymanşah, Kılıç Arslan’ın sağlığında Keyhüsrev’in velahtlığıyla ilgili olarak kendisini mücadeleye sevk etmek isteyenleri, babasının iradesine saygı göstermek gerektiği, ayrıca kardeşinin saltanat için gerekli evsafı haiz olduğunu söyleyerek geri çevirmişti. Süleymanşah, Melikşah’ın kardeşleriyle olan kavgalarına da taraf olmadığı gibi, Karadeniz kıyılarında fetihlere devam ederek Samsun’u topraklarına kattı. Ancak ağabeyi Melikşah öldükten sonra, hiç vakit kaybetmeden harekete geçerek, Sivas, Kayseri ve Aksaray’ı aldı. Bu yüzden adıgeçen şehirleri kendi topraklarına katmak isteyen Ankara meliki Mesud ile karşı karşıya geldi. Fakat müstahkem Ankara kalesini ele geçirmenin çok zaman alacağını görerek, Ankara’yla birlikte bazı yerleri ona bırakarak anlaşmaya vardı. Süleymanşah bundan sonra ordusuyla Konya önlerine gelip şehri kuşattı. Selçuklu başkentinin sağlam bir savunması vardı; nitekim kuşatma dört ay kadar sürdü. Belki bir müddet daha dayanması mümkündü; fakat Keyhüsrev Konya halkının gittikçe daha fazla sıkıntıya katlanmak zorunda kaldığını, durumun giderek ağırlaşmakta olduğunu görerek ağabeyine bir teklif iletti. Buna göre Süleymanşah çekilmeyi kabul ederse kendisine çok miktarda para ve değerli hediyeler vererek sefer masraflarını karşılamayı önerdi. Tek hedefi saltanat olan Süleymanşah’ın bu teklifi reddetmesi üzerine de kendisinin, ailesinin ve maiyetinin canına dokunulmaması, istediği yere gitmesine izin verilmesi kaydıyla tahtı terk edeceğini bildirdi. Konya halkı ve emirler Keyhüsrev’e Kılıç Arslan’a verdikleri söz gereğince, sonuna kadar mücadele edebileceklerini söylediler. Fakat o, ahalinin daha fazla sıkıntı çekmesini istemediği için Konya’yı terk etmeye karar verdi (Ekim 1196). Süleymanşah bunun üzerine kardeşine canına-malına dokunulmayacağına dair bir ahidnâme verdi. Süleymanşah, Keyhüsrev Konya’dan ayrıldıktan sonra şehre girip tahta oturacaktı. Ancak kendisini emniyette hissetmeyen Keyhüsrev, oğulları Keykâvus ve Keykubâd’ı bile beklemeden, Seyfeddin Ayaba ve Mübarizeddin Ertokuş adlı emirlerle birlikte gece Konya’yı terk etti. Bu acele dolayısıyla yeni sultanın, güvenliğini sağlamak için vermeyi vaad ettiği 3.000 kişilik müfrezenin korumasından da mahrum kaldı. Keyhüsrev’in niyeti Akşehir yoluyla İstanbul’a iltica etmekti. Fakat Konya’nın Lâdik köyüne geldiğinde bura halkının saldırı ve hakaretlerine maruz kaldı, maiyyetinin eşyaları yağmalandı. Bunun üzerine daha güvenli olacağını düşünerek Larende (Karaman) istikametine döndü. Keyhüsrev Larende’ye giderken Konya yakınlarında Süleymanşah’a bir mektup yazarak, tahtı zorla elinden alınmış, sâbık bir sultan da olsa, maruz kaldığı bu muameleye, ülkenin sahibi sıfatıyla rıza göstermemesi gerektiğini bildirdi. Süleymanşah da bu cüretkârlığı hoş görmeyip; derhal gereğini yapıp sorumluları idam ettirdi. Öyle ki, Lâdik köyünü de yaktırdı. Ayrıca Keyhüsrev’in güzergâhı üzerinde bulunan yerlerin yöneticilerine haber göndererek kardeşine gereken saygının gösterilmesini bildirdi. Keyhüsrev’in oğulları da, kendi istekleri üzerine, Süleymanşah tarafından yanlarına adamlar verilerek, Kilikya sınırında beklemekte olan babalarının yanına gönderildiler. Keyhüsrev, ilk olarak Kilikya’da II. Leon’un yanına gidip bir süre orada kaldı. Oradan izzet ikram ve bir çok hediyeyle ayrıldıktan sonra, Elbistan meliki olan ağabeyi Tuğrulşah’a uğradı. Tuğrulşah kendi topraklarını, büyük bir saygıyla karşıladığı eski sultana bağışladı. Fakat Keyhüsrev, onu Süleymanşah karşısında zor durumda bırakmak istemediğinden bağışını iade etti. 84 Türkiye Selçuklu Tarihi Elbistan’dan ayrıldıktan sonra ziyaret ettiği Malatya meliki olan kardeşi Kayserşah da samimi bir karşılamanın yanı sıra, arzu ederse Malatya’yı kendisine bırakabileceğini; ileride talihi dönerse, kendisine iade edebileceği teklifinde bulundu. Ancak buradan da ayrılan Keyhüsrev, Haleb Eyyûbi melikinin, Âmid Artuklu beyinin, sonra da Ahlatşah Bedreddin Aksungur’un yanına gitti. Her gittiği yerde hürmetle karşılanıp ağırlanmasına, kendisine değerli hediyeler verilmesine rağmen, ev sahiplerinin II. Süleymanşah’ın düşmanlığını çekebilecekleri endişesiyle buralarda fazla kalamadı. Belki bu ziyaretleri sırasında ağabeyinden tahtı geri alabilmek için askeri yardım sağlamayı da ummuştu. Ancak belli ki gittiği yerlerde buna dair bir umut ışığı belirmedi. Nihayet Samsun’a gelip bir müddet burada dinlenen Keyhüsrev, kendisini hürmetle ağırlayan şehrin valisine İstanbul’a gitmek istediğini bildirdi. Bunun üzerine valinin temin edip silah ve zahire takviyasi yaptığı gemiye binerek İstanbul’a doğru yola koyuldu (1199/1200). II. SÜLEYMANŞAH DÖNEMİ Süleymanşah’ın İlk İcraatları I. Keyhüsrev’in Konya’yı terk etmesi üzerine devlet ileri gelenleri, Süleymanşah’ı şehre davet ettiler. 3 Ekim 1196 günü Konya’ya giren Süleymanşah Türkiye Selçuklu Devleti tahtına oturdu. Bu durum başta Abbasi halifesi olmak üzere komşu hükümdarlara bildirildi. Süleymanşah Tokat’tan kendisiyle birlikte gelen ümerayı önemli mevkilere yerleştirmekle birlikte, söz verdiği üzere Keyhüsrev’in adamlarına ve ahaliye kötü muamelede bulunmadı. Onlar da yeni sultana bağılıklarını arz ettiler. Devrin az sayıdaki kaynaklarının verdiği kısıtlı bilgilere göre, Süleymanşah’ın tahta geçtikten sonra ilk icraatı, kardeşleri Berkyarukşah ve Argunşah’dan Niksar ve Amasya’yı almak oldu. Dikkat edilecek olursa, Süleymanşah Tokat meliki olduğu sırada, bu kardeşleriyle sınırdaş olmasına rağmen onlara dokunmamış; fetihlerini Karadeniz’de Bizans istikametinde yoğunlaştırmayı tercih etmişti. Bu husus saltanat mücadelesine girmeye hazırlanırken dikkatleri üzerine çekmemek için başvurduğu bir tedbir gibi görünmektedir. Amasya ve Niksar’ın düşmesinden sonra, Elbistan meliki Tuğrulşah’ın da II.Süleymanşah’a tâbiyetini bildirdiği anlaşılmaktadır. Kaynaklarda Ermeni ucundaki Ereğli meliki Sancarşah ve Niğde Resim 4.1 Keyhüsrev’in, ilk saltanat döneminde 1195-1196’da Konya’da kestirdiği gümüş para. esSultanü’l-Mu’azzam Keyhüsrev b. Kılıç Arslan Kaynak: http://www.izmirnümismatik.org/.makaleler 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 85 meliki Arslanşah’ın akıbetiyle ilgili bilgi bulunmamaktadır. Böylece Ankara meliki Mesud ve Malatya meliki Kayserşah dışında, kimi tasfiye edilerek, kiminin bağlılık arzetmesi üzerine, kardeşlerin elinde bölünmüş olan ülke, büyük ölçüde yeniden birleştirilmiş oldu. Bizans İmparatoruyla Anlaşma Bu arada Bizans imparatoru III. Aleksios Angelos, Süleymanşah’ın saltanat mücadelesi ve sonra da kardeşleriyle meşgul olmasından yararlanmak istedi. Bu maksatla, Selçuklu sultanının daha melikken fethettiği Samsun limanını geri almak üzere, altı gemiden müteşekkil bir donanma sevk etti. Konstantin Frankopulos adlı bir komutanın kumanda ettiği bu küçük deniz kuvveti, güya Giresun limanında batan bir gemiyle ilgili araştırma yapmakla görevlendirilmişti. Fakat esas görevi Samsun limanını geri almak olan Frankopulos, Karadeniz limanlarına gelen tüm gemileri vurup yağmalayarak, bölgenin ticaret trafiğini felç etti. Bizans kaynağının söylediğine göre, bu soygunlardan canını kurtarabilen Bizanslı tacirler, bizzat imparatora yaptıkları şikayetlerden hiçbir netice alamadılar. Fakat Süleymanşah, Selçuklu tüccarların şikâyetlerini dikkate alarak, derhâl imparator nezdinde girişimde bulundu. II.Süleymanşah Bizans imparatorundan elindeki esirleri serbest bırakıp, tüccarların gasp edilen mallarının iadesini istedi. İmparator, Karadeniz sahillerinde meydana gelen bu olaylarla ilgisi bulunmadığını, sorumluluğun Frankopulos’a ait olduğunu söylemekle birlikte, Selçuklu sultanıyla savaşacak güçten yoksun olduğu için anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre Aleksios malları yağmalanan tüccarların zararlarını tazmin etmeyi ve Selçuklu Devleti’ne yıllık vergi ödemeyi kabul ediyordu. II. Süleymanşah’ın Kilikya Seferi Kaynakların kendilerinden hiç söz etmediği Niğde ve Ereğli meliklerinin güçsüzlüğü; Elbistan meliki Tuğrulşah’ın ağabeyi Melikşah’ın baskısı karşısında Kilikya Ermeni hü-kümdarı II. Leon (1187-1219)’un himayesine girmesi, Türkiye Selçuklu Devleti’nin Ermeni ucunda zaaf içerisinde olduğunu gösteriyordu. Nitekim daha Melikşah ve Sultanşah arasındaki mücadeleler sırasında Ereğli’yi zabt eden Leon, Kayseri kuşatmasını da ancak haraç almak karşılığında kaldırmayı kabul etmişti. Onun Ereğli’yi hangi melikten aldığı belli değildir. Eğer Sancarşah ağabeyi tarafından Ereğli’den atılmış veya öldürülmüşse, her iki şehir de bu sırada Sultanşah’a ait olmalıdır. Sonuç olarak Kayseri kuşatmasını para karşılığında kaldıran Leon, bu yerleri sahibine iade etmişti. Dâhili meselelerini belli ölçüde çözmüş olan Sultan Süleymanşah, Ermenilerin bu pervasızlığına son vermek üzere, 1199’da Kilikya seferine çıktı. Bu harekât sırasında, Leon’la anlaşmazlığı olan Oşin adlı bir Ermeni reisiyle işbirliği yaptı. Hatta Leon’un daha sonra papaya yazdığı bir mektuptan anlaşıldığına göre, Antakya ve Trablusşam haçlı prensleri de, Selçuklu sultanını destekliyor ve Leon’a karşı onu kışkırtıyorlardı. Selçuklu ordusu Oşin’in kuvvetleriyle birlikte, Ermeniler’i işgâl ettikleri yerlerden Toroslar’ın ötesine sürüp attı. Kilikya bölgesi Adana’ya kadar istilâ edildi; pek çok ganimet ve esir ele geçirildi. Ermeni kaynakları Oşin’in bu savaş sırasında kendi milletine çok zulmettiğini yazmaktadırlar. Süleymanşah’a karşı bir müttefik de bulamayan Leon, bu durumda çaresiz barış istedi. Yıllık vergi vermek ve bir görüşe nazaran, Selçuklu sultanı adına para kestirmek şartıyla Selçuklu Devleti’ne tâbi olmayı kabul etti. II. Leon 1198 yılında papaya müracaatı neticesinde muhteşem/büyük unvanıyla birlikte onun gönderdiği krallık tacını giymişti. Muhteşem kral olarak da Süleymanşah’a bağlanmış oldu. 86 Türkiye Selçuklu Tarihi Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Mehmet Ersan, “Kilikya Ermeni Krallığı’nın Türkiye Selçukluları’na Tâbiiyyeti Meselesi”, Prof. Dr. İsmail Aka Armağanı, İzmir 1999, 301-315. II. Süleymanşah’ın Kilikya seferini nasıl değerlendirirsiniz? Saltukili (Erzurum)’nin Türkiye Selçuklu Topraklarına Katılması Saltukoğulları, 1.Ünitede okunduğu üzere, Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’da kurulan ilk Türkmen beyliklerinden birisiydi. Sınırları zaman içerisinde Ağrı’dan Kars’a kadar değişmekle birlikte merkezi Erzurum ve çevresiydi. Doğu Anadolu’daki diğer Türk beylikleri gibi, Anadolu’ya göç eden soydaşlarının sevk ve iskânı başta olmak üzere, özellikle Gürcü istilâlarına karşı sınırları müdafaa etmekteydiler. Ancak zaman içerisinde Büyük Selçuklu Devleti’nin gücünü kaybetmesi ve Sancar’ın ölümüyle hanedanın sona ermesi, Gürcülerin Selçuklu egemenliğinden tamamen kurtulmasına fırsat verdi. Şube hanedan Irak Selçukluları ve onların mirasçısı İldenizlilerin de Gürcülerle mücadelede yeterince başarılı olamamaları, durumu daha da vahim bir hâle getiriyordu. Bundan başka Türkistan’dan aralıklarla devam eden göç sürecinde Hazar’ın kuzeyinden ilerleyen gayrımüslim Kıpçak Türkleri’nin Gürcü ordularında hizmete alınmaları da kuvvet dengelerini Selçuklular aleyhine bozuyordu. Nitekim bu taze savaşçı gücü ordusuna katan Gürcü kraliçesi Thamara (1184-1211)’nın hükümdarlığı zamanında Kars düşmüş, Erzurum tahrip edilmiş; Gürcü saldırıları Malazgirt, Ahlat ve Erciş’e kadar uzanmıştı. Gürcüler şehirleri yakıp yıkıyor, İslâm ahaliyi esir ediyorlardı. İslâm Dünyasının en büyük siyasî gücünü temsil eden II. Süleymanşah’ın bu büyük tehlike karşısında sessiz kalması beklenemezdi. Ancak böyle büyük bir sefere çıkarken, arkasında saltanatı için tehdit oluşturabilecek kimseleri de bırakmak istemiyordu. Bu yüzden önce Eyyûbîler’e dayanarak kendisine itaati reddeden kardeşi Malatya hâkimi Kayserşah üzerine yürüyüp Malatya’yı zabt etti (23 Haziran 1201). Süleymanşah bundan sonra Gürcistan’a yapacağı sefer için başta Erzincan Mengücek beyi Behramşah, Saltuklu beyi Melikşah ve kardeşleri olmak üzere bölgedeki emirleriyardıma çağırdı. Elbistan meliki Tuğrulşah ve sultanın eniştesi de olan Behramşah derhâl Süleymanşah’a katıldılar. Ancak bazı kaynakların ifadesine göre, Selçuklu sultanına güvenmeyen Saltuklu beyi huzura gelmekte ayak sürüdü. Süleymanşah bunun üzerine Erzincan’dan Erzurum’a doğru harekete geçti. Ayrıntısı 1.Ünitede anlatıldığı gibi, Haziran 1202’de Erzurum’u alıp Saltuklu hanedanına son verdi. Burayı Elbistan’ı kendisine bırakması karşılığında, kardeşi Tuğrulşah’ın idaresine verdi. 2 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 87 II. Süleymanşah’ın Gürcistan Seferi Süleymanşah, Ankara meliki Mesud hâricinde, Selçuklu ülkesinde birliği kurmayı başarmış ayrıca Bizans İmparatorluğu ve Kilikya Ermenileri’ni vergiye bağlamış; Harput Artuklu, Erzincan ve Divriği Mengücek beylerinin tâbiyetleri devam ederken Saltukili de ilhak edilmişti. Bu durumda Süleymanşah’ın artık hemhudud olduğu Gürcistan’a bir sefer yapmasının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Böylece İslâm beldelerini tahrip eden Gürcüleri cezalandırmanın yanında; insiyatif alarak onların saldırılarını yavaşlatmak veya durdurmak da mümkün olacaktı. Süleymanşah, Gürcistan’a karşı savaş hazırlığı içerisinde olmasına rağmen, kraliçeye elçiler göndererek şimdilik bu niyetini saklıyor ve bir yandan da düşmana dair bilgi topluyordu. Selçuklu sultanı nihayet Kraliçe Thamara’ya bir elçi ve metni ünitenin sonundaki okuma parçasında verilecek olan çok tehditkâr bir mektup gönderdi. Selçuklu devri kaynağı İbn-i Bîbî, Süleymanşah’ın Gürcistan seferinin sebebine dair bir anekdot anlatır. Buna göre tahtına bir varis bırakmak için evlenmek isteyen Thamara, çok sayıda oğlu olduğunu duyduğu Kılıç Arslan’ın ülkesine bir nakkaş (ressam) gönderdi. Nakkaş sultanın onbir oğlunun suretlerini çizdi ve kraliçeye götürdü. Thamara içlerinde hafif dağınık, saçları etkileyici bakışları ve selvi gibi boyuyla çok yakışıklı bulduğu şehzâde Süleymanşah’ı beğendi; hatta beğenmekle kalmayıp suretine aşık oldu. II. Kılıç Arslan’a bir elçi gönderip, adı geçen şehzâdeyle evlenmesine izin verilmesini, inanç farkına rağmen onun Gürcistan’da hükümdar olmasının önünde hiç bir engel bulunmadığını bildirdi. Kılıç Arslan, Süleymanşah’ı huzuruna çağırıp, Thamara’nın teklifini onun kendisine gönderdiği kıymetli hediyelerle birlikte iletti. Fakat bu öneriye çok öfkelenen Süleymanşah, hükümdarlık için küffar memleketine gitmeyi zillet sayacağını; ancak sultan emir buyurursa, kâfirleri hak yoluna sokmak ve Gürcistan’ı ülkesinin topraklarına katmak üzere sefer yapabileceğini söyledi. Yukarıdaki bilgiyi veren kaynak, Süleymanşah’ın sefere çıkmasında, Gürcü kraliçesinin sözkonusu teklifini aşağılayıcı bulması yüzünden ona karşı tuttuğu kinin etkili olduğunu yazar. Süleymanşah’ın savaş ilanını değerlendiren Gürcü kraliçesi telaşlanmakla birlikte, hemen savaş hazırlıklarını tamamladı. Büyük komutanlar idaresinde harekete geçen Gürcü ordusu, Kars’ta bir gün kaldıktan sonra Erzurum istikametinde harekete geçti. Kraliçe yanında tuttuğu Selçuklu elçisini, meydan okumak Resim 4.2 II. Süleymanşah’ın 1199-1200’de Aksaray’da kestirdiği gümüş sikke. es_Sultanü’l-Kahhâr Ebû’l-feth Süleyman b. Kılıç Arslan Kaynak: http://anadoluselcuklumimarisi.com.s10/asp 88 Türkiye Selçuklu Tarihi konusunda Süleymanşah’ınkinden aşağı kalmayan bir mesajla sultana gönderdi. Erzurum ve Kars’tan karşılıklı olarak ilerleyen iki ordu, Pasinler-Sarıkamış arasında, Sarıkamış’a daha yakın bir mesafede bulunan Micingerd kalesi önünde karşılaştılar. Bazı kaynaklarda Selçuklu ordusunun, savaşa girmeden tedbirsizlik sonucu baskına uğradığı rivayet edilmektedir. Bununla birlikte karşılıklı savaşın vukû bulduğu, Gürcü ordusunun nedereyse yenilmek üzereyken Süleymanşah’ın çetrdârının düşmesinin bir anda kargaşaya sebep olduğu anlaşılmaktadır. Atının ayağı tökezlediği için çetrdârının düşmesi sultanın bir felakete uğradığı şeklinde anlaşıldı. Çünkü savaşlarda sultanın bulunduğu yer ve daha önemlisi, sultanın hayatta olduğu çetrden anlaşılırdı. Bunun üzerine Selçuklu ordusu telâş içerisinde dağılmaya başladı. Bizzât sultan komutanlarına isimleriyle seslenip, hayatta olduğunu duyurmaya çalıştıysa da orduyu toplamak mümkün olamadı. Çok sayıda ölü ve esir veren Süleymanşah ordusunun kalanlarıyla, fakat ağırlıklarını savaş meydanında bırakarak Erzurum’a doğru çekilmek zorunda kaldı (1202). Esir düşenler arasında, fedakârca bir hareketle düşman hakkında bilgi toplamak amacıyla, Gürcü ordusunun çok yakınlarına kadar sokulmuş olan Mengücek beyi Behramşah da bulunmaktaydı. Bununla birlikte Thamara, Selçuklular kadar olmasa da büyük kayıplar verdiğinden savaştan sonra Selçuklu topraklarını işgâle tevessül edemedi. Dolayısıyla bu yenilgi Süleymanşah’ın iktidarını sarsacak bir etki de yaratmadı. Bu hadise üzerine Selçuklu Devleti’ne tâbiyetten ayrılan olmadığı gibi, Hısn-ı Keyfâ ve Âmid Artuklu beyi ile Eyyûbîlerden Sümeysat hâkimi Melik Efdal bu tarihten sonra Süleymanşah’a bağlılıklarını bildirmişlerdi. II. Süleymanşah’ın Ankara’yı Ele Geçirmesi Melik Mesud sahip olduğu askerî güç ve özellikle Ankara’nın çok müstahkem bir kale olması sebebiyle Süleymanşah’ın en büyük rakibi durumundaydı. Sultan bu yüzden ik-tidarını yeterince güçlendirene kadar ona dokunmadı. Melik Mesud da bu süreçte hiz-metindeki Türkmenlerle Bizans’a karşı fetihlere devam etti. Ankara’dan başka Çankırı, Kastamonu, Bolu ve Eskişehir onun idaresinde bulunuyordu. Süleymanşah’ın Ankara seferini bu kadar ertelemesinin bir nedeni de, bu güçlü melikin üzerine yürürken arka-sında, meselâ Gürcistan’ın istilâ edilmesi gibi prestijli bir galibiyetin bulunmasını arzu etmesiydi. Süleymanşah’ın başarıları bir tarafa, Gürcü seferi tam bir hezimetti. O halde Melik Mesud bu yenilgiden yararlanmaya yeltenmeden, onun harekete geçmesine fırsat vermeden Ankara kuşatılmalıydı. Nitekim Melik Mesud, kaynakların farklı rivayetlerine rağmen, bir yıldan fazla muhasara altında kalan Ankara’da, iaşe sıkıntısı baş gösterince teslim olmak zorunda kaldı (Temmuz 1204). Süleymanşah onun oğullarıyla birlikte salimen Ankara’dan ayrılmasına izin verdi. Fakat kardeşiyle yaptıkları anlaşmaya uymayıp, onu iki oğluyla birlikte, kendisine tahsis edilen yere giderken yakalatıp öldürttü. Süleymanşah’ın Mesud’u bu şekilde tasfiye etmesi, hiç kuşkusuz onun sahip olduğu büyük güçle alâkalıydı. Fakat kaynaklar Süleymanşah’ın kısa bir süre sonra ölümünü, kardeşini katlettiği için duyduğu üzüntü veya ettiğini bulma şeklinde Melik Mesud’un vefatıyla ilişkilendirerek, hadisenin o devirde de hoş karşılanmadığını aksettirmektedirler. Çetrdâr, Büyük Selçuklu Tarihi dersinde görüldüğü gibi, saltanat alâmeti olan ve çetr adı verilen şemsiyeyi yürüyüş sırasında hükümdarın başının üzerinde tutan görevliye denir. 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 89 Dördüncü Haçlı Seferi ve Türkiye Selçukluları Birinci Haçlı Seferi sonunda Yakındoğu’da birtakım siyasi teşekküller kuran haçlılar, bunların yaşatılabilmesi için sürekli yardıma ihtiyaç duyuyorlardı. 1101 yılı ve İkinci Haçlı seferlerinin tam bir fiyaskoyla neticelenmesi, beklenen yardımların gerçekleşememesi, Kudüs’ün Müslümanlar tarafından geri alınmasına imkân vermişti. Bunun üzerine düzenlenen ve üç Avrupalı kralın katıldığı üçüncü seferde bile, Latin Doğu’yu Akkâ’da bir süre daha, ancak nekahat hâlinde yaşatabilecek sınırlı bir başarı sağlanabilmişti. Üstelik Mısır’ın Nureddin Mahmud tarafından fethinden beri (1169) haçlılar, Mısır’dan Suriye ve el-Cezire’ye uzanan bir hilalin kıskacında bulunuyorlardı. Bu Müslümanların haçlıları Yakındoğu’dan silmek için uyguladıkları bir stratejiydi ve sonuçları da alınmaya başlamıştı. Bunun üzerine haçlı seferlerinin stratejilerinin de değişiklik yaşandığı görülecektir. Bu çerçevede Anadolu’da uğradıkları büyük kayıplar ve Bizans’ın onlar için güvenilir bir müttefik olmaması, haçlı orduların artık daha ziyade deniz yolunu tercih etmelerine sebep oluyordu. Nitekim ikinci seferde karayoluyla Anadolu’dan geçen ve büyük zayiat veren Fransızlar, üçüncü sefer sırasında deniz yolunu tercih etmek zorunda kalmışlardı. Bundan başka Avrupa’da da Latin Doğu’yu kuşatan İslâm hilâlinin, Mısır zapt edilerek kırılması düşüncesi ön plâna çıkmaya başladı. Yani bundan sonraki haçlı seferleri deniz yoluyla ve Mısır üzerine olacaktı. Kudüs Krallığını kurtarmak için yapılan çağrılara krallar iltifat etmese de, ordular İtalya’da toplanmaya başlamıştı. Ancak bu seferin Mısır’a yapılacak olması, bu ülkeyle yoğun ticaret ilişkileri olduğu için çıkarları zedelenecek olan Venediklileri rahatsız etmekteydi. Haçlılar, Venediklilere taahhüt ettikleri gemi ücretlerini ödeyemedikleri için İtalya kıyılarında bekletilmekteydiler. Bu sırada haçlılardan, Bizans’ta yaşanmakta olan taht kavgasına yardım etmelerinin istenmesi, seferin yönünü İstanbul’a çevirdi. Aleksios adlı Bizanslı bir taht müddeisi, babası İsaakios’la birlikte tahta geçmesi durumunda kiliselerin birleştirilmesi, haçlı seferine para ve askeri yardım yapma vaadinde bulundu. Bunun üzerine İstanbul önlerine gelen haçlı orduları, III. Aleksios’u tahttan indirmek üzere şehri kuşattılar. İmparator III.Aleksios, bu sırada Ankara kuşatmasıyla uğraşan Süleymanşah’tan yardım istedi. Fakat Selçuklu sultanı hem kendi meşgûliyeti hem de, imparatorun 1201 yılında kendisine karşı düzenlediği başarısız suikast girişimi sebebiyle ona yardım etmedi. Önce III. Aleksios (Temmuz 1203); sonra tahta geçirildiği halde taahhütlerini yerine getirmeyen IV. Aleksios İmparatorluğu bırakıp kaçtılar. 13 Nisan 1204’de de İstanbul düştü. Latinler (Haçlılar) şehri emsali görülmemiş bir şekilde yağmalayıp tahrip ettikten sonra burada bir Latin Krallığı kurdular. İstanbul’dan kaçan hanedan mensupları muhtelif bölgelerde tutunarak imparatorluğu yaşatmaya çalıştılar. Bunlardan III. Aleksios’un damadı olan Teodoros Laskaris, İznik merkez olmak üzere Batı Anadolu’daki Bizans topraklarında hükümdarlığını ilân etti. Komnenoslardan Aleksios ve David kardeşler ise Trabzon’dan Sinop’a kadar Karadeniz kıyısını ele geçirdiler. Fakat birbirleriyle rakip olan İznik ve Trabzon Rumları; Türkiye Selçukluları’yla sınırdaş olmaları bakımından, Selçuklu hükümdarlarını bu rekabetten fayda sağlayacak yeni stratejiler ürtmeye sevk edecektir. Özellikle İznik’tekiler bir yandan Latinlerle mücadele ettikleri için, Selçukluların hareket alanı genişlemiş gibi görünüyordu. Ancak diğer yandan da Bizanslıların al- 90 Türkiye Selçuklu Tarihi ternatifsiz bir şekilde burada yaşama mecburiyeti, Laskaris’in beklenenden daha fazla direnç göstermesine, ölüm-kalım savaşı vermesine yol açıyordu. II. Süleymanşah’ın Ölümü ve Şahsiyeti Süleymanşah, Ankara’yı alıp Melik Mesud’u bertaraf ettikten birkaç gün sonra, 6 Tem-muz 1204 tarihinde kulunç hastalığından vefat etti. Nerede öldüğünü kesin olarak tesbit etmek mümkün olmamakla birlikte, Konya’da diğer sultanların gömüldüğü kümbedhâ-nede defnedildiği bilinmektedir. Bazı kaynaklarda ölüm sebebi olarak kardeşinin haya-tına dokunmayacağına dair yeminini bozması yüzünden ilahî bir cezaya çarptırıldığı ve-ya Gürcü seferi sırasında uğradığı yenilgi sebebiyle, üzüntüden hastalanıp öldüğü söy-lenmektedir. Ölüm sebebi her ne olursa olsun II. Süleymanşah, Sultan Alp Arslan’ın saltanatı gibi, süresi kısa fakat gölgesi uzun, sekiz yıllık kısa hükümdarlık zamanıyla kıyaslanamayacak büyük başarılar sağladı. Kılıç Arslan’ın yaptığı görevlendirme neticesinde daha o ölmeden parçalanan ve saltanat kavgalarıyla sarsılan Türkiye Selçuklu Devleti’ni devraldığından çok daha ileri bir noktaya taşıdı. Kılıç Arslan’ın sahip olduğu toprakları birleştirmekle kalmayıp sınırlarını Gürcistan’a kadar genişletti. Kaynakların güzel ahlâkı, adaleti, cömertliği, zekâsı dolayısıyla methettiği Süleymanşah, kardeşleri gibi şehzâdeliği zamanında çok iyi bir eğitim almış; meliklik bölgesinde ilim ve kültürün gelişmesine de imkân sağlamıştı. Aslında siyasî iktidarı parçaladığı için, sadece olumsuz yönleriyle ön plâna çıkan bu dönemde melikler, birbirleriyle rekabet içerisinde kendi hâkimiyet alanlarını cazibe merkezi yapmak için çalışırlarken; sadece devletin merkezinin değil, ülkenin her tarafının gelişmesi sağlanmıştır. Süleymanşah haftada iki gün, Ramazan ve üç aylarda oruç tutar ve namaz kılardı. Bunun yanında kaynaklarda felsefeye, filozofların sohbetlerine meraklı olduğu kaydedilmiştir. Süleymanşah hükümdarlığı sırasında Konya, Niğde ve Niksar’ın surlarını tamir ettirmiş, Kayseri-Kırşehir arasında Kızılırmak üzerinde Tek-göz köprüyü yaptırmış; Kılıç Arslan zamanında Konya’da yapımına başlanan İplikçi Medresesi de onun tarafından tamamlanmıştır. Süleymanşah’ın hükümdarlık dönemini kısaca nasıl değerlendirirsiniz? Süleymanşah’ın yerine çocuk yaştaki oğlu Kılıç Arslan tahta geçirildi. III. Kılıç Arslan olarak bir yıldan daha az bir süre tahtta kalan bu hükümdar döneminde, babası zamanında devlete tâbi olanların durumunda bir değişiklik olmadığı, bu taht değişikliğinin devlette bir sarsıntıya sebebiyet vermediği anlaşılmaktadır. Hatta Isparta da bu dönemde Selçuklu topraklarına katılmıştır. Ancak Bizans’ın Dördüncü Haçlı Seferi dolayısıyla içerisinde bulunduğu durum ve Anadolu’da oluşan yeni siyasi denklem, devletin bir çocuktan daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Bu arada Malatya meliki olup Eyyûbi kayınpederine sığınmış olan Kayserşah ve Erzurum meliki Tuğrulşah da hayatta bulunuyorlardı. Ancak ümeranın bir kısmı, özellikle Danişmendli uç beyleri, İstanbul’da bulunan sâbık sultan Keyhüsrev’i çağırmaya karar verdiler. Taht değişikliklerinde her hükümdarın kendi yakın adamlarını önemli mevkilere ataması söz konusu olacağından diğerlerinin yerlerinden olmak endişesi taşımaları doğaldı. Fakat henüz devletin önceliklerini kendilerininkinden üstün tutan ümera, Keyhüsrev’in eski adamlarından Hâcib Zekeriya’yı onu çağırmak üzere yola çıkardılar. Kulunç çok sancılı ve ölümcül bir bağırsak hastalığıdır. 3 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 91 I.GIYASEDDİN KEYHÜSREV’İN İKİNCİ SALTANATI (1205-1211) Keyhüsrev’in İstanbul’daki Gurbet Hayatı Keyhüsrev tahtını ağabeyi Süleymanşah’a terk etmek zorunda kaldıktan sonra, hatırla-nacağı gibi, iki oğluyla birlikte neredeyse üç yıl boyunca muhtelif yerleri dolaşıp, 1200 yılı başlarında İstanbul’a ulaşmıştı. İmparator III. Aleksios Angelos, Keyhüsrev’i sultan-lara yaraşır bir şekilde karşılamış; kendisine değerli hediyeler ve ikta vermişti. Keyhüs-rev de ona bazı değerli hediyeler vermek suretiyle mukabelede bulunmuştu. Aleksios Keyhüsrev’i sık sık sarayında misafir ediyor, ziyafetler ve eğlencelerle gönlünü hoş edi-yordu. Fakat Keyhüsrev’in imparatordan beklentisi eğer askeri yardım temin edip tahtı-na kavuşmaksa, Bizans bu tür faaliyetlere girebilecek gücünü kaybedeli epey zaman ol-muştu. Keyhüsrev’in bazen sıkıntıya düşmekle birlikte; bir rivayete göre Bizanslı bir prenses, başka bir rivayete göre de yalnızca Hıristiyan bir hanım olarak anılan annesi ve dayıları dolayısıyla İstanbul’da zorluk çekmediği tahmin edilebilir. Ayrıca karısı tarafın-dan imparatorluk ailesiyle akrabalığı bulunan ve bir Rum ileri geleni olan Mavrozo-mes’in kızıyla evlendi. Üçüncü oğlu Celâleddin Keyferidun bu hanımdan doğmuştur. II. Kılıç Arslan öldüğünde yerine geçen Gıyaseddin Keyhüsrev’in kardeşlerinin, babasını zehirleyip öldürdüğü ve annesi Hıristiyan olduğu için onun tahta geçmeyi hak etmediği gerekçesiyle aleyhinde bulunduklarına dair rivayetler vardır. Ancak haçlıların İstanbul’u kuşatması, İmparator III. Aleksios’un da Keyhüsrev’in de rahatını kaçırmıştı. Bir Selçuklu kaynağına göre, Keyhüsrev bir gün Aleksios’u ziyareti sırasında, saraya alacağını tahsil etmeye gelen bir Frank komutanı, imparatora ve kendisine saygısızlık ettiği için, onu önce darb edip sonra düelloda öldürmüştü. Bu olayın Franklarla düşmanlığına sebep olması üzerine Keyhüsrev’e, kayınpederi Mavrozomes’in yanına gitmesi önerilmişti. Mavrozomes İstanbul yakınlarında bir adanın sahibiydi. Keyhüsrev’in onun yanına sığınmasının haçlıların İstanbul’u kuşatmasıyla ilgili olması da muhtemeldir. Selçuklu hanedan mensuplarının Bizans’a ilticaları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Erdoğan Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarihi Kongresi (Bildiriler) Ankara 1990, 709-721. Neticede Keyhüsrev’i davet etmek için yola çıkan Hâcib Zekeriya onu kayınpederinin yanında buldu. Keyhüsrev’e ağabeyinin öldüğü ve ümeranın tahta geçmek üzere kendisini davet ettiklerini gizlice anlattı. Süleymanşah’ın ölümü dolayısıyla üç gün yas tutan Keyhüsrev, kayınpederine yurduna dönmeye karar verdiğini bildirdi. Bunun üzerine hazırlıklarını yapan Keyhüsrev oğlulları ve maiyyetiyle birlikte Anadolu’ya geçti. Fakat burada Sultan III. Kılıç Arslan’la yaptığı anlaşmanın bozulmasından, dolayısıyla Latinler karşısında zor duruma düşmekten korkan Laskaris engeliyle karşılaştı. Görüşmeler neticesinde Keyhüsrev’in geçmesine izin verilmesi karşılığında, onun birinci saltanatı sırasında Selçuklu topraklarına katılan Ladik ve Honaz çevresinin Laskaris’e iade edilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca bu yerlerin teslimi sağlanana kadar sultanın oğulları ve hâcib Zekeriya da İznik’te rehin kalacaklardı. Gıyaseddin Keyhüsrev İstanbul’a gittiğinde, üzerinde altın işlemeli bir elbise, başında sarık ve ayağında, Selçuklu sultanlarının alâmeti olan kırmızı çizme bulunuyordu. Rumca’yı çok iyi bilen Hâcib Zekeriya, Laskaris’ten Keyhüsrev’in oğulları için gezi ve avlanma izni aldıktan sonra, kendilerini takiple görevlendirilen muhafızları çeşitli vaadlerle ikna ederek; bir av sırasında şehzâdelerle birlikte kaçarak Türk topraklarına geçti. 92 Türkiye Selçuklu Tarihi Bizans bölgesinden ayrılan Keyhüsrev asker toplamak için doğrudan meliklik merkezi Uluborlu’ya geldi (Ocak 1205). Oğulları Keykâvus ve Keykubâd da bir süre sonra kendisine katıldılar. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in İkinci Kere Tahta Oturması Keyhüsrev, Uluborlu ve çevresinden topladığı orduyla Konya önlerine geldiğinde, Konya halkının kendisine karşı ciddi bir hazırlık ve mukavemetiyle karşılaştı. Bu direnş daha önce ağabeyine karşı kendisine gösterilen sadâkatin, şimdi de III. Kılıç Arslan’a gösterilmesiyle ilgiliydi. Devlet erkânı tarafından davet edildiği için bu kadar büyük bir güçlükle karşılaşacağını beklemeyen Keyhüsrev, Konya’yı muhasara edip etrafını yağmaladıktan sonra, şehrin yakınlarında bir yere çekildi. Mevsimin kış olması sebebiyle yaşanan zorluklar Keyhüsrev’i şehir halkına karşı öfkelendiriyordu. Nihayet kuşatmanın sürmesi durumunda şehrin düşmesinin mukadder olduğunu gören ileri gelenler, yeğeninin hayatına dokunmamasını rica ederek, Konya’yı Keyhüsrev’e teslim ettiler (Mart 1205). Keyhüsrev böylece sekiz yıl sonra yeniden Selçuklu tahtına oturdu. Kendisine karşı gösterilen direniş yüzünden sitemini ifade etmekle birlikte, ileri gelenlere iktalar verdi. Huzuruna gelmekte olan yeğeni Kılıç Arslan’ı karşılamaya oğullarını çıkardı. Kılıç Arslan adına babasının meliklik merkezi Tokat’a tayin menşuru yazıldıysa da, buraya doğru giderken yakalanıp, Konya yakınlarındaki Gavale kalesinde hapsedildi. Kaynakların daha sonra kendisinden hiç söz etmemesi, hapisteyken eceliyle öldüğü veya öldürüldüğü izlenimini vermektedir. Sultan I. Keyhüsrev, kendi aleyhinde fetva verdiği söylenen kadı Tirmizî’yi idam ettirmişti. Keyhüsrev’in hükümdarlığı adet olduğu üzere bağlı beyliklere ve komşu hükümdarlara duyuruldu. Onlardan gelen tebrikler kabul edildi. Meliklik döneminde hocası olup kendisi gibi gurbette bulunan hocası Mecdeddin İshak’ı Şam’dan yanına davet etti. Onu Malatya meliki tayin ettiği oğlu Keykâvus’un hocalığına atadı. Keykubâd’ı Tokat’a, diğer oğlu Keyferidun’u ise Koylu-Hisara melik olarak tayin etti. Ancak bu tayinlerin Kılıç Arslan döneminde görülen uygulamayla ilgisi yoktur. Melikler sadece bulundukları vilayetin yöneticisi olup, adlarına para kestirme ve hutbe okutma yetkileri bulunmuyordu. Sultan Keyhüsrev’in ikinci saltanat döneminde, Süleymanşah zamanında Selçuklu Devleti’ne tâbi olan tüm hükümdar ve beyler bağlılıklarını sürdürmeye devam ettiler. Bu direnişte, devrin büyük âlimlerinden Kadı Tirmizî tarafından verildiği rivayet edilen ve Keyhüsrev’in İstanbul’da iken İslâma aykırı bir hayat sürdürdüğü için, hükümdarlığının caiz olmadığı yolundaki fetvanın rolü olduğu anlaşılıyor. Mecdeddin İshâk, dönemin büyük mutasavvıf ve âlimlerinden olup; vahdet-i vücut felsefesinin temsilcisi Sardeddin Konevî’nin de babasıdır. Resim 4.3 I. Keyhüsrev’in 1204-1205’de, Konya’da darbettiği gümüş para es-Sultanü’lMu’azzam Gıyasü’d-dünya ve’d-din Ebû’l-feth Keyhüsrev b. Kılıç Arslann Kaynak: http://www.zeno.ru/ data/2317/is-1486seljukKaykhusraw2nd.reign d 601 Konya.jpg 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 93 Keyhüsrev’in İznik ve Trabzon’daki Bizanslılarla İlişkileri Keyhüsrev İstanbul’dan dönüşünde, Anadolu’ya geçişine izin vermek istemeyen Laska-ris ile Denizli ve Honaz havalisini iade etmek şartıyla anlaşmış; ancak rehin olarak tutu-lan oğullarının kaçıp kurtulmaları üzerine, bu anlaşmayı uygulamak için bir sebep kal-mamıştı. Keyhüsrev bununla birlikte İznik istikametinden emin olmak istediği için, me-seleye kendince bir çözüm getirdi. Buna göre bir Bizanslı olduğu için Laskaris’ten tepki görmeyeceğini ve bu vesileyle sözünü de yerine getirmiş olacağını düşünerek bu yerle-ri, melik unvanıyla kayınpederinin idaresine verdi. Mavrozomes Selçuklu sultanına bağlı olması hasebiyle, emrine verilen Türkmen kuvvetleriyle birlikte bölgeyi idaresi al-tına alırken Laskaris’le çatışması kaçınılmazdı. Laskaris buna rağmen rekabet hâlinde olduğu Trabzon’daki Komnenoslar ve Latinler karşısında zor durumda kalmamak için Keyhüsrev’le anlaşmak zorunda kaldı. Latin işgâli üzerine İstanbul’dan kaçan Aleksios ve David Komnenos kardeşler, anneleri tarafından akraba oldukları Gürcü kraliçesinin de yardımıyla, Trabzon’dan Sinop’a kadar Karadeniz sahillerinde yerleşmişlerdi. Bizans’ın varisi sıfatıyla hareket eden Komnenoslar, bölgede Süleymanşah’ın Samsun’u fethiyle başlayan Türk hâkimiyetini kırarken; onların Bizans’a ait toprakların tümünü ele geçirmek maksadıyla Sinop’tan batıya ilerleyişleri Laskaris’i ciddi biçimde tehdit ediyordu. Komnenosların Karadeniz limanlarındaki gemileri yağmalamaları, Karadeniz’in kuzeyinden gelip Anadolu’ya geçen doğu- batı ve bununla Sivas’ta birleşen kuzey-güney ticaret yollarını tamamen tıkamıştı. Tüccarlardan sermayesini kurtaranlar kendisini kârlı addediyor; Selçuklu Devleti de büyük ekonomik kayıplara uğruyordu. Sultan I. Keyhüsrev bu durumda Aleksios’la savaşmaya mecbur oldu. Aleksios’u yenilgiye uğratıp, yolların emniyetini sağlayan Keyhüsrev bu kadarını yeterli gördü. Bu sefer sırasında Samsun ve çevresinin geri alındığına dair bilgi yoktur. 1214’de Sinop fethedilip, Komnenoslar vergi vermek şartıyla Selçuklular’a bağlanana kadar, bazı şehirlerin iki taraf arasında el değiştirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim Laskaris de bu müsait durumdan yararlanarak David Komnenos’a karşı yürüyüp onu mağlub etmiş; Sinop’tan batıya ilerlemesini engellemeye muvaffak olmuştu. Bir Bizans kaynağının, İznik tahtını zabt etmek istediğini söylediği Mavrozomes de, Laskaris kaşısında tutunamayıp Konya’ya çekilmişti. Antalya’nın Fethi (1207) Daha önce de anlatıldığı üzere, haçlıların İstanbul’u zabtı ve Bizans topraklarını Venediklilerle aralarında paylaştırmaları, Bizans’ın özellikle Anadolu’daki topraklarında bir otorite boşluğu ve kargaşaya yol açmıştı. Batı Anadolu ve Karadeniz bölgeleri, Laskaris’le Komnenoslar tarafından tutulurken; Bizans’ı temsil eden güçlerin denetiminin dışında kalan Akdeniz kıyısındaki şehirler ise, gözü pek bazı maceraperestlerin eline geçiyordu. Nitekim Anadolu ticaret trafiğinin güneydeki en mühim giriş-çıkış kapılarından biri olan Antalya’nın idaresini, Aldobrandini adlı bir İtalyan ele geçirmişti. Aldobrandini’nin, tarih boyunca özellikle zahire ihtiyacı dolayısıyla Anadolu’yla zorunlu bağları olan, Kıbrıs haçlıları tarafından da desteklendiği anlaşılıyor. Selçuklu hanedanına mensup şehzâdeler, eyalet ve vilayetlere vali olarak tayin edildiklerinde melik unvanı alırlardı. 94 Türkiye Selçuklu Tarihi Üçüncü Haçlı Seferi sırasında deniz yolunu tercih eden İngiltere kralı Richard’ın donanması büyük kayıplara uğradığı bir fırtına neticesinde, Kıbrıs’ta Limasol limanına sığınmak zorunda kalmıştı. İngiltere kralı, Bizanslı bir valinin elinde bulunan adayı zapt edip ahalisini katliama uğrattı. Adayı yağmaladıktan sonra haçlı şövalyelere sattı. Ertesi yıl Akkâ’daki krallık yarışını kaybeden eski Kudüs kralı Guy de Lusignan buraya sahip oldu. Böylece Kıbrıs’ta, Venedik işgâline kadar sürecek olan Lusignan Haçlı Krallığı kurulmuş oldu (1192). Hatırlanacağı üzere Kılıç Arslan Uluborlu’yu fethettikten sonra, Antalya’yı da kuşatmış ama alamamıştı. Süleymanşah’ın ölümünden hemen sonra, III. Kılıç Arslan Antalya’ya en yakın şehir olan Isparta’yı Selçuklu topraklarına katmıştı. Bu hadise ömrü vefa etseydi Süleymanşah’ın hedefleri arasında Antalya’nın bulunduğunu ve hazırlıklarının da yapıldığını göstermektedir. Aldobrandini bu arada Mısır ve Avrupa’dan gelen tüccar kafilelerini soyarak Anadolu’nun ekonomik hayatını sekteye uğratıyordu. Müdahale edilmemesi halinde Antalya ve civarının Kıbrıs haçlıların denetimine girmesi de kaçınılmazdı. Üstelik Antalya, Türkiye Selçukluları’nın Mısır’la ticaret ilişkileri açısından vazgeçilmesi mümkün olmayan bir limandı. Sultan I. Keyhüsrev bu meseleyi halletmek üzere, ülkenin her tarafından asker toplayıp Antalya üzerine yürüdü. Muhasara edilen şehrin kale burçları, onbeş gün boyunca mancınıklarla dövülerek tahrip edildi. Fakat bu arada Selçuklu ordusunun gelmekte olduğunu haber alan Aldobrandini, Kıbrıs krallığından yardım istemişti. Nitekim Antalya’nın yardımına, Kıbrıs kral nâibi Gauiter de Montbeliard idaresinde bir kuvvet gönderildi. Beklenmedik bir zamanda gelen haçlı yardımı, Selçuklu kuvvetlerinin kuşatmayı kaldırıp gerilere çekilmesine sebep oldu. Deniz yoluyla yardım alan bir şehrin denizden kuşatılmadan ve karadan tüm ikmâl yolları kesilmeden düşürülmesi doğal olarak kolay değildi. Keyhüsrev de geriye çekilerek, ablukaya aldığı şehri teslim olmaya zorlamak istiyordu. Nitekim bir süre sonra şehri koruyan haçlılarla yerli ahali arasında anlaşmazlıklar çıktı. Antalyalılar Selçuklu kuvvetlerine haber göndererek şehri teslim edeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Selçuklu askerleri, mancınıklarla dövülen Antalya surlarına merdivenlerle tırmanıp şehre girmeye başladılar. Haçlı askerleri kaleye çekilip direnmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Bu haçlı birliklerinin akıbetleri hakkında hepsinin öldürüldükleri, esir alındıkları veya Kıbrıs’a gitmelerine izin verildiği şeklinde farklı rivayetler vardır. 5 Mart 1207 tarihinde fethedilen Antalya’nın valiliğine, sultanın mutemed adamlarından Mübarizeddin Ertokuş atandı. Artık bir Müslüman şehri olduğunun gereği olarak cami yapılması, din adamı tayini vs. yanında; kalesi de onarılıp erzak ve silah depoları takviye edildi. Kıbrıs Haçlı Krallığıyla Yapılan Ticaret Anlaşması Antalya’nın fethi Türkiye Selçukluları’nın askeri ve ekonomik hedefleri açısından şüphesiz çok büyük bir başarıydı. Fakat Selçuklu sultanı bu kadarını yeterli görmeyip, ticaret hayatını geliştirmeye yönelik tedbirler almaya devam etti. Keyhüsrev bu amaçla son olaylar yüzünden zarara uğrayan tüccarların mallarının ve kayıplarının tesbit edilmesini ve zararlarının devlet hazinesinden ödenmesi emretti. Tüccarlar hangi ülkeden gelirse gelsin, ticaretten alınan vergileri kaldırdı. Bu husus bir yandan kervansaray ağlarıyla donatılmakta olan Anadolu’yu, yeniden ticaretin cazibe merkezlerinden biri hâline getirmek için takip edilen iktisadî politikalarla ilgiliydi. 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 95 5. Ünitede de görüleceği gibi, Sultan I. İzzeddin Keykâvus döneminde yapılan yazışmalardan anlaşıldığına göre; Kıbrıs Haçlı Krallığıyla ilk anlaşmayı, Antalya’nın fethinden hemen sonra I. Keyhüsrev yapmıştır. İki ülkenin tüccarlarının birbirlerinin topraklarında karşılıklık esasına göre serbestçe ticaret yapabilmelerini ve gümrük vergilerini %2-3’lere indirmeyi hükme bağlayan bu anlaşmanın metni günümüze kadar ulaşmamıştır. Sonraki yazışmalardan anlaşıldığına göre Selçuklu sultanı Antalya’nın fethi sırasında savaşa girdiği Kıbrıs Krallığı’yla çekişmeye son vererek, devletin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmıştır. Böylece Antalya’nın fethiyle bir tersaneye kavuşan, fakat henüz uluslararası sularda ticaret yapabilecek imkân ve geleneğe sahip bulunmayan Selçuklular, Anadolu’yu bu anlaşmalarla dünya ticaretinin önemli bir parçası durumuna getirmişlerdir. ss4 Sizce Antalya’nın fethinin Türkiye Selçukluları bakımından önemi nedir? Sultan I. Keyhüsrev’in Kilikya Seferi II. Süleymanşah’ın 1199 yılında düzenlediği sefer sonunda Selçuklu tâbiyetini kabul eden Kral Leon, 1204’de onun ölümünden sonra meydana gelen iki taht değişikliğini büyük bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Leon bu amaçla 1205’de Göksun ve etra-fındaki bazı yerleri alıp, çok sayıda esir ve ganimet ele geçirdi. Selçuklular’ın müttefiki olan Halep Eyyûbi melikinin topraklarını yakıp yıktı. Arkasından Maraş ve havalisinde bazı yerleri alıp büyük tahribat yaptı. Burası Selçukluların Ceyhan havzasını kontrolü bakımından çok önemli bir noktaydı. Maraş’tan Elbistan önlerine gelen Leon, şehri ku-şattıysa da başarılı olamadı. Toprak kayıpları bir tarafa, onun bu faaliyetleri Anadolu-Suriye güzergâhındaki ticaret akışına büyük zarar veriyordu. Türkiye Selçukluları’nın güneydoğu politikalarının önünde ciddi bir engel teşkil eden Ermenilerle savaş, neredeyse her hükümdar zamanının rutin faaliyeti hâline gelmişti. Ermeniler hatırlanacağı gibi, Birinci Sefer sırasında haçlılarla yaptıkları işbirliği sayesinde Toroslar’da küçük, fakat jeopolitik imkânları bakımından dirençli bir devletcik kurmuşlardı. Kilikya Ermenileri Bizans İmparatorluğu, Türkiye Selçukluları ve Haçlılar arasında sıkışarak toprak kayıplarına uğramakla birlikte, komşularının kriz dönemlerinde tüm fırsatları değerlendirerek varlıklarını sürdürmeyi başarıyorlardı. Sultan Keyhüsrev bütün bu olayları yakından takip ediyordu. İstanbul’un işgâlinden sonra Karadeniz ve Akdeniz sahillerinde meydana gelen kargaşanın, Türkiye Selçukluları aleyhine şekillenmesine imkân vermeden olaylara tam zamanında müdahalede bulunması gerekiyordu. Bu çerçevede Trabzon Rumlarının saldırılarını durdurup, Antalya’yı fethederek önemli başarılar kazandı Artık sıra tahta çıktığından beri topraklarını yağmalayan Leon’u cezalandırmaya gelmişti. 1209 yılında harekete geçen Selçuklu sultanı, önce Maraş’ı kuşatıp aldı. Bu arada Leon’la mücadele etmesine rağmen kesin bir sonuç alamayan Melik Zâhir’e de kendisine askeri yardımda bulunması çağrısı yaptı. Eyyûbi ordusunun da katılımıyla güçlenen Keyhüsrev, daha önce fethedilmiş fakat el değiştirmiş olan Pertus kalesini geri aldı. Ele geçirilen pek çok esir arasında Leon’un oğlu Kirkor da bulunuyordu. Torosların ötesine geçilerek bir çok yerin fethedildiği bu sefer, Leon’un barış istemesi ve kışın da bastırması üzerine tamamlandı. Böylece Leon’un saldırıları yüzünden güvenliğini kaybeden Anadolu-Suriye yolu emniyete kavuşmuş oldu. Keyhüsrev haçlılarla yapılan ticaret anlaşmasının bir benzerini, Sultan Keykâvus ve Keykubâd dönemlerinde yenilenen anlaşma metinlerinden anlaşıldığına göre, Venedikliler’le de yapmıştır. 4 96 Türkiye Selçuklu Tarihi Ermeni kralı Leon ele geçirdiği esir ve ganimetleri iade etmek, tazminat ödemek, bir daha Selçuklu sınırlarını ihlâl etmemek ve tâbiyetini devam ettirmek şartıyla anlaşma yapmaya mecbur kaldı. Alaşehir Savaşı ve Keyhüsrev’in Şehit Düşmesi Sultan Keyhüsrev bilindiği gibi, Bizans’ın mirasçısı olduğu iddiasıyla, Batı Anadolu’da hâkimiyetini güçlendirmekte olan Laskaris’le, Karadeniz’deki Komnenoslara karşı anlaşma yapmıştı. İki hükümdar da bu anlaşmanın kendi açılarından yararlı sonuçlarını görmüşlerdi. Nitekim Laskaris bu sayede Latinlerle mücadele edebilmiş ve başarılı olmuştu. Hatta patrik tarafından taç giydirilmiş ve imparator unvanı kullanmaya başlamıştı. Ancak Keyhüsrev’in, Bizans’ın fiili hâkimiyeti söz konusu olmasa da, teorik olarak kendisine ait saydığı Antalya’yı fethi Laskaris’i rahatsız etti. Ama Laskaris’in giderek güçlenmesi de Selçuklu sultanını kaygılandırıyordu. Bu arada Laskaris’in kayınpederi eski imparator III. Aleksios da, İznik tahtını elde etmek için harekete geçmiş bulunuyordu. Bunun için de İstanbul’da vaktiyle kendisini bir mülteci olarak ağırladığı Selçuklu sultanı Keyhüsrev’in yanına geldi. Sultan, Aleksios’a Laskaris’i yıpratmak ve bu sayede topraklarını genişletmek amacıyla olduğu kadar; İstanbul’da geçirdiği yılların kendisine yüklediği vefa duygusuyla da yardım etmek istiyordu. Laskaris’in ödemekle mükellef olduğu yıllık vergiyi göndermemesi de, doğal olarak savaş sebebi sayılıyordu. Bu süreçte artık savaşa hazırlandıkları anlaşılan iki hükümdarın da yeni ittifaklar peşinde oldukları görülmektedir. Nitekim Selçuklu sultanı, Venediklilerin arabuluculuğu ve belki III. Aleksios’un teşvikiyle İstanbul Latin imparatoru Henri de Flandre ile Laskaris aleyhinde gizli bir anlaşma yaptı. Yıllık vergi ödemeyi tek taraflı olarak kesip, savaşı göze alan Laskaris de onlar aleyhine Ermeni Leon ve Bulgar kralı Kaloyan’la ittifak etti. Keyhüsrev sefere çıkmadan önce Laskaris’e bir elçiyle gönderdiği mektupta, kayınpederi Aleksios’un gasp ettiği tahtını terk etmesini, zor yoluyla bunu sağlayacağını bildiriyordu. İznik hükümdarının bu isteğe uyması elbette söz konusu değildi, dolayısıyla savaş da kaçınılmaz bir hâle gelmişti. Keyhüsrev ülkesinin her tarafına haberler göndererek büyük bir ordu topladı. III. Aleksios’u da yanına alarak İznik’e doğru yola koyuldu. Bunu haber alan Laskaris de Kıpçak, Alan ve Germen askerleriyle takviye edilmiş olan ordusuyla Selçuklu sultanına karşı harekete geçti. Sultan Keyhüsrev ve Laskaris arasında yapılan savaşın yeri ve cereyan tarzı hakkında, dönemin kaynakları birbirinden çok farklı bilgiler verirler. Bir rivayete göre Selçuklu ordusu, bugün yeri tam olarak bilinmeyen Antiochia kalesini almak üzereyken, Laskaris’in yetişmesiyle ordular burada karşılaşmıştı. Başka bir rivayete göre de Türk ordusu, Bizans sınır hattında bulunan Alaşehir (Philadelphia)’e vardığı sırada Laskaris’in ordusuyla karşılaşmıştı. Mevcudu Selçuklu ordusundan çok az olan Bizans ordusu paralı seçkin Frank askerlerle takviye edilmişti. Türk kuvvetlerine ilk saldırıyı yapan Frank askerleri bir hamlede Selçuklu ordusunun arka saflara ulaşmalarına rağmen; bu ani saldırının şokunu üzerinden atan Türkler Frank birliğini imha ettiler. Sonra da düşman ordusuna hücum edip büyük kayıplar verdirdiler. Bizans ordusu savaş meydanını terk edip kaçmaya başladığında, bir an önce sonuca ulaşmak isteyen Selçuklu sultanı ağır gelen zırhını çıkarıp tedbirsiz bir şekilde, bizzât harbe girdi. İleri gelenler kendisine merkezde 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 97 kalıp sadece harbi yönetmesi için yalvardılarsa da, 200 askerle düşman ordusunun merkezine saldırdı. Fiziki gücüne ve savaş kabiliyetine güvenen Keyhüsrev, dağ gibi tasvir edilen ve herkesinkinden daha yüksek olan atı üzerinde Laskaris’le karşı karşıya geldi. Sultan onu bir gürz darbesiyle atından düşürdü, hatta aynı darbeyle atı da yere yıkıldı. Sultanın adamları derhâl Laskaris’in etrafına toplanıp onu öldürmek istedilerse de, buna izin vermeyen Keyhüsrev onun atına bindirilmesini emretti. Bir anlatıma göre kılıcıyla sultanın atının arka ayaklarını kesen Laskaris’in bu hamlesiyle bir kulenin yere yıkılışı gibi atından yere düşen Keyhüsrev, Laskaris tarafından başı gövdesinden ayrılmak suretiyle şehit edildi. Sultanın kesik başı teşhir edilince bunu gören Selçuklu askerleri, gâlip durumda olmalarına rağmen dehşete kapılıp kaçışmaya başladılar. Bunun üzerine geri dönen az sayıdaki Bizans askeri, takip ettiği Türk ordusuna ağır zayiat verdirdi. Bir çok esir arasında büyük emirler de bulunuyordu ki, bunlardan birisi de sultanın oğullarının atabeyi olan Seyfeddin Ayaba idi. Farklı bir anlatıma göre ise, Laskaris’i bir hamlede atından düşüren Keyhüsrev onun öldürülmesine izin vermedi. Şüphesiz düşmanının esir alınmasını istiyordu. Bizans ordusu zaten ağır kayıplar vermiş, savaş meydanından firar etmeye başlamışlardı. İşte bu sırada bir karışıklık meydana geldi. Selçuklu ordusu ve hatta sultanın candârları kaçanları kovalama ve ganimet toplama telâşına düşerek, sultanı savaş meydanın ortasında yalnız bıraktılar. Bunu gören bir Frank askeri kendisini fark etmeyen sultanı arkadan hançerleyerek şehit etti. Frank askeri kaçmakta olan Bizanslılara’a yetişerek durumu haber verdi. Bunun üzerine mağlub Bizans askerleri dönerek şaşkınlık içerisinde dağılan Selçuklu ordusunu takibe koyuldular ve ağır kayıplar verdirdiler (Haziran 1211). Alaşehir Savaşında Keyhüsrev’in yanında bulunan, eski Bizans İmparatoru ve Laskaris’in kayınpederi III. Aleksios da esir düşmüştü. Kendisi Laskaris’in huzuruna getirildiğinde, hükümdarlara layık bir şekilde karşılandı. Fakat Bizans şehirlerini Türkler’e vermekle suçlanarak, imparatorluk nişanları söküldü ve ölene kadar hapsedildiği Hyakhintos manastırında kaldı. Sultan Keyhüsrev’in naaşı Laskaris’in izniyle, geçici olarak Alaşehir’deki Müslüman mezarlığında toprağa verildi. I. Keyhüsrev Dönemi Selçuklu-Bizans ve Latin ilişkilerini değerlendiriniz. Alaşehir Savaşının Değerlendirilmesi Yukarıdaki anlatımların hangisi doğru olursa olsun sonuç olarak; Alaşehir savaşında üstün durumda bulunan Selçuklu ordusu, mağlub Bizans ordusunu kovalamaya girişince, korumasız kalan Sultan I. Keyhüsrev’in şehid edildiği anlaşılıyor. Farklı kaynakların verdiği malumât birleştirildiğinde ortaya çıkan gerçeklerden biri de, Keyhüsrev’in gücüne mağruren zırhını çıkarıp, adetâ yalın kılıç düşman ordusunun merkezine hücum etmesidir. Böyle bir durumda ortaya çıkabilecek en büyük tehlike, hükümdarın öldürülmesi ve bozguna sebep olması ihtimalidir. Alaşehir savaşında yaşanan da bundan başka bir şey değildir. Bu savaşı III. Aleksios’u İznik’te tahta geçirmek ve yıllık vergiyi ödemeyen Laskaris’i cezalandırmak amacıyla Sultan Keyhüsrev başlatmıştı. Selçuklu ordusu ne sebeple olursa olsun yenilgiye uğramış, sultan da savaş meydanında şehit düşmüştü. Demek ki savaşı başlatan taraf hedefine ulaşamamıştı. Ancak talihin Candâr Farsça silah tutan anlamında; saray teşkilâtına mensup, hükümdarın ve sarayın güvenliğinden sorumlu hâssa askerlerine, muhafızlara verilen addır. 5 98 Türkiye Selçuklu Tarihi kendisine gülmesi neticesinde, şans eseri gâlib gelen Laskaris de, bu başarıdan yararlanabilecek durumda değildi. Gerçekten de dönemin Bizans kaynakları, eğer sultanın ölümünden sonra Selçuklu ordusu dağılmayıp harbe devam etseydi, zaten çok ağır zayiata uğramış olan Laskaris’in bu savaşı kazanmasına imkân olmadığını söylerler. Nitekim Laskaris verdiği kayıplar yüzünden, Selçuklu ordusunu takip edip toprak işgâline tevessül edemedi. Hatta babasının ölüm haberini alıp, tahtı ele geçirmek için yola çıkan ve Malatya’dan Kayseri’ye gelmiş bulunan Keykâvus’a, başsağlığı mesajı ve barış teklifi içeren bir mektup gönderdi. Keykâvus, Laskaris’in serbest bırakıp kendisine elçi olarak gönderdiği Seyfeddin Ayaba’nın ilettiği bu talebi kabul etti. Yapılan anlaşmanın muhtevası kaynaklarda çok net olarak verilmemiştir. Arada bir sınır değişikliği olmadığına göre savaş öncesi şartlar üzerinde mutabakata varıldığı söylenebilir. İzzeddin Keykâvus’tan olumlu cevap gelmesi üzerine, şehid sultanın naaşı Konya’ya getirildi. Künbedhâne adı verilen ve Seçuklu sultanlarının medfun bulunduğu türbede gömüldü. Kaynaklarda ağabeyi Süleymanşah gibi, uzun boylu ve yakışıklı olarak tarif edilen Keyhüsrev, devrin en büyük âlim ve mutasavvıflarından olan Mecdeddin İshâk tarafından yetiştirilmişti. Kısa ama çok başarılı geçen ikinci saltanat döneminde, Antalya’nın fethinden sonra yaptığı uluslararası ticaret anlaşmalarıyla, ülkesinin iktisadî gelişimine büyük bir ivme kazandırdı. Bu gelişimin göstergesi olan eserler de Sultan Keyhüsrev döneminde artmaya başladı. Cami, hankâh, köprü gibi eserler yanında, Kayseri’de 1207 yılında kız kardeşi Gevher Nesibe adına yaptırdığı tıp medresesi, bütün ihtişamıyla günümüze kadar gelmiştir. Resim 4.4 I. Keyhüsrev’in kızkardeşi adına yaptırdığı Gevher Nesibe Tıp Medresesi ve Darü’şşifası Kaynak: wowturkey.com.tr466/Yasar KEKILLI138 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 99 Özet Şehzâdeler arasındaki taht kavgalarının sebep olduğu bunalımı açıklayabilme Sultan II. Kılıç Arslan, Türkiye Selçukluları’nın kuruluşundan beri örneği görülmemiş bir şekilde, ülkenin yönetimini oğulları arasında taksim etti. Ancak bunu babasının kendisini Elbistan, kardeşini Ankara-Çankırı meliki tayin ettiğinde olduğu gibi değil; meliklerin yetkilerini genişletmek suretiyle yaptı. Melikler, yılda bir kere Konya’ya gelip itaat arz etmek kaydıyla, kendi adlarına hutbe okutup para kestirme yetkilerine de sahiplerdi. Sultanın bu sayede meliklerin saltanat ihtiraslarını dizginlemeyi düşündüğü uygulama, daha Kılıç Arslan’ın sağlığında iflas etmiş; bazı oğulları veliaht ilan edilmek isteğiyle babalarıyla ve topraklarını genişletmek amacıyla birbirleriyle mücadeleye başlamışlardı. Bu parçalı durum sebebiyle ilk zaaf, Üçüncü Haçlı seferi çerçevesinde Anadolu’dan geçen Alman ordusu karşısında ortaya çıktı. Haçlılara zayiat verdirilmekle birlikte, Konya da tahrip edilmekten kurtulamadı. Kilikya (Çukurova)’daki Ermeni kralı Leon da, bu dönemde kardeşler arası çekişmelerden faydalanıp, Toroslar’ı aşarak Selçuklu ülkesine saldırma fırsatı buldu. Leon Ereğli’yi alıp Kayseri’yi kuşattı. Bunların yanı sıra bir süredir devamlı yukarı doğru gitmekte gelişme çizgisi bu sebeple durağanlaştı. Keyhüsrev’in birinci saltanat dönemini tanımlayabilme Sultan Keyhüsrev’in birinci saltanat döneminde, kardeşlerinin kendisine tâbiiyet arz etmemeleri yüzünden, adetâ onbir ayrı beyliğin olduğu parçalı bir ülke tablosu ortaya çıkmıştı. Gerçi buna rağmen kardeşleri onun saltanatını meşru saymış olmalılar ki, o tahtta iken sultan unvanı kullanmamışlardır. Sultan I. Keyhüsrev ise, kardeşlerinin birbirleriyle mücadelesinden yararlanıp; Uluborlu’da meliklik döneminde olduğu gibi ilgisini Bizans yönünde teksif etti. Keyhüsrev’in, imparatora Mısır’dan gönderilen iki atı alıkoyması karşılığında, Selçuklu ülkesinden giden tüccarların mallarına el konulması ve hapsedilmeleriyle bir kriz baş gösterdi. Keyhüsrev bunun üzerine 1196 yılında çıktığı seferde girdiği Menderes havzasında bir çok yerle birlikte Ladik ve Honaz çevresini fethetti. Ülkesinin iktisadî hayatını canlandırmak için, bu bölgeden 5.000 kadar esiri alıp Akşehir bölgesine yerleştirdi. Bedava çift, hayvan ve tohumluk verilip beş yıl vergiden de muaf tutulan Bizanslı ahali, daha sonra izin verildiğinde bile, kendi topraklarına göç etmeyi reddederken, onların memnuniyeti gönüllü göçlerin de önünü açtı. II. Süleymanşah’ın ülkede yeniden merkezi otoriteyi kurmasını değerlendirebilme Babasının yerine geçen Keyhüsrev, melikler arasında mücadeleler yaşanmasına ve dört yıla yakın zaman geçmiş olmakla birlikte onlar üzerinde hâkimiyet sağlama girişiminde bile bulunamamıştı. Keyhüsrev’in Tokat meliki olan ağabeyi Süleymanşah, Sivas-Aksaray meliki Melikşah ve Kayseri meliki Sultanşah arasındaki rekabet, her ikisinin de ölümüyle sone erince harekete geçti. Önce Sivas-Aksaray ve Kayseri’yi topraklarına katıp, Ankara meliki Mesud’la anlaşmaya vardıktan sonra Konya üzerine yürüdü. Bir süre Süleymanşah’ın Konya muhasarasına karşı koyan Keyhüsrev, halkın giderek sıkıntıya düşmesi üzerine, tahtı ağabeyine bırakmak zorunda kaldı. II. Süleymanşah sultan olduktan sonra da Niksar ve Amasya’daki melikleri bertaraf edip bu şehirleri kendi idaresine aldı. Bu gelişmeler üzerine Elbistan meliki Tuğrulşah ağabeyine itaat arz etti. Böylece Malatya meliki Kayserşah ve Mesud’un toprakları hâriç ülkeyi kendi elinde birleştirdi. Gürcü seferi öncesinde (1201) Malatya da zabt edilince, merkezi otorite büyük ölçüde sağlanmış oldu. 1199 yılında düzenlenen seferle Çukurova Ermeniler’i tâbiyet altına alınmış; 1202’de Erzurum ve çevresinde hüküm süren Saltukoğulları Beyliğine son verilip toprakları Selçuklu ülkesine katılmıştı. Erzurum melikliğine kardeşi Tuğrulşah’ı tayın etti. Son olarak hâkimiyetini Eskişehir, Bolu, Kastamonu’ya kadar genişletmiş olan Ankara melikini bertaraf edip topraklarını ele geçirdi. Bunlardan anlaşılacağı üzere Süleymanşah, Kılıç Arslan öldüğünde parçalanmış olan Selçuklu ülkesini birleştirmekle kalmamış; sınırlarını Gürcistan hudutlarına kadar genişletmiştir. 1 3 2 100 Türkiye Selçuklu Tarihi Keyhüsrev’in ikinci saltanat döneminde devletin gelişim çizgisini belirleyebilme Sultan I. Keyhüsrev’in ikinci saltanat dönemi (1205-1211), çok kısa sürmesine rağmen, Süleymanşah’tan devraldığı sağlam miras üzerine, çok büyük başarılar ilave etti. Süleymanşah zamanında devletin askeri meseleleri büyük ölçüde çözülmüş olduğundan, Keyhüsrev daha çok devletin iktisadi çıkarlarını gözeten bir siyaset takip etti. Bu sebeple, Latinlerin İstanbul’u işgâli üzerine kaçıp Karadeniz bölgesini ele geçiren Komnenoslar’a karşı bir sefer yaptı. Karadeniz limanlarını yağmalamalarına son verip, bu yönde tıkanmış olan ticaret yolunun güvenliğini temin etti. İznik’te Bizans’ın mirasçısı olarak ortaya çıkan Laskaris’le yaptığı anlaşmayla, Anadolu’daki Bizans topraklarının Trabzon veya İznik hükümdarlarının, elinde birleşmesine ve Batı Karadeniz bölgesinin düşmesine engel oldu. Daha sonra kuzeyden gelen ticaret yoluna güneyden bir çıkış kapısı açmak üzere 1207 yılında Antalya’yı fethetti. Dördüncü Haçlı Seferinin sebep olduğu kargaşadan yararlanarak gerçekleştirdiği fetih sırasında, Kıbrıs Haçlı Krallığıyla karşı karşıya geldi. Çünkü Kıbrıs’ın Anadolu’yla ilgili çıkarları, Antalya’nın düşmesiyle zarar görecekti. Sonuç olarak bu çatışmaya rağmen Keyhüsrev, Kıbrıs Haçlı Krallığı ve sonra Venedikliler’le yaptığı ticaret anlaşmalarıyla, uluslarası ticaretin bir parçası yaptığı ülkesinin iktisadî kalkınmasına da önemli katkı sağladı. Daha sonra kendisinin meşguliyetlerinden istifadeyle Maraş, Göksun, Haleb, Elbistan çevresini yağmalayan ve bazı yerleri zabt eden Ermeni Leon üzerine düzenlediği seferle de onu yeniden tâbiyet altına aldı. 4 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 101 Kendimizi Sınayalım 1. II. Kılıç Arslan’ın ülkenin yönetimini onbir oğlu arasında paylaştırmasıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Sultan’ın ölümünden sonra oğullarından bazıları kendilerini sultan ilan etmişlerdir. b. Bazı melikler babaları ölmeden önce taht mücadelelerine başlamışlardır. c. Malatya Meliki Kayserşah, konumunu muhafaza etmek için Eyyûbîler’e sığınmıştır d. Kılıç Arslan, oğlu Keyhüsrev’i veliaht ilan ederek devlet erkânından ona biat etmelerini istemiştir. e. Devletin istikrara kavuştuğu bir dönemde yaşanan bu mücadeleler sarsıntıya sebep olmuştur. 2. Aşağıdakilerden hangisi I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in birinci saltanat dönemi ile ilgili değildir? a. Sultan Keyhüsrev’in, kardeşleri arasındaki mücadeleye karışmayarak, Bizans’a yönelik bir siyaset izlemesi b. 1196 yılında Bizans topraklarına girerek Honaz ve Ladik’i fethetmesi c. Kardeşlerinden Süleymanşah’ın, Melikşah’ın ölümünden sonra birçok şehri topraklarına katarak sonunda Selçuklu başkentini kuşatması d. Keyhüsrev’in, tahtını ağabeyi Süleymanşah’a terk etmesi e. Keyhüsrev, Süleymanşah’ın kendisi öldürtmek istemesi sebebiyle kaçarak Artuklu Beyi’ne sığınması 3. II. Süleymanşah’ın ilk icraatları ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Devlet ileri gelenleri tarafından şehre davet edilen Süleymanşah, 3 Ekim 1196’da Selçuklu tahtına oturmuştur. b. Tokat’tan kendisiyle birlikte gelen ümerayı, önemli mevkilere yerleştirmiştir. c. Süleymanşah, ülke topraklarını birleştirmeye çalışması sebebiyle, saltanatının ilk dönemlerinde bazı tavizler vererek Bizans’la sürekli olarak iyi ilişkiler kurmuştur. d. Sultan olarak ilk faaliyeti; kardeşlerinden Niksar ve Amasya’yı almasıdır. e. Kardeşlerinden bazıları, kendiliklerinden tâbiyetlerini bildirmişlerdir. 4. Süleymanşah’ın saltanatı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Ermeni Leon’u cezalandırmak amacıyla Kilikya seferine çıkıp onu Toroslar’ın ötesine atmıştır. b. Gürcü seferinden bir sonuç elde edememesi, bazı beylerin isyan ederek kendisine bağlılıktan çıkmalarına fırsat vermiştir. c. 1202’de Erzurum’u ilhak ederek, Saltuklu hanedanına son vermiştir. d. Bir yıldan fazla süren Ankara Muhasarası sonunda Melik Mesud’dan şehri teslim almıştır. e. Dördüncü Haçlı Seferi onun saltanatı döneminde olmuştur. 5. Dördüncü Haçlı Seferi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Haçlıların Anadolu’da verdikleri büyük kayıplar, bu sefer öncesinde haçlıların strateji değiştirmelerine sebep olmuştur. b. Latin Doğu’yu kuşatan İslâm hilâlini parçalamak amacıyla seferin Mısır üzerine yapılmasına karar verilmiştir. c. Seferin yönü, haçlıların gemi ücretlerini ödeyememeleri ve Bizans’taki taht kavgaları sebebiyle İstanbul’a çevrilmiştir. d. Haçlılar karşısında, IV. Aleksios ile Süleymanşah ittifak etmişlerdir. e. Seferin sonunda İstanbul’da bir Latin Krallığı kurulmuştur. 6. II. Süleymanşah Dönemi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Ankara Muhasarası sırasında kulunç hastalığı sebebiyle hayatını kaybetmiştir. b. Sultan olduktan sonra ülke topraklarını birleştirememesi sebebiyle devlet güç kaybetmiştir. c. Gürcistan Seferi dışında başarılı bir sefer yapamamıştır. d. Dördüncü Haçlı Seferinde, haçlı ordularını Konya yakınlarında mağlup etmiştir. e. Erzurum’u topraklarına katmıştır. 102 Türkiye Selçuklu Tarihi 7. Dördüncü Haçlı Seferi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Süleymanşah, Bizans hanedan üyelerinin bazılarına Anadolu’da destek vererek, Latinler karşısında üstün duruma geçmiştir. b. Bu sefer sırasında, haçlılar ile Selçuklular bir çatışmaya girmemişlerdir. c. Bizans hanedan üyelerinin bazılarının Anadolu’da hükümranlıklarını ilan etmeleri, Selçuklu Hükümdarlarını yeni stratejiler üretmek zorunda bırakmıştır. d. Bizans ve Latinlerin birbirleriyle mücadeleleri Selçukluların hareket alanlarının genişlemesine yol açmıştır. e. Süleymanşah, IV. Aleksios’un haçlılara yardım isteğine cevap vermemiştir. 8. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci kez tahta çıkışı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Süleymanşah’ın ölümünden sonra yerine çocuk yaştaki oğlu Kılıç Arslan geçmiştir. b. Keyhüsrev, yeğeni Kılıç Arslan’ı babasının meliklik merkezi olan Tokat’a melik olarak göndermiştir. c. Devlet erkânı tarafından davet edilmesine rağmen, Konya’yı kuşatmak zorunda kalmıştır. d. Dördüncü Haçlı Seferinden sonra Anadolu’da oluşan yeni siyasi durum, ümeranın ve bazı uç beylerinin Keyhüsrev’i çağırmalarını gerektirmiştir. e. Keyhüsrev İstanbul’dan Anadolu’ya geçerken Latinler karşısında zor durumda olan Laskaris’le anlaşarak, Ladik ve Honaz çevresini ona bırakmayı kabul etmişti. 9. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci saltanat dönemi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Trabzon Hâkimi Aleksios’u yenip, Karadeniz’de ki ticaret yollarının emniyetini sağlamıştır. b. Akdeniz ticareti bakımından önemli bir merkez olan Antalya’yı fethetmiştir. c. Kıbrıs Haçlı Krallığı ile bir ticaret anlaşması yapmıştır. d. Eyyûbîlerin de desteğiyle Kilikya bölgesindeki hâkimiyetini güçlendirmiştir. e. Danişmendliler ile yaptığı Alaşehir Savaşı’nda hayatını kaybetmiştir. 10. I. Gıyaseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemleriyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Ülkede istikrarı sağlamak amacıyla daima Bizansla barış içinde olmuşlardır. b. Süleymanşah, Dördüncü Haçlı Seferi karşısında önemli başarılar kazanılmıştır. c. Gıyaseddin Keyhüsrev’in Gürcülerle yaptığı muharebede, iki taraf da başarı sağlayamamıştır. d. Süleymanşah, melikler arasında parçalanmış ülkeyi merkeziyetçi bir yapıya kavuşturmuştur. e. Gıyaseddin Keyhüsrev, oğlu III. Kılıç Arslan’ı veliahd ilan etmiştir. 4. Ünite - I. Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi 103 Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Gürcü kaynağı Brosset, Süleymanşah’ın Gürcistan seferine çıktıktan sonra kraliçeye gönderdiği tehditlerle dolu mektubunda şöyle dediğini naklediyor: “ Gök kubbe altında bulunan hükümdarların en büyüğü, Allah’ın peygamberinin yardımcısı ben Süleymanşah, Gürcüler’in kraliçesi sen Thamara’ya bildiririm ki, sen Gürcüler’in eline kılıç verip Allah’ın sevgili kulları olan Müslümanları öldürmelerini emrettin. Benim hür milletimi tâbiyet vergisi vermeye zorladın. Şimdi bizzât ben sana ve milletine İslâmın adaletini göstermek ve Allah’ın bizim ellerimize emanet olarak verdiği kılıcı, sizin bir daha kullanmamanız gerektiğini öğretmek amacıyla geliyorum. Gelişimde ancak otağımın önünde diz çöken, Muhammed’in peygamberliğini kabul edip dinini bırakan, boşuna ümit bağladığınız haçı huzurumda kıran kimseleri mükâfatlandıracağım. Bununla beraber kimseyi din değiştirmeye zorlamayacak ve halka zarar vermeyeceğim ve tâbiiyetimi kabul edenlerden başkasının yaşamasına müsaade etmeyeceğim”. Bu mektubu ileten Türk elçisinin “Eğer kraliçe dininden dönerse, Sultan Süleymanşah onu nikâhına alacak aksi taktirde cariye yapacaktır” demesi üzerine Gürcü komutanı Zakaria’nın elçiyi tokatladığı da ifade edilmektedir. Kraliçe Thamara’nın, Süleymanşah’dan aşağı kalmayan mağrurane cevabı da şöyledir: “Ey Süleymanşah! Biz Allah’ın kudretine ve Meryem’e güveniyoruz. Bizim umudumuz mukaddes haçtadır. Gökleri hiddetlendiren mektubunu okudum ve Allah’ın, küstahlığından dolayı seni cezalandıracağının işaretlerini gördüm. Sen askerlerine güveniyorsun, nefretinden dolayı böyle yapıyor ve ganimet için savaşıyorsun. Ben ise ne zenginliğime, ne askerlerimin miktarına, ne de insanlara güveniyorum. Ben sadece Allah’a (oğluna), ve senin hakaret ettiğin salibe (haça) güveniyorum ve Meryem’e dua ediyorum. Sana İsa’nın askerlerini gönderiyorum. Bu askerler sana hürmet göstermeye değil, gururunu kırmak için geliyor. Senin değil Allah’ın irade ve adaleti tecelli edecek ve bir daha Allah’ın adına hakaret etmemeyi öğreneceksin. Tam zamanında yetiştirmek gayesiyle adamlarından birisini sana gönderiyorum ki tedbirini alasın. Askerlerim de artık sana doğru hareket etmiştir” Kaynak: M.F. Brosset, Gürcistan Tarihi Ankara 2003, S. 406-407 1. a Yanıtınız yanlış ise “I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ilk Saltanatı (1192-1196)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. e Yanıtınız yanlış ise “I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ilk Saltanatı (1192-1196)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. c Yanıtınız yanlış ise “II. Süleymanşah Dönemi (1197-1204)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “II. Süleymanşah Dönemi (1197- 1204)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “II. Süleymanşah Dönemi (1197- 1204)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “II. Süleymanşah Dönemi (1197- 1204)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. a Yanıtınız yanlış ise “II. Süleymanşah Dönemi (1197- 1204)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. b Yanıtınız yanlış ise “I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in İkinci Saltanatı (1205-1211)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise “I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in İkinci Saltanatı (1205-1211)” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise üniteyi yeniden gözden geçiriniz. 104 Türkiye Selçuklu Tarihi Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Gıyaseddin Keyhüsrev’in ilk saltanat döneminin en önemli meselesi, bir hükümdar olarak hükümranlığını ülkesinin her tarafına teşmil edememesidir. Babası kendisini veliaht tayin etmiş olmasına rağmen kardeşleri ona tâbi olmadıkları gibi, kardeşler arasındaki rekabet özellikle Ermeniler’in Selçuklu topraklarına tecavüz etmelerine fırsat verdi. Sıra Sizde 2 Kılıç Arslan’ın oğulları arasındaki saltanat mücadelelerinden istifadeyle Ereğli’yi alıp Kayseri’yi de kuşatan, papanın onayıyla krallık tacı da giyen Leon, istila ettiği yerlerden atıldığı gibi, Çukurova bölgesi Adana’ya kadar işgâl edildi. Bunun üzerine Leon, Selçuklu sultanına yıllık vergi vermek kaydıyla tâbiyetini bildirmek zorunda kaldı. Sıra Sizde 3 II.Süleymanşah döneminin başlıca özelliği, melikler arasında parçalanmış olan ülkeyi yeniden merkeziyetçi bir yapıya kavuşturması; Bizans imparatorluğuyla Kilikya Ermenilerinin vergiye bağlanması, Mengücekli ve bazı Artuklu beylerin tâbiyetinin devam etmesidir. Süleymanşah, Saltuklu Beyliği topraklarının ilhakı neticesinde, ülkeyi birleştirmekle kalmamış, babasının döneminden daha geniş sınırlara kavuşturmuştur. Sıra Sizde 4 Antalya’nın fethinin Türkiye Selçukluları bakımından en önemli yanı, Birinci Haçlı Seferinden beri kıyılardan uzak, bir kara devleti olarak yaşamaya mecbur oldukları tecrit şartlarından kurtularak, Akdeniz’in en önemli limanlarından birine açılmış olmalarıdır. Bu olaydan sonra Kıbrıs Haçlı Krallığı ile yapılan ticaret anlaşması da, Türkiye’nin ekonomik gelişmesine önemli katkı sağlamıştır. Sıra Sizde 5 Dördüncü Haçlı Seferi İstanbul’da bir Latin devleti kurulmasıyla sonuçlanmış; oradan kaçan Bizanslılar da, Trabzon ve İznik çevresinde imparatorluğun mirasçısı oldukları iddiasıyla hâkimiyetler kurmuşlardı. Sultan Keyhüsrev önce Laskaris’le, Trabzon’daki Komnenoslara karşı anlaşıp onların ilerleyişini durdurdu. Sonra Bizans’a ait Antalya’yı fethetti. Laskaris yıllık vergiyi ödemediği gibi, Ermeni ve Bulgar kralıyla Selçuklular aleyhinde anlaşma yaptı. Keyhüsrev ise Latinlerle anlaşmanın yanısıra Laskaris’in tahtını ele geçirmek isteyen III. Aleksios’u da yanına alıp sefere çıktı. Fakat Alaşehir’de maydana gelen bu son savaşta hayatını kaybetti. Yararlanılan Kaynaklar Cahen, Claude (2000). Osmanlılardan Önce Anadolu (Çev.Erol Üyepazarcı), İstanbul. Çay, Abdulhalûk (1987). II. Kılıç Arslan, Ankara. Kaya, Selim (2006). I. Gıyaseddin Keyhüsrev ve II. Süleymanşah Dönemi Selçuklu Tarihi, Ankara. Turan, Osman (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. Turan, Osman (1980). Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul. Turan, Osman (1988). Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd dönemi siyasî ve askerî olaylarını açıklayabilecek, Türkiye Selçuklu sultanlarının ekonomik hayatı canlandırmak için yaptıklarını belirleyebilecek, Türkiye Selçuklu Devleti’nin yükseliş ve medenî gelişim süreçlerini değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • İzzeddîn Keykâvus • Sinop • Fütüvvet • Yassıçimen • Ermeniler • Eyyûbîler • Alâaddîn Keykubâd • Suğdak • Celaleddîn Harizmşah • Moğollar İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) • SULTAN I. İZZEDDÎN KEYKÂVUS DÖNEMİ (1220-1211) • SULTAN I. ALÂADDÎN KEYKUBÂD DÖNEMİ (1237-1220) TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ SULTAN I. İZZEDDÎN KEYKÂVUS DÖNEMİ (1211-1220) I. İzzeddîn Keykâvus’un Tahta Çıkışı ve Saltanatının İlk Yılları Taht Mücadelesi Sultan I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in üç oğlundan en büyüğü olan I. İzzeddîn Keykâvus’un çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. Süleymanşah’a karşı tahtını kaybeden babası ve kardeşi Keykubâd’la birlikte İstanbul’a (Bizans’a) gittiği bilinmektedir. I. Gıyaseddîn Keyhüsrev sürgünden dönüp yeniden tahta oturunca (1205-1211) büyük oğlu Keykâvus’u Malatya melikliğine tayin etti. Ayrıca vaktiyle kendi hocası olan Mecdeddîn İshak’ı da onu eğitimiyle görevlendirdi. Devrin kaynaklarında babasının ölümüne kadar süren altı yıllık meliklik dönemine dair bilgi bulunmamaktadır. Gıyaseddîn Keyhüsrev 1211 Alaşehir savaşında ölünce, devlet erkânı I. İzzeddîn Keykâvus’u tahta çıkarma kararı aldılar. Diğer taraftan babasının şehit olduğu ve ağabeyi Keykâvus’un tahta çıkartıldığı haberini alan Tokat Meliki Alâeddin Keykubâd isyan etti. Erzurum meliki olan amcası Mugiseddîn Tuğrulşah, uç beyi Zahireddîn İli ve Kilikya Ermeni Kralı Leon’un desteği ile tahtı ele geçirmek üzere harekete geçti. Keykubat Malatya’dan Kayseri’ye gelen Keykâvus için cülus töreni düzenlendiği sırada şehri muhasara etti. I. İzzeddîn Keykâvus önce çok zor durumda kaldı. Kayseri subaşısının Ermeni Kralı Leon ile gizlice anlaşma yapıp ittifakı bozması üzerine, Alâaddîn Keykubâd muhasarayı kaldırıp Ankara’ya çekilmek zorunda kaldı (1212). Böylece İzzeddîn Keykâvus Konya’ya ulaştı. Bu sırada Alaşehir Savaşı’nın görünürdeki galibi Theodor Laskaris Konya’daki olayları yakından takip ediyordu. Çünkü yeni sultanın babasının intikamını almak istemesinden çekiniyordu. Zaten Latinlerle mücadele halinde iken, diğer taraftan Selçuklular’la savaşıp iki ateş arasında kalmaktan çekindiği için Konya ile uzlaşmayı tercih etti. Bu nedenle yeni Türkiye Selçuklu sultanını tebrik etmek için pek çok hediyeyle elçiler gönderdiği gibi, sultanın cenazesinin nakli için her türlü yardıma hazır olduklarını bildirdi. Sultan I. İzzeddîn Keykâvus da bir an önce babasının cenazesini nakledip, isyan eden kardeşi Alâaddîn Keykubâd’ı tamamen etkisiz hale getirmek istiyordu. Bunun için Laskaris’in yıllık haracın dışında 30.000.000 dinar savaş tazminatı Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) Subaşı eski Türkçe asker anlamına gelen “sü” ve “baş” kelimelerinden türetilmiş olup, ordu komutanı demekti. Türkiye Selçukluları’nda ise başkumandanlığa bağlı askerî validir. 108 Türkiye Selçuklu Tarihi ödemesi ve Grekler ile Selçuklular arasındaki sınırların aşılmaması şartıyla, 50 yıllık bir barış anlaşması imzalandı. 1211’de vukûbulan Alaşehir savaşı Türkiye Selçukluları’nın Anadolu’daki ezeli rakibi Bizanslılar ile yapılan son muharebedir. Selçuklu sultanının savaşın sonunda, bir ihmal sonucu şehit düşmesi Laskaris’in galip geldiği izlenimi uyandırıyor. Ancak anlaşma şartlarına bakıldığında Laskaris’in bu durumdan yararlanacak güce sahip olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat 50 yıllık barış anlaşması her iki tarafın da lehine olacaktı. Nitekim Laskaris bundan sonra Latinler’le daha rahat mücadele etme fırsatı bulmuştur. Ayrıca Bizans’ın mirasçısı oldukları iddasındaki Trabzon Rumları’yla arasında güçlü bir tampon devletin bulunmasından hoşnut idi. Keykâvus bundan sonra batıyı hedefleri arasından çıkarıp Trabzon Rum İmparatorluğu, Kilikya Ermenileri ve Suriye’de Eyyûbilerle savaşmayı tercih edecektir. Bu uzlaşmanın ardından Keykâvus, Ankara’da saltanat iddiasında bulunan kardeşi Alâeddin Keykubâd üzerine yürüdü (1212). Keykâvus yaklaşık bir yıl süren muhasara sonunda kardeşini etkisiz hale getirmeyi başardı. Saltanatının ilk günlerinden itibaren kendisine zor günler yaşatan kardeşi Alâeddin Keykubâd’ı Ankara’da esir etti. Önce Malatya yakınlarındaki Minşar kalesinde hapsetti. I. İzzeddîn Keykâvus böylece gücünü ispatlamış ve mevkiini sağlamlaştırmıştı. Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Kıbrıs Haçlı Krallığı ile aktedilen muahedeyi yenilediği gibi, 1214 yılı başlarında Venedikliler’le de ticaret anlaşması yaptı. Buna göre: 1. İki devletin tüccarları birbirlerinin ülkesinde serbestçe ticaret yapabilecek, 2. Her iki ülkenin kıyılarında batan gemilerin ve ölen tüccarların malları, ait olduğu ülkeye iade edilecek, 3. Korsan saldırısına uğrayan tacirlere her iki ülkeye de sığınma hakkı tanınacak Sinop’un Fethi Sultan I. İzzeddîn Keykâvus hâkimiyetini sağlamlaştırıp iç işlerini yoluna koyduktan sonra ilk seferini Karadeniz sahilinde önemli bir liman şehri olan Sinop üzerine düzenlemiştir. Zira 1204 yılında Haçlılar Bizans’ı işgal ettiğinde Anadolu’da biri İznik diğeri Trabzon merkezli iki siyasî teşekkül oluşmuştu. Hatırlanacağı üzere sultan tahta çıktığında uzlaşma talebinde bulunan İznik Rum İmparatorluğu ile anlaşma yoluna gitmiş ve elli yıllık bir barış anlaşması imzalamıştı. Fakat Trabzon Rum hükümdarı Aleksios, Keykâvus’un kardeşi ile meşgul olmasından yararlanarak sınırları ihlâl etti. Keykâvus hem Aleksios’u cezalandırmak, hem de Anadolu’dan geçen milletleararası güney-kuzey ticaret yolunun kontrolünü sağlamak için sefer kararı aldı. Ayrıca İznik ve Trabzon Rumlarından birisinin diğerine üstünlük sağlaması halinde Karadeniz’le irtibatı bütünüyle kesilebilirdi. Keykâvus önce Sinop ve havalisi hakkında detaylı bilgi topladı. Üç tarafı denizle çevrili olan bu şehrin kara ve denizden bağlantısını kesip, uzun süreli bir kuşatma sonucu ele geçirilebileceğini düşünerek ona göre hazırlık yaptırdı. Diğer taraftan Trabzon Rum hükümdarı Aleksios (1204-1222)’un durumunu tespit etmek üzere casuslar görevlendirdi. Edilinen bilgiye göre, Aleksios tedbirsiz bir şekilde 500 adamı ile ormanlık alanda avlanmakta ve eğlence meclisleri düzenlemekte idi. Bu haberi alan uç emirleri derhal harekete geçerek, ani bir baskınla Aleksios’u esir aldılar. Sefere Sivas’ta hazırlanmakta olan Keykâvus bu haberi alınca süratle Sinop’a hareket etti. Sultan, Aleksios’un esaretini kullanarak kalenin bir an önce Venedikliler, Aleksios Komnenos (1081-1118) zamanında Normanlar’a karşı yardım karşılığında, Bizans topraklarında avantajlı ticaret yapma hakkı aldıkları gibi, 1204’de Latinler’in İstanbul’u işgâli sırasında da Bizans topraklarının bir kısmını istilâ ettiler. Venedikliler buna rağmen Anadolu’nun büyük bölümüne hâkim olan Türklerle bir ticaret anlaşması yapmayı gerekli görüyorlardı. Bu durum Anadolu’yu yeniden milletlerarası ticaret yollarının kavşağı yapmak isteyen Selçuklular için de önemli bir fırsattı. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 109 düşmesini sağlamaya çalıştı. Fakat kalenin denizden irtibatı tam olarak kesilemediği için bu durum ciddi bir baskı oluşturmuyordu. Nihayet bin kişilik bir Selçuklu kuvveti sahile taarruz edip Rumlara yardım taşıyan gemileri yaktı. Böylece kaledeki sıkıntı gittikçe arttığı için, Aleksios’un serbest bırakılması ve kendilerine aman verilmesi şartıyla teslim olmayı kabul ettiler. I. İzzeddın Keykâvus kaledekilerin isteğini kabul etti ve 1 Kasım 1214 tarihinde Sinop surlarına sultanın sancağı dikildi. Aleksios’la şu şartlarla bir anlaşma imzaladı: 1. Aleksios Canik ve çevresinde ikamet edecek, 2. Her yıl sultanın hazinesine 10.000 dinar, 5.000 baş at, 2.000 baş sığır, 10.000 baş koyun, 50 yük çeşitli hediyeler gönderecek, 3. Sultan istediği takdirde, tâbi hükümdar sıfatıyla asker gönderecekti. Keykâvus Sinop’un bir Türk ve Müslüman şehri olması için çeşitli tedbirler aldı. İlk önce geleneğe uygun olarak şehrin en büyük kilisesini camiye çevirtip kaleyi tamir ettirdi. Kale surlarını tamir ettiren on beş emirin adları surlardaki kitabelerde yazılıdır. Savaşlar yüzünden bölgeden kaçanların geri dönmesi için çağrıda bulundu. Türk iskânını kolaylaştırmak için valilere fermanlar göndererek memleketin her tarafından zengin kişilerin seçilerek Sinop ve çevresine gönderilmesini istedi. Ayrıca bölgeye göç etmeyi istediği halde taşınmazlarını satmakta zorlananlara devlet desteği sağlayarak göçü teşvik etti. Bölgenin yönetim geleneğini bilen grekleşmiş bir Ermeni olan Hetum’u da şehrin valiliğine tayin etti. Antalya’nın Geri Alınması Hatırlanacağı üzere Antalya 1207 yılında I. Gıyaseddîn Keyhüsrev tarafından fethedilmişti. Fakat sultanın ani ölümü ve oğulları arasındaki saltanat mücadelesinden faydalanan Hristiyan ahali isyan etti. Kıbrıs haçlılarının yardımıyla şehri ele geçirip Müslümanları kılıçtan geçirdiler. Ayrıca Selçuklu ordusu geldiğinde şehri Kıbrıs Haçlı Krallığına teslim etme kararı aldılar. Akdeniz sahilinde böylesine önemli bir limanın elden çıkmasının Selçuklular adına büyük zafiyete yol açacağı; dolayısıyla derhâl geri alınması gerekiyordu. Ancak Sinop’un fethinin öncelik kazanması ve Ermeniler’in tenkil edilmesi şehrin geri alınmasını geciktirmişti. Konya’nın Ruzbe Ovası’nda toplanan ordu hazırlıkların tamamlanmasının ardından Antalya’ya doğru harekete geçti. Antalya halkı Sultan Keykâvus’un büyük bir orduyla üzerlerine geldiğini haber alınca, durumu Kıbrıs Haçlı Krallığına bildirip yardım istediler. Bunun üzerine Kıbrıs Haçlı Krallığından bir kaç gemiyle bir miktar asker isyancıların yardımına geldi. Selçuklu ordusunun süvarileri kalenin önüne varınca, sultan hemen karadan ve denizden kuşatma emri verdi. Ramazan ayının ilk günü başlayan muhasara yaklaşık bir ay sürdü. Kuşatmanın neticeye ulaşmasında okçuların yanı sıra, sultanın talimatı ile yapılan on kişinin birden çıkabileceği genişlikteki merdivenlerin büyük payı oldu. Bu merdivenler sayesinde surlardan içeri giren Selçuklu askerleri kale kapısını açarak şehrin düşmesini sağladılar. İsyancılar ve onlara yardım eden haçlılar tamamen etkisiz hale getirildiler. Sultan Keykâvus 1216 yılı başında ikinci kez fethedilen Antalya’ya, belinde hükümdarlık alâmetleri kemer, başında külah ve kolunda yay ile girdi. Şehrin valiliğine Keyhüsrev zamanında bu göreve tayin edilen Mübarizeddin Ertokuş atandı. Sinop ve Antalya’nın fethiyle Karadeniz ve Akdeniz sahilinde, kuzey-güney yolunun giriş-çıkış kapıları olan iki önemli limana kavuşan Türkiye Selçukluları, nihayet kara devleti olmaktan kurtulup uluslararası ticarette de etkili olabilecekleri şartları sağlamış oldular. 110 Türkiye Selçuklu Tarihi Türkiye Selçuklu Devleti sikkeleri için bkz. http://www.balcoins.com/anasayfa.php http://mehmeteti.150m.com/seljuqsofrum/ index.htm Selçuklular’ın Akdeniz ve Karadeniz kıyılarının fethi ve yapılan ticaret anlaşmalarını nasıl değerlendirirsiniz? Hükümdarlık alâmetleri için bkz. Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007. Abbasi Halifeliği ile İlişkiler I. İzzeddîn Keykâvus tahta oturduğunda Abbasî Halifesi Nâsır Lidînillâh (1180- 1225) hilafet tahtında bulunuyordu. İki taraf arasındaki diplomatik temas sultanın, hocası Mecdeddîn İshak’ı Bağdad’a elçi olarak göndermesiyle başlamıştır. Heyetin halifeye gidiş tarihi 1212 veya 1214 olarak tahmin edilmektedir. Mecdeddîn İshak halifeye çok miktarda mücevher, altın sırmalı Rumî kumaşlar, atlaslar, Rus ketenleri, Kıbrıs malı kadın giysileri ve örtüleri, çok sayıda kadın köle, iğdişler, Arap atları, rahvan merkepler ve bohtî develeri, altın haçlar ve gümüş tabaklardan oluşan hediyeler sundu. Halife Nasır Lidînillâh, Mecdeddîn İshak’ı çok iyi karşılayıp ağırladıktan sonra, Keykâvus’a iletilmek üzere bir sarık, derviş cübbesi, hil’at, saltanat menşuru, kaftan, sultanü’l-gâlib ünvanı ile birlikte on Hicaz yolcu devesi, Hicaz ve Şam diyarlarının kıymetli eşyasından, Hint mamûlü mallardan meydana gelen çeşitli eşyalar, kıymetli elbiseler, altın işlemeli İskenderiye kumaşı, döşemelikler, billur ve akik taşlar, ince nefis örtüler, misk kutuları, amber kaplarıyla dolu sandıklar, yaban eşeği, zürafa, kartal gibi hayvanların yanı sıra; Şubat 1212 tarihli bir fütüvvetnâme göndermiştir. Arapça “genç, yiğit, cömert” anlamındaki “feta” kelimesinden gelen fütüvvet “gençlik, kahramanlık, cömertlik” manasına gelmektedir. Kökeni Sâsâniler’e kadar uzanan fütüvvet başlangıçta gençler arasındaki sosyal bir aktiviteyken zamanla tasavvufî bir boyut kazanmıştır. Bazı mutasavvıfların telkini ile girdiği bu teşkilâtı yeniden düzenleyerek XIII. asırda itibaren içtimaî, iktisadî ve siyasî bir yapılanmaya dönüştüren Halife Nâsır Lidinîllah’ın başta fütüvvete karşı olduğu bilinmektedir. Fütüvvetnâme ise fütüvveti konu alan veya fütüvvetin âdâb ve erkânı hakkında bilgi veren eserlerin ortak adıdır. Resim 5.1 es-Sultanü’l-Gâlib İzzü’d-Dünya ve’d-Din Keykâvus bin Keyhüsrev’in 615/1218’de, Konya’da kestirdiği gümüş para Kaynak: www.balcoins.com/sultan.php?sultan=I. Keykâvus&devlet=Anadolu Selçuklu Devleti 1 Hil’at hükümdarların taltif etmek istedikleri kimselere giydirdikleri kıymetli elbise”dir. Saltanat menşuru halife tarafından Müslüman bir hükümdarın saltanatının onaylandığını duyuran yazılı belgedir. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 111 Fütüvvet hakkında daha geniş bilgi için bkz. A. Gölpınarlı, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”, İ.Ü.İ.F.Mecmuası, XI/1-4, 1949-50; F. Taeschner, “İslâm Ortaçağında Futuvva (Fütüvvet Teşkilâtı)”, Türkçe çev. F. Işıltan, İ.Ü.İ.F. Mecmuası, XV/1-4, 1953-54; A. Yaşar Ocak, “Fütüvvet”, DİA, XIII. Halife, Selçuklu elçilerinin Anadolu’ya dönüşünün ardından I. İzzeddîn Keykâvus’un fütüvvet teşkilâtına kabulüyle ilgili merasimleri yerine getirmek üzere, meşhur âlim Sühreverdî’yi (1145-1234) elçi olarak Türkiye’ye gönderdi. Fütüvvet teşkilâtının nizamnâmesini hazırlamış olan Sühreverdi için Selçuklu sarayında sultan, devlet büyükleri ve komutanların katıldığı bir tören düzenlendi. Bu merasimde I. İzzeddîn Keykâvus’a fütüvvet elbisesi giydirildi. Halifenin öncülüğünde yeniden örgütlenen bu teşkilât, böylece Anadolu’ya girmiş oldu. Fütüvvet daha sonra Ahîlik adı altında gelişerek bölgenin ekonomik ve kültürel hayatında önemli rol oynayacaktır. Halife Nâsır Nasır Lidînillâh’ın fütüvvet teşkilâtını yeniden organize etmesini nasıl değerlendirirsiniz? Anadolu-Suriye Yolunun Kontrolü İçin Mücadele Ermeniler Üzerine Düzenlenen Seferler Hatırlanacağı üzere I. İzzeddîn Keykâvus tahta oturduğunda, kendisine karşı isyan eden Alâaddîn Keykubâd’ın müttefikleri arasında, Kilikya Ermeni hükümdarı II. Leon (1198-1219) da bulunmaktaydı. Fakat Keykâvus ona para ve saldırmamayı vaadederek bu ittifakı bozmayı başarmıştı. Sultan kardeşinin isyanı ve Sinop’un fethiyle uğraşırken Lülüve (Ulukışla), Ereğli, Larende (Karaman) kalelerini işgal eden Ermenilere karşı harekete geçememişti. Bununla birlikte Antalya seferine giderken onları Toroslar’ın ötesine atması, hemen arkasından Antalya’nın Selçukluların eline geçmesi, Ermenilere iktisadî bakımdan büyük bir darbe vurdu. Keykâvus’un giderek kuvvetlenmesi onları ciddi biçimde tehdit ediyordu. Ermeniler’in Birinci Haçlı Seferi’nin yarattığı müsait şartlardan yararlanarak, Kilikya bölgesinde kurdukları prenslik, II. Leon zamanında, papanın da onayıyla krallık unvanı almıştı. Kısa zamanda İskenderun Körfezi’nin doğu sahilinden Antalya körfezine birkaç fersah mesafeye kadar topraklarını genişletmişlerdi. Bu küçük Ermenistan Krallığı bazı önemli limanları elinde bulunduruyordu. Ayrıca Suriye’den gelen kervanların da, Ermeni hâkimiyetindeki topraklardan geçerek Konya ve İstanbul’a ulaşmaları ticaretin güvenliği açısından büyük önem arz ediyordu. Dolayısıyla Ermeni Krallığının bölgedeki faaliyetleri Türkiye Selçuklu Devleti’ni yakından ilgilendiriyordu. Leon, Haçlı prinkepsliğinin merkezi olan Antakya’yı işgal edip, Anadolu-Suriye kervan yolunu tehdit etmeye başlamıştı. Bu tehdit Türkiye Selçukluları’nın iktisadî politikalarını doğrudan etkiliyordu. Keykâvus Antalya’yı fethettikten sonra, Kilikya Ermeni Krallığı üzerine sefere çıkmak zorunda kaldı. Çünkü I. Gıyaseddîn Keyhüsrev zamanından itibaren imzalanan uluslararası ticaret anAhîlik XIII. yüzyılda Anadolu’da yayılan ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasında önemli rol oynayan dinî ve sosyal bir teşkilâttır. Arapça “kardeşim” anlamındaki “ahî” veya Türkçe’deki “cömert” manâsına gelen “akı” kelimelerinden türetildiği kabul edilmektedir. 2 112 Türkiye Selçuklu Tarihi laşmalarının en önemli maddesi tüccarların ve kervan yollarının güvenliği için verilen teminatlardı. Güvenlik sağlanamadığı takdirde Türkiye Selçuklu Devleti, sigorta kapsamında yüklü tazminatlar ödemek zorunda kalacağı gibi itibar kaybına da uğrayacaktı. Sultan 1216 yazında ordunun Yabanlu Pazarında toplanması için emir verdi. Eyyûbîlerden Haleb hâkimi Melik Zâhir ile temasa geçmişti. Amacı Anadolu-Suriye yolu üzerinde Ermeni saldırılarını sona erdirmekti. Bunun için kendisi Maraş üzerinden Çukurova’ya doğru ilerlerken Melik Zâhir’in de Haleb’ten harekete geçerek Antakya’yı kuşatmasını plânlıyordu. Taraflar arasında yapılan görüşmeler sonucunda Eyyûbî meliki, Keykâvus ile müttefik olmayı kabul etti. Ancak Mısır hâkimi olan amcası Melik Adil (1200-1218) ona, Keykâvus’un Suriye’ye girmesinin tehlikeli olacağını, anlaşmadan uzak durmasını bildiriyordu. Fakat Keykâvus, Melik Zâhir’in güvensizlik sergileyerek ağırdan almasından rahatsız oluyordu. Müzakereler devam ederken bir miktar askerini Maraş Emiri Nusreteddin komutasında Ermenilerin yoğun olduğu, fakat Eyyûbîlerin idaresindeki Balat üzerine sevk etti. Sultan, Melik Zâhir’e II. Leon’a yardım eden Ermenileri cezalandırmak niyetinde olduğunu bildirildi. Fakat güven eksikliği ve çıkar çatışmaları sebebiyle, bu küçük hadise Selçuklu-Eyyûbî ittifakının bozulmasına yetti. Türkiye Selçukluları ve Ermeniler’in ilişkileri hakkında bilgi için bkz. Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Ankara 2007. Ermeni meselesini halletmek ve Anadolu-Suriye kervan yolunu emniyet altına alma konusunda kararlı olan Sultan I. İzzeddîn Keykâvus, biraz gecikmeli olarak 1216 sonbaharında harekete geçti. Selçuklu ordusu önce Çinçin kalesini muhasara etti. Surların önünde kurulan mancınıklarla gece-gündüz, kale adeta taş yağmuruna tutuldu. Çaresiz kalan halk sultandan üç günlük ateşkes istedi. Sürenin sonuna kadar kendi aralarında müzakereler yaptılar ve sonunda canlarına dokunulmamak şartı ile kaleyi teslim edeceklerini bildirdiler. Keykâvus onların isteğini kabul edip kaleyi teslim aldı. Buradan Kançin Kalesi’ne doğru ilerledi. Adı geçen kale kısa sürede kuşatıldı ve şiddetli çarpışmalar sonucunda Selçuklu askerleri surları aşıp kale kapılarını açmaya muavfak oldu. Çinçin ve Kançin kalelerinin bir biri ardına ele geçirilmesinin ardından Keykâvus doğrudan doğruya II. Leon üzerine yürüme kararı aldı. Bu sırada oldukça yaşlanmış, nikris hastalığına yakalanan ve felç olan II. Leon, ordusunun idaresini Baron Konstantin’e bırakmıştı. Selçuklu ordusunun ilerlediğini haber alan baron ve kurmayları, Keban/Gaban kalesi yakınlarında karargâh kurup beklemeye başladılar. Sultan ise Ermeni ordusunun yerini ve durumunu öğrenmek için seçkin üç bin askerini görevlendirmişti. Gerekli bilgiler toplandıktan sonra Selçuklu ordusu, Ermeniler üzerine akın etti. Uzun süren şiddetli çarpışmalar sonucunda başta komutan Baron Konstantin olmak üzere yakın adamlarından Oşin ve Noşin esir düştüğü için Ermeni ordusu bozguna uğradı. Böylece Keban kalesini de ele geçiren Keykâvus, Ermeni Kralı II. Leon’u yakalamak için bir hafta kadar takibat yaptırdı ise de neticeye ulaşamadı. Fakat Ermeni meselesini kökten halletme konusunda kararlı olan sultan kışı Kayseri’de geçirdi. Fakat I. İzzeddîn Keykâvus’un kararlılığını gören II. Leon Yabanlu Pazarı, Selçuklular zamanında, Kayseri-Pınarbaşı mevkiinde (Pınarbaşı’na yirmi kilometre mesafede) bugünki Pazar-ören’de kurulmaktaydı. Milletlerarası bir fuar niteliğinde olan bu pazar, her yıl Mayıs ve Haziran ayları arasında tam 40 gün devam ederdi. Komşu ülkelerin tüccarları bu pazara çok rağbet ederlerdi. (Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Faruk Sümer, Yabanlu Pazarı İstanbul 1985) Bu olaylar Türkiye Selçukluları’nın kuruluşundan itibaren izledikleri güneydoğu politikalarının tezahürleridir. Nitekim haçlı seferinin yarattığı tecrit şartlarını yıkan Türkiye Selçuklu sultanları, yeniden güneydoğuya indiklerinde, Büyük Selçukluların halefleri olan Zengiler ve Eyyûbilerle rekabete giriyorlardı. Fransızcası Goutte (damla), Osmanlı’da ki adı Nikris, günümüzde ise Gut diye adlandırılan bu hastalık, aşırı protein tüketimine bağlı olarak kandaki ürik asit miktarının artarak eklemlerin içinde ve çevresinde depolanmasıyla tahribata yol açan bir metabolizma rahatsızlığıdır. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 113 sultanla uzlaşmak ve esirleri kurtarmak için temasa geçti. İki taraf arasında 1218 yılında varılan anlaşmaya göre: 1. Maraş civarında 1216 yılında esir düşen Ermeni prensi serbest bırakılacak, 2. Ermeni Krallığı yıllık 20.000 dinar/altın vergi verecek, 3. Selçuklu sultanı istediğinde, kral 500 tam teçhizatlı asker gönderecekti. Bu anlaşma sonucunda İzzeddîn Keykâvus, Anadolu-Suriye ticaret yolunun Anadolu güzergâhının kontrolünü sağlamış oldu. Sizce Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un Ermeni krallığı üzerine sefer düzenlemesinin başlıca sebebi nedir? Haleb Seferi Eyyûbîler, Türkiye Selçuklularının güneydoğu politikalarını, kendileri için tehdit olarak görüyorlardı. Keykâvus’un Ermenilerle savaşından önceki ittifak teşebbüsü de bu sebeple başarısız olmuştu. Bu sırada Melik Zahir vefat etmiş, yerine henüz üç yaşında olan oğlu Melik Aziz (1216-1236) geçirilmişti. Yeni melikin nâibliğini yapan annesi ve ümeranın birbirleriyle olan rekabeti Haleb’te karışıklıklara yol açtı. Oradan kaçan bazı emirler, I. İzzeddîn Keykâvus’u Haleb’e sefer yapmaya teşvik ediyorlardı. Devlet erkânının aksi kanaâtine rağmen sultan bu bir fırsatı değerlendirmek istiyordu. İzzeddîn Keykâvus, Büyük Selçuklularla aralarındaki ezeli rekabete rağmen, bir dönem onların idaresinde kalan bu topraklar üzerinde miras hakkı iddia ediyordu. Ayrıca Haleb Türkiye topraklarına katıldığında Anadolu-Suriye kervan yolunun güvenliğini sağlamış olacaktı. Bu nedenle devlet erkânı ile yaptığı uzun münakaşalar sonunda sefer kararı alındı. Ancak devlet adamları seferin meşru bir nedene dayanması ve başarıya ulaşması için Salâhaddîn Eyyûbî (1171-1193)’nin büyük oğlu Sümeysat/Samsat hâkimi Melik Efdal (1193-1225)’le anlaşmayı tavsiye ettiler. Haleb’teki muhalif ümerâ da kardeşleri ve yeğenleriyle anlaşmazlıkları olan Melik Efdal’in etrafında toplanmıştı. Selçuklu sultanı Keykâvus adına kendisiyle yapılan görüşmelerde Melik Efdal’e “babasının saltanatını kendisine iade etmek istediklerini” bildirildi. Sonunda taraflar arasında Haleb ve çevresinin zabt edilip Melik Efdal’e; yine bir Eyyûbi melikinin elinde bulunan Urfa ve Harran’ın ele geçirilip Selçuklu sultanına bırakılması şartıyla anlaşmaya varıldı. Bunun yanı sıra Melik Efdal, Keykâvus’a tâbi olacaktı. Bu anlaşma iki tarafın çıkarlarına da uygundu. Zira uzun süredir akrabalarıyla ile anlaşmazlık yaşayan Melik Efdal, Haleb gibi çok önemli bir merkezi alıp hâkimiyetini güçlendirmek istiyordu. Ancak bunu kendi başına yapamayacağını bildiği için Selçuklu sultanıyla işbirliği yapıyordu. Keykâvus ise Anadolu-Suriye güzergâhından başka, güneydoğu siyasetinin vazgeçilemez hedeflerinden olan elCezire’de de stratejik bir mevkiyi tutmuş olacaktı. Müttefikler Haleb muhasarası için Ra’bân/Araban Kalesi önünde buluşmak üzere harekete geçtiler. Sefer sırasında Elbistan, Merzubân, Ra’bân, Tell-bâşir yolunun takip edilmesi kararlaştırıldı. Bu nedenle Elbistan ovasından geçerek Merzubân’a ulaşan Selçuklu ordusu derhal kaleyi muhasara etti ve üç gün sonunda teslim almayı başardı. Burada gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra Ra’ban’a doğru harekete geçildi. Burada Melik Efdal’le buluşan Selçuklu sultanının sanca3 Sümeysat/Samsat, Adıyaman’ın güneydoğusunda yer almaktadır. Çok eski bir yerleşim yeri olan tarihi bu belde, günümüzde Atatürk Baraj Gölü’nün altında kaldığı için yeri değiştirilmiştir. Merzubân/Farsân Maraş yakınlarında; Ra’bân ise Fırat bölgesinde Sümeysat’a yakın Maraş ile Keysun arasında bir kaledir. Tell-bâşir ise Kuzey Suriye’de Haleb’e iki günlük mesafede bir yerleşim yeridir. 114 Türkiye Selçuklu Tarihi ğını gören halk korku ve paniğe kapıldı. Kısa sürede kuşatma için gerekli hazırlıklar tamamlanıp saldırılara başlandı. I. İzzeddîn Keykâvus zor durumda kalan halkın aman dileğini kabul etti; Melik Efdal’le yapılan anlaşma gereği Ra’bân’ı ona bıraktı. Selçuklu ordusu nihayet Tell-bâşir’e ulaştı. Ancak on üç günlük muhasaraya rağmen kale inatla direniyordu. Sultan halkı yıldırmak için kalenin çevresindeki bağ ve bahçeleri tahrip ettirmeye başlayınca geçim kaynaklarının daha fazla zarara uğramaması için teslim olma kararı aldılar. İzzeddîn Keykâvus, daha önce Melik Efdal ile yapılan anlaşmaya aykırı olarak, hutbeyi kendi adına okuttu. Nitekim Melik Efdal daha önce Tell-bâşir’den sonra hemen Haleb’in kuşatılmasını tavsiye ederken; sultanın şehri kendisine bırakmayacağı düşüncesiyle kararsız bir tutum takındı. “Tell-bâşir’den sonra Menbic’i alalım böylece Haleb kanadı yolunmuş bir güvercine benzer ve ele geçmesi daha kolay olur” telkini Keykâvus’a da cazip geldi. Nitekim ordu Menbic’e sevk edilip şehir kolaylıkla alındı. Ancak Haleb ileri gelenleri bu boşluğu değerlendirerek, melikin el-Cezire’de hüküm süren dayısı Melik Eşref ’ten yardım istediler. Öte taraftan Haleb idarecilerinin ağzından Selçuklu komutanlarına sahte mektuplar yazıldı ve cevapları da güya bir tesadüf sonucu sultanın eline ulaştırıldı. Böylece Keykâvus ümeranın ihanet ettiği düşüncesine kapıldı. Durumun iyice çetrefilli hale gelmesi üzerine Melik Efdal sultanı terk ederek kardeşlerinin saflarına geçti. Keykâvus buna rağmen geri çekilmemekte kararlıydı ve ordusuyla Menbic’den Haleb’e doğru ilerledi. Emir-i Meclis Mübarezeddîn Behramşah ve Çaşnigîr Seyfeddîn Ayaba komutasında dörder bin kişilik iki öncü birliğini harekete geçirdi. Mübarezeddîn Behramşah komutasındaki öncü kuvvetler, Haleb ile Menbic arasındaki Buza’a mevkiinde, Melik Eşref ’in ordusu ile karşı karşıya geldi. İki taraf arasındaki çarpışmadan galip çıkan Mübarizeddîn Behramşah oldu. Melik Eşref dağılmış ordusu ile geri çekilirken, tesadüfen yakalanan bir Selçuklu süvarisinden karşısında yenildiği kuvvetlerin öncü olduğu, asıl ordunun daha Menbic civarında bulunduğunu öğrendi. Derhal ordusunu toparlayıp karşı taarruza geçince Mübarezeddîn Behramşah zor durumda kaldı. Diğer öncü birliğinden takviye kuvvet istediysede basit bir kıskançlık yüzünden yardım alamayınca yenilgiye uğrayıp Melik Eşref ’in eline esir düştü. Selçuklu askerleri kılıçtan geçirildi. Öncü kuvvetlerinin ağır yenilgiye uğramasının yanı sıra değerli bir komutanının esir düştüğü haberini alan sultan hızla Melik Eşref ’in üzerine yürüdü. İki ordu yine Buza’a mevkiinde karşı karşıya geldi. Bir taraftan çarpışmalar devam ediyordu; fakat emirlerin tedirgin tutumu sultanı kararsızlığa sevk etti. Neredeyse ümeranın ihanet ettiğinden artık kuşkusu yoktu. Keykâvus bir sabah aniden askere Elbistan’a doğru geri çekilme emri verdi. Ordular henüz tüm kuvvetleriyle savaşa girmeden sultanın geri çekilmesi Melik Eşref ’i de çok şaşırtı. Selçuklu ordusunu takip ederek Tell-bâşir, Ra’bân ve Merzubân kalelerini geri aldı. Ra’bân hariç ele geçirdiği diğer yerleri yeğeni Haleb meliki Aziz’e bıraktı. Melik Eşref, Mübarezeddîn Behramşah ve diğer Selçuklu esirleri, kendilerine ihsanlarda bulunarak serbest bıraktı. Sultan Keykâvus ise, neredeyse savaşmadan uğradığı bu yenilgiyi içine sindiremiyordu. Bu nedenle Elbistan’a döndüğünde, bu başarısızlıkta ihanetlerinin payı olduğunu düşündüğü emirleri bir eve kapatarak yaktırdı. Herhangi bir savaşmış gibi görünen bu olay aslında, elli yıl tecritte kalıp müteaddit düşmanlarla savaEmir-i Meclis sultanın eğlence meclisi ve toplantılarının tertip ve düzenlenmesinden sorumlu olan saray görevlisidir. Çaşnigîr hükümdarın yiyeceği her yemeği, lezzet kontrolü ve zehirlenme ihtimaline karşı, ondan önce tadan saray görevlisidir. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 115 şarak yeniden güneydoğu siyasetlerini uygulamak fırsatı bulduklarını düşünen Selçuklular’la; daha önce ifade edilen jeo-stratejik nedenlerle el-Cezire üzerinden Anadolu’ya yayılmak isteyen Eyyûbiler arasındaki rekabetin doruğa ulaştığını göstermektedir. Zaman zaman ifade edildiği üzere, gulam sisteminden gelen ümera, bu sistemin ürettiği problemler sebebiyle, tehlikeli bir biçimde birbirleriyle rekabet ederlerdi. Bu çerçevede sultanın en yakınındakiler ve onlarla çekişme halinde olanların mücadelesi devleti zaafa uğratacak sonuçlar verirdi. Devletin içerisinde kendilerine daha fazla alan açabilmek için ihanetten bile sakınmazlardı. Haleb seferine daha başlangıçta muhalefet eden ümeranın Eyyûbîlerle bir menfaat ilişkisi içerisinde olması çok da yadırganacak bir durum değildir. Keykâvus’un, Elbistan’a dönünce ihanetlerinden kuşku bile duymadığı bazı emirleri bir kulübede yakmak suretiyle cezalandırması da, esasen bu sistemin zararlı başka bir tezahürüdür. Devletin tepesinde sultanla ümera arasında, her an birbirlerini tasfiye etme kaygısı üzerine kurulu, gergin bir ilişki ağı olduğu görülmektedir. Ölümü ve Şahsiyeti Sultan I. İzzeddîn Keykâvus Haleb yenilgisinin intikamını almak için 1219 yılında Sivas’ta hazırlık yaptırdığı sırada, muzdarip olduğu verem hastalığından kurtulamıyarak, 1220 yılı başında vefat etti. Sivas’da inşa ettirdiği darüşşifadaki türbesinde defnedildi. Ölümünden bir-iki sene önce Mengücek Bey’i Behramşah’ın kızı Selçukî Hatun’la evlenen sultanın yerine geçebilecek çocuğu bulunmuyordu. Dokuz yıllık kısa saltanatı, Türkiye Selçukluları’nın en parlak devirlerindendir. Kaynaklarda akıllı, vefalı, cömert; fakat biraz kindar ve şüpheci olarak tanımlanan sultanın şairlik yönü de kuvvetliydi. Hastalığı sırasında söylediği ve Sivas Darüşşifasındaki türbesinin kapısında yazılı olan şu dizeler sultana aittir: “Bu cihânı ki terk edüp gittik Rencini dilde berk edüp gittik Şimdiden gerü nevbet erdi size Nitekim evvel ermiş idi bize” Saltanatı süresince 12 yapı inşa ettirmiştir. Bunların içinde en önemlisi anıtsal yapı niteliğinde olan, 1218 tarihli kapsamlı bir vakfiyesi bulunan ve 1220 tarihli türbesinin de yer aldığı Sivas’taki 1217- 1218 tarihli darüşşifasıdır. Saray mimarlarının ürünü olduğundan kuşku duyulmayan darüşşifa, muhtemelen sultanı simgeleyen aslan figürlü taç kapısı, açık avlulu medrese plânı, giriş eyvanı kemerli köşeliklerindeki ay ve güneşin simgesi olarak görülen insan tasvirleri, türbesinin sırlı tuğla ve çinilerle biçimlenmiş yazı ve geometrik bezemeleri ile Selçuklu sanatında özel bir yer tutmaktadır. Vakfın mütevelli ve nazırı Atabek ve Mimar Cemaleddin Ferruh olup türbenin ve galiba tüm darüşşifanın sanatçısı da Merend’li Ahmet’tir. 116 Türkiye Selçuklu Tarihi Sultanın diğer önemli eseri Antalya-Burdur yolundaki 1213- 1214 tarihli Evdir Han’dır. Harap durumdaki yapı, taç kapı süslemelerinin yanı sıra Selçuklu döneminde az sayıda örneği görülen açık avlu tipinin anıtsal bir uygulamasıdır. Malatya Hekim Han ve Malatya’nın Battal Gazi ilçesindeki ulu caminin de I. Keykâvus’un eseri olduğu Malatya evkaf defterlerindeki bilgiden anlaşılmaktadır. I. İzzeddin Keykâvus için Musul’dan, Emir Hüsameddin Salar’ın kızının 72 beyitlik bir kaside kaleme alıp gönderdiği bilinmektedir. Ayrıca sultanın Sivas’taki darüşşifasının vakfiyesinde kadı ve kâtip olarak görev yapmış olan Anili Kadı Burhaneddin Ebu Nasr’ın, Enis ul-kulûb adlı Farsça manzum peygamberler ve İslâm tarihini konu alan eserini, Malatyalı Mehmed’in Berid ussâde isimli, peygamberin sohbetlerini ve güzel sözlerini bir araya getirdiği kitabını, Tuslu Ahmed’in de Kelile ve Dimne adlı Farsça manzum çalışmasını kendisine ithaf ettikleri bilinmektedir. SULTAN I. ALÂADDÎN KEYKUBÂD (1220-1237) Meliklik Devri Sultan I. Keyhüsrev’in ortanca oğlu olarak 1190 yılı civarında dünyaya gelen I. Alâaddîn Keykubâd’ın çocukluğu hakkında fazla bilgi yoktur. I. Gıyaseddin KeyResim 5.2 Sultan I. İzzeddîn Keykavus’un 1217 tarihinde Sivas’ta yaptırdığı darüşşifa ve medresesi. Kaynak: http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=34672&start= Resim 5.3 Sultan I. İzzeddîn Keykavus’un Sivas Darüşşifasındaki türbesi. Kaynak: www.sentezhaber.com/images/haberler/izzeddin_keykavusun_turbesi Malatya Ulu Camii kırmalı çapraz tonozlu eyvanı, göbeğinde çiniden mühr-ü Süleyman yer alan tuğla ve sırlı tuğlalarla biçimlenmiş tromp geçişli kubbesi, avlusundaki yazı, geometrik ve bitkisel motifli çini bezemeleriyle Selçuklu sanatının sıra dışı örneklerinden biridir. Yapımından kısa bir süre sonra en az iki kez onarıldığı ve genişletildiği batı ve doğu taç kapılarındaki kitabelerden anlaşılan yapının mimarı Malatyalı Yakup, yazılarını yazan sanatçı ise oğlu Ahmet’tir. Malatya Hekim Han da bu dönemin eserirdir. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 117 hüsrev 1197 yılında tahtını II. Süleyman Şah’a bırakmak zorunda kaldığında, küçük yaştaki Keykubâd ve ağabeyi Keykâvus da babaları ile birlikte Bizans’a iltica etmişlerdi. Ancak 1205’de Keyhüsrev tekrar Türkiye Selçuklu tahtına çıkınca, Keykubâd için de sürgün hayatı sona ermiş oldu. Bundan sonra Keykubâd’ın Tokat meliki olduğu bilinmekte ise de kaynaklarda (1205-1211) bu döneme dair bilgi bulunmamaktadır. Keykubâd, 1211 yılında babası I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in Alaşehir savaşında öldüğü ve tahta ağabeyi Keykâvus’un geçtiğini öğrenince, Erzurum meliki olan amcası Mugîseddîn Tuğrul Şah ve Ermeni kralı II. Leon ile saltanatı ele geçirmek üzere ittifak yaptı. Keykubâd müttefiklerin desteğiyle, Kayseri’de tahta oturan ve cülus töreninden sonra Konya’ya hareket etmeyi plânlayan Keykâvus’u muhasara etti. Kardeşinin saldırısına hazırlıksız yakalanan I. İzzeddîn Keykâvus çok zor durumda kaldı. Kayseri sübaşısının tavsiyesiyle müttefiklerin arasınını açmayı başardı. Bunun üzerine Alâaddîn Keykubâd Ankara kalesine çekilmek zorunda kaldı. Fakat Keykâvus tahtı için hâlâ büyük bir tehlike oluşturan kardeşinin üzerine yürüyüp, 1212 ilkbaharında Ankara kalesini muhasara etti. İki kardeş arasında bir yıl süren uzun ve şiddetli çarpışmalar sonucunda şehir halkının çok fazla zarar görmesi nedeniyle Keykubâd 1213 baharında kaleyi Sultan Keykâvus’a teslim etti; fakat hapse atılmaktan kurtulamadı. I. Alâaddin Keykubat’ın Tahta Çıkması ve İlk İcraatları Sultan I. İzzeddîn Keykâvus Ocak 1220 yılında ölünce devlet erkânı Kezirpert Kalesi’nde tutuklu bulunan melik Alâaddîn Keykubâd’ı tahta çıkarma kararı aldı. I. Alâaddîn Keykubâd’ın tahta geçişine dair iki farklı rivayet vardır. Bir rivayete göre, I. İzzeddîn Keykâvus 1220 yılında öldüğünde, yerine tahta geçecek çocuğu olmadığından devlet erkânı kardeşini hapisten çıkartıp tahta oturttular. Diğer rivayete göre ise I. İzzeddîn Keykâvus hastalığı ilerleyince kardeşini hapisten çıkararak yanına getirtmiş ve kendisinden sonra tahtı ona vasiyet etmiş, ona biat edilmesi için ilgililerden yemin almıştır. Alâeddin Keykubâd 1220 yılında Türkiye Selçuklu tahtına oturduğunda ülke gerek siyasî, gerekse iktisadî açıdan gayet istikrarlı bir durumdaydı. Özellikle kuzey- güney ticaret yolunun iki önemli limanı Sinop ve Antalya’nın fethi, Selçuklular’a bölge ticaretinde büyük itibar ve öncelik kazandırmıştı. Ancak istikrarın sürdürülebilmesi için, bağlantılı başka limanların da fethedilerek Antalya ve Sinop’un takviye edilmesi; ayrıca tüccarlara çeşitli teşvikler verilmesi gerekmekteydi. I. Alâaddîn Keykubâd bunun içindir ki, tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak Venedik Dukalığı ile ticari bir antlaşma imzaladı. Buna göre; Venedik Dukası ve onun yerine geçecek despotlarla, Suriye ve başka yerlerdeki bütün Venedikli tüccarlarla, iki yıllık bir anlaşma yapıldı. Buna göre Selçuklu ülkesinde Venedikli tüccarlardan yüzde iki (%2) den fazla vergi alınmayacağı gibi, kıymetli taş ve inci, işlenmiş veya ham gümüş ile altından, zahireden gümrük vergisi alınmayacaktı. Yine Venedik’e ait bir gemi Keykubâd’ın hâkimiyetindeki sahillerde batacak veya saldırıya uğrayacak olursa malları sahiplerine iade edilecekti. Düşmanları tarafından takip edilen Venedik gemilerinin Türkiye Selçuklu limanlarına sığınmasına da müsaade edilecekti. I. Alâaddîn Keykubâd önce Malatya’daki Minşar daha sonra Kezirpert Kalesi’nde haps edilmiştir. Venedik Dukası’nın temsilcisi Jacobus Teopulo ile Sultan I. Alâaddîn Keykubâd’ın elçisi Emir Sipehsâlâr Şemseddîn Emirü’l-Gâzi tarafından imzalanan anlaşma, 8 Mart 1220 tarihinde kırmızı harflerle yazılmış ve sultanın altın mührü ile mühürlenmişti. Anlaşmanın birinci kısmında I. Alâaddîn Keykubâd tarafından Venedikliler’e; ikinci kısımında ise Venedikliler’in Selçuklular’a tanıdıkları imtiyazlar yer almaktaydı. 118 Türkiye Selçuklu Tarihi Sultan Alâaddîn Keykubâd Venedikliler’e tanıdığı bu imtiyazlar karşılığında onlardan: Tebasının Venedikliler’in idaresindeki yerlere girdiklerinde selamlanmasını istemekteydi. Ayrıca Venedik dukasının hâkimiyetindeki sahillerde sultanın tâbiyetindeki gemilerden tehlikeye düşen veya zarara uğrayan olursa gerekli yardım yapılıp malları iade edilecekti. Yine Sultan I. Alâaddîn Keykubâd’ın tâbiyetindeki kimselerden adı geçen yerlerde ölen olursa malları, ortakları arayıncaya kadar muhafaza edilecek ve hiç bir güçlük çıkarılmadan teslim edilecekti. Anlaşmanın Venedikliler için bazı imtiyazlar içermesine rağmen, genelde mütekabiliyet (karşılıklılık) esasına dayandığı görülmektedir. Sizce I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd’ın Kıbrıs Haçlı Krallığı ve Venedik Dukalığı ile ticarî imtiyazlar içeren anlaşmalar imzalanmasının başlıca sebebi nedir? Alâiyye’nin Fethi Sultan Keykubâd, Kıbrıs krallığıyla yürürlükte olan anlaşmanın bir benzerini Venedikliler’le de yaparak, Türkiyeli tüccarları bu ülkelerde güvence altına almış oldu. Bundan sonra devletin ekonomi politikasının bir gereği olarak, ilk seferini Kalonoros’a yaptı (1221 veya 1222 kışı). Burası Antalya’nın doğusunda, şehrin güvenliği açısından çok önemli bir yerde bulunuyordu. Kir Vard adlı bir valinin elinde bulunan Kalonoros, karadan ve denizden kuşatılmasına rağmen iki ay boyunca sonuç alınamadı. Sultan sefere katılan gönüllülere ve fakirlere 10.000 dirhem gümüş ile 100 baş sığır ve 1000 baş koyun dağıtarak askerinin maneviyatını yükseltti. Üçe ayırdığı ordusunun bir kısmına kaleye tırmanma, ikincisine denizden gelen yardımları önleme, üçüncü kısıma ise kaleyi deniz tarafından kuşatama görevi verdi. Sultan ayrıca büyük mancınıklarla surların dövülmesini emretti. Kir Vard bu hücumlara daha fazla dayanamayacağını anladı ve Antalya subaşısı Mübarezeddîn Ertokuş’a elçi gönderip kendisine ikâmet edebileceği bir yer verilirse, kaleyi teslim edeceğini bildirdi. Keykubat bu teklifi Kir Vard’ın kızıyla evlenme şartıyla kabul etti. Kısa bir süre sonra Kir Vard’ın kardeşinin idaresinde bulunan Alara kalesi de ele geçirildi. Alâaddîn Keykubâd, Akdeniz ticareti açısından son derece önemli olan Kalonoros’u feth ettikten sonra, doğal güzellikleri dolayısıyla çok beğendiği şehri imar ettirmiş ve kendi adına nisbetle Alâiyye ismi verilmiştir. 4 Kir Vard Bizans’ın Dördüncü Haçlı Seferinde uğradığı sarsıntı sırasında, Akdeniz kıyılarındaki otorite boşluğundan yararlanarak buraya hakim olmuştu. Sultan, Kir Vard’a Konya Akşehir beyliği menşuruyla birlikte beş köyün mülkiyetini bağışlamıştır. Kir Vard’ın kızı sultanın büyük oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in annesidir. Uzun süre Selçuklu sarayında Hritiyan olarak yaşayan bu hatun, daha sonra İslâmiyeti kabul ederek Mahperi adını aldı. Sultan Alâiyye adıyla adetâ yeniden inşa ettiği bu şehri kışlık merkez olarak kullanmıştır. Kendisi için oniki kapılı bir saray, devlet erkânı için köşkler, camiler ve medreseler inşa ettirerek ismiyle müsemma muhteşem bir şehir haline getirdi. Resim 5.4 es-Sultanü’lmuazzam Alâe’ddünya ve’d-din Ebû’l feth Keykubad bin Keyhüsrev’in 617/1220-1221’de, Konya’da kestirdiği gümüş para. Kaynak: www.sentezhaber.com/images/haberler/izzeddin_keykavusun_turbesi 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 119 Devlet Erkânını Tasfiye Etmesi ve Hükümranlığını Güçlendirmesi I.Alâaddîn Keykubâd’ı saltanatının ilk yıllarında uğraştıran en önemli meselelerden biri de, babası zamanından beri görev yapmakta olan ve hükümdar adına devlete tahakküm edecek kadar güçlenmiş bulunan ümerayla yaşadığı otorite problemidir. Nitekim durumdan hoşnut olmayan sultan, emirlerin hiç değilse malî açıdan güçlerini kırmak düşüncesiyle herbirine, Konya surlarının birer burcunu onarmak emrini verdi. Türk devletinin boylar birliği esasına dayanan yapısı boy beylerine, devlet nezdinde temsil ettikleri insan gücü nesbetinde devletle pazarlık etme imkânı veriyordu. Selçuklular devletin kuruluşundaki büyük emek ve hizmetlerine rağmen; örften kaynaklanan rollerini terk etmeyip merkezi otoritenin dışında kalan Türkmenler yerine; gulam sisetimine göre yetiştirilmiş, içerisinde Türkler’in de bulunduğu, muhtelif etnik unsurlardan oluşan bir bürokrasi ve ordu kurdular. Böylece devleti sarsma gücüne sahip beyler yerine, herşeyini hükümdara borçlu kölelerin sadakatle hizmet ettiği bir sistem kurulmuş oldu. Ancak zamanla sistemin zaaflarından yararlanan bu devlet adamları da, hükümdar değişikliklerinde bile başlıca güç haline geldiler. Hükümdarın yanında yer alanlar bu hizmetin karşılığı olarak onun hükümranlık alanına girmek isitiyor; diğerleri ise muhalif olarak bertaraf edilmek korkusuyla hükümdarı tasfiye plânları yapıyorlardı. Bu durum sultanla emirler arasında güvensizlik ve çatışmaya sebep oluyordu. Keykubâd’ı tahta geçirmek için onu hapisten çıkarmaya giden atabeyi Seyfeddîn Ayaba’nın, daha önce Keykavus’un tarafını tuttuğu için korkup ondan, canına kast etmeyeceğine dair yazılı belge almış olması bu soruna işaret eden çarpıcı bir örnektir. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Nejat Kaymaz, Anadolu Selçukluları’nın İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü, Ankara 2011 Emirlerin büyük külfet saydıkları onarım işinden sonra sultana karşı düşmanlıklarının arttığı anlaşılıyor. Hatta Keykubâd’ın yerine küçük kardeşi Koylu Hisar meliki Keyferidun’u geçirme hazırlıkları yapmaya başladılar. Fakat durumdan haberdar olan Keykubâd da güvenilir birkaç adamıyla, ümerayı tasfiye etme planı yaptı. Buna göre ümeraya, sultanın huzuruna tek bir adamla ve silahsız olarak çıkmaları emredildi. Bu adet yerleştikten bir müddet sonra da beyleri huzuruna çağırıp birer birer yakalattı. İçlerinde kendi atabeyi Seyfeddin Ayaba’nın da bulunduğu ümeranın bir kısmı idam, bir kısmı sürgün edilirken malları da müsadere edildi (1223). Keykubâd böylece tahtın yegâne sahibi ve tek hükümran olarak otoritesini tesis etti. I. Alâaddîn Keykubâd’ın devlet erkânını tasfiye etmesinin sebepleri nelerdir? Kilikya Ermeni Krallığı ile Mücadele Hatırlanacağı üzere I. Alâaddîn Keykubâd, Keykâvus’a karşı isyan ettiğinde Ermeni kralı da onun müttefikleri arasında bulunuyordu. Fakat Keykubâd’ın tahta geçtikten sonra, Kilikya Ermeni Krallığı ile sınır olan Kalonoros kalesinin fethi, Türkiye Selçukluları’yla tâbileri olan Kilikya Ermeniler’i arasındaki ilişkileri gerginleştirdi. Zira Akdeniz’den gelen ticarî emtia Antalya ve Alâiye limanlarından Anadolu’ya giriyor, oradan da İstanbul’a ulaşıyordu. Bu iki limanın da Selçukluların eline geçmesiyle bölge ticaretinde Ermeniler’in payı büyük ölçüde azalmıştı. Selçukluların güçlenmesine paralel olarak çıkarları zedelenen Kilikya Ermenileri, Selçukluların Seyfeddîn Ayaba’nın ihtişamı ve devlet işlerindeki nüfûzu, sultanı gölgede bırakıyordu. O sultanın huzurundan ayrıldığında sarayın etrafında kimse görünemezdi. Onun işareti olmadan kimse sultanın huzurunda ağzını açamazdı. Bunun için emirler önemli işleri sultan yerine ona danışıyorlardı. Seyfeddîn Ayaba’nın konağında günde seksen baş koyun kesilirken sultanın sarayında hassa kulları ve saray halkı için sadece otuz baş koyun kesiliyordu. 5 120 Türkiye Selçuklu Tarihi ticaret faaliyetlerine darbe vurmak için, topraklarından geçen kervanları yağmalamaktaydılar. Keykubâd kendisine şikayette bulunan tüccarların zararlarını karşıladıktan sonra “Canlarını malları uğrunda tehlikeye atan tüccarlara saldırı oluyorsa bunu yapanların üzerlerine kuvvet göndermek gerekir” diyerek, Mübarizeddîn Çavlı ve Emir Komnenos’u Ermeniler’e karşı görevlendirdi. Kıbrıs haçlılarından gelebilecek yardımları engellemek için de, Antalya valisi Mübarizeddîn Ertokuş’u memur etti (1225). Ertokuş sahil boyunca ilerleyerek Manavgat ve Anamur’u fethetti. Selçuklu sınırı böylece Silifke’ye kadar uzanmış oldu. Emir Çavlı ve Mavrozomes idaresindeki ordu ise İasasuria (İçel) ve Silifke’yi aldı. Başka bir ifadeyle Ermeniler’in, güney sahilindeki Ayas ile Korykos (Kız Kalesi) dışındaki tüm toprakları Selçuklular’ın eline geçti. Günümüzde Ermenek olarak bilinen bu bölgeye Oğuzlar’ın Afşar boyuna mensup olan Karamanoğulları ile Salur Türkmenler’i yerleştirildi. Sultan’ın Konya’dan Kayseri’ye gittiği bir sırada huzura çıkan bir tüccar “Ben Haleb diyarından buraya geliyordum, Ermeni vilayetinden geçerken malımı gasbettiler, o kafirler bu dergâhtan korkmazlarsa uğradığım zulmün derdine hangi sultanın adaletinden derman isteyeyim?” dedi. Bundan sonra bir başkası “Ben Antalya yerlilerindenim, kazandığım bütün servetimi bir gemiye yükleyip deniz yolu ile sefere çıktım ve Mısır’a gidip kâr etmek istedim. Ancak sahilden Frenkler’in saldırısına uğradık. Saldırı sonunda bizi esir alıp bütün mallarımıza el koydular” diyerek şikayette bulunmuştu. Doğu Anadolu Beylerini Tâbiyet Altına Alması Devletin çok önem verilen ekonomi politikaları yanında, Anadolu’da milli ve siyasî birliği sağlamak da başlıca hedefler arasında bulunuyordu. I.Alâaddîn Keykubâd, Doğu Anadolu bölgesinde Selçuklular veya Eyyûbîlere tâbi olmak konusunda kararsız davranan bazı beyliklere karşı sefere çıktı. Çünkü bu beylikler Türkiye Selçuklu Devleti’nin hızla güçlenmesinden ve Eyyûbîlerden Ahlat sahibi Melik Eşref ’in bölgedeki faaliyetlerinden endişeye kapıldıları için, hutbeyi bazen Mısır Eyyûbî Sultanı Melik Kâmil veya Melik Eşref adına, bazen de I. Alâaddîn Keykubâd adına okutup, bölgede Türkiye Selçukluları’nın otoritesinin kurulmasını geciktiriyorlardı. Her yönüyle güçlü bir devlet kurmak isteyen Keykubâd’ın onlara müsamaha göstermesi beklenemezdi. Önce 1226 yılında Hısn-ı Keyfâ ve Âmid/Diyarbekir Artuklular’ı üzerine ordular sevk edildi. Adıyaman, Kâhta ve Çemişkezek ele geçirildi. Bu durum güneydoğu siyasetinin gerçekleşmesinin önündeki en büyük rakip olan Eyyûbîler’le çatışmayı kaçınılmaz hale getiriyordu. Selçuklu sultanının müttefiki olmasına rağmen Melik Eşref ’in, Artuklu beyine yardım bahanesiyle ama aslında Selçuklu ilerleyişini durdurmak üzere gönderdiği ordu hezimete uğratıldı. Âmid Artuklu beyi Mesud, Sultan Keykubâd’a değerli hediyelerle birlikte elçi göndererek bağlılığını bildirdi. Keykubâd, Doğu’da Harizmşah ve onu izleyen Moğol tehlikeleri dolayısıyla bu talebi olumlu karşıladı. Hattâ aynı sebeplerle, Melik Adil’in kızıyla evlenmek suretiyle Eyyûbîlerle dostluk kurdu (1227). Tarihi iyi bildiği rivayet edilen Keykubâd, dehşet saçarak ilerlemekte olan Moğol istilâsı karşısında ülkeyi tek elde kendi idaresi altında birleştirmek istiyordu. II. Kılıç Arslan zamanından beri Selçuklulara tâbi olmalarına rağmen, yeni Mengücek beyi Davudşâh, bu büyük tehlike karşısında Keykubâd’a güven vermiyordu. Türkistan’dan sonra bütün islâm dünyasını sarsacak bu büyük istilâ karşısında kendi küçük varlıklarını muhafaza endişesiyle, Erzurum Selçuklu melikiyle sultana karşı 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 121 ittifak ediyordu. Sultan bu sebeple 1228 yılında bizzat çıktığı seferde Erzincan ve Kemah’ı alıp, Divriği şubesi hariç, Mengücük Beyliğine son verdi. Oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i, atabeyi Ertokuş’un nezaretinde buraya melik tayin etti. Suğdak Seferi Suğdak, Karadeniz’in kuzeyindeki Kırım Yarımadası’nda ticarî açıdan son derece önemli bir liman şehriydi. Zira Anadolu, Suriye ve el-Cezireli Müslüman tüccarlar pamuk, ipek ve baharattan oluşan yükleri ile Sivas’da buluşup Sinop’dan gemilere binerek Suğdak’da karaya çıkıyorlardı. Mallarını burada Kıpçaklar’a satıyor, karşılığında kürk, sincap derisi, cariye vs. alıyorlardı. Moğollar 1223 yılında Suğdak şehrini ele geçirince halkına olduğu kadar bölgede ticaret yapan tüccarlara da zarar vermişlerdi. Moğollar bölgeden ayrıldıktan sonra burada karışıklıklar devam etti. Latinlerin İstanbul’u işgal etmesinden sonra, Trabzon Rumları Bizans’ın Kırım’daki limanlarında hakimiyet mücadelesi veriyorlardı. Nitekim sultan Kayseri’de iken Rus, Bulgar ve Kıpçak diyarındaki zengin ticaret faaliyetlerinden yararlanmak için Karadeniz sahillerine giden; fakat saldırıya uğrayıp malları gasp edilen bir tüccar huzura çıkıp şikayette bulunmuştu. Sultan Keykubâd, Sinop üzerinden Anadolu’ya giren-çıkan tüccarların güvenliğini yok eden bu kargaşayı bitirmek üzere, 1225 yılında Suğdak’a bir sefer yapılmasını emretti. Suğdak’ın fethi için Kastamonu Uç Beylerbeyi Hüsameddîn Çoban görevlendirildi. Sinop’tan gemilerle Suğdak’a çıkan Selçuklu ordusu şehri aldı. Kıpçakların ve Rusların buraya hakim olma teşebbüslerini de sonuçsuz bıraktı. Başarıyla neticelen ve devletin ticarî saygınlığı açısından son derece önemli olan bu denizaşırı seferin tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Keykubâd bundan sonra kendisine tâbi olmakla birlikte, Sinop ve Samsun limanlarını yağmalayan ve Kırım limanlarını ele geçirmek isteyen Trabzon Rumları üzerine de bir sefer düzenledi. Türkiye Selçuklu ticarî hayatına dair bkz. W. Heyd, Yakın Doğu Ticaret Tarihi, TTK Ankara 2000; Şerafettin Turan, Türkiye-İtalya İlişkileri I, Ankara 2000. Celâleddin Harizmşah’la İlişkiler ve Yassıçimen Savaşı Harizmşahlar, I. Alâaddîn Keykubâd döneminin en önemli meselelerinden birisiydi. Harizmşah Celâleddîn Mengüberti ile Türkiye Selçuklu ilişkileri 1225 yılında onun dostluk ve ittifak öneren bir mektup göndermesi üzerine başladı. Aynı soya ve dine mensup oldukları vurgusuyla yapılan mektuplaşmalar sonucunda, iki hükümdar kafirlere karşı işbirliği konusunda anlaştılar. Ancak Harizmşah’ın ordusu yaşamak için savaşmak zorunda olan bir orduydu. Harizmşahların akınları Gürcüler ve Trabzon Rumları kadar; Doğu Anadolu’daki beyleri ve Eyyûbileri de tehdit ediyordu. İki kuvvetli müttefik arasında yok olmaktan korkan bu güçler, karmaşık ittifaklar yapıp tâbiyet değiştirip, her iki hükümdarı da kışkırtarak ittifakın bozulmasına sebep oldular. Askerlerinin etrafı yağmalamaları, Celaleddin’in Moğolları bir yana bırakıp, Eyyûbîlerin hâkimiyetinde bulunan Ahlat’ı şiddetli bir muhasarayla zabt etmesi (1230) ve Erzurum Selçuklu meliki Cihanşâh’la ittifakı ilişkileri tamamen kopardı. 122 Türkiye Selçuklu Tarihi Moğol istilâsı karşısında yenligiye uğrayan Harizmşah Alâaddin Muhammed’in yerine (1220) oğlu Celâleddîn Mengüberti geçti. Taht davacısı kardeşlerinin yanısıra Moğollara karşı da iktidar mücadelesi vermek zorunda kaldı. Bu nedenle Horasan’a, Gazne’ye sonra Hindistan’a gitti. 1224 de Kirman’a geldikten sonra Fars, Isfahan ve Irak-ı Acem’de başarılar kazandı. Ardından Moğollara karşı halifeden yardım istedi. Ancak kendisine düşmanlık güttüğü için yardım etmeyen halifenin, üzerine gönderdiği orduyu da yendi. Celâleddîn Harizmşah, halifenin kuvvetlerini yendikten sonra hiç bir dirençle karşılaşmadan Meraga’ya hakim oldu. Selçuklularla teması da bundan sonra başladı. Keykubâd Ahlât düşüp ilişkiler kesildikten sonra, Harizmşah’ın artık kendisine saldıracağını öngörüyordu. Sultan bu nedenle derhal Eyyûbîlerle anlaşma yoluna gitti. Buna göre Ahlat’ı kaybeden Melik el-Eşref, 7.000 kişilik ordusu ile Harran’a geldi. Selçuklu sultanı 12000 kişilik seçme bir kuvveti Erzincan’a gönderdi. Eyyûbi ordusuyla Sivas’ta birleşen Sultan I. Alâaddîn Keykubâd Erzincan’a doğru harekete geçti. Bunu öğrenen Celâleddîn Harizmşah da, Erzurum meliki Cihanşah’la Harput’ta birleşerek Erzincan’a ulaştı. Selçuklu öncü birliklerini imha edip Sivas’a doğru ilerledi. İki ordu Erzincan Akşehir’inde, Yassıçimen ovasında karşı karşıya geldi. Üç gün süren şiddetli çarpışmalar sonunda Celâledîn Harizmşah, ordusuna doğru esen şiddetli rüzgârın da etkisiyle yenildi (10 Ağustos 1230). Celâleddîn Mengüberti küçük bir birlikle savaş meydanından kaçıp Harput-Ahlat yoluyla Azerbaycan’a vardı. Bu savaşta esir düşen Cihanşah ise yoluna devam eden Selçuklu ordusunun Erzurum’u zapt etmesine engel olamadı. Keykubâd, Yassıçimen Savaşını kazanmakla birlikte, onbinlerce Türk askerinin beyhude kaybedilmesinden başka, Moğol tehlikesi karşısında Harizmşah gibi kuvvetli bir müttefikten de mahrum kaldı. Zira bu savaştan sonra, aradaki Harizmşah engelinin kalkması sebebiyle Türkiye, Moğol tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu galibiyetin Selçuklular açısından tek olumlu neticesi Erzurum’un ilhakı olmuştur. Keykubâd-Harizmşah münasebetlerinin bozulmasının sebebi sizce nedir? Gürcistan Seferi Harizmşah’ın Yassıçimen’de yenildiğini öğrerenen Moğollar, Harizimlileri takip ederek Selçuklu sınırlarına vardılar. Hatta Cormagon Noyan komutasında bir Moğol birliği, 1232 yılında Sivas’a kadar ilerledi. Bu beklenmedik saldırıyı haber alan Keykubâd, Kemaleddîn Kâmyâr’ı mühim bir kuvvetle derhal Sivas’a gönderdi. Bölgeye geldiğinde Moğolların ayrıldığını gören Kâmyâr, buna rağmen Erzurum’a kadar gitti. Moğolları Selçuklu topraklarını yağmalamaları için Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın tahrik ettiğini öğrendi. Kâmyâr ve Erzurum’daki Selçuklu ordusunun komutanı Çavlı, yaklaşık bir hafta süren Gürcistan seferinde kırk kadar kale ve bol ganimet ele geçirdiler. Daha önce Harizmşah tarafından kuvvetleri ezilmiş olan Rosudan, direnemeyeceğini görerek barış istedi. Yapılan görüşmeler sonucunda ateşkes sağlandı ve bu durum Kraliçe Rosudan’ın kızı ile sultanın oğlu Keyhüsrev’in evlendirilmesi kararıyla teyid edildi. Ordusu dağılan Harizmşah, Melik Eşref’ten yardım istemek üzere Meyyafarikin’e döndü. Ahlat muhasarasında kardeşini kaybeden bir aşiret beyi tarafından öldürülen (1231) Celâleddin Menüberti, burada Kubbetü’s-sultan’da defnedildi. Başsız kalan Harizm beylerinin bir kısmı ise Selçuklu ülkesinde iktalar verilerek hizmete alındı. 6 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 123 Bu anlaşma yaklaşan Moğol tehlikesi nedeniyle, iki tarafın çıkarlarına da uymaktaydı. I. Alâaddîn Keykubâd, devrinin en istikrarlı ve güçlü devletinin başında bulunmasına rağmen, Moğolları yakından ve kaygıyla takip ediyordu. Türklerin Anadolu’yu fethi tecrübesinde de görüldüğü gibi, göçebe istilâlarına karşı koymanın neredeyse imkânsız olduğunu biliyor ve mecbur kalmadıkça onlarla savaşmayı doğru bulmuyordu. Hattâ bütün İslâm hükümdarlarının halifenin öncülüğünde toplanıp, seçecekleri bir heyeti, hediyelerle birlikte Moğol hanına gönderip barış yapmalarından yanaydı. Fakat bu uzlaşmacı tutumuna rağmen, bir Moğol saldırısı karşısında hazırlıksız yakalanmamak için de sınırlarını, kalelerini tahkim ediyordu. Nitekim Gürcü kraliçesiyle akrabalık kurarak, Moğol tehlikesine karşı devletin kuzey-doğu sınırında bir tampon bölge meydana getirmiş oluyordu. Eyyûbîlerle Rekabet Daha önce de ifade edildiği gibi, Türkiye Selçukluları’nın güneydoğuda Büyük Selçuklularla sürdürdükleri rekabet, bölgede onların yerini alan Zengiler ve Eyyûbiler’e intikal etmişti. Eyyûbiler de güneydoğuda Artuklu beyliklerini tâbiyet altına almak ve Ahlat’a kadar girmek, yani Anadolu’ya yayılmak suretiyle mücadeleyi iyice şiddetlendirmişlerdi. Nitekim çatışma bu rekabetin ruhuna uygun olarak, Türkiye Selçukluları’nın en güçlü oldukları dönemde zirveye ulaşmıştı. Keykâvus’un Haleb seferi dolayısıyla, Selçuklu-Eyyûbî ilişkileri iyice bozulmuştu. Melik el-Eşref’in esir Selçuklu askerlerini serbest bırakması bile bir iyileşme sağlayamadı. Alâaddîn Keykubâd tahta çıkınca gerginliği azaltmak için, Ahlat sahibi Melik Eşref’e bir elçi göndererek onunla barış yaptı. Keykubâd, Eyyûbi meliklerinin kendi aralarındaki mücadeleler ve Selçuklu karşıtı hareketlerine rağmen, bölgenin şartlarını göz önünde tutarak, aralarındaki kırgınlığı gidermek ve dostluğu daha sağlam temellere oturtmak düşüncesiyle, Melik Adil’in kızıyla evlenip diplomatik bir atak yaptı. Fakat kendisi aleyhinde Eyyûbîlerle işbirliği eden Erzurum meliki Cihanşah’ın tahrikleriyle, 1227 yılında ilişkiler yine bozuldu. Harizmşah’ın Ahlat muhasarası Keykubâd’ı Eyyûbîlerle yeniden anlaşmaya mecbur etti. Nitekim Yassıçimen zaferinin ardından dostluğu perçinlemek adına Sultan Alâaddîn Keykubâd’ın Eyyûbi melikesinden doğan oğluyla, Melik Eşref’in kızının nikâhı kıyıldı (1232). Ancak Eyyûbiler’le barış uzun sürmedi. Çünkü Keykubâd’a Ahlat ve çevresinin Moğol saldırıları nedeniyle harap olduğu ve halkının göç ettiği haberleri geldi. Oysa Ahlat, Yassıçimen savaşından sonra Melik Eşref’e iade edilmişti. Ancak o, tahrip olduğu için zenginliğini-cazibesini kaybeden şehri bırakıp gitmişti. Ahlat üstelik Harizmşah’ı takip eden Moğollar tarafından da yağmalanmıştı. Başıboş kalan Harizmliler de etrafı talan edip ahaliyi rahatsız ettikleri gibi ticarî faaliyetlerin aksamasına sebep oluyorlardı. Alâaddîn Keykubâd bunun üzerine Kemâleddîn Kâmyâr’a Ahlat ve Bitlis havalisini Selçuklu sınırlarına katması emrini verdi. Kâmyâr Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum yoluyla Ahlat’a ulaştı. Tamamen boşalan şehirde eşraftan bir kaç kişi onu karşılayıp, hutbeyi I. Alâaddîn Keykubâd adına okuttular (1232). Anadolu’ya doğudan girişin iki önemli kapısından biri olan bu stratejik şehir, Selçuklu idaresine katılırken bölgenin nüfus ve arazi tahriri yapıldı. Kaleler tamir edilip, bedava tohumluk ve hayvan verilen çiftçiler vergiden muaf tutularak bölge canlandırılmaya çalışıldı. Yassıçimen Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kalan ve bölgede tahribata sebep olan Harizmli askerler de Selçuklu ordusunun hizmetine alındı. Bu arada Eyyûbîlerden Melik Kâmil 26 Ekim 1232 tarihinde Amid’i, ona bağlı olan şehir ve kasabaları mülküne katmıştı. Bunun üzerine doğudaki Eyyûbi meliklerinin hepsi ona itaat etmişlerdi. Fakat Artukluların Mardin beyi, Melik Kâmil’in 124 Türkiye Selçuklu Tarihi Mısır’a dönmesinden sonra Keykubâd’ı bölgeye sefer yapmaya teşvik etti. Eyyûbi hükümdarının Anadolu’yu hedef alan yayılmacı siyasetini, kendi ülkesi açısından tehditkâr bulan Keykubâd, 1232-1233 yılı içinde Mardin beyi Nâsıreddîn’le birlikte Harran, Rakka ve Urfa’yı muhasara edip el-Cezire bölgesini yağmaladıktan sonra geri çekildi. Bu defa Melik Kâmil’in öncülüğünde 16 kadar Eyyûbî meliki ve Eyyûbi baskısına karşı koyamayan Artuklular, Selçuklu ülkesini zapt edip aralarında paylaşmak üzere harekete geçtiler. Sayısının 100.000’i bulduğu söylenen Eyyûbi ordusu Göksu vadisi yoluyla Anadolu’ya girdi. Ancak Selçuklu ordusu geçitleri tuttuğu için daha fazla ilerleyemeyip Harput istikametine döndüler. Selçuklu ordusunun takibi neticesinde 1234 tarihinde Harput önünde vukûbulan savaşta Eyyûbîler hezimete uğradı. Bir kısım kuvvetler Harput kalesine sığınıp savunmaya geçtiler. 24 gün boyunca mancınıklarla dövülen kale, erzak sıkıntısı da baş gösterince teslim oldu. Harput Artukluları’na son verilip toprakları Selçuklu ülkesine katıldı. Alâaddîn Keykubâd bundan sonra Eyyûbî topraklarına bir sefer daha düzenledi. Harran, Urfa ve Rakka’yı ele geçirdi (1235 İlkbaharı). Bununla birlikte Taceddîn Pervane komutasında Amid’i zapt etmekle görevlendirilen Selçuklu ordusu, kışın bastırması ve şehrin sağlam surları karşısında sonuç alamadan geri döndü (1236). Fakat Eyyûbî hükümdarı Melik Kâmil kısa bir süre sonra bu yerleri geri alıp bölgede akıl almaz bir tahribat yaptı. Esir düşen Selçuklu askerlerinden başka sivil ahali de, katliamdan payını aldı. Selçuklu ülkesine giden kervanlar bile yağmalandı. Alâaddin Keykubâd bahar gelince bizzat sefere çıkıp, Selçuklular’ın ilerleyişinin önündeki tek engel olan Eyyûbi meselesini kökten halletmeye karar verdi. Sultanın emriyle Kayseri’de büyük bir ordu toplanmaya başladı. Bu seferin hayatî öneme sahip olduğunu bilen Keykubâd, savaş öncesi devlet yönetimiyle ilgili olarak bazı önemli kararlar aldı. Sivas valisi Fahreddîn Ayaz’ın ölümü nedeniyle bu göreve Harizm’li Kır Han/Kayır Han’ı atadı. Sultan büyük oğlu Gıyaseddîn Keyhüsrev’i, atabeyi Şemseddîn Altunaba’nın nezaretinde Erzincan melikliğinde bıraktı. Eyyûbî melikesi Gaziye Hatun’dan olan küçük oğlu Kılıç Arslan’ı ise veliahd ilân edip, devlet erkânından onun için biat aldı (1237). Ölümü ve Şahsiyeti 1237 baharında Kayseri ovasında sipahiler (iktalı) ve Türkmen askerleriyle birlikte; Harizmli, Ermeni, Rum, Gürcü, Frank, Rus ve Kıpçak paralı askerlerden mürekkep büyük bir ordu toplanmış bulunuyordu. Türkiye Selçuklu ordusunun temelini ıktâlı askerler oluşturmaktaydı. Sayıları belli bir miktarı geçmeyen gulamlar ve Türkmenler’in uçlardaki kuvvetleri dışında; ihtiyaç halinde tâbi devletlerin vermek zorunda olduğu kuvvetlerle ücretli askerler de orduda yer alıyordu. Muhtemelen Ramazan bayramını müteakip çıkılacak Suriye seferinden önce Alâaddîn Keykubâd, çeşitli vesilelerle huzuruna gelen elçilere bayramın üçüncü günü büyük bir ziyafet verdi. Ancak yemekte çaşnigir Nasreddîn Ali’nin sunduğu kızarmış kuş etinden zehirlendi. Keykubâdiye sarayına götürülen sultanın durumu gece ağırlaştı ve 30-31 Mayıs 1237 günü vefat etti. Sultanın ölümü hakkında devrin kaynakları pek fazla bilgi vermezken sadece Anonim Selçuknâme, açıkça Sultan Keykubâd’ın 4 Şevval Pazartesi günü, Şehzade Gıyaseddîn Keyhüsrev ve onu destekleyen emirler tarafından zehirlenSivas valiliği gibi önemli bir görevin gulam kökenli bir emir yerine Harizim’li Kayır Han’a verilmesi ve diğer Harizmli beylerin de önemli mevkilere getirilmesi; Keykubâd’ın devleti, sakıncalarını görüp ıslah etmeye çalıştığı bu sistemden kurtarıp yeniden Türk temellerine oturtmak istediğine işaret etmektedir. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 125 diğini yazmaktadır. Bu döneme dair araştırmaların hemen hepsinde Anonim Selçuknâme’deki bu bilgilere dayanarak I. Alâaddîn Keykubâd’ın ani ölümününde, babasının vasiyetini hiçe sayarak yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev ile Saadeddîn Köpek’in dahli olduğunu kabul edilmektedir. Türkiye Selçuklu Devleti’nin ikbâl dönemini yansıtan özelliklerle yetişmiş, çok vasıflı, akıllı, adâletli, faziletli ve dindar bir hükümdar olarak tarif edilen Sultan I. Alâaddîn Keykubâd gayrmüslim tebasına da adaletle muamele ederdi. Sultanın ilme değer vermesi, âlim ve sanatkârları himaye etmesi; devletin ekonomik gücünün ve refahın yükselmesinin sunduğu cazibe yanında, Moğol istilâsının dehşetinden kaçan âlimler Anadolu’ya akın etmelerine zemin hazırlıyordu. Bunların içerisinde devrin büyük alim ve tasavvuf erbabı da bulunuyordu. Vahdet-i vücud anlayışı İslâm ve Türk tasavvufunda derin izler bırakan İbnü’l-Arabî, Abdüllatif el-Bağdadî ve Necmeddîn Dâye bunlardan bir kaçıdır. 1221’de Kayseri’de Alâaddîn Keykubâd ile görüşen Necmeddîn Dâye Anadolu’da kaldığı süre içinde, tasavvufla ilgili olan Mirsâd el-İbâd min el-Mebde ila’l Ma’âd Tuhfaten li’s-Sultan Keykubâd adlı eserini 1223 yılında Sivas’da tamamlayıp sultana ithaf etmiştir. Yine ünlü âlim Sâd üz-Zencânî’ni de, Kitâbu’l Letâifü’l-Alâiyye fi’l-Fedâili’s Seniyye adlı siyaset-name tarzında Arapça kaleme aldığı eserini sultana takdim etmişti (1228). İyi bir şair olarak tanınan Ahmed b. Mahmud-i Tûsî, kendi ifadesine göre 1221 yılında Konya’ya geldikten sonra altın mürekkeple otuz cilt ve yaklaşık üçyüz bin beyitten oluşan, ancak günümüze intikal etmeyen bir Selçuknâme yazmıştır. Sultan Alâaddîn Keykubâd zamanında Anadolu’ya gelen Mevlana Celâleddîn-i Rumî’nin babası Sultanü’l- ûlema Bahâeddîn Veled, yine onun öğrencilerinden Burhaneddîn Hüseyin Tirmizî’nin, yanı sıra, asıl adı Şeyh Nasîrüddîn Ebû’l-Hakâyık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî olan Ahi Evran de Anadolu’ya gelmişlerdir. Sultan I. Alâaddîn Keykubâd dönemine ait inşa faaliyetlerinin en önemlisi, 1221’de fethedilen ve sultanın adına nisbetle Alâiye adını alan Kalanoros’un yeni baştan imarıdır. Yine Konya ve Sivas’ın kale ve surları Keykubâd dönemi eserleridir. Adı geçen kalelerdeki kapı üstleri genellikle, dinen yasak kabul edilmesine rağmen hayvan ve insan motifleri ile süslenmiştir. Keykubâd inşa tarihleri kesin olarak bilinmeyen iki saray daha yaptırmıştır. Bunlar sultanın vefat ettiği Kayseri yakınındaki Keykubâdiye ve Konya-Beyşehir yolu üzerindeki Kubâdâbad saraylarıdır. Alâaddîn Keykubâd, 1229 yılında Sultan Han adını taşıyan bir kervansaray; 1232 yılında da Konya-Antalya arasındaki Alara Hanı’nı inşa ettirmiştir. Ermeni Genceli Kiragos’un kaydettiğine göre Keykubâd, Yassıçimen savaşı dönüşünde Kayseri’ye yaklaşınca Hristiyanlar önlerinde papazları, ellerinde haçlar ve çalgılarla onu karşılamaya çıkınca Müslümanlar tarafından engellenmişlerdi. Ancak Keykubâd, bir tepeye çıkarak kendilerini fark ettiren bu topluluğun yanına gitmiş ve eğlencelerine ortak olmuştu. Hattâ şehre de onların ortasında girmiş ve ihsanlarda bulunmuştu. Ticaret yolları üzerinde kervanların ihtiyaçlarının karşılanması ve güvenliklerinin sağlanması için yapılan müstahkem binalara kervansaray; bunların şehir içinde olanlarına ise han denirdi. Resim 5.5 I. Alâeddîn Keykubad’ın 1229 yılında Aksaray’da inşa ettirdiği Sultan Han Kervansarayı. Kaynak: http://www.sozcu.net/aksaray.html 126 Türkiye Selçuklu Tarihi Ayrıca sultanın adına nisbetle böyle anılan Alâaddîn camileri vardır. 1223 yılında Zeyneddîn Başara b. Abdullah’ın Niğde’de, sultanın amcası Melik Mesud’un Ankara’da yaptırdığı camiler bunlardandır. Anadolu Selçuklu Yapı envanteri ve kervansarayları için bkz. http://anadoluselcuklumimarisi.com/makale. http://www.turkishhan.org/homebase.htm Türkiye Selçuklu Sultanı Alâaddîn Keykubâd devri eserleri arasında, izleri günümüze ulaşmamış olmakla birlikte, Konya hastaneleri de yer almaktadır. Bunlardan Darüşşifâ-i Alâiyye’yi, Osman Turan’ın Türkiye Selçuklularına Aid Resmî Vesikalar adlı eserinde söz ettiği, Burhaneddîn Ebû Bekir adlı bir tabibin oraya tayini münasebetiyle öğreniyoruz. Kazım İsmail Gürkan da “Selçuklu Hastaneleri” adlı makalesinde, Vakıflar Arşivi’nde kayıtlı Sultan I. Alâaddîn Keykubâd’a ait bir hastane vakfiyesinin bulunduğunu bildirmektedir. Yine Konya’daki sağlık tesisleri arasında Sultan Alâaddîn Keykubâd tarafından 1236 yılında yaptırılmış bir ılıca da vardır. Türkiye Selçuklu sanatı ve medeniyeti için bkz. S. Fırat, Selçuklu Sanatı The Art of the Seljuks, Ankara 1996; Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı I-II, Editör Ahmet Yaşar Ocak, KBY Ankara 2006. On yedi buçuk yıllık saltanatı boyunca Türkiye Selçuklu Devleti’ni siyasî, iktisadî ve kültürel açıdan doruk noktasına çıkaran Sultan I. Alâaddîn Keykubâd, tarihe bağımsız olarak ölen son Türkiye Selçuklu sultanı olarak geçmiştir. Çünkü yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev bağımsız Türkiye Selçuklu Devleti’ni Moğollara tâbi hale getirmiştir. Resim 5.6 Kaynak: E. Uyumaz, Sultan I. Alâaddîn Keykubâd Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), TTK Ankara 2003. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 127 Özet I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykubâd dönemi siyasî ve askerî olaylarını açıklayabilme Türkiye Selçuklu Devleti doğuyla batıyı, kuzeyle güneyi birbirine bağlayan milletlerarası ticaret yollarının geçtiği stratejik önemi haiz Anadolu’da kurulmuş bulunuyordu. Doğusunda ve batısında bulunan devletlerin mücadele alanı olan bu topraklarda, siyasî ve iktisadî açıdan güçlü bir devlet olabilmek, bu ticaret yollarına sahip olmasına bağlıydı. Orta Anadolu’da temerküz eden ve tali yollarla beslenen bu kervan yollarının dışarı açılan kapıları ise sahillerdi. Oysa I. Haçlı Seferi’nden sonra Türkiye Selçuklu Devleti Konya çevresinde sıkışmış bir kara devleti haline gelmişti. Fakat I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in (1205-1211) denizlere ulaşmayı amaçlayan politikaları sonucunda, 1207’de Antalya’nın fethiyle devletin kaderi değişti. I. İzzeddîn Keykâvus’un (1211-1220) da babasının denizlere açılma siyasetini büyük bir başarıyla devam ettirdiği görülmektedir. Zira tahta geçip iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra ilk işi, Karadeniz’in önemli limanlarından Sinop’u fethetmek (1214) olmuştur. İzzeddîn Keykâvus haçlıların işgâl ettiği Antalya’yı ikinci kez aldıktan sonra bu başarısını karada da perçinlemek istiyordu. Bunun için Anadolu-Suriye ticaret yolunun güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Sultan 1215-1218 yılları arasında, bu yolların Akdeniz ve Suriye çıkışlarını kontrol ve tehdit eden Kilikya Ermenilerine karşı seferler düzenlemiştir. Böylece Trabzon Rum İmparatorluğu ve Karadeniz kıyılarını; Antalya ve Kilikya Ermenilerini itaat aldı. Bundan sonra güneydoğu siyasetini ve yakındoğu ticaretinin kilit noktalarından olan Kuzey Suriye’ye doğru harekete geçti. Fakat Haleb’i, güneydoğu siyasetinin başlıca muhatabı olan Eyyûbiler’in şiddetli direnişi yüzünden alamadı. Yerine geçen kardeşi I. Alâaddîn Keykubâd’ın da babası ve ağabeyinin siyasetini devam ettirdiği görülmektedir. Onun ilk seferi de Mısır bağlantılı ticaretin Akdeniz’deki önemli limanlarından Kalanoros (Alâiye)’a oldu (1221). Ardından İçel bölgesinin fethiyle Ermeniler’i siyasi bir güç olmaktan çıkardı. 1225 yılında Kırım’ın Suğdak limanını fethedip Karadeniz ticaretinin güvenliğini tahkim etti. Sultan I. Alâaddîn Keykubâd Akdeniz ve Karadeniz kıyılarının fethi yanında, Selçuklu ülkesinde siyasi ve milli birliği sağlamak yolunda, Doğu Anadolu’daki beylikleri tâbiyet altına almak veya topraklarını ilhak etmek suretiyle önemli adımlar attı. Yassıçimen savaşıyla Harizmşahlar’ın ortadan kalkması, Türkiye Selçuklu Devleti için bir dönüm noktası oldu. Zira Harizmliler’i takip eden Moğollar Türkiye Selçuklu Devleti sınırlarına dayanmış, Eyyûbîler ile ilişkiler de yeniden bozulmuştur. Ancak Sulan I. Alâaddîn Keykubâd Moğollar’a karşı takip ettiği uzlaşmacı siyaset ile bir taraftan tehlikenin önünü keserken diğer taraftan da ülke sınırlarını güçlendirmek için ömrünün sonuna kadar her türlü askerî ve malî tedbirleri almaya devam etmiştir. Türkiye Selçuklu sultanlarının ekonomik hayatı canlandırmak için yaptıklarını belirleyebilme Askerî seferler sonucu önemli limanlara ulaşan Türkiye Selçuklu Sultanları, ekonomiyi canlandırmak için Kıbrıs Haçlı Krallığı ve Venedik Dukalığı ile önemli ticaret anlaşmaları imzaladılar. Henüz uluslararası taşımacılık yapabilecek düzeyde filolara sahip olmayan Selçuklular, Türkiye’yi bu suretle yeniden ticaretin önemli kavşaklarından birisi haline getirdiler. Gümrük vergilerinin indirilmesi, tüccarların güvenliği ve mallarının sigortalanması esasına dayanan bu anlaşmalar devletin ekonomik refahını bariz bir şekilde artırıyordu. Ancak diğer taraftan da devleti büyük risk altına sokuyordu. Bu nedenle Selçuklu sultanları, tüccarların güvenliğini sağlayarak, ticareti daha da canlandırmak için kervan yolları üzerinde birçok hanlar ve kervansaraylar yaptırmışlardır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin yükseliş ve medenî gelişim süreçlerini değerlendirebilme Başarılı askerî seferler ve politikalarla ekonomik ve sosyal refahın yükselmesiyle bu dönem Türkiyesinde özellikle saray, han, kervansaray, darüşşifa, ılıca ve hastaneler başta olmak üzere imar faaliyetlerinde büyük artış olmuştur. Ayrıca pek çok âlim ve sanatkâr Anadolu’daki istikrar ve refahın cazibesiyle buraya göç etmiş ve büyük itibar görmüşlerdir. Devrinin en güçlü hükümdarı olan Sultan Alâaddîn Keykubâd, Konya’ya yaya olarak giren Baha Veled’i atından inerek karşılamış ve dizini öptükten sonra onun hiç değilse kendisine elini uzatıp sıkmasını beklerken o, eli yerine asasını uzatmış ve sultan da öpmüştür. Ayrıca müslim-gayrımüslim ayrımı yapmadan, bütün tebaya karşı adaletle muamele edilerek sosyal dengeler de gözetilmiştir. 1 2 3 128 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. I. İzzeddîn Keykâvus’un tahta geçişi sırasında karşılaştığı başlıca sorun aşağıdakilerden hangisidir? a. Devlet erkânının kendisine karşı tavır alması b. Ordunun karşı çıkması c. Kardeşi Alâaddîn Keykubâd’ın saltanat iddiasında bulunması d. Babası I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in cenazesini naklettirememesi e. Ermeni Kralı Leon’un ihaneti 2. I. İzzeddîn Keykâvus’a Abbasî Halifesi tarafından Sultanü’l-gâlib unvanı niçin verilmiştir? a. Saltanatını tebrik etmek vesilesiyle b. 1225’de Suğdak’ı fethi üzerine c. 1214 yılında Sinop’un fethini tebrik vesilesiyle d. Antalya’yı Haçlı işgalinden kurtarması üzerine e. Venediklilere ticaret anlaşması yapması vesilesiyle 3. Aşağıdakilerden hangisi, I. İzzeddîn Keykâvus ile Venedikliler arasında 1214 de imzalanan anlaşmanın şartlarından biri değildir? a. Ticaret karşılıklılık esasına dayanacaktı. b Ülke sınırları içinde batan geminin malları mensup olduğu devlete iade edilmeyecekti. c. Korsan saldırısına uğrayan tacirlere her iki ülkeye de sığınma hakkı tanınacaktı. d. Tüccarların ölümü halinde malları ait olduğu ülkeye iade edilecekti. e. İki ülkenin tacirleri birbirlerinin ülkelerinde serbest ticaret yapabileceklerdi. 4. Aşağıdakilerden hangisi I. İzzeddîn Keykâvus Dönemi eserlerinden biri değildir? a. Malatya Ulu Camii b. Darüşşifa-i Alâiyye c. Sivas Darüşşifası d. Malatya Hekim Han e. Evdir Han 5. Aşağıdakilerden hangisi Sultan I. İzzeddîn Keykâvus Dönemi’nde Türkiye Selçuklu Devleti’ni ilgilendiren sorunlardan biri değildir? a. Meliklerin saltanat için isyan etmesi b. Kıbrıs Haçlı krallığı ile mevcut ticaret anlaşmasının yenilenmesi c. Karadeniz shillerine ulaşma d. Moğol tehlikesi e. Abbasî hilafeti ile iyi ilişkiler 6. Yassıçimen Savaşı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Savaşın nedeni Celâleddîn Harizmşah’ın Eyyûbîler’in hâkimiyetinde bulunan Ahlat’ı zabt etmesidir. b. Erzurum Selçuklu meliki Cihanşah, Celâleddîn Harizmşah’la ittifak etmiştir. c. Keykubâd, savaştan sonra Erzurum’u da topraklarına katmıştır. d. Savaş, 10 Ağustos 1232 tarihinde olmuştur. e. Savaşı, I. Alâaddîn Keykubâd kazanmıştır. 7. I. Alâaddîn Keykubâd Venedikliler’e verdiği ticarî imtiyazlar karşılığında aşağıdakilerden hangisini talep etmiştir? a. Venedikli tüccarların sultanın hakimiyet sahasındaki bölgelerde yaptığı ticaret için % 20 den daha fazla vergi ödenmesini talep etmiştir. b. Sultan tabasından, Venedikliler’in idaresindeki yerlere gidenlerin selamlanmasını istemiştir. c. Venedik sahillerinde Selçuklu bandıralı gemilerden tehlikeye düşen veya zarara uğrayanların himaye edilmesini istemiştir. d. Keykubâd’ın tebasından Venedik topraklarında ölenlerin mallarının iade edilmesini istemiştir. e. Kıymetli madenler ve zahireden yüksek vergi alınmasını istemiştir. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 129 Okuma Parçası 8. Sultan I. Alâaddîn Keykubâd’ın ölümüyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. 1236 yılında Amid Seferi’nde şehit olmuştur. b. 1236 yılında çıkacağı Âmid Seferi öncesi rahatsızlanarak vefat etmiştir. c. 1237’de Ramazan Bayramı kutlamaları için verdiği ziyafette yediği kuş etinden zehirlenerek ölmüştür. d. 1237 yılında Eyyûbîler ile yaptığı savaşta aldığı yaradan vefat etmiştir. e. 1237 yılında büyük oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in taht için başlattığı isyanı bastırırken ölmüştür. 9. Aşağıdakilerden hangisi Sultan I. Alâaddîn Keykubâd zamanında İslâm Dünyası’nın birçok ünlü âliminin Anadolu’ya gelişinin sebeplerinden biri değildir? a. Alimlerin Antalya’dan Akdeniz ülkelerine rahat seyahat etmeleri b. Ekonomik refahın artmış olması c. Moğol istilâsından kaçıp, kurtulmak istemeleri d. Selçuklu ülkesinde adalete önem verilmesi e. Anadolu’da alimlere değer verilmesi 10. Yükseliş Dönemi Türkiye Selçuklu Devleti’nde aşağıdakilerden hangisi görülmemiştir? a. Uluslararası ticaret faaliyetleri b. Gulam Sisteminin zaaflarının ortaya çıkması c. Tebanın dinlerine göre farklı muamele görmesi d. Askerî başarıların devleti güçlendirmesi e. İmar faaliyetlerinin giderek artması Sultan Alâaddîn Keykubâd’ın âlimlere gösterdiği hürmetin büyüklüğüne dair Ahmet Eflâkî’nin verdiği şu bilgiler dikkate şayandır: Sultanü’l-Ulema Baha Veled gibi kıymetli bir âlimin Anadolu’ya geldiğinden hatta Konya yakınlarındaki Larende (Karaman)’de ikâmet ettiğinden Sultan Alâaddîn Keykubâd’ın heberi yoktu. Bunu öğrendiğinde Larende subaşısı Emir Musa’yı böyle önemli bir mevzuyu kendisine bildirmeyi ihmal etmesinden dolayı uyardıktan sonra vaziyeti hakkında bilgi istedi. I. Alâaddîn Keykubâd’ın emirnâmesi Emir Musa’ya ulaşınca durumu Baha Veled’e anlattı. O, sultanın huzuruna çık ve şunları söyle “Alâaddîn içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. Ben onun yüzünü nasıl görebilirim? Ayrıca haber vermememi Baha Veled istedi de” dedi. Emir Musa, sultanın huzuruna çıkıp olanları anlatınca I.Alâaddîn Keykubâd cevap olarak “Eğer Sultanü’l-Ulema Baha Veled Hazretleri Konya şehrine gelip burayı kendine makam yaparsa ben yaşadığım müddetçe şarkıların ve çalgıların sesini dinlemem, onun kulu ve müridi olurum” dedi. Bunun üzerine büyük alim çocukları ve dostlarıyla Konya’ya doğru hareket etti. Onun Konya’ya yaklaşması üzerine Keykubâd ve Konya halkı Baha Veled’i karşılamaya çıktılar. Sultan Alâaddîn Keykubâd uzak bir mesafede atından inip, yaya olarak ilerleyip şeyhin dizini öptükten sonra hiç değilse Baha Veled’in kendisine elini uzatıp sıkmasını beklerken, Sultanü’l-Ulema eli yerine asasını uzattı. Ayrıca Sultan Alâaddîn Keykubâd’ın sarayda oturması yolundaki teklifini kabul etmeyip yerinin medrese oluduğun söyledi. Yine Eflaki’nin kaydına göre, Baha Veled Konya’ya yerleşince Sultan Alâaddîn Keykubâd kendisine para ve eşyadan oluşan çeşitli hediyeler göndermişti. Fakat o, “Sizin mallarınız haramla karışık ve şüphelidir” deyip bunları geri çevirmiştir. Baha Veled ölümüne (628/1230-31) Alâaddîn Keykubâd o kadar üzülmüştür ki, yedi gün saraydan dışarı çıkmamış, kırk gün ata binmemişti. Taziyeleri kabul etmek için tahtı bırakıp hasıra oturmuş, hatimler indirip, sofralar kurdurmuştu. Ayrıca Sultanü’l-Ulema’nın türbesinin etrafını Kâbe’nin çevresindeki duvarlar gibi ördürüp bir taş üzerine ölüm tarihini de yazdırmıştı. Kaynak: (Ahmed Eflâki, Menâkıbü’l-Ârifin, I, nşr. Tahsin Yazıcı, Ankara 1976, s. 26-28, trc. Tahsin Yazıcı, Âriflerin Menkıbeleri, I, İstanbul 1989, s. 23-25). 130 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “I. İzzeddîn Keykâvus’un Tahta Çıkışı ve Saltanatının İlk Yılları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise “Sinop’un Fethi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise “I. İzzeddîn Keykâvus’un Tahta Çıkışı ve Saltanatının İlk Yılları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız yanlış ise “I. İzzeddîn Keykâvus’un ve Ölümü ve Şahsiyeti” konusunu yeniden gözden geçiriniz 5. d Yanıtınız yanlış ise “Celâleddin Harizmşah’la İlişkiler ve Yassıçimen Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. d Yanıtınız yanlış ise “Üniteyi” yeniden gözden ggeçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Alâaddin Keykubat’ın Tahta Çıkması ve İlk İcraatları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “I. Alâeddîn Keykubad’ın Ölümü ve Şahsiyeti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. a Yanıtınız yanlış ise “I. Alâeddîn Keykubad’ın Ölümü ve Şahsiyeti” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. e Yanıtınız yanlış ise “Üniteyi” yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde 1 Antalya ve Sinop’un fethiyle Akdeniz ve Karadeniz’de iki önemli limana kavuşan Selçuklular kuzey-güney ticaret yolunu kontrol altına aldılar. Ayrıca milletlerarası ticaret anlaşmalarıyla Türkiye’yi yeniden milletlerarası ticaret faaliyetlerinin önemli kavşaklarından biri haline getirerek zenginleştirdiler. Sıra Sizde 2 Halife Nasır-Lidînillâh, İslâm dünyası içerisinde zaman zaman birbirleriyle çatışan siyasî güçler, inanç ve fikir mensuplarını fütüvvet teşkilâtına katarak manevî birlik sağladığı gibi uzun zamandır siyasî ve dinî fonksiyonlarını yitirmiş olan halifelik makamını tekrar işlevsel hale getirmiştir. Sıra Sizde 3 Kardeşi Alâaddîn Keykubâd ile yaptığı taht mücadelesi ve Sinop’un fethi ile meşguliyetinden yararlanan Ermenilerin Selçuklulara ait Larende, Ulukışla gibi yerleri ele geçirmesinin yanı sıra Anadolu’daki Kuzeygüney ticaret yolunda gelir kaybına uğrayan Ermenilerin Antakya’ya saldırıp Haçlılar ile sürtüşmesi sonucu Anadolu-Suriye kervan yolunun güvenliğini yitirmesi. Sıra Sizde 4 Kıyıları fethetmekle birlikte henüz uluslararası sularda filolarını yüzdürecek donanıma sahip olmayan Türkiye Selçuklu sultanları, Kıbrıs ve Venedikli tacirler aracılığıyla denizaşırı ticaret yapmak imkânı bulmuşlardır. Sıra Sizde 5 Gıyaseddîn Keyhüsrev zamanından beri üst düzey görevler yapan ümera, artık tahta hangi melikin çıkacağı konusunda dahi kilit konumda bulunuyorlardı. Devlet erkânı bir süre sonra tahta oturttukları sultanın otoritesini zaafa uğratıp ona tahakküm etmeye başlamışlardı. Keykubâd bu sebeple ümeranın nüfuzunu kırmak istemiştir. Sıra Sizde 6 Keykubâd ile Harizmşah arasındaki ittifakın bozulmasının nedeni, Anadolu’ya yayılmakta olan Eyyûbi meliklerinin tahrikleri ve doğudaki küçük beyliklerin varlıklarını koruyabilmek için, tâbiyet değiştirmeleri ve iki hükümdarı birbirlerine karşı tahrik etmeleridir. 5. Ünite - Yükseliş Dönemi (I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâaddîn Keykkubâd Devri) 131 Yararlanılan Kaynaklar Cahen, Claude (2000), Osmanlılardan Önce Anadolu (çev. E. Üyepazarcı), İstanbul. Koca, Salim (1997) Sultan I. İzzeddîn Keykâvus (1211-1220), T.T. K Ankara. Turan, Osman (1984) Selçuklular Zamanında Türki - ye, İstanbul. Turan, Osman (1946), “Selçuklu Kervansarayları”, Bel - leten, XI, Sayı 39, s. 471-496, Ankara. Turan, Osman (1964), “Orta çağda Türkiye Kıbrıs Müna - sebetleri”, Belleten, XXVIII/110, s. 209-227, Ankara. Uyumaz, Emine (2003) Sultan I. Alâaddîn Keykubâd Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), Ankara. 6 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Türkiye Selçuklu Devleti’nin idare mekanizmasıyla ilgili problemleri tanımlayabilecek, Babaîler Ayaklanmasının sebep ve sonuçlarını belirleyebilecek, Moğol İstilâsının Türkiye Selçukluları üzerindeki etkilerini dönemler halinde açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • II. Keyhüsrev • Baycu Noyan • Sadeddin Köpek • Moğollar • Eyyûbîler • Kösedağ Savaşı • Türkmenler • Muineddin Pervâne • Babaî İsyanı • Memlûkler İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) • II. GIYASEDDİN KEYHÜSREV DÖNEMİ • MOĞOL İSTİLÂSI TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ II. GIYASEDDİN KEYHÜSREV DÖNEMİ Şehzâdelik Dönemi ve Tahta Geçmesi II. Keyhüsrev’in çocukluk dönemine ait bilgiler çok yetersizdir. Doğum tarihi bilinmediği gibi annesinin kim olduğu da tam olarak tesbit edilememektedir. Keyhüsrev’in hükümdarlığı sırasında, İstanbul Latin imparatoruna gönderdiği bir mektuptan anlaşıldığına göre, annesi Hıristiyan bir hanımdı. Keykubâd öldüğünde henüz ihtida etmemiş olan bu hanımın, sultanın Alaiyye’yi fethettiğinde (1221/1222) evlendiği Kir Vard’ın kızı olduğu tahmin edilmektedir. Buna göre Keyhüsrev’in 1223 yılında doğduğu söylenebilir. Alâaddin Keykubâd 1228 yılında Mengücekoğulları’ndan Erzincan’ı alınca, büyük oğlu Keyhüsrev’i buraya melik tayin etti. Bu sırada henüz 6-7 yaşı civarında olduğu anlaşılan Keyhüsrev’in atabeyliğine de Antalya valisi Mübarizeddin Ertokuş atandı. Keyhüsrev’in Erzincan meliklik dönemiyle ilgili tek bir olaydan bahsedilmektedir. Buna göre Selçuklu Devleti’nin vassalı olan Trabzon Rumları’nın Karadeniz ticaret yollarını tehdit etmesi üzerine bir sefer düzenlendi. Kaynakların verdiği bilgiye göre Melik Keyhüsrev adına düzenlenen bu sefere, Atabey Ertokuş kumanda etmişti. Çok çetin bir muharebe yürüten Selçuklu ordusu, şiddetle muhasara ettiği Trabzon’u fethetmek üzereyken, çıkan fırtına ve yağmur sebebiyle netice alamadan ve zayiât vererek çekilmek zorunda kaldı (1229). Keyhüsrev’in Erzincan melikliğinin ne kadar devam ettiği bilinmiyor. Keykubâd bu şehri 1233 yılında, Selçuklu Devleti’nin hizmetine giren Harizmli Kayır (Kır) Han’a vermişti. Keyhüsrev’in buradan nereye gittiğine dair malûmat yok ise de; Keykubâd tarafından1237 yılında, Eyyûbî seferi öncesi yaptığı düzenlemeler çerçevesinde, yeniden Erzincan melikliğine tayin edildiği görülmektedir. Keyhüsrev’in atabeyliğine bu defa Şemseddin Altunaba getirilmişti. Fakat önceki ünitede de anlatıldığı gibi, Keykubâd’ın o günlerde ölümü üzerine meydana gelen gelişmeler, Keyhüsrev’e Erzincan yerine Selçuklu tahtının yolunu açtı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) Daha sonra Müslüman olduğu ve Mahperi adını aldığı anlaşılan bu hatunun hayratına, 1253 yılında henüz hayatta olduğuna ve Kayseri’de gömüldüğüne dair bilgiler mevcuttur. 134 Türkiye Selçuklu Tarihi Alâaddin Keykubâd hatırlanacağı üzere, yaklaşmakta olan Moğol istilâsına karşı önce Celâleddin Harizmşah’la, sonra da Eyyûbîlerle ittifak teşebbüslerinde bulunmuştu. Fakat gelişen olaylar neticesinde Celâleddin Harizmşah’la, Yassıçimen’de savaşmak zorunda kalıp onu bertaraf etti. Moğol tehlikesine karşı işbirliğini sürdürmek istediği Eyyûbîler ise güneydoğuda Selçuklularla rekabetten vaz geçmiyorlardı. Sultan Keykubâd’ın daha önce Eyyûbîlerle ilişkilerini iyileştirme çerçevesinde, Melik Adil’in kızıyla yaptığı evlilikten dünyaya gelen iki oğlu vardı. Keykubâd bu sefer öncesinde, Mısır hükümdarı Melik Kâmil’e muhalif ve kendisiyle işbirliği yapan Eyyûbî hanedan mensuplarını olumlu etkileyeceğini düşünerek bazı tayinler yapmıştı. Buna göre Eyyûbî melikesinden doğan oğullarından İzzeddin Kılıç Arslan’ı kendi veliahtı, Rükneddin’i ise Suriye hükümdar namzedi olarak atamıştı. Ancak Sultan Keykubâd bu kararları uygulama fırsatı bulamadan, yediği av etinden zehirlenmek suretiyle hayatını kaybetti. Keykubâd’ın bu ani ve suikast neticesi olduğu anlaşılan ölümü, devletin kaderini tersine çeviren bir gelişme oldu. Dönem hakkında bilgi veren bazı kaynaklarda, büyük oğul Keyhüsrev ve onunla işbirliği yapan emirler, sultanı zehirleyip öldürmekle itham edilmektedirler. Sultan öldüğünde esasen oğullarının hiçbirisi henüz reşit değildi. Sadeddin Köpek, Taceddin Pervâne, Gürcüoğlu Zahîrüddevle ve atabeyi Şemseddin Altunaba ölen sultanın vasiyeti hilafına, Keyhüsrev’i tahta oturtmak için harekete geçtiler. Reisleri Kayırhan ve diğer Harizmli emirler, Hüsameddin Kaymerî, Kemâleddin Kâmyâr gibi emirler, veliaht Kılıç Arslan’ı tahta geçirmek istemelerine rağmen; insiyatif almakta gecikince, diğerleri Kayseri’ye götürdükleri şehzâdeyi tahta çıkardılar. Muhalif emirler durumu müzakere edip sonunda onlar da biat etmek zorunda kaldılar. II. Keyhüsrev babasının ölümü dolayısıyla üç gün yas tuttuktan sonra tebrikleri kabul etmeye başladı. Keykubâd’ın ölümünden önce Kayseri-Keykubâdiyye’deki törenler sırasında, sultanın huzuruna gelmiş bulunan yabancı elçiler de, yeni sultana bağlılıklarını bildirdiler. Dımaşk ve Haleb Eyyûbî melikleri ve Artuklu beyleri de Sultan II. Keyhüsrev’e tâbiyet arzettiler. Böylece Mısır sultanı Melik Kâmil’e karşı güçlü bir ittifak oluşurken; Keykubâd’ın hazırlıklarını yaptığı Eyyûbî seferinin sebepleri de kısmen ortadan kalkmış oldu. Selçuklu ülkesindeki Eyyûbî esirleri salıveren II. Keyhüsrev, Haleb melikinin kızkardeşiyle evlendi. Kendi kız kardeşini de Haleb melikiyle evlendirerek aradaki gerginliği biraz daha azaltmış oldu. Ülkede Keykubâd gibi büyük bir sultanın ölümüne rağmen, 16 yaşında genç bir hükümdarın tahta geçişinde beklenmeyecek olumlu bir hava estiği anlaşılıyor. Fakat devleti büyük sarsıntılara uğratacak olan bazı problemler de, eş zamanlı olarak su yüzüne çıkmaya başladı. Keyhüsrev’in tahta geçmesine karşı olan veya tereddütlü davranan devlet adamları biat etmiş olmakla birlikte, Sultan ve yakın çevresiyle aralarında ciddi bir güven sorunu bulunmaktaydı. Sultanın en yakınında bulunan emirlerden Sadeddin Köpek, onun bu huzursuzluğunu kışkırtarak, süratle kendisinin rekabet içerisinde bulunduğu emirleri ortadan kaldırmaya girişti. Gulâm Sistemi Meselesi Devleti çöküşe götüren mesele, esasen I. Keykâvus’un Haleb seferi sırasında ihanet ettikleri şüphesiyle, ümerâyı ağır bir biçimde cezalandırması olayında ilk tezâhürleri açıkça görülen gulâm sistemiyle ilgiliydi. Gulâm sistemi, Büyük Selçuklularda da olduğu gibi, devletin idare mekanizmasının önemli bir unsuruydu. Yeri geldikçe bahsedildiği üzere Türkiye Selçukluları da, Türk tarihindeki diğer örnekleri gibi, Sadeddin Köpek I. Keykubat dönemi emirlerinden olup, tercüman, emir-i şikâr ve mimarlık görevlerinde bulunmuştu. Konya yakınlarında yaptırdığı Zazadin hanının kitabesinde adının Köpek şekilde yazılmış olması, bunun hakaret amaçlı bir yakıştırma olmadığını göstermektedir. Kötü şöhretiyle birleşerek mecazen tahkir içerse de, sadık adam mânâsında kullanıldığı düşünülebilir. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 135 boylar birliği esasına göre kurulmuştu. Bu sebeple boy beyleri temsil ettikleri binlerce insan gücü nisbetinde devlete askeri güç sağlarken, kendileri de bürokraside üst düzey görevler yapıyorlardı. Fakat Türkistan’daki hanedanların tarihinde de görüldüğü gibi, iktidar bir müddet sonra eşyanın tabiatı icabı, beylere kuruluş aşamasında tanıdığı geniş temsil durumundan merkeziyetçi bir yapıya doğru dönüşmeye başlıyordu. Boy beylerinin iktidar üzerindeki nüfuzunu kırarak iktidarın ömrünü uzatmayı hedefleyen bu değişim doğal olarak tepkilere yol açıyordu. 3. Ünitede anlatıldığı gibi II. Kılıç Arslan, zaman zaman hükümranlık hukukunu zedeleyen Türkmen beylerinin bu gücünü, onları daha çok sınırlara doğru iterek, bir bakıma sistemin dışına çıkararak sınırlandırmıştı. Ancak bu tedbir onların tasfiyesinden doğan boşlukların, başka unsurlarla doldurulması zaruretini de beraberinde getiriyordu. Bu aşamada İslâm Dünyasında çok yaygın olan, Büyük Selçukluların da uyguladığı gulâm sistemi devreye girmektedir. Satın alınmak veya esir edilmek suretiyle ele geçirilen ve gulâm adı verilen köleler, belli bir eğitim sürecinden geçtikten sonra kişisel yeteneklerine göre, asker ve sivil devlet adamı ihtiyacını karşılamak üzere devlet kadrolarında istihdam edilirlerdi. Böylece arkalarındaki kalabalıklara dayanarak devlete kafa tutabilen beyler yerine; ailesi ve bir avuç insandan oluşan maiyyetinden başka kimsesi olmayan sadık hizmetkârlar sınıfı ortaya çıkıyordu. Bulundukları mevkiyi ve her şeylerini efendilerine borçlu olan gulâmlar, hizmette kusur etmeleri halinde malları müsadere, kendileri de katledilmek suretiyle itaat çizgisinde tutuluyorlardı. Gulâmlar hükümdarın makro iktidar (hükümranlık) alanından, kendilerine verilen yetki çerçevesinde, mikro düzeyde iktidarı temsil ederlerdi. Bu durum kudretli hükümdarlar zamanında hiçbir sorun yaratmazdı. Keykubâd’ın çok sayıda emiri tasfiye etmesi ve ölümünden az önce oğlu Kılıç Arslan’ın veliahtlığı için zorla biat alması olayında görüldüğü gibi, hükümdar her şartta duruma vaziyet edebilirdi. Ancak bu baskı da en basit haliyle ümerânın hükümdara karşı kin tutup fırsat kollamasına, yine Keykubâd örneğinde olduğu gibi hükümdarın bertaraf edilmesi kadar kötü gelişmelere yol açabilmekteydi. Gulâmlar kaybetmemek için muhafız birliklerinin sayılarını arttırıp, rekabetin sınırlarını zorlayan servetler biriktirerek, sistemin boşluklarından yararlanmaya başlarlardı. Gulâm emirler sultanla yaşanabilecek olumsuzluklardan başka, onun en yakınında bulunabilmek için birbirleriyle de kıyasıya mücadele ederlerdi. Muktedir hükümdar ümerânın hem kendisi, hem de birbirleriyle olan ilişkilerinde dengeyi korumak suretiyle sistemin zaaf göstermesine fırsat vermezdi. Bununla birlikte emirler sultanın hükümranlık alanından rol çalarak kendi iktidar alanlarını genişletecek fırsatları kollarlardı. Nitekim sultan, yaşının küçüklüğü ya da şahsiyeti itibariyle mevkiini dolduramazsa derhâl sıkıntı baş gösterirdi. Devletin tepesinde, bir komployla tahttan indirilme kaygısı taşıyan hükümdarla, muhalif olduğu için veya başka bir sebeple giderilme kaygısı taşıyan ümerâ arasında, bu kadar iğreti bir bağın kaldıramayacağı kadar gergin bir ilişki ortaya çıkardı. Neticede ister hükümdarın onayıyla, ister birbirleriyle girdikleri çatışmalarda ümerânın tasfiye edilmesi, kaht-ı ricâle yol açardı. Gulâm sisteminin yol açtığı en önemli problemlerden biri, çoğu İranî unsurlardan oluşan ümerânın etnik kökeni ne olursa olsun, yetişme tarzları neticesinde, zihniyet bakımından kozmopolitleşmesidir. Kozmopolitleşme çok kısaca insanın üzerinde doğduğu topraklara ve içerisinde büyüdüğü millete aidiyet duygusuyla değil, menfaâtleri çerçevesinde bağlı olması hâlidir. Bu durum söz konusu zümrenin, Moğol istilâsı gibi hayati dönemlerde devletin-milletin değil, kendi çıkarlarını gözetmeleri yüzünden ihanet örnekleriyle doludur. Kaht-ı ricâl, bir ülkede nitelikli siyaset ve devlet adamı yokluğu anlamında kullanılan bir terimdir. 136 Türkiye Selçuklu Tarihi Gulâm meselesi hakkında detaylı bilgi için bkz. Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Devleti’nin İnhitatında İdare Mekanizmasının Rölü, Ankara 2011. Sadeddin Köpek’in Tahakkümü II. Keyhüsrev’in tahta geçirilmesinde başlıca rolü oynayan Sadeddin Köpek, yukarıda anlatılanlara tam bir örnek olmak üzere, hem gulâm sisteminin tüm aksayan yönlerini ortaya çıkaran, hem de devleti çöküntüye götüren süreci başlattı. Kendisine tahtı sağlayan bu emire minnettâr olan sultanın verdiği yetkiyle, muhalif ümerâyı tasfiyeye başladı. Keykubâd döneminde biraz da gulâm ümerâya nisbetle ön plana çıkarılan Harizmli emirlerin reisi Kayır Han, II.Keyhüsrev’in de onayıyla saray mescidinde pusuya düşürülerek yakalandı. Zamantı kalesine gönderilen Kayır Han kötü hapis şartlarına dayanamayıp hayatını kaybetti. Bu olay aşağıda anlatılacağı üzere diğer Hârizmlilerin isyanıyla sonuçlandı. Hükümdarın atabeyi Şemseddin Altunaba bu kötü gidişi durdurmak amacıyla, Kâmyâr gibi güvendiği bazı emirlerle Köpek’in bertaraf edilmesi gerektiğini dile getirdi. Buna cesaret edilemediği bir tarafa düşüncesinin kurbanı oldu. Sultanı atabeyini tasfiye etmek için ikna eden Köpek, onu meclis toplantısında yakalatıp şehir dışında öldürttü. Sultan iki kardeşini Uluborlu’da, annelerini ise Ankara kalesinde önce hapsedip, sonra yay kirişiyle boğdurmak suretiyle bertaraf etti (1238). II. Keyhüsrev’in kendisinin üç farklı kadından oğlulları dünyaya geldikten sonra hapiste bulunan şehzâdeleri öldürttüğü anlaşılmaktadır. Sadeddin Köpek’in o zamana kadar en yakın işbirlikçisi olan Taceddin Pervâne de artık hayatından endişe ettiği için ikta merkezi olan Ankara’ya çekilmişti. Ancak Köpek’in takibinden kurtulamadı. Bir hanende (kadın şarkıcı) ile gayrı meşrû ilişkisi olduğu iddiasıyla yakalanıp hapsedildi. Malları müsadere edilen Pervâne taşlanarak öldürüldü. Sizce Sadeddin Köpek gibi devlet adamlarını ortaya çıkaran sistem hakkında bilgi verin. Artık ne sultan, ne de ümerâdan Sadeddin Köpek’e dur diyebilecek, onu yok etmeye kalkışabilecek kimse yoktu. Kaynakların ifadesine göre ahaliye karşı semResim 6.1 Sadeddin Köpek’in Konya-Aksaray arasında yaptırdığı Zazadin Han 1 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 137 pati uyandıracak kadar âdil davranmasına, halkı gözetmesine rağmen umumi efkârda zulmüne karşı bir hoşnutsuzluk olduğunu da görüyordu. Halâ kurtulmak istediği birkaç nüfuzlu emir olmakla birlikte aleyhindeki olumsuz havayı değiştirecek bir girişimde bulunmak ihtiyacı hissediyordu. Bu maksatla şöhretini artıracak bir eylem olarak, Eyyûbîler’in elinde bulunan Sümeysat (Samsat)’ı kuşatıp, Türkiye Selçuklu topraklarına kattı (Temmuz 1238). Bu sefer ona arzu ettiği gücü sağlamış olmalı ki, döner dönmez Kayseri’de Hüsameddin Kaymerî’yi, sonra da Kemâleddin Kâmyâr’ı öldürttü. Celâleddin Karatay gibi bazı emirler korkudan ortalıktan çekilirken; Şemseddin İsfahanî’yi vezirlikten azledip pervâneliğe tayin ettirdi. Vezirliğe ise Mühezibüddin Ali getirildi. Sadeddin Köpek, tahakkümü altında bulunan sultan ve devlete tamamen hâkim olmuştu. Fakat sınırsız ihtirası bu kadarla yetinmesine imkân vermiyordu. Bir Latin kaynağının söylediğine göre tahtı ele geçirmek isteyen Köpek, sultanı boğmak için yanında ip taşıyordu. Köpek’in Keyhüsrev’in yanına destursuz, kılıçla ve istediği gibi girip çıkması artık sultanı korkutur hâle gelmişti. II. Keyhüsrev ondan kurtulmak için çareler ararken, Köpek bu arada Sultan I. Keyhüsrev’in gayrı meşru çocuğu olduğu şayiasını yaymaktaydı. Böylece kardeşleri bertaraf edilmiş, oğulları henüz bebek olan II. Keyhüsrev’i öldürüp, gayrı meşru da olsa sultanın amcası olarak onun yerine geçecekti. Türk devletlerinde hükümdarın meşrûiyeti hanedana mensubiyet şartına bağlıydı. Ahali her türlü sıkıntıya rağmen iktidara tasallut etmek isteyenleri mütegallibe (zorba) sayarak böylelerine itaât etmezdi. Sadeddin Köpek’in kendisini hanedana yamama isteği bu gerçeğin farkında olduğunu gösteriyor. Nitekim Moğollar da Selçuklu Devletini tümüyle kontrol altına aldıklarında bile, ahali nezdindeki meşruiyetini dikkate alarak Selçuklu hanedan mensuplarını, göstermelik de olsa saltanat makamında bırakmış; onların yerine geçmeye teşebbüs etmemişlerdir. Keyhüsrev şimdi babası zamanından kalan değerli emirleri yok etmiş olmaktan pişman ve çaresiz durumda; Köpek kendisine kastetmeden, nihayet onu ortadan kaldırmaya karar verdi. Önceden hazırlanan bir tertip neticesinde, bir işret meclisinden sonra evine gitmek üzere kalkan Köpek, sultanın bu işle görevlendirdiği Candâr Karaca ve adamlarının saldırısına uğradı. Sarayın şaraphânesine kaçınca oradaki görevliler tarafından kılıç, bıçak ve sopa darbeleriyle paramparça edilerek öldürüldü. Daha sonra parçaları bir kafese konularak teşhir edildi (1239 yılı başları). Kaynaklar işlediği sayısız cinayetlerle devletin idare mekanizmasında onulmaz yaralar açan Köpek’in, güç sahiplerine karşı ahaliyi himaye ettiği ve bu hususta da çok sert bir politika takip ettiğini söylemekle birlikte, kendisine usûl gereği bile rahmet dilemişlerdir. Bütün bu cürümleri irtikâb eden Sadeddin Köpek’in bu cinayetleri işlerken hangi makamda bulunduğuna dair bilgi yoktur. Gerçi yaptıklarında bir makama dayanmak ihtiyacı duymamıştı. Fakat Köpek öldürüldükten sonra saltanat nâibliğine Şemseddin İsfahanî’nin atanması, onun son görevinin saltanat nâibliği olabileceği ihtimalini düşündürmektedir. II. Keyhüsrev bu badireyi atlattıktan sonra, babası zamanında yapılan Gürcü seferi sırasında kararlaştırıldığı gibi, Gürcü prensesiyle evlilik hazırlıklarına başladı. Müstevfisini (maliye nâzırı) değerli hediyelerle gelini almak üzere gönderen sultan, gelin alayı Erzincan’a varınca kendisi de karşılamak üzere Kayseri’ye geldi. Şehir süslenerek düğüne hazırlandı. Prenses evlenirken dinine dokunulmayacağı sözüne uygun olarak, yanında papazıyla birlikte geldi. Kaynaklar Keyhüsrev’in bu hatuna Mühezzibüddin Ali, Moğollar’ın önünden kaçıp Anadolu’ya gelen İranlılar’dan olup, ileride devletin kaderinde çok mühim roller oynayacak olan meşhur Muineddin Pervâne’nin babasıdır. Bu prenses, II. Süleymanşah’ı mağlub eden Gürcü kraliçesi Thamara’nın aynı adı taşıyan torunudur. Annesi Rosudan’ın Erzurum Selçuklu meliki Tuğrulşah’ın oğluyla yaptığı evlilikten doğmuştu. Daha sonra samimi bir Müslüman olan Thamara, Mevlânâ’nın çevresinde bulunmuştur. 138 Türkiye Selçuklu Tarihi çok düşkün olduğu ve evlendikten sonra kendisini tamamen eğlenceye verdiğini söylemektedirler. Hârizmliler Meselesi Celâleddin Hârizmşah’ın Yassıçimen Savaşında yenilip ölmesi üzerine başıboş kalan Hârizmliler, Alâaddin Keykubâd tarafından Selçuklu Devleti’nin hizmetine alınmışlardı. Moğol tehlikesi karşısında onlardan yararlanmak ve ülke için tehdit olmaktan çıkarmayı amaçlayan bu tasarruf, devletin üst düzey görevlileri arasında onlara karşı bir husumet de yaratmıştı. Çoğu İranî unsurlara dayanan gulâm ümerâya alternatif oldukları anlaşılan Hârizmliler, Keykubâd’ın vasiyetine uygun olarak Kılıç Arslan’ı tahta geçirmeyi düşünürken, mevcut konumlarını muhafaza edebilmeyi de istiyorlardı. Nitekim Keyhüsrev’in tahta geçişi sırasında muhalefet etmelerine rağmen bağlılıklarını sunmak zorunda kalmışlardı. Ancak kendilerine güvenilmediği için reisleri Kayır Han, Sadeddin Köpek tarafından hapse atılınca, aynı akibete uğramaktan korkan diğer Hârizmliler, hemen toplanıp Türkiye sınırlarını terk etmek üzere harekete geçtiler. Mevcut geçim kaynaklarını yitirdikleri için yolları üzerindeki yerleri yağmalayarak ilerliyorlardı. Bu büyük kaynaşma karşısında Hârizmlileri geri getirmek üzere Kemâleddin Kâmyâr görevlendirildi. Fakat devlete güvenlerini yitiren ve dönmek istemeyen Hârizmliler üzerlerine gönderilen Selçuklu kuvvetlerini de yenilgiye uğratıp, Eyyûbî topraklarına geçtiler. Hısn-ı Keyfâ meliki tarafından kendilerine ikta edilen Diyar-ı Mudar’a yerleştiler. Hârizmliler bununla birlikte Eyyûbî melikleri arasındaki ihtilaflarda taraf olarak veya etrafı yağmalayarak asayişsizlik sebebi olmaya devam ediyorlardı. Türkiye Selçukluları açısından büyük sorun teşkil eden Babaîler’le de işbirliği yapıyorlardı. Nihayet Babaî isyanının bastırılmasından sonra, üzerlerine yürüyen Selçuklu-Eyyûbî kuvvetlerinin yenilgiye uğrattığı Hârizmliler, ağır kayıplar vererek Abbasî Halifeliği topraklarına girdiler. Âmid (Diyarbekir)’in Fethi Hârizmlilere karşı Eyyûbîlerle müşterek yürütülen harekât neticesinde, bir kısım yerler de taksim edilmişti. Bu çerçevede Siverek ve Âmid Selçukluların payına düşüyordu. 1232 yılına kadar Artuklu idaresinde bulunan Âmid Eyyûbîlerin eline geçmişti. Hârizmlilere karşı gönderilen Selçuklu kuvvetlerine Sivas ve Niksar sübaşıları idaresinde yeni birliklerin eklenmesiyle Âmid muhasara edildi. Eyyûbî melikinin Hısn-ı Keyfâ’dan yönetmeye çalıştığı savunma, nihayet içeriden Fahreddin Dinarî adlı bir emirin ihanetiyle, 400.000 dirhem karşılığında Selçuklu askerlerinin gizlice içeri alınmasıyla çöktü. Yapılan görüşmeler sonunda şehir Selçuklu ordusuna teslim oldu. Varılan anlaşmaya göre ahaliye bir çok vergi muafiyeti sağlandı. Siverek, Ergani ve Çermik gibi yerler de Selçuklu topraklarına katıldı (1240). Şehrin sübaşılığına Mübarizeddin İsâ Candâr getirildi. Ancak Selçuklu vassalı Meyyâfârikîn Eyyûbî meliki Şehâbeddin Gazi, Hârizmli ve Germiyanlılardan sağladığı kuvvetlerle Âmid’i almak için harekete geçti. Bunun üzerine II. Keyhüsrev’in emriyle, Kayseri’de toplanan Selçuklu ordusu Meyyâfârikîn’i kuşattı. Şiddetli çatışmalar Abbasi halifesinin Moğol tehlikesine işaret ederek, Müslümanların birlik olması için tavassutta bulunması üzerine sona erdi (1241). Babaîler Ayaklanması Moğol istilâsının Türkiye sınırlarına varmadan yarattığı etkilerden biri, Türkmenlerin bu felâketin önünden Türkistan, İran ve Azerbaycan’daki yurtlarını terk ederek Anadolu’ya iltica etmeleriydi. Daha Alâaddin Keykubâd döneminde başlayan göçDiyar-ı Mudar, el-Cezire’nin üç idari bölgesinden biri olup Urfa, Harran, Suruç, Rakka ve Resülayn gibi şehirleri içerisine almaktadır. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 139 lerin, devletin kudretli olduğu zamanda, Türkmenlere yurtlar tahsis edilerek soruna dönüşmesine izin verilmemişti. Ancak şimdi bir yandan istilânın şiddetine paralel olarak göçerlerin sayısının artması, diğer yandan göçerlerle yerleşiklerin hayat tarzları arasındaki farklılıklar, kaçınılmaz olarak, bazı toplumsal meselelere yol açıyordu. Daha çok doğu-güneydoğu bölgelerinde yığılan, yaylak ve kışlaklarda hayat sürmeye alışmış, olmazsa yağmadan başka geçim kaynağı bulunmayan göçebeler, doğal olarak yerleşik düzeni tehdit ediyorlardı. Devleti yönetenlerin Türkmenleri iskân etmek yerine bir kargaşa sebebi olarak algılamaları, aslında temel insanlık ihtiyaçları olan barınma ve beslenme sorunları yüzünden huzursuzluk yaşayan bu kalabalıkları amaçladıklarından çok başka yerlere sürükledi. Gulâm kökenli devlet adamlarının farslılaşmış/kozmopolitleşmiş zihinsel yapısı, Türkmenleri tahkir derecesinde aşağılıyordu. Kaba, idrâksiz, cahil gibi sıfatlar yakıştırılan ve tüm olumsuzlukların kaynağı olarak görülen Türkmenlerle yönetici kesim arasında bir uçurum açılmıştı. İşte bu uçurum devletin kaderini ters yüz eden, Moğollar karşısında devleti zayıf düşüren ve Babaîlik olarak bilinen bir Türkmen ayaklanmasına dönüştü. Başlangıçta büyük ölçüde devlet tarafından iskân ve istihdam edilemeyen konargöçer Türkmenlerin iktisadî sıkıntıları ve yönetimin baskıları çerçevesinde şekillenen ayaklanma, zamanla dinî bir karaktere büründü. Vefâiyye tarikatı mensubu Baba İlyas’la halifesi Baba İshak’ın önderlik ettiği bu isyanın başlıca hedefi, Allah yolundan saptığı iddia edilen II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i alaşağı etmekti. Mehdi olarak ortaya çıkan Baba İlyas, peygamberlik iddiasında da bulunuyor ve müridlerince Resulullah olarak kabul ediliyordu. Hadisenin bu rengi almasında kuşkusuz, Türkistan’ın üçyüz yıldır büyük göçlerle sarsılmasının göçebe Türklerin munsubu oldukları İslâmiyeti yeterince özümsemesine imkân vermemesi önemli bir rol oynuyordu. Özünde yerleşikliği önceleyen İslâmiyet, malûm hayat şartlarında konar-göçerlerin dinlerinde toptan bir değişim yerine, yeni inanç unsurlarının şifahi yolla eskilere yamanması şeklinde yer buluyordu. Dolayısıyla Müslüman olduklarını söyleyen bu kitleler Baba İlyas’ın peygamberliğine, yenilmezliğine, hatta ölümsüzlüğüne inanabiliyorlardı. Bu konuya ilişkin yapılmış olan araştırmalarda, isyanın başladığı Adıyaman-KefersudMaraş bölgesinde hırıstıyanlığın muhtelif anlayışları, paganizmden kalan inançlar ve Batınîliğin karışımıyla bambaşka bir inanç sentezi oluştuğu ifade edilmektedir. Amasya yakınlarında Çat köyündeki tekkesinde yaşayan ve taraftar toplayan Baba İlyas, halifesi Baba İshak’ı isyanın başlatılması için gerekli hazırlıkları yapmak üzere Adıyaman bölgesine gönderdi. Türkmenleri bu zulüm idaresini yıkmak için açıkça isyana davet eden Baba İshak, Kefersud bölgesindeki Türkmenleri silahlandırıp harekete geçti. Adıyaman, Kâhta ve Gerger’i alıp Malatya’ya yürüdü. Baba İshak büyük tahribat yaparak ilerlerken üzerine gönderilen Selçuklu ordularını iki defa ağır yenilgiye uğrattı. Türkmenler Sivas’da da aynı şekilde başarı kazanıp Amasya’ya yöneldiler. Bunu gören başka Türkmen guruplar da onlara katılarak güçlerini artırıyorladı. Durumun vehâmeti II. Keyhüsrev’i acil tedbir almaya sevk etti. Mübarizeddin Armağanşah’ı Amasya sübaşılığına tayin ederek, isyanın elebaşının yok edilmesi emrini verdi. Baba İlyas yakalanıp öldürüldü ve cesedi kale burcunda teşhir edildi. Ancak Baba İshak önderliğinde ilerlemekte olan isyancılar buraya vardıklarında onun cesedini bulamayınca, göğe çıkıp meleklerin yardımını temin edip geri geleceğini söyleyerek direnmeye devam ettiler. Sonra intikam almak üzere devletin merkezine yöneldiler. Dehşete kapılan sultan, Beyşehir yakınındaki Kubâdâbâd’a kaçtı. II. Keyhüsrev, Moğol istilâsına karşı Erzurum’da bulundurulan ordunun gelmesini emretti. Sivas’ta donanımları takviye edilen ordu Kayseri üzerinden Kırşehir’in Babaîlik bir tarikat adı olmayıp, diğer Türkmen dervişleri gibi Baba unvanı taşıyan Baba İlyas ve Baba İshak’ın adına nisbetle böyle anılmıştır. Zaten her iki şeyhin de Vefâiyye tarikati mensubu oldukları bilinmektedir. 140 Türkiye Selçuklu Tarihi kuzeydoğusundaki Malya ovasına ulaştı. İnançları bakımından etkilenmeleri söz konusu olan Selçuklu/Türk askerlerinin cesaretlerini artırmak ve karşı tarafa geçmelerini önlemek için ön saflara Gürcü ve Frank askerler yerleştirildi. Onlar bile Babaîler’in dini propogandalarının etkisinde kalarak, alınlarına haç çizmek suretiyle kendilerini yüreklendirmek ihtiyacı duymuşlardı. Fakat ilk çarpışmalarda ölümsüz denilen Babaîler’in basbayağı öldüklerini gören Selçuklu ordusu topyekün hücuma geçti. Kaçabilen çok az sayıda insan, kadınlar ve küçük çocuklar dışında, Baba İshak’la birlikte isyancıların tamamı kılıçtan geçirildi (1240). Sizce Babaî ayaklanmasının yol açtığı olumsuzluklar nelerdir? Babaî Ayaklanması hakkında detaylı bilgi için bkz. A.Y. Ocak Babaîler İsyanı Aleviliğin Tarihsel Altyapısı yahut Anadolu’da Türk-İslâm Heterodoksisi’nin Teşekkülü, İstanbul 1996. Baba İlyas’ın bu hareketi ölümünden sonra oğlu ve hayatta kalan halifeleri tarafından yaşatılmıştır. Bu Türkmenler Orta ve Batı Anadolu’da Abdalân-ı Rum, Bektaşilik ve Osmanlılar döneminde Kızılbaş olarak adlandırılan zümrelerin temelini teşkil ettiler. Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi’nin 1233 yılında yazdığı Menâkıbü’l-kudsiyyede ve aynı aileden gelen Âşıkpaşazâde’nin eserlerinde ona ve tarikatine dair bilgiler mevcuttur. Türkiye Selçuklu Devleti’nin en kudretli zamanında ortaya çıkan bu Türkmen ayaklanması zorla da olsa bastırılabilmiş; fakat idari, askeri, iktisadi ve sosyal tüm aksaklakıları da gözler önüne sermişti. Bu isyanın en olumsuz sonuçlarından biri de, o güne kadar Türkiye hudutlarını aşmaya pek cesaret edemeyen Moğollar’ın harekete geçmesine fırsat vermesi olmuştur. İsyanı bastırmak için Erzurum’daki ordunun çekilmiş olması Moğollar’ın daha ilk teşebbüslerinde başarı kazanmalarını sağladı. MOĞOL İSTİLÂSI Moğol istilâsı XIII. yüzyılda meydana gelen; bütün Türk-İslâm dünyası ve hatta dünya tarihi açısından en önemli olaydır. 2 Resim 6.2 Sahip Ata Fahreddin Ali’nin Konya’da yaptırdığı İnce Minareli Medrese 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 141 İslâm kaynaklarının Tatar olarak adlandırdığı Moğolların menşei meselesi ve erken dönem tarihleri karanlıktır. Dilleri Ural-Altay dil ailesinden Tunguzca, Korece ve Türkçe ile bazı benzerlikler gösterir. Çin kaynaklarında ilk olarak küçük bir kabilenin adı olarak geçer. Orta Asya’da Türk boylarının doğusunda oturlardı ve aralarındaki sınır Kingan Dağları’ydı. Büyük Hun İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra Siyen-pi ve Juan-Juanlar vasıtasıyla sınırı daha batıya kaydırdılar. Göktürk ve Uygurların idaresinde kalarak Türk kültüründen önemli ölçüde etkilendiler. Ön-Moğol kabilelerinden Karahıtaylar ve Cürcenler Kuzey Çin ve İç Asya’da bazı hâkimiyetler kurdular. Ancak tüm Moğol kabilelerini 1206’da kendisini han ilan eden Cengiz Han birleştirdi. Kırgız, Merkit, Nayman ve Uygurları idaresi altına aldı. Cihân hâkimiyeti davasıyla ortaya çıkan Cengiz Han Türkistan’da Karahanlı topraklarına da egemen olan Karahıtayları ortadan kaldırdı. Böylece Maveraünnehir’de Hârizmşahlarla sınırdaş oldu. 1218’de bir Moğol ticaret kervanınındaki 405 kişinin Hârizmşah’ın emriyle kılıçtan geçirilmesi ve Moğol elçilerinin öldürülmesi tarihe Otrar faciası olarak geçti. Maveraünnehir büyük yağma ve katliamlar eşliğinde, intikam için ilerleyen Moğollar’ın eline geçti. Alâaddin Muhammed’in sığındığı bir adada ölmesi üzerine, oğlu Celâleddin Mengüberti mücadeleyi devam ettirdi. Hârizmşah on yıl boyunca zaman zaman mucize başarılar kazanarak savaşmasına rağmen, 1228’de bir daha toparlanamayacak şekilde hezimete uğradı. Hârizmşah’ın bundan sonra zorunlu olarak Selçuklu tarafına yüklenmesi,Yassıçimen’de her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. Böylece Selçuklular Moğollarla komşu oldular. Sultan Keykubâd, Moğollarla arasındaki tampon gücün yıkılması üzerine, bu göçebe istilâsının arzettiği tehlikelere vâkıf bir hükümdar olarak, Moğol hanının il tutma teklifini kabul etti. Kendi ömrü vefa etmedi, fakat cevabı aynı siyaseti takip eden II. Keyhüsrev gönderdi. İl tutma Moğolların kendileriyle dost olmayı kabul eden hükümdarlarla yaptıkları, hana yılda bir kere hediyeler (vergi) vermeyi taahhüt eden bir çeşit tâbiiyet anlaşmasıdır. Resim 6.3 Muineddin Pervâne’nin Tokat’ta inşa ettirdiği Gök Medrese 142 Türkiye Selçuklu Tarihi Moğollar kendilerini uzun zaman uğraştıran Celâleddin Hârizmşah’ı ortadan kaldıran Sultan Keykubâd’a büyük saygı duyuyorlardı. Bu yüzden de bütün Türkistan, Horasan, İran ve Orta Avrupa’ya kadar, istilâ ettikleri yerleri ateşe verip kan gölüne çeviren Moğollar, henüz Türkiye hudutlarını geçmekte tereddüt ediyorlardı. Onlara bu cesareti Selçuklu Devleti’nin Babaî ayaklanması sırasında gösterdiği zaaf verdi. Sultan Keyhüsrev, Moğolların Gürcistan-Azerbaycan havalisini yağmalamaları üzerine tehlikeyi sezerek, Sinâneddin Yakut’u Erzurum sübaşılığına tayin edip savunma tedbirleri almasını istedi. Erzurum doğu-batı ticaret yolunun merkezlerinden ve Anadolu’nun giriş kapısı olması bakımından son derece stratejik bir mevkideydi. Ancak anlaşıldığı kadarıyla yeterince takviye edilemeyen şehir, 1242 sonbaharında Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu tarafından kuşatılıp alındı. Şehirde büyük katliam yapan Baycu işlerine yarayabilecek zenaatkârlar ve köle olarak kullanacakları çocuklar hariç, kadın erkek herkesi kılıçtan geçirip, heryeri yağmaladıktan sonra surlarını tahrip edip yaktırdı. Baycu kış yaklaştığı için daha ileri gitmeyip Mugan’daki kışlağına döndü. Kösedağ Savaşı Moğollar Erzurum düştükten sonra Mugan’a çekilmiş olsalar da, bu zaferden aldıkları cesaretle baharla birlikte Anadolu’ya geleceklerine şüphe yoktu. Bu arayı hazırlık için fırsat sayan sultan, devlet adamlarını toplayarak durumu etraflıca müzakere etti. Bu uğurda müttefikler bulabilmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan, Müslüman, Hıristiyan tüm tâbilerinden yardım istenmesine karar verildi. Selçuklu Devleti zarar görürse kendilerinin de bu işten kurtulamayacağı hatırlatılarak Meyyâfârikîn melikine Ahlat’ı, Mardin Artuklu beyine Resülayn’ı vermeyi teklif ederken, hepsine çok miktarda paralar da verildi. Nihayet kış boyu hazırlanan ve mevcudu 70.000’i geçen Selçuklu ordusu Kayseri’de toplandı. Burada ordunun temelini oluşturan iktalı askerler, sultan ve beylerin hassa kuvvetleri, Gürcü ve Frank paralı askerler vardı. Ayrıca Kilikya Ermenileri ve Eyyûbîlerin yardım birlikleri beklenmekteydi. Nitekim ordu Sivas’ta iken Haleb melikinin 3.000 kişilik yardım kuvveti yetişti. Bu sırada Ermeni ve Gürcüler’in de içerisinde bilindiği Moğol ordusunun harekete geçtiği haberi ulaştı. Bunun üzerine toplanan harp meclisi durumu müzakere etti. Tecrübeli devlet adamları, Moğol ordusunun Sivas’ta beklenmesi, derbendler tutularak zayiat verdirildikten sonra yorulan düşmanla Sivas’ta karşılaşmayı önerdiler. Ümerâ çekişmesi burada da kendisini gösterdi ve hükümdarın çok yakınında bulunan bazı emirler, ihtiyatlı davranmak isteyenleri korkaklıkla itham edip, Erzincan’ın tahribine göz yumulmaması gerektiği, hatta Moğolları kendi karargâhlarında basmak gerektiğini söyleyerek Keyhüsrev’i de galeyana getirdiler. Nihayet hükümdarın da muvafakatıyla Moğollara karşı harekete geçildi. Kervan yolunu takip ederek ilerleyen Selçuklu ordusu Kösedağ mevkiine gelince otlak ve sulak bir mevkide, arkası Kösedağ’a dayalı olarak uygun bir yerde ordugâh kurma imkânı buldu. Süratle Erzincan’ı geçip Sivas’a doğru ilerleyen Moğollar da Selçuklu ordusuna yakın Akşehir ovasına ulaştılar. Bunun üzerine emirlerden savaş tecrübesi zayıf olanlar hemen saldırıya geçilmesini isterken, diğerleri ordunun savunmaya elverişli konumunun bozulmamasını, düşman saldırısının beklenmesi görüşünü ileri sürüyorlardı. Fakat 20.000 kişilik Selçuklu öncü birliğinin saldırıya geçmesine karar verildi. Moğol ordusunun mevcudu Selçuklu ordusunun belki yarısı kadardı. Fakat Moğol komutanı Baycu, Selçuklu öncü birliklerini, aslında Türklerin başlıca harp taktiği olmasına rağmen, her nasılsa unuttukları sahte riDanişmendli uç beylerinden birinin oğlunun “Eğer Allah onlarla olsa bile Tatarları yenerim” şeklinde haddini çok aşan pervâsız sözler sarfettiği söylenir. Kösedağ Zara ve Suşehri arasında bir dağdır. Sivas’ın yaklaşık 80 km. doğusunda, Yassıçimen’e çok yakın bir yerdir. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 143 catle pusuya düşürerek imha etti. Bir çok komutan hayatını kaybetti. Bu sırada savaş alanına henüz gelen 3.000 kişilik Kilikya Ermeni kuvvetleri savaşa girmeden kaçtılar. Dağdaki ordugâhından savaşı izleyen sultanın bu beklenmedik bozgun üzerine, mendilini yüzüne kapatıp ağladığı rivayet edilir. Mübarizeddin Çavlı kendisine ne yapılması gerektiğini soran II. Keyhüsrev’e, bunun için vaktin geçtiğini, zamanında sözlerine itibar edilmediğini söyleyip serzenişte bulundu. Bunun üzerine artık yapacak bir şey kalmadığını gören sultan ağırlıklarının önemli bir kısmını ordugâhta bırakıp, Tokat’a doğru kaçtı. Bir kısım Selçuklu askerleri sultanın gittiğinden habersiz tepelerde bir müddet daha Moğollara karşı koydular. Ancak durumu öğrenince onlar da bozgun halinde savaş meydanını terk ettiler (3 temmuz 1243). Moğollar ertesi gün terk edilmiş Selçuklu ordugâhına, tuzak olabileceği ihtimâline karşı saldırmakta tereddüt ettiler. Gerçeği anlayınca 3000 deve yükü ve bir ev dolusu olduğu rivayet edilen altın ve gümüş ile ancak 40 arabayla taşınabilen zırhlar ve ordugâhtaki her şey Moğolların eline geçti. Kısaca Selçuklu ordusu öncü birliğinin yenilmesinden sonra savaşa bile girmeyerek, hatta düzenli bir şekilde çekilmeyi dahi başaramadan tarihî bir hezimete uğradı. II. Keyhüsrev’in saltanat dönemini doktora tezi olarak çalışan Nejat Kaymaz, Kösedağ yenilgisinin sebeplerinden biri olarak, gulâm sistemi çerçevesinde ordunun soyca terkibinin gittikçe gayrı mütecanis bir hâle gelmesi konusuna vurgu yapmaktadır. Nitekim bu husus Selçukluların Gazneliler’le yaptıkları Dandânakân ve Bizansla yaptıkları Malazgirt savaşlarında karşı tarafın dezavantajı olarak ifade edilmişti. Başka bir söyleyişle o savaşlardaki Selçuklu ordusu terkibi ve idealleri bakımından son derece uyumlu olduğu için avantajlı durumdaydı. Kösedağ’daki devşirme ordu ise tamamen başkalaşmış bir yapı arzediyordu. Selçuklu Devleti’nin Moğollara Tâbi Olması Kösedağ bozgunundan sonra herkesten önce canını kurtarma derdine düştüğü anlaşılan Sultan II. Keyhüsrev, Tokat’tan Konya’ya dönmüş; başka bir rivayete göre de Alâiyye gitmiş, buradan İstanbul’a sığınmak için tedbirler almaktaydı. Oysa Moğollar Kösedağ gâlibiyetiyle yetinmeyip, ilerlemeye devam ederek yolları üzerindeki Selçuklu şehirlerini zabt etmeye koyulmuşlardı. Nitekim Baycu ordusuyla Sivas’a geldiğinde şehrin kadısı, vaktiyle Cengiz Han’dan aldığı bir yarlığı gösterip kıymetli hediyeler sunmak suretiyle yakılıp yıkılmasını engelledi. Selçuklu Türkiyesi’nin doğu-batı, kuzey-güney ticaret yollarının kavşak noktası olan ve I. Keykâvus’un devlet merkezi olarak kullandığı bu mamur şehir, yine de üç gün boyunca yağmalanmaktan kurtulamadı. Moğol ordusu buradan Kayseri’yi ilerledi. Şehir Câmedâr Kaymaz ve Ayaz adlı emirler tarafından müdafaya hazırlandı. Kayseri’nin kuvvetli bir garnizonu olduğu için Moğollar için kolay bir kuşatma olmadı. Baycu, muhasaranın uzaması üzerine şehri almayı ertesi yıla ertelemeyi düşünürken, Hacikoğlu adlı bir Ermeni mühtedi hayatının bağışlanması şartıyla içerideki durum hakkında bilgi verdi. Şehrin müdafası bu yüzden zayıflamaya başladı; herkes Moğollara sığınarak canını kurtarma derdine düştü. Mancınıklarla atılan taşlarla surlarda büyük gedikler açılırken Moğollar müdafileri ok yağmuruna tutarak içeri girdiler. Moğolların adeti olduğu üzere, bilhassa direnenler tamamen imha edilirken, işlerine yarayacak kadın ve çocuklar esir edildi. Selçuklu Türkiyesi’nin tıpkı Sivas ve Konya gibi büyük ve zengin şehirlerinden olan Kayseri yıkıma uğradı. Moğol ordusu buradan geri dönüş yoluna girdi. Kösedağ savaşından önce gelirken uğradıkları ve sadece haraç aldıkları Erzincan’a girip burayı da tarumar ettiler. Yarlığ Moğol hükümdarlarının, çeşitli vesilelerle tevcih ettikleri fermanlara verilen addır. 144 Türkiye Selçuklu Tarihi Kösedağ Savaşından sonra Moğol istilâsının dehşetinden Haleb istikametinde kaçan ahali Kilikya Ermenileri’nin baskınlarına uğrayıp kayıplar veriyor, Elbistan ve Ayntâb civarındaki Türkmenler de durumdan istifadeyle yolları kesiyorlardı. Malatya sübaşısı da Kösedağ yenilgisi ve sultanın kaçması üzerine, şehirdeki hükümdar sarayının hazinelerini yağmalayıp Haleb’e kaçmıştı. Sultanın Tokat’a doğru çekilirken yolda karşılaştığı Çaşnigir Mübarizeddin Çavlı’yı, Malatya-Elbistan havalisine beylerbeyi tayin etmesi bu olaylarla ilgili gibi görünmektedir. Savaştan sonra Amasya’ya kaçmış olan vezir Mühezibüddin Ali ise, Moğol istilâsının yayılma istidadı gösterdiğini ve tahribatın gittikçe büyüdüğünü dikkate alarak, Moğollar’la anlaşma yapılması gerektiğine karar verdi. Değerli hediyeler hazırlayıp Malatya kadısını da yanına alarak Moğol ordusunun ardına düşen vezir, Erzurum yakınlarında Baycu’ya yetişip onunla birlikte Mugan’a gitti. Selçuklu veziri Baycu’ya barış anlaşması yapmak istediklerini bildirdi. Yapılan pazarlıklar neticesinde Selçuklu sultanın Moğollara her yıl 360.000 dirhem haraç, 10.000 koyun, 1.000 sığır, 1.000 atdan başka deve, katır, av köpekleri, kıymetli kumaşlar göndermesi şartıyla anlaşmaya varıldı. Kaynaklarda Vezir Mühezibüddin Ali’nin gururlu bir şekilde Selçukluların gücünden bahisle Moğolları anlaşmaya ikna ettiğinden bahsedilmektedir. Ancak sonuç olarak Türkiye Selçuklu Devleti bu anlaşmayla Moğollar’a haraç vermek zorunda kalarak bağımsızlığını yitirmiştir. Üzerinde düşünülmesi gereken hususlardan biri de, güya Selçuklu Devleti’nin gücüne inanan ve en üst düzey makamlardan birinde bulunan bu devlet görevlisinin, Moğollara karşı mücadeleyi aklına bile getirmeyip, sultana danışmadan bir tâbiyet anlaşması yapmaya cüret etmiş olmasıdır. Fakat vezirin dönüşü ve Moğollarla anlaşma yapabilmiş olması devlet katında sevinçle karşılandı. Ancak bu anlaşmanın, galiba Baycu Noyan’ın tavsiyesiyle, Moğolların batıdaki en büyük temsilcisi Altınorda hanı Batu’ya da onaylatılması gerekmekteyti. Bu defa saltanat nâibi Şemseddin İsfahanî bu görevi üstlendi. İsfahanî, Batu Han’a II. Keyhüsrev’in bağlılığını bildirdi; o da sultana tâbi hükümdarlara verilen alâmetlerle birlikte, tâbilik statüsünü gösteren bir yarlığ gönderdi. Yukarıda gulâm ümerânın içerisinde yaşadıkları topluma ve ülkeye aidiyet hissiyle bağlı olmayıp, hayati önem arzeden konularda kendi menfaâtlerini gözettikleri ve bu durumun Moğol istilâsını kolaylaştırdığı ifade edilmişti. Nitekim Şemseddin İsfahanî de Batu Han’dan parlak unvanlar yanında, “ülkenin hâkimi” olarak tanındığını gösteren bir yarlığ almaya da muvaffak olmuştu. Bu durum Moğol yetkililerinin Selçuklu sultanlarıyla doğrudan değil, kendilerine daha çok hediye/rüşvet vermeyi vaad eden ümerâ aracılığıyla ilişki kurmayı tercih ettikleri veya ümerâ tarafından böyle davranmaya yönlendirildiklerini göstermektedir. Kilikya Seferi ve II. Keyhüsrev’in Ölümü Ermeni kralı Hetum, Kösedağ savaşından önce kendisinden istenen ve Selçuklu Devletine tâbi olduğu için göndermekle mükellef olduğu askeri yardım konusunda ayak sürümüş, gecikmeli gönderilen Ermeni askerleri savaşa girmeden kaçmışlardı. Bunun yanı sıra Şam (Suriye)’a ilticâ etmekte olan Müslüman ahali onların sınırlarından geçerken malları yağmalanıp öldürülürken kral, senelik vergisini de ödemeyip Moğollara bağlılık arz etmişti. Hetum ayrıca Moğollar Kayseri’yi kuşattığında burada bulunan ve kendisine ilticâ eden sultanın annesiyle kızını Moğollara teslim etmişti. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 145 İsfahanî, Altınorda hanının yanından döndükten sonra, Ermeniler artık Moğollar’a bağlandıkları için, muhtemelen hanın onayını almış olarak, Kilikya Ermenileri’ni cezalandırmak üzere bir sefer yapmaya memur edildi. Bu arada Mühezibüddin Ali öldüğü için onun yerine vezirliğe tayin edilen İsfahanî, Ereğli üzerinden Çukurova’ya girdi. Tarsus’a kadar her yeri fethetti. Bu şehri de kuşatma altına aldı. Birkaç ay süren kuşatmadan sonra Tarsus düşmek üzereyken, II. Keyhüsrev’in öldüğü haberi geldi. Vezir bu haberi saklayarak II. Hetum’a anlaşma teklif etti. Çok müşkül durumda bulunan kral birkaç küçük kaleyle birlikte Prakana’nın Selçuklulara iadesini; yıllık vergiyi vermedikleriyle birlikte ödemeyi kabul etti. Bu sefer sırasında Alâiyye’de bulunan II. Keyhüsrev 25 yaşı civarında vefat etti. Kaynaklar onun devleti çok kısa bir sürede çöküntünün eşiğine getiren hatalarını gençliğine, cahilliğine, kötü ahlâklı insanlarla düşüp kalkmasına ve biraz da aklının kıt olmasına bağlarlar. İçki ve sefahâte düşkün olduğu, vahşi hayvanlar besleyip onlarla oynadığı; hatta ölümünün de böyle bir yaralanmadan kaynaklandığı rivayeti vardır. Türkiye Selçuklu Devleti, sistem odaklı bir idarî yapılanma gerçekleştirebilmiş olsaydı, deli bir hükümdar dönemini bile sorunsuz olarak atlatabilirdi. Ayrıca dokuz yıllık saltanatı süresince edindiği tecrübe bile, böyle kritik bir zamanda devletin ihtiyaç duyacağı bir husustu. Fakat devlet mekanizmasının problemsiz işleyişinin güçlü bir hükümdarın varlığına endeksli olması, devleti kemâlin zirvesindeyken çöküşe götürecek şartları da içerisinde büyütecektir. II. Keyhüsrev’in Oğulları Arasında Saltanat Kavgaları Keyhüsrev öldüğünde oğullarının en büyüğü ve Rum bir papazın kızından doğmuş olan İzzeddin Keykâvus bile ancak sekiz yaşında idi. Onun küçüğü ve yine Konyalı bir Hıristiyan kadından dünyaya gelen Kılıç Arslan ile Gürcü Hatun’dan doğan Alâaddin Keykubâd da beş-altı yaşlarında idiler. Keyhüsrev, Gürcü kraliçesinin kızı ve babası tarafından da Selçuklu hanedanına mensub olmakla daha asil olan Gürcü Hatun’dan dünyaya gelen Alâddin’i, daha doğduğunda veliaht tayin etmişti. Şimdi sultanın ölümü üzerine tahta kimin geçeceği meselesi ortaya çıkmıştı. Fakat mücadele sultanın çocuk yaştaki oğulları arasında değil; saltanat değişikliklerinde artık yetişkin taht namzedlerinin bulunmamasından dolayı, çok daha etkin rolleri olan ümera arasında cereyan ediyordu. Bu emirlerin en kudretlisi Batu Han nezdinde tâbiyet anlaşmasını onaylatıp, kalem ve kılıç erbabı tüm devlet görevlilerini onun emri altına sokan olağanüstü yetkilerle vezirlik makamına tayin edilen Şemseddin İsfahanî idi. Kişiliği itibariyle diğer emirler arasında üstünlüğü bulunan Celâleddin Karatay’ın da destek vermesiyle veliaht Keykubad yerine, bu sırada Burgulu meliki olan Keykâvus’un tahta çıkarılmasına karar verildi. Vezir İsfahani makamınını korurken Karatay saltanat nâibi oldu. Bu sıralarda yeni Selçuklu sultanının da, Güyük Han’ın Moğol İmparatorluğu tahtına çıkması vesilesiyle yapılacak törenlere katılması için ard arda elçiler gelmekteydi. Vezir sultanın arkasında iki taht davacısını ve taraftarlarını bırakıp Karakurum’a gitmesini istemiyordu. Ayrıca Keyhüsrev’in vasiyetine aykırı yapılan saltanat değişikliğinin nelere mal olacağı tahmin edilemezdi. Bu sebeple Ermeni ve Rumların saldırıları mazeret gösterilerek, sultan yerine ortanca kardeş Kılıç Arslan, atabeyi Bahaaddin Tercüman’la birlikte Karakurum’a gönderildi. Bu arada Moğol yetkililerle yapılan görüşmeler sonunda, Selçuklu Devleti’nin ödemek zorunda olduğu vergi üç katı oranında artırılmış; ilave hediyelerin miktarı da o nisbette yükselmişti. Moğol yetkililere karşı sorumluluklar bununla da bitŞemseddin İsfahanî’nin olağanüstü yetkilerle vezirlik makamına atanması, büyük ihtimâlle Batu Han’dan aldığı ve ona “ülkenin hâkimi” unvanını veren yarlığın gereği olarak yapılmıştır. 1245’de şartları yenilenen bu anlaşmaya göre, doğrudan Karakurum’a ödenmek kaydıyla, 1.200.000 dirhem vergi, 500 top ipekli kumaş, 500 deve ve 5.000 küçükbaş hayvan verilecek; Anadolu’ya gelen Moğol elçilerinin her türlü ihtiyaçları da karşılanacaktı. 146 Türkiye Selçuklu Tarihi miyor; ülkeye sık sık gelen elçilerle maiyetlerinin ağırlanması, onları memnun etmek için birbirleriyle yarışan devlet görevlilerinin, çoğunlukla halkı soyarak topladıkları servet değerindeki rüşvetler de bunun cabasıydı. Devletin üç temel dayanağından birisi olmasına rağmen, devleti için için çürüten gulâm sisteminin arazlı yanları kaçınılmaz biçimde ortaya dökülüyordu. Nitekim vezirin Moğollara dayanarak sağladığı ve sultanı ikinci plâna iten konumu kısa süre sonra, devletin tepesinde yeni bir sarsıntı yarattı. Kendisi için rakip olarak gördüğü kimseleri acımasızca bertaraf etmeye başladı. Beylerbeyi Has Oğuz ve Atabey Ruzbe, birbirleriyle akrabalık kurdukları için güç birliği etmiş sayılarak ve tehdit unsuru olarak görülüp bertaraf edildiler. Fakat daha sonra vezirle bu cinayetlerde ortaklık yapan ve bazı imtiyazlar elde etmiş olan emirler de başkaları aracılığıyla yok edildi. Şemseddin İsfahanî bir adım daha ileri giderek, çocuk sultanın annesiyle evlendi. Bazı emirlerin bertaraf edilmesini sağlayıp beylerbeyiliğe tayin edilmiş olan Şerefeddin Mahmud Erzincanî, bu olayı hanedana karşı saygısızlık addedip vezirle mücadeleye girdi. Erzincan’a dönüp kuvvet toplayan Erzincanî isyana kalkıştı ise de üzerine gönderilen kuvvetlere yenilip bertaraf edildi. Vezir İsfahanî artık Karatay gibi kıdemli emirlerin bile önünde diz çöktüğü, sultan edasıyla hareket eden rakipsiz bir mütegâllibe (zorba)hâline gelmişti. Ancak daha sonra yaşanacaklar bir despotun bile istikrar kaynağı olarak mumla aranabileceğini gösterecektir. Bu arada yanındaki heyetle Moğolistan’a varan Kılıç Arslan, Selçuklu Devletini temsilen hanın cülus törenine katıldı. Kılıç Arslan’ın atabeyinin Güyük Han’a, Keykâvus’un tahtı kanunsuz ele geçirdiği bilgisini vermesi üzerine; han Keykâvus’un azli, Kılıç Arslan’ın tahta oturması ve Şemseddin İsfahanî’nin öldürülmesi emrini verdi. Bunu sağlamak için Kılıç Arslan’a 2.000 kişilik bir Moğol askeri de verildi. Kılıç Arslan Sivas’a geldiklerinde sultan ilân edildi. İsfahanî Sultan Keykavus’la birlikte Alâiyye’ye çekilerek isyan etmeyi plânladı. Fakat Moğol elçileriyle Konya’ya gelen Bahaaddin Tercüman onu yakalatıp idam ettirdi (1249). Olağanüstü serveti müsadere edilip saraya nakledildi. Böylece Türkiye Selçuklu Devleti’nin idare mekanizmasını Moğollara dayanmak suretiyle alt üst eden, hükümdarın otorotesini elinde toplayan bu emir, kendisinin açtığı yoldan gidenlerin Moğollardan aldığı yarlığla bertaraf edildi. Ne yazik ki bu durum nisbi olarak iyi denilebilecek dönemlerde dahil olmak üzere, bir sarmal halinde devam etti. Moğol istilâsının Selçuklu ülkesinde bu kadar kolay sonuca ulaşmasının sebebi sizce nedir? Müşterek Saltanat Dönemi Vezirin öldürülmesi üzerine onun tahakkümünden kurtulan nâib Celâleddiin Karatay, şehzâdeler arasındaki bu sonuçsuz rekabeti bitirecek bir tedbir olarak, üç kardeşin bir arada tahta oturtulması için harekete geçti. Vezir İsfahanî’nin zulmünden dolayı taraftar toplamakta zorluk çekmeyen Kılıç Arslan’ın adamları, önce bu görüşü kabul etmelerine rağmen sonra vazgeçtiler. Sonunda iki kardeşin orduları Aksaray Hanı önünde karşılaştılar (14 Haziran 1249). Savaşı Keykâvus taraftarları kazandı ve Kılıç Arslan esir edildi. Devrin kaynaklarında anlatıldığına göre, iki kardeş karşılaşınca birbirlerine sarılıp ağladılar. Karatay bunun üzerine ortak hükümdarlık meselesini uygulamaya koyarak üç kardeşi birden tahta oturttu. Kendisi “Atabeg-i Rum” unvanıyla hepsinin atabeyi oldu. Diğer makamlara da çoğunlukla Karatay’la uyum içerisinde olan kimseler tayin edildi. Böylece nisbî bir sükunet 3 Karatay gulâm kökenli ümeranın özelliği haline gelen olumsuzlukların hiç birisine bulaşmamış değerli bir devlet adamıydı. Grek asıllı olmakla birlikte Müslüman olup Türkleşmiş; devletin menfaatlerini kendi menfaatleri üzerinde tutan istisna bir kişilikti. Kayseri yakınlarında yaptırdığı muhteşem hanın açılışına, gurura kapılmaktan korkup gitmeyecek kadar mütedeyyin, mütevazi bir insandı. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 147 sağlanmış oldu. Hatta vezirliğe getirilen Nahcivanlı Kadı Necmeddin görevi kabul etmek için “ Ülke yabancı boyunduruğu altında zillet içerisinde iken, devletten maaş alan herkesin daha mütevazi bir hayat sürmesi” şartını koşmuştu. Ancak bu sırada Batu Han’dan İsfahanî’nin ölümünü soruşturmak için eçliler geldi. Vezirin ölüm emri Karakurum’dan geldiği için aslında soruşturma konusu olamazdı. Ancak hanın bu vesileyle onun müsadere edilen servetinden pay almak istediği anlaşılıyor. Bunun üzerine Tuğraî Şemseddin Mahmud ve Moğollardan mevki makam kapma sevdasında olan İsfahanî’nin adamları Batu Han’ın huzuruna gittiler. Kendisine takdim edilen değerli hediyeler, hana eski vezirin servetini unutturdu. Bu hizmeti yerine getirenler, Batu Han’dan aldıkları yarlığlarla önemli makamlara tayin edilerek döndüler. Buna göre Tuğraî Şemseddin Mahmud vezirliğe yükselirken, Şücâeddin Abdullah, Karatay’ın yerine nâib oluyordu. Diğer tayin edilenlerin de hemen hepsi İranlılardı. Ancak Konya’ya döndüklerinde meşru hükûmete karşı giriştikleri bu oldu bitti yüzünden tepki çekince, çoğu ikta bölgelerine çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada Erzincan serleşkerliği için çekişen kıdemli emirlerden Seyfeddin Torumtay ile eski vezir Mühezibüddin Ali’nin oğlu Muineddin Pervâne, Baycu Noyan’ın huzuruna çıktılar. Sultan artık bir sübaşının tayinini dahi yapamayacak kadar iktidarını yitirmişti. Pervâne’nin Baycu’ya gittiğini öğrenen Tuğraî ona rakiplerini gammazlayan şifreli mektuplar verdi. Fakat bu mektupların ele geçirilmesi üzerine Karatay Tuğraî’yi hemen tutuklattı. Ancak vezir, adamları vasıtasıyla durumundan haberdar ettiği Baycu’nun emriyle serbest bırakıldı ve onun yanına gitti. Bu arada Moğol kumandanların vergiler nizamî olarak ödenmesine rağmen, soygun düzeyindeki istekleri bitmiyordu. Bunun üzerine devlet adamları Emir-i dâd Fahreddin Ali’yi, meseleye çözüm bulması için Mengü Kağan’a gönderdiler. Nitekim daha sonraki bilgilerden Selçuklu yöneticilerinin isteklerine uygun bir yarlığ alındığı anlaşılmaktadır. Bu sırada Batu Han, kendisinin atadığı kimselere görev yaptırılmamış olmasının kızgınlığıyla Selçuklu sultanının bizzât gelmesi için sürekli elçiler gönderiyordu. Karatay bir Selçuklu sultanın Moğol hanının önünde eğilmesini yakıştıramıyor ve işi savsaklıyordu. Ancak Batu Han’ın ülkeyi istilâ edeceği tehdidi üzerine Sultan II. Keykâvus mecburen, devlete malî olarak da büyük yük getirecek olan yolculuğa hazırlandı. Sultan Moğol elçileriyle birlikte Sivas’a geldiğinde, atabeyi Karatay’ın ölüm haberi ulaştı (Kasım 1254). Atabeyinin himayesinden mahrum olarak ülkeden ayrılmasının sonuçlarını düşünen ve yolculuktan vazgeçen Keykâvus, Moğol elçilerine özür beyan edip hediyelerle uğurladıktan sonra geri döndü. Onun yerine küçük kardeşi ortak sultan II.Alâeddin Keykubâd, önce Saray’a oradan da Karakurum’a gitmek üzere yola çıkarıldı. Keykubâd yolculuk sırasında, bir suikast neticesinde hayatını kaybetti. Çeşitli rivayetler olmasına rağmen, Alâaddin’in veliahd ve Gürcü kraliçesinin torunu olması hasebiyle, Moğol hanı nezdinde daha çok kabul göreceği kaygısıyla, Keykâvus tarafından zehirlenmiş olması muhtemeldir. Atabey Karatay, gulâm ümeranın çocuk yaştaki şehzadeleri, taht kavgaları için kışkırtmalarının önüne geçerek, beş yıl boyunca nisbî bir sükunet sağlamıştı. Moğollar karşısında devletin saygınlığını zedeleyecek fiillerden uzak durduğu gibi, aksine hareket edenleri de engellemeye çalışmıştı. Bu büyük insanın gölgesinden mahrum kalan genç sultan, kaynakların ifadesine göre Hıristiyan dayıları Kir Kedid ve Kir Hâye’nin dalâletiyle, mübtezel insanlarla düşüp kalkmaya başlamış, sefahat âlemine dalmıştı. Dayılarının etkisiyle tecrübeli ümerayı yanından uzaklaştırıp, daha çok Rum asıllı köleleri hizmetine alıyordu. Onun bu hali Kılıç Arslan’ın taraftarlarının sayısını arttırmaktaydı. Keykâvus bunun üzerine Kılıç Arslan’ın sultanlık yetkilerini elinden alarak onu sarayda hapsetti. 148 Türkiye Selçuklu Tarihi Bu gidişattan hoşnut olmayan Kılıç Arslan’ın taraftarları onu Konya’dan kaçırıp, Kayseri’de sultan ilân ettiler. II. Keykâvus ona ülkenin doğusunda hüküm sürmek, hatta Kayseri ve Kırşehir’i de kendisine bırakmak şartıyla barış önerdi. Kılıç Arslan ise müzakerelerle zaman kazanarak savaşa hazırlandı ve tahtı ele geçirmek niyetiyle harekete geçti. Kayseri-Kırşehir arasında Ahmet Hisar ovasında meydana gelen savaşta Kılıç Arslan bir kere daha yenilip esir düştü. Keykâvus onu dayısı Kir Haye’nin gözetiminde Borgulu (Uluborlu) kalesinde hapse attı. Baycu Noyan’ın İkinci Anadolu Seferi Bu arada Moğol hükümdarı Mengü Kağan, Yakındoğu ve özellikle İslâm dünyasının daha sağlam bir şekilde Moğol idaresine bağlanması düşüncesiyle, kardeşi Hulagü’yu, batı bölgelerinin idaresiyle görevlendirmiş bulunuyordu. Hulagü ordusuyla birlikte Moğolistan’dan hareket edince, Baycu Noyan’a haber göndererek, Mugan yaylağını kendi ordusu için boşaltmasını istedi. Hulagü, Baycu’yu bu kadar zamandır islâm ülkelerini tam anlamıyla hâkimiyet altına alamadığı için azarlayıp, hemen Anadolu’ya girip kıyılara kadar her tarafı ele geçirmesini ve Bağdad’a düzenleyeceği seferden önce de ordusunun iaşesini hazırlamasını emretti. Baycu mecburen batıya, Anadolu’ya doğru çekilmeye başladı. Erzurum’a gelince de Sultan II. Keykâvus’a elçi göndererek, ordusu için yaylak ve kışlak gösterilmesini istedi. Bunun gerçekleşmesi hâlinde tâbiyet sürecinde, Moğol ordularının Anadolu’da beslenmesi gibi, altından kalkılması zor mali yükler getiren yeni bir aşamaya girilmiş olacaktı. Bu yüzden Baycu’nun Hulagü’nun gözünden düşmüş olmasına güvenen devlet adamlarının bir kısmı savaş kararı aldılar. Selçuklu ordusu, tecrübeli komutanlar Arslan-Doğmuş ve Yavtaş ile vezir Kadı İzzeddin, beylerbeyi Mihael Paleologos idaresinde Moğol ordusuna karşı ilerledi. Ordu, Konya-Aksaray arasına geldiğinde, ateşli bir savaş taraftarı olan Türkmen şahne idaresinde, Türkmenlerden mütşekkil bir keşif birliği gönderildi. Baycu da Keykâvus’un savaş hazırlıklarını haber almış ve bin kişilik bir öncü kuvveti çıkarmıştı. Selçuklu birliği Aksaray yakınlarında karşılaştığı Moğol öncüleri tarafından yok edildi (Ekim 1256). Ertesi gün Moğol ordusuyla yeniden savaşa giren Selçuklu ordusu, Kösedağ’daki gibi yüz kızartıcı bir yenilgiye uğradı. Kumandanların bazıları Keykâvus’tan incinmiş oldukları için bazıları da kendi aralarındaki çekişmeler yüzünden vazifelerini yapmamışlardı. Vezir ve bir çok emirle birlikte Selçuklu askerin çoğu Moğollar tarafından kılıçtan geçirildi. Hulagü’nun batıya tayiniyle İran Moğollarının kurulması Türkiye Selçukluları’nı nasıl etkilemiştir? Yenilgi haberini alan II.Keykâvus, hazinesini toplayıp Alâiyye’ye kaçarken, Baycu Konya önlerine geldi. Konya ileri gelenleri, ahalinin canını kurtarabilmek için ellerinde ne varsa toplayıp, rivayete göre dört katır yükü kırmızı dinarı Baycu’ya verdiler. Moğol komutanı katliama izin vermediyse de şehir yağmalanmaktan kurtulamadı. Baycu Sultan Hanı düzlüğünü kışlak seçip oraya çekildi. Bu sırada Atabey Arslan-Doğmuş Borgulu’ya gelerek Kılıç Arslan’ı hapisten çıkarttı. IV. Kılıç Arslan burada toplanan diğer ümeranın da onayıyla, Konya’ya getirilip Selçuklu sultanı ilân edildi. Arslan Doğmuş atabey olarak kalırken, İranlı emirlerden Nizameddin Hurşid nâibliğe, Muineddin Süleyman da pervaneliğe yükseldi. Hülagü 1256’da, aileleriyle birlikte mevcudu bir milyonu bulan, geri dönüşsüz ordusuyla İran’a gelince; İran Moğolları veya hanlarının unvanına nisbetle İhanlılar olarak adlandırılan hanedan kurulmuş oldu. Gâzân Han zamanında (1295-1304) Müslüman olan İlhanlılar, 1335 yılında Ebû Sâid Bahadır Han’ın ölümü üzerine parçalanıp yıkıldılar. Mihael Paleologos, İznik hükümdarı II. Laskaris’e isyan edip başarısız olunca kardeşiyle birlikte II. Keykâvus’a sığınan bir Bizanslı idi. Sultan tarafından önemli mevkilere getirilen Paleologos, 1258’de İznik tahtını ele geçirmiş; 1261’de Latinler’i İstanbul’dan kovduktan sonra da Bizans imparatorluk tahtına oturmuştu. 4 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 149 Fakat Kılıç Arslan’ın hükümdarlığını Baycu’ya onaylatmak kolay olmadı. Zira Hulagü’nun emri gereği Anadolu’da otoritenin tam anlamıyla sağlanması gerekiyordu. Oysa II. Keykâvus Antalya-Alâiyye civarında bir tehdit olarak dolaşıyordu. Baycu, Keykâvus’un ele geçirilmesini istediği için, Anadolu’dan ayrılıncaya kadar Kılıç Arslan’ın Konya’ya gitmesine izin vermedi ve Ilgın’a bağlı Kızıl-Viran’da oturmaya mecbur etti. Hatta Kılıç Arslan’a, ağabeyini Baycu’nun huzuruna getirtebilmek için mektuplar yazdırıldı. Ünitenin sonunda okuma parçası olarak verilen mektubun içeriği, devletin içerisinde bulunduğu durumu bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Bu vaadlere kanmayan ama kurtuluş ümidi de kalmayan Keykâvus, İznik Rum hükümdarına sığındı. Gerçekten de II. Keykâvus’un kötü ahlâkı ve mübtezel yaşayışına, hiçbir savaşa girmeye cesaret edememesine rağmen, sadece Moğollar’la mücadeleyi teşvik ettiği için, Moğol karşıtı cephenin umudu olabilmesi, durumun vehametini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Pervâne Müineddin Süleyman Dönemi IV. Kılıç Arslan’ın saltanatı döneminde Nizameddin Hurşid ve Muineddin Pervâne gibi İranlı ümera, zaten yok mevkiinde olan sultan adına devletin dizginlerini tamamen ellerine geçirdiler. Pervâne ve nâib, Baycu hem Aksaray kışlağındayken, hem Bağdad seferi için Anadolu’dan ayrılırken ahaliyi soyup, canını çıkararak topladıklarıyla onun iaşesini sağlamayı ihmâl etmediler. Fakat Baycu ayrıldıktan sonra Anadolu’da kalan Moğol komutan Hoca Noyan, zulme varan icraâtları nedeniyle, Pervâne ve nâib Nizameddin Hurşid tarafından gizlice zehirlendi. Moğollar tarafından yapılan soruşturma neticesinde nâib suçlu görülerek öldürüldü. Bundan sonra Türkiye Selçukluları’nda, devletin yegâne hâkimi olan Pervâne Muineddin Süleyman’ın tek başına iktidar olduğu dönem başladı. Pervânelikten sonra vezirliğe de atanmasına rağmen, bu unvan tuhaf bir şekilde onun gücünü simgeleyen ve kendisiyle özdeşleşen bir isim haline geldi. Ülkenin Yeniden Kardeşler Arasında Bölünmesi II. Keykâvus, Baycu Noyan Anadolu’dan ayrılır ayrılmaz, yanına sığındığı İznik İmparatoru Mihael Paleologos’dan sağladığı 3.000 kişilik bir Frank kuvvetiyle tahtını geri almak için harekete geçti. Pervâne bunun üzerine sultanı da yanına alıp, efendisinden yardım almak üzere Konya’dan ayrıldı. Keykâvus ise sevinç gösterileri arasında başkente girdi (Mayıs 1257). Kılıç Arslan taraftarlarına karşı tasfiyeye girişen Keykâvus, ülkede hâkimiyetini genişletmeye başladı. Pervâne ve Kılıç Arslan ise Hemedan’da Hulagü’nun huzuruna çıkarak yardım istediler. Ondan IV. Kılıç Arslan’ı, Selçuklu Devleti tahtına tek başına atadığına dair bir yarlığ almayı başardılar. Fakat Han Bağdad seferine gitmekte olduğu için askeri yardım sonraya kaldı. Pervâne ve Kılıç Arslan kışı çok zor şartlarda Erzincan’da geçirmek zorunda kaldılar. Hulagü Bağdad’ı zabt ettikten sonra onlara 1.000 kişilik bir yardım gönderdi. Pervâne, sultanla birlikte kendi ikta merkezi Tokat’a gitmeye karar verdi. Ancak Yıldızdağı mevkiinde Keykâvus’un ordusuna yenildi ve Tokat düştü. Tekrar Moğol hanının katına varan Pervâne bu defa 10.000 kişilik bir yardım almayı başardı. Ordu tam Konya üzerine yürüyecekken; dört yıl önce II. Keykubâd’ı Batu Han ve Mengü Kağan’a götüren heyetin ülkeye döndüğü haberi geldi. Keykâvus’un atabeyi Seyfeddin Torumtay ve vezir Şemşeddin Mahmud (Tuğraî)’un da içerisinde bulunduğu bu heyet, Keykubâd öldükten sonra yoluna devamla Karakurum’a gitmiş; iki şehzâdenin taraftarları, kendi çıkar çatışmaları yüzünden 150 Türkiye Selçuklu Tarihi devletin itibarını beş paralık etmişlerdi. Nihayet Mengü Kağan, Moğollar’a karşı savaşı teşvik ettiği için Keykâvus’a kızıp, Kılıç Arslan’ı tek başına Selçuklu tahtına tayin etti. Ancak heyetin dönüşte yanına uğradığı Hulagü, bu yarlığı Şemseddin Tuğraî’nin elinden aldı; el-Cezire ve Suriye’ye düzenleyeceği sefer öncesinde her iki hükümdarın da huzuruna gelmesini istedi. Pervâne, vezir Şemseddin Mahmud (Tuğraî) ve Kılıç Arslan tarafından davet edilen Keykâvus’la dolaylı olarak yapılan görüşmeler sonunda, ülke Kızılırmak sınır olmak üzere ikiye bölündü (1258). Keykâvus bütün tehlikeleri göze alarak, diğerlerinden önce Irak’ta bulunan Hulagü’nun yanına gitti. Onu haklı bulan Hulagü, hükümdarlığa onu atadı. Ancak arkadan yetişen Kılıç Arslan’ın adamlarını, özellikle de Pervâne ve veziri dinleyen han, bu defa ülkeyi kardeşler arasında bölen bir yarlığ verdi. Yönetme-yönetilme iradesini temsil eden ve bu anlamda devletin bizâtihi kendisi olan hükümdarın, kendi ümerası ve Moğollar karşısındaki durumu, fiilî olarak yokluğa işaret ediyordu. Fakat devlet için bundan daha tahripkâr olan bir başka husus, gulâm emirlerin devleti müstevlilerin önüne atmasıydı. Nitekim Moğol istilâsı önünden kaçıp geldikleri Anadolu’da en üst mevkileri elde eden Pervâne, babası ve diğer İranlılar, Selçuklulara bundan ötürü zerre miskal vefa göstermiyor; daha fazla menfaat sağlamak için yeni efendilerine yaltaklanmaktan da utanç duymuyorlardı. Nitekim Pervâne, Hulagü’yu Moğolların vergi ve diğer alacaklarının kolaylıkla tahsili için, Anadolu’nun idari olarak ikiye bölünmesinin faydalı olacağına ikna etti. Pervâne Muineddin’in, Selçuklu tarihinin on yıllık bir dönemine vurduğu damganın mahiyeti de buradan anlaşılmaktadır. Bu görüşmeler sırasında Selçukluların ödemek zorunda oldukları vergi arttırılmadıysa da, 16 yıldır postu soyulan, iliği-kemiği sömürülen; idarî-siyasî ve sosyal düzeni alt üst olan devletin, bu kadarını ödemeye bile gücü yoktu. Fakat dizginler bir kere müstevlilerle onların maşalarına kaptırılmıştı. Hulagü iki sultanı da Suriye, el-Cezire seferine katılmaya mecbur etti. Ayrıca onları bu savaşların masrafları için kendi hazinesinden 5.000.000 dirhem borçlandırdı. Kısaca iki sultanın üstlendikleri yükümlülükler, elde ettikleri menfaatlerle kıyaslanamayacak kadar ağırdı. Bu görüşmelerde ibretlik bir olay daha yaşandı. Vezir Şemseddin (Tuğraî), Selçuklu sultanlarını zorla borçlandıran Hulagü’ya, bu harp masraflarına katılmak üzere gönüllü olarak borçlanmıştı. Öldüğünde ilhan tarafından Selçuklu sultanlarının borç hanesine yazılan bu rüşvet ve yüz kızartıcı eylem, ona iki sultanın vezirliğine tayin edilmesini sağladı. 1259-1260 yıllarında iki Selçuklu hükümdarı, Pervâne ve vezir; Moğollar adına Ermeni kralı II. Hetum ve Antakya Haçlı prinkepsiyle aynı saflarda, Meyyâfârikîn, Halep ve Şam’ın zabtına katıldılar. Nihayet Mengü Kağan’ın ölümü üzerine seferi bırakan Hülagü, Selçuklu sultanlarına da ülkelerine dönüş izni verdi. II. Keykâvus’un Ülkeden Ayrılması Aynı sene her iki sultanın da veziri olan Şemseddin Tuğraî vefat edince, Keykâvus kardeşiyle olan bağlarını kopardı. Hulagü’ya danışmadan nâib Fahreddin Ali’yi vezirliğe getirdi. Kılıç Arslan’ın vezirliğine ise Moğol hükümdarının takdiriyle, Muineddin Pervâne tayin edildi. Hulagü, vergilerin toplanması ve diğer yükümlülüklerin yerine getirilmesini sağlamak üzere, bir İranlıyı vezir ve emir payesiyle Anadolu’ya gönderdi. Bu arada Pervâne, II. Keykâvus’tan kurtulmak için onu, Türkmenlerle işbirliği ettiği iddiasıyla devamlı Moğollara ihbar ediyordu. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 151 Bu arada Altınorda Hanı Berke Müslüman olduğu için, Hulagü ile arası açılmış, sonra Memlûklerle ittifak etmiş; hatta Hulagü’yu savaşta yenilgiye uğratmıştı. Ayrıca Hulagü’nun Suriye seferinden dönerken, Ket Boğa idaresinde bölgede bıraktığı ordu, Memlûk ordu komutanı Baybars tarafından Ayn-ı Câlût denilen yerde hezimete uğratıldı ( Eylül 1260). Bu Moğollar’ın Suriye’den sonra Mısır’ı da istilâ etme emellerinin önüne set çekerken; İslâm dünyasında Moğollar’ın yenilmezliği efsanesini yok etti. Moğollar bundan sonra da, Suriye’de Memlûklerle girdikleri mücadelede kaybeden taraf oldular. İlhanlıların bu durumundan cesaret alan II. Keykâvus yeniden isyan bayrağını açtı. Sultan Kubâdâbâd’da iken Moğol görevliler gelerek yıllık vergiden payına düşen miktarı, Hulagü’dan aldığı borcun taksidini ve ölen vezirin borcunun yarısını ödemesini istediler. Keykâvus önce merkezi Tokat’ta bulunan Kılıç Arslan’dan tahsilât yapılmasını söyleyip ödemeyi reddetti. Buna öfkelenen Hulagü’nün, huzuruna gelmesi için yaptığı çağrıya uymak konusunda tereddüt eden Keykâvus’un üzerine, Alıncak Noyan idaresinde 10.000 kişilik ordu sevk edildi. Veziri Fahreddin Ali’yi orduyla onlara karşı gönderdiyse de, onun için artık çıkış yolu kalmadığını düşünen vezir de Kılıç Arslan’ın tarafına geçti. Bunun üzerine Alâiyye’ye kaçan II. Keykâvus, Memlûk sultanı Baybars’ın davetine rağmen, İstanbul’u tercih etti ve Kırım’da 1280’de ölümüyle bitecek olan maceralı sürgün hayatı başlamış oldu. IV. Kılıç Arslan’ın Saltanatı Keykâvus’un Konya’yı terk etmesi üzerine taraftarlarıyla şehre giren IV. Kılıç Arslan yeniden tek başına hükümdar oldu (Ağustos 1261). Pervâne hükmetmek için makama ihtiyacı bulunmadığından vezirliği, Keykâvus’u terk edip kendilerine katılan Fahreddin Ali’ye verdi. Derhâl Keykâvus taraftarlarına karşı bir tasfiye hareketi başladı. Diğer taraftan eski sultanın bazı adamları da kuvvet toplayarak yer yer isyanı sürdürüyorlardı. Moğol istilâsının önünden kaçıp ülkenin güney ve batısına yığılan Türkmenler, bir yandan Ermeni ve Bizans sınırlarında fetihler yaparken, diğer yandan da kendilerine baskı yapan devlete ve Moğol yönetimine karşı ayaklanıyorlardı. Türkmenlerin Selçuklu idaresine ve Moğollara karşı isyanları 7. ünitede anlatılacağı için burada diğer olaylardan bahsedilecektir. Anadolu’da bulunan ve bir yandan Selçuklu yöneticileri denetleyen ve gerektiğinde yardım eden bir Moğol tümeni (10.000) Selçuklu askerleriyle birlikte Türkmenler’i tenkil ediyor; olaylar kısa süre durulduktan sonra başkıldırılar yeniden alevleniyordu. Devletin tüm üst düzey kadrolarını kendi adamlarına dağıtan Pervâne, sadece Moğol hanına karşı sorumluluydu. Genç sultan kendisine iktidarı sağlayan Pervâne’ye minnetar olmakla birlikte, onun özellikle ülke topraklarını geniş iktalar ve mülkler halinde kendi adamlarına dağıtmasından artık rahatsızlık duyuyordu. Nitekim rahatsızlığını da göstermeye başlamıştı. Kılıç Arslan 1265 yılında Pervâne’yle birlikte, tahta geçen Abaka’nın cülus töreni için Tebriz’e gitti. Sultan ülkesine dönerken Pervâne bir müddet daha Abaka’nın yanında kaldı. Onun güvenini kazanmayı başaran Pervâne, artık mutlak iktidarının önünde engel olarak gördüğü Kılıç Arslan’ın tasfiye edilmesi için izin aldı. Bunu yaparken de onu Baybars’la işbirliğiyle itham etti. Bu sayede ona, gerekirse sultanı ortadan kaldırmak için yetki verildi. Pervâne, 1259 yılında Trabzon Rumları’nın işgâl ettiği Selçuklu liman şehri Sinop’u kurtarmak için de Abaka’dan bir yarlığ aldı. Ayn-ı Câlût savaşı şüphesiz Moğollar’ın İslâm dünyasındaki ilerleyişini durduran bir dönüm noktasıdır. Fakat bu olay Suriye’de durdurulan ve Mısır yolu kapanan Moğolların, Türkiye’ye daha fazla yönelmelerine ve güç yığmalarına sebep olmuştur. 152 Türkiye Selçuklu Tarihi 1266 yılında karadan ve denizden kuşattığı Sinop’u fetheden Pervâne, sultandan şehrin kendisine temlik edilmesini istedi. Kılıç Arslan istemediği halde temlik menşurunu göndermek zorunda kaldı. Kısaca Pervâne sultanı hanedanın meşruiyetinden yararlanabilmek için bir kukla olarak kullanıyor; bundan rahatsız olan Kılıç Arslan da rahatsızlığını dile getirip, hatta Abaka’nın huzuruna şikâyete gideceğini söylüyordu. Bu durum sultanın sonunu hazırladı. Handan gelen bir yarlığın görüşülmesi için Aksaray’a çağırılan ve burada sözde muhakeme edilen Kılıç Arslan, suçlamaları reddetmesine rağmen önce içkisine zehir katılmak suretiyle zehirlenmiş; darbedildikten sonra da yay kirişiyle boğularak öldürülmüştür. Daha sonra Konya’ya götürülüp Sultanlar Türbesine gömülen Kılıç Arslan’ın içkiden öldüğu duyurulmuştur (Ağustos 1266). IV. Kılıç Arslan kendisini salatanata kavuşturan Pervâne ve Moğollar eliyle bu defa hayatını kaybetti. Gulâm ümeranın devlete tam anlamıyla tasallut ettiği dönemde ve çok küçük yaşlardan itibaren bazen ölümün kıyısında, bazen tahtın üzerinde bir hayat geçiren Kılıç Arslan, herhalde içerisine doğup büyüdüğü bu entrika kazanında, atalarının şanına yakışır bir şahsiyet geliştiremedi. Pervâne’nin Tahakkümü Altında III. Gıyaseddin Keyhüsrev Dönemi IV. Kılıç Arslan öldürüldükten sonra Pervâne, onun yerine henüz 2-3 yaşında bir bebek olan oğlu III. Keyhüsrev’i annesinin kucağından alıp tahta oturttu. Artık önünde herhangi bir engel bulunmayan Pervâne, II. Keyhüsrev’in dul eşi Gürcü Hatun’la evlenerek iktidarını güçlendirdi. Bu şartlarda III. Keyhüsrev’in saltanatından söz etmek mümkün değildi. Kaynaklar Pervâne zamanını Moğollar baskısı sayesinde Türkmenleri ve muhalifleri susturduğu ve asayiş sorunu yaşanmadığı için çok huzurlu, müreffeh bir dönem olarak anlatmaktadırlar. Oysa Pervâne o güne kadar elde ettiği mevki, makam ve mal için, Moğollara Anadolu’yu baştan başa çiğnetmişti. Şimdi de birkaç bin kişilik sembolik bir kuvvete dönüşen, kendisinin de başında yer aldığı Selçuklu ordusunu, efendileri adına Ermeni ve haçlılarla birlikte, İslâm dünyasının putperest Moğollara karşı umudu olan Memlûklerle savaşlara sokuyordu. Bu gidişat özellikle mevcut düzenleri bozulmayan yerleşikler arasında fazla tepki çekmiyordu. Ancak özellikle uçlarda biriken Türkmenler için başlıbaşına isyan sebebiydi. Moğol baskısından sıkılan Pervâne, 1274’de, Samagar Noyan ve hanın kardeşi Acay’ı, Baybars’la temasta oldukları ithamıyla şikâyet etmiş ve Anadolu’dan alınmalarını sağlamıştı. Moğollar’ın uydusu durumundaki ümeranın, her türlü rüşvete alıştırdığı idarecilerden birisi olan Acay’ın, Pervâne’nin gücünü de aşan isteklerde bulunması böyle bir komplo kurmasına sebep olmuştu. Fakat bir süre sonra, bu defa Acay’ı dinleyen Abaka kardeşini görevine iade etti. Pervâne onun şerrinden korunmak için rüşvet vermeye devam etti. Ayrıca o güne kadar kellesini almak istediklerine yönelttiği en büyük suçlama olmasına rağmen, Moğollar’a karşı Baybars’la işbirliği yapmaya karar verdi. 1274 yılındaki ilk teşebbüsten sonra, 1275 ve 1276’da iki kere daha kendisi ve Keyhüsrev’in yerlerini koruması şartıyla, Moğolları Anadolu’dan atıp Anadolu’yu Baybars’ın denetimine bırakmak vaadinde bulundu. Fakat Moğol ordusuyla birlikte Bire kuşatmasında hazır bulunduğu sırada yaptığı son çağrıya, Baybars’ın verdiği cevap Moğollar tarafından ele geçirilince efendilerinin güvenini yitirdi. Bu arada ülke Hatiroğlu ve Türkmen isyanlarıyla çalkalanmaktaydı. Pervâne’nin Hatîroğlunu, Moğollar’ın şüphelerini gidermek için isyan ettirdiği ve sonra onu bertaraf ederek Moğol düşmanı olmadığını kanıtlamak istediği rivayet edilmektedir. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 153 Baybars’ın Anadolu Seferi ve Pervâne’nin Ölümü Baybars nihayet 1277 baharında, Türkmen beylerinden ve Pervâne başta olmak üzere Selçuklu devlet adamlarından aldığı davetler üzerine, Anadolu’daki tüm Moğol karşıtlarının umudu olarak yola çıktı. Haleb ve Ayntâb üzerinden Elbistan ovasına geldi. Bunu haber alan Moğollar derhâl Gürcü ve Selçuklu kuvvetlerini de alarak Baybars’ın üzerine yürüdüler. Memlûk sultanı iki gün boyunca devam eden savaşta, kendisinden sayıca az olduğu anlaşılan Moğol ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı (15 Nisan 1277). Moğol komutanların, savaşa girmeden önce ihanet edebilecekleri endişesiyle Selçuklu birliklerini harbe sokmamaları ilginçtir. Savaş alanına Moğol ordusuyla birlikte gelen Pervâne, sonucu görür görmez firar etti. Moğol ordusunun ezildiğini görmesine rağmen, mevcut şartlarda Baybars’ın Anadolu’da fazla kalamayacağını anladığından ona katılmadı. Kayseri’ye gelince Moğolların intikam seferine çıkacaklarını düşünerek sultanı, karısını, veziri ve birkaç devlet adamını daha alıp, kendi ikta bölgesi olan Tokat kalesine kaçtı. Kayseri’ye doğru ilerleyen Baybars da 22 Nisan 1277’de, burada sultan ilân edildi. Ancak ev sâhipleri ortada görünmüyordu. Pervâne’nin annesi, oğlu ve torunu bir çok Moğol ve Selçuklu kumandanıyla birlikte esir edilmişti. Pervâne, Abaka’ya hemen bir elçi gönderip durumu bildirdi. Böylece Moğolları Memlûklere kırdırıp, tamamen serbest kalmayı plânlamaktaydı. Fakat Baybars Selçuklu ümerasının kaypaklığından ve ordusunun iaşesinin azalmasından dolayı, 25 Nisan’da ülkesine dönmek üzere harekete geçti. Pervâne gönderdiği elçi vasıtasıyla, pişkin bir şekilde kalmasını rica etti. Baybars Selçuklu devlet adamlarının içerisinde bulunduğu zilleti çok güzel anlatan bir cevap vererek teklifi reddetti. Bu arada durumu öğrenen Abaka da Baybars’tan intikam almak niyetiyle, 30.000 kişilik bir orduyla Anadolu’ya geldi. Pervâne, III. Keyhüsrev’le birlikte Abaka’yı önünde yer öperek karşıladı. Savaşın üzerinden iki ay geçmiş olmasına rağmen ova, vahşi hayvanlarca parçalanmış Moğol askerlerinin cesetleriyle doluydu. Ölüler arasında Selçuklu askerlerinin bulunmaması ve savaştan sonra bizzât gidip bilgi vermemesi, Pervâne’yi zan altında bıraktı. Yaz olduğu için Memlûk seferinden vazgeçip, hırsını Anadolu’yu talan ederek alan Abaka’nın, Anadolu’da 200.000 insanı öldürttüğü söylenmektedir. Ordusunun bir kısmını Karamanoğlu ve Siyavuş isyanını bastırmak için bırakan Abaka, Pervâne’yi maiyetiyle birlikte, Van Gölü kuzeyindeki Aladağ yaylağına götürdü. Burada muhakeme edilen Pervâne ithamları reddeti ise de, Baybars’a gönderdiği mektupların önüne serilmesi üzerine suçunu kabul etmek zorunda kaldı. Pervâne otuzbeş kadar adamıyla birlikte, kılıçla boyunları vurulmak suretiyle öldürüldü (2 Ağustos 1277). Pervâne Selçuklu Tarihindeki bu meşum rolüne rağmen, devrin birçok kudretli adamı gibi, sahip olduğu olağanüstü servetle, çeşitli şehirlerde adını ebedileştirecek cami, medrese, darüşşifa ve kervansaray gibi eserler yaptırmıştır. 154 Türkiye Selçuklu Tarihi Özet Türkiye Selçuklu Devleti’nin idare mekanizmasıyla ilgili problemleri tanımlayabilme Bozkırlı bir Türk Devleti olan Türkiye Selçukluları, kuruluş aşamasında Türkmenlere dayanıyordu. Türkmenlerin devlet katında boy beyleri vasıtasıyla temsil edilmesi, boy beylerine devleti sarsma imkânı veriyordu. Devlet ise yapısı gereği, daha merkeziyetçi bir yapıya doğru evrilme eğilimi gösteriyordu. Türkmenler yerleşik hayata geçmelerini de öngören sisteme, bu yüzden karşı duruyorlardı. Hükümdarın hükümranlık hukunun zedeleyen bu durum, iktidar sâhiplerini çözüm bulmaya zorlamıştır. İslâm Dünyasında yaygın olan gulâm sistemi, Türkiye Selçukluları’nda yerleşmeye başladı. Başlangıçta devlete sadakatle bağlı, her şeyini efendisine borçlu sâdık hizmetkârlar yetiştiren bu kurumdan; müsadere ve siyaseten katl uygulamalarıyla desteklenerek istenen netice alınmış oldu. Ancak daha sonra sistemin boşluklarından yararlanıp, özellikle taht değişikliklerinde önemli roller oynayan gulâmlar, sultana ve devlete tasallut etme eğilimine girdiler. Özellikle yaşı küçük şehzâdeler adına yürüttükleri mücadelerde hem birbirlerini, hem devletin otoritesini yok ettiler. Ayrıca devletin kuruluşundan itibaren, hanedan mensupları arasında, kut anlayışı sebebiyle yaşanan saltanat kavgaları da, idare mekanizmasının önemli sorunlarındandı. Babaîler Ayaklanmasının sebep ve sonuçlarını belirleyebilme 1220’lerde başlayan Moğol istilâsı Türkistan’da, XI. yüzyıldakine benzer bir göçe yol açmıştı. Horasan, İran Azerbaycân üzerinden Anadolu’ya gelen Türkmenler, I. Alâaddin Keykubâd zamanında iskân edilebilmişlerdi. Ancak bir süre sonra gelenlerin sayısının artması, yeteneksiz idareciler ve Türkmenleri aşağılayan devşirme zihniyetin, özellikle güneydoğu bölgesinde biriken Türkmenlerin iskân ve istihdam sorunlarına duyarsız kalmaları sebebiyle isyan patlak verdi. Bu isyan devlet tarafından sonunda bastırılmış olmasına rağmen, devletin tavanı ve tabanı arasında kapanması zor bir uçurum açtı. Devletin isyanı bastırmakta güçlük çekmesi ve Erzurum’da Moğollara karşı bulundurulan ordunun geri çekilmesi, Moğol istilâsını kolaylaştırmıştır. Moğol İstilâsının Türkiye Selçukluları üzerindeki etkilerini dönemler halinde açıklayabilme Türkiye Selçukluları ilk olarak 1243 Kösedağ yenilgisi üzerine, Moğollara vergi vermek kaydıyla tâbiyet altına girmişlerdi. Bu dönemde senelik vergiyle birlikte, önceden belirlenen değerli hediyelerin gönderilmesi yeterli olmaktaydı. Ancak II. Keyhüsrev’in ölümü ve küçük yaştaki oğulları II. Keykâvus ve IV. Kılıç Arslan arasındaki taht mücadelelerine, gulâm ümeranın marifetiyle, Moğol hanlarının müdâhil olması yeni bir dönem başlattı. Şemseddin İsfahanî ve Muineddin Pervâne gibi emirler, kişisel çıkarlarını her şeyin üzerinde tutarak, sultanın varlık sebebi olan hükümranlığını elinden aldılar. Moğollara istediklerinden fazlasını vermek suretiyle onların ülkeyi sömürmesine imkân verip, idarî, malî ve askerî sistemi iflas ettirdiler. Selçuklu sultanı halk indindeki meşruiyetinden yararlanmak üzere yerinde bırakılmış, devlet fiili olarak Moğolların ve onların kuklası olan devşirmelerin elinde kalmıştır. Ayrıca Moğolların Suriye’de durdurulması Anadolu’ya daha çok yüklenmelerine yol açtı. Moğol yöneticilerinin Pervâne’yi dahi çığırından çıkaran istekleri onu Memlûk sultanıyla anlaşmaya sevk etti. Bunun üzerine Baybars’ın Anadolu’ya sefer yapıp Moğolları yenilgiye uğratması, Pervâne’nin öldürülmesine sebep oldu (1277). Moğol istilâsının en tahripkâr dönemi de bundan sonra başladı. Zira şimdiye kadar Selçuklu ülkesini, her şeye rağmen yerli ümera aracılığıyla yöneten Moğollar, en sadık adamları Pervâne’nin ihanetinden sonra artık onlara güvenilemeyeceğini görerek, merkezden umumî valiler atamaya başladılar. Daha önce de bir Moğol tümeni ve genellikle denetçi hüviyetinde görevliler atanmakla birlikte, Anadolu artık Moğol valilerin ordularını beslemek yükümlülüğü altında iyice ezilecektir. 1 2 3 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 155 Kendimizi Sınayalım 1. I. II. Giyaseddin Keyhüsrev ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. I. Alâaddin Keykubâd’ın Hıristiyan eşinden doğmuştur. b. Babası tarafından Erzurum’a melik tayin edilmiştir. c. İlk Atabeyi Mübarizeddin Ertokuş’tur. d. İşbirliği yaptığı emirlerle beraber babasını zehirletmekle itham edilmiştir. e. Sadeddin Köpek, Taceddin Pervâne gibi emirlerin desteği ile tahta oturmuştur. 2. Devlet kademelerinde gulâmların çoğalmasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? a. Türkmen bürokratların hükümdarlarca küçük görülmesi b. Türkmenlerin devlete hizmet etmek istememeleri c. Türkmenlerin Bizanslılar ile iyi ilişkiler içinde olması d. Devleti sarsma gücü olan Türkmen beylerine karşılık, sadık gulâmların tercih edilmesi e. Türkmenlerin sadece savaşçı özelliğinden yararlanılmak istenmesi 3. Gulâm emirler ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Şehzadelerin tahta geçmesinde önemli roller oynamışlardır. b. Sultanla boy ölçüşebilecek kadar zenginleşmişlerdir. c. Zayıf hükümdarlar döneminde, devletin idaresinde doğrudan etkili olmuşlardır. d. Kendi aralarındaki mücadele devlet içinde kahtı ricâle yol açmıştır. e. Dış tehlike karşısında devletin menfaatlerini ön planda tutmuşlardır. 4. Aşağıdakilerden hangisi Babaî Ayaklanması’nın nedenlerinden biri değildir? a. Moğol istilasından kaçanTürkmenler ile yerleşikler arasındaki farklı hayat tarzlarının yarattığı meseleler b. Devletin, Türkmenleri iskân etmek yerine onları sorun olarak görmesi c. Türkmenlerin, gulâm kökenli ümera tarafından tahkir boyutunda aşağılanması d. Devleti yönetenler ile Türkmenler arasındaki derin zihniyet farkı e. Türkmenlerin iskân edildiği memleketleri beğenmemeleri 5. Babaî Ayaklanması ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Önderliğini Baba İlyas ve halifesi Baba İshak yapmıştır. b. İsyan önce Erzincan’da patlak vermiştir. c. Toplumsal ve iktisadi nedenler ile şekillenen ayaklanma, sonrasında dinî bir karaktere bürünmüştür. d. Selçuklu ordusu isyancılar tarafından defalarca yenilgiye uğratılmıştır. e. Selçuklu ordusundaki Türkmenlerin soydaşlarından etkilenmeleri ihtimaline karşı, Frank ve Gürcü askerler ön saflarda yer almıştır. 6. Anadolu’nun Moğol tahakkümü altına girmesi ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Selçuklu Yönetimi’nin Babaî Ayaklanması’nda gösterdiği zaafiyet Moğollara beklediği fırsatı vermiştir. b. II. Keyhüsrev Moğolları durdurmak için Hrıstiyan, Müslüman tüm tâbilerinden yardım istemiştir. c. Gulâm kökenli emirler arasındaki çekişme, Moğolların işini kolaylaştırmıştır. d. Moğollar, Sivas ve Kayseri’yi yağmalayarak Erzincan’a dönmüşlerdir. e. Moğollar, Altın Orda Hanı Batu Han’ın ölmesi üzerine Anadolu’dan çekilmek durumunda kalmıştır. 7. Aşağıdakilerden hangisi, Kösedağ Savaşı’nın sonuçlarından biri değildir? a. Türkiye Selçuklu Devleti bağımsızlığını kaybederek Moğollar’a tâbi bir duruma gelmiştir. b. Tâbiyet Anlaşması, II. Keyhüsrev’e danışılmadan vezirin insiyatifiyle yapılmıştır. c. Durumun vahametini anlayan Bizans, Moğollar’a elçi göndererek barış yapmıştır. d. II. Keyhüsrev hazinelerini bırakarak Tokat’a kaçmıştır. e. Ermeniler bu bozgundan yararlanarak Türkiye Selçuklular’ına tâbiyette ayrılmışlardır. 156 Türkiye Selçuklu Tarihi Okuma Parçası 8. II. Giyaseddin Keyhüsrev sonrası Türkiye Selçukluları’ın durumu ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Veliaht olan Alâddin Keykubâd yerine, İzzeddin Keykâvus tahta oturmuştur. b. Güyük Han’ın desteğini alan Kılıç Arslan kardeşi Keykâvus’u tahttan indirerek sultan olmuştur. c. Celâleddin Karatay’ın devreye girmesiyle, üç şehzade birden tahta oturmuştur. d. Moğollar arasındaki taht kavgaları Türkiye Selçuklu Devleti’ne toparlanma imkânı vermiştir. e. Moğollar’a ödenen vergi üç katına çıkmış ve halktan alınan ağır vergiler Moğollar’a rüşvet olarak sunulmuştur. 9. Türkiye Selçukluları’nın gerileme dönemiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İdare mekanizması, güçlü idarecilere odaklı olduğu için zayıf hükümdarlar çöküş sebebi olmuşlardır. b. Ümeranın devlet menfaâtlerini müdafaa etmesi Moğol saldırılarını arttırmıştır. c. Selçuklu devlet adamlarının mücadele yerine, Moğollara yaranma politikaları düşmana daha çok fırsat vermiştir. d. Bu dönemin en önemli olaylarından birisi Moğollara karşı Türkmen ayaklanmalarıdır. e. II. Keyhüsrev’in oğulları arasındaki taht kavgaları yıllarca sürmüştür. 10. Sultan Baybars’ın Anadolu Seferiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Baybars’ı Anadolu’ya davet edenlerin başında Pervâne bulunmaktadır. b. Türkmen Beyleri de Baybars’ı bu sefer için teşvik etmişlerdir. c. Pervâne’nin desteğiyle Moğollar, Elbistan’da yenilgiye uğratılmıştır. d. Beklediği desteği göremeyen Baybars, kısa süre sonra ülkesine dönmüştür. e. Pervâne, bu seferden dolayı suçlu bulunarak idam edilmiştir. IV. Kılıç Arslan’ın II. Keykâvus’a gönderdiği Ekim 1256 tarihli mektubun metni: “İslâm Âlemi ve Müslümanların ilk sarsıntısı, Hârizmşah Sultan Muhammed’in Türkistan askerine (Moğol) karşı muharebeye girişmesiyle başlamıştır. Bu sebeple kendisi Hazar Denizi’nde bir adaya sığınmış ve orada ölüp kefensiz kalmıştır. Oğlu Sultan Celâleddin de Meyyâfârikîn civarında birkaç çıplak Kürt’ün kurbanı olmuştur. Zira Türkistan askerine [Moğollara] muhalefet eden hiçbir kimse muradına erememiştir. Eğer devletimizin büyükleri il olmayı ve haraç vermeyi münasip görmeselerdi, bu kardeşinizi küçük yaşta Anadolu’dan Hoten, Karakurum ve Kumar-sini’ye kadar gönderip, bana bu meşakkatlerin acısını tattırmazlardı. Babamız en büyük Noyan Baycu, Selçuk hanedanından kalan biz üç yetim kardeşe şefkât gösterdi. Büyük noyan yarlığ hükmüne göre Türkistan askeriyle memleketimize geldiğinde, ya siz veya beni hapisten çıkarıp ona tuzgu götürsek ve rızasını alsaydık, Sultan Alâaddin Kervansarayı önünde bir savaşa sebep kalmazdı. Siz hazinede bulunan altun, mücevherât ve diğer eşyayı alıp Antalya’ya götürünce, Baycu Noyan beni kurtardı. Ben Konya’ya varınca hazineyi boş buldum... Şimdi duyduğumuza göre, bazı kimseler fesada saparak düşmana karşı asker toplanması için etrafa fermanlar göndermişlerdir. Eğer düşmandan maksat ben biraderiniz ise, ben şimdi babamız büyük noyana gidiyorum. Eğer bununla Türkistan ordusu murad edilmiş ise, başlangıçta belirttiğimiz gibi, onların karşısına çıkan herkes cezasını bulmuştur. Müfsidleri yakalayıp, birlikte ve anlaşmış olarak büyük noyana gidelim... Eğer müfsidlerin sözlerine bakılırsa Moğol askerleri henüz kılıcı kınına koymadığı için Antalya ve Alâiyye sâhillerine harekete kararlı olduklarından, o tarafta henüz mamur kalan köylerin de harap edilmesi, halkın, aile ve çocukların esir alınması, Selçukluların şerefinin tamamiyle kırılması ve mesuliyetin kıyamete kadar omuzlarda taşınması mukadderdir.” (Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s.484. 6. Ünite - II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve Moğol İstilâsı (1277’ye Kadar) 157 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız yanlış ise “Şehzâdelik Dönemi ve Tahta Geçmesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. d Yanıtınız yanlış ise “Gulâm Sistemi Meselesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. e Yanıtınız yanlış ise “Gulâm Sistemi Meselesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Babaîler Ayaklanması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. b Yanıtınız yanlış ise “Babaîler Ayaklanması” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. e Yanıtınız yanlış ise “Moğol İstilâsı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. c Yanıtınız yanlış ise “Kösedağ Savaşı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. d Yanıtınız yanlış ise “Müşterek Saltanat Dönemi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. b Yanıtınız yanlış ise “Moğol İstilâsı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. c Yanıtınız yanlış ise “Baybars’ın Anadolu Seferi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Türkmen beylerinin devletteki geniş temsil kabiliyetleri dolayısıyla sebep oldukları olumsuzlukları ortadan kaldırmak üzere, tercih edilen gulâm sistemidir. Gulâm sistemi idare mekanizmasının başlıca unsurlarından biri olmasına rağmen, buradan yetişen devlet adamları zamanla sisteme nüfuz ederek, hükümdara ve devlete tasallut edecek güce ulaşmaktaydılar. Bunların kendi aralarındaki rekabet sırasında zayıf kişilikli hükümdarın korkularını besleyerek yaptıkları tasfiye, en ceberrut olanlarını, Sadeddin Köpek gibi iktidarın sâhibi yapabiliyordu. Sıra Sizde 2 Babaî ayaklanmasının yol açtığı en büyük olumsuzluklardan biri, bu şiddetli mücadele sırasında ve sonrasında devletin aslî unsuru olan Türkmenler’in, Moğol istilâsının önünü açacak askerî bir zaaf yaratmış olmasıdır. Farslılaşmış İranlı yöneticilerin takip ettiği siyaset neticesinde marjinal duruma düşmüş olmalarıdır. Türkmenler’in ve devletin uğradığı insan kaybı yanında, zaten sebebi olduğu sosyal ve iktisadî buhranı derinleştirmesi bir diğer tahribat alanıdır. En kısa zamanda ortaya çıkan sonuç ise, önceki olumsuzlukları da katlayarak büyüten Moğol istilâsının önünü açmasıdır. Sıra Sizde 3 Moğol istilâsının Türkiye’de bu kadar kolay sonuca ulaşması, Erzurum’da tâbiye edilmiş olan askeri kuvvetlerin Türkmen ayaklanması yüzünden çekilmiş olması; başta hükümdar olmak üzere devleti yönetenlerin gösterdiği zaaf ve devletin kaderini elinde bulunduran ümerânın kendi kişisel çıkarlarını devam ettirebilmek ve Moğollar nezdinde önemli mevkiler kapabilmek için, devleti onlara peşkeş çekmiş olmalarıdır. Sıra Sizde 4 Hulagü’nun batıya tayini ve İran Moğollarının kurulması, İslâm Dünyasının tamamının egemenlik altına alınması için batıya daha çok kuvvet yığılmasına, dolayısıyla Moğol baskısının artmasına sebep olmuştur. II. Keyhüsrev öldüğünde ümeranın reşit olmayan şehzâdeler adına, taht kavgalarıyla ülkeyi zayıflattıkları dönemde ortaya çıkan bu gelişme, Türkiye Selçukluları’nın tâbiyet şartlarının giderek ağırlaşmasına sebep olmuştur. Şemseddin İsfahanî, Tuğraî Şemseddin ve Muineddin Pervâne gibi yöneticiler, sultanın otoritesini fiili olarak yok edip, ülkeyi Moğollar’ın arpalığı haline getirmişlerdir. Yararlanılan Kaynaklar Cahen, Claude. (2000). Osmanlılar’dan Önce Anadolu (Çev. Erol Üyepazarcı) İstanbul. Kaymaz, Nejat (2009). Anadolu Selçuklu Sultanlarından İkinci Gıyasüddin Keyhüsrev ve Devri, Ankara. Kaymaz, Nejat (1970). Pervâne Muineddin Süleyman, Ankara. Kaymaz, Nejat (2011). Anadolu Selçuklularının İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü, Ankara. Sevim, Ali. “Keyhüsrev II”, DİA, 25, 349-350. Sevim, Ali “Keyhüsrev III”, DİA, 25, 351-352. Sümer, Faruk “Keykâvus II”, DİA, 25, 355-357. Sümer, Faruk “IV. Kılıç Arslan”, DİA, 25, 355-357. Turan, Osman (1993), Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Moğol istilâsının Muîneddîn Pervâne’nin ölümünden sonraki dönemini mahiyeti bakımından değerlendirebilecek, Selçuklu Hanedanının çöküşü ve Türk Tarihindeki yerini açıklayabilecek, Anadolu’da Moğol istilasından sonra kurulan Türkmen Beylikleri ve tarihi rollerini belirleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Abaka • Muineddîn Pervâne • Kongurtay • Uç Türkmenleri • Karamanoğulları • Pervâneoğulları • Baybars • Cimri/Siyavuş • Kılıç Arslan • Keyhüsrev • Sâhib Ata Fahreddin Ali • Keykâvus İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi • MOĞOL İSTİLÂSINA KARŞI TÜRKMEN İSYANLARI • MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA ANADOLU’DA KURULAN BEYLİKLER • TÜRKİYE SELÇUKLU HANEDANININ SONU TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ MOĞOL İSTİLÂSINA KARŞI TÜRKMEN İSYANLARI İlk Türkmen Hareketleri Önceki ünitede anlatıldığı gibi, XIII. asrın en önemli hadisesi hiç şüphesiz Asya kıtasının büyük bir bölümüyle Orta Avrupa’ya kadar yayılan Moğol istilâsı idi. Türkiye Selçuklu Devleti de Kösedağ’da hezimete (1243) uğrayarak bu olaydan nasibini almıştı. Nitekim bu yenilginin ardından devleti yönetenlerin yetersizlikleri ve düşmanla yapılan işbirlikleri nedeniyle, Anadolu kısa bir sürede Moğol istilâsına maruz kaldı. Devletin önemli mevkilerinde bulunan görevliler, menfaatleri çerçevesinde Moğollara hizmet etmekte birbirleriyle yarışırlarken; ilk tepkiler otoritenin daha az hissedildiği, ülkenin daha ziyade kıyı bölgelerinde yaşayanlar başta olmak üzere Türkmenlerden gelmiştir. Çünkü Moğol istilası nedeniyle artan vergiler, yaşanan şiddet ve Moğol istilâsı nedeniyle gelen yeni göçlerden en çok yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan Türkmenler etkilenmişti. Türkmenler başlangıçta temel insanlık haklarını korumak için hem Moğollara, hem onlarla işbirliği eden hükûmete karşı sadece isyan ediyorlardı. Ancak Moğolların önünden kaçıp Türkmenlerle birlikte Anadolu’ya gelen Türkistanlı, İranlı şeyh ve dervişler bu isyanları yeni bir ruhla organize ettiler. Moğollara duyulan nefreti ve savaş isteğini cihad mefhumuyla yoğurarak, daya iyi örgütlenmiş bir mücadele başlattılar. Nitekim hatırlanacağı gibi II. Keykâvus, 1258 yılında Moğolların desteğiyle saltanat mücadelesine giren kardeşi IV. Kılıç Arslan’a karşı cihad ilan etmiş; Türkmenlerden topladığı yardımla başarıya ulaşmıştı. Türkmenler bundan böyle Moğol aleyhtarı olaylarda daha sık görülmeye başladılar. Zira II. Keykâvus tahtını korumak için, Sultan Baybars’la ittifak çabaları yanında, özellikle uç Türkmenleri’ni Moğollara karşı seferber ediyordu. Bu kuvvetlerinin en büyüklerinden biri, Lâdik (Denizli), Honas ile Dalaman civarında oturan; Mehmet Bey, kardeşi İlyas Bey, damadı Ali Bey, Sevinç ve Salur Beyler idaresindeki Türkmenlerin mevcudu 200.000 kadardı. Ayrıca Kerimüddîn Karaman’a tâbi güney Türkmenleri de, Moğollar’a karşı mücadele ediyorlardı. Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek” anlamına gelen ve “cehd” kökünden türemiş olan cihad, İslâm’ı tebliğ ve bu uğurda düşmanla savaşmak manâsındadır. İzzeddîn Keykâvus’a yardım eden Türkmenler arasında Maraş çevresinde yaşayan, Tahtacı denilen Ağaçeri Türkmenleri de vardı. 160 Türkiye Selçuklu Tarihi Denizli’de bir uç beyliği kurmuş olan bu Türkmenler, Moğol istilâsı önünden önce Azerbaycan, Gürcistan bölgesine gelmiş; sonra bir süre Erzincan ve Bayburt havalisine yerleşip, Sinop’tan Anteb’e kadar etrafa akınlar düzenlemişlerdi. Sonunda üzerlerine gönderilen bir Moğol ordusuna Erzincan yakınlarında mağlup olup, kayıplar verdikten sonra Denizli bölgesine çekilmişlerdi. Mehmet Bey, II. Keykâvus’a yardım ettiği için, Selçuklu ve İlhanlı kuvvetlerinin baskısına maruz kaldığında kuvvetleri yeterli bulmayarak, Moğollarla anlaşma yoluna gitti. Han’a gönderdiği elçi vasıtasıyla tâbiyetini bildirip kendisine menşur, sancak vs. gönderilmesini istedi. Hûlâgû isteklerini kabul etmekle birlikte Mehmet Bey’den, bizzat huzuruna çıkmasını istedi. Fakat kendini emniyette hissetemeyen Mehmet Bey bu emre uymayınca Hûlâgû, Kılıç Arslan’ı ve Alıncak Noyan idaresindeki Moğol askerlerini üzerine sevk etti. Mehmet Bey, bu arada Moğollarla işbirliği eden damadı Ali Bey’in ihanetine uğradı. Ali Bey kendi beyliğinin onaylanması karşılığında Moğol ordularına rehberlik etti. Nitekim Dalaman Ovası’nda karşı karşıya gelen Selçuklu-İlhanlı ordusu karşısında Türkmen kuvvetleri hezimete uğradı. Mehmet Bey dağlara kaçıp kurtulduysa da; kardeşi İlyas Bey ve Salur Bey başta olmak üzere birçok Türkmen esir düştü. Mehmet Bey daha sonra kendisine amân verilmesi şartıyla itaat edeceğini bildirmiş; isteği kabul edilmekle birlikte, Konya’ya götürülürken IV. Kılıç Arslan’ın emirleri tarafından Borgulu (Uluborlu)’da öldürülmüştür. Türkmen isyanlarını Selçuklu Devleti açısından nasıl değerlendirirsiniz? II. Keykâvus 1261 yılında, İlhanlı ordusunun desteklediği kardeşine yenilip Anadolu’yu terk ettikten sonra, IV Kılıç Arslan tek başına hükümdar oldu. Karamanlılar başta olmak üzere Türkmenler Çankırı, Ankara, Kastamonu Amasya, Tokat, Niksar bölgelerinde saldırılara devam ettiler. Ancak devletin kontrolünü eline geçiren Muîneddîn Pervâne (1262-1277), Keykâvus’a yakınlığı ile bilinen devlet adamlarını yönetimden uzaklaştırdı. Pervâne’nin II. Keykâvus taraftarlarını tasfiyesi, Anadolu’da Moğollar’a karşı direnen cephenin yıkılmasına ve asker sayısının azalmasına sebep olduğu için, Selçuklu ordusu bundan böyle İlhanlıların basit bir yardımcı birliği haline gelmiştir. Daha sonra mevcut duruma boyun eğmeyen Türkmen beylerine karşı bazen şiddet gösterilip, bazen de beylikleri onaylanarak asayiş sağlanmaya çalışıldı. IV. Kılıç Arslan, asi Karaman beyinin çocuklarından ele geçenleri Gavele kalesinde hapsetmişti. Pervâne Karamanlıların Moğollara karşı olan düşmanlığını biliyordu. Fakat sultanın ölümünden sonra Pervâne onları serbest bırakmış ve Ermenek civarını Karaman Bey’e ikta edip beyliğini onayladığı gibi, kardeşi Bunduz’u da emir-i candârlığa tayin etmişti. Fakat çok hırslı bir devlet adamı olan Pervâne IV. Kılıç Arslan’ı Moğollara öldürtüp (1266) tahta onun çocuk yaştaki oğlu III. Gıyaseddîn’i geçirdi. Aslında Selçuklu Devleti üzerindeki nüfuzunu Moğollara borçlu olan Pervâne, onlardan da kurtulmak için çareler aramaya başlayınca yeni sıkıntılar başgösterdi. Amân, sözlük anlamı olarak emin olma, korkusuzluk, bağış, bağışlama demektir. 1 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 161 Hatîroğlu İsyanı Nitekim önceki ünitede de anlatıldığı gibi, Pervâne son hedefine ulaşmak için, muhaliflerini Baybars’la işbirliği ithamıyla yok ederken, bu iddia üzerinden Memlûklerle Moğolları da birbirine kırdırmak istiyordu. Hatta Anadolu’da görevli Moğol şehzâdelerini bile aynı şekilde suçluyor ve Abaka’dan onların Anadolu’dan alınmalarını talep ediyordu. Pervâne, kendisine karşı güveni sarsılan Abaka’nın emri üzerine Tebriz’e gitti. Ancak Selçuklu devlet adamları Pervânede dâhil, Baybars’a yapılan davetler ve yazışmalar yüzünden kendilerini emniyette hissetmiyorlardı. Bunun üzerine Pervâne’nin yola çıkmasından sonra, Beylerbeyi Hatîroğlu Mesud ve kardeşi Mahmud, Mikâil, Harput Subaşısı Bicâr ve oğlu Diyarbekir subaşısı Bahadır gibi Selçuklu yöneticileri Baybars’la kesin olarak anlaşma kararı aldılar. Ayrıca bunu yazılı olarak Memlûk sultanına bildirerek Anadolu’ya davet ettiler (1276 baharı). Baybars daveti kabul etmekle birlikte, mevsim şartları nedeniyle hemen gelemiyeceğini biraz dayanmalarını bildirdi. Hatîroğlu Şerefeddîn ve diğer Selçuklu ileri gelenleri III. Gıyaseddîn’in tahtta kalması şartıyla Baybars ile tekrar temasa geçtiler. Görüşmeler sürerken Baybars, Emir Bektut komutasında 6.000 kişilik bir Memlûk birliğini keşif için Elbistan’a gönderdi. Bunun üzerine Baybars’ın ordusuyla yakınlarda olduğunu düşünerek ümitlenen Hatîroğlu Şerefeddîn, Moğollara karşı bir ayaklanma başlattı. Özellikle Ermenek yöresindeki Karamanlılar ve uç Türkmenleri ile temas sağlandıktan sonra isyan dalgası hızla yayıldı. Karamanlılar Ulukışla’da görevli küçük bir Moğol birliğini tamamen imha ettiler. Hatiroğlu, Selçuklu sultanını Niğde’ye götürdü, kardeşini de Baybars’a elçi olarak gönderdi. Baybars cevabında “Pervâne’yle yıl sonunda gelmek için anlaştıklarını” bildirdi. Anadolu’daki Moğol askerleri başlangıçta isyancıları kontrol altına almakta yetersiz kaldılar. Bu arada büyük noyanlar idaresindeki 30.000 kişilik bir Moğol kuvvetiyle birlikte, Pervâne de Anadolu’ya döndü. Baybars’ın henüz yola çıkmadığını öğrendikten sonra süratle durumu hâkim oldular. Bu kadar büyük bir orduyla savaşmasının mümkün olmadığını anlayan Hatîroğlu, Ulukışla kalesine sığınmak istedi fakat yakalandı. İsyana katılan elebaşıların yargılandığı mahkemede öldürüleceğini anlayan Hatîroğlu, Pervâne’nin de en az kendisi kadar suçlu olduğunu söyledi. Buna rağmen yine Pervâne’nin güya ikisini de ölümden kurtaracak ifade değişikliği tavsiyesinin ardından Abaka, Hatîroğlu’nu idam ettirdi (1276). Pervâne bu olayda hayatını kurtarmasına rağmen, Moğollar nezdinde ciddi güven kaybına uğradı. Karamanoğulları ve Siyavuş (Cimri) Hadisesi Hatîroğlu isyanı başarısızlıkla neticelenmesine rağmen Ermenek, Mut, Silifke ve Anamur civarında yaşayan Karamanlı Türkmenleri, Moğollara karşı başlatılan isyan dalgasını devam ettirdiler. Selçuklu devletine vergi vermeyi reddeden ve bağımsızlığını ilan eden Karamanoğulları, üzerlerine gönderilen orduları mağlub edip, hâkimiyet alanlarını sahillere kadar genişlettiler. Sultan Baybars 15 Nisan 1277’de, Elbistan Ovası’nda Moğolları hezimete uğrattıktan sonra Kayseri’ye geldiğinde, onu karşılayanlar arasında Karamanoğlu Ali Bey de vardı. Baybars ona ve ağabeyi Mehmet Bey’e beylik menşurları vermişti. Ancak bu sefer sonunda kendisine verilen siyasi desteği yeterli bulmayan Baybars Anadolu’dan ayrıldı. Bu durum Moğollardan kurtulmak için Memlûk sultanına umut bağlayan Türkmenleri sarstıysa da direnişe engel olmadı. 162 Türkiye Selçuklu Tarihi Karamanoğlu Mehmet Bey, bu hareketin ancak Moğol tahakkümünü reddeden bir Selçuklu hanedan mensubunun tahta oturtulmasıyla başarıya ulaşabileceği kanaâtindeydi. Bu nedenle II. Keykavus’un, Altınorda’ya giderken Bizans’ta kalan çocuklarından birisini getirterek, tahta çıkarmak gerektiğini söylemeye başladı. Bundan kısa bir süre sonra, Alâeddîn Siyavuş adlı birisi Keykâvus’un oğlu olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Bu iddiayı ahaliye kabul ettirebilmek için, Suğdak’dan kaçıp gelen Sivaslı Tâkî adlı birisinin şahitliğini öne sürdüler. Siyavuş, Moğol karşıtlığı sebebiyle kısa sürede Türkmenler tarafından kabul gördü. Karamanoğlu Mehmet Bey eline geçen bu büyük fırsatı değerlendirmek için Eşref ve Menteşe Beyler’le birlikte Aksaray üzerine yürüdü. Sonra burada fazla oyalanmadan Konya’ya yöneldi. Çünkü Baybars’ın Elbistan Savaşı ve sonra yaşanan karışıklıklar nedeniyle payitahtta ciddi bir askeri kuvvet kalmamıştı. Karamanoğlu Mehmet Bey şehre yaklaşınca Selçuklu yetkilileri ile temasa geçti. Yanında II. Keykâvus’un oğlunun bulunduğunu; bunu isbat edebileceğini, ayrıca bu Selçuklu melikini mutlaka tahta oturtacağını bildirdi. Bu istekleri reddedilen Mehmet Bey ve Siyavuş kırmızı külahlı, çarıklı, siyah kilimli Türkmen kuvvetleriyle, Konya’yı kuşatıp 14 Mayıs 1277’de şehre girdiler. Siyavuş, Selçuklu tahtına oturtulup sultan ilân edildi. Konya ileri gelenlerinden biat alınıp adına hutbe okundu ve para kesildi. Siyavuş’un vezirliğine Karamanoğlu Mehmet Bey getirildi. Ardından toplanan Selçuklu Dîvânı’nda “Bundan sonra dîvânda, dergâhta, bârgâhta (saray gibi izinle girilen yer), mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil konuşulmaya” şeklinde bir karar alındı Siyavuş sikkeleri için bkz. Nezihi Aykut, “Türkiye Selçuklu Sultanı Siyavuş (Cimri) sikkeleri”, Belleten, sayı 203, Ankara 1988, s. 475-482. Türkiye Selçuklu Devleti’nde Türkçenin resmî dil olmasına dair bkz. Erdoğan Merçil, Türkiye Selçukluları Devrinde Türkçenin Resmî Dil Olmasını Kim Kabul Etti?”, Selçuklular -Makaleler, İstanbul 2011, s. 92-99. Mehmet Bey, Siyavuş’un durumunu kuvvetlendirmek için, onu IV. Kılıç Arslan’ın kızıyla evlendirmek üzere harekete geçti. Fakat kızın annesi Gazalya (Guzâliye) Hâtun çeyiz hazırlığı için dört aylık bir süre talep etti. Bu arada Mehmet Bey’in faaliyetlerinden haberdar olan Selçuklu ileri gelenlerinden Sâhip Ataoğulları, Karahisar-Develi’de asker toplayıp Germiyân Türkmenleri’ni de para ile tutarak Konya üzerine hareket ettiler. Bunu duyan Mehmet Bey ve Siyavuş, Türkmenlerle birlikte Akşehir yönünde ilerleyerek onları karşıladılar. Bu orduyu yenip muzaffer olarak Konya’ya döndüler (Haziran 1277). Ancak kısa bir süre sonra İlhanlı şehzâdesi Kongurtay’ın büyük bir orduyla ilerlediği haberini aldılar. Siyavuş ve Mehmet Bey bu kadar büyük bir orduya karşı koyamayacaklarını görüp, Konya’dan çıkıp Ermenek taraflarına çekildiler. Bu olaylar sırasında bölge istikrarsız bir hâle gelmişti. Kızıl adlı bir vergi memuru 4.000 kişilik bir kuvvet toplayıp Aksaray’a hâkim olmuştu. Bu zât Aksaray yakınlarında bir Moğol ordugâhı kurulduğu haberini alınca, şehir halkıyla birlikte onlara doğru yola çıktı. Kongurtay bu kalabalığı Siyavuş ve Karamanoğlu’nun adamları sanıp üzerlerine saldırdı ve Kızıl dâhil birçoğunu öldürüp halktan önemli kimseleri esir etti. Bu arada Konya’yı terk eden Siyavuş ve Mehmet Bey, Selçuklu-Moğol ordusunun takibinden kurtulamadılar. Kış dolayısıyla sefere ara verilmekle birlikte, Türkmenlerin toplanmasına fırsat vermeden yeniden harekete geçen Selçuklu- 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 163 Moğol kuvvetleri, önce Mehmet Bey’i ve iki kardeşini yakalayıp öldürdüler. Herne kadar Siyavuş bu baskından kurtulup Anadolu’nun batı ucunda etrafına topladığı Türkmenlerle bir süre daha direnişini sürdürdüyse de, sonunda yakalanıp öldürüldü (1279). MOĞOL İSTİLASINDAN SONRA ANADOLU’DA KURULAN BEYLİKLER Beyliklerin Kurulduğu Ortam Selçuklu Devleti, Miryokefalon zaferiyle askeri sorunlarını önemli ölçüde hallettikten sonra, yapısal bir dönüşüm sürecine girmişti. Daha önceki ünitelerde temas edildiği gibi, kuruluş aşamasında devletin aslî gücünü oluşturan Türkmenler, daha sonra yerleşikliği öngören devlet politikalarına karşı durdular. Burada temel meselenin Türkmen beylerinin, temsil ettikleri insan gücünden vazgeçmek istememeleri olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Netice olarak sultanın hükümranlık alanını tehdit eden bu durum, Türkmenlerin yavaş yavaş sistemin dışına ve uçlara doğru kaydırılmasıyla çözülmeye çalışıldı. Bizans ve Ermeni sınırlarında fetihlerle ülke topraklarını genişletmeye devam eden bu zümrelere Uç Türkmenleri denilmekteydi. Yine malûm olduğu gibi 1220’lerde başlayan Moğol istilâsı, Türkistan’da yeni göç dalgaları yaratmıştı. Tüm Orta Asya’yı kaplayan bu felâketten canını kurtarıp kaçan Türkler, istilânın ilerlemesine paralel olarak Horasan-İran-Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya gelmekteydiler. Devrin kaynaklarının ifadesine göre bu denizdeki kum veya çekirge sürüsü gibi kalabalıklar, Anadolu’da da, Moğolların önünden kaçarak daha çok uçlarda temerküz ettiler. Aşağıda kısa tarihçeleri verilecek olan bu beylikler, Uç Türkmenleriyle yeni gelenlerin güç birliği etmesi ve çoğunlukla Moğol istilâsına karşı başkaldırı çerçevesinde teşkilatlanmışlardır. Bazılarının kurucuları Türkmen beyleri olmasa bile onların da askeri güçlerini Türkmenler oluşturuyordu. Bu beyliklerdenbir kısmının Selçuklularla ilişkisi nisbetinde tarihleri anlatılacak; diğerleri çok kısa veya sadece ismen zikredileceklerdir. Lâdik/Denizli (İnançoğulları) Beyliği Moğol istilasından sonra baş gösteren Türkmen isyanları neticesinde BatıAnadolu’da teşekkül eden beylik, XIII. asrın ikinci yarısından XIV. asrın sonlarına kadar, Lâdik (Denizli) merkez olmak üzere Honaz ve Dalaman civarında hüküm sürmüştür. Beyliğin kurucusu bir uç gazisi olan Mehmet Bey’dir. Hatırlanacağı üzere Hûlâgû 1262’de Alıncak Noyan’ı, bu bölgedeki Türkmen isyanlarını bastırmak için görevlendirdiğinde, onun damadıyla beyliğini onaylamak üzere gizli bir anlaşma yapmışlardı. Nitekim Mehmet Bey, Dalaman civarında yapılan savaşta Ali Bey’in ihanetiyle yenildi ve öldürüldü. Vardıkları anlaşmaya göre, Ali Bey’in hâkimiyeti onaylandı. Ali Bey 1277’ye kadar Selçuklulara tâbiyetini sürdürdü. Ancak Siyavuş (Cimri) hadisesi sırasında yine Türkmenlerin Moğol karşıtı saflarında yer aldı. Bu yüzden Lâdik (Denizli) bölgesine gelen Selçuklu-Moğol ordusu tarafından yakalanarak Karahisar kalesine hapsedildi (1278). Kısa bir süre sonra burada öldü. Oğlu Şücâeddîn İnanç (Yınanç) Bey’in hangi tarihte beyliğin başına geçtiği kesin olarak bilinmemektedir. Zira Ali Bey’in tutuklanmasından sonra Lâdik (Denizli) ve civarı bir süreliğine Sahip Ataoğulları’nın kontrolüne geçmiştir. Siyavuş, Selçuklu ordusunda yer alan Germiyanlılar tarafından öldürüldükten sonra derisi yüzülüp içine saman doldurulmak suretiyle eşek üstünde dolaştırılıp teşhir edildi. 164 Türkiye Selçuklu Tarihi Beylik hakkında yapılan ilk araştırmalarda İnanç (Yınanç) Bey’in Germiyanoğlu Ali Bey’in oğlu İnanç Bey olduğu sanılmıştı. Ancak Moğol istilasından sonra Anadolu’da kurulan İlk Türkmen Beyliği olması itibariyle önem arz eden beyliğin şeceresi daha sonraki çalışmalarda düzeltilmiştir. Moğolların Anadolu umumi valisi Emir Çoban 1314’de Anadolu’ya geldiğinde, ona itaatini bildiren beyler arasında İnanç Bey de vardı. 1355’de İnanç Bey öldükten sonra yerine oğlu Murat Arslan; sonra da ilmi ve âlimleri himayesiyle tanınan İshâk Bey geçmiştir (1362). Beylik 1368 de Germiyanoğulları’nın eline geçerek tarih sahnesinden silinmiştir. Selçuklular ve Beylikler döneminde Lâdik (Denizli) konusunda daha fazla bilgi için bkz. Tuncer Baykara, Selçuklular ve Beylikler Çağında Denizli 1070-1520, İstanbul 2007. Karamanoğulları Beyliği Türkiye Selçuklu Devleti’nin Moğol istilası nedeniyle çöküş sürecine girdiği bu dönemde uç Türkmenleri tarafından kurulan en büyük beylik Karamanoğulları’dır. Oğuzlar’ın Afşar boyuna mensup olan Karamanlılar, Anadolu’ya XIII. asrın ilk çeyreğinde, Azerbaycan ve Şirvan bölgesinden göç etmişlerdir. 1228 yılında I. Alâaddîn Keykubad tarafından Ermenek bölgesine yerleştirilen bu Türkmenler, Nûre Sûfî b. Sâdeddîn’in idaresindeydiler. Babaî tarikatine mensup şeyh Nûre Sûfî, Silifke ve çevresine akınlar düzenleyerek hâkimiyet sahasını genişletti. Ölüm tarihi bilinmeyen Nûre Sûfi’den sonra yerine oğlu Kerimüddîn Karaman geçti. Karaman Bey Ermenek Mut, Gülnar, Mer’a ve Silifke kalelerini ele geçirip diğer uç Türkmenleri gibi Moğol tahakkümüne ve ona boyun eğen Selçuklu idaresine karşı isyan bayrağı açtı. IV. Kılıç Arslan 1262 yılında ağabeyi II. Keykâvus’tan tahtı zapt edince, Ermenek Bey’i Karaman’ı itaat altına almak için harekete geçti. Bu büyük Türkmen gücünden yararlanmak isteyen sultan, Karamanlılar’a oturdukları yerleri ıktâ ettiği gibi, onlarla akrabalık ilişkisi de kurdu. Ancak Moğolların kendilerine itaat etmeyen Keykâvus’a yardım eden uç Türkmenlerini cezalandırma teşebbüsleri nedeniyle barış uzun sürmedi. Sıranın kendilerine de geleceğini bilen Karaman Bey’le kardeşleri Zeynü’l-Hac ve Bonsuz, insiyatifi kaçırmamak için, 20.000 kişilik kuvvetle Konya üzerine yürüdüler. Ancak Gâvele’de Pervâne komutasındaki Selçuklu ordusuyla yaptıkları savaşta yenildiler. Karaman savaş meydanından kaçıp kurtulmayı başarırken yakalanan kardeşleri ve çocuklarından bazıları Gâvele kalesinde hapsedildiler. Bu hadiseden sonra takriben 1262 sonlarında Karaman ölünce yerine büyük oğlu Mehmet Bey geçti. Mehmet Bey, kendi idaresinde bulunan sahillerden Moğolları atmış; Selçuklulara vergi ödemeyi reddederek istiklâlini ilan etmişti. Ayrıca Moğollara karşı isyan eden Hatîroğlu ile ittifak yaparak isyanına destek vermişti. Hatîroğlu isyanı bastırıldıktan sonra Kadı Hotenî, Ermenek valiliğine tayin edilerek Karamanoğulları üzerine gönderildi. Vali Hotenî Selçuklu-Moğol ordusuyla bölgeye gelince Karamanlılar, 100.000 dinar para verip itaat edeceklerini bildirdiler. Ancak teklifi reddedilen Karaman Bey, Eşref ve Menteşe Beyleri’nin desteğini sağlayarak Selçuklularla harbe girdi. Göksu yakınlarında yapılan şiddetli savaşı Karamanoğlu kazanadı. Bu olaydan sonra Türkmenler nezdinde itibarı artan ve Baybars’ın verdiği sancak ve menşurun sağladığı nüfuzu kullanan Mehmet Bey, bağımsızlığını ilân etti. Ancak daha önce anlatıldığı gibi,Siyavuş (Cimri) hadisesi sırasında öldürüldü (1277). Nûre Sûfi’nin mezarı, Mut kazasının Sinanlı bucağındaki Değirmenlik yaylasında bulunmaktadır. 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 165 Mehmet Bey’in yerine kardeşi Güneri Bey geçti. Pervâne meselesinden sonra artan Moğol tahakkümü nedeniyle, diğer Türkmenler gibi Karamanlılar bir süre varlık gösteremediler. Güneri Bey’in 1286 yılında Ermenilerin idaresindeki Tarsus’a sefer bir düzenledi. Ancak Selçuklu sultanı II. Mesud, Hıristiyanları gözle görünür biçimde kayıran Moğol hükümdarı Argun Han’ın emriyle, Lârende’ye sefer düzenlemek zorunda kaldı. Güneri Bey sultana muhalefet etmeden dağlara çekildiği gibi, sonra Eşrefoğlu ile birlikte Konya’ya giderek II. Mesud’dan af diledi. Ancak kısa süren sesizliğin ardından Selçuklu-Karamanoğlu gerginliği tekrar alevlendi ve Geyhatu Karamanili ve Larende’yi ateşe verdi. Güneri Bey dağlara çekildiği için Geyhatu istediği sonucu alamadı (1291). Kıbrıs Haçlı kralı Henri’nin 15 parçalık donanması Alaiyye’yi ele geçirdiyse de, Karamanlılar yetişerek şehri kurtardılar (1292 başı). Güneri Bey vefat edince (Nisan 1300) yerine kardeşi Mahmud Karaman Bey geçti. Fakat kaynaklarda onun dönemine dair fazla bilgi yoktur. Sadece 1308’de Sultan II. Mesud ölünce Mahmud Karaman’ın Konya’yı ele geçirdiği; aynı sene Ermenilerle yaptığı savaşta şehit düştüğü bilinmektedir. Mahmud Bey’den sonra beyliğin başına büyük oğlu Musa Bey geçerken diğer oğlu Yahşi Bey ağabeyine tâbi olarak Konya’da bulunuyordu. Bu sırada bazı hanedan mensupları bulunsa da, Selçuklu Devleti tamamen çöktüğü için, bağımsızlıklarını ilan eden beylikleri yola getirmek üzere, Emir Çoban 1314’de Moğol genel valisi olarak Anadolu’ya gönderildi. Emir Çoban Karamanlılardan Konya’yı aldı; fakat Lârende muhasarası sonuçsuz kaldı. Selçuklu hanedanı yıkılınca Karamanoğulları’yla ilişkileri de son bulmuş oldu. Musa Bey’e karşı kardeşi İbrahim Bey 1318’de isyan etmiş, Memlûk Sultanı Melik Nâsır (1309-1341)’a tâbiyet bildirmiş; beyliğin yönetiminde değişiklikler olmuştur. Musa Bey Lârende’de bir imaret ve medrese yaptırmıştır. Karamanoğulları Beyliği, uzun süre münasebette bulundukları Osmanlılar tarafından 1497 yılında tarih sahnesinden silinmiştir. Alâiye 1293’de Mecdüddîn Mahmud tarafından ele geçirilince, burada Karamanlılara bağlı Alâiye Beyliği teşekkül etmişti. Bu beylik bazen Memlûklere de bağlanmış; 1471’de Gedik Ahmet Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Eşrefoğulları Beyliği XIII. asrın ikinci yarısından itibaren Beyşehir, Seydişehir, Ilgın, Bolvadin ve Akşehir civarında, yaklaşık 40 yıl kadar hüküm sürmüş bir beyliktir. Beyliğin merkezi eskiden Seydişehir’e bağlı “Gorgorum” iken, daha sonra Süleyman Bey tarafından inşa edilen ve beyin adına nisbetle “Süleyman şehri” ya da “Beyşehir” olarak adlandırılan yer olmuştur. Beyliğin kurucusu olan Eşrefoğlu Süleyman Bey, Sultan III. Keyhüsrev zamanında uç beyiydi. III. Gıyaseddîn 1284’de Moğollar tarafından öldürülünce yerine II. Mesud geçti. Ancak maktul sultanın annesi, iki torununun II. Mesud’un saltanatına ortak olmasını istiyordu. Hatun bunu sağlamak için Karamanoğulları ve Eşrefoğulları’ndan yardım istedi. Konya’da yapılan görüşmeler sonunda Eşrefoğlu Süleyman Bey saltanat naibliğine, Karamanoğlu ise beylerbeyliğe tayin edildi (1284). Fakat Sahip Ata’nın çabalarıyla III. Gıyaseddîn’in çocukları bertaraf edilince taht II. Mesud’a kaldı (1285). Bunun üzerine Süleyman Bey Beyşehir’e çekilmiş, 166 Türkiye Selçuklu Tarihi fakat toprakları Selçuklu yönetimindeki Germiyanlılar tarafından yağmalanmıştır. Bunun üzerine Süleyman Bey, II. Mesud’dan af dileyip itaatini bildirdi. Bir süre sonra vefat eden II. İzzeddîn’in oğullarından Kılıç Arslan, saltanat iddiasıyla Kırım’dan Anadolu’ya geçtiğinde, Sultan II. Mesud kardeşine karşı Eşrefoğlu Süleyman Bey’den yardım istedi. Süleyman Bey bunun üzerine Kılıç Arslan’ı yakalanıp Viranşehir kalesinde hapsetti. Ancak Süleyman Bey Karamanoğulları’nın baskısı nedeniyle Kılıç Arslan’ı serbest bırakınca Sultan II. Mesud’la arası yeniden açıldı. 1302 yılında Süleyman Bey ölünce yerine geçen Mübarizüddîn Mehmet, 1314 yılında Anadolu’ya gelen Emir Çoban’a itaat arzedenler arasında bulunuyordu. Mehmet Bey 1320’de vefat edince yerine geçen oğlu II. Süleyman, Moğol valisi Timurtaş tarafından Beyşehir Gölü’ne atılarak öldürüldü (1326). Böylece Eşrefoğulları Beyliği sona ermiş; toprakları Hamid ve Karamanoğulları tarafından paylaşılmıştır. Menteşeoğulları Beyliği Güneybatı Anadolu’da merkezi Fethiye olmak üzere Muğla ve civarında yaşıyan Türkmenler tarafından kurulmuştur. Beyliğin kurucusu olan Menteşe Bey muhtemelen 1261 yılı civarında, Antalya kıyılarından deniz yoluyla Fethiye taraflarına gelmişti. Menteşe Bey buradan kuzeye doğru yayılarak, Türkmenlerle birleşip, ölümüne kadar (1282) Muğla civarında hüküm sürmüştür. Deniz kıyısında toprakları olması bakımından denizcilik faaliyetleri gelişen beyliğin başına oğlu Mesud Bey geçti. Onun zamanında Rodos’a başarılı seferler düzenlenmiş ve adanın önemli bir kısmı fethedilmişti (1300). Ancak Rodos adası on yıl sonra Sen Jan Şövalyeleri’nin kontrolüne geçti (1310). Mesud Bey ve onun yerine geçen oğlu Orhan Bey, Rodos’a tekrar sahip olmak için mücadele etmelerine rağmen başarılı olamadılar. Orhan Bey’in ölüm tarihi ve oğlu İbrahim’in beyliğin başına ne zaman geçtiği bilinmiyor. Bununla birlikte Muğla’da yaptırdığı Ulu Cami’nin kitabesinden 1344’de Menteşe beyi olduğunu öğrendiğimiz İbrahim Bey 1360’da vefat etti. Onun ölümünden Süleyman Bey, Beyşehir kalesi yanında minberi ve ağaç işçiliği bakımından, Anadolu Türk mimarisinin en güzel örneklerinden olan bir cami inşa ettirmişti. Ünlü âlim Şemseddîn Mehmet Tüsterî, Mübarizüddîn Mehmet adına el-Fusûl-ı Eşrefiyye adlı felsefî bir eser kaleme almıştı. Resim 7.1 Eşrefoğlu Süleyman Bey’in 1279 tarihinde Beyşehir’de inşa ettirdiği caminin mihrabı . Kaynak: http:// www.favorinet.net/ tarih/548669-ahsapisciliginin-700-yilliksaheseriesrefoglucamii-beysehir-konya/ 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 167 sonra beyliğin tarihi, Osmanlılar’la yoğun ilişki içinde geçmiş; 1451’de Osmanlı idaresine girerek Menteşe sancağı haline gelmiştir. Menteşe Beyliği hakkında daha geniş bilgi bkz. Paul Wittek, Menteşe Beyliği (Çev.O. Ş. Gökyay), Ankara 1986. Germiyanoğulları Beyliği Germiyanoğulları, Türkiye Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde Kütahya ve çevresinde hüküm sürmüştür. Germiyanlılar ilk defa Alişiroğlu Muzaffereddîn önderliğinde XIII. yüzyılın ilk yarısında Malatya’da tarih sahnesine çıkmışlardı. Nitekim Alişiroğlu Muzaffereddîn, Baba İshak isyanını bastırmakla görevlendirilmiş, ancak başarısız olmuştu. Alişiroğlu Muzaffereddîn’in oğlu olduğu tahmin edilen Kerimeddîn Alişir, II. Keykâvus taraftarı olduğu için, 1262’de Pervâne tarafından öldürtüldü. Germiyanoğulları’nın Kütahya tarafına hangi tarihlerde göç ettikleri belli değildir. Ancak Alişiroğlu Hüsameddîn idaresinde Kütahya bölgesinde yaşamakta olan Germiyan Türkmenlerinin, taht davasına kalkışan Alâaddîn Siyavuş (Cimri)’u yakalayıp Sultan III. Keyhüsrev’e teslim ettikleri bilnmektedir (1278). Ancak Keyhüsrev’in öldürülmesinden sonra tahta geçen II. Mesud ve onu himaye eden Moğollara karşı 1289 yılına kadar mücadele etmişlerdir. Beyliğin asıl kuracusu Kerimeddîn Alişir’in oğlu olan Yakup Bey’dir. Ankara ve civarında görev yapan bir Selçuklu emiri olan Yakup Bey, ikinci saltanatı sırasında II. Mesud (1302-1308)’a tâbi olmayarak, İlhanlılara bağlılık bildirdi. Germiyanoğulları ikinci dönem beyliklerin en güçlülerinden biriydi. Nitekim Bizans topraklarına yaptıkları akınlar sonucunda Bizanslılardan her yıl vergi ve hediyeler alıyorlardı. 1314’de Moğol genel valisi Emir Çoban’a itaatini bildiren Yakup Bey’in ölüm tarihi bilinmemektedir. Yakup Bey’in ölümünden sonra çöküşe geçen beylik Karamanoğulları ve Osmanlılar arasında sıkışıp kaldı. Son Germiyan beyi II. Yakub’un erkek çocuğu olmadığı için, ölümünün sonra toprakları Osmanlı Devleti’ne intikal etti (1429). Germiyanoğulları tarihi hakkında bilgi için bkz. Mustafa Çetin Varlık, Germiyanoğulları Tarihi (1300-1429), Ankara 1974. Pervâneoğulları Beyliği Hatırlanacağı üzere Pervâne Muîneddîn Süleyman,1266 yılında Sinop’u Trabzon Rumları’nın işgâlinden kurtardığında, IV. Kılıç Arslan’a baskı yaparak şehri kendisine temlik ettirmişti. Sinop’un idaresini nâib olarak oğlu Muîneddîn Mehmet’e veren Pervâne, 1277’de Moğollar tarafından öldürülünce oğlu Sinop’ta istiklâlini ilân etti. Buna rağmen yaklaşık yirmi yıl, Moğollarla iyi ilişkiler içerisinde hüküm sürdü. Pervâneoğlu 1297 yılında ölünce, yerine yeğeni Mesud geçti. Onun zamanında Bafra ve Samsun şehirleri beyliğin topraklarına katıldı. Sinop’taki bir Ceneviz kolonisi vesilesiyle şehre giren Frank kuvvetleri, ani bir baskınla Mesud Bey’i esir alıp Kefe’ye götürdüler. Mesud Bey ancak yüksek miktarda kurtuluş akçesi ödeyerek Sinop’a geri dönebildi (1298). Mesud Bey 1302’de vefat edince yerine oğlu Gazî Çelebi geçti. O 1313’te Trabzon Rumlarıyla anlaşmalı olarak, Kırım sahillerine ve Kefe’ye bir sefer düzenledi. Karadeniz’de kolonileri bulunan ve menfaâtleri zedelenen Cenevizliler ondan intikam almak için Sinop’a sefer düzenlediler. Fakat Gazî Çelebi’nin kuvvetleri karşısında yenilgiye uğrayıp çekildiler (1322). Gazî Çelebi, Candâroğlu Süleyman Paşa’ya tâbi olmuştu. 1322 yılında ölünce, oğlu olmadığı için 168 Türkiye Selçuklu Tarihi beyliği bir süre kızı idare etti. Bu yüzden Hatuneli de denilen bölge, Süleyman Paşa tarafından Candâroğulları topraklarına katılmıştır. Sahip Ataoğulları Beyliği XIII. asrın ikinci yarısında Selçuklu veziri Sâhip Ata Fahreddîn Ali’nin oğulları tarafınan Karahisar (Afyon) civarında kurulmuştur. Ömrü çok kısa süren bu küçük beyliğin kuruluşu hakkında da fazla bilgi yoktur. Bilindiği kadarıyla uzun bir süre Selçuklu vezirliği görevinde bulunan Fahreddîn Ali’nin, Tâceddîn Hüseyin ve Nusreddîn Hasan adında iki oğlu vardı. Moğolları arkasına alan Pervâne, devlete nüfuz ve tahakküm ettiği bu dönemde Fahreddîn Ali’nin iki oğlunu uç beyi tayin edip onlara Kütahya, Sanduklu ve Akşehir civarını has olarak verdi (1262). Ancak bir süre sonra Sahib Ata’yı Moğollara tutuklattı (1272). Ancak Sâhib Ata suçsuzluğunu ispat edip tekrar vezir olarak atanmasının yanı sıra oğullarından Hüseyin’e Lâdik, Honaz; Hasan’a da Karahisar-ı Develi kalesi kumandanlığını sağladı (1275). Muhtemelen beyliğin temelleri de bu tarihte atılmış oldu. Karamanoğlu ve Siyavuş 1277 yılında Konya’ya hâkim olunca Karahisar’da asker toplayan Sâhib Ataoğulları, onların üzerine yürümüş, fakat savaşta iki kardeş de ölmüştü. Onların idaresindeki topraklar Hasan’ın oğlu Şemseddîn Mehmet’in yönetimine geçti (1277). Lâdik’in hâkimiyeti için yaklaşık yirmi yıl Germiyanoğulları ile mücadele eden Mehmet Bey 1287’de, bu nedenle ölünce dedesinin Konya’da yaptırdığı Sâhib Ata türbesine defnedilmiştir. Yerine geçen oğlu Nusreteddîn Ahmet de diğer beyler gibi, Emir Çoban’a bağlılığını bildirmek zorunda kaldı (1314). Ancak Moğol valisi Timurtaş uç Türkmenlerini itaat altına almak için düzenlediği sefer sırasında kayınpederi Germiyanoğlu I. Yakup’un yanına sığınan Nusreteddîn Ahmed’in ölümünden sonra, Sâhib Ataoğulları’na ait topraklar Germiyanlılar’ın idaresine geçmiştir. Saruhanoğulları Beyliği Batı Anadolu’da merkezi Manisa olmak üzere hüküm süren bu beyliğin kurucusu Saruhan Bey’in, Harizm Türkleri’nden Saruhan’ın torunu ve Alpağı’nın oğlu olduğu tahmin edilmektedir. Sultan II. Mesud’a bağlı emirlerinden olan Saruhan Bey, 1313’de Bizans hâkimiyetindeki Manisa’yı feth ettikten sonra kısa sürede Alaşehir’den İzmir ve diğer Ege kıyılarına kadar sınırlarını genişletti. Saruhan Beyliği karadan Karesi, Aydın ve Germiyanoğulları beylikleri ile çevrilmiş olduğu için ancak Ege Denizi kıyılarına doğru yayılma şansı vardı. Saruhan Bey kurduğu donanma ile Ege Denizi’nde önemli fetihler gerçekleştirdi. Güçlü bir donanmaya sahip olan Saruhan Bey, topraklarını Bizans aleyhinde genişletmekteydi. 1346 yılında ölümünden sonra halefleri Memlûkler ve Osmanlılarla iyi ilişkiler içerisinde varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Saruhanoğulları Beyliği’nin merkezi olan Manisa 1390 yılında Yıldırım Bayezıd tarafından Osmanlı topraklarına katılınca beylik de tarihe intikâl etti. Candâroğulları Beyliği (İsfendiyaroğulları) XIII. yüzyılın son çeyreğinde Kastamonu, Sinop ve çevresinde hüküm süren beyliğin kurucusu Şemseddîn Yaman Candâr’dır
.II. Keykâvus’un oğullarından Kılıç Arslan, Çobanoğlu Yavlak Arslan’ın desteğiyle, kardeşi Sultan II. Mesud’a karşı saltanat mücadelesine girmişti. Taraflar arasında meydana gelen savaşta II. Mesud yenilmek üzereyken, Moğol askerlerinin yetişmesi ve Yaman Candâr’ın gayretleriyle talihi döndü. II. Mesud savaşın kazanıl- 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 169 masında büyük hizmeti geçen Yaman Candâr’a, Kastamonu yakınındaki Eflânî’yi verdi. Fakat Yavlak Arslan’ın oğlu Mahmud Bey Kastamonu’yu elinde tutuyordu. Candâr Bey’in ne zaman öldüğü belli değildir. Ancak yerine geçen oğlu Süleyman Paşa’nın, bir baskın neticesinde Kastamonu’yu ele geçirdiği bilinmektedir. 1314’de Emir Çoban’a tâbiyet bildiren Süleyman Paşa, 1335 yılına kadar Moğollarla barış içerisinde hüküm sürdü. Bu süre zarfında beyliğin sınırlarını genişletme imkânı buldu. Nitekim Pervâneoğulları’ndan Gazi Çelebi, onun hâkimiyetini tanımış ve öldüğünde Sinop Candâroğulları’na bağlanmıştı. Cenevizliler ve Venedikliler ile ticrî ilişkileri bulunan Candâroğulları; Osmanlı Devleti ve Sivas’taki Kadı Burhaneddin beylikleri arasında birine, ya da diğerine yaklaşmak suretiyle varlığını devam ettirdi. Ancak Yıldırım Bayezid 1393 yılında II. Süleyman’ı Kastamonu’da mağlup edip öldürdükten sonra, beyliğin bir kısım topraklarına hâkim oldu. Sinop’da hüküm süren İsfendiyar Bey itaat bildirdiği için ona dokunulmadı. Bundan sonra Anadolu’da Türk birliğini sağlama yolunda bir hayli mesafe almış olan Osmanlılar’la yoğun ilişkiler içerisinde, onlara tâbi olarak yaşayan ve son dönemde beyinin adına nisbetle İsfendiyaroğulları olarak anılan bu şubesi de, Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı Devleti’ne bağlandı (1461). Candâroğulları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Yaşar Yücel, Çoban-Oğulları Beyliği- Candâr-Oğulları Beyliği I, T. T. K Ankara 1988. Karası (Karesi) Beyliği Karası Beyliği XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın ortalarında, Balıkesir ve Çanakkale başta olmak üzere, kuzeybatı Anadolu’da hüküm sürmüş bir Türk beyliğidir. Adını kurucusu Karası Bey’den alan beyliğin menşei Danişmendlilere dayanmaktadır. Parçalanmış olan Danişmendli Beyliği’nin şubelerine, Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan tarafından son verilince, sonra hanedana mensup beylerin ve Türkmenlerin bir kısmı Selçuklu Devleti’nin Bizans uçlarında hizmete devam etmişlerdi. 1296-1297 yılından itibaren Selçuklu uç beyi Kalem Bey/Kalemşah ve oğlu Karası Bey Batı Anadolu’daki Bizans şehirlerine (Balıkesir, Bergama, Çanakkale gibi) hâkim olmaya başladılar. Karası Bey Balıkesir’de, çöküş halindeki Selçuklu Devleti’nden bağımsızlığını ilan edip kendi adını taşıyan beyliği kurdu. Karası Bey tertiplediği başarılı seferler yanında, Moğollar önünden kaçan Sarı Saltuk’a bağlı Türkmenleri topraklarına yerleştirerek bölgenin Türk yurdu olmasına büyük katkıda bulunmuştur. Onun ölümünden (1328’den önce) sonra yerine oğlu Yahşi Bey geçti. Güneyde Saruhanoğulları, doğuda Osmanlı beylikleriyle komşu olan Karasıoğulları daha çok Ege adaları ve karşıdaki Rumeli sahillerinde yayılma imkânı buldular. Bu sebeple Yahşi Bey idare merkezini Bergama’ya taşıdı ve kardeşi veya oğlu olduğu sanılan Demir Han Bey’i de Balıkesir’in idaresiyle görevlendirdi. Demir Han Bey, Çanakkale Boğazı ve Marmara denizinden gemilerle asker çıkarıp Rumeli’ye akınlar yaparken; Bergama’daki Yahşi Bey de, Ege adaları bölgesinde faaliyetlerde bulunuyordu. Ege sahillerindeki Türkmen beyliklerinin Batı Anadolu’daki fetih ve genişleme çabaları Avrupalıların deniz ticaretine engel teşkil ediyordu. Bu sebeple Venedikliler, Rodos şövalyeleri ve Bizans İmparatorluğu arasında bir Haçlı ittifakı kuruldu. Eylül 1334’de Edremit sularında, Yahşi Bey kumandasındaki Türk donanmasıyla Haçlılar arasında meydana gelen şiddetli savaşta, Türkler ağır bir yenilgiye uğradılar. Haçlıların bu başarısı Ege’deki Türk yayılmasını geçici olarak durdurdu. Kısa sürede kendilerini toparlayan Karasıoğuları 1337’de Çanakkale sahillerinden karşıya ge- 170 Türkiye Selçuklu Tarihi çerek Trakya içlerine kadar yağma akınlarında bulundular. Yahşi Bey hakkında bu tarihten sonra herhangi bir bilgiye rastlanmadığı için bir süre sonra vefat ettiği tahmin edilmektedir. Onun ölümünden sonra halefleri arasında çıkan taht kavgaları, Orhan Bey’in müdahalesine yol açınca, toprakları Osmanlı Beyliği’ne katılmış oldu. Karası adı ve beyliğin tarihi hakkında daha fazla bilgi için bkz. Zerrin G. Öden, Karası Beyliği, Ankara 1989. Hamidoğulları Beyliği XIV. yüzyılın başlarından itibaren merkezi önce Uluborlu daha sonra Eğridir olmak üzere Isparta ve civarında (Göller bölgesinde) hüküm sürmüştür. Beyliğin adı, Isparta ve Burdur yöresinde uç beyi olarak görev yapan Hamid Bey’den gelmektedir. Hamid Bey ilk olarak 1291 yılında, Moğol istilasına karşı Isparta ve Burdur yöresinde kendine bağlı Türkmenlerle yönetime isyan edip beyliğin temellerini atmıştır. Fakat Moğollar bunun üzerine Karaman, Beyşehir havalisiyle Eğridir, Isparta ve Burdur’da tahribat yaptılar. Hamid Bey, Moğol saldırısından kurtulabilmek için dağlara çekilmek zorunda kaldı. Ancak Hamid Bey daha sonra, İlhanlı Gazan Han’ın Selçuklu Sultanı II. Mesud’u azletmesi üzerine çıkan otorite boşluğundan yararlanma imkânı buldu. 1297 yılında müstahkem bir yer olan Uluborlu’yu merkez edinerek Isparta, Burdur, Eğridir ve Gönen yöresinde bağımsızlığını ilan etti. Fakat Hamid Bey’in Gazan Han’la birlikte, Selçuklu Devleti’ni de metbû tanıdığını gösteren, III. Alâeddin Keykubad adına kestirdiği paralar dikkat çekmektedir. Bu sikkelerin önemli bir özelliği de o zamana kadar İslâmî sikkelerde görülmeyen “humiyet ani’1-âfât” (Allah afattan korusun) ibaresinin bulunmasıdır. Hamid Bey’den sonra oğlu İlyas ve torunu Dündar Beyler’in hüküm sürdüğü bilinmektedir. Dündar Bey, Konya-Antalya arasındaki yolları denetim altında tutmak için, 1307 yılı civarında beyliğin merkezini Uluborlu’dan Eğridir’e nakletti. Dündar Bey de, 1314 yılında Emir Çoban’a bağlılık bildiren Türkmen beyleri arasında yer aldı. Fakat Emir Çoban’ın Anadolu’dan ayrılmasının ardından askeri faaliyetlerini hızlandırdı. Antalya’yı ele geçirip idaresini kardeşi Yûnus Bey’e verdi. Böylece Teke-ili denilen bu bölgede, daha sonra Tekeoğulları olarak anılacak olan beyliğin temelleri atılmış oldu. Antalya’yı ele geçirdikten sonra daha da güçlenen Dündar Bey, İlhanlı (Moğol) idaresini tanımayarak istiklâlini ilan etti. Fakat bir süre sonra İlhanlı valisi Timurtaş’ın baskısı karşısında Eğridir’i terk ederek Antalya’ya kaçmış; ancak Antalya’yı idare eden yeğeni Mahmud Bey tarafından Timurtaş’a teslim edilerek öldürülmüştür (1326). Dündar Bey öldürüldükten sonra beyliğin idaresi torunu Hızır Bey’e geçti. O kısa süren bu ilk beyliği döneminde Timutaş’ın ortadan kaldırdığı Eşrefoğulları Beyliği’ne ait Beyşehir, Seydişehir, Akşehir ve Doğanhisar’ı ele geçirerek beyliğinin sınırlarını genişletti. 1328 yılında babası İshak Bey Anadolu’ya gelerek beyliğin başına geçti. 1361’de Kıbrıs Haçlı Krallığının baskılarına karşı Germiyanoğulları ve Osmanlıların yardımına başvuran İshak Bey (ölm.1338)’in haleflerinden birisi, beyliğin topraklarının bir kısmını Sultan I. Murat’a sattı. Isparta, Uluborlu ve Burdur çevresinde bir süre daha hüküm sürmesine izin verilen Hamîdoğulları’nın Karamanoğulları tarafından zapt edilen Antalya’yı kurtarma çabaları sonuçsuz kaldı. Beyliğin toprakları Hamid-ili (Hamîd sancağı) adıyla Osmanlı topraklarına bağlandı. Hızır Bey’in babası Mübârizüddin İskak Bey, babası Dündar Bey’i öldüren Timurtaş’ı, Memlûk sultanına şikâyet etmek üzere Mısır’a gitmişti. 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 171 Hamidoğulları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Sait Kofoğlu, Hamidoğulları Beyliği, Ankara 2006. Aydınoğulları Beyliği Bu beylik XIV. yüzyılın başlarında merkezi Birgi olmak üzere Büyük Menderes’den Tire ve Selçuk (Ayaslug)’a kadar olan bölgede hüküm sürmüştür. Beyliğin kurucusu Mübarîzeddîn Gazi Bey başlarda Germiyanoğulları Beyliği’nin batı seferlerini idare eden bir subaşı idi. Menteşe Bey’in damadı olan Sasa Bey, Tire ve Selçuk (Ayaslug) üzerine sefer düzenlerken (1304), Mübarîzeddîn Gazi Bey’den yardım istedi. Bir süre sonra Sasa Bey ve Mübarîzeddîn Gazi Bey’in düzenlediği seferler sonucunda Aydın ili Türkmenlerin eline geçti. Ancak muhtemelen hâkimiyet meselesi yüzünden Sasa Bey ile Mübarîzeddîn Gazi Bey’in arası açıldı. 1308 yılında Sasa Bey’in saldırısını bertaraf eden Mübarîzeddîn Gazi Bey Aydın ilini ele geçirerek beyliğini kurdu. Anadolu beylikleri içerisinde denizcilik geleneğine sahip birkaç beylikten biriydi. Beyliğin en önemli limanı Selçuk (Ayaslug)’ta hazırlanan donanma ile 1319 yılında Sakız adasına bir baskın düzenlendi. Ardından Mübarîzeddîn Gazi Bey’in oğullarından Umur Bey, yaklaşık ikibuçuk yıl süren bir kuşatmanın ardından 1328 yılında İzmir’i ele geçirdi. Selçuk (Ayaslug)’un yanı sıra İzmir’de inşa edilen donanmayla Umur Bey Sakız, Eğriboz, Mora ve Rumeli sahillerine başarılı seferler düzenledi. Gazi Bey 1334 yılında vefat edince Umur Bey, kardeşlerinin ısrarı neticesinde beyliğin başına geçti. Umur Bey hakkında bkz. Tuncer Baykara, Aydınoğlu Gazi Umur Bey, Ankara 1990 Umur Bey’in ilk yıllarında İzmir’i geri almak için yapılan haçlı saldırıları sonuçsuz kaldı. Bundan sonra Umur Bey ve Saruhanoğlu Süleyman Bey Bizans sahillerine başarılı seferler düzenlediler. Umur Bey 1348 yılında Venedik, Rodos ve Kıbrıs Krallığı kuvvetlerinden oluşan haçlı donanmasının İzmir’i almak için düzenlediği saldırılardan birinde, ön saflarda savaşırken şehit düştü. Onun ölümünden sonra beyliğin başına geçen kardeşi Hızır Bey, haçlılarla ağır şartlar ihtiva eden bir anlaşma yapmak zorunda kaldı (1348). Yirmi maddeden oluşan bu anlaşmaya göre, beyliğin idaresindeki tüm limanlardan alınan ticaret vergilerinin yarısı Latinler’e verilecekti. Ayrıca Hristiyan gemileri serbestçe Aydınoğulları limanlarına girebilecek; Aydınoğulları donanması savaşı bırakacaktı. 1351 yılında benzer bir anlaşma Cenevizlilerle de imzalandı. Aydınoğulları Beyliği 1426 yılında Osmanlı hâkimiyetine geçerek tarih sahnesinden silindi. Osmanoğulları tarihi rolü itibariyle Selçukluların son dönemlerinde kurulan beyliklerin en büyüğü ve önemlisi olmakla birlikte; Osmanlı Tarihi başka derslerin konusu olduğu için kısaca da olsa burada konu edilmedi. Selçuklu Devleti’nin son zamanlarında kurulan ikinci dönem beyliklerin tarihi rollerini nasıl açıklarsınız? 2 172 Türkiye Selçuklu Tarihi Türkiye Selçukluları’nın yıkılışından sonra kurulan beyliklerin başlıcaları ise şunlardır: Taceddînoğulları Beyliği: kurucusunun adına nisbetle bu ismi alan bu beylik, 1348 yılından itibaren merkezi Niksar olmak üzere Bafra, Ünye ve Fatsa civarında hüküm sürmüştür, Eretna Beyliği: XIV. asrın ortalarından itibaren, Kayseri-Sivas merkez olmak üzere, Orta Anadolu’da hüküm süren beyliğin kurucusu Eretna Bey’dir. Moğolların hizmetinde bulunan Uygur Türklerindendir. Maiyyetinde bulunduğu ve kayınbiraderi olduğu, Mısır’a iltica eden Anadolu valisi Timurtaş tarafından, yerine vekil olarak bırakılmıştı. Kadı Burhaneddîn Ahmed Beyliği: XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Orta Anadolu’da hüküm süren beyliğin kurucusu Kadı Burhaneddîn’in ailesi, Oğuzlar’ın Salur boyuna mensup olup Harizm’den Kayseri’ye gelmişlerdi. Türkiye Selçukluları’nın hizmetine giren dedeleri ve babası da Kayseri’de kadılık yapmışlardı. Dulkadıroğulları Beyliği: Oğuzların Bozok koluna mensub olan Zeyneddîn Karaca tarafından 1337 yılında, Maraş-Elbistan havalisinde kurulmuştur. Ramazanoğulları Beyliği: XIV. yüzyılın ikinci yarısından XVII. asrın başlarına kadar Adana ve civarında hüküm süren beyliğin kurucusu Ramazan Bey’dir. Oğuzların üç-ok kolunun Yüregir boyuna mensupturlar. Moğol istilasıyla birlikte 40.000 çadırlık bir nüfusla Anadolu’ya gelmişlerdi. Bu beylikler hakkında, son çalışmaları da gösteren bibliyografyayla birlikte; Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisinin ilgili maddelerine müracaat edilebilirsiniz. TÜRKİYE SELÇUKLU HANEDANININ SONU Sâhib Ata Fahreddin Ali’nin Ölümüne Kadarki Dönem Önceki ünitede anlatıldığı gibi, Muineddîn Pervâne, Sultan IV. Kılıç Arslan’ı öldürüp yerine, küçük yaştaki oğlu Keyhüsrev’i geçirmişti. Çocuk sultan, Pervâne’nin ağır baskısı altında bulunuyordu. Ayrıca ülke ve yönetim üzerindeki Moğol tahakŞekil 7.2 Kaynak: C. Cahen, Osmanlılar’dan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul1994. 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 173 kümü ve bunlara karşı başlayan iç isyanlar (Hatîroğlu, Karamanoğulları gibi) devletin tüm kurumlarını ve ülkeyi bir çıkmaza sürüklemekteydi. Bu arada Selçuklu hanedanının kaderini de etkileyecek olan, amcasının oğlu Siyavuş (Cimri)’un saltanat mücadelesi ile sarsıldı. Her ne kadar Siyavuş’un saltanatı kısa sürdüyse de, bundan sonra Türkmen isyanları yanında şehzâde isyanlarının sayısı da giderek artmaya başladı. Çünkü Keyhüsrev’in Kırım’da bulunan amcası II. Keykâvus’un çocukları birer-birer önce Anadolu’ya, ardından da İlhanlı sarayına giderek tahtta hak iddiasında bulunmaya başladılar. Nitekim sâbık Sultan II. Keykâvus’un ölümünün (1280-81) ardından maiyetleriyle birlikte, oğullarından Kılıç Arslan Amasya’ya, Mesud Sinop’a geldiler. Gıyaseddîn Mesud kardeşine göre daha hızlı hareket ederek Çobanoğlu Muzaffereddîn Yavlak Arslan aracılığı ile önce Moğolların Anadolu valisi Samagar’a, sonra da Abaka’ya ulaşma imkânı buldu. Fakat tam bu sırada Abaka ölmüş (1282), Tekudâr İlhanlı hükümdarı olmuştu. Müslüman olup Ahmed adını alan Tekudâr, daha önce Hûlâgû’nun IV.Kılıç Arslan ve II. Keykâvus için yaptığı gibi; Anadolu’yu III. Keyhüsrev ile II. Mesud arasında taksim etti. Ancak III. Keyhüsrev bu durumu kabul etmeye yanaşmayınca, Moğol valisi Kongurtay, Selçuklu sultanı ve vezir Sâhib Ata’yı yanına alarak Tebriz’e İlhanlı sarayına doğru hareket etti. Ancak bu sırada İlhanlılar da taht kavgalarıyla uğraşmaktaydılar. Kanlı mücadeleler sonunda Kongurtay ve tahttan indirilen Ahmet Tekudar öldürülmüş, yerine Argun tahta oturmuştu. Bu durum en çok Tebriz’de bulunan Gıyaseddîn Mesud’un işine yaradı. Çünkü Argun Anadolu Selçuklu sultanlığına Mesud’u tayin etti. Keyhüsrev’i ise, huzuruna gelmekte geciktiği ve kendisine muhalif olanlarla temasta olduğu için, önce tutuklatıp ardından da yayının kirişi ile boğdurdu (1284). Tebriz’den ayrılıp Anadoluya gelen Gıyaseddîn II. Mesud 1284 Şubat’ında Konya’da tahta oturdu. Ancak III. Keyhüsrev’in annesi, küçük yaştaki torunlarının saltanata ortaklığının sağlanması için Karamanoğlu Güneri Bey ile Eşrefoğlu Halil Bey’den yardım istedi. Türkmen kuvvetlerine karşı koyamayacağını anlayan II. Mesud Konya’yı terk etti. Gerçekten de IV. Kılıç Arslan’ın eşi ve III. Keyhüsrev’in annesi olan Hatun, Türkmen beylerinden aldığı destekle, sözkonusu çocukları Konya’da tahta oturttu (1285). Fakat kısa süre sonra Moğol şehzâde Geyhatu’nun, orduyla Anadolu’ya gelmekte olduğu haberi Konya’ya ulaşınca, iki küçük şehzade Argun Han’a gönderildi. Yapılan muhakeme sonucunda, bu iki çocuğun III. Keyhüsrev’e ait olmadıkları gerekçesiyle idamına ve valide sultanın da Sivrihisar’a gönderilmesine karar verildi. Böylece II. Mesud tek başına tahta sahip oldu (1284-1296); ancak Selçuklu Devleti’nin içerisinde bulunduğu vaziyet dolayısıyla, Moğollar’dan aldığı emirleri uygulamanın dışında bir yetkisi yoktu. Nitekim tahtta kalabilmek için Moğol askerleriyle birlikte Türkmenlere karşı çok sert askeri müdahalelerde bulunduğu bilinmektedir. Bu nedenledir ki tahta çıkmasını sağlayan Çobanoğulları’ndan Muzaffereddîn Yavlak Arslan ile de arası açılmış ve Kastamonu civarına hâkim olan bu bey, artık onun kardeşi Kılıç Arslan’ın saflarına geçmişti. Fahreddin Ali’nin Ölümü ve Doğrudan Moğol İdaresi Dönemi Diğer taraftan kırk yılı aşkın bir süre emir-i dâd, saltanat nâibi ve vezir olarak Selçuklu teşkilâtında görev yapan Sâhib Ata Fahreddîn Ali vefat etti (1288). Anadolu Pervâne’nin öldürülmesinden beri, artık merkezden gönderilen Moğol valilier eliyle idare edilmekte, dolayısıyla daha fazla ezilmekteydi. Sâhib Ata bertaraf edilmesi mümkün görülmeyen Moğol istilâsı karşısında ahalinin daha fazla zulme uğramaması için, onlarla mümkün olduğunca iyi ilişkilerin sürdürülmesi- 174 Türkiye Selçuklu Tarihi ne gayret etmişti. Yukarıda söylendiği gibi, Pervâne’nin iftirası sebebiyle bir müddet görevinden azledildiyse de, ülkeyi yönetmek için henüz yerli unsurlara ihtiyaç duyan Moğollar tarafından görevine iade edilmişti. Pek çok hayratı ve mamuresi olan Fahreddin Ali’nin ölümüyle Moğol istilâsı yeni bir döneme girmiştir. Türkiye Selçuklu Devleti, Kösedağ Savaşı’ndan bu tarihe kadar, hiç olmazsa tâbi devlet statüsünü koruyabilmişti. Vergisini ödemek ve diğer tâbiyet şartlarını yerine getirmek kaydıyla; zaman zaman ağırlaşan baskılara rağmen devlet vasfını bütünüyle yitirmemişti. 1243’den beri İlhanlı sarayından gelen emirlerle tayin edilen yüksek zevat hiç olmazsa yerli ümeradan seçiliyordu. Pervâne hadisesinden sonra değişen bu süreçte, aslında bir Moğol memuru olmanın ötesine geçemeyen Fahreddin Ali, yine de kişisel ihtirasları için ahaliyi sıkıntıya sokmayan adaletli, dürüst, hayırsever kişiliği sebebiyle, Moğol tahakkümünün önünde kısmî bir engel oluşturabiliyordu. Sâhib Ata Fahreddîn Ali’nin vefatından sonra, Argun Han tarafından vezirlik makamına Kazvinli Fahreddîn tayin edildi. Kazvinli Fahreddîn oldukça kalabalık bir İranlı memur topluluğu ile Anadolu’ya geldi. İltizâm usûlü aldığı Anadolu’da, Moğollar’a taahhüt ettiği malî mükellefiyetleri yerine getirmek için halka, kanun dışı ve son derece ağır vergiler koydu. Bütün üst düzey memuriyetlere kardeşlerini ve yakınlarını getirdi. Moğollar bu son atamalar ile Selçuklu Devleti’nin siyasî, askerî ve malî tüm kurumlarına fiili olarak el koydular. Çünkü Selçuklu devlet adamlarından, sultan ve maiyetinden başka, hiçbir yüksek devlet memuru görevde bırakılmamıştı. Selçuklu sultanı da Moğollara tâbiyet arzedildiğinden beri tedricen kaybettiği hükümranlığından eser kalmamış bir şekilde; Moğol valilerinin Anadolu’da yaptıkları soygunları halk nezdinde meşrulaştıran bir figüran düzeyine inmiş bulunuyordu. Anadolu idarî ve malî bakımdan Fahreddin Kazvinî ile saltanat nâibi Emirşah arasında ikiye ayrıldı. Bilhassa Kazvinî’nin payına düşen Kayseri’den uclara kadar uzanan batı bölgesinde yağma, talan ve asayişsizlik alıp başını gitti. Germiyan ve Eşrefoğulları’nın başarısız isyan hareketleri bastırıldı. Nihayet Fahreddin Kazvinî’nin iki yıllık vezirliği, istismar ve zulmüne dair yoğun şikâyetler üzerine azli ve öldürülmesiyle sona erdi. Fakat Argun Han, Yahudî asıllı veziri Sadüddevle’nin de tahrikiyle İslâm karşıtlığını had safhaya vardırmış bulunuyordu. Hattâ bir Süryani müellifinin söylediğine göre İslâm dünyasının önde gelen büyüklerinin isimlerini tesbit edip tasfiye etmeye girişmişti. Sonunda Sadüddevle bu uygulamaların sebep olduğu Yahudi aleyhtarlığı yüzünden, daha Argun Han’ın sağlığında bertaraf edildi. Bu arada genç yaşta hastalanıp ölen (1291) Argun Han’ın yerine İlhanlı tahtına oturan Geyhatu, ilk iş olarak Türkmen isyanlarını bastırmak için Anadolu’ya geldi. Geyhatu, II. Mesud’u isyancıların safında yer alan kardeşi Kılıç Arslan’ı cezalandırmak üzere görevlendirdi. II. Mesud, Yavlak Arslan’ın desteklediği Rükneddîn Kılıç Arslan karşısında ilk başta yenilgiye uğradıysa da, Moğol askerlerinden gelen destek ile savaşı kazandı (1292). Karaman, Eşref ve Menteşeoğullarının toprakları Moğollar tarafından yağma ve kıtale uğradı. Ancak tüm baskılara rağmen Türkmen isyanları devam etti. Bütün bu kargaşaya bir de, Anadolu’da merkeze karşı isyan eden Moğol komutanlarının yarattığı tahribat eklendi. İltizâm bir yerin vergilerinin elde edilecek gelirlere göre değil de, önceden takdir edilen ve peşin olarak ödenen bir miktar karşılığında birisinin tasarrufuna bırakılmasıdır. Moğolların bu vahşeti “Konya kapısından Denizli’ye kadar öyle bir tedhiş yarattılar ki, bu bölgede altı ay kuş uçmadı” şeklinde anlatılır. 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 175 Anadolu’nun Moğollara bağlı, fakat yerli ümera aracılığıyla yönetildiği zamanlarda, bozulmalara rağmen Selçuklu ordusu varlığını koruyordu. Ancak Selçuklu ordusu ve ümerası tasfiye edilirken, ordularıyla birlikte gelen Moğol şehzâdeleri, İran’dan kontrol edilmesi zor olan Anadolu’da, İlhanlı devletine kolaylıkla baş kaldırmaktaydılar. Başka pek çok zararlarının yanında, âsilerle bu isyanları bastırmaya gelen Moğol askerlerinin savaş arenasına dönen ülke, bu yüzden iyice harap oluyordu. Selçuklu sultanları da bu çatışmalarda istemeden, kâh birine kâh diğerine taraf olmak zorunda kalıyor ve ağır bedeller ödemek zorunda kalıyorlardı. Sonunda Geyhatu, Hulagû’nun torunu Baydu tarafından tahtından indirilip öldürüldü ve yerine oğlu Gazan, İlhanlı tahtına oturdu (1295-1304). Fakat Gazan Han’a karşı isyan eden Anadolu umumî valisi Baltu, II. Mesud’un tebrik için İlhanlı sarayına gitmesine engel oldu. Ancak Baltu Anadolu’dan ayrıldıktan sonra Tebriz’e gidebilen II. Mesud’un mazereti kabul edilmediği için, Selçuklu tahtından indirilip Hemedan’a sürüldü (1296). Bu hadiseden sonra Selçuklu tahtı iki yıl boş kalırken, Anadolu merkezden tayin edilen görevliler elinde dört mali bölgeye ayrıldı. Bu görevlere atanmak için iltizam usulüyle ağır yük altına giren bu kişiler, kelimenin tam anlamıyla zulüm ve işkencelerle soygunlar yaptılar. Bundan sonra İlhanlı veziri Sadreddîn Hâlidî’nin tavsiyesiyle, Selçuklu sultanlığına II. Mesud’un kardeşi Feramurz’un oğlu, Keykubâd tayin edildi. Kendisine vezir olarak atanan Ahmed Lakuşî ile birlikte Anadolu’ya gelen yeni sultan III. Aladdîn Keykubad, 1298 de Konya’da tahta oturdu. Bu arada Memlûkler üzerine sefer kararı alan Gazan Han, Sülemiş’den Anadolu’da bulunan Moğol askerleriyle birlikte Halep’e gelmesini istedi. Fakat Gazan Han’a, Baltu isyanının bastırılması ve tahta çıkmasında yardımcı olan Sülemiş, Anadolu genel valiliğinin kendisine verilmemesi nedeniyle ona kırgındı. Bu yüzden Gazan Han’ın emrini yerine getirmediği gibi isyan etti (1299). Anadolu’yu Moğollara kazandıran Baycu Noyan’ın torunu olan Sülemiş, bu topraklar üzerinde hakkı olduğunu düşünüyordu. Amacı da Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmaktı. Bunun üzerine Memlûk seferini iptal eden Gazan Han, Sülemiş’in isyanını bastırmak için harekete geçti. Sülemiş ise bu sırada Karamanlı Türkmenleri’nden sağladığı yardımla Sivas’ı kuşatmıştı. Fakat yanındaki Moğol askerleri Mulay idaresindeki Gazan Han’ın ordusuna geçince zor duruma düştü; mücadeleyi bırakıp Memlûkler’e sığındı. Sülemiş isyanı sırasında tarafsız kalabilen, belki de taraf olmasına artık ihtiyaç duyulmayan III. Keykubâd, veziri Ahmed Lakuşî ve birkaç devlet görevlisiyle Gazan Han’ın huzuruna gidip bağlılığını yineledi. Bu durumdan hoşnut kalan Gazan Han, onu Hûlâgû’nun kızı ile evlendirdi. Daha sonra III. Keykubâd dönüş iznini alarak İlhanlı sarayından ayrıldı. Fakat Selçuklu sultanının Anadolu sınırından girdikten Konya’ya varana kadar, halktan zorla para topladığı kaydedilmektedir. Hatta onun bu muamelesi halk üzerinde olumsuz etki yaptığı için sultanı Moğol kumandanı Abuşga’ya şikâyet ettiler. Bunun üzerine III. Keykubâd yargılanmak üzere Gazan Han’ın huzuruna götürüldü. Yapılan muhakemede idama mahkûm edildiyse de Hûlâgû’nun kızı olan eşi sayesinde ölümden kurtularak Isfahan’da sürgüne gönderildi (1301-1302). Bunun üzerine genel kabule göre Selçuklu tahtına, ikinci kez Hemedan’da bulunan II. Mesud geçirilmiş (1302) ve 1308 de ölene kadar, sözde Selçuklu sultanı olarak hüküm sürmüştür. Devrin kaynaklarının ifadelerine göre, II. Mesud 1308 yılında Kayseri’de vefat etmiş ve kız kardeşinin de gömülü olduğu Simre’de defnedilmiştir. Pek çok araştırmacı Türkiye Selçuklu Devleti’nin II. Mesud’un ölümüyle sona erdiğini kabul etmektedir. 176 Türkiye Selçuklu Tarihi Türkiye Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlıca sebepleri sizce nelerdir? Son yıllarda Türkiye Selçuklu Tarihiyle ilgili olarak, yerli kaynakların yanı sıra Bizans kaynaklarındaki bilgiler ışığında yapılan çalışmalarda, II. Mesud’un 1308’de değil, 1296’da Yavlak Arslan’ın oğlu tarafından öldürüldüğü ileri sürülmektedir. Bu durumda III. Keykubâd’dan sonra Selçuklu tahtına onun oğlu III. Mesud’un geçmiş olabileceği ileri sürülebilir. Ayrıca Memlûk kaynaklarının verdiği bilgilerden Türkiye Selçuklu Devleti’nin fiili olarak değilse bile hukukî olarak 1318’e kadar devam ettiği anlaşılmaktadır. Ancak 1308 yılından 1318 yılına kadar tahtta kimin hüküm sürdüğü açık değildir. Çünkü Memlûk kaynaklarının bazılarında II. Mesud’un 1318 yılına kadar yaşadığı; bazı kaynaklar da 1308 de ölen Mesud’dan sonra, tahta III. Keykubad’ın oğlu V. Kılıç Arslan’ın geçtiği yönünde bilgiler bulunmaktadır. Selçuklu Devleti’nin son on yılına dair bilgilerin net olmadığı bir yana, bu yıllarda Anadolu’da vukubulan tüm hadiselerin içerisinde, zaten Selçuklu sultanlarının adları bile geçmemektedir. Ancak İlhanlı hükümdarı Ebû Sâid Bahâdır Han, kendisi de Anadolu’da görev yapmış olan Emir Çoban’ın oğlu Timurtaş’ı 1318’de Anadolu’ya umûmî vali tayin edene kadar, Selçuklu hanedanı ismen de olsa Konya’da varlığını devam ettirmiştir. Timurtaş Noyan Anadolu’ya geldikten sonra Selçuklu hanedanı mensublarından hayatta olanları tesbit edip, ele geçirdiklerini kadın çocuk ayrımı yapmadan öldürttü. Aileden çok azı dağlara, uçlara kaçarak ya da Karamanoğulları gibi güçlü beyliklere sığınarak kurtulmayı başardılar. Meselâ, Rükneddîn IV. Kılıç Arslan’ın kızı Gevher Nesibe’nin 1332 senesinde vefat ettiği ve Niğde’de defnedildiği bilinmektedir. Yine IV. Kılıç Arslan’ın oğlu Süleymanşah da 1363 yılında ölmüştür. XIV. yüzyılın sonlarında Sivas’ta Eretnaoğlu’nun naibliği makamında bulunan II. Mesud’un torunu Kılıç Arslan da, beyliğe el koyan Kadı Burhaneddîn Ahmet tarafından 1381 yılında öldürülmüştür. Selçuklu hanedanının sonu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Zerrin Günal Öden “Türkiye Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddîn Mesud Hakkında Bazı Görüşler”, Belleten, LXI/231, Ankara 1997, s. 297-300; aynı yazar, “Kadı Burhaneddîn Karşısında Bir Selçuklu Şehzâdesi Kılıç Arslan”, Belleten, LXIV/241, Ankara 2000. Selçuklular’ın Mirası 1075 yılında İznik merkez olmak üzere Türkiye Selçuklu Devleti’ni kuran Kutalmışoğulları, aynı hanedandan gelmekle birlikte, Büyük Selçuklulara tâbi olmayarak, onlarla rekabet halinde yeni bir devlet kurdular. Binlerce yıllık tarihi boyunca üzerinde yaşayan hiçbir milletin adıyla anılmayı hak edecek bir değişim yaşamamış olan Anadolu, Selçuklular zamanında Türkiye adını aldı. Türkiye sadece bir ülkenin adı olmakla kalmadı; yüz yıla yakın bir zamandır yurt arayışı içerisinde olan Türkler’in ikinci yurdu oldu. Yaklaşık üç buçuk asır hüküm süren Türkiye Selçuklu hanedanı, Bizans İmparatorluğu, Ermeniler, haçlılar, Büyük Selçuklular ve onların halefleri ve son olarak da Moğollarla yaptıkları sürekli mücadelelere rağmen vatan kıldıkları Anadolu’yu, mamur ve müreffeh bir ülke haline getirdiler. Anadolu, Selçukluların son döneminde ortaya çıkan siyasi parçalanmaya rağmen Türkmen Beyliklerinin kuruluşu, kıyıların fethinin tamamlanması suretiyle Anadolu’daki demografik değişime, kültürel ve medeni gelişmeye de katkı sağladı. Selçuklular bu birikimi kendisinden sonra devleti yeniden birleştiren Osmanlı hanedanına miras bıraktılar. Selçuklu döneminde kurulan bu sağlam zemin üzerinde yükselen ve üç kıtada, Akdeniz havzasında cihanşumûl bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı İmparatorluğu Selçukluların sadece halefi değil; devamı ve hatta bizâtihi kendisidir. 3 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 177 Özet Moğol istilâsının Muîneddîn Pervâne’nin ölümünden sonraki dönemini mahiyeti bakımından değerlendirebilme, Türkiye Selçuklu Devleti Moğollar’a bağlandıktan sonra, üst düzey makamları almak için Moğol yöneticilere yaranmak konusunda birbirleriyle yarışan Selçuklu devlet adamları, kendilerini bu görevlere tayin edenleri memnun etmek için kanundışı uygulamalarda bulunuyorlardı. Moğol istilâsı önünden Anadolu’ya kaçıp özellikle de uçlarda biriken Türkmenler, işgâlcilere olduğu kadar merkezi hükûmete de tepkiliydiler. Bu sebeple de sık sık isyana teşebbüs ediyorlardı. Türkmen isyanlarını bastırmak konusunda Moğollar’dan aşağı kalmayan ümeranın önde gelenlerinden Pervâne de artan Moğol tahakkümünden kurtulmak üzere Memlûk sultanı Baybars’la işbirliği etmesi tam bir dönüm noktası oldu. Pervâne suçu sabit görülüp idam edildikten sonra, Anadolu’daki Moğol istilâsının mahiyeti değişmeye başladı. Bu zamana kadar tâbi devlet statüsünde, yerli ümera aracılığıyla yönetilen Selçuklu Devleti, bundan böyle Moğol şehzâdeleri ve soylularının genel vali olarak atanmasıyla, bir bakıma devlet statüsünü de kaybetme noktasına geldi. Anadolu halkının Moğol valilerin beraberlerinde getirdikleri orduları besleme mükellefiyetleri yanında, valilerin merkeze ödemeyi taahhüt ettikleri paraları toplayabilmek için giriştikleri soygunlar ve sultanların da çaresiz bu faaliyetlere ortak olması, Türkmen beylerinin isyan ve bağımsızlık ilânlarıyla tepki görüyordu. Ancak bu isyanların şiddetle bastırılmasının yol açtığı tahribat, ülkenin ekonomik ve sosyal hayatını olumsuz biçimde etkiliyordu. Bunlara son dönemlerde Moğol valilerin isyanları ve isyanların bastırılması için gönderilen orduların Anadolu’yu savaş alanına çevirmesi de eklenince Selçuklu hanedanı tamamen Moğollar’ın tahakkümüne girmiş oldu. Selçuklu Hanedanının çöküşü ve Türk Tarihindeki yerini açıklayabilme, Selçuklu hanedanı ortaçağ Türk tarihinde çok mühim roller ifa etmiş; yurt arayışı içerisinde olan bir millete ikinci bir vatan kazandırmıştı. Ancak devletin daha yükselme döneminde işaretlerini veren bazı bünyevi problemler, devleti daha gücünün doruğunda olduğu dönemde Moğollar’a haraçgüzar hale getirmişti. Birinci Haçlı seferinin sebep olduğu tecrit şartları kurumlaşmayı geciktirirken, komşuları ve muhallifleriyle sürekli savaş ve rekabet de bu şartları ağırlaştırıyordu. Bununla birlikte Miryokefalon zaferiyle önemli bir engeli aşan Türkiye Selçukluları, kurumlaşma yönünde de önemli adımlar attılar. Gecikmeli olmakla birlikte, XIII. yüzyılda Anadolu artık bölgenin en mamur ve müreffeh ülkesi, Selçuklular da en büyük devletlerinden birisiydi. Türkmenler’in devletle olan uyumsuzluğu, gulam sistemiyle yetişen devlet erkânının ayrı bir güç odağı haline gelmesi, Moğol istilâsının karşı konulmaz tahripkârlığı ve devleti yönetenlerin yetersizliği gibi sebeplerle, XIV. yüzyıl başında, Türkiye Tarihinde Selçuklu devri sona erdi. Ancak kendisinden sonra devleti devralacak olan Osmanlı hanedanına kurulu bir vatan, üçyüz yıllık bir yönetim tecrübesi ve devletin ana unsuru olan bir millet miras bırakarak; tarihi rolünü hakkıyla yerine getirip sahneden çekildi. Anadolu’da Moğol istilasından sonra kurulan Türkmen Beylikleri ve tarihi rollerini belirleyebilme Büyük Belçuklu Devleti’nin kurulmasından sonra, bir vatan kurmak ümidiyle kitleler halinde Anadolu’ya göç eden Türkmenler, Malazgirt Zaferinden sonra kendi beyleri veya Selçuklu hanedanı etrafında birleşerek hızla teşkilâtlanma yoluna gittiler. Türkmenler zaman içerisinde “uç” da denilen hudut bölgelerine yerleştirdiler. Türkmenler buralarda düşman saldırılarını önledikleri gibi, fetihlerle sınırları da genişletmekteydiler. Uç Türkmenleri Sultan I. Keykubât zamanından itibaren, Moğol istilâsından kaçıp Anadolu’ya gelen ve Moğollar’ın ilerleyişine paralel olarak sınırlara göç eden Türkmen nüfusuyla beslendiler. 1 2 3 178 Türkiye Selçuklu Tarihi Özellikle İran ve Türkistan’dan Anadolu’ya kaçan Türkmen şeyhler, dervişler Moğollar’a karşı direnişte ön saflarda yer aldıkları için Selçuklu şehir merkezlerinde barınamıyorlardı. Bu nedenle onlar da batıya gidiyor ve din mefhumunu canlı tutarak Türkmenler’e cihad fikrini aşılıyorlardı. Böylece uç Türkmenleri XIII. asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu’nun batısını tamamen ele geçirdiler ve siyasi şartlar müsait olduğu zamanlarda da kendi hâkimiyetlerini kurdular. Bunların başlıcaları Lâdik (Denizli), Aydın, Karası, Germiyan, Saruhan, Menteşe, Osmanlı, Eşref, Sahip Ata, Hamid, Candâr ve Karamanoğulları beylikleriydi. İkinci dönem beylikler, Moğol istilâsına karşı başkaldırının yanında siyasî, kültürel ve etnik açıdan Anadolu’nun Türkleşmesini tamamlamaları nedeniyle son derece ehemmiyet arz etmektedirler. Ayrıca Anadolu beyleri, siyasi ve askeri şartlar elverdiği nisbette beylik bölgelerini imar etmiş; medreseler, kütüphaneler kurmuş ve dönemin ünlü âlimlerini buralara davet etmişlerdir. Bu sayede tıp, astronomi, riyâziye, edebiyat, tarih, din ve tasavvuf konularında pek çok eser kaleme alınmıştır. 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 179 Kendimizi Sınayalım 1. Uç Türkmenleri aşağıdakilerden hangisidir? a. Merkezî otoriteye karşı gelenlere b. Ordudaki öncü birliğe c. Ziraat ile uğraşan Türkmenler’e d. Türkmenler’in yarı göçebe yaşayanlarına e. Selçuklu Devleti sınırlarında, kısmen devletin otoritesi dışında yaşayan Türkmenler’e 2. Anadolu’da Moğol istilasına karşı ilk isyanları kimler başlatmıştır? a. Devlet erkânı b. Şehir merkezlerinde yaşayan halk c. Merkezî otoritenin az hissedildiği batı bölgesinde yaşayanlar başta olmak üzere Türkmenler d. İktalı Selçuklu ordusundaki askerler isyan etmiştir. e. Tüccarlar ve zanaatkârlar 3. Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a Anadolu’da Moğollar’a karşı, 1276 yılında çıkartılan bir isyandır. b. Sultan III. Gıyaseddîn’i tahttan indirmek için başlatılan bir isyandır. c. Hatîroğlu isyanında, Moğollar’a karşı Baybars’dan askerî yardım istenmiştir. d. İsyanın elebaşı olan Hatîroğlu Şerefeddîn, İlhanlı Hükümdarı Abaka tarafından öldürülmüştür. e. Hatîroğlu İsyanı’na, Türkmenler de destek vermişlerdir. 4. Siyavuş (Cimri) Olayı’yla ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. 1277 yılında meydana gelen bu hadisenin sonucunda Siyavuş, Türkiye Selçuklu Devleti tahtını ele geçirmiştir. b. Siyavuş’un saltanatı sırasında toplanan Selçuklu Dîvânı, Türkçe’den başka dil konuşmasını yasaklayan bir karar çıkarmıştır. c. Siyavuş’un vezirliğine Karamanoğlu Mehmet Bey atanmıştır. d. Siyavuş, Moğol Hanı’nın huzuruna çıkarak saltanatını onaylatmıştır. e. Selçuklu-Moğol ordusuna yenilen Siyavuş, 1278 yılında öldürülmüştür. 5. Hatîroğlu İsyanı ve Siyavuş Olaylarının Selçukluİlhanlı ilişkilerine etkileriyle ilgili aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a. Bundan sonra Türkiye Selçuklu Devleti’ndeki bütün üst makam atamaları İlhanlılar tarafından yapılmaya başlanmıştır. b. Bu olayların ardından Moğollar Türkmenler’e karşı daha ılımlı davranmışlardır. c. Anadolu’daki Moğol tahakkümü azalmıştır. d. Selçuklular Moğollar’a karşı üstünlük elde etmişlerdir. e. Selçuklu-İlhanlı ilişkisinde hiçbir değişiklik olmamıştır. 6. Karamanoğulları Beyliği ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? a. Karamanlı Türkmenler’i 1228’de I. Keykubad tarafından Ermenek bölgesine yerleştirilmişlerdir. b. Karamanoğulları, İlhanlılar tarafından 1497 yılında ortadan kaldırılmıştır. c. Moğollar’a karşı direnen bu beylik Ermenilerle de mücadele etmiştir. d. Siyavuş İsyanı’nı organize etmişlerdir. e. Oğuzlar’ın Salur Boyuna mensup olan Karamanlılar, XIII. asrın ilk yarısında Azerbaycan ve Şirvan Bölgesi’nden Anadolu’ya gelmişlerdir. 7. Eşrefoğulları Beyliği ile ilgili aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a. Beyliğin kurucusu olan Eşrefoğlu Süleyman Bey uç beyi değildir. b. 1314 yılında Anadolu’ya gelen Emir Çoban’a itaat bildiren beylikler arasında Eşrefoğulları Beyliği yoktur. c. II. Süleyman’ın ölümünün ardından beyliğin toprakları Menteşeoğulları ve Karamanlılar arasında paylaşılmıştır. d. Bu beylik XIV. asrın ikinci yarısından itibaren Beyşehir, Seydişehir civarında hüküm sürmüştür. e. Bu beylik XIII. asrın ikinci yarısından itibaren Beyşehir, Seydişehir, Ilgın, Bolvadin ve Akşehir taraflarında yaklaşık kırk yıl kadar hüküm sürmüştür. 180 Türkiye Selçuklu Tarihi Okuma Parçası 8. Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılışından sonra kurulan beylikler aşağıdaki seçeneklerin hangisinde ve doğru olarak verilmiştir? a. Saruhanoğulları- Taceddînoğulları- Eretna Beyliği b. Dulkadıroğulları-Candâroğulları-Kadı Burhaneddîn Ahmed Beyliği c. Dulkadıroğulları-TaceddînoğullarıRamazanoğulları d. Kadı Burhaneddîn Ahmed Beyliği-Menteşe Beyliği- Ramazanoğulları e. Osmanoğulları-Ramazanoğulları-Karasıoğulları 9. Aydınoğlu Umur Bey’le ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. 1328 yılında İzmir’i ele geçirmiştir. b. Haçlılar ile mücadele etmiştir. c. Saruhanoğlu Süleyman Bey ile Bizans sahillerine başarılı seferler düzenlemiştir. d. Rumeli kıyılarına başarılı seferler düzenlemiştir. e. Ege sahillerinin hâkimiyeti için Karası Beyliği ile yaptığı mücadelede ölmüştür. 10. Türkiye Selçuklu hanedanının yıkılışıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Türkiye Selçukluları Memlûkler tarafından yıkılmıştır. b. Memlûk-Moğol ittifakı sonucunda yıkılmıştır. c. Osmanoğulları Beyliği tarafından ortadan kaldırılmıştır. d. İlhanlılar’ın Anadolu Valisi Timurtaş son vermiştir. e. Sülemiş İsyanı sonucunda ortadan kaldırılmıştır. Şehzade Hülacu (Hûlâgû) ile şehzade Keygatu (Geyhatu) Rum’a (Anadolu’ya) geldiler. O yıl Erzincan’da yaylak ve kışlak tuttular. Sahip Ata Fahreddîn, onların tagarını (erzak) düzenlemeye çalıştı. Fakat maliyede para olmadığı için zamanında tedarik edemeyince ihtiyaç sırasında bir tagar yetmiş dirheme bulunamadı. O tagarı hazırlama uğruna Vezir Sahip Ata 50 yıllık hazinesini harcadı. Bir günde Moğol şehzâdelerinin, emirlerinin ve ordu mensuplarının istekleri, masrafları ve havale ettikleri işlere karşı o kadar para harcandı ki, dünya onu hesaplamaktan geceye döndü. Moğollar’ın (Tatar) masrafı için ayrılan çok miktarda maldan /vergiden dolayı halkta yakacak bir mum bile kalmadı. Kaynak: Kerîmüddin Mahmud Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr (Çev. Mürsel Öztürk), Ankara 2000, s. 115. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Beyliklerin Kurulduğu Ortam” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. c Yanıtınız yanlış ise ”Beyliklerin Kurulduğu Ortam” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. b Yanıtınız yanlış ise “Hatıroğlu İyanı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. d Yanıtınız yanlış ise “Karamanoğulları ve Siyavuş (Cimri) Hadisesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. a Yanıtınız yanlış ise “Moğol İstilâsına Karşı Türkmen İsyanları” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. b Yanıtınız yanlış ise “Moğol İstilâsından Sonra Anadolu’da Kurulan Beylikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. e Yanıtınız yanlış ise “Moğol İstilâsından Sonra Anadolu’da Kurulan Beylikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Türkiye Selçukluları’nın Yıkılışından Sonra Kurulan Beylikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise “Moğol İstilâsından Sonra Anadolu’da Kurulan Beylikler” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye Selçuklu Hanedanının Sonu” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. Ünite - Selçuklu Hanedanının Sonu ve İkinci Beylikler Dönemi 181 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Türkmen isyanları, Moğollar’a tâbi duruma gelen Selçuklu Devleti yöneticileriyle istilacılara karşı düzenlenmiştir. Bununla birlikte beylerin bağımsız olma arzuları da sebep teşkil etmekteydi. Türkmen göçleri ve gücü devleti yönetenler tarafından organize edilebilseydi, Anadolu’da Moğol tahakkümü bu kadar yoğun hissedilmeyeceği gibi önemli başarılar da sağlanabilirdi. Sıra Sizde 2 İkinci dönem beylikler, Moğol istilasına karşı başkaldırıyı temsil etmelerinin yanı sıra, özellikle uç bölgelerinin fethini ve Türkleşmesini tamamlayan büyük ve tarihi bir rol ifa etmişlerdir. Bunun yanında topraklarını da imar ederek Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Sıra Sizde 3 Moğol istilası dışında Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılışını hızlandıran en önemli faktörlerin başında şehzade isyanları ve liyakat sahibi sultan ve devlet erkânının olmayışıdır. Ayrıca halktan talep edilen yüksek vergilerin yarattığı iktisadî sıkıntılar da devletin yıkılışında son derece etkili olmuştur. Selçuklular’ın tarih sahnesinden çekilmesinin diğer bir nedeni de Moğol kumandanlarının Anadolu’da çıkardıkları isyanlardır. Cahen, Claude (2000), Osmanlılardan Önce Anadolu, çev. E. Üyepazarcı, İstanbul. Ersan, Mehmet (2100), Türkiye Selçuklu Devletinin Dağılışı, Ankara. Öney, Gönül (1989), Beylikler Devri Sanatı XIV.-XV. Yüzyıl (1300-1453), Ankara. Sevim, Ali-Yaşar Yücel (1989), Türkiye Tarihi Fetih, Selçuklu Ve Beylikler Dönemi, Ankara. Sümer, Faruk (1969), “Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, 1-147. Turan, Osman (1984), Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul. Uzunçarşılı, İ. Hakkı (1969), Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara. 8 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Selçuklu devlet yapısında sultanın ve diğer hanedan üyelerinin etkinliğini açıklayabilecek, Gulâm ve iktâ sistemlerinin devletin organizasyonuna kaynaklık ettiğini belirleyebilecek, Moğol İstilâsının devlet ve toplum üzerindeki etkilerini değerlendirebilecek, Selçuklu Türkiye’sinde düşünce ve ilim hayatının boyutlarını değerlendirebilecek, Türkiye Selçuklularında tasavvufî düşünceyi değerlendirebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Hanedan ve Sultan • Gulâm ve İktâ • Dîvân-ı A’lâ • Moğol İstilâsı • Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî • İbnü’l-Arabî ve Sadreddin-i Konevî • Hacı Bektaş-ı Velî • Ahî Evren İçindekiler Türkiye Selçuklu Tarihi Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet • DEVLET TEŞKİLATI • KÜLTÜR VE MEDENİYET TÜRKİYE SELÇUKLU TARİHİ DEVLET TEŞKİLÂTI Giriş Türkiye Selçukluları, devlet teşkilatında da tabiatiyle uzantısı oldukları Büyük Selçuklu Devletini esas almışlardır. Ancak onların Anadolu’da karşılaştıkları iki önemli olgunun devlet teşkilatı üzerindeki etkilerini gözardı etmek mümkün değildir. Bunlardan biri Selçukluların köklü ve gelişmiş bir devlet yapısına sahip olan Bizans toprakları üzerinde kurulmuş olmasıdır. Gerçi Bizans devlet teşkilatının ve müesseselerinin Selçuklular üzerinde etkisinin olup olmadığı araştırılmış değildir. Bununla birlikte sınırlı da olsa, karşılıklı etkileşim mümkün görünmektedir. Diğeri ise Doğu İslam dünyasını kasıp kavuran Moğol istilasının siyasi etkileriyle birlikte devlet teşkilatı üzerindeki fiilî müdahaleleridir. Bu ünitede tekrardan kaçınmak için Türkiye Selçuklarının devlet teşkilatında kendilerine esas aldıkları Büyük Selçuklu Devletinde mevcut olan ortak unsurlardan ziyade karşılaşılan farklılıklar veya değişiklikler ele alınacaktır. Türkiye Selçukluları devlet teşkilatını tanıyabilmek için, öncelikle devamı oldukları Büyük Selçuklu devlet teşkilatını bilmek gerekir. Bu nedenle temel oluşturmak için 1. Sınıf derslerinden Büyük Selçuklu Tarihi ders kitabının 9. Ünitesi olan “Büyük Selçuklu Devlet Teşkilatı” konusunu okumanız tavsiye edilir. Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilatının Kaynakları Genel olarak bütün Selçuklu şubeleri için olduğu gibi Türkiye Selçukluları’nın devlet teşkilatı hakkında da o dönemde yazılmış müstakil bir kaynak yoktur. Bu devletin teşkilatı için de başvurabileceğimiz kaynaklar inşâ ve münşeât mecmuaları, siyasi tarih kaynakları, sikkeler, kitabeler ile temlikname ve vakfiye gibi belgelerdir. İnşa ve münşeat metinlerini Osman Turan ve Adnan S. Erzi, bazı vakfiye, temlikname ve satış hucceti gibi belgeleri yine Osman Turan, M. Zeki Oral vd., sikkelerin yeni bir kataloğunu ise Yılmaz İzmirlier yayınlamışlardır. Kitabeler ile ilgili genel bir katalog mevcut değilse de muhtelif yayınlar mevcuttur. kitap Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Ankara 1988. Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 184 Türkiye Selçuklu Tarihi Hanedan, Gulâm ve İktâ Sistemi Diğer Ortaçağ İslam devletlerinde olduğu gibi, bir Selçuklu şubesi olan Türkiye Selçuklularında da devlet, saraydan başlayıp merkez, eyalet ve ordu teşkilatlarının tamamına nüfuz eden hanedan, Miryokefalon’a kadar Türkmenler sonra gulâm ve iktâ sistemleri ile inşa edilmiştir. Ancak Moğol istilâsıyla devlet yönetiminde sultanın gücü ve otoritesi fiilen yok olunca, bu ahenk ve denge bozulmuştur. İlhanlı hanları istedikleri şehzadeyi tahta çıkarmakta, hatta bir sultan tahtta iken diğer bir şehzadeyi de sultan olarak tanıyıp kaosu körüklemişlerdir. Keza vezir, atabeg ve nâib-i saltanat makamlarına da kendi istedikleri kimseleri getirmekte; hatta yine bu makamlara sultanın adamlarından başka, doğrudan ilhana bağlı kişileri de tayin edebilmekteydiler. Hanedan ve Sultan Büyük Selçuklu Devletinin bölgesel bir uzantısı olan Türkiye Selçuklu Devleti, 2. ünitede anlatıldığı gibi, Selçuklu hanedanından Kutalmışoğulları tarafından kurulmuştur. Süleymanşâh ve kardeşleri Mikâiloğulları ile yollarını ayırarak Anadolu’da bağımsız bir devlet kurmayı başarmışlardı. Ancak ilk iki sultan Süleymanşah ve I. Kılıç Arslan, güneydoğu (el-Cezire, Suriye ) siyaseti dolayısıyla Büyük Selçuklular’la girdikleri nüfuz mücadelesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kutalmışoğulları bu mücadelelere rağmen Anadolu’daki hakimiyetini sürdürmeyi başarmışlardır. Diğer Selçuklu şubelerinde de olduğu gibi, kut inancının tezahürü olarak, şehzadelerin iktidar mücadeleleri devam etmiştir. Hatta eski bir Türk geleneği olan ülke topraklarının yönetiminin hanedan üyelerine taksimi uygulaması da zaman zaman görülmüştür. II. Kılıç Arslan’ın 11 oğlunu ülkenin çeşitli bölgelerine tayin etmesinin sarsıntıya sebep olması üzerine bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Sultanın gücünün ve otoritesinin yerle bir edildiği Moğol işgâli döneminde, birbirlerine üstünlük sağlayamayan şehzâdeler adına yürütülen mücadeleler ülkeyi kaosa sürüklüyordu. Devlet geleneğinde bulunmadığı halde, tahribatı önlemek için tecrübeli, saygın devlet adamları iki veya üç kardeşin ortak hükümdar olması çözümüne başvurmuşlardır. Ancak hanedanın bütün bu güç kaybına rağmen, meşruiyeti tartışma konusu olmamıştır. Nitekim Sadeddin Köpek ve Cimri meselesinde olduğu gibi, taht iddasına tevessül edenler de, ancak Selçuklu hanedanına mensup oldukları iddiasıyla ortaya çıkabilmişlerdi. Nitekim onlar da iddialarına rağmen başarısız olmuşlardır. Türkiye Selçuklu Devletinin temelini oluşturan ana unsurlar nelerdir? Sultan ve Abbasi Halifesi Büyük Selçuklu Devletinin halifelikle dostane başlayıp zamanla gerginleşen yoğun ilişkileri ile kıyaslanacak olursa, Türkiye Selçukluları’nın Abbasi halifeleri ile ilişkileri daha seyrek ve semboliktir. Hatırlanacağı üzere Süleymanşah, Melikşah’a rağmen bir meşrûiyet arayışı içindeyken bir ara Şîî kadı ve hatîb tayin edilmesini istemişti. Bu durum Fâtımî halifesini tercih ettiği anlamına gelse de, daha ziyade siyasî bakımdan bir meydan okuma olarak kabul etmek gerekir. Türkiye Selçuklu paralarında, Hülâgû’nun Bağdat’ı işgalinden (1258), 1266’ya kadar son halife bazen el-İmam el-Musta’sim bi’llah bazen de el-İmam el-Ma’sûm bi’llah adıyla zikredilmeye devam edilmiştir. Hilafetin Mısır’a intikal etmesinden sonraki halifelerin adları hiç zikredilmemiştir. II. Kılıç Arslan ve sonraki sultanlar sikkelerinde 1 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 185 zaman zaman burhânu/kasîmu/nâsıru Emîri’l-Mü’minîn (Mü’minlerin Emîrinin delili/ortağı/yardımcısı) ibarelerini kullanmışlardır. Dikkate değer ilişki ise Fütüvvet teşkilatının başına geçip bu teşkilâtın nüfuzundan faydalanarak hilafeti daha etkin hale getirmeye çaba gösteren Halife en-Nâsır li-Dînillah’ın Türkiye Selçuklu sultanı I. Keykâvus’a fütüvvet alâmetlerini göndererek onu bu teşkilâta dahil etmesidir. Bu alâmetleri getiren devrin büyük mutasavvıflarından Şeyh Şihabüddin Ömer es-Sühreverdî, daha sonra yine aynı halife tarafından I. Keykubâd’ın tahta çıkışı dolayısıyla bir kere daha Ahadolu’ya gönderilmiştir. “Metbû” Devlet ve “Tâbi”leri Türkiye Selçuklu Devleti Moğol istilasına kadar, Anadolu’da dönem dönem bazı bölgesel güçleri kendisine tâbi kılmıştır. Kilikya Ermeni krallarından I. Hetum, I. Keykubâd ve II. Keyhusrev zamanında Türkiye Selçuklularına tâbi olmak zorunda kalmış ve bastırdığı sikkelerde bu sultanların isim ve unvanlarına yer vermiştir. Ayrıca Mardin ile Âmid ve Hısn-Keyfâ Artukluları, Erzincan ve Divriği Mengücekleri, Sümeysat ve Haleb Eyyubî melikleri ve Musul atabegi Bedreddin Lü’lü’ de zaman zaman Türkiye Selçuklu sultanlarına tâbi olmak zorunda kalmışlardır. Ancak Türkiye Selçukluları bu azamet devrinden sonra, Moğollar’a tâbi duruma düşmüşlerdir. 1243 Kösedağ bozgunundan yıkılana kadar hukukî ve fiilî olarak, Altınorda vasıtasıyla Karakorum’un; sonra da İran’daki İlhanlıların boyunduruğu altında kaldılar. Hatta III. Keykubâd bastırdığı bazı sikkelere metbû olarak Gazan Han’ın adını koymuştur. Sultanın Sembolleri Sultana ait olan her şey zamanla onun alâmeti olmuştur. Taht ve tac doğal olarak sadece sultana mahsustur. Diğer semboller belli sınırlandırmalarla, tâbiler veya diğer devlet adamları tarafından da kullanılmaktaydı. Fakat sultana ait olanlar diğerlerinden daha farklı, haşmetli ve emsaliz idiler. Unvan-lâkab-künye, hutbede adını okutturma, sikke bastırma, nevbet vurdurma, tuğra ve tevkî’, saray ve otağ, tıraz-hil’at, çetr, gâşiye bunların başlıcalarıdır. Unvan-lâkab-künye: Unvan hükümdarın siyasi durumunu resmen ifade eden ve adının başına getirilen sıfat veya sıfat tamlamalarıdır. İlk hükümdar Süleymanşah’ın sultan unvanını bizzat kullanıp kullanmadığı hakkında farklı rivayetler vardır. I. Kılıç Arslan ise sultan unvanıyla zikredilmektedir. Türkiye Selçuklu hükümdarları da diğer Selçuklu sultanları gibi, önceleri genellikle essultânu’l-muazzam (ulu, büyük sultan), daha sonra ise es-sultânu’l-a’zam (en Mardin Artuklu hükümdarı Nâsırüddin Artuk Arslan’ın 624 (1227) yılında Duneysir [Kızıltepe, Mardin]’de Sultan I. Keykubâd’a tâbi iken bastırdığı gümüş dirhem. Kilikya Ermeni kralı I. Hetum’un II. Keyhusrev’e tâbi iken 641 (1243-4) yılında Sis’te bastırdığı gümüş sikke Resim 8.1 Resim 8.2 186 Türkiye Selçuklu Tarihi büyük sultan) unvanlarını kullanmışlardır. Bu iki unvanı I. Keykubâd düzensiz bir şekilde ayrı ayrı kullanmış, sonra oğlu II. Keyhusrev’den itibaren Selçuklu hükümdarları hep es-sultânu’l-a’zam unvanını taşımışlardır. Moğol İşgali döneminde devlet güç kaybettikçe, bununla ters orantılı olarak sultanların daha iddialı unvanlar taşıdıkları görülür. Diğerlerinden farklı olarak II. Süleymanşah essultânu’l-kâhir (kahreden sultan), I. Keykâvus ise es-sultânu’l-gâlib (galip sultan) unvanlarını kullanmışlardır. Kösedağ bozgunundan sonra II. Keyhusrev ile sonraki bazı sultanlar darb ettirdikleri sikkelerde bazen zillu’llâhi fi’l-âlem (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) unvanını da eklemişlerdir. Kitabelerde ise daha uzun ve süslü unvanlara rastlanır. Şehzadeler ise melik unvanını kullanmışlardır. Ortaçağ İslam dünyasında yaygın bir gelenek olan lâkablar genellikle (sıfat)+ü’d-dünya, +ü’d-dîn, +ü’d-devle veya +ü’l-mille formlarından oluşan sıfat tamlamalarıdır. Türkiye Selçuklu sultanları lâkab olarak izzü’d-dîn (dinin izzeti, kudreti), gıyâsü’d-dîn (dinin yardımcısı), rüknü’d-dîn (dinin temel direği) ve alâü’d-dîn (dinin yücesi, şerefi) kalıplarını kullanmışlardır. Sikkelerde ise lâkablar hep (ızz / gıyâs / rukn / alâ)+ü’d-dünyâ ve’d-dîn şeklinde kullanılmıştır. Yine Araplar’dan İslam dünyasına intikal edip yaygınlaşan ebû (babası)+...... formundaki künye geleneği de Selçuklularda devam etmiştir. Türkiye Selçuklu sultanları genellikle ebu’l-feth künyesini kullanmışlardır. Hutbe: İslam dininde Cuma ve bayram namazlarının bir rüknü olan hutbe, aynı zamanda otoritenin ve siyasî iktidarın kendini ifade ettiği bir sembol olmuştur. İktidarın toplumla iletişim kurabileceği, kendini ifade edebileceği doğal ve etkili bir fırsat olan hutbeyi, halife ve hükümdarlar gayet iyi değerlendirmişlerdir. Tahta çıkan şehzadenin ilk yapacağı iş hutbede, sultan unvanıyla adını okutturmaktı. Hanedan mensubu ve diğer tâbiler ise kendi bölgelerinde okunan hutbelerde sultanın adından sonra kendi isimlerini okutabilirlerdi. Aksi takdirde isyan etmiş kabul edilirlerdi. Abbasi halifesi ise sultanlığının tanınması için kendisine başvuran şehzadenin talebini uygun görürse Bağdat ve civar şehirlerdeki hutbelerde onun adının okunmasını sağlardı. Böylece iktidarın meşrûiyeti sağlanmış olurdu. Keza bazı sultanlar veliahd olarak seçtikleri oğullarının adını da hutbelerde okuttururlar, halifenin ve vassallarının da okutmasını talep ederlerdi. I. Süleymanşah’ın Tarsus’u fethettikten sonra Trablusşam hakimi Şîî Kadı İbn Ammâr’dan kadı ve hatîb istediği ifade edilmişti. Ancak daha sonra Antakya’nın fethi dolayısıyla Sultan Melikşah (ve Abbasi halifesi)’ın adını hutbede okuttuğu ve para kestirdiği rivayet edilmektedir. Bununla birlikte sözkonusu rivayet tarihi vakıaya uymamaktadır. I. Kılıç Arslan’dan itibaren bütün Türkiye Selçuklu sultanları kendi adlarına hutbe okutmuşlardır. Türkiye Selçukluları Güneydoğu Anadolu, Suriye ile el-Cezire’de gücünü hissettirdiği zamanlarda bazı Artuklu ve Eyyubî melikleri ile Erbil beyi de tâbiyet alâmeti olarak hutbelerde Selçuklu sultanlarının adlarını zikretmişlerdir. Sikke: Aslında ekenomik bir araç olan sikkeler üzerinde, para disiplinini sağlamak için bastıran yöneticiyi ifade eden yazı ve semboller yer alır. Ancak sikkeler aynı zamanda toplumun her kesimine ulaşabildiği için, bu sayede yöneticiler otoritelerinin yayılmasını ve kabulünü sağlıyorlardı. Türkiye Selçuklularından günümüze ulaşan ilk sikkeler I. Mesud’a aittir. I. Mesud bakır olan sikkesinde es-sultânu’l-muazzam unvanı ile bağımsızlığını göstermekte, ancak diğer yüzünde Bizans hükümdarının tasviri bulunmaktadır. Yeni sikkelerin yerli halk tarafından da benimsenmesini sağlamak için böyle bir uygulamaya gidildiği anlaşılmaktadır. İlk altın dinarı II. Kılıç Arslan, sonra da oğlu 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 187 II. Süleymanşah bastırmıştır. Basılan sikkelerin çoğunluğunu gümüş dirhemler ile bakır felsler oluşturmaktadır. 45 kadar yerde sikke darbedildiği tesbit edilmiştir. En fazla sikke basılan darphanelerin başında Konya, Sivas ve Kayseri gelir. Yukarıda da görüldüğü gibi sultan ve meliklerin kullandıkları ünvanları, nerelere hakim olduklarını, tâbilik ilişkilerini sikkeler üzerinden tespit etmek mümkündür. Bazı gümüş ve bakır sikkelerde mızraklı süvari, ok atan süvari, arslan ve güneş gibi tasvirlere yer verilmiştir. Devletin ortak hükümdarlık döneminde basılan sikkelerde, bu şehzadelerin hepsinin isimleri yer almıştır. Yılmaz İzmirlier, Anadolu Selçuklu Paraları, İstanbul 2009. Tuğra ve Tevkî’: Türkçe bir kelime olan tuğra Oğuz Türklerinde hakanların veya sultanların resmî belgeler, sikkeler ve kitabeler üzerindeki alâmetlerine denmektedir. Tevkî’ ise Arapçadır ve Ortaçağ İslam devletlerinde hükümdarın kararı, bunun yazılı sureti, ferman gibi anlamlarının yanında tuğra karşılığı olarak da kullanılmıştır. Büyük Selçuklu Devleti, Kirman ve Irak Selçuklu şubelerinde tuğranın, ok ve yay veya sadece yay şeklinde kullanıldığını, sikkeler üzerinde de örnekleri bulunduğunu bilmekteyiz. Keza tevkînin ferman karşılığı olarak veya fermanda tuğra üzerine yazılan dua kalıbı karşılığında kullanıldığı da anlaşılmaktadır. Sultan I. Keykubâd’ın 621(1224)’de Sivas’ta bastırdığı altın dinar Sultan II. Keyhusrev’in 639 (1241-2)’da Sivas’ta darbettirdiği gümüş dirhem Resim 8.3 Resim 8.4 Resim 8.5 Sultan IV. Kılıç Arslan’ın 646(1248- 9) yılında Sivas’ta bastırdığı gümüş dirhem. Resim 8.6 a) Sultan I. Keykâyus’un Kıbns Kralı Hugues’e gönderdiği 1216 tarihli Grekçe yazılmış mektuptaki tuğra; b) Sultan II. Keykâvus zamanında Celâleddin Karatay’ın 646 (1248) tarihli vakfiyesindeki tuğra. Kaynak: Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri III: Celâleddin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, 45 (Ocak 1948), s. 144, lev. XXII; Melek Delilbaşı, “Türk Sultan ve Beylerine Ait Yunanca Belgeler Hakkında Bazı Bilgiler”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 26 (1990-1991), s. 83, ek. 1. 188 Türkiye Selçuklu Tarihi Türkiye Selçuklularında tuğranın, daha çok XIII. yüzyılın ortalarına ait belge ve kitabelerde zamanla sultan/es-sultan kelimesine dönüştüğü görülmektedir. Bazı temlikname ve vakfiyelerin başında kırmızı mürekkeple ve geniş büyük harflerle yazılmıştır. Keza Konya’daki gulâm ümeranın yaptırdığı bazı binaların kitabelerinde ise es-sultânî (sultana ait/mensub) kelimesine rastlanır. Selçuklu sultanlarının kendilerine mahsus kullandıkları tevkî’lerin örneklerini sikkelerinde görmek mümkündür. Bunlar, el-izzetü li’llah, el-minnetü li’llah, elmülkü li’llah, el-azamatü li’llahtır. Tevkî, fermanlar (menşûr)da tuğranın üzerine yazılmaktaydı. Anlaşılan odur ki hükümdarlar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar kendi tuğrasını çektirmeden veya adını zikretmeden önce, bu ibarelerle asıl gücün, kudretin ve mülkün Allah’a ait olduğunun bilincinde olduklarını ifade etmek istemektedirler. Nevbet: Nevbet (mehter/bando) takımının sultanın saray veya otağının önünde günün beş (namaz) vaktinde nevbet (davul, kös) vurması, onun saltanatının devam etmekte olduğunun ilan edilmesi anlamına gelmekteydi. Bu eski Türkler’den intikal eden bir gelenekti. Ayrıca büyük buluşmalarda, sevindirici bir gelişme olduğunda veya savaşlarda da nevbet takımı görev yapardı. Nevbet takımına nevbetiyye, bunların bulunduğu mekâna nevbethâne veya tablhâne denilmekteydi. Sultanın izin verdiği tâbiler ise günde sadece üç vakit nevbet vurdurabilirlerdi. Tıraz ve Hil’at: Hükümdarların değerli kumaşlardan dikilen ve üzerine şerit halinde ad, unvan, künye va lâkablarının işlendiği elbiselerine tıraz adı verilmekteydi. Sultanın onurlandırma, ödüllendirme, tayin veya başka nedenlerle yabancı devlet adamlarına, gelen elçilere ve devlet adamlarına verdiği veya gönderdiği hediyelere ise hil’at denilmekteydi. Bu hediyeler başta değerli kumaşlardan dikilmiş kıyafet olmak üzere, para, kılıç, kemer, at, eyer takımı veya gulâmlardan oluşmaktaydı. Türkiye Selçuklularında da sultanların cülus, veliahd tayini ve fetih nedeniyle ileri gelen devlet adamlarına, ayrıca yabancı hükümdarlara, vassallara, melik şehzadelere, vezirliğe getirilen devlet adamına, cezası affedilen önemli kişilere, önemli bir görevi yerine getirene, haberci(kâsıd)lere, elçilere, şairlere vd. hil’atler verdikleri veya gönderdikleri hakkında kaynaklarda birçok kayda rastlanmaktadır. Çetr: Sanskritçe bir kelime olup, güneşten korunmak için baş üzerinde tutulan şemsiye anlamındadır. Doğu toplumlarında çok eski bir gelenek olarak hükümdar at üzerindeyken, yürürken veya tahtta otururken onun başı üzerine bir gulâm (çetrdâr) tarafından çetr tutulurdu. Türkiye Selçuklularında çetr-i hümâyûn, çetr-i cihangir veya çetr-i şâhenşâh adlarıyla zikredilen bu şemsiyenin rengi siyahtı. Çetrin basit bir gölgelikten ibaret olmadığı, onun ortaya çıkmasının veya açılmasının sancağın açılmasıyla aynı anlama geldiği anlaşılmaktadır. Zira muhtelif merasimlerde, gezintilerde olduğu gibi sefere çıkarken ve savaş meydanında da sultanın varlığı uzaktan çetrinden anlaşılırdı. Dolayısıyla ona yüklenen sembolik anlam çok önemliydi. Uzaktan çetri görenler atlarından inerek, hatta yer öperek sultana saygılarını sunarlardı. Bir savaş sırasında çetrin kaza ile yere düşmesi, askerlerin sultanın hayatı hakkında endişeye düşmesine, hatta doğan kargaşa nedeniyle savaşın kaybedilmesine bile sebep olabiliyordu. Gâşiye: Arapça’dan gelen gaşiye, başka anlamları da olmakla birlikte, daha çok atların eyer örtüsüne verilen isimdir. Ancak Selçuklu tarihinde onu sıradan bir eyer örtüsünün ötesinde tamamen farklı bir alâmet olarak görmekteyiz. Sanki bu örtü eyeri örtmek için değil de, hükümdara saygı göstermesi, ona boyun eğmesi gerekenlerin taşıması için kullanılmaktadır. Gâşiye normal şartlarda sultanın maiyetinde bulunan rikâbdâr tarafından el üstünde taşınırdı. Ancak onun genellikle 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 189 bir şehrin fethinden sonra şehir hakiminin sultana itaat etmesinde veya karşılama merasimlerinde olduğu gibi, tâbilerin sadakâtlerini göstermesi için bir araç olarak kullanıldığı görülür. Tâbiler hükümdarın gâşiyesini elleri veya omuzları üzerinde taşıyarak onun atının önünde yürürlerdi. Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri, Ankara 2007. Sizce saltanat alâmetlerinin işlevleri nelerdir? Saray ve Teşkilâtı Saray hükümdarların hem evi, hem de devleti yönettikleri iki farklı işlevi olan bir mekândır. Sarayın bu iki bölümü birbirinden bağımsız ayrı binalar da olabilirdi. Türkiye Selçuklu sultanlarına ve hanedan üyelerine ait, muhtelif yerlerde bir kısmının kalıntıları günümüze ulaşan saraylar mevcuttur. Bunların başlıcaları Konya’daki Alâeddin Köşkü, Kayseri’de Keykubâdiye Sarayı, Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubâdâbâd Sarayı, Alâiye (Alanya) Sarayı, Alara Kalesi Kasrı, Antalya Sarayı’dır. Bu sarayların sahil şehirlerinde olanları kışlık; iç kısımlarda, yüksek yerlerde olanları ise yazlık mekân olarak kullanılmaktaydı. Rüçhan Arık, Kubâd Âbâd Selçuklu Saray ve Çinileri, İstanbul 2000. Sarayın sultanın ailesi ve hizmetkârlarıyla özel hayatını sürdürdüğü bölümüne harem denirdi. Haremde sultanın nikâhlı eşi hatun veya hatunları, küçük yaştaki çocukları ile bunlara hizmet eden ve hâce-saray (hadım ağası)ın idaresindeki cariyeler bulunmaktaydı. Burada sultanın hoşça vakit geçirmesini sağlayan mugannî ve muganniyyeler (erkek ve kadın şarkıcılar), mutrib ve mutribeler (erkek ve kadın çalgıcılar), tabibler ve muabbir (rüya tabircisi) gibi hizmetkârların bulunduğu bilinmektedir. Sultanlar çıktıkları seferlerde veya seyahatlerde genellikle haremi de yanlarında götürürler, tehlikeli durumlarda ise güvenli yerlere gönderirlerdi. Sultanın yakın hizmetini ve sarayın genel işlerini gören saray personeli gulâm sistemiyle eğitilen kişilerden seçilmekteydi. Esir alma, satın alma veya hediye gönderilme şeklinde temin edilen gulâmlar, gulâmhanede “baba” denilen kişiler tarafından eğitime tâbi tutulmaktaydılar. Bu eğitimden sonra liyakatlerine göre devletin saray, hükûmet, ordu, eyalet gibi muhtelif teşkilatlarında hizmete başlarlardı. Saray emirlerine muhtemelen daha çok güven duyulduğu için, aslî vazifelerinden başka ikinci veya geçici görevler verilmekteydi. Zira kaynaklarda saray emirleriyle ilgili kayıtların çoğu, onların bu tür görevleriyle ilgilidir. Kılıç ehlinden olan bu emirler seferlerde komutanlık yapmakta veya elçi olarak gönderilmekteydiler. Saray emirlerinin ortak özellikleri sizce nelerdir? Selçuklularda saray emirleri sadece taşıdıkları unvanla ilgili görevleri değil, sultan tarafından kendilerine verilen ek veya geçici başka görevleri de yapabilirlerdi. Dolayısıyla daha önceki unvanlarını, yenisiyle birlikte lâkaba dönüşmüş halde taşımaya devam ederlerdi. Saray emirlerinin bir başka özelliği de, saraydaki görevleri devam ederken taşrada başka bir göreve tayin olabilmeleri ve bu görevi fiilen yapmadıkları halde yerlerine nâib göndermeleriydi. Zaten bu tayin de onların mevcut gelirlerinin arttırılmasıyla ilgili olarak yapılırdı. 2 3 190 Türkiye Selçuklu Tarihi Bu görevlilerin büyük çoğunluğu aynen, bazıları da küçük farklarla Büyük Selçuklu sarayında da mevcuttur. Kendilerine bağlı gulâmları da olan bu emirlerden başlıcaları önem derecesine göre şunlardır: Melikü’l-hüccâb veya emîr-i hâcib: Sarayın en büyük âmiridir. Maiyetinde hâcibler vardır. Sultan ile Dîvân-ı A’lâ yani hükûmet arasındaki irtibatı sağlardı. Ancak kaynaklarda onlardan daha çok komutan veya elçilik gibi geçici görevleri dolayısıyla bahsedilmektedir. Emîr-i perdedâr: Sultanın huzuruna girip çıkanlardan sorumlu olan emirdir. Üstâdü’d-dâr: Sarayın mutfak, fırın ve ahır gibi bütün kısımlarının ihtiyaçlarını ve saray personelinin maaşlarını, bu iş için tahsis edilen kaynaktan karşılayan görevlinin adıdır. Emîr-i dâd: Özellikle sultana ve devlete karşı, yani siyasî suç işlediği iddiasıyla cezalandırılan kimselerin cezalarını infaz ederdi. Kendisine ait sarayı ve maiyeti olan bu emir görevi dolayısıyla çok etkili bir konumda olduğundan kendisinden korkulurdu. Emîr-i âhur: Sarayın ahırından ve sultanın atlarından sorumlu olan emirdir. Emîr-i alem: Merasim ve seferler sırasında sultanın sancağını taşıyan ve ondan sorumlu olan emirdir. Emîr-i câmedâr: Sultanın elbiselerinin bulunduğu câmehâneden ve sultanın giyim kuşamından sorumludur. Emîr-i câmedâr ve maiyeti yeni tahta çıkan sultana bohçalar içinde elbiseler ve altın hil’atler sunarlardı. Emîr-i candâr: Farsçada silah anlamına gelen can ile taşıyan anlamındaki dâr kelimesinden oluşturulan bir ünvandır. Bu emir sultanın ve sarayın güvenliğinden sorumlu olan candarların emiridir. Emîr-i çaşnigîr: Çaşnigîr lezzet tutan, tadına bakan anlamına gelen Farsça bir terkiptir. Sultanın sofrasından, yemeklerinden sorumludur. Bu emirin asıl önemi, sofraya getirilen yemeklerden sultandan önce tadarak zehirli olup olmadığını belirlemekti. Dolayısıyla böyle bir durumda önce kendi canından olacağı için, onun en büyük çabası bu ihtimali önleyici tedbirler almaktı. Emîr-i meclis: Sadece Türkiye Selçuklularında bulunan bu emir sultanın eğlence meclislerinin düzenlenmesinden sorumludur. Diğer Selçuklu hanedanlarında da başka bir emirin sorumluluğunda veya başka bir ünvanla bu görevi yürütenlerin olması muhtemeldir. Emîr-i silah: Sarayın silahhanesinden sorumlu olan ve merasimlerde sultanın silahını taşıyan emirdir. Emîr-i şikâr/Emîrü’s-sayd: Sarayın av hayvanlarından sorumlu olan ve bir nevi savaş tatbikatı mahiyetindeki sultanın av merasimlerini düzenleyen emirdir. Av kuşlarından sorumlu olan bâzdâr (doğancı, kuşçu)ın bu emirin maiyetinde görev yaptığı anlaşılmaktadır. Emîrü’t-taşt/Taştî: Kaynaklarda asıl göreviyle ilgili pek bilgi bulunmayan bu emirin ise hükümdarın leğen, ibrik gibi el-yüz yıkamak veya abdest almak için kullandığı kaplar ile çamaşır yıkama kaplarının ve kılıç, ayakkabı, minder, seccade gibi eşyalarının bulunduğu taşthâneden sorumludur. Şarabdâr-ı hâss/Şarab-sâlâr: Sarayda her türlü meşrubatın muhafaza edildiği şarabhâneden ve hükümdarın meclislerinde onun ve misafirlerinin içeceklerinden sorumludur. Hazinedâr-ı (Hızânedâr-ı) hâss: Sultana ait para, mücevher, hil’at, silah ve değerli eyer takımlarının muhafaza edildiği hazineden sorumludur. 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 191 Rikâbdâr: Üzengi tutan anlamına gelen bu unvan sahibi emir, sultanın ata binip inmesine yardımcı olur ve saltanat alâmeti gâşiyeyi merasimlerde sultanın önünde taşırdı. Müneccim: Astrolojiyle uğraşan ve sultanın vereceği önemli kararlar arefesinde muhtemel olumlu, olumsuz gelişmeler hakkında öngörülerde bulunan kişidir. Üstâd-ı saray (muallim): Sarayda şehzadelerin eğitimiyle meşgul olurdu. Yazışma, haberleşme, hesap ve tarih gibi konularda dersler verdiği anlaşılmaktadır. Erdoğan Merçil, Selçuklular’da Saraylar ve Saray Teşkilâtı, İstanbul 2011. Merkez (Hükûmet) Teşkilâtı Sâsâni bürokrasi mirasının etkisinde kalan Ortaçağ Doğu İslam dünyasının bir parçası olan Büyük Selçuklu Devletindeki hükûmet ve bürokrasi geleneğinin Türkiye Selçuklu Devletinde de devam ettiği görülür. Vezaret makamı yani vezirliğin yetkilerinde, Dîvân-ı A’lânın işleyişinde ve dört divan reisinin bu divana katılması uygulamasında genellikle bir değişiklik yoktur. Bu nedenle burada ortak özellikler kısaca zikredilip, Moğol istilâsının sebep olduğu farklılıklara ağırlık verilecektir. Türkiye Selçuklu Devleti merkez teşkilatı esas itibariyle Büyük Selçuklu Devleti merkez teşkilâtının devamı mahiyetinde olduğundan ortak özellikler burada tekrar edilmeyecektir. Bu nedenle 1. sınıf Büyük Selçuklu Tarihi ders kitabının 9. Ünitesindeki ilgili bölümün okunması tavsiye edilmektedir. Vezâret: Vezir sultanın menşûru (fermanı) ile göreve başlar. Yürütme, yasama ve yargı yetkilerini elinde bulunduran sultanın vekili sıfatıyla devletin bütün işlerini idare eder. Genel olarak vezirin görev alanı ve yetkileri Büyük Selçuklu vezirleriyle aynıdır. Ancak Moğol istilasının doğurduğu fiilî durum sonucunda vezir ve diğer üst mevkilerdeki devlet adamları artık otoritesi elinden alınan sultanın değil, İlhanlı hükümdarlarının ve onların tayin ettikleri umumî valilerinin istekleri doğrultusunda icraat yapar duruma geldiler. Hatta vezir başta olmak üzere nâib-i saltanat ve atabegler sultan tarafından değil İlhanlılar tarafından seçilmeye başlandı. Daha da ileri gidilerek sultanın vezirinden başka İlhanlılar da kendilerine bağlı ikinci bir vezir, nâib-i saltanat ve atabeg tayin etmeye başladılar. Dolayısıyla devlet adamlarının icraatları genelde Selçuklu Devletinin ve ülkesinin menfaatlerinden çok İlhanlıların menfaatleri doğrultusunda olmuştur. Dîvân-ı A’lâ: Vezirin başkanlık ettiği bu büyük divan günümüzde hükûmetin veya bakanlar kurulunun karşılığı olarak düşünülebilir. Dîvânın diğer üyeleri dîvân-ı tuğra/inşâ, dîvân-ı istîfâ, dîvân-ı arz ve dîvân-ı işrafın başkanlarıyla nâib-i saltanat, atabeg ve pervane idi. Bunlardan ilk dördü Büyük Selçuklu örneğiyle aynı; diğerleri ise Türkiye Selçuklu uygulamalarında görülmektedir. Dîvân-ı Tuğra/İnşâ: Reisinin unvanı sahib-i dîvân-ı tuğra/inşâ veya tuğrâîdir. İç ve dış diplomatik, resmî yazışmaları düzenleyen ve sultanın menşûrlarına tuğra çeken dîvândır. Dîvân-ı İstîfâ: Reisinin unvanı sahib-i dîvân-ı istîfâ veya müstevfîdir. Bu dîvân hazinenin gelir ve giderlerini düzenler, yıllık bütçeyi hazırlardı. Bugünkü maliye bakanlığının karşılığıdır. Dîvân-ı Arz: Reisine sahib-i dîvân-ı arz, eyaletlerdeki temsilcilerine ârız denmekteydi. Asker sayısını belirleme ve toplama, askerî techizatı tedarik, kayıt ve kontrol etme, askerlere tevcih edilen iktâların idaresi, hâssa ordusu askerlerinin 192 Türkiye Selçuklu Tarihi bistegânî denilen ücretlerinin üç ayda bir ödenmesi bu dîvânın sorumluluğundaydı. Yani görev alanı bugünkü savunma bakanlığına denk düşmektedir. Dîvân-ı İşrâf: Reisine sahib-i dîvân-ı işraf veya müşrif denirdi. Devletin malî işlerinin, gelir ve giderlerinin kontrolünden, denetlenmesinden sorumludur. Büyük Selçuklulardan farklı olarak bu dört dîvân reisinin dışında dîvân-ı a’lâya katılan diğer devlet adamları: Atabeg: Selçuklularda görülen bir unvandır. Büyük Selçuklularda eyaletlere melik olarak gönderilen şehzadelerin beraberinde güvenilir ve devlet tecrübesi olan bir bürokrat da gönderilirdi. O, şehzade adına eyaleti yönetir, şehzade de tecrübe kazanırdı. Atabegin bu görevi tâbi Selçuklu hanedanlarında da devam etmiştir. XII. yüzyılın başlarında Irak Selçuklu Devletinde tahta çıkan şehzadeler atabeglerini de merkeze taşıyınca, o zamana kadar melik atabegliğiyle sınırlı kalan görev alanları sultan atabegliğine dönüştü. Hatta Büyük Selçuklu ve Irak Selçukluları’nda merkezî otoritenin zayıflamasıyla atabeglik, kurum anlamı dışında bir mahiyet kazandı. Musul’da Zengîler, Âzerbaycan’da İldenizliler, Fars’da Salgurlular; tıpkı meliklik, emirlik gibi, atabeglik adı taşıyan tâbi siyasi teşekküllere dönüştü. Türkiye Selçuklularında da melik ve sultan atabegliği uygulamaları mevcuttu. Ancak burada siyasi teşekküle dönüşmesine imkân vermeyecek tedbirler alınmıştı. Büyük Selçuklulardan farklı olarak Irak Selçuklularında başlayan sultan atabegliği uygulamasında, atabegler de dîvân-ı a’lâya katılmaktaydılar. Bürokrasinin başındaki vezir, atabeg ve nâib-i saltanatın nazarî olarak görev alanları belirli ise de, uygulamada daha ziyade bu makam sahiplerinin dirayetleri ve güvenilirlikleri oranında birbirlerinin görev alanlarıyla çakışabilecek işlerle de uğraştıkları görülür. Moğol İşgali döneminde İlhanlılar bu makama da müdahale edip, ilhana karşı sorumlu ikinci bir atabeg tayin etmeye başladılar. Nâib-i saltanat: Daha önce muhtelif makamların temsilcisi olarak nâib unvanın kullanıldığı biliniyor ise de nâib-i saltanat unvanı, Ortaçağ İslam dünyasında büyük ihtimalle ilk defa Türkiye Selçuklularında görülmektedir. İlk örneklerine XIII. yüzyılın başlarında rastlanır. Nâib-i saltanatın görevi, sultan başkentten ayrıldığı zamanlar ona vekâlet etmektir. Süleymanşah’ın Suriye seferi sırasında İznik’te yerine bıraktığı Ebû’l-Kasım ile onun yerine geçen Ebû’l-Gâzi’nin durumları bu makama uygun düşüyor ise de, bu unvanın o dönemde ortaya çıkıp çıkmadığı bilinmemektedir. Kaynaklarda bu makam niyâbet-i hazret-i saltanat veya niyâbet-i saltanat-ı Rûm gibi muhtelif unvanlarla zikredilir. Protokolde vezir ve atabegden sonra gelir. Moğol tahakkümü döneminde merkezî otorite dağılınca devlet adamları kendi ikballeri için onlarla işbirliğine giriştiler. Vezâret ve atabeglikte olduğu gibi bu makamda da iki başlılık ortaya çıktı. Sultanın nâibinden başka Moğol hanı adına da bir nâib tayin edilmeye başlandı. Nitekim İlhanlı Abaka Han aynı zamanda vezirlik de yapan Sâhib Ata’yı kendi niyâbet-i hazret-i ulyâlığına, Müstevfî Celaleddin Mahmud’u da sultanın nâibü’s-saltanati’l-muazzamalığına tayin etti. Nazarî olarak görev alanları belirlenmiş olsa da, özellikle vezir, atabeg ve nâib-i saltanatın uygulamadaki icraatları arasında belirgin bir fark bulunmamaktadır. Kaynaklarda bu unvanı taşıyanların sultanı muhaliflerine karşı korumak ve onları saf dışı etmek, isyanları bastırmak, başşehri savunmak, Moğollara karşı destek sağlamak için komşu devletlerle görüşmek, elçilik yapmak veya sultanın kızının gelin alayına başkanlık etmek gibi görevler yaptıkları görülür. Dîvân-ı pervanegî: Bazı belge türlerine ve bunları hazırlayan kişiye pervane, belgeleri düzenleyen makama ise dîvân-ı pervanegî denilmekteydi. Büyük Selçuklularda önemli hüküm ve ferman anlamında kullanıldığı anlaşılan pervane 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 193 teriminin, bir unvan olarak kullanılmasıyla ilgili bilgi yoktur. Pervanegî, Türkiye Selçuklularında mülk, iktâ gibi arazi işlerinden sorumlu olan ve bunlarla ilgili tayin, temlik, tahrir işlerini düzenleyen, menşûr ve beratları hazırlayan görevlidir. Aslında çok üst düzey bir memuriyet olmadığı halde dîvân-ı a’lâ üyelerinden biridir. Onun da beylerbeyi gibi, ne zamandan beri dîvân üyesi olduğu, bu durumun Moğol işgali döneminde mi veya şahsî nüfuzlarıyla sultan üzerinde etkili olan pervaneler dolayısıyla mı öne çıktığı meselesi araştırmaya muhtaç bir konudur. Pervanelerin en meşhuru ve Moğol işgali sırasında bir döneme adını veren Muînüddin Süleyman Pervâne’dir. Nitekim onun bu gücü pervanelik makamından değil, şahsî meziyetleri ve nüfuzundan gelmiştir. Diğer Dîvânlar: Dîvân-ı a’lâya bağlı olmayan başka dîvânlar da vardı ve bunların reisleri adı geçen dîvânın toplantılarına katılmıyorlardı. Dîvân-ı mezâlim: Ortaçağ İslam devletlerinde yaygın olan bu dîvân Selçuklulara da intikal etmiştir. Memurların veya askerlerin nüfuzlarını kötüye kullanıp baskı kurarak fazla vergi aldığı veya mallarını gasbettiği sivil halkın hak aradığı, adaletin tecelli etmesini umdukları en yüksek makamdır. Büyük Selçukluların ilk zamanlarında haftada iki gün toplanan bu dîvâna bizzat sultan başkanlık etmekteyken, sonraları bu yükümlülüklerini vezirlere, eyalet ve vilayetlerde ise meliklere, reislere veya kadılara bırakmışlardır. Türkiye Selçuklularında da bu dîvân mevcuttur. Nitekim II. Keyhusrev’in daha önceki sultanların yaptığı gibi Pazartesi ve Perşembe günleri oruçlu olarak dîvân-ı mezâlim (dâd-gâh)e gelerek kadı ve imamlar huzurunda şikayetleri dinlediği ve adalet dağıttığı bilinmektedir. Dîvân-ı evkaf-ı memâlik: Özerk kurumlar olan vakıflar, vakfeden kişinin belirlediği şartlar doğrultusunda, kadının vakıf hukukuna uygun şekilde düzenlediği vakfiyesine tâbidir. Vakıf hukukuna aykırı uygulama, suistimal, yolsuzluk veya anlaşmazlık olmadığı müddetçe bir dış müdahale söz konusu değildir. Aksi halde dîvân-ı evkaf-ı memâlik olaya el koyar, soruşturma açar ve sorumlularını muhakeme ederdi. Dîvân-ı hâss: Gelirleri sultana tahsis edilen arazilerin idaresinden sorumludur. Taşra Teşkilâtı Taşra bilindiği gibi devletin vergi kaynağı, toplumun da tahıl ambarıdır. Köylünün ekip biçtiği, hububat üretilen bu topraklardan hem iktâ vergisi tahsil ediliyor, hem de ülkenin tahıl ihtiyacı karşılanıyordu. Ortaçağ İslâm dünyasında mevcut olan iktâ sistemi, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından askerî iktâ şeklinde geliştirilip yaygınlaştırılmış; böylece toprağa bağlı ve sadece sefer zamanlarında orduya katılan bir askerlik sistemi ortaya çıkmıştı. Aslında iktâ uygulaması, daha sonra Osmanlı devletinde de ülke toprakları üzerinde devletin mülkiyetinin esas olduğu mîri arazi sisteminin bir parçası olarak devam etmiştir. İktâ sisteminin genel özellikleri için 1. Sınıfın ders kitabı Büyük Selçuklu Tarihi’nin 9. Ünitesini gözden geçiriniz. Türkiye Selçukluları’nın iktâ tevcihinde Büyük Selçuklulardan farklı bir uygulama dikkat çeker. Büyük Selçuklularda meliklere veya büyük komutanlara bir eyaletin tamamının yönetimi, dolayısıyla iktâ gelirleri de bölünmeden tevcih edilmekteydi. Türkiye Selçuklularında II. Kılıç Arslan’ın ülke yönetimini 11 oğlu arasında taksim etmesinden sonra, siyasî parçalanma belirtilerinin görülmesi üzerine bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Bir valiye idari hizmetinin karşı- 194 Türkiye Selçuklu Tarihi lığı (ücret/maaş) olarak takdir edilen iktâ topraklar tek parça olarak değil, farklı bölgelerde yani valilik yaptıkları şehirlerden uzak yerlerde verilmekteydi. Böylece aynı zamanda asker toplama alanı olan ikta bölgelerinde, isyan etme eğilimi olan yöneticilere fırsat verilmemiş oluyordu. Türkiye Selçuklularında da, Büyük Selçuklulardaki kadar belirgin olmamakla beraber, taşra yönetiminde eyalet idarî birimleri mevcuttur. Eyalet adı kullanılmadığı halde valilerin tayin edildikleri yerler bazen sadece bir şehirden ibaret olmayıp civarıyla birlikte zikredilmektedir. Bu da fiilî olarak eyalet yönetiminin uygulandığını göstermektedir. Taşraya yönetici olarak gönderilen idarecilerin taşıdıkları unvanları şöyle sıralamak mümkündür: Melik (şehzade), melikü’s-sevâhil / reîsü’l-bahr, sâhib, sübaşı / serleşker, muktâ’, nâib. Askerî Teşkilât Türkiye Selçuklularının askerî teşkilâtı da esas itibariyle Büyük Selçuklunun devamı mahiyetindedir. Bu sebeple her ikisi de, boylar birliği esasına dayanan bozkırlı Türk Devleti hüviyetleri dolayısıyla Türkmenler’e dayanmaktaydılar. Ancak devletin aslî unsurunu ve büyük ölçüde askerî gücünü oluşturan Türkmenler, Selçuklu sultanlarının merkeziyetçi politikalarına direndikleri ve şehzâde isyanlarında devleti sarsıntıya uğratacak roller oynadıkları için zamanla sistemin dışına çıkarıldılar. Büyük Selçuklular’da Nizâmülmülk’ün tavsiyesiyle, boy dayanışması kırılacak şekilde, kendilerinin alternatifi olan gulâm sistemi içinde dağıtılmaya çalışılmışlardı. Buna rağmen direnen unsurlar batıya göç ederek Azerbaycan ve Anadolu’da yoğunlaştılar. Türkmenler aynı problemlerin yaşandığı Türkiye Selçuklularında ise, 1176’dan sonra daha çok uçlara itilmek suretiyle merkezden uzaklaştırılmış; fakat uç beylerinin idaresinde askerî hizmete devam etmiş, ikinci dönem beyliklerin de temelini oluşturmuşlardır. Gulâm Askeri Muhtelif yollarla temin edilip gulâmhanelerde ciddî bir eğitimden geçirilen gulâmlardan seçilmiş, daimî, maaşlı, profesyonel askerlerdir. Türkiye Selçuklularında Türk, Kıpçak, Hıtay, Kürt, Tâcik, Deylemli, Kazvinli, Keşmirli, Rum, Ermeni, Gürcü, Rus, Frank, hatta Çinli gibi çok farklı unsurlardan gulâmların bulunduğu bilinmektedir. Bunlar bulundukları konuma ve göreve göre muhtelif isimlerle anılmaktadırlar. Gulâmân-ı hâss bütün saray gulâmlarını ifade eden gulâmân-ı dergâhtan seçilen ve doğrudan sultanın şahsına bağlı olan gulâmlardır. Bunlar sultanın özel hizmetini ve muhafızlığını yaparlar ve her zaman onun yanında bulunurlardı. Ancak sultanın emriyle muhtelif işlerde de görevlendirilirlerdi. Heybetli ve yiğit olanlarından seçilen mefâridelerin bir kısmı sarayın, bir kısmı da sultanın muhafızlığını yaparlardı. Mefâride-i halka-i hâssın ise bunların bir kısmına verilen isim olduğu anlaşılıyor. Gulâmân-ı hâssın diğer bir kısmı da genel olarak hizmetkârları ifade eden mülâzimândır. Bunlardan mülâzimân-ı yatak-ı hümâyûn ise sultanın muhafızlığını yapmakta ve dolayısıyle hâssa ordusunda önemli bir yer teşkil etmekteydiler. İktâ Askeri Daha önce belirtildiği gibi, iktâ çok boyutlu bir sistemdir. İktâ uygulaması, mukta’lar vasıtasıyla taşranın, mukta’ların vergileri toplaması yoluyla maliyenin yönetimini sağlamakta ve buradan sağlanan askerler sayesinde ordunun temeli- 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 195 ni oluşturmaktaydı. Türkiye Selçuklu Devleti Büyük Selçuklu Devletinin uzantısı olarak onun aslî unsurlarından biri olan bu sistemi de devralmıştır. Ancak askerî iktâlar küçültülmüş ve vilayetlere sübaşı (serleşker) olarak gönderilen emirlerin yetkileri sadece toplayacağı askerlerin komutanı olmakla sınırlandırılmıştır. Bu olumlu değişiklikler merkezî otoriteyi güçlendirmiş ve en azından Moğol İstilâsına kadar ülkenin istikrarına ve kalkınmasına büyük katkı sağlamıştır. Ücretli Askerler İhtiyaç halinde temin edilen, başta Franklar olmak üzere, Türkmenler de dahil birçok farklı kökene mensup paralı askerlerdir. Bu uygulama Türkiye Selçuklularında XIII. yüzyılın başından itibaren görülür. Bunlar zaman zaman etkili de olmuşlardır. Nitekim Babaî İsyanının bastırılmasında Türkmenlere karşı ön saflara sürülen Frank askerlerinin etkili olduğu bilinmektedir. Yardımcı Kuvvetler Devlete zaman zaman tâbi olmak zorunda kalan Kilikya Ermeni Krallığı, Trabzon Rum Devleti ile Doğu, Güney-Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de hüküm süren Artuklular, Mengücekler, Eyyûbîler gibi bölge ve şehir hakimleri ihtiyaç durumunda, tâbilik yükümlülüğü gereği asker vermekteydiler. Bunların dışında bazen zorunlu olarak, bazen isteyerek orduya katılan gaziler, şehir kuvvetleri, hatta evbâş veya ayyâr denilen başıbozuk takımı gibi düzensiz gönüllü birlikler de bulunmaktaydı. Dîvân-ı Arız Daha önce de belirtildiği gibi ordunun idarî işleri, asker temini, gulâm askerlerin maaşları, iktâların kontrolü, ordunun techizatının sağlanması, sefer güzergâhının hazırlanması, askerin teftişi, ganimetlerin tespit ve taksimi, kayıtların tutulmasından bu dîvân sorumluydu. Ordunun İdarî Kadrosu Beylerbeyi: Türk Devlet geleneğinde ordunun başkomutanı doğal olarak hakan veya sultandı. Ondan sonraki en büyük askerî makam ise beylerbeyi (emîrü’lümerâ)liktir. Büyük Selçuklulardaki başkumandan emîr-i sipehsâlârın karşılığı olmalıdır. Merkezdeki bu beylerbeyiden başka uclarda sahib-i Etrâk de denen uc beylerbeyileri bulunmaktaydı. Ancak ordu komutanı olarak tayin edilen herhangi bir emir de beylerbeyi unvanını taşırdı. Keza bu unvanı taşıyanlar dışında, vezir veya saray emirlerinden biri de, sultan tarafından komutan olarak tayin edilebilirdi. Sübaşı (Serleşker): Genellikle gulâm kökenli olup bir veya birkaç vilâyetin ya da daha küçük idarî birimlerin, kalelerin idarî ve askerî işlerinden sorumludurlar. Serleşkerân-ı saltanat ve serleşker-i vilâyet-i uc adlarıyla iki kısma ayrılırlar. Bulundukları bölgedeki iktâ askerlerini eğitmek, silah ve teçhizâtlarıyla birlikte her an savaşa hazır hale getirmek onların göreviydi. Kendilerine hizmetlerinin karşılığı olarak iktâ tevcihi ve maaş tahsisi yapılır, görevleri merkez (dîvân-ı ârız) tarafından belirlenir; görevinde ihmal ve kusur işleyenler şiddetle cezalandırılırdı. Ellibaşı: İktâ askerlerinden oluşan elli kişilik birliklere komuta ederlerdi. Kutvâl / Dizdâr / Kaledâr: Sultan veya sübaşı tarafından tayin edilen kale kumandanlarıdır. Kalenin ve bulunduğu bölgenin güvenliğinden ve huzurun temininden sorumludurlar. Bunların da maaşları ve iktâ gelirleri vardı. 196 Türkiye Selçuklu Tarihi Erkan Göksu, Türkiye Selçukluları’nda Ordu, Ankara 2010. Adlî Teşkilât Türkiye Selçuklularının adlî teşkilâtı Büyük Selçuklulardaki teşkilâtın devamı mahiyetindedir ve önemli bir fark görülmez. Bu nedenle konuyu 1. sınıf Büyük Selçuklu Tarihi ders kitabının 9. Ünitesinden tekrar okuyunuz. KÜLTÜR VE MEDENİYET Büyük Selçuklular, İslâm Ortaçağında oluşan bilgi birikimini, büyük bir eğitimöğretim projesi olan Nizamiye medreseleri vasıtasıyla geliştirerek önemli katkılar yapmışlardı. Türkiye Selçukluları diğer kurumları olduğu gibi, şüphesiz bu mirası da devralacaklardır. Ancak 2. Ünitede anlatıldığı gibi, Birinci Haçlı Seferinin yol açtığı sarsıntı, uzun zaman böyle bir gelişmeye fırsat vermedi. Türkiye Selçukluları’nın, Birinci Haçlı Seferinde uğradıkları kayıplar ve arkasından I. Kılıç Arslan’ın, Büyük Selçuklularla mücadelede hayatını kaybetmesi ülkeyi ve devleti yarım asır boyunca her alanda tecrit etti. Konya ve çevresinde bir kara beyliğine dönüşen; Bizans, Danişmendliler, Ermeniler, Haçlılar ve Büyük Selçuklular arasında sıkışan Türkiye Selçukluları bu engellerin en büyüğünü, ancak Miryokefalon zaferiyle (1176) aşabilmişlerdi. Müteaddit düşmanlarla, yüzyılı aşkın bir süre savaş halinde kalmak, tabiatıyla yalnızca askeri değil, bazı sosyal sorunlar da doğurmuştur. Bu sorunların en büyüğü, Türkmenlerin/göçebelerin yerleşik hayata geçmesinin ve yerleşik hayatın gereği olan müesseselerin (medrese, hastane vs.) kurulmasının gecikmiş olmasıdır. Dolayısıyla bu kurumlardan yetişecek ve devletin işgücü ihtiyacını karşılayacak olan elemanların yetiştirilmesi de mümkün olmamıştır. Bu yüzden büyük ölçüde İslâm dünyasının güney/Arap kanadından kopuk ve yoğun İranî tesirlere açık bir medenî gelişim süreci ortaya çıkmıştır. İslâm toprakları üzerinde kurulmuş olan Büyük Selçuklular kısa sürede büyük bir medeni gelişim göstermişlerdi Oysa Türkiye Selçukluları onlardan farklı olarak; yüzyıllardır devam eden savaşların tenhalaştırdığı, tahrip ettiği ve gayrı müslimlerle meskûn Anadolu’da, ihtiyaç duydukları medeni hamleyi yapma imkânına sâhip değillerdi. Zira medeni gelişime katkı sağlayacak alışveriş, yalnızca bazı idarî kurum ve usûllerin taklidinden ibaret değildir. Özellikle Haçlı seferlerinin başlamasıyla taraflar arasında kaçınılmaz olarak yaşanan dinî marjinalleşme böyle bir alışverişi neredeyse imkânsız kılıyordu. Bununla birlikte Türkiye Selçukluları, ilk fetih yıllarında kendilerinden kalabalık olan, ama Türk göçünün şiddetine paralel olarak azalan yerli unsurlarla, hem dinî-örfî anlayışları, hem de zenaatkâr ve çiftçi nufüsa duydukları ihtiyaç dolayısıyla, ahenkli bir hayat tarzı da kurabilmişlerdi. Askeri tehditlerin büyük ölçüde savuşturulduğu XII. yüzyılın sonlarında, güvenliğin sağlanması ve fetihlerin genişlemesiyle ticaret faaliyetleri artmaya, ülke iktisadî bakımdan zenginleşmeye başladı. Yukarıda işaret edilen gecikme dolayısıyla iş gücü açığı büyük ölçüde dışarıdan karşılanmaktaydı. Bununla birlikte iktisadî refaha paralel olarak başlatılan imar faaliyetleri, Moğol istilâsının bile hızını kesemediği bir ivme kazandı. Ülke vakıflarla hayatiyet kazanan medrese darüşşifa, kervansaray, köprü vs. eserlerle donandı. Hatta istilâcı İlhanlı yöneticileri bile, Müslüman olduktan sonra bu geleneği sürdürme ihtiyacı hissetmişlerdir. 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 197 XIII. yüzyılın birinci çeyreğinden itibaren Moğol istilâsının tesiriyle Anadolu, şehirli İranlılar’ın da önemli bir yer tuttuğu, yeni bir göç dalgasına maruz kaldı. Bu durum bir süredir zaten giderek İranlılaşmakta olan devlet kadrolarının, tamamiyle İranlılar’ın eline geçmesine yol açtı. İyi bir eğitim almış ve Farsça bilen herkesin istihdam imkânı bulduğu bir süreç yaşandı. Bu değişim idare mekanizmasından Türkmenler’in dışlanması yanında Türkçe üzerinde de ağır tesirler icra etti. Resmi dil Farsça’nın baskısı ve etkisi altında kalan, yazı dili olarak işlenmeyen Türkçe’nin düşünce dünyası gelişmezken; kendi düşünce dünyasını da beraberinde taşıyan Farsça, bu dille yazanların zihniyetlerini de dönüştürmüştür. Nitekim XIII. yüzyılın sonlarında yazılan Türkçe eserlerin sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir. Vakıf müessesesinin Selçuklu Türkiyesinin gelişmesinde her bakımdan büyük rolü olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü içtimaî ve iktisadî gelişme, ibadet, eğitim, sağlık ve diğer sosyal konularla ilgili cami, mescid, medrese, darüşşifa, zaviye (hankah), kervansaray, köprü gibi müesseselerin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Bunlar daha çok yüksek gelirleri olan devlet adamları tarafından kurulmaktaydı ve özerk bütçeleri vardı. Devlet ise yükünü hafifleten bu kamu kuruluşlarına özellikle arazi temliki yoluyla destek sağlıyordu. Doğu İslam dünyasını yerle bir eden, siyasî ve iktisadî çöküntülere sebep olan Moğol istilasının; birçok âlim ve mutasavvıfın Türkistan, Horasan, İran ve Azerbaycan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmalarına sebep olduğu için, Selçuklu Türkiyesinde ilmî hayatın gelişmesine büyük katkı sağladığı da bir gerçektir. Türkiye Selçukluları’nda ilim ve düşünce hayatının gelişmesinde etkili olan faktörler nelerdir? Düşünce ve İlmî Hayat İslam medeniyetinde Varlık, yani Tanrı kavramı, kelamcılar ile filozoflar arasında derin bir tartışma konusu olmuştur. Selçuklu düşünürü Endülüslü İbn Arabî (ö. 1240) Varlık’ın/Tanrı’nın tenzihî ve teşbihî tasavvurunu, üst bir Varlık/Tanrı tasavvurunda biraraya getirerek bu sorunu çözmüş, böylece ortak bir metafizik alanı oluşturmuştur. Ondan sonra manevî oğlu Sadreddin Konevî (ö. 1274) ve takipçileri tarafından kurulan dil birliği sayesinde, bu ortak Varlık/Tanrı tasavvurunun kuşatılması ve üst bir Varlık metafiziğine imkan vermesiyle büyük müderris-filozofların çoğunun irfan-i nazarî çizgisinde buluşmaları mümkün olmuştur. İlk defa Selçuklu düşünürü Sadreddin Konevî, kelam ve felsefeyle Mutlak Varlık kavramı üzerinde yürütülen ortak metafiziğin keşfî sonuçlarını ifade için bir uzlaşı arar. Konevî’nin Miftâhü’l-Gayb’da ortaya koyduğu ve pek çok ismin devam ettirdiği bu tavır, Türkiye dışında İran ve Turan’da da Konevî’nin öğrencileri tarafından yaygınlaştırılmıştır. Şiirle Hayat Bulan İrfan Hem Varlık’la ilgili bilginin elde edilmesinde, hem de takdiminde nazarî yöntemi reddeden tasavvufî yaklaşımlar şiir dilini benimsediler. Çünkü onlara göre burhanî bilgide hedef matlûb iken, irfanî bilgide mahbûb (arzu edilen ya da Tanrı) tur. Özellikle Mevlana Celaleddîn’de (ö. 1273), daha sonra Yunus Emre’de (ö. 1321) görülen bu tavır, özünde Varlık’ın sırrını bilmeyi esas alan bütüncül bir dünya görüşü tasavvuru sunar. Bu noktada ilginç olan bir husus irfan-i nazarînin kurucu 4 198 Türkiye Selçuklu Tarihi isimlerinden Konevî’nin babası Şeyh Mecdüddin İshak’ın irfanî bilgiyi şiir diliyle dile getirmesidir. Bu durum irfanî bilginin ifadesindeki farklı tavırların başta Konya olmak üzere Anadolu topraklarında ne derece yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten de Anadolu’da hem bu dönemde, hem de Osmanlı devrinde Varlık’la konuşulan bir dil olarak şiir her yönüyle gelişmiştir. Meşşaî Gelenek Selçuklu Türkiye’sinde başta el-İşârât ve’t-Tenbîhât olmak üzere meşşâî geleneğe, İbn Sina takipçilerine ait eserler okutulmuş; yine bu geleneğe ait pek çok eser üzerine şerhler, haşiyeler yazılmıştır. Bu çalışmalarda meşşâî varlık ve bilgi tasavvuru çerçevesinde evren-doğa-insana ait düşünceler gözden geçirildi. Bir süre Anadolu’da bulunan ve dersler veren Esîrüddin Ebherî, Siracüddin Urmevî ve Kazvinî pek çok konuyu ayrıntılarıyla ele aldılar ve meşşâî düşünceyi daha pedagojik formlara döktüler. Ayrıca Kutbüddin Şirazî’nin eleştirel çalışmaları bir yönüyle meşşâî çizgiyi zenginleştirdi. İbn Sinacı düşünceyi kelamî açıdan sıkı bir eleştireye tabi tutan Fahreddin Razî ile bu yaklaşımları kısmen savunan Nasîrüddin Tûsî’nin Şirazî’nin öğrencisi filozof-mantıkçı Kutbüddin Râzî tarafından ciddi bir mukayese ve tenkide tabi tutulması, bu düşünce alanında yapılan en önemli bir gelişmedir. Seyfeddin Âmidî (ö. 1233) ise kendine özgü kelamî yaklaşımıyla, hem İbn Sinacı çizgiyi hem de Fahrüddin Râzî’yi eleştiren Selçuklu düşünürleri içerisinde farklı bir ses olarak karşımıza çıkmaktadır. İbn Sina’nın el-İşârât’ı yukarıda zikredilen isimlerden başka, bir müddet Anadolu’da bulunan Şemsüddin Semerkandî ve Ekmelüddin Nahcivânî (ö. 1302’de sağ) başta olmak üzere Siracüddin Urmevî gibi pek çok düşünür tarafından şerh edildi, eleştirildi. Şihabüddin Sühreverdî’nin (ö. 1191) işrakî felsefenin kurucusu olduğu halde, meşşaî felsefe çizgisinde kaleme aldığı eserleri yalnızca meşşaî felsefenin konularını ele almakla kalmaz, aynı zamanda Behmenyar (ö. 1066), Ebu’l-Abbas Levkerî (ö. 1109), Ömer Savî (ö. 1169) gibi İbn Sinacıların düşüncelerini de ayrıntılı bir biçimde tartışır. Bu eserlerin hem medreselerde okutulması, hem de bilginler arasında itibar görmesi dikkate değerdir. Şihabüddin Sühreverdî ve İşrâkiyye Selçuklu ilim hayatında öne çıkan bir düşünce sistemi de İşrakîlik’tir. Sultan I. Keyhüsrev (1192-1196) işrakîliğin kurucusu Şihabüddin Sühreverdî’nin düşüncelerine ilgi duyunca, yazar Pertevnâme adlı eserini ona takdim etti. Meşşaî mantık, fizik ve metafiziği işlediği el-Elvâhu’l-Imâdiyye adlı eserini ise Artuklu emiri Karaarslan b. Davud için yazmıştı. İşrakîliğin Anadolu’da yayılmasını sağlayan diğer bir isim Şihabüddin Ömer Sühreverdî’dir (ö. 1235). Sultan I. Keykubad zamanında Anadolu’ya gelen bu ünlü düşünür, özellikle saray çevresinde daha etkili olmuştur. Kutbüddin Şirazî ise bu sistemin asıl değerini ortaya koyan kişidir. Özellikle Şihabüddin Sühreverdî’nin Hikmetü’l-İşrâk’ına yazdığı hacimli şerh işrakî düşüncenin klasiklerinden biri kabul edilir. Bu düşüncenin en ciddi etkisi meşşaî fizik teorilerini eleştirisinde görülür. Nitekim Şirazî’nin öğrencileri işrakî düşünce sisteminin başta optik olmak üzere farklı sahalardaki açılımlarını takip etmişlerdir. İşrakî ile meşşaî düşünce sistemlerini dikkate alarak Platon’un idealar kuramı hakkında İslam düşünce tarihindeki en özgün çalışma olan el-Musulü’l-Akliyyeti’l-Eflâtuniyye, Anadolu’da yine bu tarihlerde yazıldı. Yazarı bilinmeyen bu eserde genel bir varlık teorisi ile bilgi nazariyesi inşa edilir. İşrakî yöntemi dikkate alan bu çalışma daha sonra, Fatih İslâm fetihlerinden sonra Yunan felsefesiyle tanışan Müslümanların Aristo mantığı, Aristo ve Ploton felsefelerinin Tanrı-Evren-İnsan ilişkisiyle ilgili görüşleriyle Kelâm ilminin konularını anlamlandırmaya çalıştıkları felsefi akıma meşşailik olarak adlandırılmaktadır. İşrakilik, İslam düşünce tarihinde bilginin kaynağı olarak akıl yürütmeyi esas alan akılcı meşşailiğe karşı mistik sezgi ve tecrübeye dayanan düşünce sisteminin adıdır. 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 199 Sultan Mehmed ile oğlu II. Bayezid tarafından mütalaa edildi ve başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere İslam dünyasının pek çok bölgesini etkiledi. Fen Bilimleri (Riyâziyât) Selçuklular zamanında, bugün fen bilimleri denilen riyazî alanlarda da önemli ilerlemeler olmuştur. Bu alanların sosyal hayattaki teknik uygulamaları geliştirilmiş ve teorik çerçeveleri zenginleştirilmiştir. Bunlardan biri olan astronomide dinî, iktisadî ve siyasî pek çok kurumu ilgilendiren pratik ve teorik konularda eserler yazıldı. Bu eserlerden bazıları, astronomi biliminin tarihinde teknik düzeyde ilerleme kaydeden bilgiler de içermektedirler. Merağa matematik-astronomi okulunun çizgisini izleyen bu çalışmalar içerisinde Kutbüddin Şirazî’nin özel bir yeri vardır. Çünkü o, optik sahasında benimsediği işrakî tenkitleri de dikkate alarak, astronomi biliminde önemli eserler kaleme aldı. Şirazî Konya, Malatya ve Sivas şehirlerinde kadılık, Kayseri’de Pervane Medresesi ve Sivas’taki Gök Medresede müderrislik yaptı. O Anadolu’da hem ders almış, hem ders vermiştir. Onun 1274’te Konya’da Sadreddin Konevî’den icazet aldığı bilinmektedir. Anadolu’da astronomi sahasında öğrencilerine okuttuğu, hocası Nasîruddin Tûsî’nin et-Tezkire fî İlmi’l-Hey’e’sinin şerhi olan Nihayetü’l-İdrak fî Dirayeti’l-Eflâk (telifi: 1282) adlı önemli eserini, Sivas Gök Medrese müderrisi iken kaleme aldı. Bu eserinin mukaddimesinde Şirazî, metafizik, fizik ve matematiği karşılaştırır ve metafizik ile meşşaî fiziği bu açıdan eleştirerek matematiğin en güçlü ilim dalı olduğunu vurgular. Kozmoloji, matematiksel astronomi ve astronominin diğer konuları hakkında nazarî bilgi vermekle yetinmeyen Şirazî, Yunan, Helenistik dönem ve Bağdad astronomi çalışmaları ile başta Cabir b. Eflah (XII.yy.) ve İbn Bacce (ö. 1139) olmak üzere Endülüs astronomi birikimini de incelemiştir. Bu nedenle eserleri aynı zamanda birer astronomi tarihi halini almıştır. Onun eğitim ve öğretim faaliyetleri ile kaleme aldığı eserler, XIII. yüzyıl sonlarında Anadoludaki ilmî hayata olan etkisini göstermesi bakımından dikkate değerdir. İlhanlı hükümdarı Argun Han tarafından yakın doğu haritasını çizmekle görevlendirilen Şirazî, Anadolu kıyılarını, Cenevizli Buscarello di Ghizalfi’yle birlikte bizzat dolaşarak araştırmalar yaptı. Şirazî’den önce ve sonra da astronomi sahasında pek çok eser kaleme alınmıştır. Eserleri günümüze ulaşan iki astronomdan birisi Keşfü’l-Akabe adındaki eserin müellifi İbnü’l-Kemal, diğeri de Zubdetü’l-Hey’enin yazarı Muvaffak Kayserî’dir. Diğer önemli bir isim, aynı zamanda mantık, felsefe, matematik gibi alanlarda pek çok eser kaleme alan Esîrüddin Ebherî’dir. Ömrünün bir kısmını Anadolu’da geçiren Ebherî, Öklides’in Usûlü’l-Hendese ve’l-Hisâb adlı eseri üzerine İslah Kitabi’lUstukussat fi’l-Hendese li-İklidîs adlı bir şerh yazdı ve bu şerh de özellikle paralellik ile bir üçgenin içaçıları toplamı konularını içeren ünlü beşinci postula sorunu üzerinde durdu. Astronomi sahasında ise Batlamyus’un kitabını ele aldı ve fizikçi yaklaşıma uygun olarak Mulahhas fi Sınâ’ati’l-Macistî adlı bir özetini çıkardı. Torunu Sivaslı Emînüddin Abdurrahman b. Ömer (ö. 1332) de matematik ve astronomide zamanının en yetkili kişilerindendi. İki eseri günümüze ulaşan Emînüddin usturlab, rub’ü’l-muceyyeb gibi pek çok astronomi aletinin imalinde de başarılı bir isimdi. Türkiye Selçukluları döneminde matematik, geometrik ve sayısal yönelimler açısından ilginç çeşitlilikler sunar. Matematik günlük hayattaki kadar, devletin malîye teşkilatının belkemiği olan muhasebe sınıfı için de önemlidir. Özellikle bu sahada ondalık konumsal sayı sistemine dayalı hisab-i hindînin kullanıldığı söylenebilir. Hesap alanında pratik algoritmanın alabildiğine geliştiği bu dönemde Kutbüddin Şirazî (ö. 1311) Felsefe, tıp, astronomi, matematik, musiki ve din ilimleri gibi birçok disiplinde uzman olup, Selçuklu Türkiyesinde müderrislik ve kadılık yaptı. 200 Türkiye Selçuklu Tarihi Selçuklu Türkleri, İslam medeniyetinde o zamana kadar ilk ve tek olarak ondalık kesirleri günlük hayatta kullandılar. Öte yandan astronomi ve trigonometri için gerekli olan hisab-i sittîni de öğrenilmeye devam etti. Cebir biliminde ise, özellikle Kerecî çizgisinde cebri aritmetikleştiren, soyut cebir anlayışına yaklaşan ve aynı zamanda bir tabib olan Samav’el Mağribî’nin (ö. 1174) Anadolu ve Azerbaycan’da eser vermesi dikkat çekicidir. Çünkü Samav’el Türk bölgelerinde bulunduğu için ondalık kesir bilgisini öğrenmiş ve bunu yaklaşık kök hesaplamalarında kullanmaya çalışmıştır. Matematik alanında diğer önemli bir gelişme, fakihlerin matematiği ele almasıdır. Fakihler tereke hesaplamalarından hareket ederek matematik ifadelerin dış dünyaya tatbiki sürecinin önünü açmıştır. Bu da daha önce Aristotelesçi yaklaşımın tasfiye ettiği matematik-doğa ilişkisini ele almada yeni imkanlar ve açılımlar sunmuştur. Yine fakihler, belki de tarihte ilk defa saf sayılar teorisi yapılabileceğini göstermişlerdir. Özellikle İbn Fellus lâkaplı Hanefî fakihi İsmail Mardinî (ö. 1239) elementer sayılar teorisini konu edinmiş ve bir sayı mistisizmine yanaşmadan saf bir matematik metni ortaya koymuştur. Fakihler ayrıca hesap ve cebir bilimini de tereke hesaplarına uygulayarak bu bilimlere yeni uygulama alanları açtılar. Bu bir taraftan cebire pratik bir yön verdi, diğer taraftan da matematiğin haricî dünyaya uygulanımı konusundaki düşünceleri besledi. Bu konuda yine İbn Fellus’un çalışmaları dikkat çekmektedir. Selçuklu Türkiye’sinde imar ve inşa faaliyetlerinin gelişmesi, çok sayıda mühendis ve mimarın bulunduğunu göstermektedir. Artuklu illerinde bu meslek mensuplarına hisâbî (mühendis manasında aritmetikçi) ünvanının verilmesi, matematik-mimari ilişkisi açısından oldukça ilginçtir. Bunlar arasında Karakuş el-Hisabî ve Yakut el-Hisabî gibi bazı Türk mühendislerinin adları ve inşa ettikleri eserleri bilinmektedir. Özellikle Selçuklu, Mengüceklü ve Saltuklu şehirlerinde XII. asırda inşa olunmuş birçok abidevî binanın Ahlatlı mimarların eseri olması, bu şehirlerdeki matematik eğitiminin güçlü olduğunu gösterir. Nitekim Sultan I. Mesud zamanında Konya Alaeddin Camisini yapmaya başlayan Hacı el-Ahlatî, Tercan’da Mama Hatun türbe ve kervansarayını inşa eden Mufaddal el-Ahlatî ve XIII. asırda Divriği Darüşşifasını inşa eden Hurremşah el-Ahlatî gibi mimarların varlığı bir geleneğe işaret etmektedir. Batınî Derinlik Bugünkü ölçütlere göre bilgi olarak tanımlanmayan, başta astroloji olmak üzere simya, ilm-i vefk, ilm-i reml gibi batınî/gizli ilimler de küre’nin bütününü görmek için dikkate alınmalıdır. Aslında bu ilimlerden her birisi, zahirî bir bilimin bâtınıdır: Astroloji astronominin, simya kimyanın, vefk sayılar teorisinin vb. Bu nedenle zahiri bilinmeyenin batını da bilinemez. Gizli bilimler, insan merakının sınırsızlığını gösterirler. Bu alanlarda sorulan pek çok soru, daha sonra zahirî sahaya aktarılmış ve ufuk açıcı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Batınî bilimler kültür ortamlarının Varlık hakkındaki yaklaşımları, özellikle de İslam medeniyetinin kaynakları hakkında önemli ipuçları taşırlar. Astroloji her ne kadar astronomi ile matematiğe dayansa da kozmolojik ilkelere bağlı olarak geleceğe ilişkin mümkün ve muhtemel olayların tespitine katkı sağlar. Aslında askerî bir istihbarat bilimi olan astroloji, savaşçı sultanların sık sık kendisine başvurduğu bir bilimdir. Astroloji hem doğayı hem de insanı birlikte dikkate almayı gerektirir. Bu bilim dalı kendisi için üretildiği hü- 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 201 kümdara veya komutana bir misyon biçme açısından da son derece önemlidir. Nitekim I. Süleymanşah’ın babası Kutalmış’ın astronomi ve eski ilimlerle meşgul, I. Keykubad’ın ise astrolojiye meraklı olduğu bilinmektedir. Keza Selçuklu saraylarında pek çok müneccim istihdam edilmiştir. Bunlar arasında, Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Hubeyş Tiflisî (ö. 1232), Sultan I. Keykubad devrinde Müneccime Bibî, Esîrüddin Müneccim ve Bahâüddin Şeng-i Müneccim anılabilir. Tıb Türkiye Selçuklu dönemi tıbbının genel tıb tarihi içerisinde önemli bir yeri vardır. Bu dönemde tıb kurumlarının yaygınlaştırılmasıyla tıbbın topluma maledilmesi sağlandı; Zekeriya Râzî’nin klinik tıb yöntemi ile İbn Sina’nın teorik tıb anlayışı birleştirildi. Tıp eğitimi ile hasta tedavisinin birlikte yapıldığı dârüşşifâlarda klinik tıbbın bütün gerekleri yerine getirildi, hekim yetiştirilmesine özel bir ilgi gösterildi. Ayrıca pek çok tıb eseri kaleme alındı. Bunlardan özellikle İbn Sina’nın Kanun’u üzerine yapılan çalışmalar geniş bir yer tutar. Matematikçi de olan Sa’düddin Ebu Bekr Erdebilî Kanun’u Anadolu’da tanıtmıştır. Muhammed Cacermî, Bedrüddin İbn Harirî, Ekmelüddin Nahcivanî gibi tabibler yanında Kutbüddin Şirazî’nin et-Tuhfetü’s-Sa’diyye adlı kanun şerhi yalnızca Anadolu’da değil bütün İslam tıb tarihinde önemli bir yere sahiptir. Sultan II. Kılıç Arslan’ın hekimi olan Hubeyş Tiflisî (ö. 1232), bu sultan adına pek çok eser de yazmıştır. Ortaçağın en büyük botanikçisi İbnü’l-Baytar (ö. 1248) ise bu devirde Anadolu’da araştırmalar yapmıştır. Bazı Selçuklu hekimleri tıb sahasında edindikleri şöhret dolayısıyla komşu İslam hükümdarları tarafından davet edilmişlerdir. Ayrıca Anadolu’daki ilmî ortamı tercih eden pek çok ünlü hekim de buraya gelmiştir. Mengüceklilerin hakimiyetindeki Erzincan’a gelerek burada uzun yıllar kalıp felsefe, matematik ve tıbb sahasında pekçok eser yazan Abdullatif Bağdâdî (ö. 1231) bunlardan biridir. Türkiye Selçuklu tıbbının en önemli yönlerinden birisi de tıp dilinin Türkçeleştirilmeye başlanması ve ilk Türkçe tıb eserlerinin kaleme alınmasıdır. Bu yöneliş 1223 yılı civarında Harizm’den Anadolu’ya gelen Hekim Bereke’nin Tuhfe-i Mübârizî adlı tercümesiyle başlamıştır. İhsan Fazlıoğlu, “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Türk Felsefe-Bilim Tarihine Önsöz”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, I (Sosyal ve Siyasal Hayat), ed. Ahmet Yaşar Ocak, Ankara 2006, s. 413-427; Ramazan Şeşen, “Selçuklular Devrindeki İlme Genel Bir Bakış”, III. Uluslararası Mevlâna Kongresi, 5-8 Mayıs 2003, Konya 2004, s. 233-244. Tasavvufî Hayat XIII. yüzyıl Selçuklu Türkiye’sinde İslâm tasavvufunun yoğun bir şekilde yaşandığı görülür. Etkileri kendi çağlarını aşarak günümüze kadar devam edegelen İbnü’lArabî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sadrüddin Konevî vd. Selçuklu çağının büyük sûfîleridir. Tasavvufî akımlar Anadolu’ya daha ziyade Türkistan’da başlayan Moğol İstilâsından kaçan temsilcileri vasıtasıyla girmiştir. Dinî ve tasavvufî konularda birçok eser yazan, ahlâkî ve estetik bir anlayışa sahip olan Necmeddin Kübrâ’nın (ö. 1221) kurduğu Kübrevîlik onun halifeleri tarafından getirilmiştir. Mevlânâ’nın babası ve Maârif’in müellifi Bahâeddin Veled (ö. 1236) ve halifesi Burhaneddin Tirmizî ile Mirsâdü’l-Ibâd’ın yazarı Necmeddin Râzî (ö. 1256) bunlardandır. Sühreverdîliği meşhur Avârifü’l-Maârif’in yazarı Şihabeddin Ömer Sühreverdî (ö. 1234) getirmiştir. 202 Türkiye Selçuklu Tarihi Sühreverdiyye: Ortaçağ İslam dünyasının önemli tarikatlerinden Sühreverdîliği Türkiye’ye Şihabüddin Ömer Sühreverdî (ö. 1234) getirmiştir. Amcası Ebu’n-Necib Sühreverdî’nin halifesi olan bu zat 1215 yılında devrin Abbasi halifesi en-Nâsır li-Dinillah’ın başında bulunduğu Fütüvvet teşkilâtına dahil etmek için Selçuklu sultanı I. Keykâvus’a elçi olarak gelmiştir. Onun Avârifü’lMaârif isimli eseri Anadolu’da çok tanınmıştır. Sühreverdiyye şeyhi Bahaüddin Zekeriyya-yı Mültanî’nin halifelerinden Fahrüddin-i Irakî (ö. 1289) de Konya’ya gelip Sadrüddin Konevî’nin hizmetine girmiş, Lema’ât isimli meşhur eserini burada yazmış, Muînüddin Pervane ise onun için Tokat’ta bir hankâh yaptırmıştır. Tarikat pek uzun ömürlü olmasa da Türkiye’de onun yerini XIV. yüzyılın sonlarından itibaren Halvetiyye ve Nakşibendiyye tarikatları almaya başlamıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî: Yazdığı yüzü aşkın eserle itikadî ve tasavvufî birçok konuda, özellikle vahdet-i vücud hakkındaki görüşleriyle İslam düşüncesini derinden etkileyen Endülüs’lü meşhur mutasavvıf ve mütefekkir İbnü’l-Arabî (ö. 1240) bir müddet Anadolu’da bulunmuştur. O daha sonra manevî evladı ve halifesi olacak olan Sadrüddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ile 1202’de Bağdad’tan Anadolu’ya gelmiştir. Malatya ve Konya’da bir müddet bulunmuş, ilim ve irfan meclisleri düzenlemiş, talebe yetiştirmiş, devrin sultanlarına nasihatlerde bulunmuştur. Kâinattaki herşeyin tek yaratıcı ve tek varlık olan Allah’ın bir tecellisi olduğu, dolayısıyla gerçekte bütün varlıkların onun varlığından başka bir şey olmadığı şeklinde ifade edilebilecek vahdet-i vücud anlayışı, onun tarafından geliştirilmiş ve eserleriyle de günümüze kadar gelmiştir. Eserleri arasında en meşhur ve etkili olanları Füsûsu’l-Hikem ve Fütûhâtü’l-Mekkiyye’dir. Anlaşılamayan veya yanlış anlaşılan görüşleri dolayısıyla daha hayattayken tekfire kadar varan ithamlara maruz kalmışsa da itibarını hiç kaybetmemiştir. Onun görüşlerinin her kesimde yayılmasında ve etkili olmasında özellikle eserlerini şerheden Sadrüddin Konevî’nin büyük rolü olmuştur. Müeyyedüddin Cendî, Sadüddin Ferganî ve Afîfüddin Tilemsanî de onun çizgisini yazdıkları şerhler ve eserlerle, açtıkları zaviyelerle Türkiye’de devam ettiren diğer önemli şahsiyetlerdir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî: Etkileri günümüze kadar devam edegelen, dünyaca tanınmış, bu devrin diğer önemli bir siması Mevlana Celâleddin-i Rumî’dir (ö. 1273). O çocuk yaştayken babası Bahâeddin Veled ile birlikte Moğolların önünden kaçarak Belh’ten Anadolu’ya gelmiştir. Kübreviyye halifesi olan babasından, onun vefatından sonra Muhakkık-i Tirmizî’den tasavvufî eğitim almış, Şam ve Halep gibi merkezlerde medrese tahsili görmüştür. Konya’da müderrislik yaparken Kalenderî şeyhi Şems-i Tebrizî’nin de tesiriyle coşkulu bir tasavvufî anlayış geliştirmiş, ilişkileriyle, yazdığı eserlerle müslim, gayr-i müslim halkı, aydınları, yöneticileri derinden etkilemiştir. Kur’ân’ın kölesi olduğunu açıkça ifade etmektedir. Onun cezbe halindeyken semâ ettiği, ney ve musikîyi, hatta bazen bir anlatım dili olan müstehcen uslûbu ilâhî aşka davet için sadece bir vasıta olarak kullandığı, Kurân’ın kölesi olduğunu açıkladığı aşikârdır. Moğol işbirlikçisi olduğu hakkındaki önyargılı iddianın aksine, Mevlânâ’nın Moğol yöneticilerle diyalog içinde olmasının şiddeti azalttığı bilinmektedir. O Mesnevî, Dîvân-ı Kebîr, Fîhi mâ Fîh gibi bütün eserlerini zamanına hakim olan Fars kültürü nedeniyle Farsça yazmış olmasına rağmen sadece seçkin bir zümreye değil, toplumun her tabakasına nüfuz edebilmiştir. XIV. yüzyılın Türkçe yazan büyük şairlerinden Âşık Paşa ile Yunus Emre onun görüşleri doğrultusunda yazmışlardır. Ancak Mevleviyye tarikatı onun vefatından sonra, oğlu Sultan Veled zamanında oluşturulmaya başlanmıştır. Vahdet-i vücud, Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmayı, gerçek varlığın tek ve bunun da Allah’ın varlığından ibaret olduğunu, Hakk’ın ve onun tecellilerinden başka hiçbir şeyin gerçek bir varlığının olmadığını ileri süren tasavvuf anlayışına denilmektedir. 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 203 Hacı Bektaş-ı Velî: Burada Selçuklu devrinde Türkiye’de yaşayan, ancak tarihî olarak hayatı hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmadığımız, daha çok menkıbevî bilgilerle tanınan Hacı Bektaş-ı Veli’yi de anmak gerekir. Onun Moğolların önünden bir Türkmen aşiretinin başında, bir Haydarî şeyhi olarak geldiği, daha sonra Baba İlyas-ı Horasanî çevresine girerek Vefâî tarikatına bağlandığı ve merkezden uzak Sulucakarahöyük’e yerleştiği tahmin edilmektedir. Ona ait olduğu iddia edilen, Makalât, Kitâbü’l-Fevâid gibi bazı eserler mevcut ise de tartışmalıdır. Hacı Bektaş-ı Velî’nin etrafında şehirlerden uzakta, yaylak-kışlak hayat tarzını devam ettiren ve Sünnî İslâm kimliğine mensup olmakla beraber coğrafî ve içtimâî şartların bir sonucu olarak şehirliler kadar İslâmî bilgiye sahip olmayan Türkmenler bulunmaktaydı. Hayatta iken pek tanınmayan Hacı Bektaş-ı Velî, Türkmenler arasında asıl şöhrete XIV. yüzyılda halifesi Abdal Musa’nın faaliyetleriyle ulaşmıştır. Bu Türkmenler daha sonraları XIV. yüzyılın sonlarından itibaren onun adına izafeten Bektâşî, Safevî propagandasının tesiri altında kalınca da kırsal kesimdekiler Kızılbaş veya Alevî olarak anılmaya başlanmıştır. Bunlardan başka Selçuklu çağında Anadolu’da Evhadiyye’nin kurucusu Evhadüddin Kirmanî (ö. 1238), Vefâiyye’den Babaî İsyanının (1240) lideri Baba İlyas Horasanî, Kalenderiyye’den Ebû Bekr-i Niksarî, Rifâiyye’den Seyyid Ahmed-i Kebîr, Seyyid Ahmed-i Kûçek gibi isimler de Selçuklu Türkiye’sinin diğer önemli sufîleridir. Ahîlik Selçuklu Türkiye’sinin diğer bir önemli sosyal kurumu ise Ahîliktir. Ahîliğin burada ortaya çıkışı, Selçuklu sultanı I. Keykâvus’un Abbasî halifesi en-Nâsır li-Dinillah’ın elçisi Şihabüddin Ömer es-Sühreverdî vasıtasıyla fütüvvet teşkilâtına girdiği döneme rastlar (1214). Nitekim fütüvvetin ilkelerini belirleyen fütüvvetnâme geleneği ahîlik safhasında da devam etmiştir. Ahî ünvanını taşıyan isimler arasında daha sonraları Ahî Evren ünvanıyla anılan şahsın Şeyh Nasîrüddin el-Hoyî olduğu ve I. Alâeddin Keykubad döneminde bu esnaf teşkilâtını kurduğu iddia edilmektedir. Keykubad’ın ölümünden sonra siyasî dengelerin değişmesinden Ahîlerin de zarar gördüğü anlaşılmaktadır. Daha sonraki yıllarda öneçıkan Ahî Çoban, Ahî Ahmed, Ahî Ahmedşah, Ahî Kayser gibi ahîlerin siyasî ve sosyal olaylar sırasında farklı saflarda yer aldıkları, ittifak edemedikleri; ancak Moğol işgali gibi dış tehlikeler sırasında bulundukları şehirleri savundukları görülür. Mevleviyye ve daha sonra ortaya çıkan bazı tarikatlerde şeyh, halife veya mürid olarak yer aldıkları görülen Ahîlerin tarikatlerden farklı bir teşkilâtlanma içinde oldukları ortaya çıkmaktadır. Aslında Ahîlik teşkilâtının yapısı ve işleyişi hakkındaki mevcut bilgilerimiz Selçuklu döneminden çok, daha sonraki Beylikler dönemine, XIV. Yüzyılın ilk yarısında Anadolu’ya gelen seyyah İbn Battûta ve geç tarihli fütüvvetnâmelere dayanır. 204 Türkiye Selçuklu Tarihi Özet Selçuklu devlet yapısında sultanın ve diğer hanedan üyelerinin etkinliğini açıklayabilme. Tarih boyunca birçok devlet hanedan sistemiyle yönetilmiş ve halen de yönetilmektedir. Türklerde kurucu kişinin asil bir soya mensup, karizmatik bir şahsiyete ve “kut”a sahip olması gerekir; zira bu yönetimin meşruiyeti için şarttır. Nitekim Selçuklu devletini kuran hanedan da Oğuzların Kınık boyuna mensuptur. Hanedan sadece sultanın değil, müstakbel sultanın ve eyaletleri yöneten melik şehzadelerin kaynağını teşkil eder. Her şehzade doğal olarak bir sultan adayı olduğu için, siyasette şehzadelerin rolü hiç eksilmez. Bu nedenlerle hanedan üyeleri topyekün devlet yönetiminde söz sahibidir. Gulâm ve iktâ sistemlerinin devletin organizasyonuna kaynaklık ettiğini belirleyebilme. Hanedana ilave olarak gulâm ve iktâ sistemlerinin Selçuklu devletlerinin bel kemiğini oluşturduğu söylenebilir. Türkmenler’e alternatif olan gulâm sistemi ile yetiştirilmiş kadrolar başta saray olmak üzere, merkez, taşra ve ordu teşkilatlarında istihdam edilirlerdi. Saray emirleri ve hizmetkârları, hükûmet teşkilatındaki devlet adamları, bürokrasideki memurlar, taşra yöneticileri ve hâssa ordusunun kaynağı gulâmlardır. Aynı şekilde iktâ sistemi de Selçuklu devlet teşkilatının aslî unsurlarındandır. Zira taşra yönetimi, arazi vergisi tahsili ve sefer zamanı toplanan askerler bu sistemin uygulanmasıyla hep birlikte sağlanır. Moğol İstilâsının Selçuklu Türkiye’sinde devlet ve toplum üzerindeki etkilerini değerlendirebilme. Moğollar istilâ ettikleri Selçuklu Türkiye’sinde devlet teşkilatına, sosyal ve iktisadî hayatı bozacak müdahalelerde bulunmuşlardır. Sultanın otoritesi ve siyasî istikrar yok edilmiştir. İktâ sistemi bozulmuş, artırılan vergilerle halkın beli bükülmüştür. Ancak istilânın bütün bu olumsuzluklarına rağmen, bazı olumlu sonuçları da olmuştur. Büyük oranda bir şehirli nüfus, ilim adamı ve sufî, Türkistan’dan başlayan Moğol istilâsının önünden kaçarak Türkiye’ye gelmişlerdir. Bu ikinci göç dalgası Türkiye’deki medenî gelişime büyük katkı sağlamıştır. Ayrıca merkezî otoritenin zayıflamasıyla uclardaki Türkmen grupları beylikler kurmaya başlamışlar, bunlarla birlikte Fars kültürü yerine, Türkçe ve Türk kültürü öne çıkmaya başlamıştır. Selçuklu Türkiye’sinde düşünce ve ilim hayatının boyutlarını değerlendirebilme. Türkiye Selçukluları döneminde İslam medeniyetinin mevcut birikimi daha da zenginleşmiştir. İslam düşüncesinde kelamcıların ve filozofların uzlaşamadıkları bir konu olan Varlık tasavvurunda ortak bir metafizik alan oluşturulmuştur. Mutasavvıflar Varlık’ın sırrını bilmeyi esas aldıkları bütüncül bir dünya görüşünü şiir dilini kullanarak sunmuşlar, böylece şiirin gelişmesine de katkı sağlamışlarıdr. Meşşâî yani İbn Sina’cı düşünceyi sıkı bir eleştiriye tabi tutarak onu geliştirdiler. Şihabüddin Sühreverdî’nin geliştirdiği işrâkiyye düşünce sisteminin takipçileri, meşşâî fizik teorilerini eleştirmiş, Platon’un idealar kuramı hakkında en özgün çalışmayı ortaya koymuşlardır. Fen bilimlerinin (riyâziyat) sosyal hayattaki teknik uygulamaları gelitirildi. Pratik ve teorik astronomi konusunda birçok eser yazıldı. Özellikle Kutbüddin Şirazî ve Esîrüddin Ebherî’nin astronomi, kozmoloji, geometri, matematik gibi alanlarda önemli katkıları olmuştur. Matematik tarihinde ilk defa ondalık kesirler gündelik hayatta kullanılmaya başlandı. Hesap ve cebir bilimleri tereke hesaplamalarında kullanıldı. Gelecekte olması mümkün ve muhtemel olan olayların tespitine katkısı olan astroloji ise sultanların vazgeçemediği bir müracaat kapısı olmuştur. Ayrıca Selçuklu Türkiye’sinde teorik tıp ile klinik tıp anlayışı birleştirilerek tıp eğitimi ile hasta tedavisi birlikte yapıldı; tıpla ilgili pek çok eser yazıldı. Hatta tıpla ilgili ilk Türkçe eser olan Tuhfei Mübârizî tercümesi burada yazıldı. 1 4 2 3 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 205 Türkiye Selçuklularında tasavvufî düşünceyi de - ğerlendirebilme. Etkileri günümüzde bile devam eden birçok İslam mutasavvıfı Selçuklu Türkiye’sinde ya - şamış ve eser yazmışlardır. Bunların önemli bir kısmı Moğol istilâsı dolayısiyle Türkiye’ye sığınan sufîlerdir. Kâinattaki herşeyin tek ya - ratıcı olan Allah’ın bir tecellisi olduğunu ifade eden vahdet-i vücûd anlayışını sistemleştiren Endülüslü Muhyiddin İbnü’l-Arabî bir süre Türkiye’de bulunmuş ve buradaki sufîleri etki - lemiştir. Sadrüddin Konevî başta olmak üzere birçok halifesi onun eserlerini şerh ederek gö - rüşlerini yaymışlardır. Aynı görüşü benimse - yen Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ise coşkulu bir tasavvufî anlayış geliştirmiş, eserleriyle etkileri günümüze kadar gelmiştir. Toplumun her kesi - mi üzerinde, hatta gayrimüslimler arasında bile etkili olmuştur. Bu dönemde yaşadığı halde, sağ - lığında pek tanınmayan diğer bir sufî ise Hacı Bektaş-ı Velî’dir. Onun bir Türkmen aşiretinin başında Haydarî dervişi olarak geldiği, sonra Babaî İsyanının lideri Baba İlyas-ı Horasanî’nin muhitinde Vefaî tarikatına girdiği tahmin edil - mektedir. Merkezden uzakta bir hayat süren Hacı Bektaş özellikle Türkmenler üzerinde etki - li olmuştur. Ancak onun asıl şöhreti vefatından sonra ve XIV. yüzyılda yayılmaya başlar. 5 206 Türkiye Selçuklu Tarihi Kendimizi Sınayalım 1. Türkiye Selçuklu Devleti - Abbasi Halifeliği ilişkileri ile ilgili aşağıdakilerden ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Büyük Selçuklu Dönemi’ndeki sultan-halife ilişkilerine göre daha semboliktir. b. Kuruluş döneminde, Abbasi Halifeli’ği yerine, Şiî Fâtımî Halifeliği ile yakınlık kurulmuştur. c. Hilafetin Kahire’ye naklinden sonra, Türkiye Selçuklu Sikkelerinde bu halifelerin isimleri yer almamıştır. d. Halife tarafından Süleymanşah’a, “ sultan” unvanıyla hükümdarlık alâmetleri gönderilmiştir. e. Sultan I. İzzedin Keykâvus, Halife en-Nâsır liDînillah tarafından fütüvvet teşkilatına bağlanmıştır. 2. Aşağıdakilerden hangisi sultanlık alâmetlerinden biri değildir? a. Unvan-lâkab ve künye kullanmak b. Halifenin elinden kılıç kuşanmak c. Adına hutbe okutmak d. Nevbet vurdurmak e. Saray ve otağ kurdurmak 3. Türkiye Selçuklu sultanlarının bastırdığı sikkeler ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Günümüze ulaşan en eski sikkeler, I. Mesud Dönemi’ne aittir. b. Sikkeler üzerinde aslan, güneş, süvari gibi sembollere rastlanmaktadır. c. Paralarda es-Sultânu’l-Muazzam unvanı ilk defa II. Kılıç Arslan Dönemi’nde kullanılmıştır. d. Bazı sikkeler üzerinde Bizans ile ilgili tasvirler yer almaktadır. e. İkili ve üçlü ortak yönetim döneminde basılan sikkelerde, bu şehzadelerin hepsinin isimleri yer almıştır. 4. Türkiye Selçuklu saray teşkilâtı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Saray görevlileri genellikle gulâm kökenli kişilerden seçilmekteydi. b. Sultanın hareminde, tabib ve muabbir gibi özel hizmetkârları bulunmaktaydı. c. Sarayın en nüfuzlu emiri Melikü’l-Hüccab’tı d. Sarayın güvenliğinden Emir-i Candâr sorumluydu. e. Saray emirleri, sadece sarayla ilgili görevlerde bulunmuşlardı. 5. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye Selçuklu merkez teşkilatını oluşturan divanlardan biri değildir? a. Divân-ı İstîfâ b. Dîvân-ı Pervanegî c. Dîvân-ı İşrâf d. Dîvân-ı Mezâlim e. Dîvân-ı A’lâ 6. Atabeg ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. İlk defa Türkiye Selçukluları’nda görülmüştür. b. Divân-ı Mezâlim’e başkanlık etmişlerdir. c. Görevi; eyaletlere gönderilen melikleri eğitmek ve tecrübe kazandırmaktır. d. Fethedilen topraklardaki vergi gelirlerini hesaplamak da görevleri arasındaydı. e. İlhanlı hâkimiyeti döneminde de değişime uğramadan uygulanmıştır. 7. Türkiye Selçuklu askeri teşkilatı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Esas itibariyle Büyük Selçuklu askeri teşkilatının devamı mahiyetindeydi. b. Sultanının bulunmadığı seferlerde ordunun başkumandanı sübaşıydı. c. Doğrudan sultanın şahsına bağlı olan askerlere Gulâmânı-hâss ismi verilirdi. d. Orduda ücretli askerler de bulunmaktaydı. e. Ordunun temelini İktâ Askerleri oluşturmaktaydı. 8. Türkiye Selçuklularında medreselerin geç kurulmasının sebebi aşağıdakilerden hangisidir? a. Kuruluş dönemindeki sultanların, eğitim kurumlarını önemsememesi b. Başka ülkelerden gelen müderrislerin yeterli görülmesi c. Türkiye Selçuklularının Anadolu’da verdiği siyasi mücadelenin, kurumsallaşmayı geciktirmesi d. Türkiye Selçukluları’nın yerleşik hayatı uzun süre benimseyememesi e. Türkiye Selçuklularının, Büyük Selçukluların kurduğu Nizamiye Medreselerini taklid etmek istememesi 8. Ünite - Devlet Teşkilatı Kültür ve Medeniyet 207 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 9. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye Selçuklu Devleti’nin tasavvuf hayatını etkilemiş olan mutasavvıflardan biri değildir? a. Hacı Bektaş-ı Velî b. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî c. İbnü’l-Arabî d. Sadrüddin Konevî e. Hacı Bayram-ı Velî 10. Ahîlik teşikilatı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Türkiye Selçuklularında I. İzzedin Keykâvus Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. b. Ahîler, Moğol işgali sırasında bulundukları şehirleri savunmuşlardır. c. Bazı tarikatlarda şeyh, halife ve mürid olarak yer almışlardır. d. Daha çok askeri kökenli kişiler, Ahîlik teşkilatını oluşturmuştur. e . Ahîlik teşkilatı hakkındaki en kapsamlı bilgiler, ünlü seyyah İbn Battuta’nın Seyahatnamesine dayanmaktadır. 1. d Yanıtınız yanlış ise “Sultan ve Abbasi Halifesi” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 2. b Yanıtınız yanlış ise “Sultanın Sembolleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 3. c Yanıtınız yanlış ise “Sultanın Sembolleri” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 4. e Yanıtınız yanlış ise “Saray ve Teşkilâtı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 5. d Yanıtınız yanlış ise “Merkez (Hükümet) Teşkilâtı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 6. c Yanıtınız yanlış ise “Merkez (Hükümet) Teşkilâtı” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 7. b Yanıtınız yanlış ise “Askerî Teşkilât” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 8. c Yanıtınız yanlış ise “Düşünce ve İlim” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 9. e Yanıtınız yanlış ise “Tasavvufî Hayat” konusunu yeniden gözden geçiriniz. 10. d Yanıtınız yanlış ise “Ahîlik” konusunu yeniden gözden geçiriniz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Türkiye Selçuklu Devleti’nin temelini oluşturan üç ana unsur bulunmaktadır. Bunlar yetki ve gücün “kut” ile Tanrı tarafından verildiğine inanılan, meşrûiyeti tartışılmaz, muktedir bir hanedan, devlet mekanizmasının sorunsuz işlemesini sağlayacak olan nitelikli insanların yetiştiği gulâm sistemi ve devletin sağlıklı vergi toplaması ve taşra yönetiminin yanında savaş zamanı ordunun asker ihtiyacını da karşılayan iktâ sistemidir. Sıra Sizde 2 Sultana ait olan her şey zamanla onun alâmeti olmuştur. Bunların ortak özelliği onun gücünü ve otoritesini ülke içerisinde ve dışına, dosta düşmana ilan eden semboller olmalarıdır. Taht ve tac doğal olarak sadece sultana mahsustur. Diğer semboller tâbiler veya diğer devlet adamları tarafından da kullanılmaktadır. Fakat sultana ait olanlar diğerlerinden daha farklı, haşmetli ve emsaliz idiler. Unvan-lâkab-künye, hutbede adını okutturma, sikke bastırma, nevbet vurdurma, tuğra ve tevkî’, saray ve otağ, tıraz-hil’at, çetr, gâşiye bunların başlıcalarıdır. 208 Türkiye Selçuklu Tarihi Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 3 Sultanın özel hizmetlerini ve sarayın genel işlerini gören saray personeli gulâm sistemiyle eğitilen kişilerden seçilmekteydi. Bunlar esir edilme, satın alma ya da hediye gönderilme şeklinde temin edilmekteydiler. Gulâmlar, gulâmhanede “baba” denilen kişiler tarafından eğitilirlerdi. Bu eğitimden sonra kabiliyetlerine göre devletin saray, hükûmet, ordu, eyalet gibi muhtelif teşkilatlarında hizmete başlarlardı. Saray emirlerine genellikle aslî görevlerinden başka ikinci bir görev veya geçici görevler de verilmekteydi. Kaynaklarda saray emirleriyle ilgili kayıtların çoğu, onların bu tür görevleriyle ilgilidir. Kılıç ehlinden olan bu emirler seferlerde komutanlık yapmakta veya elçi olarak gönderilmekteydiler. Sıra Sizde 4 Kuruluş döneminde Anadolu’da tutunma mücadelesi veren Türkiye Selçuklularında, bazı kurumların teşekkülü gecikmiştir. XII. yüzyılın sonlarında siyasî istikrar sağlanmasıyla beraber tersane, kervansaray ve medrese gibi ülkenin medenî ve iktisadî inkişafını sağlayacak olan yapılar kurulmaya başlanmıştır. Bunların kurulmasında vakıf müessesesinin etkisi büyük olmuştur. Medrese, darüşşifa, zaviye gibi ilim ve düşünce hayatının gelişmesine katkısı olan mekânların devamlılığını sağlayacak olan malî külfet, yüksek gelirli devlet adamlarının kurduğu bu vakıflar tarafından karşılanmıştır. Devlet de yükünü hafifleten bu vakıflara arazi sağlayarak bunların kurulmasını ve yaygınlaşmasını teşvik etmiştir. Bununla birlikte Moğol istilasından kaçan birçok ilim adamı ve mutasavvıf Türkiye’ye gelerek ilim ve düşünce hayatının gelişmesini sağlamışlardır. Baykara, Tuncer. (2004). Türkiye Selçukluları’nın Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul. Cahen, Claude. (2012). Osmanlılardan Önce Anadolu, çev. Erol Üyepazarcı, İstanbul. Çaycı, Ahmet. (2008). Selçuklularda Egemenlik Sembolleri, İstanbul. Göksu, Erkan. (2007). “Türkiye Selçuklu Devletinde Gulâm Eğitimi ve Gulâmhâneler”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, 24 (Güz 2007), s. 65-84. Merçil, Erdoğan. (2011). Selçuklular - Makaleler, İstanbul. Ocak, Ahmet Yaşar. (2011). Ortaçağlar Anadolu’sunda İslam’ın Ayak İzleri: Selçuklu Dönemi: Makaleler - İncelemeler, İstanbul. Ocak, Ahmet Yaşar. (Ed.) (2006). Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, I (Sosyal ve Siyasal Hayat), Ankara. Peker, Ali Uzay - Kenan Bilici. (Ed.) (2006). Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, II (Mimarlık ve Sanat), Ankara. Şeker, Fatih M. (2011). Selçuklu Türklerinin İslâm Tasavvuru, İstanbul. Taneri, Aydın. (1968). “Müsâmeretü’l-Ahbâr’ın Türkiye Selçukluları Devlet Teşkilatı Bakımından Değeri”, Tarih Araştırmaları Dergisi, IV/6, Ankara, s. 127-171. Taneri, Aydın. (1978). Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı: Menakıbü’l-Arifin’in Değerlendirilmesi, Konya. Turan, Osman. (1992). “İkta”, İslâm Ansiklopedisi, V/2, İstanbul, s.949-959. Turan, Osman. (2005). Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi. (1988-2012). I-XLI , İlgili maddeler. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. (1984). Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, Ankara. Vryonis, Speros. (2001). “Selçuklu Gulâmları ve Osmanlı Devşirmeleri”, Cogito, 2
.
|
Bugün 481 ziyaretçi (629 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|