|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
Kâmil insanlar, ulaştıkları mertebelere nasıl kavuşmuşlardır?
Büyük zâtların büyük olmalarına, yaptıkları bazı işler sebep olmuştur. Dostlarının ısrârları üzerine, dikkat ettikleri, prensip edindikleri husûslardan birkaçını bildirmişlerdir. Bunlardan bazılarını, bugün ve yarınki makâlelerimizde sizlere nakletmek istiyoruz... Evvelâ şunu belirtelim ki, "Peygamberler", bütün mahlûkâtın en üstünleridirler. Onlardan sonra insanların en yüksekleri, "Sahâbe-i güzîn"dir. Bunların bazıları da, diğer bazılarından yüksektir. Meselâ "Hulefâ-i Râşidîn" denilen dört büyük halîfe, Eshâb-ı kirâmın en yüksekleridirler. Bunların dereceleri halîfelik sıralarına göredir. Bugün, bu zâtların sözleri de dâhil olmak üzere, diğer bazı âlim ve velîlerin bazı sözlerini sizlere nakledeceğiz. Hazret-i Mûsâ, Peygamber Efendimizin sâhip olduğu yüksek makâmlardan birinin nûrunu görünce, gıpta etti. Cenâb-ı Hakk'a, Resûlullah'ın bu dereceye nasıl yükseldiğini sordu. Hak teâlâ buyurdu ki: "Yüksek ahlâkı sâyesinde bu dereceye kavuştu. Bu ahlâk îsârdır. Yâ Mûsâ, ömründe bir kerre îsâr edene, îsâr ahlâkı ile bana kavuşana, hesâp sormaktan hayâ ederim." [Îsâr, muhtâç olduğu bir şeyi, kendisi kullanmayıp başka bir muhtâç olana vermektir.] Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Hızır'a, "Ledün ilmine nasıl kavuştun?" diye sordu. O da, "Günâh işlememeye sabretmekle" dedi. UÇARAK CENNETE GİDENLER Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmette, sorgusuz-suâlsiz, uçarak, Cennete giden bazı kimselere melekler: 'Bu dereceye nasıl kavuştunuz' diye soracaklar. Onlar da: 'İki hasletimiz vardı. Yalnız iken de günâh işlemeye utanırdık ve Allahü teâlânın verdiği az rızka râzı olurduk' diyecekler." [İbn-i Hibbân] Hazret-i Mûsâ'ya, kavmi: "Allahü teâlâ, neden râzı ise, onu bize söyle de yapalım" dediler. Vahiy geldi: "Siz, Benden râzı olursanız, Ben de sizden râzı olurum." [Allah'tan râzı olan, O'nun emirlerine uyar ve yasaklarından kaçarak O'nun takdîrine râzı olur, böylece yüksek derecelere kavuşur.] Hazret-i Lokmân'a, kavuştuğu mertebeye nasıl ulaştığı sorulduğunda buyurdu ki: "Emânete riâyet, doğru söylemek ve mâ-lâ-ya'nî'yi [faydasız sözü] terk edip, bana gerekmeyeni bırakmakla bu dereceye kavuştum." Peygamberimizin birinci halîfesi, aynı zamanda kayınpederi olmakla şereflenmiş olan Hazret-i Ebû Bekir'e sordular: Allah için söyle, bu mertebeye ne ile eriştin? Buyurdu ki: "Dînimi dünyâya tercîh ettim. Âhiret için, Allah rızâsını seçtim. Her zaman Allahü teâlânın hakkını üstün tuttum, her işimde sâdece Allahü teâlânın rızâsını gözettim ve bunun dışına aslâ çıkmadım." Aynı şekilde, ikinci halîfe ve Peygamberimizin kayınpederi olmakla da şereflenmiş olan Hazret-i Ömer'e sordular: "Siz bulunduğunuz mertebeye nasıl ulaştınız?" Cevâben buyurdu ki: "Allahü teâlâ dilerse, bir kulunu azîz eder; dilerse zelîl eder. Bunu hiç unutmadım." Üçüncü halîfe ve Peygamber Efendimizin iki def'a dâmâdı olmakla şereflenen Hazret-i Osmân'a da, ulaştığı makâma nasıl vâsıl olduğunu sordular. Onlara buyurdu ki: "Kur'ân ve Sünnete uydum. Allahü teâlânın, her şeyime vâkıf olduğunu hiç unutmadım." HAZRET-İ ALÎ'NİN CİHÂDI!.. Sevgili Peygamberimizin amcazâdesi ve sevgili dâmâdı, Ehl-i Beyt'in birincisi, Oniki İmâmın ilki Hazret-i Alî'ye de aynı suâli sorduklarında buyurdu ki: "Cihâd ile eriştim. 30 yıl mücâhede kılıcı, haşyet zırhı, vera' kalkanı, tâat ve ibâdet oku ile, gönül kapısında oturdum. Allahü teâlânın rızâsından başka hiçbir şeyi, gönlüme koymadım, hâtırıma getirmedim." Hanım evliyânın büyüklerinden olan Râbia-i Adviyye hazretlerinin tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; "Dünyâdaki bütün insanlar benim çocuğum olsa; gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir tek bitki bitmese, Allahü teâlâya yemîn ederim ki, 'onlara nasıl bakacağım?' düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ, hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır" derdi. Kendisine, "Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve Ebedî olanın [ya'nî Allahü teâlânın] dostluğunu istemekle" buyurdu. [İnşâallah yarınki makâlemizde de bazı nakiller yapalım.]
.22/10/2011
Kemâl erbâbı, yüksek mertebelere nasıl ulaştılar?
Dün, bir nebze, kemâle ermiş kimselerin, o yüksek mertebelere nasıl eriştikleri hakkındaki bazı sözlerini nakletmiştik. Bugünkü makâlemizde de, kemâl erbâbından bazı nakiller yapmak istiyoruz... İyi bir insan olmak için, kâmil ya'nî olgun bir Müslümân olmak gerekir. Zâten "Müslümân", "iyi insan" demektir. Allah indinde mü'min çok kıymetlidir. Kur'ân-ı kerîmde mü'minler hakkında birçok âyet-i kerîme vardır: "Mü'minler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman onların kalpleri titrer, Allah'ın âyetleri okununca, îmânları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı dosdoğru kılar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden [Allah'ın râzı olduğu yerlere] harcarlar." [Enfâl, 2-3] "Mü'minler, muhakkak kurtuluşa ermişlerdir. Onlar, namazlarını huşû' içinde kılar, boş ve lüzûmsuz şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korurlar... Emânet ve ahidlerine riâyet ederler..." [Mü'minûn, 1-8] "İnanıp hayırlı iş işleyen [mü'min]lerin kötülüklerini, and olsun örteriz; onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfâtlandırırız." [Ankebût, 7] YÜKSEK DERECELERE KAVUŞTULAR Büyük fıkıh âlimlerinden Süfyân-ı Sevrî hazretleri, harâmlardan ve şüpheli şeylerden kaçanların başında gelirdi. Edep ve tevâzuda benzeri azdı. Dostlarından biri kendisini rüyâda, Cennet'te nûrdan kanatlarla uçtuğunu gördü. "Bu dereceye nasıl kavuştun?" dedi. "Dîne uymakta çok hassâs davranmakla" buyurdu. Evliyânın büyüklerinden Bişr-i Hâfî hazretleri anlatır: Rüyâmda Resûlullah'ı gördüm, bana: "Allahü teâlânın, seni neden üstün kıldığını biliyor musun?" buyurdu. Ben "hayır" deyince, "Sünnetime tâbi olman, salihlere hizmet etmen, dîn kardeşlerine nasîhat etmen, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı sevmen sebebiyle bu dereceye kavuştun" buyurdu. İmâm Ebû Yûsuf'un oğlu ölünce, talebesine, "Defin işini siz yapın. Ben hocamın [İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin] dersine gidiyorum" dedi. Kendisini, vefâtından sonra, rüyâda, Cennet'te muhteşem bir hayât sürerken gördüler. "Bu ne ihtişâm, nasıl kavuştun?" dediler. O da, "İlme, ilim öğrenmeye ve öğretmeye olan sevgim ile" buyurdu. Gavs-ı A'zam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esâs aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye kendisine soranlara cevâben buyurdu ki: "Temeli doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti." Silsile-i aliyye büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri de, "Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle bu dereceye kavuştum" buyurdu. Seyyid Muhammed Bahâeddîn-i Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretlerine, "bu dereceye nasıl kavuştun?" diye sordular. "Resûlullah efendimize tâbi olmakla" buyurdu. Şâh-ı Nakşibend'in dâmâdı ve talebesi Alâeddîn-i Attâr hazretleri de buyurdu ki: "Hocam Bahâeddin-i Buhârî'nin bana tek nasîhati vardı: 'Alâeddîn, beni taklit et' buyurmuştu. Bunu yaptım. Onu taklit ettiğim her husûsta onun aslına kavuştum." NAKİLSİZ KONUŞAN REZİL OLUR! Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzilî buyurdu ki, Hocam şöyle anlattı" şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz" demesi üzerine buyurdu ki: "Ben kendi evimden buraya hiçbir şey getirmedim. Ne kazanmışsam, dergâhta kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi, 'Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki' veya 'Ben diyorum ki' diyerek pek çok şey anlatabilirdim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle olan hocama karşı edebe riâyet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vâsıta olandır. Dînimiz nakil dînidir. Îmân, ibâdet bilgileri kıyâmete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden azîz, nakilsiz konuşan rezîl olur." [Bugün de bu nakillerle yetinelim.]
.18/11/2011
Yemek yedirme ve ihsânın önemi
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, kullarına saâdet yollarını göstermiş, iyi ve kötü, güzel ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu "Peygamber"leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, ya'nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. HÂTİM-İ TÂÎ'NİN CÖMERTLİĞİ Ma'lûm olduğu üzere, dünyâda ad-şöhret kazanmış ve kazanmakta olan herkes, bu şöhreti aş-ekmek, para-pul, mal-mülk vermekten elde etmişlerdir. Onun için, imkânı olanların her gün yemek vermekte kusûr etmemeleri gerekir. Bir kimsenin herhangi bir ni'meti varsa ve onu başkalarına dağıtıyorsa, o kişi sultân olmasa da, halk ona saygı duyar. Nitekim cömertliğiyle meşhûr Hâtim-i Tâî, hâlâ unutulmamıştır. Onun hakkında birkaç kelime söylemek gerekirse, şunları ifâde edebiliriz: Abdullah bin Sa'd (Hâtim-i Tâî), altıncı asrın sonunda, yedinci asrın başında yaşamış, cömertliğiyle meşhûr bir Arap şâiri ve kabîle reîsidir. Peygamberimizin devrine yetişmiş, ancak onun Peygamberliğini açıklamasından önce vefât etmiştir, ama oğlu Adî (Adiyy) İslâmiyetle şereflenmiştir. Asıl ismi Abdullah bin Sa'd olduğu hâlde, çok cömert olduğu için "Hâtim", Tayy kabîlesinden ve o kabîlenin reîsi olduğu için de "Tâî" lakabıyla anılmaktadır. Hâtim-i Tâî, Arap, Îrân ve Türk edebiyâtında zenginlik, cömertlik, hayırseverlik timsâli olarak kullanılır. "Hayra verilen mal, isrâf olmaz" derdi. Hâtim-i Tâî, cömertliği ve misâfirseverliği yüzünden, Sahâbe-i kirâm ve diğer Müslümânlar arasında dâimâ övülmüş, cömertliği dillere destân olmuş, hattâ "Esha'l-arab: Arapların en cömerdi" diye anılmıştır. Dünyâ durdukça, onun cömertliğinden bahsedilecektir. O, gerçekten çok cömert idi. Öyle ki, kabîlesinin yerleşmiş olduğu yerin etrâfındaki tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misâfir olmalarını sağlardı. Bir muhârebede Müslümanlara esîr düşen Hâtim-i Tâî'nin kızı, Peygamberimize gelerek; "Eğer lutfedip beni bağışlarsanız, hakkımda, Arap kabîlelerinin hasetçilerini sevindirmemiş olursunuz. Zîrâ ben öyle bir kabîle başkanının kızıyım ki, babam esîrleri âzâd eder, açları doyurur, çıplakları giydirir, insanlara alçak gönüllülükle davranır, dört yanındakileri korurdu" deyince, Peygamberimiz kendisini hemen serbest bıraktı. Kendisine, elbise, binek hayvanı ve yol azığı da verdi. Hâtim-i Tâî'nin oğlu Adî (Adiyy) de, bilâhare Huzûr-ı Saâdet'e gelerek ikrâm gördü. Resûlullah Efendimiz onu evine götürdü. Kendisi yere otururken Adî (Adiyy)'e minder ikrâm etti. Ona İslâmiyeti telkîn etti, o da îmânla şereflendi. Müslümân olan Adî bin Hâtim(radıyallahü anh)'in bildirdiği hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte'de (mu'teber 6 hadîs kitâbında) mevcuttur. "CÖMERDİN ÎMÂNI KUVVETLİDİR" Allahü teâlâ, Hazret-i İbrâhîm'i, yemek yedirmesinden ve misâfirperverliğinden dolayı, Kur'ân-ı kerîminde övmüştür. Hazret-i Osmân, çok cömerd olduğundan dolayı, "hesapsız Cennet'e gidecek" diye müjdelenmiştir. Hazret-i Alî, çok fazla parası olmadığı hâlde, birçok cömertlikler yapmıştır. Allahü teâlâ, onu da Kur'ân-ı kerîmde medh etmiştir. Kıyâmete kadar onun cömertliğinden, mertliğinden, cesûrluğundan söz edilecektir. Her devirde, her yerde yemek vermek çok iyidir. Dünyâda hiçbir iş [tabîî ki îmân ve farz olan ibâdetler müstesnâ edilecek olursa], cömertlikten ve yemek yedirmekten daha iyi değildir. Hadîs-i şerîfte; "Cömerdin îmânı kuvvetlidir" buyurulmuştur. Sevgili Peygamberimizin, bir hadîs-i şerîfleriyle bugünkü makâlemizi bitirelim: "Ancak iki kişiye gıpta edilir (imrenilir): 1- Allahü teâlânın mal verdiği ve onu hak yolda (veya hayırda) harcamaya muvaffak kıldığı kimse. 2- Allahü teâlânın ilim verdiği, o ilmiyle amel eden ve onu başkalarına da öğreten kimse" buyurmuşlardır.
.12/11/2011
Sadaka vermenin fazîleti
Peygamber Efendimiz, yemîn ederek buyuruyor ki: "Sadaka vermekle mâl, aslâ noksânlaşmaz." [Taberânî] Ayrıca, "Bir melek, '(Yâ Rabbî!) İnfâk edenin mâlının bedelini ver; cimrilik edip vermeyenin de mâlını telef et' diye duâ eder" buyurmaktadır. [İbn-i Hibbân] Mâlımızın noksânlaşmayacağı, hattâ artacağı garanti edildiğine göre, cömertlikten korkmamâlıyız. Böylece îmânımızın da kuvvetli olduğu ortaya çıkacaktır. Cömerdin îmânının kuvvetli, cimrinin ise îmânının zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Cömertlik, îmân sağlamlığından ileri gelir. Îmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, [îmândaki] şüpheden ileri gelir, böyle kimse de Cennete giremez." [Deylemî] Sadaka vermenin fazîleti çoktur. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: "Çok sadaka verenin rızkı bollaşır ve duâsı kabûl olur." [İbn-i Mâce] "İlmi olan ilminden, mâlı olan da mâlından sadaka versin" [İbn-i Sünnî] BİRE YEDİYÜZ ALMAK Allah rızâsı için verilen zekât ve sadakanın, yapılan iyiliklerin karşılığı, verenin ihlâs derecesine göre, bire ondan bire yediyüze kadar, hattâ daha fazla olur. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Mâllarını, Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir. O vâsi' [tâkat ve kudret sâhibidir, ihsân ettiği şeyler Ona darlık vermez] ve alîmdir [her şeyi, hâliyle, hakîkat ve özüyle bilicidir. İnfâk edenin niyetini, ihlâslı olup olmadığını ve infâk kudretini bilir]." [Bakara, 260] Mallarını, Allah yolunda harcayanlara birçok müjdeler vardır. Allahü teâlâ, meâlen buyuruyor ki: "Gece-gündüz, gizli-açık, Allah yolunda mâllarını infâk edenlerin, Rableri katında mükâfâtları vardır. Bunlar için korku ve üzüntü yoktur." [Bakara, 247] Mâlı hayra harcama, başkalarına ihsânda bulunma ve hediyenin fazîleti çok büyüktür. Az veya çok sadaka vermeye gayret etmelidir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, 'Biz, mâlı insana, ibâdet etmesi için ihsân ettik' buyurdu." [İ. Ahmed] İhsân etmek ve hediye vermekle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir: "İhsân kapısını açana, Allah, dünyâ ve âhiret hayrını verir." [İbn-i Cerîr] "Ana-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân ederler." [Taberânî] "Komşuna ihsânda bulun ki, [kâmil] mü'min olasın." [Tirmizî] "İdârecilerin ihsânını, ihsân olarak kaldığı sürece alın." [Ebû Dâvûd] "Vermeyene ihsânda bulunanı, Allahü teâlâ Cennete koyar." [Hâkim] "Hediye, Allah tarafından gönderilen güzel bir rızıktır." [Hâkim] Kendisini ve çoluk çocuğunu perîşân edecek kadar çok sarf etmek doğru değildir. Allahü teâlâ, cömert olan sâlih kimseleri överken buyuruyor ki: "Onlar, (mallarını) sarf ederken isrâf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar." [Furkân, 67] Hattâ mümkünse fakîr de, az da olsa sadaka vermelidir. Fakîrin az sadaka vermesi, zenginin çok sadaka vermesinden daha kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Genç, sıhhatli olan bir kimsenin, parası da yokken, fakîrliğe düşme korkusu içinde verdiği sadaka, sevâp bakımından daha büyüktür." [Müslim] DİKKAT EDİLECEK HUSÛSLAR Sadaka verirken, akrabâyı görüp gözetmek daha sevâptır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Fakîre verilen sadaka bir sadaka iken, akrabâya verilen sadaka, hem sadaka, hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadakadır." [Nesâî] "En fazîletli sadaka, kin güden yakınına verilendir." [Taberânî] Sadakayı, isteyen dilencilere değil, muhtâç olup isteyemeyen fakîrlere vermek gerekir. İsteyici olan, hiçbir zaman sıkıntıdan kurtulamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İsteyici, darlığa düşer." [İmâm Ahmed] "Dünyâyı âhirete tercîh edenin sıkıntısı hiç eksilmez, ihtiyâçtan kurtulamaz, doymak bilmeyen bir hırsa kapılır." [Taberânî] Sadakayı, riyâ korkusu varsa, gizli vermelidir. Peygamber Efendimize, "Ya Resûlallah! Hangi sadaka daha fazîletlidir?" diye sorulunca, "Az mâldan gizli verilen sadaka" buyurup, "Eğer sadakayı açık verirseniz güzel olur; gizli verirseniz, sizin için daha hayırlıdır" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. (Taberânî)
.19/11/2011
İyi bir insan olmak için ne yapmak gerekir?
İyi bir insan olmak için, kâmil ya'nî olgun bir Müslümân olmak gerekir. Zâten Müslümân, iyi insan demektir. Allah indinde mü'min çok kıymetlidir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, inananları şöyle ta'rîf etmektedir: "Rahmân olan Allahü teâlânın kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile vakâr ve tevâzu ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olursa, bunlara [sağlık ve selâmet sizin üzerinize olsun gibi] güzel söz söyler, [büyük bir yumuşaklık gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [namaz kılarlar.] Onlar, 'yâ Rabbi, Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Cehennem azâbı devâmlıdır ve çok şiddetlidir. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır' derler. Bir şey verdikleri zaman, isrâf etmez, cimrilik de yapmazlar, ikisi ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yemez, Allah'a şerîk koşmaz, Ondan başkasına yalvarmazlar. Allah'ın dokunulmasını harâm ettiği cana kıyıp haksız olarak kimseyi öldürmez, zinâ etmezler. Bunlardan birini yapanın, Kıyâmette azâbı kat kat olur, orada zelîl ve hakîr olarak ebedî bırakılır. Ancak Allah, tevbe eden ve doğru îmân eden, ibâdet ve faydalı iş yapanların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah, afv ve merhamet sâhibidir. Tevbe edip, amel-i sâlih işleyen, Allahü teâlâya [tevbesi makbûl ve Onun rızâsına kavuşmuş olarak] döner. Onlar yalan yere şâhitlik yapmaz, faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zaman, kör ve sağır davranmazlar, [dikkatle dinleyip bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen şeyleri yaparlar.]" [Furkân, 63-73] "MÜ'MİN GEÇİM EHLİDİR" Mü'minlerle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir: "Müslümân, elinden ve dilinden Müslümânların [diğer bir rivâyette: insanların] emîn olduğu kimsedir." [Buhârî] "Komşusu, kötülüğünden emîn olmayan, mü'min olamaz." [Buhârî] "Halkın elindekine göz dikmemek, mü'minin alâmetlerindendir." [Dârekutnî] "Mü'min akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah'ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan kaçar." [Deylemî] "Mü'min geçim ehlidir. Arkadaşına râhatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir." [Dârekutnî] "Mü'min, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır." [Taberânî] "Mü'minin yanına giren, güzel bir bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar." [Deylemî] "Mü'min arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir." [Beyhekî] "Mü'min la'net etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz." [Hâkim] Kime, dînin emirlerini yapmak kolay gelirse, onun sâlih bir kimse olduğu anlaşılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Âhirete âit istediğine kolayca kavuşur, dünyâya ait olana kavuşman zorlaşırsa, bil ki sen iyi bir hâl üzerindesin. Bunun tersi olursa kötü haldesin." [Beyhekî] ALLAH'TAN KORKAN KİMSE Allah'tan korkan bir Müslümânın bazı vasıfları şunlardır: Allah'tan korkan bir kimse, O'nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Allahü teâlânın, her ân kendisini gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. O'nun emirlerine sarılır; yasaklarından kaçar. Kimsenin mâlına, cânına, nâmûsuna göz dikmez. Hiçbir kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiplerine, zâlimlere yaltaklanmaz; ilim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir; onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. İşte, Allah'tan korkan kimseler âilelerine, milletlerine, ülkelerine faydalı olurlar.
.26/11/2011
Bugün mübârek hicrî yılbaşı
Araplar, İbrâhîm aleyhisselâmdan beri Arabî ayları kullanmışlardır. İslâmiyetten önce "Fil Vak'ası"nı başlangıç kabûl etmişler ve seneleri buna göre saymaya başlamışlardı. Hicretle berâber başlangıç değişmiş ve her senedeki en mühim hâdisenin ismi ile anılmaya başlamıştı (izin yılı, emir yılı, zelzele yılı, vedâ yılı gibi). Fakat bu şekildeki tatbîkât, bâzı târih karışıklıklarına sebep olduğu için, Halîfe Hazret-i Ömer zamânında, hicretin on yedinci yılında alınan bir karârla, hicretin olduğu sene birinci sene olmak ve o senenin Muharrem ayı başlangıç kabûl edilmek sûretiyle, bu târih tesbît edildi. İşte hicrî-kamerî târih bu târihtir. Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabûl edildiği târihe, seneye "Hicrî Yıl" denir. Burada, ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, "Hicrî-Kamerî Sene" veya "Sene-i Kameriyye" de denir. Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîül-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce. Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir. Hristiyânlığın aslında bulunmayan, fakat sonradan kabûl edilen yılbaşı günü, onlara âit özel bir gündür... Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken Medîne'ye hicret etti. Bir hafta yolculuk yapıp mîlâdî Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel'in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne'ye girdiler. Bu seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. Cumâ gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin "Kozmoğrafya" kitabında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da "Hicrî-Şemsî Yıl" denir. HİCRÎ YILBAŞI DUÂSI Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki: "Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü [ya'nî hicrî yılbaşında], aşağıdaki duâyı 3 defa okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belâlardan emîn kılar." Şeyh Şihâbüddin-i Sühreverdî'den menkûldür ki: "Her kim bu duâyı aşûre günü üç kerre okursa ölümden de emîn kılınır. Zîrâ o sene ölümü mukadder olan kimseye, bu duâyı bu veçhile okumak nasip olmaz. (Hâmiş) Duânın Latin harfleriyle yazılışı şöyledir. Mümkün mertebe, duâyı, doğru olarak Arabî aslından, orijinalinden okumalıdır. "Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme Entel-Ebediyyül-Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân. Ve hâzihî senetün cedîdetün, es'elüke fîhel'ısmete mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm, bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli beytihî ecmaîn." Meâli ise şöyledir: "Besmele", "hamdele" ve "salvele"den sonra, "Ey Allah'ım! Sen Ebedî ve Kadîmsin [Kendinden evvel hiçbir varlık olmayan], varlığı, hayâtı devâmlı olan, kullarına keremi ziyâde, merhameti, ni'metler bağışlaması sonsuz, yalnız Sensin Allahım! İşte bu yeni yıldır ki, ben, bu yıl boyunca, huzûrundan kovulmuş şeytândan korumanı ve dâimâ kötülüğü emreden nefsime gâlip olmam için yardımını ve beni Sana yaklaştıran işlerle meşgûl olmamı Senden dilerim ey celâl ve ikrâm sâhibi Allahım. Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle muâmele eyle. [Sonunda tekrâr salevât-ı şerîfe var]." "Nüzhetü'l-mecâlis" kitâbında [I, 156] bildirildiğine göre bir kimse böyle derse, şeytân: "Biz bu kişiden ümîdi kestik" der ve Allahü teâlâ ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki melek görevlendirir.
.09/12/2011
İnsanlardan toplu helâklerin kaldırılması -1-
Hemen makâlemizin başında belirtelim ki, nice hikmetlere mebnî, Cennet'ten dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan itibâren, bu gezegenimize pekçok Peygamber gönderilmiştir. Bazı coğrafî bölgelere, bazı kavimlere, bazı zaman dilimlerine mahsûs, mevziî peygamberler gönderildiği gibi, âlem-şümûl, cihân-şümûl ya'ni evrensel Peygamber de [ya'nî Sevgili Peygamberimiz de] gönderilmiştir. Bu peygamberler, insanlara, Allahü teâlânın bütün emir ve yasaklarını, eksiksiz bir sûrette teblîğ etmişler, onlara yaratılış gâyelerini, insanlık, ahlâk, fazîlet, ilim, irfân, adâlet, hakkâniyet, insan hakları ve medeniyeti öğretmişlerdir. Asırlar boyunca Peygamberlere inanan, tâbi ve teslîm olan insanlar, dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamışlar, âhirette de ebedî saâdete kavuşacaklardır. EBEDÎ SAADETİN YOLU Cenâb-ı Hak, insanlara çok büyük bir ihsân olarak gönderdiği "Peygamber"leri vâsıtasıyla kullarına ebedî saâdet yollarını göstermiş, kendilerine lâzım olan her şeyi öğretmiştir. Bu Peygamberlerin hepsinin de hedefi, insanların dünyâda huzûr içerisinde yaşamaları, âhirette de seâdet-i ebediyyeye kavuşmaları olduğu gibi, Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâmın da hedefleri bu olmuştur. Ya'nî Allahü teâlânın bütün iyi ve temiz kulları, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. Cenab-ı Hakk, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti de lutfetmiştir. Yüce Allah'ın, kullarına verdiği ni'metleri o kadar çoktur ki, hem de sayılamayacak kadar, ya'nî sonsuzdur. İbrâhîm sûresinin 34. âyetinde bu husûs şöyle ifâde edilmektedir: "Allah, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah'ın bunca ni'met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, sayacak olsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim, çok nankördür." Bu konuda, İbrâhîm sûre-i celîlesinin 7. âyet-i kerîmesi çok dikkat çekicidir: "Düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size [ni'met(ler)imi] artırırım ve eğer küfrân-ı ni'mette bulunur, nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, gerçekten azâbım çok şiddetlidir." Nisâ sûresinin 147. âyet-i kerîmesinde ise, meâlen şöyle buyurulmuştur: "Eğer siz, Allah'ın ni'metlerine şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niye azâb etsin? Allah, şükredenlerin mükâfâtını verici, yaptıklarını bilicidir." Tekâsür sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde de, âhırette, kullara ihsân edilen ni'metlerin hesâbının sorulacağı şu şekilde açıklanmaktadır: "Sonra andolsun, o gün (kıyâmette) ni'metin şükründen muhakkak sorulacaksınız." "BİLİNMEK İSTEDİM!.." Bilindiği gibi, yaratılanların en şereflisi olan insanoğlunun dünyâya gönderiliş gâyesi, Allah'ı bilip tanımak, O'na şükretmek ve kulluk yapmaktır. Kur'ân-ı kerîmde Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde: "Ben, cinnîleri ve insanları ancak (beni bilsinler, tanısınlar ve) bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmaktadır. Bu husûs, büyük Türk müfessiri, muhaddisi ve mutasavvıfı İsmâîl Hakkı Bursevî'nin "Kenz-i Mahfî" isimli eserinde yazdığı bir hadîs-i kudsîde ise: "Ben gizli bir hazîne idim; bilinmek istedim, bunun üzerine mahlûkâtı yarattım" şeklinde ifâde edilmektedir. Hayât ve ölümün yaratılmasında da imtihân maksadı vardır. Nitekim Mülk sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ: "Amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihân etmek için hem ölümü, hem de hayâtı yaratan O'dur. O, azîzdir (her şeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)" buyurmuştur. Bakara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde de bu imtihân gâyesi şöyle açıklanır: "(Ey mü'minler, itâatkârı âsî olandan ayırt etmek için) and olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihân edeceğiz. (Ey habîbim), sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele." [İnşâallah yarın bu mevzûa devâm edelim.]
.10/12/2011
İnsanlardan toplu helâklerin kaldırılması -2-
Geçmişteki insanlık târihine, özellikle Peygamberler târihine bir göz atılacak olursa, muhtelif kavimlerin başlarına gelen hâdiseler olarak şunlar görülür: Ankebût sûresinin 39-40. âyet-i kerîmelerinde buyurulmuştur ki: "Kârûn'u da, Fir'avun'u da, (onun vezîri) Hâmân'ı da helâk ettik. Gerçekten Mûsâ, onlara apaçık delîller getirmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip başkaldırmışlardı (îmân etmediler). Halbuki (azâptan) kurtulacak değillerdi. Biz de, her birini günâh[lar]ıyla yakaladık. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç gürültü yakalayıverdi. Kimini yere batırdık. Kimini de suda boğduk. [Lût aleyhisselâmın kavmi taş yağmuruna tutuldu; Şuayb aleyhisselâm ile Sâlih aleyhisselâmın kavimleri korkunç gürültü ile helâk edildi; Kârûn ve beraberindekiler yere geçirildi; Firavun ve kavmi suda boğuldu.] Allah onlara zulmetmiyordu; fakat onlar kendi nefislerine zulmediyordu." En'âm sûresinin 65. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki; Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye yahut sizi birbirinize katıp bazılarınıza diğerlerinizin acısını tattırmaya da kâdirdir. Bak onlar anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz?" İmam Suyûti'nin "Keşfü's-Salsale an Vasfi'z-Zelzele" isimli eserinde, bu âyet-i kerîme açıklanırken, "ayakları altından gönderilecek azâb"ın "zelzele" olduğu beyân edilmektedir. Makâlemizin burasında şunu belirtelim ki: Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te'sîr, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. HANGİ DERSLERİ ALMALIYIZ? Allahü teâlânın "Cemâl" sıfatının yanında, "Celâl" sıfatı da mevcuttur. İnsanlara karşı, zaman zaman ba'zı îkâzları olabilir. Bunlar aslında, Cenâb-ı Hakk'ın kullarına olan merhametinden, acımasından ve onların âhirette ebedî saâdete kavuşmalarını istemesinden dolayıdır. Bilindiği üzere, târih boyunca, Allah'ın Peygamberlerini ve kitaplarını inkâr eden, çeşitli ni'metlerine nankörlük eden kavimler, muhtelif şekillerde helâk edilmişlerdir. Fakat, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, O'nun ümmetinden toplu helâkler kaldırılmıştır... Biz, bunları belirttikten sonra, önemli bir konuya daha temâs etmek istiyoruz: Bir şâir diyor ki: "Ne kahrı dest-i a'dâdan, ne lutfu âşinâdan bil,/Umûrun Hakk'a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ'dan bil." Ya'ni kahrı düşmân elinden, lutfu da dost elinden bilme. İşlerini Cenâb-ı Hakk'a ısmarla, olanları O'ndan bil. Başka bir beyit de şöyledir: "Hakk'a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder,/Elbette zuhûra gelir, ne ise hükm-i kader." Ya'nî, işleri Cenâb-ı Hakk'a havâle et, elem ve keder çekme. Kaderde ne yazılmışsa, elbette o meydâna gelecektir. Burada hemen, mü'min olmak için inanılması gereken "Âmentü" esâslarındaki "Îmânın 6 şartı"ndan "kader"e ya'ni hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak konusuna, bir nebze de olsa, temâs etmemiz uygun olacaktır. Kitaplarda: "Hayır ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesinin, Allahü azîmüşşân'ın takdîri ile ya'nî ezelde bilmesi, dilemesi, levh-i mahfûza yazması ve vakitleri gelince yaratmasıyla olduğuna inandım, îmân eyledim, kalbimde aslâ şek ve şüphe yoktur" demek lâzım geldiği belirtilmektedir. Burada bir noktayı daha nazar-ı dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. O da Erzurumlu İbrâhîm Hakkî hazretlerinin bir sözüdür: "Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler, ârif ânı seyr eyler,/Mevlâ görelim neyler, neylerse, güzel eyler." Bilindiği gibi, Allahü teâlâ, insanları çeşitli şekillerde imtihâna tâbi tutmakta, ba'zen belâ ve musîbetler vererek onları îkâz etmekte, ba'zen de sabırlarını ölçmekte, sıkıntı hallerinde de şükredip etmeyeceklerini denemektedir...
.16/12/2011
"İslâmın Temelleri"ne dâir hadîsin kısa bir açıklaması
Kütüb-i Sitte diye bilinen, mu'teber 6 Hadîs kitâbından en başta gelen ikisinin yazarları ve en büyük hadîs âlimlerinden İmâm Buhârî ile İmâm Müslim'in "Sahîh"lerinde rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: "İslâm (binâsı) beş şey üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka hiçbir ilâh [ve hak ma'bûd] olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet, namazı kılmak, zekâtı vermek, Beytullah'ı hacc etmek ve ramazân ayında oruç tutmak." Burada geçen beş maddenin hepsini, bugün ele almak mümkün olmasa da, makâlemizin hacmi nisbetinde, hadîs-i şerîf hakkında, birkaç kelime söylemeye çalışalım: Ma'lûmdur ki, ebedî saâdete kavuşabilmek için, Müslümân olmak lâzımdır. Müslümân olmak için de, hiçbir formaliteye, hattâ müftüye, imâma veya başka bir dîn görevlisine gitmeye lüzûm yoktur. Kalb ile îmân etmek ve dil ile de ikrâr etmekle Müslümân olunur. Bunları müteâkıben hemen İslâmî hükümleri öğrenmek ve yapmak lâzımdır. BEŞ DİREKTEN BİRİNCİSİ Îmân etmek için de "Kelime-i Şehâdet"i söylemek ve bunun ma'nâsını bilmek lâzımdır. Bu kelimenin ma'nâsını bilmek ve inanmak da, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri şeyleri öğrenip bilmek ve bunlara inanmaktır. Önce icmâlî olarak (kısaca) öğrenmek kâfî gelir. Sonra, lüzûm görüldükçe, sırası geldikçe, daha fazla öğrenilir. İslâm binâsının, üzerine kurulduğu beş direkten birincisi olan şehâdet kelimesi: "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" demek ve bunun ma'nâsına inanmaktır. Bu şehâdet kelimesinin, yukarıda hadîs-i şerîf zikredilirken verilen kısa ma'nâsının tafsîlî ya'nî detaylı açıklaması şöyledir: Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmaya hakkı olan, hiçbir ilâh, hiçbir kimse yoktur. Yine görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, ondan önceki Peygamberlerin dînleri tamâm olmuş, hükümleri kalmamıştır. Ebedî saâdete kavuşmak için ancak ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir, hepsi doğrudur, yanlışlık ihtimâli yoktur. İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakit namazı, vaktinde kılmaktır. Namaz, ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, namazdır. Namazı doğru kılmaya çok dikkat etmelidir. Önce, kusûrsuz bir âbdest almalı, gevşeklik göstermeden namaza başlamalıdır. Kırâatta (namazda Kur'ân-ı Kerîmden sûre ve âyetler okurken), rükûda (eğildiğinde), kavmede (rükûdan kalkınca), secdelerde (yatınca), celsede (iki secde arasındaki oturmada) ve diğer yerlerinde, bu ibâdeti en iyi olarak yapmaya uğraşmalıdır. Rükûda, kavmede, secdelerde ve celsede tumânîneti ya'nî her uzvun hareketsiz durmasını lâzım bilmelidir. Makbûl olan, sevilen kul, sâhibinin emirlerini, yalnız Onun emri olduğu için, yapan kuldur. Emri yapmakta gecikmek bile inâdcılık ve edepsizlik olur. [Namaz çok önemli bir ibâdet olduğundan, onu tekrâr ayrıca ele almak istiyoruz.] KAT KAT MÜKÂFÂT... İslâmın üçüncü şartı, mâlın zekâtını vermektir. Zekât vermek, şartlarını taşıyan kimseler için, elbette lâzımdır. Zekâtı seve seve ve İslâmiyyetin verilmesini emrettiği kimselere vermelidir. Bütün ni'metlerin, mâlların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği ni'metlerin kırkta birini, fakîr Müslümânlara vermelerini, buna karşılık, çok sevâb, kat kat mükâfât vereceğini buyurduğu hâlde, bu kadar az bir şeyi, istediği herhangi bir dîn kardeşine vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur. İslâmın şartlarının dördüncüsü, mübârek ramazân ayında, her gün oruç tutmaktır. İslâmın beşinci şartı ise hacdır. Ya'nî ömründe bir kerre, Mekke-i mükerreme şehrine gidip, Ka'be-i mu'azzamayı ziyâret etmek, hac vazîfelerini yapmaktır. [İnşâallah bu mühim konumuzu başka makâlelerimizde de ele alırız.]
.17/12/2011
Namaz ibâdetine dâir bir hadîsin kısa bir açıklaması
'Sahîhayn' ismi verilen ve İslâm dîninin, Kur'ân-ı kerîmden sonra iki temel kitâbı olan, İmâm Buhârî ile İmâm Müslim'in "Sahîh"lerinde zikredilen, Câbir bin Abdillah'ın (radıyallahü anh) bildirdiği bir hadîs-i şerifte, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Birinin evi önünden bir nehir aksa, o kimse de, her gün beş kerre, bu nehirde yıkansa, üzerinde kir-pas kalır mı?" Eshâb-ı Kirâm, "hayır ya Resûlallah, kalmaz" dediler. Bunun üzerine, "İşte beş vakit namazı kılanların da böyle, [küçük] günâhları afv olunur" buyurdu. İslâmın birinci şartı, îmân olup, kalp ile inanmak ve dil ile de söylemektir. Dünkü makâlemizde, bir nebze bunun üzerinde dumaya çalıştık. Diğer dört şart ise, vücûd ile yapılacak, kalp ile niyet edilecek ve mâl ile yapılacak ibâdetlerdir. EN ÜSTÜN İBÂDET... Namaz, bütün ibâdetleri kendisinde toplamıştır ve hepsinden daha üstündür. Peygamber Efendimizin de beyân buyurdukları vechile, Kıyâmette evvelâ namaz sorulacaktır; namaz hesâbı doğru çıkarsa, bütün suâller, Allahü teâlânın yardımı ile kolay geçecektir. Demek ki, İslâmın birinci şartı olan Allahü teâlâya ve Peygamberine îmândan ya'nî onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmekten, diğer bir ifâde ile i'tikâdı düzelttikten sonra, İslâmiyetin emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak elbette lâzımdır. Yapılması lâzım olan bu İslâmî hükümlerin başında, beş vakit namazı gevşeklik ve tembellik olmaksızın kılmak gelir. Namazı, ta'dil-i erkâna (her uzvun yerli yerince, hareketsiz durmasına) riâyet ederek ve cemâat ile kılmalıdır. "Müslümân ile kâfiri birbirinden ayıran namazdır" hadîs-i şerîfinden, namazı doğru ve iyi kılan bir kimsenin Müslümân olduğu, namazı doğru kılmayan veya hiç kılmayan bir kimsenin ise Müslümânlığının şüpheli olduğu anlaşılmaktadır. Bir kimse, namazı doğru ve iyi kılınca, İslâmın sağlam ipine yapışmış olur. Çünkü namaz, İslâmın beş şartından ikincisidir. "Zâdü'l-Mukvîn" kitâbında denilmektedir ki: "Eski âlimler, beş şeyi yapmayanın, beş şeyden mahrûm kalacağını yazmışlardır: 1-Mâlının zekâtını vermeyen, mâlının hayrını görmez. 2-Öşrünü vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz. 3-Sadaka vermeyenin, vücûdunda sıhhat kalmaz. 4-Duâ etmeyen, arzûsuna kavuşamaz. 5-Namaz vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste Kelime-i şehâdet getiremez..." Görülüyor ki, farz namazı kılmamak, îmânsız gitmeye sebep olabilmektedir. Namaza devâm, kalbin nûrlanmasına ve ebedî seâdete kavuşmaya vesîledir. Peygamber efendimiz: "Namaz nûrdur" buyurdu. Ya'nî dünyâda kalbi parlatır, âhirette sırâtı aydınlatır. Allahın dostları, namazda çok büyük tecellîlere ve murâdlarına kavuşmaktadırlar. CENNETİN ANAHTARI... Hikmet ve sırları pek çok olan namazın meziyet ve husûsiyetlerinden bazılarını kısa kısa şu şekilde ifâde edebiliriz: Namaz, Allahü teâlâya mahsûstur; O'na yaklaştırıcıdır. Namaz dînin direği ve başıdır; maksad ve gâyedir; îmândan sonra, amellerin en kıymetlisi ve mü'mini kâfirden ayıran farktır. Namaz, mü'minin mi'râcı, gönülleri çeken bir güzeldir ve güzelliği îmân gibi kendisindendir. Namaz, Peygamberlerin sünneti, meleklerin sevdiği, Arş'ın ve göklerin nûrudur. Namaz, rûhun gıdâsı, kalbin şifâsı, bedenin kuvveti, rûhlara lezzet veren, kırık kalpleri zevkle dolduran bir ibâdettir. Namaz, rızkın bereketi, duânın kabûlüne sebep, günâhlara keffârettir. Namaz günâhları yok eder, kötülüklerden korur, ölüm hastalığını hafîfleticidir. Namaz, melekü'l-mevt ya'nî ölüm meleği yanında şefâatçi, kabirde ışık, münker ve nekîr meleklerine cevâptır. Namaz, Kıyâmette, kılanın üzerine gölge, Cehennem ateşini söndürücü ve ona siper, Sırât köprüsünden geçirici, Cennete yaklaştırıcı ve onun anahtarıdır. İşte husûsiyetlerinden bir kısmına temâs ettiğimiz namazı, dikkatli bir şekilde kılmaya gayret göstermelidir.
.23/12/2011
İslâmda hayırlı iki amele dâir
Bir sahâbî, Resûlullah Efendimize geldi ve; "Yâ Resûlallah! İslâmda hayırlı [en iyi] amel hangisidir?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz: "Yiyecek yedirmen ve tanıdığına-tanımadığına selâm vermendir" buyurdular. Bu hadîs-i şerîfin 1. maddesinde, "Allah'ın kullarına yemek yedirme"nin ehemmiyeti anlatılmaktadır. Eshâb-ı kirâm, bu husûsa çok önem verirlerdi. Hattâ yedirecek fazla bir şeyleri olmasa bile, kendileri yemez, misâfire yedirirlerdi. Nitekim bir gün Resûlullah Efendimizin huzûruna bir kimse geldi ve birkaç günden beri hiç yemek yemediğini söyledi. Sevgili Peygamberimiz, buna çok üzülüp bir sahâbîyi kendi hânelerine göndererek bir kişilik yiyecek bulunup bulunmadığını sordurdular. Ancak Resûlullah'ın evinde de hiç yiyecek yoktu. Bu haberi alınca, bu sefer, Eshâb-ı kirâma hitâben: "Ey Eshâbım! İçinizde bu fakîri evine götürüp karnını doyuracak kimse var mı?" diye sordular. Lâkin o günlerde kuraklık ve kıtlık hüküm sürdüğünden, Eshâb-ı kirâmın evlerinde de misâfir ağırlayacak miktarda yemek bulunmuyordu. O arada bir sahâbî: "Yâ Resûlallah! Onu ben misâfir edebilirim" dedi ve o kimseyi alıp evine götürdü. Hanımına: "Bir misâfir getirdim. Bir şeyler hâzırla da birlikte yiyelim" dedi. Hanımı: "Olur ama, evimizde sâdece çocuklara yetecek kadar yemek var" diye söyleyince, o sahâbî: "Olsun, çocukları uyut. Bu akşam yemesinler. Biz de yemeyelim" dedi. Hanımı, o bir kişilik yemeği tepsiye koyup getirdi. Misâfirle o sahâbî yemeğe oturdular. Ancak ev sâhibi de yiyecek olsa, misâfirin karnı doymayacaktı. O sahâbî düşündü ve kendi kendine: "Ben de yesem, misâfir doymayacak. Ben yemezsem, bu sefer de misâfir utanır ve rahat yiyemez" dedi ve kandilin yanına gitti. Kandilin ışığını fazlalaştırıyormuş gibi yapıp kandili söndürdü ve: "Eyvâh kandil söndü. Yağ da yok ki koyalım. Neyse karanlıkta da yeriz" diyerek gelip sofraya oturdu. Yiyormuş gibi yapıp hiç yemedi. Misâfir o yemeğin hepsini yiyip doydu. Ertesi gün Resûlullah Efendimizin huzûruna gittiğinde, o sahâbîye: "Dün akşam, o misâfire yaptığın muâmeleden dolayı, Allahü teâlâ, senden râzı oldu" buyurdular. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halîfelik yaptığı müddetçe, sık sık fakîrlere yemek verir, hattâ fakîrler arasında dolaşıp ekmeği bitene ekmek, yemeği bitene yemek götürürdü. Eshâb-ı kirâm: "Ey mü'minlerin emîri! Siz halîfesiniz. Zahmet etmeyin, bu hizmeti biz yapalım" dediklerinde: "Hayır, ben bu işi yapmaktan büyük haz duyuyorum. Severek zevkle yapıyorum" buyururdu. SELÂMLAŞMAK Hadîs-i şerîfin 2. mâddesinde geçen "selâmlaşmak" husûsuna gelince: İki Müslümânın, karşılaştıkları zaman birbirlerine "es-Selâmu aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" demesi ve el ile müsâfeha etmeleri sünnettir. Müsâfeha ederken ikisinin de günâhları dökülür. Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh) buyuruyor ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz Medîne'ye hicret buyurduğu zaman mübârek ağzından ilk işittiğim hadîs-i şerîf şu idi: "Birbirinize selâm veriniz. Birbirinize yemek ikrâm ediniz. Akrabânızın hakkını gözetiniz. Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennete giriniz." İmâm-ı Rabbânî hazretleri de "Mektûbât" isimli kitâbında, [hadîs-i şerîfte geçen 5 maddeyi sayarak] buyuruyor ki: "Müslümânın Müslümân üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevâp vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp 'Elhamdülillah' diyene 'Yerhamükellah' diyerek cevâp vermektir." "Selamün aleyküm" demek, "Ben Müslümânım. Benden sana zarar gelmez. Selâmettesin" ma'nâsına da gelen bir cümledir. Selâm verene ve aksırıp "Elhamdü lillah" diyene, hemen cevap vermek farz-ı kifâyedir. İşitenlerin cevâbı geciktirmeleri harâmdır. Mektûpla gelen selâmı okuyunca, hemen "Ve aleyküm selâm" demek de farzdır. Sadece "Selâm" veya "Selâm aleyküm" diyenlere ve başka sözlerle selâm verenlere cevâp vermek farz olmaz. Müslümân olmayanlara selâm verilmez. Onlar selâm verirse, yalnız "Ve aleyküm" denir. Nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz mahrem kadına selâm vermek câizdir. Selâmlarına cevâp vermek farz-ı kifâyedir...
.24/12/2011
"Kendisi için arzu ettiğini din kardeşi için de istemek"
Sevgili Peygamberimiz, Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: "Hiçbiriniz, kendisi için arzû ettiğini, (dîn) kardeşi için de arzû etmedikçe [kâmil ma'nâda] îmân etmiş olmaz." Birçok hadîs-i şerîfte, "şu işi yapmadıkça, şunları işlemedikçe mü'min olamazsınız" şeklinde ifâdelere rastlamaktayız. Tabîî ki bu hadîs-i şerîflerde kasdolunan, îmânın kemâlidir. Ya'nî hadîs-i şerîflerde sayılan işleri yapmayan kişilerin "kâmil mü'min olmayacakları" ifâde buyurulmaktadır. Yüce dînimiz İslâm'ın sunduğu bu fevkalâde önemli ölçüyü, bu düstûru, hakkıyla tatbîk edebilmek için; îmânın yanı sıra hoşgörü, tevâzu, adâlet, kanâat, fedâkârlık gibi ahlâkî güzelliklere ihtiyâç vardır. Bu sebeple bu ölçüyü dâimî olarak ancak Allah'a ve âhirete îmân eden ve güzel ahlâk sâhibi olan insan kullanabileceğinden, İslâm dîni bu ölçüyü; kâmil îmâna erdirecek yol, Cennet'e kavuşturacak istikâmet olarak bildiriyor. Nitekim Peygamberimiz, dünyevî ve uhrevî saâdetin vesîlesi olan bu ölçüyü, hayât düstûru yapmayı, Sahâbe-i kirâmına öğretmiş ve biz ümmetine de tavsiye etmiştir. Bu konu ile alâkalı hadîs-i şerîfler çoktur. Bunlardan birkaç tanesini, konunun ehemmiyetine binâen şöylece zikredebiliriz: Muâz bin Cebel (radıyallahü anh), îmânın en yüksek derecesini Allah Resûlüne sordu. O da şöyle buyurdu: "Allah için sevmen, Allah için nefret duyman ve dilini Allah'ın zikri ile görevlendirmendir." Muâz hazretleri yine sordu: -Ya Resûlallah (bunların yanı sıra) ne yapmamı tavsiye buyurursunuz? Peygamberimiz cevâben: "(Ya Muâz!) Nefsin için sevdiğini, bütün insanlar için sevmeni, nefsin için arzû etmediğini, onlar için de arzû etmemeni (tavsiye ederim)" diye buyurdu... Bir gün Resûlullah Efendimiz, huzûrunda bulunan Sahâbîlere dediler ki: -Amel etmek ve tatbîk edecek olana öğretmek için şu bilgileri benden kim öğrenip almak ister? Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) demiştir ki: "Ben (öğrenmek isterim) yâ Resûlallah!" dedim. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, elimi tuttu ve beş madde hâlinde şu gerçekleri öğretti: 1-İslâm Dîninin yasaklarından kaçın, en çok ibâdet edicilerden olursun. 2-Allah'ın sana verdiği ni'metlere râzî ol, en zengin insanlardan olursun. 3-Komşularına iyilik yapıp ikrâmda bulun, gerçek mü'min olursun. 4-Nefsin için sevdiğini, insanlar için de sev, tâm bir Müslümân olursun. 5-Çok gülüp-eğlenme. Zîra çok gülüp-eğlenme kalbi(n ma'nevî hayâtını) öldürür. Evet, nefsi, kendisi için istediğini, insanlar için de isteyebilmek Cennet'e götürür. Nitekim bir rivâyette, Peygamber Efendimiz, bir sahâbîye hitâben: -Cennet'e girmeyi istiyor musun? diye sordu. -O da cevâben: -Evet yâ Resûlallah istiyorum dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: -O hâlde nefsin için istediğini, mü'min kardeşlerin için de iste" diye buyurdu. Ebû Bekr İbni Dâse demiştir ki: İmâm Ebû Dâvûd'u şöyle söylerken işittim: Hazret-i Peygamber'den rivâyet edilen beşyüzbin hadîs yazdım; bunlardan ahkâm husûsunda, 4.800 (dörtbin sekizyüz) hadîsi seçip, zühd ve fazîletlere dâir hadîsleri rivâyet etmedim. İnsana, dîni için, bunlardan 4 (dört) hadîs kâfî gelir: 1-"Ameller niyetlere göredir..." 2-"Helâl bellidir, harâm da bellidir..." 3-"Kişinin Müslümânlığının güzelliğine delîl olan şeylerden biri, mâ-lâ-ya'nî'yi (kendisini ilgilendirmeyen söz ve fiilleri) terk etmesidir." 4-"Mü'min, kendisi için râzı olduğu şeyi, kardeşi için de (istemedikçe, ona da) râzî olmadıkça mü'min olmaz (îmânı kemâle ermez)." Sevgili Peygamberimiz, bu vecîz, fakat çok geniş ma'nâlara şâmil olan son hadîsinde, ahlâkın en büyük temellerinden birini ortaya koymaktadır. Bu temel ahlâk da, kendisi için istediğini, dîn kardeşi için de istemek, kendisi için istemediğini, dîn kardeşi için de istememektir. Netîce olarak ifâde edelim ki, bu hadîs-i şerif, bir Müslümânın kendisi için arzû ettiği, istediği, sevdiği, râzı olduğu bir şeyi, dîn kardeşi için de istemesi gerektiğini bildirmektedir.
.30/12/2011
Yarından sonra Mîlâdî Yılbaşı
Bilindiği gibi, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma, Allah tarafından vahyedilen "sahîfeler"de, hem dîne, hem de dünyâya âit bilgiler mevcûttu. Zaman ve takvîm bilgileri de ilk def'a bu sahîfelerden öğrenilmiştir. Zamânı sene, mevsim, ay, hafta, gün ve sâat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetvellere "takvîm" denir. Her milletin ve cemiyetin kendisine esâs kabûl ettiği bir takvîmi olduğu gibi, birçok milletin müştereken kullandığı takvîmler de vardır. Takvîmin esâsı târîh, ya'nî senedir. Târîhler Hicrî (Kamerî, Şemsî), Rûmî, Mâlî, Mîlâdî gibi isimler alırlar. Takvîm için mühim bir hâdise "târih başı" olarak ele alınır. Hristiyanlıkta bu başlangıç, Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târîhtir. Hazret-i Îsâ'nın doğduğu yıla sıfır, ondan öncesine "mîlâttan önce", sonrasına da "mîlâttan sonra" denmiştir. İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde herhangi bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Mart'ın (20.) Nevrûz denilen günü ve Mayıs'ın (6.) Hıdrellez [Hıdırellez] günü ve Eylül'ün (20.) Mihricân günü, bâzı ülkelerde mübârek sayılıyorsa da, Müslümânlıkta bu günlerin diğer günlerden farklı bir değeri yoktur. Noel günü ve gecesi de böyledir. HAZRET-İ ÎSÂ'NIN DOĞUMU Hazret-i Îsâ'nın doğum günü olduğu zannedilen 25 Aralık'ta kutlanan Hristiyân yortusu(bayramı)na "Noel (Christmas)" denilir. "Noel Baba" yortusu daha ziyâde, mîlâdî senenin aralık ayının 24. gününün gecesi kabûl edilmiştir. Bununla berâber 24 Aralık ile 6 Ocak arasında olduğunu kabûl eden Hristiyânlar da vardır. Ermeni kiliseleri hiçbir zaman Noel'i kabûl etmeyip, Hazret-i Îsâ'nın doğumunu hep 6 Ocak'ta kutlamayı sürdürdüler. Roma İmparatoru Büyük Konstantin, putperestken mîlâdın 313. senesinde Hristiyânlığı kabûl etti. Putperestlikten birçok şeyleri de Hristiyânlığa soktu; 25 Aralığı da yılbaşı kabûl etti. Sonunda Hristiyânlar her sene bu geceyi "Mîlâd" ve "Noel" olarak kutlamaya başladılar... New York Üniversitesi'nde târîh profesörü olan Waelangi Ferguson diyor ki: "Hristiyânların yortuları, putperest yortularıyla aynı târîhlere rastlar. Meselâ Noel târihi, İrân ve Roma'da güneş tanrısı Mitharas'ın doğum târîhiydi. Ayrıca bu târîh çok eskiden beri putperest dünyâsında önemli bir yortu günüydü." Îsâ aleyhisselâmın doğum günü net bir şekilde belli olmayınca, Noel'in ma'nâsı efsâneden öteye gidememektedir. Nitekim bu konuda, İngiliz Durkan Başpiskoposu Dr. David Jenkis'in bir beyânâtı çıktı. Bu beyânâtta, "Noel Baba bayramının (yortusunun) bir safsata ve efsâne olduğu, yine İncîl'de geçen Noel'le ilgili sözlerin de birer peri masalı ve efsâne olduğu" açıklandı. [21 Aralık 1993-Milliyet, 24 Aralık 1993-Türkiye] Dr. David'in bu sözlerini, diğer ünlü İngiliz din adamlarından St. Albans Başpiskoposu John Taylor ve Anglikan Çevre Bakanı John Gummer de, "Kilisenin öğrettikleri çok açık. Dünyâdaki milyonlarca insan, İncil'deki masallarla uyutulmaya çalışılıyor" sözleriyle desteklediler. MÎLÂDÎ YILIN BAŞLANGICI (Takvîm-i Ebüzziyâ)'da ifâde edildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm, dünyada az bir müddet (33 sene) kalıp göğe çıkarıldığından, kendisini ancak 12 havârî tanıyabilmiş, Îsevîler de az miktarda ve asırlarca gizli yaşamış olduklarından, Noel gecesi doğru olarak anlaşılamamıştır. 25 Aralık, 6 Ocak veya başka bir gündür; ya'nî kesin değildir. O hâlde, mîlâdî yıl, Müslümânların kullandıkları sene olan hicrî sene gibi doğru ve kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. İmâm-ı Kastalânî, "Îsâ aleyhiselâmla Muhammed aleyhisselâm arasında, 963 yıl vardır" buyuruyor. (Mevâhib-i Ledünniyye) İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bildirdiğine göre de, mîlâdî sene, üçyüz seneden fazla olarak noksândır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir.
.31/12/2011
Mîlâdî Yılbaşı
Bugün mîlâdî 2011 senesinin son günü. Yarın [1 Ocak 2012 Pazar günü], yeni bir mîlâdî seneye daha kavuşacağız... Böylece, koskoca bir seneyi geride bırakmış oluyoruz. Bilindiği gibi bir "Sene (=Yıl)": 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün ve 8.760 sâattir. Bir "Gün" ise: 24 Sâat, 1.440 Dakîka, 86.400 Sâniye'dir. [Bir mîlâdî yılın kaç sâat, kaç dakika, kaç sâniye ettiğini bulmak için, yukarıdaki rakamları 365'le çarpmak lâzım.] Görüldüğü gibi, bir mîlâdî yılı tamâmlamakla, -eğer boşa geçirilmişse- ömrümüzden uzun bir zaman dilimini [ya'nî tâm 8.760 sâati] kaybetmiş olmaktayız. Zamanın kıymeti, bana gelen bir mailde, şöyle çok vecîz bir tarzda ifâde edilmektedir: "Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor. Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor. Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe sor. Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor. Bir dakikanın değerini anlamak için, treni kaçıran yolcuya sor. Bir sâniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor. Bir sâniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor." "NOEL"İN FARKI "Mîlâdî Yılbaşı" ile "Noel" birbirinden farklıdır. Fakat yılbaşı kutlamaları, 21 veya 25 Aralık'taki Noel kutlamalarının devâmı sayılabileceğinden, yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesip evi çamla süslemek câiz olmaz. Çünkü gayr-i müslimlerin bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur. Yılbaşı münâsebetiyle Türkiye'nin ve dünyânın çeşitli yerlerinde, milyonlarca çam fidanı, Noel hurâfesi uğruna kesilip yok edilmektedir. Hristiyân ülkelerde olduğu gibi, Müslümân ülkelerde de bu cinâyetler işlenmemeli. Hristiyânlara benzememek için yılbaşı gecesi hindi yememeli! Yenirse mekrûh olur. Birkaç gün önce veya sonra yenebilir. Kumar oynamak, tombala çekmek gibi oyunlar ise zâten her zaman câiz değildir. O gece, gayr-i müslimlere benzemek gâyesiyle çeşitli yiyecek, içecek almak da câiz olmaz. Her zaman ne alınıyorsa, onları almakta mahzûr yoktur. O geceye ayrı bir önem vermemelidir. Yalnız Hristiyanların değil, Yahûdîlerin ve bütün bâtıl dînlerin ibâdetlerini yapmak, onlara benzemek olur. Meselâ 21 Martı "Nevrûz Bayramı" diyerek kutlamak da böyledir. Kâfirlerin yaptıkları ibâdetleri ve çirkin işleri hâriç, mubâh olan âdetlerini yapmakta mahzûr yoktur. Ya'nî onlara benzemiş olunmaz. "Noel"i kutlamak aslâ câiz değildir. Fakat, "Noel" ile ilgisi olmayan "yılbaşı"nda bir Müslümâna tebrîk kartı yazıp, yeni bir yılın insanlık için, Müslümânlar için hayırlı olmasını dilemek günâh değildir. Yahut, "yeni yılın kutlu olsun" diyene, "seninki de kutlu olsun" demek günâh olmaz. Bu inceliği anlamalıdır! Müslümân her gece neleri yapıyorsa, o gece de onları yapmalıdır! Sanki mübârek geceymiş gibi mevlid okutmak, sohbetler düzenlemek uygun değildir. Yılbaşı gecesinin diğer gecelerden farkı yoktur. Bu geceye değer veriyormuş gibi hareket etmek doğru değildir. "BİR KAVME BENZEYEN!.." Sevgili Peygamberimizin "Bir kavme benzeyen onlardandır" meâlinde bir hadîs-i şerîfi vardır. İslâmiyet, Müslümânların, îmânlarında ve ibâdetlerinde Müslüman olmayanları taklit etmelerini, onlara benzemelerini, onların dînlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmalarını ve kullanmalarını yasak etmiştir. İbâdette kâfirlere benzemek bazı yerlerde mekrûh, bazı yerlerde harâm, bazı yerlerde küfür olur. Mesela haç takmak küfürdür. "Nevrûz" veya "Mihricân" günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek harâmdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfür olur. Noel gününde, kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapmak da küfürdür. Küfrün veya harâmın iyi niyetle yapılması, bunları küfürden ve harâmlıktan çıkarmaz. Harâmdan, iyi niyetle [Allah'tan korkarak] vazgeçen sevâp kazanır. Başka bir sebeple vazgeçen sevâp kazanmaz; yalnız, günâhından kurtulur.
.06/01/2012
"Hicret" ve "Feth-i mübîn" hakkında -1-
Târihte; mâhiyet, sebep ve netîceleri îtibâriyle en mühim "hicret [göç]", Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, İslâm dînine inananlar[Eshâb-ı Kirâm]la beraber, Mekke-i mükerreme'den Medîne-i münevvere'ye yaptıkları "hicret"tir. Lügatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsına gelen bu büyük hâdiseye "Hicret" denir ve hicrî takvîmin başlangıcıdır. İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın bu "Hicret"leri, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir. Allahü teâlâ, Mekke'de sıkıntıda olan Müslümânların Medîne'ye hicret etmelerine izin verdi. Sayıca az olan ilk Müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke'de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne'ye hicret etmişlerdir. Ama sekiz yıl sonra, 12.000 kişilik çok güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir. Bilindiği gibi, hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Lût, Mûsâ, İbrâhim ve Îsâ (aleyhimüsselâm)ın hicretleri meşhûrdur. "Eshâb-ı kirâm"dan bir kısmı, Medîne'ye hicretten önce, iki defâ Habeşistân'a hicret etmişlerdir. Ayrıca "Eshâb-ı Kehf"in de Allah yolunda yaptıkları hicret, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir. En mühim "fetih" de, Kur'ân-ı kerîmde Feth sûresinde, "Feth-i mübîn" diye zikredilen Mekke'nin fethidir. "Nasr sûresi" de Mekke fethine dâirdir. Muharrem ayının birinci gecesi [bu sene, takvîmlere göre, 25 Kasım 2011/29 Zilhicce 1432 Cuma'yı Cumartesi'ye bağlayan gece], Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesi idi. Muharrem ayının 1. günü [26 Kasım 2011 Cumartesi günü] de, Müslümânların yeni yılının, ya'nî 1433 hicrî-kamerî yılının ilk günü idi. [Muharrem ayının birinci günü olan ilk Hicrî-kamerî senebaşı, milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16'sına rastlayan Cum'a günü idi.] MEDİNE'DEN GELENLER... 620 senesinin hac mevsiminde, Medîne'den gelenlerden 6 kişi Müslümân oldu. Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve "Akabe" denilen yerde Peygamberimize bîat ettiler. 622 yılının hac mevsiminde ise, 73'ü erkek 2'si kadın olmak üzere 75 kişi, "2. Akabe Bîatı"nı yaptılar. Peygamber Efendimizin uğrunda seve seve cânlarını fedâ edeceklerine dâir söz verdi ve Medîne'ye döndüler. Peygamber Efendimizi de Medîne'ye da'vet ettiler. Bundan sonra İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. "İkinci Akabe Bîatı"nı duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl aldı. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; "Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)'dir. Oraya hicret ediniz" ve "Orada Müslümân kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ, onları size kardeş yaptı. Yesrib'i (Medîne'yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı" buyurdu. Resûlullah Efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine müslümânlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar. Yukarıda da işâret ettiğimiz gibi "Hicret", hem İslâm târihinin, hem de dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarındandır; bu hâdiseden sonra dünyânın seyri değişmiştir. "Mekke'nin Fethi" hâdisesi de İslâm târihinin çok önemli kilometre taşlarındandır. Cenâb-ı Hak, bu konuda, Fetih sûresinin 1-4. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurmaktadır: 1- "Doğrusu Biz, sana 'feth-i mübîn' [apaçık bir fetih], zafer ihsân ettik." 2- "Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günâhını, kusûrlarını bağışlar (bütün tasalarını giderir). Sana olan ni'metini tamâmlar ve seni doğru bir yola iletir, eriştirir." 3- "Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde, eşsiz bir şanlı zaferle yardım eder." 4- "Îmânlarını bir kat daha arttırsınlar [îmânlarına îmân katsınlar] diye mü'minlerin kalplerine huzûr, güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları, askerleri Allah'ındır. Allah bilendir, hakîm olandır [hüküm ve hikmet sâhibidir, her şeyi hikmetle yapandır]."
.07/01/2012
"Hicret" ve "Feth-i mübîn" hakkında -2-
Kıyâmete kadar nesh edilmeden (değiştirilmeden) bâkî kalacak tek ve en son dîn olan İslâmiyette, hicret hâdisesi ile "Devlet" olmaya doğru ilk adımlar atılmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbı [ilk Müslümânlar], doğdukları topraklar olan Mekke-i mükerreme'de kendilerine ve dînlerine tanınmayan hayât hakkını, hicret ettikleri Medîne-i münevvere'de bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenmiş ve kuvvetlenmişler, bilâhare Mekke'yi ve Arabistân Yarımadası'ndaki birçok beldeyi fethetmişler, böylece ilk "İslâm Devleti"ni kurmuşlardır. MEKKE'NİN FETHİ... Şimdi, bugünkü ana konumuza gelecek olursak, şüphe yok ki, 1 Ocak 630 târihinde "Mekke-i Mükerreme'nin Fethi", "İslâm Târihi"nin en önemli kilometre taşlarından biridir. Bilindiği üzere, Allah'ın Resûlü Muhammed aleyhisselâma Peygamberliği bildirilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye davete başladığı günden itibâren müşrikler O'na karşı çıktılar. Mekkeli müşrikler; sevgili Peygamberimize de, diğer Müslümânlara da çok şiddetli düşmânlık gösterdiler. İlk Müslümânlara envâ-ı çeşit ezâ ve cefâ yaptılar... Üç sene aç susuz bir mahalleye hapsedip, bu boykotla onları her şeyden mahrûm bıraktılar. Ayaklarından develere bağlayıp, ayrı yönlere çekmek sûretiyle parçaladıkları oldu. Peygamberimize kaç defa sûikast yapmak istediler. Hepsinden öte yurtlarından çıkardılar. Bu yetmiyormuş gibi, onların hicretinden sonra da, tamâmen ortadan kaldırmak için kaç defa kendileriyle harb ettiler. Allahü teâlâ, Mekke'de çok sıkıntı çeken Müslümânların Medîne'ye hicret etmelerine izin verdi. Sayıca az olan ilk Müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke-i mükerreme'de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne-i münevvere'ye hicret etmişlerdir. Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir. Peygamberimizin, Mekkeli müşriklerle biri sulh, diğeri de harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakâret, işkence, bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmânlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüştü. Müslümânların Mekke'den Medîne'ye hicret etmesinden sonra da düşmânlıklarını devâm ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medîne'de bulunan Müslümânlar üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek... gibi kanlı savaşlar yapıldı. Bu savaşlarda Müslümânlar karşısında tutunamayıp her defasında perişân oldular. Nihâyet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabûl ettiler ve "Hudeybiye Antlaşması"nı imzâladılar. On yıl süre için imzâlanan bu antlaşmanın bir maddesine göre, Kureyş kabîlesi dışında kalan diğer Arap kabîleleri, Müslümânlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Bu antlaşma gereğince, Huzâa kabîlesi Peygamberimizin; Benî Bekr kabîlesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabîle arasında eskiden beri süregelen bir düşmânlık vardı. Bahâneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu. Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devâmı için Müslümânlarca yapılan yeni teklîflere de uymadılar... KAN DÖKMEDEN... Özet olarak söyleyecek olursak: Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 1 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere'den 12.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden Mekke-i mükerreme'yi teslîm aldı. Düşmânlarına da; "Sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!" buyurdu. Kâbe-i muazzama'yı putlardan temizledi ve Hazret-i Bilâl, Kâbe-i şerîfe'nin damına çıkarak Mekke'de ilk ezânı okudu. Müslümânlar; göç ederek ayrıldıkları Mekke-i mükerreme'ye, Kâbe-i şerîfe'ye ve vatanlarına, böylece yeniden kavuşmuş oldular. [İnşâallah öbür haftaki makâlelerimizde konuya biraz daha genişçe temâs edelim.]
.13/01/2012
Mekke-i mükerreme'nin fethine dâir -1-
Dünyâda en mühim "fetih", Kur'ân-ı kerîmde Feth sûresinde, "Feth-i mübîn" diye zikredilen, hicretin 8. Yılında [1 Ocak 630 târihinde] vukû' bulan Mekke-i mükerreme'nin fethidir. "Nasr sûresi" de Mekke fethine dâirdir. Geçen haftaki iki makâlemizde, "Hicret"ten bahsederken birer nebze "Fetih"ten de bahsetmiştik, ama bugün bu konuda birkaç kelime daha söylemek istiyoruz... Hicretin sekizinci senesi idi. Peygamber Efendimizle müşrikler arasında imzâlanan Hudeybiye antlaşmasının bir maddesi şöyle idi: "Her iki tarafın [ya'nî Müslümânlarla müşriklerin] dışında kalan Arab kabîleleri, istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler, Müslümânlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklar." Buna göre; Peygamber Efendimizin müttefiki olan Huzâa kabîlesi, Müslümânlar tarafında; Benî Bekir kabîlesi de müşrikler tarafında yer almışlardı. Huzâa kabîlesi ile Benî Bekir (Bekir oğulları) eskiden beri düşmân olup fırsat buldukça birbirlerine saldırırlardı. Hudeybiye barışına göre, onlar da bir müddet için saldırılarını durdurmuşlardı. Fakat, buna Benî Bekir kabîlesi iki sene uyabildi. HUZÂA'YA ANİDEN SALDIRDILAR Bir gün Mekkeli müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabîlesinden biri, şiir okuyarak Peygamber Efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabîlesinden bir genç, buna râzî olmayıp Peygamberimizi hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi; fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine onun başına vurup yardı ve onu susturdu. Benî Bekr kabîlesi, bu hâdiseyi bahâne ederek, antlaşma gereği tehlikeden emîn olan Huzâa kabîlesi üzerine ânîden saldırdılar. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabîlesine hem silah vererek, hem de gizli adam göndererek yardımda bulundukları gibi, ayrıca kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte de Huzâa kabîlesi üzerine saldırdılar. Huzâa kabîlesi, "Hudeybiye Antlaşması" gereğince emîn oldukları için hâzırlıksız bulunuyorlardı. Bu ânî saldırıya da hâzırlıksız yakalandılar. Yerleşmiş oldukları "Vetir Suyu" denilen yerden Mekke'ye kadar kaçmak zorunda kaldılar. Kâbe-i şerîfe'ye ve harem-i şerîfe sığınmış oldukları hâlde, üzerlerine hücûm edildi ve netîcede Huzâa kabîlesinden yirmiüç kişi öldürüldü. Bu saldırıda, himâyelerinde bulunan Benî Bekr kabîlesine, at ve silâh vermek gibi yardımda bulunmaktan başka, bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, böylece "Hudeybiye Antlaşması"nı bozmuş oldular. Çarpışma esnâsında, Huzâa kabîlesinden bazı Müslümânlar, gece yapılan bu baskınlarda, Bekiroğulları arasında, Kureyşli müşriklerin de bulunduğunu görmüşlerdi. O gece, Medîne'de, Hazret-i Meymûne vâlidemizin evinde bulunan sevgili Peygamberimiz, namaz kılmak için kalkıp abdest alırken; Allahü teâlânın izni ile bir mu'cize olarak, Mekke'deki Müslümânların kendisinden yardım taleb ettiklerini işitmişti. Onlara cevâb olarak; "Lebbeyk!=Da'vetinize icâbet ediyorum" buyurdu. MÜŞRİKLERLE HARP EDİLECEKTİ!.. Kureyş müşrikleri Benî Bekir'e yardım ederek, Huzâa kabîlesine baskın yapıp onları öldürmekle, Hudeybiye antlaşmasının maddelerine aykırı hareket etmiş, böylece antlaşmayı bozmuş oluyorlardı. Fakat, bu hâdiseden, o sırada Şâm'a ticâret için giden Kureyş lideri Ebû Süfyân'ın haberi olmamıştı. Şâm'dan dönünce, hâdiseyi ona anlattılar ve "Bu, mutlaka düzeltilmesi lâzım olan bir iştir. Gizlenmesi mümkün değildir. Eğer düzeltilmezse, Muhammed bizi Mekke'den sürer çıkarır" dediler. Ebû Süfyân ise; "Her ne kadar bu hâdiseden benim haberim olmadıysa da, yapılan kıtâl haberi Medîne'ye ulaşmadan, barışı yenileyip uzatmak üzere acele gitmem lâzım" dedi... Sevgili Peygamberimiz, Mekkeli müşriklere haber göndererek; "Yâ Huzâa kabîlesinden öldürülenlerin diyetlerini (kan bedellerini) ödersiniz veya Benî Bekr kabîlesini himâyeden vazgeçip geri durursunuz. Şâyet bu söylediklerimden birini kabûl etmezseniz, bunları yerine getirmeyecek olursanız, 'Hudeybiye Antlaşması'nı bozduğunuzu ve bunun netîcesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz" teklîfinde bulundu. [Yarın inşâallah birkaç kelime daha yazalım.]
.14/01/2012
Mekke-i mükerreme'nin fethine dâir -2-
Dün, hakkında birkaç kelime yazdığımız konumuza, bugün de devâm etmek istiyoruz. Kureyşliler, Efendimizin dün arz ettiğimiz mektûbundaki teklîflerini ve gösterdikleri merhameti anlayamadılar. Mekkeli müşrikler bu teklîfleri kabûl etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. "Hem Benî Bekir'le ittifâkımızı kesmeyiz, hem de Huzâalılardan öldürülenlerin diyetlerini ödemeyiz! Ancak harb edebiliriz" diye haber gönderdiler. Fakat sonra, böyle yaptıklarına bin defa pişmân olup, korkularından antlaşmayı yenilemek üzere Ebû Süfyân'ı Medîne'ye doğru hemen yola çıkardılar. Daha Ebû Süfyân Medîne'ye gelmeden, sevgili Peygamberimiz, onun geleceğini Eshâb-ı kirâmına bildirdi ve "Şöyle anlarım ki, Ebû Süfyân, barışı yenileyip müddetini de uzatmak üzere geliyor. Lâkin, murâdı hâsıl olmayıp geldiği gibi geri döner" buyurdu. O zaman henüz Müslümân olmamış olan Ebû Süfyân, Medîne-i münevvereye geldi. Kızı ve Peygamber Efendimizin mübârek hanımı, mü'minlerin annesi olan Ümmü Habîbe'nin evine gitti. Daha sonra da Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de hiçbirinden müsbet cevâp alamadı. MÜŞRİKLER ONU KINADI!.. Ebû Süfyân, Peygamberimizin mescidine girdi, "Ey insanlar! Ben, her iki tarafı da himâyeme alıyor, sulhu yeniliyorum" dedi. Peygamberimiz, "Yâ Ebâ Süfyân! Sen, bunu (kendi kendine) söylüyorsun, ben değil" buyurdu. Sevgili Peygamberimizin huzûruna gelen Kureyş lideri: "Ben, Hudeybiye antlaşmasını yenilemek ve müddetini de uzatmak için geldim. Haydi, aramızdaki bu muâhedeyi bir yazı ile yenileyelim" dedi. Habîb-i Ekrem Efendimiz: "Biz, Hudeybiye antlaşmasına aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz" buyurdu. Kureyş lideri, tekrâr tekrâr: "Antlaşmayı değiştirelim; yenileyelim" dediyse de, sevgili Peygamberimiz, ona hiçbir cevâbda bulunmadı. Kureyş lideri Ebû Süfyân, gösterdiği bütün gayretlerin hiçbir fayda vermediğini görünce, bundan sonra Mekke-i mükerreme'ye döndü. Mekke'ye varınca, Kureyş müşriklerine durumu anlatıp; "Hayâtımda, Eshâbının Muhammed'e gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itâatle bağlanan başka bir kavim görmedim" dedi. Müşrikler; "Demek ki, hiçbir şey yapamadan geri döndün, öyle mi?" diyerek onu kınadılar. Artık Mekkeli müşriklerin, beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Ebû Süfyân, Medîne'den ayrılınca, sevgili Peygamberimiz Mekke'yi fethetmeye karâr verdi. Çünkü Kureyşliler, ahdlerinde durmamışlar ve barışı bozmuşlardı. Fakat bu sırrı, gâyet gizli tutuyor, müşriklere hâzırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfde kan dökülmeden, Mekke'yi teslîm almak istiyordu. Bu bir harp tedbîri idi. Zira, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri Müslümân olmakla şereflenecekti... HARBE KARAR VERİLDİ!.. Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekr'le Hazret-i Ömer'i çağırdı; onlarla istişâre yaptı ve harbe karâr verdi. Eshâbına, sefer için hâzırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi. Hâzırlığa başlanıp ordu toplandı. Bütün hâzırlıklar gizli tutuldu. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi, Huzâa kabîlesine verildi. Bu kontrol, son derece titizlikle yapıldı. Eshâb-ı kirâm, Efendimizin emri üzerine cihâd için hâzırlığa başladılar. Fakat nereye sefer yapılacağını bilmiyorlardı. Peygamber Efendimiz, ayrıca çevredeki Müslümân kabîlelerden Eslem, Eşca', Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Müzeyne, Süleymân, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderdi. "Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân edenler, Ramazân-ı şerîfin başında Medîne'de bulunsunlar" buyurarak onları harbe katılmaya da'vet etti. Habîbullah Efendimiz, bir tedbîr olarak, Mekke'ye giden yolları tutup, irtibâtı kesmek üzere, Hazret-i Ömer'e vazîfe verdi. Hazret-i Ömer, derhâl dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip "Mekke'ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz" emrini verdi. [İnşâallah, bu konuyu başka bir fırsatta yine ele alalım.]
.20/01/2012
Mekke'nin fethinde müşriklere gösterilen şefkat ve merhametin dünyada bir eşi yoktur!..
Medîne-i Münevvere'de bulunan Sevgili Peygamberimiz, Mekke-i Mükerreme'nin fethi planlarını gizlice yürütmüş ve "Yâ Rabbî! Biz, yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsûs ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler" diyerek Allahü teâlâya duâ etmiştir. Peygamber Efendimiz, kuzeydeki müşrikler veya Bizanslılar üzerine yürünecek intibâını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlik ile kuzeye, İzâm vâdîsine doğru göndermiştir... Ramazân ayının ikinci gününe kadar, çevre kabîlelerden yardım gelmiş, Ebû İnebe kuyusu başındaki karârgâhda toplanılmıştı. Eshâb-ı kirâmın sayısı oniki bine ulaşmıştı. Bunlardan dört bini Ensâr, yedi yüzü Muhâcirîn, geri kalanı da çevredeki müslümân kabîlelerdendi. Sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye vekîl olarak, a'mâ müezzini Abdullah bin Ümm-i Mektûm Hazretlerini bıraktı. Zübeyr bin Avvâm Hazretlerini de iki yüz kişilik bir süvârî birliğinin başında keşif kolu olarak ileri gönderdi. Nihâyet âlemlerin Efendisi, gönülleri Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbetiyle dolu olan oniki bin kişilik muazzam ordusunun başında olduğu hâlde, Allahü teâlânın ismini anarak yola çıktılar. PUTLARDAN TEMİZLENECEK! Bundan sekiz sene önce, ayrıldıkları yurtlarına, Mekke'ye gidiyorlardı. Puthâne hâline çevrilen muazzam Kabe'yi putlardan temizlemeye gidiyorlardı. İnâtlarından bir türlü vâzgeçmek istemeyen müşriklere, hak, adâlet ve merhamet göstermeye gidiyorlardı. Allahü teâlânın dînini yaymaya, oradakilerin de ebedî Cehennem azâbından kurtulmalarına vesîle olmaya gidiyorlardı. [Amân yâ Rabbî! Bu ne büyük merhamettir!] Medîne'den hareket, Ramazânın ilk günlerinde idi. İslâm ordusu Zü'l-huleyfe'ye geldiği sırada, Mekke'den âilesi ile birlikte hicret eden Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Abbâs da Medîne'ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce Müslümân olduğu hâlde, durumu müşriklerden gizleyerek Mekke'de kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, amcasının geldiğine çok sevindi ve "Ey Abbâs! Ben, Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de, Muhâcirlerin sonuncusu oldun" buyurarak onun gönlünü aldı. Hazret-i Abbâs'ın ağırlıklarını Medîne'ye gönderdi. Hazret-i Abbâs, Peygamber Efendimizin yanında kalıp o da Mekke'nin fethi için geri döndü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke'nin yakınında bulunan Kudeyd'e geldiğinde, şânlı Eshâbına harp düzeni aldırdı. Her bir kabîleye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar vermek istedi. Onları, her kabîlenin bayrakdâr ve sancakdârına teslîm etti. Ayrıca Hazret-i Ömer'e vazîfe verip, her mücâhidin âteş yakmasını da emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda on binden fazla ateş yanınca, Mekke müdhiş bir aydınlığa boğuldu. Bir ânda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler, neye uğradıklarını anlayamayıp iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyân'ın yanına toplandılar. KUREYŞLİLER HABERSİZDİ!.. Sevgili Peygamberimiz ve şânlı Eshâbı, Medîne-i münevvere'den ayrılalı on gün olmuştu. Akşam üzeri Mekke'ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde "Merru'z-zahrân"a gelinmişti. Peygamber Efendimiz, Eshâbına burada durmalarını emir buyurdu. Burada karargâh kuruldu. Peygamberimiz, ordusuyla Mekke'ye yaklaşırken, yollar tamâmen tutulmuş olduğu için, Kureyş müşrikleri, üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi. Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler, şaşkına döndüler. Ne olduğunu anlamak için Ebû Süfyân'ı görevlendirdiler. O da yanına iki veya üç-dört kişi alarak İslâm ordusuna doğru gizlene gizlene yaklaştılar. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâbından bazılarına; "Ebû Süfyân'a göz-kulak olunuz. Mutlaka onu bulursunuz" buyurdu. [İnşâallah yarın da, bu konuda birkaç kelime daha yazmak istiyoruz.]
.21/01/2012
Müslümanların gösterdikleri şefkat ve merhamet
Dünkü makâlemizde de bir nebze bahsettiğimiz gibi, İslâm ordusunu gözetlemeye gelen Ebû Süfyân ve yanındakiler, İslâm ordusuna doğru ilerledikçe hayretleri artıyor, dehşete düşüyorlardı. Mekke'nin çevresine ne kadar çok asker birikmişti ve ne kadar çok da ateş yakmışlardı? Onlar, bunları konuşa konuşa, "Erak" isimli yere geldiler. Bu sırada Peygamber Efendimiz, yine, "Ebû Süfyân, şu anda Erak'tadır" buyurdu. Eshâb-ı kirâm, onları araştırmaya koyuldular. İçlerinden Hazret-i Abbâs, onları tanıdı ve Peygamber Efendimizin huzûruna götürdüler... HUZÛR-İ ŞERÎFE GELDİLER Ebû Süfyân ve yanındakiler, korku ile mücâhidlerin arasından geçerek sevgili Peygamberimizin huzûr-i şerîflerine geldiler. Kâinâtın Sultânı, onları güzel karşıladı. Mekkeliler hakkında bazı bilgiler aldı. Geç vakitlere kadar konuştuktan sonra, onları İslâm'a da'vet eyledi. Hakîm bin Hızâm ile Büdeyl, derhâl "Kelime-i şehâdet" getirerek Müslümân oldular. Fakat Ebû Süfyân'ın tereddüdü devâm ediyordu. Peygamberimiz, Ebû Süfyân'ı affedip, amcası Abbâs'a; "Onu, bu gece çadırına götür, sabâhleyin bana getir" buyurdu. Sabâh olunca, Resûlullah'ın huzûruna götürüldüğünde; "Ey Ebû Süfyân! Henüz, 'Lâ ilâhe illallah' diyeceğin vakit gelmedi mi?" buyurdu. Ebû Süfyân, Peygamberimize; "Anam-babam sana fedâ olsun. Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, hâlâ bizi hidâyet yoluna da'vet ediyorsun. Ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. Yumuşak huylulukta ve şereflilikte ve akraba hakkını gözetmekte üstüne yoktur. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur... Eğer olsaydı bana bir faydası olurdu" dedi ve "Kelime-i şehâdet"i söyleyerek Müslümân oldu... Hazret-i Abbâs, "Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân'a Mekkeliler nezdinde i'tibâr kazandıracak bir şey ihsân eder misiniz?" dedi. Peygamber Efendimiz, bunu kabûl edip "Kim, Ebû Süfyân'ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir, öldürülmekten kurtulur" buyurdu. Ebû Süfyân, "Ya Resûlallah! Biraz daha genişletir misiniz?" diye istirhâmda bulununca, sevgili Peygamberimiz, "Kim, Mescid-i Harâm'a girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, ona da emân verilmiştir" buyurdu... Ebû Süfyân, Mekke'ye dönmek üzere izin istediğinde, Peygamberimiz, amcası Hazret-i Abbâs'a; "Ebû Süfyân'ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, vâdînin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazına ilet; İslâm ordusunun büyüklüğünü, heybetini ve çokluğunu, Müslümânların, Allahü teâlânın ordusunun ihtişâmını görsün" buyurdu. Görmeliydi ki, şâhid olduğu manzarayı müşriklere anlatsın ve karşı çıkan olmasın. Böylece, Harem-i şerîfte kan dökülmesin. Hazret-i Abbâs, Ebû Süfyân ile dağ geçidine giderken, mücâhidler harp düzenine girdi... ORDU?HAREKET?ETTİ... Abbâs (radıyallahü anh), onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabîle kabîle Ebû Süfyân'ın önünden geçiyor, "Allahü ekber" sadâları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe, Abbâs (radıyallahü anh), ona tanıtıyordu. En son, Peygamberimizin bulunduğu birlik geçiyordu... Peygamberlerin Sultânı, âlemlerin Efendisi güneş gibi, nûr saçarak devesi Kusvâ'nın üzerinde göründü. Etrâfında Muhâcirler ve Ensâr bulunuyordu. Her biri tepeden tırnağa Dâvûdî zırhlara bürünmüş, Hindî kılıçlar kuşanmış, cins atlara ve develere binmiş olarak geliyorlardı. Ebû Süfyân onları görünce, "Kim bunlar, ya Abbâs?" diyerek merâkla sordu. O da: "Ortadaki Resûl aleyhisselâm, etrâfındakiler de şehîd olmak aşkı ile yanan Ensâr ve Muhâcirlerdir" dedi. Sevgili Peygamberimiz onların yanından geçerken Ebû Süfyân'a, "Bugün, Allahü teâlânın, Ka'be'nin şânını yücelteceği bir gündür. Bugün, Beytullah'a örtü örtüleceği gündür. Bugün, merhamet günüdür. Bugün, Allahü teâlânın Kureyşlileri (İslâm ile) azîz edeceği bir gündür" buyurdu. Ebû Süfyân, göreceğini görmüş, işiteceğini de işitmişti; "Ben, Kayser'in de, Kisrâ'nın da saltanatını gördüm. Fakat böyle ihtişâmlısını görmedim. Ben, hiçbir zaman bugünkü gibi bir ordu ve cemâat ile karşılaşmadım. Böyle bir orduya hiç kimse karşı koyamaz, onlara güç yetiremez" diyerek Mekke'nin yolunu tuttu...
.27/01/2012
Peygamberimizin Kureyşlilere merhameti...
Medîne'den çok güçlü bir ordu ile gelen Şanlı Peygamberimiz ve şerefli ordusu hakkında gizlice bilgi almak isterken yakalanan üç kişi de (Hakîm bin Hızâm, Büdeyl ve Ebû Süfyân), huzûr-ı Risâlet-penâhîde İslâmiyetle şereflendiler (radıyallahü anhüm). Onlardan Ebû Süfyân hazretleri, sür'atle Mekke'ye gelip, kendisini heyecân, endîşe ve merâkla bekleyen müşrik Kureyşlilere önce Müslümân olduğunu açıkladı, sonra da: "Ey Kureyş cemâati! Bu gelen Muhammed'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Muhammed aleyhisselâm, karşısına çıkılamayacak kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız? Müslümân olunuz ki, kurtulasınız!.. Kim, Beytullah'a, Mescid-i harâma sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, Ebû Süfyân'ın evine (benim evime) girerse, ona da emân verilmiş, öldürülmekten kurtulmuştur. Yine kim, kendi evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir" dedi. Bunun üzerine müşriklerin azılılarından bazıları, Ebû Süfyân'a (radıyallahü anh) karşı çıkarak nice hakâretler ettiler. Hattâ İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hazırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifât etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Harâm'a sığındılar. "KİMSEYİ ÖLDÜRMEYECEKSİNİZ" Server-i âlem Efendimiz ve şanlı sahâbîleri, Zî-tuvâ vâdîsine gelip toplandılar. Âlemlerin Efendisi, mübârek gözleriyle Eshâb-ı kirâmını şöyle bir süzdükten sonra, hâtırına, sekiz sene önce Mekke'den ayrılışı, ya'nî hicreti geldi. O zaman, saâdethânelerinin etrâfını müşriklerin sardığını, Yâsîn-i şerîften âyet-i kerîmeler okuyarak çıktığını, Hazret-i Ebû Bekir ile hiç kimseye görünmeden Sevr mağarasına girdiklerini ve Mekke hudûdundan ayrılmadan önce son bir defa dönüp: "Ey Mekke! Vallahi, biliyorum ki sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin içinde (en) hayırlısısın. Rabbim katında da, benim yanımda da en sevgili olanısın. Senden zorla çıkarılmış olmasaydım; senden çıkmaz, ayrılmazdım" buyurduğunu, bu mahzûnluğu karşısında, Cebrâîl aleyhisselâmın Kasas sûresinin 85. âyet-i kerîmesini okuyup mübârek hâtırını tesellî ettiğini ve Mekke-i mükerremeye döneceğini müjdelediğini, bir avuç Eshâbı ile Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te, Hayber'de, Mute'de düşmânlara nasıl gâlip geldiklerini hâtırladı. Şimdi, oniki bin Eshâbı, etrâfında pervâne olmuş, Mekke'ye girmek için bir emrini bekliyorlardı... Fahr-i kâinât Efendimiz, kahramân Eshâbını dört gruba ayırdı. Sağ kol kumandânlığına Hâlid bin Velîd hazretlerini, sol kol kumandanlığına Zübeyr bin Avvâm hazretlerini, piyâdelerin başına Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretlerini, diğer gruba da Sa'd bin Ubâde hazretlerini ta'yîn eyledi. Hazret-i Hâlid, Mekke'nin güneyinden girecek, müşriklerden kim kendisine karşı çıkarsa cezâlarını verecek, Safâ Tepesinde, Fahr-i kâinât Efendimizle birleşecekti. Hazret-i Zübeyr, Mekke'nin kuzeyinden girecek, Hacûn mevkiine bayrağını dikip Server-i âlem Efendimizi bekleyecekti. Hazret-i Sa'd bin Ubâde de batıdan ilerleyecekti. TEKBİR NİDALARIYLA... Resûl-i Ekrem Efendimiz, kumandânlarına: "Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz" buyurdu... Ramazân-ı şerîfin onüçü, Cum'a günü idi. Mücâhidlerden en önce harekete geçen, Hâlid bin Velîd hazretleri oldu. Bir ânda müşrikleri geriye püskürttüler. Çarpışma esnâsında yetmiş müşrik öldürüldü. Diğerleri, dağ başlarına, evlerine kaçtılar. Mukaddes Mekke'ye diğer yönlerden giren şânlı sahâbîler, herhangi bir direnişle karşılaşmadılar. Öldürülmesi emredilenlerin içinden beş tanesi yakalanıp cezâları verildi. Diğerleri Mekke'den kaçtılar. Mücâhidler, büyük bir heyecânla, dalga dalga; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbîrleri arasında Mekke'ye giriyorlardı...
.28/01/2012
Hak gelince bâtılın gittiği gün!..
Sevgili Peygamberimiz, "Kusvâ" adlı devesinin üzerinde olduğu hâlde Harem-i şerîfe girdi. Kâbe-yi muazzamayı, deve üstünde yedi def'a tavâf etti. Tavâf sırasında Kâbe-i şerîfdeki putlar, elindeki değnekle işâret ettikçe ve dokundukça devriliyor ve "De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur" meâlindeki İsrâ sûresinin 8. Âyet-i kerîmesini okuyordu. Üçyüzaltmış put yerle bir edildi. Tavâfın yedinci şavtını, devresini bitirdikten sonra, devesinden inen sevgili Peygamberimiz, Makâm-ı İbrâhîm'de iki rek'at namaz kıldı... Öğle vakti girdiğinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazret-i Bilâl'e, Mescid-i harâm'da ezân-ı şerîf okumasını emir buyurdu. O da, derhâl bu mukaddes vazîfeyi îfâ eyledi. Ezân okunurken, mü'minlerin kalbinde engin bir sürûr meydâna geliyor, müşrikler ise, ziyâdesiyle elem ve üzüntü içinde kahroluyorlardı. "EY KUREYŞ CEMÂATİ!" Peygamberimiz, daha sonra Kâbe'nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Yanında, Hazret-i Ömer, Hazret-i Bilâl-i Habeşî, Hazret-i Üsâmetü'bnü Zeyd ve Hazret-i Osmân bin Talha (radıyallahü anhüm) olduğu hâlde, Kâbe-i şerîfenin içine girdiler. İçeride kapıyı arkasına alarak iki rek'at namaz kıldı ve Beyt-i şerîfin içini dolaşıp her tarafında tekbîr getirdi ve duâ eyledi; bir müddet Kâbe-i şerîfenin içinde kaldı. Bu esnâda Hazret-i Hâlid bin Zeyd, kapıda duruyor ve izdihâm olmasını önlemeye çalışıyordu. Bu sırada Mekkeli Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Harâm'a toplanıp, Kâbe'nin etrâfını sararak, korku ile karışık ümîdle, sevgili Peygamberimize bakıyorlar, haklarında verilecek karârı heyecânla bekliyorlardı. Zira onlar, Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi yapmışlardı... Peygamberimiz, Kâbe-i şerîfenin kapısının eşiğinde durup vereceği hükmü sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O va'dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmânlarımızı dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine âit olan eski görenekler, kan ve mal da'vâları artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan kaldırılmıştır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı. Ey Kureyş cemâati! Allah, sizden eskiden kalma gurûru, babalarla, soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem'den, Âdem de topraktan yaratılmıştır." Peygamberimiz sözlerine devâm ederek; "Ey insanlar! Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi milletlere, kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz diye değil.) Allah katında en iyiniz, takvâsı en çok olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. (Hucurât sûresi, 13) Sonra da Sevgili Peygamberimiz, korku içinde ne yapacaklarını şaşırmış haldeki müşriklere bir müddet baktı: "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muâmele edeceğimi sanıyorsunuz?" diye sordu. "SENDEN İYİLİK BEKLERİZ" Kureyşliler: "Biz, senden hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız" dediler. Peygamberimiz onlara tebessüm buyurdu ve "Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf'un (aleyhisselâm) kardeşlerine söylediği gibi olacaktır. Yûsuf'un kardeşlerine dediği gibi ben de size: 'Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, günâhınızı yüzlerinize vurmak sûretiyle benim tarafımdan size, bir kınama ve ayıplama yoktur; Allahü teâlâ, sizi mağfiret buyursun' (Yûsuf suresi, 92) derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz" buyurdu. Mekke'nin fethinin ikinci günü, Peygamberimiz bir hutbe daha okudu. Bu hutbesinde, Müslümânların kardeş olduklarını ve karşılıklı haklarını ve daha birçok husûsu bildirdi. Peygamberimiz umûmî af i'lân ettikten sonra, Kureyşliler Müslümân oldular. Seneler önce kendilerini îmâna da'vet ettiğinde inanmayanlar, o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize bîat ettiler. [Görüldüğü gibi bu fetih, târihte bir eşi-benzeri olmayan, görülmeyen ve duyulmayan bir hâdisedir.]
.03/02/2012
Bu gece, mübarek Mevlid Gecesidir
Bu gece [3 Şubat 2012-11 Rebîu'l-evvel 1433 Cuma], mübârek Mevlid Gecesi ya'nî Sevgili Peygamberimizin dünyâyı şereflendirdikleri gecenin bir sene-i devriyesi olduğu için, bugün ve yarınki makâlelerimizde inşâallah birer nebze Fahr-i kâinât Efendimizden ve Mevlid Gecesinden bahsetmeye çalışacağız... Bilindiği üzere, mübârek ismi "tekrâr-tekrâr medhedilmiş, pek çok övülmüş" ma'nâsına gelen "Muhammed" aleyhisselâmın Ahmed, Mahmûd, Mustafâ gibi başka mübârek isimleri de vardır. O, Allahü teâlânın Habîbi (mahbûbu, sevgilisi, ya'nî en çok sevdiği zât), yaratılmış bütün insanların ve diğer mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi, Allahü teâlânın medhettiği ve bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün Peygamberdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olup, her şey O'nun hürmetine yaratılmıştır. Hicretten 53 sene önce Rebîul-evvel ayının onikisinde [mîlâdî olarak 20 Nisan 571'de] Pazartesi gecesi, sabâha karşı Mekke-i Mükerreme'de doğdu. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefât etti. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib'in, onun ölümü üzerine ise amcası Ebû Tâlib'in yanında kaldı. Yirmi beş yaşında Hadîcetü'l-Kübrâ vâlidemizle evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Arablarda künye ile anılmak âdet olduğundan, Peygamberimize de "Ebü'l-Kâsım" ya'nî "Kâsım'ın Babası" denildi. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinnîlere, Peygamber olduğu, Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra, herkesi alenî olarak îmâna da'vet etmeye başladı. Elliiki yaşında iken isrâ ve mi'râc mu'cizesi vukû buldu. Mîlâdî 622 yılında 53 yaşında Mekke'den Medîne'ye hicret etti. Bizzât kendisi iştirâk ederek ve başkumandân olarak yirmiyedi kerre muhârebe yaptı. Ayrıca birçok yere pekçok seriyye de gönderdi. [632 (H. 11) senesinde yine Rebîul-evvel ayının onikisinde Pazartesi günü öğleden evvel, Medîne'deki Mescid-i Nebî'nin bitişiğindeki, zevcelerinden Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anhâ) odasında 63 yaşında vefât etti. Vefât ettiği yere defnedildi.] MÜBÂREK GECELER Bilindiği üzere, mübârek geceler, İslâm dîninin [ya'nî Allahü teâlânın ve Resûl-i ekreminin] kıymet verdiği gecelerdir. Bu ve benzeri gecelerde gâfil olmamalı, böyle vakitleri mutlakâ lâyıkı vechile ihyâ etmelidir. Bütün mübârek geceleri birer ganîmet bilmeli, bu fırsatları iyi değerlendirmelidir. Bu geceleri ibâdetle, gündüzleri de oruçla geçirmelidir. Kazâ namazı borcu olanlar [ve olmayanlar da], bolca, çokça kazâ namazları kılmalıdır... Yine böyle mübârek gecelerde her zamankinden daha çok Kur'ân-ı kerîm okumalı, sevâbını da ölülerimizin rûhlarına göndermelidir. Fakîrlere ve yetîmlere sadaka ve hediyeler vermeli, Müslümânları da çeşitli hediyelerle sevindirmeli, bunların sevâblarını da ölülerimizin rûhlarına göndermelidir. Bilhassa mübârek zamanlarda ilim öğrenmelidir. En kıymetli ilim ise, doğru yazılan ilmihâl bilgileridir. Günâhlarını düşünmek, ayıplarını-kusurlarını hâtırlamak, kıyâmetteki azâpları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. "Yâ Rabbî, bize dünyâ ve âhıret saâdeti ihsân eyle...", "Bize hidâyet verdikten sonra, kalblerimizi kaydırma..." diye de duâ etmelidir. Sevgili Peygamberimize ve âl ü eshâbına da çokça salevât-ı şerîfe okumalıdır. Ana-baba, diğer yakın akrabâ ziyâret edilmeli veya telefonla gönülleri ve duâları alınmalıdır. Dargınlar, küskünler barışmalıdır. Ayrıca bu vesîleyle güzel vatanımızın dirliği, asîl milletimizin birliği ve berâberliği, bütün Müslümanların ve İslâm âleminin huzûr ve saâdeti, bütün insanların da hidâyeti için duâ etmeliyiz. Bunların yanında, şu anda bütün dünyâda elem ve ıstırâp çeken, milyonlarca Müslümân kardeşimizi de duâlarımızda unutmamalıyız; onlara hiç olmazsa duâlarımızla yardımcı olmalıyız. [Bu vesîleyle, kıymetli okuyucularımızın, necîb milletimizin ve bütün İslâm âleminin mübârek Mevlid gecelerini cândan tebrîk ediyoruz. Cenâb-ı Hak, hepimizi, sıhhat ve âfiyet içerisinde ve sevdiklerimizle birlikte daha nice Mevlid Kandillerine kavuştursun.]
.04/02/2012
Muhammed aleyhisselâmla âlem, yeniden hayat buldu
Allahü teâlânın, kullarına, râzı olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman peygamberler gönderdiği, akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabûl edilen çok açık bir husûstur. Hazreti Âdem'den sonra muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere "Hazret-i Nûh", "Hazret-i İbrâhîm", "Hazret-i Mûsâ", "Hazret-i Îsâ" ve "Hazret-i Muhammed" (aleyhimüs-selâm) gibi birçok "Peygamber" göndermiş, bazılarına "Kitap" ve "Suhuf" da vermiştir. [Bildiğimiz gibi, bu peygamberlerden 6'sına "Ülü'l-azm Peygamberler", 313'üne "Resûller", 124 binden ziyâdesine de "Nebîler" denilmektedir.] Bunların hepsi de, aynı îmân esâslarını teblîğ etmiş, "iyi ferd", "iyi âile", "iyi cem'iyet" meydâna getirmeyi hedeflemişlerdir. 100'ü "Suhuf=Sahîfeler, formalar, kitapçıklar", 4'ü büyük kitap olmak üzere toplam 104 kitâbın hedefi de, "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir. Denilebilir ki, târih boyunca, hayâtı, en ince teferruâtıyla, sadece yıl ve ay olarak değil, hafta, hattâ gün bazında ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Peygamber Efendimiz'dir. CÂHİLİYE DÖNEMİ... Burada, Peygamber Efendimizin Peygamberliği kendisine bildirilmeden önceki dünyânın hâlini kısaca hâtırlamakta fayda görüyoruz: Fahr-i kâinât Efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet (karanlık) içinde idi. İnsanlar hadsiz-hudûtsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlâ'nın gönderdiği dînler unutulmuş, İlâhî hükümlerin yerini, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler almıştı. Sâdece insanlar değil, bütün mahlûklar, zâlim insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan bütün milletler, Allahü teâlâyı unutmuş, huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan "Tevhîd" inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalplerden îmânı söküp atmış, insanlar putlara tapmaya başlamışlardı. Mısır'da, bozulmuş Tevrât'ın hükmü geçerli, Bizans'ta ise yine değiştirilmiş bir dîn olan Hristiyânlık yürürlükte idi. İsrâîloğulları birbirlerine düşmüş, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dîn unutulmuştu. İsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî dîn de bozularak, dîn ile hiçbir alâkası kalmamıştı. Papazlar istedikleri gibi dîni değiştirdiklerinden, İncîl'in aslı kaybolmuş, "teslîs, ya'nî üçlü tanrı" fikri kabûl edilmişti. Îrân'da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin âteşi bin senedir söndürülmüyordu. Çin'de Konfüçyüsizm, Hindistân'da Budizm gibi uydurma dînler hüküm sürüyordu. Arabistân'ın insanları da karanlık içinde idiler. Yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke'de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah'ın içine ve Mescid-i Harâm'a, "Lât", "Menât" ve "Uzzâ" gibi yüzlerce put doldurulmuştu. Zulüm son haddine varmış, ahlâksızlık, iftihâr vesîlesi sayılıyordu. Netîce itibâriyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi. O'NUN TEŞRÎFİYLE... Yedi kat yer, yedi kat gök, kısacası bütün âlem, büyük bir hürmet ve sevinç içinde "Seyyidü'l-mürselîn", "Hâtemü'l-enbiyâ", "Habîb-i Hudâ" olan Efendisini beklemekte idi. Hicretten 53 sene evvel, Fil vak'asından da iki ay kadar sonra, Rebîu'l-evvel ayının onikisinde, Pazartesi gecesi sabâha karşı, Mekke'nin Hâşimoğulları Mahallesi'nde, Safâ Tepesi yakınında bir evde, Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) doğdu. Dost-düşman herkesçe ma'lûm olduğu üzere, Resûl-i Ekrem Efendimizin doğduğu gece, pekçok olağanüstü hâl görülmüştür: Meselâ o gece, Ka'be-i Muazzama ve Mescid-i Harâm'daki bütün putlar, yüz üstü devrilip yere kapandılar. Mukaddes sayılan "Sâve gölü"nün o gece suyu çekilerek kurudu... Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden i'tibâren, şeytân ve cinnîler artık Kureyş kâhinlerine, hâdiselerden haber veremez oldular ve kehânet sona erdi. Netîce olarak söyleyelim ki, O'nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayât buldu, karanlıklar dağıldı; bütün cihân aydınlandı. Nasıl ki maddî güneş, her tarafı aydınlatıyorsa, o ma'nevî güneş de her tarafı tenvîr etti. [Cenâb-ı Hak, bu âlemi, kıyâmete kadar karartmasın.]
Müslüman, kimseye zarar vermez -1-
Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitâb olan, İmâm-ı Buhârî'nin "Sahîh"inin "Îmân" bölümünde, üçüncü hadîs-i şerîf olarak: "Müslümân, elinden ve dilinden, diğer Müslümânların zarar görmedikleri kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" meâlindeki hadîs zikredilmiştir. Bu hadîs-i şerîfte, Müslümânın İslâmlığına delâlet eden temel vasıflarından birinin; elinden ve dilinden gelebilecek her türlü zarar ve eziyyetlerden Müslümânların emîn olmaları [hattâ diğer bir rivâyetinde, "insanlar" diye daha umûmî bir ifâde kullanılmıştır], eliyle ve diliyle hiçbir Müslümân kardeşine [hiçbir insana] sıkıntı vermemesi olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca bu hadîs-i şerîfte; kulların hukûkuna bu şekilde riâyet edilmesi gerektiğine göre, Allahü teâlânın hakkına daha çok riâyet edilmesinin lüzûmuna, önemine de zımnen işâret ediliyor. OLGUN MÜ'MİN OLABİLMEK! Hadîs-i şerîfte, özellikle dil ve elden gelebilecek zararlardan, eziyyetlerden bahsedilmektedir. Çünkü birçok fiil bu iki uzuvla yapılmaktadır. Katil, darp, gasp, hırsızlık, rüşvet alma vs. el ile yapılan fiillerdir. Yalan, iftirâ, dedikodu, gıybet, başkalarıyla alay etme, hakâret etme ve daha nice kötülükler ki bunlar insanların birçok maddî ve ma'nevî sıkıntılara, zararlara uğramalarına, cem'iyetin sosyal ve ahlâkî nizâmını sarsmaya zemin hâzırlayan âmillerdir. Evet bütün bunların vâsıtası da, âleti de, bilfiil icrâ edeni de dildir. Bunun gibi yapılan eziyetlerin, zarar vermelerin, hakka tecâvüzlerin ve haksızlara, zâlimlere yardımcı olmanın önemli bir kısmı yine el ile yapılmaktadır. Hattâ zararlı kitapları yazmak ve yayınlamak da el ile yapılan eziyetlerdendir. Olgun bir mü'min olabilmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için, îmândan sonra güzel amellerde bulunmak kaçınılmaz vazîfelerimizdendir. İşte bu vazîfelerden biri ve belki en önemlisi de Müslümânların dokunulmaz haklarına hürmet etmek, onların mallarına, canlarına, nâmûslarına, izzet ve şereflerine saygı göstermek, hiçbir sûretle onlara eziyet etmemektir. Müslümânları dâimâ kardeşliğe, birbirlerini sevmeye, birbirlerinin haklarını gözetmeye da'vet eden Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm), bu da'vete uymayıp, Müslümânlara eziyet eden, kul hakkına riâyet etmeyen kimseleri "müflis" diye vasıflandırıyor. Ebû Hüreyre hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfe göre Peygamberimiz (aleyhis-selâm) bir grup Eshâbına: "Biliyor musunuz, müflis kimdir?" dedi. Onlar: "Bizce müflis, parası ve malı olmayan [kalmayan] kimsedir" diye cevâp verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) şöyle buyurdu: "MÜFLİS ŞU KİMSEDİR Kİ" "Benim ümmetimin müflisi şu kimsedir ki, Kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat şuna söğmüş, şuna iftirâ etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu döğmüş olarak gelir. Bunlardan dolayı hasenâtından, zikredilen kişilerin herbirine verirler. Üzerinde olan haklar ödenmeden hasenâtı tükenirse, bu def'a, hak sâhiplerinin günâhları o kimseye yükletilir. Sonra o kimse Cehenneme atılır." Evet, dünyâda iflâs eden bir kimseyi düşünün; bütün malları elinden alınmış, her gittiği yerde karşısına bir alacaklı çıkıyor, zâhirî dostları onu bir bir terk ediyor, elinde ne varsa hepsine haciz konulmuş. Böylesi bir durum, insan için gerçekten tahammülü zor, çok ağır bir şeydir. Fakat ebedî iflâs yanında çok hafîf kalır. Çünkü dünyâda kaybedilen, belki bir daha kazanılabilir. Fakat ebedî hayâtta, Allahü teâlânın huzûruna, kul hakkı ile çıkmak ve orada "müflis" damgasını almak, bir mü'min için tasavvur edilemeyecek ve telâfîsi mümkün olmayan bir felâket olur. Cenâb-ı Hakk'ın bize lütfettiği ni'metleri, özellikle el, dil, göz gibi çok kıymetli uzuvlarımızı, O'nun rızâsı istikâmetinde, emirleri doğrultusunda kullanmakla mükellefiz... Cenâb-ı Hakk, vücûd uzuvlarımızı yerli yerince kullanmamızı nasîb buyursun. [Bu önemli konuya, yarın da devâm edelim inşâallah.]
.11/02/2012
Müslüman, kimseye zarar vermez -2-
Sahîh-i Buhârî'nin "Kitâbu'l-Îmân" başlıklı bölümünün üçüncü hadîsinde, "Müslümân, elinden ve dilinden, diğer Müslümânların zarar görmedikleri kimsedir" buyurulduktan sonra, hadîsin sonunda "Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" lafızlarına da yer verilmiştir. Dünkü makâlemizde, bir nebze, hadîsin 1. kısmından bahsetmiştik. Ama hadîs-i şerîf o kadar önemli bir hadîs-i şerîf ki, bir makâlede açıklamasının yapılması mümkün değildir. Onun için konuya bugün de devâm etmek istiyoruz. Hattâ nasip olursa, öbür hafta da bu konuda makâle yazma arzûsundayız... İmâm-ı Gazâlî (rahimehüllah) bir eserinde dilin âfetlerini, dilin sebep olduğu felâketleri açıklarken şöyle demektedir: "Dil, Hak teâlânın yarattığı şaşılacak şeylerdendir. Görünüşte bir et parçasıdır; ama hakîkatte varlıkta olan her şey onun tasarrufu altındadır. Çünkü o, hem yokluktan, hem de varlıktan ibârettir. Belki aklın vekîlidir. Akla, vehime ve hayâle gelen her şeyi, dil söyler. Kalbin doğruluğu ve eğriliği dilin doğru ve eğriliğine bağlıdır, bunun için sevgili Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Kalb doğru olmayınca, îmân doğru ve müstakîm olmaz. Dil doğru olmayınca da, kalb doğru olmaz" buyurmuşlardır. O hâlde dilin zararlarından sakınmak, dînde mühim işlerdendir. DİLİN?AFETLERİ... Bu ön bilgilerden sonra, İmâm-ı Gazâlî'nin zikrettiği dil âfetlerini sayalım: 1-Lüzûmu olmayan sözleri söylemek. Söylemediğin zaman dînin ve dünyân için sana hiçbir zarar vermez. 2-Bâtıl ve günâh şeyleri konuşmak: Bâtıl konuşmak, bid'atler hakkında konuşmaktır. Günâh söylemek ise kendi fısk ve fesâdını anlatmak ve başkalarına anlattırmaktır. 3-Sözde muhâlefet, münâkaşa etmek: Bazı kimselerde âdet hâline gelmiştir ki, kim ne söylerse kabûl etmez, hayır öyle değildir der. Bu, "sen ahmaksın, bir şey bilmezsin, yalan konuşursun, ben ise akıllıyım, zekîyim, bilgiliyim ve doğru konuşurum" demektir. 4-Mâlda husûmet: Kalbi dağıtan, hayâtın zevkıni gideren, dîn mürüvvetini götüren, mâl husûsundaki düşmânlık gibi hiçbir şey yoktur. 5-Fuhuş söylemek. Ya'nî çirkin söz söylemek, sövmek. 6-La'net etmek. Hayvâna, insana, canlı ve cansız neye olursa la'net etmek kötüdür, uygun değildir. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Mü'min la'net etmez" buyurarak la'net etmekten bizleri menetmiştir. 7-Aşırı mizâh, şaka. Az olmak şartı ile arada bir şaka yapmak mubâhtır. Bir diğer şart da, bu iş, âdet ve meslek hâline getirilmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka ve mizâh vakti öldürür ve insanı çok güldürür. Çok gülmek ise kalbi karartır. Heybet ve vakârı giderir. Çok güldüren her şey kötüdür. Gülmek, tebessümden fazla olmamalıdır. Peygamber Efendimiz (aleyhis-selâm):"Benim bildiğimi siz bilseniz, az güler, çok ağlarsınız" buyurmuşlardır. 8-Alay etmek: Bir kimse ile alay etmek ve ona gülmek, sözünü ve işlerini gülünç şekilde anlatmaktır. Allahü teâlâ: "Kimseye hakâret gözü ile bakmayın ve kimseye gülmeyin ki, o sizden daha iyi olabilir" buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Alay edene ve insanlara gülene, Kıyâmet günü Cennetin kapısını açarlar ve ona gel gir derler. O gelip girmek istediğinde, Cennetin kapısını kapatırlar. Dönünce yine bağırırlar, başka bir kapı açarlar. O ise, o üzüntü ve gam arasında ezilir durur. Yaklaşınca kapı kapanır. Nihâyet çağırırlar da gidemez. Anlar ki kendisi ile alay ediyorlar." "ÜÇ ŞEY?VARDIR?Kİ!.." 9-Yalan yere söz vermek: Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) buyurdu ki: "Üç şey vardır ki, bunlardan biri kimde bulunursa, [namaz kılsa da, oruç tutsa da] münâfıktır. Bunlar: Konuşunca yalan söyler, söz verince, sözünde durmaz. Kendisine verilen emânete ihânet eyler." Eshâb-ı Kirâm'dan biri anlatır: Resûlullah'a bîat ettim ve şuraya geleceğim dedim, sonra unuttum, üçüncü gün gittim orada idi. Buyurdu ki: "Ey delikanlı! Üç gündür seni bekliyorum." Evet elden geldiği kadar, zorla söz vermemelidir. Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm): "İnşâallah yapabilirim" derdi. Söz verince, bir zarûret olmaksızın, elden geldiği müddetçe sözünü yerine getirmelidir. [İnşâallah öbür hafta, bu son derece önemli olan dil âfetlerine devâm edelim.]
.17/02/2012
Dil âfetlerinden bazıları
Geçen haftaki iki makâlemizde birazcık, "Müslümân, dilinden ve elinden, Müslümânların selâmette oldukları, emîn oldukları kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın yasak ettiklerinden kaçan kimsedir" hadîs-i şerîfini ele almıştık. O münâsebetle, elle başkalarına yapılan zararların yanı sıra, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin zikrettiği dil âfetlerinden 9 tanesini saymış, kısa kısa îzâhlarını da yapmıştık. Geçen hafta temâs ettiğimiz 9 maddeye, İmâm-ı Gazâlî şunları da ilâve etmektedir: 10-Yalan konuşmak ve yalan yere yemîn etmek: Bunlar, bilindiği gibi, en büyük günâhlardandır. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) buyurdu ki: "Yalan, nifâk kapılarından bir kapıdır." Yine buyurdu ki: "Yalan rızkı azaltır." Bir başka hadîs-i şerîfte de: "İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, esefler [yazıklar, korkular] olsun!" buyurulmuştur. 11-Gıybet etmek: Gıybet de ekseri dil ile olur. Çok büyük günâhtır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîmde bunu, "ölü kardeşinin etini yeme"ye benzetiyor. "SİZİN EN KÖTÜNÜZ!.." 12- Nemmâmlık etmek [Söz taşımak]: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîmde "Arkadan çekiştirmeyi, istihzâyı [yüze karşı eğlenmeyi] ve ayıplamayı âdet edinene şiddetli azâp vardır" buyuruyor. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) de: "Size en fenânızı (en kötünüzü) haber vereyim mi? Aranızda söz taşıyanlar, aranızı bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir" buyurdular. 13-İkiyüzlü olmak: Herkesin yanında onun hoşuna gider şekilde söz söyleyen, birinin sözünü diğerine, diğerinin sözünü öbürüne söyler ve her birine de ben seni seviyorum şeklinde görünür. Bu ise çok kötü bir haslettir. Peygamber Efendimiz (aleyhis-selâm): "Allahü teâlâ indinde, kulların en kötüsü ikiyüzlülerdir" buyurdu. 14-İnsanları dünyâ menfaati için övmek, başkalarına yaranmaya çalışmak: Bunda altı âfet vardır. Dördü söyleyen için, ikisi de övülmekte olan, dinleyen içindir. Övenin âfetleri kısaca şöyle zikredilebilir: a)Karşısındaki hakkında, olduğundan fazla söyleyip, yalancı olur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "İnsanları övmekte aşırı gidenin, kıyâmette dili o kadar uzun edilir ki, yere yayılır, üzerine basar ve ayağı kayıp düşer." b)İçinde nifâk olur ve karşısındakini överek onu sevdiğini göstermek ister. Hâlbuki onu sevmez. c)Aslını bilmediği şeyleri söyler. d)Övdüğü kimse zâlim olabilir ve o zâlim onun sözü ile sevinebilir. Zâlimi sevindirmek de câiz değildir. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) buyurdu ki: "Fâsıkı övene, Allahü teâlâ gadab eder." Övülen kimsenin zararlarına gelince, onlar da: a)Kendini beğenir ve gurûrlanır. b)Karşısındaki, kendisine "âlimsin, sâlihsin ve çok iyisin" gibi sözler söylerse, ilerisi için çalışmaz ve "Ben zâten olgunlaştım" der. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) buyururlar ki: "Bir kimsenin keskin bir bıçak ile bir kimseye saldırması, onu yüzüne karşı övmesinden daha iyidir." KİŞİNİN KENDİNİ ÖVMESİ!.. Bu altı âfetin zararı olmazsa, övmek iyi olur. Peygamber Efendimiz (aleyhis-selâm), Sahâbe-yi Kirâmı zaman zaman medhetti ve "Eğer bütün âlemdekilerin îmânı, Ebû Bekr'in îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr'in îmânı ağır gelir" buyurdu. Yine buyurdu ki: "Ey Ömer! Beni, insanlara, Peygamber olarak göndermeselerdi, seni gönderirlerdi" Buna benzer hadîs-i şerîfler çoktur. Peygamberimiz, bu övmenin onlara zarar vermeyeceğini biliyordu. Fakat kişinin kendisini övmesi çirkindir, kötüdür ve Allahü teâlâ bunu yasak etmiştir ve "Ben iyiyim deyip, kendinizi övmeyiniz" buyurmuştur. Ama bir kimse mürşid, rehber veya üstâd ise, örnek alınması ve diğerlerinin de yükselmesi için kendi hâlini anlatması câizdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Ben insanoğullarının en üstünüyüm; övünmüyorum" buyurdu. Ya'nî "ben, bu üstünlük ile değil, bana bu üstünlüğü verenle övünüyorum; Allahü teâlânın bana olan ni'metini zikrediyorum" demektir. Bunun için Allahü teâlâ, herkesin Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm)'a uymasını emir buyuruyor. [Hadîsin ikinci kısmını da yarın ele alalım inşâallah.]
.18/02/2012
Muhâcir, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir
Bundan önceki üç makâlemizde, "Müslümân, elinden ve dilinden, diğer Müslümânların zarar görmedikleri kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" hadîs-i şerîfinin baş tarafı üzerinde durmaya çalışmıştık... Hadîs-i şerîfin ikinci bölümü olan "Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" cümlesine gelince: Sevgili Peygamberimizin Medîne-i münevvere'ye hicretinden Mekke'nin fethine kadar, her tarafta Müslümânlar zayıf idi. Medîne'de ilk zamanlarda, Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) siyâsî güçten uzaktı. Çünkü Müslümânların sayısı o sıralar orada azdı. Bunun için, hem Medîne'deki Müslümân sayısının artıp siyâsî ağırlık kazanılması, hem de taşrada Müslümân olanların İslâm'ı daha râhat yaşabilmeleri için âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde Müslümânlar ısrârla hicrete da'vet ediliyordu. Hattâ îmân nedir? diye soranlara, Peygamberimizin (aleyhis-selâm) "Hicret etmektir" şeklinde cevap verdikleri bilinmektedir. Bu ısrârlı teşvîkler sonunda, hicret etmek şartıyla bîat etmek, sonra da âilesini, mâlını, mülkünü, kurulmuş hayât düzenini terk ederek tek başına Medîne'ye hicret etmek fevkalâde kıymetli bir amel olmuştur. MEKKE'NİN FETHİNDEN SONRA Mekke'nin fethinden sonra vaziyet değiştiğinden, Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) "Fetihten sonra, artık hicret yoktur" buyurmuştur. Ama Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm) hicret sevâbını aynen kazandıracak, başka amelleri de göstermiştir. Meselâ hicreti "...kötülüğü terk etmendir", "...Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir" veya "Hâlbuki muhâcir Allah'ın harâm kıldığı şeyleri terk edendir" şeklinde değişik ifâdelerle îzâh buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şerîfte de, Mekke'nin fethinden sonra, Müslümânlar için hicretin, hicret sevâbına ermenin yolunun, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk etmek olduğu ifâde edilmiştir. Bildiğiniz gibi, Allah'tan korkmaya, harâmlardan sakınmaya "takvâ" denir. Seyyid, allâme İbn-i Âbidin hazretleri, kendi ismi ile meşhûr kitâbında "Harâmlardan sakınmaya 'Takvâ' denir" buyuruyor. Takvâ, harâmlardan nefret etmek, harâm işlemeyi hâtırına bile getirmemektir. Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına ve sevgisine kavuşmak demektir. İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, "Takvâ" hakkında, bir kimseye yazdığı bir mektûbunda şöyle buyuruyor: "Allahü teâlâya hamd, sevdiği kullarına selâm olsun. Kıymetli dostlarımın dünyânın yaldızlı, süslü günâhlarına aldanmış olmasından korkuyorum. Bunların güzel ve tatlı görünüşlerine çocuklar gibi kapılacaklarını düşünerek çok üzülüyorum. İnsan ve cin şeytânlarının teşvîkıyle harâmlara kaymalarından ve böylece Allahü teâlâya karşı mahcûp olmalarından, utanacak hâle düşmelerinden çok sıkılıyorum. Tövbe ve istiğfâr etmeli, harâm ve günâhları öldürücü zehir bilmelidir. Allahü teâlâ lutfederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri helâl kılmış, kullanılmalarına izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için bunlarla doymayıp, bu bitmez-tükenmez helâlleri bırakarak İslâmın hudûdundan dışarı taşanlar, günâh ve harâmlara uzananlar ne kadar bedbaht ve zavallıdır. Dînimizin hudûdunu gözetmeli, buradan dışarı taşmamak lâzımdır. Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyyetin hudûdunu gözeten, harâm ve günâhlara düşmemeye dikkat eden pek azdır. Hâlbuki sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfte: "Dînimizin direği, temeli vera'dır", bir hadîs-i şerîfte de, "Hiçbir şey vera' gibi olamaz" buyurdular." VERA VE TAKVÂ... Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Hindistân vâlîlerinden Hân-ı Hânân'a yazdığı mektûbunda özetle buyuruyor ki: "Mektûbuma Besmele ile (ya'nî Allahü teâlânın ismi ile) başlıyorum. Her hamd, şükür O'nun hakkıdır. Kıymetli ömrümüz günâh işlemekle, kusûr-kabâhat yapmakla, fâidesiz-lüzûmsuz konuşmakla geçip gidiyor. Bunun için tövbeden, Allahü teâlâya karşı boyun bükmekten söyleşmemiz, vera' ve takvâdan konuşmamız hoş olur..." [Mektûb devâm ediyor, ama bizim yerimiz kalmadığı için bu kadarını nakledebildik.]
.24/02/2012
"Îmânın şubeleri"ne dâir hadîs üzerine -1-
İmâm Mâlik'in "Muvatta"ı, İmâm Buhârî ile İmâm Müslim'in "Sahîh"leri, İmâm Ebû Dâvûd, İmâm Tirmizî ve İmâm Nesâî'nin "Sünen"lerinde, "îmânın şubeleri"nden bahseden bir hadîs-i şerîfe yer verilmiştir. [Adı geçen kitaplarda, bazı lafız farkları mevcûttur.] Sahîhu'l-Buhârî'nin başında, Resûlullah(aleyhis-salâtü ves-selâm)'a vahyin başlangıcının nasıl olduğuna dâir, 6 (veya mükerrer bir hadîsle 7) hadîs ihtiva eden 1. babdan sonra yer alan "Kitâbu'l-Îmân"da, İslâm'ın binâsını bildiren 1. hadîsten hemen sonra, 2. hadîs (baştan i'tibâren 9. hadîs) olarak Ebu Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen lafız: "İmân altmış küsûr şubedir. Hayâ da îmânın bir şubesidir" şeklindedir. "Dâru'l-Fünûn" müderrislerinden [eski İstanbul Üniversitesi profesörlerinden] Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, "et-Tecrîdü's-Sarîh li Ehâdîsi'l-Câmiı's-Sahîh"in tercümesinde, "Bâbu Bed'i'l-Ezân" başlıklı kısımda, 24. hadîs münâsebetiyle hadîsin diğer bir rivâyetini de ele almaktadır. Uzun olan 24. hadîsin baş tarafının meâli şöyledir: Ebû Hüreyre(radıyallahü anh)'den: Şöyle demiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "(Vaktiyle) biri yolda giderken, güzergâhının üstünde bir diken dalı buldu. Onu alıp (yoldan dışarıya) attı. Allahü teâlâ, bu (ameli)ni hüsn-i kabûl buyurup günâhlarını mağfiret etti..." Bu hadîsin dipnotunda, "Bu hadîsten, yoldan imâta-i ezâ ya'nî yolculara zahmet verecek şeyi ortadan kaldırıp atmaktaki fazîlet anlaşılıyor. Memleket halkının râhat râhat seyâhat edebilmeleri için turuk-ı umûmiyye inşâsı ile hüsn-i muhâfazası da elbette imâta-i ezâ nev'inin a'lâlarından sayılmalıdır. [Ya'nî umûmî yollar yapılması ve güzelce muhâfaza edilmesi, eziyeti giderme nev'inin en yüksek kısımlarından sayılmalıdır.] Ebû Hüreyre'nin [dokuzuncu hadîs olarak] bu kitapta zikredilen: "Îmân, yetmiş küsûr şubedir. Hayâ da, îmândan bir şu'bedir" hadîsinde, bazı tarîklerden gelen rivâyette: "... Bu şubelerin efdali (en fazîletlisi), Lâ ilâhe illa'llah demek, ednâsı (en aşağısı) da yoldan zahmet verecek [taş, diken, necâset...gibi] şey[ler]i uzak tutmaktır" ziyâdesi vardır... Sahîhu Müslim'in "Kitâbu'l-Îmân" başlıklı bölümünde 12. bâb olan "Bâbu Şu'abi'l-Îmân"da, Ebû Hüreyre(radıyallahü anh)'den mervî olan birinci hadîs: "Îmân, yetmiş küsûr şubedir. Hayâ da îmândan bir şubedir" şeklindedir. Yine aynı râvîden rivâyet edilen 2. hadîs: "Îmân, yetmiş küsûr veya altmış küsûr şubedir. O şubelerin en fazîletlisi, 'Lâ ilâhe illallah' demek, en aşağısı da, yoldan eziyet veren şeyi gidermektir. Hayâ, îmândan bir şubedir" meâlindeki lafızlarla zikredilmiştir. İmâm Muhyiddîn en-Nevevî, bu hadîsin şerhinde, başlığa şu ma'nâda bir ibâre yazmıştır: "Îmânın şubelerinin adedini, en üstünü ve en aşağısını ve hayânın fazîletini ve îmândan oluşunu beyân bâbı." İmâm Nevevî, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) mervî lafızları zikrederken, önce "Îmân, altmış küsûr şubedir" lafzını, sonra da şek ifâde eden "Yetmiş küsûr veya altmış küsûr" lafzını kaydetmiştir. Bundan sonra İmâm Nevevî şöyle demiştir: "Bunu el-Buhârî, Kitâbın başında, (Ebû Âmir) el-Akadî'nin rivâyeti olarak şeksiz bir şekilde "altmış küsûr", Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve başkaları, Süheyl rivâyeti olarak yine şekk bulunmayan bir tarzda "yetmiş küsûr", et-Tirmizî başka bir tarîkten "altmışdört bâb" lafızlarıyle zikretmişlerdir. Ulemâ, iki rivâyetten hangisinin tercîh edileceği hakkında ihtilâf etmişlerdir. el-Kâdî Iyâz demiştir ki: Doğru olan, diğer hadîslerde geçen ve diğer râvîlerden gelen "60 küsûr" rivâyetidir. Şeyh Ebû Âmir İbnü's-Salâh (rahmetullahü aleyh) demektedir ki: "... Müslim'in Kitâbında bizim gördüğümüz "yetmiş küsûr", el-Buhârî'nin Kitâbında gördüğümüz ise "altmış küsûr" lafızlarıdır. Her iki rivâyet de, iki Kitâbın her birinden nakledilmiştir. Bu hadîsin rivâyet tarîklerinde, o ikisinden her birinde bilinen bir rivâyetin bulunmasında herhângi bir işkâl (problem) olmayıp, tercîhte ihtilâf etmişlerdir. İhtiyâtlı olan, ekall olan rivâyeti almaktır. Ekser olan rivâyeti tercîh edenler de vardır. Ebû Abdillah el-Halîmî bunu ihtiyâr etmiştir." [İnşâallah yarın da konumuza devâm edelim.]
.25/02/2012
"Îmânın şubeleri"ne dâir hadîs üzerine -2-
Şeyh (İbnü's-Salâh) bu hususta demiştir ki: "Bu şubelerin tayîni husûsunda söz uzar. Bu konuda bazı eserler tasnîf edilmiştir. Faydası en bol olanlarından biri, Buhârâ'daki Şâfiîlerin imâmı, Müslümânların imâmlarının yükseklerinden Ebû Abdillah el-Halîmî'nin "Kitâbu'l-Minhâc" adlı eseridir. Hâfız Ebû Bekr el-Beyhekî (rahmetullahi aleyh) de "Kitâbu Şu'abi'l-Îmân" isimli büyük kitâbında O'nun yolunu ta'kîb etmiştir." Sahihu'l-Buhari'nin "Bed'u'l-Vahy" ve "el-Îmân" isimli iki kitâbına (bölümüne) yazılmış üç şerhi ihtivâ eden "Şurûhu'l-Buhârî" kitâbında, sekizinci hadîs olarak ele alınan "îmânın şu'beleri" hadîsinin îzâhı yapılırken, İmâm Ebû Zekeriyyâ en-Nevevî, önce kısa kısa râvîlerin terceme-i hâllerinden bahsetmiş, sonra lafızlara geçmiştir. Burada, îmânın şubeleriyle ilgili hadîsdeki şubelerin sayısı üzerinde durmuş, 60 küsûr ve 70 küsûr sayılarını ele almıştır. İmâm Nevevî, "60 küsûr" sayısını tercîh edenler de bulunmakla beraber, el-Kâdî Iyâz ve İmâm Ebû Abdillah el-Halîmî'nin "70 küsûr" sayısını tercîh ettiklerini zikredip îmânın şubelerinin a'lâ (en yüksek) ve ednâ (en aşağı) derecelerine, bu hadîse dâir yazılan eserlere ve İbni Hıbbân el-Büstî'nin, şubelerin sayısıyla ilgili sözlerine, bunlardan sonra, hadîsle ilgili başka îzâhlara da temâs etmiştir. "İrşâdü's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî" isimli büyük bir şerh yazıp, sonra onu "el-İs'âd fi muhtasari'l-İrşâd" adıyle ihtisâr eden, fakat tamamlayamayan Ebu'l-Abbâs Şihâbuddin Ahmed bin Muhammed el-Kastalânî (851-923)'nin îzâhları üzerinde de bir nebze durmakta fayda görüyoruz: Burada, râvîler kısaca tanıtıldıktan sonra hadîsin metnine geçilmiş, burada "bid'=küsûr" kelimesinin îzâhı yapılmıştır. İmâm Kastalânî, bu ve benzeri îzâhları müteâkıben, hadîsteki sayıdan murâdın, hakîkî sayı mı, yoksa mübâlağa mı olduğu üzerinde durup et-Tîbî'nin konuyla ilgili bir sözünü de nakletmiştir. Bazı âlimler, îmânın şubelerini ictihâd yoluyla saymaya çalışmışlar, el-Beyhakî ile Abdü'l-Celîl ise birer "Şuabu'l-Îmân" kitâbı yazmışlardır. Hadîste îmân, dalları bulunan bir ağaca benzetilmiştir. Binâenaleyh amellere îmân itlâkı mecâzdır. Konunun sonunda el-Kastalânî, hadîsin senedinden bahsedip metni Ebû Dâvûd'un es-Sünne, et-Tirmizî ve en-Nesâî'nin "el-Îmân" bölümlerinde zikrettiklerini, ayrıca İbn-i Mâce'nin de hadîsi eserinde ihrâç ettiğini belirtmiştir. (Tirmizî, "hadîs hasen sahîhtir" demiştir.) El-Hattâbî'nin (319-388) "Meâlimu's-Sünen" isimli Sünenü Ebî Dâvûd şerhinde de, bu hadîsin îzâhı yapılmış, şer'î ma'nâda îmânın ne demek olduğu, hayânın îmân şubelerinden biri bulunduğu ve hayânın ma'nâsı, mü'minler arasında îmân ve dereceleri husûsunda tefâdul ve tebâyün bulunduğu [fazîlet bakımından farklılık olduğu] belirtilmiştir. Îmânın şubeleriyle ilgili hadîs hakkında İmâm, Hâfız Ebû Hâtim İbnü Hibbân demiştir ki: "Bu hadîsin ma'nâsını bir müddet araştırdım ve tâatleri saydım. Gördüm ki onlar bu sayıdan çok fazla, sünnetlere döndüm; Resûlullah(aleyhis-selâm)'ın îmândan saydığı bütün taatleri ta'dâd ettim; bu da yetmiş küsûr'dan noksân geliyor. Allahü teâlânın Kitâbına dönüp düşünerek okudum ve Allahü teâlânın, îmândan addettiği bütün tâatleri saydım. Baktım ki, çıkan sayı 70 küsûrdan az çıkıyor. Kitaptakileri, sünnettekilere ilâve edip mükerrerleri çıkardım. Gördüm ki Allahü teâlânın ve Nebîsinin (aleyhis-salâtü ves-selâm) îmândan saydıkları 79 şube olup ne artmakta, ne de eksilmektedir. Bunun üzerine anladım ki Hazret-i Peygamberin (aleyhis-salâtü ves-selâm) muradı, bu sayının Kitâb ve sünnette bulunduğudur." Bu hadîste beyân olunan "Îmânın Şubeleri" tabîrindeki şube kelimesinin ma'nâlarına dâir kaynaklarda geçenleri özetleyecek olursak: "Îmânın tâifeleri (grupları), kıt'aları, fırkaları, parçaları, dalları, bâbları, nev'leri, cüzleri, hasletleri" karşılıklarını görüyoruz. Îmânın cüzleri ve bunun gereği olan hasletlerin neler olduğu, İmâm, Muhaddis Ebû Bekr Ahmed İbnü'l-Hüseyn el-Beyhakî'nin (384-458) "Şu'abu'l-Îmân" isimli eserinde ve onu ihtisâr eden Ebû Ca'fer Ömer el-Kazvînî'nin (v.699) muhtasarında madde madde sayılmıştır...
.2/03/2012
Ömre [umre] ibâdetinin fazîleti -1-
Ülkemizin i'tibârlı turizm şirketlerinden olan "İrfân Turizm", yurt içi ve yurt dışındaki seyâhatlerine, bu mart ayında, çok önemli bir halka daha eklemektedir. Daha önce, Özbekistân, Hindistân, Mısır ve Sûriye gibi dış ülkelere, defalarca yolcu kâfileleri götürmüştür. Bu defa, Suûdî Arabistân'a umre ziyâretleri için yolcular götürecektir. Bilindiği gibi, "Kâbe-i Muazzama"yı ziyâretle ilgili iki temel ibâdet vardır: Bunlardan biri "Hac", diğeri ise "Ömre [umre]"dir. İslâmın beşinci şartı olan "Hac" ibâdeti, hem bedenî, hem de mâlî bir ibâdettir. Hac ibâdeti, "belli bir yeri, belli bir zamanda, belli şeyleri yaparak ziyâret etmek" şeklinde ta'rîf edilmektedir. Hac, ancak, "Hac Ayları" adı verilen belli zaman içerisinde yapılabilir. Hac ayları, "Şevvâl-i Şerîf" ve "Zil-ka'de" ayları ile "Zil-hicce" ayının ilk on günüdür. Bu aylar girmeden önce veya bu aylar geçtikten sonra, hacla ilgili menâsikten herhangi biri yapılamaz. "Umre"nin belli bir zamanı olmayıp, bu ibâdet, "Arefe" günü sabâhından, "Kurbân Bayramı"nın dördüncü günü akşam vaktine kadar olan beş gün müstesnâ olmak üzere, hac aylarında da, hac ayları dışında da, bütün yıl boyunca, her zaman yapılabilir. [Zikredilen beş günde, umre yapmak Hanefî mezhebine göre tahrîmen mekrûhtur. Bu günlerde sâdece hac yapılır. Şâyet fakîr bir kimse, üzerine farz olan hac vazîfesini yapmamış ise ve bu hac aylarında "Umre" için gelmiş ise, ona hac farz olur.] Hac ve umre ibâdetleri, ayrı ayrı yapılabileceği gibi, hac ayları içerisinde, bunların ikisi birlikte de yapılabilir. Hac ayları girdikten sonra, hacdan önce umre yapılıp yapılmaması, yapılacaksa umre ve haccın aynı ihrâmla mı, yoksa ayrı ayrı ihrâmlarla mı yapılacağı durumuna göre üç türlü hac vardır: Bunlar ifrâd, temettü' ve kırân haclarıdır. Hanefî mezhebine göre, gücü yeten Müslümânlara, ömürlerinde bir defa olmak üzere, "Hac" ibâdeti farz, "Umre" ibâdeti ise sünnet-i müekkede(kuvvetli sünnet)'dir. [Mâlikî mezhebinde "Umre", gücü yeten Müslümânlara, ömürlerinde bir kerre "müekked sünnet"tir. Fakat Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, şartlarını taşıyanlara "Umre" de, hac gibi, ömürde bir kerre "farz"dır.] "Umre" ibâdetini, bütün şart ve rükünlerine, vâciplerine, sünnet ve müstehablarına, mendûp ve edeplerine riâyet ederek ve yasaklarından da kaçarak yapabilmek için, "Umre"ye gitmeden önce, uygun bir "Umre Rehberi"ni, dikkatli bir şekilde okumalı, yapılacak ve yapılmayacak işleri iyice öğrenmelidir. Şimdi bu "Giriş"ten sonra, bugünkü makâlemizde, "Umrenin Ta'rîfi ve Hükmü", "Fazîleti", "Farzları" ve "Vâcipleri" üzerinde kısa kısa duralım: TARİFİ?VE?HÜKMÜ "Umre", belli bir zamanı olmayıp, yukarıda zikrettiğimiz beş gün müstesnâ olmak üzere, hac aylarında da, hac ayları dışında da, bütün yıl boyunca, her zaman yapılabilen, niyet ve telbiye ile ihrâma girip tavâf ve sa'y yaptıktan sonra ihrâmdan çıkılmak sûretiyle îfâ edilen bir ibâdettir. Gücü yetenin ömreye gitmesi çok sevâbtır. Ömrenin fazîleti hakkında birçok hadîs-i şerîf vardır. Ba'zıları şunlardır: "Ömre, diğer ömreye kadar işlenen günâhlara keffârettir." [Buhârî] "Çok ömre yapan kimse, fakîrlikten kurtulmuş olur." [Tirmizî] "Bir kimse ömre yaparken yolda vefât ederse, o ömre sevâbı, kıyâmete kadar ona yazılır." [Ebû Ya'lâ] Ömrenin Farzları: 1-Niyet ve telbiye ile ihrâma girmek. 2-Beytullâhı tavâf etmek... Ömrenin Vâcibleri: 1-İhrâmlı olarak mîkâtı geçmek: Ya'nî mîkât yerinden evvel veya mîkât yerinde ihrâma girdikten sonra mîkâtı ihrâmlı olarak geçmek. 2-Tavâfı abdestsiz ve cünüb olarak yapmamak. 3-Tavâfta avret yeri açık olmamak. [Erkeklerin avret yerleri, diz kapağı ile göbekleri arasıdır.] 4-Tavâfta, Kâbe-i Muazzama, sol tarafta kalmak. 5-Tavâfı, "Altın Oluk"un altındaki "Hıcr-i İsmâîl"i çevreleyen "Hatîm" denilen yerin dışından yapmak. 6-Tavâfın ilk 4 şavtı, "Ömre"nin rüknüdür. Buna, vâcip olan 3 daha ilâve ederek 7 şavt yapmak. 7-Her tavâftan sonra, Mescid-i Harâm içinde iki rek'at namaz kılmak. 8-"Safâ" ve "Merve" tepeleri arasında sa'y etmek. Sa'ye Safâ'dan başlamak. 9-Sa'yı yürüyerek yapmak. İki yeşil direk arasında, erkekler hızlı giderler. 10-Başı tıraş etmek veya saçları kısaltmak. 11-Elbisenin temiz olması.
.16/03/2012
Medîne-i Münevvere'yi ziyâret
Umre konusuna, kaldığımız yerden devam ediyoruz efendim... İhrâmdan çıktıktan sonra Mekke-i Mükerreme'de istenildiği kadar nâfile tavâf yapılır. Nâfile sa'y yapılmaz. Ziyâret yerlerine gidilir... Mekke-i Mükerreme'den ayrılmadan önce, son bir def'a daha Ka'be-i Muazzama ziyâret edilir. Ka'be kapısının eşiği öpülür. Göğüs ve sağ yanak, Mültezem'e ya'nî Beytullâhın kapısı ile Hacer-i esved arasındaki yere sürülür. Kimseye eziyet vermeden Ka'be'nin perdesine yapışılıp gözyaşı içinde duâ edilir. Ağlayarak mescidin kapısından çıkılır. Medîne'ye Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizi ziyârete niyet ederek yolculuk başlar... *** Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurdular ki: "Kabrimi ziyâret edene, şefâatim vâcip oldu." [İbn-i Huzeyme, Bezzâr, Dârekutnî ve Taberânî] Diğer bir hadîs-i şerîfte de: "Kim, vefâtımdan sonra beni ziyâret ederse, beni hayâtta iken ziyâret etmiş gibidir" buyurulmuştur. Resûlullah Efendimizin "Kabr-i Şerîf"lerini ziyârete giden kimsenin, çok salevât-ı şerîfe getirmesi lâzımdır. Okunan bu salât ve selâmların Peygamber Efendimize ulaştırıldığı, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. 1- Önce bir salât ve selâm getirilir. Sonra: "Allahümme hâzâ haremü nebiyyike, fec'alhü vikâyeten lî mine'n-nâr ve emânen mine'l-azâb ve sûi'l-hısâb" denir. 2- Mümkünse şehre veya Mescid-i Nebevî'ye girmeden önce gusl abdesti alınır. 3- Güzel koku (esans) sürünülür. 4- Yeni, temiz elbise giyilir. Çünkü bunlar, ta'zîm ve hürmet ifâde ederler. 5- Medîne-i Münevvere'ye ve Mescid-i Nebî'ye mütevâzı, vakârlı ve sükûnet hâli ile girilir. *** Hücre-i seâdeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları lâzımdır. Gönlünde dünyâ düşünceleri bulunmamalıdır. Allahü teâlânın Habîbi olan Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûrunu ve derecesinin yüksekliğini düşünmelidirler. Dünyâ işleri ve dünyevî açıdan büyük kimselerle görüşüp fayda sağlama ve alış-veriş düşünceleri içinde yapılan duâları, Allahü teâlâ kabûl etmez, dileklerine kavuşamazlar. *** Hücre-i seâdeti ziyâret etmek şerefli bir ibâdettir. Buna inanmayanların, Müslümânlıktan çıkmalarından korkulur. Çünkü bunlar, Allahü teâlâya, Resûlüne ve bütün Müslümânların icmâına karşı gelmiş olurlar. "Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâh" dedikten sonra, İsrâ sûresinin 80. âyet-i kerîmesini okumalıdır; meâl-i âlîsi şöyledir: "(Ey Resûlüm!) De ki: "Rabbim! Beni dâhil edeceğin yere [gireceğim yere], hoşnutluk ve esenlikle dâhil et [dürüstlükle, doğrulukla girmemi sağla, takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzûr içinde koy]; çıkaracağın [çıkacağım] yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar [dürüstlükle, doğrulukla ve selâmetle çıkmamı sağla, nasip et]. Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver [benim için kendi katından yardım edici bir güç ver]." Onun akabinden, "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Vağfir lî zünûbî veftah lî ebvâbe rahmetike ve fadlike" diyerek, Mescid-i Nebevî'ye girmelidir. 1- Resûlullah Efendimizin minberinin yanında iki rek'at "Tehıyyetü'l-mescid namazı" kılmalı, minberin direği, sağ omuzuna gelecek şekilde durmalıdır. Sevgili Peygamberimiz, burada namaz kılardı. Burası, Peygamber Efendimizin kabr-i şerîfi ile minberi arasıdır. Hadîs-i şerîfte: "Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. [Onun için buraya 'Ravda-i mutahhera' denilir.] Minberim, havzım üzerindedir" buyurulmuştur. 2- Resûlullah'ın mübârek kabrini ziyâret etmeyi kendisine nasîb ettiğinden dolayı, Allahü teâlâya secdeye varmalı ve duâ etmelidir. 3- Peygamber Efendimizin kabr-i şerîfine, hücre-i seâdete gelmeli, arkasını kıbleye vererek Resûlullah'ın mübârek yüzüne karşı iki metre kadar uzakta edeble durmalıdır. Daha fazla yaklaşılmaz. 4- Huşû ve hudû üzere olmalı. Allahü teâlânın, Kur'ân-ı Kerîmde emrettiği şekilde, Resûlullah Efendimize, hayâtta imiş de, yüksek huzûrlarında bulunuyormuş gibi edeb üzere bulunmalıdır. Sekînet ve vakârı terk etmemelidir. 5- Elini, kabr-i şerîfin duvarlarına koymayıp, uzakta edeble ve hürmetle durmak, daha muvâfıktır. Namazda durur gibi durmalıdır. [Yarın da inşâallah, bu konuya devâm edelim.]
.17/03/2012
Sevgili Peygamberimizi ziyâret etme âdâbı
Resûlullah Efendimizi ziyâret konusuna bugün de devâm ediyoruz efendim: 6- Resûlullah Efendimizi ziyâret ederken, onun mübârek, latîf sûretini hayâline getirmeli, kendisini bildiğini, sözünü, selâmını ve duâlarını işittiğini düşünmeli ve cevap verdiğini, "âmîn" dediğini düşünmelidir. Nitekim Resûlullah Efendimiz: "Kim bana kabrimde salât okursa, onu işitirim" buyurdu. Yine hadîs-i şerîfte, Resûlullah Efendimizin kabr-i şerîflerinde bir melek vekîl bırakıldığı, o meleğin, ümmetinden selâm edenlerin selâmını kendisine ulaştırdığı bildirildi. 7- Sonra; "Es-selâmü aleyke yâ seyyidî yâ Resûlallâh! Es-selâmü aleyke yâ Nebiyyallâh! Es-selâmü aleyke yâ Safiyyallâh! Es-selâmü aleyke yâ Habîballah! Es-selâmü aleyke yâ Nebiyyerrahmeti! Es-selâmü aleyke yâ Şefîal-ümmeti! Es-selâmü aleyke yâ Hâtemen-nebiyyîn!" Allâhü teâlâ, sana en yüksek mükâfât ve karşılıkları ihsân eylesin. Ben şehâdet ederim ki, yakîn (ölüm) sana gelinceye kadar, sen Peygamberlik vazîfeni yaptın. Emâneti edâ ettin. Ümmetine nasîhat eyledin. Allâhü teâlâ, sana, Kıyâmet gününe kadar salât ve selâm eylesin. ŞEFÂAT YÂ RESÛLALLAH! "Yâ Resûlallâh! Bizler sana çok uzak yerlerden geldik. Senin kabr-i şerîfini ziyâret etmek, senin hakkını ödemek, senin yaptıklarını yerinde görmek, seni ziyâret ile bereketlenmek, senin, Allâhü teâlânın katında bize şefâatçı olmanı istemek için geldik. Çünkü hatâlarımız bellerimizi büktü. Günâhlarımız omuzlarımıza ağır geldi. Yâ Resûlallâh! Sen, hem şefâat eden ve hem de şefâatı kabûl olunansın. Makâm-ı Mahmûd senin için va'd edilmiştir... Bizler senin huzûruna geldik. Fakat bizler, nefislerimize zulmettik. Günâhlarımızın ınd-i İlâhî'de bağışlanmasını diliyoruz. Yâ Resûlallâh! Allâhü teâlânın katında bize şefâat eyle. Yâ Resûlallâh! Allâhü teâlâdan, bizim rûhumuzu, sünnetin üzere almasını, yarın kıyâmet gününde, senin ile berâber mahşer yerine gelenler arasına katmasını, senin havzına gelip, orada senin havzından içmeyi nasîb etmesini dile. Yâ Resûlallah! Senin şefâatini istiyoruz" diye duâ edilmelidir. 8- Sonra selâm gönderenlerin selâmını iletip: "Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Şu kimse, senin, Allâhü teâlânın katında, kendisine şefâatçı olmanı istiyor. Ona ve bütün Müslümânlara şefâat eyle" demeli ve dilediği kadar salevât okumalıdır. 9- Sonra yarım metre sağa, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) hazretlerinin mübârek başı hizâsına gelip; "Es-selâmü aleyke yâ halîfete Resûlillâh! Es-selâmü aleyke yâ refîkahû fil-esfâr! Es-selâmü aleyke yâ emînehû alel-esrâr!" Allahü teâlâ, bu ümmetin imâmı olarak sana, en yüksek mükâfât ve karşılığı lutfetsin. Sen, Resûlullâh'a en güzel şekilde halîfe oldun. En iyi şekilde O'nun yüce sünnetini ta'kîb ettin. Mürtedlerle (dînden dönenlerle) ve doğru yoldan ayrılmış olanlarla, muhârebe ettin. Dâimâ hakkı söyledin. Vefât edinceye kadar, hak yolda olanlara yardımcı oldun. Allâhü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun! Allah'ım! Rahmetinle, onun sevgisi üzere rûhumuzu al. Onu ziyâretimizi boşa çıkarma!" diye duâ etmelidir. 10- Sonra yine yarım metre sağa, Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) kabrinin hizâsına gelmeli ve; "Es-selâmü aleyke yâ Emîre'l-mü'minîn! Es-selâmü aleyke yâ Muzhire'l-İslâm! Es-selâmü aleyke yâ Müksire'l-esnâm!" "Allâhü teâlâ, sana en yüksek karşılık ve mükâfâtı versin. Hayâtta iken de, ölümünde de İslâma ve Müslümânlara yardım ettin. Yetîmlere kefîl oldun. Akrabâya iyilik yaptın. Müslümânlara; onların râzı oldukları, hem hidâyet üzere bulunan ve hem de insanları doğru yola ileten bir rehber oldun. Onların işlerini derleyip topladın. Fakîrlerini zengin yaptın, yaralarını sardın. Allâhü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!" demelidir. 11- Sonra her ikisine birden [ya'nî Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anhümâ)] hitâben; "Es-selâmü aleykümâ yâ dacîay resûlillah ve refîkayhi ve vezîreyhi ve müşîreyhi vel-muâvineyni lehû alel-kıyâmi fid-dîni vel-kâimeyni ba'dehû bi-mesâlihi'l-müslimîn!" demelidir. [Henüz konumuz bitmedi, ama bugünkü makâlemizde yerimiz kalmadı. İnşâallah mevzûumuzu öbür hafta tamâmlamaya çalışalım.]
.23/03/2012
Medîne ziyâretiyle ilgili birkaç kelime
Bildiğiniz üzere, Mart ayı başından bu yana [üç haftadan beri], Umre'den, Mekke-i mükerreme'den, Medîne-i münevvere'den bahsediyoruz. Ama konumuzu henüz bitiremedik. Bugün, 4. makâlemizde de, konuyla ilgili, birkaç kelime daha yazmak istiyoruz. En son olarak, Medîne-i münevvere'de, Mescid-i Nebevî'de, Peygamber Efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret ederken ne yapmak lâzım geldiğini 11 madde hâlinde belirtmiştik. Şimdi kaldığımız yerden devâm edelim: BÜTÜN MÜ'MİNLERE DUA 12- Sonra kendisine, ana-babasına, duâ isteyenlere ve bütün Müslümânlara duâ etmelidir. Bundan sonra, Resûlullâh Efendimizin mübârek yüzüne karşı durup: Ey Allâh'ım! "Biz, her peygamberi, ancak Allahü teâlânın emri ile (gönderildiği kavmi tarafından) kendisine itâat olunması için gönderdik. Onlar nefislerine zulmettikten sonra, gelirler, Allâhü teâlâdan af dilerler, Resûl(üm) de onlar için istiğfâr ederse, Allâhü teâlâyı elbette tevbeleri kabûl ve merhamet edici bulurlar" buyuruyorsun. (Nisâ sûresi, 64). "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden evvel îmân ile geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Îmân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Muhakkak ki Sen, çok şefkat ve merhamet sâhibisin!" meâlindeki Haşr sûresinin 10. âyet-i kerîmesi ile; "Rabbenağfir lenâ ve li-âbâinâ ve li-ümmehâtinâ ve li-ihvânine'llezîne sebekûnâ bil-îmâni", "Rabbenâ âtinâ..." ve "Sübhâne rabbike..." duâ ve âyet-i kerîmelerini okuyarak "Hücre-i Seâdet" ziyâretini tamamlamalıdır. 13- Sonra Resûlullâh'ın kabr-i şerîfi ile minberi arasında bulunan ve Ebû Lübâbe Hazretlerinin kendini bağlayarak tevbe ettiği direğe gelip, burada iki rek'at namaz kılmalı ve Allâhü teâlâya tevbe ve istiğfârda bulunmalıdır. Bunu müteâkıben dilediği duâları yapmalıdır. 14- Sonra kabr-i şerîfi ile minberi arasındaki "Ravda-i mutahhera"ya gelmelidir. Burası, kare şeklinde bir yerdir. Burada istediği kadar namaz kılmalı, duâ etmeli, tesbîhler okumalı, Allâhü teâlâya hamd ü senâlarda bulunmalıdır. 15- Sonra "Minber"e gelip, Resûlullâh'ın bereketinin kendisine ulaşması niyetiyle, Peygamber Efendimizin hutbe okurlarken mübârek elini üzerine koydukları yere elini koymalıdır. Bunun yanında iki rek'at namaz kılıp, Allâhü teâlâdan dilediklerini istemeli ve Allâhü teâlânın gadabından, rahmetine sığınmalıdır. 16- Sonra Hannâne direğine gelmelidir. Bu direk, Resûlullâh Efendimizin, hutbe okumak için, kendisini terk edip minbere geçtiğinden dolayı inleyen, sonra Resûlullâh'ın inip, kendisini kucaklaması üzerine sükûn bulan direktir. Sevgili Peygamberimiz tarafından oraya defnedilmiştir. Medîne-i münevvere'de kaldığı müddet içerisinde, gecelerini, Kur'ân-ı Kerîm okumakla, Allâhü teâlâyı zikretmek, minber ile kabrin yanında, gizli ve açıktan duâ yapmakla ve râbıta yapmakla meşgûl olmalıdır. BAKÎ' KABRİSTANINI ZİYARET Resûlullâh Efendimizi ziyâretten sonra, Bakî' Kabristânı'na gitmek, orayı da ziyâret etmek müstehabdır. Cennetü'l-Bakî'de Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Abbâs'ı (radıyallahü anh) ve orada bulunan Peygamberimizin torunu Hasen bin Alî'yi (radıyallahü anhümâ), Oniki İmâm hazerâtından İmâm Zeynelâbidîn'i, oğlu İmâm Muhammed Bâkır ve onun da oğlu İmâm Ca'fer-i Sâdık'ı (rahmetüllahi aleyhim), Emîrü'l-mü'minîn Hazret-i Osmân'ı (radıyallahü anh), Resûlullâh Efendimizin oğlu İbrâhîm'i (radıyallahü anh), Resûlullâh Efendimizin orada bulunan zevce-i mutahheralarını, halası Safiyye'yi (radıyallahü anhâ) ve daha birçok Sahâbe ve Tâbîin'den olan büyükleri (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) ziyâret etmelidir... Bakî' ziyâretinden sonra, Medîne-i münevvere'deki diğer kabirleri, bilhassa Seyyidü'ş-Şühedâ (şehîdlerin efendisi) Hazret-i Hamza'nın kabrini ve Uhud Şehîdlerini de ziyâret etmelidir. Perşembe günü, Uhud Şehîdlerini ziyâret etmek müstehabdır. Orada; "Selâmün aleyküm bimâ sabertüm. Fe-ni'me ukbe'd-dâr, Selâmün aleyküm yâ ehle dâri'l-kavmi'l-mü'minîn ve innâ inşâallâhü an karîbin biküm lâhıkûn" demelidir. Sonra "Âyete'l-kürsî" ve "İhlâs" sûresini okumalıdır...
.30/03/2012
İnsanların, rehberlere ihtiyaçları vardır
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, dînde inanılacak altı şeyden [Âmentü esâslarından] dördüncüsü, Allahü teâlânın "Peygamber"lerine inanmaktır. Peygamberlere îmân etmek, aralarında peygamberlik bakımından hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberler, insanları, Cenâb-ı Hakk'ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. PEYGAMBER NE DEMEKTİR? İslâmiyette, bir terim olarak "Peygamber" demek, "yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamânında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zât" demektir. "Peygamber"in hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur. Çünkü Peygamberlerde "ismet" sıfatı vardır. Yâni Peygamber olduğu bildirilmeden önce ve bildirildikten sonra, küçük ve büyük hiçbir günâh işlemezler. İstisnâsız bütün Peygamberler böyledir. Peygamberlerin her söylediği doğrudur. Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez [ya'nî ilmî terimiyle "kesbî" değildir]. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesiyle olur [ya'nî "vehbî"dir]. Peygamberlerin her söyledikleri doğrudur. Onlardan birine bile inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış, hepsini inkâr etmiş olur. Meselâ son Peygamber Muhammed aleyhisselâma inanmayan bir kimse, bütün peygamberleri inkâr eden kimse ile aynı durumdadır. Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmelerini istemişlerdir. Fakat ibâdet ve amelleri, ya'nî kalple, bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri farklıdır... Dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarından, kilometre taşlarından biri, "İki Cihân Güneşi Hazret-i Muhammed (Aleyhisselâm)"ın dünyâyı teşrîfleridir. Yüce Allah, Muhammed aleyhisselâmı, son peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiştir. Bu münâsebetle, burada, son devir ulemâsının büyüklerinden ve Sevgili Peygamberimizin torunlarından olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin (rahmetullahi aleyh), Peygamberimizin üstünlüğünü anlatan bir sözünü nakledelim: "Her Peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamânda, her memlekette, ya'nî dünyâ yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan O'nun üstünde değildir. Bu, güç bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, O'nu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın O'nu medhedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın da, O'nu tenkîd edecek iktidârı yoktur." ÖRNEK İNSAN Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl ya'nî örnek insan, ideal eğitimci, bundan 14 asır evvel, tek başına teblîgâta başlayarak 23 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında, târihin bir benzerini görmediği ve kıyâmete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insânın meydâna gelmesine vesîle olan, asr-ı saâdetin mi'mârı sevgili Peygamberimizdir... Eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün vatandaşlarının ana hedefi bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir. Tabîî ki eğitimin "örgün" olanı bulunduğu gibi, "yaygın" olanı da vardır. Haddizâtında, târih boyunca insanlar, Allah'ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat bir hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır. Bugün de, bozuk inanışlara, kötü işlere, dînî yönden harâmlara, kânûnî yönden suçlara sapmamak aslında bir yiğitliktir.
.31/03/2012
İnsanları ıslâh etmek için çalışmak
"Kınalızâde Alî Efendi" isimli ahlâk âliminin "Ahlâk-ı Alâî" isimli kitâbında ifâde ettiğine göre, "insan" denen şerefli varlık, "medenî" olarak yaratılmıştır. Ya'nî insanlar topluluk hâlinde, yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimselerdir. Hayvânlarla insanlar arasında çok büyük farklar vardır. Meselâ hayvânlar medenî yaratılmamışlardır; şehirlerde birlikte yaşamaya mecbûr değildirler. Ama insanlar, nâzik, zayıf yaratıldıkları için, pişmemiş yemek yiyemezler. Gıdâ, elbise ve binânın kendileri için hâzırlanması lâzımdır. Ya'nî san'atlara ihtiyâçları vardır. İnsanların, Allahü teâlâya karşı, kalple inanmaları ve bedenle yapmaları lâzım olan şükür borçları, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından açıkça bildirilmiştir. Allahü teâlâya şükür, ancak O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Allahü teâlâ, bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir... EBEDÎ SAADET İÇİN Akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabûl edilen çok açık bir husûstur ki, Allahü teâlâ, kullarına, râzî olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman "Peygamberler" göndermiştir. Yüce Allah'ın, Hazret-i Âdem'den i'tibâren, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için, muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere, pek çok "Peygamber" göndermesi, bunlardan bazılarına da, "Kitap"lar ve "Sahîfe"ler indirmesi, kullarına gönderdiği ni'metlerinin en büyüğüdür... Peygamberimizin Peygamberliği bildirilmeden önceki zamana "Câhiliye Dönemi" denilmektedir. Fahr-i kâinât Efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, ma'nevî yönden müthiş bir zulmet (karanlık) içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudûtsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlâ'nın gönderdiği dînler unutulmuş, İlâhî hükümlerin yerini, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler almıştı. Sâdece insanlar değil, bütün mahlûklar, zâlim insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Zulüm son haddine varmış, ahlâksızlık iftihâr vesilesi sayılıyordu. Sevgili Peygamberimizin gençlik yıllarında, bütün âlemdeki insanlar gibi Araplar da, böyle alabildiğine bir câhiliyetin içine düşmüşlerdi. Puta tapmak, içki, kumar, zinâ, fâiz ve daha birçok çirkin iş, aralarında yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm, onların bu bozuk hâllerinden son derece nefret eder ve kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu. Bütün Mekke halkı, O'nun bu hâlini görür ve hayret ederlerdi. Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, kendisine peygamberliği bildirilmeden önce de, güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün hâlleriyle sevilmiştir. İnsanlar, bu hasletleri sebebiyle O'na hayrân olmuşlardır. Mekke halkı, O'nda gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı, kendisine "el-Emîn", ya'nî "her zaman güvenilen kimse" lakabını verdiler. Böylece gençliğinde bu isimle meşhûr oldu... Netîce i'tibâriyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi. Peygamberimiz, böyle bir durumda bulunan insanlardan "Asr-ı Seâdet" meydâna getirmiştir. KULDAN İSTENEN NEDİR? Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu "Peygamber"leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, ya'nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır
.6/04/2012
İyi bir insan nasıl olur -1-
Hemen makâlemizin başında belirtelim ki, iyi bir insan olmak için evvelâ kâmil [ya'nî olgun] bir Müslümân olmak gerekir. Zâten Müslümân kimse, iyi insan demektir. Müslümânların, mü'minlerin bütün vasıfları, Kur'ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da mufassalan zikredilmiştir, bütün detaylarıyla anlatılmıştır. Biz bugünkü makâlemizde bazı âyet-i kerîmelere temâs etmek, yarınki makâlemizde de inşâaallah bazı hadîs-i şerîfleri ve bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerini zikretmek istiyoruz... MÜ'MİN ÇOK KIYMETLİDİR... Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, mü'minleri, inananları şöyle ta'rîf buyurmaktadır: "Rahmân olan Allahü teâlânın kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile vakâr ve tevâzu ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olursa, bunlara [sağlık ve selâmet sizin üzerinize olsun gibi] güzel söz söyler, [büyük bir yumuşaklık gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [namaz kılarlar.] Onlar: 'Yâ Rabbî, Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Cehennem azâbı devâmlıdır ve çok şiddetlidir. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır' derler. Bir şey verdikleri zaman, isrâf etmez, cimrilik de yapmazlar, ikisi ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yemez, Allah'a şerîk koşmaz, O'ndan başkasına yalvarmazlar. Allah'ın dokunulmasını harâm ettiği câna kıyıp, haksız olarak kimseyi öldürmez, zinâ etmezler. Bunlardan birini yapanın, Kıyâmette azâbı kat kat olur, orada zelîl ve hakîr olarak ebedî bırakılır. Ancak Allah, tevbe eden ve doğru îmân eden, ibâdet ve faydalı iş yapanların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah, afv ve merhamet sâhibidir. Tevbe edip amel-i sâlih işleyen, Allahü teâlâya [tevbesi makbûl ve O'nun rızâsına kavuşmuş olarak] döner. Onlar yalan yere şâhitlik yapmaz, faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zaman, kör ve sağır davranmazlar, [dikkat ile dinleyip bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen şeyleri yaparlar.]" [Furkân, 63-73] Mü'minler, Allah indinde çok kıymetlidirler. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Mü'minler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, Allah'ın âyetleri okununca, îmânları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı doğru kılar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden [Allah'ın râzî olduğu yerlere] harcarlar.) [Enfâl, 2-3] "Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızâsını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar." [Ra'd, 20-22] "Büyük günâhlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusûrları bağışlar ve işlerini aralarında istişâre ederler." [Şûrâ, 37-38] "Elbette mü'minler kardeştirler." [Hucurât, 10] ALLAH'TAN KORKAN MÜSLÜMAN Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden çıkan netîceleri özetleyecek olursak, Allah'tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Yaptığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar... Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez, kibirlenmez. Allahü teâlânın her ân kendisini gördüğünü ve yaptıklarını, hattâ kalbinden geçenleri bile bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. O'nun emirlerine sarılır, yasaklarından kaçar. Allah'tan korkanlar kendilerine, âilelerine, milletlerine, ülkelerine ve devletlerine faydalı olurlar. Hattâ bunların bütün Müslümânlara ve tüm insanlara faydaları dokunur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Mü'minlerin birbirlerini sevme, merhamet ve şefkatteki misâli, bir beden misâlidir. Ondan bir uzuv râhatsız olursa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve harârette ona iştirâk ederler." [Buhârî] Ya'nî mü'minler, birbirine karşı sevgi ve merhamette, bir vücut gibi olmalıdırlar. Nasıl ki, vücûdun bir yeri râhatsız olunca, bütün vücut huzûrsuz olup onun tedâvîsi ile meşgûl olunduğu gibi, Müslümânlar da böyle birbirine yardıma koşmalıdırlar...
.7/04/2012
İyi bir insan nasıl olur -2-
Hâtırlayacağınız üzere, dünkü makâlemizde, mü'minlerin vasıflarıyla ilgili olarak bazı âyet-i kerîme meâlleri zikretmiştik. Bugün de inşâallah bazı hadîs-i şerîflere ve bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerine temâs etmek istiyoruz. Mü'minlerle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir: "Komşusu kötülüğünden emîn olmayan kimse, [kâmil] mü'min olamaz." [Buhârî] "Mü'min la'net etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz." [Hâkim] "Mü'min geçim ehlidir, arkadaşına râhatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir." [Dârekutnî] "Halkın elindekine göz dikmemek, mü'minin alâmetlerindendir." [Dârekutnî] MÜ'MİN İYİ GEÇİNİR... "Mü'min ülfet eder [iyi geçinir, uzlaşır, anlaşır], kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyende hayır yoktur." [Beyhekî] "Mü'min arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir." [Beyhekî] "Mü'min, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır." [Taberânî] "Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, istediğini başkaları için de sev, iste ki [tâm, kâmil] Müslümân olasın." [Harâitî] Kime, dînin emirlerini yapmak kolay gelirse, onun sâlih bir kimse olduğu anlaşılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Âhirete âit istediğine kolayca kavuşur, dünyâya ait olana kavuşman zorlaşırsa, bil ki sen iyi bir hâl üzerindesin. Bunun tersi olursa kötü hâldesin." [Beyhekî] Bazı İslâm büyükleri buyuruyorlar ki: Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden sonra, şimdi de bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerine temâs etmekte fayda görüyoruz [Burada, özellikle doğruluk ve yalan konusunda olan sözler seçilmiştir]: "Oğlum, yalandan sakın, o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimse kurtulur." (Lokmân Hakîm) "Doğruluk emânettir. Yalancılık hıyânettir." (Hazret-i Ebû Bekir) "Allah indinde en büyük hatâ, yalan konuşmaktır." (Hazret-i Alî) "Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü onlar, yalanla îmânın bir arada bulunamayacağını bilirlerdi." (Hazret-i Âişe) "Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşur." (Mâlik bin Dînâr) "İstikâmet [her işte dâimî doğruluk], kerâmetten üstündür." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) Seyyid Abdülkadir Geylânî hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esâs aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye soranlara buyurdu ki: "Temeli doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti." KÖTÜLÜKLERİN ESASI: YALAN Bütün kötülüklerin esâsı yalandır. Peygamber Efendimizin en sevmediği huydur. Yalan söylemek harâmdır; ancak bazı yerlerde câiz olur. Harpte, iki Müslümânı barıştırmak için yalan söylemeye ruhsat vardır. Ayrıca, hanımı ile iyi geçinmek için, gerektiğinde hilâf-ı hakîkat konuşmak da tecvîz edilmiştir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Yalan üç yerde câizdir: Harpte, zîrâ harp, hiledir. İki Müslümânı barıştırmak için, birinden diğerine iyi söz getirmek. Hanımını idâre etmek için." [İbn-i Lâl] Büyükler yalan söylemek icap ettiği yerde bile, sözün ma'nâsını değiştirerek, doğru söylemeyi tercîh etmişlerdir. Muâz bin Cebel hazretleri, vazîfesinden dönünce, hanımı: "Bu kadar çalıştın, zekât topladın, bize ne getirdin?" dedi. O da, "Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim" dedi. O, Allahü teâlâyı kasdetti. Hanımı ise, Hazret-i Ömer'in onu kontrol eden birini gönderdiğini sandı. Hanımı kızarak, Hazret-i Ömer'in evine gidip "Muâz, Resûlullahın ve Ebû Bekr-i Sıddîk'ın yanında emîn idi. Siz, niçin onun peşine adam takıyorsunuz?" dedi. Hazret-i Ömer, konuyu bir araştıralım dedi. Hazret-i Muâz'dan işin aslını öğrenince güldü ve hanımına vermesi için ona bir miktar hediye verdi.
.13/04/2012
"Engelli"lerle ilgili birkaç kelime -1-
M.Ü. İlâhiyat Fakültesi", "Türkiye Otistiklere Destek ve Eğitim Vakfı" ve "Sultânbeyli Belediye Başkanlığı"nın organizasyonuyla, 05-06 Nisan 2012 tarihlerinde [ilk gün Sultânbeyli Belediyesi Kültür Merkezi'nde, 2. gün ise Üsküdar Belediyesi Altunizade Kültür Merkezi'nde olmak üzere], 2 gün devâm eden "Dîn, Bilim ve Felsefe Işığında, Engelli Olmak ve Sorunları Sempozyumu" yapıldı. Biz de, 1. gün IV. Oturumda, "İslâmda, Engellilerle İlgili Bazı Hükümlerin Değerlendirilmesi" başlıklı bir teblîğ sunduk; V. Oturumda ise "Oturum Başkanlığı" yaptık. Kapanışta da "Değerlendirme" konuşması yapan 5 akademisyenden biri olduk. Bilindiği üzere, "Engelli kişi": Özürlüler hakkında hâzırlanan kânûn tasarısında da [kânûnlarda, beyânnâmelerde ve diğer bazı hukûkî düzenlemelerde de], "Doğuştan veya sonradan, herhangi bir hastalık veya kazâ sonucu, bedensel, zihinsel, rûhsal, sosyal, duyusal ve duygusal yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal hayata uyum sağlama ve günlük ihtiyaçlarını karşılamada güçlükleri olan bireydir" şeklinde ta'rîf edilmektedir. DÜNYADA VE TÜRKİYE'DE... Dünyâ nüfûsunun yüzde 10'u, Türkiye nüfûsunun ise, yüzde 12'si özürlüdür. Ya'nî ülkemizde çeşitli özürleri olan yaklaşık 7.5 milyon vatandaşımız bulunmaktadır. 7.5 milyon özürlü vatandaşımızın 2 milyon 230 bini konuşma özürlü, bir milyon 274 bin 900'ü eğitilebilir zekâ geriliğine sâhip, 127 bini görme özürlü, 382 bini işitme özürlü, 892 bini de ortopedik özürlü olup 637 bininin ise sürekli hastalığı var. İslâm dîninin korunmasını emrettiği ve bu konuda çeşitli tedbîrler aldığı beş şeyden [dîn, akıl, cân, nesil ve mal] birisi de sağlıklı yaşama hakkıdır. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah'tan afv ve âfiyet [sağlık] dileyin, çünkü bir kimseye îmândan sonra, sağlıktan daha hayırlı bir şey verilmemiştir." [Tirmizî, Ahmed İbni Hanbel] Şimdi, bu mukaddimeden sonra, bazı husûsları maddeler hâlinde ele alalım: 1- Engelli vatandaşlarımız da, aynen sağlam vatandaşlarımız gibi, en küçük bir ayırım olmaksızın, cemiyetimizin çok değerli birer parçasıdırlar. Çünkü hiçbir çocuk, anne ve babasını, doğum yer ve zamanını, sağlam veya özürlü olma durumunu seçme hakkına sâhip değildir. 2- Engelli kardeşlerimizin bir kısmı doğuştan; bir kısmı sonradan meydâna gelen ve kendi taksîri bulunmayan trafik ve iş kazâlarıyla; diğer bir kısmı yangın, sel, zelzele (deprem) gibi tabîî âfetlerle; yine bir kısmı hastalık ve yaşlılık gibi sebeplerle, bir kısmı da cân, mâl, ırz ve nâmûslarını korurken ve vatan müdâfaası sırasında, o hâle düşebilmektedirler. 3- İnsanlar, hayâtları boyunca, müsbet (olumlu) veya menfî (olumsuz), hoşuna giden ve gitmeyen, çeşitli durumlara muhâtap olabilmektedirler. Engellilik de bunlardan biri olup insanların hayâtlarını olumsuz yönde etkileyen bir durumdur. İster zihnî, ister bedenî, hangi cinsten olursa olsun engellilik, şüphe yok ki, günlük hayâtı altüst eden, hayâtı zorlaştıran, sıkıntı ve kaygı meydâna getiren, ızdırâp veren, zaman zaman insanı çâresizliğe sürükleyebilen bir durumdur. 4- Bunların çoğunda, engellilerin kendilerinin hiçbir suçu yoktur. Bu bakımdan cemiyetimiz içerisinde, hiçbir kimsenin onlara, en küçük bir yan gözle bakmaya hakları yoktur. Zâten her sağlam kimse de, potansiyel bir engelli adayıdır. Hepimizin başına her ân herhangi bir engellilik gelebilir. 5- Güzel ülkemizde, 1903-1998 yılları arasında 77 büyük deprem olmuştur. Bu depremlerde 63.716 kişi ölmüş ve 396.880 binâ hasâr görmüştür. Bunlarda, on binlerce insan sakat kalmış, özürlü duruma düşmüştür. Türkiye'nin % 96'sı deprem riski taşımaktadır. Bugün veya yarın yahut da ileride herhangi bir günde deprem olmayacağını kim garanti edebilir? O hâlde işlerimizi, ecdâdımız gibi [ve bugünkü ba'zı modern ülkeler gibi] sağlam yapmak mecburiyetindeyiz. Gerekli tedbîrlerimizi aldıktan sonra, Allahü teâlâya tevekkül etmeliyiz. [İnşâallah yarın, konumuzla ilgili birkaç cümle daha yazalım.]
.14/04/2012
"Engelli"lerle ilgili birkaç kelime -2-
Evvelâ ifâde edelim ki İslâm dîni; dil, ırk, milliyet, siyâsî inanç ve tahsîl seviyesi ayırmaksızın, sağlam veya engelli olduğuna bakmaksızın, her insanın şeref ve i'tibârına hürmet edilmesini emreder. Hadîs-i şerîfte de: "Allah, sizin sûretlerinize [dış görünüşlerinize] ve mallarınıza bakmaz [onlara önem vermez], fakat kalplerinize ve niyyetlerinize [diğer bir rivâyette amellerinize] bakar" buyurulmuştur... İslâmiyet nazarında, herkes aynı haklara, aynı i'tibâra sâhiptir. Dînimiz, sâdece ferdin, muayyen bir topluluğun, hattâ yalnız Müslümânların değil, bütün insanlığın, hür ve medenî bir hayât seviyesine ulaşmasını emreder. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: "Kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemeyen kâmil mü'min olamaz." [Buhârî] "Allah indinde en makbûl amel, bir mü'mini sevindirmek, kederini gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır." [Beyhekî] YÜKSEK HASLETLER... Binâenaleyh, her Müslümân, diğer Müslümân kardeşlerini, en az kendisi kadar düşünmek mecbûriyetindedir. Müslümân, kendisine yapılmasını uygun görmediği şeylerin başkalarına da yapılmamasını istemek durumundadır. Bu hadîslerde zikredilen prensipler, çok yüksek hasletlerdir. Bundan dolayı, Marcel A. Boisard isimli Fransız yazar, "L'Humanisma de l'Islam" adlı eserinde: "...Târihte ilk defâ insana ahlâkî, hukûkî, rûhî, siyâsî ve sosyal değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydâna getiren İslâmdır..." demektedir... Allahü teâlâ tarafından Kur'ân-ı kerîmde ve yine Peygamber Efendimiz tarafından defalarca medhedilen Eshâb-ı kirâm arasında, doğuştan a'mâ olan veya gözlerini bir hastalık yahut da savaşta yaralanma sonucu sonradan kaybeden bir haylî sahâbî vardır: Bunlar arasında Abbas b. Abdilmuttalib, Abdullah b. Cahş, Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah İbn-i Ümmi Mektûm, Berâ b. Âzib, Câbir b. Abdillah, [Hz. Ebû Bekr'in babası] Ebû Kuhâfe, Ebû Sufyân, Ka'b b. Mâlik, Hassân b. Sâbit, Itbân b. Mâlik, Mâlik b. Rebîa, Sa'd b. Ebî Vakkâs ve hanımlardan [Abdullah İbnü'z-Zübeyr'in annesi] Esmâ zikredilmektedir. Hazret-i Peygamberin amcazâdesi, "tercümânü'l-Kur'ân=Kur'ân'ın tercümânı" ve "bahru'l-ilim=İlim deryâsı, okyânûsu" gibi sıfatlarla anılan Abdullah İbn-i Abbâs'ın, son zamanlarda a'mâ (görme engelli) olduğu bilinmektedir. Kitaplarda, genç yaşına rağmen, akıl, kâbiliyet, tecrübe ve bilgi sâhibi olan, Yemen gibi mühim bir bölgeye vâlî ta'yîn edilen Muâz b. Cebel'in (ö. 17/638) ortopedik engelli (topal) olduğu kaydediliyor. Yine Sahâbeden Mücâlid b. Mes'ûd es-Sülemî ile Amr İbnü'l-Cemûh'un da yürüme engelli [topal] oldukları kitaplarda yazılıdır... GÜÇLERİ NİSBETİNDE!.. İslâmiyet, insanları ancak güçleri nisbetinde sorumlu tuttuğu için, görme özürlü insanlar, dînî görevlerle ilgili olarak, ancak güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu olurlar. Allah yolunda cihâd yapma, savaşa katılma ile ilgili olarak, "Hastaya güçlük yoktur; a'mâya güçlük yoktur; topala güçlük yoktur" [Nûr, 61; Fetih, 17] buyurulmaktadır. Bu âyet, görme özürlülerin de, ortopedik özürlülerin de savaşa katılma zorunluluklarının olmadığını ifâde etmektedir. "Mü'minlerden özür sâhibi olmaksızın (cihâddan geri kalıp) oturanlar ile Allah yolunda mâllarıyla ve cânlarıyla cihâd edenler eşit olmazlar" [Nisâ, 95] meâlindeki âyette; zihnî ve bedenî her türlü özür sâhibi olanların ve hastaların savaşa katılmayabilecekleri bildirilmektedir. Bu âyetteki "özür sâhibi olmaksızın" cümlesi, görme özürlü Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm'un "ben a'mâyım" diye şikâyette bulunması üzerine inmiştir. Peygamberimiz, özürlülere devlet başkanına vekâlet, vâlîlik, imâmlık ve müezzinlik gibi önemli görevler vermiş, böylece özürlülerin yapabilecekleri işlerde istihdâmı ve üretken hâle getirilmesi, isti'dât ve kâbiliyetlerinin, yeteneklerinin âtıl bırakılmaması ve onlar için iş sâhaları açılması konularında, günümüze dahî önemli mesajlar vermiştir. [Daha sonra, inşâallah, bu konuya tekrâr temâs etmeyi arzû ediyoruz.]
.20/04/2012
Güzel ahlâkın önemi -1-
Sevgili Peygamberimiz, güzel ahlâkla alâkalı olarak çeşitli hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki: "Söz veriyorum ki, münâkaşa etmeyen, haklı olsa da, dili ile kimseyi incitmeyen, şaka ile veya yanındakileri güldürmek için, yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslümân Cennete girecektir." [Tirmizî] "Şu üç şey bulunan kimsenin îmânı kâmildir: Herkesle iyi geçinen güzel ahlâk, kendini harâmlardan alıkoyan vera', cehlini örten hilm (yumuşaklık)" [Nesâî] "Dünyâda veya âhirette özür dilemek zorunda kalacağın söz ve hareketten uzak durmaya çalış." [Hâkim] "Ben, şu altı şeyi yapan kimsenin, Cennete girmesine kefîlim: Konuşunca doğru söyleyen, verdiği sözü yerine getiren, emânete riâyet eden, nâmûsunu koruyan, gözlerini harâmdan sakınan, ellerini kötülükten çeken." [İmâm Ahmed] "Bir Müslümân güzel ahlâkı sayesinde, gündüzleri oruç tutan, geceleri ibâdet eden kimselerin derecesine kavuşur." [İmâm Ahmed] "DİKKAT EDİNİZ!.." "Cehenneme girmesi harâm olan ve Cehennemin de onu yakması harâm olan kimseyi bildiriyorum: Dikkat ediniz! Bu kimse insanlara kolaylık, yumuşaklık gösterendir." [İmâm Ahmed] "Bir kimse tevbe ederse, tevbesini Allahü teâlâ kabûl eder. Kötü ahlâklı kimsenin tevbesi makbûl olmaz. Zîrâ bir günâhtan tevbe ederse kötü ahlâkı sebebiyle, daha büyük günâh işler." [Taberânî] "İnsan, güzel huyu ile, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. [Ama nâfile] ibâdetlerle bu derecelere kavuşamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağısına sürükler." [Taberânî] "Allahü teâlâ [hadîs-i kudsîde] buyuruyor ki: "Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım, [bu dîni kabûl edip, bu dînin emir ve yasaklarına riâyet edenlerden râzî olur, onları severim.] Bu dînin tamâm olması, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin tamâm olduğunu her gün, bu ikisi ile belli ediniz!) [Taberânî] "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak da, günâhları eritir, yok eder. Sirke balı bozup yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak da, ibâdetleri bozup yok eder." [Taberânî] "Hak teâlâ, yumuşak huyluya yardım eder, sert ve öfkeliye yardım etmez." [Taberânî] "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." [Beyhekî] "Güzel ahlâk, senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir." [Beyhekî] "Dîn, güzel ahlâktır." [Deylemî] "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahü teâlânın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci olmak, şeytânın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağırbaşlı olmaktır." [Ebû Ya'lâ] "Allahü teâlâ indinde kötü ahlâktan daha büyük günâh yoktur. Çünkü, kötü ahlâklı bir günâhtan tevbe edip kurtulursa, bir başka günâha düşer. Hiçbir vakit günâhtan kurtulamaz.) [İsfehânî] "Kızınca, öfkesini yenerek yumuşak davrananı Allahü teâlâ sever." [İsfehânî] GÜZEL SÖZLER... Ahlâk hakkında bazı İslam âlimlerinin bir kısım güzel sözleri: "Kötü ahlâklı, parçalanmış testiye benzer. Ne yamanır, ne de eskisi gibi çamur olur." "Her binânın bir temeli vardır. İslâm'ın temeli de güzel ahlâktır." "Yükselen bütün insanlar, ancak güzel ahlâkları sâyesinde yükselmişlerdir." "Güzel ahlâk güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir." "Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatlere katlanmaktır." "Güzel ahlâk, genişlikte ve darlıkta insanları râzı etmeye çalışmak demektir." "Güzel ahlâkın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır." "Güzel ahlâk, harâmlardan kaçıp helâli aramak, diğer insanlarla olduğu gibi âile efrâdıyla da iyi geçinip onların maîşetlerini te'mîn etmektir." "Güzel ahlâk, Yaratanı düşünerek, yaratılanları hoş görmek, onların eziyetlerine sabretmektir."
.27/04/2012
Kendisini sevdirmenin yolu nedir?
Sevilmenin yolu, sevmesini bilmekten geçer. Başka bir ta'bîrle, iyi insan, herkes tarafından sevilir. Dînimizin bildirdiği esâslara uyan Müslümân iyi insan demektir. Hemen herkes, kendisiyle ilgilenilmesini, kendisinden, işlerinden bahsedilmesini ister. Çok kimsenin bir dakîkalık telefon konuşmasında, 5-10 defa "Ben" dediği tesbît edilmiştir. Çok kimseyi, hükûmet kurulmasından çok, kendi mes'elesi ilgilendirir. Başkasına yaklaşabilmek için onun sevdiği, ilgilendiği konuları bilmek gerekir. Hemen her insan, en az bir bakımdan kendini çok insandan üstün görür. "Ben bakan olsam, ben başbakan olsam şöyle yaparım" dediği görülür. Belki böyle konuşan kimselerin çoğunun müdür olacak kâbiliyeti bile yoktur. Çünkü insanın nefsi, dâimâ yükselmeyi, şef olmayı, başkalarının kendisine tâbi olmasını ister. Bu, nefsin arzûsudur. Herkeste de nefis olduğunu düşünerek, ona göre hareket edilirse, çetin mes'eleleri çözmek zor olmaz. Bir kimsenin sevdikleri, kendini beğenip takdîr edenlerdir. O hâlde sevilmek için başkalarını takdîr edip sevmek gerekir. İnsanın nefsi takdîrden hoşlanır, tenkîdden hoşlanmaz. Tenkit, düşmânlığa yol açar. GÜZEL AHLÂK NEDİR? Başkalarının bize nasıl muâmele etmelerini istiyorsak, biz de onlara aynı şekilde davranmalıyız! Meselâ gülerek karşılanmayı, bir çay, bir kahve ikrâm etmelerini istiyorsak, biz de başkalarını güler yüzle karşılamalıyız, onlara gerekli ikrâmlarda bulunmalıyız! Sevilmek, takdîr kazanmak için, herkese samîmî bir alâka göstermek, gülümseyerek selâm vermek, hâl ve hâtırını sormak gerekir. Yapmacık hareketlerden de kaçınmalıdır! Yapmacık hareketler, fayda yerine çok zaman zarar verir. Kendimize "Samîmiyetsiz" dedirtmemeliyiz. Samîmî olmaya kendimizi alıştırmalıyız. Meselâ birisi bizi telefonla aramış ve kendinin kim olduğunu bildirmemişse, "İnsan önce kendini tanıtır" diyerek tenkitle söze başlamamalıdır. "Buyurun efendim, kiminle müşerref oluyorum" diyerek karşımızdakinin kendisini takdîm etmesine fırsat vermelidir. Daha sonra, "Efendim, size yardımcı olmak benim için bir şereftir" dersek, karşımızdakinin kalbini fethetmeye giden yolu keşfetmişiz demektir. Kendini sevdirmenin yolu, iyi insan olmaktır. İyi insan da güzel ahlâklı olandır. Güzel ahlâk nedir? Güzel ahlâkla ilgili hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir: "Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrûm edenlere [kendine bir şey vermeyenlere] ihsân etmek, güzel huylu olmaktır." [İ. Süyûtî] "İyi huyları tamâmlamak, yerleştirmek için gönderildim." [Hâkim] "Sûreti ve huyu güzel olanı Cehennem ateşi yakmaz." [Taberânî] "Kıyâmette, terâzîde güzel ahlâktan daha ağır gelen başka şey yoktur." [Tirmizî] Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve fazîletlidir. Peygamber Efendimize olgunluğun alâmeti sorulduğunda, "Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî) Sadâkat [doğruluk] hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "En güzel amel doğruluk, en çirkini de yalancılıktır." "Dünyâda doğru insan görmedim diyen; eğer kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu." "İslâm dîni, üç temel üzerindedir. Bunlar; hak, sadâkat ve adâlettir." "DOĞRUYU ARAYINIZ!" Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizâm ve intizâmı doğruluk iledir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Şüphelilerden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükûn ve huzûrdur." [Tirmizî] "Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz de, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selâmet vardır." [İbn-i Ebid-dünyâ] "Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstûr edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur." [Buhârî] "Kıyâmette fâsık-sâlih herkes pişmân olacaktır. Fâsıklar fıskı bırakıp doğruluk ve takvâ üzere bulunmadıklarına, sâlihler ise daha çok ibâdet etmediklerine pişmân olacaklardır." [Ferâidü'l-fevâid]
.25/05/2012
"Bir fincan kahvenin, kırk yıl hâtırı vardır"
İnsanların Allahü teâlâya karşı, kalple inanmaları ve bedenle yapmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından bildirilmiştir. Allahü teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir. Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O'nun yoluna "İslâmiyet" denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye de "Müslümân" denir. Allahü teâlâya, O'nun emrettiği gibi şükretmeye, ya'nî Muhammed aleyhisselâma uymaya "ibâdet etmek" denir. Sâhip olduğumuz nâ-mütenâhî (sayılamıyacak kadar çok) ni'metten dolayı her ân, Allahü teâlâ'ya şükretmemiz gerekir. Bir fincân acı kahvenin bile, 40 yıllık hâtırı olursa, Cenâb-ı Hakk'ın bizlere lutfettiği sonsuz ni'metlere ne kadar şükretmek lâzımdır? Bunlara kuşbakışı bir göz atalım: İBÂDET NEDİR? Allahü teâlâ'nın, bizleri insan olarak yaratması, akıl vermesi, vücut uzuvlarımızı lutfetmesi, ahsen-i takvîm üzere [en güzel sûrette] halketmesi, sıhhat ve âfiyet üzere yaşatması, muhtaç olduğumuz her ni'meti ihsân etmesi; dünyânın en güzel ülkelerinden biri olan Müslümân bir memlekette, Müslümân anne ve babalardan Müslümân olarak yaratması, Ehl-i Sünnet i'tikâdında kılması, eşler, çocuklar vermesi, ilim lutfetmesi, mal-mülk vermesi... Daha pek çok ni'met sayılabilir. Atalarımız: "Bir fincân acı kahvenin, kırk yıl hâtırı vardır" demişlerdir. Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksad, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'inde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen: "İnsanları ve cinnîleri, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Sözlük ma'nâsı itibâriyle "kulluk etmek, tapmak, tapınmak" demek olan "ibâdet", bir ıstılâh ya'nî İslâmî bir terim olarak, "bütün varlıkları yaratan Allahü teâlâya karşı saygı göstermek, O'nun emir ve yasaklarına uymak" ma'nâsına gelir. Bilindiği gibi, ibâdetler üç nevidir: a- Beden ile [namaz ve oruç gibi], b- Mal ile [zekât, sadaka-i fıtır ve kurbân gibi], c- Hem beden, hem de mâl ile olan [hac ve umre gibi] ibâdetlerdir. "İbâdet", Allahü teâlânın râzî olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzî olduğunu bilmeye bağlıdır. Bir Müslümân, Allahü teâlânın harâm, yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınca ve emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzî olduğunu bilmeye bağlıdır. İslâm dînindeki ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı hakkında "Fıkıh" ve "İlmihâl" kitaplarında geniş bilgi vardır. DÜNYA İMTİHAN YERİDİR!.. İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azâplar yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, O'nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur. Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde ise: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur..." buyurulmuştur. Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri yapmak lâzım ve şarttır. İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azaplar yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, O'nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur. İçerisinde bulunduğumuz mübârek aylar, asliyetimize, kendimize dönüş için, günâhlardan, kusûr ve kabâhatlerden tevbe ve rücû' için çok önemli fırsatlardır.
.26/05/2012
Yüce Allah, âlemde insanları hâkim kılmıştır
Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca "kâinât"ta, sâdece "dünyâ"nın insanlarla meskûn olmasını irâde etmiş, "ilk insan" olarak "Hazreti Adem"i bu dünyâya göndermiş ve onu aynı zamanda "ilk Peygamber" kılmıştır. [Binâenaleyh: 1- İnsanlık hayâtı, sâdece bu dünyâda var; diğer gezegenlerde yok. 2- Bütün insanların atası maymun değil, insandır; beşeriyet Hazret-i Âdem'le eşi Hazret-i Havvâ'dan türemiştir. 3- Yine, insanlık vahşet üzere değil, medeniyet üzere başlamıştır. Çünkü ilk insan, Allah'ın seçilmiş bir Peygamberidir. Yontma taş devri, cilâlı taş devri... gibi şeyler birer tahmînden ibârettir, hayâl mahsûlüdür.] Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca "Peygamber"leri vâsıtasıyla da bildirmiştir. Nİ'METLER İÇİNDEYİZ!.. "İlk Peygamber" Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, "son Peygamber" olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (Peygambere), "melek"le ["Cebrâîl" aleyhisselâm'la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir. Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti de lutfetmiştir. Bu ni'metler sayılamayacak kadar çoktur. [Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır.] Bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu "Peygamber"leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, ya'nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, "insân-ı kâmil" yani "iyi ferd", "iyi âile", "iyi cemiyet" ya'nî güzel ahlâklı insanlar meydâna getirmek olmuştur. Peygamberler, Yüce Allah tarafından seçilip beşeriyete gönderilmiş çok kıymetli insanlardır. Ümmetlerini, Cenâb-ı Hakk'a çağırmak, sapık, yanlış yoldan, doğru yola, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Da'vetlerini kabûl edenlere, "Cennet"i müjdelemişler, inanmayanları "Cehennem" azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allâhü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık ihtimâli yoktur. İster "Ülü'l-azim", ister "Resûl" ve isterse "Nebî" olsun, bütün Peygamberlerin eğitimdeki hedefleri aynıdır. Bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. EŞREF-İ MAHLÛKÂT... Yüce Allah, bütün yaratıkları içinde, insanı en güzel bir kıvâmda kılmış, eşref-i mahlûkât yapmış ve diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Binâenaleyh dünyadaki bütün hayvanlar, bitkiler ve cansızları; yer altı ve yer üstündeki; denizler, göller, nehirler ve semâvâttaki her şeyi, insanoğlunun emrine ve hizmetine vermiştir. İnsanı, âlemde hâkim duruma getirerek, onu kendisine muhâtab kabûl etmiş ve mükellef yapmıştır. Allahü teâlânın, bütün mahlûkâtına, özellikle insanlara olan merhameti, ihsânı, ni'metleri o kadar çoktur ki, bu ancak "sonsuz" kelimesiyle ifâde edilebilir. Kullarının dünyâda râhat, huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni'metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok "Kitap" (yüz suhuf ve dört büyük kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'ân-ı Kerîm bozulmamış, diğerleri maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir...
.1/06/2012
Allah'ın, kullarına gönderdiği ni'metler
Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır... CENÂB-I HAKKIN ESERLERİ Allahü teâlânın zâtını görmüyoruz; fakat O'nun eserlerini, yarattıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şüphesiz, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık hiçbir şey yaratamaz. İnsanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratamazlar. Pastör, hiç yoktan bir mikrop yaratabilir mi? Edison, güneş ışığına benzer bir ışık îcâd edebilir mi? Galile, dünyânın dönüşündeki intizâmı değiştirebilir mi? İnsanları, göklerde ve deniz altlarında dolaştıran, radyoları, televizyonları, bilgisayarları... bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı "Yaratan"ı inkâr etmek için, insanın ya ahmak, ya koyu câhil veya kör bir inâdın kurbânı olması lâzımdır. Her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yapan, gönderen ancak Allahü teâlâ'dır. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız O'dur. "İnsan bir şeyi yarattı" demek, "yarattı" kelimesini Allahü teâlâdan başkası için söylemek, sivrisineğin apartman yapmasını veya otomobil kullanmasını söylemek gibidir; çok çirkindir ve günâhtır. Aslında söylenen kimse ile alay etmek, onu küçültmek demektir... Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamdeder, onu medhederse, bu hamdlerin hepsi Allahü teâlâya mahsûstur. Allahü teâlâyı sevmek için sebepler pek çoktur: Evvelâ, Müslümân olarak dünyaya gelmek. Ya'nî, Müslümân bir ana-babanın evlâdı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlayı sevmek, Allahü teâlaya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebeptir. Meselâ, Hristiyân ana-babadan dünyâya gelmiş olsaydık, artık Müslümânlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkânsız olabilirdi. Müslümânlığı sevmiş, elinden geldiği kadar Müslümânlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Müslümân ismi olup da, Müslümânlığın îcâplarını yapmayan, hattâ Müslümânlığı hor gören, nice sözde Müslümânlar vardır. Akıl ve iz'ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da Allahü teâlânın en büyük ni'metlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir devletin ve hükûmetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, başkalarına muhtâç olacak derecede fakîr olmamak vesâire gibi yüzlerce-binlerce ni'met, hep Allahü teâlânın lutuf ve ihsânıdır. "BİR GÖNÜL YIKTIN İSE!.." Çok cüz'î bir kısmını saydığımız bu ni'metlerden mahrûm olan milyonlarca Müslümânın, milyonlarca insanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmek lâzım geldiği kolayca anlaşılır. Bu vesîleyle, günümüzde bütün dünyânın başını ağrıtan anarşi ve terör konusunda birkaç kelime söylemek istiyoruz: Gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunması öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır. Halbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir. Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır. Onun için Yûnus Emre (rahmetullahi aleyh): "Eğer bir gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil/Yetmişiki millet dahî, elin yüzün yumaz değil" demektedir.
.02/06/2012
Mü'minlere hiçbir ibâdet zor gelmez
En son hak dîn olan İslâmiyette emredilen îmân, ibâdet ve ahlâk esasları ile insanlar, ma'nen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya da'vet edilmişlerdir. Bir Müslümân, Allahü teâlânın harâm, yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınca ve emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İslâm dînindeki ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı hakkında "Fıkıh" ve "İlmihâl" kitaplarında geniş bilgi vardır. Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen: "İnsanları ve cinnîleri, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde ise: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur..." buyurulmuştur. İHSÂN, ŞEFKAT VE MERHAMET Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri yapmak lâzım ve şarttır. İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azâplar yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, O'nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur. İbâdetler üzerinde biraz düşünecek olursak; yirmi dört sâatte bir sâat tutmayan bir zamânı, Allahü teâlânın emrini yapmak (namaz kılmak) için ayırmamak ve Cenâbı Hakk'ın ihsâniyle zengin olup da malının kırkta birini Müslümânlardan fakîr olanlara vermemek, mubâhları bırakıp da harâm ve şüpheli olan şeylere uzanmak, aslında aklı başında olan insanlar için büyük bir ayıp, büyük bir suç olur. Allahü teâlâyı sevmek ve saymak, O'nu ta'zîm etmek de, O'na kulluk vazîfelerini yerine getirmekle olur. Bilindiği gibi, ibâdetler üç nevidir: a-Beden ile, b-Mal ile, c-Hem beden hem de mal ile olur. Birincisi, namaz ve oruç; ikincisi zekât, sadaka-i fıtır, kurbân; üçüncüsü de hac ve umre gibi ibâdetlerdir. Bütün Ülü'l-azim Peygamberler, Resûller ve sayılarını kesin olarak bilemediğimiz Nebîler (Peygamberler) (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınmak karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır. İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve her mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette, hak olan Ma'bûd'a (Allah'a) yönelmeleri emredilmiştir. DÎNİMİZDE AKLIN YERİ Mukaddes dînimiz İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl bir ölçü âletidir; ama her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla, dîn işlerinde nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur? Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünyâ işlerinde isâbet ettiği hâlde, bazıları yanılabilmektedir. Aklın belli bir sâhası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz. Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak "Peygamber"ler bildirir...
.08/06/2012
Peygamber Efendimizin "Mu'cize"lerine dâir
Bugün i'tibâriyle, içerisinde bulunduğumuz kıymetli aylardan [üç ayların ilki olan] "Receb ayı"nın 18. gününe gelmiş bulunuyoruz. Önümüzdeki hafta, inşâallah 16 Haziran Cumartesi günü, çok önemli bir geceyi idrâk edeceğiz. O gün, 26 Receb'i 27 Receb'e bağlayan gece, "Mi'râc Kandili"dir. Öbür hafta yazacağımız iki makâlemizde inşâallah, "Mi'râc Gecesi"nin önemi, o gün vukû' bulan çok önemli "isrâ ve mi'râc" hâdiseleri üzerinde durmak istiyoruz. İşte bu sebeple, o makâlelerimize bir mukaddime teşkîl etmesi bakımından, bugün ve yarın kaleme alacağımız iki yazımızda, iki cihân güneşi "Peygamber Efendimizin Bazı "Mu'cize"leri"ne temâs etmek istiyoruz. Peki, "Mu'cize" ne demektir? "Mu'cize": "Allahü teâlânın izniyle, Peygamberlerden (aleyhimüs-selâm), peygamberliklerine delîl olarak meydâna gelen hârikulâde (olağanüstü) hâller"e denir. Peygamberler İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mu'cize isteyince; "Mu'cizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz, O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse, ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saâdete kavuşmaları için, o anda mu'cize yaratırdı. (İmâm-ı Rabbânî) RESÛLULLAH'IN MU'CİZELERİ Sevgili Peygamberimizin mu'cizelerine başlamadan önce, sizlere şu önemli husûsları arz etmekte fayda görüyoruz: Bütün mevcûdât (varlıklar), Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösterdikleri gibi, Muhammed aleyhisselâmın da hak Peygamber olduğunu ve üstünlüğünü göstermektedirler. Peygamber Efendimizin mu'cizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır: Birincisi, mübârek rûhunun yaratılmasından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği "bi'set" zamanına kadar olanlardır. Bunlara, "İrhâsât" yâni, "başlangıçlar" denir. Tekili "irhâs"tır. İkincisi, bi'setten (Peygamberliğinin bildirilmesinden) vefâtına kadar olan zaman içerisindekilerdir. Bu ikinci kısımdaki "mu'cize"lerinin, 3.000 (üç bin) kadar olduğu bildirilmiştir. Üçüncüsü de, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir. Bunlardan her biri de, ayrıca gözle görülen veya görülmeyip akıl ile anlaşılan mu'cizeler olmak üzere ikiye ayrılır. Bütün bu mu'cizeler o kadar çoktur ki, saymak mümkün değildir. Molla Abdurrahmân Câmî isimli büyük âlimin, aslı Farsça olan, Türkçe tercümesi de bulunan, "Şevâhidü'n-Nübüvve" ve Yûsuf Nebhânî'nin, Arapça "Huccetu'llahi ale'l-âlemîn fî Mu'cizâti Seyyidi'l-Mürselîn" kitablarında, Resûlullahın birçok mu'cizesi yazılıdır. Nişancızâde Muhammed bin Ramazan Efendi'nin Osmanlıca "Mir'ât-ı Kâinât" kitabında da, onun mu'cizelerinden çoğu kaynaklarıyla birlikte bildirilmiştir. Haddizâtında, bütün Peygamberler, Muhammed aleyhisselâmın nûrundan yaratıldıkları ve onun ümmetinden olmak istedikleri için, onların mu'cizeleri de, Muhammed aleyhisselâmın mu'cizelerinden sayılmaktadır. Hattâ, ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan "kerâmet"ler de, aslında hep onun "mu'cize"leri sayılmaktadır. Çünkü, kerâmetler, ona tâbi olanlarda, onun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır. MU'CİZELERİN ŞARTLARI İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir şeyin mu'cize olabilmesi için şu şartların lâzım olduğunu belirtmektedir: 1- Allahü teâlâ o şeyi, mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır. 2- Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır. 3- Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mu'cize kendisini yalanlamamalıdır. 4- Mu'cize, Peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. 5- Bir Peygamberin ümmetinden meydâna gelen hârikulâde hâller, kerâmetler de aslında o Peygamberin mu'cizesidir. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mu'cize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin i'câzı, eşsizliği karşısında bütün şâirler âciz kaldılar. Onların bir kısmı, Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak Müslümân oldular. (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî) [İnşâallah yarın da bu mevzûa devâm edelim.]
.15/06/2012
Bir kandili daha idrâk edeceğiz...
Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümânların mübârek gün ve geceleridir. Bu mübârek gün ve gecelere kıymet veren şüphesiz ki Allahü teâlâdır. [Bu gecelerin hepsinin fazîletleri, çeşitli hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir.] Yarın inşâallah bunlardan "Mi'râc" kandilini idrâk edeceğiz... Bilindiği gibi, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran daha kudsî, daha mukaddes, daha mübârek kılınmıştır. [Nasıl ki, altın madeni bakır, demir, kömür gibi madenlerden daha üstün ise, yine yâkût taşı diğer normal taşlardan daha kıymetli ise, bazı geceler de diğer normal gecelerden çok üstündürler.] KULLARINA ACIDIĞI İÇİN!.. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere husûsî kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Bilindiği üzere, Peygamberler de birer insandırlar; ancak, Allahü teâlâ onları kıymetlendirmiş, kendilerine güzîde mevkiler ihsân etmiştir. Onlar için, "diğer insanlardan niye ayırt ediliyor, üstün tutuluyor?" denemediği gibi; bazı gün ve gecelere kıymet veren Allahü teâlâya da, "bu günleri diğer günlerden niye farklı, daha üstün yaptı?" denemez. Üç ayların ilki olan Receb-i şerîf ayı, dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselam'dan beri kıymetli olup içerisinde mübârek "Regâib" ve "Mi'râc" kandillerini ihtivâ etmektedir. "Berât" kandilinin bulunduğu Şa'bân ayı, Receb ile Ramazân ayları arasında bir köprü mesâbesindedir. Nasıl ki Cuma günü günlerin efendisi ise, dört gözle beklenen, Ramazân ayı da ayların sultânıdır. Mukaddes mekânların başında, "Mescid-i Harâm", "Mescid-i Nebevî", "Mescid-i Aksâ", "Mescid-i Kubâ" olmak üzere, Allahü teâlâya ibâdet edilen bütün câmi ve mescidler, O'nun emir ve yasaklarının öğretildiği yerler gelir. Muhterem insanların başında, "Ülü'l-azm" Peygamberler, "Resûl"ler ve "Nebî"ler gelmektedir. Bunlardan sonra, üstünlük sırasında Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn başta olmak üzere diğer Ulemâ (âlimler) ve Evliyâ (velîler) bulunmaktadır. İsrâ ve mi'râc hâdisesi, Peygamberimizin Medîne'ye hicretlerinden 19 ay önce, mîlâdî 621 yılında, geceleyin vukû' bulmuştur. [Resûlullahın bedenen Mekke'deki Mescid-i Harâmdan Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur; dâl (sapık) ve mübtedi' (bid'at ehli) olur.] Peygamberimiz, mi'râc dönüşü biz ümmetine bazı değerli hediyeler getirmiştir. Bunlar arasında şunlar vardır: 1- Ümmetinden şirk koşmayanlar Cennete gireceklerdir. 2- Önceden sabâh ve ikindi namazları olmak üzere iki vakit namaz farz iken, o gecede beş vakit olarak farz kılınmıştır. 3- Îmân esâslarıyle ilgili Bakara sûresinin son iki âyeti, bu gecede Peygamberimize vahyedilmiştir. 4- İsrâ sûresinin 23. ilâ 39. âyetleri yine bu gecede, arada vâsıta olmaksızın, bizzât Allahü teâlâ tarafından Peygamber Efendimize vahyedilmiştir. Burada 11-12 madde bildirilmiştir: "ÇOCUKLARINIZI ÖLDÜRMEYİN!" "Allaha hiçbir sûrette şirk koymayın. Anne ve babanıza hürmet ve itâat edin. Hısım ve akrabâya, fakîr ve yoksullara, gurbette kalmış kimselere, yolculara yardım edin. Geçim endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Yetîmlerin mallarına dokunmayın; onlara hoş muâmele edin. Zinâya yaklaşmayın. Haksız yere kimseyi öldürmeyin. Verdiğiniz sözü tutun. Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat edin. Bilmediğiniz bir şeyin ardına körü körüne takılıp gitmeyin. Yeryüzünde kibir ve gurûr taslayarak yürümeyin." Peygamber Efendimiz, bu gecede, Cebrâil aleyhisselâmın geçemediği noktadan ötelere geçmiş, bilinmeyen bir şekilde, mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak, arada vâsıta olmaksızın Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. [İnşâallah yarın da bu konuya temâs edelim.]
.16/06/2012
Bu gece mübârek "Mi'râc Gecesi"dir
Resûlullah Efendimiz, "Bi'set-i Nebeviye"nin başından itibâren, 11 yılı aşkın bir zamandan beri, Allahü teâlânın dînini, büyük bir aşk ve şevkle ve son derece büyük bir merhamet ve şefkatle, insanlara teblîğ ediyordu. Ama Mekke halkı, kendilerini dünyâ ve âhirette mes'ûd ve bahtiyâr kılacak olan bu yüce esâslara îmân etmiyor, üstelik Peygamberimize ve Müslümânlara da çok sıkıntı veriyordu. Hattâ îmânla şereflenen bu bahtiyâr Müslümânlara işkenceye başlamış, işi de iyice azıtmışlardı. Hülâsa, ebedî hayât verecek yüce dîn yok edilmek isteniyordu. İşte uzun zamandan beri devâm eden îmân ve küfür mücâdelesinde, inananların sayısı pek fazla değildi. Maalesef çoğunluğu inanmayanlar teşkîl ediyordu. Resûlullah buna çok üzülüyordu. Burada hemen ifâde edelim ki, "İsrâ ve mi'râc mu'cizesi", Peygamber Efendimizin, kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur. Şöyle ki: ÜZGÜN OLDUĞU BİR GÜN... Resûlullah Efendimiz, hicretten bir yıl önce, 52 yaşında iken, yanına Zeyd bin Hârise'yi de alarak Tâif'e gitti. Oranın halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiçbir kimse îmân etmedi, bilakis alay ettiler. Üstelik onları, çocuklara taşlattılar. Resûlullah'ın mübârek bacakları yaralandı. Hazret-i Zeyd'in başı kan içinde kaldı. Tâife yaptığı seferden müteessir olarak döndü. Mekke müşriklerine karşı kendisini himâye eden amcası Ebû Tâlib, bu senede vefât etmişti. Bir müddet sonra, 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazreti Hatîce vâlidemizi de kaybetmişti. Hattâ bunlardan dolayı bu seneye "senetü'l-hüzün" veyâ "âmü'l-hüzün" denilir... İşte, yukarıda bir nebze temâs edilen bu olup bitenlerin içinde, çok üzgün hâlde bulunan Peygamberimize, bütün bu tehlikeli günlerin sona ermek üzere olduğunu, hicret olayı ile İslâm târihinde yepyeni bir huzûr ve sükûn devrinin açılmak üzere bulunduğunu müjdelemek ve gönlünü almak için, onun melekût âlemini seyredeceği ve yüce Mevlâ'dan yeni emirler telakkî edeceği mübârek gece gelip çatmıştı. "İsrâ ve Mi'râc", Peygamber Efendimizin Medîne'ye hicretlerinden 19 ay önce mîlâdî 621 yılında, geceleyin vukû' bulmuştur. Bu mu'cize, Peygamberler içerisinde sâdece Sevgili Peygamberimize lutfedilmiştir. Mi'râc gecesi, Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. "Mi'râc", merdiven demektir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâ tarafından vâki olan da'vet üzerine melekût âlemini, kâinatın hârikalarını seyir ve temâşa için, gecenin muayyen bir sâatinde, Mekke'den Kudüs'e götürülmüş, oradan da göklere, bilinmeyen yerlere yükseltilmiştir. Sevgili Peygamberimizin bu iki mahal arasındaki seyâhatleri, geceleyin vukû' bulduğu için, "gece yolculuğu yaptırılması" ma'nâsına olarak bu olaya "İsrâ" denmiş, bu mübârek kelime, aynı olayı anlatan âyetle başlayan "İsrâ" sûresinin de adı olmuştur. "Mi'râc" ise [hem merdiven, hem de yükseğe çıkmak ma'nâlarında olarak], Resûl-i Ekrem Efendimizin, varlık ufuklarının üstüne, yüce makâmlara yükselmesi demektir. Peygamber Efendimiz; arada vâsıta olmaksızın bilinmeyen bir şekilde mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni'metlere kavuşmuştur... FIRSATI KAÇIRMAYALIM!.. Cenâb-ı Hak, kullarına çok merhametli ve şefkatli olduğu, çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç... gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Bu aylarda, gün ve gecelerde içimizi ve dışımızı bilen Rabbimize karşı, nefsimizi muhâsebeye çekmeli, O'nun bizim dünyâ ve âhıret hayâtımızı Cennet'e çevirmek için gönderdiği mukaddes dîni İslâma tâm teslîm olup olmadığımızı gözden geçirmeli, hiç vakit geçirmeden İslâmın rahmet, bereket, mağfiret, fazîlet ve hayât bahşeden çeşmesinden kana kana nasip almak için bu ayları, günleri ve geceleri başlangıç yapmalıyız...
.22/06/2012
Âile müessesesi ve eşlerin karşılıklı hakları
ugün ve yarınki makâlelerimizde, çok kısa olarak "Âile" müessesesini ve âile fertlerinin, özellikle eşlerin (karı-kocanın) birbirleri üzerindeki haklarını ele almak istiyoruz... Şüphe yok ki, insanlık "Âile" ile başlar. Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, bu âile, bir erkek ile bir kadından ibârettir. İlk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, yeryüzünde bulunan ve İlâhî vahiy ile terbiye edilmiş olan ilk âiledir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Eski ve köklü bir müessese olan âile, değişik yer ve zamanlarda değişik görünüşler kazanmasına rağmen dâimâ var olmuştur. Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek âilenin çocuklarıdırlar. İlmin kesin olarak ortaya koyduğu husûs, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen, bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır. MİLLETLER VE KABİLELER... Hucurât sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde mealen: "Ey insanlar! Biz sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabîlelere ayırdık..." buyurulmaktadır. "Nikâhlanıp, evlenerek bir araya gelen erkek, kadın ve çocuklardan meydâna gelen en küçük topluluk" olan "Âile"ye ve kadına, mukaddes dînimiz İslâmiyette ve târih boyunca kültür ve medeniyetimizde, çok büyük önem verilmiştir. Âilenin temelinin çok sağlam olarak atılması gerektiği vurgulanmıştır. Ma'lûmdur ki, insanlar cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi âiledir. Bu bakımdan âile, toplumun temel taşıdır. Âile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü topluluktur. Bu, topluluğun küçük-büyük fertlerinin olgunlaştığı, bir hayât okuludur. Âile içerisinde her ferd, birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devâm eder. İslâmiyet, ahlâk ve ilme en büyük kıymeti verip, câhilliği ve ahlâksızlığı reddeder. Onun için her anne ve baba, çocuğuna ilmî, ahlâkî ve dînî görevlerini öğretmelidir. Öğretmezlerse mes'ûl olurlar. Çünkü her çocuk sevmeyi, sevilmeyi, saygıyı âilede öğrenir. Disiplin ve düzenli hayâta burada alışır. Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, vatan-millet aşkını, gelenek ve göreneklerine saygıyı hep burada öğrenir... Âileden gâye, neslin devâmını sağlayan çocuktur. İnsanın öldükten sonra iyilikle anılması için; topluma faydalı bir eser veya faydalı bir ilim yahut hayırlı evlât bırakması gerekir. (Bu konuda bir hadîs-i şerîf de var.) Her şey bitip unutulduğu hâlde, bunlar unutulmaz ve ölen insanın hayırlı işinin devâmını temîn eder. O hâlde çocuğun örnek şekilde yetiştirilmesi, anne ve babanın ortak vazîfesidir. Anne çocuğunu bizzât emzirip büyüttüğü, devâmlı iyi ahlâkı anlattığı gibi, bunların ev, yiyecek, giyecek ile maddî ve manevî ihtiyâçlarını karşılamak da önce babanın vazîfesidir. İTAAT?VE?HÜRMET... Çocuklar küçük olsun, büyük olsun anne ve babalarına itâat ve hürmette kusûr etmemelidirler. Onların tecrübelerinden istifâde etmelidirler. Hayâtın çeşitli zorlukları içinde onları büyütüp, her sıkıntıya katlanan anne ve babalar, her bakımdan hürmet ve itâate lâyıktırlar. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allahü teâlâya ibâdet ediniz" buyurulduktan sonra, "Anne-babaya iyilik ediniz" (Bakara sûresi, 83) diye emredilmiştir. Yine onlara "Öf!" demek bile (İsrâ sûresi, 23) yasaklanmıştır. Âile fertleri, toplumun en küçük yapı taşlarıdır. Âile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Şu bir gerçektir ki, bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, ilk tahrîbâtlarına âileden başlarlar. Gerek erkek, gerek bayan, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur...
.23/06/2012
Çocuklarımız, istikbâlimizin teminâtıdır
Aile, cemiyetin temel taşı ve âilenin meyvesi olan yavrularımız, çocuklarımız, torunlarımız, körpe dimâğlar da istikbâlimizin temînâtı ve âtîdeki ümîdimizdir. Onlara ne kadar hizmet versek azdır; zîrâ azîz vatanımız, asîl milletimiz ve ebed-müddet devletimiz sağlam bir şekilde onların omuzlarında yükselecektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; "Bütün çocuklar, fıtrat üzere (ya'nî Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak) dünyâya gelirler. Sonra bunları, anaları-babaları, Yahûdî veya Hıristiyân yâhûd Mecûsî yaparlar" buyuruyor. Burada, Müslümânlığın yerleştirilmesinde en mühim işin, çocukların ve gençlerin iyi terbiye edilmesi olduğunu görüyoruz. Yine bundan anlaşılıyor ki, bir çocuğa Yahûdîlik telkîn edilirse, Yahûdî olabilir. Hıristiyânlık ta'lîm edilirse, Hıristiyân olabilir. Mecûsîlik aşılanırsa, Mecûsî (ateşperest) olabilir. Ama İslâmiyet öğretilirse, temiz fıtratı devâm eder. Çocuklar, millî ve ma'nevî değerlerimizi, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, büyüklere hürmeti, vatan-millet aşkını, "Ezân" ve "Bayrak"a saygıyı, gelenek ve göreneklerini hep âilede öğrenirler... Anne ve baba, kız ve erkek çocuklarını devâmlı gözetmeli, bilhâssa onları kötü arkadaştan korumak için çok gayret göstermelidirler. Kötü arkadaş, çocuğun en büyük düşmânıdır. Ama kötü arkadaş kimdir? Gazete, Dergi, Kitap, Radyo, Televizyon ve İnternetin kötüleri de kötü arkadaş mesâbesindedir. Dârul-Fünûn müderrislerinden (İstanbul Üniversitesi eski profesörlerinden) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de buyuruyor ki: "Evlât büyük ni'mettir. Ni'metin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için pedagoji ya'nî çocuk terbiyesi, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. O hâlde her Müslümânın birinci vazîfesi, evlâdına dînini, îmânını, Peygamberini ve kitâbını (Kur'ân-ı Kerîm'i) öğretmektir." İşte bütün bunlardan anlaşılıyor ki, eğitimde işin esâsı, hem kendisine, hem âilesine faydalı; hem de milletine, vatanına ve devletine faydalı unsurlar meydâna getirmektir. İşte millî eğitimimizdeki ana hedef de bu olmalıdır. EŞLERİN KARŞILIKLI HAKLARI Mukaddes dînimiz İslâmiyete göre her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hukûkundan, eğitim ve öğretiminden, terbiyesinden sorumludur. Ma'lûmdur ki hayırlı işlerin birincisi ve en önemlisi, çoluk-çocuğuna İslâmiyet'i öğretmektir. Her Müslümânın bu birinci görevi hemen yapması, yarınlara bırakmaması gerekir. İslâmiyet, ahlâk ve ilme en büyük kıymeti verip, câhilliği ve ahlâksızlığı reddeder. Onun için her anne ve baba, çocuğuna ilmî, ahlâkî, millî ve dînî görevlerini öğretmelidir. Öğretmezlerse, âhirette mes'ûl olurlar. Çünkü her çocuk sevmeyi, sevilmeyi, saygıyı burada öğrenir. Disiplin ve düzenli hayâta burada alışır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır..." [Tahrîm, 6] Peygamber Efendimiz de buyurmuşlardır ki: "Hepiniz çobansınız/görevlisiniz ve elinizin altındakilerden sorumlusunuz. İmâm/Yönetici çobandır ve emri altındakilerden sorumludur. Erkek âilesinin çobanıdır ve âilesinden sorumludur. Kadın, evinin çobanıdır, o da elinin altındakilerden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve elinin altındakilerden sorumludur." [Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî] Peygamber Efendimizin Vedâ Hutbesindeki nasîhatlerinden biri: "Kadınlarınıza eziyyet etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emânetidir. Onlara yumuşak davranınız, iyilik ediniz" şeklinde olmuştur. Başka bir hadîs-i şerîflerinde de; "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurarak, kadını korumada eşsiz bir hassâsiyet göstermiştir. Erkeklerin kadınlar üzerinde meşrû sûrette hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Âile içinde kadın ve erkeğin birbirlerini anlayıp hoşgörü sâhibi olmaları, âile saâdeti için şarttır. Karşılıklı saygı ve vazîfelerin ne olduğunun bilinmesi, yuvanın huzûrlu olması için önemli husûslardır...
.29/06/2012
Mübarek "Üç Aylar"dan ikincisi olan Şa'bân ayı
22 Mayıs 2012 Salı günü, "Recep ayı"nın ve mübârek "üç aylar"ın ilk günü idi. Recep ayı hem "Harâm Aylar"ın, hem de "Üç Aylar"ın ilkidir. [Harâm aylar Recep, Zilka'de, Zil-hicce ve Muharrem aylarıdır. Üç aylar ise Recep, Şa'bân ve Ramazân aylarıdır.] Halkımız arasında "Üç Aylar" diye anılan "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek" aylarının, İslâm dîninde özel yerleri vardır. Bunlardan birincisi olan Receb, "Allahü teâlânın ayı"; ikincisi olan Şa'bân, "Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayı"; Ramazân-ı şerîf de "Ümmet-i Muhammed'in ayı" olarak bilinmektedir. Âdem aleyhisselâmdan beri hürmet edilen, kıymetli bir ay olan "Recebü'l-ferd" ayının afv ve mağfirete, bu ayı ta'kîb eden "Şa'bânü'l-muazzam" ayının şefâate, "Ramazânü'l-mübârek" ayının da sevâpların kat kat verilmesine mahsûs aylar olduğu bildirilmiştir. "BEREKETLER İHSÂN EYLE!" Sevgili Peygamberimiz, Recep ayının başında, "Allah'ım! Receb ve Şa'bân aylarında bizler için bereketler ihsân eyle; bizleri Ramazân ayına da kavuştur" şeklinde duâ buyururlardı. 24 Mayıs 2012/3 Receb 1433 Perşembe günü, öğleden sonra başlamak üzere, mübârek Cum'a gecesinde, mübârek "Regâib Kandili"ni idrâk etmekle şereflenmiştik. [Ma'lûm olduğu üzere, Receb-i şerîfin ilk Cum'a gecesine "Regâib gecesi" denir. Recep ayının her gecesi kıymetlidir. Her Cum'a gecesi de kıymetlidir. O iki kıymetli gece bir araya gelince, daha da kıymetli olmaktadır.] 16 Haziran 2012 [26 Receb 1433] Cumartesi'yi 17 Haziran [27 Receb 1433] Pazar'a bağlayan gece de, Mi'râc Kandili idi. İsrâ ve mi'râc hâdisesi, Peygamberimizin Medîne-i münevvere'ye hicretlerinden 19 ay önce, mîlâdî 621 yılında, geceleyin vukû' bulmuştur. [Resûlullahın bedenen Mekke'deki Mescid-i Harâmdan Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur; çünkü Kur'ân-ı kerîmde açıkça zikrediliyor. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur; dâl (sapık) ve mübtedi' (bid'at ehli) olur.] Beş vakit namaz bu zamanda farz kılınmıştır [Önceden sabâh ve ikindi namazları olmak üzere iki vakit farz idi]. Ayrıca, îmân esaslarıyle ilgili Bakara sûresinin son iki âyeti ve ümmetinden şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi, Peygamber Efendimizin mi'râc dönüşü biz ümmetine getirdiği en değerli hediyeler arasındadır. Yine o gecede, arada vâsıta olmaksızın, bizzât Allahü teâlâ tarafından Peygamber Efendimize vahyedilen İsrâ sûresinin 23. ilâ 39. âyetleri arasında belirtilen 12 madde bildirilmiştir: Peygamber Efendimiz, o gecede, Cebrâil aleyhisselâmın geçemediği noktadan ötelere geçmiş, bilinmeyen bir şekilde, mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak, arada vâsıta olmaksızın Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. 20 Haziran Çarşamba=30 Receb, 21 Haziran Perşembe ise=1 Şa'bândı. 19 Temmuz Perşembe=29 Şa'bân olup 20 Temmuz Cuma=1 Ramazân 1433 başlayacaktır. Ramazan ayı bu sene 30 gün çekiyor, 30 Ramazan 18 Ağustos Cumartesiye rastlıyor, 19 Ağustos Pazar günü de 1 Şevvâl olup Ramazân bayramı başlayacaktır. "İNSANLAR BUNDAN GÂFİLDİR" Resûlullah Efendimiz, Şa'bân ayına çok değer verir ve bu ayda çok oruç tutardı. Âişe vâlidemiz (radıyallahü anhâ) buyuruyor ki: "Resûlullahın, [Ramazân ayı müstesnâ olmak üzere] hiçbir ayda, Şa'bân ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şa'bânın tamâmını oruçlu geçirirdi." [Buhârî] Resûlullah Efendimize, Şa'bân ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman buyurdu ki: "Şa'bân, öyle fazîletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfildirler. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim." [Nesâî] Bu konudaki diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir: "Ramazandan sonra en faziletli oruç, Şa'bân ayında tutulan oruçtur." [Tirmizî] [İnşâallah yarınki makâlemizde de, bir nebze Berât gecesinden bahsedelim.]
.06/07/2012
İnsanların yaratılış gâyeleri...
Bilindiği gibi, bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olabilmek için, İslâmiyette emredildiği gibi inanmak, yasaklanan şeylerden kaçınmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak lâzım ve şarttır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'inde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur..." buyurmuştur. Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'de, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i celîlesinde meâlen: "İnsanları ve cinnîleri, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Yine Allahü teâlâ buyuruyor ki: "(Ey Resûlüm!) De ki: Duânız (îmânınız, ibâdetiniz, kulluk ve yalvarmanız] olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? [Duânız olmasa, Rabbim size ne kıymet verir?]..." [Furkân, 77] KULLUK VAZİFESİ... Bildiğimiz gibi, Müslümanlığın farz kıldığı ibâdetlerin faydası, aslında insanlara ya'nî o ibâdetleri yapan fertlere, âilelere ve cem'iyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir. İnsan namaz kılmakla, oruç tutmakla, diğer ibâdetlerini yapmakla, hem Allah'a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç, insanı rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde, Allah'ın emrettiği gibi mâlının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de hem Allah'a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insânî vazîfe yapılmış olur. Halkımız arasında "Üç Aylar" diye anılan "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek" aylarının, İslâm dîninde özel yerleri vardır. "Üç Aylar", ibâdetlerde yoğunlaşma mevsimi olarak bilinmektedir. Âdemoğlu, mahlûklar, yaratılanlar içinde en mümtâz ve en mükerrem bir şekilde yaratılıp yükselmelere ve alçalmalara müsâit kılınan bir varlıktır. Mübârek aylar, günler ve geceler, aslında bizler için çok büyük birer fırsattır. Günahkâr ve yaratılış gâyelerini unutan insanlara, kerem ve ihsân sâhibi yüce Allah tarafından tanınan ve eğer iyi değerlendirilebilirse, çok büyük kazançlara vesîle olan zamanlardır. Bu aylarda, gün ve gecelerde, içimizi ve dışımızı çok iyi bilen Rabbimize karşı, nefsimizi muhâsebeye çekmeli, O'nun, bizim dünyâ ve âhiret hayâtımızı Cennet'e çevirmek için gönderdiği İslâm dînine tâm teslîm olup olmadığımızı gözden geçirmeli, hiç vakit geçirmeden İslâmın rahmet, bereket, mağfiret, fazîlet ve hayât bahşeden çeşmesinden kana kana nasip almak için bu ayları, geceleri ve günleri başlangıç yapmalıyız. Bu dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri oruç tutulurdu. Daha önceki ümmetler de oruç tutarlardı. Meselâ, Davûd aleyhisselâm, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Bir sene böyle devâm ederdi. Nâfile oruçlar arasında, bunun en fazîletli oruç olduğunu, Peygamber Efendimiz haber vermiştir. Oruç tutmak bize, ya'nî ümmet-i Muhammed'e, hicretten ya'nî Peygamber Efendimizin Mekke-i mükerreme'den Medine-i münevvere'ye hicretinden onsekiz ay sonra, Şa'bân ayının onuncu günü, Bedir gazâsından da bir ay önce farz oldu. BU ÜMMETE EDİLEN İHSÂN Câbir bin Abdullah hazretlerinin haber verdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ, benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfte beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemiştir: 1- Ramazânın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmet ile baktığı kuluna hiç azâp etmez. 2- İftâr zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir. 3- Melekler, Ramazânın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ ederler. 4- Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazân-ı şerîfte Cennette yer ta'yîn eder. 5- Ramazân-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü'minlerin hepsini affeder. Ya'nî Ramazân ayının tamamını oruçlu geçirenleri affeder."
.30/06/2012
Mübârek "Berât Gecesi"nin fazîleti
Şa'bân ayının 15. Gecesi [ya'nî 4 Temmuz-14 Şa'bân Çarşamba günü], mübârek "Berât Kandili"dir. Aslı "Berâet" olan ve Türkçe'ye "Berât" olarak giren bu kelimenin sözlük anlamı, "Borçtan, hastalıktan, suç ve cezâdan kurtulmak" ise de, dînî literatürde "İlâhî af ve rahmete nâil olmak, günâhlardan arınmak, temize çıkmak" mânâsını ifâde etmektedir. Bütün kâinâtın yaratıcısı ve sâhibi olan Yüce Allah, Berât Gecesinde, ezelî ilminde mevcût olan sırların bir yıllık bölümünü, "Levh-i Mahfûz"a indirir ve yeni bir yıl için, Melekleri, yapacakları işler bakımından görevlendirir. BEREKET, HAYIR VE FEYİZ... Hülâsaten belirtmek gerekirse, "bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli" demek olan "mübârek" sıfatıyle sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği bazı zamanlar vardır. Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümânların mübârek gün ve geceleridir. Bu mübârek gün ve gecelere kıymet veren şüphesiz ki Allahü teâlâdır. Bütün mübârek gün ve geceleri, bilhassa idrâkiyle şereflendiğimiz ve üçte biri geçen Şa'bân ayını, kezâ onbir ayın sultânı olan Ramazân ayını birer ganîmet bilmeli, bu fırsatları iyi değerlendirmelidir. Mübârek aylar, günler ve geceler aslında bizler için çok büyük birer fırsattır. Günahkâr ve yaratılış gâyesini unutan insanlara, kerem ve ihsân sâhibi yüce Allah tarafından tanınan ve eğer iyi değerlendirilebilirse çok büyük kazançlara vesîle olan zamanlardır. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Âhiret yolcusunun, ibâdetle ihyâ edilmesi kuvvetle müstehab olan mübârek gece, [gün ve ay]ları boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar, hayır mevsimleri ve kârı bol olan gece, [gün ve ay]lardır. Kazançlı mevsimleri ihmâl eden bir tâcir, herhangi bir kâr sağlayamadığı gibi, mübârek gece, [gün ve ay]ları gafletle geçiren âhiret yolcusu da maksada ulaşamaz." İşte "Üç Aylar" ve bu aylardaki mübârek gün ve geceler, yaratılmışların en şereflisi olma özelliğini unutarak, nefis ve şeytânların tuzaklarına düşmüş ve her iki dünyâsını zindâna çevirecek günâh, isyân ve gaflet bataklıklarında boğulmakla karşı karşıya gelmiş insanların kurtuluşları için uzatılan can simidi gibidirler. "ÖZEL DEFTERE YAZILIR!.." Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Berât gecesinde çok ibâdet ve duâ ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemiz, "Yâ Resûlallah, Allahü teâlâ seni günâh işlemekten muhâfaza buyurduğu hâlde, Berât gecesinde neden çok ibâdet ettin?" diye sordu. Peygamber Efendimiz ona cevâben buyurdu ki: "Ben, şükredici bir kul olmayayım mı? Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertîp olunur. Bu gece herkesin amelleri Allahü teâlâya arz olunur." [Gunyetü't-tâlibîn] "NE İSTEYEN VARSA VEREYİM" Sevgili Peygamberimiz, diğer bazı hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: "Şa'bânın 15. gecesini ibâdetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: 'Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, âfiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.' Bu hâl, sabaha kadar devâm eder." [İbn-i Mâce] "Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez: Regâib gecesi, Şa'bânın 15. [Berât] gecesi, Cum'a gecesi, Ramazân Bayramı ve Kurbân Bayramı geceleri.) [İbn-i Asâkir] "Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ reddolmaz: Fıtr ve Kurbân bayramının birinci geceleri, Berât ve Arefe geceleri." [İsfehânî] "Allah şu dört geceyi hayırla süsler: Ramazân ve Kurbân Bayramı geceleri, Arefe gecesi, Şa'bânın yarısındaki [Berât] gecesi ki, onda eceller, rızıklar yazılır." [Deylemî] [Mübârek gecenizi candan tebrîk ediyor; hayır duâlarınızı bekliyoruz.]
.07/07/2012
İnsanlara hizmet etmenin ehemmiyeti
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîminde buyuruyor ki: "Siz, insanlar için, [ya'nî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [ya'nî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] Ma'rûfu [iyiliği, doğruluğu] emreder; münkerden [kötülükten, fenâlıktan] meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Âl-i İmrân, 110 ) Kâinâtın Efendisi Sevgili Peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde buyurmuştur ki: "İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır." "Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir." "İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü'min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü'minden daha fazîletlidir." (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 282) MERHAMET VE ŞEFKAT... Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ, yarattığı bu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca "Peygamber"leri vâsıtasıyla da bildirmiştir. "İlk Peygamber" Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, "son Peygamber" olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (bir Peygambere), bir "melek"le ["Cebrâîl" aleyhisselâm'la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir. Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti de lutfetmiştir. Bu ni'metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır: "O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni'met[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!" [İbrâhîm, 34] "Hâlbuki Allah'ın ni'met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." [Nahil, 18] SAÂDET YOLLARI... Peygamberler, Yüce Allah tarafından seçilip beşeriyete gönderilmiş çok kıymetli insanlardır. Ümmetlerini, Cenâb-ı Hakk'a çağırmak, sapık, yanlış yoldan, doğru yola, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu "Peygamber"leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, ya'nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, "insân-ı kâmil" ya'nî "iyi ferd", "iyi âile", "iyi cemiyet" ya'nî güzel ahlâklı insanlar meydâna getirmek olmuştur. İster "Ülü'l-azim" Peygamberlerden, ister "Resûl"lerden ve isterse "Nebî"lerden olsun, bütün Peygamberlerin eğitimdeki hedefleri aynıdır. Bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. EMİR VE YASAKLAR Gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunması öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır. Hâlbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir. Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır. Netîce olarak şunları ifâde edelim ki: Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i'lân etmiştir.
.13/07/2012
Bütün işlerde ihlâsın önemi
İhlâs hakkında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin "Mektûbât-ı Rabbâni" isimli kıymetli kitâbında geçen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi aleyh) de buyurmuştur ki: "Dünyâda en kıymetli şey, ihlâstır." Türkistân'da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki: "Allahü teâlâdan ihlâsı, her şeyi O'nun rızâsı için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünyâ ve âhirette kurtuluş vardır." İHLÂS VE RİYA!.. Kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "ihlâs ve riyâ nedir?" diye sorduklarında; buyurmuştur ki: "Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır." Hanım velîlerden Fâtıma-i Nîşâbûriyye (rahmetullahi aleyhâ) hazretlerine, "İhlâs sâhibi kime denir?" diye sorulduğunda: "Kim, Allahü teâlâyı düşünerek amel ve ibâdet yaparsa, o kimse ihlâs sâhibidir" buyurmuştur. Evliyânın büyüklerinden Hayru'n-Nessâc (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, amelin kabûlüne vesile olan güzel düşünce(niyyet)dir." Meşhûr velîlerden Huzeyfetü'l-Mer'aşî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, kulun içi ile dışının aynı olmasıdır." Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Bir kimse, baş olma sevdâsına kapılırsa, artık ibâdetten, ihlâstan sıyrıldı demektir." Irâk'ta yetişen büyük velîlerden Mekârim en-Nehr (rahmetullahi aleyh) hazretleri; "Muhlis"i şöyle anlattı: "Muhlis, Allahü teâlânın rahmeti ile mahlûkâtın şerrinden kurtulan ve bütün insanların Efendisi olan Peygamber Efendimizin emirlerine uyandır" buyurdu. Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, ameli kusûrlardan temizlemektir." NASIL BELLİ OLUR? Mısır'da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi aleyh) hazretlerine; "Kulun ihlâs sâhibi kimselerden olduğu nasıl belli olur?" diye sorduklarında; "Kendisini tam mânâsıyla ibâdete verip insanların nazarında mertebe ve itibârının silinmesini severek kabul ettiği zaman" cevâbını verdi. Yine Zünnûn-i Mısrî (kuddise sirruh) buyurdu ki: "Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Birincisi medh (övülmek) de, zemm (kötülenmek) de ona tesir etmez. İkincisi, amelleri unutur, günâhlarını düşünür. Üçüncüsü, Hak teâlâdan gayrısını gönlünden çıkarır." Her işinde Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı arzû eden Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi aleyh) ihlâs sâhibi idi. İhlâsla ilgili olarak buyurdu ki: "İhlâsın alâmeti, her an Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'ndan başkasını hiç hâtırına getirmemektir." Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Dükkî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs odur ki; insanın zâhiri, bâtını, durması, hareket etmesi, nefes alıp vermesi, yani her hâli Allahü teâlâ için olmalıdır. Nefsin, hevânın payı bulunmamalı, hiçbir hareket, bir mahlûk için olmamalıdır." Evliyânın meşhûrlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs sâhibi mi olmak istiyorsun, önce baş olma sevgisini kalbinden at. Sonra kendini kimseden üstün görme." TASAVVUF NEDİR? Bağdâd'ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi aleyh), ihlâs sâhibi olup yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsına uygun yapardı. Başkalarına da ihlâslı olmayı tavsiye ederdi. İslâm âlimleri kitaplarında, "Tasavvuf": "Îmânın vicdânîleşmesi ve ibâdetleri seve seve yapmak ile harâmlardan uzaklaşmaktır" diyorlar. Tasavvuf kalbin kötülüklerden tasfiyesi, nefsin terbiye edilmesidir. Bu da İslâmiyetin emir ve yasaklarına tâm uymakla olur. Bu yolda insanın ilerlemesi ve yükselmesi, bir rehber (üstâd, mürşid, hoca) ile çabuk ve kolay olur. İhlâs sâhibi ve Allah adamları olan bu rehberlerin yanında bulunmak ve onların tavsiye ve nasîhatlerine uygun hareket etmek, kalpte ihlâsın hâsıl olmasına yardım eder.
.14/07/2012
Kendilerine gıpta edilecek iki kişi
Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîflerinde: "Ancak iki kişiye gıpta edilir (imrenilir): 1- Allahü teâlânın mal verdiği ve onu hak yolda [hayırda] harcamaya muvaffak kıldığı kimse, 2- Allahü teâlânın ilim verdiği, o ilmiyle amel eden ve onu başkalarına da öğreten kimse" buyurmuşlardır. Allah rızâsı için verilen zekât ve sadakanın, yapılan iyiliklerin karşılığı, verenin ihlâs derecesine göre, bire ondan bire yediyüze kadar, hattâ daha fazla olur. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Mâllarını, Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir. O vâsi' [tâkat ve kudret sâhibidir, ihsân ettiği şeyler Ona darlık vermez] ve alîmdir [her şeyi, hâliyle, hakîkat ve özüyle bilicidir. İnfâk edenin niyetini, ihlâslı olup olmadığını ve infâk kudretini bilir]." [Bakara, 260] Mallarını, Allah yolunda harcayanlara birçok müjdeler vardır. Allahü teâlâ, meâlen buyuruyor ki: "Gece-gündüz, gizli-açık, Allah yolunda mâllarını infâk edenlerin, Rableri katında mükâfâtları vardır. Bunlar için korku ve üzüntü yoktur." [Bakara, 247] İHSÂN EDENLER... Mukaddes dînimiz İslâmiyette, ihsân ve infâk etme, malını hayırda, hak yolda harcama, çeşitli şekillerde medh ve tavsiye edilmektedir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Allah, sana ihsân ettiği gibi, sen de [başkalarına] ihsânda bulun." [Kasas, 77] "İhsânın [iyiliğin] karşılığı ancak ihsân olur." [Rahmân, 60] "Allah, adâleti, ihsânı ve akrabâya vermeyi emreder..." [Nahl, 90] "Allah, ihsân edenleri sever." [Âl-i İmrân, 134, 148; Mâide 13, 93] "Allah, muhsinler(ihsân edenler)in ecrini zâyi etmez." [Tevbe, 120; Hûd, 115] "İhsân edenlere, Allahü teâlânın rahmeti elbette çok yakındır." [A'râf, 56] "Allahü teâlâ, ihsân edenlerle beraberdir." [Ankebût, 69] "İhsân edenleri müjdele." [Hac, 37] "Ana-babaya ihsân edin." [Nisâ, 36; En'âm, 151; İsrâ, 23] Kur'ân-ı kerîmde, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Yûsuf'a verilen nimetler bildirildikten sonra buyuruluyor ki: "İhsân edenleri, işte biz böyle mükâfâtlandırırız." [Kasas, 14; Yûsuf, 22] MÂLI HAYRA HARCAMAK... Mâlı hayra harcama, başkalarına ihsânda bulunma ve hediyenin fazîleti çok büyüktür. Az veya çok sadaka vermeye gayret etmelidir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, 'Biz, mâlı insana, ibâdet etmesi için ihsân ettik' buyurdu." [İ. Ahmed] İhsân etmek ve hediye vermekle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir: "İhsân ehlinden olun." [Ebû Dâvûd] "Komşuna ihsânda bulun ki, [kâmil] mü'min olasın." [Tirmizî] "Vermeyene ihsânda bulunanı, Allahü teâlâ Cennete koyar." [Hâkim] "Hediye, Allah tarafından gönderilen güzel bir rızıktır." [Hâkim] "Ana-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân ederler." [Taberânî] "Allahü teâlâ, ihsân sâhibidir. Öyle ise siz de ihsânda bulunun." [İbn-i Adiy] "İhsân kapısını açana, Allah, dünyâ ve âhiret hayrını verir." [İbn-i Cerîr] "Hediyeyi kabûl eden, Allah'ın gönderdiğini kabûl etmiş, reddeden de O'nun gönderdiğini reddetmiş olur." [Râmûzu'l-Ehâdîs] SADAKANIN FAZÎLETİ... Sadakanın fazîleti çoktur. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: "Çok sadaka verenin rızkı bollaşır ve duâsı kabûl olur." [İbn-i Mâce] "Ömrünün uzun ve rızkının bol olmasını isteyen, ana-babasına ihsânda bulunsun ve sıla-i rahim yapsın." [İmâm Ahmed] "Sadaka vermekte acele edin, çünkü belâ sadakayı geçemez." [Beyhekî] "Sadaka ömrü uzatır, kötü ölümden korur, kibri ve tefâhuru da giderir." [Taberânî] "İlmi olan ilminden, mâlı olan da mâlından sadaka versin" [İbn-i Sünnî] "İnsanda 360 mafsal vardır; her gün, 360 sadaka vermesi gerekir: Birine yol göstermek bir sadaka, zahmet veren bir şeyi yoldan kaldırmak bir sadaka, ihtiyâcından fazla elbiseyi başkasına vermek bir sadaka, başkasına şerrinin dokunmasından çekinmek de bir sadakadır." [İbn-i Sünnî]
.20/07/2012
Mübârek ramazân ayının fazîleti
Bugün, ayların sultânı olan mübârek "Ramazân ayı"nı idrâkle şereflendik. Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki: "Bir kimse, Ramazân ayında oruç tutmayı farz [ya'nî vazîfe] bilir ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur." [Sahîh-i Buhârî] Bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, orucun Allahü teâlânın emri olduğuna inanmak ve sevâp beklemek lâzımdır. Günün uzun olmasından ve oruç tutmanın güç olmasından şikâyet etmemelidir. Hattâ günün uzun olmasını ve oruç tutmayanlar arasında güçlükle oruç tutmayı, fırsat ve ganîmet bilmelidir. Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm), "Ramazân ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytânlar [zincire] bağlanır" buyurmuşlardır. Ramazân-ı şerîfte, oruç tutmak çok sevâbdır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günâhtır. Hadîs-i şerîfte, "Özürsüz, Ramazânda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazândaki o bir günkü sevâba kavuşamaz" buyurulmuştur. (Tirmizî) AÇIKTAN ORUÇ YİYENLER!.. Dînî bir mazeret varsa, oruç tutmamak yani orucu Ramazân ayında tutmayıp başka bir aya tehir etmek günâh olmaz. Açıktan oruç yiyen bir kimse, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanların da, oruç tutmaları ve harâmlardan kaçınmaları gerekir. Ramazân ayında oruç tutmak hakkında birçok hadîs-i şerîf vardır. Bu hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki: "Ramazân bereket ayıdır. Allah bu ayda, günâhları bağışlar, duâları kabûl eder. Bu ayın hakkını gözetin. Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrûm kalır." [Taberânî] "Oruçlu çirkin konuşmasın. Birisi kendisine sataşırsa, "Ben oruçluyum" desin." [Buhârî] "Ramazân orucu farz, terâvîh namazı ise sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibâdetle geçirenin günâhları affolur." [Nesâî] "Ramazân ayında âilenizin nafakasını geniş tutun. Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevâptır." [İbn-i Ebi'd-dünyâ] "Oruçlunun susması tesbîh, uykusu ibâdet, duâsı makbûl, ameli de çok sevâbdır." [Deylemî] İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: "Ramazân-ı şerîf ayında kılınan nâfile namaz, yapılan zikir, verilen sadaka ve diğer bütün nâfile ibâdetlere ihsân edilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlara verilen sevâblar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur; Cehennemden âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruçlunun sevâbı da hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolurlar, Cehennemden âzâd olurlar. Resûlullah, bu ayda, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günâh işleyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti kazanmak için bir fırsat bilmelidir. Kur'ân-ı kerîm Ramazân ayında indi. Kadir gecesi, bu aydadır. Ramazân-ı şerîfte, iftârı erken yapmak, sahûru geç yapmak sünnettir. Resûlullah, bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahûru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısıyla her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbâdet etmek de zâten bu demektir. MÜSLÜMANLAR AFFOLUR... Hurma ile iftâr etmek sünnettir. İftâr edince, "Zehebe'z-zama' vebtelleti'l-urûk ve sebete'l-ecr inşâallahü teâlâ" duasını okumak, terâvîh kılmak ve Kur'ân-ı kerîmi hatmetmek önemli sünnetlerdir. Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce Müslümân affolur, âzâd olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytânlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır." [Allahü teâlâ, bu mübârek ayda, hepimize, râzı olduğu, beğendiği yolda bulunmayı ve bu ayın şânına yakışacak şekilde kulluk yapmayı nasip eylesin.]
.27/07/2012
Ramazân ayı, ayların şâhıdır...
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılan ibâdetler (Namaz ve Oruç gibi), 2- Mal ile yapılan ibâdetler (Zekât, Sadaka-i Fıtır ve Kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mal ile yapılan ibâdetlerdir (Hac ve Umre gibi). İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır. Orucun farzı üçtür. Bunlar: 1- Niyet etmek. 2- Niyeti, ilk ve son vakitleri arasında yapmak. 3- İmsâk vaktinden güneşin batmasına kadar olan zaman içinde, orucu bozan her şeyden sakınmaktır. Ramazân oruçları ile nâfile oruçlara niyetin ilk vakti, güneş battıktan sonra başlar. Son vakti ise, ertesi günü öğleye bir sâat kalıncaya kadardır. Kazâ ve keffâret oruçlarında ise, akşamdan imsâk vaktine kadardır. NİYET EDERKEN... Ramazânda oruca niyet ederken, akşamdan imsâk vaktine kadar, "Yarın oruç tutmaya", imsâktan sonra ise "Bugün oruç tutmaya" denir. Yanılıp yanlış söylense de, oruç tutulacak gün bilindiği için mahzûru olmaz. Ramazânda bir aylık oruca toptan niyet edilmez, her gün ayrı ayrı niyet etmek farzdır. Gece yatarken yemeği yiyip veya yemek yemeden niyet edilse, sonra gece uyanınca, sahûra kalkınca yemek yemekte mahzûr yoktur. Akşam yemeği yerken niyet etmek iyi olur. Niyetten sonra da, imsâk vaktine kadar yiyip içmekte mahzûr yoktur. Ramazânda, "Yarın dişim ağrımazsa oruç tutarım, ağrırsa tutmam" diye, akşamdan, şüpheli şekilde niyet edilse, böyle şüpheli niyet ile oruç tutmak sahîh olmaz. Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîfin her gecesinde üç defa buyurur ki: "Benden bir şey isteyen var mıdır? İstediğini vereyim. Tevbe eden var mıdır? Tevbesini kabûl edeyim. İstiğfâr eden var mıdır? Mağfiretime kavuşturayım." Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîfin her gününde, iftâr vaktinde, kendilerine azap edilmesi gereken milyonlarca kişiyi Cehennemden azâd eder. Cuma günü ve gecesi olunca da, her sâatte azap edilmesi gereken bin kerre bin [milyon] kişiyi Cehennemden âzâd eder. Ramazân-ı şerîfin son günü olunca, o gün Ramazân-ı şerîfin ilk gününden son gününe kadar Cehennemden âzâd ettiklerinin toplamı kadar kimseyi Cehennemden âzâd eder. [Aslında bu hadîs, uzun bir hadîstir; biz ancak bu kadarını nakledebildik.] SİNİRLERE HÂKİM OLMAK... Sinir sistemimizin vücuttaki yeri çok mühimdir. Dil sinirleri felç olan kimse konuşamaz. Bacaktaki sinirler felç olursa, insan yürüyemez. Sinirimizin bozulması nisbetinde hayâtımız, az veya çok tehlike içindedir. Siniri bozuk kimse, huzûrsuz olur, sabredemez. Cemiyetteki kavgaların, cinâyetlerin çoğu sinirli olmaktan, sabredememekten ileri gelmektedir. "Oruç sabrın, sabır da îmânın yarısıdır" hadîs-i şerîfi, oruç tutanın sabırlı olduğunu bildirmektedir. (Ebû Nuaym) Böylece orucun îmândan olduğu da görülmektedir. İmânlı olan da, îmânının kuvvetine göre suç ve günâh işlemez. Sinirine hâkim olur. Her şeyin bir zekâtı vardır. Vücûdun zekâtı ise oruçtur, açlıktır. Oruç tutarak aç kalanın arzûları kırıldığı için, sabretmesi kolay olur. Oruç tutan aç durur. Aç durmak iyidir: Aç duranın basîreti açılır; anlayış kâbiliyeti artar. Hadîs-i şerîfte, "Aç duranın idrâki artar, zekâsı açılır" ve "Tefekkür, ibâdetin yarısı, az yemek ise tamâmıdır" buyurulmuştur. (İmâm-ı Gazâlî) Çok yiyen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur. Çok yiyen sarhoş gibi olur, dimâğı yorgunlaşır. Zekâsı, zihni dumûra uğrar. Açlık, kalpte incelik doğurur. Hadîs-i şerîfte, "Az yiyenin içi nûrla dolar ve Allahü teâlâ, az yiyip içen ve bedeni hafîf olan mü'mini sever" buyuruldu. (Deylemî) Açlıkta arzûlar kırılır, nefsimiz uysallaşır, serkeşliği kalkar. Çok yemek, gafleti doğurur. Azgın bir atı zaptetmek zor olduğu gibi, çok yedirmekle azan nefsi zaptetmek de zordur. Açlıkla terbiyesi kolaylaşır. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "İnsan kalbi tarladaki ekin, yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıdâ da kalbi öldürür." [İmâm-ı Gazâlî]
.21/07/2012
Oruç tutmanın hem rûha hem de bedene faydaları
Şükredenlere çok mükâfât verilecektir. Şükür, İslâmiyet'e uymak demektir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Ramazân ayında yapılan nâfile ibâdetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlara verilen sevap gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu aya saygısızlık edenin, bu ayda günâh işleyenin bütün senesi günâh işlemekle geçer" buyurmaktadır. O hâlde, bilhâssa Ramazân ayında, günâh işlemekten daha çok sakınmak gerekir. Cuma günü yapılan ibâdetlere de kat kat sevap verilir. Cuma günü işlenen günâhlar da iki kat yazılır. Kıymetli günlerin değerini bilmeye çalışmalıdır. "ORUÇ BANA MAHSÛSTUR" Orucun diğer ibâdetlere göre sevâbı daha fazladır. Hadîs-i kudsîde, "Her iyiliğe, on mislinden 700 misline kadar sevap verilir. Fakat oruç bana mahsûstur, onun mükâfâtını ben veririm. Çünkü kulum, benim için şehvetini ve yemesini-içmesini bırakmaktadır" buyuruldu. (Buhârî) Her iyiliğin sevâbını Allahü teâlâ verdiği hâlde, orucun sevâbı için, "Ben veririm" buyurmasının hikmeti vardır. "Oruç bana mahsûstur" demekle ona özel bir şeref vermiştir. Başkaları oruç yerken, oruç tutmak daha sevaptır. Hadîs-i şerîfte, "Oruçlunun yanında oruçsuzlar yiyince, melekler, oruçluya duâ ederler" buyuruldu. (Tirmizî) Orucun vücûda zarar verdiğini söyleyenlere i'tibâr etmemelidir. Çünkü oruç tutmanın faydaları pek çoktur. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Oruç iç organları inceltir. Eti eritir ve Cehennem ateşinden uzaklaştırır. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hâtırına-hayâline gelmeyen Allah'ın ni'metleri ancak oruç tutana nasip olur." [Taberânî] VÜCUT MUKAVEMET KAZANIR... Şüphe yok ki, Allahü teâlâ, insanlara, kullarına zararlı olan bir şeyi emretmez. Tıp uzmanları diyorlar ki: Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışmaktadır. Bu hormonlar, tesîrlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedir. Böylece bu hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolünü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir. Oruç tutan bünye, âdetâ bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücûdun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalb ve karaciğer hastalıklarına karşı mukâvemeti artar. Kişi oruçlu iken, karaciğer 3-5 sâat istirâhat eder, gıdâ depolama işine bir müddet ara vermiş olur. Bu arada, korunma sistemini güçlendirici globülinleri hâzırlar. Midedeki kaslar ve salgı ifrâz eden hücreler, oruç müddetince birkaç sâat dinlenir. Kan hacmi de azaldığı için tansiyon düşerek kalb râhatlar. Gıdâ artıkları iyi yakılmayınca, damarları yıpratır. Yakılmayan yağlar, damarları daraltır, damar sertliği denilen râhatsızlığa sebep olur. Akşama doğru vücutta gıdâ hemen hiç kalmaz. Yani bütün gıdâlar yakılmış olur. Bu bakımdan bazı hastalıklara oruç tutmak iyi gelmektedir. Oruçlu iken vücûdun diğer organlarında da dinlenme olur. Az yemek ve oruç tutmak, vücûdun sıhhati için önemlidir. Zekât, malın kiridir. Zekât veren, malını kirden koruduğu gibi, oruç tutan da vücûdun zekâtını ödemiş, hastalıklardan onu korumuş olur. TOK, ACIN HALİNİ BİLMEZ Oruç, yalnız aç ve susuz kalmak değildir. Orucun, sabır, şükür, nefis terbiyesi gibi diğer ibâdetlerle de irtibâtı vardır. Az yiyenin vücûdu sıhhatli olur. Hadîs-i şerîfte; "Oruç tutan sağlıklı olur" buyuruldu. (Taberânî) Açlık, günâh işleme arzûsunu kırar, kötülük etmeye mâni olur. Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, acın hâlini bilmez. Çok yiyen sert ve katı kalpli olur. Hadîs-i şerîfte; "Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin" buyuruldu. (İmâm-ı Gazâlî) Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur. Çok uyuyanın ömrü uyku ile geçtiği için, o kişi, dünyâ ve âhiret kazancından mahrûm kalır. [Allahü teâlâ, dâimâ, rızâsına uygun ameller yapmayı nasip buyursun.]
.28/07/2012
Namaz ve oruç ibâdetlerini ihlâsla yapmak
Resûlullah Efendimiz, Muâz bin Cebel'i (radıyallahü anh), Yemen'e vâlî olarak gönderirken, ona; "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir" [Hilyetü'l-Evliyâ] buyurmuştur. "İhlâs": Allahü teâlâ için yapılan her şey; "Riyâ" da: Halk için yapılan her şey diye tarîf edilmektedir. Sevgili Peygamberimizin mübârek dâmâdı Hazret-i Alî (radıyallahü anh) de; "Az amel yaptım diye üzülmeyin. Kabûl oldu mu? diye endişe edin. Buna ihtimâm gösterin" buyurmuştur. Hindistan'da yetişen en büyük âlim, velî, müceddid ve müctehidlerden sayılan İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ise buyurdu ki: "İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevap) hâsıl eder." SAHTE PARA GİBİ... Şimdi, az bir amele bile çok değer kazandıran ihlâsla ilgili, muhtelif asırlarda, muhtelif memleketlerde yaşamış birkaç ulemâ ve evliyânın bazı sözlerini nakledelim: Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruh): "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez" buyurmuştur. Sehl-i Tüsterî'ye (rahimehüllah), "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır" cevâbını vermiştir. "Zîra ihlâsta nefsin nasîbi yani payı yoktur" diye bir açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır. İstanbul'da yetişen velîlerden Cemâleddîn Mahmûd Hulvî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, her şeyin Allahü teâlânın rızâsı için yapılması, amelin kabûlüne vesîle olan güzel düşünce(niyyet)dir." Irâk evliyâsından Ali Sincârî (rahmetullahi aleyh), talebesine sık sık buyururdu ki: "İhlâs; bütün işleri, insanların rızâsı için değil, Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır." Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh), kendisine sorulan "İhlâs nedir?" sorusuna; "Amellerin âfetlerinden kurtulmaktır" cevâbını vermiştir. Tanınmış büyük evliyâdan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi aleyh), bütün işleri ihlâs ile, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, "Mesnevî"sinde muhtelif misâllerle izâh etmiştir. Yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı, Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur. Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs; ameli, Allahü teâlâ için olmayan karışık düşünce ve niyetlerden arındırmaktır." Yine, evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi aleyh) de, İhlâs hakkında buyurdu ki: "İhlâs, âhiretteki ni'met ve azâplara yakînen inanmanın alâmetidir. İbâdetlerdeki riyâ, gösteriş de, âhiretteki ni'met ve azâplara inanmakta tereddüd olduğunun alâmetidir." KARŞILIK BEKLEMEMEK!.. Bağdâd velîlerinden Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Amelde ihlâs, iki cihânda Allahü teâlâdan karşılık beklememektir. [Ya'nî Allah'ın emri olduğu için yapması, karşılık için yapmaması gerekir.]" Yine buyurdu ki: "İhlâs; ameline bakmamak, yani hiçbir zaman amelini beğenmemektir." Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Kırk gün ihlâslı olan, dünyâda zâhid olur, onun kerâmeti görülür." Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi aleyh) ise buyurdu ki: "İhlâs, insanların teveccüh, alâka göstermelerinden sakınıp ameli yalnız Allah için yapmaktır. Sıdk ise; nefsi, yaptığı ameli beğenmekten temizlemektir. Bunun için ihlâs sâhibi muhlislerde riyâ, gösteriş; sıdk sâhibi olan sâdıklarda da ucub (amelini güzel görmek) hâli bulunmaz." Bu vesîleyle, onun bir sözünü daha nakledelim: "Sıdk; insanlara karşı, olduğun gibi görünmen veya onlara karşı, göründüğün gibi olmandır." ["Cenâb-ı Hak, her işimizi ihlâsla yapmayı nasip buyursun" duâsıyla bugünkü makâlemizi bitirelim.]
.03/08/2012
İslâmiyette namazın önemi
İmân bir binânın temeli; farz olan namazlar da, binânın kendisi veya binânın duvarları gibidir. Nâfileler ise, duvarlara yapılan boya, badana ve süsler gibidir. Binânın kendisi olmadan süs nereye yapılabilir? Namazı kazâya bırakmak büyük günâhtır. Bir kimse, kılamadığı bütün namazlarını kazâ etse, yine de bu günâhtan kurtulamaz. Ayrıca namazlarını kazâya bıraktığı için tevbe etmesi de lâzımdır. Kabûl olmuş hac ve mübârek gecelerde kabûl olan duâlar, bu günâhların affına sebep olur. Fakat namazı kazâ etmedikçe borçtan kurtulmak imkânsızdır. (Kebâir ve Sağâir) Hadîs-i Kudsî'de buyuruldu ki: "Bir kimse, farzı yapmakla bana yaklaştığı gibi, hiçbir ibâdetle yaklaşamaz." [Buhârî] "Allahü teâlâ buyurdu ki: Bir kimse, kendisine farz yaptığım ibâdetleri yapmakla bana yaklaştığı gibi, hiçbir şeyle yaklaşamaz." [Beyhekî] Ahmed Nâmık-ı Câmî hazretlerinin zikrettiği hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Yâ Alî, insanlar nâfile ile meşgûl iken, sen farzları tamamla." [Miftâhu'n-necât] İmâm Muhammed Gazâlî hazretlerinin "ed-Dürretü'l-fâhire" isimli kitabındaki hadîs-i şerîfte ise, "Allahü teâlâ, kazâya kalmış namaz borcu bulunan kimsenin nâfile namazını kabûl etmez" buyuruldu. ALLAHÜ TEALA SÖZ VERDİ! Sevgili Peygamberimiz, namazın önemi hakkında buyurmuşlardır ki: "Allah, beş vakit namazı farz kıldı. Eksiksiz edâ edeni, Cennet'e koyacağına dâir söz verdi. Namaz kılmayana, bu şekilde verilmiş bir sözü yoktur; böyle kimseye dilerse azâb eder, dilerse onu Cennet'e koyar." [Ebû Dâvûd] "Namaz kılan, kıyâmette kurtulur, kılmayan perişân olur." [Taberânî] "Bir kimse, namazını kasten, mazeretsiz kılmazsa, Allahü teâlâ, onun diğer ibâdetlerini de faydasız kılar." "Kasten [mazeretsiz] namaz kılmayanın diğer amellerini Allah kabûl etmez. O kimse, tevbe edinceye kadar da Allahın himâyesinden uzak olur." [İsfehânî] "Namaz kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır." [Bezzâr] "Bir kimse namazı bile bile terk ederse, Allahü teâlâ onun ibâdetlerini faydasız kılar ve namaza başlayıncaya kadar Cenâb-ı Hakk'ın himâyesinden uzak olur." [Ebû Nuaym] "Beş vakit namazı terk eden, Allahü teâlânın hıfz ve emânından mahrûm olur..." [İbn-i Mâce] Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki: "Mü'min, Allah rızâsı için namaz kılınca, ağaçtan yaprakların döküldüğü gibi, günâhları dökülür." [İmâm Ahmed] "Müslümân, namaz kılarken günâhları başı üzerine konur. Her secde ettiğinde başından dökülür. Namazı bitirince hiçbir günâhı kalmaz." [Taberânî] "Her namaz vakti gelince, melekler, 'Ey insanlar, günâhlarınız sebebiyle hâsıl olan ateşi namaz kılarak söndürün' derler." [Taberânî] KAZÂYA BIRAKMAK!.. Namaz, hangi özürle kazâya bırakılabilir? Kazâsı olan nâfile kılabilir mi? konusu son derece önemli bir konudur. Farz namazı kazâ etmek de farzdır. Farz veya vâcib olan bir namaz, ancak iki özürle kazâya bırakılabilir: 1- Düşmân karşısında. 2- Seferde iken, sel, yırtıcı hayvân gibi bir tehlike varsa, namazı oturarak veya hayvân üzerinde îmâ ile de kılmak mümkün değilse, kazâya bırakmak ve uyku, unutmak gibi bir özürle namazı fevt etmek [geçirmek] günâh olmaz. (ed-Dürrü'l-Muhtâr) Bütün fıkıh kitaplarında "metrûkât=terk edilmiş namâz" denmemekte, "fâite yani kaçırılmış namâz" denmektedir. Çünkü, bir Müslümân, namazlarını kasten, bile bile terk etmez. Ancak yukarıda bildirilen özürlerden biriyle kaçırabilir. Bu bakımdan kaçırılan namaz sayısı az olur. Zamanımızda, terk edilmiş namaz sayısı ise pek çoktur. "Kaçırılmış namaz" ile "terk edilmiş namazın" kazâ edilmelerinin hükmü aynı değildir. Tertîp sâhibi kişilerin, fâitesi bulunanların ve metrûkâtı olanların kazâ kılmaları farklı farklıdır. Tertîp sâhibi kişiler, üzerlerindeki kazaları kılmadan, vakit namazlarını dahî kılamazlar. Fâitesi olanlar, sünnetleri ve nâfileleri kılabilirler. Ama metrûkâtı olanlar, kazâları ödemedikçe nâfile namaz kılamazlar. Bunlar nâfile namaz kılarlarsa, [Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre günâh işlemiş olurlar], fakat Hanefî mezhebine görte günâh işlemiş olmazsa da, kıldığı namazlar makbûl olmaz, yani üzerindeki borç sâkıt olsa da sevâp verilmez, ecir alamazlar.
.24/08/2012
Allah rızâsı için yapılan ziyâretlerin önemi
Dîn kardeşlerini ve akrabâyı ziyâret etmenin cemiyet hayâtındaki büyük önemine binâen, bugün bir nebze bu konu üzerinde durmak istiyoruz: Allah rızâsı için bir Müslümânı ziyâret etmek çok sevâbdır. "Allahü teâlâ [bir hadîs-i kudsîde] buyurur ki: Benim için birbirini ziyâret eden, benim için birbirini seven, benim için veren, benim için birbirine yardım eden, sevgime mazhar olur." [Hâkim] Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Dîn kardeşini, sırf Allah rızâsı için ziyâret eden Cennet'tedir." [Taberânî] "Dîn kardeşini ziyâret edene, Cennet'te bir derece verilir." [Huccetü'l-İslâm İlmihâli] "Cennet'te öyle güzel köşkler vardır ki, bunlar, birbirini Allah için ziyâret eden, Allah için sevip yardım eden kimselere hâzırlanmıştır." [Taberânî] "Arşın etrâfında nûrdan kürsülerde, nûr gibi parlayan insanlara, Peygamberler ve Şehîdler gıpta ederler. Bunlar, Allah için birbirini seven, Allah için buluşan, Allah için birbirini ziyâret edenlerdir." [Nesâî] MELEKLER DUA EDER Diğer bazı hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki: "Bir Müslümân, Müslümân bir kardeşini ziyâret edince, 70 bin melek: 'Ey Rabbimiz! Senin rızân için ziyâret eden bu kulundan râzî ol' diye duâ ederler." [Taberânî] "Hiçbir kul yoktur ki, dîn kardeşini Allah için ziyâret etsin de, bir melek ona, 'Ne iyi ettin, Cennet sana helâl olsun' demesin. Allahü teâlâ da buyurur ki: Kulum beni ziyârete geldi. Bana da onu ağırlamak düşer." [Ebû Ya'lâ] "Ziyâretçinize ikrâm edin!" [Harâitî] Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Bir kimse, köydeki bir arkadaşını ziyârete gider. Hak teâlâ, buna bir melek gönderir. Melek o adama der ki: - Böyle nereye gidiyorsun? - Şu köyde bir arkadaşım var. Onu ziyârete gidiyorum. - Bunun sana bir iyiliği, bir yardımı dokundu da onun için mi gidiyorsun? - Hayır, sırf Allah rızâsı için ziyâretine gidiyorum. - Müjdeler olsun sana! Beni, Allahü teâlâ gönderdi. Hiçbir karşılık beklemeden arkadaşını ziyârete gittiğin için, Allahü teâlânın sevgisine mazhar oldun." [Hâkim] SILA-İ RAHM Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Sıla-i rahm, kendisinden kesilen akrabâsını arayıp ziyâret ve iyilik etmektir." [Tirmizî] "Rızkının bol, ömrünün uzun olmasını istiyen, sıla-i rahm [sıla-i rahim, sıle-i rahm, sıle-i rahim] etsin!" [Buhârî] "Sıla-i rahim, malı çoğaltır, âilede sevgiyi artırır ve ömrü uzatır." [Taberânî] Sâlih akrabâyı, âlimi ve fakîri ziyâret daha çok sevâbtır. Sâlih akrabâyı hiç olmazsa, haftada veya ayda bir ziyâret etmeli, kırk günü geçirmemelidir! Uzak ülkede ise mektûpla, telefonla, mesajla, maille gönlünü almalı, dargın ise barışmalıdır. Sâlih olan akrabâyı ziyâret gerekir. "Âlimi ziyâret eden, beni ziyâret etmiş gibi sevâb alır." [Taberânî] "Zengini ziyâret eden; sâim [oruçlu] ve kâim [gece ibâdet eden] sevâbı; fakîri ziyâret eden ise, fî sebîlillah [Allah yolunda, Allah rızâsı için] cihâd sevâbı alır, her adımı Allah yolunda atılan adıma denk olur." [Deylemî] DÎN KARDEŞİNE HEDİYE VERMEK Dîn kardeşine, Allah rızâsı için hediye vermek, ona yemek yedirmek, mâddî veya manevî hizmetlerde bulunmak, onun mâddî-manevî sıkıntılarını gidermek çok kıymetli işlerdir. Bir hadîs-i şerîfte: "Hediyeleşiniz ki sevişesiniz" buyurulmuştur. Tatlı dil ve güler yüzle selâmlaşmak da sevişmeyi temîn eden husûslardandır. Ziyâret, yalnız Allah rızâsı için olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Allah için sevdiği arkadaşının ziyâretine gidene, ardından bir melek, 'Ne güzel iş yapıyorsun, Cenneti hak ettin' der." [Tirmizî] "Dîn kardeşini ziyâret eden, dönene kadar, rahmet içindedir." [Taberânî] "Bir din kardeşini ziyâret edene bir melek: 'Ne mutlu sana, Cennete girmiş oldun' der. Hak teâlâ da buyurur ki: Benim için ziyâret eden kuluma, Cennet'te hoşlanacağı mükâfâtlar vereceğim." [Bezzâr] "Mü'min kardeşini ziyâret edip musâfaha edenler, ellerini ayırmadan, onların her ikisinden de Hak teâlâ râzı olur. Ağaçtan yaprak dökülür gibi, günâhları dökülür." [Huccetü'l-İslâm İlmihâli]
.25/08/2012
Edebin büyük önemi
Tasavvuf, baştan başa edeptir cümlesi, atasözü olmuştur. Edebi gözetmeyen bir kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz. Edeblerden birkaçını yapamadığı için üzülürse ve edebleri yerine getiremezse ve uğraştığı hâlde başaramazsa, afv olunur. Edebi olmayan hiçbir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamıştır. Büyük Fıkıh âlimlerinden İmâm Zührî buyurdu ki: "Biz, bir âlime gittiğimizde, bize göre, ondan edep ve terbiyeyi öğrenmemiz, onun ilminden istifâde etmemizden önce gelirdi." Adî bin Müsâfir (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendisine uyanları yanlış yola götürür." Tasavvuf büyüklerinden biri; "Tasavvuf, edeb demektir. Edebleri gözetmeyen Rabbinin rızâsına kavuşamaz" buyurmuştur. Îsâ aleyhisselâma; "Bu güzel ahlâkını kimden öğrendin" dediklerinde; "Hiçbir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Onlarda olan hoşuma gitmeyen şeylerden sakındım ve beğendiklerimi yaptım" buyurdu. Hazret-i Lokmân Hakîm'e; "Edebi kimden öğrendin?" dediklerinde; "Edebsizden!" dedi. "İLLE EDEP, İLLE EDEP" Yûnus Emre hazretleri; "İlim meclislerinde aradım kıldım talep/İlim geride kaldı, ille edep, ille edep" buyurmuştur. Emre uymak, edebi gözetmekten önce gelir. "Şerefü'l-insâni bi'l-ilmi ve'l-edeb, lâ bi'l-mâli ve'l-haseb (veya ve'n-neseb)" Yani "insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve hasebi-nesebi ile yani baba ve dedeleri ile değil." Sâdeddîn-i Kaşgârî talebelerine nasîhat edip buyurdu ki: "Ey dostlarım! Biliniz ki, Allahü teâlâ, azamet ve büyüklüğü ile bizlere gâyet yakındır. Bu sözü anlayamasanız da, böylece i'tikâd edip inanmalısınız. Tenhâda ve açıkta edebi gözetmek başlıca vazîfenizdir. Evinizde tek başınıza olduğunuz zaman dahî, ayağınızı uzatmayınız. Her an Allahü teâlânın sizi gördüğünü biliniz ve ona göre hareketlerinizi düzenleyiniz. Kendinizi zâhir ve bâtının edebi ile süsleyiniz. Zâhirî edep; Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak, dâimâ abdestli bulunmak, istiğfâr eylemek, az konuşmak, her işi ihlâsla yapmak, İslâm âlimlerinin eserlerini okumak gibi husûslardır. Bâtınî edep ise; bid'at sâhibi ve fâsık kimselerle düşüp kalkmamak, dünyâya bağlanmamak, Allahü teâlâyı unutturacak her türlü işten, yani mâsivâdan uzaklaşmaktır. Bir insanda bir kalp vardır. Oraya sâdece Allahü teâlânın sevgisi doldurulmalıdır. İnsan, her nefeste bir hazîneyi kaybeder. Ancak Cenâb-ı Hakk'ı hatırladığı zamanlar, bu hazîne kaybolmuş sayılmaz. Bu şuûr insanda hâkim olunca, Allahü teâlâdan utanma duygusu da berâber gelir ve gafletten uyanır. Gönül, Cenâb-ı Hakk'a yöneldiği zaman, içinde bir pencere açılır ve o pencereden, İlâhî feyz nûru girer. Bu nûr, doğudan batıya kadar her zerreye hayât verir. Fakat penceresiz evler nasipsiz kalır. İnsanı, Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir. Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzûmsuz şeylerle uğraşmaktan hâsıl olur. Çok uğraşarak bunları kalpten çıkarmalıdır. Allahü teâlâya kavuşmak isteyenlerin, bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden kaçınması lâzımdır. Çalışmayan, sıkıntıya katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu ni'meti ihsân etmek Allahü teâlânın âdeti değildir." "HAYÂ İMÂNDANDIR" İmâm-ı Gazâlî, "Kimyâ-i seâdet" isimli kitâbında buyuruyor ki: "Kur'ân-ı kerîm okumasını öğrenmek çok sevâbdır. Fakat, Kur'ân-ı kerîm okuyanların ve hâfızların, ona saygı göstermeleri lâzımdır. Bunun için de, her sözü, her işi Kur'ân-ı kerîme uygun olmalıdır. Onun edebi ile edeblenmelidir. Onun yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır. Ona, böyle saygı göstermezse, Kur'ân-ı kerîm, kendisine düşmân olur, la'net eder." Bilgisi, anlayışı ve edebi az olan bir kimse, her yerde her şeyi söylemekden ve yapmaktan çekinmez, sıkılmaz. Hâlbuki Peygamber Efendimiz: "Hayâ îmândandır" buyurmuştur. Allahü teâlâ, insan neslini devâm etdirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzip kılmıştır. Aynı zamânda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyâda çetin bir imtihâna tâbi tutmuştur. Dünyâdaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihân iffet imtihânıdır. Bu imtihânda kazanan bir insan, dünyâ ve âhıretin kahramânıdır. İnsanların kemâli (yani kusûrsuz olması) veyâ insanın düşüklüğü, dahâ ziyâde iffet işinde belli olur.
.31/08/2012
Malı hayırlı yerlere harcamak
Peygamber Efendimiz, yemîn ederek buyuruyor ki: "Sadaka vermekle mâl, aslâ noksânlaşmaz." [Taberânî] Ayrıca, "Bir melek, '(Yâ Rabbî!) İnfâk edenin mâlının bedelini ver; cimrilik edip vermeyenin de mâlını telef et' diye duâ eder" buyurmaktadır.[İbn-i Hibbân] Mâlımızın noksânlaşmayacağı, hattâ artacağı garanti edildiğine göre, cömertlikten korkmamalıyız. Böylece îmânımızın da kuvvetli olduğu ortaya çıkacaktır. Cömerdin îmânının kuvvetli, cimrinin ise îmânının zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Cömertlik, îmân sağlamlığından ileri gelir. Îmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, [îmândaki] şüpheden ileri gelir, böyle kimse de Cennete giremez." [Deylemî] ŞEYTÂN, İNSANIN DÜŞMANIDIR Şeytânın vesvesesine aldanmayıp Allahü teâlânın va'dine koşmalıdır. Şeytân, insanın düşmanıdır; onun mâlını hayra harcamasına mâni olmak ister. Şeytân, insana, ya mâlını isrâf ettirerek boşa gitmesini sağlar veya cimrilik ettirerek, hayra harcamaktan alıkoyar; onu "yoksul olursun, elin daralır" diye de korkutur. Onun için, malı, parayı, Allah yolunda harcamaktan korkmamalıdır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Şeytân, mâlınızı hayra sarf ettirmemek için sizi yoksullukla korkutur, cimri olmanızı ister. Allah ise, [sadaka ve zekât verene, hayra sarf edene] mağfiret, lutuf, bolluk va'deder." [Bakara, 268] Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İblîs, en şiddetli adamlarını [militanlarını] mâlını hayra sarf edene musallat eder." [Taberânî] "Sadaka vermeye engel olana la'net olsun." [İsfehânî] Sadaka verirken, akrabâyı görüp gözetmek daha sevâptır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Fakîre verilen sadaka bir sadaka iken, akrabâya verilen sadaka, hem sadaka, hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadakadır." [Nesâî] "En fazîletli sadaka, kin güden yakınına verilendir." [Taberânî] "Sıla-i rahim için verme kapısını açan, bolluğa kavuşur." [İmâm Ahmed] Sadakayı, isteyen dilencilere değil, muhtâç olup isteyemeyen fakîrlere vermek gerekir. İsteyici olan, hiçbir zaman sıkıntıdan kurtulamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İsteyici, darlığa düşer." [İmâm Ahmed] "Dünyâyı âhirete tercîh edenin sıkıntısı hiç eksilmez, ihtiyâçtan kurtulamaz, doymak bilmeyen bir hırsa kapılır." [Taberânî] Peygamber Efendimiz, yemîn ederek, "İsteyene verdiğim sadaka ateş olur" buyurunca, Hazret-i Ömer, "Yâ Resûlallah, öyleyse niçin veriyorsunuz?" diye sordu; cevâbında "Ben, cimrilik yapamam" buyurdu. (Ebû Ya'lâ) Sadakayı, riyâ korkusu varsa, gizli vermelidir. Peygamber Efendimize, "Ya Resûlallah! Hangi sadaka daha fazîletlidir?" diye sorulunca, "Az mâldan gizli verilen sadaka" buyurup, "Eğer sadakayı açık verirseniz güzel olur; gizli verirseniz, sizin için [daha] hayırlıdır" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. (Taberânî) Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Gizli sadaka, Rabbin gazabını söndürür." [İbn-i Asâkir] YEMEK YEDİRME VE İHSÂN Her devirde, her yerde yemek vermek çok iyidir. Dünyâda hiçbir iş, cömertlikten ve yemek vermekten daha iyi değildir. Hadîs-i şerîflerde, "Allahü teâlâ, cömerde cömert davranır", "Cömerdin îmânı kuvvetlidir" ve "En kıymetli amel, bir mü'mini, yemek yedirmek veya başka bir ihtiyâcını görmek sûretiyle sevindirmektir" buyurulmuştur. Bir kimsenin ni'meti varsa ve başkalarına dağıtıyorsa, o kişi sultân olmasa da, halk ona saygı duyar. Dünyâda ad kazanmış ve kazanmakta olan herkes, bu şöhreti aş-ekmek, para-pul, mal-mülk vermekten elde etmişlerdir. Onun için, her gün yemek vermekte kusûr etmemek gerekir. Allahü teâlâ, Hazret-i İbrâhîm'i, yemek vermesinden ve misâfirperverliğinden dolayı övdü. Hazret-i Alî, çok fazla parası olmadığı hâlde, birçok cömertlikler yaptı. Allahü teâlâ, onu [ve âilesini] Kur'ân-ı kerîmde övdü. Kıyâmete kadar onun cömertliğinden, mertliğinden, cesûrluğundan, söz edilecektir. Hâtim-i Tâî de, cömertliği ve misâfirseverliği yüzünden, [Peygamber Efendimizin Peygamberliğine yetişemediği hâlde] sahâbe-i kirâm ve diğer Müslümânlar arasında övülmüş, cömertliği dillere destân olmuş, "Esha'l-arab: Arapların en cömerdi" diye anılmıştır. Dünyâ durdukça, onun cömertliğinden de bahsedilecektir.
.1/09/2012
Öldükten sonra iyilikle anılmak için yapılacak işler
Şüphe yok ki, insanlık "Âile" ile başlar. "Âile": "Nikâhlanıp, evlenerek bir araya gelen erkek, kadın ve çocuklardan meydâna gelen en küçük topluluk"tur. Eski ve köklü bir müessese olan âile, değişik yer ve zamanlarda, değişik görünüşler kazanmasına rağmen dâimâ var olagelmiştir. İlk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, yeryüzünde bulunan ve "İlâhî vahiy" ile terbiye edilmiş olan ilk âiledir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, bu âile, bir erkek ile bir kadından ibârettir. Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek âilenin çocuklarıdırlar. İlmin kesin olarak ortaya koyduğu husûs, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen, bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hucurât sûresi"nin onüçüncü âyet-i kerîmesinde mealen: "Ey insanlar! Biz sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabîlelere ayırdık..." buyurmuştur. İnsanın öldükten sonra iyilikle anılması için; câmi-mescid, mektep-medrese, hastahâne, aşhâne, çeşme, yol, köprü gibi topluma faydalı bir eser veya faydalı bir ilim [faydalı bir kitap yazma, yetişmiş talebe bırakma gibi] yahut hayırlı evlât bırakması gerekir. (Bu konuda bir hadîs-i şerîf de vardır.) Her şey bitip unutulduğu hâlde, bunlar unutulmaz ve ölen insanın hayırlı işinin devâmını temîn eder. Netîce olarak ifâde edelim ki, âile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Şu bir gerçektir ki, bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar da, ilk tahrîbâtlarına âileden başlamaktadırlar. Gerek erkek, gerek kadın, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur. İslâmiyet, ilme, ahlâka ve âileye en büyük kıymeti verip, câhilliği ve ahlâksızlığı reddeder. TARİH BOYUNCA ÂİLEYE VERİLEN ÖNEM Mukaddes dînimiz İslâmiyette ve târih boyunca kültür ve medeniyetimizde de, "Âile"ye ve kadına çok büyük önem verilmiştir. Bütün emir ve yasaklarda, âilenin korunması gözetilmiş ve temelinin çok sağlam olarak atılması gerektiği vurgulanmıştır. Ma'lûmdur ki, insanlar cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi de âiledir. Bu bakımdan âile, toplumun temel taşıdır. Âile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü bir topluluktur. Bu, topluluğun küçük-büyük bütün fertlerinin olgunlaştığı, bir hayât okuludur. Âile içerisinde her ferd, birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu da devâm eder. Âileden gâye, neslin devâmını sağlayan çocuktur. O hâlde çocuğun örnek şekilde yetiştirilmesi, anne ve babanın ortak vazîfesidir. Anne çocuğunu bizzât emzirip büyüttüğü, ona devâmlı iyi ahlâkı anlattığı gibi, bunların ev, yiyecek, giyecek ile maddî ve manevî ihtiyâçlarını karşılamak da önce babanın vazîfesidir. [Çocuklar küçük olsun, büyük olsun anne ve babalarına itâat ve hürmette kusûr etmemelidirler. Onların tecrübelerinden istifâde etmelidirler. Hayâtın çeşitli zorlukları içinde onları büyütüp, her sıkıntıya katlanan anne ve babalar, her bakımdan hürmet ve itâate lâyıktırlar. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allahü teâlâya ibâdet ediniz" buyurulduktan sonra, "Anne-babaya iyilik ediniz" (Bakara sûresi, 83) diye emredilmiştir. Yine onlara "Öf!" demek bile (İsrâ sûresi, 23) yasaklanmıştır.] Her çocuk sevmeyi, sevilmeyi, saygıyı âilede öğrenir. Disiplin ve düzenli hayâta burada alışır. Onun için her anne ve baba, çocuğuna ilmî, ahlâkî ve dînî görevlerini öğretmelidirler. Öğretmezlerse mes'ûl olurlar. Çocuklar, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, vatan-millet aşkını, gelenek ve göreneklerine saygıyı hep burada öğrenirler. Çocuklar, altı yaşlarına kadar kişilik özelliklerini de âileden alırlar. Bu sebeple âilenin düzenli olması çok önemlidir. Âile hayâtının düzenli olması, çocukların şahsiyetli ve güzel karakterli olarak yetişmelerini sağlar.
.8/09/2012
İlmiyle âmil olmanın lüzûmu
Abdullah İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) buyuruyor ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir def'asında bana: "Ey Abdullah İbn-i Mes'ûd!" diye nidâ etti. Ben, üç defa: "Buyur ey Allah'ın Resûlu" dediğimde, şöyle buyurdular: "İnsanların en fazîletlisi hangisidir? Bilir misin?" Ben: "Allah ve Resûlu daha iyi bilir" dedim. (O zaman) buyurdular ki: "İnsanların en fazîletlisi, dînlerini öğrendiklerinde (ilimleriyle amel edip) amelce en üstün olanlardır." Peygamber Efendimiz muhtelif hadîs-i şerîflerinde buyuruyorlar ki: "Kendisiyle amel edilmeyen her ilim, sâhibi için bir vebâldir." "Ümmetimin helâki, fâcir âlimler ve câhil âbidler yüzünden olacaktır." "İlim öğrenmiyene de, ilim öğrendikten sonra amel etmeyene de yazıklar olsun." "Kimin ilmi artar da, hidâyeti (güzel amelleri) artmazsa, o ancak Allah'tan uzaklaşmış olur." "İnsanlara hayrı öğretip kendini unutan, başkalarına ışık verip kendisini yakan kandil gibidir." "Kıyâmet gününde insanların azâb yönünden en şiddetlisi, Allah'ın, ilmiyle kendisini faydalandırmadığı âlimdir." "Ben, ümmetim hakkında, müşrik ve mü'minlerden endîşe etmiyorum. Ancak münâfık olan, inkâr ettiğini yaptığı hâlde, bildiğini söyleyen dil âlimlerinden endîşe ediyorum." "Kıyâmet günü birisi getirilip ateşe atılır. Karnındaki bağırsakları dışarı fırlar. Bu durumda değirmen merkebi gibi dönmeye başlar. Cehennemdekiler etrâfını çevirip sorarlar: Yahu bu hâlin ne böyle? Sen iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaz mıydın? Evet öyle idim. İyiliği emrederdim, ama kendim yapmazdım; milleti münkerden alıkoyar, fakat kendim onu işlemekten çekinmezdim der. " (Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 9; Müslim, Zühd, 7) "Cennet halkından bir takım kimseler, cehennemliklerden bazılarının yanlarına giderek: 'Niçin Cehenneme girdiniz? Vallahi biz ancak sizden öğrendiklerimiz sâyesinde Cennete girdik' deyince onlar: 'Biz söylerdik, fakat söylediğimizi yapmazdık' diye cevâb verirler." (El-Heysemî) "İlmi ile amel etmeyen âlim öyle azâba dûçâr olur ki, azâbının şiddetinden Cehennem halkı (onun o felâketine üzüldükleri ve ona acıdıkları için) onu ziyâret ederler." "Kişi kıyâmet günü, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmi ile nasıl amel ettiğinden, malını nereden kazanıp nereye sarf ettiğinden, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça hiçbir yere adım atamaz." "Kıyâmet günü olduğu vakit, Allahü teâlâ, kullarının hesâplarını görmek için tecellî eder. Kullarının bütünü diz üstü çökmüş, şaşkın ve perîşân bir vaziyettedir. İlk hesâba çağırdığı, Kur'ân-ı kerîmi ezberleyen hâfızlardır. Onlardan her birine der ki: 'Resûlüme indirdiğim kitâbı sana öğretmedim mi?' 'Evet öğrettin Ya Rabbî' der. Allahü teâlâ: 'Öyle ise, bu öğrendiğin ile ne amel ettin?' diye sorar. Hâfız: 'Gece-gündüz senin rızan için okudum ve okuttum' der. Allahü teâlâ buyurur ki; 'Belki bunları yaparken (benim rızâmı değil, halkın teveccühünü arıyor ve) falancı ne okuyucudur? denmesini istiyordun ve hakîkaten de öyle dediler' buyurur..." "İsrâ gecesinde, dudakları ateşten makaslarla kesilen bir takım insanlar gördüm. Siz kimsiniz? diye sordum. Onlar: Biz, iyiliği emreder, kendimiz yapmazdık. Fenâlıktan men eder, hâlbûki kendimiz yapardık diye cevâp verdiler." Merhûm Taşköprü-zâde (v. 968/1560), âlimin ilminin gerektirdiğinin dışında hareket etmesi hâlinde, cezâsının câhilden fazla olacağını ifâde etmektedir. Zîrâ günâh işleyen câhil, sâdece o günâhının cezâsını alır. Fakat âlim günâh işleyince, günâhının cezâsını aldığı gibi, bu işi filân âlim yapmıştır deyip ona uyanların da günâhlarını alır. Onun için, "ilmin kapısı" sıfatıyla tavsîf edilen Hazret-i Alî Efendimiz (radıyallahü anh) buyuruyor ki: "İki kimse benim belimi bükmüştür. Birincisi, İslâmiyetin emir ve yasaklarını, şart ve edeplerini yapmakla vazîfeli olup, bunları bilmeyen câhillerdir. İkincisi de, İslâmın nâmûs perdesini yırtan âlimlerdir. Bu ikinciler, ilimleriyle âmil olmayan ve böyle hareket etmekle insanları kendilerinden nefret ettiren âlimlerdir." Bu husûs, şu hadîs-i şerîfte ne güzel ifâde edilmiştir: "Bir işte, câhile bir defa helâk ve korku varsa, âlime yetmiş defa vardır." Görüldüğü gibi ilmi ile âmil olmamak, hakîkaten büyük bir noksânlık ve günâhtır.
.14/09/2012
İstikâmetin lüzûmu
Kelime anlamı olarak "düzgün bir yolda olmak" yani "Hak yolda olmak, Hak yola girmek" gibi mânâlara gelen "İstikâmet" bir terim olarak, "Her işte i'tidâl üzere bulunma, her çeşit işte denge anlayışı üzerinde olma; doğruluk, dürüstlük, dürüst olma; adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp dîn ve akıl dâiresinde yürüme, işlerde dîn ve aklın sınırları içerisinde hareket etme" demektir. Yine bu kelimeye, "Verilen söze bağlılık, dînî ve dünyevî işlerde orta yolu takip etme" mânâları da verilmiştir. "İstikâmet" masdarının ism-i fâili olan "müstekîm" de, "doğru olan, düzgün olan, eğrisi-büğrüsü olmayan, hak olan" anlamında kullanılmaktadır. "Sırât-ı müstekîm" ise, "Allah'ın dosdoğru yolu" anlamına gelir. Zâten İslâmın bir adı da, "Sırât-ı müstekîm"dir. Çünkü bu yol eğrisi-büğrüsü olmayan, sağlam olan, dosdoğru yoldur. [Şeytân, insanları doğru yoldan uzaklaştırmak için devamlı çaba harcamakta, ön, arka, sağ ve sollarından girmeye çalışmaktadır (el-A'raf, 16-17). Bu durumda insan, doğruluk mücâdelesini, önce içindeki düşmânlara karşı verme durumundadır.] "DOĞRULARLA BERABER OLUN" Yüce Allah, Peygamberlerini doğruluk örneği olarak takdîm etmiştir. Meselâ Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İsmâîl, Hazret-i İdrîs, doğruluk ve sözlerindeki sadâkatleriyle tavsîf edilen, nitelendirilen Peygamberlerdir (Meryem, 41, 54, 56). Allahü teâlâ, "Doğrularla beraber olun" (et-Tevbe, 119) ve "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin" (el-Ahzâb, 70) buyurmaktadır. Doğruluk (istikâmet), insanın Allah'a karşı yerine getirmek için önceden verdiği bir mîsâk, bir ahid, bir sözdür. İnsan, bu yaratılış ahdine vefâ gösterdiği ölçüde sâdıktır; sadâkatin mükâfâtı da verilecektir (el-Ahzâb, 23-24). İnsanlar için en zor işlerden birisi, "istikâmet" üzere olmak, "sırât-ı müstekîm"de bulunmaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, bizlere her gün 5 vakit namazda, "sırât-ı müstekîm" üzere bulunmamız için duâ etmemizi emir buyurmaktadır. Her gün 17 defa "Farz"larda, 3 defa "Vitir"de, 20 defa da "Sünnet"lerde olmak üzere, toplam 40 defa okuduğumuz "Fâtiha-i şerîfe"de, Cenâb-ı Hakk'a, "Bizi, sırât-ı müstekîme hidâyetle, doğru yola ilet" diye duâ etmekteyiz. Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur: "Şu hâlde, sen bundan dolayı (insanları, İslâma) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikâmet üzere ol. Onların hevâ(ve heveslerine, istek ve tutku)larına uyma. De ki: 'Ben Allah'ın indirdiği Kitâba inandım ve aranızda adâlet yapmakla emrolundum'..." (eş-Şûrâ, 15) Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma şöyle emir buyurmaktadır: "Bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar.) Aşırı gitmeyin. Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır." (Hûd, 112) [Malum olduğu üzere, Sevgili Peygamberimiz, bu âyet-i kerîmeden dolayı, "Hûd sûresi beni ihtiyârlattı (saçıma-sakalıma ak düşürdü)" buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîru Sûreti Hûd, 6; Hadîs no: 3297).] Yine başka bir âyet-i kerîmede, "İşte bu benim dosdoğru yolum, ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Allah, azâbından) korkarsınız diye size böyle tavsiye etmektedir" (el-En'âm, 153) buyurulmuştur. [Her hâli, istikâmet üzere olan Seyyid Abdülhakîm Efendi, "İstikâmet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir" sözünü sık sık tekrâr ederlermiş.] BÜTÜN FAYDALI ŞEYLER... İslâmiyyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dîndir. Dârul-Fünûn müderrislerinden yani eski İstanbul Üniversitesi profesörlerinden büyük âlim ve velî Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri: "İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette rahat ve mes'ûd olmalarını sağlayan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. İslâmiyet, eski dînlerin görünür-görünmez bütün iyiliklerini kendinde toplamıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir. Yaratılışında kusûrsuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez; İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz" buyurmuştur. [Çok mühim bir mevzu olan "İstikâmet" konusu üzerinde, inşâallah yarın da duralım.]
.15/09/2012
İstikâmetin ehemmiyeti
islâm âlimleri, dünyâda ve âhırette saâdete kavuşmak, râhat ve neş'eli yaşamak için Müslümân olmak lâzım geldiğini bildirmektedirler. Îmânı olan ve ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, yani harâmlardan sakınıp ibâdetlerini yapan kimseye, "Müslümân" denir. Îmân, belli altı şeye ["Âmentü esâsları"na], bütün emirlere ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ, hakîkî Müslümândan râzı olur; onları sever. Hakîkî Müslümân olmak için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve "İhlâs" ile yapmak lâzımdır. "İhlâs", gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri [meselâ zikri, istiğfârı, hayrât ve hasenâtı, Müslümânları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı] Allah rızâsı için yapmaktır. Mal, mevki, hürmet ve şöhret kazanmak için yapılan ibâdette ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez; günâh olur, azâb yapılır. Allahü teâlâ, doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalplerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de "Sevâb", yani iyilik vereceğini vadetmiştir. "İbâdet", emirleri yapmak, "Takvâ" harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. DOĞRULUK-DOĞRU YOL "Sıdk" ve "İstikâmet" kelimelerinin karşılığı olan doğruluk, ahlâkî vasıfların hepsinin kendisinde toplandığı bir rûh hâlidir. Kur'an-ı Kerîm'de doğruluk, en geniş şekilde fayda ve hikmetleriyle açıklanmıştır. Allah'a, âhirete, meleklere ve kitaplara îmân edenler; mallarını akrabâya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, esîrlere harcayanlar; namazı kılan, zekâtı veren, sözünde duran ve sabredenler "doğrular" ve "takvâ sâhibi kişiler" olarak nitelendirilmişlerdir. Ayrıca istikâmet (doğruluk), Müslümânların ortak vasfı olarak tanımlanmıştır (el-Bakara, 177; el-Ahzâb, 35; el-Fâtiha, 6). "İstikâmet"in karşıtları; "hıyânet" [doğruluğu bırakıp, başkalarının hukûkuna tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme], "sahtekârlık", "yalancılık" ve "sapıklık" gibi vasıflardır. Doğruluk; düşüncede, sözde ve davranışta gerçekleşir. İyi insanın vasıfları arasında en başta doğruluk yer almış ve Müslümânların temel prensiplerinden olmuştur. Allah'tan gerçek manada korkmak, iyiliğe yönelmek, rahatlık ve gönül huzûru duymak, ancak doğrulukla mümkündür. Müslümânlar, her gün 5 vakit namazlarının her rek'atında, Fâtiha Sûresini okuyarak, "Allah'ım bizi doğru yola ilet" diye duâ ederler. Hak yola ulaşmak için "İstikâmet"ten başka bir yol yoktur. Dînde ihlâslı olmak "istikamet"le (doğrulukla) olabilir. Müslümân insan, istikâmet sâhibidir. Bu bakımdan "istikâmet" yüksek bir makâm; aynı zamanda zor bir görevdir. İnanan ve inancının gereğini yerine getiren kişi, doğru insandır. Takvâ üzere yaşayanlara "istikâmeti doğru insan" derler. O insan, fikrinde, sözünde, işinde ve bütün davranışlarında doğrudur. Müslümân, Hazret-i Peygamberi kendisine örnek alır. Peygamberimiz ise doğruluğun örneği idi. Dîn ve dünyâ ile ilgili vazîfelerini, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir Müslümân, dosdoğru bir insandır. Bu sıfatlara sâhip olan bir kimse, toplumun en değerli bir ferdidir. DEVAMLI İHLAS SAHİPLERİ... Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), "Mektûbât" isimli kıymetli kitâbında buyuruyor ki: "Bütün mü'minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyyet ederler. Böylece ihlâs ile yaparlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Bazı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs; zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devam ediyor. Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devamlı ihlâs sâhiblerine "Muhlas" denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine "Muhlis" denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzûları ve şeytânın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir." [C.I, 59. mektûb] [İbâdete başlarken, nefis ve şeytân ile mücâdele ederek, devamsız olan ihlâs elde edilebilirse, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zamânla nefsi zayıflatır, devamlı ihlâs elde etmeye sebeb olur. Fakat buna kavuşmak da senelerce sürer.]
.22/09/2012
Kâmil insan nasıl olur?
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, eğer bütün insanlar, İslâm ahlâkı üzere yaşasalar, dünyâda ne kötülük, ne hîle, ne savaş, ne şiddet, ne de zulüm kalır. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî; ferdlere, âilelere ve cemiyetlere bu kadar faydalı hiçbir dîn yoktur. Bu dînin esâsını anlayan, seven ve uygulayan bir kimse, dünyâ ve âhirette mes'ûd, bahtiyâr, mutlu olur. Bunun için, mükemmel bir insan olmaya gayret etmek lâzımdır. İslâmın güzel ahlâkı hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Her binânın bir temeli vardır. İslâmın temeli de güzel ahlâktır. Güzel ahlâk kısaca; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlâkın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlâk, Yaratan'dan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümâna çatık kaşla bakmak harâmdır. Güler yüzlü olmayan, mü'min sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslümân, hasreti çekilen insân demektir. Zâten iyi insan da, iyi ahlâklı insan demektir. GÜZEL AHLÂK HAKKINDA... Bu konuda birçok hadîs-i şerîf vardır; yerimizin müsâadesi ölçüsünde birkaçını alalım: "En iyi kimse, huyu en güzel olandır." [Buhârî] "Sizin îmânca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır." [Hâkim] "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." [Beyhakî] "Dîn, güzel ahlâktır." [Deylemî] "Güzel ahlâk, senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir." [Beyhakî] Bir kimse, Resûlullah'tan nasîhat isteyince: "Gazaplanma yani kızma, sinirlenme, hiddetlenme, öfkelenme" buyurdu. Birkaç kere sordu, hepsinde de "Kızma, sinirlenme" buyurdu. (Buhârî) Makâlemizin başlığında geçen "insan-ı kâmil yani mükemmel insan olma" konusu, sadece günümüzün konusu değildir. "Mükemmel insan nasıl olur?" sorusuna âlimler, mükemmel insanın bazı vasıflarını sayarak şöyle cevap vermişlerdir: Kâmil insan, ana-babasına, hocalarına, âmirlerine karşı saygılıdır. Âilesini, milletini ve vatanını sever. Hiç kimsenin canına, malına ve ırzına tecâvüz etmez. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Büyüklenmez, son derece mütevâzı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Vakârlı, kibâr, ağır başlı, haysiyetlidir. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Vara-yoğa kızmaz; kızsa da zararlı iş yapmaz. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, sû-i zanda bulunmaz. Hâinlik etmez. Sahtekâr değildir. Sözünde durur, kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boşa geçirmez. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz, sarhoş olmaz, içki içmez, uyuşturucu kullanmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, haksız yere adam öldürmez, hattâ hiçbir canlının cânına kıymaz, kimsenin hakkına tecâvüz etmez..... [Bu cümleleri çoğaltabiliriz, ama makalemizin hacmi buna kâfî gelmiyecektir. Bu bakımdan biz burada "zikr-i cüz' irâde-i kül" ya'nî parçayı zikredip bütünü kasdetme kâidesini uygulayalım ve bu kadarcıkla yetinelim.] SEVECEĞİN KİMSEYİ İYİ SEÇ!.. Hadîs-i şerîfte: "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyuruluyor. Bu dünyâda kimi seversek, âhirette onunla beraber olacağız. Onun için dâimâ iyi kimseleri sevmeye ve onlarla beraber olmaya gayret etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği şeyleri ve kimseleri sevmek, sevmediklerini sevmemek, îmânın alâmeti ve temelidir; bu hâl, bizim de yüce Allah tarafından sevilen insanlardan olmamızı sağlar. İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "İnsan, seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmelidir." Bunun için, İslâm büyüklerinin şu tavsiyeleri son derece önemlidir: Her gün Ehl-i Sünnet âlimlerinin, Evliyânın, Allahü teâlânın dostlarının kitaplarındaki sözlerinden, hayâtlarından, menkıbelerinden bazı kesitleri okumalı. İslâm büyüklerini, Ehl-i Sünnet âlimlerini sevmek, anlatmak ve sevdirmek bir Müslümânın en önemli şiârı olmalıdır.
.29/09/2012
Peygamberlerin, insanlığa yaptıkları hizmetler
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, Hazret-i Âdem'den i'tibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 "Ülü'l-azm" peygamber, 313 "Resûl", 124 binden ziyâde "Nebî"nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü suhuf, 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. Peygamberler târihini incelediğimizde, aslında hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, âileler ve cemiyetler meydana getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimizde, târihimizde, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir. Burada, hemen, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî'nin (rahmetullahi aleyh) bir sözünü hatırlıyoruz. O buyuruyor ki: "İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir; herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır." KULLARDAN İSTENEN... Herkesçe bilindiği gibi, bütün peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. Son peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten [İspanya'dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur. Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve emretmiştir. Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i'tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün "Peygamber"leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emir ve yasaklarını, yani ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir. Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü'l-azm Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır. İnsanlar, Allah'ın Peygamberlerine tâbi olup, emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat bir hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır. Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta yani dünyâda ve âhirette kurtuluşa davet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır. İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan Ma'bûd'a (Allah'a) yönelmeleri emredilmiştir. SAÂDETLERİN BAŞI... Bilindiği gibi, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdan önceki bütün Peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların ahkâm-ı şer'iyyelerinin (dînlerinin) geçerlilik müddetleri belli zamanlarda dolmuş, bitmiş; getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan bir tek Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır. "Peygamberlerin sonuncusu" olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın dîni bütün dînleri nesh etmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır. O'nun kitâbı, geçmiş kitapların en iyisidir. O'nun getirdiği dîn olan "İslâm" da kıyâmete kadar bâkî kalacaktır; kimse tarafından değiştirilemeyecektir...
.28/09/2012
Mes'ûd olmanın yolu
Dünyâdaki bütün insanlar "mes'ûd" ve "bahtiyâr" ya'nî mutlu olmak isterler. Fakat mes'ûd olan pek azdır; çünkü saâdetin ne olduğunu bilen azdır. Şimdi saâdet denilince, yalnız dünyâdaki rahatlık hâtıra geliyor. Hâlbuki asıl saâdet, ebedî olan âhiret saâdetidir. Âhiret saâdetine kavuşabilmek için de, Allahü teâlânın ve son Peygamberi'nin emirlerine uymak yegâne çâredir; bundan başka çâre yoktur. "Saâdet", sözlüklerde: "Mutluluk, bahtiyârlık; dünyâda ve âhirette mutluluk" şeklinde tarif edilmektedir. "Saâdet-i Ebediyye" de: "Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık" demektir. Büyük âlim İmâm-ı Mâverdî (rahmetullahi aleyh), "Saâdet-i ebediyyeye kavuşmak için Müslümân olmak lâzımdır" derken, yine en büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), "Cehennem'den kurtulmak ve saâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere (aleyhimüsselâm) tâbi olmaya bağlıdır" buyurmuştur. CENNETLİK KİMSE... "Saâdet" kelimesinden türeyen "saîd" kelimesi: "Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse, Cennetlik kişi" anlamına gelmektedir. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi'nin şu cümlesinde "saîd" kişi mevzubahis edilmektedir: "Şakîler dünyâya sarılır, saîdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan âhirete) sarılır." Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki: "Saîd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler." (Hûd sûresi, 108) Dâru'l-fünûn müderris(eski İstanbul Üniversitesi profesör)lerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh): "İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır" demektedir. Ca'fer-i Huldî (rahmetullahi aleyh) ise, saâdetin anahtarını şöyle veriyor: "Sâlihlerle berâber olmak, sonsuz saâdetin anahtarıdır." Ebû Ali Cürcânî'nin (rahmetullahi aleyh) zikrettiği saâdet alâmetleri de son derece önemlidir: "Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, Sevgili Peygamberimizin Sünnet-i seniyyesine göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allahü teâlânın rızâsı için insanlara iyilik yapması, Müslümânların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, saâdet alâmetlerindendir." "Dîn bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, saâdeti kazandıran bilgilerdir"; "Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dînlerin, görünür, görünmez bütün iyilikleri İslâmiyette toplanmıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler (başarıların sırrı) ondadır. İslâmiyet, yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir" buyuran Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de ne güzel söylemiştir. Bir hadîs-i şerîfte, saâdetten şöyle bahsedilmektedir: "Eshâbım için, fakîr olmak saâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak saâdettir." (Râmûzü'l-Ehâdîs) Allahü teâlânın, kullarına, râzı olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman peygamberler gönderdiği, akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabûl edilen çok açık bir husûstur. İlk insan ve ilk Peygamber Hazreti Âdem'den sonra da muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere "Hazreti Nûh", "Hazreti İbrâhîm", "Hazreti Mûsâ", "Hazreti Îsâ" ve "Hazreti Muhammed" (aleyhimüs-selâm) gibi birçok "Peygamber" gönderilmiş, bazılarına "Kitap" ve "Suhuf" da verilmiştir. HER BAKIMDAN EN ÜSTÜN... Muhammed aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinnîlere son peygamber olarak gönderilmiştir. O, her zamanda, her memlekette yani dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan, onun üstünde değildir... Allahü teâlâ tarafından insanlar arasından seçilmiş ve görevlendirilmiş, her bakımdan güvenilen, kusûrsuz, günâhsız kimseler olan peygamberler, insanlara, dînin hükümlerini teblîğ eden, duyuran, öğreten elçiler, habercilerdir. İnsanların dünyâ ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onların yanlış, zararlı işlerden korunup, selâmet, hidâyet, râhat ve saâdete kavuşmaları için, peygamberlerle, dîn gönderilmiştir. Peygamberler vâsıtası ile gönderilen "Dîn", insanları ebedî saâdete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Dîn ismi altında insanların uydurdukları eğri yollara dîn denmez, dînsizlik denir
.06/10/2012
Duânın kabûl olması için lüzûmlu bazı şartlar
Duâ, ihtiyâcı gideren, saâdete kavuşturan kapının anahtarıdır. Allahü teâlâ, Mü'min sûresinin altmışıncı âyetinde, "Duâ ediniz, kabûl ederim [isteyiniz, veririm]" buyuruyor. Ama duânın kabûl olması için bazı şartlar vardır: İlk önce i'tikâdı düzgün iyi bir Müslümân olmalıdır. Helâl yemelidir. Saâdet kapısına kavuşturan anahtarın dişleri helâl lokmadır. Hadîs-i şerîfte de buyurulduğu gibi, harâm lokma yiyenin kırk gün duâsı kabûl olmaz. Sâlihlerin, ana-babalarına itâat ve hizmet edenlerin duâları, ana-babasının, hocasının ve Müslümânların arkalarından yapılan duâ, misâfirlerin, oruçluların iftâr vakitlerindeki duâları, âdil idârecilerin [ve hükûmet memûrlarının], mazlûmların, sıkıntıda olanların, sabreden hastaların duâları, mübârek zamanlarda, mübârek yerlerde, namazlardan sonra, Peygamberimizin ve evliyânın kabirleri yanında, onları vesîle ederek yapılan duâlar çabuk kabûl olur... ÖNCE DOĞRU İ'TİKÂD Duânın kabûl olması için gerekli bazı şartları maddeler hâlinde bildirmek gerekirse, başlıca beş şart vardır: 1- Duâ eden Müslümân olmalıdır. 2- Düzgün bir îmâna, Ehl-i sünnet i'tikâdına sâhip olmalıdır. Çünkü hadîs-i şerifte, "Bid'at ehlinin duâsı ve ibâdetleri kabûl olmaz" buyuruldu. Bunun için Peygamber Efendimiz ve Eshâb-ı kirâmı gibi Ehl-i sünnet i'tikâdına sahip olmamız lâzımdır. Doğru i'tikâd konusunda birkaç madde yazmak gerekirse, Ehl-i sünnet i'tikâdına göre; insanları ve işlerini Allahü teâlâ yaratır. Ameller (ibâdetler) îmândan parça değildir. Gayba îmân esâstır. Îmân artmaz ve azalmaz. Büyük günâh işlemekle îmân gitmez. İnsanda irâde-i cüz'iyye vardır. Rızık, helâlden de olur, harâmdan da olur. Allahü teâlâ, Cennette görülecektir. Namaz, oruç, sadaka gibi nâfile ibâdetlerin sevâbını başkalarına hediye etmek câizdir. Mi'râc, rûh ve beden olarak yapılmıştır. Evliyânın kerâmeti haktır. Şefâat haktır. Mest üzerine mesh câizdir. Kabir suâli vardır. Kabir azâbı, rûh ve bedene olacaktır. Velîlerin rûhları ile tevessül edilir ve onların hâtırına duâ edilir. Ehl-i Beytin, Eshâb-ı kirâmın ve Peygamberimizin zevcelerinin hepsini sevmek şarttır. Dört halîfenin üstünlükleri, hilâfet sıralarına göredir. Amelde dört mezhebden birine tâbi olmak şarttır. 3- Harâm işlemekten, bilhâssa harâm yemekten-içmekten sakınmalıdır. Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Peygamber Efendimize dedi ki: "Yâ Resûlallah, duâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabûl etsin." Cevâbında buyurdu ki: "Duânızın kabûl olması için helâl lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur?" 4- Farzları yapmalı, bilhâssa beş vakit namazı kılmalı, Ramazân oruclarını tutmalı, zekât farz olmuş ise vermelidir. 5- Allahü teâlâdan istediği şeyin sebeplerini öğrenip, bunlara yapışması, gerekli sebepleri araması lâzımdır. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe tesîr ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyâsı duâ edince veya Evliyâ-yı kirâm vesîle edilerek duâ edilince, bunların hâtırı için, Cenâb-ı Hak, âdet-i İlâhiyyesini bozarak, bunlara "Kerâmet" olarak, sebebe hâcet kalmadan, doğruca istenileni verir." "DAHA NE İSTERLER!.." İbrâhim bin Edhem'e (kuddise sirruh) şöyle bir suâl sordular: Allahü teâlâ "Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm" buyuruyor. Hâlbuki istiyoruz, vermiyor. Cevâben buyurdu ki: "Allahü teâlâya duâ edersiniz, O'na itâat etmezsiniz. Peygamberini (sallallahü aleyhi ve sellem) tanırsınız, O'na uymazsınız. Kur'ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın ni'metlerinden faydalanırsınız, O'na şükretmezsiniz. Cennet'in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hâzırlıkta bulunmazsınız. Cehennem'i âsîler (günâh işleyenler) için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Kendi ayıplarınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Duâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?"
.05/10/2012
Duânın ehemmiyeti
Sözlüklerde, "İsteme, yalvarma; bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması" gibi manalara gelen "Duâ", dînimizin temel direklerinden biridir. Bizler duâ etmekle emrolunduk. Allahü teâlâ, duâ eden Müslümanları sever. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Bana (hâlis kalp ile) duâ ediniz! Böyle duâları kabûl ederim" (Mü'min sûresi, 60) buyuruyor. Hadîs-i şerîflerde de ifâde buyurulduğu gibi, "Duâ, mü'minin silâhıdır", "Duâ, ibâdetin özüdür", "Duâ, ibâdetin tâ kendisidir." Ulemâ ve Evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğu gibi, kulun Rabbine duâ etmesi, yalvarması, yakarması, sığınması, ağlayıp sızlaması, Rabbine hoş gelir. SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZİN DUÂSI Bütün Peygamberler gibi, Sevgili Peygamberimiz de çok duâ etmişlerdir. Onun bir duâsı şöyledir: "Yâ Rabbî! Senden sıhhat ve âfiyet, emânete hıyânet etmemek, güzel ahlâk ve kadere rızâ göstermeyi istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Merhametin hakkı için bunları bana ver." (İmâm Buhârî, El-Edebü'l-müfred) Diğer bir duâsı da şöyledir: "Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm (yumuşaklık) ile zînetlendir. Takvâ (harâmlardan sakınma) ihsân eyle. Âfiyet ile beni zînetlendir." (Berîka) İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh): "Dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, kurtarması ve âfiyet vermesi için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, selâmet ve âfiyet isteyenleri sever" buyurduktan sonra; şunu nakletmiştir: Büyüklerden biri, hep duâ eder, Allahü teâlâdan bir günlük âfiyet isterdi. Adamın biri bu zâta; "Sen her gün âfiyette değil misin?" dedi. "Allahü teâlâdan öyle bir gün istiyorum ki, sabahtan akşama kadar Allahü teâlâya hiçbir günâh işlemeyeyim. Âfiyetle geçen gün böyle olur" buyurdu... Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmakta, ni'metleri sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def için ve faydalı şeyleri vermek için duâ etmeyi sebep yapmıştır. Peygamberler (aleyhimüs-selâm) hep duâ ettiler. Ümmetlerinden de duâ etmelerini istediler. Duâ gelmiş olan dertleri, belâları giderir; gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Peygamber Efendimiz, "Sabâh kalkınca, üç kerre, 'Bismi'llâhi'llezî lâ yedurru maa'smihî şey'ün fi'l-erdı ve lâ fi's-semâi ve hüve's-semîu'l-alîm' (duâsını) okuyana akşama kadar hiç belâ gelmez" (Tenbîhü'l-Gâfilîn) ve "Birinize herhangi bir dert ve belâ gelince, Yûnus Peygamberin duâsını okusun. Allahü teâlâ muhakkak onu kurtarır. O duâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine'z-zâlimîn." (Tefsîr-i Mazharî) buyurmuştur. Ayrıca duâ, kazâyı def eder, uzaklaştırır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kazâ, ancak ve yalnız duâ ile durdurulur" buyurmuştur. Peygamber Efendimiz; "Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir" (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî) buyurdu. Bunun için çalışmalı, gayret etmeli, sonra da şartlarına uygun olarak edeple duâ etmelidir. Bu konuda, evliyânın büyüklerinden Şerefeddîn Ahmed Yahyâ Münîrî şöyle buyurmaktadır: "Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek, Allahü teâlâdan mu'cize istemek demektir. Müslümânlıkta, hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır." BAZI HADÎS-İ ŞERÎFLER Sevgili Peygamberimiz, duâ hakkında muhtelif hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki: "Ben lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim." (Berîka) "Kendinize, evlâdınıza, kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine râzî olunuz. Ni'metlerini arttırması için duâ ediniz." (Berîka) "Mü'minin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek, 'Allahü teâlâ, bu iyiliği sana da versin! Âmin' der. Meleğin duâsı reddedilmez." (Riyâzu's-Sâlihîn) "Ümmetimin günâh işlemeyen gençlerinin duâları kabûl olur." (Künûzü'd-Dekâik) Bugünkü makâlemizde, bir nebze, duânın ehemmiyeti üzerinde durmuş bulunuyoruz. Yarın da inşâallah, kısaca, duânın kabûl olması için lüzûmlu bazı şartlardan bahsetmek istiyoruz.
..12/10/2012
Duâ hakkında birkaç kelime daha...
Geçen haftaki 2 makâlemizde, "Duânın Ehemmiyeti" ve "Duânın Kabûl Olması İçin Lüzûmlu Bazı Şartlar" üzerinde durmuştuk. Tabîî ki "Duâ" konusu pek mühim ve çok geniş bir konu. İnşâallah ileriki makâlelerimizde tekrâren bu konuya temâs ederiz. Ama bugün, mevzûumuzla alâkalı birkaç kelime daha söylemek istiyoruz. Evliyânın en büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurmuştur ki: "Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalbleri, bedenleridir. O hâlde gazâ ordusunun askerleri, duâ ordusu olmadıkça iş başaramaz. Âl-i İmrân sûresinin 126. âyetinde ve Enfâl sûresinin 10. âyetinde meâlen; "...Yardım, ancak [ve yalnız] Allah'tandır..." buyuruldu. Bu yardıma, duâ ordusu vâsıtası ile kavuşulur." Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed el-Hadîmî de buyurmuştur ki: "Gazâ ordusu, duâ ordusunun yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur." Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, duâsı makbûl bir zât idi. İnsanlar, duâsını alabilmek için uzak yerlerden gelirlerdi. Bir gün birisi gelip: "Efendim, son nefeste îmân selâmetiyle gidebilmemiz için duâ buyurun" dediğinde; "Her kim farzları edâ ettikten sonra, duâ ederse duâsı kabûl olur. Sen farzdan sonra duâ ederken, bizi de hâtırlarsan, biz de seni hâtırlarız. Bu durum hem sizin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur" buyurdu. EŞKIYADAN KURTULAN TALEBE Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, sefere çıkan birkaç talebesine, "Sıkışınca benden yardım isteyin" buyurdu. Yolda talebesini, eşkıyâ yakaladı. Onlar, kurtulmaları için Allahü teâlâya duâ ettiler; fakat kurtulamadılar. Talebeden birisi "Yâ Ebel-Hasan, imdat!" dedi. O talebeyi eşkıyâ göremedi. Diğerlerinin nesi varsa aldılar. Seferden dönünce hocalarına, "Biz Allahtan yardım istediğimiz hâlde soyulduk. Fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?" dediler. O da, "Siz Allahü teâlâyı, harâm giren, harâm çıkan bir ağızla, çağırdınız. Bu ise, Ebül-Hasen ile tevessül eyledi. Ebül-Hasen, kul hakkına dikkat eder, harâm yemez, gıybet etmez, harâm işlemez. Allahü teâlâ, bunun sesini Ebül-Hasene duyurdu. Ebül-Hasen de, bunun kurtulması için duâ etti. Duâsı kabûl oldu. Ben sadece vâsıta oldum, duâ ettim. Kurtaran Rabbimizdi" diye cevap verdi. Allahü teâlâ, evliyâsının duâlarını kabûl edeceğini Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Mâide sûresinin yirmiyedinci âyetinde meâlen, "Allahü teâlâ, ancak takvâ sâhiblerinin ibâdetlerini, duâlarını kabûl eder" buyuruldu. Hadîs-i şerîfte de, "Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemîn etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için o şeyi yaratır" buyuruldu... Cuma günü ve gecesi, ezân vakti, ezân ve ikâmet arasında, her günün seher vakti, gecenin ikinci yarısı, Receb'in ilk gecesi, Şa'bân'ın onbeşinci gecesi, Bayram geceleri, Arefe günü [Zilhicce'nin 9. Günü], Ramazân gün ve geceleri, iftâr zamanı, her günün zevâl vakti, Cuma günü öğle ile ikindi arası kıymetli vakitlerdir. Bu vakitleri ganîmet bilmelidir. Hastalık hâli, âile ve vatanından uzak kalındığı zaman, farz namazlardan sonra, İhlâs sûresi okunduktan sonra, yağmur yağarken, düşmânla karşı karşıya gelince, oruçlu olduğu zaman, kalbinde incelik hissettiği anda duâ etmelidir. Çünkü kalbdeki incelik, rahmet kapısının açık olduğuna işârettir. Rabbimiz, seher vakti, "Duâ eden yok mu kabûl edeyim!" buyurur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Dertli mü'minin duâsını ganîmet bilin." "Beş vakt farz namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur." "Gecenin son üçte birinde, dünyâ semâsını rahmetiyle dolduran Allahü teâlâ buyurur ki: İstiğfâr eden yok mu, onu mağfiret edeyim. İsteyen yok mu, istediğini vereyim, duâsını kabûl edeyim." "Oruçlunun duâsı reddolunmaz." "Üç duâ vardır ki, bunların kabûl edileceğinde şüphe yoktur. Mazlûmun [bed]duâsı, misâfirin duâsı ve babanın evlâdına duâsı." KABÛL EDİLECEĞİNE İNANARAK... Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde "Duâ edin, kabûl edeyim" buyuruyor. Bunun için duânın kabûl edileceğinden şüphe etmemelidir. Şartlarına riâyet edilip edilmediğinden şüphe etmelidir. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâya, kabûl edileceğine tâm inanarak duâ ediniz! Biliniz ki, Allahü teâlâ, gâfil bir kalb ile yapılan duâyı kabûl etmez."
.03/11/2012
İslamdaki kardeşlik hukuku
Sevgili Peygamberimizin, Medîne-i münevvere'ye hicret edince, ilk yaptığı işlerden biri, Mekke'den hicret eden Muhâcirler ile Medîne'de bulunan Müslümânlar yani Ensâr arasında kardeşlik anlaşması yapmış olmasıdır. Bu kardeşlik anlaşmasının gâyesi, Muhâcirleri desteklemek, onların yurtlarından ve yuvalarından uzak düşmelerinin vermiş olduğu gariplik ve ızdırâbı gidermek, mâlî sıkıntılarını bir ölçüde de olsa hafîfletmekti. Hattâ başlangıçta Muhâcirîn ile Ensâr birbirlerine vâris bile oluyorlardı. Bu durum Bedir muhârebesine kadar devâm etmişti. Bedir muhârebesinden sonra nâzil olan: "Hısımlar Allah'ın kitâbınca birbirlerine daha yakındır" (Enfâl, 75) âyetiyle dîn kardeşleri arasında vâris olma durumu kaldırılmıştır. (İbn Sa'd, Tabakât, I, 238) ENSÂR VE MUHÂCİRÎN Resûlullah Efendimizin Medîne'de Ensâr ve Muhâcirîn arasında tesîs etmiş olduğu bu kardeşlik, maddî ve manevî yardımlaşma esâsına dayanıyordu. Ensâr, Muhâcir kardeşlerini alıp evlerine götürdüler, mallarına ortak yaptılar. Resûlullah Efendimize başvurarak: "Ya Resûlallah! Hurmalıklarımızı Muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır" dediler. Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Hayır, öyle olmaz" buyurmuş ve hurmalıkların mülkiyetinin kendilerine âit olmasını, Muhâcirlerin de hurmaların bakımını yaparak çıkacak mahsûlü paylaşmalarını söylemişti. Bilindiği üzere Mekkeli Muhâcirler yurtlarından, yuvalarından kopmuşlar, evlerinden-barklarından ayrılmışlar, kavim ve kabîlelerinden ayrı düşmüşler, dînleri uğrunda mallarını, mülklerini Mekke'de bırakarak Medîne'ye hicret etmişler, böylece Kur'ân-ı Kerîm'in ifâdesiyle "Muhâcirîn=Hicret edenler" unvânını almışlardı. Medîneli Müslümânlar, onları bağırlarına basmışlar, onlara kalplerini, kapılarını açmışlar, en yakınlarına, hattâ kendilerine bile tercîh ederek her türlü yardım ve fedakârlıkta bulunmuşlar, bu yüzden Kur'ân-ı Kerîmde, belirtildiği üzere "Ensâr=yardımcılar" vasfıyla, sıfatıyla anılmışlardır. Muhâcirûn-Ensâr arasındaki münâsebet, kardeşliğin ne anlama geldiğini ve nasıl olması gerektiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir misâldir, ideal bir örnektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Daha önceden [Onlardan evvel, kendilerinden önce] o yurdu [Medîne'yi] yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler [kendilerine hicret edenleri severler]. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyâç [meyli] bulmazlar [içlerinde bir râhatsızlık hissetmezler]. Kendileri de zarûret içinde bulunsalar [farklı ihtiyâç içinde olsalar] bile, onları öz cânlarından daha üstün tutarlar [kardeşlerini, öz nefislerine tercih ederler]. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanlar[kurtuluşa erenler]dır." (Haşr, 9) "MÜ'MİN DUVAR GİBİDİR!.." "Mü'min, mü'min için, birbirini pekiştiren duvar gibidir." (Buhârî) Nasıl ki tuğlalar ve duvarlar birbirlerini destekleyince, sağlam bir binâ meydâna geliyorsa, mü'minler de birbirlerini destekleyince çok sağlam bir cemiyet meydâna gelir. "Müslümân Müslümânın kardeşidir. Ona ne zulmeder, ne de zulme teslîm eder [Müslümân, dîn kardeşini, düsmânına teslîm etmez]. Kim Müslümân kardeşinin bir ihtiyâcını giderirse, Allah da, onun ihtiyâçlarını giderir. Kim kardeşinin bir sıkıntısını giderirse, Allah da, onun kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümânın kusûrunu örterse, Allah da, kıyâmet gününde onun kusûrunu örter." (Buhârî ve Müslim) İslam'da kardeşlik akîde temeline oturtulduğu içindir ki, mü'minlerin arasını bozacak her türlü sunî ayırımlar ve böbürlenmeler de harâm kabûl edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden cahilî değerler yerine takvâ kriteri getirilmiş, bu sûretle toplumsal kardeşliğin ve âhengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki bir âyet-i kerîme ile makâlemize son verelim; bu âyet-i kerîme her türlü münâkaşayı, tartışmayı sona erdirici mâhiyettedir, niteliktedir: "... Muhakkak ki, Allah katında en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır..." (el-Hucurât, 13)
.17/11/2012
Üzerine yemin edilen on gece!..
Kur'ân-ı kerîmde Fecr sûresinin başında, "Fecre, on geceye... yemîn olsun" buyuruluyor. On gece hangi gecelerdir? İki hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Fecr suresindeki on gün, kurbân ayının [Zilhiccenin] ilk on günüdür." [Hâkim] "Allah indinde, Zilhiccenin ilk on günündeki amellerden daha kıymetlisi yoktur." [Tirmizî] İbn-i Abbâs hazretlerine göre, yemîn edilen on geceden murât, Zilhiccenin ilk on gecesidir. O günler, hac amelleriyle iştigâl günleridir. [Hâzin] Bu on gece, Zilhicce ayının ilk on gecesidir. [Beydâvî, Celâleyn] On geceden murat, Ramazân'ın son on gecesi veya Muharrem'in ilk on gününün geceleridir. [Medârik] Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Allahü teâlâ, bu gecelerde yapılan duâ ve tevbeleri kabûl buyuruyor. Bu ve benzeri mübârek geceleri ihyâ etmeli ve saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle olur... MÜBÂREK GECELER Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve dînde kullanılan Arabî [Hicrî-Kamerî] ayların bir yılı, bir güneş yılından on gün kısadır. Bundan dolayı hicrî-kamerî aylar, hicrî-şemsî ve mîlâdî aylara göre, on gün önce gelmektedir. Bunun için Müslümânların mübârek geceleri veya günleri, şemsî yıllara göre, her yıl on gün önce olur. Çünkü mübârek günler, güneş aylarına göre değil, kamerî aylara göre hesâb edilir; dînimiz böyle emretmektedir. İslâmiyet'te, güneş yılının ayları içinde, sayılı mübârek bir gün yoktur. Doğum günü ve mübârek geceler, hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde kamerî aylar esâs alınır. Hac, oruç, kurbân ve bayram günleri hep kamerî aylara göre tespit edilir. Bütün mübârek geceler de kamerî aylara göre tesbît edilir... Mübârek geceleri, hicrî-kamerî sene içerisindeki sırasına göre zikredecek olursak, en başta 1- Muharrem gecesi gelmektedir. Sonra 2- Aşûre gecesi, sonra da 3- Mevlid gecesi gelmektedir. Bunlardan sonra, 4- Regâib gecesi, 5- Mi'râc gecesi, 6- Berât gecesi, 7- Kadir gecesi, 8-Ramazân Bayramı gecesi, 9-Arefe gecesi ve nihâyet 10-Kurbân Bayramı gecesi gelmektedir. Yukarıdaki on geceden, "Mevlid Gecesi", "Regâib Gecesi", "Mi'râc Gecesi" ve "Berât Gecesi"ne "Kandil" geceleri denir. Yukarıda bildirilen on geceden başka, fıtr bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on gecesi, Muharrem ayının ilk on gecesi ve her Cum'a ve Pazartesi geceleri de mübârektir... Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takip eden gecelerdir. Bu geceleri ihyâ etmeli, yani kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümânları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. KAZANÇLI MEVSİMLER!.. Bazı kimseler, Kadir gecesi hâriç, başta Mevlid gecesi olmak üzere bütün mübârek gecelere "bid'at" diyorlar. Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümânların mübârek gün ve geceleridir. Bu mübârek gün ve gecelere kıymet veren Allahü teâlâdır. Bunun gibi, Peygamberler de insandır. Ancak Allahü teâlâ, onları kıymetlendirmiş, kendilerine güzîde mevkiler ihsân etmiştir. Onlar için, "diğer insanlardan niye ayırt ediliyor" denemediği gibi, bazı gece ve günleri kıymetli yaratan Allahü teâlâya da, "bu gece ve günleri, diğer gece ve günlerden niye ayırdı" denemez. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Âhiret yolcusunun, ibâdetle ihya edilmesi kuvvetle müstehab olan mübârek geceleri boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar hayır mevsimleri ve kârı bol olan gecelerdir. Kazançlı mevsimleri ihmâl eden tüccar, bir kâr sağlayamadığı gibi, mübârek geceleri gafletle geçiren âhiret yolcusu da maksada ulaşamaz. Bu geceler: Muharremin birinci gecesi, Aşûre gecesi, Recebin birinci gecesi, ilk Cuma gecesi ve 27. gecesi ki buna Mi'râc gecesi denir. Şa'bânın 15. gecesi, Arefe gecesi ile iki bayram gecesidir. [İhyâ]
.23/11/2012
Muhammed aleyhisselâma iman etmek...
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [yanî Hazret-i Âdem'i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, çeşitli kavimlere, zaman zaman "Peygamber"ler göndermiştir. Hadd-i zâtında, Allahü teâlânın, Peygamberler ve kitaplar göndermesi, bu sûretle, bütün insanlara, dünyâ ve âhirette huzûr ve saâdet içerisinde yaşamanın yollarını göstermesi, en büyük ni'metidir. Yüce Allah, insanlara, kendileri için en doğru olan yaşayış tarzını bildirmiştir. İnsanların dünyâ ve âhirette işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları yanlış, zararlı işlerden koruyup selâmete, hidâyete, râhata ve saâdete kavuşturmak için, bu Peygamberlerle, "dîn" gönderilmiştir. İSLÂMIN BİRİNCİ ŞARTI Âmentü esâslarından dördüncüsü, "Peygamberlere İnanmak"tır. Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden [yani Âmentü esâslarından, îmânın altı şartından] dördüncüsü, Allahü teâlânın "Peygamber"lerine inanmaktır. Peygamberlere îmân etmek, aralarında peygamberlik bakımından hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberler, insanları, Cenâb-ı Hakk'ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Dünyâdaki bütün insanlara çok acıyan Rabbimiz, iyi, güzel ve faydalı şeyleri yaratıp, dostunu-düşmânını ayırmadan, herkese gönderiyor. Bu cümleden olarak, Peygamberleri vâsıtasıyla, beşeriyete saâdet yollarını göstermiş, iyi-kötü, güzel-çirkin her şeyi onlara öğretmiştir. Dolayısıyla Allah'ın bize öğrettiği edep ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve en doğru ahlâktır... Bu vesîle ile belirtelim ki, İslâmın beş şartından birincisi [ya'nî İslâmın birinci şartı], "Kelime-i şehâdet"tir. Yani Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Yani onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Ona tâbi olmak için de, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhisselâm'a tâm ve kusûrsuz tâbi olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Hâtırlarda olduğu gibi, Fransız dergilerinden "Le Point", 1980 yılını "Hazret-i Muhammed Yılı" olarak ilân etmişti. Dergi, bu seçimine sebeb olarak, "Hazret-i Muhammed'in, yedinci yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, dünyâdaki tesîrini, her geçen gün büyüyerek sürdürmesini" göstermiştir... İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O'na îmân etmek, tâbi ve teslîm olmaktır. Aslında kâinâtın Efendisi Muhammed aleyhisselâmı, lâyıkı vechile, doğru bir şekilde beşeriyete tanıtmak, biz Müslümânlar için bir insanlık, Müslümânlık ve vefâ borcudur. DÜNYA VE ÂHİRETİN EFENDİSİ Bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler kendisinde toplanmış olan, dünyâ ve âhiretin Efendisi [Seyyidü'l-kevneyn], insanların ve cinnîlerin Peygamberi [Resûlü's-sekaleyn] olan Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm'ı gündemde tutmak, akıllarda ve fikirlerde, hâtırlarda ve gönüllerde bulundurmak, bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir. Bu, O'nun ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her Müslümânın işi olmalıdır. "Gerçekten sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 4) âyetinde, Yüce Allah'ın iltifâtına mazhar olan Sevgili Peygamberimiz, Kur'ân'dan ibâret olan güzel ahlâkını, hayâtında sergilediği tatbîkâtı, emir ve tavsiyeleri ile ümmetine teblîğ etmiştir... Yüce Rabbimiz buyurdu ki: "Peygamber, mü'minlere canlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [O, mü'minler nazarında kendi nefislerinden, cânlarından daha önce gelir; Mü'minlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O'nun hanımları da onların anneleridir....." [Ahzâb, 6]
.24/11/2012
Aşûre Gecesi ve gününün fazileti
Bugün takvimlere göre, 10 Muharrem 1434 Cumartesi. Muharrem ayı, hicrî-kamerî senenin ilk ayı olup Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. "Aşûre Gecesi", Muharrem ayının onuncu gecesi ve bu ayın en kıymetli gecesidir; onuncu günü de "Aşûre günü"dür. Aşûre gününün fazîleti hakkında bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, "Aşûre Günü"nü üstün kılmıştır. Allahü teâlâ, gökleri, yeri, dağları, denizleri, yıldızları, Arş'ı ve melekleri, Âdem aleyhisselâmı "Aşûre Günü" yarattı..." Allahü teâlâ, birçok duâyı Aşûre günü kabûl buyurmuştur. Şöyle ki: Âdem aleyhisselâmın tevbesinin kabûl olması, Âdem aleyhisselâmın kavminin tevbesinin de kabûlü... Nûh aleyhisselâmın gemisinin tûfândan kurtulması ve Cûdî dağı üzerine indirilmesi... Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkması, Yûnus aleyhisselâmın kavminin tevbesinin de kabûlü... İbrâhîm aleyhisselâmın, Nemrûd'un ateşinde yanmaması [İbrâhîm aleyhisselâmın doğumu da o gün oldu; İbrâhîm aleyhisselâma, oğlunun yerine kesmek için, büyük koç bugün ihsân edildi.]... İdrîs aleyhisselâmın diri olarak göğe çıkarılması... Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkması, Ya'kûb aleyhisselâmın, oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve gözlerindeki perdenin kalkması... Eyyûb aleyhisselâmın belâdan [hastalıkdan] kurtulması... Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz'den geçip, Fir'avun'un boğulması [Allahü teâlâ, denizi, Benî İsrâîl için, Aşûre günü yardı.]... Îsâ aleyhisselâmın vilâdeti ve Yahûdîlerin öldürmesinden kurtulup diri olarak göğe çıkarılması hep Aşûre günü oldu... NELER YAPMALIYIZ? 1- Şihâbüddîn-i Sühreverdî (kuddise sirruh), hadîs-i şerîfte Muharrem ayının ilk günü, 3 defa okunması tavsiye edilen ve okuyanın gelecek Muharrem ayına kadar bütün belâlardan emîn kılınmasına sebep olan duâyı, aşûre günü de okumayı tavsiye ediyor. Aşûre Günü [Muharremin 10. günü] bu duâyı, 3 defa okuyanın, ölümden de emîn olacağı bildiriliyor. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü, şu duâyı 3 defa okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belâlardan emin kılar [Duânın meâli şöyledir]: "Ey Allahım! Sen Ebedî ve Kadîm'sin. Hayy ve Kerîm'sin. Hannân ve Mennân'sın. İşte bu yeni senedir; ben bu senede, Senden, şeytân [ve dostların]dan korunmayı, kötülüğü çokça emreden bu nefse karşı yardım ve beni Sana yaklaştıran amellerle meşgûl olmayı isterim. Ey celâl ve ikrâm Sâhibi, ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle kabûl eyle" derse; şeytân: "Biz bu kişiden ümîdi kestik" der ve Allah ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki Melek görevlendirir. [Nüzhetü'l-mecâlis, I, 156] 2- "Aşûre günü" gusletmeli. 3- Aşûre günü oruç tutmak sünnettir. [Yalnız Aşûre günü oruç tutmak mekrûhtur. Bir gün öncesi [9. ile 10. günü] veya bir gün sonrası ile [10. ile 11. günü] tutmalı! Medîne'de Aşûre günü oruç tutan Peygamber efendimiz, Yahûdîlerin de oruç tuttuklarını gördü. Onlara, "Niye oruç tutuyorsunuz?" diye sordu. Onlar da, "Allah'ın, İsrâîl oğullarını düşmânlarından kurtardığı bir gündür. Mûsâ bu günde oruç tuttuğu için" dediler. Resûlullah efendimiz de, Müslümânların bugün oruç tutmalarının sebebini anlatmak için, "Ben, Mûsâ aleyhisselâma sizden daha lâyıkım" buyurdu. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd) 4- Aşûre günü sıla-i rahim yapmalı. Yani akrabâyı ziyâret edip, hediye ile veya çeşitli yardım ile gönüllerini almalı. İLİM ÖĞRENMELİ... 5- Aşûre günü ilim öğrenmeli. Hadîs-i şerîfte, "Aşûre günü, ilim öğrenilen veya Allahü teâlâ zikredilen bir yerde, biraz oturan, Cennete girer" [Şir'atül-İslâm] buyuruldu. 6- Sadaka vermek sünnettir, ibâdettir. Aşûrenin bugüne mahsûs ibâdet olmadığını bilerek, bugün veya Muharremin diğer bir gününde, Aşûre veya başka herhangi bir tatlı yapmak günâh olmaz, sevâp olur. O gün tanıdıklara ziyâfet, fakîrlere sadaka vermek sünnettir, ibâdettir. Bu inceliği iyi anlamalıdır. 7- Aşûre günü çok selâm vermeli. 8- Çoluk çocuğunu bu günde sevindirmeli. Hadîs-i şerîfte, "Aşûre günü, âile efrâdının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur" (Beyhekî) buyuruldu.
.30/11/2012
Hazret-i Hüseyin Efendimizin fazîleti
Bugünkü makâlemizde, bir nebze de olsa, Sevgili Peygamberimizin "Sibtayn-i muhteremeyn=İki muhterem torun"undan ikincisi, mübârek "12 İmâm"ın üçüncüsü, temiz "Ehl-i Beyt"in dördüncüsü, Hazret-i Alî Efendimizle Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ (radıyallahü anhümâ)'nın kıymetli mahdûmları Hazret-i İmâm Hüseyin'in hayâtı ve fazîletlerinden bahsetmeye çalışacağız... Hazret-i Hüseyin'in ilk çocukluğu, Resûlullah Efendimizin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu hâl, çok sürmedi. Peygamberimiz âhirete irtihâl buyurunca, Hüseyin (radıyallahü anh), bundan sonra ilmini ve edebini babasının yanında tamâmladı. Kendisinin beş çocuğu oldu. İsimleri, sırasıyla Ali Ekber, Ali Asgar, Ca'fer, Fâtıma ve Sekîne'dir (radıyallahü anhüm ecmaîn). "SEYYİD" VE "ŞEHÎD" Resûlullahın (aleyhisselâm) torunu, Hazret-i Ali'nin ikinci oğlu, Oniki İmâmın üçüncüsü ve Ehl-i Beytin dördüncüsü olan Hazret-i Hüseyin, Hicretin altıncı yılında (m. 628'de) doğdu. "Hüseyin" adı, ona Resûlullah efendimiz tarafından verildi. Künyesi, "Ebû Abdillah"dır. Lakabı "Seyyid" ve "Şehîd"dir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'de, Ehl-i Beyte hitâben buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, sizlerden ricsi, ya'ni her kusûr ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tâm bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor ey Ehl-i Beyt." Eshâb-ı kirâm sordular: "Yâ Resûlallah! Ehl-i Beyt kimlerdir?" O esnâda, İmâm Ali, yanına geldi. Onu, mübârek hırkâsının altına aldılar. Ondan sonra, Fâtımatüz-Zehrâ da geldi. Onu da yanına aldılar. İmâm Hasan geldi, onu da bir yanına; İmâm Hüseyin geldi, onu da öbür tarafına alarak, "İşte bunlar, benim Ehl-i Beytim'dir" buyurdular. Bu âyet-i kerîme ve ilgili hadîs-i şerîfler, Resûlullahın iki mübârek torununu sevmenin şart olduğuna açık delîllerdir. Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hüseyin doğduğu zaman, kulağına; "O, Cennet çocuklarının efendisi(seyyidi)dir" diye seslenmişti. Üsâme bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselâmı gördüğünü ve onun; "Bunlar benim oğullarımdır [kızımın oğullarıdır]; Allahım, ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev" dediğini rivâyet etmektedir... İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ) gelen bir rivâyete göre: Resûlullah (aleyhisselâm), her sabâh namazını kıldıktan sonra, mübârek yüzünü Eshâb-ı kirâma çevirirdi. Üzüntülü kimseler yüzünü görseler, mesrûr (sevinçli) olurlardı. Bir gün sabâh namazından sonra, yüzünü döndürmeden, Hazret-i Ali'yi çağırdı. Beraber mescidden çıktılar. Eshâb-ı kirâm (aleyhimü'r-rıdvân) onların niçin ve nereye gittiklerini anlayamadılar. Tekrâr dönerler diye Mescid'de oturmaya devâm ettiler. İkisi, Hazret-i Fâtıma'nın evine gitmişlerdi. Peygamberimiz, Hazret-i Ali'ye kapıda durup kimseyi içeri sokmamasını emretmişti. Zîrâ o gün Hazret-i Hüseyin doğmuş, melekler tebrîk etmek için gelmişlerdi. Hazret-i Ebû Bekir, Mescid'de duramayıp Hazret-i Ali'nin evine gitti. Sonra Ömer (radıyallahü anh), sonra Osmân (radıyallahü anh) ve bütün Eshâb-ı kirâm, Hazret-i Ali'nin evine geldiler. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), Hazret-i Ali'den, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) nerede olduğunu sordu. Hazret-i Ali, "İçeride" dedi. "İzin verirsen, ben de, kendisini göreyim" dedi. Hazret-i Ali, "Allah'ın Resûlü meşgûldür" dedi. "Benim içeri girmememi sana emretti mi?" deyince, "Hayır, yalnız dörtyüzyirmidört bin melek geldi" dedi. Ebû Bekir (radıyallahü anh), Hazret-i Ali'nin bu sözüne taaccüb (hayret) edip durdu. Ali (radıyallahü anh), Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân ve bütün Eshâb-ı kirâma aynı şeyleri söyledi. "KENDİLERİ BİLDİRDİ" Bir ara Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) dışarı çıkıp, herkesin içeri girmesini emrettiler. Önce Ebû Bekir (radıyallahü anh), sonra bütün Eshâb-ı kirâm içeri girdiler. Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) selâm verdiler. Hazret-i Ali'nin, meleklerin sayısına dâir sözü söylendi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye: "Meleklerin sayısını nasıl bildin?" diye sordular. Hazret-i Ali: "Melekler grup grup geliyorlardı. Herbiri bir dil ile konuşurlardı ve kendi sayılarını bildirirlerdi" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah, aklını ziyâde etsin yâ Ali" buyurdular. [Yarın da inşâallah Hüseyin Efendimizin şehâdetinden bahsedelim.]
.
Hazret-i Hasan Efendimiz (radıyallahü anh)
Geçen haftaki iki makâlemizde, denizden damla misâli, Hazret-i Hüseyin Efendimizden bahsetmiştik. Bugün ve yarın ise, ağabeyi Hazret-i Hasan Efendimizden bahsetmek istiyoruz... Hazret-i Hasan bin Ali (radıyallahü anhümâ); Resûlullahın torunu, Ehl-i Beyt'in üçüncüsü, Oniki İmâmın ikincisi, İslâm halîfelerinin de beşincisidir. Hazret-i Ali'nin oğlu olup annesi ise, Sevgili Peygamberimizin mübârek kızı Fâtımatü'z-Zehrâ'dır. Künyesi "Ebû Muhammed" olup, lâkabı da "Müctebâ"dır. Medîne-i münevverede, h. 3 (m. 625) senesinin ramazân ayı ortasında doğdu. Mübârek dedesi (sallallahü aleyhi ve sellem), sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet okuyup ismini "Hasan" koydu. Yedinci günü akîka olarak, iki koç kesti. Sünnet ettirip, saçını da kestirdi ve ağırlığınca gümüş sadaka verdi. Medîne'de 49 (m. 669) senesinde zehirlenerek vefât etti... Hazret-i Hasan, âlemlere rahmet olarak yaratılan Resûlullah Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) terbiyesiyle yetiştirilip büyüdü. Bu, çok az kimseye nasip olan, fakat çok büyük bir şeref ve saâdettir. Mükemmel bir tahsîl ve terbiye gördü. Resûlullah Efendimiz tarafından pek çok hadîs-i şerîfle medh edildi ve onun nice iltifâtlarına mazhar oldu. RESÛLULLAHA ÇOK BENZERDİ Hazret-i Hasan, henüz âkıl-bâliğ olmadan, Resûlullaha bîat eden çocuklardandı. Sekiz yaşında iken, h. 11 (m. 632) senesinde, önce dedesi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), sonra da annesi Hazret-i Fâtımatü'z-Zehrâ vefât edince, yetîm kaldı. Bundan sonra babası Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) terbiyesinde büyüdü. Hazret-i Hasan, beyâz ve güzel yüzlü olup, yüzü, Resûlullahın yüzüne çok benzeyen yedi kişiden biridir. Resûlullah'a, bundan daha çok benzeyen kimse yoktu. Peygamberimiz Hazret-i Hasan'ı çok sever, ona şefkatle muâmele ederdi. Bir gün Hazret-i Hasan ve kardeşi Hazret-i Hüseyin, Resûlullahın huzûrunda güreşiyorlardı. Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Hasan'ı teşvîk ve teşcî buyuruyordu. Hazret-i Fâtımatü'z-Zehrâ babasına: "Yâ Resûlallah! Hazret-i Hasan büyüktür, siz buna rağmen onun tarafını tutuyorsunuz. Hâlbuki, küçüğe yardımcı olmak daha uygun değil midir?" deyince: "Yâ Fâtıma! Cebrâîl (aleyhisselâm) da, Hüseyin'e yardım ediyor" buyurdu. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-i Ensârî (radıyallahü anh) anlatıyor: "Bir gün Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna girmiştim. Hasan ile Hüseyin, O'nun önünde oynuyorlardı. "Yâ Resûlallah! Sen bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem. Bunlar, benim dünyâda öpüp kokladığım iki reyhânımdır!" buyurdu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, en fazla hadîs-i şerîf nakleden Ebû Hureyre (radıyallahü anh) anlatır: "Hasan'ı gördüğümde, gözlerim hep yaşlarla dolar. Zirâ bugünkü gibi hâtırlıyorum: Allahü teâlâ'nın Resûlü Onu kucağına oturturdu. O da, onun mübârek sakalları ile oynardı. Resûlullah, Hazret-i Hasan hakkında, üç kerre şöyle buyurdular: "Ben, bunu çok seviyorum. Onu, sen de sev. Onu sevenleri de sev!" Yine Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'i kastederek buyurdu ki: "Allahım! Ben, bu ikisini seviyorum. Sen de bunları sev. Onlardan nefret edenleri, Sen de sevme!" "EY EHL-İ BEYTİM!.." Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hasan, Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Fâtıma ve Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anhüm) örtü içine alıp, Ahzâb sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerîmesini okuyup, "Ey Ehl-i Beytim! Allahü teâlâ, sizlerden ricsi yani her kusûr ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tâm bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor" buyurdu. Sonra da, "Allahım! Bunlar, benim Ehl-i Beytim'dir" buyurdu. Hazret-i Hasan; hilm (yumuşaklık), rızâ, sabır ve kerem (cömertlik) sâhibiydi. Fitne çıkıp, halîfe Hazret-i Osmân'ın evi sarıldığında, onun imdâdına, yardımına gitti. Sadaka vermeden edemezdi. İki defa, her şeyini, Allah rızâsı için dağıttı. Bir kişinin münâcâtında; "Yâ Rabbî! Bana onbin altın ihsân eyle" dediğini işitince, aceleyle evine gitti. Adamın münâcâtında istediğini gönderdi... [Hazret-i Hasan Efendimiz hakkında, bugünlük, bu kadarcık bilgi ile iktifâ edelim. Yarın da inşâallah, tekrâr ondan bahsetmeye çalışırız.
Hazret-i Hüseyin Efendimizin şehâdeti
Dünkü makâlemizde, bir nebze, Peygamber Efendimizin mübârek torunu, yüksek şahsiyetler olan "12 İmâm"ın üçüncüsü, temiz "Ehl-i Beyt"in dördüncüsü, Hazret-i Alî Efendimizle Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ(radıyallahü anhümâ)'nın kıymetli mahdûmları Hazret-i İmâm Hüseyin'in hayâtı ve fazîletlerinden bahsetmeye çalıştık. Bugün yine bir nebze daha ondan ve onun şehâdetinden bahsetmek istiyoruz. Bir gün, Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Hüseyin'i sağ dizine, oğlu İbrâhîm'i sol dizine aldı. O esnâda, Cebrâîl aleyhisselâm gelip, 'Hak teâlâ, bu ikisinden birini alacaktır. Sen birini seç' dedi. 'Eğer Hüseyin vefât ederse, benim canım yandığı gibi, Ali'nin ve Fâtıma'nın da canları yanar.' 'Eğer İbrâhim giderse, en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü, onların üzüntüsüne tercîh ediyorum' buyurdular. Üç gün sonra oğulları İbrâhîm vefât etti. Hüseyin (radıyallahü anh), Resûlullahın yanına her gelişinde onu öper ve "Selâmet ve seâdet o kimseye ki, oğlum İbrâhîm'i ona fedâ ettim" buyururdu. YAĞMURLU BİR GÜN İDİ... Bir gün Hazret-i Hüseyin, Resûlullah Efendimizin yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Ama hava yağmurlu idi. Resûlullah, onun ıslanmaması için duâ buyurdu. Hüseyin (radıyallahü anh) eve gidinceye kadar, yağmur kesildi. Hazret-i Hüseyin ile ilgili olarak Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Ben bir ağaca benzerim. Fâtıma, bunun kökü, Ali gövdesi, Hasan ve Hüseyin meyvesidir." "Genç olarak Cennete girenlerin seyyidleri Hasan ve Hüseyin'dir." "Hüseyin benden, ben de Hüseyin'denim. Hüseyin'i seveni Allahü teâlâ sever. Hüseyin torunlardan bir torundur." "Hüseyin'i seveni Allahü teâlâ sever." *** Hüseyin (radıyallahü anh), hep babasının yanında idi. Babası şehîd olunca, Medîne'ye geldi. Hazret-i Muâviye'nin vefâtında Yezid'e bîat etmedi. Kûfeliler kendisini çağırıp halîfe yapmak istediler. Kardeşi Muhammed bin Hanefiyye, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Abbâs ve daha nice Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) kendisine mâni olmak istediler ise de, onların nasîhatlerini dinlemeyip, yetmişiki kişi ile Mekke'den Irâk'a doğru yola çıktı. Yezîd, Şâm'dan bunu haber alınca, Irâk vâlîsi Ubeydullah bin Ziyâd'a emir gönderip "onları Kûfe'ye sokma" dedi. Bu da, Sa'd İbn-i Ebî Vakkâs'ın oğlu Ömer'in kumandasında bir ordu gönderdi. Abdullah İbn-i Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, İmâm kabûl etmeyip harp etti. Yanında bulunanlara da tekrâr tekrâr "teslîm olun" denildi ise de, 72'si de şehîd oluncaya kadar savaşa devâm ettiler. Sinân bin Enes Nehâî, Hazret-i Hüseyin'i, Hicret'in 61 (m. 681) yılında Muharremin onuncu günü Kerbelâ'da şehîd etti. Mübârek oğlu Zeynel-âbidin Ali küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve imâmın mübârek başı ile Şâm'a gönderildi. Mübârek başı, Mısır'da Karâfe kabristânında medfûndur. [Ezher meydânında "Seyyidünâ Hüseyin Câmii"nde olduğu da söyleniyor.] Hazret-i Hüseyin, 10 Muharremde, 72 kişilik maiyetiyle birlikte şehîd edildi. Sevgili Peygamberimizin mübârek torunu, o yüce İmâmın şehîd edilmesi, elbette bütün Müslümânlar için büyük musîbet ve üzüntüdür. Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân, Hazret-i Ali ve Hazret-i Hamza'nın şehîd edilmeleri de, bizler için böyle büyük musîbet ve üzüntüdür. Fakat onlar için, bir ni'mettir, şehîdlik gibi yüksek mertebeye kavuşmadır... MÂTEM TUTANIN HÂLİ!.. Peygamber Efendimiz, çok sevdiği amcası Hazret-i Hamza'nın şehîd edildiği günün yıl dönümlerinde mâtem [yas] tutmadı. Mâtem tutmayı da emretmedi. Mâtem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber Efendimizin ölümü için mâtem tutulurdu. Hadîs-i şerîflerte buyuruldu ki: "Mâtem tutan, ölmeden tevbe etmezse, kıyâmette şiddetli azâp görür." [Müslim] Hüseyin (radıyallahü anh) buyurdu ki: Bir gün yüksek dedemin huzûruna varmıştım. Übeyy bin Kâ'b da huzûrunda idi. Bana; "Merhabâ, ey Ebû Abdillah, ey göklerin ve yerin süsü!" diye hitâb etti. Übeyy bin Kâ'b hazretleri, "Yâ Resûlallah! Göklerde ve yerde, senden başka süs var mıdır?" dedi. Resûlullah: "Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyâde süs, göklerin tabakalarıdır" buyurdu.
.
RAMAZAN AYVALLI
Takvimlere göre, 28 Ekim 2011 Cuma günü, "el-Eşhüru'l-hurum" denilen "harâm aylar"ın [Receb, Zil-ka'de, Zil-hicce ve Muharrem] üçüncüsü, "eşhüru'l-hac" denilen "hac ayları"nın da üçüncüsü ve sonuncusu olan Zil-hicce ayı (1 Zil-hicce 1432) girdi. Bilindiği gibi, bazı zamanlar benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir. Allahü teâlâ, kullarına çok merhamet-şefkat ettiği, acıdığı için, bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki, duâ, tevbe, namaz, oruç, sadaka, kurbân, hac ve umre gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır. [Böyle gün ve geceleri ihyâ etmeli ve bunlara saygı göstermelidir. Saygı göstermek ise, harâm işlememekle olur.] Bilindiği üzere, Zilhicce ayının 8. gününe "Terviye günü" denir. Terviye gününde hacılar Mekke'den Minâ'ya çıkarlar. "Terviye" denmesinin sebebi, hacıların o gün "Zemzem suyu"ndan çok içip kanmalarındandır. "Terviye", tefekkür mânâsında da kullanılmaktadır. İbrâhîm aleyhisselâm, Zilhicce ayının 8. gecesi, rüyâsında "Kendi oğlunu keser hâlde" gördü. Sabâh olunca, "Rüyâ şeytânî midir, Allah tarafından mıdır?" diye terviyeye ya'nî tefekküre dalıp, o günü tefekkürle geçirdi. "Arefe gecesi" olduğunda kendisine; "Emrolunduğun şeyi yerine getir!" buyurulunca, Allahü teâlâ tarafından olduğunu bildi. Bildiği için o güne, "bilmek" anlamına gelen "Arefe günü" dendi. "Arefe günü", Zilhicce'nin 9. günü olup başka günlere "Arefe" denmez. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Bir Müslümân, Terviye günü (Arefe gününden bir önceki gün, ya'nî bugün) oruç tutarsa ve günâh söz söylemez [ve günâh olan iş yapmazsa], Allahü teâlâ, onu elbette Cennete sokar." "Rahmet kapıları, 4 gecede açılır. O gecelerde yapılan duâ, tevbe reddolmaz. Fıtr (ya'nî Ramazân) Bayramının birinci gecesi ile Kurbân Bayramının birinci gecesi [önümüzdeki 6 Kasım Pazarı 7 Kasım Pazartesiye bağlıyan gece], Şâban ayının on beşinci (ya'nî Berât) gecesi ve Arefe gecesidir." [Kadir gecesi, birçok hadîs-i şerîfte bildirildiği için burada da bildirilmeye lüzûm görülmemiştir. Meselâ diğer bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Allah, Kadir gecesini, ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir." (Deylemî)] Dînî bayramlarımızdan ikincisi olan Kurbân bayramını 6-7-8 ve 9 Kasım 2011 Pazar-Pazartesi-Salı-Çarşamba günlerinde idrâkle şerefleneceğiz. Bilindiği üzere, bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, ihtiyaç sahiplerinin sevindirildiği günlerdir. Burada ifâde edelim ki, Müslümânlar, her yıl, "Ramazân ayı"nda ve "Arefe günü"nde günâhları afv edildiği için sevinirler, sürûrları avdet eder. Bundan dolayı Arapça'da bayrama "îd" denilmiştir. SEVİNÇ VE NEŞ'E GÜNLERİ... Bilindiği gibi, hicretin ikinci yılında, müdâfaa için cihâda izin verildi; Müslümanların kıblesi Kâ'be-i şerîfe oldu. Yine hicretin 2. senesinde, oruç farz oldu; Ramazân ayında, terâvîh namâzı kılınmaya başlandı ve sadaka-i fıtır vermek vâcip oldu; zekât vermek de farz oldu. Yine o senenin Zilhicce ayında, Kurban kesmek ve bayram namazı kılmak vâcip oldu. Peygamber Efendimiz, Mekke-i mükerreme'den Medîne-i münevvere'ye hicret edince, Medînelilerin Câhiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını gördü ve onları ikaz etti; "Allahü teâlâ, size onlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti" buyurdu. Dînimize göre, bayram ikidir. Birincisi, Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü "Ramazân bayramı"; ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü [ya'nî 6 Kasım Pazar günü] "Kurbân bayramı"dır. Bildiğimiz gibi, Ramazan Bayramı üç gün, Kurban Bayramı ise dört gündür. Müslümânlar, bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, az evvel de ifâde ettiğimiz gibi, günâhların affedildiği, rahmet kapılarının açıldığı, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neş'e kaynağıdırlar...
04.11.2011
Bugün "Arefe Günü" yarın da "Kurban Bayramı" başlıyor
"Arefe Günü", Kurbân Bayramı'nın birinci gününden önceki gündür [ya'nî bugün]. "Arefe Gecesi" ise; "Arefe Günü" ile "Kurbân Bayramı"nın birinci günü arasındaki gece [o da bu gece]dir. Her mübârek gün ve geceye olduğu gibi, bu gün ve geceye de saygı göstermelidir. TEŞRÎK TEKBÎRLERİ... "Arefe Günü" (bugün) sabâh namazından, Kurbân Bayramı'nın dördüncü günü ikindi namazı sonuna kadar 23 vakitte, erkek ve kadın herkesin [kadınlar yavaş söylerler], farz namazlardan sonra, selâm verir vermez; "Allahümme ente's-selâm..." demeden, "Tekbîr-i teşrîk"i okuması vaciptir. Tekbîr-i teşrîk [ya'nî teşrîk tekbîri] şöyledir: "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd." Beş vakit farz namazlardan başka, Kurbân Bayramı namazı ve Bayram günlerine denk gelen Cuma namazlarından sonra da okunur. Selâmı müteâkıp konuştuktan veya Câmiden çıktıktan sonra okumak lâzım değildir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Arefe Günü'ne hürmet ediniz! Çünkü Arefe günü, Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür." "Arefe Günü oruç tutanların, iki senelik günâhları affolur. Biri geçmiş senenin, diğeri de gelecek senenin günâhıdır." "Arefe Günü, 1.000 adet İhlâs sûresi okuyanın bütün günâhları affolur ve duâsı kabûl olur." (Hepsini Besmele ile okumalıdır.) "Arefe gecesi ibâdet edenler, Cehennemden âzâd olurlar." Yarın, Müslümânların bayramıdır. Bayram günlerinde şunları yapmak sünnettir: 1-Erken kalkmak. 2-Gusül abdesti almak. 3-Misvâk kullanmak. 4-Güzel koku sürünmek. 5-Yeni ve temiz elbise giymek. 6-Câmiye erken gitmek. 7-Câmiye giderken tekbîr söylemek. 8-Mü'minlere selâm vermek. 9-Mü'minlerle bayramlaşmak. 10-Dargınları barıştırmak. 11-Kabirleri ziyâret etmek. 12-Yüzük takmak. 13-Güler yüzlü olmak. 14-Fakîrlere sadaka vermek. 15-Akrabâyı ziyâret etmek. 16-Dîn kardeşlerini ziyâret etmek. 17-Ziyârette hediye götürmek. 18-Misâfirlere ikrâm etmek. 19-Çok duâ ve tevbe etmek. "Bayram Namazı" iki rek'attir ve cemâatle kılınır, yalnız kılınmaz. Birinci rek'atte, "Sübhâneke"den sonra eller üç def'a kulaklara kaldırılıp her defasında tekbir getirilir; birinci ve ikincisinden sonra iki yana uzatılır. Üçüncüsünde, göbek altına bağlanır. Sonra "Fâtiha" ve zamm-ı sûre okunup rükû' ve secdeler yapılır. İkinci rek'atte ayağa kalkılarak, "Fâtiha" ve zamm-ı sûre okunduktan sonra, rükûa eğilmeden evvel, iki el yine üç def'a kulaklara götürülür ve her defasında tekbîr getirilir. Üçünde de eller yana salınır. Dördüncü tekbîrde, eller kaldırılmayıp, rükûa eğilinir. Secdeler yapılıp oturulur ve "Et-tehiyyâtü" ve "salevât" duâları okunduktan sonra, selâm verilir. "Usûl şöyledir: İki salla bir bağla, üç salla bir eğil." Bugünkü makâlemizi, Yahyâ Kemâl Beyatlı'nın "SÜLEYMÂNİYE'DE BAYRAM SABÂHI" başlıklı güzel şiiriyle bitirelim. Ulu ma'bed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum, Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum. Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim, Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını, Görüyor varlığının bir yere toplandığını. Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes, Nice bin dalgalı "Tekbîr" oluyor tek bir ses. Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi. Gördüm ön safta oturmuş nefer esvâplı biri, Dinliyor vecd ile tekrâr alınan Tekbîr'i. Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü'min neferin, Kimdi? Bânîsi mi, mi'mârı mı, ulvî eserin? Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu, Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu. Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli. Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine, Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar'dan mı? Hisâr'dan mı? Kavaklar'dan mı? Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine. Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı. Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
05.11.2011
.Malı hayırlı yerlere harcamak
Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca "kâinât"ta, sâdece "dünya"nın insanlarla meskûn olmasını irâde etmiş, "ilk insan" olarak "Hazreti Adem"i bu dünyaya göndermiş ve onu aynı zamanda "ilk Peygamber" kılmıştır. [Binâenaleyh insanların atası maymun değildir; başka gezegenlerde insanlık hayâtı yoktur ve insanlık vahşet üzere değil, medeniyet üzere başlamıştır.] Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca "Peygamber"leri vâsıtasıyla da bildirmiştir. "İlk Peygamber" Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, "son Peygamber" olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta ("Peygamber"e), "melek"le ["Cebrâîl" aleyhisselâm'la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir. Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti lutfetmiştir. Bu ni'metler sayılamıyacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır: "O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni'met[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!" [İbrâhîm, 34] "Hâlbuki Allah'ın ni'met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." [Nahil, 18] SADAKA VERMENİN ÖNEMİ Bu mukaddimeden sonra bir nebze, sadaka vermenin öneminden bahsedelim... Mukaddes dînimiz İslâmiyette, ihsân ve infâk etme, mâlını hayırda, hak yolda harcama, çeşitli şekillerde medh ve tavsiye edilmektedir. Şimdi önce "Sadaka"nın bir ta'rîfini yapalım: Sözlüklerde "Sadaka": "Allahü teâlânın rızâsını kazanmak niyetiyle ve karşılık beklemeden, muhtâc olanlara, fakîrlere hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma" ma'nâsına geldiği gibi, "Zekât" ve "Ganîmet" ma'nâlarında da kullanılmaktadır. Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işlere, devâmlı hayra sebep olan sadakaya "sadaka-i câriye" denilir. Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh): "Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır" buyurmuştur. Evliyânın gözbebeklerinden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) de: "Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır" buyurmuştur. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Allah, ihsân edenleri sever." [Âl-i İmrân, 134, 148; Mâide 13, 93] "Allah, muhsinler(ihsân edenler)in ecrini zâyi' etmez." [Tevbe, 120; Hûd, 115] "İhsân edenlere, Allahü teâlânın rahmeti elbette çok yakındır." [A'râf, 56] "Allah, adâleti, ihsânı ve akrabâya vermeyi emreder..." [Nahl, 90] "...Allah, sana ihsân ettiği gibi, sen de [başkalarına] ihsânda bulun." [Kasas, 77] "Ana-babaya ihsân edin." [Nisâ, 36; En'âm, 151; İsrâ, 23] ŞEYTÂN, İNSANIN DÜŞMÂNIDIR Şeytân, insanın düşmânıdır; onun mâlını hayra harcamasına mâni olmak ister. Şeytânın vesvesesine aldanmayıp Allahü teâlânın va'dine koşmalıdır. Şeytân, insana, ya mâlını isrâf ettirerek boşa gitmesini sağlar veya cimrilik ettirerek, hayra harcamaktan alıkoyar; onu "yoksul olursun, elin daralır" diye de korkutur. Onun için, mâlı, parayı, Allah yolunda harcamaktan korkmamalıdır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Şeytân, mâlınızı hayra sarf ettirmemek için sizi yoksullukla korkutur, cimri olmanızı ister. Allah ise, [sadaka ve zekât verene, hayra sarf edene] mağfiret, lutuf, bolluk va'deder." [Bakara, 268] Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İblîs, en şiddetli adamlarını [militanlarını] mâlını hayra sarf edene musallat eder." [Taberânî] "Sadaka vermeye engel olana la'net olsun." [İsfehânî]
11.11.2011
Sadaka vermenin fazîletİ
Peygamber Efendimiz, yemîn ederek buyuruyor ki: "Sadaka vermekle mâl, aslâ noksânlaşmaz." [Taberânî] Ayrıca, "Bir melek, '(Yâ Rabbî!) İnfâk edenin mâlının bedelini ver; cimrilik edip vermeyenin de mâlını telef et' diye duâ eder" buyurmaktadır. [İbn-i Hibbân] Mâlımızın noksânlaşmayacağı, hattâ artacağı garanti edildiğine göre, cömertlikten korkmamâlıyız. Böylece îmânımızın da kuvvetli olduğu ortaya çıkacaktır. Cömerdin îmânının kuvvetli, cimrinin ise îmânının zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Cömertlik, îmân sağlamlığından ileri gelir. Îmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, [îmândaki] şüpheden ileri gelir, böyle kimse de Cennete giremez." [Deylemî] Sadaka vermenin fazîleti çoktur. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: "Çok sadaka verenin rızkı bollaşır ve duâsı kabûl olur." [İbn-i Mâce] "İlmi olan ilminden, mâlı olan da mâlından sadaka versin" [İbn-i Sünnî] BİRE YEDİYÜZ ALMAK Allah rızâsı için verilen zekât ve sadakanın, yapılan iyiliklerin karşılığı, verenin ihlâs derecesine göre, bire ondan bire yediyüze kadar, hattâ daha fazla olur. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Mâllarını, Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir. O vâsi' [tâkat ve kudret sâhibidir, ihsân ettiği şeyler Ona darlık vermez] ve alîmdir [her şeyi, hâliyle, hakîkat ve özüyle bilicidir. İnfâk edenin niyetini, ihlâslı olup olmadığını ve infâk kudretini bilir]." [Bakara, 260] Mallarını, Allah yolunda harcayanlara birçok müjdeler vardır. Allahü teâlâ, meâlen buyuruyor ki: "Gece-gündüz, gizli-açık, Allah yolunda mâllarını infâk edenlerin, Rableri katında mükâfâtları vardır. Bunlar için korku ve üzüntü yoktur." [Bakara, 247] Mâlı hayra harcama, başkalarına ihsânda bulunma ve hediyenin fazîleti çok büyüktür. Az veya çok sadaka vermeye gayret etmelidir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, 'Biz, mâlı insana, ibâdet etmesi için ihsân ettik' buyurdu." [İ. Ahmed] İhsân etmek ve hediye vermekle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir: "İhsân kapısını açana, Allah, dünyâ ve âhiret hayrını verir." [İbn-i Cerîr] "Ana-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân ederler." [Taberânî] "Komşuna ihsânda bulun ki, [kâmil] mü'min olasın." [Tirmizî] "İdârecilerin ihsânını, ihsân olarak kaldığı sürece alın." [Ebû Dâvûd] "Vermeyene ihsânda bulunanı, Allahü teâlâ Cennete koyar." [Hâkim] "Hediye, Allah tarafından gönderilen güzel bir rızıktır." [Hâkim] Kendisini ve çoluk çocuğunu perîşân edecek kadar çok sarf etmek doğru değildir. Allahü teâlâ, cömert olan sâlih kimseleri överken buyuruyor ki: "Onlar, (mallarını) sarf ederken isrâf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar." [Furkân, 67] Hattâ mümkünse fakîr de, az da olsa sadaka vermelidir. Fakîrin az sadaka vermesi, zenginin çok sadaka vermesinden daha kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Genç, sıhhatli olan bir kimsenin, parası da yokken, fakîrliğe düşme korkusu içinde verdiği sadaka, sevâp bakımından daha büyüktür." [Müslim] DİKKAT EDİLECEK HUSÛSLAR Sadaka verirken, akrabâyı görüp gözetmek daha sevâptır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Fakîre verilen sadaka bir sadaka iken, akrabâya verilen sadaka, hem sadaka, hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadakadır." [Nesâî] "En fazîletli sadaka, kin güden yakınına verilendir." [Taberânî] Sadakayı, isteyen dilencilere değil, muhtâç olup isteyemeyen fakîrlere vermek gerekir. İsteyici olan, hiçbir zaman sıkıntıdan kurtulamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İsteyici, darlığa düşer." [İmâm Ahmed] "Dünyâyı âhirete tercîh edenin sıkıntısı hiç eksilmez, ihtiyâçtan kurtulamaz, doymak bilmeyen bir hırsa kapılır." [Taberânî] Sadakayı, riyâ korkusu varsa, gizli vermelidir. Peygamber Efendimize, "Ya Resûlallah! Hangi sadaka daha fazîletlidir?" diye sorulunca, "Az mâldan gizli verilen sadaka" buyurup, "Eğer sadakayı açık verirseniz güzel olur; gizli verirseniz, sizin için daha hayırlıdır" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. (Taberânî)
12.11.2011
Yemek yedirme ve ihsânın önemi
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, kullarına saâdet yollarını göstermiş, iyi ve kötü, güzel ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu "Peygamber"leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, ya'nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. HÂTİM-İ TÂÎ'NİN CÖMERTLİĞİ Ma'lûm olduğu üzere, dünyâda ad-şöhret kazanmış ve kazanmakta olan herkes, bu şöhreti aş-ekmek, para-pul, mal-mülk vermekten elde etmişlerdir. Onun için, imkânı olanların her gün yemek vermekte kusûr etmemeleri gerekir. Bir kimsenin herhangi bir ni'meti varsa ve onu başkalarına dağıtıyorsa, o kişi sultân olmasa da, halk ona saygı duyar. Nitekim cömertliğiyle meşhûr Hâtim-i Tâî, hâlâ unutulmamıştır. Onun hakkında birkaç kelime söylemek gerekirse, şunları ifâde edebiliriz: Abdullah bin Sa'd (Hâtim-i Tâî), altıncı asrın sonunda, yedinci asrın başında yaşamış, cömertliğiyle meşhûr bir Arap şâiri ve kabîle reîsidir. Peygamberimizin devrine yetişmiş, ancak onun Peygamberliğini açıklamasından önce vefât etmiştir, ama oğlu Adî (Adiyy) İslâmiyetle şereflenmiştir. Asıl ismi Abdullah bin Sa'd olduğu hâlde, çok cömert olduğu için "Hâtim", Tayy kabîlesinden ve o kabîlenin reîsi olduğu için de "Tâî" lakabıyla anılmaktadır. Hâtim-i Tâî, Arap, Îrân ve Türk edebiyâtında zenginlik, cömertlik, hayırseverlik timsâli olarak kullanılır. "Hayra verilen mal, isrâf olmaz" derdi. Hâtim-i Tâî, cömertliği ve misâfirseverliği yüzünden, Sahâbe-i kirâm ve diğer Müslümânlar arasında dâimâ övülmüş, cömertliği dillere destân olmuş, hattâ "Esha'l-arab: Arapların en cömerdi" diye anılmıştır. Dünyâ durdukça, onun cömertliğinden bahsedilecektir. O, gerçekten çok cömert idi. Öyle ki, kabîlesinin yerleşmiş olduğu yerin etrâfındaki tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misâfir olmalarını sağlardı. Bir muhârebede Müslümanlara esîr düşen Hâtim-i Tâî'nin kızı, Peygamberimize gelerek; "Eğer lutfedip beni bağışlarsanız, hakkımda, Arap kabîlelerinin hasetçilerini sevindirmemiş olursunuz. Zîrâ ben öyle bir kabîle başkanının kızıyım ki, babam esîrleri âzâd eder, açları doyurur, çıplakları giydirir, insanlara alçak gönüllülükle davranır, dört yanındakileri korurdu" deyince, Peygamberimiz kendisini hemen serbest bıraktı. Kendisine, elbise, binek hayvanı ve yol azığı da verdi. Hâtim-i Tâî'nin oğlu Adî (Adiyy) de, bilâhare Huzûr-ı Saâdet'e gelerek ikrâm gördü. Resûlullah Efendimiz onu evine götürdü. Kendisi yere otururken Adî (Adiyy)'e minder ikrâm etti. Ona İslâmiyeti telkîn etti, o da îmânla şereflendi. Müslümân olan Adî bin Hâtim(radıyallahü anh)'in bildirdiği hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte'de (mu'teber 6 hadîs kitâbında) mevcuttur. "CÖMERDİN ÎMÂNI KUVVETLİDİR" Allahü teâlâ, Hazret-i İbrâhîm'i, yemek yedirmesinden ve misâfirperverliğinden dolayı, Kur'ân-ı kerîminde övmüştür. Hazret-i Osmân, çok cömerd olduğundan dolayı, "hesapsız Cennet'e gidecek" diye müjdelenmiştir. Hazret-i Alî, çok fazla parası olmadığı hâlde, birçok cömertlikler yapmıştır. Allahü teâlâ, onu da Kur'ân-ı kerîmde medh etmiştir. Kıyâmete kadar onun cömertliğinden, mertliğinden, cesûrluğundan söz edilecektir. Her devirde, her yerde yemek vermek çok iyidir. Dünyâda hiçbir iş [tabîî ki îmân ve farz olan ibâdetler müstesnâ edilecek olursa], cömertlikten ve yemek yedirmekten daha iyi değildir. Hadîs-i şerîfte; "Cömerdin îmânı kuvvetlidir" buyurulmuştur. Sevgili Peygamberimizin, bir hadîs-i şerîfleriyle bugünkü makâlemizi bitirelim: "Ancak iki kişiye gıpta edilir (imrenilir): 1- Allahü teâlânın mal verdiği ve onu hak yolda (veya hayırda) harcamaya muvaffak kıldığı kimse. 2- Allahü teâlânın ilim verdiği, o ilmiyle amel eden ve onu başkalarına da öğreten kimse" buyurmuşlardır.
18.11.2011
Bu gece, mübarek hicrî yılbaşı gecesidir
Bilindiği gibi "zamân"ı; "sene", "mevsim", "ay", "hafta", "gün" ve "sâat" gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetvellere "Takvîm" denir. Her milletin ve cemiyetin kendisine esâs kabûl ettiği bir takvîmi olduğu gibi, birçok milletin müştereken kullandıkları takvîmler de vardır. İlk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma, Allahü teâlâ tarafından vahyedilen sahîfelerde [10 Suhuf'ta], dîn ve dünyâya âit bilgiler mevcuttu. Zamân ve takvîm bilgileri de, ilk defâ bu sahîfelerden öğrenilmiştir. Takvîmin esâsı târih, yâni senedir. Târihler "Hicrî (Kamerî, Şemsî)", "Rûmî", "Mâlî", "Mîlâdî" gibi isimler alırlar. Takvîm için mühim bir hâdise, "târih başı" olarak ele alınır. Hristiyânlıkta bu başlangıç, Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târihtir. Doğduğu yıla sıfır, ondan öncesine "mîlâttan önce", sonrasına da "mîlâttan sonra" denmiştir. Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, mîlâdî 20 Nisan 571 [12 Rebîul-evvel] Pazartesi sabâhı, Mekke-i mükerreme'de doğdu. 40 yaşında iken kendisine Peygamberliği bildirildi. 622 yılında Mekke'den Medine-i münevvere'ye hicret edip 20 Eylül Pazartesi günü, Medîne'nin Kubâ köyüne geldi. Bu târih, Müslümânların "Hicrî-Şemsî yılbaşı"ları oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, "Hicrî-Kamerî yılbaşı"ları oldu. YENİ BİR SENE BAŞLIYOR İnşâallah yarın idrâkiyle şerefleneceğimiz "Muharrem-i harâm" ayı, "İslâm hicrî-kamerî senesi"nin birinci ayı ve Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen 4 harâm aydan biridir [harâm ayların dördüncüsü ve sonuncusudur]. Muharrem ayının birinci gecesi [ya'nî bu gece], Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir. Bu geceyi ihyâ etmeli ve saygı göstermelidir. Bilindiği üzere saygı göstermek, günâh işlememekle olur. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerde yapılan duâ ve tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Bu geceleri ihyâ etmeli, ya'nî kazâ namâzları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ ve tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümânları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Muharremin birinci günü de, Müslümânların hicrî-kamerî senelerinin ilk günüdür. Ya'nî yarın 1 Muharrem 1433, Müslümânların "hicrî-kamerî yılbaşı"ları olmaktadır... İslâmiyet'te, güneş yılının ayları içinde sayılı herhangi bir mübârek gün yoktur. Doğum günü ve mübârek geceler, hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde kamerî aylar esâs alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kamerî aylara göre tespit edilir... "Hicrî-Kamerî Takvîm"de; Muhammed aleyhisselâmın, Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sene, başlangıç kabûl edilir. Muharrem ayının biri olan ilk Kamerî senebaşı, mîlâdî 16 Temmuz 622 Cumâ günü idi. [Kamerî takvîmde bir yıl 354.367 gündür. Bu süre, Ay'ın dünyâ etrafında 12 kerre döndüğü zamandır. Güneş yılından 10.875 gün daha kısadır. Bundan dolayı, 32.5 yılda, bir yıl daha fazladır. Hicrî-kamerî aylar, hicrî-şemsî ve mîlâdî aylara göre, on gün önce gelmektedir. Bunun için Müslümânların mübârek günleri veya geceleri, şemsî yıllara göre, her yıl on gün önce olur.] MÜSLÜMANLAR TEBRİKLEŞİRLER Müslümânlar, kendi yılbaşı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, telefonla veya mektup yazarak tebrîkleşirler. Birbirlerini ziyâret eder ve hediye verirler. Yılbaşını dergi ve gazete i'lânlarıyla kutlarlar. Yeni yılın, birbirlerine ve bütün Müslümânlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip duâlarını alırlar. Bugün de, bayram gibi temiz giyinip, fakîrlere sadaka verirler. Muharremin ilk 10 gün ve gecelerinin hepsi de, mübârek gün ve gecelerdendir. [Bu vesîleyle bütün okuyucularımızın, asîl milletimizin ve tüm Müslümânların hicrî yılbaşı gece ve günlerini tebrîk ediyoruz.]
25.11.2011
Bugün mübârek hicrî yılbaşı
Araplar, İbrâhîm aleyhisselâmdan beri Arabî ayları kullanmışlardır. İslâmiyetten önce "Fil Vak'ası"nı başlangıç kabûl etmişler ve seneleri buna göre saymaya başlamışlardı. Hicretle berâber başlangıç değişmiş ve her senedeki en mühim hâdisenin ismi ile anılmaya başlamıştı (izin yılı, emir yılı, zelzele yılı, vedâ yılı gibi). Fakat bu şekildeki tatbîkât, bâzı târih karışıklıklarına sebep olduğu için, Halîfe Hazret-i Ömer zamânında, hicretin on yedinci yılında alınan bir karârla, hicretin olduğu sene birinci sene olmak ve o senenin Muharrem ayı başlangıç kabûl edilmek sûretiyle, bu târih tesbît edildi. İşte hicrî-kamerî târih bu târihtir. Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabûl edildiği târihe, seneye "Hicrî Yıl" denir. Burada, ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, "Hicrî-Kamerî Sene" veya "Sene-i Kameriyye" de denir. Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîül-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce. Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir. Hristiyânlığın aslında bulunmayan, fakat sonradan kabûl edilen yılbaşı günü, onlara âit özel bir gündür... Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken Medîne'ye hicret etti. Bir hafta yolculuk yapıp mîlâdî Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel'in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne'ye girdiler. Bu seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. Cumâ gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin "Kozmoğrafya" kitabında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da "Hicrî-Şemsî Yıl" denir. HİCRÎ YILBAŞI DUÂSI Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki: "Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü [ya'nî hicrî yılbaşında], aşağıdaki duâyı 3 defa okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belâlardan emîn kılar." Şeyh Şihâbüddin-i Sühreverdî'den menkûldür ki: "Her kim bu duâyı aşûre günü üç kerre okursa ölümden de emîn kılınır. Zîrâ o sene ölümü mukadder olan kimseye, bu duâyı bu veçhile okumak nasip olmaz. (Hâmiş) Duânın Latin harfleriyle yazılışı şöyledir. Mümkün mertebe, duâyı, doğru olarak Arabî aslından, orijinalinden okumalıdır. "Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme Entel-Ebediyyül-Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân. Ve hâzihî senetün cedîdetün, es'elüke fîhel'ısmete mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm, bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli beytihî ecmaîn." Meâli ise şöyledir: "Besmele", "hamdele" ve "salvele"den sonra, "Ey Allah'ım! Sen Ebedî ve Kadîmsin [Kendinden evvel hiçbir varlık olmayan], varlığı, hayâtı devâmlı olan, kullarına keremi ziyâde, merhameti, ni'metler bağışlaması sonsuz, yalnız Sensin Allahım! İşte bu yeni yıldır ki, ben, bu yıl boyunca, huzûrundan kovulmuş şeytândan korumanı ve dâimâ kötülüğü emreden nefsime gâlip olmam için yardımını ve beni Sana yaklaştıran işlerle meşgûl olmamı Senden dilerim ey celâl ve ikrâm sâhibi Allahım. Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle muâmele eyle. [Sonunda tekrâr salevât-ı şerîfe var]." "Nüzhetü'l-mecâlis" kitâbında [I, 156] bildirildiğine göre bir kimse böyle derse, şeytân: "Biz bu kişiden ümîdi kestik" der ve Allahü teâlâ ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki melek görevlendirir.
26.11.2011
Mübarek Aşûre gecesi ve günü yaklaşt
Ramazan Ayvallı
"Fecr" suresinde, "Fecre ve on geceye yemîn olsun" buyuruluyor. Bu "On gece", Beydâvî, Celâleyn ve Hâzin tefsîrlerine göre, Zilhicce ayının ilk on gecesidir. İbn-i Abbâs hazretleri de: "On geceden murât, Zilhiccenin ilk on gecesidir. O günler hac amelleriyle iştiğâl günleridir" buyurmuştur. Ama Medârik tefsîrinde, "On geceden murât, Ramazân'ın son on gecesi veya Muharrem'in ilk on gecesidir" buyurulmuştur. Bilindiği üzere, Müslümânların bazı mübârek geceleri vardır. Mübârek geceler, İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, ba'zı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Bu geceleri ihyâ etmeli, ya'nî kazâ namâzları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümânları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek ise, günâh işlememekle olur. Bu mübârek gecelerden birisi de "Aşûre Gecesi"dir. FAZİLETİ ÇOK BÜYÜK... Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Ramazan-ı şerîf ayındaki oruçlardan sonra, en fazîletli oruç, Muharrem ayının orucudur. Farz namazlardan sonra en fazîletli namaz gece namazıdır." [Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce] "Muharrem ayında bir gün oruç tutana, bugüne karşılık otuz gün oruç sevâbı yazılır." "Aşûre günü oruç tutanın, bir yıllık günâhları affolur." [Sadece Aşûre günü oruç tutmak mekrûh olduğu için, bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile beraber tutulmalıdır. Ya'nî 9. ile 10. günü veya 10. ile 11. günü tutmalıdır.] "Aşûre gününün fazîletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o gün, Allahü teâlânın günler arasından seçtiği mübârek bir gündür. Bugün oruç tutan kimseye, Allahü teâlâ, meleklerin, peygamberlerin, şehîdlerin ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâb verir." "Aşûre günü oruç tutun! Çoluk çocuğunuza iyilik yapın! Bir kimse, Aşûre günü çoluk çocuğuna iyilik yapıp, sevindirse, Allahü teâlâ, ona senenin diğer günlerini iyi eder." "Aşûre gecesi oruçlu bir mü'mine iftâr verene, Allahü teâlâ katında bütün ümmet-i Muhammed'e iftâr vermiş, karınlarını doyurmuş gibi sevâb yazılır." Muharremin birinci günü oruç tutmanın, o senenin tamâmını oruç tutmak gibi fazîletli olduğu da bildirilmiştir. Öteden beri Kureyş de, Resûlullah Efendimiz de Aşûre günü oruç tutarlardı. Medîne-i münevvere'ye gelince de, yine o gün oruç tuttu ve tutulmasını emretti. [Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî]. Kur'ân-ı kerîmde, kıymet verilen dört aydan biri olan Muharrem ayının dokuzuncu günü ile onuncu günü arasındaki geceye "Aşûre Gecesi", Muharrem'in onuncu gününe de "Aşûre Günü" denir. Aşûre Gecesi, bu ayın en kıymetli gecesidir. DUALARI KABUL OLDU... Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur: Âdem aleyhisselâmın tevbesinin kabûl olması, İdrîs aleyhisselâmın diri olarak göğe çıkarılması, Nûh aleyhisselâmın gemisinin tûfândan kurtulması, İbrâhîm aleyhisselâmın Nemrûd'un ateşinde yanmaması, Yûnus aleyhisselâmın balığın karnından çıkması, Yûsuf aleyhisselâmın kuyudan çıkması, Ya'kûb aleyhisselâmın, oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuşması ve gözlerindeki perdenin kalkması, Eyyûb aleyhisselâmın hastalıkdan kurtulması, Mûsâ aleyhisselâmın Kızıldeniz'den geçip, Fir'avnın boğulması ve Îsâ aleyhisselâmın vilâdeti, doğumu ve yahûdîlerin öldürmesinden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması hep Aşûre günü oldu. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Aşûre günü, Nûh aleyhisselâmın gemisi, Cûdî dağına indirildi. O gün Nûh ve yanındakiler, Allahü teâlâya şükür için oruçlu idiler. Hayvânlar da hiç bir şey yememişti. Allahü teâlâ, denizi, Benî İsrâîl için, Aşûre günü yardı. Yine Aşûre günü Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın ve Yûnus aleyhisselâmın kavminin tevbelerini kabûl etti. İbrâhîm aleyhisselâm da o gün doğdu." [Taberânî]
02.12.2011
Yarın Aşûre gecesidi
Muharrem ayı, İslâmî (hicrî-kamerî) senenin birinci ayı ve Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen 4 aydan biridir. Kıymet verilen diğer üç ay ise, Zilka'de, Zilhicce ve Receb aylarıdır. (Tevbe sûresi, 36. âyet) Muharrem ayının 1. gecesi, Müslümânların hicrî yılbaşı gecesidir. Muharrem ayının 1. günü de Müslümânların yeni yılının, yâni hicrî yılın 1. günüdür. Muharrem ayının onuncu gecesi [9 Muharrem'i 10 Muharrem'e ya'nî 4 Aralık Pazar'ı 5 Aralık Pazartesi'ye bağlayan gece], Aşûre gecesidir. 5 Aralık Pazartesi de Aşûre günüdür. Bu ayın en kıymetli gecesi Aşûre gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurmuştur. Dünkü makâlemizde onlardan bir kısmını yazmıştık. MUHARREM AYININ FAZÎLETİ Peygamber Efendimiz, 622 yılında Mekke'den Medîne'ye hicret edip 20 Eylül Pazartesi günü, Medine'nin "Kubâ" köyüne geldi. Bu târih, Müslümânların "Hicrî-Şemsî" yılbaşıları oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü [milâdî 16 Temmuz 622 Cuma] de, "Hicrî-Kamerî" yılbaşı oldu. Muharrem ayının ilk on gecesi ve günü, çok mübârek olan gece ve günlerimizdendir; 1 Muharrem (Hicrî Yılbaşı) gecesi ve 10 Muharrem (Aşûre) gecesidir. Dînimizdeki, mübârek günler ve geceler hep hicrî aylara göredir... Aşûre günü yapılacak işleri bildiren birçok hadîs-i şerîf vardır: Gusletmelidir. Hadîs-i şerîfte, "Aşûre günü gusleden, günâhlardan temizlenir. İki defa gusledenin gözü ağrımaz" buyuruldu. [Bu sevâplar, namaz kılan ve harâmlardan kaçan mü'min içindir. Bunlara riâyet etmeyen kimse, Aşûre günü, bir değil, defalarca gusletse, günâhları affolmaz.] Aşûre günü oruç tutmak sünnettir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Aşûre günü oruç tutanın, bir yıllık günahları affolur." Çok selâm vermelidir. Hadîs-i şerîfte, "Aşûre günü, on Müslümâna selâm veren, bütün Müslümânlara selâm vermiş gibi ecre kavuşur" buyuruldu. Çoluk-çocuğunu ve yetîmleri sevindirmelidir. Hadîs-i şerîflerde: "Aşûre günü, âile efrâdının nafakasını geniş tutanın, bütün sene nafakası geniş olur" ve "Aşûre günü bir yetîmin başını okşayan kimseyi, Allahü teâlâ, yetîmin saçının her kılı için Cennette bir derece yükseltir" buyuruldu. İlim meclisinde bulunmalıdır! Hadîs-i şerîfte, "Aşûre günü, ilim meclisinde veya Allah'ın anıldığı bir yerde, bir müddet oturan, Cennete girer" buyuruldu. Sıla-i rahm yapmalıdır! Yani akrabâyı ziyâret edip, hediyelerle veya çeşitli yardımlarla gönüllerini almalıdır! Hadîs-i şerîfte, "Sıla-i rahmi terk eden, Aşûre günü akrabâsını ziyâret ederse, Yahyâ ve İsâ'nın sevâbı kadar ecre kavuşur" buyuruldu. Sadaka vermek sünnettir, ibâdettir. Hadîs-i şerîfte, "Aşûre günü, zerre kadar sadaka veren kimseye, Allahü teâlâ Uhud Dağı kadar sevâb verir" buyuruldu... MÜSLÜMAN MÂTEM TUTMAZ! Nûh (aleyhisselâm) gemide aşûre tatlısı pişirdiği için, Müslümânların Muharremin onuncu günü aşûre pişirmeleri ibâdet olmaz. Muhammed (aleyhisselâm) ve Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) böyle yapmadılar. Aşûre pişirmenin o güne mahsûs bir ibâdet olmadığını bilerek, o gün Aşûre veya başka herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakîrlere sadaka vermek günâh olmaz, sevâp olur; sünnettir, ibâdettir. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh), 10 Muharremde şehîd edildi. O yüce imâmın şehîd edilmesi, elbette bütün Müslümânlar için büyük bir musîbet ve üzüntüdür. Müslümânlar, yalnız Aşûre günü mâtem tutmaz; Kerbelâ fâciasını hâtırlayınca her zamân üzülür, kalbleri sızlar, gözleri kan ağlar. Biz, onu Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu olduğu için çok seviyoruz. Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân, Hazret-i Alî, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hamza'nın şehîd edilmeleri de, böyle büyük birer musîbet ve üzüntüdür. Fakat Peygamberimiz, mübârek amcası Hazret-i Hamza'nın şehîd edildiği günün yıl dönümlerinde mâtem [yas] tutmadı. Mâtem tutmayı da emretmedi. Mâtem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber Efendimizin Tâif'te mübârek ayaklarının kana boyandığı ve Uhud'da mübârek dişinin kırılıp, mübârek yüzünün kanadığı ve vefât ettiği gün mâtem tutulurdu...
03.12.2011
.İnsanlardan toplu helâklerin kaldırılması -1-
Hemen makâlemizin başında belirtelim ki, nice hikmetlere mebnî, Cennet'ten dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan itibâren, bu gezegenimize pekçok Peygamber gönderilmiştir. Bazı coğrafî bölgelere, bazı kavimlere, bazı zaman dilimlerine mahsûs, mevziî peygamberler gönderildiği gibi, âlem-şümûl, cihân-şümûl ya'ni evrensel Peygamber de [ya'nî Sevgili Peygamberimiz de] gönderilmiştir. Bu peygamberler, insanlara, Allahü teâlânın bütün emir ve yasaklarını, eksiksiz bir sûrette teblîğ etmişler, onlara yaratılış gâyelerini, insanlık, ahlâk, fazîlet, ilim, irfân, adâlet, hakkâniyet, insan hakları ve medeniyeti öğretmişlerdir. Asırlar boyunca Peygamberlere inanan, tâbi ve teslîm olan insanlar, dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamışlar, âhirette de ebedî saâdete kavuşacaklardır. EBEDÎ SAADETİN YOLU Cenâb-ı Hak, insanlara çok büyük bir ihsân olarak gönderdiği "Peygamber"leri vâsıtasıyla kullarına ebedî saâdet yollarını göstermiş, kendilerine lâzım olan her şeyi öğretmiştir. Bu Peygamberlerin hepsinin de hedefi, insanların dünyâda huzûr içerisinde yaşamaları, âhirette de seâdet-i ebediyyeye kavuşmaları olduğu gibi, Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâmın da hedefleri bu olmuştur. Ya'nî Allahü teâlânın bütün iyi ve temiz kulları, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. Cenab-ı Hakk, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti de lutfetmiştir. Yüce Allah'ın, kullarına verdiği ni'metleri o kadar çoktur ki, hem de sayılamayacak kadar, ya'nî sonsuzdur. İbrâhîm sûresinin 34. âyetinde bu husûs şöyle ifâde edilmektedir: "Allah, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah'ın bunca ni'met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, sayacak olsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim, çok nankördür." Bu konuda, İbrâhîm sûre-i celîlesinin 7. âyet-i kerîmesi çok dikkat çekicidir: "Düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size [ni'met(ler)imi] artırırım ve eğer küfrân-ı ni'mette bulunur, nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, gerçekten azâbım çok şiddetlidir." Nisâ sûresinin 147. âyet-i kerîmesinde ise, meâlen şöyle buyurulmuştur: "Eğer siz, Allah'ın ni'metlerine şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niye azâb etsin? Allah, şükredenlerin mükâfâtını verici, yaptıklarını bilicidir." Tekâsür sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde de, âhırette, kullara ihsân edilen ni'metlerin hesâbının sorulacağı şu şekilde açıklanmaktadır: "Sonra andolsun, o gün (kıyâmette) ni'metin şükründen muhakkak sorulacaksınız." "BİLİNMEK İSTEDİM!.." Bilindiği gibi, yaratılanların en şereflisi olan insanoğlunun dünyâya gönderiliş gâyesi, Allah'ı bilip tanımak, O'na şükretmek ve kulluk yapmaktır. Kur'ân-ı kerîmde Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde: "Ben, cinnîleri ve insanları ancak (beni bilsinler, tanısınlar ve) bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmaktadır. Bu husûs, büyük Türk müfessiri, muhaddisi ve mutasavvıfı İsmâîl Hakkı Bursevî'nin "Kenz-i Mahfî" isimli eserinde yazdığı bir hadîs-i kudsîde ise: "Ben gizli bir hazîne idim; bilinmek istedim, bunun üzerine mahlûkâtı yarattım" şeklinde ifâde edilmektedir. Hayât ve ölümün yaratılmasında da imtihân maksadı vardır. Nitekim Mülk sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ: "Amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi imtihân etmek için hem ölümü, hem de hayâtı yaratan O'dur. O, azîzdir (her şeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)" buyurmuştur. Bakara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde de bu imtihân gâyesi şöyle açıklanır: "(Ey mü'minler, itâatkârı âsî olandan ayırt etmek için) and olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihân edeceğiz. (Ey habîbim), sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele." [İnşâallah yarın bu mevzûa devâm edelim.]
09.12.2011
İnsanlardan toplu helâklerin kaldırılması -2-
Geçmişteki insanlık târihine, özellikle Peygamberler târihine bir göz atılacak olursa, muhtelif kavimlerin başlarına gelen hâdiseler olarak şunlar görülür: Ankebût sûresinin 39-40. âyet-i kerîmelerinde buyurulmuştur ki: "Kârûn'u da, Fir'avun'u da, (onun vezîri) Hâmân'ı da helâk ettik. Gerçekten Mûsâ, onlara apaçık delîller getirmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip başkaldırmışlardı (îmân etmediler). Halbuki (azâptan) kurtulacak değillerdi. Biz de, her birini günâh[lar]ıyla yakaladık. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç gürültü yakalayıverdi. Kimini yere batırdık. Kimini de suda boğduk. [Lût aleyhisselâmın kavmi taş yağmuruna tutuldu; Şuayb aleyhisselâm ile Sâlih aleyhisselâmın kavimleri korkunç gürültü ile helâk edildi; Kârûn ve beraberindekiler yere geçirildi; Firavun ve kavmi suda boğuldu.] Allah onlara zulmetmiyordu; fakat onlar kendi nefislerine zulmediyordu." En'âm sûresinin 65. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurulmaktadır: "De ki; Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azâb göndermeye yahut sizi birbirinize katıp bazılarınıza diğerlerinizin acısını tattırmaya da kâdirdir. Bak onlar anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz?" İmam Suyûti'nin "Keşfü's-Salsale an Vasfi'z-Zelzele" isimli eserinde, bu âyet-i kerîme açıklanırken, "ayakları altından gönderilecek azâb"ın "zelzele" olduğu beyân edilmektedir. Makâlemizin burasında şunu belirtelim ki: Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te'sîr, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. HANGİ DERSLERİ ALMALIYIZ? Allahü teâlânın "Cemâl" sıfatının yanında, "Celâl" sıfatı da mevcuttur. İnsanlara karşı, zaman zaman ba'zı îkâzları olabilir. Bunlar aslında, Cenâb-ı Hakk'ın kullarına olan merhametinden, acımasından ve onların âhirette ebedî saâdete kavuşmalarını istemesinden dolayıdır. Bilindiği üzere, târih boyunca, Allah'ın Peygamberlerini ve kitaplarını inkâr eden, çeşitli ni'metlerine nankörlük eden kavimler, muhtelif şekillerde helâk edilmişlerdir. Fakat, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, O'nun ümmetinden toplu helâkler kaldırılmıştır... Biz, bunları belirttikten sonra, önemli bir konuya daha temâs etmek istiyoruz: Bir şâir diyor ki: "Ne kahrı dest-i a'dâdan, ne lutfu âşinâdan bil,/Umûrun Hakk'a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ'dan bil." Ya'ni kahrı düşmân elinden, lutfu da dost elinden bilme. İşlerini Cenâb-ı Hakk'a ısmarla, olanları O'ndan bil. Başka bir beyit de şöyledir: "Hakk'a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder,/Elbette zuhûra gelir, ne ise hükm-i kader." Ya'nî, işleri Cenâb-ı Hakk'a havâle et, elem ve keder çekme. Kaderde ne yazılmışsa, elbette o meydâna gelecektir. Burada hemen, mü'min olmak için inanılması gereken "Âmentü" esâslarındaki "Îmânın 6 şartı"ndan "kader"e ya'ni hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak konusuna, bir nebze de olsa, temâs etmemiz uygun olacaktır. Kitaplarda: "Hayır ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesinin, Allahü azîmüşşân'ın takdîri ile ya'nî ezelde bilmesi, dilemesi, levh-i mahfûza yazması ve vakitleri gelince yaratmasıyla olduğuna inandım, îmân eyledim, kalbimde aslâ şek ve şüphe yoktur" demek lâzım geldiği belirtilmektedir. Burada bir noktayı daha nazar-ı dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. O da Erzurumlu İbrâhîm Hakkî hazretlerinin bir sözüdür: "Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler, ârif ânı seyr eyler,/Mevlâ görelim neyler, neylerse, güzel eyler." Bilindiği gibi, Allahü teâlâ, insanları çeşitli şekillerde imtihâna tâbi tutmakta, ba'zen belâ ve musîbetler vererek onları îkâz etmekte, ba'zen de sabırlarını ölçmekte, sıkıntı hallerinde de şükredip etmeyeceklerini denemektedir...
10.12.2011
"İslâmın Temelleri"ne dâir hadîsin kısa bir açıklaması
Kütüb-i Sitte diye bilinen, mu'teber 6 Hadîs kitâbından en başta gelen ikisinin yazarları ve en büyük hadîs âlimlerinden İmâm Buhârî ile İmâm Müslim'in "Sahîh"lerinde rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: "İslâm (binâsı) beş şey üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka hiçbir ilâh [ve hak ma'bûd] olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet, namazı kılmak, zekâtı vermek, Beytullah'ı hacc etmek ve ramazân ayında oruç tutmak." Burada geçen beş maddenin hepsini, bugün ele almak mümkün olmasa da, makâlemizin hacmi nisbetinde, hadîs-i şerîf hakkında, birkaç kelime söylemeye çalışalım: Ma'lûmdur ki, ebedî saâdete kavuşabilmek için, Müslümân olmak lâzımdır. Müslümân olmak için de, hiçbir formaliteye, hattâ müftüye, imâma veya başka bir dîn görevlisine gitmeye lüzûm yoktur. Kalb ile îmân etmek ve dil ile de ikrâr etmekle Müslümân olunur. Bunları müteâkıben hemen İslâmî hükümleri öğrenmek ve yapmak lâzımdır. BEŞ DİREKTEN BİRİNCİSİ Îmân etmek için de "Kelime-i Şehâdet"i söylemek ve bunun ma'nâsını bilmek lâzımdır. Bu kelimenin ma'nâsını bilmek ve inanmak da, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri şeyleri öğrenip bilmek ve bunlara inanmaktır. Önce icmâlî olarak (kısaca) öğrenmek kâfî gelir. Sonra, lüzûm görüldükçe, sırası geldikçe, daha fazla öğrenilir. İslâm binâsının, üzerine kurulduğu beş direkten birincisi olan şehâdet kelimesi: "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" demek ve bunun ma'nâsına inanmaktır. Bu şehâdet kelimesinin, yukarıda hadîs-i şerîf zikredilirken verilen kısa ma'nâsının tafsîlî ya'nî detaylı açıklaması şöyledir: Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmaya hakkı olan, hiçbir ilâh, hiçbir kimse yoktur. Yine görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, ondan önceki Peygamberlerin dînleri tamâm olmuş, hükümleri kalmamıştır. Ebedî saâdete kavuşmak için ancak ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir, hepsi doğrudur, yanlışlık ihtimâli yoktur. İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakit namazı, vaktinde kılmaktır. Namaz, ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, namazdır. Namazı doğru kılmaya çok dikkat etmelidir. Önce, kusûrsuz bir âbdest almalı, gevşeklik göstermeden namaza başlamalıdır. Kırâatta (namazda Kur'ân-ı Kerîmden sûre ve âyetler okurken), rükûda (eğildiğinde), kavmede (rükûdan kalkınca), secdelerde (yatınca), celsede (iki secde arasındaki oturmada) ve diğer yerlerinde, bu ibâdeti en iyi olarak yapmaya uğraşmalıdır. Rükûda, kavmede, secdelerde ve celsede tumânîneti ya'nî her uzvun hareketsiz durmasını lâzım bilmelidir. Makbûl olan, sevilen kul, sâhibinin emirlerini, yalnız Onun emri olduğu için, yapan kuldur. Emri yapmakta gecikmek bile inâdcılık ve edepsizlik olur. [Namaz çok önemli bir ibâdet olduğundan, onu tekrâr ayrıca ele almak istiyoruz.] KAT KAT MÜKÂFÂT... İslâmın üçüncü şartı, mâlın zekâtını vermektir. Zekât vermek, şartlarını taşıyan kimseler için, elbette lâzımdır. Zekâtı seve seve ve İslâmiyyetin verilmesini emrettiği kimselere vermelidir. Bütün ni'metlerin, mâlların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği ni'metlerin kırkta birini, fakîr Müslümânlara vermelerini, buna karşılık, çok sevâb, kat kat mükâfât vereceğini buyurduğu hâlde, bu kadar az bir şeyi, istediği herhangi bir dîn kardeşine vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur. İslâmın şartlarının dördüncüsü, mübârek ramazân ayında, her gün oruç tutmaktır. İslâmın beşinci şartı ise hacdır. Ya'nî ömründe bir kerre, Mekke-i mükerreme şehrine gidip, Ka'be-i mu'azzamayı ziyâret etmek, hac vazîfelerini yapmaktır. [İnşâallah bu mühim konumuzu başka makâlelerimizde de ele alırız.]
16.12.2011
İslâmda hayırlı iki amele dâir
Bir sahâbî, Resûlullah Efendimize geldi ve; "Yâ Resûlallah! İslâmda hayırlı [en iyi] amel hangisidir?" diye sordu. Sevgili Peygamberimiz: "Yiyecek yedirmen ve tanıdığına-tanımadığına selâm vermendir" buyurdular. Bu hadîs-i şerîfin 1. maddesinde, "Allah'ın kullarına yemek yedirme"nin ehemmiyeti anlatılmaktadır. Eshâb-ı kirâm, bu husûsa çok önem verirlerdi. Hattâ yedirecek fazla bir şeyleri olmasa bile, kendileri yemez, misâfire yedirirlerdi. Nitekim bir gün Resûlullah Efendimizin huzûruna bir kimse geldi ve birkaç günden beri hiç yemek yemediğini söyledi. Sevgili Peygamberimiz, buna çok üzülüp bir sahâbîyi kendi hânelerine göndererek bir kişilik yiyecek bulunup bulunmadığını sordurdular. Ancak Resûlullah'ın evinde de hiç yiyecek yoktu. Bu haberi alınca, bu sefer, Eshâb-ı kirâma hitâben: "Ey Eshâbım! İçinizde bu fakîri evine götürüp karnını doyuracak kimse var mı?" diye sordular. Lâkin o günlerde kuraklık ve kıtlık hüküm sürdüğünden, Eshâb-ı kirâmın evlerinde de misâfir ağırlayacak miktarda yemek bulunmuyordu. O arada bir sahâbî: "Yâ Resûlallah! Onu ben misâfir edebilirim" dedi ve o kimseyi alıp evine götürdü. Hanımına: "Bir misâfir getirdim. Bir şeyler hâzırla da birlikte yiyelim" dedi. Hanımı: "Olur ama, evimizde sâdece çocuklara yetecek kadar yemek var" diye söyleyince, o sahâbî: "Olsun, çocukları uyut. Bu akşam yemesinler. Biz de yemeyelim" dedi. Hanımı, o bir kişilik yemeği tepsiye koyup getirdi. Misâfirle o sahâbî yemeğe oturdular. Ancak ev sâhibi de yiyecek olsa, misâfirin karnı doymayacaktı. O sahâbî düşündü ve kendi kendine: "Ben de yesem, misâfir doymayacak. Ben yemezsem, bu sefer de misâfir utanır ve rahat yiyemez" dedi ve kandilin yanına gitti. Kandilin ışığını fazlalaştırıyormuş gibi yapıp kandili söndürdü ve: "Eyvâh kandil söndü. Yağ da yok ki koyalım. Neyse karanlıkta da yeriz" diyerek gelip sofraya oturdu. Yiyormuş gibi yapıp hiç yemedi. Misâfir o yemeğin hepsini yiyip doydu. Ertesi gün Resûlullah Efendimizin huzûruna gittiğinde, o sahâbîye: "Dün akşam, o misâfire yaptığın muâmeleden dolayı, Allahü teâlâ, senden râzı oldu" buyurdular. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halîfelik yaptığı müddetçe, sık sık fakîrlere yemek verir, hattâ fakîrler arasında dolaşıp ekmeği bitene ekmek, yemeği bitene yemek götürürdü. Eshâb-ı kirâm: "Ey mü'minlerin emîri! Siz halîfesiniz. Zahmet etmeyin, bu hizmeti biz yapalım" dediklerinde: "Hayır, ben bu işi yapmaktan büyük haz duyuyorum. Severek zevkle yapıyorum" buyururdu. SELÂMLAŞMAK Hadîs-i şerîfin 2. mâddesinde geçen "selâmlaşmak" husûsuna gelince: İki Müslümânın, karşılaştıkları zaman birbirlerine "es-Selâmu aleyküm" veya "Selâmün aleyküm" demesi ve el ile müsâfeha etmeleri sünnettir. Müsâfeha ederken ikisinin de günâhları dökülür. Abdullah bin Selâm (radıyallahü anh) buyuruyor ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz Medîne'ye hicret buyurduğu zaman mübârek ağzından ilk işittiğim hadîs-i şerîf şu idi: "Birbirinize selâm veriniz. Birbirinize yemek ikrâm ediniz. Akrabânızın hakkını gözetiniz. Gece herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennete giriniz." İmâm-ı Rabbânî hazretleri de "Mektûbât" isimli kitâbında, [hadîs-i şerîfte geçen 5 maddeyi sayarak] buyuruyor ki: "Müslümânın Müslümân üzerinde beş hakkı vardır. Selâmına cevâp vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, da'vetine gitmek ve aksırıp 'Elhamdülillah' diyene 'Yerhamükellah' diyerek cevâp vermektir." "Selamün aleyküm" demek, "Ben Müslümânım. Benden sana zarar gelmez. Selâmettesin" ma'nâsına da gelen bir cümledir. Selâm verene ve aksırıp "Elhamdü lillah" diyene, hemen cevap vermek farz-ı kifâyedir. İşitenlerin cevâbı geciktirmeleri harâmdır. Mektûpla gelen selâmı okuyunca, hemen "Ve aleyküm selâm" demek de farzdır. Sadece "Selâm" veya "Selâm aleyküm" diyenlere ve başka sözlerle selâm verenlere cevâp vermek farz olmaz. Müslümân olmayanlara selâm verilmez. Onlar selâm verirse, yalnız "Ve aleyküm" denir. Nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz mahrem kadına selâm vermek câizdir. Selâmlarına cevâp vermek farz-ı kifâyedir...
23.12.2011
Yarından sonra Mîlâdî Yılbaşı
Bilindiği gibi, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma, Allah tarafından vahyedilen "sahîfeler"de, hem dîne, hem de dünyâya âit bilgiler mevcûttu. Zaman ve takvîm bilgileri de ilk def'a bu sahîfelerden öğrenilmiştir. Zamânı sene, mevsim, ay, hafta, gün ve sâat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetvellere "takvîm" denir. Her milletin ve cemiyetin kendisine esâs kabûl ettiği bir takvîmi olduğu gibi, birçok milletin müştereken kullandığı takvîmler de vardır. Takvîmin esâsı târîh, ya'nî senedir. Târîhler Hicrî (Kamerî, Şemsî), Rûmî, Mâlî, Mîlâdî gibi isimler alırlar. Takvîm için mühim bir hâdise "târih başı" olarak ele alınır. Hristiyanlıkta bu başlangıç, Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târîhtir. Hazret-i Îsâ'nın doğduğu yıla sıfır, ondan öncesine "mîlâttan önce", sonrasına da "mîlâttan sonra" denmiştir. İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde herhangi bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Mart'ın (20.) Nevrûz denilen günü ve Mayıs'ın (6.) Hıdrellez [Hıdırellez] günü ve Eylül'ün (20.) Mihricân günü, bâzı ülkelerde mübârek sayılıyorsa da, Müslümânlıkta bu günlerin diğer günlerden farklı bir değeri yoktur. Noel günü ve gecesi de böyledir. HAZRET-İ ÎSÂ'NIN DOĞUMU Hazret-i Îsâ'nın doğum günü olduğu zannedilen 25 Aralık'ta kutlanan Hristiyân yortusu(bayramı)na "Noel (Christmas)" denilir. "Noel Baba" yortusu daha ziyâde, mîlâdî senenin aralık ayının 24. gününün gecesi kabûl edilmiştir. Bununla berâber 24 Aralık ile 6 Ocak arasında olduğunu kabûl eden Hristiyânlar da vardır. Ermeni kiliseleri hiçbir zaman Noel'i kabûl etmeyip, Hazret-i Îsâ'nın doğumunu hep 6 Ocak'ta kutlamayı sürdürdüler. Roma İmparatoru Büyük Konstantin, putperestken mîlâdın 313. senesinde Hristiyânlığı kabûl etti. Putperestlikten birçok şeyleri de Hristiyânlığa soktu; 25 Aralığı da yılbaşı kabûl etti. Sonunda Hristiyânlar her sene bu geceyi "Mîlâd" ve "Noel" olarak kutlamaya başladılar... New York Üniversitesi'nde târîh profesörü olan Waelangi Ferguson diyor ki: "Hristiyânların yortuları, putperest yortularıyla aynı târîhlere rastlar. Meselâ Noel târihi, İrân ve Roma'da güneş tanrısı Mitharas'ın doğum târîhiydi. Ayrıca bu târîh çok eskiden beri putperest dünyâsında önemli bir yortu günüydü." Îsâ aleyhisselâmın doğum günü net bir şekilde belli olmayınca, Noel'in ma'nâsı efsâneden öteye gidememektedir. Nitekim bu konuda, İngiliz Durkan Başpiskoposu Dr. David Jenkis'in bir beyânâtı çıktı. Bu beyânâtta, "Noel Baba bayramının (yortusunun) bir safsata ve efsâne olduğu, yine İncîl'de geçen Noel'le ilgili sözlerin de birer peri masalı ve efsâne olduğu" açıklandı. [21 Aralık 1993-Milliyet, 24 Aralık 1993-Türkiye] Dr. David'in bu sözlerini, diğer ünlü İngiliz din adamlarından St. Albans Başpiskoposu John Taylor ve Anglikan Çevre Bakanı John Gummer de, "Kilisenin öğrettikleri çok açık. Dünyâdaki milyonlarca insan, İncil'deki masallarla uyutulmaya çalışılıyor" sözleriyle desteklediler. MÎLÂDÎ YILIN BAŞLANGICI (Takvîm-i Ebüzziyâ)'da ifâde edildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm, dünyada az bir müddet (33 sene) kalıp göğe çıkarıldığından, kendisini ancak 12 havârî tanıyabilmiş, Îsevîler de az miktarda ve asırlarca gizli yaşamış olduklarından, Noel gecesi doğru olarak anlaşılamamıştır. 25 Aralık, 6 Ocak veya başka bir gündür; ya'nî kesin değildir. O hâlde, mîlâdî yıl, Müslümânların kullandıkları sene olan hicrî sene gibi doğru ve kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. İmâm-ı Kastalânî, "Îsâ aleyhiselâmla Muhammed aleyhisselâm arasında, 963 yıl vardır" buyuruyor. (Mevâhib-i Ledünniyye) İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bildirdiğine göre de, mîlâdî sene, üçyüz seneden fazla olarak noksândır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir.
30.12.2011
Mîlâdî Yılbaşı
Bugün mîlâdî 2011 senesinin son günü. Yarın [1 Ocak 2012 Pazar günü], yeni bir mîlâdî seneye daha kavuşacağız... Böylece, koskoca bir seneyi geride bırakmış oluyoruz. Bilindiği gibi bir "Sene (=Yıl)": 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün ve 8.760 sâattir. Bir "Gün" ise: 24 Sâat, 1.440 Dakîka, 86.400 Sâniye'dir. [Bir mîlâdî yılın kaç sâat, kaç dakika, kaç sâniye ettiğini bulmak için, yukarıdaki rakamları 365'le çarpmak lâzım.] Görüldüğü gibi, bir mîlâdî yılı tamâmlamakla, -eğer boşa geçirilmişse- ömrümüzden uzun bir zaman dilimini [ya'nî tâm 8.760 sâati] kaybetmiş olmaktayız. Zamanın kıymeti, bana gelen bir mailde, şöyle çok vecîz bir tarzda ifâde edilmektedir: "Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor. Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor. Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe sor. Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor. Bir dakikanın değerini anlamak için, treni kaçıran yolcuya sor. Bir sâniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor. Bir sâniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor." "NOEL"İN FARKI "Mîlâdî Yılbaşı" ile "Noel" birbirinden farklıdır. Fakat yılbaşı kutlamaları, 21 veya 25 Aralık'taki Noel kutlamalarının devâmı sayılabileceğinden, yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesip evi çamla süslemek câiz olmaz. Çünkü gayr-i müslimlerin bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur. Yılbaşı münâsebetiyle Türkiye'nin ve dünyânın çeşitli yerlerinde, milyonlarca çam fidanı, Noel hurâfesi uğruna kesilip yok edilmektedir. Hristiyân ülkelerde olduğu gibi, Müslümân ülkelerde de bu cinâyetler işlenmemeli. Hristiyânlara benzememek için yılbaşı gecesi hindi yememeli! Yenirse mekrûh olur. Birkaç gün önce veya sonra yenebilir. Kumar oynamak, tombala çekmek gibi oyunlar ise zâten her zaman câiz değildir. O gece, gayr-i müslimlere benzemek gâyesiyle çeşitli yiyecek, içecek almak da câiz olmaz. Her zaman ne alınıyorsa, onları almakta mahzûr yoktur. O geceye ayrı bir önem vermemelidir. Yalnız Hristiyanların değil, Yahûdîlerin ve bütün bâtıl dînlerin ibâdetlerini yapmak, onlara benzemek olur. Meselâ 21 Martı "Nevrûz Bayramı" diyerek kutlamak da böyledir. Kâfirlerin yaptıkları ibâdetleri ve çirkin işleri hâriç, mubâh olan âdetlerini yapmakta mahzûr yoktur. Ya'nî onlara benzemiş olunmaz. "Noel"i kutlamak aslâ câiz değildir. Fakat, "Noel" ile ilgisi olmayan "yılbaşı"nda bir Müslümâna tebrîk kartı yazıp, yeni bir yılın insanlık için, Müslümânlar için hayırlı olmasını dilemek günâh değildir. Yahut, "yeni yılın kutlu olsun" diyene, "seninki de kutlu olsun" demek günâh olmaz. Bu inceliği anlamalıdır! Müslümân her gece neleri yapıyorsa, o gece de onları yapmalıdır! Sanki mübârek geceymiş gibi mevlid okutmak, sohbetler düzenlemek uygun değildir. Yılbaşı gecesinin diğer gecelerden farkı yoktur. Bu geceye değer veriyormuş gibi hareket etmek doğru değildir. "BİR KAVME BENZEYEN!.." Sevgili Peygamberimizin "Bir kavme benzeyen onlardandır" meâlinde bir hadîs-i şerîfi vardır. İslâmiyet, Müslümânların, îmânlarında ve ibâdetlerinde Müslüman olmayanları taklit etmelerini, onlara benzemelerini, onların dînlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmalarını ve kullanmalarını yasak etmiştir. İbâdette kâfirlere benzemek bazı yerlerde mekrûh, bazı yerlerde harâm, bazı yerlerde küfür olur. Mesela haç takmak küfürdür. "Nevrûz" veya "Mihricân" günlerinde, bunların isimlerini söyleyerek hediye vermek harâmdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfür olur. Noel gününde, kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapmak da küfürdür. Küfrün veya harâmın iyi niyetle yapılması, bunları küfürden ve harâmlıktan çıkarmaz. Harâmdan, iyi niyetle [Allah'tan korkarak] vazgeçen sevâp kazanır. Başka bir sebeple vazgeçen sevâp kazanmaz; yalnız, günâhından kurtulur.
31.12.2011
Muhâcir, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir
Bundan önceki üç makâlemizde, "Müslümân, elinden ve dilinden, diğer Müslümânların zarar görmedikleri kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" hadîs-i şerîfinin baş tarafı üzerinde durmaya çalışmıştık... Hadîs-i şerîfin ikinci bölümü olan "Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" cümlesine gelince: Sevgili Peygamberimizin Medîne-i münevvere'ye hicretinden Mekke'nin fethine kadar, her tarafta Müslümânlar zayıf idi. Medîne'de ilk zamanlarda, Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) siyâsî güçten uzaktı. Çünkü Müslümânların sayısı o sıralar orada azdı. Bunun için, hem Medîne'deki Müslümân sayısının artıp siyâsî ağırlık kazanılması, hem de taşrada Müslümân olanların İslâm'ı daha râhat yaşabilmeleri için âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde Müslümânlar ısrârla hicrete da'vet ediliyordu. Hattâ îmân nedir? diye soranlara, Peygamberimizin (aleyhis-selâm) "Hicret etmektir" şeklinde cevap verdikleri bilinmektedir. Bu ısrârlı teşvîkler sonunda, hicret etmek şartıyla bîat etmek, sonra da âilesini, mâlını, mülkünü, kurulmuş hayât düzenini terk ederek tek başına Medîne'ye hicret etmek fevkalâde kıymetli bir amel olmuştur. MEKKE'NİN FETHİNDEN SONRA Mekke'nin fethinden sonra vaziyet değiştiğinden, Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) "Fetihten sonra, artık hicret yoktur" buyurmuştur. Ama Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm) hicret sevâbını aynen kazandıracak, başka amelleri de göstermiştir. Meselâ hicreti "...kötülüğü terk etmendir", "...Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir" veya "Hâlbuki muhâcir Allah'ın harâm kıldığı şeyleri terk edendir" şeklinde değişik ifâdelerle îzâh buyurmuşlardır. Bu hadîs-i şerîfte de, Mekke'nin fethinden sonra, Müslümânlar için hicretin, hicret sevâbına ermenin yolunun, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk etmek olduğu ifâde edilmiştir. Bildiğiniz gibi, Allah'tan korkmaya, harâmlardan sakınmaya "takvâ" denir. Seyyid, allâme İbn-i Âbidin hazretleri, kendi ismi ile meşhûr kitâbında "Harâmlardan sakınmaya 'Takvâ' denir" buyuruyor. Takvâ, harâmlardan nefret etmek, harâm işlemeyi hâtırına bile getirmemektir. Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına ve sevgisine kavuşmak demektir. İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, "Takvâ" hakkında, bir kimseye yazdığı bir mektûbunda şöyle buyuruyor: "Allahü teâlâya hamd, sevdiği kullarına selâm olsun. Kıymetli dostlarımın dünyânın yaldızlı, süslü günâhlarına aldanmış olmasından korkuyorum. Bunların güzel ve tatlı görünüşlerine çocuklar gibi kapılacaklarını düşünerek çok üzülüyorum. İnsan ve cin şeytânlarının teşvîkıyle harâmlara kaymalarından ve böylece Allahü teâlâya karşı mahcûp olmalarından, utanacak hâle düşmelerinden çok sıkılıyorum. Tövbe ve istiğfâr etmeli, harâm ve günâhları öldürücü zehir bilmelidir. Allahü teâlâ lutfederek, acıyarak, kullarına çok şeyleri helâl kılmış, kullanılmalarına izin vermiştir. Rûhu hasta, kalbi bozuk olduğu için bunlarla doymayıp, bu bitmez-tükenmez helâlleri bırakarak İslâmın hudûdundan dışarı taşanlar, günâh ve harâmlara uzananlar ne kadar bedbaht ve zavallıdır. Dînimizin hudûdunu gözetmeli, buradan dışarı taşmamak lâzımdır. Âdet üzere, alışkanlık ile namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat İslâmiyyetin hudûdunu gözeten, harâm ve günâhlara düşmemeye dikkat eden pek azdır. Hâlbuki sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfte: "Dînimizin direği, temeli vera'dır", bir hadîs-i şerîfte de, "Hiçbir şey vera' gibi olamaz" buyurdular." VERA VE TAKVÂ... Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Hindistân vâlîlerinden Hân-ı Hânân'a yazdığı mektûbunda özetle buyuruyor ki: "Mektûbuma Besmele ile (ya'nî Allahü teâlânın ismi ile) başlıyorum. Her hamd, şükür O'nun hakkıdır. Kıymetli ömrümüz günâh işlemekle, kusûr-kabâhat yapmakla, fâidesiz-lüzûmsuz konuşmakla geçip gidiyor. Bunun için tövbeden, Allahü teâlâya karşı boyun bükmekten söyleşmemiz, vera' ve takvâdan konuşmamız hoş olur..." [Mektûb devâm ediyor, ama bizim yerimiz kalmadığı için bu kadarını nakledebildik.]
18.02.2012
Kendisini sevdirmenin yolu nedir?
Sevilmenin yolu, sevmesini bilmekten geçer. Başka bir ta'bîrle, iyi insan, herkes tarafından sevilir. Dînimizin bildirdiği esâslara uyan Müslümân iyi insan demektir. Hemen herkes, kendisiyle ilgilenilmesini, kendisinden, işlerinden bahsedilmesini ister. Çok kimsenin bir dakîkalık telefon konuşmasında, 5-10 defa "Ben" dediği tesbît edilmiştir. Çok kimseyi, hükûmet kurulmasından çok, kendi mes'elesi ilgilendirir. Başkasına yaklaşabilmek için onun sevdiği, ilgilendiği konuları bilmek gerekir. Hemen her insan, en az bir bakımdan kendini çok insandan üstün görür. "Ben bakan olsam, ben başbakan olsam şöyle yaparım" dediği görülür. Belki böyle konuşan kimselerin çoğunun müdür olacak kâbiliyeti bile yoktur. Çünkü insanın nefsi, dâimâ yükselmeyi, şef olmayı, başkalarının kendisine tâbi olmasını ister. Bu, nefsin arzûsudur. Herkeste de nefis olduğunu düşünerek, ona göre hareket edilirse, çetin mes'eleleri çözmek zor olmaz. Bir kimsenin sevdikleri, kendini beğenip takdîr edenlerdir. O hâlde sevilmek için başkalarını takdîr edip sevmek gerekir. İnsanın nefsi takdîrden hoşlanır, tenkîdden hoşlanmaz. Tenkit, düşmânlığa yol açar. GÜZEL AHLÂK NEDİR? Başkalarının bize nasıl muâmele etmelerini istiyorsak, biz de onlara aynı şekilde davranmalıyız! Meselâ gülerek karşılanmayı, bir çay, bir kahve ikrâm etmelerini istiyorsak, biz de başkalarını güler yüzle karşılamalıyız, onlara gerekli ikrâmlarda bulunmalıyız! Sevilmek, takdîr kazanmak için, herkese samîmî bir alâka göstermek, gülümseyerek selâm vermek, hâl ve hâtırını sormak gerekir. Yapmacık hareketlerden de kaçınmalıdır! Yapmacık hareketler, fayda yerine çok zaman zarar verir. Kendimize "Samîmiyetsiz" dedirtmemeliyiz. Samîmî olmaya kendimizi alıştırmalıyız. Meselâ birisi bizi telefonla aramış ve kendinin kim olduğunu bildirmemişse, "İnsan önce kendini tanıtır" diyerek tenkitle söze başlamamalıdır. "Buyurun efendim, kiminle müşerref oluyorum" diyerek karşımızdakinin kendisini takdîm etmesine fırsat vermelidir. Daha sonra, "Efendim, size yardımcı olmak benim için bir şereftir" dersek, karşımızdakinin kalbini fethetmeye giden yolu keşfetmişiz demektir. Kendini sevdirmenin yolu, iyi insan olmaktır. İyi insan da güzel ahlâklı olandır. Güzel ahlâk nedir? Güzel ahlâkla ilgili hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir: "Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrûm edenlere [kendine bir şey vermeyenlere] ihsân etmek, güzel huylu olmaktır." [İ. Süyûtî] "İyi huyları tamâmlamak, yerleştirmek için gönderildim." [Hâkim] "Sûreti ve huyu güzel olanı Cehennem ateşi yakmaz." [Taberânî] "Kıyâmette, terâzîde güzel ahlâktan daha ağır gelen başka şey yoktur." [Tirmizî] Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve fazîletlidir. Peygamber Efendimize olgunluğun alâmeti sorulduğunda, "Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî) Sadâkat [doğruluk] hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "En güzel amel doğruluk, en çirkini de yalancılıktır." "Dünyâda doğru insan görmedim diyen; eğer kendisi doğru olsaydı, doğru olanları bulurdu." "İslâm dîni, üç temel üzerindedir. Bunlar; hak, sadâkat ve adâlettir." "DOĞRUYU ARAYINIZ!" Her şeyin başı doğruluktur. Her işin nizâm ve intizâmı doğruluk iledir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Şüphelilerden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükûn ve huzûrdur." [Tirmizî] "Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz de, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selâmet vardır." [İbn-i Ebid-dünyâ] "Doğru olunuz, doğruluk gerçeği, gerçek de Cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstûr edinirse, Allah indinde o kimse sıddîklardan olur." [Buhârî] "Kıyâmette fâsık-sâlih herkes pişmân olacaktır. Fâsıklar fıskı bırakıp doğruluk ve takvâ üzere bulunmadıklarına, sâlihler ise daha çok ibâdet etmediklerine pişmân olacaklardır." [Ferâidü'l-fevâid]
27.04.2012
Müslümân, farzlara ve harâmlara uymalıdır...
Ay başında yazdığımız iki makâlemizde, iyi bir insan olmak için kâmil ya'nî olgun bir Müslümân olmak gerektiği konusunu, âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler ve İslâm büyüklerinin sözleri ışığında işlemeye çalışmıştık... Bugün şunu belirtelim ki, erkek olsun, kadın olsun, her Müslümânın, her sözünde, her işinde, farzlara ve harâmlara, ya'nî Allahü teâlânın emirlerine ve yasak ettiklerine uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmaya önem vermeyenin îmânı gider. Îmânsız kimse, kabirde azâp çeker, âhirette de Cehennem'e gider ve Cehennem'de sonsuz yanar. Böyle bir kimsenin affedilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yoktur. Küfre düşmek çok kolaydır. Her sözde, her işte küfre düşülebilir. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, her gün bir kerre, "Yâ Rabbî, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş yaptım ise, pişmân oldum. Beni affet" diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehennem'e gitmekten kurtulur. Binâenaleyh Cehennem'de sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha önemli bir vazîfe yoktur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları kazâ etmek te lâzımdır. [Kazâya kalmış oruç, zekât, sadaka-i fıtır, kurbân gibi ibâdetleri de kazâ etmelidir.] ÎMÂN VE DİNDE SEBÂT Küfre düşmemek için sabâh-akşam okunacak bir duâ şöyledir: "Allahümme innî eûzü bike min en üşrike bike şey'en ve ene a'lemü ve estağfiruke li-mâ lâ a'lemü inneke ente allâmü'l-guyûb" Dînde sebât ve son nefeste îmân ile ölmek için şu duâyı da her zaman okumalıdır: "Allahümme yâ mukallibe'l-kulûb, sebbit kalbî alâ dînik." [Ey (büyük) Allah'ım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak Sen'sin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, ya'nî dîninden döndürme, ayırma!] Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Dünyâ ve âhiret saâdeti isteyen, 'Allahümme Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr. Bi-rahmetike yâ Erhame'r-râhimîn' duâsını okusun." Şu duâyı da her zaman okumalı: "Allahümme innî es'elüke's-sıhhate ve'l-âfiyete ve'l-emânete ve hüsne'l-hulukı ve'r-rıdâe bi'l-kaderi bi-rahmetike yâ Erhame'r-râhimîn." [Ey merhametlilerin en merhametlisi Allah'ım, Sen'den, merhametin hakkı için, sıhhat, âfiyet, emânete riâyet, güzel ahlâk ve kadere râzî olmayı istiyorum, bunları bana nasîp eyle.] Doğru bir i'tikâda sâhip olup harâmlardan kaçan ve ibâdetleri doğru bir şekilde yapan bir kimse [tabîî ki Müslümân bir kimse], îmân ile ölür. Namaz kılan kimsenin şu duâyı, fırsat buldukça okuması iyi olur: "Yâ hayyü, yâ kayyûm, yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm! Allahümme innî es'elüke en tühyiye kalbî bi-nûri ma'rifetike ebeden yâ Allah, yâ Allah, yâ Allah celle celâlüh) "Bu duâyı sabâh namazının sünneti ile farzı arasında okuyan îmânla rûhunu teslîm eder." [Tirmizî] Hanefî mezhebinde, sünnet ile farz arasında "Allahümme ente's-selâmü ve minke's-selâm..." duâsından başka bir şey okunmaz. Yukarıdaki duâ, namazdan sonra, duâ ederken okunur. EN MAKBUL AMEL Peygamber Efendimiz, en makbul amelin güzel ahlâk olduğunu bildirmiş, "Mü'minlerin îmân yönünden en fazîletlileri, ahlâk bakımından en güzel olanlarıdır" buyurmuştur. (Hâkim) Bir kimse, Peygamber Efendimizden nasîhat istedi. Dedi ki: - Ya Resûlallah bana öğüt ver! - Nerede olursa olsun Allah'tan kork! - Yine nasîhat buyur yâ Resûlallah! - Her kötülüğün akabinde bir iyilik yap ki günâhları gidersin. - Yine buyur! - Herkesle güzel geçin! (Tirmizî) Bir kimse, asîl bir âileye mensûp olmasa da, güzel huylu ise, onun için güzel huyu, iyi bir asâlettir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Güzel huy gibi asâlet, tedbîrli olmak gibi akıllılık olmaz." [İbn-i Mâce] Güzel huylu kimse, insanların takdîrini kazanır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Mallarınızla herkesi memnûn edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlâkla memnûn etmeye çalışınız" [Hâkim]
28.04.2012
İnsanlara verilen ni'metler ve imtihân...
Bilindiği gibi, yüce Allah, bütün yaratıkları içinde, insanı eşref-i mahlûkât, zübde-i kâinât yapmış, en güzel bir kıvâmda kılmış ve diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Herhangi birimizi bir hayvân olarak yaratsaydı, ne lâzım gelirdi? Binâenaleyh bizlerin insan olarak yaratılması çok büyük bir ni'mettir. Makâlemizin burasında ifâde edelim ki, İslâmî ilimlerden önemli bir branş olan "Akâid" veya "Kelâm" ilmine dâir kitaplarda, varlıklar 3 gruba ayrılır: 1- "Vâcibü'l-vücûd", 2- "Mümkinü'l-vücûd", 3- "Mümteniu'l-vücûd". BÜYÜK İHSÂN... Ma'lûm olduğu üzere "Vâcibü'l-vücûd", varlığı muhakkak lâzım olan, behemehâl bulunması lâzım gelen, "olmazsa olmaz" diye ifâde edilen varlık ki, bu, sâdece yüce Allah'tır. "Mümkinü'l-vücûd", bulunmasıyla bulunmaması müsâvî, eşit olan varlıklar olup tüm insanlar, hayvanlar, bitkiler, cansızlar, diğer bütün yaratıklar bu gruba girer; bunlardan herhangi birinin eksik olmasından dolayı hiçbir şey lâzım gelmez, bunlardan birinin bulunmaması çok mühim bir eksiklik teşkîl etmez. "Mümteniu'l-vücûd" ise, mevcûdiyeti muhâl, imkânsız olan varlık ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın eşinin, benzerinin, zıddının, hanımının, çoluk-çocuğunun vs. bulunması gibidir. Böyle bir şeyin olması imkân dâhilinde değildir, muhâldir, mümkün değildir. Burada şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, bu taksîmde zikrettiğimiz herhangi bir insanın, bu dünyâya gönderilmesi, yaratılması, bir ihsândır, bir ni'mettir; 7 milyarlık insanlık âleminde herhangi bir insan yaratılmasaydı, hiçbir şey lâzım gelmezdi. Konuya önce bu çerçeveden bakılabilir. Allahü teâlâ, dünyâdaki bütün hayvânları, bitkileri ve cansızları; yer altı ve yer üstündekileri; denizleri, gölleri, nehirleri ve içindekileri; bütün arz ve semâvâttaki her şeyi, insanoğlunun emrine ve hizmetine vermiştir. [Bakara, 22, 29; Ra'd, 3-4; İbrâhîm, 34; Nahl, 10-13, 18; Lokmân, 20; Yâsîn, 71-73; Câsiye, 13; Abese, 27-32] İnsanı, âlemde hâkim duruma getirerek, onu kendisine muhâtab kabûl etmiş ve mükellef yapmıştır. Cenab-ı Hakk, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti lutfetmiştir. O'nun, kullarına verdiği ni'metleri o kadar çoktur ki, hem de sayılamayacak kadar [nâ-mütenâhî], ya'nî sonsuzdur... Bizlere verilen ni'metlere, kuşbakışı bir göz atacak olursak: Cenâb-ı Hakk'ın, bizleri, mahlûkâtın en şereflisi insan olarak yaratması, ahsen-i takvîm üzere halketmesi, akıl vermesi, her biri dünyâlar değerinde olan vücut uzuvlarımızı lutfetmesi, sıhhat ve âfiyet üzere yaşatması, muhtaç olduğumuz her ni'meti ihsân etmesi; dünyânın en güzel ülkelerinden biri olan bir memlekette göndermesi, eşler-çocuklar-torunlar vermesi, ilim lutfetmesi, para-pul, mal-mülk, servet ü sâmân, mevki-makâm vermesi... vs. daha pek çok ni'met sayılabilir; bunların herbiri çok değerli ihsânlardır. "SİZİ İMTİHÂN EDECEĞİZ!" Yukarıda sayılan ni'metlerden herhangi biri noksân, eksik olursa, hemen feverân etmemek gerekir. Zîrâ hayât ve ölümün yaratılmasında imtihân maksadı vardır. Bilindiği gibi bu dünyâ bir imtihân yeridir. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı kerîm'inde, Mülk sûresinin 2. âyetinde [meâlen]: "Amelce hanginiz daha güzeldir diye [ya'nî hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur. O, azîzdir (her şeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)" buyurmuştur. Bakara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde de bu imtihân gâyesi şöyle açıklanır: "(Ey mü'minler, itâatkârı âsî olandan ayırt etmek için) and olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihân edeceğiz. (Ey habîbim), sabredenlere (lutûf ve ihsânlarımı) müjdele." Allah "çok merhametli" olduğunu [Fâtiha, 2] ve "insanlara zerre kadar zulmetmediğini" [Nisâ, 40] bizzât kendisi ifâde buyuruyor. Mâla ve câna zarar veren musîbetlerin meydâna gelmesinde ilâhî irâde ve takdîr tecellîsi vardır ve imtihân maksadına ma'tûftur.
04.05.2012
Mübârek "Üç Aylar" çok yaklaştı...
Önümüzdeki 21 Mayıs 2012 (30 Cemâzil-âhır 1433) Pazartesi'yi 22 Mayıs Salı'ya bağlayan gece, Recep ayının ilk gecesi, 22 Mayıs Salı günü de (1 Recep 1433) "Recep ayı"nın ve mübârek "Üç Aylar"ın ilk günüdür. 24 Mayıs 2012 / 3 Receb 1433 Perşembe günü ise, öğleden sonra başlamak üzere, ya'nî mübârek Cum'a gecesinde, mübârek "Regâib Kandili"ni idrâk etmekle şerefleneceğiz inşâallah. BU AYLARI GANİMET BİLMELİ Şimdi, bir nebze üç aylardan ve içerisindeki mübârek gecelerden bahsetmek istiyoruz: Halkımız arasında "Üç Aylar" diye anılan "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek" aylarının, İslâm dîninde özel yerleri vardır. Bunlardan birincisi olan Receb, "Allahü teâlânın ayı"; ikincisi olan Şa'bân, "Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayı"; Ramazân-ı şerîf de "Ümmet-i Muhammed'in ayı" olarak bilinmektedir. İçerisinde "Regâib" ve "Mi'râc" kandillerinin bulunduğu ve Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli, hürmet edilen bir ay olan "Recebü'l-ferd" ayının afv ve mağfirete, bu ayı ta'kîb eden "Şa'bânü'l-muazzam" ayının şefâate, "Ramazânü'l-mübârek" ayının da sevâpların kat kat verilmesine mahsûs aylar olduğu bildirilmiştir. Yine "Recep" ayının tevbe, hürmet ve ibâdet ayı; "Şa'bân" ayının muhabbet ve hizmet ayı; üç ayların üçüncüsü ve bütün ayların da sultânı olan "Ramazân" ayının ise yakınlık ve ni'met ayı olduğu ifâde edilmiştir... İşte bu üç ayı, bilhâssa Ramazân-ı şerîf ayını birer ganîmet bilip, güzel hâzırlanarak bu fırsatları iyi değerlendirmeye çalışmalıyız. Bu aylarda, bütün mâlî ve bedenî ibâdetleri yapma hususunda büyük çabalar harcamalıyız. "Üç Aylar"ın üçüncüsü, kamerî ayların ise dokuzuncusu olan Ramazan ayı çok kıymetli ve şereflidir. Ramazan ayında yapılan bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâp, başka aylarda yapılan farz ibâdetlere verilen sevâp gibidir. Bu ayda iyi iş ve ibâdet yapabilenlere, bütün sene boyunca da bu işleri yapmak nasîp olur. İçerisinde Kur'ân-ı kerîmin vahyedilmeğe başladığı "Kadir gecesi" bu ay içindedir ki, o gecenin bin aydan hayırlı olduğu bizzât Allahü teâlâ tarafından beyân buyurulmuştur. Kur'ân-ı kerîm, Resûlullah Efendimize o gece gelmeye başlamıştır. Kur'ân-ı kerîmde medhedilen en kıymetli gecedir. Bu aylarda, gün ve gecelerde, içimizi ve dışımızı çok iyi bilen Rabbimize karşı, nefsimizi muhâsebeye çekmeli, O'nun bizim dünyâ ve âhiret hayâtımızı Cennet'e çevirmek için gönderdiği İslâma tâm teslîm olup olmadığımızı gözden geçirmeli, hiç vakit geçirmeden İslâmın rahmet, bereket, mağfiret, fazîlet ve hayât bahşeden çeşmesinden kana kana nasip almak için bu ayları, geceleri ve günleri başlangıç yapmalıyız. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Âhiret yolcusunun, ibâdetle ihyâ edilmesi kuvvetle müstehab olan mübârek geceleri boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar hayır mevsimleri ve kârı bol olan gecelerdir. Kazançlı mevsimleri ihmâl eden bir tâcir, bir kâr sağlayamadığı gibi, mübârek geceleri gafletle geçiren âhiret yolcusu da maksada ulaşamaz." (İhyâu Ulûmi'd-Dîn) KULLUK VAZİFESİ... Bildiğimiz gibi, Müslümanlığın farz kıldığı ibâdetlerin faydası, aslında insanlara ya'nî o ibâdetleri yapan fertlere, âilelere ve cem'iyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir. İnsan namaz kılmakla, oruç tutmakla, diğer ibâdetlerini yapmakla, hem Allah'a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç, insanı rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde, Allah'ın emrettiği gibi malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de hem Allah'a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insânî vazîfe yapılmış olur. Bu vesîleyle, siz kıymetli okuyucularımızın, asîl milletimizin ve bütün İslâm âleminin "üç aylar"ını, "Receb-i şerîf"lerini ve "Regâib" gecelerini tebrîk ediyor, sıhhat ve âfiyet içerisinde nicelerine kavuşmalarını diliyoruz.
18.05.2012
Mübârek "Regâib Gecesi" de çok yaklaştı
Dünkü makâlemizde de arz ettiğimiz vechile, 24 Mayıs 2012 / 3 Receb 1433 Perşembe günü, öğleden sonra başlamak üzere, yanî mübârek Cum'a gecesinde, mübârek "Regâib Kandili"ni idrâk etmekle şerefleneceğiz inşâallah... Ma'lûm olduğu üzere, Receb-i şerîfin ilk Cum'a gecesine "Regâib gecesi" denir. Recep ayının her gecesi kıymetlidir. Her Cum'a gecesi de kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha da kıymetli olmaktadır. Allahü teâlâ, o gecede mü'min kullarına rağîbetler [yani ihsânlar, ikrâmlar] yapmaktadır. O gecede yapılan duâlar reddedilmez ve namaz, sadaka gibi ibâdetlere kat kat sevâp verilir. O geceye hürmet edenler de affedilir. Bilindiği gibi, Receb-i şerîf ayında bir mübârek gece daha vardır. O ayın 27. gecesi (16 Haziran 2012/26 Receb 1433 Cumartesi), "Mi'râc gecesi"dir ki, Sevgili Peygamberimizin "İsrâ" ve "Mi'râc" mu'cizesiyle şereflendiği, göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve Allahü teâlâ ile konuştuğu gecedir. BU GECELER FIRSATTIR!.. Üç ayların ilki olan Receb-i şerîf ayı, dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselam'dan beri kıymetli olup içerisinde mübârek "Regâib" ve "Mi'râc" kandillerini ihtivâ etmektedir. "Berât" kandilinin bulunduğu Şa'bân ayı, Receb ile Ramazân ayları arasında bir köprü mesâbesindedir. Nasıl ki Cuma günü günlerin efendisi ise, dört gözle beklenen, Ramazan ayı da ayların sultânıdır. Bütün mübârek geceleri birer ganîmet bilmeli, bu fırsatları iyi değerlendirmelidir. Bu aylara, günlere ve gecelere hürmet etmelidir. Hürmet etmek ise, günâhlardan uzaklaşmakla ve ibâdetleri yapmakla olur. Mübârek gün ve gecelere hürmet edip, saygı gösteren, kat kat karşılığını görecektir. Fakat, bu mübârek zamanlarda va'dedilen sevâplara kavuşabilmek için, her şeyden önce i'tikâdı düzeltmek lâzımdır. İlmihâl bilgilerini öğrenmek ve yaşayışını da bunlara uygun hâle getirmek gerekir. Ayrıca çok tevbe ve istiğfâr etmeli, kazâya kalmış namazlarını, oruçlarını, zekâtlarını, sadaka-i fıtırlarını, kurbânlarını hemen kazâ etmeye başlamalıdır. Bir an evvel bu borçlardan kurtulmak için çalışmalıdır. Allahü teâlâya münâcât, tazarru' ve niyâzda bulunmalı, yalvarıp yakarmalıdır. Tesbîh, tahmîd, tekbîr, tehlîl ve benzeri her çeşit zikir, fikir ve şükürle meşgûl olmalıdır. Kur'ân-ı kerîm okumalı, sevâbını da ölülerimizin rûhlarına göndermelidir. Peygamber Efendimize salât ü selâm okumalıdır. Ana-baba, diğer yakın akrabâ ziyâret edilmeli veya telefonla [hiç olmazsa mesajla, e-maille] gönülleri ve duâları alınmalıdır. Fakîrler, yetîmler sevindirilmeli, sadakalar, hediyeler verilmelidir. Dargınlar, küskünler barışmalıdır. Ayrıca bu vesîleyle güzel vatanımızın dirliği, asîl milletimizin birliği ve berâberliği, bütün Müslümanların ve İslâm âleminin huzûr ve saâdeti, bütün insanların da hidâyeti için duâ etmeliyiz. DÜNYA İMTİHAN YERİDİR Bilindiği gibi bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak, yasaklanan şeylerden kaçınmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak lâzım ve şarttır. Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur..." buyurmuştur. Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'inde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i celîlesinde meâlen: "İnsanları ve cinnîleri, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Yine Allahü teâlâ buyuruyor ki: "(Ey Resûlüm!) De ki: Duânız (îmânınız, ibâdetiniz, kulluk ve yalvarmanız] olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? [Duânız olmasa, Rabbim size ne kıymet verir?] (Ey inkârcılar! Resûl'ün size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için, azâp yakanızı bırakmayacaktır!" [Furkân, 77]
19.05.2012
Şa'ban ayının ikinci yarısına girdik...
"Müslümânlar bu ayda, mâllarının zekâtını çıkarıp, Ramazân-ı şerîfte oruç tutacaklara kuvvet ve kudret bahşetmek için, fakîr, miskîn ve zayıflara verirlerdi."
İslâm dîninde özel yerleri bulunan ve "üç aylar"ın ikincisi olan "Şa'ban" ayı, "Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayı" olarak anılmaktadır.
Bir hadîs-i şerîfte: "Recep ayı, Allahü teâlânın ayı; Şa'bân benim ayım, Ramazân da benim ümmetimin ayıdır. Şa'bân ayı, günâhlar için keffâret ayı, Ramazân ayı ise, günâhların temizleyicisi olan aydır" buyurulmuştur.
Şa'bân-ı şerîf, hayırların çoğaldığı, bereketlerin indiği, hatâların terk edildiği, günâhların örtüldüğü bir aydır. Âişe vâlidemiz (radıyallahü anhâ) buyurmuştur ki:
"Resûlullahın, [Ramazân ayı müstesnâ olmak üzere] hiçbir ayda, Şa'bân ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şa'bân ayının tamâmını oruçlu geçirirdi." [Buhârî]
Resûlullah Efendimize, Şa'bân ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Şa'bân, öyle fazîletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfildirler. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim." [Nesâî]
Bir zamânda veyâ bir yerde yâhut bir şeyi okumakta, yapmakta, çok sevâb verileceğini işitince, o sevâba kavuşmaya niyyet ederek yapana, bu haber doğru olmasa bile, Allahü teâlâ, o sevâbları ihsân edebilir.
Fakat, bunun İslâmiyyet tarafından yasak edilmemiş bir şey olması lâzımdır. Genel bir kâidedir ki, nâfile ibâdetlerin sevâblarına kavuşabilmek için, îmânda ve farzlarda kusûr olmaması, günâhlara tevbe etmek ve ibâdet olarak yapmaya niyyet etmek şarttır.
Sağlığı yerinde olan, Şa'bân ayının çoğunu, hattâ tamâmını oruçlu geçirebilir. Ama bünyesi zayıf olanların, Şa'bân ayının 15'inden sonra oruç tutmayıp farz olan Ramazân-ı şerîf orucuna hazırlanmaları iyi olur...
Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) anlattığına göre: "Resûlullahın Eshâbı, Şa'bân ayının hilâlini görünce, Mushaf-ı şerîf üzerine kapanıp, Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm ederlerdi.
Müslümânlar bu ayda, mâllarının zekâtını çıkarıp, Ramazân-ı şerîfte oruç tutacaklara kuvvet ve kudret bahşetmek için, fakîr, miskîn ve zayıflara verirlerdi.
Hâkim ve vâlîler, zindân ve hapishânede olanları huzûrlarına getirtip cezâlarını hafîfletir veya serbest bırakırlardı.
Ramazân hilâlini (ayını) görünce de gusledip, i'tikâfa çekilirlerdi."
20.05.2012
Bir fincan kahvenin, kırk yıl hâtırı vardır"
İnsanların Allahü teâlâya karşı, kalple inanmaları ve bedenle yapmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından bildirilmiştir. Allahü teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir. Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O'nun yoluna "İslâmiyet" denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye de "Müslümân" denir. Allahü teâlâya, O'nun emrettiği gibi şükretmeye, ya'nî Muhammed aleyhisselâma uymaya "ibâdet etmek" denir. Sâhip olduğumuz nâ-mütenâhî (sayılamıyacak kadar çok) ni'metten dolayı her ân, Allahü teâlâ'ya şükretmemiz gerekir. Bir fincân acı kahvenin bile, 40 yıllık hâtırı olursa, Cenâb-ı Hakk'ın bizlere lutfettiği sonsuz ni'metlere ne kadar şükretmek lâzımdır? Bunlara kuşbakışı bir göz atalım: İBÂDET NEDİR? Allahü teâlâ'nın, bizleri insan olarak yaratması, akıl vermesi, vücut uzuvlarımızı lutfetmesi, ahsen-i takvîm üzere [en güzel sûrette] halketmesi, sıhhat ve âfiyet üzere yaşatması, muhtaç olduğumuz her ni'meti ihsân etmesi; dünyânın en güzel ülkelerinden biri olan Müslümân bir memlekette, Müslümân anne ve babalardan Müslümân olarak yaratması, Ehl-i Sünnet i'tikâdında kılması, eşler, çocuklar vermesi, ilim lutfetmesi, mal-mülk vermesi... Daha pek çok ni'met sayılabilir. Atalarımız: "Bir fincân acı kahvenin, kırk yıl hâtırı vardır" demişlerdir. Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksad, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'inde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen: "İnsanları ve cinnîleri, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Sözlük ma'nâsı itibâriyle "kulluk etmek, tapmak, tapınmak" demek olan "ibâdet", bir ıstılâh ya'nî İslâmî bir terim olarak, "bütün varlıkları yaratan Allahü teâlâya karşı saygı göstermek, O'nun emir ve yasaklarına uymak" ma'nâsına gelir. Bilindiği gibi, ibâdetler üç nevidir: a- Beden ile [namaz ve oruç gibi], b- Mal ile [zekât, sadaka-i fıtır ve kurbân gibi], c- Hem beden, hem de mâl ile olan [hac ve umre gibi] ibâdetlerdir. "İbâdet", Allahü teâlânın râzî olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzî olduğunu bilmeye bağlıdır. Bir Müslümân, Allahü teâlânın harâm, yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınca ve emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzî olduğunu bilmeye bağlıdır. İslâm dînindeki ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı hakkında "Fıkıh" ve "İlmihâl" kitaplarında geniş bilgi vardır. DÜNYA İMTİHAN YERİDİR!.. İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azâplar yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, O'nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur. Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde ise: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur..." buyurulmuştur. Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri yapmak lâzım ve şarttır. İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azaplar yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, O'nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur. İçerisinde bulunduğumuz mübârek aylar, asliyetimize, kendimize dönüş için, günâhlardan, kusûr ve kabâhatlerden tevbe ve rücû' için çok önemli fırsatlardır...
25.05.2012
Allah'ın, kullarına gönderdiği ni'metler
Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır... CENÂB-I HAKKIN ESERLERİ Allahü teâlânın zâtını görmüyoruz; fakat O'nun eserlerini, yarattıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şüphesiz, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık hiçbir şey yaratamaz. İnsanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratamazlar. Pastör, hiç yoktan bir mikrop yaratabilir mi? Edison, güneş ışığına benzer bir ışık îcâd edebilir mi? Galile, dünyânın dönüşündeki intizâmı değiştirebilir mi? İnsanları, göklerde ve deniz altlarında dolaştıran, radyoları, televizyonları, bilgisayarları... bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı "Yaratan"ı inkâr etmek için, insanın ya ahmak, ya koyu câhil veya kör bir inâdın kurbânı olması lâzımdır. Her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yapan, gönderen ancak Allahü teâlâ'dır. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız O'dur. "İnsan bir şeyi yarattı" demek, "yarattı" kelimesini Allahü teâlâdan başkası için söylemek, sivrisineğin apartman yapmasını veya otomobil kullanmasını söylemek gibidir; çok çirkindir ve günâhtır. Aslında söylenen kimse ile alay etmek, onu küçültmek demektir... Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamdeder, onu medhederse, bu hamdlerin hepsi Allahü teâlâya mahsûstur. Allahü teâlâyı sevmek için sebepler pek çoktur: Evvelâ, Müslümân olarak dünyaya gelmek. Ya'nî, Müslümân bir ana-babanın evlâdı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlayı sevmek, Allahü teâlaya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebeptir. Meselâ, Hristiyân ana-babadan dünyâya gelmiş olsaydık, artık Müslümânlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkânsız olabilirdi. Müslümânlığı sevmiş, elinden geldiği kadar Müslümânlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Müslümân ismi olup da, Müslümânlığın îcâplarını yapmayan, hattâ Müslümânlığı hor gören, nice sözde Müslümânlar vardır. Akıl ve iz'ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da Allahü teâlânın en büyük ni'metlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir devletin ve hükûmetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, başkalarına muhtâç olacak derecede fakîr olmamak vesâire gibi yüzlerce-binlerce ni'met, hep Allahü teâlânın lutuf ve ihsânıdır. "BİR GÖNÜL YIKTIN İSE!.." Çok cüz'î bir kısmını saydığımız bu ni'metlerden mahrûm olan milyonlarca Müslümânın, milyonlarca insanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmek lâzım geldiği kolayca anlaşılır. Bu vesîleyle, günümüzde bütün dünyânın başını ağrıtan anarşi ve terör konusunda birkaç kelime söylemek istiyoruz: Gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunması öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır. Halbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir. Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır. Onun için Yûnus Emre (rahmetullahi aleyh): "Eğer bir gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil/Yetmişiki millet dahî, elin yüzün yumaz değil" demektedir.
01.06.2012
.
Mü'minlere hiçbir ibâdet zor gelmez
En son hak dîn olan İslâmiyette emredilen îmân, ibâdet ve ahlâk esasları ile insanlar, ma'nen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya da'vet edilmişlerdir. Bir Müslümân, Allahü teâlânın harâm, yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınca ve emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İslâm dînindeki ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı hakkında "Fıkıh" ve "İlmihâl" kitaplarında geniş bilgi vardır. Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen: "İnsanları ve cinnîleri, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur. Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde ise: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur..." buyurulmuştur. İHSÂN, ŞEFKAT VE MERHAMET Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri yapmak lâzım ve şarttır. İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azâplar yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, O'nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur. İbâdetler üzerinde biraz düşünecek olursak; yirmi dört sâatte bir sâat tutmayan bir zamânı, Allahü teâlânın emrini yapmak (namaz kılmak) için ayırmamak ve Cenâbı Hakk'ın ihsâniyle zengin olup da malının kırkta birini Müslümânlardan fakîr olanlara vermemek, mubâhları bırakıp da harâm ve şüpheli olan şeylere uzanmak, aslında aklı başında olan insanlar için büyük bir ayıp, büyük bir suç olur. Allahü teâlâyı sevmek ve saymak, O'nu ta'zîm etmek de, O'na kulluk vazîfelerini yerine getirmekle olur. Bilindiği gibi, ibâdetler üç nevidir: a-Beden ile, b-Mal ile, c-Hem beden hem de mal ile olur. Birincisi, namaz ve oruç; ikincisi zekât, sadaka-i fıtır, kurbân; üçüncüsü de hac ve umre gibi ibâdetlerdir. Bütün Ülü'l-azim Peygamberler, Resûller ve sayılarını kesin olarak bilemediğimiz Nebîler (Peygamberler) (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınmak karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır. İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve her mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette, hak olan Ma'bûd'a (Allah'a) yönelmeleri emredilmiştir. DÎNİMİZDE AKLIN YERİ Mukaddes dînimiz İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl bir ölçü âletidir; ama her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla, dîn işlerinde nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur? Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünyâ işlerinde isâbet ettiği hâlde, bazıları yanılabilmektedir. Aklın belli bir sâhası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz. Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak "Peygamber"ler bildirir...
02.06.2012
Mübarek "Üç Aylar"dan ikincisi olan Şa'bân ayı
22 Mayıs 2012 Salı günü, "Recep ayı"nın ve mübârek "üç aylar"ın ilk günü idi. Recep ayı hem "Harâm Aylar"ın, hem de "Üç Aylar"ın ilkidir. [Harâm aylar Recep, Zilka'de, Zil-hicce ve Muharrem aylarıdır. Üç aylar ise Recep, Şa'bân ve Ramazân aylarıdır.] Halkımız arasında "Üç Aylar" diye anılan "Recebü'l-ferd", "Şa'bânü'l-muazzam" ve "Ramazânü'l-mübârek" aylarının, İslâm dîninde özel yerleri vardır. Bunlardan birincisi olan Receb, "Allahü teâlânın ayı"; ikincisi olan Şa'bân, "Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayı"; Ramazân-ı şerîf de "Ümmet-i Muhammed'in ayı" olarak bilinmektedir. Âdem aleyhisselâmdan beri hürmet edilen, kıymetli bir ay olan "Recebü'l-ferd" ayının afv ve mağfirete, bu ayı ta'kîb eden "Şa'bânü'l-muazzam" ayının şefâate, "Ramazânü'l-mübârek" ayının da sevâpların kat kat verilmesine mahsûs aylar olduğu bildirilmiştir. "BEREKETLER İHSÂN EYLE!" Sevgili Peygamberimiz, Recep ayının başında, "Allah'ım! Receb ve Şa'bân aylarında bizler için bereketler ihsân eyle; bizleri Ramazân ayına da kavuştur" şeklinde duâ buyururlardı. 24 Mayıs 2012/3 Receb 1433 Perşembe günü, öğleden sonra başlamak üzere, mübârek Cum'a gecesinde, mübârek "Regâib Kandili"ni idrâk etmekle şereflenmiştik. [Ma'lûm olduğu üzere, Receb-i şerîfin ilk Cum'a gecesine "Regâib gecesi" denir. Recep ayının her gecesi kıymetlidir. Her Cum'a gecesi de kıymetlidir. O iki kıymetli gece bir araya gelince, daha da kıymetli olmaktadır.] 16 Haziran 2012 [26 Receb 1433] Cumartesi'yi 17 Haziran [27 Receb 1433] Pazar'a bağlayan gece de, Mi'râc Kandili idi. İsrâ ve mi'râc hâdisesi, Peygamberimizin Medîne-i münevvere'ye hicretlerinden 19 ay önce, mîlâdî 621 yılında, geceleyin vukû' bulmuştur. [Resûlullahın bedenen Mekke'deki Mescid-i Harâmdan Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur; çünkü Kur'ân-ı kerîmde açıkça zikrediliyor. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur; dâl (sapık) ve mübtedi' (bid'at ehli) olur.] Beş vakit namaz bu zamanda farz kılınmıştır [Önceden sabâh ve ikindi namazları olmak üzere iki vakit farz idi]. Ayrıca, îmân esaslarıyle ilgili Bakara sûresinin son iki âyeti ve ümmetinden şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi, Peygamber Efendimizin mi'râc dönüşü biz ümmetine getirdiği en değerli hediyeler arasındadır. Yine o gecede, arada vâsıta olmaksızın, bizzât Allahü teâlâ tarafından Peygamber Efendimize vahyedilen İsrâ sûresinin 23. ilâ 39. âyetleri arasında belirtilen 12 madde bildirilmiştir: Peygamber Efendimiz, o gecede, Cebrâil aleyhisselâmın geçemediği noktadan ötelere geçmiş, bilinmeyen bir şekilde, mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak, arada vâsıta olmaksızın Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. 20 Haziran Çarşamba=30 Receb, 21 Haziran Perşembe ise=1 Şa'bândı. 19 Temmuz Perşembe=29 Şa'bân olup 20 Temmuz Cuma=1 Ramazân 1433 başlayacaktır. Ramazan ayı bu sene 30 gün çekiyor, 30 Ramazan 18 Ağustos Cumartesiye rastlıyor, 19 Ağustos Pazar günü de 1 Şevvâl olup Ramazân bayramı başlayacaktır. "İNSANLAR BUNDAN GÂFİLDİR" Resûlullah Efendimiz, Şa'bân ayına çok değer verir ve bu ayda çok oruç tutardı. Âişe vâlidemiz (radıyallahü anhâ) buyuruyor ki: "Resûlullahın, [Ramazân ayı müstesnâ olmak üzere] hiçbir ayda, Şa'bân ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şa'bânın tamâmını oruçlu geçirirdi." [Buhârî] Resûlullah Efendimize, Şa'bân ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman buyurdu ki: "Şa'bân, öyle fazîletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfildirler. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim." [Nesâî] Bu konudaki diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir: "Ramazandan sonra en faziletli oruç, Şa'bân ayında tutulan oruçtur." [Tirmizî] [İnşâallah yarınki makâlemizde de, bir nebze Berât gecesinden bahsedelim.]
29.06.2012
Mübârek "Berât Gecesi"nin fazîleti
Şa'bân ayının 15. Gecesi [ya'nî 4 Temmuz-14 Şa'bân Çarşamba günü], mübârek "Berât Kandili"dir. Aslı "Berâet" olan ve Türkçe'ye "Berât" olarak giren bu kelimenin sözlük anlamı, "Borçtan, hastalıktan, suç ve cezâdan kurtulmak" ise de, dînî literatürde "İlâhî af ve rahmete nâil olmak, günâhlardan arınmak, temize çıkmak" mânâsını ifâde etmektedir. Bütün kâinâtın yaratıcısı ve sâhibi olan Yüce Allah, Berât Gecesinde, ezelî ilminde mevcût olan sırların bir yıllık bölümünü, "Levh-i Mahfûz"a indirir ve yeni bir yıl için, Melekleri, yapacakları işler bakımından görevlendirir. BEREKET, HAYIR VE FEYİZ... Hülâsaten belirtmek gerekirse, "bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli" demek olan "mübârek" sıfatıyle sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği bazı zamanlar vardır. Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümânların mübârek gün ve geceleridir. Bu mübârek gün ve gecelere kıymet veren şüphesiz ki Allahü teâlâdır. Bütün mübârek gün ve geceleri, bilhassa idrâkiyle şereflendiğimiz ve üçte biri geçen Şa'bân ayını, kezâ onbir ayın sultânı olan Ramazân ayını birer ganîmet bilmeli, bu fırsatları iyi değerlendirmelidir. Mübârek aylar, günler ve geceler aslında bizler için çok büyük birer fırsattır. Günahkâr ve yaratılış gâyesini unutan insanlara, kerem ve ihsân sâhibi yüce Allah tarafından tanınan ve eğer iyi değerlendirilebilirse çok büyük kazançlara vesîle olan zamanlardır. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Âhiret yolcusunun, ibâdetle ihyâ edilmesi kuvvetle müstehab olan mübârek gece, [gün ve ay]ları boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar, hayır mevsimleri ve kârı bol olan gece, [gün ve ay]lardır. Kazançlı mevsimleri ihmâl eden bir tâcir, herhangi bir kâr sağlayamadığı gibi, mübârek gece, [gün ve ay]ları gafletle geçiren âhiret yolcusu da maksada ulaşamaz." İşte "Üç Aylar" ve bu aylardaki mübârek gün ve geceler, yaratılmışların en şereflisi olma özelliğini unutarak, nefis ve şeytânların tuzaklarına düşmüş ve her iki dünyâsını zindâna çevirecek günâh, isyân ve gaflet bataklıklarında boğulmakla karşı karşıya gelmiş insanların kurtuluşları için uzatılan can simidi gibidirler. "ÖZEL DEFTERE YAZILIR!.." Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Berât gecesinde çok ibâdet ve duâ ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemiz, "Yâ Resûlallah, Allahü teâlâ seni günâh işlemekten muhâfaza buyurduğu hâlde, Berât gecesinde neden çok ibâdet ettin?" diye sordu. Peygamber Efendimiz ona cevâben buyurdu ki: "Ben, şükredici bir kul olmayayım mı? Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertîp olunur. Bu gece herkesin amelleri Allahü teâlâya arz olunur." [Gunyetü't-tâlibîn] "NE İSTEYEN VARSA VEREYİM" Sevgili Peygamberimiz, diğer bazı hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: "Şa'bânın 15. gecesini ibâdetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: 'Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, âfiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim.' Bu hâl, sabaha kadar devâm eder." [İbn-i Mâce] "Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez: Regâib gecesi, Şa'bânın 15. [Berât] gecesi, Cum'a gecesi, Ramazân Bayramı ve Kurbân Bayramı geceleri.) [İbn-i Asâkir] "Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ reddolmaz: Fıtr ve Kurbân bayramının birinci geceleri, Berât ve Arefe geceleri." [İsfehânî] "Allah şu dört geceyi hayırla süsler: Ramazân ve Kurbân Bayramı geceleri, Arefe gecesi, Şa'bânın yarısındaki [Berât] gecesi ki, onda eceller, rızıklar yazılır." [Deylemî] [Mübârek gecenizi candan tebrîk ediyor; hayır duâlarınızı bekliyoruz.]
30.06.2012
Bütün işlerde ihlâsın önemi
İhlâs hakkında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin "Mektûbât-ı Rabbâni" isimli kıymetli kitâbında geçen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: "İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder." Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi aleyh) de buyurmuştur ki: "Dünyâda en kıymetli şey, ihlâstır." Türkistân'da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki: "Allahü teâlâdan ihlâsı, her şeyi O'nun rızâsı için yapmayı isteyiniz. İhlâsta, dünyâ ve âhirette kurtuluş vardır." İHLÂS VE RİYA!.. Kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "ihlâs ve riyâ nedir?" diye sorduklarında; buyurmuştur ki: "Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır." Hanım velîlerden Fâtıma-i Nîşâbûriyye (rahmetullahi aleyhâ) hazretlerine, "İhlâs sâhibi kime denir?" diye sorulduğunda: "Kim, Allahü teâlâyı düşünerek amel ve ibâdet yaparsa, o kimse ihlâs sâhibidir" buyurmuştur. Evliyânın büyüklerinden Hayru'n-Nessâc (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, amelin kabûlüne vesile olan güzel düşünce(niyyet)dir." Meşhûr velîlerden Huzeyfetü'l-Mer'aşî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, kulun içi ile dışının aynı olmasıdır." Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Bir kimse, baş olma sevdâsına kapılırsa, artık ibâdetten, ihlâstan sıyrıldı demektir." Irâk'ta yetişen büyük velîlerden Mekârim en-Nehr (rahmetullahi aleyh) hazretleri; "Muhlis"i şöyle anlattı: "Muhlis, Allahü teâlânın rahmeti ile mahlûkâtın şerrinden kurtulan ve bütün insanların Efendisi olan Peygamber Efendimizin emirlerine uyandır" buyurdu. Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs, ameli kusûrlardan temizlemektir." NASIL BELLİ OLUR? Mısır'da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi aleyh) hazretlerine; "Kulun ihlâs sâhibi kimselerden olduğu nasıl belli olur?" diye sorduklarında; "Kendisini tam mânâsıyla ibâdete verip insanların nazarında mertebe ve itibârının silinmesini severek kabul ettiği zaman" cevâbını verdi. Yine Zünnûn-i Mısrî (kuddise sirruh) buyurdu ki: "Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Birincisi medh (övülmek) de, zemm (kötülenmek) de ona tesir etmez. İkincisi, amelleri unutur, günâhlarını düşünür. Üçüncüsü, Hak teâlâdan gayrısını gönlünden çıkarır." Her işinde Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı arzû eden Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi aleyh) ihlâs sâhibi idi. İhlâsla ilgili olarak buyurdu ki: "İhlâsın alâmeti, her an Allahü teâlâyı müşâhede etmek, O'ndan başkasını hiç hâtırına getirmemektir." Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Dükkî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs odur ki; insanın zâhiri, bâtını, durması, hareket etmesi, nefes alıp vermesi, yani her hâli Allahü teâlâ için olmalıdır. Nefsin, hevânın payı bulunmamalı, hiçbir hareket, bir mahlûk için olmamalıdır." Evliyânın meşhûrlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "İhlâs sâhibi mi olmak istiyorsun, önce baş olma sevgisini kalbinden at. Sonra kendini kimseden üstün görme." TASAVVUF NEDİR? Bağdâd'ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi aleyh), ihlâs sâhibi olup yaptığı her işi Allahü teâlânın rızâsına uygun yapardı. Başkalarına da ihlâslı olmayı tavsiye ederdi. İslâm âlimleri kitaplarında, "Tasavvuf": "Îmânın vicdânîleşmesi ve ibâdetleri seve seve yapmak ile harâmlardan uzaklaşmaktır" diyorlar. Tasavvuf kalbin kötülüklerden tasfiyesi, nefsin terbiye edilmesidir. Bu da İslâmiyetin emir ve yasaklarına tâm uymakla olur. Bu yolda insanın ilerlemesi ve yükselmesi, bir rehber (üstâd, mürşid, hoca) ile çabuk ve kolay olur. İhlâs sâhibi ve Allah adamları olan bu rehberlerin yanında bulunmak ve onların tavsiye ve nasîhatlerine uygun hareket etmek, kalpte ihlâsın hâsıl olmasına yardım eder.
13.07.2012
İstikâmetin lüzûmu
Kelime anlamı olarak "düzgün bir yolda olmak" yani "Hak yolda olmak, Hak yola girmek" gibi mânâlara gelen "İstikâmet" bir terim olarak, "Her işte i'tidâl üzere bulunma, her çeşit işte denge anlayışı üzerinde olma; doğruluk, dürüstlük, dürüst olma; adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp dîn ve akıl dâiresinde yürüme, işlerde dîn ve aklın sınırları içerisinde hareket etme" demektir. Yine bu kelimeye, "Verilen söze bağlılık, dînî ve dünyevî işlerde orta yolu takip etme" mânâları da verilmiştir. "İstikâmet" masdarının ism-i fâili olan "müstekîm" de, "doğru olan, düzgün olan, eğrisi-büğrüsü olmayan, hak olan" anlamında kullanılmaktadır. "Sırât-ı müstekîm" ise, "Allah'ın dosdoğru yolu" anlamına gelir. Zâten İslâmın bir adı da, "Sırât-ı müstekîm"dir. Çünkü bu yol eğrisi-büğrüsü olmayan, sağlam olan, dosdoğru yoldur. [Şeytân, insanları doğru yoldan uzaklaştırmak için devamlı çaba harcamakta, ön, arka, sağ ve sollarından girmeye çalışmaktadır (el-A'raf, 16-17). Bu durumda insan, doğruluk mücâdelesini, önce içindeki düşmânlara karşı verme durumundadır.] "DOĞRULARLA BERABER OLUN" Yüce Allah, Peygamberlerini doğruluk örneği olarak takdîm etmiştir. Meselâ Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İsmâîl, Hazret-i İdrîs, doğruluk ve sözlerindeki sadâkatleriyle tavsîf edilen, nitelendirilen Peygamberlerdir (Meryem, 41, 54, 56). Allahü teâlâ, "Doğrularla beraber olun" (et-Tevbe, 119) ve "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin" (el-Ahzâb, 70) buyurmaktadır. Doğruluk (istikâmet), insanın Allah'a karşı yerine getirmek için önceden verdiği bir mîsâk, bir ahid, bir sözdür. İnsan, bu yaratılış ahdine vefâ gösterdiği ölçüde sâdıktır; sadâkatin mükâfâtı da verilecektir (el-Ahzâb, 23-24). İnsanlar için en zor işlerden birisi, "istikâmet" üzere olmak, "sırât-ı müstekîm"de bulunmaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, bizlere her gün 5 vakit namazda, "sırât-ı müstekîm" üzere bulunmamız için duâ etmemizi emir buyurmaktadır. Her gün 17 defa "Farz"larda, 3 defa "Vitir"de, 20 defa da "Sünnet"lerde olmak üzere, toplam 40 defa okuduğumuz "Fâtiha-i şerîfe"de, Cenâb-ı Hakk'a, "Bizi, sırât-ı müstekîme hidâyetle, doğru yola ilet" diye duâ etmekteyiz. Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur: "Şu hâlde, sen bundan dolayı (insanları, İslâma) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikâmet üzere ol. Onların hevâ(ve heveslerine, istek ve tutku)larına uyma. De ki: 'Ben Allah'ın indirdiği Kitâba inandım ve aranızda adâlet yapmakla emrolundum'..." (eş-Şûrâ, 15) Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma şöyle emir buyurmaktadır: "Bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar.) Aşırı gitmeyin. Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır." (Hûd, 112) [Malum olduğu üzere, Sevgili Peygamberimiz, bu âyet-i kerîmeden dolayı, "Hûd sûresi beni ihtiyârlattı (saçıma-sakalıma ak düşürdü)" buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîru Sûreti Hûd, 6; Hadîs no: 3297).] Yine başka bir âyet-i kerîmede, "İşte bu benim dosdoğru yolum, ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Allah, azâbından) korkarsınız diye size böyle tavsiye etmektedir" (el-En'âm, 153) buyurulmuştur. [Her hâli, istikâmet üzere olan Seyyid Abdülhakîm Efendi, "İstikâmet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir" sözünü sık sık tekrâr ederlermiş.] BÜTÜN FAYDALI ŞEYLER... İslâmiyyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dîndir. Dârul-Fünûn müderrislerinden yani eski İstanbul Üniversitesi profesörlerinden büyük âlim ve velî Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri: "İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette rahat ve mes'ûd olmalarını sağlayan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. İslâmiyet, eski dînlerin görünür-görünmez bütün iyiliklerini kendinde toplamıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir. Yaratılışında kusûrsuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez; İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz" buyurmuştur. [Çok mühim bir mevzu olan "İstikâmet" konusu üzerinde, inşâallah yarın da duralım.]
14.09.2012
İstikâmetin ehemmiyeti
slâm âlimleri, dünyâda ve âhırette saâdete kavuşmak, râhat ve neş'eli yaşamak için Müslümân olmak lâzım geldiğini bildirmektedirler. Îmânı olan ve ahkâm-ı islâmiyyeye uyan, yani harâmlardan sakınıp ibâdetlerini yapan kimseye, "Müslümân" denir. Îmân, belli altı şeye ["Âmentü esâsları"na], bütün emirlere ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ, hakîkî Müslümândan râzı olur; onları sever. Hakîkî Müslümân olmak için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve "İhlâs" ile yapmak lâzımdır. "İhlâs", gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri [meselâ zikri, istiğfârı, hayrât ve hasenâtı, Müslümânları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı] Allah rızâsı için yapmaktır. Mal, mevki, hürmet ve şöhret kazanmak için yapılan ibâdette ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez; günâh olur, azâb yapılır. Allahü teâlâ, doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalplerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de "Sevâb", yani iyilik vereceğini vadetmiştir. "İbâdet", emirleri yapmak, "Takvâ" harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. DOĞRULUK-DOĞRU YOL "Sıdk" ve "İstikâmet" kelimelerinin karşılığı olan doğruluk, ahlâkî vasıfların hepsinin kendisinde toplandığı bir rûh hâlidir. Kur'an-ı Kerîm'de doğruluk, en geniş şekilde fayda ve hikmetleriyle açıklanmıştır. Allah'a, âhirete, meleklere ve kitaplara îmân edenler; mallarını akrabâya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, esîrlere harcayanlar; namazı kılan, zekâtı veren, sözünde duran ve sabredenler "doğrular" ve "takvâ sâhibi kişiler" olarak nitelendirilmişlerdir. Ayrıca istikâmet (doğruluk), Müslümânların ortak vasfı olarak tanımlanmıştır (el-Bakara, 177; el-Ahzâb, 35; el-Fâtiha, 6). "İstikâmet"in karşıtları; "hıyânet" [doğruluğu bırakıp, başkalarının hukûkuna tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme], "sahtekârlık", "yalancılık" ve "sapıklık" gibi vasıflardır. Doğruluk; düşüncede, sözde ve davranışta gerçekleşir. İyi insanın vasıfları arasında en başta doğruluk yer almış ve Müslümânların temel prensiplerinden olmuştur. Allah'tan gerçek manada korkmak, iyiliğe yönelmek, rahatlık ve gönül huzûru duymak, ancak doğrulukla mümkündür. Müslümânlar, her gün 5 vakit namazlarının her rek'atında, Fâtiha Sûresini okuyarak, "Allah'ım bizi doğru yola ilet" diye duâ ederler. Hak yola ulaşmak için "İstikâmet"ten başka bir yol yoktur. Dînde ihlâslı olmak "istikamet"le (doğrulukla) olabilir. Müslümân insan, istikâmet sâhibidir. Bu bakımdan "istikâmet" yüksek bir makâm; aynı zamanda zor bir görevdir. İnanan ve inancının gereğini yerine getiren kişi, doğru insandır. Takvâ üzere yaşayanlara "istikâmeti doğru insan" derler. O insan, fikrinde, sözünde, işinde ve bütün davranışlarında doğrudur. Müslümân, Hazret-i Peygamberi kendisine örnek alır. Peygamberimiz ise doğruluğun örneği idi. Dîn ve dünyâ ile ilgili vazîfelerini, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir Müslümân, dosdoğru bir insandır. Bu sıfatlara sâhip olan bir kimse, toplumun en değerli bir ferdidir. DEVAMLI İHLAS SAHİPLERİ... Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), "Mektûbât" isimli kıymetli kitâbında buyuruyor ki: "Bütün mü'minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyyet ederler. Böylece ihlâs ile yaparlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Bazı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs; zahmet çekerek, kendini zorlayarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devam ediyor. Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devamlı ihlâs sâhiblerine "Muhlas" denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine "Muhlis" denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzûları ve şeytânın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir." [C.I, 59. mektûb] [İbâdete başlarken, nefis ve şeytân ile mücâdele ederek, devamsız olan ihlâs elde edilebilirse, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zamânla nefsi zayıflatır, devamlı ihlâs elde etmeye sebeb olur. Fakat buna kavuşmak da senelerce sürer.]
15.09.2012
Allahü teâlânın, insanlara olan sonsuz ni'metleri
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, Allahü teâlânın, bütün mahlûkâtına, özellikle insanlara olan merhameti, ihsânı, ni'metleri o kadar çoktur ki, bu, ancak "sonsuz" kelimesiyle ifâde edilebilir. Muhakkak ki, Cenâb-ı Hakk'ın kullarına olan ni'metlerinin en büyüğü, "Peygamber"ler ve "Kitap"lar göndererek onlara sırât-ı müstakîmi, doğru yolu, rızâ-i İlâhî'ye ve Cennet'e götüren yolu, ebedî saâdet yolunu göstermesidir. Yüce Allah, bütün yaratıkları içinde, insanı en güzel bir kıvâmda kılmış, eşref-i mahlûkât yapmış ve diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Binâenaleyh dünyâdaki bütün hayvânlar, bitkiler ve cansızları; yer altı ve yer üstündeki; denizler, göller, nehirler ve semâvâttaki her şeyi, insanoğlunun emrine ve hizmetine vermiştir. İnsanı, âlemde hâkim duruma getirerek, onu kendisine muhâtab kabûl etmiş ve mükellef yapmıştır. Kullarının dünyâda râhat, huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni'metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok "Kitap" (yüz suhuf ve dört büyük kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'ân-ı Kerîm bozulmamış, diğerleri maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir. İKİ CİHAN SAADETİ İÇİN Ma'lûm olduğu üzere, İslâmın birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Yani onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Ona tâbi olmak demek, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir. Şüphe yok ki, O'nun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyenin başında mukaddes kitâbımız Kur'ân-ı kerîm gelmektedir. Kur'ân-ı kerîm, O'na verilen mu'cizelerin en büyüğüdür. Bütün Peygamberler, hep aynı îmân ve i'tikâd esâslarını bildirmişler, hepsi de insanları ebedî kurtuluşa davet etmişlerdir. İster "Ülü'l-azm Peygamber"ler [ya'nî Hazreti Âdem, Hazreti Nûh, Hazreti İbrâhîm, Hazreti Mûsâ, Hazreti Îsâ ve Hazreti Muhammed (aleyhimüsselâm)], ister "Resûl"ler, isterse "Nebî"ler olsun; Peygamberlik vazîfelerini görmekte, Peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, hepsi müsâvîdir, eşittir. Fakat Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, fazîletleri, şerefleri, üstünlükleri vardır. "Ülü'l-azm olan Peygamber"ler, böyle olmayanlardan, "Resûl"ler de, "Nebî"lerden daha üstündürler. Ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve ma'rifetlerinin çok yerlere yayılması, mu'cizelerinin daha çok ve devâmlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür. Bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler, dünyâ ve âhiretin Efendisi, insanların ve cinnîlerin Peygamberi olan Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm'da toplanmıştır. Bütün kâinâtın ve mahlûkların yaratılmasına sebep olan ve Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, "Habîbullah"tır (Allahü teâlânın habîbi, mahbûbu, en çok sevdiği kimsedir). "EN GÜZEL ÖRNEK" Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Biz seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik" [Enbiyâ, 107]; "Biz seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" [Sebe', 28] "O'nun şahsında, Allah'ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hâtırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır " (Ahzâb, 21) âyet-i kerîmesi, Muhammed aleyhisselâmın "üsve-i hasene" [nümûne-i imtisâl=en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir? Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm, "Ben, iyi huyları tamâmlamak, yerleştirmek için gönderildim" buyurmuştur. Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır: "(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü'minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir." (Tevbe, 128) [Allahü teâlâ, bizleri O'nun büyük şefâatine nâil eylesin.]
21.09.2012
Kâmil insan nasıl olur?
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, eğer bütün insanlar, İslâm ahlâkı üzere yaşasalar, dünyâda ne kötülük, ne hîle, ne savaş, ne şiddet, ne de zulüm kalır. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî; ferdlere, âilelere ve cemiyetlere bu kadar faydalı hiçbir dîn yoktur. Bu dînin esâsını anlayan, seven ve uygulayan bir kimse, dünyâ ve âhirette mes'ûd, bahtiyâr, mutlu olur. Bunun için, mükemmel bir insan olmaya gayret etmek lâzımdır. İslâmın güzel ahlâkı hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Her binânın bir temeli vardır. İslâmın temeli de güzel ahlâktır. Güzel ahlâk kısaca; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlâkın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlâk, Yaratan'dan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümâna çatık kaşla bakmak harâmdır. Güler yüzlü olmayan, mü'min sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslümân, hasreti çekilen insân demektir. Zâten iyi insan da, iyi ahlâklı insan demektir. GÜZEL AHLÂK HAKKINDA... Bu konuda birçok hadîs-i şerîf vardır; yerimizin müsâadesi ölçüsünde birkaçını alalım: "En iyi kimse, huyu en güzel olandır." [Buhârî] "Sizin îmânca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır." [Hâkim] "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." [Beyhakî] "Dîn, güzel ahlâktır." [Deylemî] "Güzel ahlâk, senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir." [Beyhakî] Bir kimse, Resûlullah'tan nasîhat isteyince: "Gazaplanma yani kızma, sinirlenme, hiddetlenme, öfkelenme" buyurdu. Birkaç kere sordu, hepsinde de "Kızma, sinirlenme" buyurdu. (Buhârî) Makâlemizin başlığında geçen "insan-ı kâmil yani mükemmel insan olma" konusu, sadece günümüzün konusu değildir. "Mükemmel insan nasıl olur?" sorusuna âlimler, mükemmel insanın bazı vasıflarını sayarak şöyle cevap vermişlerdir: Kâmil insan, ana-babasına, hocalarına, âmirlerine karşı saygılıdır. Âilesini, milletini ve vatanını sever. Hiç kimsenin canına, malına ve ırzına tecâvüz etmez. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Büyüklenmez, son derece mütevâzı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Vakârlı, kibâr, ağır başlı, haysiyetlidir. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Vara-yoğa kızmaz; kızsa da zararlı iş yapmaz. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, sû-i zanda bulunmaz. Hâinlik etmez. Sahtekâr değildir. Sözünde durur, kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boşa geçirmez. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz, sarhoş olmaz, içki içmez, uyuşturucu kullanmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, haksız yere adam öldürmez, hattâ hiçbir canlının cânına kıymaz, kimsenin hakkına tecâvüz etmez..... [Bu cümleleri çoğaltabiliriz, ama makalemizin hacmi buna kâfî gelmiyecektir. Bu bakımdan biz burada "zikr-i cüz' irâde-i kül" ya'nî parçayı zikredip bütünü kasdetme kâidesini uygulayalım ve bu kadarcıkla yetinelim.] SEVECEĞİN KİMSEYİ İYİ SEÇ!.. Hadîs-i şerîfte: "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyuruluyor. Bu dünyâda kimi seversek, âhirette onunla beraber olacağız. Onun için dâimâ iyi kimseleri sevmeye ve onlarla beraber olmaya gayret etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği şeyleri ve kimseleri sevmek, sevmediklerini sevmemek, îmânın alâmeti ve temelidir; bu hâl, bizim de yüce Allah tarafından sevilen insanlardan olmamızı sağlar. İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "İnsan, seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmelidir." Bunun için, İslâm büyüklerinin şu tavsiyeleri son derece önemlidir: Her gün Ehl-i Sünnet âlimlerinin, Evliyânın, Allahü teâlânın dostlarının kitaplarındaki sözlerinden, hayâtlarından, menkıbelerinden bazı kesitleri okumalı. İslâm büyüklerini, Ehl-i Sünnet âlimlerini sevmek, anlatmak ve sevdirmek bir Müslümânın en önemli şiârı olmalıdır.
22.09.2012
Mes'ûd olmanın yolu
Dünyâdaki bütün insanlar "mes'ûd" ve "bahtiyâr" ya'nî mutlu olmak isterler. Fakat mes'ûd olan pek azdır; çünkü saâdetin ne olduğunu bilen azdır. Şimdi saâdet denilince, yalnız dünyâdaki rahatlık hâtıra geliyor. Hâlbuki asıl saâdet, ebedî olan âhiret saâdetidir. Âhiret saâdetine kavuşabilmek için de, Allahü teâlânın ve son Peygamberi'nin emirlerine uymak yegâne çâredir; bundan başka çâre yoktur. "Saâdet", sözlüklerde: "Mutluluk, bahtiyârlık; dünyâda ve âhirette mutluluk" şeklinde tarif edilmektedir. "Saâdet-i Ebediyye" de: "Sonsuz, ebedî mutluluk, bahtiyârlık" demektir. Büyük âlim İmâm-ı Mâverdî (rahmetullahi aleyh), "Saâdet-i ebediyyeye kavuşmak için Müslümân olmak lâzımdır" derken, yine en büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), "Cehennem'den kurtulmak ve saâdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere (aleyhimüsselâm) tâbi olmaya bağlıdır" buyurmuştur. CENNETLİK KİMSE... "Saâdet" kelimesinden türeyen "saîd" kelimesi: "Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse, Cennetlik kişi" anlamına gelmektedir. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi'nin şu cümlesinde "saîd" kişi mevzubahis edilmektedir: "Şakîler dünyâya sarılır, saîdler, bâkî olana (ebedî, sonsuz olan âhirete) sarılır." Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki: "Saîd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler." (Hûd sûresi, 108) Dâru'l-fünûn müderris(eski İstanbul Üniversitesi profesör)lerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh): "İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünyâ ve âhiretin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır" demektedir. Ca'fer-i Huldî (rahmetullahi aleyh) ise, saâdetin anahtarını şöyle veriyor: "Sâlihlerle berâber olmak, sonsuz saâdetin anahtarıdır." Ebû Ali Cürcânî'nin (rahmetullahi aleyh) zikrettiği saâdet alâmetleri de son derece önemlidir: "Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, Sevgili Peygamberimizin Sünnet-i seniyyesine göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allahü teâlânın rızâsı için insanlara iyilik yapması, Müslümânların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, saâdet alâmetlerindendir." "Dîn bilgileri, dünyâda ve âhirette huzûru, saâdeti kazandıran bilgilerdir"; "Bütün üstünlükler, faydalı şeyler İslâmiyet'in içindedir. Eski dînlerin, görünür, görünmez bütün iyilikleri İslâmiyette toplanmıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler (başarıların sırrı) ondadır. İslâmiyet, yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir" buyuran Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de ne güzel söylemiştir. Bir hadîs-i şerîfte, saâdetten şöyle bahsedilmektedir: "Eshâbım için, fakîr olmak saâdettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak saâdettir." (Râmûzü'l-Ehâdîs) Allahü teâlânın, kullarına, râzı olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman peygamberler gönderdiği, akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabûl edilen çok açık bir husûstur. İlk insan ve ilk Peygamber Hazreti Âdem'den sonra da muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere "Hazreti Nûh", "Hazreti İbrâhîm", "Hazreti Mûsâ", "Hazreti Îsâ" ve "Hazreti Muhammed" (aleyhimüs-selâm) gibi birçok "Peygamber" gönderilmiş, bazılarına "Kitap" ve "Suhuf" da verilmiştir. HER BAKIMDAN EN ÜSTÜN... Muhammed aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinnîlere son peygamber olarak gönderilmiştir. O, her zamanda, her memlekette yani dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan, onun üstünde değildir... Allahü teâlâ tarafından insanlar arasından seçilmiş ve görevlendirilmiş, her bakımdan güvenilen, kusûrsuz, günâhsız kimseler olan peygamberler, insanlara, dînin hükümlerini teblîğ eden, duyuran, öğreten elçiler, habercilerdir. İnsanların dünyâ ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onların yanlış, zararlı işlerden korunup, selâmet, hidâyet, râhat ve saâdete kavuşmaları için, peygamberlerle, dîn gönderilmiştir. Peygamberler vâsıtası ile gönderilen "Dîn", insanları ebedî saâdete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Dîn ismi altında insanların uydurdukları eğri yollara dîn denmez, dînsizlik denir.
28.09.2012
Zilhicce ayının fazîletİ
15 Ekim 2012 Pazartesi günü, hem "Harâm aylar"ın, hem de "Hac ayları"nın ikincisi olan Zilka'de ayı bitti [o gün Zilka'de'nin 29'u idi]; 16 Ekim 2012 Salı günü ise, yine harâm ayların ve hac aylarının üçüncüsü olan Zil-hicce ayını idrâk ettik. Bildiğiniz üzere, Kurban Bayramının bulunduğu aya "Zi'l-hicce ayı" denir. Bu ay (Zi'l-hicce), hem "el-Eşhüru'l-hurum=Eşhür-i hurum" denilen "harâm aylar"dan, hem de "eşhüru'l-hac" denilen "hac ayları"ndandır. [Fecr sûresinde yemîn edilen 10 geceyi tefsîr eden âlimlerimizden bir kısmı "Zilhiccenin ilk on gecesidir", diğer bir kısmı "Muharrem ayının ilk on gecesidir", diğer bir kısım âlim ise "Ramazân ayının son on gecesidir" şeklinde açıklamışlardır.] 'HARÂM AYLAR' VE 'HAC AYLARI' Bilindiği gibi "Harâm Aylar" Recep, Zil-kâ'de, Zil-hicce ve Muharrem aylarıdır; "Hac Ayları" ise, Şevvâl ve Zilka'de ayları ile Zilhicce'den ilk on gündür. Allahü teâlâ, bir âyet-i kerîmede (meâlen) buyurdu ki: "Hac (ayları), bilinen aylardır [Şevvâl, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür.] İşte kim o aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa, artık hacda kadına yaklaşmak, günâh işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut âhiret için) azık edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tâm olanlar, benden korkun." (Bakara sûresi, 197) Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede de (meâlen) buyurdu ki: "Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin, o Beyt'i (Ka'be'yi) haccetmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır, farzdır." (Âl-i İmrân sûresi, 97) Esâs hac vakti, Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür. Nitekim, "Umre (ömre)" tarîf edilirken, "Hac zamânı olan beş gün ya'nî Arefe ve Kurbân bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girilip Ka'be-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet" şeklinde bir ta'rîf yapılır. ["Umre"ye "Hacc-ı asgar (küçük hac)" da denir. Umre, Hanefî ve Mâlikîlere göre sünnet-i müekkede(kuvvetli sünnet)dir. Şâfiîlere göre ömürde bir defâ farzdır. (Alâüddîn Haskefî, İbrâhîm Halebî). "Hacc-ı ekber" ise, farz olan hacdır. (Kuhistânî).] Bunları bir mukaddime olarak belirttikten sonra, şimdi de bir nebze, "Zilhicce Ayı"nın fazîletinden bahsedelim. Ebüd-derdâ (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Zilhicce ayının ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli, çok duâ ve istiğfâr etmelidir! Çünkü [Sevgili Peygamberimiz] Muhammed aleyhisselâm, "Bu 10 günün hayır ve bereketinden mahrûm kalana yazıklar olsun" buyurdu. Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutanın, ömrü bereketli olur, mâlı çoğalır, çoluk-çocuğu belâlardan muhâfaza olur, günâhları affolur, iyiliklerine kat kat sevâp verilir, ölürken kolay cân verir, kabri aydınlanır, mîzânda sevâbı ağır gelir ve Cennet'te yüksek derecelere kavuşur." Bu sayılanlar, gerçekten çok büyük müjdelerdir. İLK ON GÜN İÇİNDE... Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Allah indinde, Zilhiccenin ilk 10 gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bu günlerde tesbîhi (Sübhânallah demeyi), tahmîdi (El-hamdü lillah demeyi), tekbîri (Allahü ekber demeyi) ve tehlîli (Lâ ilâhe illallah demeyi) çok yapın (bunları çok söyleyin)." "Zilhicce ayının ilk 10 gecesi içinde yapılan her amele, 700 misli sevâp verilir." "Bu 10 günün hayrından mahrûm olanlara yazıklar olsun! Bilhassa 9. günü oruçla geçirmelidir! Onda o kadar çok hayır vardır ki, saymakla bitmez." "Zilhiccenin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihyâ etmek de Kadir gecesini ihyâ etmeye bedeldir." "Bu günlerin her biri, fazîlette 1.000 güne, Arefe ise 10.000 güne eşittir." "Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutana, Allahü teâlâ, her günü için bir yıllık oruç sevâbı verir." "Zilhiccenin ilk 9 gününde oruç tutan, her günü için, helâl mâlından 100 köle âzât etmiş veya Allah yolundaki mücâhidlere 100 at vermiş veya Ka'be'ye kurbân için 100 deve göndermiş gibi sevâba kavuşur." [Bunları yapabilenlere ne mutlu; mübârek olsun. İnşâallah yarınki makâlemizde de, birer nebze "Terviye" ve "Arefe" gün ve gecelerinden bahsedelim.]
19.10.2012
"Terviye" ve "Arefe" gün ve gecelerinin fazîleti
Zilhicce ayının 8. gününe (Arefe gününden bir önceki güne) "Terviye Günü" denir. "Terviye" denmesinin sebebi, hâcıların o gün Zemzem suyundan doya doya içip kanmalarındandır. Zâten "Terviye" kelimesinin lügat [sözlük] mânâsı da "suya kandırmak" demektir. O gün, hâcılar Mekke'den Minâ'ya çıkarlar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Bir Müslümân, Terviye günü, oruç tutarsa ve günâh söz söylemezse, Allahü teâlâ, onu elbette Cennet'e sokar." "Terviye" kelimesi, "tefekkür" mânâsında da kullanılmaktadır. Nitekim İbrâhîm aleyhisselâm, Zilhicce ayının 8. gecesi, rüyâsında; "Kendi oğlunu keser hâlde" gördü. Sabâh olunca, "Rüyâ şeytânî midir, yoksa Rahmânî midir (Allah tarafından mıdır)?" diye terviyeye [tefekküre] dalıp, o günü tefekkürle geçirdi. Gece olduğunda, kendisine; tekrâren "Emrolunduğun şeyi yerine getir" buyurulunca, Allahü teâlâ tarafından olduğunu bildi. Bildiği için o güne, "Bildi [bilmek]" anlamına gelen "Arefe" dendi. [Tabîî ki Kur'ân-ı kerîmde de belirtildiği gibi, o hâdise bir imtihândı; Cenâb-ı Hak, İsmâîl aleyhisselâmın yerine fidye olarak büyük bir koç göndermiş, İbrâhîm aleyhisselâm, oğlu İsmâîl aleyhisselâm'ı kesmemiştir.] "AREFE" GÜN VE GECESİ "Arefe Günü": Zilhicce ayının dokuzuncu gününe, yani "Kurbân Bayramı"ndan bir önceki güne denilir. Başka herhangi bir güne, meselâ Ramazân bayramından önceki güne "Arefe" denmez. "Arefe Gecesi" ise; Arefe Günü ile Kurbân Bayramı'nın birinci günü arasındaki gecedir. Her mübârek geceye hürmet olunduğu gibi, bu geceye de saygı gösterilmelidir; çünkü bu gece, İslâm dîninde kıymet verilen on mübârek geceden birisidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Rahmet kapıları 4 gecede açılır. O gecelerde yapılan duâ, tevbe reddolmaz. O geceler, Ramazân ve Kurbân bayramının 1. geceleri, Berât gecesi ve Arefe gecesidir." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki: "Arefe gecesinde ibâdet edenler Cehennem'den âzâd olurlar." Müslümânlar için önemli günlerden biri olan "Arefe" gününü ve Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammed'e ihsân buyurduğu iki dînî bayramdan ikincisi olan "Kurbân Bayramı"nı da idrâk etmek üzereyiz. "Arefe günü", İslâm dîninin kıymet verdiği günlerdendir. Müslümanlar her yıl, "Ramazân ayı"nda ve "Arefe günü"nde günâhları afv edildiği için sevinirler, sürûrları avdet eder, tekrâr gelir. Bundan dolayı Ramazân ayını takip eden Şevvâl ayının ilk üç gününe ve Arefe gününü takip eden Zilhiccenin 10-13. günlerine "îd" denilmiştir ki, Arapça olan bu kelime Türkçede "bayram" demektir. İslâmın beş şartından biri, gerekli şartları taşıyan zenginlerin "hacca gitmeleri"dir. Haccın şartlarından biri ise, "Arefe günü"nde "Arafât"ın "Vâdî-yi Urene" denilen yerinden başka herhangi bir yerinde, öğle [ve ikindi namazların]dan sonra "vakfe" yapmaktır. Bu ibâdet, vaktinden bir gün önce veya bir gün sonra yapılırsa, hac kabûl olmaz. Bu bakımdan haccın kabûlü, "Arefe günü"nün doğru olarak tesbît edilmesine bağlıdır. Arabî aylar, gökteki hilâlin görülmesi ile başlar. Hilâlin görülmesi, [Arefe günü veya Kurbân Bayramı'nın birinci günü de, Seyyid Allâme İbn-i Âbidîn'in de belirttiği gibi], hesâpla, takvîmle anlaşılan günde veya bir sonraki günde olur. Hiçbir zaman, hilâlin bir önceki günde görülmesi mümkün değildir. TEŞRÎK TEKBİRLERİ İmâmeyn(yani İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed)'e göre, Arefe günü, yani Kurbân Bayramından önceki gün sabâh namâzından, Kurbân bayramının dördüncü günü ikindi namâzına kadar, yirmiüç vakitte hem hâcıların, hem de hacca gitmeyenlerin, erkek-kadın herkesin, cemâ'at ile kılsın, yalnız kılsın, farz namâzlardan sonra veyâ bu bayramdaki farzlardan birini, yine bu bayram günlerinden birinde kazâ edince, selâm verir-vermez, "Allahümme ente's-selâm..." demeden evvel, bir kerre "Tekbîr-i teşrîk=Teşrîk tekbîri" okumaları vâcibtir. İmâm, bu tekbîri unutursa, cemâat terk etmez. Erkekler yüksek sesle okuyabilirler. Teşrîk tekbîri, "Allâhü ekber, Allâhü ekber, lâ ilâhe illa'llâhü, vallâhü ekber, Allâhü ekber ve li'llâhi'l-hamd" şeklinde getirilir...
20.10.2012
İslam kardeşliği hakkında birkaç kelime...
Yüce Rabbimiz, bütün kullarının, tüm insanların îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, verdiği ni'metlere şük-retmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını ilân etmiştir. Bilindiği üzere, "Kardeş" denildiğinde, ilk akla gelen, "aynı anne ile babadan dünyâya gelen kişi"ler olmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara ve kabîlelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvâsı en ziyâde olanınızdır. Şüphesiz ki Allah, herşeyi bilen ve her şeyden haberdâr olandır" (Hucurât, 13) buyurarak, bütün insanlığın neseblerini (soylarını) ve cinslerini bir anne ve babaya bağlamıştır. Aynı anne ve babadan doğan veya ortak değerlere sahip olan kimseler, Arapça'da "Ah=Eh" kelimesiyle ifâde edilmektedir. "Ahî" demek "kardeşim" demektir. "Ah=Eh" kelimesinin çoğulu olan "İhve" ve "İhvân" kelimeleri ise, "Kardeşler" manâsına gelmektedir. KIYÂMET GÜNÜNDE!.. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kıyâmet gününde, Allahü teâlâ, bir münâdîye şöyle çağırmasını emreder: "Dikkat edin. Ben, sizleri belli bir soyda yarattım. Sizler de kendilerinize soylar edindiniz. Ben, sizin en değerlinizi, en müttekî olanınız kıldım. Siz, bundan yüz çevirip 'falan oğlu falanım' dediniz. Ben, bugün sizin için esâs olarak kabûl ettiğim soy esâsını kabûl eder, yüceltirim. Sizin tesbît ettiğiniz soyları ise alçaltırım." (Beyhakî) Bu hadîs-i şerîf, şu âyet-i kerîmenin bir nevi tefsîri mâhiyetindedir: "Sûra üfürüldüğü vakit, artık onların aralarında ne bir neseb yardımlaşması vardır, ne de birbirlerinin hâllerinden sorabilirler. O zaman tartıda kimin hasenâtı ağır gelirse, (işte) onlar zafere kavuşacaklardır. Kimin de tartıları hafîf gelirse, işte onlar kendilerini hüsrâna düşürenlerdir. Onlar, Cehennem'de ebedî olarak kalacaklardır." (Mü'minûn, 101-103) Ne garîptir ki, geçmişte Arablar'ın soyla-sopla övünüp ataları ile üstünlük taslamaları, İslâmî esâsları, cem'iyetlerinde tatbîk etmelerine mâni olmuştu... Yukarıda bahsettiğimiz "soy-sop kardeşliği"nin dışında, bir de aynı dîne veya dünyâ görüşüne mensûp olmayı ifâde eden "dîn-îmân-akîde kardeşliği" söz konusudur. Mü'minlerin gönüllerini birbirlerine bağlayan en kuvvetli râbıta, bağ; îmân ve takvâ esâsından kaynaklanan "kardeşlik" râbıtasıdır, bağıdır. Bu kardeşlik, Cenâb-ı Hakk'ın mü'minlere bahşettiği en büyük ihsânlarından, en güzel ni'metlerinden biridir. İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle, dîn-îmân-akîde temeline dayanmaktadır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki mü'minler ancak kardeştirler. O hâlde [öyleyse], iki kardeşinizin [kardeşlerinizin] arasını bulup-düzeltin. Allah'tan korkup sakının ki merhamet bulasınız [umulur ki esirgenirsiniz]." (Hucurât, 10) MÜ'MİNLER KARDEŞTİR... Binâenaleyh, dünyânın neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyor olurlarsa olsunlar, hangi kavme mensûp bulunurlarsa bulunsunlar veya hangi renge sâhip olurlarsa olsunlar bütün mü'minler, kelimenin tâm ma'nâsıyla birbirlerinin kardeşleridirler ya'nî birbirlerinin yakın dostlarıdırlar. Bunlar, kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi dînlerine-akîdelerine saldıran veya îmâna karşı küfrü tercîh eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- aslâ sevgi beslemezler; bu anlamda sadece dîn-îmân-akîde kardeşliğini esâs tutarlar; Rab'lerinin şu uyarılarını aslâ unutmazlar: "Allah'a ve âhiret gününe îmân eden hiçbir topluluk bulamazsın ki, onlar Allah'a ve Resûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşîretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine îmânı yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir..." (el-Mücâdele, 22); "Ey îmân edenler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz, îmâna karşı küfrü sevip tercîh ediyorlarsa, velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır" (et-Tevbe, 23) [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm etmek istiyoruz.]
02.11.2012
İslamdaki kardeşlik hukuku
Sevgili Peygamberimizin, Medîne-i münevvere'ye hicret edince, ilk yaptığı işlerden biri, Mekke'den hicret eden Muhâcirler ile Medîne'de bulunan Müslümânlar yani Ensâr arasında kardeşlik anlaşması yapmış olmasıdır. Bu kardeşlik anlaşmasının gâyesi, Muhâcirleri desteklemek, onların yurtlarından ve yuvalarından uzak düşmelerinin vermiş olduğu gariplik ve ızdırâbı gidermek, mâlî sıkıntılarını bir ölçüde de olsa hafîfletmekti. Hattâ başlangıçta Muhâcirîn ile Ensâr birbirlerine vâris bile oluyorlardı. Bu durum Bedir muhârebesine kadar devâm etmişti. Bedir muhârebesinden sonra nâzil olan: "Hısımlar Allah'ın kitâbınca birbirlerine daha yakındır" (Enfâl, 75) âyetiyle dîn kardeşleri arasında vâris olma durumu kaldırılmıştır. (İbn Sa'd, Tabakât, I, 238) ENSÂR VE MUHÂCİRÎN Resûlullah Efendimizin Medîne'de Ensâr ve Muhâcirîn arasında tesîs etmiş olduğu bu kardeşlik, maddî ve manevî yardımlaşma esâsına dayanıyordu. Ensâr, Muhâcir kardeşlerini alıp evlerine götürdüler, mallarına ortak yaptılar. Resûlullah Efendimize başvurarak: "Ya Resûlallah! Hurmalıklarımızı Muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır" dediler. Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Hayır, öyle olmaz" buyurmuş ve hurmalıkların mülkiyetinin kendilerine âit olmasını, Muhâcirlerin de hurmaların bakımını yaparak çıkacak mahsûlü paylaşmalarını söylemişti. Bilindiği üzere Mekkeli Muhâcirler yurtlarından, yuvalarından kopmuşlar, evlerinden-barklarından ayrılmışlar, kavim ve kabîlelerinden ayrı düşmüşler, dînleri uğrunda mallarını, mülklerini Mekke'de bırakarak Medîne'ye hicret etmişler, böylece Kur'ân-ı Kerîm'in ifâdesiyle "Muhâcirîn=Hicret edenler" unvânını almışlardı. Medîneli Müslümânlar, onları bağırlarına basmışlar, onlara kalplerini, kapılarını açmışlar, en yakınlarına, hattâ kendilerine bile tercîh ederek her türlü yardım ve fedakârlıkta bulunmuşlar, bu yüzden Kur'ân-ı Kerîmde, belirtildiği üzere "Ensâr=yardımcılar" vasfıyla, sıfatıyla anılmışlardır. Muhâcirûn-Ensâr arasındaki münâsebet, kardeşliğin ne anlama geldiğini ve nasıl olması gerektiğini bizlere gösteren son derece mükemmel bir misâldir, ideal bir örnektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: "Daha önceden [Onlardan evvel, kendilerinden önce] o yurdu [Medîne'yi] yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler [kendilerine hicret edenleri severler]. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyâç [meyli] bulmazlar [içlerinde bir râhatsızlık hissetmezler]. Kendileri de zarûret içinde bulunsalar [farklı ihtiyâç içinde olsalar] bile, onları öz cânlarından daha üstün tutarlar [kardeşlerini, öz nefislerine tercih ederler]. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar felah bulanlar[kurtuluşa erenler]dır." (Haşr, 9) "MÜ'MİN DUVAR GİBİDİR!.." "Mü'min, mü'min için, birbirini pekiştiren duvar gibidir." (Buhârî) Nasıl ki tuğlalar ve duvarlar birbirlerini destekleyince, sağlam bir binâ meydâna geliyorsa, mü'minler de birbirlerini destekleyince çok sağlam bir cemiyet meydâna gelir. "Müslümân Müslümânın kardeşidir. Ona ne zulmeder, ne de zulme teslîm eder [Müslümân, dîn kardeşini, düsmânına teslîm etmez]. Kim Müslümân kardeşinin bir ihtiyâcını giderirse, Allah da, onun ihtiyâçlarını giderir. Kim kardeşinin bir sıkıntısını giderirse, Allah da, onun kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümânın kusûrunu örterse, Allah da, kıyâmet gününde onun kusûrunu örter." (Buhârî ve Müslim) İslam'da kardeşlik akîde temeline oturtulduğu içindir ki, mü'minlerin arasını bozacak her türlü sunî ayırımlar ve böbürlenmeler de harâm kabûl edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden cahilî değerler yerine takvâ kriteri getirilmiş, bu sûretle toplumsal kardeşliğin ve âhengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki bir âyet-i kerîme ile makâlemize son verelim; bu âyet-i kerîme her türlü münâkaşayı, tartışmayı sona erdirici mâhiyettedir, niteliktedir: "... Muhakkak ki, Allah katında en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır..." (el-Hucurât, 13)
03.11.2012
.
Muharrem ayı, Hicrî-Kamerî Yılbaşı
Hem harâm ayların, hem de hac aylarının 3.'sü ve 1433 hicrî-kamerî senesinin ise son ayı olan Zilhicce ayı evvelki gün bitmiş, dün yeni bir ay yanİ Muharrem-i harâm ayı ve yeni bir hicrî-kamerî sene yanİ 1434 senesi başlamış oldu... Muharrem ayı, İslâm hicrî-kamerî senesinin birinci ayı ve Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen 4 harâm aydan biridir. Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir. Peygamber Efendimizin, Medîne'nin Kubâ köyüne geldiği târih [20 Eylül 622 Pazartesi günü], Müslümânların "Hicrî Şemsî" yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, "Hicrî Kamerî" yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir. Muharrem ayının biri olan ilk Kamerî senebaşı, milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16'sına rastlayan Cuma günü idi. Kamerî takvimde bir yıl 354,367 gündür. Bu süre, Ay'ın dünya etrafında 12 kere döndüğü zamandır. Güneş yılından 10,875 gün daha kısadır. Bundan dolayı, 32.5 yılda, bir yıl daha fazladır. Demek ki Muharrem ayı, İslâmî senenin 1. ayı; Muharrem ayının 1. gecesi, Müslümânların yılbaşı gecesi; Muharrem ayının 1. günü de Müslümânların yeni yılının, yani hicrî-kamerî yılın 1. günüdür. HİCRÎ YIL Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken, Allahü teâlânın izni ile Medîne'ye hicret etti. Rebîul-evvel ayının Perşembeye rastlayan birinci günü öğleden sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk'ın evinden berâberce çıkarak Mekke'nin 5.5 km güneydoğu tarafında bulunan Sevr Dağı'ndaki mağaraya geldiler. Mağarada 3 gece kalıp, Pazartesi gecesi ayrıldılar. Bir hafta yolculuk yapıp Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel'in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Cumâ günü Medîne'ye girdiler. Hicrî yıl, bu hicretin başlangıç kabûl edildiği târih, senedir. Ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, "Hicrî-Kamerî Sene" veya "Sene-i Kameriyye" de denir. O seneki Muharrem ayının birinci günü, yani hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. Cumâ gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin "Kozmoğrafya" kitâbında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yani hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da "Hicrî- Şemsî Yıl" denir. Araplar, İbrâhîm aleyhisselâmdan beri Arabî ayları kullanmışlardır. İslâmiyetten önce, Fîl Vak'asını başlangıç kabûl etmişler ve seneleri buna göre saymaya başlamışlardı. Hicretle berâber başlangıç değişmiş ve her senedeki en mühim hâdisenin ismi ile anılmaya başlamıştı (izin yılı, emir yılı, zelzele yılı, vedâ yılı... gibi.) Fakat bu şekildeki tatbîkât, bâzı târih karışıklıklarına sebep olduğu için, halîfe Hazret-i Ömer zamânında, hicretin on yedinci yılında alınan bir karârla, hicretin olduğu sene birinci sene olmak ve o senenin Muharrem ayı başlangıç kabûl edilmek sûretiyle, bu târih tesbît edildi. İşte hicrî-kamerî târih bu târihtir. Osmânlı Devleti'nce devâmlı kullanılan hicrî sene, Cumhûriyet döneminde bir kânûnla kaldırılarak, yerine Avrupalıların kullandığı mîlâdî sene kabûl edilmiştir. HİCRÎ AYLAR... Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi, 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîul-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şa'bân, Ramazân, Şevvâl, Zil-ka'de, Zil-hicce. Eskiden Müslümânlar, 1 Muharremi sene başı kabûl eder, bu kendi yılbaşı gecelerinde ve günlerinde birbirlerini ziyâret ve musâfeha eder, tebrîkte bulunurlar ve hediyeler verirlerdi. Yılbaşını dergi ve gazete ilânlarıyla kutlarlardı. O gün, Müslümânlar için âdetâ bayram sayılırdı. Bugün de, bayram gibi temiz giyinip, fakîrlere sadaka verirlerdi. Ziyâretlerde ve gönderilen tebrîklerde yeni yılın, birbirlerine ve bütün insanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler, büyükleri, âlimleri, akrabâyı evlerinde ziyâret edip duâlarını alırlardı. Temiz giyinmek, fakîrlere sadaka vermek de dikkat edilen husûslardandı...
16.11.2012
Üzerine yemin edilen on gece!..
Kur'ân-ı kerîmde Fecr sûresinin başında, "Fecre, on geceye... yemîn olsun" buyuruluyor. On gece hangi gecelerdir? İki hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Fecr suresindeki on gün, kurbân ayının [Zilhiccenin] ilk on günüdür." [Hâkim] "Allah indinde, Zilhiccenin ilk on günündeki amellerden daha kıymetlisi yoktur." [Tirmizî] İbn-i Abbâs hazretlerine göre, yemîn edilen on geceden murât, Zilhiccenin ilk on gecesidir. O günler, hac amelleriyle iştigâl günleridir. [Hâzin] Bu on gece, Zilhicce ayının ilk on gecesidir. [Beydâvî, Celâleyn] On geceden murat, Ramazân'ın son on gecesi veya Muharrem'in ilk on gününün geceleridir. [Medârik] Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Allahü teâlâ, bu gecelerde yapılan duâ ve tevbeleri kabûl buyuruyor. Bu ve benzeri mübârek geceleri ihyâ etmeli ve saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle olur... MÜBÂREK GECELER Kur'ân-ı kerîmde bildirilen ve dînde kullanılan Arabî [Hicrî-Kamerî] ayların bir yılı, bir güneş yılından on gün kısadır. Bundan dolayı hicrî-kamerî aylar, hicrî-şemsî ve mîlâdî aylara göre, on gün önce gelmektedir. Bunun için Müslümânların mübârek geceleri veya günleri, şemsî yıllara göre, her yıl on gün önce olur. Çünkü mübârek günler, güneş aylarına göre değil, kamerî aylara göre hesâb edilir; dînimiz böyle emretmektedir. İslâmiyet'te, güneş yılının ayları içinde, sayılı mübârek bir gün yoktur. Doğum günü ve mübârek geceler, hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde kamerî aylar esâs alınır. Hac, oruç, kurbân ve bayram günleri hep kamerî aylara göre tespit edilir. Bütün mübârek geceler de kamerî aylara göre tesbît edilir... Mübârek geceleri, hicrî-kamerî sene içerisindeki sırasına göre zikredecek olursak, en başta 1- Muharrem gecesi gelmektedir. Sonra 2- Aşûre gecesi, sonra da 3- Mevlid gecesi gelmektedir. Bunlardan sonra, 4- Regâib gecesi, 5- Mi'râc gecesi, 6- Berât gecesi, 7- Kadir gecesi, 8-Ramazân Bayramı gecesi, 9-Arefe gecesi ve nihâyet 10-Kurbân Bayramı gecesi gelmektedir. Yukarıdaki on geceden, "Mevlid Gecesi", "Regâib Gecesi", "Mi'râc Gecesi" ve "Berât Gecesi"ne "Kandil" geceleri denir. Yukarıda bildirilen on geceden başka, fıtr bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on gecesi, Muharrem ayının ilk on gecesi ve her Cum'a ve Pazartesi geceleri de mübârektir... Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takip eden gecelerdir. Bu geceleri ihyâ etmeli, yani kazâ namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümânları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermelidir. KAZANÇLI MEVSİMLER!.. Bazı kimseler, Kadir gecesi hâriç, başta Mevlid gecesi olmak üzere bütün mübârek gecelere "bid'at" diyorlar. Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümânların mübârek gün ve geceleridir. Bu mübârek gün ve gecelere kıymet veren Allahü teâlâdır. Bunun gibi, Peygamberler de insandır. Ancak Allahü teâlâ, onları kıymetlendirmiş, kendilerine güzîde mevkiler ihsân etmiştir. Onlar için, "diğer insanlardan niye ayırt ediliyor" denemediği gibi, bazı gece ve günleri kıymetli yaratan Allahü teâlâya da, "bu gece ve günleri, diğer gece ve günlerden niye ayırdı" denemez. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Âhiret yolcusunun, ibâdetle ihya edilmesi kuvvetle müstehab olan mübârek geceleri boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar hayır mevsimleri ve kârı bol olan gecelerdir. Kazançlı mevsimleri ihmâl eden tüccar, bir kâr sağlayamadığı gibi, mübârek geceleri gafletle geçiren âhiret yolcusu da maksada ulaşamaz. Bu geceler: Muharremin birinci gecesi, Aşûre gecesi, Recebin birinci gecesi, ilk Cuma gecesi ve 27. gecesi ki buna Mi'râc gecesi denir. Şa'bânın 15. gecesi, Arefe gecesi ile iki bayram gecesidir. [İhyâ]
17.11.2012
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Osmanlı bilimi çağının 500 yıl önündeydi
Türklerin, sekizinci asırda müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen müslümânlığı kabûl edenlerin bulunması, ama 10. asırda topluca İslâmiyeti kabûlü, netîce îtibâriyle târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından çok önemli bir hâdisedir. "Hâkânî Türkleri" adını taşıyan ve Türk an'anesine göre kurulan "Karahânlı Devleti", 10. asırda İslâmiyeti kabûlüyle, ilk İslâmî-Türk eserleri meydâna getirmeye başladılar. İlk Müslümân-Türk Devleti olan Karahânlıların, bilime ve bilim adamlarına verdikleri değeri bir nebze ele almaya çalışalım: Karahânlı hükümdârlarının ilme hayrânlığı, âlimlere hürmetkârlığı ve onları korumaları netîcesinde Türkistân, Mâverâünnehir şehirleri birer medeniyet ve kültür beşiği hâline geldi. Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukûkçu ve âlimleri yetişti. Bunlardan bâzıları şunlardır: Burhâneddîn Merğînânî, Şemsül-Eimme Serahsî, Şemsül-Eimme Hulvânî, Ebû Zeyd Debbûsî, Fahrül-İslâm Pezdevî, es-Sadrüş-şehîd, Melikül-Ulemâ Kâsânî [Kâşânî], Ömer Nesefî, Sirâcüddîn Ûşî. Doğu Karahânlılar devrinde, Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib, "Kutadgu Bilig"; Kaşgârlı Mahmûd, "Dîvânü Lugâti't-Türk"; İmâm Ebü'l-Fütûh Abdülğafûr, "Târih-i Kaşgâr" adı ile, Türk dili, edebiyâtı, kültürü ve târihi için çok mühim eserler yazdılar. "Şâh-i Türkistan" denilen Ahmed Yesevî hazretleri, İslâm dîninin göçebe Türkler arasında yayılmasına hizmet etmiş olup bugün bile, Rusya, Bulgaristan, Çin ve İrân'daki Türklerin Türklüklerini ve İslâmlıklarını muhâfaza etmelerinde onun büyük tesîri vardır. Türk hat sanatı Karahânlılar ile başlamıştır. "Kûfî", "sülüs", "celî" gibi yazı türleriyle Kur'ân-ı kerîm ve hadîs kitapları i'tinâ ile yazılıp saklanmıştır. OSMANLI BİLİM VE TEKNOLOJİSİ Târih boyunca kurulan 117 Türk Devleti'nden en büyüğü, en uzun ömürlüsü, İslâmiyete en büyük hizmet yapanı olan Osmânlı Devleti hakkında da birkaç kelime söyliyelim. Hergün, Osmanlı Bilim ve Teknolojisi ile ilgili yeni keşifler ortaya çıkmaktadır. Şimdi burada bir misâl zikredelim: "İnternet"te, "Osmanlı Bilimi, Çağının 500 Yıl Önündeymiş" şeklinde bir haber var. Bu haberi kısaca özetliyelim: [Geniş bilgi için bakınız: www.e-turkiye.gen.tr] "Pergelle gelişigüzel çizildiği sanılan Osmanlı çinilerinin, aslında günümüzde yeni uygulanan bir teknikle çizildikleri ortaya çıktı. Dünyânın en saygın eğitim kurumlarından biri olan Amerikan Harvard Üniversitesi uzmanlarının yaptığı bir araştırma, Avrupalı bilim adamlarının 1970'lerde geliştirdiği ve şu anda uçak sanâyiinde kullanılan matematik formüllerini, Müslümân sanatçıların 15'inci yüzyılda geliştirdiğini ortaya çıkardı. Avrupa Uzay Ajansı fizikçilerinden [Prof. Dr.] Peter Lu, araştırmasında, Bursa ve Erzincan'da Osmânlı sanatçılarının 15'inci yüzyıl câmi süslemelerini inceledi. Sanatçılar, seramik ve çinilerde, üçgen, kare gibi temel geometrik şekilleri kullanarak, kendini tekrar etmeyen ve sonsuza kadar giden karmaşık şekiller kullanıyorlardı. Bilim adamları, bugüne kadar, bu şekillerin cetvel ve pergelle "gelişigüzel" çizildiğine inanıyorlardı. Ancak Prof. Dr. Peter Lu, bu süslemelerin bu kadar basît olmadığını ve Avrupa'da 1970'e kadar bilinmeyen karmaşık bir yöntemle çizildiğini ortaya çıkardı. Peter Lu, süslemelere örnek olarak Bursa ve Erzincan'daki câmileri gösterdi. Prof. Lu, Amerikan "Science" dergisinde yayınlanan araştırmasında: "Süslemeler, bugüne kadar üstünde durmadığımız İslam kültürünün aslında düşündüğümüzden daha ileri seviyede olduğunun bir göstergesi" diye yazdı." "PENROSE" YÖNTEMİ Çini ve seramiklerdeki şekiller, Avrupa'da 1970'te Oxford Üniversitesi matematikçisi Roger Penrose tarafından geliştirilen "Penrose" yöntemiyle benzerlik gösteriyor. Penrose Çizimi, modern matematikte bir düzlemde kendini tekrâr etmeyen şekilleri inceleyen "Kuasikristal Geometri"nin en büyük örneği olarak gösteriliyor. Penrose, bugün, uçakların dış kaplamasında mühendislerin en çok başvurdukları bir yöntemdir.
.25/06/2011
Mübârek "İSRÂ VE Mİ'RÂC GECESİ" çok yaklaştı
Sevgili Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm), Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan beri çok kıymetli bir ay olan ve her ümmetin saygı gösterdiği, içerisinde muhârebe etmenin günâh olduğu, harâm ayların birincisi olan Receb ayına girince şöyle duâ buyururdu: "Ey Allah'ım! Receb ve Şa'bân aylarını bize mübârek kıl ve bizi Ramazân ayına da kavuştur." Bilindiği üzere, "Receb"in kelime ma'nâsı, "mürecceb, mu'azzam, muhterem, kıymetli" demektir. Receb ayının aslında her gecesi kıymetlidir. Bugün bu ayın 23. günüdür. 26'sını 27'sine bağlıyan gece [ya'nî 28 Haziran Salı'yı 29 Haziran Çarşamba'ya bağlıyan gece], mübârek "İsrâ ve Mi'râc Gecesi"dir. Bilindiği gibi, mukaddes dînimiz İslâmiyette kıymet verilen, "bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli" demek olan "mübârek" sıfatıyle sıfatlanan "on gece" vardır. Recep ayının 27. gecesi olan "Mi'râc gecesi" bunlardan biridir ki, Sevgili Peygamberimizin "İsrâ" ve "Mi'râc" mu'cizesiyle şereflendiği, göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve Allahü teâlâ ile konuştuğu ve bizlere bazı hediyeler getirdiği gecedir. Resûlullah Efendimiz, hicretten bir yıl önce, 52 yaşında idi. Resûlullah'ın hem kendisine, hem de Eshâbına uygulanan baskılar, boykotlar, ezâ ve cefâlar haddi aşmıştı. İşkenceye tahammül edemeyen bazı müslümânlar, Resûlullah'tan aldıkları izinle, Habeşistân'a hicret etmişlerdi. Resûlullah (aleyhisselâm) bir gün yanına Zeyd bin Hârise'yi de alarak Tâif'e gitti. Oranın halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiçbir kimse îmân etmedi, bil'akis alay ettiler. Üstelik onları, çocuklara taşlattılar. Resûlullah'ın (aleyhisselâm) mübârek bacakları yaralandı. Onu korumaya çalışan Hazret-i Zeyd'in başı kan içinde kaldı. Mekke müşriklerine karşı kendisini himâye eden amcası Ebû Tâlib, bu senede vefât etti. Bir müddet sonra, 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazret-i Hatîce vâlidemizi de kaybetti. Hattâ bunlardan dolayı, bu seneye "Senetü'l-hüzün = Âmü'l-hüzün = Hüzün, Üzüntü yılı" denilir. Ne kadar enteresan bir durumdur ki, "İsrâ ve Mi'râc Mu'cizesi", Tâif seferinden müteessir olarak dönen Peygamber Efendimizin, iki yakınını da kaybettiği, kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur. İSRÂ VE Mİ'RÂC MU'CİZESİ Sevgili Peygamberimiz, Recep ayının 27. gecesi, melekût âlemini, kâinâtın hârikalarını seyir ve temâşâ etmesi için, Allahü teâlâ tarafından da'vet olundu. Gecenin muayyen bir sâatinde Cebrâil aleyhisselâm gelip Peygamberimizi önce, Mekke-i Mükerreme'deki Mescid-i Harâm'dan, Kudüs'teki Mescidi Aksâ'ya götürmüştür. [Bilâhare Sevgili Peygamberimiz, oradan da göklere, bilinmeyen yerlere yükseltilmiştir.] Sevgili Peygamberimizin bu iki mahal arasındaki seyâhatleri, geceleyin vukû' bulduğu için, "gece yolculuğu yaptırılması" ma'nâsında bu olaya "İsrâ" denmiş, bu mübârek kelime, aynı olayı anlatan âyetle başlayan "İsrâ" sûresinin de adı olmuştur. "Mi'râc" ise, sözlük ma'nâsı itibâriyle "merdiven" ve "yükseğe çıkmak" gibi ma'nâlara gelmekle beraber, Resûl-i Ekrem Efendimizin, "varlık ufuklarının üstüne, yüce makâmlara yükselmesi" demektir. Nitekim Resûlullah Efendimiz, "Mi'râc hadîsleri"nde "yükseğe çıkarıldım" buyurduklarından, bu hâdise "Mi'râc Hâdisesi" diye anılmıştır. İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "Mi'râc, rûh ve ceset ile birlikte oldu. Peygamberimizin bedenen Mekke'deki Mescid-i Harâmdan Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e götürüldüğü, âyet-i kerîme ile sâbit olduğundan, Mi'râcın bu kısmına inanmayan kâfir olur. Göklere, bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur; dâl (sapık) ve mübtedi' (bid'at ehli) olur." Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mi'râc'ta Cennet'i, Cehennem'i, sayısız şeyleri görüp, Kürsî, Arş ve Rûh âlemlerini de geçerek, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, mekânsız, zamânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı da gördü. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni'metlere kavuşup bir anda, Kudüs'e ve oradan da Mekke-i Mükerreme'ye geldi. Bu "mu'cize"yi, zaman ve mekân mefhûmlarıyle açıklamak ve akıl ile îzâh etmek mümkün değildir. İlâhî kudretin ve Peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu idrâk edebilenler, bu hâdisede de bir garîplik görmezler. Allah ve Resûlüne inananlar, mu'cizelere de inanırlar. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Receb ayında bir gece vardır ki, bir kimse o gece namaz kılsa, ibâdete devâm eylese, gündüzünde de oruç tutsa, kendisine, bir senenin bütün gecelerini ibâdetle geçirmiş, bütün günlerini oruç tutmuş gibi sevâb verilir. O gece, Recebin 27. gecesidir."
.
.XXXXXXXX
XXXXXXXX
Aralık ayında vefât eden önemli bazı şahsiyetler
2012-12-28 01:00:00
İçerisinde bulunduğumuz Aralık ayında, önemli bazı şahsiyetlerin vefâtlarının sene-i devriyeleri var. Onları, kronolojik olarak zikredecek olursak: [02 Aralık 1888'de Namık Kemâl, 07 Aralık 1955'te Fatin Hoca, 15 Aralık 1574'de Sultan II. Selim Hân, 16 Aralık (Hicrî 61): Aşûre Günü ve Hazret-i Hüseyin'in Kerbelâ'da şehâdeti, 17 Aralık 1273: Büyük âlim ve velîlerimizden Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, 17 Aralık 1995'te İsa Yusuf Alptekin, 18 Aralık 1111: Büyük İslâm Âlimi İmâm-ı Gazâlî, 18 Aralık 1921'de Saîd Halim Paşa, 20 Aralık 820: İslâm Âlimlerinin en büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî, 23 Aralık 1624: Evliyânın en önde gelenlerinden İmâm-ı Rabbânî ve 31 Aralık 1988: Eğitimci, mütefekkir Seyyid Ahmet Arvâsî vefât etmişlerdir.] ÖNEMLİ BAZI GÜN VE HAFTALAR Yine bu ayda, önemli bazı gün ve haftalar var; onları da genişçe ele almak, vaktimizin hacmi bakımından mümkün değil, ama sâdece bazılarını misâl olarak zikredebiliriz: 01 Aralık: Dünya AIDS Günü, 2-9 ARALIK: Mevlânâ Haftası, 03 Aralık: Dünya Özürlüler Günü, 05 Aralık: Kadın Hakları Günü, 06 Aralık: Dünya İnsan Hakları Haftası, 09 Aralık: Dünya Madenciler Günü, 10 Aralık: Dünya İnsan Hakları Günü, 10 Aralık gününü içine alan hafta: İnsan Hakları ve Demokrasi Haftası, 21 Aralık: Dünya Kooperatifçilik Günü, 31 Aralık: Dünya Azerbaycanlılar Günü olarak kutlanmaktadır... Bizler yeni bir yıla girerken, bir yılımızın muhâsebe ve murâkabesini yapmalıyız; geçen bir sene boyunca, kendimiz ve âilemiz adına; milletimiz, memleketimiz ve devletimiz için; Müslümânlık ve insanlık uğruna ne gibi hizmetler, iyilikler, güzellikler, hayırlar, fedakârlıklar yaptığımıza bakmamız lâzım. Tabîî ki, günümüz şartlarında takrîbî 65-70 senelik bir insan ömrü içerisinde, [son istatistiklere göre, Türkiye'de yaş ortalaması 74'e yükselmiş bulunmaktadır], 1 sene çok mühim bir zamân dilimidir. Çünkü bir "Gün": 24 sâat, 1.440 dakîka, 86.400 sâniye'dir. Bir mîlâdî yılın kaç sâat, kaç dakika, kaç sâniye ettiğini bulmak için, bu rakamları 365'le çarpmak lâzım. Sizi rakamlara boğmayalım. Ama şu kadarını söyleyelim ki bir yıl: 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün ve 8.760 sâat [yanî 525.600 dakîka]dır. Bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ saatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi ne kadar büyüktür... İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, "Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: "İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır." O sahâbî, "Hangi insanlar şerlidir [daha kötüdür]?" diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, "Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan" [Tirmizî] buyurmuştur. ZAMAN EN BÜYÜK SERMÂYEDİR "Zaman": "Değişmekte olan bir standart hâdiseyle kıyaslanarak ölçülen; başlangıç ve son kabûl edilebilecek iki hâdise veya vakit arasında geçen müddet (süre)" şeklinde tarîf edilmektedir. Zamân ni'meti, Allahü teâlânın bizlere önemli lutuflarından birisidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz" buyurmuşlardır. Yine Sevgili Peygamberimiz: "Ameller, sonlarına göre değerlendirilir" buyurmuştur. Bir hukûk âbidesi olan "Mecelle"de de: "Hüküm sona göre verilir" denilmektedir. Zamânın önemini belirtmek için atalarımız ise: "Vakit nakittir" demişlerdir. Her şeyi zamân sâyesinde kazanabiliriz; ama geçen zamânı geri getirmeye, hiçbir kimsenin gücü yetmez. Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki: "İki [büyük] ni'met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanır. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir." [Tirmizî] Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Onun için Sevgili Peygamberimiz: "Akıllı kimse [Akıllı Müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir" buyurmuştur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yarın yaparım diyenler helâk oldular" buyurmuştur.
.Zaman en büyük sermâyedir
2012-12-29 01:00:00
Bildiğiniz gibi, 15 Kasım 2012 Perşembe günü, yeni bir "Hicrî-kamerî sene"yi [1434 yılını] idrâkle şereflenmiştik. 2 gün sonra da, mîlâdî 2012 senesi bitecek, 2013 yılı başlayacak. Bilindiği gibi, uzunluk bakımından iki türlü sene vardır: Şemsî sene ve Kamerî sene. Tarih boyunca, bazı takvimler güneşin, bazı takvimler ayın, bazı takvimler de her ikisinin hareketleri esâs alınarak hazırlanmıştır. Şemsî sene, güneş senesi olup, yerkürenin [dünyânın] güneş etrâfında bir kerre döndüğü zamanı ifade eder ve 365,242 vasatî güneş günüdür. Kamerî sene ise, Ay küresinin [Ay'ın] yerküresi [Dünyâ] etrafında 12 kere döndüğü zaman olup 354,367 vasatî güneş günüdür. Güneş yılı, kamerî yıldan 10,875 gün daha uzundur. Zamânı sene, mevsim, ay, hafta, gün ve sâat gibi sâbit bölümlere ayıran, dînî-millî günleri ve bayramları gösteren cetvellere "Takvîm" denir. Her milletin ve cem'iyetin kendisine esâs kabûl ettiği bir takvîmi olduğu gibi, birçok milletin müştereken kullandığı takvîmler de vardır. Târîhler: Hicrî (Kamerî, Şemsî), Rûmî [Mâlî], Mîlâdî [Efrencî], Roma [Julien], Gregoryan Takvîmi... gibi isimler alırlar. [Gregoryan Takvîmini, Fransa ve İtalya 1582'de, Almanya 1700'de, İngiltere 1751'de, Bulgaristan 1917'de, Sovyetler Birliği 1918'de, Yunanistan 1923'te, Türkiye ise 1926'da kabûl etti.] Takvîm için mühim bir hâdise, "târîh başı" olarak ele alınır. Meselâ Romalılar, Roma şehrinin kuruluşu olan M. Ö. 753 senesini; Eski Yunanlılar, ilk olimpiyat oyunlarının yapıldığı M. Ö. 776 senesini başlangıç olarak kabûl etmişlerdir. Hıristiyânlıkta bu başlangıç, Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târîhtir. Hicrî takvîmin başlangıcı ise, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye hicretidir. ZAMANIN ÖNEMİ Cenâb-ı Hakk'ın bizlere olan en önemli lütuflarından birisi de zamân ni'metidir. Sözlüklerde, "Vakit", "Zaman" yerine, "zaman" da "vakit" yerine kullanılmaktadır. Akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Kur'ân-ı kerîmde, muhtelif âyet-i kerîmelerde, zamânın önemine dikkat çekilmiştir: "Fecir vaktine ve on geceye ... andolsun" [Fecr, 1-2] [Bu sûrede, daha başka şeylere de kasem (yemîn) edilmiştir], "Asra yemîn ederim ki insan zarardadır..." [Asr, 1-2] Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): "Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir" buyurmuştur. Allahü teâlânın bizlere ihsân buyurduğu sonsuz ni'metlerine şükretmeli, bunları yerli-yerinde kullanmalı, O'nun kullarına yardım ve hizmet etmeliyiz. İlmi olan ilminden, makâmı olan makâmından, malı olan da malından diğer insanları faydalandırmalıdır. Her gün, en iyi işleri yapmaya çalışmalıdır... Geçmiş günlerimize yönelik bir muhâsebe ve murâkabe yaparak yeni yıla girmeliyiz. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh): "Bir Müslümân, her akşam yatağına girince, o günün muhâsebesini yapmalıdır" buyuruyor. Esnâf, dükkânlarında her akşam kasayı kapatırken bunu yapmaktadırlar. Bizler de, kendi adımıza, âilemiz, milletimiz, Müslümânlık ve insanlık uğruna ne gibi güzellikler, hayırlar, fedakârlıklar yaptığımıza bir bakmalıyız. BÜYÜK Nİ'MET İÇİNDEYİZ... Aslında bizler, Allahü teâlânın lutfettiği çok büyük ni'metlere sâhibiz. Bu ni'metleri yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Bizler, yüz milyonlarca, hattâ milyarlarca kişiden daha şanslıyız. Çünkü bir takvîm yaprağının arkasındaki şu cümlelerde de, bizlerin sâhip olduğu büyük avantajlar şöyle dile getirilmektedir: "Eğer bu sabâh sağ olarak uyanmış iseniz, dün ölen 330 bin insandan daha şanslısınız... Eğer bu sabâh hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, şu anda hasta olan 1 milyar insandan daha şanslısınız... Bir harp tehlikesi, işkence görme ihtimâli, sağ kalmama korkusu ve büyük bir tehlike ile karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz... Kilerinizde veya buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyâdaki 3 milyar insandan daha zenginsiniz... Cebinizde veya emîn bir yerde paranız varsa, dünyânın en imtiyâzlı olan 1 milyar insanı arasındasınız... Eğer bir şeyler okuyabiliyorsanız, bu demektir ki, okuma-yazma bilmeyen 2 milyar insandan biri değilsiniz... Anneniz-babanız sağ ise ve boşanmamışlarsa, eşiniz ve çocuklarınızla mes'ûd bir âile iseniz, siz bu dünyâdaki nâdir insanlardan birisiniz. O hâlde ne duruyorsunuz, hâlinize şükredin!"
.Bizler bu dünyada birer yolcuyuz
2013-01-04 01:00:00
Bizler bu dünyâda birer yolcuyuz. Zâten bir hadîs-i şerîfte: "Dünyâda bir garîb veya yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say" buyurulmuştur. Günün birinde ebediyet âlemine göçeceğiz. Yûnus Emre'nin de dediği gibi: "Bu dünyâya gelen kişi/Âhir yine gitse gerek./Müsâfirdir, vatanına,/Bir gün sefer etse gerek." Diğer bir şiirde ise şöyle denilmiştir: "Kısmetindir gezdiren yer yer seni,/Gâfil olma, bir gün âkıbet yer yer seni." [Ahmed İbn-i Kemâl Paşa] "Yalnız azamet ve ikrâm sâhibi Rabbi'nin zâtı bâkî kalacak" [Rahmân, 27] meâlindeki âyet-i kerîmede de ifâde edildiği gibi, Allahü teâlânın zâtı dışındaki bütün varlıklar fânîdir, yok olacaklardır. Bir şiirde denilmektedir ki: "Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünyâ, sîm ü zer [altın ve gümüş],/Bir harâb olmuş kalbi tamîr etmektir hüner./Buna fânî dünyâ derler, durmayıp dâim döner./Âdemoğlu bir fenerdir, âkıbet birgün söner!" BİR YIL DAHA GİTTİ... Takrîben 1.5 aydan fazla bir zaman evvel bir hicrî yıl tamâmlandı; 3 gün önce de, bir mîlâdî yıl bitti. Biz, bir mîlâdî yılı tamâmlamakla, ömrümüzden ne kadar zaman geçtiğini bir kerre daha vurgulayacak olursak, tâm 8.760 sâat [ya'nî 525.600 dakîka] gitmiş olmaktadır ve bunların artık geri dönüşü de yoktur. Târîhler: Hicrî (Kamerî, Şemsî), Rûmî [Mâlî], Mîlâdî [Efrencî], Roma [Julien], Gregoryan Takvîmi ... gibi isimler alırlar. [Gregoryan Takvîmini, Fransa ve İtalya 1582'de, Almanya 1700'de, İngiltere 1751'de, Bulgaristan 1917'de, Sovyetler Birliği 1918'de, Yunanistan 1923'te, Türkiye ise 1926'da kabûl etti.] Takvîm için mühim bir hâdise, "târîh başı" olarak ele alınır. Meselâ Romalılar, Roma şehrinin kuruluşu olan M. Ö. 753 senesini; Eski Yunanlılar, ilk olimpiyat oyunlarının yapıldığı M. Ö. 776 senesini başlangıç olarak kabûl etmişlerdir. Hıristiyânlıkta bu başlangıç, Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târîhtir. Îsâ aleyhisselâmın doğduğu yıla sıfır, ondan öncesine "mîlâttan önce", sonrasına da "mîlâttan sonra" denilmiştir. Mîlâdî yıl, Müslümanların kullandıkları sene olan hicrî sene gibi doğru ve kat'î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. İmâm-ı Kastalânî, "Îsâ aleyhiselâmla Muhammed aleyhisselâm arasında, 963 yıl vardır" buyuruyor. (Mevâhib-i Ledünniyye) Herkesçe bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz, mîlâdî 622 yılında Mekke'den Medîne'ye hicret etti. 20 Eylül Pazartesi günü, Medîne'nin "Kubâ" köyüne geldi. Bu târih, Müslümânların "Hicrî-Şemsî" yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, "Hicrî-Kamerî" yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci günü olan ilk Hicrî-Kamerî senebaşı, milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16'sına rastlayan Cuma günü idi. "Takvîm-i Ebüzziyâ"da ifâde edildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm, dünyada az bir müddet (33 sene) kalıp diri olarak göğe çıkarıldığından, kendisini ancak 12 havârî tanıyabilmiş, Îsevîler de az miktarda ve asırlarca gizli yaşamış olduklarından, Noel gecesi doğru olarak anlaşılamamıştır. 25 Aralık, 6 Ocak veya başka bir gündür; yanî kesin değildir... Aristo'nun hocası, Sokrat'ın da talebesi olan meşhûr filozof Eflatun'un, M. Ö. 429 yılında doğduğu Avrupalılarca iddiâ ediliyorsa da, Îsâ aleyhisselâmın muâsırı, çağdaşı olduğu, "Burhân-ı Kâtı"da yazılıdır. Diğer bazı Avrupalılara göre, onun vefâtının da, Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı teşrîfinden 347 sene evvel olduğu iddiâ edilmektedir. İşte bunlar, mîlâdî takvîmin en az, 300-350 sene yanlış olduğunu gösterir. BİR SENENİN ÖNEMİ!.. Bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi ne kadar büyüktür. Bana gelen bir mailde bu husûs şöyle ifâde edilmektedir: "Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor... Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek dünyâya getiren anneye sor... Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe sor... Bir sâatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor... Bir dakîkanın değerini anlamak için, treni kaçıran yolcuya sor... Bir sâniyenin değerini anlamak için, bir kazâyı önleyemeyen sürücüye sor... Bir sâniyenin yüzde birinin değerini anlamak için de olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor."
.İnsanlara da, hayvanlara da zulüm câiz değildir
2013-01-05 01:00:00
Zulmün, şiddetin dîni, milliyeti, kültürü, ideolojisi, ırkı, ulusu, cinsiyeti olmaz. Kimden gelirse gelsin, reddedilmelidir, tel'în edilmeli, kötülenmelidir. Zulüm, şiddet, fizikî yönden güçlü olanların, kendilerinden daha güçsüz olanlara karşı, onları korkutmak, sindirmek, baskı altında tutmak, kontrol altında bulundurmak, cezâlandırmak, onlara güç gösterisinde bulunmak gibi maksatlarla yapılabilmektedir. Şiddetin ferdî [kişisel] olanı, âilevî [âile içi] olanı, kolektif olanı [bütün cemiyeti ilgilendireni] var. Başta kadınlarımız ve çocuk yaştaki genç kızlarımız olmak üzere, pekçok insanımız [erkek olsun, kadın olsun], evlerde, okullarda, sokaklarda ve iş yerlerinde, hem de sık sık, istismârın, tecâvüzün, şiddetin her türlüsüne maruz kalabilmektedirler. Bu, pekçok insanın hayatını, sağlığını, huzûrunu, saâdetini, mutluluğunu, her yönden, hem rûhî [psikolojik, duygusal] yönden, hem de fizikî yönden etkileyen çok mühim bir konudur... Konunun doğru bir şekilde teşhisini yapıp tedâvî çarelerini, önleme yollarını bulmaya, bu konuda yapılan çalışmalara, nâçizâne bir katkıda bulunmaya çalışmalıyız. Bu konuda, beynelmilel ve millî çapta, resmî ve gayr-i resmî birtakım çalışmalar mevcut. Anket çalışmaları yapılıyor, çeşitli raporlar hazırlanıyor. ŞİDDETE KARŞI ÇALIŞMALAR "Dünyâ Sağlık Örgütü"nün çalışmaları var. Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın çalışmaları var. "Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddetin Engellenmesi Bildirisi (1992)"ni burada mevzû-ı bahis edebiliriz. Ülkemizde, "Âile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı", "Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü", "T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı"... gibi resmî müesseseleri başta zikredebiliriz. Bunların yanında birçok sivil toplum kuruluşu da var. Şiddet: Genellikle korkutmak, ürkütmek, sindirmek, vazgeçirmek, itâat ettirmek, boyun eğdirmek gibi maksatlarla olmaktadır. İnsanlara yapılanları var, hayvanlara yapılanları var. Şiddetin fizikî [fiziksel] olanı var; sözlü olanı var. "Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü"nce yapılan bir araştırmaya göre; Aile içi suçların yüzde 87'si, kadınlara karşı işleniyor. Ailelerin yüzde 34'ünde fiziksel, yüzde 53'ünde ise sözlü şiddet görülüyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin Psikoloji Bölümündeki iki bayan araştırmacının "Aile İçi Şiddet Konusunda Bir Derleme" başlıklı bir makale çalışmasında da, konunun birçok yönü gözler önüne serilmiştir. Meselâ, şiddet kavramının kısaca tanımları, aile içi şiddet probleminin geçmişi ve bugünü, çeşitleri ve yaygınlığı ele alınmıştır. [Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2008, 11 (22), 81-94] Yerli ve yabancı birçok çalışmanın ortak sonucu olarak, erkeğin kadına şiddet uygulamasındaki en temel sebeplerden biri, özellikle erkeğin kendi ailesinde de şiddet içeren bir ortama maruz kalmış olması (özellikle babası annesine şiddet uygulamışsa) ve alkol kullanımının yüksek olmasıdır. "Dünya Sağlık Örgütü"nün 2002 yılındaki bir raporunda, yılda 1.6 milyondan fazla sayıda insanın şiddet yüzünden hayatını kaybettiği vurgulanmıştır. ŞİDDETİN SUÇ OLMASI... Şiddet, bizim dinimizde de, kültür ve medeniyetimizde de, örf ve âdetlerimizde de yasaktır. İslâmiyet 2 madde hâlinde özetlenmiştir: Allah'ın emirlerine tazîmde bulunma ve mahlûkâta şefkat etme. [Medeniyetin tarifinde de, 2 husus öne çıkmaktadır. Biri insanın müreffeh kılınması, refaha kavuşturulmasıdır.] Şiddet, bütün dünyâ "Anayasa"larında da, "Kanun"larında da yasak olan bir davranıştır. "İnsan Hakları Evrensel Beyânnâmesi"nde de, "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"nde de, "Kopenhag Kriterleri"nde de uygun görülmeyen bir davranış tarzıdır. O hâlde burada önemli olan, bunların bütün insanlarımıza ulaştırılması, insanlarımızın şuûrlandırılması, bilinçlendirilmesi, her türlü şiddetin ortadan kaldırılmasıdır. Bir-iki haftalık tâze bir hâdise olduğu için söyleyecek olursak, Amerika'da 20 yaşında bir delikanlının önce annesini, sonra 20'si anaokulu çocuğu olmak üzere 26 kişiyi öldürüp kendi canına da kıymasını hoş görebilecek bir tek fert çıkar mı? Norveç'te 77 kişiyi öldüren seri kâtil olan bir delikanlıyı kim makul karşılayabilir?
.Şiddetin her türlüsü kınanmalıdır
2013-01-11 01:00:00
Geçen hafta Cumartesi günü yazdığımız makâlemizde, bir nebze, insanlara da, hayvanlara da zulmün câiz olmadığından bahsetmiştik. Bugün burada önce şunu ifâde edelim ki, kocanın hanımına, hanımın kocasına [meselâ Adana'da bir kadın kocasının önce burnunu kırmış, sonra da kulağını kesmiş]; anne-babanın evlâdına, evlâdın ana-babasına; hocanın talebesine, talebenin hocasına; idârecinin memûrlarına, patronun işçilerine, doktorun hastasına, hastanın doktoruna, komutanın askerlerine, polis-bekçi-asker-zâbıta ve jandarmanın diğer insanlara, insanların hayvanlara zulmetmeleri [İspanya ve Brezilya'da matadorların boğalara kılıç saplamaları kesinlikle zulümdür] aslâ ve aslâ müsâmaha edilecek şeyler değildir. [Anadolu'da horozların dövüştürülmesi, develerin ve boğaların güreştirilmesi, köpeklerin kapıştırılması gibi bazı kötü âdetler vardır; bunlar da katiyen câiz değildir ve hayvanlara zulümdür.] ANA-BABASINI ÖLDÜRENLER!.. Şiddet maalesef, dünyânın her ülkesinde [isterse geri kalmış ülke olsun, ister gelişmekte olan ülke olsun, isterse gelişmiş ülke olsun] her yerde görülmektedir. Meselâ yakın zaman dilimi içerisinde vukû bulan bazı hâdiseleri kısa kısa zikredecek olursak: Gazetelerde çıkan bir habere göre, bir kadın kocasından devâmlı dayak yediği için, kendisini yakarak öldürmek istemiştir. Radyolarda yayınlanan bir habere göre, Sivas'ta bir erkek çocuk, annesi; kendisini, teyzesinin yanında, "sigara içme ve ders çalış" diyerek îkâz ettiği için, teyzesi gidince annesini bıçaklayıp öldürmüştür. Televizyonlarda yayınlanan bir habere göre, Samsun'da üniversite öğrencisi bir kız [hem de Hukûk Fakültesi öğrencisi], arkadaşlarının üniversiteye özel araba ile geldiklerini, kendisinin otobüsle geldiğini ileri sürüp Tıp Profesörü olan annesini öldürmüştür. Onun parasıyla kendisine araba almak istemiştir. İnternette çıkan bir habere göre, 16 yaşında bir kız, 29 yaşında bir delikanlı ile nikâhsız olarak buluştukları için, anne-babası tarafından ikaz edilince, gayr-i meşrû münâsebetlerde bulunduğu genç ile anlaşıp planlı bir şekilde hem babasını, hem de annesini öldürmüşlerdir. Maalesef, bunlara benzer onlarca, yüzlerce olay zikredebiliriz. Yine Anadolu'da bir kadın, namusunu kirleten bir akrabasını pompalı tüfekle öldürdükten sonra, onun kellesini kesip bir kahvehâneye getirmiş, kendisi hakkında ileri-geri konuşan kişilerin önüne atmıştır. MEDENİYET SÂHİBİ TOPLUM Şimdi bu mukaddimeden sonra ifâde edelim ki: Mukaddes dînimiz İslâmiyet; "medenî insan" ve "medeniyyet sâhibi toplum" meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin de açıkladıkları husûslardır. İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. Bugün çok perişan hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir. Marcel A. Boisard isimli bir Fransız ilim ve fikir adamı, "L'Humanisma de l'Islam" adlı eserinde: "...Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmdır..." demektedir. Batıda buna benzer sözleri söyleyen ve yazan çok insan vardır. Gerçekten de insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet'ten öğrenmiştir. Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. İslâmiyet, başkasına zarar vermek şöyle dursun, insanların kalbini kırmaktan bile çok şiddetle menetmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; "Bir mü'minin kalbini kırmak, yetmiş defâ Kâbe'yi yıkmaktan daha şiddetlidir" buyurmaktadır. Peki bu sadece mü'minlerle, Müslümanlarla mı sınırlıdır? Elbette ki hayır. İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayr-i müslimlere de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Sevgili Peygamberimiz; "Kim bir zimmîye (gayr-i müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı bir yükü yüklerse, ben o kimsenin hasmıyım" buyurur. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
.Âilenin önemi
2013-01-12 01:00:00
Malûmdur ki, insanlar cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi âiledir. Bu bakımdan âile, toplumun temel taşıdır. Âile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü topluluktur. Bu, topluluğun küçük-büyük fertlerinin olgunlaştığı, bir hayât okuludur. Âile içerisinde her ferd, birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devâm eder. "Nikâhlanıp, evlenerek bir araya gelen erkek, kadın ve çocuklardan meydâna gelen en küçük topluluk" olan "Âile"ye ve kadına, mukaddes dînimiz İslâmiyette ve târih boyunca kültür ve medeniyetimizde, çok büyük önem verilmiştir. Âilenin temelinin çok sağlam olarak atılması gerektiği vurgulanmıştır. İNSANLIK AİLE İLE BAŞLAR Şüphe yok ki, insanlık "Âile" ile başlar. Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, bu âile, bir erkek ile bir kadından ibârettir. İlk insan aynı zamanda ilk Peygamber kılınmıştır. Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, yeryüzünde bulunan ve İlâhî vahiy ile terbiye edilmiş olan ilk âiledir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Eski ve köklü bir müessese olan âile, değişik yer ve zamanlarda değişik görünüşler kazanmasına rağmen dâimâ var olagelmiştir. Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek âilenin çocuklarıdırlar. İlmin kesin olarak ortaya koyabildiği husûs, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen, bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır. Hucurât sûresinin onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: "Ey insanlar! Biz sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabîlelere ayırdık..." buyurulmaktadır. Dünyâdaki bütün insanlar mesut olmak isterler. Fakat mesut olan pek azdır, çünkü saâdetin ne olduğunu bilen azdır. Saâdet denilince yalnız dünyâdaki rahatlık hâtıra gelmemelidir. Asıl saâdet, ebedî olan âhiret saâdetidir. Âhiret saâdetine kavuşabilmek için de Allahü teâlânın ve son Peygamberinin emirlerine uymak yegâne çâredir; bundan başka çâre yoktur. Âile fertleri, toplumun en küçük yapı taşlarıdır. Nasıl bir binânın temel taşları yerinden oynatıldığında bu binânın ayakta kalması mümkün değilse, âilenin temel taşları da yerinden oynatıldığında, o âilenin ayakta kalması mümkün olmaz. Ayakta kalsa bile esâs fonksiyonlarını yerine getirmesi mümkün değildir. Anne ve baba; gerek kız gerekse erkek çocuklarını devâmlı gözetmeli, bilhâssa onları kötü arkadaşlardan korumak için çok gayret göstermelidirler. Kötü arkadaş, çocuğun en büyük düşmânıdır. Burada şunu belirtelim ki, Batı'nın bâtıl inanışlarını, moda ve ahlâksızlıklarını taklit etmek, medeniyet değil, milletin bünyesinde tahrîbât yapmaktır. Burada bir noktayı da önemle vurgulayalım: Değişim üzerine seri konferanslar veren, bu konuda birçok kitâbı da olan araştırmacı yazar Pat Mesiti, âile üzerine bakınız ne diyor: "Değişimden korunacak şeyler de var; bunlardan biri âilenin yapısıdır. Bugün, bazı kimseler âile fertlerinin görev ve sorumluluklarını yeniden yorumlamak ve âile kavramını yeniden tanımlamak istiyorlar. Âile fertlerinin rollerini değiştirmek ve yeniden tanımlamakla âilenin birliğini ve gücünü yıkmak eş anlamlıdır. Böyle bir davranış, toplumun yapısı bakımından çok tehlikelidir. Çünkü âileyi parçalamak, toplumu parçalamak demektir..." METOT HEP AYNI!.. İngilizlerin, Osmanlı Devleti'ndeki câsûslarından biri olan Hempher'in hâtırâtının 45. sayfasında şu i'tirâf yapılmaktadır: "800 yıllık Endülüs'ü şarâba alıştırarak, aralarına fitne sokarak, dînî ve millî inançlarından kopararak yıktık. Osmanlıyı ve diğer İslâm ülkelerini de aynı metotla yıkacağız!.." Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Mehmed Nuri Yılmaz, bir zamanlar, okulların çevresinde tezgâh kuran örgütlerin, bu defa uyuşturucu madde bağımlılığı aracılığıyla gençlerimize yöneldiğini söylemişti. Yılmaz, "Anarşi yolu ile maksatlarına ulaşamayacaklarını anlayan bazı kirli eller, namluyu bu defa başka yönlere çevirme yolunu tutmuşlardır. Geleceğimizin temînâtı olan gençlerimizi, uyuşturucu maddelere ve alkole alıştırarak, onları rûhen ve bedenen çökertmek için kirli eller tarafından çalışmalar yapılmaktadır" diye konuşmuştu...
.Âileyi yok etmeye mâtuf bazı çalışmalar
2013-01-18 01:00:00
Zaman zaman âilenin önemi üzerinde duruyoruz. Hem evvelki hafta, hem de geçen haftaki makâlelerimizde bunun üzerinde bir nebze durmuştuk. Aslında bu konu üzerinde ne kadar çok dursak, yine de az sayılır. Şu anda emperyalist güçler ve mafya, kötü emellerine, bozuk hedeflerine ulaşmak için kadınları, kızları, uyuşturucu ve alkolizmi de kullanmaktadır. Bunlar şiddete de sebep olmaktadır. Vaktiyle Fransa'da yayınlanan "L'Express" ve İngiltere'de neşredilen "The Economist" dergilerinde açıklanan eski tarihli bir rapora göre: "Dünya mafyası güçlü ve görünmez bir devlettir. Bunların kasasına, günde 3 milyar dolar girmektedir. Mafyanın sadece Rusya teşkîlâtına ait 550 banka ve 40 bin ticârî firması bulunuyor... Dünyada uyuşturucu kullananların sayısı 200 milyondur. Türkiye Doğu ile Batı arasında bir köprüdür..." deniliyordu. Türkiye Yeşilay Cemiyeti Eski Başkanı, Em. Alb. merhûm Selâhaddîn Kaptanağası da, ülkemizde alkol, sigara ve uyuşturucu yüzünden, yılda en az 350 bin kişinin hayâtını kaybettiğine işâret ederek, "Kanunlar işletilmeli, Anayasa'nın kesin hükümleri gereği, Milli Eğitim başta olmak üzere, ülkemizin neresinde eğitim veren kurum ve kuruluş varsa, hepsi, uyuşturucuyla mücâdele konusunda kendisini görevli saymalı ve önemli roller üstlenmelidir" demişti. Yeşilay'ın 2006 Raporu'nda bu sayının çok arttığını görüyoruz... İŞGAL KUVVETLERİNE KARŞI! Her yıl 1-8 Mart arası "Yeşilay Haftası" olarak kutlanmaktadır. Yeşilay Haftasının 1-8 Mart arası kutlanmasının sebebi, Yeşilay Cemiyetinin 5 Mart 1920 tarihinde kurulmuş olmasıdır. Kuruluşun itici sebebi nedir biliyor musunuz? O tarihte, İstanbul işgâl altındadır. İşgâl kuvvetleri, vapurlar dolusu sigara, alkollü içki ve uyuşturucu maddeyi getirerek gençlere bedâva dağıtırlar. Bu tehlike karşısında, işte bazı Türk aydınları, sigara, alkol ve uyuşturucu ile mücâdele için bu cemiyeti kurarlar. Dînî ve millî değerlerimizle çelişen başka kültürlerin örf ve âdetlerini, körü körüne taklit ve özentiden kaçınmalıyız. Kendi kültürel mîrâsımızdan, dînî ve millî anlayış ve heyecânımızdan kaynaklanan dînî ve millî değerlerimizi yaşatmaya gayret etmeli, bu değerlerimizi genç kuşaklara aktarmaya çalışmalıyız. *** İnsanlar cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi âiledir. Bu bakımdan âile, toplumun temel taşıdır. Âile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü bir topluluktur. Bu yuva, topluluğun küçük-büyük bütün fertlerinin olgunlaştığı bir hayât okuludur. Âile içerisinde her fert, yekdiğerinin, birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devâm eder. Çocuklar, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, büyüklere hürmeti, vatan-millet aşkını, "Ezân" ve "Bayrak"a saygıyı, gelenek ve göreneklerini hep âilede öğrenirler. Çocuklar altı yaşına kadar kişilik özelliklerini de âileden alırlar. Bu sebeple âilenin düzenli olması çok önemlidir. Âile hayâtının düzenli olması, çocukların şahsiyetli ve güzel karakterli olarak yetişmesini sağlar. "Ağaç yaşken eğilir" ve "Demir tavında dövülür" gibi atasözlerimiz meşhûrdur. Her şey zamanında yapılmalıdır. Bu konudaki bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Çocuklukta öğretim, taş üzerine yazı yazmak gibidir [yani çocukken öğrenilen şey, taş üzerine kazılan nakış gibi kalıcıdır.] Yaşlandıktan sonra öğrenmeye kalkmak ise, su üzerine yazı yazmaya benzer." [Hatîb Bağdâdî] "SONRA YAPARIM DİYENLER..." Bu bakımdan çocuklarımıza ilkönce, Kur'ân-ı kerîmi, Peygamber Efendimizi ve dîn-i İslâmı, şânlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi, güzel ahlâkımızı, dînî ve millî değerlerimizi öğretmeliyiz. Daha sonraya bırakmamalıyız. "Heleke'l-müsevvifûn" hadîs-i şerîfi, "Sonra yaparım diyenler helâk oldular (Hayırlı işlerinizi hemen yapın. Yarına bırakmayın)" demektir. Demek ki toplumun temeli âile, âilenin temeli ise sadâkat, iffet, hayâ, karşılıklı sevgi ve anlayış gibi manevî değerlerdir. Âile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Şu bir gerçektir ki, bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar da, ilk tahrîbâtına âileden başlamaktadırlar...
.Peygamberler, iyi âilelerin teşkîli için uğraşmışlardır
2013-01-19 01:00:00
Peygamberler tarihini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, iyi âileler ve iyi cemiyetler meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimizde, târihimizde, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse, "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir. Bütün Peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkil etmek için uğraşmışlardır. Burada hemen, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî'nin bir sözünü hâtırlıyoruz. Buyuruyor ki: "İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir, herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır." "HAYIRLI BİR ÜMMET" Son Peygamber olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı bir ümmet" meydâna getirmesi, onların da 40-50 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında ve gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazilet, medeniyet, adâlet, hakkâniyet, insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur. Aslında, Hazret-i Âdem'den i'tibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 Ülü'l-azim Peygamber, 313 Resûl, 124 binden ziyâde Nebî'nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü "Suhuf", 4'ü büyük "Kitap" olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. İslâmiyet, ahlâk ve ilme en büyük kıymeti verip, câhilliği ve ahlâksızlığı reddeder. Onun için her anne ve baba, çocuğuna ilmî, ahlâkî, millî ve dînî görevlerini öğretmelidir. Öğretmezlerse, âhirette mes'ûl olurlar. *** "Aralarında bir nikâh bağı bulunmayan mükellef yani cezâî ehliyete sâhip bir erkekle bir kadın arasındaki gayr-i meşrû ilişki"ye "Zinâ" denir. "Zinâ", aslında "dînen ve kânûnen cezâyı gerektiren, meşrû olmayan cinsî münâsebet"tir. Konunun birazcık hukûkî, kânûnî ve dînî yönü üzerinde duralım: Eski "Türk Cezâ Kânunu"nda, önceden "zinâ" fiili suç teşkîl etmekte idi. "Zinâ"ya verilen cezâ, altı aydan üç seneye kadar hapisti. Eski "Cezâ Kânûnu"nun 440. maddesine göre: "Zinâ eden kadın hakkında, altı aydan üç seneye kadar hapis cezâsı tertip olunur. Kadının evli olduğunu bilerek bu fiilde ortak olan kimse hakkında da aynı cezâ hükmolunur" deniliyordu. 441. maddede: "Karısı ile birlikte ikâmet etmekte olduğu evde yâhut herkesçe bilinecek sûrette başka yerde karı-koca gibi geçinmek için başkası ile evli olmayan bir kadını tutmakta olan koca hakkında, altı aydan üç seneye kadar hapis cezâsı hükmolunur. Erkeğin evli olduğunu bilerek bu fiilde şerîk (ortak) olan kadın hakkında da aynı cezâ verilir" hükmü vardı. "Cezâ Kânûnu"nun 416'ncı maddesinin son fıkrası hükmüne göre; "Reşit olmayan bir kimse ile rızâsı ile cinsî münâsebette bulunanlar, fiil daha ağır cezâyı gerektirmediği takdirde, altı aydan üç seneye kadar hapis cezâsı ile cezâlandırılır" denilmekteydi. KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK!.. 1.3.1926 tarih ve 765 sayılı Türk Cezâ Kânûnu, 13/11/2005 tarih ve 25642 Sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 04/11/2004 tarih ve 5252 sayılı Kanunun 12. maddesi ile, 1 Haziran 2005 tarihi itibâriyle tüm ek değişiklikleriyle birlikte yürürlükten kaldırılmıştır. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle zinâyı düzenleyen TCK 440, 441, 442, 443 ve 444. maddeleri 1996-1998-1999 yıllarında iptâl etti. Eski Cezâ Kânûnu'nda, "Erkeğin zinâsı"nı düzenleyen 441. madde Anayasa'nın 10. maddesine yani "kanun önünde eşitlik" ilkesine aykırı bulunarak, 27.12.1997'de iptâl edildi. "Kadının zinâsı"nı düzenleyen TCK 440. madde de 23.06.1998 itibâriyle iptâl edildi. Böylece zinâ, cezâ gerektiren bir suç olmaktan çıkarıldı... Muhakkak sûrette zinâyı, fuhşu, gayr-i meşrû münâsebetleri önleyici bazı hukûkî tedbîrlerin de alınması lâzımdır diyerek bugünkü makâlemizi bitirelim.
.Mevlid kasîdeleri hakkında
2013-01-26 01:00:00
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, onların dünyâda rahat, huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni'metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'ân-ı kerîm bozulmamıştır. Allahü teâlâ, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman Peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiştir. Bunun için Peygamberimize "Hâtemü'n-nebiyyîn", "Hâtemü'l-Enbiyâ", "Hâtemü'l-Enbiyâ ve'r-Rusül" ayrıca "Resûlü's-sekaleyn" denilmiştir. SÜLEYMAN ÇELEBİ'NİN ESERİ Peygamber Efendimizi öven çeşitli "Mevlid Kasîdeleri" vardır. Meşhûr olan ve Türkiye'de sık sık okunan "Mevlid Kasîdesi"ni Süleyman Çelebi, 15. asırda yazmıştır. Mevlid-i şerîf okumak, Resûlullah'ın dünyâya gelişini, mi'râcını ve hayâtını anlatmak, O'nu hâtırlamak, O'nu övmek demektir. Mevlid Gecesi, Kadir Gecesi'nden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. Resûlullah Efendimiz, Mevlid gecelerinde Eshâb-ı kirâma ziyâfet verir, dünyâyı teşrîfindeki ve çocukluk zamanındaki şeyleri anlatırdı. Hazret-i Ebû Bekir de, halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı toplar, Resûlullah Efendimizin dünyâyı teşrîfindeki olağanüstü hâlleri konuşurlardı. O gece, Resûlullahın doğum zamanında görülen hâlleri, mu'cizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Bir mü'min, beni, ana-babasından, çocuklarından ve herkesten daha çok sevmedikçe, onun îmânı kâmil olmaz." "Bir şeyi çok seven, elbette onu çok anar." "Peygamberleri anmak, hâtırlamak ibâdettir." Mevlid gecesinde, çalgı ve başka harâm şeyler karıştırmadan, Allah rızâsı için mevlid cemiyeti yapmak, mevlid kasîdesi okumak, salevât-ı şerîfe getirmek, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrât ve hasenât yapmak, böylece, bu gecenin şükrünü yerine getirmek müstehaptır. *** Peygamber Efendimizi medheden yüzlerce, binlerce, hattâ on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Ama bunları yazanlar içinde, şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahî, O'nu medhetmekten âciz olduklarını beyân, ikrâr ve i'tirâf etmişlerdir. Arap, Fars ve Türk edebiyâtlarında görülen "Na't"lar, hep O'nun için yazılmıştır. Süleymân Çelebi'nin Bursa Ulu Câmideki imâmlığı yıllarında, Îrânlı bir vâiz, Ulu Câmi kürsüsünde, Bakara Sûresi'nin "...Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız..." meâlindeki 285. âyetini, kendi bilgisine göre tefsîr etti. Allahü teâlânın gönderdiği peygamberler arasında hiçbir fark görmediğini ve Muhammed aleyhisselâmın Hazret-i Îsâ Peygamberden daha üstün tutulamayacağını söyledi. [Hâlbuki, Bakara Sûresi'nin 253. âyet-i kerîmesinde, "O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık..." buyurulmaktadır.] "VESÎLETÜ'N-NECÂT"I YAZDI Îrânlı vâizin bu şahsî düşünceleri, Süleymân Çelebi'nin, Muhammed aleyhisselâm için, gönlünde duyduğu aşk ve muhabbete ziyâdesiyle tesîr etti. Bu türlü iddiâları cevaplandırmak ve sâhiplerini susturmak, Muhammed aleyhisselâmın bütün mahlûkâttan ve diğer Peygamberlerden de üstün ve son Peygamber olduğunu isbâtlamak için "Vesîletü'n-Necât" isimli "Mevlid" kasîdesini yazdı. Mevlid Kasîdesi [Vesîletü'n-Necât]; baştan sona kadar Ehl-i Sünnet i'tikâdını, Allahü teâlânın mutlak irâdesini, âlemi yoktan var ettiğini ve Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir mahlûkta bulunmayan üstün, yüksek ve emsâlsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir mü'minin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Diğer Peygamberlerde olan bütün üstünlükler de en güzel ve en vecîz kelime ve ifâdelerle anlatılmıştır. Mevlid, Peygamber Efendimizi medh ve senâ ederek, Müslümanların gönlünde O'nun sevgisini harekete geçirdiğinden ve dîne bağlılıklarını artırdığından, bunu okumak ve dinlemek, nâfile bir ibâdet olup, çok sevâptır.
.Mevlid kandilini de uğurladık...
2013-01-25 01:00:00
Dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarından, kilometre taşlarından biri de, "İki Cihân Güneşi Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'ın dünyâyı teşrîfleridir. Yüce Allah, Muhammed aleyhisselâmı, bütün insanlara ve cinnîlere son peygamber olarak göndermiştir. "Doğum zamânı, doğum mekânı, doğmak" ma'nâlarına gelen "Mevlid" kelimesinin, önce birazcık, "doğum zamânı" ma'nâsı ile Süleymân Çelebî'nin "Mevlid [Vesîletü'n-Necât] Kasîdesi" üzerinde duralım. "Mevlid", bir ma'nâda "doğum zamanı" demektir. Dünyadaki bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak gönderilen, Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, 571 yılında Nisan ayının 20'sine rastlayan, Rebîul-evvel ayının 12. [Pazartesi] gecesi, sabaha karşı Mekke-i Mükerreme'de dünyâya gelmiştir. Burada bir âyet-i kerîme ve bir de hadîs-i şerîf meâli zikredelim: "O'nun şahsında, Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hâtırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır" (Ahzâb, 21) âyet-i kerîmesi, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın "üsve-i hasene" [nümûne-i imtisâl=en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir? Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) de, "Ben, iyi huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim" buyurmuşlardır. İslâm âlimlerinin ittifâkla bildirdikleri gibi, her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan O'ndan üstün değildir. Cenâb-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır. MÜBÂREK GECELERİMİZ Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Mevlid gecesi de, Müslümânların bayramıdır. Neş'e ve sevinç günüdür. Dünyâdaki Müslümânlar tarafından, her sene, 12 Rebîul-evvel gecesi "Mevlid Kandili" olarak kutlanmakta, her yerde "Mevlid Kasîdeleri" okunarak Resûlullah hâtırlanmaktadır. "Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli" demek olan "mübârek" sıfatıyle sıfatlanan ve İslâm dininde kıymet verilen on gece vardır ki, bu mübârek geceler, kronolojik sıraya göre [ya'nî Hicrî-kamerî sene içerisindeki yerlerine göre] şunlardır: 1- Muharrem Gecesi: Muharrem ayının 1. gecesi ki, Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir. 2- Aşûre Gecesi: Muharrem ayının 10. gecesidir. 3- Mevlid Gecesi: Rebîul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir ki Peygamber Efendimizin doğduğu gecedir. 4- Regâib Gecesi: Receb ayının ilk Cuma gecesidir. 5- Mi'râc Gecesi: Receb ayının 27. gecesidir. [Sevgili Peygamberimizin, isrâ ve mi'râc mu'cizeleriyle şereflendiği gecedir.] 6- Berât Gecesi: Şa'bân ayının 15. gecesidir. [Kur'ân-ı kerîmin, Levh-i mahfûza toptan indirildiği gecedir.] 7- Kadir Gecesi: Ramazân ayı içinde bulunan bir gecedir. [Kur'ân-ı kerîmin, Peygamberimize inmeye başladığı gecedir.] 8- Fıtr (Ramazân) Bayramı gecesi: Ramazân ayının son günü ile Şevvâl'in 1. Günü [ya'nî Bayramın 1. Günü] arasındaki gecedir. 9- Arefe Gecesi: Arefe günü ile Kurbân bayramının 1. günü arasındaki gecedir. "Arefe", Zilhicce'nin 9. günüdür; başka günlere Arefe denmez. 10- Kurbân Bayramı geceleri: Kurbân bayramının 1, 2 ve 3. günlerinden sonraki gecelerdir. Bu 3 güne "Eyyâm-ı nahr=Kurbân günleri" denir. Bunlardan başka, Ramazân Bayramının diğer geceleri, Zilhicce ve Muharrem aylarının ilk on geceleri, haftanın her Cuma ve Pazartesi geceleri de mübârektir. Görüldüğü gibi, kronolojik sıraya göre sene içerisindeki 3. mübârek gece "Mevlid Gecesi"dir; ama fazîlet i'tibâriyle Mevlid gecesi, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir. [Bu, Hanefî mezhebine göredir. Ama Şâfîî mezhebine göre Mevlid gecesi, Kadir gecesinden de daha kıymetlidir.] Cenâb-ı Hak, nice nice mübârek gecelere kavuşmayı, onlardan feyz almayı ve bereketlenmeyi nasip buyursun duâsıyla bugünkü makâlemizi nihâyetlendirelim...
.Kibir nedir?
2013-02-01 01:00:00
Sözlüklerde, 1-"Kibir", 2-"Tekebbür", 3-"Mükâbere", 4-"Kibriyâ", 5-"Azamet", 6-"Huyelâ" gibi mânâ itibâriyle birbirlerine yakın bazı ta'bîr[ıstılâh, terim]ler görürüz. Bu terimlerin her birinin ayrı ayrı mânâsı olup kullanılış yerleri de farklıdır. Meselâ 3. maddedeki "Mükâbere": "Hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemek, inâd etmek, kendini büyük görmek" demektir. 6. maddedeki "Huyelâ": "Harpte düşmâna karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, üstün görünmek), kibirlenmek" mânâsındadır. 4. maddedeki "Kibriyâ"ya gelince: "Allahü teâlâya mahsûs azamet, büyüklük, üstünlük, yücelik" demektir. Nitekim Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde meâlen buyuruyor ki: "Kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûstur. Bu ikisinde bana ortak olanı, Cehennem'e atarım, hiç acımam." (Berîka) Büyük âlim Muhammed Hâdimî de (rahimehüllah): "Kibriyâ sıfatı Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlânın yanında kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz" demiştir. İBLÎS SECDE ETMEDİ!.. Bunları bir mukaddime olarak belirttikten sonra, şimdi birazcık 1. maddedeki "KİBİR"in mânâsı üzerinde duralım: "Kibir" hakkında, sözlüklerde "Kendisini başkasından üstün görme" tarîfi mevcûttur. Evliyânın önde gelenlerinden Ali Havvâs (kuddise sirruh) hazretleri bu konuda ne güzel buyurmuştur: "Kibir, gurur ve övünme gibi duygular, insanın içine çuvaldız gibi saplıdırlar. İnsanın kibirlenmesi, kendinde gördüğü fazîletlerden ileri gelir. Ancak, insan evliyâdan bir mübârek zâtı tanıdığı zaman, bütün bu fazîletlerin, kesinlikle ve gerçek olarak Allahü teâlâda bulunduğunu anlar. Kendisinde bulunan her şeyin, Allah tarafından emânet olarak verildiğini görür." Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Hâtırla ki, meleklere; 'Âdem'e [hürmet olarak] secde edin' demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak İblîs secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu." (Bakara sûresi, 34) Bu konuda, meşhûr velîlerden, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahimehüllah) buyurmuştur ki: "Tefekkür ettim, düşündüm; gördüm ki, bütün fesâdın başı kibirdir. Kibir, şeytanın büyüklenip kendini beğenmesi ile işlenen ilk günâh oldu. Kalpte kibir, büyüklenme hâsıl olduğu zaman, kendisini büyük görüp, başkalarını aşağı görür. Kibir, kalbi nasîhat kabûl etmekten ve emre itâat etmekten alıkoyar. Kalpte kendini hor ve hakîr görme hâsıl olunca, İslâm âlimlerine itâat eder ve sözlerini dinler. İslâm âlimlerinin söz ve nasîhatleri ona tesîr eder. Bu vesîle ile Hakk'ı tanır. Nihâyet her hayır ve iyiliğe kavuşur." Yine büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rifâî (rahmetullahi aleyh), talebeleri ile sohbet ederken, insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru sorulduğunda buyurdular ki: "İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, ma'rifet sâhibi değildir. Çünkü şeytân da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, âteşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddiâ etti. Hâlbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece, Allahü teâlânın gadabına uğradı ve la'nete müstehak oldu; ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Bâûrâ ve Bersisa, en çok ibâdet edenlerden idiler. Fakat sonunda, nefs ve şeytâna uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini ziyân ettiler. Rezîl-rüsvâ oldular." TEKEBBÜR EDENLER... 2. maddedeki "TEKEBBÜR"e gelince: "Kibir sâhibi olma, büyüklenme, kibirlenme, kendini büyük görme ve gösterme" demektir. Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: "Allahü teâlâ, tevâdu' üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz." (Berîka) Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de şöyle buyurmuştur: "Tevâdu' (alçak gönüllülük) gösteren azîz olur, yükselir. Tekebbür eden ise zelîl olur." İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî: "Tekebbür edene tekebbür sadakadır" buyurmuştur. [Bu söz, hadîs-i şerîf olarak da rivâyet edilmektedir.] İnşâallah yarın da bu mühim konuya devâm edelim.
.Kibir hakkında -2-
2013-02-02 01:00:00
Kibir [Büyüklenme, böbürlenme, gurûrlanma] sıfatının çok kötü bir sıfat olduğu âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerinin kıymetli sözleriyle sâbittir. Bir âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz meâlen: "Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, âyetlerimi anlamaktan [Kur'ân-ı kerîmi kabûlden] çevireceğim. Onlar, her mûcizeyi görseler de, onu kendilerine yol edinemezler. Fakat sapıklık yolunu görürlerse, onu yol edinirler... İşte böyle hareket etmeleri, âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gâfil bulunmalarından dolayıdır" (A'râf sûresi, 146) buyurmaktadır. Tâbiînin meşhûrlarından ve hâdîs âlimlerinden Alkame bin Kays'ın (rahmetullahi aleyh), Abdullah İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) hazretlerinden rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah Efendimiz buyuruyorlar ki: "Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir; Hakk'ı inkâr ve insanları tahkîr etmektir." Bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmaktadır: "Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennet'e girmeyecektir." (Müslim) EN BÜYÜK CÂHİL!.. Seyyid Ahmed Rifâî (kuddise sirruh) hazretleri buyurmuştur ki: "Kendisinden daha fazla ilmi olan bir kimseyi görüp de ondan, kibir ve gurûrundan dolayı istifâdeye çalışmayan kimse, en büyük câhildir." Evliyânın büyüklerinden İbrâhim el-Metbûlî (rahimehullah) buyurdu ki: "Tekebbür etme, tevâzu sâhibi ol. Böylece yüksek mertebelere kavuşursun." Medîne-i münevverede yaşayan âlim ve velîlerden, Ehl-i Sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin İmâmı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) kibirli ve kendini beğenen kimselerden hoşlanmazdı. "Bir kimse kendini övmeye başlarsa, değeri düşer" buyururdu. Evliyânın meşhûrlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Alçak ve düşük kimseler kibirlenir. Böyle kimseler övünür. Hatâ ve haksızlıkta ısrâr edenler de bunlardır." Yine Ehl-i Sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Gurûrlanıp böbürlenmek, âdî ve bayağı kimselerin vasfıdır." Kezâ Ehl-i Sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin İmâmı ve velîlerin büyüklerinden Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh), talebesine sık sık buyururdu ki: "Kibir taşıyan kafada, akıla rastlayamazsınız." Büyük velîlerden Sehl bin Abdillah Tüsterî (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki: "Kibir bulunan kalbte, havf (korku) ve recâ (ümit) bulunmaz." Tâbiînin büyüklerinden, Oniki İmâm'ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin'in oğlu olan İmâm Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kibir sahipleri benim çok garîbime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldiklerini, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri hâlde yine de kibirleniyorlar; bunlar neyine güveniyorlar!" AZAMET VE KİBRİYÂ... Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (kuddise sirruh) buyurdu ki: "Büyüklük (Azamet ve Kibriyâ), Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, benliğini, küçüklük ve aşağılık toprağına gömmelidir. Çünkü gömülmeden bitenin, doğması ve büyümesi düşünülemez." Büyük velîlerden Ebû Câfer bin Sinan (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itâat eden kimsenin, bu itâati sebebiyle âsî, günahkâr olanlara karşı tekebbür etmesi, âsîlerin isyânından daha kötü, onun bu hâli, âsîlerin hâlinden daha zararlıdır." Şam'da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Bir kimse, bir mümini gözünde küçültür, kendini ondan daha kıymetli zannederse, hangi ibâdeti yaparsa yapsın, tad ve zevkine varamaz." Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi aleyh) hazretlerine sordular: "Kibirler içerisinde en kötüsü hangisidir?" Cevaben buyurdu ki: "İbâdet edenlerin kibridir." Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdillah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi aleyh) tevâzu sâhibi olup, kibirlenenleri sevmezdi. Bu hususta buyurdu ki: "Kibir, yâni büyüklenmek, çok defâ zenginlerde bulunur. Tevâzu yâni alçak gönüllülük ise, fakirlerin ahlâkındandır."
.Müslüman, kimseye zarar vermez
2013-02-08 01:00:00
Kur'ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitâb olan, İmâm-ı Buhârî'nin "Sahîh"inin "Îmân" bölümünde, üçüncü hadîs-i şerîf olarak: "Müslümân, elinden ve dilinden, diğer Müslümânların zarar görmedikleri kimsedir. Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" meâlindeki hadîs zikredilmiştir. Bu hadîs-i şerîfte, Müslümânın İslâmlığına delâlet eden temel vasıflarından birinin; elinden ve dilinden gelebilecek her türlü zarar ve eziyyetlerden Müslümânların emîn olmaları [hattâ diğer bir rivâyetinde, "insanlar" diye daha umûmî bir ifâde kullanılmıştır], eliyle ve diliyle hiçbir Müslümân kardeşine [hiçbir insana] sıkıntı vermemesi olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca bu hadîs-i şerîfte; kulların hukûkuna bu şekilde riâyet edilmesi gerektiğine göre, Allahü teâlânın hakkına daha çok riâyet edilmesinin lüzûmuna, önemine de zımnen işâret ediliyor. "MÜFLİS KİMDİR?" Hadîs-i şerîfte, özellikle dil ve elden gelebilecek zararlardan, eziyyetlerden bahsedilmektedir. Çünkü birçok fiil bu iki uzuvla yapılmaktadır. Katil, darp, gasp, hırsızlık, rüşvet alma vs. el ile yapılan fiillerdir. Yalan, iftirâ, dedikodu, gıybet, başkalarıyla alay etme, hakâret etme ve daha nice kötülükler ki bunlar insanların birçok maddî ve ma'nevî sıkıntılara, zararlara uğramalarına, cem'iyetin sosyal ve ahlâkî nizâmını sarsmaya zemin hâzırlayan âmillerdir. Evet bütün bunların vâsıtası da, âleti de, bilfiil icrâ edeni de dildir. Bunun gibi yapılan eziyetlerin, zarar vermelerin, hakka tecâvüzlerin ve haksızlara, zâlimlere yardımcı olmanın önemli bir kısmı yine el ile yapılmaktadır. Hattâ zararlı kitapları yazmak ve yayınlamak da el ile yapılan eziyetlerdendir. Olgun bir mü'min olabilmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilmek için, îmândan sonra güzel amellerde bulunmak kaçınılmaz vazîfelerimizdendir. İşte bu vazîfelerden biri ve belki en önemlisi de Müslümânların dokunulmaz haklarına hürmet etmek, onların mallarına, canlarına, nâmûslarına, izzet ve şereflerine saygı göstermek, hiçbir sûretle onlara eziyet etmemektir. Müslümânları dâimâ kardeşliğe, birbirlerini sevmeye, birbirlerinin haklarını gözetmeye davet eden Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm), bu davete uymayıp, Müslümânlara eziyet eden, kul hakkına riâyet etmeyen kimseleri "müflis" diye vasıflandırıyor. Ebû Hüreyre hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfe göre Peygamberimiz (aleyhis-selâm) bir grup Eshâbına: "Biliyor musunuz, müflis kimdir?" dedi. Onlar: "Bizce müflis, parası ve malı olmayan [kalmayan] kimsedir" diye cevâp verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimin müflisi şu kimsedir ki, Kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekât sevaplarıyla gelir. Fakat şuna söğmüş, şuna iftirâ etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu döğmüş olarak gelir. Bunlardan dolayı hasenâtından, zikredilen kişilerin herbirine verirler. Üzerinde olan haklar ödenmeden hasenâtı tükenirse, bu defa, hak sâhiplerinin günâhları o kimseye yükletilir. Sonra o kimse Cehenneme atılır." TELÂFİSİ MÜMKÜN DEĞİL!.. Evet, dünyâda iflâs eden bir kimseyi düşünün; bütün malları elinden alınmış, her gittiği yerde karşısına bir alacaklı çıkıyor, zâhirî dostları onu bir bir terk ediyor, elinde ne varsa hepsine haciz konulmuş. Böylesi bir durum, insan için gerçekten tahammülü zor, çok ağır bir şeydir. Fakat ebedî iflâs yanında çok hafîf kalır. Çünkü dünyâda kaybedilen, belki bir daha kazanılabilir. Fakat ebedî hayâtta, Allahü teâlânın huzûruna, kul hakkı ile çıkmak ve orada "müflis" damgasını almak, bir mü'min için tasavvur edilemeyecek ve telâfîsi mümkün olmayan bir felâket olur. Cenâb-ı Hakk'ın bize lütfettiği ni'metleri, özellikle el, dil, göz gibi çok kıymetli uzuvlarımızı, O'nun rızâsı istikâmetinde, emirleri doğrultusunda kullanmakla mükellefiz... Cenâb-ı Hak, vücûd uzuvlarımızı yerli yerince kullanmamızı nasîb buyursun. [Bu önemli konuya, yarın da devâm edelim inşâallah.]
.Müslüman, kimseye zarar vermez -ll-
2013-02-09 01:00:00
Sahîh-i Buhârî'nin "Kitâbu'l-Îmân" başlıklı bölümünün üçüncü hadîsinde, "Müslümân, elinden ve dilinden, diğer Müslümânların zarar görmedikleri kimsedir" buyurulduktan sonra, hadîsin sonunda "Muhâcir de, Allah'ın yasakladığı şeyleri terk edendir" lafızlarına da yer verilmiştir. Dünkü makâlemizde, bir nebze, hadîsin 1. kısmından bahsetmiştik. Ama hadîs-i şerîf o kadar önemli bir hadîs-i şerîf ki, bir makâlede açıklamasının yapılması mümkün değildir. Onun için konuya bugün de devâm etmek istiyoruz... İmâm-ı Gazâlî (rahimehüllah) bir eserinde dilin âfetlerini, dilin sebep olduğu felâketleri açıklarken şöyle demektedir: "Dil, Hak teâlânın yarattığı şaşılacak şeylerdendir. Görünüşte bir et parçasıdır; ama hakîkatte varlıkta olan her şey onun tasarrufu altındadır. Çünkü o, hem yokluktan, hem de varlıktan ibârettir. Belki aklın vekîlidir. Akla, vehime ve hayâle gelen her şeyi, dil söyler. Kalbin doğruluğu ve eğriliği dilin doğru ve eğriliğine bağlıdır, bunun için sevgili Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) "Kalb doğru olmayınca, îmân doğru ve müstakîm olmaz. Dil doğru olmayınca da, kalb doğru olmaz" buyurmuşlardır. O hâlde dilin zararlarından sakınmak, dînde mühim işlerdendir. DİLİN AFETLERİ... Bu ön bilgilerden sonra, İmâm-ı Gazâlî'nin zikrettiği dil âfetlerini sayalım: 1-Lüzûmu olmayan sözleri söylemek. Söylemediğin zaman dînin ve dünyân için sana hiçbir zarar vermez. 2-Bâtıl ve günâh şeyleri konuşmak: Bâtıl konuşmak, bid'atler hakkında konuşmaktır. Günâh söylemek ise kendi fısk ve fesâdını anlatmak ve başkalarına anlattırmaktır. 3-Sözde muhâlefet, münâkaşa etmek: Bazı kimselerde âdet hâline gelmiştir ki, kim ne söylerse kabûl etmez, hayır öyle değildir der. Bu, "sen ahmaksın, bir şey bilmezsin, yalan konuşursun, ben ise akıllıyım, zekîyim, bilgiliyim ve doğru konuşurum" demektir. 4-Mâlda husûmet: Kalbi dağıtan, hayâtın zevkıni gideren, dîn mürüvvetini götüren, mâl husûsundaki düşmânlık gibi hiçbir şey yoktur. 5-Fuhuş söylemek. Yanî çirkin söz söylemek, sövmek. 6-La'net etmek. Hayvâna, insana, canlı ve cansız neye olursa la'net etmek kötüdür, uygun değildir. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) "Mü'min la'net etmez" buyurarak la'net etmekten bizleri menetmiştir. 7-Aşırı mizâh, şaka. Az olmak şartı ile arada bir şaka yapmak mubâhtır. Bir diğer şart da, bu iş, âdet ve meslek hâline getirilmemeli ve doğru söylemelidir. Çünkü fazla şaka ve mizâh vakti öldürür ve insanı çok güldürür. Çok gülmek ise kalbi karartır. Heybet ve vakârı giderir. Çok güldüren her şey kötüdür. Gülmek, tebessümden fazla olmamalıdır. Peygamber Efendimiz (aleyhis-selâm) "Benim bildiğimi siz bilseniz, az güler, çok ağlarsınız" buyurmuşlardır. 8-Alay etmek: Bir kimse ile alay etmek ve ona gülmek, sözünü ve işlerini gülünç şekilde anlatmaktır. Allahü teâlâ "Kimseye hakâret gözü ile bakmayın ve kimseye gülmeyin ki, o sizden daha iyi olabilir" buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) "Alay edene ve insanlara gülene, Kıyâmet günü Cennetin kapısını açarlar ve ona gel gir derler. O gelip girmek istediğinde, Cennetin kapısını kapatırlar. Dönünce yine bağırırlar, başka bir kapı açarlar. O ise, o üzüntü ve gam arasında ezilir durur. Yaklaşınca kapı kapanır. Nihâyet çağırırlar da gidemez. Anlar ki kendisi ile alay ediyorlar." "İNŞÂALLAH" DEMELİDİR... 9-Yalan yere söz vermek: Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) buyurdu ki: "Üç şey vardır ki, bunlardan biri kimde bulunursa, [namaz kılsa da, oruç tutsa da] münâfıktır. Bunlar: Konuşunca yalan söyler, söz verince, sözünde durmaz. Kendisine verilen emânete ihânet eyler." Eshâb-ı Kirâm'dan biri anlatır: Resûlullah'a bîat ettim ve şuraya geleceğim dedim, sonra unuttum, üçüncü gün gittim orada idi. Buyurdu ki: "Ey delikanlı! Üç gündür seni bekliyorum." Evet elden geldiği kadar, zorla söz vermemelidir. Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm) "İnşâallah yapabilirim" derdi. Söz verince, bir zarûret olmaksızın, elden geldiği müddetçe sözünü yerine getirmelidir..
.İmâm-ı Gazâlî kimdir?
2013-02-22 01:00:00
Gazâlî nisbesiyle meşhûr, "Huccetü'l-İslâm" ve "Zeyneddîn" lakablarıyla anılan, künyesi de "Ebû Hâmid" olan Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed, İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. İctihâdı, Şâfiî mezhebine uygun olan bir "müctehid"di. Hicrî-kamerî 450 (m. 1058) senesinde Îrân'ın Tûs şehrinin "Gazâl" kasabasında doğmuştur. Babası, âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmayan, elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eden ve hizmetlerinde bulunan sâlih ve fakîr bir zâttı. Âlimlerin nasîhatlarını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan, kendisine âlim olacak bir evlâd vermesini yalvara-yakara isterdi. Yün eğirip, Tûs şehrinde bir dükkânda satan, böylece evinin geçimini temîn eden babası, vefâtının yaklaştığını anlayınca, hem oğlu Muhammed Gazâlî'yi, hem de diğer oğlu Ahmed'i, hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden olan bir arkadaşına, bir miktar mal da vererek şöyle vasiyette bulundu: "Ben kendim, âlim bir kimse olamadım; bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin." VASİYETİ YERİNE GETİRDİ O arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra iki kardeşi medreseye verdi ve bu sâyede her ikisi de büyük âlimlerden olma saâdetine kavuştular... İmâm-ı Gazâlî, çocukluğunda, kendi memleketinde, fıkıhtan bir miktâr okudu. Sonra Cürcân'a gitti. İmâm Ebû Nasr İsmâîlî'den bir müddet ders aldı. Sonra Tûs'a döndü. Cürcân'dan Tûs'a dönerken başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: "Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım: 'Ne olur, işinize yaramayan ders notlarımı bana geri verin' dedim. Reîsleri: 'Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?' diye sorunca: 'Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filân yerdeki birkaç tomar kâğıttır' dedim. Eşkıyânın reîsi güldü; 'Sen o şeyi bildiğini nasıl iddiâ ediyorsun, biz onları senden alınca, ilimsiz kalıyorsun' dedi, ama onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, 'Allahü teâlâ, belki de beni îkâz için, yol kesiciyi o şekilde konuşturdu' dedim. Tûs'a gelince üç yıl boyunca, bütün gayretimle çalışarak, Cürcân'da tuttuğum notların hepsini ezberledim." Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsîline devâm etmek için, o zamânın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nîşâbûr'a gitti. İmâmü'l-Haremeyn Ebü'l-Meâlî el-Cüveynî'nin talebesi oldu. Hocası, kendisine yakın alâka gösterdi. Burada kelâm [akâid], usûl-i fıkıh, fıkıh [İslâm hukûku], usûl-i hadîs, mantık ve münâzara ilimlerini öğrendi. Ebû Hâmid er-Rezekânî, Ebü'l-Hüseyin el-Mervezî, Ebû Nasr el-İsmâîlî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri de onun belli başlı hocalarındandır. Nîşâbûr'da tahsîlini tamâmlayınca, büyük bir ilim-irfân ve edebiyât hâmîsi olan Selçûklu vezîri, büyük devlet adamı Nizâmül-mülk'ün daveti üzerine Bağdâd'a gitti. Nizâmül-mülk'ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamânın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve mes'eleleri îzâh etmekteki üstün kâbiliyetine hayrân kaldıklarını i'tirâf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzûları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve îzâh etme kâbiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişân oluyorlar ve tutunamıyorlardı. BAŞMÜDERRİS OLDU Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin, İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçûklu vezîri Nizâmül-mülk, onu Nizâmiye Medresesi başmüderrisliğine [şimdiki ta'birle Nizâmiye Üniversitesi Rektörlüğü'ne] tâyin etti. Bu Üniversite'nin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yetiştirdiği talebelerin had ve hesâbı yoktu. Ebû Mansûr Muhammed, Muhammed bin Es'ad et-Tûsî, Ebü'l-Hasan el-Belensî, Ebû Abdillah Cümert el-Hüseynî talebelerinin meşhûrlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî, hem ilim ehli, hem devlet adamları, hem de halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, "Kitâbü'l-Basît fil-Fürû'", "Kitâbü'l-Vesît", "El-Vecîz", "Meâhizü'l-Hilâf" adlı kitaplarını yazdı. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
.İmâm-ı Gazâlî'nin büyüklüğü
2013-02-23 01:00:00
Dünkü makâlemizde, bir nebze, İmâm-ı Gazâlî'nin kimliğinden, âilesinden, ilim tahsîlinden, bazı hocaları ve talebesinden, yazdığı kitaplarının bir kısmından bahsetmeye çalıştık. Bugünkü makâlemizde de, yine onun büyüklüğünden, üstünlüğünden bahsetmek istiyoruz... "İsmâîliyye" adındaki bid'at fırkasının görüşlerini çürütmek için "Kitâbu Fedâihi'l-Bâtınıyye ve Fedâili'l-Müstehzariyye" adlı eserini yazdı. Yine bu sırada, Rumcayı öğrenerek, eski Yunan ve Lâtin felsefecilerinin sapıklığını ortaya koymak için, o filozofların kitaplarının asılları üzerinde, üç sene titizlikle inceleme ve araştırmalar yaptı. Bu incelemeleri netîcesinde, felsefecilerin maksatlarını açıklayan "Mekâsıdü'l-Felâsife" kitâbı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden "Tehâfütü'l-Felâsife" kitâbını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda, dünyânın tepsi gibi düz olduğunu iddiâ ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh), dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tâzelendiğini delîllerle isbât etti... ONU FELSEFECİ ZANNETTİLER!.. İmâm-ı Gazâlî [rahimehullah], felsefecilerle ilgili çalışmalarını "El-Munkızu Ani'd-dalâl" kitâbında anlatmaktadır. Filozofların, fırkalarının çeşitliliğine ve çokluğuna rağmen, "Dehriyyûn", "Tabîıyyûn" ve "İlâhiyyûn" olmak üzere üç kısma ayrıldığını, bunların hepsinin de kendilerini bid'at ve küfürden kurtaramadıklarını ifâde etmiştir. İmâm-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve i'tikâdlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten birtakım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak Peygamberleri ve onların bildirdikleri îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, filozof değil, müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olmaz; İslâm âlimi olur. İslâm dîninde felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır... İmâm-ı Gazâlî [rahmetullahi aleyh], bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî'yi vekîl bırakarak, Nizâmiye Üniversitesi'ndeki görevine biraz ara verdi ve Bağdat'tan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve seyâhatler yaptı. Şâm'da kaldığı iki yıl içinde, en kıymetli eseri "İhyâu Ulûmi'd-dîn"i yazdı. Daha sonra Kudüs'e gitti. Burada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı "Mufassılu'l-Hilâf", "Cevâbu'l-Mesâil" ve Allahü teâlânın "Esmâ-i Hüsnâ" denilen isimlerini anlatan "El-Maksadü'l-Esnâ fî Esmâillahi'l-hüsnâ" adlı eserini yazdı. Kudüs'te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteâkıben Bağdâd'a döndü. Nizâmiye Üniversitesinde, Şâm'da yazdığı İhyâ'sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedrîs hayâtı fazla uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs'a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı "Ed-Dercü'l-merkûm" kitabı ile "El-Kıstâsu'l-Müstakîm", "Faysalu't-Tefrika", "Kimyâ-ı Seâdet", "Nasîhatü'l-Mülûk" ve "Et-Tibru'l-Mesbûk" adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra, Selçûklu vezîri Fahru'l-Mülk'ün ricâsı üzerine, bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan "Mişkâtü'l-Envâr" adlı eserini de bu sırada yazdı. İNSANLARI İRŞÂD ETTİ... İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, "Silsile-i zeheb"in büyüklerinden olan "Ebû Ali Fârmedî" hazretleridir. Onun huzûrunda kemâle geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyâlık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde de, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdikten sonra, doğduğu yer olan Tûs'a döndü. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti... [Tabîî ki, koca bir deryayı, iki kısa makâle çerçevesine sığdırmak mümkün değildir. İnşâallah, öbür hafta da İmâm-ı Gazâlî'den bahsetmek istiyoruz. Cenâb-ı Hak, onu, diğer İslâm âlimlerini ve evliyâullah'ı bizlere şefâatçi eylesin.]
.Dünya fânî, ölüm hak, âhiret bâkî
2013-03-01 01:00:00
Fahr-i kâinât Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde: "Lezzetleri yıkan ölümü çok hâtırlayın"; diğer bir hadîs-i şerîflerinde: "Dünyâda bir garîp veya bir yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say (yani kesinlikle öleceğine göre, kendini şimdiden ölmüş bil)"; başka bir hadîs-i şerîflerinde ise: "Ölülerinizi hayırla yâd edin (iyilikle anın)" buyurmuşlardır. Sevgili Peygamberimiz yine buyurmuşlardır ki: "Âdemoğlu vefât edince amel defteri kapanır [artık sevâb yazılmaz olur]; ancak şu üç şeyi yapanlar müstesnâ: 1- Sadaka-i câriye [(câmi, mescid, medrese, çeşme, yol, hastahâne, aşevi, yurt...ve sâire gibi) umûma hayrı dokunan eserler meydâna getirenler)] 2- Arkasından istifâde olunan ilim bırakanlar (faydalı eserler veya talebe bırakanlar) 3- Arkasından hayır duâ edecek evlâd bırakanlar." Yine Sevgili Peygamberimiz: "Akıllı insan, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için hazırlanandır" buyurmuştur. Yûnus Emre (rahmetullahi aleyh) de, bakın bize ne tavsıye etmektedir? "Kimseye bâkî değildir mülk-i dünyâ, sîm ü zer; Bir harâb olmuş gönlü tamir etmektir hüner. Buna fânî dünyâ derler, durmayıp dâim döner; İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün âkıbet söner." Yine Yûnus Emre: "Eğer bir gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil,/Yetmişiki millet dahî elin-yüzün yumaz değil" demiştir. Yûnus Emre [rahimehüllah], birçok şiirinde, gönül kırmamaya dikkat edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Meselâ onun tavsıyelerinden biri de şöyledir: "Durma kazan, ye, yedir;/Bir gönül ele getir./Yüz Kâbe'den yeğrektir/Bir gönül ziyâreti." Merhûm Yûnus Emre şunları da söylüyor: "Elif okuduk ötürü/Pazar eyledik götürü/Yaratılmışı severiz/Yaratandan ötürü." O, işin püf noktasını kendisi kavramış ve bizlere de şöyle tavsıyede bulunmuştur: "Giderdim gönlümden kini, Kin tutanın yoktur dîni Ey yârenler! Ben bu sözü, Uludan işittim ahî" Onun şu dörtlüğü de, târihte olduğu kadar, günümüz için de çok mühimdir: "Ben gelmedim da'vî [kavga] için, Benim işim sevi [sevgi] için, Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim." Kalp nazargâh-ı İlâhîdir. Onun için Peygamber Efendimiz, îmândan sonra en kıymetli işin, kalplere sürûr vermek olduğunu beyân buyurmuşlardır. Taberânî'nin "Mu'cem"inde geçen bir ibârede "idhâlü's-sürûr fî kalbi'l-mü'min" ifâdelerini görüyoruz. Yani "mü'minin kalbine sürûr, sevinç vermek." Evliyânın, Allah dostlarının büyüklerinden olan Bâyezîd-i Bistâmî [kuddise sirruh] de, ulaştığı yüksek mertebeye ne ile ulaştığını soranlara, bu cevâbı vermiştir. Ya'nî "insanlaraın kalplerine sürûr vermekle" buyurmuştur. Hattâ kabr-i şerîfinde [türbesinde] bu ibâre yazılıdır. Günümüzde, hayâtın çeşitli zorlukları ve sıkıntılarıyla karşı karşıya olan insanlara ümîd vermek, kederlerini gidermek, onlara müsbet enerji aşılamak son derece önemlidir. "Yaradılmışı hoş gör, Yaradan'dan ötürü" diyen Yûnus Emre, Allahü teâlânın yaratığı olan bütün insanlara, hattâ bütün canlı ve cansızlara şefkat ve merhamet etmek gerektiğini belirtmektedir. Hattâ bu konuda, onlar arasında soy-sop, millet, ırk, renk, mevki-makam ve refah farkı gözetmemek gerektiğini de ifâde etmektedir. Yûnus Emre için "dervişlik", herkese faydalı olmak ülküsüdür. Tembelliği, tufeylî ve faydasız olmayı kınamıştır. Onun, İslâm âlimlerine uyulmasını tavsiye eden başka bir şiiri de şöyledir: "Bu yol gâyet uzaktır/Dünyâ ona tuzaktır/Bu tuzağa uğrayan/Komaya kılavuzun." *** 22 Şubat 2013 Cuma günü [gece 21.30 civârında], tedâvî gördüğü Memorial Hastahânesi'nde vefât edip 23 Şubat Cumartesi günü Eyüp Sultân Câmi-i şerîfinde ikindi namazını müteâkıben kılınan cenâze namazından sonra, Kaşgârî Dergâhı'nın yakınında bulunan âile kabristanında, hocası ve merhûm kayınpederi büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin (rahmetullahi aleyh) yanına defnedilen merhûm Dr. Enver Ören Ağabey, bu satırların yazılmasına vesîle olmuştur. Kendilerine ve akrabâ-i taallukâtına, Cenâb-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret diler, Cennet'teki derecesinin âlî olmasını ve bizlere şefâatçi olmasını temennî eder, saygıdeğer Hanımefendilerine, muhterem Mahdûmlarına, bütün âile efrâdına, sevenlerine, bütün Türkiye'ye, Türk âlemine ve İslâm âlemine başsağlığı ve sabr-ı cemîl niyâz ederim...
.Ölüme hazırlanmanın önemi...
2013-03-02 01:00:00
Dün bir nebze, İhlâs Holding Yönetim Kurulu Başkanı, Türkiye Gazetesi'nin 43 sene boyunca hiç değişmeyen sâhibi merhûm Dr. Enver Ören ağabeyden birkaç cümle hâlinde bahsetmeye çalıştık. Türkiye, Türk Cumhûriyetleri, Avrupa, Balkanlar, Kafkaslar, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika, Avusturalya ve bütün İslâm âleminde milyonların sevgisine mazhar olmuş, iyiliksever, cömerd, mütevâzı, hayır ehli insanın cenâzesinde bulunan insan seli, herkesin gıbta ettiği, imrendiği bir hâl olmuş, o hâli gören pekçok kimse "şimdi o tâbutta keşke ben olsaydım" demiştir. TBMM Başkanı; Başbakan, pekçok Bakan, Anayasa Komisyonu Başkanı, Vâlî, Belediye Başkanı gibi devlet ve hükûmet erkânının, sivil toplum kuruluşlarının, diğer siyâsî parti temsilcilerinin, ilim, sanat, ticâret ve iş adamlarının, bütün dînî cemâat ve cemiyet mensuplarının son yolculuğuna uğurladıkları herkesin Enver Ağabeyi, radyolarda ve televizyonlarda anlatıldığı, gazete ve internet sitelerinde yazıldığı üzere, ne kadar çok hayır işlemiş? Arkasında hayırlı eserler, iyi evlâd, hayırlı kadrolar, ekipler, nesiller bırakmak ne kadar mühim bir iş? İKİ CİHAN SAADETİ İÇİN... Hepimiz biliyoruz ki, Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemekte ve bunları da emretmektedir. Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan itibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün "Peygamber"leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emir ve yasaklarını, yani ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir. Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü'l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır. İnsanlar, Allah'ın Peygamberlerine tâbi olup, emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat bir hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır. Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta yani dünyâda ve âhirette kurtuluşa davet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır. Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 "Ülü'l-azm" Peygamber, 313 "Resûl", 124 binden ziyâde "Nebî"nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü suhuf, 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır. "Peygamberler Târîhi"ni incelediğimizde, aslında hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı, iyi ferdler, âileler ve cemiyetler meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimiz, târîhimiz, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir. Burada, hemen, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî'nin (rahmetullahi aleyh) bir sözünü hatırlıyoruz. O buyuruyor ki: "İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir; herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır." Herkesçe bilindiği gibi, bütün peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır. "DÜNYA KİMSEYE KALMAZ!.." Dün de kendisinden bahsettiğimiz Yûnus Emre, şu iki dörtlüğünde de, son derece önemli husûsları vurgulamaktadır: "Gelin tanış olalım/İşi kolay kılalım/Sevelim sevilelim/Dünyâ kimseye kalmaz." "Mâl sâhibi, mülk sâhibi/Hani bunun ilk sâhibi?/Mâl da yalan, mülk de yalan/Var biraz da sen oyalan." Yûnus Emre [rahimehullah], bunları niçin söylüyor? Çünkü Sevgili Peygamberimiz, dün de belirttiğimiz gibi: "Dünyâda bir garip veya yolcu gibi ol ve nefsini ashâbu'l-kubûrdan farz et yani kendini ölmüş bil" buyurmuşlardır. "Ölmeden önce ölme" sırrına vâkıf olma, "hesâba çekilmeden evvel kendisini hesâba çekme" de, tasavvufta çok önemli prensiplerdendir...
.Şeyh Edebâlî hazretlerinin, Osmân Bey'e nasîhati
2013-03-08 01:00:00
Bugünkü makâlemize, "Şeyh Edebâlî" Hazretlerinin, talebesi ve dâmâdı "Osmân Gâzî"ye olan çok mühim bir nasîhatini konu edinmek istedik. Çünkü bu kısa, az-öz olan nasîhatte çok önemli bazı husûslar vurgulanmıştır: "Ey oğul, sen beysin, bundan sonra biz öfkelenirsek, senin uysal olman lâzım. Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik, hatâ bize; hoş görmek sana. Geçimsizlik, uyumsuzluk, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik, tembellik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana. Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki, devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır ve çetin, Allah yardımcın olsun." HASAN-I BASRÎ'NİN NASÎHATİ Tâbiîn-i kirâmın en büyüklerinden müfessir, muhaddis, mütekellim ve mutasavvıf "Hasan-ı Basrî" hazretlerinin, halîfe "Ömer bin Abdülazîz"e yaptığı bir nasîhati de çok mânidârdır: "Ey mü'minlerin emîri, bil ki, Allahü teâlâ, halîfeyi, zâlimlere, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara destek olarak yaratmıştır. Kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, halka da öyle davranır. O, bedendeki kalb gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur, bozulmasıyla bozulur. Halîfe, Allahü teâlâya itâat eder. Emrindeki halkı da Ona itâate sevk eder. Rabbimiz, kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olanların suç işlemesi yakışır mı? Ölümü, ölüm anında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hâzırlık yap. İyi bil ki, ölümü müteâkip bir yere gireceksin; orada uzun müddet kalacaksın. Dostların orada seni yalnız bırakacak, sen tek başına kalacaksın. Kişinin kardeşinden, ana-babasından, çoluk-çocuğundan kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hâzırla. Herkesin diriltilip gizli olan şeylerin ortaya çıkarılacağı günü hâtırla. Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Ecel gelip çatmadan ve fırsat elde iken, Allahü teâlânın kullarına adâletle hükmet... Senin felâketine sebep olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin... Kendileri dünyâ menfaatlerine kavuşmak için, seni âhirette kavuşacağın ni'metlerden uzaklaştırırlar... Bugünkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını düşün, ona göre iş yap... Bir ağ gibi seni saran ölüm her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceğini unutma!.." ÖLÜMÜ HATIRLAMANIN FAZÎLETİ Yukarıdaki nasîhatlere uyabilmek, ancak devâmlı ölümü düşünen ve ölüm sonrasını unutmayan kimselere nasîb olur. Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyuruyor ki: "Lezzetleri yok eden, ağız tadını bozan, ümitleri kıran ölümü çok anın! Ölümü darlıkta düşünen râhatlar. Bollukta düşünen, lüzûmsuz işten, isrâftan kaçar, kanâatkâr olur." [İbn-i Hibbân] "Allah'tan utanan, ölümü düşünmeden yatmaz, harâm lokma yemez, zinâdan kaçar, dilini, gözünü ve kulağını harâmlardan sakınır, öldükten sonra çürüyeceğini düşünür." [Taberânî] "En akıllınız, ölümü çok hâtırlayan, âhiret için azık toplamakta acele edendir. Ölümü çok hâtırlayan dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşur." [Taberânî] "Demir paslandığı gibi, kalbler de günâhla paslanır. Kalblerin cilâsı ölümü çok hâtırlamak ve Kur'ân-ı kerîm okumaktır." [Beyhekî] "Ölümü anmak, günâhlardan korur ve dünyâdan [Allahü teâlânın rızâsına mâni olan her şeyden] alıkoyar." [İbn-i Ebid-dünyâ] "Ölümü çok anmak, insanı dünyâdan çeker, günâhlardan sıyırır." [İbn-i Lâl] "Ölümü çok anıp günâhlardan kaçanın kabri, Cennet bahçesi olur. Ölümü unutup günâhlara dalan kimsenin kabri de Cehennem çukuru olur." (Süfyân-ı Sevrî) Bir zâtı çok övdüler. Orada bulunan Resûlullah Efendimiz, "O kimse ölümü hâtırlar mı?" buyurdu. "Ölümden söz ettiğini duymadık" dediler. "Ölümü anmayan değerli olmaz" buyurdu. (İbn-i Ebid-dünyâ) Peki ölüm nedir, ölümden korkmalı mıdır? Ölümü hâtırlamanın fazileti nedir? diye bir suâl sorulacak olursa, onun cevâbını da inşâallah yarınki makâlemizde ele alalım...
Osman Bey'in, oğlu Orhan Bey'e nasîhati
2013-03-09 01:00:00
Dünkü makâlemizde, Şeyh Edebâlî hazretlerinin, dâmâdı Osmân Bey'e yaptığı bir nasîhatten bahsetmiştik. Bugün de Osmân Bey'in, oğlu Orhân Bey'e yaptığı nasîhati mevzû-i bahs edeceğiz. Buyuruyor ki: "Her şeyden önce, dîn işlerini ele al, yürütmekte de aslâ gevşeklik gösterme! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin kuvvetlenmesine sebep olur. Dîn gayreti olmayan, eğlenceye düşkün ve tecrübe edilmemiş kimselere iş verme! Çünkü Yaradan'dan korkmayan, yarattıklarından da çekinmez. Zulümden, İslâmiyet'e aykırı şeylerden son derece uzak dur! Seni zulüm ve bid'ate teşvîk edip sürükleyenleri, devletinden uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa sürüklemesinler. Devlet hizmetinde ihlâsla ömrünü tüketen sâdık devlet adamlarını dâimâ gözet. Böyle kıymetli kimselerin vefâtından sonra, âile efrâdını koru, ihtiyâcı olanların da ihtiyâçlarını karşıla, tebaandan hiç kimsenin mâlına-mülküne dokunma! "ÂLİMLER VE ÂRİFLER ÇOĞALSIN" Hak sâhiplerine haklarını ver, lâyık olanlara ihsân ve ikrâmlarda bulun ve âilelerini de gözet! Devletin bedeninde kuvvet mesâbesinde olan hakîkî âlimleri ve fazîlet sâhiplerini, edîp ve yazarları, san'at erbâbını gözetip koru. Onlara hürmet, ikrâm ve ihsânda bulun. Bir ülkede, olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onlara her türlü imkânı tanıyarak ülkene yerleştir ki, hükümetin süresince âlim ve ârifler memleketinde çoğalsın. Dîn ve devlet işleri nizâma oturup ilerlesin. Sakın, orduna ve zenginliğine mağrûr olma. Benim hâlimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misâli, hiç lâyık olmadığım hâlde buraya geldim ve Allahü teâlânın nice ihsânlarına kavuştum. Sen de benim uyguladığımı yap! Bu yüce dînin mensûplarını ve itâat eden diğer tebaanı himâye eyle! Allahü teâlânın hakkını ve kullarının hakkını gözet. Devletin zarûrî ihtiyâçları dışında sarfiyâtta bulunmaktan son derece sakın! Senden sonra geleceklere de aynı şeyi tenbîh eyle. Dâimâ adâlet ve insâf üzerine bulun. Zulme meydân verme. Herhangi bir işe başlayacağın zaman, Allahü teâlânın yardımına sığın! Tebaanı, düşmânların ve zâlimlerin saldırılarından koru. Haksız olarak hiç kimseye muâmelede bulunma. Dâimâ halkını hoşnut edecek şeyleri arayıp, yapılmasını sağla. Onların gönlünü kazanmayı, bunun devâmını büyük ni'met bil! Halkın sana olan güveninin sarsılmamasına son derece dikkat eyle!.." Görüldüğü gibi, burada son derece önemli bazı husûslar dile getirilmiştir. Her Müslümân, Cennet ve Cehenneme inanır. Cehennemden kurtulmak, Cennete girmek isteyen akıllı kimsenin ölüme hâzır beklemesi gerekir. Çünkü Peygamber Efendimiz, "Akıllı kimse, kendisini hesâba çekip ölüm için hâzırlanan kimsedir" buyuruyor. Bir şey için hâzırlanmak, onu sık sık hâtırlamakla olur. Hâtırlamak ise, hâtırlatıcı şeylere bakmakla, onları yapmakla mümkündür. Genel olarak bütün insanlar ölümden gâfildirler. Bir âyet-i kerîmede, "Hesâp görme zamanı yaklaşmasına rağmen, insanlar gaflet içinde, bundan yüz çeviriyorlar" buyuruluyor. (Enbiyâ, 1) "BENİ RABBİME KAVUŞTUR" Dünyânın faydasız zevklerine aldanan, ölümden habersiz yaşar. Yanında ölümden bahsedilince, nefret eder. Peygamber Efendimiz, "Kim ölümden nefret ederse, Allah da ondan nefret eder" buyuruyor. Allahü teâlâ da, "Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlakâ yakalanacaksınız" buyuruyor. (Cuma, Günâhlardan kaçıp ibâdetlerini yapan kimse, ölümü istemese de, ölümden nefret etmiş sayılmaz. Çünkü o, kusûrlarını telâfî peşindedir. Bir kimseye, sevgilisi hemen gel dese, o kimse de, yıkansa, tıraş olsa, yeni elbiseler giymekle, sevgilisine hediyeler almakla meşgûl olsa, geciktiği için sevgilisine kavuşmaktan nefret etmiş sayılmaz. Yanî ölümden hoşlanmamasında mazûrdur. Çünkü ölüm için hâzırlık yapmaktadır. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Azrâîl aleyhisselâma, "Tez gel, haydi cânımı çabuk al, beni Rabbime hemen kavuştur" demiştir. Öyle ya, seven sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hâtırından çıkarır mı, o günün bir ân gelmesini şiddetli şekilde arzû etmez mi? Hattâ ölümün gecikmesine canı sıkılır. Bir ân önce ona kavuşmaya cân atar...
. Ölüm hakkında bazı İslam büyüklerinin sözleri
2013-03-15 01:00:00
Ölüm hakkında birçok âyet-i kerîme nâzil olmuş, pekçok da hadîs-i şerîf vârid olmuştur. Bunların yanında, İslâm âlimleri de çok kıymetli sözler söylemişlerdir. Bugün ve yarınki makâlelerimizde inşâallah, sizlere onlardan birer demet takdîm etmek istiyoruz:
Ölüme dâir, Sahâbe-i kirâmın da çok güzel sözleri olmakla beraber, biz bugün daha ziyâde Tâbiînden bazı nakiller yapmaya çalışacağız.
Tâbiîn devrinde Kûfe'de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki: "İnsanın bekledikleri arasında, ölümden hayırlısı, daha iyisi yoktur."
Yine Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhûr Halîfe Ömer bin Abdilazîz (rahmetullahi aleyh) hazretleri, akrabâsından birisine gönderdiği bir mektupta şunları yazmıştır: "Eğer gece ve gündüzünde ölümü hâtırlamayı şiâr edinmek istersen, fânî ve geçici olana rağbet etmeyip bâkî ve devâmlı olana yönel. Ve's-selâm."
Tâbiînin zâhid, âbid ve müttekîlerinden ve velîlerden Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki: "Bir kimsenin, ölümü çok hâtırlaması, amellerinde kendisini gösterir."
BERÂT'TA VERİLEN LİSTE
Kezâ Tâbiîn devrinde Medîne-i Münevvere'de yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Şa'bân ayının on beşinde, yani Berât gecesinde, o yıl içinde ölecek olanların listesi, Azrâîl aleyhisselâma verilir. Bu arada ev yapan, su akıtıp ağaç diken ve yeni evlenen nice kimseler vardır ki isimleri bu listededir. Fakat onlar bunu bilmezler."
Tâbiînin meşhûr hadîs hâfızlarından ve velîlerden Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi aleyh) bir cenâze görünce; "Siz sabâhleyin gidiyorsanız, biz de akşamleyin geleceğiz. Şu cenâze açık bir öğüt ve ibret alınacak bir şeydir. Fakat gaflet çok. Öncekiler geçip gidiyorlar, fakat arkadakiler hiç aldırış etmiyorlar" buyurmuştur.
Yine Tâbiînin büyüklerinden ve evliyânın meşhûrlarından Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi aleyh) harâbe yerleri görünce, başında durup; "Ey harâbe! Senin sahiplerin, senin üzerinde yaşayanlar nerede? Onlar ölüp gittiler; sâdece amelleri, yaptıkları işler kaldı. Her türlü istekler, arzû ve hevesler bitti; hatâlar, günâhlar kaldı. Ey insanoğlu! Hatâyı, günâhı terk etmek, tövbe etmekten ve af dilemekten daha kolaydır" derdi.
Kezâ derdi ki: "Benim en güzel şekilde yetişip büyüyen çok tatlı bir evlâdım olsa ve en tatlı zamânında vefât etse, benden alınsa, bu, Allahü teâlânın takdîri ile olduğu için, buna râzı olmak, bana dünyâdan ve dünyâdaki şeylerden daha hayırlıdır."
Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka'bü'l-Ahbâr (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki: "Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve musîbetleri, dert ve sıkıntıları çok hafîf gelir."
Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velîlerden A'meş (rahmetullahi aleyh) ise buyurdu ki: "Bir cenâze olduğunda, bizim hepimizi öyle bir hüzün kaplardı ki, kime ta'ziyede bulunacağımızı tanıyamaz hâle gelirdik."
MÜSLÜMAN HAMD EDER...
Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velîlerden İbn-i Muhayrız (rahmetullahi aleyh) insanların ahde vefâ göstermelerini isterdi ve kendisi de buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin Ukbe diyor ki: İbn-i Muhayrız ile Remle'de bir cenâzede bulundum. Şöyle diyordu: "Anladım ki içlerinden birisi vefât ettiği zaman Müslümânlar: 'Bizleri, İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun' derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü, ne de bu söyledikleri sözlerini hâtırlarına getirirler."
Gâziantep velîlerinden Dervîş Hâcı (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Ölüm bilinmeyen bir şeydir. Gelmeden görünmez, gelince de amân vermez. Ölüm seferine çıkanın bir daha geri dönmesine imkân yoktur. Bu yalan dünyâ nice defâlar dolup boşalmıştır. Ölüm nice anaların yavrusunu almış, nice babaların boynunu bükmüş, nice yavruları anasız, babasız koymuştur. Herkes birbirinin öldüğünü, gül benzinin kara toprakta solduğunu görür. Bununla berâber dünyâya bağlanmaktan vazgeçmez, dünyâ derdini çeker, dünyâ işine dalar. Fakat nihâyet yaptığını bırakıp gider. Böyle olduğu hâlde, kimse aklını başına toplayıp yalancı dünyânın hâlini anlayamamakta ve bu yolculuğa hâzırlanmamaktadır." [İnşâllah yarın da bu konuda birkaç kelime daha yazalım.]
.Bazı İslâm âlimlerinin ölüm hakkındaki sözleri
2013-03-16 01:00:00
Dünkü makâlemizde, ölüm hakkında, genellikle Tâbiînden bazı zevâtın kıymetli sözlerini naklettik. Bugün de, konumuzla alâkalı olarak Tebe-i tâbiînden ve diğer bazı büyüklerden nakiller yapalım:
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velîlerden Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi aleyh) hazretlerine: "Hemen ölmeyi arzû eder misin?" diye sordular. Cevâbında: "Hayır, daha yaşamak isterim. Belki bir gün günâhlarıma çok pişmân olmak ve sâlih ameller işleyip iyiler arasına katılmak nasîb olur" buyurdu.
Yine Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, fıkıh ve hadîs âlimi, velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh) hazretleri, birine yazdığı mektupta; "Kardeşim, Allahü teâlâyı hâtırlamaktan ve ölüme hâzırlanmaktan gâfil kimselerden uzak dur. Biz öyle insanlara yetiştik ki, onların ölüm korkusundan akılları dağılmış gibiydi."
"İKİ ŞEY VAR Kİ!.."
Tebe-i tâbiînden meşhûr fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi aleyh), Ömer bin Abdilazîz'in kendisine yazdığı bir mektuptan şöyle bir nakil yapar: "Ölümü çok hâtırlayan kimse dünyâya rağbet etmez. Ağzından çıkan her sözden hesâba çekileceğini bilen az konuşur ve ancak lüzûmlu sözleri söyler."
Büyük fıkıh âlimi ve velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Ölüm her ân gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse, ölüm için hâzırlıklı değildir. Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hâtırlamaya işârettir. Günâh ve kusûr olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir."
Büyük velîlerden ve hadîs âlimlerinden Abdül-A'lâ el-Kureşî (rahmetullahi aleyh) ölümü çok hâtırlar ve titrerdi. Buyururdu ki: "İki şey var ki, beni dünyâ zevklerine dalmaktan alıkoyuyor. Bunlar ölümü hâtırlamak ve Allahü teâlânın dâimâ huzûrunda bulunmaktır."
Yine hadîs âlimlerinden ve evliyâullahtan Abdurrahmân bin Mehdî'ye (rahmetullahi aleyh), "Ölümü isteyen bir kimse hakkında bir suâl sorulunca" cevâben buyurdu ki: "Dînine zarar geleceği korkusundan, ölümü istemekte bir mahzûr yoktur. Fakat yoksulluk, ihtiyâç, eziyet ve buna benzer şeylerden dolayı ölüm temennî edilmez."
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Ölüm haktır, öldükten sonra dirilmek de haktır. Münker ve Nekîr'in suâl sormaları haktır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allah, îmân edenleri hem dünyâda, hem âhirette (kabirde) sâbit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbît eder; tevhîde bağlı kılar. Allah zâlimleri (kâfirleri) şaşırtır ve O dilediğini yapar" buyuruluyor. (İbrâhîm sûresi, 27)
Hindistân'da yetişen en büyük velî, âlim, müceddid ve müctehidlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir."
"O ÖLÜM Kİ!.."
Yine Hindistân'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi aleyh), ölüm hakkında buyurdu ki:
"Mısra: O ölüm ki, ona yaşama derim.
Gerçekten sonsuz hayât, ölüme bağlıdır. Ölüm, ebedî hayâtın süsleyicisi, donatıcısıdır. Hayır, belki bir âb-ı hayâttır, yani hayât bahşeden, hiç öldürmeyen bir sudur. Ölüm, dostluğun kuvvetlendiricisidir. Ölüm, mâsivâ binâsını ateşe vericidir. Ölüm, üzüntü perdelerinin yakıcısıdır. Ölüm, hakîkatin aynasıdır. Ölüm, görünmeyen güzelin yüzünden perdeyi kaldırıcıdır. Gönlümün, gelmesinden hoşlandığı, beklediği şey ölümdür. Dağınıklıkları toplayan ölümdür. Ölüm seveni sevdiğine kavuşturucudur. Resûlullah Efendimiz, (Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür) buyurmuştur."
Horasân bölgesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi aleyh) bir gün bir cenâzede bulundu. Ölenin yakınları çok ağlıyorlardı. Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri şu meâle gelen bir şiir okuyarak: "Kendini unutmuş bir hâlde, ağlıyor ölünün hâline. Ölünün yakınlarının, mevtâya az taziyede bulunduklarını iddiâ ediyor. O kimse akıl ve fikir sâhibi olsaydı, kendi bulunduğu hâle ağlardı."
Esâs ağlanması gereken kimsenin, îmânla giden meyyit değil, geride kalan kimseler olduğunu, çünkü ölenin dünyânın günâh ve sıkıntılarından kurtulduğunu bildirdi.
"Yaratan'dan ötürü, yaratılmışları sevme"nin önemi
2013-03-22 01:00:00
Yûnus Emre [rahmetullahi aleyh] diyor ki:
"Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü,
Yaratılmışı severiz,
Yaratandan ötürü."
Sevgili Peygamberimiz de buyurmuştur ki:
"Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimize acımayan bizden değildir." [Buhârî]
"Yaşlılarımıza hürmet ve ikrâm, Allahü teâlâya saygıdandır." [Buhârî]
"Halkı içindeki ihtiyâr, ümmeti içindeki Peygamber gibidir." [İbnü'n-Neccâr]
Yaşlılara verilen kıymetin, değerin azaldığı, bir kısmının yük olarak görüldüğü, ana-babaların huzûrevlerine yatırıldığı günümüzde, bunları zaman zaman hâtırlamak ve hâtırlatmakta fayda var diye düşünüyorum.
Mukaddes dînimiz İslâmiyet, toplumların huzûrunu tesîs edecek büyük-küçük münâsebetlerini en sağlam esâslara bağlamıştır. Bir cemiyette, toplumda huzûrun temîn edilmesinde hürmetin, saygının ve sevginin büyük bir yeri vardır. Özellikle toplumun büyük bir kısmını teşkîl eden yaşlılara gösterilecek hürmet, toplumun huzûrunun temel esâslarından kabûl edilmelidir. Kezâ küçüklere şefkat gösterilmesi de son derece önemli bir husûstur.
Sevinçleriyle-acılarıyla, safha safha hayâtı yaşamış insanlar olan yaşlılar, hele ömürlerini hak yolunda harcamış, saçını-sakalını bu yolda ağartmışlarsa, onlardan alacağımız ve öğreneceğimiz çok dersler, tecrübeler vardır ve onlar herkesten çok hürmete, saygıya, sevgiye, ilgiye lâyık kimselerdir.
Bir hadîs-i şerîfte: "Bir genç, bir yaşlıya, yaşından dolayı hürmet ederse, onun yaşına varınca, Allahü teâlâ, ona gençleri hürmet ettirir" [Şir'a] buyurulmuştur.
Burası, "Etme, bulma" dünyâsıdır. Bugünün gençleri, yarının ihtiyârları olacaklardır.
İhtiyârlara hürmet ederken, zengin-fakîr, iyi-kötü ayırmamalıdır. Zengine sırf zenginliği için hürmet edilmez. İslâm âlimleri, malından dolayı zengini yüceltip fakîrliğinden dolayı fakîri aşağılayanın lanete müstahak olduğunu bildirmişlerdir. (Şir'atü'l-İslâm Şerhi)
"Yaratılmışı hoş gör/Yaratan'dan ötürü" diyen Yûnus Emre, Allahü teâlânın mahlûku, yaratığı olan bütün insanlara, hattâ bütün canlı ve cansızlara şefkat ve merhamet etmek gerektiğini belirtmektedir. Bu konuda, onlar arasında soy-sop, millet, ırk, renk, mevki-makam ve refah farkı gözetmemek gerektiğini de ifâde etmektedir.
"Fukarâ kalbine her kim dokuna,
Dokuna sînesi Allah okuna"
beyti ile
"Eğer bir gönül yıktınsa bu kıldığın namaz değil,
Yetmişiki millet dahî elin-yüzün yumaz değil"
cümlelerinin sâhibi olan Yûnus Emre hazretleri, işin püf noktasını kendisi kavramış ve bizlere de şöyle tavsiyede bulunmuştur:
"Giderdim gönlümden kini,
Kin tutanın yoktur dîni
Ey yârenler! Ben bu sözü,
Uludan işittim ahî"
Yûnus Emre [rahimehüllah], birçok şiirinde, gönül kırmamaya dikkat edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Meselâ biri şöyledir:
"Durma kazan, ye, yedir;
Bir gönül ele getir.
Yüz Kâbe'den yeğrektir,
Bir gönül ziyâreti."
Bakın, yine o bize ne tavsiye etmektedir?
"Kimseye bâkî değildir mülk-i dünyâ,
sîm ü zer;
Bir harâb olmuş gönlü tamîr etmektir
hüner.
Buna fânî dünyâ derler, durmayıp
dâim döner;
İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün âkıbet
söner."
Onun şu dörtlüğü de, târihte olduğu kadar, günümüz için de çok mühimdir:
"Ben gelmedim da'vî [kavga] için,
Benim işim sevi [sevgi] için,
Dostun evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim."
Kalp nazargâh-ı İlâhîdir. Onun için Peygamber Efendimiz, îmândan sonra en kıymetli işin, kalplere sürûr vermek olduğunu beyân buyurmuşlardır. Taberânî'nin "Mu'cem"inde geçen bir ibârede "idhâlü's-sürûr fî kalbi'l-mü'min" ifâdelerini görüyoruz. Yanî "mü'minin kalbine sürûr, sevinç vermek."
Evliyânın, Allah dostlarının büyüklerinden olan Bâyezîd-i Bistâmî de [kuddise sirruh], ulaştığı yüksek mertebeye ne ile ulaştığını soranlara, bu cevâbı vermiştir. Yanî "insanların kalplerine sürûr vermekle" buyurmuştur. Hattâ kabr-i şerîfinde [türbesinde] de bu ibâre yazılıdır.
Günümüzde, hayâtın çeşitli zorlukları ve sıkıntılarıyla karşı karşıya olan insanlara ümîd vermek, kederlerini gidermek, onlara müsbet enerji aşılamak son derece önemlidir.
"Yaratan'dan ötürü, yaratılmışları sevme"nin önemi -ll-
2013-03-23 01:00:00
Dünkü makâlemizde, Yûnus Emre'den bazı şiirler nakletmiştik; hattâ makâlemizin başlığını bile onun bir şiirinden almıştık. Bugün de, birkaç kelime hâlinde, yine ondan bahsetmek istiyoruz:
Hayâtı hakkında fazlaca malumât bulunmayan, fakat çeşitli karînelerden Bolulu olduğu, 1240 yıllarında doğduğu, 80 sene civârında yaşadığı anlaşılan Yunus Emre, Eskişehir-Sarıköy (bugünkü ismi Yûnus Emre)'de vefât etmiş, buraya defnedilmiş, 13. yüzyılda yaşamış olan bir tasavvuf şâiridir. Onun kabri, Karaman, Bilecik gibi başka şehirlerde de bulunmaktadır. Bazı büyüklerin birden fazla yerde kabrinin olması, aslında onlara milletimizin nasıl sâhip çıktığının bir delîlidir.
O BİR HAK ÂŞIĞIDIR...
Kaynaklarda belirtildiğine göre, Taptuk Emre'nin talebesi olan, otuz (30) seneden fazla onun hizmetinde bulunan ve ondan feyz alan Yûnus Emre, Hünkâr Hâcı Bektâş-ı Velî hazretleri zamânında yaşamış, onunla da sohbet etmiştir. Hattâ bâzı kaynaklar, Taptuk Emre'nin kızını, Yûnus Emre'ye verdiğini, böylece hem talebesi, hem de dâmâdı olduğunu kaydederler.
Bâzıları, Yûnus Emre'nin ümmî olduğunu, tahsîl görmediğini iddiâ etmekte ise de, şiirlerinden İslâm târihi, Arapça, Farsça ve İslâmî ilimleri iyi bildiği anlaşılmaktadır.
Meşhûr mutasavvıflardan Niyâzî-yi Mısrî, Yûnus Emre'nin şahsiyeti üzerinde sekiz ay düşünüp çalıştıktan, hattâ rüyâsında görerek, onunla konuştuktan sonra, ancak onun şiirlerini şerh edebildiğini söylemiştir.
Azîz milletimiz, Yûnus Emre'yi, Allah katında ermiş bir kul (velî) olarak kabûl etmektedir. Yûnus Emre hazretleri; hem bir Hak âşığı, hem de Peygamber Efendimizle Ehl-i Beyt'inin [O'nun temiz soyundan gelenlerin], bütün yakınlarının; Dört Halîfe başta olmak üzere bütün Sahâbe-i kirâmın; onların yolunda olan bütün İslâm âlimlerinin ve evliyâ-yı kirâmın cândan âşığıdır.
O, hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, âdetâ onlar karşısında dîn sevgisini, ahlâkî nizâmı ve gerçek tasavvufu koruyan bir kültür ve sanat seddi olmuştur.
Şiirlerinde, Ehl-i Sünnet inancına uygun bir Peygamber îmânı, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisi vardır. Genel olarak şiirlerinde Kitap, Peygamber ve Kâbe-i şerîfe gibi unsurlar büyük bir yer tutar.
Yûnus Emre için "dervişlik", herkese faydalı olmak ülküsüdür. Tembelliği, tufeylî ve faydasız olmayı kınamıştır.
Onun, İslâm âlimlerine uyulmasını tavsiye eden başka bir şiiri de şöyledir:
"Bu yol gâyet uzaktır,/Dünyâ ona tuzaktır,/Bu tuzağa uğrayan,/Komaya kılavuzun."
Hadîs-i şerîfte de: "Dünyâda bir garîp veya bir yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say (yanî kesinlikle öleceğine göre şimdiden ölmüş bil)" buyurulmuştur.
Yûnus Emre [rahmetullahi aleyh], ilimden, okumaktan maksadın hakkı bilmek olduğunu da şöyle anlatır:
"Okumaktan maksat ne?/Kişi hakkı bilmektir./Çün okudun bilmezsin,/Bu nasıl okumaktır?/İlim, ilim bilmektir,/İlim kendin bilmektir,/Sen kendini bilmezsin [bilmezsen],/Bu [Ya] nice okumaktır?"
Hattâ "Nefsini bilen, Rabbini de bilir" şeklinde çok meşhûr bir söz vardır.
KULLARDAN NE İSTENİYOR?
Şimdi burada bir suâl soralım: Allahü teâlâ, kullarından ne istemektedir?
Hepimiz biliyoruz ki, Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemekte ve bunları da emretmektedir.
Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i'tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün "Peygamber"leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette rahat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emir ve yasaklarını, yani ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir.
Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü'l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
İnsanlar, Allah'ın Peygamberlerine tâbi olup, emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve rahat bir hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Büyüklere hürmet hakkında birkaç kelime...
2013-03-29 01:00:00
Bütün Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, rızâ-i İlâhî'ye ve Cennet'e götüren yolun gösterilmiş olması, şüphesiz ki, yüce Allah'ın, kullarına olan ni'metlerinin en büyüğüdür.
Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta yani dünyâda ve âhirette kurtuluşa davet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır. [Onların vârisleri durumunda olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da aynı gâye için çalışmışlardır.]
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan Ma'bûd'a (Allah'a) yönelmeleri emredilmiştir.
CEMİYETİN MANEVİ DİREKLERİ
Bir cemiyette yaşlılar, ihtiyârlar, toplum binasının manevî direkleri mesâbesindedirler. Çünkü onlar, gençlerin yetişmesine çalışmış, ömürlerini kendilerinden sonrakilere daha güzel bir dünyâ bırakmak için harcamışlardır. Toplumun kökleşip gelişmesinde en büyük pay onlarındır. Bu bakımdan toplumların temelinde harçları bulunan bu yaşlılara saygı göstermek, her şeyden önce dînî, insânî ve vicdânî bir görevdir. Mü'min bir kimse, inançlı bir insan, onlara hizmeti bir fırsat ve sevâp kazanma vesîlesi olarak görür, onların fikir ve tecrübelerinden faydalanır.
Yaşlılara, büyüklere hürmetle ilgili Sevgili Peygamberimizin birçok hadîs-i şerîfi vardır. Bu husustaki hadîs-i şerîflerden birkaçı şu meâldedir:
"Eğer Allah'ın, beli bükülmüş kulları, süt emen yavrular, otlayan hayvânlar olmasaydı, başınıza sağanak sağanak ve kesintisiz azâp yağardı." (İ. Suyûtî, el- Câmiu's-sağîr; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, V, 344)
"Bereket büyüklerimizin yanındadır. Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize hürmet göstermeyen bizden değildir." (İ. Suyûtî, el- Câmiu's-sağîr; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, III, 220)
"Üç kişi vardır ki, onların haklarını ancak münâfık olanlar küçümserler; İslâm yolunda saçını ağartmış olan kimse, ilim sâhibi kişi ve âdil idareci." (Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, I, 115)
"Saçı-sakalı ağarmış yaşlı Müslümâna, hükümlerini çiğnemeyen ve okumayı bırakmayan Kur'ân okuyucusuna, âdil idârecilere ikrâm etmek ve saygı göstermek, Allah'a saygıdandır." (Ebû Dâvûd, Edeb, 23 (4843)
"Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet ediniz!" [Şir'a]
Dolmuşta, otobüste, metrobüste otururken yaşlı kimseler gelince, bunlara yer vermek kıymetli bir iş yapmaktır. Dînimiz, ihtiyârlara hürmet etmeye büyük önem vermiştir. "Bir genç, bir yaşlıya yaşından dolayı hürmet ederse, onun yaşına varınca, Allahü teâlâ da, ona gençleri hürmet ettirir." (Hadîs-i şerîf)
Diğer bazı hadîs-i şerîflerde buyurulmuştur ki:
"Ağarmış saç, mü'minin nûrudur. Bir kişi İslâm yolunda saçını ağartırsa, ağaran her kıl karşılığında bir sevâp kazanır ve bir derece yükseltilir." (İ. Suyûtî, el- Câmiu's-sağîr; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, V, 184)
"Şu üç şey, Allahü teâlâya ta'zîmdendir:
1- Müslümân olarak yaşlanan kimseye ikrâm,
2- Kur'ân-ı kerîmi ezberleyene ikrâm,
3- İlim sâhibine ikrâm." [Râmûzü'l-Ehâdîs]
RESÛLULLAH NİÇİN AĞLADI!
"Müslümân olarak ihtiyârlayan kimseye ikrâm eden, Nûh aleyhisselâma ikrâm etmiş gibi sevâb alır. Nuh aleyhisselama ikrâm eden de, Allahü teâlâya ikrâm etmiş gibi olur." [Hatîb Bağdâdî]
"Tesbîhi, tahmîdi, tekbîri ve tehlîli sebebiyle, Müslümân olarak ihtiyârlayan bir mü'minden efdal [daha fazîletli] kimse yoktur." [İ. Ahmed] (Tesbîh: Sübhânallah, tahmîd: Elhamdü lillah, tekbîr: Allahü ekber, tehlîl ise, Lâ ilâhe illallah demektir.)
Peygamber Efendimizin, "Allahü teâlâ, yemîn ederek, 'Müslümân olarak ihtiyârlayana azâp etmekten hayâ ederim' buyurdu" dedikten sonra ağladığı görüldü. Sebebi sorulunca, 'Allahü teâlâ, kendisinden hayâ ettiği hâlde, Ondan hayâ etmeyene ağlıyorum' buyurdu. (Beyhekî)
[Bu konuya, inşâallah yarın da devâm edelim.]
Yaşlılara saygı hakkında...
2013-03-30 01:00:00
Dünkü makâlemizde, büyüklere hürmet hakkında bazı hadîs-i şerîfler nakletmiştik. Bugün de yaşlılara saygıyla alâkalı birkaç kelime daha yazmak istiyoruz...
Bugünkü makâlemize iki âyet-i kerîme meâli ve iki hadîs-i şerîf ile başlayalım:
"Rabbin, kendisinden başkasına aslâ ibâdet etmemenizi, ana-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyârlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevâzu kanadını indir ve de ki: 'Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı'..." (İsrâ Sûresi, 23-24)
"DÖNÜŞ BANADIR!.."
Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur:
"İnsana da ana-babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: Bana ve ana-babana şükret. Dönüş banadır."
Peygamberimiz bir hutbesinde: "Burnu yere sürünsün! Sonra burnu yere sürünsün! Sonra burnu yere sürünsün" demiştir.
Sahâbe-i kirâm: "Yâ Resûlallah! Kimin (burnu yere sürünsün)" diye sorunca, "İhtiyârlıkları ânında annesi ile babasından birine yahut her ikisine yetişip de onlar sebebiyle Cennet'e giremeyen kişinin" buyurmuştur. [Müslim, Birr, 9, IV, 1978]
Sahâbe-i kirâmdan Abdullah İbn-i Mes'ûd'un anlattığına göre: Allah'ın Resûlüne, "Amellerin hangisinin daha fazîletli olduğunu" sordum.
O buyurdu ki: "Vaktinde kılınan namazdır."
"Ondan sonra hangisidir" dedim.
"Ana-babaya iyilik yapmaktır" buyurdu. [Müslim, Îmân, 137, I, 90]
Kitaplarda, Hazret-i Ali Efendimizin, bir ihtiyâra saygısından dolayı, önünden yürümeyip arkasından gittiği bildirilmektedir.
Ehl-i Sünnetin reîsi kabûl edilen İmâm-ı A'zam hazretleri de, en büyük talebesi olan İmâm Ebû Yûsuf'a, "İlim sahiplerine hürmet et! Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster!" buyurdu. Özellikle Müslümân ihtiyârlara saygı göstermek gerekir. Aslında, kötü-iyi ayırımı yapmadan herkese iyilik etmelidir! Meselâ, belediye otobüslerine genç-yaşlı, sağlam-sakat, kadın-erkek, zengin-fakîr, âlim-cahil gibi çeşitli sınıflardan insanlar binmektedir. Güçsüzlere yardım etmeli, otobüse binerken, inerken yardımcı olmalı, onlara yer vermeli, ihtiyârlara, muhtaçlara yardım etmelidir.
Şayet ömrümüz varsa, bizler de yaşlanacağız. Başka bir sebep olmadığını farz etsek bile, şu hadîs-i şerîf, yaşlılara hürmet için bir teşvîk unsuru olmalıdır: "Bir ihtiyâr insana, yaşlılığına hürmeten saygı gösteren kimseye, yaşlandığı zaman, kendisine hürmet edip saygı duyacak bir kişiyi, Allah, mutlaka ona âmâde kılacaktır." [Tirmizî, Birr, 74 (2091)]
Düşeni kaldırmak, hastayı ziyâret etmek, açları doyurmak, açıktakileri barındırmak, dul ve yetîmlerin elinden tutmak, yolunu şaşıranlara yol göstermek, büyüklere saygılı olmak, her Müslümânın görevidir...
Bizler, "Îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mü'min olamazsınız...", "Birbirini sevmede, birbirine acımada ve birbirine şefkat göstermede mü'minler bir vücût gibidir. Vücûdun bir uzvu râhatsız olunca, diğer uzuvları da ona ortak olur" buyuran yüce bir Peygamberin ümmetiyiz.
TANIDIK-TANIMADIK HERKESE...
Anne ve babalarımız başta olmak üzere; yaşları bizden ileride olan, tanıdığımız-tanımadığımız bütün büyüklerimize karşı hürmet etmek, saygı göstermek dînî, millî ve insânî bir görevdir. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"Bir kimse Müslümân kardeşinin sıkıntısını giderirse; Allah da ona mukâbil onun kıyâmet sıkıntılarından birini giderir." (Riyâzu's-Sâlihîn, I, Hadîs No. 242)
Peygamber Efendimizin şu îkâzını her zaman hâtırlayalım: "Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Allah'ın yarattıklarına merhamet ediniz ki, Allah da size merhamet etsin." [Şeyh Ali Nâsıf, Tâc, V, 17]
Peygamberimiz: "Allah'ım! Erzelü'l-ömürden (ihtiyârlığın bunaklığından) sana sığınırım" diye duâ buyurmuştur. [Buhârî, Cihâd, 25; Müslim, Zikr, 52]
Bugünkü konumuzu şu hadîs-i şerîf meâliyle bitirelim:
"Küçüğümüze merhamet etmeyen ve büyüğümüzün hakkını gözetmeyen bizden değildir." [Tirmizî, Birr, 15, IV, 1919]
Süt Bankası" münâsebetiyle...
2013-04-05 01:00:00
Makâlemizin hemen başında şunu söyleyelim ki, bugün, hem fıkhî yönü bulunan, hem de aktüel yönü olan bir konuyu ele almak istiyoruz: "Süt Bankası" konusu. Takdîr edersiniz ki, bu konunun birçok yönü vardır:
Birincisi, mes'elenin şer'î [dînî, fıkhî] yönü. Çünkü burada sütkardeşliği söz konusu olmakta ve evlilik mes'eleleri gündeme gelmektedir. Aslında, konunun bizim bugünkü makâlemizi ilgilendiren kısmı bu kısımdır. İkincisi, konunun tıbbî yönü; yani süt hava ile temâs edince birtakım bakteriler alabilmektedir.
Bunların izâlesi için de kimyevî maddelerin kullanılması devreye girmektedir. Bunlar da sütteki bazı faydalı maddeleri izâle edebilmektedir, ayrıca birtakım zararlar da tevlit etmektedir. Tabîî ki bu zararların giderilmesi de başlı başına bir iştir. Üçüncüsü, dünyada bu işi kimler organize ediyor ve ne gibi maksatlar güdüyorlar? Tabîî ki bu komplike mes'elede, başka konular da ele alınabilir. Ama biz şimdilik bunlarla iktifâ edelim.
SÜTKARDEŞLİK DURUMU...
Gönüllü kadınların vereceği sütlerle süt bankası kuruluyor. Sütü olmayan anneler, bu sütlerden alarak bebeklerini besliyorlar. Bunun dînen bir mahzûru olur mu? diye bir suâl ile konuya girelim:
Bilindiği üzere, bir kadının sütünü içen bebek, onun süt çocuğu olur. Bu kadının sütünü emen bütün çocuklarla da sütkardeş olur. Evlenme yönüyle sütkardeş, öz kardeş gibidir. Süt emilen annenin, hiçbir çocuğuyla evlenemez. Çünkü hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki: "Nesepten harâm olduğu gibi, sütten de harâm olur."
Böyle bir süt bankasından her bebeğe rastgele verilirse, ileride bilmeden sütkardeşiyle evlenenler olabilir. Bu ise, harâm olur. Tıbben de çocukların hastalıklı olmasına sebep olur. Bu şekilde sütler birbirine karıştırılmamalı. Hangi anneden süt alındığı ve kimlere verildiği kaydedilirse, tutulan bu kayıtlar sütü alınan anneye ve süt verilen bebeğin yakınlarına verilirse, sütkardeşle evlenme yanlışlığı önlenmiş olur.
Şimdi konuyla alâkalı bir âyet-i kerîmeyi zikredelim: Bir heyetin hâzırladığı "Türkiye Diyânet Vakfı Meâli"nde, Nisâ sûre-i celîlesinin 23. âyet-i kerîmesinin meâli şöyle verilmiştir: "Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size harâm kılındı. Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemişseniz, kızlarını almanızda size bir mahzûr yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size harâm kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisâ, 23)
Şimdi bunları maddeler hâlinde bildirecek olursak şöyle zikredebiliriz.
Erkeğe nesebten dolayı harâm olanlar:
1- Anası.
2- Büyük analar. [Annesinin ve babasının annesi ve onların anneleri]
3- Kızı, oğlunun ve kızının kızları.
4- Bacısı.
5- Bacısının ve biraderinin kızları.
6- Halası.
7- Teyzesi.
Erkeğe süt itibâriyle harâm olanlar:
1- Süt anası.
2- Süt büyük anaları.
3- Süt kızı, süt oğlunun ve süt kızının kızları.
4- Süt bacısı.
5- Süt bacısının ve süt birâderinin kızları.
6- Süt halası.
7- Süt teyzesi.
Erkeğe nikâh sebebi ile harâm olanlar:
Kaynanası, üvey kız, üvey anası, gelini.
Erkeğe geçici harâm olanlar:
1- Hanımının bacısı. [yani iki kız kardeşi, aynı nikâh altında cem edemez]
2- Hanımının halası.
3- Hanımının teyzesi.
4- Hanımının erkek veya kız kardeşinin kızları.
5- Hanımının süt bacısı, süt halası, süt teyzesi, erkek veya kız süt kardeşinin kızları.
6- Kitapsız kâfir kadınları.
.Evlenilmesi harâm olanlar
2013-04-06 01:00:00
Dünkü makâlemizde, bir nebze "Süt Bankası" konusundan ve o münâsebetle, evlenilmleri harâm olan bazı kimselerden bahsettik. Bugünkü makâlemizde de, konumuza devâm etmek istiyoruz:
Nesepten [soydan] olan ve evlenilmesi erkeğe câiz olmayan yedi akrabâ [erkeğe mahrem olan kadınlar] şunlardır:
1- Analar: Anası, ana-babasının anaları, onların da anaları mahremdir.
2- Kızlar: Kızı, oğlunun ve kızının kızları ve torunlarının kızları mahremdir.
3- Kız kardeşler: Ana-baba bir veya ana bir veya yalnız baba bir kız kardeşler de mahremdir.
4- Halalar: Halası, ana-babasının halaları, dedelerinin, büyük annelerinin halaları da mahremdir.
5- Teyzeler: Kişiye teyzesi, ana-babasının teyzeleri, dede ve büyük annelerinin teyzeleri de mahremdir.
6- Erkek kardeş kızları: Ana-baba bir, sadece ana bir veya yalnız baba bir erkek kardeşin kızları ve bunların kız torunları da mahremdir.
7- Kız kardeş kızları: Ana-baba bir veya sadece ana bir yahut yalnız baba bir kız kardeşin kızları ve bunların kız torunları da mahremdir.
Bu yedi kişi soydan olmayıp, süt ile de olsa yine mahremdir. Zinâ ile de olursa, yine harâmdır. Meselâ bir kimse, zinâ ettiği kadının kızı ile, torunu ile veya anası ile evlenemez. Sâdece oğlunun sütkardeşi olan kız ile ve erkek kardeşin sütannesi ile evlenmek câizdir.
NİKÂH SEBEBİ İLE...
Nikâh sebebi ile sonradan akrabâ olan şu 4 kadınla da evlenmek erkeğe harâmdır:
1- Kayınvâlideler: Kayınvâlidesi harâm olduğu gibi, kayınvâlidesinin ve kayınpederinin anneleri de harâmdır.
2- Üvey kızlar: Hanımının, başka erkekten olan kızları, torunları, üvey oğlunun kızları ve torunları da harâmdır.
3- Gelinler: Oğlunun hanımı harâm olduğu gibi, torunlarının hanımları da harâmdır. Sadece üvey oğulun hanımı nâmahremdir.
4- Üvey analar: Babasının hanımı, yani üvey annesi harâm olduğu gibi, dedelerinin evlendiği bütün kadınlar da harâmdır. Zinâ sebebiyle de olsa harâmdır. Yani bir kimsenin, babasının veya dedesinin zinâ ettiği kadınla evlenmesi harâm olur.
Amca kızı, dayı kızı, hala kızı ve teyze kızı ve yenge, yani kardeş zevcesi "Zî-rahm-i mahrem" değildir. Yani bu beş kadın, yabancı demektir. Bu beş kadın yabancı olduğundan, bunlarla evlenmek câizdir. Fakat, bunlardan ilk dördü ile evlenmek tenzîhen mekruhtur. "Kimyâ-yı Saâdet"teki bir hadîs-i şerîfte, "Bunların çocukları zayıf, hastalıklı olur" buyuruldu...
***
Tabîî ki burada, bir kişinin nikâhının düşüp düşmediğini bilmek için önce usûl ve furû' meselesini bilmek gerekir.
"Usûl", ana-baba, bunların ana-babaları, dede ve büyük anneler. [Ananın anası ve babanın anası, bunların anaları.]
"Furû'" ise, evlâd, bunların çocukları ve torunlarıdır.
Peki, bir erkeğe, ana-babasının hala ve teyzesi, bir kadına da, ana-babasının amca ve dayısı mahrem midir? Kimler kimlerle evlenemez?
İlmihâllerdeki "Hala ve teyze ile evlenilmez" ifâdesinden, ana-babanın da, hala ve teyzesiyle evlenilemeyeceği anlaşılır. Çünkü bir kadına, erkek ve kız kardeşlerinin oğulları ve bunların erkek torunları mahremdir. [Mahrem demek, evlenmesi harâm demektir. Meselâ annemiz, bacımız, halamız, teyzemiz bize mahremdir.]
Erkeğe de, erkek ve kız kardeşlerinin kızları ve bunların kız torunları mahremdir. Baba, halanın erkek kardeşidir. Halamıza, babamızın oğulları ve erkek torunları mahremdir. Teyzemize de annemizin oğulları ve erkek torunları mahremdir.
***
Burada, konuyla alâkalı birkaç fıkhî suâli ve cevâbını da, bu vesîleyle zikretmiş olalım:
Suâl: Annemin dayısı, amcası ya da babamın dayısı, amcası bana harâm oluyor mu? Yani onlar benim öz dayım gibi oluyor mu?
CEVAP: Onlar sizin de öz dayınız, öz amcanız gibidir.
Suâl: Hanımım, üvey babamın yanında bizimle, benimle, bensiz annemle birlikte yemek yemek, sohbet etmek vb. gibi sebeplerle bulunabilir mi?
CEVAP: Üvey babanız hanımınıza yabancıdır.
Suâl: Dedemin üvey kızını nikâh edebilir miyim?
CEVAP: Evet nikâh edebilirsiniz. Babanızın üvey kızını da nikâh edebilirsiniz. Çünkü baba ve anne tarafından sana akrabâ değil.
Suâl: Gelinin kocası ölse, kayınpederine olan mahremliği devâm eder mi?
Görüldüğü gibi, bu fıkhî konular son derece mühim konulardır. Onun için muteber "İlmihâl" kitaplarından bunları okuyup hassâsiyetle öğrenmek ve tatbîk etmek lâzımdır.
.Evlenilmesi harâm ve helâl olanlar
2013-04-12 01:00:00
Hâtırlayacağınız üzere, geçen haftaki iki makâlemizde, "Süt Bankası" ve "Kendileriyle Evlenilmesi Harâm Olan Kimseler" konularını işlemiştik. Bu vesîleyle, www.dinimizislam.com sitesine girip konuyu araştırırken, orada konumuzla alâkalı çok önemli başka suâl ve cevaplara da rast geldim. Bugüne kadar 150 milyona yakın insanın girdiği çok geniş bir portal olan bu siteden istifâde, herkese açık ve serbest olduğu için, ben de orada konumuzla ilgili olan, geçen hafta yazdıklarımız dışında, diğer bazı suâl ve cevapları da burada nakletmek istedim. [Sizin de takip ettiğiniz gibi, bugüne kadar yazdığımız makâlelerimizde, bu tarzı (yani suâl-cevâb sistemini) ilk defa uygulayacağız. Bunun, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağını ümîd ediyorum.]
Suâl: Bir erkeğe, hanımı mahrem midir, yoksa nâ-mahrem midir?
Cevap: Mahrem, nikâh düşmeyen, evlenmesi harâm olan demektir. Hala, teyze gibi evlenilmesi harâm olan kadınlara mahrem denir. Nâ-mahrem, yabancı, nikâh düşen demektir. Evlenilmesi harâm olmayanlar, başkalarının hanımları ve bütün yabancı kadınlar nâ-mahremdir. Bir erkeğin hanımı, onun mahremi olmadığı gibi, nâ-mahremi de değildir. Onun nikâhlısı, yani helâlidir.
Suâl: İki kız kardeşle aynı anda evlenmek câiz mi?
Cevap: Câiz değildir. Câiz demek âyeti inkâr olur. Harâma helâl demiş olur.
Suâl: "Kuzen"lerle evlenmek câiz midir?
Cevâp: "Kuzen"den kastınız amca, dayı, hala ve teyze çocukları ise, hepsi ile evlenmek câizdir. Fakat tenzîhen mekrûhtur. Yeğene de "kuzen" denebiliyor. Onlarla evlenilmez.
Suâl: Üvey oğlun hanımı mahrem mi?
Cevap: Mahrem değildir. Yabancıdır.
Suâl: Bir babanın üvey kızı, kendi öz kızı gibi mahrem midir?
Cevap: Evet.
Suâl: Üvey kızın kızı da mahrem mi?
Cevap: Evet.
Suâl: Annemin üvey annesi bana ve babama yabancı kadın mıdır?
Cevâp: Evet yabancı kadındır.
Suâl: Benim amcam hanımıma yabancı erkek hükmünde midir?
Cevâp: Evet, yabancı erkek hükmündedir.
Suâl: Benim üvey babam, hanımıma yabancı mı?
Cevap: Evet.
Suâl: Gelin, insanın kendi kızı gibi midir?
Cevap: Gelin, insanın kendi öz kızı gibidir.
Suâl: Bir kadın, mürted amcanın yanında başı açık oturabilir mi?
Cevap: Hayır.
Suâl: Gayr-i müslim kardeş, gayr-i müslim kayınpeder, mürted amca, mürted dayı yabancı sayılır mı?
Cevap: Evet.
Suâl: Kayınvâlidenin annesi de, kayınvâlide gibi mahrem mi?
Cevap: Evet.
Suâl: Kardeş torunu mahrem mi?
Cevap: Evet.
Suâl: Erkeğe göre, annesinin veya babasının teyzesi ve halası kendisine nâ-mahrem midir? Kadına göre de, annesinin veya babasının dayısı ve amcası kendisine nâ-mahrem midir?
Cevap: Erkeğe göre, kendi teyzesi ve halası gibidir, yabancı değildir. Kadına göre de, kendi dayısı ve amcası gibidir, yabancı değildir. Yani nâ-mahrem değil, mahremdir.
Suâl: Damadımın yanında başı açık durabilir miyim?
Cevap: Kayınvâlide, aynen anne gibidir. Başınız açık, kollarınız açık, diz kapağınızdan altı yani bacaklarınız açık olarak damadınızın yanında durabilirsiniz. Hiç mahzûru olmaz. Ancak genç iseniz, fazla açık durmanız iyi olmaz.
Suâl: Kaç yaşındaki kadına ihtiyâr kadın denir?
Cevap: 55 yaşından büyük olana âyise [ihtiyâr kadın] denir.
Suâl: Bir kadını kendim, kızını da oğlum için almam câiz mi?
Cevap: Evet.
Suâl: Nikâhlısını, halvet olmadan boşayan erkek, bu kadının kızı ile evlenmesi câiz mi?
Cevap: Evet.
Suâl: 16 yaşında bâliğ olmayan, bâliğ hükmünde midir?
Cevap: Evet.
[Biz, ileride, inşâallah, sütkardeşliği konusunu tekrâr ele almak istiyoruz. Bu konularla ilgili olarak daha geniş bilgi almayı arzû edenler, yukarıda adresini verdiğimiz siteye mürâcaat edebilirler.]
.Evlenme konusuyla alâkalı bazı suâl ve cevaplar
2013-04-13 01:00:00
Hâtırlayacağınız üzere, dünkü makâlemizde, "Evlenilmesi Harâm ve Helâl Olanlarla İlgili Bazı Suâl ve Cevaplar" konusunda, www.dinimizislam.com başlıklı siteden bazı iktibâslar [alıntılar] yapmıştık.
Bugün de, aynı yerden, aynı konu ile ilgili diğer bazı suâl ve cevaplardan birtakım alıntılar daha yapmak istiyoruz.
Suâl: Üvey ağabeyim ile üvey ablam evlenebilir mi? Yani babamın hanımı ölünce, dul bir kadınla evlendi. Bu kadının bir kızı var. Babamın da ölen karısından bir oğlu var. Bu oğlan, bu kız ile evlenebilir mi?
CEVAP: Evlenebilir. Çünkü hiç akrabâlığı yoktur.
Suâl: Çocuklu dul bir kadınla evlendim. Bu kadının oğlunun hanımı bana yabancı mı?
CEVAP: Evet, yabancıdır. Ama bu kadının kızları size yabancı olmaz.
Suâl: Hanımımın üvey annesi, bana nâ-mahrem mi?
CEVAP: Evet yabancıdır.
Suâl: Bir hoca, süt bacı, genç kayınvâlide, başka bir kocadan olma kızı ve benzerleriyle halvetin câiz olmadığını bildiriyor. Bunlar mahrem değil mi, bunlarla halvet câiz olmaz mı?
CEVAP: Bu kadınlar ebedî mahremdir. Ebedî mahrem olan kadınlarla halvet câizdir. Süt kardeş ile, genç kaynana ve gelin ile, fitne şüphesi yani insanların sû-i zan edip yanlış anlamaları söz konusu olunca, mekrûhtur. Fitne şüphesi olmayınca mekrûh olmaz.
Suâl: Bir erkeğin ölen hanımından olan kızı ile evli olan damadı, sonraki evlendiği hanımına mahrem mi, nâ-mahrem mi? Yani bir erkeğe, karısının üvey annesi mahrem midir?
CEVAP: Nâ-mahremdir, yani yabancıdır.
Suâl: Bir kadın için, kayınpederinin ve kayınvâlidesinin babası, bir erkek için kayınvâlidesinin ve kayınpederinin annesi kendisine mahrem midir?
CEVAP: Evet, kayınvâlide ve kayınpederin ana, baba, dede ve nineleri de, kendi öz dedesi ve öz ninesi gibi mahremdir.
Suâl: Bir erkeğe, ana-babasının hala ve teyzeleri mahrem midir?
CEVAP: Evet, mahremdir. Süt hala, süt teyze de böyle mahrem olur.
Suâl: Bir kadına ana babasının dayı ve amcaları mahrem midir?
CEVAP: Evet, mahremdir. Süt amca, süt dayı da böyledir.
AKRABÂ VE HISIM
Suâl: Kitaplarda hısım ve akrabâ ifadesi geçiyor. Bunların ikisi aynı değil mi?
CEVAP: Hayır, ikisi farklıdır. Ana, baba ve dedelerden, çocuklardan ve torunlardan başka olan yakınlara akrabâ denir. Meselâ erkek kardeş, erkek yeğen ve amca, kadın için mahrem akrabâdır. Kız kardeş, kız yeğen ve hala erkek için mahrem akrabâdır.
Amcaoğlu, halaoğlu kadın için nâ-mahrem akrabâdır. Amcakızı, halakızı da erkek için nâ-mahrem akrabâdır.
Hısım, kadın tarafından, evlilik sebebiyle doğan akrabâlık demektir. Kayınpeder, Kayınvâlide, gelin ve damat, mahrem hısımdır. Baldız, erkek için nâ-mahrem hısımdır. Enişte, kadın için nâ-mahrem hısımdır.
Arapçada hısımlar için "eshâr" deniyor. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Eshârımın Cennetlik olmalarını istedim. Rabbim de bu isteğimi kesin olarak kabûl etti." [Hâkim]
Peygamber Efendimizin Eshârından [akrabâ olmakla şereflenip Cennetlik olanlardan] bazıları şunlardır:
1- Kayınpeder olanlar: Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Süfyân (Radıyallahü anhüm).
2- Damat olanlar: Hazret-i Osmân ve Hazret-i Alî (Radıyallahü anhümâ).
3- Kayınvâlide olanlar: Âişe vâlidemizin annesi Ümm-i Rûmân, Hafsa vâlidemizin annesi Hazret-i Zeyneb, Ümm-i Habîbe vâlidemizin annesi Hazret-i Hind (Radıyallahü anhünne).
4- Kayınbirâder olanlar: Hazret-i Abdullah bin Ömer, vahiy kâtibi Hazret-i Muâviye (Radıyallahü anhüm).
Bu dört grup hısımdan birini sevmemek münâfıklık alâmetidir, çünkü bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Alî'nin sevgisi, bir münâfığın kalbinde toplanmaz." [İbn-i Asâkir]
Cömertliğin fazîleti
2013-04-20 01:00:00
Dünkü makâlemizde de ta'rîf ettiğimiz üzere, cömertlik, kendine ihtiyâcı olmayan şeyleri başkalarına vermektir. Îsâr ise, kendine gereken şeyleri başkasına vermektir. Yani başkalarını kendine tercîh etmektir.
Cömertliğin en üstün derecesi olan îsâr büyük bir haslettir. Ancak bunu büyük insanlar yapar. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı överken buyuruyor ki:
"Onlar, fakr u zarûret içerisinde olsalar bile, diğerlerini kendilerine tercîh edip öz cânlarından daha üstün tutarlar." [Haşr, 9]
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:
"Kendisine gereken bir şeyi, kendi arzû ve ihtiyâcını tehir edip başkasına verirse, Allahü teâlâ, onun günâhlarını affeder." [İbn-i Hibbân]
Medîne'nin yerlisi olanlar [Ensâr-ı kirâm], Medîne'ye hicret eden Müslümânlara [Muhâcirlere] büyük fedâkârlıklarda bulunmuşlardır. Onları bütün mâllarına ortak etmişlerdir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ganîmetlerin taksîminde iki teklîfte bulundu. Ya Ensâr'ın evlerinden çıkıp başka bir yerde kalmaları şartı ile ganîmetlerin hepsi Muhâcirlere verilecek veyâ Muhâcirler, Ensârın evinde bir müddet daha kalmak şartı ile, ganîmetler Ensâr ile Muhâcirler arasında taksîm edilecekti. Bu teklîfler için Ensâr-ı kirâm, "Biz ganîmet istemeyiz. Hepsi Muhâcirlere verilsin! Ancak onların evlerimizden çıkmalarına da aslâ râzı olamayız" dediler. Buna Peygamber Efendimiz çok memnûn oldu.
BAŞKASINI KENDİSİNE TERCÎH
Peygamber Efendimize bir misâfir geldi. Evde yenecek hiçbir şey yoktu. Ensârdan biri, bu misâfiri alıp evine götürdü. Onun da evinde yalnız bir kişilik yiyeceği vardı. Kandili söndürüp yemeği misâfirin önüne koydu. Kendi de sofraya oturup yer gibi yapıyor, elini yemek kabına götürüp getiriyordu.
Sabâhleyin, Resûlullah Efendimiz, ev sâhibine buyurdu ki:
"Allahü teâlâ, sizin akşamki misâfire gösterdiğiniz cömertliğe çok memnûn oldu. (Kendileri, ihtiyaç içinde olsalar da, başkalarını kendilerine tercîh ederler) âyet-i kerîmesini gönderdi."
Hazret-i Mûsâ'ya, Peygamber Efendimizin sâhip olduğu makâmlardan birinin nûru gösterilince, bayılacak hâle geldi, bu dereceye nasıl yükseldiğini sordu. Allahü teâlâ, "Yüksek ahlâkı sâyesinde bu dereceye kavuştu. Bu ahlâk îsârdır. Yâ Mûsâ, ömründe bir kere îsâr edene, îsâr ahlâkı ile bana kavuşana hesap sormaktan hayâ ederim" buyurdu. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimizi överken "Elbette sen huluk-i azîm [büyük ahlâk] üzeresin" buyuruyor. (Kalem, 4)
"Önce cân, sonra cânân demek" uygun mu? Lüzûmlu bir şeyi başkasına vermek günâh mı? diye bir suâl hâtıra gelebilir.
Tabîî ki, "önce cân, sonra cânân" demek uygundur. Yani önce kendimizi kurtaracağız, sonra başkalarını. Kendi i'tikâdımız, kendi ahlâkımız düzgün değilse, başkalarını nasıl kurtarabiliriz?
Aslında, mâl yönüyle de bu böyledir. Kendimiz yokluk içinde iken, elimizdekini başkalarına vermek doğru olmaz. Nitekim, dünkü makâlemizde bazı sahâbîlerden, konuyla ilgili bazı misâller de zikretmiş bulunuyoruz. Her şeyde i'tidâl üzere, orta yolda olmak esâstır...
Cömert bir Müslümânın az ibâdeti, cimrinin çok ibâdetinden üstün olduğu gibi, cömert câhil de, cimri âlimden üstündür. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Cömert, Allah'a, insanlara, Cennete yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri ise bunun aksinedir." [Tirmizî]
"Bir kulun kalbinde cimrilikle îmân bir arada bulunamaz." [Nesâî]
ÎMÂNI KUVVETLİ OLUR!..
Cömerdin îmânı kuvvetli, cimrinin îmânı ise zayıftır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Cömertlik îmân sağlamlığından ileri gelir. Îmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, şekten, şüpheden meydâna gelir. [Îmânda] şüphesi olan da Cennete giremez." [Deylemî]
"Cömert olun ki, Allahü teâlâ da size cömertlik etsin! İyi bilin ki cimrilik küfürdendir, küfrün yeri de Cehennemdir." [Deylemî]
"Cömert kâfir, Cehenneme girerken, Allahü teâlâ, [Cehennemde vazîfeli meleklerin en büyüğü olan] Mâlik'e, "Bunu, dünyâdaki cömertliği nispetinde Cehennemin azâbı hafîf olan tarafına koy" buyurur." [Deylemî]
Cömert olmaya çalışmalı, cimrilikten sakınmalıdır! Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Aman cimrilikten son derece sakının! Sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir." [Müslim]
"Cömertlik" ve "îsâr" hakkında
2013-04-19 01:00:00
Makâlemizin başlığında geçen iki terimden birincisi olan "Cömertlik" sıfatı, kitaplarda şöyle tarif edilmektedir: "Cömertlik; kişiye, dînin, vicdânın ve mürüvvetin (insanlığın) vermeyi emrettiği yerlerde vermenin zor gelmemesi" demektir.
Bazı hadîs-i şerîflerde şöyle buyurulmuştur: "Cömertlik, Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyâya uzanmıştır. Kim ondan bir dal tutarsa, o dal onu Cennet'e çeker." "Cömerdin yemeği şifâ, cimrininki hastalıktır."(Dârekutnî) "Cömertlik bütün ayıpları örter." (İhyâu ulûmi'd-dîn)
Hindistân âlimlerinden Mevlânâ Muhammed Rebhâmî'nin "Rıyâdu'n-nâsıhîn" isimli eserinde kaydettiğine göre, "Peygamber Efendimiz, insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de, yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar ihsânları, iyilikleri vardı ki, Rûm imparatorları, Îrân şâhları o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı içinde yaşamayı severdi..."
İSRAF VE CİMRİLİK ARASI...
Evliyâullah'tan Yûsuf Sinânüddîn: "Cömertlik, israf ile cimrilik arasında orta bir durumdur. Vücut uzuvlarıyla vermek kâfî değildir. Ayrıca kalbin de verme işinden râzî olması, buna karşı çıkmaması lâzımdır" demiştir.
Büyük âlim ve velî Bâyezîd-i Bistâmî ise, "Bir kimsenin Allahü teâlâya muhabbetinin (sevgisinin) gerçek olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat, toprak gibi tevâzu (alçak gönüllülük) olmasıdır" buyurmuştur.
Kur'ân-ı kerîmde, Müslümânların sadaka verirken de "isrâf" ile "taktîr" arasında orta yolda yani i'tidâlli olmaları tavsiye buyurulmaktadır. Dînimiz, "Sadaka verirken isrâf etmeyin" buyuruyor.
İbn-i Mes'ûd hazretleri anlatır: "Bir çocuk, Resûlullah Efendimize gelerek, bazı lüzûmlu şeyleri saydı ve "Annem beni sana gönderip şunları istedi" dedi. Peygamberimiz, "Bugün, bende bunların hiçbirisi yok" buyurdu. Bunun üzerine o çocuk, "O hâlde, gömleğini bana ver" dedi. O da, hemen mübârek gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi gömleksiz kaldı. Bu sebeple câmiye gidemedi. İşte o zaman, şu âyet-i celîle geldi: "Elini boynuna bağlayıp asma [cimrilik etme], büsbütün de açıp saçma. [İ'tidâlli ol, iktisâda riâyet et. Malını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma!] Sonra kınanmış olur ve eli boş açıkta kalırsın." [İsrâ, 29]
Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
"Kendisi veya çoluk çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borç ödemek, sadaka vermekten, köle âzât etmekten ve hediye vermekten daha önemlidir. Başkasının malını, sadaka vererek, yok olmasına sebep olmayın!" [Buhârî]
"Paranızla, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!" [Müslim]
"ÎSÂR" SIFATI
Makâlemizin başlığında geçen iki terimden ikincisi olan "Îsâr" sıfatına gelince: Başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmeye "îsâr" denilir. Îsâr: "Kendisi muhtaç olduğu hâlde, elindeki bir malı, muhtaç olan diğer bir dîn kardeşine verip, yokluğa katlanmak"tır.
Evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), "Kerem ve ihsân sâhiblerinin âdeti, îsâr etmektir. Resûlullah'ın Eshâbının hâli cömertlikten de öte, îsâr idi" buyurmuştur.
Îsârın en güzel örneği, Peygamber Efendimizin mübârek sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmda görülmüştür. Eshâb-ı kirâmdan Huzeyfetü'bnü'l-Yemân Hazretleri şöyle anlatmıştır:
"Yermük savaşında, gâzîler arasında bulamadığım amcamın oğlunu cephede, yaralılar arasında arıyordum. Yanımda biraz su vardı. Onu buldum, 'su ister misin' deyince, 'isterim' dedi. Tam suyu vereceğim sırada, biraz ilerden bir yaralı 'Su!' diye inledi. Amcamın oğlu îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Gittim baktım ki, Hişâm bin Âs. Suyu tam ona vereceğim zaman, biraz ileriden bir başka yaralı; 'Su!' diye feryâd etti. Hişâm bin Âs da îsâr edip suyu ona götürmem için işâret etti. Bu sefer suyu ona vermek için yanına gittim. Yanına varıncaya kadar vefât etmişti. Hişâm'ın yanına geri döndüm. O da vefât etmiş! Tekrâr amcamın oğlunun yanına koştum, onu da vefât etmiş buldum. Su elimde kalakaldı. Allahü teâlâ hepsine rahmet etsin." (İmâm-ı Gazâlî) [İnşâallah, yarınki makâlemizde de, biraz cömertlikten bahsedelim.]
.İnsanlık şerefine dâir...
2013-04-26 01:00:00
Önce şunu belirtelim ki, bildiğiniz gibi, Hicrî-kamerî takvîme göre, 11 Rebîul-evvel 1434 [yani 23 Ocak 2013] Çarşamba günü akşam "Mevlid Gecesi" idi. [O münâsebetle, bizim konferanslarımız olmuştu.] Mîlâdî târihe göre, 14-20 Nisan 2013 tarihleri arası da, Diyânet İşleri Başkanlığı'nca, "Kutlu Doğum Haftası" olarak kutlanmaktadır. Bilindiği üzere, aslında, bütün mübârek gün ve geceler, bayramlar ve sâire, hep hicrî-kamerî takvîme göre tesbît edilir. Başkanlığın, bir zamanlar uyguladığı gibi, yine buna uygun kutlama yapmasını tavsiye ve temennî ederiz. Malumdur ki, 20 Nisan Peygamber Efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri tarihtir. Haftanın bugünden başlaması gerekir; diğer haftalarda âdet böyledir. Hafta tesbîtinde, bu yönden de bir garâbet vardır; doğum gününde hafta sona ermektedir.
HEM HAK HEM VAZİFE!..
[Bu çerçevede, biz de, muhtelif vilâyetlerimizde, Başkanlığın tesbît ettiği konuda birkaç konferans verdik. Bu seneki konu başlığı: "Hazret-i Peygamber ve İnsan Onuru/Şerefi" idi. 11-14 Nisan târihleri arasında Sinop-Gerze, Kastamonu ve Samsun'da muhtelif yerlerde 8 konuşmamız oldu. 18 Nisan 2013 Perşembe günü Trabzon İlâhiyat Fakültesi Öğrenci Kulübü ve 19 Nisan 2013 Cuma günü Rize İlâhiyat Fakültesi Öğrenci Kulübü tarafından, 20 Nisan 2013 Cumartesi günü ise İstanbul-Çekmeköy Müftülüğü'nce organize edilen konferanslarımız oldu.]
Bu münâsebetle biz, bugünkü makâlemizde, bir nebze, "insan onuru"ndan bahsetmek istiyoruz...
Şunu belirtelim ki, şerefle/onurla yaşamak, her insanın hem hakkı, hem de vazîfesidir. İnsan onuru/şerefi, gündelik hayâtın bir parçasıdır. Bu, sâdece kadınların şerefi/onuru, çocukların onuru/şerefi şeklinde sınırlandırılamaz. Erkek olsun, kadın olsun her cinsin, çocuk-genç-büyük her yaştaki insanın şerefi/onuru vardır.
Hem insanlık târihinin başlangıcından günümüze kadar, hem de günümüz dünyâsında, maalesef, insan şerefinin/onurunun çiğnendiği, haysiyetli bir hayât sürmenin imkânsızlaştığı dönemler yaşanmıştır. Yine günümüzde hemen hemen her gün, insanlık onuruyla/şerefiyle bağdaşmayacak cinâyetlere, hâdiselere, olaylara, tahkîr ve tezyîflere, aşağılamalara, temel hak ve hürriyetleri zedeleyen uygulamalara şâhit olunmaktadır...
***
İnsan şerefinden/onurundan bahsederken, bütün beşeriyet târihinde, Allahü teâlâ ve Peygamberleri tarafından korunması gözetilen beş husûsu burada mevzû-i bahis etmemiz münâsib düşecektir:
Bildiğiniz gibi, ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazreti Âdem'den başlayarak Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar, gelmiş-geçmiş 6 Ülü'l-Azim Peygamber, 313 Resûl ve 124.000'den ziyâde Nebî'nin teblîğ ettikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, aklın, ırzın (nâmûsun, ahlâkın, edebin), nefsin (cânın) ve mâlın korunması emredilmiştir. Hadd-i zâtında, korunması emredilen bu 5 maddenin yanında, dînin bütün emir ve yasaklarında insanlık şerefinin/onurunun korunmasının da gözetildiği müşâhede edilmektedir.
DÜNYA VE AHİRETİN EFENDİSİ
Bilindiği üzere, son zamanlarda, bilhâssa birkaç seneden beri [2000-2001 yıllarından bu yana, husûsen meşhûr 11 Eylül 2001 hâdiselerinden sonra, özellikle 2005 yılının ortalarından ve 2006 yılının da başlarından i'tibâren], Amerika'da, Avrupa'da ve diğer bazı ülkelerde, bir kısım gayr-i müslimler tarafından, Peygamberimiz başta olmak üzere, biz Müslümânların en mukaddes değerlerine saldırılmaktadır.
Hâlbuki Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm'da, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler toplanmıştır. O, "Seyyidü'l-kevneyn [dünyâ ve âhiretin Efendisi]", "Resûlü's-sekaleyn [insanların ve cinnîlerin Peygamberi]", "Hâtemü'l-Enbiyâ ve'r-Rusül [Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu]" ve "Mahbûb-i Rabbi'l-âlemîn'dir [Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur.]"
Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm'ı gündemde tutmak, akıllarda ve fikirlerde, hâtırlarda ve gönüllerde bulundurmak, bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
.İnsanın "eşref-i mahlûkât" olması...
2013-05-03 01:00:00
Hemen makâlemizin başında, insanın durumunu, âyet-i kerîmeler muvâcehesinde, 4 madde hâlinde özetleyebiliriz:
1- İnsan, yeryüzünde "Allah'ın halîfesi" kılınan [Bakara, 30],
2- "Mükerrem bir varlık" [İsrâ, 70],
3- "Ahsen-i takvîm üzere yaratılan" [Tîn, 4],
4- Hem de "eşref-i mahlûkât" ve "zübde-i âlem" olan bir varlıktır. [İnşâallah, yarınki makâlemizde, bu maddeler üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz.]
Bütün insanların en şereflisi, Kâinâtın Efendisi, başlarımızın tâcı, gönüllerimizin ilâcı, iki cihânın güneşi, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, lâyıkı vechile, doğru bir şekilde beşeriyete tanıtmak, bizler için bir insanlık, Müslümânlık ve vefâ borcudur. Bu, O'nun ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her Müslümânın işi olmalıdır.
NASİPLİ OLANLAR...
Kesin bir husustur ki, Resûlullah Efendimizi, ilim, irfân ve asâlet sâhibi insanlar medhetmekte; ama câhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, dînsiz, îmânsız, bozuk kişiler de kötülemektedir. Tabîî ki bu, bir nasip işidir.
Bilindiği üzere, Asr-ı saâdette, Resûl-i Ekrem'i müdâfaa eden kimseler vardı. Meselâ Peygamberimizin şâirlerinden Hassân bin Sâbit (radıyallahü anh) için, Mescid-i Nebevî'ye bir kürsü de konulmuştu. O, oradan müşriklere şiirle cevap verirdi. Peygamber Efendimiz de onun şiirlerini beğenirdi. Çünkü onu medhetmek dînen çok hayırlı bir iştir.
***
"Gerçekten sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 4) âyet-i kerîmesinde, Yüce Allah'ın büyük iltifâtına mazhar olan Sevgili Peygamberimiz, Kur'ân'dan ibâret olan güzel ahlâkını, hayâtında sergilediği tatbîkâtı, emir ve tavsiyeleri ile ümmetine teblîğ etmiştir.
"Onun şahsında, Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hâtırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır " (Ahzâb, 21) âyet-i celîlesi, O'nun "üsve-i hasene" [nümûne-i imtisâl=en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir?
Yine Cenâb-ı Hak, O'nun hakkında şöyle buyurmaktadır:
"(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü'minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir." (Tevbe, 128)
Kezâ Yüce Rabbimiz: "Peygamber, mü'minlere cânlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [O, mü'minler nazarında kendi nefislerinden, cânlarından daha önce gelir; Mü'minlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O'nun hanımları da onların anneleridir..."[Ahzâb, 6] buyurmuştur.
TARİH BOYUNCA...
İslâm dünyâsında, Peygamber Efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen "Na'tlar", hep O'nun için yazılmıştır.
Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların her biri O'nu biraz inceledikten sonra hayrânlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.
Ne var ki, Müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O'nu tanımaya çalışmaktadırlar. Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O'na olan muhabbetleri kadar, derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zâhir âlimleri O'nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir.
Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise, O'nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir. O, Resûlullah Efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O'nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O'na âşık olmakta, O'nu sevmekte, O'na tâbi ve teslîm olmakta, mâlını ve cânını O'nun uğrunda fedâ etmekte öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gibi olamamıştır, onun mertebesine ulaşamamıştır.
.İnsanın "zübde-i âlem" olması
2013-05-04 01:00:00
Dünkü makâlemizin başında: 1- İnsan, yeryüzünde "Allah'ın halîfesi" kılınan [Bakara, 30], 2- "Mükerrem bir varlık" [İsrâ, 70], 3- "Ahsen-i takvîm üzere yaratılan" [Tîn, 4], 4- Hem de "eşref-i mahlûkât" ve "zübde-i âlem" olan bir varlıktır. [İnşâallah, yarınki makâlemizde, bu maddeler üzerinde ayrı ayrı durmak istiyoruz] demiştik. Şimdi bu maddeleri kısa kısa ele alalım:
1- İnsanın, yeryüzünde Allah'ın halîfesi kılınmasıyla ilgili olarak şu âyet-i kerîmeyi zikredebiliriz:
"Hâtırla ki Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım' dedi. Onlar: Bizler, seni hamdinle tesbîh ve takdîs edip dururken, yeryüzünde fesât çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Herhâlde ben, sizin bilemeyeceğinizi bilirim dedi." (Bakara, 30)
HEPSİ İNSAN İÇİN!..
Yüce Allah'ın, bütün insanlara ni'metleri pekçoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır. Ayrıca kâinâttaki her şeyi, insanların hizmetine vermiştir. Nitekim bir âyet-i kerîmede:
"Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyâya getirip hayât veren) Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrâr sizi diriltecek ve sonunda O'na döndürüleceksiniz.
O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine hâs bir şekilde) semâya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzîm etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir" (Bakara, 28-29) buyurulmuştur.
Yerde, gökte, yer altında, denizlerde, göllerde, nehirlerde; nebâtât, hayvânât ve cemâdât nev'inden ne varsa, yüce Rabbimiz, hepsini bizim hizmetimize vermiştir.
Tefsîrlerde belirtildiğine göre, Hazret-i Âdem'in yaratılışı, ona yapılan ikrâm [halîfe yapılması], meleklerden üstün kılınması [zîrâ meleklerin ona secde etmeleri emredilmiştir], onun bütün zürriyyetine de şâmil olmaktadır.
Bir âyet-i celîlede de şöyle buyurulmuştur: "Hani biz meleklere (tefsîrlerde 've cinnîlere' lafzı da ilâve olunmaktadır, çünkü İblîs melek değildir, cin tâifesindendir): 'Âdem'e secde edin' demiştik de; İblîs hâriç hepsi secde etmişlerdi. O, yüz çevirmiş ve büyüklük taslamış, böylece kâfirlerden olmuştu." (Bakara, 34)
Allah, Hazret-i Âdem'i, arzında "Halîfe" kıldığı gibi, bütün Peygamberleri de, arzın i'mârı, insanların idâresi, nefislerinin kemâle erdirilmesi ve aralarında emirlerinin tenfîzi husûslarında halîfe yapmıştır.
2- İnsanın mükerrem bir varlık kılınması hakkında da bir âyet-i kerîme zikredelim:
"Gerçekten biz, Âdemoğullarını mükerrem kıldık, (diğer hayvanlar üzerine, ilim, nutk ve en güzel yaratılış gibi husûslarda) tafdîl ettik, üstün kıldık. Karada [hayvânlar üzerinde] ve denizde [gemilerde] taşıtlara yükledik ve onlara hoş rızıklar verdik. Kendilerini, yarattıklarımızdan çoğunun üzerine üstün kıldık." [Hattâ Peygamberler, Meleklerden de üstün kılınmıştır.] [İsrâ, 17/70; Parantez içindeki açıklamalar, Celâleyn Tefsîrinden alınmıştır.]
3- İnsanoğlunun ahsen-i takvîm üzere yaratılmasına gelince:
"Biz, gerçekten insanı [insan cinsini] en güzel bir biçimde [güzel bir boy, güzel bir sûret üzere, kâinât ve mümkinâttaki bütün husûsiyetleri cem eden bir özellikte] yarattık. Sonra onu, (küfre varınca) aşağıların aşağısına çevirdik (cehennemlik yaptık.) Ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler başka; onlar için kesilip tükenmez bir mükâfât vardır." [Tîn, 95 / 4-6]
"HOŞÇA BAK Zâtına!.."
4- İnsanın eşref-i mahlûkât ve zübde-i âlem olması mefhûmuna dâir, Şeyh Gâlib'in "müsemmen" (sekizleme) yaptığı beytini zikredebiliriz. Şiirinde bu beyti, beş defa tekrârlamıştır. Bu kavramla ilgili, aşağı-yukarı en dikkate değer beyittir:
"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen." Beytin kısa anlamı: "Kendine iyi bak ki, âlemin özü sensin. Sen varlığın göz bebeği olan âdemsin" demektir.
Bildiğiniz gibi, "Zübde-i âlem" terkîbindeki "Zübde" kelimesi: "çekirdek, öz" anlamındadır. "Âlem" de bilindiği gibi "dünyâ, kâinât, evren" demektir. Bu tamlama ise, "kâinâtın özü" anlamında kullanılmaktadır.
Tasavvufî anlamı olan bu terime göre, insan kâinâtın özüdür, kâinâtta ne varsa, aynı oranda insanda da vardır. Diğer bir ifâde ile insan, kâinâtla denk kabûl edilmektedir. Zâten kâinâtın varlık sebebi de insandır, bütün kâinât insan için yaratılmıştır. İnsan ise, Allah'a kulluk etmek için halkolunmuştur. [Zâriyât, 56]
Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak...
2013-05-10 01:00:00
Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i'tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün "Peygamber"leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde, şerefle/onurla yaşamaları için, emir ve yasaklarını, yani ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir.
Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü'l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne, insanlık şerefine/onuruna çağırmışlardır.
Şek-şüphe yoktur ki, insanın insana kulluk etmesi, kölelik yapması son derece onur kırıcı bir durumdur. Onun için İslâmiyet, târihten gelen köleliği ortadan kaldıracak birtakım tedbîrler almıştır. Yemîn keffâreti, oruç keffâreti, zıhâr keffâreti gibi cezâlarda birinci madde bir köle âzâd edilmesidir.
Şu bir vâkıadır ki, insanlar, Allah'ın Peygamberlerine tâbi olup, emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, şerefli/onurlu, huzûrlu ve rahat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır. Öyle ki, bu zulümlerden kadınlar, çocuklar, insanlar ve hayvanlar dâhil, bütün mahlûkât nasîbini almıştır.
KULLARDAN NE İSTENİYOR?
Allahü teâlâ, yarattığı kullarından ne istemektedir?
Hepimiz biliyoruz ki, Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, verdiği nimetlere şükretmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında, şerefli/onurlu bir şekilde, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemekte ve bunları da emretmektedir.
İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, bütün saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O'na îmân etmek, tâbi ve teslîm olmaktır. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır.
Ona tâbi olmak demek, onun tarif ettiği şekilde îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir...
Kur'ân-ı kerîm'de: "Kim, İslâm'dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette ziyân edenlerden olacaktır" (Âl-i İmrân, 85) buyurulmaktadır.
Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı kerîm'inde [Zâriyât sûresinin 56. âyetinde] meâlen: "Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur.
Yüce Allah, meâlen: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz" (Bakara, 21) buyurmuştur.
Allahü teâlâ, Bakara sûresinin 152. âyetinde de şöyle buyurmaktadır:
"O hâlde siz, (bana itâat ve ibâdet ederek) beni anın ki, ben de sizi (mağfiretimle) anayım. Ni'metlerime şükredin de nankörlük yaparak küfre varmayın (beni ve ni'metlerimi inkâr etmeyin)."
"NANKÖRLÜK EDERSENİZ!.."
Bu konuda, İbrâhîm sûresinin 7. âyet-i kerîmesi de çok dikkat çekicidir:
"Düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer siz şükrederseniz, ben de elbette size [ni'met(ler)imi] artırırım ve eğer küfrân-ı ni'mette bulunur, nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, gerçekten azâbım çok şiddetlidir."
Nisâ sûresinin 147. âyetinde ise, meâlen şöyle buyurulmuştur:
"Eğer siz, Allah'ın ni'metlerine şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niye azâb etsin? Allah, şükredenlerin mükâfâtını verici, yaptıklarını bilicidir."
Dünyâda yapılan imtihânlarda [meselâ öğrenciler için yapılan vize ve final imtihânlarında] muvaffak olmak için, nasıl gerekli çalışmaları yapmak lâzım ise, âhıretteki imtihânda başarılı olabilmek için de, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak lâzım geldiği bedîhidir, açıktır.
.Eğitimden maksat nedir?
2013-05-17 01:00:00
Hazret-i Âdem'den i'tibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 "Ülü'l-azim" Peygamber, 313 "Resûl", 124 binden ziyâde "Nebî"nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü suhuf, 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Bütün Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, rızâ-i İlâhî'ye ve Cennet'e götüren yolun gösterilmiş olması, şüphesiz ki, yüce Allah'ın, kullarına olan ni'metlerinin en büyüğüdür.
Sık sık yazdığımız gibi, Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta yani dünyâda ve âhirette kurtuluşa davet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır. [Onların vârisleri durumunda olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da aynı gâye için çalışmışlardır.]
İNSÂN-I KÂMİL YETİŞTİRMEK...
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dinler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan Ma'bûd'a (Allah'a) yönelmeleri emredilmiştir.
"Peygamberler Târîhi"ni incelediğimizde, aslında hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı, iyi ferdler, âileler ve cemiyetler meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimiz, târîhimiz, kültür ve medeniyetimizde eğitimden maksat da "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Burada, hemen, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî'nin (rahmetullahi aleyh) bir sözünü hatırlıyoruz. O buyuruyor ki: "İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir; herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır."
Herkesçe bilindiği gibi, bütün Peygamberler, hâssaten son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâm ve onların vârisleri durumunda olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hattâ târih boyunca gelmiş-geçmiş İslâm Halîfeleri ve Osmânlı Sultânları hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Şimdi söz buraya gelmişken, târihteki "Câhiliye dönemi"ni bir hâtırlamaya çalışalım: O dönemde, kadınlar bir ticâret metâı gibi alınır-satılır, kız çocukları diri-diri toprağa gömülür, hayvanlar canlı-canlı hedefe dikilip kendilerine atış yapılırdı. Zâlimlerin zulmünden âdetâ kimse kurtulamazdı. Bu ne vahşettir?
Gerçi bugün de, İspanya ve Brezilya'daki boğalara uygulanan vahşet bundan geri kalmaz. Ülkemizde de horozları döğüştürme, boğaları kapıştırma, develeri güreştirme, kelpleri boğuşturma vahşetinin hâlen işlenmekte olduğunu bu vesîleyle burada ifâde edelim. Çin Hayvânât Bahçesinde yapılanlar ise [Bir buzağıyı kaplanlara parçalatıp bunun turistlerce kameraya alınmasını sağlamak], insanın kanını donduracak durumdadır...
"YARADILMIŞI HOŞ GÖR..."
"Yaradılmışı hoş gör, Yaradan'dan ötürü" diyen Yûnus Emre, Allahü teâlânın mahlûku, yaratığı olan bütün insanlara, hattâ bütün canlı ve cansızlara şefkat ve merhamet etmek gerektiğini belirtmektedir. Bu konuda, onlar arasında soy-sop, millet, ırk, renk, mevki-makam ve refah farkı gözetmemek gerektiğini de ifâde etmektedir. Çünkü hepsi aynı şerefe, aynı onura sâhiptirler.
"Fukarâ kalbine her kim dokuna/Dokuna sînesi Allah okuna" beyti ile "Eğer bir gönül yıktınsa bu kıldığın namaz değil/Yetmişiki millet dahî elin-yüzün yumaz değil" cümlelerinin sâhibi olan Yûnus Emre hazretleri, işin püf noktasını kendisi kavramış ve bizlere de şöyle tavsiyede bulunmuştur:
"Giderdim gönlümden kini/Kin tutanın yoktur dîni/Ey yârenler! Ben bu sözü/Uludan işittim ahî."
Onun şu dörtlüğü de, târihte olduğu kadar, günümüz için de çok mühimdir:
"Ben gelmedim da'vî [kavga] için/Benim işim sevi [sevgi] için/Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim."
.Îmândan sonra en kıymetli iş...
2013-05-18 01:00:00
Makâlemizin başında ifâde edelim ki, Sevgili Peygamberimiz, Mekke-i mükerreme'de bıkmadan-usanmadan yaptığı devâmlı tebliğlerden sonra, Tâif'te de bir ay boyunca İslâmiyeti anlattığı hâlde, insanlar inanmayınca, hattâ kendisini ve yardımcısı Zeyd bin Hârise'yi (radıyallahü anh) taşlamaya kalkınca, o seferden üzüntülü bir şekilde dönerken, Cebrâîl aleyhisselâm gelip:
"Yâ Resûlallah, Sen istersen, Allahü teâlâ, iki melek gönderip şu dağları birbirine kavuşturarak bu insanları helâk edecek" demiş, ama O; "Ey Cebrâîl kardeşim! Bunlar bilmiyorlar, bilseler böyle yapmazlar; onların nesillerinden bana inanacak insanların çıkacağını ümîd ediyorum" meâlinde sözler söylemiştir...
Şek-şüphe yok ki, O rahmet Peygamberini, o günün bir kısım insanları tanıyamadığı gibi, bugünün insanları da tanımıyorlar. Eğer onu bir tanısalar, canlarından çok severler, îmânla şereflenirler; değil hakâret etmek, aleyhinde konuşmak, bilakis başlarına tâc yaparlar...
"HAYIRLI ÜMMET"
Şimdi biraz Batı'ya uzanalım: Hâtırlarda olduğu gibi, Fransız dergilerinden "Le Point: Nokta" 1980 yılını "Hazret-i Muhammed Yılı" olarak ilân etmişti. Dergi, bu seçimine sebep olarak, "Hazret-i Muhammed'in, yedinci yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, dünyâdaki tesîrini, her geçen gün büyüyerek sürdürmesini" göstermişti.
Son peygamber olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten [İspanya'dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
"Ahlâk İlmi" âlimlerinden Ali bin Emrullah'ın [Doğumu: Isparta-vefâtı ise: Edirne] dediği gibi, "İslâm âlimlerinin çoğuna göre: İnsanlar iyiliğe, yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Sonra nefsin kötü arzûları, güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydana getirir."
İşte kötü, bozuk çevrelerde yetişen insanlar, içerisinde bulundukları akıntıya kapılıyorlar.
KALP NAZARGâH-I İLâhìdir
Kalp nazargâh-ı İlâhîdir. Onun için Peygamber Efendimiz, îmândan sonra en kıymetli işin, kalplere sürûr vermek olduğunu beyân buyurmuşlardır. Taberânî'nin "Mu'cem"inde geçen bir ibârede "idhâlü's-sürûr fî kalbi'l-mü'min" ifâdelerini görüyoruz. Yani "mü'minin kalbine sürûr, sevinç vermek."
Evliyânın, Allah dostlarının büyüklerinden olan Bâyezîd-i Bistâmî de [kuddise sirruh], ulaştığı yüksek mertebeye ne ile ulaştığını soranlara, bu cevâbı vermiştir. Yani "insanların kalplerine sürûr vermekle" buyurmuştur. Hattâ kabr-i şerîfinde [türbesinde] de bu ibâre yazılıdır.
Bir hadîs-i kudsî rivâyet edilir: "Beni arzım ve semâm istîâb etmez, fakat mü'min kulumun kalbi istîâb eder" şeklinde.
Şu âyet-i kerîme insanın mükerrem yani şerefli/onurlu bir varlık olduğunu ne güzel ifâde etmektedir: "Andolsun, biz, insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini, en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık" [İsrâ, 70]
"MÜ'MİN ŞEREFLİDİR"
Sevgili Peygamberimizin şu hadîs-i şerîfi de, bu hakîkati teyit ve te'kîd ediyor: "el-Mü'minü ğırrun kerîmün...: Mü'min şerefli/onurlu ve kerîmdir/kerem sâhibidir..." [Ebû Dâvûd, Edeb, 5]
Şerefli ecdâdımız, toplumun her kesimine yardım elini uzatmış; hastalar için hastahâne-şifâhâne-bîmârhâneler; fakîrler-garipler-yoksullar için aşevleri; kimsesiz çocuklar için yurtlar; yetîm ve muhtaçlar için dârul-eytâmlar, dârul-acezeler, huzûrevleri yapmışlar; hattâ yaralı leylekleri tedâvî vakıfları [gurabâ-hâne-i laklâkân gibi], yetîm yavruları evlendirmek için cihâz [çeyiz] vakıfları kurmuşlardır. Sadaka taşları ve yardım sandıkları, bizim kültür ve medeniyetimizin ürünüdür. Bunların nicelerini sayabiliriz...
.Âlimlerin irşâdına olan ihtiyâcımız...
2013-05-24 01:00:00
Büyük gönül sultânlarından, dünyâyı aydınlatan ışıklardan, ulemânın ve evliyânın büyüklerinden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî [kuddise sirruh]'un, doğduğu, yaşadığı ve vefât ettiği yerde, yani memleketi olan Hakkârî'de, 23-25 Mayıs târihleri arasında, Hakkârî Vâlîliği ile Hakkârî Üniversitesi tarafından müştereken düzenlenen bir sempozyumla hâtırlanmasını, hem de "Uluslararası Tâhâ-i Hakkârî Sempozyumu" ile anılmasını büyük bir şükrânla karşılıyor, bunu, bir vefâ borcunun ödenmesi olarak görüyoruz. Bu vesîleyle, hakkında, bizim de bir teblîğ sunacağımız Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi (rahimehullah) rahmet ve minnetle anıyoruz.
Bu "Sempozyum"u düzenleyen yetkililere, organizasyonda az veya çok emeği geçen herkese ve konuşma yapacak olan değerli ilim adamlarına tebrîk, takdîr ve teşekkürlerimizi sunmayı bir görev telakkî ediyoruz...
KÂMİL İNSAN YETİŞTİRMEK
Sempozyumla yâd edilen, Peygamberimizin torunlarından, maddî ve ma'nevî vârislerinden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri gibi bütün âlim ve velîlerin hedefleri, malum olduğu üzere, cemiyette kâmil insanlar meydâna getirmekti.
Zâten Allah'ın, kullarına elçi olarak gönderdiği Peygamberlerin târihini incelediğimizde de, hepsinin, aynı îmân esâslarını teblîğ etmiş olduklarını, "iyi ferd", "iyi âile", "iyi cemiyet" meydâna getirmeyi hedeflemiş olduklarını görüyoruz...
Burada, bu vesîleyle önemli bir husûsu ifâde etmek gerekir:
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mâddî ve ma'nevî değerlerimizi, mukaddes dînimiz İslâmiyet'i, şanlı târihimizi, târihî ve ilmî sahsiyetlerimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır...
Yine burada münâsebet düşmüşken belirtelim ki, İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için ilân ettiği yüksek esâslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, pekçok İslâm devleti arasında, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmânlı devrinde ulaşmıştır.
Osmânlı devleti zamanında, kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san'at eserleri inşâ edilmiştir. Herkesçe bilinmektedir ki, Osmânlı sultanları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tutmuşlar; kemâl sâhibi ilim erbâbını dâima takdîr edip onlara rağbet göstermişlerdir. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânûnların düzenlenmesinde, İslâm dîninin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlenmişlerdir. İşlerinde âlimlerle istişâre eylemişlerdir. Devlet nizâmlarının hâzırlanıp düzenlenmesini ve teftîşini onlara havâle edip idârî mes'ûliyetlere onları da dâhil etmişlerdir. Bunun için Osmânlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi...
TÂHÂ-İ HAKKÂRÎ KİMDİR?
Seyyid Tâhâ-i Hakkâri, insanları Hakk'a davet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i Aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisidir. "Şihâbüddîn", "İmâdüddîn" ve "Kutbü'l-İrşâd vel-Medâr" lakaplarıyla anılmaktadır. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî'dir.
O, "Gavs-ı A'zam" diye anılan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci batından torunu olup aslında şerîflerdendir, yanî Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu olan Hazret-i Hasan'ın soyundandır; ama "Seyyid Tâhâ-i Hakkârî" diye meşhûr olmuştur. Bilindiği gibi, Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler "Seyyid"ler, Hazret-i Hasan'ın soyundan gelenler ise "Şerîf"ler diye anılmaktadır.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledikten sonra ilim öğrenmeye başlamış, Süleymâniye, Kerkûk, Revandız, Erbîl ve Bağdâd'taki medreselerde ve daha başka birçok medresede zamânının büyük âlimlerinden ders görmüş, dîn ve fen ilimlerini öğrenip icâzet (diploma) almış bulunan, Osmanlılar zamânında Anadolu'da yetişen ulemâ ve evliyânın büyüklerindendir.
Tâhâ-i Hakkârî, tasavvuf ilmini de, Süleymâniye'de, ziyâretine gittiği ve sohbetinde bulunduğu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'den öğrenip onun huzûrunda kemâle gelmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin talebelerinin en kıymetlilerindendir. [İnşâallah yarın da ondan bahsetmeye devâm edelim.]
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin yüksek ilmî şahsiyeti
2013-05-25 01:00:00
Dünkü makâlemizde, kısaca, büyük âlim ve velî Seyyid Tâhâ hazretlerinden bahsettik. Bugün, konumuza birkaç kelime daha ilâve etmek istiyoruz...
Evvelâ Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, asîl ve temiz bir âileye mensûp olup yüksek bir "ilim ocağı"nda dünyâya gelmiştir: O, tâ çocukluğundan beri, büyüklük ve olgunluk hallerine sâhip, zekâ, isti'dâd, vakâr ve heybeti ile herkesin dikkatini çeken bir şahsiyetti. Onu gören her kimse, ileride onun büyük bir zât olacağını söylerdi... O, Abdülkâdir-i Geylânî'nin torunlarından Seyyid Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî'nin oğludur... O aynı zamanda, hâtırlı bir âilenin de damadıdır; Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehrî kâdısı idi.
Amcası Seyyid Abdullah-ı Şemdînî de, onun ilim ve feyz kaynaklarından biri olmuştur. Amcası, Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden, kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîler silsilesinin otuzuncusudur. Hakkârî vilâyetinin Şemdînân (veya Şemzînân, şimdiki adıyla Şemdinli) kasabasından olan, doğum târihi bilinmeyen, ama 1228 (m. 1813) senesinde vefât eden, Şemdînân'ın Nehri kasabasında medfûn bulunan amcası Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, Şafiî mezhebi âlimlerinden ve Hazret-i Osmân'ın güzel ahlâkını hâtırlatan yüksek bir velî idi.
BÜYÜK ÂLİMLERDEN DERS ALDI
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Süleymâniye, Kerkûk, Revandız, Erbîl ve Bağdâd gibi ilim merkezlerinde ve daha başka birçok medresede şöhretli âlimlerden tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrenme imkânını elde etmiştir.
Her zamanda bulanamayacak olan, "Zül-cenâheyn", "dört büyük mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir", "beş tarîkatte mürşid-i kâmil ve mükemmil" olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî zamanında yaşama, ondan ilim, irfân, feyz alma ve onun "Halîfe"si olma, böylece "Silsile-i Aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olma şerefine nâil olmuştur.
Büyük âlim ve velî olan amcası Seyyid Abdullah-i Şemdînî [v. 1228 (m. 1813), kabri Şemdinli-Nehri'de] yeğeni (kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî'nin oğlu) Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'yi, Bağdâd'a Mevlânâ Hâlid'in sohbetlerine götürerek, onun, bu yolda yetişmesine vesîle olmuştur.
Mevlânâ Hâlid, Bağdâd'da Seyyid Tâhâ'yı görür görmez, hemen Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip istihâre etmesini emr eylemiştir. Seyyid Tâhâ da istihâre yapmıştır. Ceddi Abdülkâdir-i Geylânî, ona: "Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid, zamânının âlimi, evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslîm ol, onun emrine gir" buyurmuştur.
Önce Berdesûr'da, sonra da Şemdinân'da, Nehri kasabasında ders vermeye başlamıştır. Kırk iki sene insanlara doğru yolu göstermiştir. Nehri'deki babadan kalma küçük evine yerleşip, aklî ve naklî ilimleri öğretmeye ve İslâmın güzel ahlâkını yaymağa çalışmıştır.
Nehri kasabasında ilk defa feyiz ve irşâd kaynağı olan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî hazretleridir. Bu temeli o kurmuş, medrese, tekke ve zâviyeler yaptırarak, Türkiye, Irâk ve İrân'ın uzak yerlerine kadar âlimlerin feyz ve nûrlarını yaymıştır.
ÇOK ÂLİM YETİŞTİRDİ
Seyyid Tâhâ, çok kıymetli âlimler yetiştirdi. Onun yetiştirdiği âlimlerin ve velîlerin en üstünleri arasında, başta kendi oğlu Seyyid Ubeydullah-i Hakkârî, kendi kardeşi Seyyid Sâlih, Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî [Hızânî] [kaddesallahü esrârehümü'l-aliyye] gelir. Bunlara çeşitli dersler okutmuş, onların büyük birer âlim ve velî olarak yetişmelerine sebep olmuştur. Seyyid Fehîm Efendiyi Arvas'ta vazîfelendirmiştir.
Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınlarıyla helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih'i çağırttı. Onun için;
"Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır" buyurdu. Yerine kardeşi Seyyid Sâlih'i halîfe bıraktı. 1269 (m. 1853) senesinde Nehrî'de vefât eyledi. Kendisini seven âşıklar, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyizlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedirler. [Cenâb-ı Hak, bizleri de onun şefâatlerine nâil eylesin.]
."Feth-i mübîn" hakkında birkaç kelime...
2013-05-31 01:00:00
Hatırlıyacağınız üzere, geçen haftaki 2 makalemizde, deryâdan katre (denizden damla) misâli, "Silsile-i Aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi, ulemâ ve evliyânın büyüklerinden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'den [kuddise sirruh] bahsetmeye çalışmıştık.
Hakkârî Valiliği ve Hakkârî Üniversitesi'nce müştereken tertiplenen uluslararası bir sempozyumla anılan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin, Doğu ve Güneydoğu Anadolumuz, Kuzey Irâk, İrân'ın Türkiyemize komşu olan bölgelerinde iyi bir şekilde tanınan ve çok sevilen bir insan olduğunu, sempozyumda bizzât müşâhede ettik...
ZİYARETLE ŞEREFLENDİK...
Âcizâne bizim de bir teblîğ sunduğumuz bu sempozyumdan sonra, Hakkârî'nin kazâsı Şemdinli'ye [Şemzînân=Şemdînân'a] bağlı Nehrî [Bağlar] kasabasında bulunan, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin üzerine nûr yağan kabr-i şerîfini, kardeşi Seyyid Muhammed Sâlih, oğlu Seyyid Habîb ve amcaları Seyyid Abdullah-i Şemdînî'nin [kaddesallahü teâlâ esrârehümü'l-aliyye] mübârek kabirlerini ziyâretle şereflendik. Cenâb-ı Hak, kendilerine rahmet eylesin, Cennet'teki derecelerini yüksek eylesin ve bizleri onların şefâatlerine nâil eylesin.
Onu 2 makalede anlatmamız elbette ki mümkün değil. İnşâallah münâsib zamanlarda tekrâren ondan bahsetmek isteriz.
Bugün, iki gün evvel [29 Mayıs 2013 Çarşamba günü], 560. sene-i devriyesini [yıl dönümünü] idrâkle şereflendiğimiz "İstanbul Fethi"nden ve onun Fâtih'inden [yine denizden damla misâli] bahsetmek istiyoruz.
Bilindiği üzere, Kur'ân-ı kerîmde "Fetih sûresi"nin 1. âyet-i kerîmesinde "fethan mübînâ" lafızlarıyla Mekke-i mükerremenin fethi mevzû-i bahis edilmiştir. Yine "Fetih Sûresi"nde (27. âyette), "...O, size, bundan başka, yakın zamanda bir zafer verecektir (bu Mekke fethi dışında yakın bir fetih de nasip edecek)" âyet-i celîlesinde "Hayber fethi"ne işâret buyurulmuştur. Ayrıca "Nasr" sûresinde de "Nasrullah ve'l-Feth" lafızlarıyla yine Mekke'nin fethi zikredilmiştir.
"Feth-i mübîn" terimi, edebiyâtımızda bir de "İstanbul'un fethi" için kullanılmıştır. Buna dâir pekçok makâle ve şiir de yazılmıştır. Sevgili Peygamberimiz, İstanbul'un fethini bundan 14 asır önce müjdelemiştir. İstanbul'un fethini müjdeleyen hadîs-i şerîf hakkında, Fakültemizdeki bir profesör arkadaşımız, Ahmed İbn-i Hanbel hazretlerinin "Müsned"i, Ebû Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî'nin "el-Müstedrek ale's-Sahîhayn"i, İmâm Buhârî'nin "et-Târîh"i başta olmak üzere, 19 kaynak zikretmiştir. İstanbul İlâhiyât'taki diğer bir meslektaşımız ise kaynakları 24'e ulaştırmıştır.
Bu mukaddimeden sonra, şimdi de kısaca, "Fâtih"den ve "Fetih"ten bahsetmeye çalışalım:
Daha 7 yaşında iken, hocası Akşemseddîn'e "İstanbul'un fethi"ni hedef olarak seçtiğini ifâde eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, 12 yaşında Osmânlı tahtına oturmuş, ama bütün Avrupalı düşmânlar, bunu bir fırsat bilerek Osmânlı Devleti'nin üzerine çullanmak isteyince, babası tekrâr idâreyi ele almış ve Osmânlı'nın büyük zaferlerinden olan "Varna Zaferi"ni kazanmış ve böylece devletin temellerini biraz daha muhkem hâle getirmiştir.
Fâtih 19 yaşında iken, babası vefât etmiş, o, bu yaşta 2. def'a Osmânlı tahtına oturmuş, "Ya ben bu İstanbul'u alırım, yahut da bu İstanbul beni alır" meâlindeki sözünü söylemiştir. Nitekim o 21 yaşında iken, daha önce 28 def'a kuşatılıp fethedilemiyen İstanbul'u almış ve Sevgili Peygamberimizin müjdesine o ve şanlı ordusu kavuşmuştur.
ZEKÂ, DEHÂ VE CESARET...
Fâtih, çok cesûr ve çok zekî olduğu kadar, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdârdı. Donanmayı, Beşiktaş'tan Haliç'e indirmesi, onun askerî ve teknik dehâsının mahsûlüdür.
Yunan, Latin, İtalyan, Fransız, Arap, Fars ve İbrânî dillerini de çok iyi bilirdi. Avrupa ilim ve tekniğini çok iyi takip ederdi. İyi bir eğitim görerek zamanın bütün ilimlerini öğrenmişti...
İstanbul'un fethi, 6 Nisan-29 Mayıs târihleri arasında 53 gün süren muhâsaradan sonra gerçekleşmiştir. Fâtih Sultân Mehmed Hân otağını, Topkapı-Maltepe'de kurdu. Topkapı-Edirnekapı arasındaki merkez cephesini bizzât idâre etti. 20 parça donanma ve 300.000 askerden müteşekkil ordusunun, yeri-göğü sarsan tekbîr ve tehlîl sesleri arasında, Sultân, Topkapı'dan şehre girdi.
Bu fetih, sâdece Türk ve İslâm târihi bakımından değil, insanlık, beşeriyet ve dünyâ târihi bakımından da çok önemlidir. Nitekim Orta Çağ'ın kapanması ve Yeni Çağ'ın açılmasına bir başlangıç kabûl edilmiştir...
.Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin bazı menkıbe ve kerâmetleri
2013-06-07 01:00:00
Bugünkü makâlemizde, Hakkârî'de tertip edilen Uluslararası bir sempozyum vesîlesiyle, Mayıs ayında yazdığımız 4 makalede kendilerinden bahsettiğimiz, Osmânlılar zamânında Anadolu'da yaşayan evliyânın en büyüklerinden, rûh bilgilerinin mütehassısı, Rabbânî ilimler hazînesi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin bir-iki menkıbe ve kerâmetini dile getirmek istiyoruz.
Arapça bir isim olan "Menkıbe (veya Menkabe)" kelimesi, sözlüklerde: "Dîn büyüklerinin veya târihe geçmiş kimselerin medhe değer taraflarını, üstünlükleri"ni ifâde için kullanılmaktadır.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (kuddise sirruh), Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci batından torunu, ya'nî Peygamber Efendimizin soyundan olup, seyyiddir [aslında Hazret-i Hasan Efendimizin torunlarından olup şerîftir]. İnsanları Hakka da'vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin de otuzbirincisidir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinin büyüklerindendir. Mevlânâ Hâlid'in talebesi olan Seyyid Abdullah'ın kardeşi, Molla Ahmed'in oğludur. Lakabları: "Şihâbüddîn", "Imâdüddîn" ve "Kutbül-irşâd vel-medâr"dır.
Hocası tarafından Şemdinân'ın Nehri kasabasında ders vermeye me'mûr edildi. Bütün İslâm âlimleri gibi, o da gecelerini gündüzlerine katarak İslâmın güzel ahlâkını yaymış, herkesi iyilik yapmaya teşvik eylemiştir.
1269 (m. 1853) senesinde Nehrî'de vefât etmiştir. Kabr-i şerîfinin ayakucunda kardeşi Seyyid Muhammed Sâlih, yan tarafta mahdûmu Seyyid Habîb, kabristânın alt tarafında ise amcası ve hocası Seyyid Abdullah-i Şemdînî (kaddesallahü esrârehüm) medfûn bulunmaktadırlar.
Seyyid Tâhâ (rahimehüllah), küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsîline başladı. Süleymâniye, Kerkûk, Irâk, Erbîl, Bağdâd gibi ilim merkezlerine giderek oralarda şöhretli âlimlerden; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın fen ve edebiyât bilgilerini öğrendi.
Seyyid Tâhâ (rahmetullahi teâlâ aleyh), daha ilim talebesi iken, birgün Bağdâd'a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları: "Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz" deyince; "Bu, mâ-i cârîdir, ya'nî akarsudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar" buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır" deyip elindeki bir balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları: "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana i'tirâz etmiyeceğiz" dediler.
Seyyid Tâhâ hazretleri dergâhı teşrîflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehrî kasabası binyediyüz hâne iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi. İkindi namazından sonra "Hatm-i hâcegân-ı kebîr", sonra İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin "Mektûbât"ı okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî'de ise ona, o yok ise, muhterem dâmâdı ve halîfelerinden Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.
Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Köse Halîfe nâmıyla ma'rûf, âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var idi. Seyyid Tâhâ'nın halîfelerinden olup ismi Tâhâ idi. Edebinden, "İsmim Tâhâ'dır" demeye hayâ ederdi. Üstâdından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Birgün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin" buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, "Köse Halîfe" kaldı.
Seyyid Tâhâ hazretleri zamanında, İrân Şâhı, Şemdinân'a yakın 145 pâre köyü, her şeyi ile berâber Seyyid Tâhâ'ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir ân başını eğip kaldırdıktan sonra; "Elhamdülillah" dedi. İrân şâhı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ'ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve yine "Elhamdülillah" buyurdu. Köse Halîfe; "Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?" diye arzedince; "Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim" buyurdu.
.Fitne ve fesâdın kötülüğü
2013-06-28 01:00:00
İnsanlar cemiyet hâlinde yaşamaya mecbûrdurlar. Toplu hâldeki insanların aralarında iyi geçim varsa, huzûr temîn edilebiliyorsa, orada yaşama râhatı vardır. Bütün insanlar biribirine düşmân olmadan, herkes diğerinin hakkına saygı duyarak yaşarlar. Bunun aksine, bozguncular tarafından vatandaşların arasına ayrılık tohumları atılıp, insanlar birbirine düşmân hâle gelmişse, orada "fitne" vardır. Bâzı insanlar huzûrsuz, râhatsız ve yaşamaktan bıkkın hâldedirler. Bilerek veya bilmeyerek "fitne" çıkmasına sebep olanlar, insanlar arasında bölücülüğe, sıkıntıya, kânûnlara karşı saygısızlığa ve dînî emirlerin yerine getirilmesine mâni olarak inançların zayıflamasına veya yanlış tatbîk edilmesine sebeb olmaktadırlar.
Onun için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde: "Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah la'net etsin" (el-Berîka) buyurmuştur.
KARIŞIKLIK, KARGAŞA!..
"Fitne" kelimesinin birçok ma'nâsı vardır: "Ayrılık, karışıklık, kargaşa"; "insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey"; "insanları sıkıntıya, belâya düşüren, Müslümânların zararına sebep olan iş"; "düşmânlığa sebeb olan şey" bunlardan bir kısmıdır.
Yine "Fitne"nin ma'nâları arasında, "Karışıklık, geçimsizlik, bozgunculuk, arabozuculuk"; "Müslümânlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günâha sokmak, insanları isyâna kışkırtmak" karşılıklarını da görüyoruz.
Kur'ân-ı kerîmde "el-fitne" kelimesi [isim ve masdar olarak] 30 defa geçmektedir. Ayrıca fiil olarak başka âyetlerde de defalarca zikredilmektedir. Cemiyetteki insanlar arasında fitne çıkarıldığı zaman, millî bütünlük ortadan kalkar. İnsanlar kamplara bölünürler. O hâle gelirler ki kardeş kardeşe, baba evlâda düşmân olur. Bu hâl devletin sarsılmasına da sebeb olur.
Kardeş gibi yaşayan insanları çeşitli sebeplerle biribirlerine düşürüp, kânûnlara, hükûmetlere karşı isyâna teşvîk edenler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde belirtilen fitne çıkarma vebâlini yüklenmiş olurlar.
Allahü teâlâ, fitnenin kötülüğünü bir âyet-i kerîmede meâlen: "...Fitne, adam öldürmekten daha beterdir, daha kötüdür..." (Bakara sûresi, 191), diğer bir âyet-i celîlede ise "...Fitne, adam öldürmekten daha büyüktür..." (Bakara, 217) şeklinde beyân buyurmaktadır.
Bunlarda "eşedd: daha şiddetli" ve "ekber: daha büyük" kelimeleri kullanılmıştır.
Enfâl sûresinde ise meâlen şöyle buyurulmuştur: "Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirâyet ve hepsini perişân eder). Biliniz ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir." (Enfâl, 25)
"Fesâd" da, "Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi" manalarında kullanılan bir terimdir. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 33. âyet-i kerîmesinde fesâd çıkaranların mes'ûliyetlerini ve cezâlarını beyân buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz de bir hadîs-i şerîfinde: "Fitnenin, fesâdın çoğaldığı bir zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir" (Mektûbât-ı Rabbâniyye) buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîf ise şöyledir: "Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır." (el-Hadîka)
Ahmed İbni Hanbel'in "Müsned"inde zikrettiği bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Kıyâmet kopmadan önce, her yeri fitneler kaplayacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman evinden mü'min olarak çıkan kimse, akşama kâfir olarak evine dönecek. Akşam mü'min olarak evine gelen, sabâha kâfir olarak çıkacak. O zaman oturmak, ayakta kalmaktan hayırlıdır. Yürüyen koşandan daha iyidir. O zamân oklarınızı kırınız; yaylarınızı kesiniz. Kılınçlarınızı taşa çalınız...."
"DİLİNİZİ TUTUNUZ!.."
"Mişkâtul-Mesâbîh"deki diğer hadîs-i şerîflerde ise şöyle buyurulmuştur:
"Fitnecilere karışmayan, saâdete kavuşur. Fitneye yakalanıp, sabreden de, saâdete kavuşur."
"Fitne zamânında, İslâmiyete sarılınız; kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz; evinizden dışarı çıkmayınız; dilinizi tutunuz."
"Fitne zamânında, Müslümânlara ve onların reîslerine tâbi olunuz. Hak yolda olan yoksa, fitneciler, isyâncılar arasına karışmayınız! Ölünceye kadar fitneye katılmayınız."
[İnşâallah yarınki makâlemizde de, bu konu üzerinde durmak istiyoruz.]
.Fitne ve fesâd hakkında birkaç kelime daha...
2013-06-29 01:00:00
Dünkü makâlemizde, "fitne" ve "fesâd" kelimelerinin manâları ile konuyla ilgili bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yer vermiştik. Bugün aynı konuda birkaç kelime daha yazmak istiyoruz. Dün sizlere, hadîs-i şerîfte, "Fitne, uykudadır. Onu uyandırana Allah la'net etsin" buyurulduğunu nakletmiştik.
Bilindiği gibi fitne çıkarmak, insanları sıkıntıya sokmak, belâya düşürmek, ihtilâle sebep olmaktır. Diğer bir hadîs-i şerîfte:
"Fitne çıkarmayınız! Söz ile çıkarılan fitne, kılıç ile olan fitne gibidir. Zâlimlere, fâcirlere, milleti çekiştirmekten, yalan ve iftirâ söylemekten hâsıl olan fitne, kılıç ile yapılan fitneden daha zararlıdır" buyurulmuştur. (Muhtasaru Tezkireti'l-Kurtubî)
Fitne ve fesâd hakkında İslâm âlimlerinin de çok önemli sözleri vardır:
ÂLİMLERİN VAZİFESİ...
"Fitne çıkaran âlimden ve câhil âbid (çok ibâdet eden)den sakınınız. Bunların hâline meftûn olan (gönlünü kaptıran) için ikisi de fitnedir. Hem de çok tehlikelidir" buyuran
İmâm-ı Şa'bî (rahimehüllah) de, fitneci âlimlerden de, câhillerden de sakındırmaktadır.
"Fitne, fesâd zamânında İslâmiyet'e uymak, kâfirlerle harb etmek gibidir." (Abdülğanî Nablüsî)
"Halkın işi gücü fesâd olunca, şerliler (kötüler) başlarına geçer." (İmâm A'meş)
Zamânın şartlarına, insanların hâline ve anlayış kapasite ve şekillerine göre dînin emir ve yasaklarını bildirerek, insanlar arasında fitnenin yayılmasını önlemek, İslâm âlimlerinin vazîfesidir.
Dîn adamlarının insanların yapamayacakları husûsları bildirmeleri de fitneye sebep olur. Bu işte yetkili olan ilim adamlarının, insanlara izin olarak bildirilen hükümleri belirtip kolaylaştırıcı olmaları, insanların yapabileceklerini söylemeleri gerekmektedir.
Dînimizde karışıklık çıkarmak, hattâ insanlar arasında fitneye sebep olacak şekilde nasîhat yapmak veya davranışlarda bulunmak da, büyük günâhtır.
Hattâ cemâate namaz kıldıran bir imâmın, kırâat yaparken sünnet olan mikdârdan fazla okuyarak namâzı uzatması da, fitne çıkarmak olarak kabûl edilmektedir. Ancak cemâatin hepsi râzı olursa, bu takdîrde fitne olmayacağı, câiz olacağı kaydedilmiştir.
Vâizlerin, dîn adamlarının, cemâatin anlayamayacakları şeyleri söylemeleri ve yazmaları da, fitne olarak tavsîf edilmektedir. Herkese, anlayabileceği kadar söylemelidir. Müslümânlara yapamayacakları ibâdetleri emretmemeli; zaîf kavil olsa bile, yapabileceklerini söylemelidir.
Emr-i ma'rûf yaparken de fitne çıkarmamaya dikkat etmek lâzımdır. Emr-i ma'rûf yaparken, kendini tehlikeye sokmak, emrolunmamıştır...
Kitaplarda: "İnsanları, hükûmete karşı, kanûnlara karşı isyâna teşvîk etmek, fitne olur. Fitne çıkarmak harâmdır. Haksız yere adam öldürmekden dahâ büyük günâhtır. Zâlim olan hükûmete karşı isyân etmek de harâmdır. Mazlûmlar isyân ederse, bunlara yardım etmek de harâmdır. İsyân etmenin zararı, günâhı, zulmün zararından ve günâhından dahâ çoktur" cümleleri yazılıdır.
"KİMSE İLE GÖRÜŞMEMELİ"
İmâm-ı Rabbânî (rahimehullahü teâlâ), "Mektûbât"ında buyuruyor ki:
"Sevgili yavrum! Tekrâr tekrâr yazıyorum ki, şimdi, günâhlarımıza tevbe edecek, Allahımızdan afv dileyecek zamândayız. Fitnelerin çoğaldığı bu zamânda, eve kapanıp, kimse ile görüşmemelidir. Fitneler, neredeyse yağmur gibi yağarak, her yeri kaplayacak.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), Resûlullah Efendimize: "Fitne zamânında bulunacak Müslümânlara ne yapmayı emredersiniz" dediler. Cevâbında, "Evinizin eşyâsı olunuz"; diğer bir rivâyette ise, "Öyle fitne zamânında, evinizden dışarı çıkmayınız" buyurdu. [Ebû Dâvûd ve Tirmizî]
Bugünlerde, Dârul-harb kâfirlerinin Negrekût şehrinde, Müslümânlara, İslâm memleketlerinde yaptıkları zulümleri, işkenceleri işitmişsinizdir. Müslümânlara, görülmedik hakâretler yaptılar. Böyle alçakça işler, âhir zamânda çok olacaktır." [Mektûbât-ı Rabbâniyye, c. II, 68. Mektûb]
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in bir duâsıyla makalemizi bitirelim (Meâlen):
"Ey Allah'ım! Bana, hayırlı işleri yapmayı, çirkin şeyleri terk etmeyi ve fakîrleri sevmeyi nasîb eyle! Kavmim arasında fitne çıkarmak istediğin zamân, fitneye karışmadan canımı al" [Onun bu duâyı okuduğunu, İmâm Muhammed (rahimehullah) bildirmiştir.]
.İnsanların rehberlere olan ihtiyacı...
2013-08-17 01:00:00
Bugün sizlere, "İnsanların Rehberlere Olan İhtiyâcı" başlıklı genel bir konuda birkaç kelime takdîm etmek istiyoruz. Yanî bu makâlemizde insanların, kıymetli zevâtın rehberliklerine, irşâdlarına, yol göstericiliklerine nasıl muhtâç olduklarından bahsedeceğiz.
Tabîî ki, böyle bahr-ı ummân gibi derin bir konuyu, bir makâleye sığdırmak elbette ki mümkün değil, ama "zikr-i cüz' irâde-i kül=parçayı zikredip bütünü kasdetme" kâidesine göre, inşâallah bugün bir nebze de olsa, konunun ana hatlarına temâs etmeye gayret edelim, öbür hafta da mevzûumuzu tekrâr ele almaya çalışalım.
Önce, "Rehber" kelimesinin tarîfiyle işe başlayalım:
"Rehber" kelimesi için sözlüklerde ve ansiklopedilerde: "Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât" karşılıklarını görüyoruz. [Dîni Terimler Sözlüğü, "Rehber" maddesi]
DİNİMİZİN EMİRLERİNDEN
Büyük pedagog, psikolog ve sosyolog, önde gelen ulemâ ve evliyâdan İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah): "Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve Cenâb-ı Hakk'a kavuşturan yolu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet'in emirlerindendir" buyurmuştur.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): "Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; 'insanların rehberi', her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür" buyururken, Peygamberimiz için, "insanların rehberi" sıfatını kullanmıştır.
Yine İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
"Her Müslümân, terbiye edici bir üstâda muhtaçtır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Allahü teâlâ, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamberler gönderdi. Peygamberlerden sonra onlara vekîller olarak evliyâyı yarattı." [Eyyühe'l-veled]
"Gavs-ı A'zam" ve "Gavsü's-sekaleyn" sıfatlarıyla anılan, Peygamber Efendimizin mübârek torunlarından, Hazret-i Hasan Efendimizin soyundan gelen Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) hazretleri ise şöyle buyurmuştur:
"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz: Rehberin, kusûrları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip kötülükten menedici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması" lâzımdır. [Dîni Ter. Söz., "Rehber" maddesi]
Dilimizde, "Rehber" manâsında başka bir terim daha vardır, o da "Mürşid" kelimesidir. "Mürşid" de: "İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İnsanları, iyi bir Müslümân olmaları için terbiye eden âlim ve velî kişi" anlamında kullanılan bir kelimedir.
"Talebe, mürşidini, hocasını ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır; maksad, Allahü teâlâdır" buyuran İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) çok mühim bir hakîkati ifâde buyurmuştur.
"Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi, hocalarımı çok sevmekle kavuştum. Saâdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir" buyuran Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahimehullah) da çok önemli bir noktaya temâs etmiştir.
ONLARIN KİTAPLARINI OKUMAK
Muhyiddîn İbn-i Arabî (rahmetullahi aleyh): "Mürşidi [hocası, rehberi] olmayanın mürşidi [yol göstericisi] şeytândır" derken, bu konuda Ferîdüddîn Genc-i Şeker isimli velî zât, şöyle çok güzel bir yol göstermektedir:
"Bir kimse, kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşid [bir hoca, bir rehber, bir yol gösterici] bulamamışsa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun." [Dîni Terimler Sözlüğü, "Mürşid" maddesi]
"Mürşid-i Kâmil" diye bir tabîr de vardır. Bu, "Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât"lara verilen bir sıfattır.
Büyük âlim ve velîlerden Abdülhak-ı Dehlevî (kuddise sirruh): "Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmâm Ahmed bin Hanbel'dir. Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir" buyurmuştur.
.İnsanlar rehbersiz kalınca...
2013-08-23 01:00:00
Geçen hafta Cumartesi günü yazdığımız makâlemizde, bir nebze, insanların rehberlere olan ihtiyâcından bahsetmeye çalışmıştık. Bugün, aynı konuda birkaç kelime daha yazalım:
Beşer târihini inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir "Rehber" olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. Şöyle ki, insan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anlamıştır. Fakat ona giden yolu bulamamıştır. Peygamberleri işitmeyenler, Hâlıkı (Yaratanı) evvelâ kendi etrâflarında aramışlardır. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sanmışlar ve ona tapmağa başlamışlardır. Kısacası, insan kendi başına, "eşi-benzeri olmayan, bir, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâ"yı bir türlü tanıyamamıştır. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler en büyük rehberlerdir.
ŞEFKAT VE MERHAMET...
Burada şunu ifâde edelim ki, bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ, yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca "Peygamber"leri vâsıtasıyla da bildirmiştir.
"İlk Peygamber" Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, "son Peygamber" olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (bir Peygambere), bir "melek"le ["Cebrâîl" aleyhisselâm'la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir.
Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni'meti de lutfetmiştir. Bu ni'metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır:
"O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni'met[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!" [İbrâhîm, 34]
"Hâlbuki Allah'ın ni'met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." [Nahil, 18]
Bu ni'metlerin en büyüğü, Peygamberler ve kitaplar göndererek, onların arkalarından da birçok âlim ve velîyi halkederek, sırât-ı müstekîmi, doğru yolu, Cennet'e götüren yolu, rızây-ı İlâhîsine götüren yolu göstermesidir.
İslâm dînini teblîğ eden, en son ve en üstün Peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. O'na verilen kitâb "Kur'ân-ı kerîm", İlâhî kitapların en üstünüdür. Peygamber Efendimizin, doğru yolu gösterici mübârek sözlerine, "hadîs-i şerîf" denir. Bir insan, bir rehber olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin manâlarını anlayamaz. Bunun için, eskiden olduğu gibi şimdi de, yetişmiş ve yetiştirebilen "Mürşid-i kâmil" denilen büyük din âlimlerine ihtiyâç vardır.
DÖRT BÜYÜK İMÂM
Geçen hafta da temâs ettiğimiz gibi, büyük âlim ve velîlerden Abdülhak-ı Dehlevî (rahmetullahi aleyh): "Mürşid-i kâmil"lerin en üstünleri dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmâm Ahmed bin Hanbel'dir (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) buyurmuştur.
Bu dört büyük imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin manâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitâblarını okumak lâzımdır.
Bunların her birinin kitâblarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitâbların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna "Ehl-i Sünnet" i'tikâdı (inancı) denilmektedir.
Peygamber Efendimiz, "Ahlâkınızı güzelleştiriniz" buyurmuştur. (İbn-i Lâl) Resûlullah aleyhisselâma "Dîn nedir?" diye suâl edilince, "Dîn, güzel ahlâktır" buyurmuştur. (Deylemî)
Şu hâlde dînin emirlerine uyup, yasak ettiklerinden kaçan kimse, huyunu değiştirip güzel ahlâka sâhip olur. Sevgili Peygamberimize, güzel ahlâkın ne olduğu sorulduğu zaman da buyurdu ki: "Güzel ahlâk, gelmeyene gitmek, vermeyene vermek ve zulmedeni affetmektir." [Hâkim]
Her asırda peygamber gönderilmiştir
2013-08-24 01:00:00
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm zamanından, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar, her asırda peygamberler gönderilmiştir. Yüz senede bir gönderilen "Nebî"ler, bin senede bir gönderilen "Resûl"ler olduğu gibi, bunların aralarında gönderilen ve hepsinden daha üstün olan "Ülül-azim Peygamberler" de vardır.
Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, yeryüzünde bulunan ve "İlâhî vahiy" ile terbiye edilmiş olan ilk âiledir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, bu âile, bir erkek ile bir kadından ibârettir.
Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek âilenin çocuklarıdırlar. İlmin kesin olarak ortaya koyduğu husûs, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen, bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hucurât sûresi"nin onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: "Ey insanlar! Biz sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabîlelere ayırdık..." buyurmuştur.
"HAYIRLI ÜMMET"
"Peygamberler târihi" içerisinde son Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), 150 bin güzîde sahâbî, mübârek insan, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla, Endülüs'ten [İspanya'dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri, dünyâda bir eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir; bu dönemde yapılan fetihler ve elde edilen zaferler ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
Burada Amerikalı yazar Studart'ın bir sözünü hâtırlıyalım. Studart "İslâm Âleminin Bugünkü Hâli" adlı kitabında diyor ki:
"İslâm'ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm'ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek o kadar hayranlığımız artıyor..."
İslâmiyet, ilme, ahlâka ve âileye en büyük kıymeti verip, câhilliği ve ahlâksızlığı reddeder. Herkesçe bilindiği üzere, insanların diğer varlıklardan imtiyâzlı ve üstün olmaları, kuvvetle, vücut iriliğiyle, çok yemekle, yiğitlikle değil, îmân, ilim, edep, ahlâk ve takvâ iledir.
İslâm âlimleri ve atalarımız, asırlarca gecelerini gündüzlerine katarak çok kıymetli kitaplar yazmışlar ve bunları kütüphânelerde gözleri gibi koruyup bizlere kadar ulaştırmışlardır. Bizlere düşen, bunları okuyup istifâde etmek ve gereğini yapmaktır.
İYİLİKLE ANILMAK İÇİN...
İnsanın öldükten sonra iyilikle anılması için; câmi-mescid, mektep-medrese, hastahâne, aşhâne, çeşme, yol, köprü gibi topluma faydalı bir eser veya faydalı bir ilim [faydalı bir kitap yazma, yetişmiş talebe bırakma gibi] yahut hayırlı evlât bırakması gerekir. (Bu konuda bir hadîs-i şerîf de vardır.) Her şey bitip unutulduğu hâlde, bunlar unutulmaz ve ölen insanın hayırlı işinin devâmını te'mîn eder.
Burada netîce olarak ifâde edelim ki, âile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Şu bir gerçektir ki, bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmânlar da, ilk tahrîbâtlarına âileden başlamaktadırlar.
Gerek erkek, gerek kadın, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur.
İlme kıymet vermek
2013-08-30 01:00:00
İlim nedir? İlmin mâhiyeti nedir? İlmin kaynağı nedir? İlimden maksad nedir? gibi bir nev'i ilmin kritiğine yönelmiş suâller ve cevâpları, ilk çağlardan beri tartışma konusu olagelmiştir. Bugün de, Batı dünyasında, bu tartışmalar hâlen devâm etmektedir.
İlim, insanın sonradan elde ettiği bir sıfatıdır. Bu bilgiyi, ya kendi tecrübesiyle veya güvenilir bir kaynaktan öğrenerek elde etmektedir.
Bilimler çeşitli kısımlara ayrılır. Osmânlı'da klasik dönemde bilim, "Naklî" ve "Aklî" diye iki kısımda düşünülmüştür. Naklî bilimlere, "İslâmî İlimler" de denilmiştir. Dolayısıyla İslâm dîni ile ilgili bütün çalışmalar bu kategoriye yerleştirilmiştir.
Aklî bilimler ise, insanın aklıyla, araştırarak, deneyerek, gözleyerek ulaşılan bilgilerdir. Medreselerde, her iki dalda da sistematik ve yoğun öğretim ve eğitim yapılmıştır.
Bilindiği gibi aklın, düşünmeksizin elde ettiği bilgilere "Bedîhî İlim" denilmektedir. Hesâba, tecrübeye (deneye) dayanan bilgilere ise "İstidlâlî İlim" denir; meselâ fen bilgileri böyledir. Duygu/duyu organlarıyla elde edilen bilgilere de "Zarûrî İlim" denmektedir ki; görmek, işitmek, tatmak, dokunmak ve duymakla elde edilen bilgiler böyledir.
İLİM, MA'RİFET VE ŞUUR
Kökü Arapça olan "İlim", "Ma'rifet" ve "Şuûr" kelimelerinin manâ bakımından birbirine yakınlıkları vardır. İlim bilmek; ma'rifet tanımak, şuûr ise idrâk etmek, akılla kavramak demektir.
"İlim" kesbîdir, yanî sebeplere yapışılarak, çalışılarak sonradan elde edilir. "Ma'rifet" ise, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Ma'rifet, kalbe doğan bir nûrdur, çalışmadan ele geçen ilâhî ihsânlar, lutuflardır. Bunlara "vehbî ilimler" veya "meârif-i İlâhiyye, meârif-i ledünniyye ve hakâyık-ı Rabbâniyye" de denir.
İlim; hocadan, üstâddan, rehberden ya'nî bir bilenden öğrenilir. İlâhî ma'rifetler, ya'nî Allahü teâlâyı tanımaya yarayan bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Bunlara, kâmil ve mükemmil (yanî kendisi yetişmiş ve başkalarını da yetiştirebilen) bir rehberin yetiştirmesiyle kavuşulabilir.
Dînde ibâdetler, diğer işlerle ilgili bilgiler ve fen bilgileri âlimlerden (hocalardan veya onların yazdıkları kıymetli eserlerden) öğrenmekle elde edilir. Tasavvuf bilgileri ise, keşif ve ilhâm ile hâsıl olan ma'rifetlerdir.
Burada, şunu da belirtelim ki, ilme kıymet vermek; medenî yaşamak için bir mecbûriyettir. İnsan, bilmediğinin yalnız câhili değil, aynı zamanda esîri, âcizi ve düşmânıdır. Bizim kültürümüzde, hem ilim, hem de ilim sâhipleri çok övülmüş, cehâlet ise kötülenmiş olmasına rağmen; ilim bir maksat değil, bir vâsıta sayılmıştır. İlim, insana Rabbini tanıtan ve onu kulluğa sevk eden bir merhale kabûl edilmiştir.
Yunus Emre'nin "İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır" sözü ilmin hedefine işâret etmektedir.
İlim, insanı önce kendini bilmeye, sonra da Rabbini bilmeye götürmektedir. İlmi arttıkça tevâzuu artmayan, amelleri ve ahlâkı olgunlaşmayan, kibir ve gurûra kapılanlara, aslında hakîkî âlim denmez. Onların ilimlerine de "faydasız ilim" denilmiştir.
Bilindiği gibi, iyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzîsini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve olgunlar, büyüklüklere tâlip olamazlar.
NAKİL ÇOK ÖNEMLİDİR
Makâlemizin sonunda, kendi insanımızın dîni, dili, vatanı, coğrafyası, târihi, ilmi, irfânı, edebiyâtı, zevk ve güzel ahlâkına ağırlık verilmesini, bunları yeni nesillerimize, çocuklarımıza ve torunlarımıza aktarmak mecbûriyetinde olduğumuzu ifâde etmek istiyoruz.
Bütün insanlara doğruları öğreten, onları şaşırtmayan ve yanıltmayan, genel kültürlerini arttıran kitap, dergi, gazete, ansiklopedi, takvîm, CD ve DVD'lere, radyo ve televizyon programlarına, internet sitelerine velhâsıl doğru ilmî eserlere, her ülkede, her zamanda ve hele günümüzde büyük ihtiyaç olduğunda şek ve şüphe yoktur. Millî kültürümüzü yüceltecek bilgileri ihtivâ eden ölmez eserlerin, temel kaynaklarımızın yayınlanması, onlardan nakiller yapılması, milletimizin ve memleketimizin istikbâli açısından çok önemlidir...
İyi veya kötü çığır açmak
2013-08-31 01:00:00
Bir hadîs-i şerîfte, "Hiç kimse, diğerinin günâhını çekmez" buyuruldu. (Hâkim) Kur'ân-ı kerîmde aynı manâda birkaç âyet-i kerîme vardır: Meselâ: "Hiçbir günâhkâr, diğerinin günâhını çekmez." [En'âm, 164]
Ama insanları saptıranlar, sapıklıkta önder olanlar, kendi günâhlarını yüklendikleri gibi, o kimselerin günâhlarını da yüklenirler. (Nahl, 25; Kâdî Beydâvî Tefsîri)
Bir kimse, bir iyiliği yapmaya gücü yetmiyorsa, o iyiliğin yapılmasına sebep olursa, o iyiliği yapmış gibi sevâp kazanır: "Hayra delâlet eden [yol gösteren, sebep olan, önderlik eden], onu yapan gibidir, o hayrı yapan gibi sevâba kavuşur" hadîs-i şerîfi bu konuda bir delîldir. [Ebu Ya'lâ, Beyhakî]
Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, yaptığı işlerden anlaşılır. Bir kimse, kötülüklerden kaçıyor, iyi işler yapıyorsa, o kişinin Cennete gitme ihtimâli çoktur. Onun için iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır.
Hepimizin bildiği gibi, insanlar ölünce amel defterleri kapanır. Fakat iyi veya kötü işlerde önderlik edenlerin, çığır açanların amel defterleri kapanmaz.
Nitekim hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Bir mü'min vefât edince, her ameli kesilir. Yalnız üç amelinin sevâbı, amel defterine yazılmaya devâm eder. Bunlar, sadaka-i câriyelerinin [yanî câmi, çeşme, yol gibi, insanlara faydası dokunan, faydalı işlerinin], faydalı ilimlerinin, kitaplarının ve sâlih çocuklarının kendisi için ettikleri duâ ve istiğfârların sevâplarıdır." [Ebu'ş-şeyh]
"Dinimizde iyi bir çığır açana, bunun sevâbı ile bununla amel edenlerin sevâbı verilir; o çığırda [o yolda] gidenlerin sevâbından da hiçbir şey eksilmez.
Dinimizde kötü bir çığır açana da, bunun günâhı ile, bununla amel edenlerin günâhı verilir, o kötü yolda gidenlerin günâhından da hiçbir şey eksilmez." [Müslim]
"İyi işe vesîle olan, hayâtında ve öldükten sonra da o işi yapanlar kadar sevâp kazanır. Kötü işe ön ayak olana da, bu iş terk edilinceye kadar, bunun günâhı yazılır." [Taberânî]
Şu hâlde, insanlığın dünyâ ve âhiret saâdeti için çalışanlara yardımcı olmak, onların sevâplarına ortak olmak demektir. Günâh olan işlere yardımcı olmak ise, o günâha ortak olmak demektir.
İNSANLARA HİZMET ETMEK
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîminde buyuruyor ki:
"Siz, insanlar için, [yanî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [yanî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] Ma'rûfu [iyiliği, doğruluğu] emreder; münkerden [kötülükten, fenâlıktan] meneder ve Allah'a inanırsınız..." (Âl-i İmrân, 110 )
Kâinâtın Efendisi Sevgili Peygamberimiz de hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:
"İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır."
"Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir."
"İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü'min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü'minden daha fazîletlidir." (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 282)
İşte bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler muvâcehesinde, âlimler emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yaparak İslâmiyete, Müslümânlara ve bütün insanlara hizmeti şiâr edinmiş kimselerdir.
Çünkü hadîs-i şerîflerde: "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler" ve "Peygamberler ne bir dînâr, ne bir dirhem mîrâs bırakmışlardır. Onlar ancak ilmi mîrâs bırakmışlardır. İlmi alan, mîrâs-ı Peygamberî'den büyük bir pay almış olur" buyurulmuştur.
Burada şunu belirtelim ki, onbeş asırdır Müslümânlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî birer hayât yaşamış bulunan Ulemâ ve Evliyâ-yı kirâmın hâl tercümeleri yanî biyoğrafileri muhtelif kitaplarda genişçe anlatılmaktadır. Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi insanların hayâtları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır.
Mâzîlerini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara marûz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatleri, hâl ve hareketleri, kerâmetleri, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebep olacaktır...
. İyi bir insan hangi vasıflara sahip olur?
2013-09-06 01:00:00
Tek bir cümle hâlinde söylemek gerekirse, "İyi bir insan" olabilmek için, her şeyden evvel "kâmil (olgun) bir Müslümân" olmak gerekir. ["Müslümân"a "mü'min" de denir.] Zâten Müslümân da, herkes için hayır isteyen, gıdâ gibi her zaman her yerde herkese lâzım olan iyi bir insan demektir. Nitekim Peygamber Efendimiz de, bu konuda buyurmuştur ki: "Kendin için sevdiğini [istediğini, arzû ettiğini] başkaları için de sev [iste, arzû et] ki [kâmil] Müslümân olasın." [Harâitî]
"İyi bir insanın vasıfları nelerdir?" konusunu, Allahü teâlânın kelâm-ı İlâhîsine ve Sevgili Peygamberimizin beyânlarına göre ortaya koymaya çalışalım:
Mü'minler, Allah indinde çok kıymetlidirler. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde, mü'minleri (inananları) şöyle ta'rîf buyurmaktadır [Bu konudaki birçok âyet-i kerîmeden sâdece birkaçını, Kur'ân-ı kerîmdeki sıralarına göre meâlen zikredelim]:
KURTULUŞA ERENLER...
"Mü'minler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, Allah'ın âyetleri okununca, îmânları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı doğru kılar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden [Allah'ın râzî olduğu yerlere] harcarlar.) [Enfâl (8), 2-3]
"Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızâsını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar." [Ra'd (13), 20-22]
"Mü'minler, muhakkak kurtuluşa ermişlerdir. Onlar namazlarını huşû içerisinde kılar, boş [ve lüzûmsuz] şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korur, ... emânet ve ahidlerine riâyet ederler..." [Mü'minûn (23), 1-8]
"Rahmân olan Allahü teâlânın kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile vakâr ve tevâzu ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olurlarsa, bunlara [sağlık ve selâmet sizin üzerinize olsun gibi] güzel sözler söyler, [büyük bir yumuşaklık gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [namaz kılarlar.] Onlar: 'Yâ Rabbî, Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Cehennem azâbı devâmlıdır ve çok şiddetlidir. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır' derler. Bir şey verdikleri zaman, isrâf etmez, cimrilik de yapmazlar; ikisi ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yemez, Allah'a şerîk koşmaz, O'ndan başkasına yalvarmazlar. Allah'ın dokunulmasını harâm ettiği câna kıymaz, haksız olarak kimseyi öldürmez, zinâ etmezler. Bunlardan birini yapanın, kıyâmette azâbı kat kat olur, orada zelîl ve hakîr olarak ebedî bırakılır. Ancak Allah, tevbe eden ve doğru îmân eden, ibâdet ve faydalı iş yapanların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah, afv ve merhamet sâhibidir. Tevbe edip amel-i sâlih işleyen, Allahü teâlâya [tevbesi makbûl ve O'nun rızâsına kavuşmuş olarak] döner. Onlar yalan yere şâhitlik yapmaz, faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zaman, kör ve sağır davranmazlar [dikkat ile dinleyip bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen şeyleri yaparlar.]" [Furkân (25), 63-73]
"[Mü'minler] Büyük günâhlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusûrları bağışlar ve işlerini aralarında istişâre ederler." [Şûrâ (42), 37-38]
"Elbette mü'minler kardeştirler." [Hucurât (49), 10]
Sevgili Peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki:
MÜ'MİN LA'NET ETMEZ!..
"Mü'min, la'net etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz." [Hâkim]
"Müslümân, elinden ve dilinden diğer Müslümânların [başka bir rivâyette insanların] sâlim [emîn] oldukları kimsedir." [Buhârî]
"Komşusu, kötülüğünden emîn olmayan kimse, [kâmil] mü'min olamaz." [Buhârî]
"Mü'min, başkalarıyla ülfet eder [uzlaşır, anlaşır, uyuşur, iyi geçinir], kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyende hayır yoktur." [Beyhekî]
"Mü'min geçim ehlidir, arkadaşına râhatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir." [Dârekutnî]
"Mü'min akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah'ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan da kaçar." [Deylemî]
"Mü'min, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır." [Taberânî]
.İyi bir insanın vasıfları nelerdir?
2013-09-07 01:00:00
Hâtırlayacağınız üzere, dünkü makâlemizde, mü'minlerin vasıflarıyla ilgili olarak bazı âyet-i kerîme meâlleri ile bir kısım hadîs-i şerîfleri zikretmiştik. Bugün inşâallah bazı hadîs-i şerîflere daha temâs etmek istiyoruz.
Yeniden belirtelim ki, iyi bir insan olabilmek için evvelâ kâmil [yani olgun] bir Müslümân olmak gerekir. Müslümânların, mü'minlerin bütün vasıfları, Kur'ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da mufassalan zikredilmiştir, bütün teferruâtıyla, detaylarıyla anlatılmıştır.
Mü'minlerle, Müslümânlarla ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir:
"GÜZEL KOMŞULUK ET!"
"Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, istediğini başkaları için de sev, iste ki [tâm, kâmil] Müslümân olasın." [Harâitî]
"Mü'minlerin birbirlerini sevme, merhamet ve şefkatteki misâli, bir beden misâlidir. Ondan bir uzuv rahatsız olursa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve harârette ona iştirâk ederler." [Buhârî]
Yanî mü'minler, birbirine karşı sevgi ve merhamette, bir vücut gibi olmalıdırlar. Nasıl ki, vücûdun bir yeri rahatsızlanınca, bütün vücut huzûrsuz olup onun tedâvîsi ile meşgûl olunduğu gibi, Müslümânlar da böyle birbirine yardıma koşmalıdırlar.
"Halkın elindekine göz dikmemek, mü'minin alâmetlerindendir." [Dârekutnî]
"Kötü şeyler irtikâb eden, bunları gizlemeye çalışsın." [Hâkim]
Kime, dînin emirlerini yapmak kolay gelirse, onun sâlih bir kimse olduğu anlaşılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Eğer âhirete âit istediğine kolayca kavuşur, dünyâya âit olana kavuşman zorlaşırsa, bil ki sen iyi bir hâl üzerindesin. Bunun tersi olursa kötü hâldesin." [Beyhekî]
Bazı İslâm büyükleri doğruluk ve yalan konusunda buyuruyorlar ki:
"Oğlum, yalandan sakın, o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimse kurtulur." (Lokmân Hakîm)
"Doğruluk emânettir. Yalancılık hıyânettir." (Hazret-i Ebû Bekir)
"Allah indinde en büyük hatâ, yalan konuşmaktır." (Hazret-i Alî)
"Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü onlar, yalanla îmânın bir arada bulunamayacağını bilirlerdi." (Hazret-i Âişe)
Seyyid Abdülkadir Geylânî hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esâs aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye soranlara buyurdu ki: "Temeli doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti."
Bütün kötülüklerin esâsı yalandır. Peygamber Efendimizin en sevmediği huydur. Yalan söylemek harâmdır; ancak bazı yerlerde câiz olur. Harpte, iki Müslümânı barıştırmak için yalan söylemeye ruhsat vardır. Ayrıca, hanımı ile iyi geçinmek için, gerektiğinde hilâf-ı hakîkat konuşmak da tecvîz edilmiştir.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Yalan üç yerde câizdir: Harpte, zîrâ harp, hiledir. İki Müslümânı barıştırmak için, birinden diğerine iyi söz getirmek. Hanımını idâre etmek için." [İbn-i Lâl]
"İki kişinin arasını düzeltmek ve hayırlı iş yapmak için söylenen söz, yalan sayılmaz." [Müslim]
CÂİZ OLAN YALAN!..
Dîn düşmânlarının zararından korunmak veya Müslümânları korumak için yalan söylemek câizdir. Zâlimden, bir Müslümânın bulunduğu yeri, mâlını, günâhını saklamak câizdir. İki Müslümânın, karı-kocanın arasının açılmasını önlemek için, mâlını korumak için, Müslümânın sırrını, aybını meydâna çıkarmamak için ve bunlar gibi harâmları önlemek için yalan câiz olur; bu durum, zarûret hâlinde, ölmemek için leş yemeye benzer. İyiliğe vesîle olan yalan, fitneye sebep olan doğrudan makbûldür.
Büyükler yalan söylemek icap ettiği yerde bile, sözün ma'nâsını değiştirerek, doğru söylemeyi tercîh etmişlerdir. Meselâ Muâz bin Cebel hazretleri, vazîfesinden dönünce, hanımı: "Bu kadar çalıştın, zekât topladın, bize ne getirdin?" dedi. O da, "Beni gözeten vardı, bir şey getiremedim" dedi. O, Allahü teâlâyı kasdetti. Hanımı ise, Hazret-i Ömer'in onu kontrol eden birini gönderdiğini sandı. Hanımı kızarak, Hazret-i Ömer'in evine gidip "Muâz, Resûlullahın ve Ebû Bekr-i Sıddîk'ın yanında emîn idi. Siz, niçin onun peşine adam takıyorsunuz?" dedi. Hazret-i Ömer, konuyu bir araştıralım dedi. Hazret-i Muâz'dan işin aslını öğrenince güldü ve hanımına vermesi için ona bir miktar hediye verdi.
.Kâmil bir Müslümanın vasıfları nelerdir?
2013-09-13 01:00:00
Geçen haftaki iki makâlemizde, "iyi bir insanın vasıfları" hakkında bazı âyet-i kerîmelerle bir kısım hadîs-i şerîfleri zikretmiştik. Bugün de inşâaallah, "kâmil bir Müslümânın vasıfları" konusunda, bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerini zikretmek istiyoruz...
Allah'tan korkan bir mü'minin, bir Müslümânın, yani iyi bir insanın vasıfları nelerdir? Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden çıkan netîceleri özetleyecek olursak, Allah'tan korkan bir kimse, Onun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Yaptığı kusûrlara tevbe eder. Herkese iyilik eder. Her iyiliği Allah için yapar... Allahü teâlânın her ân kendisini gördüğünü ve yaptıklarını, hattâ kalbinden geçenleri bile bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. O'nun emirlerine sarılır, yasaklarından kaçar. Hiç kimseye kötülük yapmaz; kötü kimselere de nasîhat verir, onlara uymaz. Kimsenin mâlına, cânına, nâmûsuna göz dikmez. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yemez...
MÜSLÜMÂNLIĞIN GAYESİ NEDİR?
Arkadaşlarını sever ve kendisini sevdirir. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkıi herkese iyilik etmek için ister. Zararlı ve hattâ faydasız bir şey söylemez. Sözünün eri olur. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi, zevki peşinde koşmaz.
Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Ucup sâhibi olmaz, yanî kendisini beğenmez ve kibirlenmez. Allah'tan korkanlar kendilerine, âilelerine, milletlerine, ülkelerine ve devletlerine faydalı olurlar. Hattâ bunların bütün Müslümânlara ve tüm insanlara faydaları dokunur.
Zâten Müslümânlığın gayesi nedir? diye bir suâl soracak olursak, özet olarak şöyle cevaplandırabiliriz: İnsanları, İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp onların îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet'te ebedî saâdete erişmelerini temîn etmektir.
Yine İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (yanî dîni, aklı, nesli, bedeni/canı ve malı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Tabii ki bu Peygamberler, bu emir ve yasakları, kendiliklerinden değil, Allahü teâlâ nâmına, O'nun emriyle bildirmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur'ân-ı kerîmde mealen buyuruluyor ki: "Ancak Müslümân olarak cân veriniz!" [Âl-i İmrân (3), 102]
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, râhatlık ve saâdet menbaı olan İslâm dînini gönderdi. En son, en mükemmel dîn, İslâm dînidir. Aslında Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn tektir, o da tevhîd dîni olan İslâmiyettir. [Diğer dînler, maalesef kötü insanlar tarafından değiştirilmiştir.]
Müslümân olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bilerek veya bilmeyerek İslâmiyet'e uygun yaşarsa, dünyâda hiç sıkıntı çekmez; râhat ve neşe içerisinde yaşar. Avrupa'da ve Amerika'da İslâmiyet'e uygun olarak çalışan kâfirler, böyle râhat ediyorlar. Fakat kâfirlere âhirette hiç sevâp ve mükâfât verilmez. Böyle çalışan, eğer Müslümân olur ise, âhirette de sonsuz saâdete kavuşacaktır.
HUZURLU OLMAK İÇİN...
İslâm'a tâm uyan tâm huzûrlu olur. İslâmiyet, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için ihsân edilmiştir. Ama insanın i'tikâdda ve amelde noksânı olursa huzûrsuz olabilir. "İslâm, huzûrlu olmaya yeterli mi?" diye bir suâl sorulacak olursa, "elbette yeter" deriz. "Yetmez" diyen, hâşâ, "Allahü teâlâ, dînini eksik göndermiştir" demiş olur, O'na kusûr isnâd etmiş olur. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı hakîminde, "... Bugün size dîninizi ikmâl ettim, üzerinizdeki ni'metimi tamâmladım ve size dîn olarak İslâma râzı oldum, size dîn olarak İslâmı seçtim..." [Mâide, 3] buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz de buyurmuştur ki:
"Mü'min olmadıkça Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de [kâmil] mü'min olamazsınız..." [Müslim]
"Allah indinde en sevgili kimseler, ahlâkça en güzel olanlardır. Bunlar, başkaları ile ülfet ederler, kendileri ile de kolayca ülfet olunur. Allahü teâlânın sevmediği kimseler ise, laf taşıyanlar, kusûr araştıranlar, iki kişinin arasını açanlardır." [Hatîb Bağdâdî]
.Müslümanlık, sevgi ve kardeşlik dînidir
2013-09-14 01:00:00
Müslümânlık, sevgi, kardeşlik, afv, mağfiret ve güzel ahlâk dînidir. Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İslâm târihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Sevgi hakkındaki âyet-i kerîmelerden birkaçı meâlen şöyledir. Allahü (teâlâ) şu kimseleri sever:
"... Allahü (teâlâ) iyilik edenleri sever." [Bakara (2), 195]
"... Allahü (teâlâ) ihsân edenleri sever." [Âl-i İmrân (3), 134]
"... Allahü (teâlâ) sabredenleri sever." [Âl-i İmrân (3), 146]
"... Allahü (teâlâ) adâlet edenleri sever." [Mâide (5), 42]
Ama Allahü teâlâ şu kimseleri sevmez [Yine misâl olmak üzere, sâdece birkaç tanesini zikredeceğiz]:
"... Allahü (teâlâ) zâlimleri sevmez." [Âl-i İmrân (3), 57]
"... Allahü (teâlâ) isrâf edenleri sevmez." [En'âm (6), 141]
"... Allahü (teâlâ) kibirlenenleri sevmez." [Nahl (16), 23]
Bazı hadîs-i şerîflerde, sevgiyle alâkalı olarak buyuruldu ki:
"Allahü teâlâ cemîldir [güzeldir], cemâl sâhiplerini sever." [Müslim]
"Allahü teâlâyı seven hayâ sâhibi olur." [Râmûzu'l-Ehâdîs]
"Seven kişi, sevdiği ile berâberdir." [Buhârî]
"Âşık olup, sevgisini gizleyen ve iffetini muhâfaza eden, şehîd olarak ölür." [Hatîb Bağdâdî]
"Kendisi için sevdiğini arkadaşı için sevmeyen, [kâmil] mü'min olamaz." [Buhârî]
İnsanlar arasında muhabbeti, meveddeti, sevgiyi temîn eden en mühim vesîlelerden biri olan selâmlaşmanın dînimizde önemi büyüktür. Müslümânların yanına girerken, çıkarken, karşılaşınca, ayrılırken mutlakâ selâm vermelidir! Bu husûstaki hadîs-i şeriflerden birkaçı şöyledir:
"Mü'min kardeşine selâm vermek, yanına gelince ona yer göstermek ve hoşlandığı isimle hitâp etmek, aradaki sevgiyi pekiştirir." [Taberânî]
"Tatlı dilli olmak, selâmlaşmak ve yemek yedirmek, Cennete götürür." [Hâkim]
"Darlıkta infâk eden, rastladığı Müslümâna selâm veren, kendi aleyhinde de olsa adâletli davranan, îmân hasletlerini toplamış olur." [Ebû Nuaym]
İYİ BİR MÜSLÜMÂN...
Ulemâ ve evliyânın büyüklerinden Sehl-i Tüsterî'ye (rahmetullahi teâlâ aleyh), bir genç gelerek: "Efendim! İyi bir Müslümân nasıl olur?" diye sordu.
Büyük velî ona cevâbında: "İyi bir Müslümân, insanları memnûn etmeyi değil, Allahü teâlânın rızâsını düşünür" buyurdu.
Bilindiği gibi, Allahü teâlâ ve Resûlü, emirlerinin yapılmasından ve yasaklarından sakınılmasından râzıdırlar; ama harâmların işlenmesinden ve bid'atlardan râzı değildirler.
Aynı âlime, bir başkası da, "İhlâslı olmak nasıl olur?" diye sorduğunda, ona cevâben de:
"İhlâslı olan kul, bir iş yapacağı zaman: 'İnsanlar beğenir mi?' diye düşünmez. 'Rabbim beğenir mi?' diye düşünür ve O beğenecekse yapar, yoksa yapmaz" buyurdu.
İnsanlardan ilk istenen şey, doğru îmân etmek ve İslâmın şartlarını yerine getirmektir. Peygamber Efendimiz, doğru îmânın ve İslâmın ne olduğunu, Kur'ân-ı kerîmin nâzil olduğu 23 yıl boyunca Eshâb-ı kirâmına anlattılar ve öğrettiler. "Doğru yol, benim ve Eshâbımın gittiği yoldur, fırka-i nâciye budur" buyurdular.
Bu îmân ve İslâm bilgilerini Eshâb-ı kirâm, Tâbiîne, onlar da Tebe-i Tâbiîne, onlar ise Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîne öğrettiler.
Tâbiînden olan İmâm-ı A'zam ve kendisi gibi müctehid olan talebeleri, Tebe-i Tâbiînden diğer üç mezhep imâmlarımız ve müctehid talebeleri, Peygamberimizin 23 yıllık tefsîrini, hadîs-i şerîflerini, îmân ve İslâm bilgilerini toplayarak fevkalâde güzel, mufassal bir şekilde kitaplara yazdılar. Böylece dört hak mezhep meydâna geldi.
Bu âlimlerin kitapları, Osmânlı târih sahnesinden çekilinceye kadar ''şer-'i şerîf '' olarak esâs alındı.
EHL-İ SÜNNET ÂLİMLER...
İslâm devletlerinin Şeyhu'l-islâmlık, Müftülük makâmları ve şer'î mahkemeler, bu ana kaynaklara, yanî şer-'i şerîfe uymayan sözlere ve kitaplara izin vermediler.
İslâm âlemindeki bütün âlimler, yüzyıllar boyunca, dört hak mezhep âlimlerinin kitaplarını esâs alarak, yanî onların kitaplarından nakiller yaparak, çok külliyyetli miktarda tefsîr, hadîs, fıkıh ve ahlâk kitapları yazdılar.
Dört hak mezhebin müctehid âlimlerine ve onların kitaplarından naklederek yazan âlimlere "Ehl-i Sünnet Âlimleri" denir. Kitaplarındaki bilgilere de "Ehl-i Sünnet Yolu" denir. Ehl-i sünnet âlimlerinden nakil yapmayarak, onlara aykırı olarak, kendi akılları ve görüşleriyle yazanların tefsîrleri ve dîn kitapları "bid'at ehlinin kitapları" diye tavsîf olunmaktadır.
.İyilikle anılmak için neler yapmalı?
2013-09-20 01:00:00
Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki: "Bir mü'minin cenâzesinde, kırk Müslümân bulunursa, Allahü teâlâ, o kırk kişiyi bu Müslümâna şefâatçi kılar." [Müslim]
"Kırk müslümân, kötü bir kimse için, iyi diye şâhitlik yapsa, Allah'ın, o kötü kimseyi affettiği doğru mudur?" suâline, kitaplarda: "Evet, o mü'min, kötü olsa da, şâhitler bu iyidir derse, Allahü teâlâ onları mahcup etmez, onun kötü işlerini bildiği hâlde, sırf Müslümânların iyi demesinden dolayı affeder" cevâbı verilmektedir. O hâlde, iyi arkadaşlarımızı çoğaltmalı ve iyilerle beraber olmaya çalışmalıyız.
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Melekler, Allah'ı ananlarla karşılaşır. Allahü teâlâ meleklere, 'Şâhit olun, bunları affettim' buyurur. Melekler, 'İçlerinde başka bir iş için gelen kötü biri var. Onu da mı affettin yâ Rabbi?' derler. Allah, 'Evet, onu da affettim. İyilerle beraber olan kötü olmaz' buyurur." [Buhârî, Müslim]
İmâm-ı Şâfiî hazretleri de:
"Kırk Müslümânın içinde evliyâ bir zât bulunur. Evliyânın duâsı makbûldür" buyuruyor. İyilerin arasında bulunan kötü de kurtulur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma'sûm hazretleri de buyurmuştur ki:
Allahü teâlânın sevgili kullarını tanıyıp sevenler, her ne kadar pervâsız ve gerekli edeplerden uzak olsalar da, azîzdir. (I / 88)
İyilerin arasına giren ve onların güzel ahlâkını gören birçok ajanın hidâyete kavuştuğu çok işitilmiştir. Allahü teâlâ bir topluluğu affedince, içlerindeki kötüleri ayırmaz, onları da affeder.
Şeyh Sa'dî-yi Şîrâzî hazretlerinden nakledildiğine göre, Hükümdâr İskender'e sordular:
"Doğu ve batı memleketlerini ne ile aldın? Önceki hükümdârların hazîneleri, varlıkları ve askerleri çok daha fazla olduğu hâlde, onlara böyle bir fetih nasîb olmamıştı. Bunun sırrı nedir?"
Şöyle cevap verdi:
"Hangi memleketi aldıysam, halkını incitmedim ve büyüklerinin adını ancak iyilikle andım. Baht, taht, emir, zafer mademki gelip geçiyor, hepsi hiçtir. Geçmişlerin adını iyilikle yaşat ki, senin adın da iyilikle anılsın. İnsanların iyi bir isim bırakması, altın yaldızlı saray bırakmasından daha hayırlıdır."
Vezîrlerden biri Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin huzûruna çıktı:
"Gece gündüz sultâna hizmet etmekle meşgûlüm. Onun iyiliğini umuyorum, ama kötülüğünden de korkuyorum" diye himmet, yardım istedi.
Büyük velî ağladı, dedi ki:
"Sultândan korktuğun kadar, Allahü teâlâdan korksaydın sıddîklardan, iyilerden biri olurdun."
Eski İrân hükümdârlarından Nûşirevân ava çıkmıştı:
Bir hayvânı kesip ateşe koydular ve pişirmeye başladılar. Yanlarında tuz yoktu; bir adamı, yakındaki bir köye tuz getirsin diye gönderdiler. Nûşirevân:
"Tuzu para ile al ki, bedâvâ alma âdeti çıkmasın, köy harâp olmasın" dedi.
"Bu kadarcık şeyden ne zarar gelir?" diye sordular.
Şöyle cevap verdi:
"Cihânda zulmün temeli ufacık bir şeydi. Ama her gelen onu büyüttü. Nihâyet şimdiki duruma ulaştı. Devri kötü olan zâlim, dünyâda kalmaz ama, üzerinde sonsuz la'netler kalır. Her zaman adâletle hareket etmelidir."
.Dînimizde ve cemiyette selâmlaşmanın önemi
2013-09-21 01:00:00
İnsanlar arasında muhabbet, meveddet, sevgi peydâ eden selâmlaşmanın, mukaddes dînimiz İslâmiyette önemi çok büyüktür. Müslümânların yanına girerken, çıkarken, karşılaşınca, ayrılırken mutlakâ selâm vermelidir. "Müslümânın Müslümân üzerindeki altı hakkından biri de selâm vermektir" [Müslim], "İnsanların en âcizi duâ etmeyen, en cimrisi de selâm vermeyendir." [Taberânî] ve "İnsanlara güler yüzle selâm vermek sadakadır" [Beyhekî] hadîs-i şerîfleri konuyu ne güzel özetlemektedir.
Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Selâm verirken, selâmın sünnet olduğunu düşünmeli ve o kimseye duâ etmeye niyet etmelidir! Sünnet olduğu düşünülmeden, alışkanlık hâlinde, şuûrsuzca selâm verilince, sevâp olmaz. Bir yere girerken de, çıkarken de selâm verilir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Bir yere girerken oradakilere selâm vermek borç olduğu gibi, çıkarken de selâm vermek borçtur." [Beyhekî]
"Bir eve girince, ev halkına selâm verin. Çıkarken de selâm verin." [Beyhekî]
"Bir kimse, bir meclisten ayrılırken selâm verirse, onların hayırlı işlerine ortak olur." [İbn-i Razîn]
İlk önce selâm vermek ve selâmlaşmayı yaymak çok sevâptır. Birkaç hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Yemîn ederim ki, îmân etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olamazsınız. Birbirinizi sevebilmenin yolu da, aranızda selâmlaşmayı yaymaktır." [Tirmizî, İmâm Ahmed]
"Selâmlaşmayı yaygınlaştırın, yemek yedirin, [sâlih] akrabâyı ziyâret edin, gece herkes uykuda iken namaz kılın, sonra selâmetle Cennete girin." [Dârimî]
"Yalnız tanıdıklara selâm vermek kıyâmet alâmetidir." [Taberânî]
"Önce selâm veren, Allah'a ve Resûlüne daha yakındır." [Ebû Dâvûd]
"Allahü teâlânın rahmet ve affına en lâyık olan, önce selâm verendir." [Ebû Dâvûd]
"Evine girerken selâm veren, Allah'ın himâyesi, garantisi altındadır." [Ebû Dâvûd]
"Selâm vermeden söze başlamayın. Selâm vermeden konuşana cevâp vermeyin." [Hâkim]
"Selâm", emniyet, huzûr, selâmet, sağlık, barış, râhatlık, iyi netîce, kurtuluş gibi manâlara gelir. Selâm vermek, bir kimseye yapılacak en güzel duâdır. Selâm, "Ben Müslümânım, benden sana zarar gelmez, selâmettesin" manâsına, "selâmet üzere ol, Müslümân olarak öl" manâlarına da gelir. Gayr-i müslimlerin hidâyete kavuşmaları niyetiyle, ihtiyâç olduğu zaman, onlara selâm vermek, hidâyete kavuşmaları için duâ etmek câizdir. (R. Nâsıhîn, Reddü'l-Muhtâr)
"Selâmün aleyküm" diye selâm vermek câiz ise de "Es-selâmü aleyküm" demek daha iyidir.
"Selâmün aleyküm" denince, "Ve aleyküm selâm" demek farzdır. "Es-selâmü aleyküm" denince de, "Ve aleykümü's-selâm" denir. Her ikisinde de "ve" harfini söylemelidir! "Ve aleyküm..." deki "ve", "dahî" manâsındadır. Yanî, "Allah'ın selâmı bizim üzerimize olduğu gibi, sizin de üzerinize olsun" demektir. Sadece "Aleyküm selâm" ise, sanki "Selâm bize değil, size olsun" gibi uygunsuz bir manâya gelebilir.
Selâmlaşırken eğilmek günâhtır. Hadîs-i şerîfte, "Karşılaştığınız zaman birbirinize eğilmeyin, kucaklaşmayın" buyuruldu. (Berîka) Eshâb-ı kirâm, yolculuktan döndükleri zaman kucaklaşırlardı. Şu hâlde, uzun yoldan gelmiş veya uzun zamandır görülmeyen bir arkadaşla kucaklaşmak câiz olur...
Kültür ve medeniyetimizde eğitimin hedefi
2013-09-27 01:00:00
2013-2014 Eğitim ve Öğretim Yılı'nın başlamış olması münâsebetiyle ifâde edelim ki, bizim kültür ve medeniyetimizde, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâmiyete ve Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmek olmuştur. İşte, 17 milyonluk eğitim ordusu için, bu güzel ülkenin bütün vatandaşlarının ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri insanları ebedî saâdete kavuşturmak için Peygamberler göndermiştir. Peygamberler, insanları kurtuluşa davet etmiş, doğru olan yolu, çektikleri bütün sıkıntı ve eziyetlere rağmen bıkmadan, yılmadan anlatmışlardır.
Peygamberlerin âhirete irtihâllerinden sonra da, onlara tâm tâbi olan, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu, manevî sırlar sâhibi âlim ve velî zâtlar, her memlekette ve her devirde bulunmuş ve insanların dîn ve dünyâ saâdetine ulaşmaları için çalışmışlardır. Onlar, Peygamberlerin vârisleri durumundadırlar ve onlara tâbi olmanın bereketiyle bunlar da seçilenler sınıfındandırlar.
Sahâbe-i kirâm ve Tâbiîn devrinden başlayarak geniş İslâm dünyâsı içinde birçok âlim ve velî gelip geçmistir. Fâs'tan Hindistân'a; Yugoslavya'dan Orta Asya ve Çin'e; Kırım ve Kazan'dan Afrika'ya ve Yemen'e kadar birçok İslâm büyüğü vardır. Bir muallim, mürşid, rehber elinde yetişerek silsile yoluyla Peygamber Efendimize kadar gitmeleri; nerede ve hangi memlekette yetişirlerse yetişsinler, onları tek bir kaynağa bağlamıştır.
İslâm ve Türk târihi boyunca sultânlar, pâdişâhlar doğruyu onlarla bulmaya çalışmışlar, hakîkî (yani manevî) sultânların onlar olduklarını görmüşler, onların nasîhatleri ile devlete, millete ve insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır...
Büyük insanların tavsiye ve nasîhatleri, yaşayış tarzları, hâl ve hareketleri, kerâmetleri, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebep olacaktır.
Bir eğitim ve öğretimde, öğretmenin bilgisi, şahsî özellikleri ve öğretim metodlarına vukûfiyeti, birbirinden ayrılmaz bir bütün olup pedagojik esaslara göre çok önemlidir.
Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl yani örnek insan, ideal eğitimci, bundan 14 asır evvel, tek başına teblîgâta başlayarak 23 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında, târihin bir benzerini görmediği ve kıyâmete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insanın meydâna gelmesine vesîle olan, asr-ı saâdetin mi'mârı sevgili Peygamberimizdir.
Şüphesiz ki, Peygamberimizi, belirli kişilere veya özel bir sınıfa ders veren klasik bir eğitimci olarak düşünemeyiz.
O (Peygamberimiz), "Sahâbe-i Kirâm'ı yani ilk Müslümânları nasıl eğitmiştir?" diye bir soru sorulacak olursa, tabii ki evvelâ "Kur'ân-ı Kerîm ile eğitmiştir" cevâbını veririz. Zâten Hazret-i Aişe vâlidemiz de, Peygamberimizin ahlâkının, Kur'ân-ı Kerîm ahlâkından ibâret olduğunu ifâde etmiyor mu?
Peygamber Efendimizin eğitimde de örnek oluşu
2013-09-28 01:00:00
Muhammed aleyhisselâm, her zamanda, her memlekette yani dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri habîbinde toplamıştır. İşte bu husûs, iyi anlaşılacak olursa, dînî ve dünyevî işlerimizde, kimi örnek almamız gerektiği açıkça ortaya çıkar.
Eğitim sahasında hizmet verenlerin, eğitimle ilgili yeterli metod bilgisine sahip olmaları gerekir. "Allah'tan ve kıyâmet gününden korkan sizler için, Peygamber ne güzel örnektir." Bu Ahzâb sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde ifâde buyurulduğu üzere, Peygamber Efendimiz, bizler için, her husûsta, en güzel örnek olduğu gibi, eğitimde de güzel bir örnektir. Zîrâ Peygamberimizin ve Onun izinden giden âlim ve velîlerin, nasıl kâmil cemiyetler meydâna getirdikleri açıkça ortadadır. Burada Karahanlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Babürlüler, Selçûklular ve Osmânlıları zikredebiliriz.
Bu konuda Peygamberimizin birkaç hadîs-i şerîfini nakledelim:
"Ben bir muallim olarak gönderildim." (İbn-i Mâce)
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."
"Allah'ın, benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer ki, o yağmurun isâbet ettiği yerin bir kısmı, suyu içen kuvvetli bir toprak olup bol ot bitirir. Bir kısmı da su içmeyen katı yer olup suyu biriktirir ve muhâfaza eder de, Allahü teâlâ o su ile insanları faydalandırır; insanlar ondan içerler, hayvânlarını sularlar ve onunla ekerler-biçerler. Yine o yağmur öyle bir yere isâbet eder ki orası düz ve kaypaktır; ne su tutar, ne de ot bitirir.
İşte bu, Allah'ın dînini anlayan ve Allahü teâlânın benimle gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve onları bilip (öğrenip) başkalarına da öğreten kimse ile buna kulak asmayan, benim getirdiğim hidâyeti kabûl etmeyen kimsenin benzeridir." (Buhârî, Müslim)
Görüldüğü gibi, bu hadîs-i şerîfte, insanlar, toprak misâli ile anlatılıyor:
Üç grup toprak olduğu gibi, üç grup da insan vardır:
Suyu içine alıp bolca ot yetiştiren toprak, yağmurdan hem kendisi istifâde eden, hem de başkalarını faydalandıran topraktır.
Suyu içine almayan, ama üzerinde tutan toprak, kendisi faydalanamıyorsa da, hiç olmazsa başkalarının istifâdesine sebeb oluyor.
Ama, suyu tutmayan, ot da bitirmeyen toprağın, kendisine de, başkalarına da faydası olmaz.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bizim kültürümüzdeki ana hedef budur. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.
Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl yani örnek insan, ideal eğitimci, bundan 14 asır evvel, tek başına teblîgâta başlayarak 23 sene gibi çok kısa zaman zarfında, târihin bir benzerini görmediği ve kıyâmete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insanın meydâna gelmesine vesîle olan, asr-ı saâdetin mi'mârı sevgili Peygamberimizdir...
Yedi yüz aleme sorulan beş sual ve cevapları
2013-10-04 01:00:00
Tebe-i tâbiîn neslinden, ulemâ ve evliyânın büyüklerinden olan Şakîk bin İbrâhîm-i Belhî (Ebû Alî) [v. 174 / 790]; meşhûr velîlerden İbrâhim bin Edhem'in (rahmetullahi aleyh) talebesi, büyük âlimlerden Hâtim-i Esam'ın da (rahmetullahi aleyh) hocasıdır. Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh), bir sene hac için Mekke-i mükerreme'ye gidince, insanlar etrâfını sarıp sohbetini ve çok ibretli nasîhatlerini dinlediler. Orada İbrâhim bin Edhem hazretleriyle karşılaştı. O zât, bunun üstün hâllerini görerek kendisini kucaklayıp öptü ve "İyi bir rehbersin" dedi. Onun sohbetlerine devâm etmeye başladı ve kendisinden feyz alarak olgunlaştı. Zamânının en meşhûr âlim ve velîlerinden oldu. Her ilimde kemâl dereceye yükseldi. Tasavvuf ilminde de çok yükselip, insanlara doğru yolu gösterdi ve kıymetli âlimler yetiştirdi. Halîfe onu saraya davet etti. Onun yanına gidince; "Zâhid olan Şakîk sen misin?" dedi. "Şakîk, benim; ama ben zâhid değilim" cevâbını verdi. Hârûn Reşîd, bana nasîhat ver dedi. Ona uzunca nasîhatlerde bulundu. Birisi şöyledir: "Çölde susayıp, ölüm derecesine gelsen ve o anda su bulsan, kaça satın alırsın?" "Kaça verirse alırım" dedi. "Mülkünün yarısına satarsa, alır mısın?" buyurdu. "Alırım" dedi.
"İçtiğin o su, mesâneden çıkmasa ve ölümünden korksan, o anda birisi sana, seni iyileştiririm, ama mülkünün diğer yarısını da ben alırım, dese, ne yaparsın?" buyurdu. "Veririm" dedi. "O hâlde, değeri ancak bir yudum su kadar olan bir mülke niçin gönül veriyorsun?" buyurdu. Hârûn Reşîd çok ağladı, izzet ve ikrâm ile onu yolcu etti. Şakîk-i Belhî hazretleri buyurmuştur ki: "700 (yedi yüz) âlime beş suâl sordum. Hepsinin cevâbı, yaklaşık aynıdır." Bunlar şöyleydi:
1- "Akıllı kime denir?" diye sordum. "Dünyâya kıymet vermeyene" dediler.
[Dünyâya kıymet vermeyen, âhirete kıymet verir. Âhirete kıymet veren de, sonsuz saâdete kavuşur.]
2- "Zekî kime denir?" diye sordum. "Aldanmayana" diye cevap verdiler.
[Dîn işlerinde de aldanmaz, ticârette, alışverişlerde de aldanmaz. Aldanmadığı gibi, başkalarını da aldatmaz. Çünkü dînimizde, aldanmak da, aldatmak da yoktur.]
3- "Dervîş kime denir?" diye sordum. "Allahü teâlânın rızâsını, Onun kullarının rızâsından üstün tutana dervîş denir" diye cevap verdiler.
[Demek ki, dervîş, insanları memnûn etmek için değil, Allahü teâlâyı memnûn etmek için yaşar.]
4- "Zengin kime derler?" diye sordum. "Kanâat edene" diye cevap verdiler.
[İnsanın nefsi, doymak bilmez, hiçbir zaman, bu bana yeter demez.]
5- "Cimri kime denir?" diye sordum. "Allahü teâlânın verdiği emâneti şahsından bilene, hepsini kendisine âit zannedene denir" diye cevap verdiler.
[Hâlbuki Allahü teâlâ, o ni'metleri kendisi kullansın ve kullarına da versin diye verdi. Bizim böyle bir varlığımız yoktu. Allahü teâlânın verdiği bu ni'metleri O'nun rızâ gösterdiği, emrettiği yerlere harcamalı, O'nun kullarının ihtiyaçlarını görmeye çalışmalı. Aksini yapmanın vebâli büyük olur.]
.Büyük âlim Şakîk-i Belhî'nin bazı nasîhatleri
2013-10-05 01:00:00
Dünkü makâlemizde, bir nebze Şakîk-i Belhî'den bahsedip Abbâsî Halîfesine olan bir nasîhatinin de son kısmını aktarmıştık. Şimdi Şakîk-i Belhî'nin Bağdâd'da Halîfe'yle arasında geçen o uzun konuşmanın tamâmını burada zikredelim.
Halîfe Hârûn Reşîd, ona: "bana nasîhat ver" deyince, şöyle buyurdu:
"İyi dinle. Allahü teâlâ, seni, Hazret-i Ebû Bekr–i Sıddîk'ın makâmına oturttu, senden sıdk isteyecek. Hazret-i Ömerü'l-Fârûk'un yerine oturttu, ondan istediği gibi senden de hakla bâtılı ayırmanı soracak. Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn'in yerine oturttu; onda olduğu gibi, sende de hayâ ve kerem arayacak. Hazret-i Ali Murtezâ'nın yerine oturttu, ondaki gibi sana da ilim ve adâletten soracak."
Hârûn Reşîd; "biraz daha nasîhat et" dedi. Buyurdu ki: "Allahü teâlânın, Cehennemi vardır. Seni kapıcı yaptı ve sana üç şey verdi: Mal, kılıç ve kamçı. Allahü teâlâ, insanları bu üç şeyle Cehennemden uzaklaştırmanı istiyor. Bir muhtâç gelirse, ondan malı esirgeme. Allah'ın emrini dinlemeyeni bu kamçı ile yola getir. Adam öldürene bu kılıçla kısâs yap. Bunları yapmazsan, Cehennem'e gidenlerin öncüsü sen olursun."
Hârûn Reşîd, "biraz daha nasîhat et" deyince: "Sen pınarsın, vâlilerin de akarsular. Pınar berrâk olursa, derelerin bulanıklığı zarar vermez. Pınar bulanık olursa, derelerin berrâk olması beklenemez."
"Biraz daha söyle" deyince: Dünkü makâlemizde uzunca bahsettiğimiz nasîhati yaptı. Bunun üzerine Hârûn Reşîd çok ağladı...
***
Şakîk-i Belhî'nin nasîhatleri çok kıymetlidir. Buyurmuştur ki:
"Binden fazla üstâda talebelik yaptım. Kırk deve yükü kitap okudum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı dört şeyde gördüm. Bunlar; rızk için emîn olup rızıktan endişe etmemek; her işte ihlâslı olmak; şeytânın düşmân olduğunu bilip ona uymamak (Allahü teâlânın emirlerini yapıp, harâmlarından sakınmak); ölümü yakın bilip, hâzırlıklı olmak."
"Bir kimsenin yanında mübârek bir zâtın iyilik ve güzel hâlleri anlatılır da, o kimse bundan zevk duymaz ve o mübârek zâta karşı kalbinde muhabbet hâsıl olmazsa, bilsin ki, kendisi kötü kimsedir."
Yine buyurdu ki:
"Ölüme her ân hâzır olmalıdır. Çünkü gelince, geri gitmez."
"Musîbete sabretmeyip feryâd eden, eline silâh almış, Allahü teâlâ ile harp ediyor (isyân ediyor) demektir."
"İnsanı tanımak istersen, Rabbinin sözüne mi, yoksa insanların verdiği söze mi daha çok güvendiğine dikkat et."
"Tâatin aslı, korku, ümîd ve muhabbettir. Korkunun alâmeti, harâmları terk etmek; ümîdin alâmeti devâmlı tâat etmek; muhabbetin alâmeti de, her an şevk ve inâbet (tövbe edip, Allahü teâlâya bağlanmak) üzere olmaktır."
"Birisine bir şey vermeyi, sana bir şey vermesinden çok seviyorsan dünyâyı değil, Âhireti seviyorsun demektir."
"Bir memlekette âlimler tamahkâr ve dünyâ malı toplamaya hevesli olurlarsa, bilmiyorum, câhillerin uyacağı kimse kalır mı? Bir sürünün çobanı kurt olursa, koyunları kim koruyacak?"
."Besmele" ve "Hamdele"nin hükümleri
2013-10-25 01:00:00
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ) buyurmuştur ki:
"Şu beş şey kimde bulunursa, dünyâ ve âhirette mesut olur:
1. Bir şeye başlarken; "Bismillâhirrahmânirrahîm" demek.
2. Bir ni'met verildiğinde, ni'mete şükür için; "Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn" demek.
3. Bir belâya dûçâr olduğunda; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" ve "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm" demek.
4. Bir günâh işlediğinde; "Estağfiru'llahel-azîm ve etûbü ileyh" demek.
5. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelimesini dilinden düşürmemek."
Bunları kısa kısa açıklayalım:
"Besmele" çekmenin hükmü, yerine göre değişir. Birkaç örnek verelim; ama örneklerimize önce "Besmele"nin menedildiği yerleri zikrederek başlıyalım:
A. Küfür olduğu yerler: Bizzât kendisi harâm olan meselâ, şarâp içmek, zinâ etmek, domuz eti yemek gibi harâm olan işleri yapmaya başlarken, "Besmele" çekmek küfür olur. Burada, harâmı helâl saydığından veya harâma önem vermediğinden dolayı küfür oluyor.
B. Harâm olduğu yerler: Harâm işlemeye başlarken "Besmele" çekmek harâmdır. Harâmlığını kabûl ederek yaparsa harâm olur, harâma önem vermeden veya helâl kabûl ederek yaparsa, yukarıda ifâde ettiğimiz gibi küfür olur.
C. Mekrûh olduğu yerler: Avret yerini açarken, necâset bulunan yere girerken, "Berâe" sûresini önceki sûreye bitişik okurken, sigara içmeye ve sakal tıraşı olmaya başlarken "Besmele" çekmek mekrûhtur.
Şimdi de "Besmele"nin emredildiği veya "Besmele" çekmenin serbest bırakıldığı yerlere geçelim:
1. Farz olduğu yerler: Hayvân keserken, "Besmele" çekmek farzdır. "Besmele"siz kesileni yemek harâmdır.
2. Vâcib olduğu yerler: Namaz dışında "Fâtiha" sûresini okumaya başlarken "Besmele" çekmek vâcibdir. [Şâfiî mezhebinde ise, her zaman "Fâtiha" okurken "Besmele" çekmek farzdır.]
3. Sünnet olduğu yerler: Namazda her rek'atta "Fâtiha"dan önce, gusletmeye ve abdest almaya, yiyip içmeye, mektup yazmaya ve her faydalı işe başlarken "Besmele" çekmek sünnettir. Namaz dışında, "Fâtiha"dan başka bir sûre okumaya başlarken de, "Besmele" çekmek sünnettir.
4. Müstehab olduğu yerler: Namazda, "Fâtiha" ile "zamm-ı sûre" arasında "Besmele" çekmek, câiz veya müstehabdır.
5. Mubâh olduğu yerler: Yürümeye, oturmaya, kalkmaya ve her mubâh işe başlarken "Besmele" çekmek mubâhtır.
***
Şimdi gelelim 2. maddeye yani bir ni'met verildiğinde, ni'mete şükür için; "El-hamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" demek konusuna:
Allah'a hamd etmenin, yani "Elhamdülillah" demenin hükmü de yerine göre değişir. Buna da birkaç örnek verelim:
A. Küfür olduğu yerler: Domuz eti, şarâp gibi kesin harâm olan bir şeyi yiyip içtikten sonra hamd etmek harâmdır, hattâ harâmlığına önem verilmezse küfür olur.
B. Harâm olduğu yerler: Harâm bir şeyi yiyip içtikten sonra hamd etmek harâmdır.
C. Vâcib olduğu yerler: Namazda hamd etmek vâcibdir. "Fâtiha" suresi okumakla hamd edilmiş olur.
D. Sünnet olduğu yerler: Duâya başlarken, hutbede ve yiyip içtikten sonra hamd etmek sünnettir.
E. Müstehab olduğu yerler: Duâların sonunda hamd etmek müstehabdır.
F. Mubâh olduğu yerler: Her hatırladıkça hamd etmek mubâhdır.
.İki cihan saadeti için tavsiye edilen beş şey
2013-10-26 01:00:00
Dünkü makâlemizde, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, Abdullah bin Amr bin Âs hazretlerinin "Şu beş şey kimde bulunursa, dünyâ ve âhirette mes'ût olur" sözünü nakletmiş ve onlardan ilk 2 madde [yanî besmele ve hamdele] üzerinde birer nebze durmuştuk. Bugün de, yerimizin müsâadesi nisbetinde, 3. madde [yanî tevekkül] üzerinde durmaya çalışalım:
3. Madde: Bir belâya dûçâr olduğunda; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" ve "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm" demek. Tabîî ki bu, bir nevi tevekküldür. Şimdi bu tevekkül üzerinde biraz durmamız îcâb eder:
***
"Tevekkül" lügatte "vekîl etme" mânâsına gelir. Dînimizdeki ıstılâhî mânâsı yanî terim olarak anlamı ise:
"Müslümânların, bütün işlerinde Allahü teâlâyı vekîl etmeleri; bütün işlerini Allahü teâlâya ısmarlamaları; bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra Allahü teâlâya güvenmeleri; kalben O'na i'timâd etmeleri" demektir.
Allahü teâlâ herkese, tevekkülü emreylemiş ve "Tevekkülün îmânın şartı" olduğunu beyân buyurmuştur. Şöyle ki, Mâide Sûresi'nde (meâlen): "Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz"; Âl-i İmrân Sûresi'nde de (meâlen); "Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette sever"; ve Zümer Sûresi'nde de (meâlen); "Allahü teâlâ, kuluna kâfî değil midir?" buyurulmuştur. Bunlar gibi daha nice âyet-i kerîme vardır. Hûd Sûresi'nde (meâlen); "Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir" buyurulmuştur.
Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, "dînimiz çalışmayıp, boş oturup tevekkül ediyorum" demeyi yasaklamaktadır. İnsan çalışıp çalışmamakta, ilâç kullanıp kullanmamakta, iyilik edip etmemekte, dînini öğrenip öğrenmemekte serbesttir. Yapılan işin akla, dîne uygun olması Allahü teâlânın emridir.
Aslında tevekkül, kalbin yapacağı bir iştir ve îmândan meydâna gelir. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Çünkü dînimizin bildirdiği tevekkülün hem akla, hem dîne, hem de tevhîde uyacak şekilde anlaşılması ve yapılması lâzımdır.
Bir kimse, "hareketlerde, işlerde Allahü teâlâdan başkasının tesîrini düşünürse, tevhîdi noksan olur." Eğer "hiçbir sebep lâzım değildir" derse dînden ayrılmış olur. "Sebepleri araya koymaya ihtiyâç yok derse, akla uymamış olur."
Bazılarının sandıkları gibi tevekkül, her işi oluruna bırakıp, ihtiyârıyla bir şeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, yılandan, arslandan, düşmândan sakınmamak, hasta olunca ilâç içmemek, dînini öğrenmek için çalışmamak demek değildir.
Tevekkülün esâsı; gerekli sebeplere başvurduktan sonra, insanlardan bir şey beklememek, sebeplere güvenmemek, her şeyi yalnız Allahü teâlâdan beklemektir. [İnsana dayanma ölür; duvara dayanma yıkılır; ağaca dayanma kurur; Hayy u Kayyûm olan Allah'a güven demişlerdir. Bu söz, tevekkülü çok güzel özetliyor.]
Allahü teâlâ, kimseye muhtâç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için önceden tedbîr almayı, çocuk sâhibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilâç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır.
[İnşâallah öbür hafta, tevekkül ile ilgili diğer bazı âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere temâs edelim.]
.Tevekkül hakkında bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
2013-11-01 01:00:00
Bugün ve yarınki makâlelerimizde, "Tevekkül" hakkındaki bazı âyet-i kerîme ile hadîs-i şerîflere temâs etmek istiyoruz:
"Allahü teâlâya teslîm olma; bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi" manasına gelen "Tevekkül" hakkında, Allahü teâlâ, bazı âyet-i kerîmelerde buyurmuştur ki (meâlen):
"Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi, 259)
"Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona (darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Her kim, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir." (Talâk sûresi, 2-3)
Sevgili Peygamberimiz de: "Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allah'a tevekkül eyle! Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu) şöyledir ki; her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir" buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, "Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabâh mideleri boş, aç giderler. Akşam mideleri dolmuş, doymuş olarak dönerler" [İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-dîn] buyurulmuştur.
"Tevekkül" konusunda bazı âlimler de şunları söylemişlerdir:
"Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek." [Sehl bin Abdillah]
"Sebeplere yapışmak, tevekküle mâni değildir. Bilâkis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir." [İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî]
"Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur." [Seyyid Abdülhakîm Arvâsî]
Bir iş için yapılması îcâb eden şartlara başvurduktan sonra, başa gelene rızâ gösterme tevekkülün esâsıdır. Ticâretle uğraşanın, gerekli olan bütün tedbirleri aldıktan sonra, büyük kârlara kavuşmasının veya iflâs etmesinin, Allahü teâlâdan olduğuna inanmasıdır. Çalışıp, gayret gösterip lüzumlu bütün şartlara başvurduktan sonra, zengin olamamışsa hâline şükretmek ve bunun kendisi için hayırlı olduğunu kabûl edebilmektir.
Tevekkül, hasta olanın, bütün tıbbî yollara başvurduktan sonra, iyi olmayı veya hasta kalmayı, Allahü teâlâdan bilmesidir. Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfiyle makâlemizi bitirelim. Buyurdular ki:
"Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o işler, bu kimsenin felâketine sebep olacaktır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işleri yaptırmaz. O ise, işleri olmadığı için, üzülür. 'Bu işlerim neden olmuyor? Kim yaptırmıyor? Bana kim düşmânlık ediyor' diyerek arkadaşlarına kötü gözle bakmaya başlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, ona merhâmet ederek kendisini felâketten korumuştur."
.Tevekküle dair birkaç kelime...
2013-11-02 01:00:00
Dünkü makâlemizde bir nebze "Tevekkül" ile alâkalı bazı âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve bazı büyüklerin sözlerinden bahsetmiştik. Bugün aynı konuya birkaç kelime daha ilâve etmek istiyoruz.
İbrâhim aleyhisselâm mancınığa konulup ateşe atılırken; "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekîl" yani; "Bana Allahım yetişir. O ne iyi vekîl, ne güzel yardımcıdır" dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl aleyhisselâm gelip; "Bir dileğin var mı?" dediğinde, "Var, ama sana değil" dedi.
Böylece "Hasbiyallah" sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm sûresi'nde meâlen; "Sözünün eri olan İbrâhîm!" diye medh buyuruldu.
["Hasbiyallah"="Allah bana yetişir" demektir. "Hasbünallah" ise, "Allah bize yetişir, kâfî gelir" demektir. Farsçası "Allah bes" ifâdesidir.]
Kur'ân-ı kerîmde de, böyle söylenmesi bildiriliyor: "De ki: Allah bana kâfî, tevekkül eden ancak Ona tevekkül eder." [Zümer, 38]
"Tevekkül eden ancak ona tevekkül eder" demek, "Güvenip dayanacak olanlar, ancak Allahü teâlâya güvenip dayanırlar" demektir. Allah'tan başka güvenilecek, dost edinilecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur.
Allah'tan gayrisine sığınmak, örümcek ağına sığınmaya benzetilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Allah'tan başka dost edinenlerin hâli, kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer. Hâlbuki evlerin en çürüğü örümcek yuvasıdır. Keşke bunu bilselerdi." [Ankebût, 41]
Bir gün, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin yanına bir köylü geldi. "Deveni ne yaptın?" buyurdu. Köylü; "Allah'a tevekkül edip, kendi hâline bıraktım" deyince, "Bağla ve sonra tevekkül et" buyurdular.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) "Yarın fakîr, muhtâç kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmayı da hiç düşünmem, çünkü hangisinin benim için hayırlı olacağını bilmem" buyurmuştur.
İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında da, tesiri kati olan veya tesir ihtimâli çok olan sebepleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir:
Meselâ hırsız girmesin diye evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz.
Tehlikeli yerde silâh taşımak, düşmândan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir.
Üşümemek için fazla giyinmek de, tevekkülü bozmaz. Tevekkül etmek için, tesiri kati olan ve herkesçe bilinen sebepleri bırakmak lâzım değildir.
Cenâb-ı Hak, bir hadîs-i kudsîde buyurdu ki: "Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eliyle onlara göndermeyi severim."
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâpsız Cennet'e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihir, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül ve i'timâd etmeyenlerdir, buyuruldu."
Dinleyenler arasında Ukâşe (radıyallahü anh), ayağa kalkıp; "Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım" deyince; "Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!" buyurdu. Biri daha kalkıp, aynı duâyı isteyince; "Ukâşe senden çabuk davrandı!" buyurdu.
.Bir günah işleyince tövbe-istiğfar etmenin lüzumu
2013-11-08 01:00:00
Ekim ayının sonundaki bir makalemizde naklettiğimiz gibi, Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ), "Kimde beş şey bulunursa, o kişinin dünyâ ve âhirette mesut olacağı"nı ifâde etmiştir. Daha önceki 4 makâlemizde, bunlardan üçü üzerinde birer nebze durmuştuk. Bugün 4. madde üzerinde, yarın da inşâallah 5. madde üzerinde durmaya çalışalım. Onlar da:
4. Bir günâh işlediğinde; "Estağfiru'llahel-azîm ve etûbü ileyh" demek.
5. "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelimesini dilinden düşürmemek."
Dördüncü maddeden dolayı, bugünkü makâlemizin başlığını, "Bir günâh işleyince istiğfâr etmenin lüzumu" şeklinde tesbit ettik.
İstiğfâr nedir?
"İstiğfâr": "Mağfiret (bağışlanmak) istemek. Allahü teâlâdan kusurlarının ve günâhlarının affedilmesini, bağışlanmasını dilemek; tevbe etmek" demektir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
"Biri günâh işler veya kendine zulmeder, sonra pişmân olup Allahü teâlâya istiğfârda bulunursa, Allahü teâlâyı çok merhametli, afv ve mağfiret edici bulur." (Nisâ sûresi, 109)
Hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: "Günâh işlemiş kimse, abdest alır, iki rek'at namaz kılar, sonra istiğfâr ederse günâhı affolur." (Kurretü'l-Ayneyn)
Hazret-i Ömer'in (radıyallahü teâlâ anh) şu sözü, ne kadar önemli bir tavsiyedir: "Sıkıntısı olan kimse çok istiğfâr okusun."
Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi aleyh): "İstiğfâr, belâ ve sıkıntıların giderilmesi için faydalıdır ve denenmiştir" buyurmuştur.
Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî'nin şu sözü de son derece mühimdir: "İstiğfâr, insanı her murâda (arzuya), âfiyete kavuşturur."
"Tevbe (tövbe)"ye gelince:
"Tevbe": "Harâm, günâh işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karâr vermektir."
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
"Allahü teâlâ, tövbe edenleri sever." (Bakara sûresi, 222)
"Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tövbe ediniz ki felâh (kurtuluş) bulasınız." (Nûr sûresi, 31)
Hadîs-i şerîflerde de buyurulmuştur ki:
"En iyiniz, günâhtan sonra hemen tövbe edeninizdir." (Hâdimî, Berîka)
"Tövbe eden, günâh işlememiş gibi olur." (Berîka)
"Rûh gargaraya gelmedikçe, Allahü teâlâ kulun tövbesini kabûl eder." (İmâm-ı Gazâlî, İhyâ)
"Ey oğlum! Bir hatâ işlediğin zaman hemen tövbe et ve sadaka ver. Tövbeyi yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelir." (Lokman Hakîm)
"İnsanları iki şey helâk eder: Biri 'tövbe ederim' diyerek günâh işlemeleri, diğeri de 'sonra yaparım' diyerek tövbeyi geciktirmeleridir." (Şakîk-i Belhî)
"Şartlarına uygun yapılan tövbe muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde değil, tövbenin şartlarına uygun olup olmadığında şüphe etmelidir." (İmâm-ı Gazâlî)
"Günahtan sonra hemen tövbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmek büyük günâhtır. Geciktirme için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Farzı yapmamanın günâhı ancak kazâ etmekle affolur. Her günâhın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmasını istemek) ve beden ile kazâ etmek lâzımdır." (Muhammed Hâdimî)
.Dilinden Kelime-i tevhîdi düşürmemenin önemi
2013-11-09 01:00:00
Kelime-i Tevhîd: "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah" sözüdür. Mânâsı şöyledir: "Allahü teâlâdan başka [ibâdete lâyık] ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun resûlüdür (peygamberidir)." "Kelime-i tevhîd"e; "Da'vetü'l-hak", "Kelimetü'l-ihlâs", "Kelimetü't-takvâ", "Kelime-i tayyibe", "Kelimetü semereti'l-Cennet", "el-Urvetü'l-vüskâ" da denir.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Kıyâmet gününde meleklerin seni ziyâret etmelerini istersen, Kelime-i tevhîdi çok söyle." (Ka'bü'l-Ahbâr)
Sahîh-i Müslim'deki bir hadîs-i şerîfte:
"... Kelime-i tayyibe bir sadakadır (Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için bir şey vermek, iyilik etmek gibidir). Namaza gitmek için sâhibinin attığı her adım da bir sadakadır. Yolda gelip geçene ezâ veren şeyleri gidermek de sadakadır" buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulmuştur: "Yerleri ve gökleri, terâzînin bir kefesine, bu kelime-i tevhîdi diğer kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir." (Mektûbât-ı Rabbânî)
İmâm-ı Gazâlî'nin de belirttiği gibi, "Her Müslümâna, ilk önce kelime-i tevhîdin mânâsını bilmek ve inanmak farzdır."
"Rabbimizin gazabını, intikâmını söndürmek için kelime-i tevhîdden daha faydalı bir şey yoktur." (İmâm-ı Rabbânî)
"Ölüm hastası, İhlâs sûresini çok okumalıdır. Yatağı karşısında kelime-i tevhîd yazılı levha asılı olmalıdır." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
***
Bir de kelime-i şehâdet vardır. Kelime-i Şehâdet: "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözüdür.
Kelime-i şehâdetin manası şöyledir:
"Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmaya hakkı olan, hiçbir ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlânın hem kulu, hem peygamberidir. O'nun gönderilmesiyle, O'ndan önceki peygamberlerin dinleri tamâm olmuş, hükümleri kalmamıştır. Ebedî saâdete, kurtuluşa kavuşmak için, ancak O'na uymak lâzımdır. O'nun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yoktur."
Hadîs-i şerîflerde buyurulmuştur ki: "... Ramazan ayında dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar; kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. İkisini de, zâten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da, Allahü teâlâdan Cennet'i istemek ve Cehennem ateşinden O'na sığınmaktır... (Et-Tergîb vet-Terhîb)
"İhlâs ile (yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünerek) kelime-i şehâdet getiren Cennet'e girer." (Taberânî)
"Kelime-i şehâdeti inanarak söylemenin yüz otuz kadar faydası vardır. Bunlardan, ölürken olan beş fayda: 1) Azrâîl aleyhisselâm ona güzel sûrette gelir. 2) Yağdan kıl çeker gibi rûhunu alır. 3) Cennet kokuları gelir. 4) Müjdeci melekler gelir. 5) Merhabâ yâ mü'min! Sen Cennetliksin denir..." (Muhammed bin Kutbiddîn İznikî)
["Kelime-i Temcîd" ve "Kelime-i Tenzîh" gibi bazı terimler daha var ama, onları açıklamaya bugün yerimiz kalmadı.]
.Binden fazla üstâdın sözlerinin özeti olan dört cümle
2013-11-22 01:00:00
Tebe-i tâbiîn ulemâ ve evliyâsının büyüklerinden, meşhûr velîlerden İbrâhim bin Edhem'in (rahmetullahi aleyh) talebesi, büyük âlimlerden Hâtim-i Esam'ın da (rahmetullahi aleyh) hocası olan Ebû Alî Şakîk bin İbrâhîm-i Belhî [v. 174 / 790]: "Binden fazla üstâda talebelik yaptım. Kırk deve yükü kitap okudum. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı dört şeyde gördüm. Bunlar; rızk için emîn olup rızıktan endişe etmemek; her işte ihlâslı olmak; şeytânın düşmân olduğunu bilip ona uymamak (Allahü teâlânın emirlerini yapıp, harâmlarından sakınmak); ölümü yakın bilip, hâzırlıklı olmak" buyurmuştur.
Daha önceki makâlelerimizde "ihlâs"tan ve "ölüme hâzırlanmak"tan bahsetmiştik. Bugün ve yarınki makâlelerimizde de inşâallah "rızık" konusundan bahsedelim; bilâhare "şeytânın bazı hîleleri"nden bahsederiz...
Önce "rızk için emîn olup rızıktan endişe etmemek" maddesi üzerinde duralım:
"Rızık": "Allahü teâlânın takdîr ettiği maddî ve mânevî ni'met, kısmet; Allahü teâlâ tarafından canlılara, beslenmeleri, barınmaları ve yaşayabilmeleri için gönderilen, verilen her şey"dir. Buna göre, yenilecek, içilecek şeyler, giyilecekler, ev ve ev eşyâsı hep rızıktır. Demek ki rızık, yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak yerlerdir.
Bütün canlıların rızkını Allahü teâlâ gönderir, verir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
"Yeryüzünde, Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmeyen hiçbir canlı yoktur (yeryüzündeki her canlının rızkını Allahü teâlâ elbette gönderir)." (Hûd sûresi, 6)
"Dünyâdaki maddî ve mânevî bütün rızıklarını aralarında taksîm ettik." (Zuhruf sûresi, 32)
Allahü teâlâ, rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Râzı olduğu, beğendiği kullarının rızıklarını ummadıkları yerden gönderir. Vehb ibni Verd; "Rızık için üzülürsem, kendimi Müslümân bilmem, saymam" buyurmuştur. Rızık, maâşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. İnsanın rızkı ezelde takdîr ve tayîn edilmiştir. Mâlı-mülkü çok da olsa, kimse takdîr edilenden fazlasını yiyemez. Nice zenginler vardır ki, rahatsızlıkları sebebiyle, yalnız belli şeyleri yiyip kullanabilmektedirler...
Bunun için rızık değişmez, azalmaz, çoğalmaz ve zamânından geri kalmaz. İnsan rızkını aradığı gibi, rızık da sâhibini arar. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Bütün bunlara rağmen Allahü teâlâ emrettiği için çalışmak lâzımdır. Çünkü Allahü teâlânın işleri, sebepler altında tecellî eder, meydâna gelir. Allahü teâlânın âdet-i İlâhiyyesi, İlâhî kânûnu böyledir. Fakat sebeplere yapışıldığında, rızık elde edilmeyebilir...
Ehl-i sünnet i'tikâdına göre harâm da rızıktır. Fakat Allahü teâlânın harâma rızâsı olmadığından harâm yiyen mes'ûl olur. Bir kimse, Allahü teâlâ emrettiği için çalışır, rızkını helâl yoldan ararsa, ezelde takdîr edilen belli rızkına kavuşur. Bu rızık ona bereketli olur. Bu çalışmalarından dolayı sevâp kazanır. Eğer rızkını harâmdan, Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerden ararsa, yine ezelde ayrılmış olan belli rızkına kavuşur, fakat bu rızık ona hayırsız, bereketsiz olur.
.Rızık husûsunda endişeye düşmeyiniz!"
2013-11-23 01:00:00
Dünkü makâlemizde birazcık rızıktan bahsetmiştik. Bugün bu önemli konuda birkaç kelime daha yazmak münâsib olacaktır. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
"Ey îmân edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin tayyib olanlarından yiyin!" (Bakara sûresi, 172)
"Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın en tayyib olanından, Allah yolunda harcayın (zekât ve sadaka verin)." (Bakara sûresi, 267)
"Yetîmlere (rüşdüne gelince, âkıl-bâliğ olunca) mallarını verin. Tayyib olanı habîs olanla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günâhtır." (Nisâ sûresi, 2)
"Şüphesiz rezzâk olan, güç ve kuvvet sâhibi ancak Allahü teâlâdır." (Zâriyât sûresi, 58)
Hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki: "Rızık husûsunda endişeye düşmeyiniz. İnsan son rızkını da yemeden ölmez. Allah'tan korkunuz, iyi ameller yapınız. Helâli alıp, harâmı terk ediniz." (İhyâ)
Rızık konusunda İslâm âlimlerinin de çok güzel sözleri vardır:
"Rızık husûsunda, Allahü teâlâya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır; cömert olur ve ibâdetlerinde vesvese bulunmaz." (Şakîk-i Belhî)
"Rezzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır." (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî)
"Tarlayı abdestsiz sürmek, tohumunu abdestsiz ekmek; rızkın bereketini, tayyib olmasını giderir." (İmâm-ı Rabbânî)
"Rızık mukadderdir, ezelde takdir edilmiş, ayrılmıştır. Fazla ve noksân ihtimâli yoktur. Rızkın noksân veya ziyâde olması, Hak teâlânın husûsî fadlı (ihsânı) iledir. Hiç kimsenin bunda bir katkısı yoktur." (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
"Hakîkatte Hâlık (yaratıcı) ve Râzık Allahü teâlâdır. İnsana, hâlık veya râzık demek ilhâddır (zındıklık, dînsizliktir). İnsanın aslî sıfatı, âcizlik ve ihtiyâçtır. Allahü teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi (zâtına âit olan sıfatı), kudret (her şeye gücünün yetmesi) ve gınâdır (başkasına muhtâç olmamasıdır). İnsanlara, yarattı ve yaratıcı dememeli; Allahü teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı ve ad takmamalıdır." (İsmâil Hakkı Bursevî)
"Yemekte dört farz vardır: a) Yemeği, rızkı Allah'tan bilmek. b) Yenen yemeğin helâl ve tayyib olması. c) Yemek hazm oluncaya kadar, Allahü teâlânın emrinden çıkmamak. d) Yemek hazm oluncaya kadar ondan hâsıl olan kuvvetle, Allahü teâlânın nehyini (yasaklarını, harâm olan şeyleri) işlememek." (Süleymân bin Cezâ)
"Sabâh namazından sonra er-Rezzâk ism-i şerîfini söyleyenin rızkı genişler. Cumâ namazından sonra yüz defâ er-Rezzâk ism-i şerîfi söylendiğinde hastanın sıkıntısı geçer." (Yûsuf Nebhânî)
"Allahü teâlâ öyle bir Râzıktır ki, kullarının günâhlarından dolayı onların rızıklarını kesmiyor." (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) biri de "er-Rezzâk"tır. Her yarattığı ve rızık vereceği mahlûkunun rızkını yaratıcı ve ulaştırıcı ve o rızık ile faydalanma sebeplerini hazırlayan ve rızık gönderen Allahü teâlâdır.
.Uluslararası İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu münâsebetiyle
2013-11-29 01:00:00
Türkiye'nin muhtelif şehirlerinde, birçok İslâm büyüğü hakkında, anma merâsimleri, sempozyumlar tertiplenmiştir. Burada hepsinden bahsetmemiz mümkün değil. Ama yakın zamanda yapılan toplantılardan birkaç misâl verip esâs mevzûumuza geçelim.
11-13 Haziran 2010 târihleri arasında Van'da, Van Müftülüğü ile Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi tarafından müştereken "I. Uluslararası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Sempozyumu" tertip edilmişti.
24-26 Mayıs 2013 târihlerinde de, Hakkâri'de "Uluslararası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî Sempozyumu" düzenlenmişti. Bendeniz, her ikisine de katılmış ve ikincisinde bir tebliğ de sunmuştum...
Yukarıda mezkûr iki "Silsile-i Aliyye" büyüğünden sonra şimdi de, İstanbul'un manevî sultânı, Mihmândâr-ı Resûlillah Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin (radıyallahü anh) kurbunda, yeni bir hicrî-kamerî yılın [1435 senesinin], ilk ayında [Muharrem-i harâm ayında], yurt içi ve yurt dışından, sâhanın uzmanı olan akademisyenlerle, sâdece Türkiye'de ve Türk Cumhûriyetlerinde değil, İslâm âleminde, hattâ bütün dünyâda ilk defa olarak "Uluslararası İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu"nun tertiplenmesi teşekküre lâyıktır.
Daha ziyâde "Mektûbât" isimli eseriyle tanınan ve eserleri asırlardan beri sevilerek okunan İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) daha iyi tanınması ve mesajının hâtırlanması için, İstanbul'da 15-17 Kasım 2013 tarihleri arasında uluslararası katılımlı bilimsel bir sempozyum düzenlenmiştir.
30 yurt içinden, 10 da yurt dışından [Hindistân, Pakistân, Özbekistân, Makedonya... gibi ülkelerden] akademisyen ve araştırmacıların katılımlarıyla gerçekleşen sempozyumda, İmâm-ı Rabbânî'nin hayâtı, eserleri, fikirleri, tesîrleri ve mücâdelesi enine-boyuna ele alınıp anlatılmıştır. [Bu meyânda, torunlarından, Serhend'deki Dergâh'ta görevli Zübeyr Efendi de teşrîf etmiştir.]
"Haliç Kongre Merkezi"nde mübârek Cuma günü, Kur'ân-ı kerîm kırâatıyla başlayıp "Üsküdar Kongre ve Kültür Merkezi"nde Cumartesi ve Pazar günlerinde devâm eden Sempoyzuma, Cumhurbaşkanı ile Başbabakan'ın telgraf göndermeleri, TBMM Başkanı ile bir Başbakan Yardımcısı'nın ve Diyânet İşleri Başkanı'nın bizzât katılmaları ve birer konuşma yapmaları, eski ve yeni milletvekillerinden, dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşlarının başkanlarından, cemiyetin her kesiminden insanların iştirâkleri, İmâm-ı Rabbânî'nin ne kadar çok sevilip sayıldığının bir göstergesi olmuştur.
Açılış, yedi oturum ve değerlendirme toplantısı olmak üzere dokuz celsede icrâ edilen sempozyumdaki oturumlarda, İmâm-ı Rabbânî'nin Dönemi, Hayâtı, Eserleri yanında Dînî, Tasavvufî ve İlmî Görüşleri ele alınmış, Anadolu'daki ve Anadolu Dışındaki Tesirlerine temâs edilmiştir.
"Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı" ve "İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi (İSTAM)" ve "İlmî Araştırmalar Vakfı (İLAM)" yöneticileri, bu Sempozyuma katkıda bulunan "Üsküdar Belediyesi" ve "Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi" yetkilileri, az veya çok, maddî-manevî emeği geçen her kurum ve kuruluş ile katılan herkes teşekkürü hak etmektedir...
.İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında birkaç kelime
2013-11-30 01:00:00
Dünkü makâlemizde bir nebze kendisinden bahsettiğimiz büyük ilim, fikir ve gönül adamı İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında, gerek eski, gerek yeni çalışmaların gündeme gelmesini sağlayan sempozyum vesîlesiyle, bendeniz, "İmâm-ı Rabânî'nin 'Dîn-i İlâhî'ye Reddiye Olarak Yazdığı 'İsbâtu'n-Nübüvve' İsimli Kitâbının Mâhiyeti" başlıklı tebliğimi sunarken mühim gördüğüm bir teklîfte bulundum; onu burada da tekrârlamak istiyorum:
Ülkemizde, bilhâssa önemli bir ilim ve kültür merkezi olan, dünyânın incisi İstanbul'umuzda, bir "İmâm-ı Rabbânî Araştırma Merkezi" kurulmalı, onun bütün eserleri, hakkında bugüne kadar yapılmış olan bütün çalışmalar bu merkezde toplanmalı, "Mektûbât"ının güzel bir tahkîkli neşri yapılmalı, kitapları Türkçeye tercüme edilmeli, bundan sonra da onun hakkında bazı akademik çalışmalar yapılmalı, yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlatılmalıdır. Ayrıca bu kabîl sempozyumlar, her sene olmasa da, belli periyotlarla/aralıklarla devâm etmelidir.
Bu sempozyumla, büyük ilim adamı İmâm-ı Rabbâni'yi doğru bir şekilde tanıma, anlama ve misyonunu tekrâr hâtırlama konusunda önemli bir hizmet yapılmış oldu.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî/Sirhindî, XVI-XVII. yüzyıllarda (1564-1624 yılları arasında) Hindistân'da yaşamış olan büyük bir âlim ve velî, sûfî, Allah dostu, gönül adamıdır.
O, cemiyetin/toplumun dîn ve tasavvuf anlayışını yenileyen (müceddid) bir rehber olarak telakkî edilmiş ve kendisine "Müceddid-i Elf-i Sânî" (hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi) lakabı verilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, köklü bir ilim tahsîli yapmış, dergâhında tefsîr, hadîs, fıkıh ve akâid kitapları okutmuş, medrese ile tekkeyi ayrı gören zihniyete karşı çıkmış ve âlimler ile mutasavvıfları, medrese ile tekkeyi birbirine yakınlaştırmıştır.
İmâm-ı Rabbânî, yaşadığı dönemde, özellikle Hindistân ve civârındaki ülkelerde bulunan Müslümânların dîn ve tasavvuf anlayışlarını tashîh etmeye çalışan, ama tesîrleri o sınırları ve yaşadığı zaman dilimini çok aşan, hattâ günümüze kadar ulaşan, İslâmiyet'in, temel delîllere göre, başta Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i Nebeviyye olmak üzere edille-i şer'iyye çizgisinde anlaşılması, yaşanması ve cemiyetin hurâfelerden arınması için mücâdele eden, medrese ile tekkeyi, âlimlerle sûfîleri uzlaştırmak için büyük gayretler sarf eden bir zâttır.
Bu sebeplerle o, "Muhyi's-Sünne", "Kâmiu'l-bid'a", "Müceddid-i Elf-i Sânî" ve "Sıla" gibi lakablarla anılmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî, kendi döneminde, Hindistân ve civârındaki ülkeler başta olmak üzere bütün Müslümânların, çeşitli kademelerdeki idârecilerin hattâ sultânların dahî İslâmiyet'e aykırı uygulamalarına sessiz kalmamış, onları mektuplarıyla îkâz etmiş, hapsedilmeyi bile göze almış, buna rağmen prensiplerinden ve mücâdelesinden vazgeçmemiş, sonunda, yaptığı sohbetlerle, verdiği vaazlarla, yazdığı kitaplarla ve etrâfa gönderdiği mektuplarla, Müslümânların dîn ve tasavvuf anlayışında önemli bir canlanma ve yenilenme meydâna getirmiştir. [İnşâallah, öbür hafta da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden bahsetmeye çalışalım.]
.İmâm-ı Rabbânî'nin okuduğu ve okuttuğu ilimler
2013-12-06 01:00:00
Geçen haftaki iki makâlemizde, birer nebze, 15-17 Kasım 2013 târihleri arasında İstanbul'da tertiplenen "Uluslararası İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu"ndan bahsetmeye çalışmıştık. Bugün de birazcık, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ilmî şahsiyetinden bahsetmeyi arzû ediyoruz.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî /Sirhindî (ö. 1034/1624) XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın başlarında, Hindistan'da Bâbürlüler'den Ekber Şâh (1556-1605) ve Cihângîr Şâh (1605-1627) dönemlerinde yaşamıştır...
Hindistân'da yetişen büyük ulemâ ve evliyâdan olan İmâm-ı Rabbânî ilk tahsîline, babasından ders alarak başladı. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhûr âlimlerinden öğrendi. Babasından, önce Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta, Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bu sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları da ezberledi.
Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkût şehrine gidip orada, Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî/Kişmîrî'den ilim öğrendi. Mevlânâ Kemâleddin meşhûr âlim Abdülhakîm-i Siyalkûtî'nin de hocası olup, zamanının en büyük âlimi idi.
Kâdî Behlûl-i Bedahşânî'den; tefsîr, hadîs ve bazı usûl ilimlerini okuyup bu dallarda icâzet/diploma aldı. Bazı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya'kûb-ı Keşmîrî'den okudu. On yedi yaşında iken tahsîlini tamamlayıp, bütün ilimlerden icâzet aldı. Daha babası hayâtta iken, talebeye ilim öğretmeye başladı.
İmâm-ı Rabbânî (rahimehüllah), Muhammed Bâkî billâh hazretlerini tanıdıktan sonra, edeple ve cân kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Birkaç ay sonra, bu hocası da ona icâzet verdi ve memleketi olan Serhend'e dönmesini emretti.
Hocası Muhammed Bâkî billâh, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini ona havâle edip onları da arkasından Serhend'e gönderdi. Hocası, onun hakkında şöyle buyurdu: "Kalblere devâ, rûhlara şifâ olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ'dan getirip Hindistân'ın bereketli toprağına ektim. Tâliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım."
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, memleketi Serhend'e gelince ilim ve edep öğretmeye, isteklileri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Talebesine "Şerh-i Mevâkıf", "Usûl-i Pezdevî", "Hidâye", "Beydâvî Tefsîri", "Sahîh-i Buhârî", "Mişkât-i Mesâbîh", "Avârifü'l-Me'arif"... gibi çeşitli ilim dallarındaki kitapları ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu.
Peygamber Efendimizin vefâtından bin sene sonra da İslâm düşmânları dîne, îmâna insâfsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî gibi bir müceddid yarattı. Bu büyük İmâm'ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı; dünyâya ışık saldı.
Zamanının padişâhlarını, vâlî, kumandân, âlim ve hâkimlerini, çok tesirli mektupları ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvîk ediyor, çok âlim ve velî yetiştiriyordu.
O, ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim tahsîlini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi.
.İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında...
2013-12-07 01:00:00
Bilindiği gibi, büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî'nin yaşadığı Hindistân asırlar boyunca, coğrâfî mevki itibâriyle, bütün dünyâda mühim bir yere sâhip olmuş bir ülkedir. Orada, önce Gazneliler [962–1187], sonra Bâbür İmparatorluğu [1526-1858]... gibi Türk İmparatorlukları hüküm sürmüştür.
Hindistân, Babürlüler Devleti, Ekber Şâh ve Dönemi [1542-1605], Ekber Şâh'ın ortaya attığı "Dîn-i İlâhî" ve İmâm-ı Rabbânî hakkında bir haylî kitap, makâle, ansiklopedi maddesi yazılmış, yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapılmıştır.
XVI. yüzyılda Osmânlı İmparatorluğu'nda Kânûnî Sultân Süleymân Hân'ın durumu ne ise, İrân'da Şâh Abbâs, Özbekistân'da II. Abdullah Hân ve Hindistân'da da Ekber Şâh'ın durumu odur; yani bunlar, dünyâ çapında, dönemlerine damgalarını vuran hükümdârlardır.
Tîmûr Hân'ın soyundan Bâbür Şâh'ın torunu, Hümâyûn Şâh ile Îrân asıllı Hamîde Bânû çiftinin de oğlu olan ve Sind'deki Ömerkût Kalesi'nde, (4 Receb 949 / 14 Ekim 1542 yılında) doğan Ekber Şâh (ö. 1014 / 1605), Hindistân'da kurulan Bâbürlüler-Gürgâniyye Türk İmparatorluğu'nun üçüncü hükümdârıdır [1556-1605]...
***
Bizim geçen hafta bir nebze bahsettiğimiz Sempozyumda sunduğumuz teblîğimizde mevzû-i bahis ettiğimiz "İsbâtu'n-nübüvve" kitâbının ana teması, "Peygamberliğin ne demek olduğu", "Mu'cizenin manası", "Hâtemü'l-Enbiyâ Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğinin isbâtı", "Kur'ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu" gibi İslâmiyetin temel konuları idi.
Ekber Şâh, sultânlığı döneminde, "Dîn-i İlâhî" adıyla yeni bir dîn ihdâs etmiş, bunu yakın çevresinden, çok az bir ekalliyet desteklemiş, âlimler ile halkın kâhir ekseriyeti buna karşı çıkmışlardır. Bu küfür, ilhâd ve bid'at akımına karşı çıkan ulemânın başında da İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) gelmektedir. Hattâ "İsbâtü'n-Nübüvve" isimli kitâbını da bu maksatla te'lîf etmiştir. Bu eser, "Peygamberlik nedir?" adı ile Arapça'dan Türkçe'ye tercüme edilmiştir. "Hak Sözün Vesîkaları" kitabı içinde 6. bölüm olarak da yayınlanmıştır. Ayrıca İngilizce, Fransızca ve Farsça dillerine de tercüme edilmiştir.
[1986 yılında, Erzurum-İslâmî İlimler Fakültesi'nde, Dr. Hayreddin Yılmaz tarafından, Prof. Dr. Emrullah Yüksel'in danışmanlığında, "İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'de Nübüvvet Anlayışı" adıyla hazırlanan 201 sayfalık "Doktora Tezi"ni de burada zikretmeliyiz.]
Kur'ân-ı kerîme göre "Nübüvvet-Risâlet", İslâm dîninin en temel îmân esâslarından biridir. Her akl-ı selîm sâhibi insan kabûl eder ki: Yüce Allah, dünyâya gönderdiği ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem'den i'tibâren, kullarına râzı olduğu, beğendiği yolu göstermek için, insanların ebedî saâdete kavuşmaları için, muhtelif asırlarda, zaman zaman, çeşitli coğrafî bölgelere, Peygamberler göndermiş, bunlardan bazılarına da, "Sahîfe"ler ve "Kitap"lar vermiştir.
Muhammed aleyhisselâmı ise, son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiş, ona "Kur'ân-ı kerîm"i indirmiştir. Bunun için Hazret-i Peygambere "Hâtemü'n-nebiyyîn" veya "Hâtemü'l-Enbiyâ ve'r-Rusül" denilmiştir.
.Allah'a ibâdetin yanında kullarına da hizmetin ehemmiyeti
2013-12-21 01:00:00
Dünyâda yapılan imtihânlarda muvaffak olmak için, nasıl gerekli çalışmaları yapmak lâzım ise, âhıretteki imtihânda başarılı olabilmek için de, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak lâzım geldiği bedîhîdir, açıktır.
Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleri, kulluk yapmalarıdır. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı kerîm'inde, Zâriyât sûre-i celîlesinin 56. âyet-i kerîmesinde meâlen: "Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım" buyurmuştur.
Allahü teâlâ, Bakara sûresinin 152. âyetinde de, şöyle buyurmaktadır:
"O hâlde siz, (bana itâat ve ibâdet ederek) beni anın ki, ben de sizi (mağfiretimle) anayım. Ni'metlerime şükredin de nankörlük yaparak küfre varmayın (beni ve ni'metlerimi inkâr etmeyin)."
Bu konuda, İbrâhîm sûresinin 7. âyet-i kerîmesi de çok dikkat çekicidir:
"Düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer siz şükrederseniz, ben de elbette size [ni'met(ler)imi] artırırım ve eğer küfrân-ı ni'mette bulunur, nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, gerçekten azâbım çok şiddetlidir."
Nisâ sûresinin 147. âyetinde ise, meâlen şöyle buyurulmuştur:
"Eğer siz, Allah'ın ni'metlerine şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niye azâb etsin? Allah, şükredenlerin mükâfâtını verici, yaptıklarını bilicidir."
Sevgili Peygamberimiz hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:
"Kendisi için istediğini, dîn kardeşi için de istemeyen kâmil mü'min olamaz." [Buhârî]
"Allah indinde en makbûl amel, bir mü'mini sevindirmek, kederini gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır." [Beyhekî]
"Bir kimsenin üzüntü ve sıkıntısını gidereni veya bir mazlûma yardım edeni, Allahü teâlâ yetmişüç defa mağfiret eder." [Harâitî]
Binâenaleyh, her Müslümân, diğer Müslümân kardeşlerini, en az kendisi kadar düşünmek mecbûriyetindedir. Yine Müslümân, kendisine yapılmasını uygun görmediği şeylerin başkalarına da yapılmamasını istemek durumundadır.
Demek ki, Allah'a ibâdetin yanında, kullarına hizmet de gereklidir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır."
"Merhamet etmeyene merhamet olunmaz." ve "İslâmiyet, Allah'ın emirlerine ta'zîmde bulunmak, yaratılmışlara şefkat etmektir" buyurarak, insanları her mahlûka karşı şefkat ve merhamet etmeye, büyüklere karşı saygı göstermeye, insanlara hizmet etmeye ve faydalı olmaya, dâimâ hayır işlemeye yöneltmiştir.
Zâten "medeniyet"in tarîfinde, "ta'mîru'l-bilâd ve terfîhu'l-ıbâd" şeklinde iki madde görüyoruz. Yanî beldelerin imâr edilmesi, bayındır hâle getirilmesi ve kulların müreffeh kılınması, refaha kavuşturulması. Aslında beldelerin imârı da insanların faydası, hayrı içindir. İslâmiyet de, Resûlullah aleyhisselâm tarafından "Allah'ın emirlerine ta'zîmde bulunmak ve yaratılmışlara şefkat etmek" şeklinde iki madde hâlinde özetlenmiştir.
.Zamanın kıymetine dair birkaç kelime daha...
2014-01-04 01:00:00
Sözlüklerde, "vakit", "zaman" yerine, "zaman" da "vakit" yerine kullanılmaktadır.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): "Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir" buyurmuştur.
Onun oğlu, yine büyük âlim ve velî Muhammed Ma'sûm Fârûkî de: "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Kıymetli ve şerefli şeylere sarf etmek gerekir" buyurmuştur.
Tabîî ki, günümüz şartlarında takrîbî 60-70 [veya 70-80] senelik bir insan ömrü içerisinde, 1 sene çok mühim bir zamân dilimidir...
Kur'ân-ı kerîmde zamânın önemine şöyle dikkat çekilmiştir:
"Fecir vaktine ve on geceye andolsun" [Fecr, 1-2] [Bu sûrede daha başka şeylere de kasem (yemîn) edilmiştir],
"(Karanlığı ile etrâfı) bürüyüp örttüğü zamân geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze andolsun" [Leyl, 1-2],
"Asra yemîn ederim ki insan zarardadır." [Asr, 1-2]
İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. [Herkes Hazret-i Mevlânâ gibi olamaz. O, ölüm gecesine "şeb-i arûs" (yanî çok sevdiği Allahü teâlâya kavuşma gecesi) demektedir.] Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, "Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: "İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır."
O sahâbî, "Hangi insanlar şerlidir [daha kötüdür]?" diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, "Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan" [Tirmizî] buyurmuştur.
Allahü teâlâ, mükellef olan her insana düşünüp taşınacağı, öğüt alacağı ve hakkı kabûl edebileceği kadar bir ömür vermiştir. Bu husûsta Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Onlar Cehennem'de şöyle feryâd ederler: 'Ey yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar! Dünyâya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan farklı, güzel ve makbûl işler yapalım! Allah onlara şöyle buyurur: Biz size, düşünüp ibret alacak, gerçeği görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size Peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlere hiçbir yardımcı yoktur!" [Fâtır, 37]
Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki: "İki [büyük] ni'met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanır. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir." [Tirmizî] Yine bir hadîs-i şerîfte: "İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır" buyurulmuştur.
Zaman nimeti, Allahü teâlâ'nın bizlere önemli lutuflarından birisidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır.
Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Onun için Sevgili Peygamberimiz: "Akıllı kimse [akıllı Müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir" buyurmuştur. Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yarın yaparım diyenler helâk oldular" buyurmuştur.
[Esâsında bu mevzû, çok geniş bir konu. Vakit konusunda, Aralık ayının son 2 makalesinde de birkaç kelime yazmıştık. Şimdilik bu dört makâle ile iktifâ edelim.]
.Sevgili Peygamberimizin dünyayı teşrîfleri
2014-01-10 01:00:00
Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz, içerisinde bulunduğumuz Rebîul-evvel ayının 12'sinde dünyâyı şereflendirmiştir. Târihte belli bir zaman dilimine, belli bir coğrâfî bölgeye ve belli bir kavme gönderilen peygamberler vardır. Ama âhır zaman nebîsi Muhammed aleyhisselâm, [günümüz de dâhil olmak üzere] bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün kavimlere, milletlere, hattâ hem insanlara, hem de cinnîlere gönderilmiş bir Peygamberdir; onun için "Resûlüs-sekaleyn=İnsanların ve cinnîlerin Peygamberi" diye anılır. Bu husûs ittifâklıdır, yanî bütün âlimlerimizin söz birliği ile sâbit olan bir husûstur. Ama diğer mahlûkâta da Peygamber olduğunu bildiren bazı âlimler vardır. Meselâ bazı hayvanların kendisine gelip birtakım dertlerini anlattıkları kaynaklarda zikredilmektedir.
Her akl-ı selîm sâhibi insan kabûl eder ki:
Yüce Allah, dünyâya gönderdiği ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem'den i'tibâren, kullarına râzı olduğu, beğendiği yolu göstermek için, insanların ebedî saâdete kavuşmaları için, muhtelif asırlarda, zaman zaman, çeşitli coğrafî bölgelere, Peygamberler göndermiş, bunlardan bazılarına da, emir ve yasaklarını ihtivâ eden "Sahîfe"ler ve "Kitâp"lar vermiştir.
Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı ise, son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiş, bunun için Sevgili Peygamberimize "Hâtemü'n-nebiyyîn" veya "Hâtemü'l-Enbiyâ ve'r-Rusül" denilmiştir. Ona "Kur'ân-ı kerîm"i göndermiştir...
Bütün insanlığın buhrân, bunalım, huzûrsuzluk ve kaos içerisinde bulunduğu günümüzde; bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, bütün üstünlükler, bütün güzellikler kendisinde toplanmış olan, "Seyyidü'l-kevneyn", "Resûlü's-sekaleyn", "İki Cihânın Güneşi" olan Muhammed aleyhisselâmı gündemde tutmak, bütün insanlara tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir.
Kendisine Peygamberliği bildirildikten sonra gelip geçen bütün insanlar, hadd-i zâtında onun ümmetidir. Bunu büyük âlim ve velî İmâm-ı Gazâlî, Arapça "Cevâhiru'l-Kur'ân" ve "ed-Dürretü'l-Fâhire" isimli eserlerinde ve Kâdîzâde İslâmbolî de "Ferâidü'l-Fevâid fî Beyâni'l-Akâid" isimli Osmânlıca eserinde ifâde etmişlerdir. Ancak, ümmetin ikiye ayrıldığını, ona inanan kimselere "Ümmet-i İcâbet", henüz inanmamış olanlara da "Ümmet-i Da'vet" dendiğini de yazmışlardır.
Muhammed aleyhisselâmın dîni, bütün dînleri nesh etmiş, yanî yürürlükten kaldırmıştır. O'na gelen kitâb "Kur'ân-ı kerîm", geçmiş kitapların en iyisidir. O'na gönderilen dîn olan "İslâm" da kıyâmete kadar bâkî kalacaktır; kimse tarafından değiştirilemeyecektir...
Târih boyunca, mükemmel hayâtı, en ince teferruâtıyla ortaya konulan yegâne zât olan Hazret-i Peygambere, insânlığın ne kadar muhtâç olduğunu, bugün daha iyi anlıyoruz.
İslâm târihi boyunca, Resûlullahın (aleyhisselâm) peygamberliğinin delîlleri ve onun fazîletiyle alâkalı pekçok eser yazılmıştır. Bunlar, "Delâilü'n-Nübüvve=Peygamberliğin delîlleri", "Şevâhidü'n-Nübüvve=Peygamberliğin şâhidleri", "Alâmâtu'n-Nübüvve=Peygamberlik alâmetleri, işâretleri", "el-Mucizâtü'n-Nebeviyye=Peygamberlik Mu'cizeleri", "el-Hasâisu'n-Nebeviyye=Peygamberliğe âit husûsiyetler, özellikler" gibi isimlerle anılır...
.Bütün saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimize tâbi olmaktır
2014-01-11 01:00:00
Cenâb-ı Hakk'ın, "İlk Peygamber" Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)dan başlayarak, "son Peygamber" olan Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)a gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (bir Peygambere), bir "melek"le ["Cebrâîl" aleyhisselâm'la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiş olduğu ma'lûmdur.
Târihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde Yüce Allah'ın gönderdiği bir "Peygamber, rehber, mürşid, yol gösterici" olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz.
İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O'na îmân etmek, tâbi' ve teslîm olmaktır. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmaya bağlıdır. Ona tâbi' olmak demek, onun tarîf ettiği şekilde îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbi/mahbûbu/sevgilisi Muhammed (Aleyhisselâm)'da toplamıştır.
Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların her biri O'nu biraz inceledikten sonra hayrânlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.
Hâtırlarda olduğu gibi, Fransız dergilerinden "Le Point", 1980 yılını "Hazret-i Muhammed Yılı" olarak ilân etmişti. Dergi, bu seçimine sebeb olarak, 12 Rebîul-evvel'de dünyâyı teşrîf eden "Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), yedinci yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, dünyâdaki tesîrini, her geçen gün büyüyerek sürdürmesini" göstermiştir.
İslâm dünyâsında, bugüne kadar, Peygamber Efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserlerin yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Ama bunları yazanlar içinde, şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahî, O'nu methetmekten âciz olduklarını beyân etmişlerdir. Arap, Fars ve Türk edebiyâtlarında görülen "Na't"lar, hep O'nun için yazılmıştır.
Âlim ve velîlerin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî: "Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; 'insanların rehberi', her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür" derken, Peygamberimiz için, "insanların rehberi" sıfatını kullanmıştır.
Pedagog, psikolog ve sosyolog, ulemâ ve evliyânın önde gelenlerinden olan İmâm-ı Gazâlî de: "Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve Cenâb-ı Hakk'a kavuşturan yolu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet'in emirlerindendir" demiştir.
Allah'ın ni'metlerinin en büyüğü, Peygamberler ve kitaplar göndererek, onların arkasından da birçok âlim ve velîyi halk edip onlara vâris kılarak, sırât-ı müstakîmi, doğru yolu, Cennet'e götüren yolu, rızây-ı İlâhî'sine götüren yolu göstermesi olsa gerektir.
Hadd-i zâtında insanlar, Allah'ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır...
. Peygamber efendimizin medhine dâir...
2014-01-17 01:00:00
Hâtırlayacağınız üzere, 12 Ocak 2014 (11 Rebîu'l-evvel 1435) Pazarı Pazartesiye bağlayan gece, mübârek "Mevlid Kandili"ni idrâkle şereflendiğimiz için, geçen haftaki iki makâlemizde, birer nebze Peygamber Efendimizden bahsetmeye çalışmıştık.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen, kâinâtın baş tâcı, ebedî rehberimiz Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (aleyhis-selâm) hakkında yazı yazmak, söz söylemek, konferans vermek, vaaz etmek aslında çok zor bir iş.
Burada, bu vesîleyle şu husûsu belirtelim ki: "Allah, bir kimseye söz ve yazı san'atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün, düşmânlarını kötülesin" hadîs-i şerîfine uyularak, asırlardır "Mevlid" kitapları yazılmış ve okunmuştur.
Resûlullah Efendimizi öven çeşitli "Mevlid Kasîdeleri" vardır. Türkiye'de ve diğer Osmânlı coğrafyasında her zaman okunan ve çok meşhûr olan "Mevlid Kasîdesi"ni Yıldırım Bâyezîd Hân zamanında Bursa Ulucâmi'de Başimâm olan Süleymân Çelebi, tâ 15. asırda yazmıştır.
Bu kasîdenin asr-ı saâdetten sonra yazılmış olması, onun bid'at olmasını gerektirmez. Her zaman O'nu övücü kasîdeler, yazılar yazılabilir. Onları okumak bid'at değil, sevâp olur. Mevlid okumaya karşı çıkan bazı kimseler için belirtelim ki, Mevlid-i şerîf okumak demek; şiir olarak Resûlullah'ın dünyâya gelişini, hayâtını, mi'râcını anlatmak, O'nu hâtırlamak, O'nu övmek demektir. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, "Mevlid okunan yerden belâlar gider" buyurmuştur.
Resûlullahı övmek bir nevi ibâdettir. O'nun medhine dâir âyet-i kerîmeleri inşâallah yarın ele alacağız. Bugün burada şunu belirtelim ki: Peygamber Efendimizin şâirleri, Câmide [Mescid-i Nebevî'de], Resûlullahı öven ve kâfirleri kahreden şiirler okurlardı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlardan Hassân bin Sâbit hazretlerinin şiirlerini çok beğenirdi; Mescidde bu şâir için bir minber bile koydurmuştur. O, bu minbere çıkar, Resûlullahı över, düşmânlarını kötülerdi. Resûlullah Efendimiz de: "Hassân'ın sözleri, düşmânlara oktan daha tesîrlidir" buyururdu...
İslâm âlimlerinin ittifâkla bildirdikleri gibi, her peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en fazîletlisi, en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O'ndan üstün değildir. Cenâb-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır.
Bu konuda bir şâir diyor ki:
"Her vasfı ki, imtiyâzı hâiz,
Târih onu vasfederken âciz."
Sevgili Peygamberimizin şâirlerinden Hassân bin Sâbit (radıyallahü anh)'in şu sözü ne kadar mânidârdır:
"Ben, Muhammed Mustafâ (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bahsederken, O'nu medhediyor değilim; bilakis O'ndan bahsetmek sûretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum."
Gönüller Sultânı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) kelâmı da çok manâlıdır:
"Ben, âlemler genişliğinde bir ağız isterim, tâ ki, meleklerin bile gıpta ettiği O zâttan söz edebileyim."
Burada, Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemeyeceğiz. Manâsı şöyledir: "O, beşerden bir beşerdir; fakat taşlar arasındaki yâkût taşı gibidir."
[İnşâallah yarın da konumuza devâm edelim.]
.Peygamberimizin Kur'ân-ı kerîmde medhedilmesi
2014-01-18 01:00:00
Bugün, bir nebze, bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak seçilip gönderilen, Allahü teâlânın Habîbi, yaratılmış bütün insanların ve diğer mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi, son ve en üstün Peygamber Muhammed aleyhisselâmın, kelâmların en güzeli olan, yüce Allah'ın kelâmı Kur'ân-ı kerîmde nasıl medhedildiğini ele alalım:
"Ey Peygamber! Biz seni hakîkaten bir şâhit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı, Allah'in izniyle O'na çağıran ve nûrlandıran bir ışık olarak gönderdik." [Ahzâb, 45]
"Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." [Sebe', 28]
"Doğrusu Biz seni hem bir şâhit, hem bir müjdeci, hem de bir uyarıcı olarak gönderdik." [Feth, 8]
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." [Enbiyâ, 107]
"Senin için bitmeyen-tükenmeyen [sonsuz] mükâfât vardır. Elbette sen büyük bir ahlâk üzeresin." [Kalem, 3-4]
"Rabbin sana [çok ni'met] verecek, sen de râzî olacaksın." [Duhâ, 5]
Kezâ Yüce Rabbimiz: "Peygamber, mü'minlere canlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır. [Yanî O, mü'minler nazarında kendi nefislerinden, canlarından daha önce gelir. Mü'minlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O'nun hanımları da onların anneleridir..." [Ahzâb, 6] buyuruyor.
Allahü teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
"(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden [kendinizden] öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü'minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir." (Tevbe, 128)
Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden [Âmentü esâslarından] dördüncüsü, Allahü teâlânın "Peygamber"lerine inanmaktır. Peygamberlere îmân etmek, aralarında peygamberlik bakımından hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberler, insanları, Cenâb-ı Hakk'ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Bilindiği gibi, Allahü teâlânın, "Peygamber" göndermesi, kullarına gönderdiği ni'metlerinin en büyüğüdür.
Peygamberlik vazîfelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvîdir, eşittirler. Fakat peygamberlerin, birbirleri üzerinde, fazîletleri, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ, ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin çok yerlere yayılması, mu'cizelerinin daha çok ve devâmlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. "Ülü'l-azm" olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve "resûl"ler de, "nebî"lerden daha üstündürler.
Peygamberlerin her söyledikleri doğrudur. Onlardan birine bile inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış, hepsini inkâr etmiş olur. Meselâ son Peygamber Muhammed aleyhisselâma inanmayan bir kimse, bütün peygamberleri inkâr eden kimse ile aynı durumdadır. Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmelerini istemişlerdir. Fakat ibâdet ve amelleri, yanî kalple ve bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri farklıdır.
.En büyük nimet, son peygamberi tanımakla şereflenmektir
2014-01-24 01:00:00
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbi, mahbûbu, sevgilisi yanî en çok sevdiği zât olan son Peygamberi Muhammed (aleyhisselâm)da toplamıştır.
Meselâ, aklı o kadar çoktu ki, Arabistân yarımadasında, sert, inâtçı insanlar arasında gelip, onları çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu dînlerini bırakıp Müslümân oldular ve dîn-i İslâm yolunda kimisi babasına, kimisi de oğullarına karşı harb ettiler. O'nun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip kanlarını akıttılar.
Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmânlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye tâkat getiremezdi.
O, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mübârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup ay gibi nûrlanırdı, parlardı. Sözleri gâyet tatlı olup gönülleri alır, rûhları cezbederdi...
Resûlullah Efendimiz, târihte olduğu gibi günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların her biri O'nu biraz inceledikten sonra hayrânlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler.
Müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O'nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler ve muvaffakiyetler karşısında acze düşmekle berâber, O'na Peygamber gözüyle bakmadıkları için, O'nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.
Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O'na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O'nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir.
Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir, hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise, O'nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır...
Şüphe yoktur ki, Allahü tealâyı sevenin, O'nun Resûlü'nü de sevmesi vâciptir, farzdır. Ayrıca onun yolunda olan sâlih kulları da sevmesi lâzımdır. Resûlullah'ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok İslâm âlimi birçok kitap yazmıştır.
Her mü'minin Resûlullahı çok sevmesi gerekir. Onu çok seven, onu çok zikreder, anar, çok över. [Bu da zâten îmânının gereğidir. Çok sevmek, kâmil mü'min olmanın da alâmetidir.] Çünkü, başta "Sahîh-i Buhârî" olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, "Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesden dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz" buyuruldu. Yanî o kişinin îmânı kâmil, olgun olmaz.
.Muhammed aleyhisselâm, her bakımdan insanların en üstünüdür
2014-01-25 01:00:00
Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, kendisine peygamberliği bildirilmeden önce de, güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün hâlleriyle sevilmiştir. İnsanlar, bu hasletleri sebebiyle O'na hayrân olmuşlardır. Mekke-i mükerremenin halkı, gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı, O'na daha gençliğinde "el-Emîn" yani "kendisine her zaman güvenilir" lakabını verdiler. Böylece gençliğinde bu isimle meşhûr oldu.
Yine gençliğinde "Hılfül-fudûl" adı verilen bir teşkîlâta üye olup mağdûrların, mazlûmların, garîplerin yanında olmuş, haksızlıklara dâimâ karşı çıkmıştır.
Peygamber Efendimiz, 40 yaşında iken, Peygamberliği henüz kendisine bildirilmeden önce, Mekke-i Mükerreme'de Nûr dağındaki Hırâ Mağarası'nda tefekkür ve ibâdetle meşgûl olurken, Cebrâil (aleyhisselâm), Ramazân ayının 17. gecesi gelip, ilk İlâhî emri getirmişti. Bilindiği gibi, bu gelen ilk vahiy, "Alak Sûresi"nin ilk beş âyet-i kerîmesi idi. Meâl-i âlîsi şöyledir:
"(Ey Habibim Muhammed!) Yaratıcı Rabbinin (Allahü teâlânın) adı ile oku. O, insanı alaktan (yani pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, senin Rabbin, en büyük kerem sâhibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti (yani öğretir)."
İlk vahyin gelmesiyle, peygamberlik vazifesini îfâya başlayan Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, İslâm'ı tebliğe yirmi üç sene devâm etti. Bunun on üç senesi Mekke-i mükerreme'de, on yılı da Medine-i münevvere'de geçmiştir.
Bilindiği üzere, ilk emri, "Oku" diye başlayan İslâm dîninde ilme büyük ehemmiyet verilmiştir. İlim mevzûunda, ilmin temîn edeceği yüksek dereceler husûsunda, Kur'ân-ı kerîmde müteaddid âyet-i celîleler ve Peygamber Efendimizin birçok hadîs-i şerîfleri vardır.
Peygamber Efendimiz, en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, 6.236 âyetinden [yuvarlak hesâpla 6.666 âyet diyoruz; bazı âyetlerin birleştirilmesi ve Besmelelerin âyet sayılıp sayılmamasına göre böyle farklı rakamlar var; yoksa Kur'ân-ı kerîmde herhangi bir noksânlık veya fazlalık söz konusu değil] biri gibi söyleyemezsiniz diye meydân okuduğu hâlde, 1400 küsûr seneden beri, dünyânın her tarafındaki bütün İslâm düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, söyleyemediler.
Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen "Na't"lar, hep Resûlullah için yazılmıştır.
Ömürlerinin her safhasında Resûlullah Efendimizin aşkı ile yanıp tutuşan, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirenlerin en büyük ve meşhûrlarından olan ve bu muhabbet deryâsından büyük pay sâhibi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de Sevgili Peygamberimize olan muhabet ve aşkını kasîdelerinde çok güzel bir şekilde dile getirmiştir.
Bütün Müslümânlar, tezhîpli [süslenmiş] levhalar üzerine yazılan "hilye-i seâdet"leri [yani O'nun dış görünüşünü veya görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını], câmi ve mescidlerde, ev ve iş yerlerinde gözlerinin önlerine asmışlar ve O'nu dâimâ kalplerinde bulundurmaya çalışmışlardır.
.Yüce Allah, kullarını cennetine davet ediyor
2014-01-31 01:00:00
Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran yüce Allah, yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca "Peygamber"leri vâsıtasıyla da bildirmiştir.
Allahü teâlâ, insanlara muhtaç oldukları her türlü nimeti lutfetmiştir. Bu nimetler sayılamıyacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır:
"O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimet[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!" [İbrâhîm, 34]
"Hâlbuki Allah'ın nimet[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." [Nahil, 18]
Bu nimetlerden birisi şudur ki, yüce Allah, kullarını cennetine davet ediyor ve bu "cennet davetiyesi"nin adı da "İslâmiyet"tir. Bütün Peygamberlerin ve son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık ihtimâli yoktur.
Aslında bütün Peygamberler, yüce Allah tarafından seçilmiş insanlardır. Ümmetlerini Cenâb-ı Hakk'a çağırmak; sapık, yanlış yoldan, doğru yola, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabul edenlere, cenneti müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır...
Peygamberler hakkında, Kur'ân-ı kerîm'de bazı âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruluyor ki:
"(Îmân edenleri Cennet'le) müjdeleyici, (küfredenleri de Cehennem'le) korkutucu olarak peygamberler gönderdik ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyâmette: (Bizi îmâna çağıran olmadı) diye Allah'a bir hüccet ve özürleri olmasın. Allah azîzdir, hükmünde hikmet sâhibidir." (Nisâ sûresi, 165)
Demek ki Peygamberler, insanlara müjde vermek ve aynı zamanda onları korkutmak için gönderilmişlerdir. Böylece, insanların Cenâb-ı Hakk'a özür, bahâne ileri sürmeleri önlenmiştir...
Târih boyunca, kültür ve medeniyetimizde verilen eğitimimizde de işin esâsı, hem kendisine ve âilesine faydalı, hem de milletine, memleketine, vatanına ve devletine, tüm Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün müesseselerinin ve vatandaşlarının ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.
Takriben 23 sene zarfında, barışta ve savaşta, sıkıntı ve mutluluk anlarında, dînî, ictimâî, ahlâkî ve siyâsî hayâta dâir, içinde bulunduğu toplum ve çevresindekilere çok önemli mesajlar vermiş ve onlara fiilî olarak "üsve-i hasene=nümûne-i imtisâl=yani en güzel örnek" olmuştur.
Takdîr edileceği üzere, insanları, bağlı bulundukları dînlerinden, eski örf, âdet ve geleneklerinden bir anda vazgeçirmek kolay bir iş değildir. Hazret-i Peygamber (aleyhis-salâtü ves-selâm), bozuk inançları ve alışkanlıkları söküp atmada tedrîce riâyet etmiş, bu tedrîci; inanç, ibâdet ve hükümlerin hepsinde uygulamıştır.
Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl yanî örnek insan, ideal eğitimci, "Asr-ı Saâdet"in başmimârı sevgili Peygamberimizdir.
.Sevgili Peygamberimizin yüksek ilmi
2014-02-01 01:00:00
Hemen makâlemizin başında ifâde edelim ki, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm "ümmî" idi. Yâni kimseden ders görmemiş, herhangi bir kitap okumamış, hiçbir yazı yazmamıştır. Fakat insanlar ve melekler içinde, en çok ilim O'na verilmiştir. "Ümmî" olduğu hâlde, yâni kimseden bir şey okuyup öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ, O'na her şeyi bildirmiştir.
Şunu belirtelim ki, "Ümmî" terimi, câhil demek değildir. Okur-yazar olmayana "Ümmî" denir. "Ümmî" olan âlimler de vardır. Kâinâtın Efendisi Muhammed aleyhisselâm da "Ümmî" idi. Fakat bütün ilimlere vâkıf idi. O kadar âlim idi ki, Onu görmekle şereflenip sahâbî olanlar bile, oradan ayrılınca hikmet ehli olurdu. Yani doktorlarla tıp ilminden, zirâatçılarla zirâat ilminden, subaylarla harp tekniğinden konuşabilirlerdi. Elbette bu, Peygamber Efendimizin bir mu'cizesi idi...
Evet, Muhammed aleyhisselâm, "Ümmî" idi; yanî hiç mektebe gitmedi. Kimseden ders almadı. Fakat, her şeyi biliyordu. Yanî her neyi düşünse, her neyi bilmek istese, Allahü teâlâ O'na bildiriyordu. Cebrâîl aleyhisselâm adındaki melek gelip, O'na her istediğini söylüyordu.
Bu husûsu, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildiriyor: "Sen bu Kur'ân-ı kerîm gelmeden önce, bir kitap okumadın; yazı da yazmadın. Eğer okur-yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi." (Ankebut sûresi, 48).
Bu âyetin tefsîrinde şöyle denilmektedir: "[Ey Muhammed! Bu Kur'ân-ı kerîm sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler, [Kur'ân-ı kerîmi, başkasından öğrenmiş veya önceki semâvî kitaplardan almış] derlerdi. [Yahûdîler de, Onun vasfı Tevrât'ta ümmî olarak bildirilmiştir, bu ise ümmî değil diye şüpheye düşerlerdi.]"
Diğer bir âyet-i kerîmede meâlen, "Yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygambere uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri harâm kılar. Onunla birlikte gönderilen Nûr'a [Kur'âna] uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır" [A'râf, 157] buyurulmuştur.
Esâsen Cenâb-ı Hak, Muhammed aleyhisselâmı Peygamber olarak seçerken, O'nun bilhâssa "Ümmî" yâni okuma-yazma öğrenmemiş olmasını ve bu sebebden Kur'ân-ı kerîmin ancak Allahü teâlâ tarafından vahy edilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir.
Hadîs-i şerîfte de; "Ben ümmî Peygamber Muhammed'im... Benden sonra Peygamber yoktur" buyuruldu.
Yine Kur'ân-ı kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:
"O (Muhammed aleyhisselâm) kendiliğinden, kendi arzûsu ile konuşmaz, konuşmamaktadır. Onun [dîn işlerinde] konuşması ancak vahiydir; O'nun sözleri, O'na bir vahiy ile bildirilmekte, öğretilmektedir." [Çünkü O, tevhîdi ilân ve şirki yok etmek ve İslâmiyeti yaymak ile emrolunmuştur]" buyurulmuştur. (Necm sûresi, 3-4)
Kur'ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu inkâr eden ve Muhammed aleyhisselâm tarafından hazırlandığını iddiâ edenleri reddeden âyet-i kerîmeler nâzil oldu.
İsrâ sûresinin 88. âyetinde meâlen, "De ki, insanlar ve cinnîler birbirlerine yardımcı olarak, [belâgat, güzel nazm ve kâmil mânada] bu Kur'ânın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar" buyuruldu.
.Resûlullah Efendimizin, Eyyûb Sultân'a beş tavsiyesi
2014-02-07 01:00:00
Hâlid bin Zeyd, Resûlullah Efendimize dedi ki: "Bana öyle az ve öz bir nasîhat et ki, onu kafamda tutabileyim ve onunla amel edebileyim."
Bugün ve yarınki makâlelerimizde inşâallah, "Resûlullah Efendimizin, Eyyûb Sultâna yaptığı beş tavsiyesi"ni ele almak istiyoruz. Ama ona geçmeden önce, Eyyûb Sultân'a dâir birkaç kelime yazmak münâsib olacaktır...
Sevgili Peygamberimiz, Medîne-i münevvereye hicret buyurduğunda, Hâlid bin ZeydEbû Eyyûb el-Ensârî'nin (radıyallahü anh) evinde yedi ay misâfir kalmıştır. O, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup bütün gazâlarda bulunmuş, 150 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
670 [h. 50] yılında, Süfyân bin Avf emrinde İstanbul'a gelen ordu içinde bulunan otuzüç Sahâbî'den biri de o idi. Hazret-i Hâlid, İstanbul'a kadar geldi ve dizanteriden vefât edip burada defnedildi.
Fâtih Sultân Muhammed Hân (rahmetullahi aleyh), İstanbul'u fethedince, hocalarından Akşemseddîn Efendi (kuddise sirruh) onun kabrini keşfetti. Üzerine güzel bir türbe ile yanına da büyük bir câmi yapıldı.
Türbenin son tamîrini, İkinci Mahmûd Hân yaptırmıştır. Sanduka üzerindeki yazılar, Sultân'ın kendi el yazısıdır. Türbede asılı levhadaki iki beyti, Üçüncü Selîm Hân söylemiş, Hattât Yesârîzâde de yazmıştır. Türbede bulunan "Nakş-i Kadem-i Peygamberî: Sevgili Peygamberimizin mübârek ayak izi", Birinci Mahmûd Hân'ın emri ile 1634 [h. 1044]'de sarâydan oraya getirilmiştir. "Hadîkatü'l-cevâmi" isimli kitapta, türbe civârındaki kabirler hakkında uzunca bilgi verilmektedir.
Ramazân aylarında câmilere mahya kurulması emrolununca, 1723 [h. 1136] yılında Eyyûb Sultân Câmiinin yanına iki uzun minâre yapıldı. "Mir'âtü'l-haremeyn"de, "Çifte minâreli câmilere mahya kurulması, Sultân Üçüncü Ahmed Hân devrinde, oniki sene kadar sadr-ı a'zamlık yapmış olan Dâmâd İbrâhîm Pâşa'nın 1132 [m. 1719] senesinde ihdâs ettiği bir bid'attir" (s. 802) diye yazılıdır.
Eyyûb Sultân Câmii, Üçüncü Selîm Hân tarafından 1800 [m. 1215]'de yeniden yapıldı. İlk Cum'a namâzında Sultân da bulundu. Câminin son tamîrini 1960 [h. 1380]'de şehîd başvekîl merhûm Adnan Menderes yaptırmıştır...
Kendisinden çok kısa olarak bahsetmeye çalıştığımız, İstanbul'umuzun manevî sultânı, halk arasında "Eyyûb Sultân" diye meşhûr olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh), bir gün Resûlullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip dedi ki:
"Ya Resûlallah! Bana öyle az ve öz bir nasîhat et ki, onu kafamda tutabileyim ve onunla amel edebileyim."
Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurdular:
"Sana şu beş şeyi tavsiye ediyorum:
1- Halkın elinde olanlara göz dikme ve onlardan ümîdini kes. Bu, zenginliğin tâ kendisidir.
2- Tamahtan [tama'dan] sakın. Zîrâ tamah peşînen fakîrliktir.
3- Namazı öyle kıl ki, sanki bu senin en son namazındır ve artık diri kalıp da diğer namazı kılamayacaksın.
4- Sonradan mecbûr kalıp da özür dileyeceğin bir ameli yapmaktan sakın.
5- Kendin için istediğin (arzû ettiğin, sevdiğin) şeyi dîn kardeşin için de iste (arzû et, sev)."
Bu hadîs-i şerîfte geçen 5 maddeyi kısa kısa açıklamakta fayda var. Ama bugün yerimiz kalmadı, onun için o maddeleri de inşâallah yarın ele almaya çalışalım. [Yarın inşâallah, hadîs-i şerîfte mevzû-i bahis olan "kanâat" ve "tama'" terimleri üzerinde birer nebze duralım. Kalan üç madde üzerinde de inşâallah başka bir zaman dururuz.]
.İstanbul'un manevî sultanı Eyyûb Sultân'a yapılan beş nasihat
2014-02-08 01:00:00
Dünkü makâlemizde, Resûlullah Efendimiz'in, Hâlid bin Zeyd'e (radıyallahü anh) yaptığı beş tavsiyeyi yazmıştık. Bugün, hadîs-i şerîfte mevzû-i bahis edilen "kanâat" ve "tama" terimleri üzerinde birer nebze duralım. [Kalan üç madde üzerinde de inşâallah başka bir zaman dururuz.]
1- Başkalarının ellerinde olan şeylere göz dikmemek, kendisinde bulunanlarla iktifâ etmek, yanî kanâat ehli olmak çok önemli bir haslettir. Bu, gerçek zenginliktir. Şimdi "kanâat" hakkında birkaç kelime söylemek gerekirse şunları ifâde edebiliriz:
"Kanâat": "Yeme, içme ve barınacak yer husûsunda bileğinin emeği, alnının teri ile kazandığına râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek" demektir.
Kanâat, çalışmayıp sâdece eline geçeni kullanmak, tembel tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp gönül huzûru ile yaşamaktır.
Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: "Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim harâmlardan sakın vera' sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (en zengini) olursun, kimseye muhtâc kalmazsın." (Hadîs-i kudsî-Berîka)
Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki: "İslâmiyetle şereflenen, hayâtı için yetecek nafakaya sâhib olan ve buna kanâat eden kimseye ne mutlu." (Nisâbu'l-Ahbâr)
"Kanâat tükenmez bir hazînedir." (en-Nihâye)
"Kanâat eden azîz, tama' eden (dünyâ lezzetlerini harâm yollardan arayan) zelîl olur." (en-Nihâye)
2- Tamahtan [tama'dan] sakınmaya gelince:
Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî, "el-Berîka"sında bu konuda çok kıymetli bilgiler vermektedir. O kitâbın bir bölümü "İslâm Ahlâkı" isimli eserde mevcuttur. Şimdi yerimizin müsâadesi nisbetinde oradan bazı nakiller yapalım:
"Tama", kalb hastalıklarının onbirincisidir. Dünyâ lezzetlerini harâm yollardan aramaya "Tama" denir. Tama'ın en kötüsü, insanlardan bir şeyler beklemektir. Kibre, ucba sebeb olan "Nâfile" ibâdetleri ve âhıreti unutturan "mubâh"ları yapmak da "tama" olur. Tama'ın zıddına, aksine "tefvîz" denir. "Tefvîz", helâl ve fâideli şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemektir.
"Şeytân, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı da tefvîz olarak göstererek, insanı aldatmaya çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmiştir. Bu melek, insana iyi düşünceler "ilhâm" eder. Şeytân da, insanın kalbine "vesvese"ler, kötü düşünceler getirir. Helâl yiyen bir kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Harâm yiyenler ayıramazlar. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Bu düşüncelere ve arzûlara "hevâ" denir. İlhâm ve vesvese devâmlı olmaz. Nefsin hevâsı ise, devâmlıdır ve gittikçe artar. Vesvese, duâ ederek ve zikrederek azalır, netîcede yok olur. Hevâ ise, ancak kuvvetli "mücâhede" ile azalır ve yok olur..."
Bir hadîs-i şerîfte, "Şeytân, kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devâm eder" buyuruldu.
[Bugün de bu bilgilerle iktifâ edelim.]
.Peygamber efendimizi ziyaretin önemi
2014-03-01 01:00:00
Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
"Kim, vefâtımdan sonra beni ziyâret ederse, beni hayâtta iken ziyâret etmiş gibidir", "Kabrimi ziyâret edene, şefâatim vâcib oldu" [İbn-i Huzeyme, Bezzâr, Dârekutnî ve Taberânî] Müsnedü'l-Bezzâr'daki başka bir hadîs-i şerîfte: "Kabrimi ziyâret edene, şefâatim helâl oldu" buyuruldu.
Bu hadîs-i şerîfler, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in, kendisini ziyâret etmek için, Medîne-i münevvereye gelenlere, şefâat edeceğini haber vermektedir.
Dârekutnî'nin haber verdiği başka bir hadîs-i şerîfte: "Hac edip de beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur" buyuruldu. Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)in ziyâret olunmak istemeleri, ümmetinin, bu yoldan da sevâb kazanmaları içindir.
Bunun için fıkıh âlimlerimiz, hac vazifesini yaptıktan sonra, Medîne-i münevvereye gelerek, Mescid-i şerîfte namaz kılarlardı. Sonra "Ravda-i mutahhera" ile "Minber-i münîr"i ve Arş-ı a'lâdan efdal olan "Kabr-i şerîf"i, sonra da oturdukları, yürüdükleri, dayandıkları yerleri, vahiy geldiği zaman dayandıkları direği ve mescid yapılırken ve tamîr edilirken çalışan ve para vermekle şereflenen Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiîn'in geçtikleri yerleri ziyâret ederler, oraları görmekle bereketlenirlerdi. Onlardan sonra gelen âlimler ve sâlihler de, hacdan sonra Medîne'ye gelirler, fıkıh âlimlerimiz gibi yaparlardı. [Dün olduğu gibi, bugün de hacılar, buna bağlı kalarak Medîne-i münevverede ziyâretlerde bulunuyorlar. Hac mevsimi dışında umre için gelen Müslümânlar da behemehâl Peygamber Efendimizi ziyâretle şereflenmektedirler.]
Medîne-i Münevvere şehri uzaktan görününce, önce salât u selâm getirilir ve duâ okunur. Mümkünse şehre veya Mescide girmeden önce gusül abdesti alınır. Güzel koku (esans) sürünülür. Yeni, temiz elbise giyilir. [Çünkü bunlar, ta'zîm ve hürmet ifâde ederler.] Medîne-i münevvereye ve Mescid-i Nebî'ye mütevâzi, vakârlı ve sükûnet hâli ile girilir.
Hücre-i seâdeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları lâzımdır. "Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâh" dedikten sonra, İsrâ sûresinin 80. âyet-i kerîmesini okumalıdırlar. Onun akabinde, "Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Vağfir lî zünûbî veftah lî ebvâbe rahmetike ve fadlike" diyerek, Mescid-i Nebevî'ye girmelidirler.
Resûlullah Efendimizin minberinin yanında iki rek'at "tehıyyetü'l-mescid namazı" kılmalıdır. Burası hakkında, "Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim, havzım üzerindedir" buyurulmuştur.
Allahü teâlâya, Resûlullah'ın mübârek kabrini ziyâret etmeyi kendisine nasîb ettiğinden dolayı, secdeye varmalı ve duâ etmelidir. Peygamber Efendimizin kabr-i şerîfine, hücre-i seâdete gelmeli, arkasını kıbleye vererek Resûlullah'ın mübârek yüzüne karşı iki metre kadar uzakta edeble durmalıdır. Sonra bildiği salevât-ı şerîfeleri okumalıdır. Sonra selâm gönderenlerin selâmlarını iletmelidir.
Sonra yarım metre sağa, Ebû Bekr-i Sıddîk Hazretlerinin mübârek başı hizâsına gelerek ona selâm verip duâ etmelidir. Sonra yine yarım metre sağa, Hazret-i Ömer'in kabrinin hizâsına gelmeli ve ona da selâm verip duâ etmelidir.
Sonra da orada kendisine, ana-babasına, duâ isteyenlere ve bütün Müslümanlara duâ etmelidir. [Bu konuda, Hac ve Umre kitâbımızda çok geniş bilgi vardır.]
. Seyyid Ahmed Arvâsî Hoca hakkında
2014-03-14 01:00:00
Malûm olduğu üzere, vefâtının üzerinden 26 sene geçmiş bulunan, Sevgili Peygamberimizin mübârek torunlarından, ilim ve gönül ehli, mütefekkir, büyük eğitimci ve dâvâ adamı, Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, 31 Aralık 1988 Cumartesi günü saat 11.00 sularında, daktilosu başında, "Türkiye Gazetesi"nde yayınlanacak olan makâlesini hâzırlarken, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine kavuşmuş idi. [Bu vesîleyle, kendisine Allahü teâlâdan rahmetler diliyor, onu, yaptığı hizmetlerinden dolayı minnet ve şükrânla anıyoruz.]
Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî Beyefendiyi, ilk olarak vicâhen, bundan 44 sene önce, yani 1970 yılında, bendeniz Balıkesir Ordu Donatım Okulu'nda Yedek Subay Kursu'nda iken tanıdım...
Bir vefâ örneği olmak üzere, Erciyes Üniversitesi Sosyal ve Kültürel İşler Komisyonu'nun daveti üzerine, 20.12.2013 Cuma günü Kayseri'de, "Asrımızın Hoca Ahmed Yesevî'si Seyyid Ahmed Arvâsî'nin Dâvâ Aşkı ve Hizmet Sevdâsı", 22.02.2014 Cumartesi akşamı, Denizli Ülkü Ocakları Başkanlığı'nın tertiplediği "Denizli'de Yetişen Evliyâ-yı Kirâm ve Seyyid Ahmed Arvâsî" ve 01.03.2014 Cumartesi akşamı da, Samsun-İlk Adım Belediyesi ile Türk Ocakları Samsun Şubesi ve Samsun Ülkü Ocakları Başkanlığı'nın müştereken düzenledikleri "Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî'nin Dâvâ Adamlığı ve Hizmet Sevdâsı" konularında verdiğimiz konferanslarda, vaktin müsâadesi nisbetinde, birer nebze de olsa, Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî Beyi anlatmakla şereflendik.
Seyyid Ahmed Arvâsî Hoca'nın âhirete intikâlinden bugüne kadar, muhtelif yerlerde; MHP, Türk Ocakları, Ülkü Ocakları, BBP, Nizâm-ı Âlem Ocakları, Aydınlar Ocağı, Erciyes Üniversitesi ve bazı Belediyelerin davetleri üzerine âcizâne konferanslar verdim, panellerde teblîğler sundum. Gazete ve Dergilerde onunla alâkalı birçok makâle yazdım, röportajlar verdim. Ayrıca bazı kitaplarda onunla ilgili değerlendirmelerimiz de neşredildi.
***
Denizlideki konferansımız münâsebetiyle ifâde edelim ki, bizim de tertip heyetinde bulunduğumuz "Evliyalar Ansiklopedisi"nin "Denizli Evliyâsı" maddesinde uzun bir liste var. Orada, merkez ve ilçelerde bulunan 21 (yirmi bir) âlim ve velî zikredilmiştir. Malûmdur ki, "Sâlihler anılınca, rahmet-i İlâhiyye iner" buyuruluyor.
[Tabîî ki, Denizli'de doğup İstanbul'da vefât eden büyük âlim ve velî Merkez Efendi'yi de unutmamamız lâzım... Yine bu vesîleyle, Denizli'nin evlâdından olan kıymetli bir zâtı da burada anmayı bir vefâ borcu sayıyorum. O da, bir sene evvel 22 Şubat'ta [2013] aramızdan ayrılıp âhırete intikâl eden, İhlâs Holding Yönetim Kurulu Başkanı merhûm Dr. Enver Ören Beydir.
Merhûm Enver Ağabey, Denizli-Honaz'da dünyâya gelmiş, İstanbul'da vefât etmiştir. 21 Şubat'ta TGRT-Haber-TV'de Osman Ziya Açıkel'in "Türkiye'den-Dünyâdan" adıyla sunduğu bir programda, kendilerinden enine-boyuna bahsedilmiştir. O programda, âcizâne biz de bulunduk. Memleketimizin ilim, irfân ve kültür hayâtına yaptığı hizmetlerinden dolayı, onu da minnet ve şükrânla anıyoruz; kendilerine Cenâb-ı Hak'tan ganî ganî rahmetler diliyoruz; bütün Evliyâyı bizlere şefâatçi eylesin diye duâ ve temennîde bulunuyoruz.] Biraz uzunca olan bu girizgâhtan sonra, yarın inşâallah bir nebze, merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî hocamızdan bahsedelim.
.Seyyid Ahmed Arvâsî hakkında birkaç kelime daha
2014-03-15 01:00:00
Geçen yarım yüzyıla damgasını vuran merhûm Arvâsî Hoca, cemiyetimizde, gerçek bir fikir adamı ve sağlam bir münevver olarak hâtırlanıyor...
Sahâbe-i Kirâm ve Tâbiîn devrinden başlayarak geniş İslâm dünyâsı içinde birçok âlim ve velî gelip geçmiştir.Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, nasîhat ve tavsiyelerinden istifâde edilen, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır.
İslâm ve Türk târihi boyunca dünyâya hükmeden sultânlar, pâdişâhlar bile, doğruyu onların vâsıtasıyla bulmaya çalışmışlar, manevî sultânların onlar olduklarını görmüşler, yine onların irşâd ve nasîhatleri ile millete, memlekete, devlete, İslâmiyete, Müslümânlara ve bütün insanlığa çok faydalı hizmetler yapmışlardır...
İnsanların çeşitli buhrânlara, rûhî sıkıntılara marûz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatleri, hâl ve hareketlerini öğrenmek, hem ibret almaya, hem de uyanmaya sebep olacaktır. Şüphesiz ki, o büyüklerin başı Sevgili Peygamberimizdir.
Asr-ı Saâdet'ten sonra, târih boyunca insanlığa huzûrlu devirler yaşatmış olan;Selçûklular, Osmanlılar ve daha birçok İslâm devletinin sultânları, hep bu büyüklerin rehberliğinde insanlık âlemine hizmet etmişlerdir...
Geçen yarım yüzyıla damgasını vuran merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî de, cemiyetimizde, gerçek bir fikir adamı ve sağlam bir münevver olarak hâtırlanıyor. O, fertlerden başlayarak toplumun bütün alanlarında yeni bir dirilişi öngören yazıları, yaptığı âteşli konuşmaları, kaleme aldığı gazete makâleleri ve kitaplarıyla, yeni bir teorik toplum modeli sunmaktadır.
Seyyid Ahmed Arvâsî (rahimehullah); Osmân Yüksel Serdengeçti, Prof. Dr. Erol Güngör, Doç. Dr. Nûrettin Topçu, Necîp Fâzıl Kısakürek... gibi ilim ve fikir adamlarıyla aynı dönemde, aynı hissiyâtı paylaşarak fikirlerini üretti ve yaymaya çalıştı. Hattâ merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî hoca, Türk-İslâm Medeniyetimizin temel taşlarından sayılan ve bir mekteb (ekol, yol) meydâna getiren Hoca Ahmed Yesevî'ye benzetilmiştir.
Seyyid Ahmed Arvâsî merhûmun akıl, zekâ, ilim ve fehminin derinliğini; îmânının kuvvetini; millet ve memleket sevgisinin enginliğini; milletin birliği ve memleketin dirliği için olan büyük gayretlerini; iyi bir gençlik yetişmesi için olan büyük çabalarını, Türk devletinin gelişmesi, bütünlüğü ve kıyâmete kadar devâm etmesi için taşıdığı büyük aşk ve şevkini, dünkü makâlemde de bahsettiğim gibi, tâ 1970 yıllarında, yakînen müşâhede etmiştim.
Bu "Giriş"ten sonra ifâde edecek olursak:
Onun hakkında gazete ve dergilerde makâleler yazılmış, konferanslar verilmiş, paneller tertiplenmiş, radyo ve televizyon programları yapılmış ve kitaplar yazılmıştır.
Makâlemizi, merhûmun akrabâsı, yakın dostu, sırdâşı, Türkiye Gazetesi'nde Dış Politika Yazarı, Avukat, Em. Alb., Yeşilay Eski Genel Başkanı Mustafa Necati Özfatura Bey'in, onun hakkındaki şu özet sözleriyle noktalayalım:
"... O sıradan bir kişi değildir. Son asırlarda ender rastlanan mütefekkir, pedagog, eğitimci ve sosyologdur. O'nun büyüklüğü ve değeri ufukta giderek yükselmektedir. Asrımızda, Ahmed Yesevî rolünü üstlenmiş mübârek bir mücâhiddir. Aramızdan çok genç yaşta ayrılmasına rağmen, hayâtına büyük hizmetler sığdırmış nâdir bir kişidir. Yazıları dün ve bugün olduğu gibi, yarınlara da ışık tutacaktır..."
.Dînimizde "En mühim şey" nedir?
2014-03-21 01:00:00
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah): "Ehem (yani daha mühim, en önemli) şey dururken mühimmi (önemliyi) yapmak dalâlettir" buyuruyor. Ya hiç ehemmiyeti olmayan, hattâ mühim olmayan işleri yapmanın hükmünü buna kıyâs etmelidir.
Dînimizdeki "Ehemmi mühimme tercîh" prensibi, daha önemli olanı, az önemli olana tercîh olup başka bir ifâde ile "Elzemi lâzım olana tercîh" yani daha çok lüzûmlu olanı, daha az lâzım olana tercîh demektir. Meselâ bir müddet, farz-ı ayn olan ilimleri öğrenmek, bin yıl nâfile ibâdetten üstündür.
Bunun gibi, az bir miktâr zekât vermek, binlerce lira nâfile sadaka vermekten efdaldir, daha fazîletli, daha iyidir. Meselâ az bir miktâr zekâtı verirken, yani bir farzı yaparken, onun bir sünnetini veya bir edebini gözetmek, meselâ yakın akrabâya vermek de, o nâfile sadakadan kat kat daha üstündür.
O hâlde, "mukaddes dînimiz İslâmiyette en mühim şey nedir ve işlerde önem sırası nasıldır?" diye bir suâl hâtıra gelebilir. Bunun cevâbı, İslâm âlimlerinin kitaplarında çok net olarak bildirilmiştir:
Her şeyden önce, Ehl-i Sünnet i'tikâdına uygun şekilde îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekrûhlardan sakınmak, sonra müekked sünnetleri, daha sonra da müstehabları yapmak lâzımdır. Bu sırada, önce olanı yapmayanın, sonra olanı yapmasının faydası olmaz ve önce olanı yapabilmek için, sonra olanı terk etmesi câiz, hattâ yerine göre vâcib olur.
Bu vesîleyle belirtelim ki, dînimizde herhangi bir zararı yok etmek, fayda sağlamaktan önce gelmektedir. Yani yanlış olan şeyleri yapmamak, doğruları yapmaktan önce gelir. "Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye"de yer alan, "Def-i mefâsid, celb-i menâfi'den evlâdır" kâidesi, kuralı, bunu ifâde için vaz'olunmuştur. Yani "Zararı yok etmek, fayda sağlamaktan önce gelir" anlamındadır.
Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse şunu söyleyebiliriz: Bir Müslümân, dînin bir emrini yapmakla bir yasağını işlemek arasında muhayyer kalırsa, yasaktan kaçması önce gelir. Hattâ bir emri yapmak, bir harâmı işlemeye sebep olacaksa, harâm işlememek için, o emir terk edilir, yapılmaz. Meselâ namaz kılarken, necâseti temizlemek emirdir [çünkü necâsetten tahâret, namazın 12 farzından biridir], başkalarının yanında avret yerini açmak ise yasaktır. Avret yerini açmadan pisliği temizleme imkânı yoksa, yasaktan kaçmak için, avret yeri açılmaz, üzerinde necâset var iken namaz kılınır.
[Mecelle'deki "Ehvenü'ş-şerreyn tercîh olunur=İki şerden ehven olan tercîh edilir" ve "Ehaffü'd-darareyn ihtiyâr olunur=İki zarardan en hafîf olanı seçilir" kâideleri de son derece mühim kâidelerdir.]
Şimdi burada, "Îmân"ın tarîfini verelim:
"Îmân": "Allahü teâlâdan başka [ibâdete lâyık, hak] ma'bûd, ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna inanmak" ve yine "Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemektir."
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"... Fakat Allah size îmânı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi. Küfrü (îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı) ve isyânı da size çirkin gösterdi..." (Hucurât sûresi, 7)
[İnşâallah yarın da konumuza devâm edelim.]
.Îmâna dâir birkaç kelime
2014-03-22 01:00:00
Îmân etmek için Kelime-i şehâdeti söylemek ve bunların manâsını Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip inanmak lâzımdır...
Dünkü makâlemizde, en mühim şeyin îmân olduğu, îmânın tarifi, o konuda bir âyet-i kerîme meâli zikretmiştik. Bugün kaldığımız yerden devâm edelim:
Bir âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki (meâlen): "Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun (şeytânın) hiçbir hâkimiyeti yoktur." (Nahl sûresi, 99)
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân etmek için Kelime-i şehâdeti söylemek ve bunların manâsını Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip inanmak lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp, harâmlardan kaçınmaları lâzımdır.
Vahiy meleği Cebrâil aleyhisselâm, bir gün, insan sûretinde, Peygamber Efendimize gelerek, "Îmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber Efendimiz de; "Allahü teâlâya, meleklerine, indirdiği kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe (öldükten sonraki hayâta) inanmak ve kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi. (Hadîs-i Cibrîl-Buhârî ve Müslim)
"Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk yönünden güzel olup insanlara iyilik yapanlarınızdır." (Hadîs-i şerîf-el-Edebül-Müfred)
"Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümânları sevmek ve Müslümânlara düşmânlık edenleri sevmemektir." (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah) buyurmuştur ki:
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp harâmlardan kaçınmaları lâzımdır. Îmân etmek için Kelime-i şehâdeti söylemek ve bunların manâsını Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği şekilde öğrenip inanmak lâzımdır.
İmâm-ı Rabbânî de (rahimehullah) şöyle buyurmaktadır:
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden) uzak olmaktır. Sadece Kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez. Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese bağlıdır.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahimehullah) ise buyurmuştur ki:
Îmân muma benzer; Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur.
Îmânla ilgili birçok terim vardır: Bunlardan "Îmân-ı Hakîkî": "Kalbe yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân" demektir.
Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin hâsıl olmasıdır. Şimdi konuyla alâkalı iki nakil yapalım:
Îmân-ı hakîkîye sâhib olan kimse, bütün âlem yani dünyâdaki insanlar bir araya gelseler ve Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler) îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmân-ı istidlâlîden üstün ve kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi kötülüklerden ve kötü düşüncelerden temizlemekten maksat; manevî âfetleri (tehlikeleri) gidermek, kalbi manevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bakara sûresindeki, "Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî) [İnşâllah, öbür hafta da bu konuya devâm edelim.]
.Îmânla ilgili bazı terimler
2014-03-28 01:00:00
Geçen hafta Cumartesi günkü makâlemizde, "îmân-ı hakîkî" tabiri geçmişti. Bugünkü makâlemizde, bu konuda diğer bazı terimlere daha yer vermek istiyoruz. Hem geçen haftaki, hem de bu haftaki bilgiler, bizim de tertip heyetinde bulunduğumuz "Dînî Terimler Sözlüğü"nden alınmış, ama üzerinde bazı tasarruflar yapılmıştır.
"Îmân-ı Kâmil" tabiri de var: "Olgun îmân", "En üstün derecedeki îmân", "Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü teâlânın emirlerini yapıp harâmlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli ve olgun îmânı" demektir.
Bir hadîs-i şerîfte: "Bir kimse kendi istediğini dîn kardeşi için de istemedikçe, îmânı kâmil olmaz" buyurulmuştur.
Îmânın kâmil (olgun) veya noksân olması, ibâdetlerin çok veya az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile kavuşuldu denir. (İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yani îmân-ı kâmil olur. Harâm işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı îmânın cilâsındadır; kendisinde değildir. Bâzıları cilâlı, parlak îmâna "çok" dedi ve parlak olmayan îmândan "daha çoktur" dedi. Bir hadîs-i şerîfte, "Ebû Bekr-i Sıddîk'ın îmânı, bu ümmetin hepsinin îmânlarının toplamından daha ağırdır" buyuruldu. Bu da îmânın nûru, parlaklığı bakımındandır. Fazlalık asılda, özde değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir. (İmâm-ı Rabbânî)
"Îmân-ı Yakînî": Sağlam, sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, i'tikâd.
"Îmân-ı Şühûdî": Basîret (kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak mümkün değildir. Âhiret hayâtı başlayıp vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli olur.
Muhammed (aleyhisselâm) dünyâda iken yâni Mi'râc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü ile Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için, O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur. Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan ni'met, O yüce Peygambere bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
"Îmân-ı Ma'sûm": Peygamberlerin aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dînlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak) bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere, Allahü teâlâdan doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)
"Îmân-ı Metbû": Meleklerin îmânı.
"Îmân-ı Makbûl": Mü'minlerin (Peygamber Efendimizin söylediklerinin hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.
"Îmân-ı Merdûd": Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.
"Îmân-ı Mevkûf": Ehl-i bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların) îmânı.
Şimdi de hılkî ve kesbî îmân terimlerini ele alalım:
"Îmân-ı Hılkî": Allahü teâlâ, bütün rûhları yarattığı zaman, onlara: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların "Belâ" yani "evet" diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip inanmaları.
"Îmân-ı Kesbî": Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan (ergen, gusül/boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân. [İnşâallah yarın konuya devâm edeceğiz.]
.Îmâna ait bazı tabirler
2014-03-29 01:00:00
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir...
Dün, îmânla ilgili birkaç terimi sizlere arz etmiştik. Bugün de "İcmâlî", "Tafsîlî", "Taklîdî", "İstidlâlî" ve "Gaybî" îmân tabirlerinden bahsederek îmân konusunu tamâmlamaya çalışalım...
"Îmân-ı İcmâlî": Kısaca inanmak, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla Müslümân olur. Bu sebeple mukallidin yani anasından-babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp buna göre ibâdetini yapanların îmânları sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir.
"Îmân-ı Tafsîlî": Îmân edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân. Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir. Îmânın altı şartına yani Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna, namaz, oruç, hac ve diğer dînî emirlerin her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhak-ı Dehlevî)
"Îmân-ı Taklîdî": Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden, ana-babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî, îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı bilmez. Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini yapar. Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) doğru söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu düşünmeden, yalnız anadan-babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
"Îmân-ı İstidlâlî": İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve yasakları bir âlimden veya bir kitaptan okuyup öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı istidlâliye sâhip kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel eder, yani yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Peygamberleri (aleyhimüsselâm) taklîd ederek hâsıl olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklîd eden kimse, peygamberlerin bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu, delîlleri görerek aklı ve düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiği yolun doğru olduğu, Allahü teâlânın ona mu'cizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl ile, düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan da îmân elde edilebilir. Fakat peygamberleri (aleyhimüsselâm) taklîd etmeye dayanmadan, yalnız istidlâl (akıl yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin bildirdiklerine değil, akla inanmış olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî)
"Îmân-ı Gaybî": Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler, Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak) daha üstündür. Çünkü peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir.
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur.
.Kıyâmete kadar, hak üzere olan bir tâife bulunacaktır
2014-04-04 01:00:00
Müslümân bir toplum, ne kadar bozulursa bozulsun, kıyâmete kadar, içinde hak üzere olan bir tâife (cemâat, grup, fırka) dâimâ bulunacaktır. "Kütüb-i Sitte" adı verilen 6 mu'teber hadîs kitâbından dördünde, bu konuda, birbirine çok yakın manâlarda olan bir hadîs-i şerîf yer almaktadır. Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki:
"Ümmetimden bir tâife, Hakk'ın yardımı ile cihâda devâm ederler." [Buhârî]
Bu hadîs-i şerîfte bir tâifenin (fırkanın, cemâatin) kıyâmete kadar hak üzere cihâd edeceği bildiriliyor. Bu hangi tâifedir, hangi fırkadır, hangi cemâattir?
Hiç şüphe yok ki, bunlar, "Fırka-i Nâciye" diye anılan "Ehl-i Sünnet vel-Cemâat" fırkasıdır. Şimdi çok kimse, kendilerinin bu fırkadan olduğunu söylese de, önemli değildir. Bu fırkanın Türkiye'de olması da şart değil, İslâm âleminin herhangi bir memleketinde, dünyânın herhangi bir ülkesinde olabilir. Önemli olan Ehl-i sünnet vel-cemaat i'tikâdına sâhip olmaktır.
Diğer hadîs-i şerîflerde de buyurulmuştur ki: "Ümmetimden hak üzere bir tâife, düşmânlara gâlip olarak cihâd ederler. Sonuncu tâife, Deccâl ile savaşır." [Ebû Dâvûd]
"Ümmetimden bir tâife, mansûr ve muzaffer olmakta kıyâmete kadar devâm eder. Onları yardımsız bırakanların, kendilerine bir zararı olmaz." [Tirmizî]
"Ümmetimden hak üzere bir tâife, kıyâmete kadar gâlip olarak cihâd ederler." [İbn-i Asâkir]
"Mişkâtü'l-mesâbîh"deki, "Bir zaman gelir, ümmetimin bir kısmı müşrik olur, puta tapar, peygamberim diyen çıkar. Ben son Peygamberim. Benden sonra peygamber gelmez. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunur. Onlara karşı çıkanlar, Allahü teâlânın emri gelene kadar, doğru yolda olan bu kimselere zarar yapamazlar" hadîs-i şerîfi de gösteriyor ki, bid'at ehli kimseler, dînimizi, Kıyâmete kadar aslâ bozamayacaklardır. Belki, "Bid'at ehlinin yazdığı bozuk kitaplar gittikçe çoğalıyor. Dînimizi bozmaları mümkün müdür?" diye bir suâl hâtıra gelebilir. Kütüphâne ve kitapçılarda bulunan dîn-i İslâma dâir kitaplar arasında bozuk olanları pek çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz ve hiçbir kimse onları yok edemez. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır. Bu kitapları arayıp bularak, okuyup saâdete kavuşanlara müjdeler olsun!..
***
Çeşitli cemâatler, birbirlerinden farklı şeyler söylüyorlar, birinin "helâl" dediğine diğeri "harâm" diyor, birinin "sünnet" dediğine, diğeri "bid'at" diyor. Hangi cemâat daha uygundur? şeklinde bir suâl hâtıra gelebilir.
Hadîs-i şerîflerde, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdında olmak ve sâlihleri sevip onlarla beraber olmaya çalışmak, onlardan ayrılmamak emrediliyor. Doğru yolda olmanın bazı şartları vardır. Bunlardan bir kısmını maddeler hâlinde bildirelim:
1- Tek hak dîn İslâmiyet'tir. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Allah indinde hak din ancak İslâm'dır." [Âl-i İmrân, 19]
2- Hubb-i fillah ve buğd-i fillah üzere olmalı. Üç hadîs-i şerîf meâli:
"İnsan, dünyâda kimi seviyorsa, âhirette onun yanında olacaktır." [Buhârî]
"Cebrâîl aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiçbir ibâdetiniz, hayrât ve hasenâtınız kabûl olmaz!" [İnşâallah yarın da bu konuya devâm edelim.]
.Hak üzere bulunacak olan tâifeye dâir
2014-04-05 01:00:00
"Ümmetim 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir."
Dünkü makâlemizde, kıyâmete kadar, dâimâ hak üzere bulunacak olan bir tâifenin eksik olmayacağına dâir, 4 muteber hadîs kitâbından bazı hadîs-i şerîfler nakletmiş ve doğru yolda bulunmanın bazı alâmetlerini de zikretmiştik. Bugün inşâallah kaldığımız yerden devâm etmek istiyoruz. Doğru yolda bulunacak olan kimse:
3- Ehl-i Sünnet vel-cemâate uygun i'tikâd etmeli. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Ümmetim 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İ'tikâd edilecek [inanılacak] şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyâmette Cehennemden kurtulmak hiç mümkün olmaz. İ'tikâd doğru olup da amelde [ibâdetleri yapmakta, harâmlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbeyle ve belki tevbesiz de affedilebilir. Cehenneme girse de, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli i'tikâdı düzeltmektir." [C. I, Mektûb: 193]
4- Sünnetlere uyup, bid'atlerden uzak durmalı.
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurmuştur ki: Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dîni düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid'atler çıkarıyorlar. Bid'atlerin zulmetleri ile Sünnetin nûrunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dînin noksânlıklarını tamâmladıklarını iddiâ ediyorlar. Bilmiyorlar ki, dîn noksân değildir.
5- Dört hak mezhepten birinde bulunmalı.
Ahmed Tahtâvî hazretleri buyuruyor ki: Bugün, her Müslümânın dört mezhepten birinde bulunması şarttır. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i Sünnetten ayrılır. (ed-Dürrü'l-Muhtâr hâşiyesi)
6- Dînde nakli esâs almalı.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Fıkıh kitaplarına uymayan bilgiler yanlıştır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre manâ verenlere "İslâm âlimi" denmez. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yoktur. Ehl-i Sünnet âlimlerinin anladıklarına ve bunların yazdıkları fıkıh kitaplarına uymayan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İlhâm ve şahsî görüş, kesinlikle delîl olmaz. Dînde nakil esâstır...
Netice i'tibâriyle, şahıslar, kitaplar, cemâatler/gruplar için, bizim iyi veya kötü dememiz ölçü olmaz. Yani biz iyi deyince iyi olmazlar, biz kötü deyince de kötü olmazlar. Şahıs ismi, kitap ismi, grup ismi önemli değil. Binlerce âlim ve kitap var. Elimizde ölçü olursa rahat ederiz, kendimiz anlarız. Ölçüyü, bize İmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle veriyor:
"Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamakla anlaşılır. Çünkü Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her manâ kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık kişi, Kur'ân ve Sünnete uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddiâ eder. Yarım aklı, kısa görüşüyle, bu kaynaklardan yanlış manâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri manâlar doğrudur, bunlara uymayan yanlıştır." [C. I, Mek. 286]
Demek ki bir sözün veya yazının doğru olmasının ölçüsü, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarına uymasıdır
.Fitne ve fesâd çıkarmanın mes'ûliyeti
2014-04-11 01:00:00
Kur'ân-ı kerîmde "el-Fitne" kelimesi [isim ve masdar olarak] 30 defa geçmektedir. Ayrıca fiil olarak başka âyetlerde de defalarca zikredilmektedir.
Allahü teâlâ, fitnenin kötülüğünü bir âyet-i kerîmede meâlen; "...Fitne, adam öldürmekten daha beterdir, daha kötüdür..." (Bakara sûresi, 191) beyan buyurmaktadır.
Enfâl sûresinde ise meâlen şöyle buyurulmuştur: "Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirâyet ve hepsini perişân eder). Biliniz ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir." (Enfâl, 25)
"Fitne" kelimesinin birçok manâsı vardır: "Ayrılık, karışıklık, kargaşa"; "insanı hak ve hakîkatten saptıracak şey"; "insanları sıkıntıya, belâya düşüren, Müslümânların zararına sebep olan iş"; "düşmânlığa sebeb olan şey" bunlardan bir kısmıdır.
Yine "Fitne"nin manâları arasında, "Karışıklık, geçimsizlik, bozgunculuk, arabozuculuk"; "Müslümânlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günâha sokmak, insanları isyâna kışkırtmak" karşılıklarını da görüyoruz.
İnsanlar cemiyet hâlinde yaşamaya mecbûrdurlar. Toplu hâldeki insanların aralarında iyi geçim varsa, huzûr temîn edilebiliyorsa, orada yaşama râhatı vardır. Bütün insanlar biribirine düşmân olmadan, herkes diğerinin hakkına saygı duyarak yaşarlar. Bunun aksine, bozguncular tarafından vatandaşların arasına ayrılık tohumları atılıp, insanlar birbirine düşmân hâle gelmişse, orada "fitne" vardır. Bâzı insanlar huzûrsuz, rahatsız ve yaşamaktan bıkkın hâldedirler. Bilerek veya bilmeyerek "fitne" çıkmasına sebep olanlar, insanlar arasında bölücülüğe, sıkıntıya, kânûnlara karşı saygısızlığa ve dînî emirlerin yerine getirilmesine mâni olarak inançların zayıflamasına veya yanlış tatbîk edilmesine sebep olmaktadırlar.
Cemiyetteki insanlar arasında herhangi bir fitne çıkarıldığı zaman, millî beraberlik ve bütünlük ortadan kalkar. İnsanlar kamplara bölünürler. O hâle gelirler ki kardeş kardeşe, baba evlâda düşmân olur. Bu hâl devletin sarsılmasına da sebep olur. Onun için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde: "Fitne uykudadır, onu uyandırana Allah la'net etsin" (el-Berîka) buyurmuştur.
Makâlemizin başlığında geçen "Fesâd" da, "Bozukluk, karışıklık, fitne, anarşi" manâlarında kullanılan bir terimdir. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 33. âyet-i kerîmesinde fesâd çıkaranların mes'ûliyetlerini ve cezâlarını beyân buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz de bir hadîs-i şerîfinde: "Fitnenin, fesâdın çoğaldığı bir zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir" (Mektûbât-ı Rabbâniyye) buyurmuştur.
Ahmed İbn-i Hanbel'in "Müsned"inde zikrettiği bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Kıyâmet kopmadan önce, her yeri fitneler kaplayacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman evinden mü'min olarak çıkan kimse, akşama kâfir olarak evine dönecek. Akşam mü'min olarak evine gelen, sabâha kâfir olarak çıkacak. O zaman oturmak, ayakta kalmaktan hayırlıdır. Yürüyen koşandan daha iyidir. O zamân oklarınızı kırınız; yaylarınızı kesiniz. Kılınçlarınızı taşa çalınız...." [Yarınki makâlemizde, inşâallah, bu konu üzerinde biraz daha durmak istiyoruz.]
.Fitne ve fesâd hakkında birkaç kelime daha
2014-04-12 01:00:00
Emr-i ma'rûf yaparken de fitne çıkarmamaya dikkat etmek lâzımdır. Emr-i ma'rûf yaparken, kendini tehlikeye sokmak, emrolunmamıştır...
Dünkü makâlemizde, "fitne" ve "fesâd" kelimelerinin manâları ile konuyla ilgili bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere yer vermiştik. Bugün aynı konuda birkaç kelime daha yazmak istiyoruz. Bilindiği gibi fitne çıkarmak, insanları sıkıntıya sokmak, belâya düşürmek, ihtilâle sebep olmaktır. Bir hadîs-i şerîfte:
"Fitne çıkarmayınız! Söz ile çıkarılan fitne, kılıç ile olan fitne gibidir. Zâlimlere, fâcirlere, milleti çekiştirmekten, yalan ve iftirâ söylemekten hâsıl olan fitne, kılıç ile yapılan fitneden daha zararlıdır" buyurulmuştur. (Muhtasaru Tezkireti'l-Kurtubî)
"Mişkâtul-Mesâbîh"deki diğer hadîs-i şerîflerde ise şöyle buyurulmuştur:
"Fitnecilere karışmayan, saâdete kavuşur. Fitneye yakalanıp sabreden de, saâdete kavuşur."
"Fitne zamânında, Müslümânlara ve onların reîslerine tâbi olunuz. Hak yolda olan yoksa, fitneciler, isyâncılar arasına karışmayınız! Ölünceye kadar fitneye katılmayınız."
"Fitne" ve "fesâd" hakkında İslâm âlimlerinin de çok önemli sözleri vardır:
"Fitne çıkaran âlimden ve câhil âbid (çok ibâdet eden)den sakınınız. Bunların hâline meftûn olan (gönlünü kaptıran) için ikisi de fitnedir. Hem de çok tehlikelidir" buyuran İmâm-ı Şa'bî (rahimehüllah), fitneci âlimlerden de, câhillerden de sakındırmaktadır.
"Fitne ve fesâd zamânında İslâmiyet'e uymak, kâfirlerle harb etmek gibidir." (Abdülganî Nablüsî)
Dînin emir ve yasaklarını, zamânın şartlarına, insanların hâline ve anlayış kapasite ve şekillerine göre bildirerek, insanlar arasında fitnenin yayılmasını önlemek, İslâm âlimlerinin vazîfesidir.
Dînimizde karışıklık çıkarmak, hattâ insanlar arasında fitneye sebep olacak şekilde nasîhat yapmak veya davranışlarda bulunmak da, büyük günâhtır.
Dîn adamlarının insanların yapamayacakları husûsları bildirmeleri de fitneye sebep olur. Bu işte yetkili olan ilim adamlarının, insanlara izin olarak bildirilen hükümleri belirtip kolaylaştırıcı olmaları, insanların yapabileceklerini söylemeleri gerekmektedir.
Vâizlerin, dîn adamlarının, cemâatin anlayamayacakları şeyleri söylemeleri ve yazmaları da, fitne olarak tavsîf edilmektedir. Herkese, anlayabileceği kadar söylemelidir. Müslümânlara yapamayacakları ibâdetleri emretmemeli; zaîf kavil olsa bile, yapabileceklerini söylemelidir...
Emr-i ma'rûf yaparken de fitne çıkarmamaya dikkat etmek lâzımdır. Emr-i ma'rûf yaparken, kendini tehlikeye sokmak, emrolunmamıştır. Dîne ve başkalarına zarar vererek, dünyevî fitneye de, sebep olmamalıdır. Ama sâdece kendisine dünyevî zararı dokunacak emr-i ma'rûfu yapmak câiz olur, cihâd olur. Şâyet başına geleceklere sabredemeyecekse, bunu da yapmamalıdır. Fitne zamânında evinden çıkmamalı, kimse ile görüşmemelidir. Fitneye yakalanınca da, sabretmelidir.
Kitaplarda; "İnsanları, hükûmete karşı, kanûnlara karşı isyâna teşvîk etmek, fitne olur. Fitne çıkarmak harâmdır. Haksız yere adam öldürmekden dahâ büyük günâhtır. Zâlim olan hükûmete karşı isyân etmek de harâmdır. Mazlûmlar isyân ederse, bunlara yardım etmek de harâmdır. İsyân etmenin zararı, günâhı, zulmün zararından ve günâhından dahâ çoktur" cümleleri yazılıdır. [İnşâallah, ileride bu konuda başka makâleler de yazarız.]
.Doğru yolda olmanın önemi
2014-04-18 01:00:00
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz vermiştir ve yüce Allah sözünden dönmez...
Sevgili Peygamberimiz, çok defa "Ey Allah'ım! Bize hakkı hak olarak gösterip hakka uymayı, bâtılı bâtıl olarak gösterip bâtıldan da ictinâb etmeyi [kaçınmayı] nasip eyle" diye duâ buyururlardı.
Yine O'nun kıymetli duâları arasında, "Ey kalpleri çeviren! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl" ve "Ey kalplerde tasarruf sâhibi olan! Kalplerimizi tâatine çevir/yönlendir" gibi münâcât, tazarru' ve niyâzlarının, yalvarış ve yakarışlarının bulunması son derece önemlidir. Peygamber Efendimizin bu manâda, daha birçok duâsı, mu'teber hadîs kitaplarında yazılıdır...
Her gün ve gecede kıldığımız 5 vakit namazda, kırâat esnâsında [mutlak kırâat farz, ama Fâtiha'nın okunması vâcib], Fâtiha-i şerîfeyi okurken, [17'si farzlarda, 3'ü vitirde, 20'si de sünnetlerde olmak üzere] 40 defa, yüce Rabbimize şöyle yalvarıyoruz:
"(Ey Rabbimiz!) Ancak Sana ibâdet [kulluk] ederiz ve yalnız Sen'den inâyet [yardım] dileriz [medet umarız]. Bize doğru yolu göster [bizi doğru yola ilet]. Kendilerine ni'met verdiğin, lütuf ve ikrâmda bulunduğun [mes'ûd] kimselerin yoluna eriştir; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil." [Fâtiha, 5-7]
Ehl-i Sünnet âlimleri buyuruyorlar ki:
Kalbimizin doğru yoldan bozuk yola dönmemesi için duâ etmek gerekir. Kalbimizin kötüye dönmemesi için aşağıdaki hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi duâ etmelidir.
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz vermiştir ve yüce Allah sözünden dönmez. Bunun için, "Yâ Rabbî, sana inanıyorum; seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, yanlış yollara gitmekten koru" diye duâ etmeli, istihâre yapmalıdır. Cenâb-ı Hak, o kimseye doğru yolu gösterir. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: "... Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir." [Şûrâ, 13]
Allahü teâlâ verdiği sözden aslâ ve kat'â dönmez. O hâlde şöyle duâ etmelidir:
"Ey büyük Allah'ım, kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak Sensin. Kalbimi, dîninde sabit kıl, dîninden döndürme, Müslümânlıktan ayırma!" [Tirmizî]
Şu anda çeşitli dînî gruplardaki insanların, böyle duâ etmekten çekinmemeleri gerekir. Allahü teâlâ yanlış bir iş yapmaz. Belki yanlış yolda olabilirim diye düşünerek, "Yâ Rabbî! Kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerle ise, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle" diye duâ etmelidir. Eğer doğru yolda ise, bu duâsının ona bir zararı olmaz. Ama yanlış yolda ise doğruya kavuşmuş, kurtulmuş olur...
Herkes, "Yâ Rabbî! Dînimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Râzı olduğun, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup, doğru olarak anlamayı nasip eyle!" diye ihlâsla duâ etmelidir. Cenâb-ı Hak ona muhakkak doğru yolu gösterecektir...
İnsan bakıyor; insanların çoğunluğunun bir yolu benimsediğini görüyor, çoğunluk böyle düşünüyor diye, o da aynı şeyi kabûl edebiliyor. Çoğunluğun doğru yolda olduğunu sanmak çok yanlıştır. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Arzda bulunanların [insanların] çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar..." [En'âm, 116] Çok kimse bu yolda gidiyor diye, o yolun doğru olduğu anlaşılmaz...
.Doğru yolda devam etmenin lüzumu
2014-04-19 01:00:00
Her devirde, her zaman kıyâmete kadar doğru olan bir grubun, bir cemâatin olacağını Peygamber Efendimiz bildirmiştir. Bu konuda daha önce 2 makâle yazmıştık. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Ümmetimden doğru bir grup, hak üzere devâmlı bulunur." [Buhârî] Devâmlı duâ ederek, bu doğru olan, hak olan grubu bulmaya çalışmalıdır.
Abdülğanî Nablüsî hazretleri buyuruyor ki:
Kur'ân-ı kerîmde, "... Allah'ın ipine toptan sarılın, fırkalara ayrılmayın, parçalanmayın..." [Âl-i İmrân, 103] buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime, i'tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın demektir. Yanî nefislerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru îmândan ayrılmayın demektir. Fıkıh bilgilerinde ayrılmayın demek değildir. İ'tikâdda ayrılmak, parçalanmak elbette hiç câiz değildir. Ahkâmda, amellerde olan ictihâd bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, i'tikâd bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadîs-i şerîfte de "Cemâat rahmet, ayrılık azaptır" buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte, "Ümmetimin [âlimlerinin] ayrılığı [amelî mezheplere ayrılması] rahmettir" buyurulmuştur. Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılmaları böyledir. [Âlimlerin amel, iş bilgilerinde çeşitli ihtisâs kollarına ayrılmaları böyledir. Böylece; birçoğu tefsîrde, birçoğu hadîste, çoğu da fıkıhta ve Arabî bilgilerde yetişmişlerdir.] Bunun gibi san'at sâhiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da rahmettir. (Hadîka)
Müctehid âlimlerin farklı ictihâdları olabilir. Bunlar bizim için senettir. Biz onların ictihâdlarına uymak zorundayız; hatâlarından sorumlu değiliz. Kendileri de sorumlu değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Âlim/müctehid, [amele âit bilgilerde] ictihâdında hatâ ederse bir, isâbet ederse iki sevap alır." [Buhârî]
Bir mezhepte bulunan bir Müslümân, diğer hak mezheptekileri kardeş bilir, onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Amelde mezheplerin bir olmayıp çok olması, faydalıdır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada ve fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamâmen geçiyor...
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
Ehl-i Sünnet vel-cemâat demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Necmeddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh), "Ehl-i Sünnet âlimi demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Sevâd-ı a'zam, yanî İslâm âlimlerinin çoğu böyle idiler. Hak olan cemâat ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan Fırka-i nâciye bunlardır" buyurmuştur.
.İyi bir insanın vasıflarıyla ilgili bazı âyet-i kerîmeler
2014-04-25 01:00:00
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Kendin için sevdiğini [arzû ettiğini, istediğini], başkaları için de sev, iste ki [kâmil] Müslümân olasın."
Makâlemizin hemen başında ifâde edelim ki, İslâm âlimlerinin kitaplarında, "İyi bir insan" olmak için evvelâ "kâmil [yanî olgun] bir Müslümân" olmak gerekir diye yazılıdır. Zâten Müslümân kimse, iyi insan demektir. "Müslümân"a "mü'min" de denir. Kur'ân-ı kerîmde "el-Mü'min" ve "el-Mü'minûn" isimlerini taşıyan iki sûre-i celîle de vardır.
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (yanî dîni, aklı, nesli, bedeni ve malı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Tabîî ki bu Peygamberler, bu emir ve yasakları, kendiliklerinden değil, Allahü teâlâ nâmına, O'nun emriyle bildirmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Ancak Müslümânlar olarak can veriniz!" [Âl-i İmrân, 102]
Burada şunu da belirtelim ki, bir Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, bu konuda buyurmuştur ki: "Kendin için sevdiğini [arzû ettiğini, istediğini], başkaları için de sev, iste ki [kâmil] Müslümân olasın." [Harâitî]
Müslümânların, mü'minlerin bütün vasıfları, Kur'ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da mufassalan zikredilmiştir, bütün detaylarıyla anlatılmıştır. Biz bugün, bazı âyet-i kerîmelere temâs edelim, yarın da inşâallah bazı hadîs-i şerîfleri ve bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerini zikredelim.
Mü'minler, Allah indinde çok kıymetlidirler. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde [Furkân, 63-73; Enfâl, 2-3; Mü'minûn 1-8; Ra'd, 20-22; Şûrâ, 37-38; Ankebût, 7; Zümer, 35; Fetih, 29; Hucurât, 10] mü'minleri, inananları mufassalan tarîf buyurmaktadır. Mekânımız müsâid olmadığından meâllere yer veremiyoruz.
Malûmdur ki, Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği ni'metlere şükretmelerini, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını ilân etmiştir.
Bildiğimiz gibi, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, tüm Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün müesseselerinin ve vatandaşlarının ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir. [İnşâallah yarın da konumuza devâm edelim.]
.İyi bir insanın vasıflarıyla ilgili bazı hadîs-i şerîfler
2014-04-26 01:00:00
"Mü'min, başkalarıyla ülfet eder [iyi geçinir, uzlaşır, anlaşır, uyuşur], kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyende hayır yoktur."
Dünkü makâlemizde, mü'minlerin vasıflarıyla ilgili olarak, bazı sûre-i celîle isimleri ile âyet-i kerîme numaralarını zikretmiştik. Bugün ise, bazı hadîs-i şerîflere temâs edeceğiz. Mü'minlerle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir:
"Müslümân, elinden ve dilinden diğer Müslümânların [başka bir rivâyette insanların] sâlim [emîn] oldukları kimsedir." [Buhârî]
"Komşusu kötülüğünden emîn olmayan kimse, [kâmil] mü'min olamaz." [Buhârî]
"Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, istediğini başkaları için de sev, iste ki [tâm, kâmil] Müslümân olasın." [Harâitî]
"Mü'min la'net etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz." [Hâkim]
"Mü'min geçim ehlidir, arkadaşına râhatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir." [Dârekutnî]
"Halkın elindekine göz dikmemek, mü'minin alâmetlerindendir." [Dârekutnî]
"Mü'min, başkalarıyla ülfet eder [iyi geçinir, uzlaşır, anlaşır, uyuşur], kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyende hayır yoktur." [Beyhekî]
"Mü'min arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir." [Beyhekî]
"Mü'min, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır." [Taberânî]
"Mü'minin yanına giren, güzel bir bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar." [Deylemî]
"Mü'min akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah'ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan kaçar." [Deylemî]
Kime, dîn-i İslâmın emirlerini yapmak kolay gelirse, onun sâlih bir kimse olduğu anlaşılır.
Bütün insanlığa rehber olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin ve onların yolunda olan vârislerinin târihlerini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi ferdler, âileler ve cemiyetler, yanî "iyi insan"lar meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimiz, târihimiz, kültür ve medeniyetimizde de, eğitimden maksat "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Bugün bazı İslâm büyüklerinin sözlerini de nakletmek istiyorduk, ama yerimiz kalmadı. İnşâallah başka bir makâlemizde de onları ele alırız.
."Hıdırellez" hakkında birkaç kelime
2014-05-09 01:00:00
Mîlâdî senede Mayıs ayının 6. günü [Rûmî senede ise Nisan ayının 23. günü] olan "Hıdırellez" terimi, Hızır (aleyhisselâm) ile İlyâs (aleyhisselâm)ın isimlerinin birleştirilerek söylenmesinden doğan bir ifâde olarak kabûl edilmektedir.
İslâmiyet, Hızır ve İlyâs (aleyhime's-selâmın) Allah'ın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte, fakat onlar adına mukaddes bir gün bildirmemektedir.
6 Mayıs yaz günlerinin başlangıcı sayıldığından, temiz havadan ve bol güneşten istifâde etmek maksadıyla kırlara çıkmak, halk arasında âdet hâline gelmiştir. Bugünün İslâmiyette dînî bir hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Soğuk ve yağışlı geçen kış günlerinden sonra havaların ısınması ve toprağın yeşile bürünmesi, insanların açık havaya, kırlara çıkmak arzûları, Hızır ve İlyâs (aleyhime's-selâm)a, Müslümânlar arasında duyulan sevgi ve saygı ile birleştirilerek böyle bir âdet ortaya çıkmıştır.
Ayrıca bugün, insanların bir araya gelip karşılıklı olarak muhabbet ve hürmet duyguları içinde sohbet ederek hoşça vakit geçirmelerine; kırlarda ve mesîre yerlerinde birbirlerine hürmet ve ikrâmda bulunarak, aralarındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının kuvvetlendirilmesine vesîle yapılmıştır. Bilhâssa Anadolu'da bir halk âdeti olarak yaşamıştır. Ancak, son yüz sene içinde Hıdırellez'in aslı ve manâsı bozulup, yeni çehrelere büründürülmüştür.
Hazret-i Hızır, Hıristiyânların "Noel Baba"larına benzetilmek istenerek, Noel Baba'nın yılbaşlarında herkese hediye dağıttığı gibi, Hızır (aleyhisselâm)ın da bolluk ve bereketin işâreti olarak yeşilliği, çiçeği getirdiği inancı rastgele söylenmektedir. Bundan dolayı, Hıristiyânların Noel gecelerinde yaptıkları her türlü taşkınlık ve çılgınlıkların, Hıdırellez gününde, Müslümânlar tarafından yapılması için çeşitli telkîn ve propagandalar yapılmaktadır. Bunların İslâmiyette hiçbir yeri yoktur.
6 Mayıs'ta İslâmiyetin beğenmediği, harâm ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. Bunun gibi, o günde halk arasında zaman zaman görülen bâtıl i'tikatlardan olan kısmet açılsın diye ağaç dallarına para ve bezler bağlamak gibi işler de, İslâmiyetin yasakladığı şeylerdendir. Bu gibi hurâfelerin kaynağı, esâsen Yahûdîlik ve Hıristiyanlıktır. Bize onlardan geçen bu gibi şeylerin, Hızır ve İlyâs (aleyhime's-selâm) ile hiçbir alâkası yoktur.
[Yarın inşâallah, birer nebze, Hızır ve İlyâs (aleyhime's-selâm)'dan bahsetmek istiyoruz.]
.Hazret-i Hızır ve Hazret-i İlyâs kimdir?
2014-05-10 01:00:00
"Hızır" aleyhisselâmın soyu, Nûh aleyhisselâmın Sâm isimli oğluna dayanmaktadır. İlyâs aleyhisselâm ise, Benî İsrâil'e gönderilen Peygamberlerdendir.
İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış olan, bâzı âlimlerin "Nebî" (Peygamber), bâzı âlimlerin de "Velî" dedikleri "Hızır" aleyhisselâmın soyu, Nûh aleyhisselâmın Sâm isimli oğluna dayanmaktadır. [Bâzıları da onun İsrâiloğullarından olduğunu söylemişlerdir.] Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarneyn aleyhisselâmın askerlerinin kumandânı ve teyzesinin oğludur.
Mûsâ aleyhisselâmla görüşüp yolculuk yapmıştır. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilme sâhipti. Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâm ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması, Kur'ân-ı kerîm'de Kehf sûresinin 60-80. âyetlerinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup kimyâ ilmini bilirdi.
Vefâtından sonra, rûhu insan şeklinde gözüküp bi-iznillah, gariplere yardım etmektedir.
Hızır aleyhisselâm, Allahü teâlânın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefât etti. Hızır aleyhisselâmda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir. Allahü teâlâ onun rûhuna insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen Müslümanların imdâdına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özelliklerini verdi.
"Hızır" lakabıyla meşhûr olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahîh-i Buhârî'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz; "Hızır (aleyhisselâm), otsuz kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı" buyurdu.
Peygamber Efendimiz Eshâb-ı kirâm ile Tebük Harbindeyken ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyit işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah Efendimiz; "Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır'dır; sizi övüyor" buyurdu.
Hızır aleyhisselâm, İlyâs aleyhisselâmla birlikte Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında hâne-i saâdetlerine gelip Ehl-i Beyt için sabır tavsiye etmiştir.
İlyâs aleyhisselâm ise, Mûsâ aleyhisselâmın dînini insanlara bildirmek için, Allahü teâlâ tarafından vazîfelendirilmiş olan ve Benî İsrâil'e gönderilen Peygamberlerdendir. Kur'ân-ı kerîm'in En'âm ve Sâffât sûrelerinde İlyâs aleyhisselâmla ilgili haberler vardır. [Bugün yerimiz kalmadı.]
.Peygamberimizin İslâmiyeti tebliği
2014-05-16 01:00:00
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinnîlere "Peygamber" olarak gönderilip, insanları açıkça İslâm'a davet etmesi emredildiğinde, bütün insanlık âlemi dînî, rûhî, ictimâî ve siyâsî bakımlardan yaygın bir karanlık, tâm bir câhiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi.
O zaman dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletler Bizans, Îrân, Mısır, Hindistân, İskenderiye, Mezopotamya, Çîn ve benzerleri idi. Buralarda yaşayan insanlar inançsızlık veya bâtıl inançlar içinde çırpınıyordu. Bunlar ne yaptıklarını bilmeyen azgın insanlar hâline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti ki, insanlar her şeyin yaratıcısı olan Allaha îmân ve ibâdet etmek yerine, kâinâtta cereyân eden hâdiselere ve Allahü teâlânın yarattığı eşyâya tapıyorlardı... İnsanları sınıflara ayırmışlar, kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu.
Dünyâ üzerinde siyâsî, coğrâfî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan Arabistân'da da durum diğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistân'da insanlar inanç bakımından bazı değişiklikler gösteriyordu:
1- Bir kısmı tamâmen inançsız ve dünyâ hayâtından başka bir şey kabûl etmiyordu. 2- Bir kısmı ise, Allah'a ve âhıret gününe inanıyor, fakat insanlardan bir Peygamberin geleceğini kabûl etmiyordu. 3- Bir kısmı da Allah'a inanıyor, ama âhirete inanmıyordu. 4- Diğer büyük bir kısmı ise, Allaha şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put bulunurdu. Kâ'be-i şerîfeye ve etrâfına da 360 put konulmuştu. 5- Bütün bunlardan başka Hazret-i İbrâhîm'in bildirdiği dîn üzere olan ve "Hanîfler" denilen kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı...
"Câhiliyye devri" denilen o zamanda, Arabistân'da insanlar genellikle göçebe hayâtı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devâmlı çekişme hâlinde bulunan bu kabîleler, baskın ve yağmacılığı âdetâ kendileri için bir geçim vâsıtası kabûl etmişlerdi. Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydâna gelen Arabistân'da siyâsî bir nizâm, içtimâî bir düzen de yoktu.
Yine bu sırada dünyânın diğer yerlerinde olduğu gibi Arabistân'da da ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık nâmına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Netîce i'tibâriyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Kocaların hanımları üzerindeki hakları
2014-08-08 01:00:00
Makâlemizin hemen başında ifâde edelim ki, karı-koca iyi geçinip, birbirlerinin rızâlarını almaya çalışmalıdırlar. Hanımın kocası üzerinde birtakım hakları olduğu gibi, erkeğin de hanımı üzerinde birçok hakkı vardır.
Kadın kocası ile iyi geçinmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kadının cihâdı, kocası ile iyi geçinmektir." [Taberânî]
Bir kadın, kocasını güzel karşılar, güzel sözler söyleyerek hoşnutluğunu kazanmaya çalışırdı. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, kadının bu hareketinden dolayı kocasına buyurdu ki: "Hanımına selâm söyle, yarı şehîd sevâbına kavuştuğunu haber ver!" [Şir'atü'l-islâm]
Kadınların Cennete girmeleri, erkeklere göre daha kolaydır. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Kadın, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına mutî olursa [itâat ederse], Cennete girer." [İbn-i Hibbân]
Erkeğini râzı eden kadın için korku yoktur. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Kocasına muhabbet gösteren, çocuk doğuran, öfkelendiği an veya kocası kendine kızdığı zaman, kocasını râzı edinceye kadar uyumayan kadın Cennetliktir." [Taberânî]
"Senden ne gördüm?" diyerek küfrân-ı ni'mette bulunmamalıdır! Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
"Cehennem halkının ekseriyetini kadınların teşkîl ettiğini gördüm. Sebebi de, çok la'net ederler ve kocalarına karşı küfrân-ı ni'mette bulunurlar." [Buhârî]
Kocasına bir iyilik yapmışsa, başına kakmamalıdır. Yeme ve giyme gibi husûslarda kocasını üzmemeli, yapamayacağı şeyi ondan istememelidir! Kocasının şerefini korumalıdır! Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, benim sizin üzerinizdeki hakkım gibidir. O hâlde kocasının hakkını gözetmeyen, Allahü teâlânın hakkını gözetmemiş olur." [Şir'atü'l-islâm]
Bir gün Hazret-i Fâtıma, ağlayarak babasının huzûruna geldi. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
- Yâ Fâtıma, niçin ağlıyorsun?
- Kasıtsız söylediğim bir sözden Ali bana kızdı. Özür diledim. Fakat onu üzdüğüm için ağlıyorum.
- Kızım, bilmez misin ki, Allahü teâlânın rızâsı kocanın rızâsına bağlıdır. Ne mutlu o kadına ki dâimâ kocasının rızâsını arar, kocası ondan râzı olur. Kadınlar için en üstün ibâdet, kocasına itâattir. Erkek, hanımından râzı olunca, o kadın istediği kapıdan Cennete girmeye hak kazanır. Kocasını üzen kadın, onu râzı edinceye kadar, Allahü teâlânın la'netinde olur.) [Rıyâdu'n-Nâsıhîn]
.Hanımların kocaları üzerindeki hakları
2014-08-09 01:00:00
Hanımının güzel huylu olmasını isteyen Müslümân bir erkek, önce kendisi güzel huylu olmalıdır! Kur'ân-ı kerîmde, insana gelen musîbetlerin, günâhları sebebiyle geldiği bildirilmektedir...
Dünkü makâlemizde, bir nebze, "kocaların hanımları üzerindeki hakları"ndan bahsetmiştik. Bugün de inşâallah birazcık "hanımların kocaları üzerindeki hakları"ndan bahsetmeye çalışacağız...
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Nasîhat, müminlere elbette fayda verir." [Zâriyât, 55] Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Ahlâkınızı güzelleştiriniz." [İbn-i Lâl]
Ahlâkı değiştirmek mümkün olduğu için böyle buyurulmuştur. Zâten dîn, güzel ahlâk demektir. Şu hâlde dînin emirlerine uyup yasak ettiklerinden kaçan, huyunu değiştirip güzel ahlâklı olur. Güzel ahlâklı olan da iki cihânda rahat eder.
Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki:
"Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emânetidirler. Onlara yumuşak olunuz, iyilik ediniz!" [Müslim]
"Müslümânların en iyisi [en faydalısı], hanımına en iyi [en faydalı] olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi [en hayırlı, en faydalı] olan benim." [Nesâî]
"Kadın, zayıf yaratılışlıdır. Zayıflığını susarak yeniniz! Evdeki kusûrlarını görmemeye çalışınız!" [İbn-i Lâl]
Hanımının güzel huylu olmasını isteyen Müslümân bir erkek, önce kendisi güzel huylu olmalıdır! Kur'ân-ı kerîmde, insana gelen musîbetlerin, günâhları sebebiyle geldiği bildirilmektedir. O hâlde, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet eden, hanımı ile iyi geçinir.
Zâten büyük zâtlar buyuruyorlar ki:
"Akılları olan karı-koca, birbirlerini üzmezler. Hanımını üzmek akıllı insanın yapacağı bir iş değildir. Hayât arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alâmetidir. Bir Müslümân, hanımını nasıl üzer, akıl almıyor. Çünkü zâlim, huysuz bir kimsenin eşi, devamlı üzülerek sinirleri bozulur ve sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hâsıl olur. Hayât arkadaşı hasta olan bir eş ise, mahvolmuş, mutluluğu sona ermiş demektir. Eşinin hizmet ve yardımlarından mahrûm kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer.
Bütün bu felâketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Dizlerini dövse de, ne yazık ki bu pişmânlığının faydası olmaz. O hâlde; eşine yapılacak huysuzluğun zararı kendisine olur. Hanım, evde hizmetçi değil, sultân kabûl edilmelidir. Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmaya çalışmalıdır! Bunları yapabilenler, rahat ve huzûr içinde yaşarlar, Allahü teâlânın rızâsını da kazanırlar."
.İki büyük zâttan bazı tavsiyeler
2014-08-29 01:00:00
Eshâb-ı kirâm arasında bulunan 220 veya 300 "Abdullah"tan ve "Abâdile-i Erbaa" denilen dört Abdullah'tan biri olan Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anhümâ) buyurdu ki: "Şu beş şey kimde bulunursa, dünyâ ve âhirette mes'ûd olur:
1. Bir şeye başlarken; "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" (Rahmân ve Rahîm olan Allahın adıyla başlıyorum) demek.
2. Bir ni'met verildiğinde, ni'mete şükür için; "Elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn" (Hamd, âlemlerin Rabbine mahsûstur) demek.
3. Bir belâya dûçâr olduğunda; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" ve "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm" demek.
4. Bir günâh işlediğinde; "Estağfirullahel-azîm ve etûbü ileyh" (Azamet sâhibi Allah'tan mağfiret talep ederim ve O'na tevbe ederim) demek.
5. "Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelimesini dilden düşürmemek.
700 ÂLİME SORULAN 5 SUÂL
Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki: 700 âlime beş suâl sordum. Hepsinin cevâbı, yaklaşık aynıdır. Bunlar şöyleydi:
1- "Akıllı kime denir?" diye sordum. "Dünyâya kıymet vermeyene" dediler. [Dünyâya kıymet vermeyen, âhirete kıymet verir. Âhirete kıymet veren de, sonsuz saadete kavuşur.]
2- "Zekî kime denir?" diye sordum. "Aldanmayana" diye cevap verdiler. [Hangi konuda aldanmaz? Her konuda aldanmaz. Dîn işlerinde aldanmaz, alışverişlerde aldanmaz, ticârette aldanmaz. Aldanmadığı gibi, başkalarını da aldatmaz. Çünkü dînimizde, aldanmak da, aldatmak da yoktur.]
3- "Dervîş kime denir?" diye sordum. "Allahü teâlânın rızâsını, Onun kullarının rızâsından üstün tutana dervîş denir" diye cevap verdiler. [Demek ki, dervîş, insanları memnûn etmek için değil, Allahü teâlâyı memnûn etmek için yaşar. İnsanların arzûlarıyla, istekleriyle Allahü teâlânınkiler bir araya gelirse, o dâimâ Cenâb-ı Hakk'ın tarafını tercîh eder.]
4- "Zengin kime derler?" diye sordum. "Kanâat edene" diye cevap verdiler. [İnsanın nefsi, doymak bilmeyen, heyûlâ denilen hayvâna benzer. Hiçbir zaman, bu bana yeter demez. Her şeyi ister.]
5- "Cimri kime denir?" diye sordum. "Allahü teâlânın verdiği emâneti şahsından bilene, hepsini kendine âit zannedene denir" diye cevap verdiler. [Hâlbuki Allahü teâlâ, o ni'metleri kullansın ve kullarına versin diye verdi. Bizim böyle bir varlığımız yoktu. Allahü teâlânın verdiği bu ni'metleri O'nun rızâ gösterdiği, emrettiği yerlere harcamalı, O'nun kullarının ihtiyaçlarını görmeye çalışmalı. Aksini yapmanın vebâli büyük olur.]
.Hazret-i Ali'nin ilim ile malı mukâyesesi
2014-08-30 01:00:00
"Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben ilmin şehriyim; Alî de onun kapısıdır." Hâricîler bu hadîs-i şerîften dolayı, Alî (radıyallahü anh) hazretlerine hased ettiler.
Hazret-i Alî'nin (radıyallahü anh) ilmiyle ilgili olarak "Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn" isimli kıymetli kitâptan bir nakil yapmak istiyoruz: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben ilmin şehriyim; Alî de onun kapısıdır." Hâricîler bu hadîs-i şerîften dolayı, Alî (radıyallahü anh) hazretlerine hased ettiler. Hattâ hâricîlerin ileri gelenlerinden on kimse, dediler ki: "Biz hepimiz, Hazret-i Alî'den (kerremallahü vecheh) birer mes'ele soralım. Eğer her birimize ayrı ayrı cevâb verirse, bilelim ki âlimdir ve fâdıldır." O on kişi, Hazret-i Alînin (radıyallahü anh) huzûr-ı şerîflerine varıp birisi şöyle sordu: "Yâ Alî! İlim mi efdaldir, mal mı efdaldir?" Hazret-i Alî seâdetle buyurdu ki: "İlim efdaldir." Onlar dediler ki: "Ne delîl ile söylersin?" Hazret-i Alî buyurdu ki: "İlim Enbiyâdan mîrâsdır. Mal ise Kârûn, Fir'avun ve Hâmân'dan mîrâsdır."
İkincisi suâl etti ki: "İlim mi efdaldir, mal mı?" Hazret-i Alî yine cevâb buyurdu ki: "İlim maldan efdaldir. Zîrâ ilim, sâhibini saklar. Malı, sâhibi saklar."
Üçüncüsü de, onlar gibi sordu. Hazret-i Alî cevâb verdi ki: "İlim efdaldir. Zîrâ, mal sâhibinin düşmânı çoktur. İlim sâhibinin dostu çoktur."
Dördüncü aynı şekilde suâl etti. Hazret-i Alî de cevâb verdi: "İlim efdaldir. Zîrâ malı tasarruf etseler eksilir. İlmi tasarruf etseler ziyâde olur."
Beşinci de aynı şekilde suâl etti. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: "Mal sâhibi cimri diye çağrılır. İlim sâhibi büyük isimler ile çağrılır."
Altıncısı da, aynı şekilde sordu. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: "Mal harâmîden hıfz olunur. İlim harâmîden hıfz olunmaz."
Yedincisi aynı şekilde sordu. Hazret-i Alî cevâb buyurdu ki: "Mal çok durmakla zâyi olur. İlim her ne kadar durur ise de zâyi olmaz."
Sekizinci aynı şekilde suâl etti. Cevâb buyurdular ki: "Mal kalbe kasâvet verir. İlim kalbi nûrlandırır."
Dokuzuncu aynı şekilde suâl etti. Cevâbında buyurdular ki: "Mal sâhibi, mal sebebi ile tanrılık dâvâsında bulunur. İlim sâhibi böyle yapmaz."
Onuncu dahi aynı şekilde suâl etti. Cevâbında buyurdu ki: "Mal, sebeb-i kasâvettir [kalbi katılaştırır]. İlim, sebeb-i rahmettir."
Bundan sonra, Hazret-i Alî buyurdu ki: "Eğer bunlar benden, devâmlı suâl etseler, ben bunlara hayâtta olduğum müddetçe devâmlı cevâb verirdim."
O on hâricî gelip Hazret-i Alîye (radıyallahü anh) mutî' oldular." [Cenâb-ı Hak, bizleri, Hazret-i Alî Efendimizin ve bütün Ehl-i Beyt'in şefâatlerine nâil eylesin.]
.Misâfir ağırlamanın önemi hakkında...
2014-08-22 01:00:00
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
"Şeytân, [hayra harcatmayıp] fakîr olursunuz diye korkutur, cimriliği [ve hayra harcamamayı] telkîn eder. Allah ise, [hayra harcayana] mağfiret, lutuf, bolluk va'deder." [Bakara, 268]
Misâfire yedirmekle, sadaka vermekle, insanın eli daralmaz. Peygamber Efendimiz, yemîn ederek, "Sadaka vermekle mal azalmaz" buyurdu. (Tirmizî)
Resûlullah Efendimiz, "Allaha ve kıyâmete inanan, misâfirine ikrâm etsin" buyurdu. (Buhârî)
İmâm Evzâî, "Misâfire ikrâm, ona karşı güler yüzlü ve tatlı dilli olmaktır" buyurdu. Yemek için külfete girmemeli, hâzırda ne varsa, onu ikrâm etmelidir. Peygamber Efendimiz, "Misâfir için külfete girmeyin, misâfir bundan rahatsız olur. Misâfirini üzen, Allahı üzmüş olur" buyurmuştur. (İbn-i Lâl)
Hazret-i Alî (radıyallahü anh) de, "Arkadaşın en kötüsü, külfete giren, kendisinin idâre edilmesine seni mecbûr kılan, seni özür dileyici işlere itendir" buyurmuştur. [Külfet; zahmetli iş, sıkıntı demektir.]
Misâfir, ev sâhibinin gösterdiği yere oturmalı, ona itirâz etmemelidir. Peygamber Efendimiz, "Bir arkadaşın yanına gidince, oradan ayrılana kadar, o arkadaş senin emîrindir" buyurmaktadır. (İbn-i Adiy)
"Mü'minlerin îmânca en olgunu, ahlâkça en yüksek olanıdır. Herkes bunun yanına rahatça gelebilir, geleni-gideni çok olur, başkaları ile ülfet eder, hem de kendisi ile ülfet edilir. Ülfet edemeyende [geçimsiz olanda] hayır yoktur." [Taberânî]
Hadîs-i şerîflerde buyurulmuştur ki:
"Misâfir girmeyen eve, melekler de girmez." [Şir'atü'l-islâm]
"Misâfir rızkı ile gelir, ev halkının günâhlarının affına sebep olur." [İbn-i Sünnî]
"Misâfirle yenilen yemekten sorgu-suâl olmaz." [Deylemî]
"Zekâtını veren, misâfirlerini ağırlayan, darda olanlara yardım eden kimse, cimri sayılmaz." [Taberânî]
Cimrilik çok kötüdür. Misâfir kabûl edip cimrilikten kurtulmaya çalışmalıdır!
Misâfire ikrâm çok sevaptır. Misâfiri ni'met ve ganîmet bilmeli. Sevgili Peygamberimiz, "Misâfirden hizmet beklemek, aklın noksanlığına alâmettir" buyurdu. (Deylemî) Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Allah, hayır murât ettiğine hediye olarak misâfir gönderir." [Ebû Nuaym]
Her ni'met bir külfet karşılığıdır! Külfetsiz ni'met olmaz. Misâfirin sıkıntısı olabilir. Yüksünmeden, yumuşaklıkla ve lutufla hizmet etmelidir! [İnşâllah yarın da bu mevzûa devam etmeyi arzu ediyoruz.]
.Misâfir hakkında birkaç kelime...
2014-08-23 01:00:00
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Garip, yatacak yer bulamayan bir misâfire yardım etmek, yemek yedirmek Müslümânlar üzerine borçtur." [İbn-i Asâkir]
Her zaman misâfir gelmesini arzû etmeli, misâfir gelmezse üzülmeli. Evde bulunan şeyleri bolca ikrâm etmeli, misâfire verilen çok yemeği isrâf saymamalıdır. Allah için olan şey, çok olsa da isrâf olmaz. Allah için olmayan şey, az olsa da isrâftır.
Misâfire ikrâm etmek, güzelce ağırlamak gerekir. Misâfire yedirilecek şeylerden korkmamalı, misâfire ikrâm etmeyi ganîmet bilmelidir! Atalarımız, "Misâfir on kısmetle gelir, birini yer, dokuzunu bırakır" demişlerdir.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bir yemeğe davet edilince: "Üç şartla davetinizi kabûl ederim: Bir şey almak için çarşıya gitmeyeceksiniz. Evinizde olanı da esirgemeyeceksiniz. Benim yüzümden çoluk-çocuğunuzu da aç bırakmayacaksınız" buyurdu.
Misâfire hizmet edene büyük sevaplar vardır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), misâfirine bizzat kendisi hizmet ederdi. Hizmet edenler mevcut iken, niçin kendisinin hizmet ettiği sorulduğunda, "İçinde misâfir bulunan evde, melekler ayakta durur" hadîs-i şerîfini nakledip, "Melekler ayakta dururken oturmaktan hayâ ederim" buyururdu.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Sofra misâfirin önünde bulunduğu müddetçe, melekler ev sâhibi için istiğfâr ederler." [Taberânî]
Yemeği acele hazırlayıp getirmelidir! Misâfirleri bekletmek uygun olmaz. Beş şeyde acele etmek sünnettir. Bunlardan biri de, misâfire yemek hâzırlamakta acele etmektir.
Misâfire ikrâm ederken, herhangi bir menfaat düşünmemeli, sırf Allah rızâsı için hizmet ve ikrâm etmelidir. Misâfirden hizmet beklememelidir. Dînî inanışı, siyâsî görüşü farklı olsa da, misâfiri üzecek sözler söylememelidir.
İbrâhîm aleyhisselâm, misâfir olarak gelen bir Mecûsî'ye, "Müslümân olursan sana çok ikrâmda bulunurum" buyurdu. Mecûsî darılıp gitti. Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'e, "Neden onu misâfir etmek için dînini değiştirmeyi şart koştun? O beni tanımadığı hâlde, ben onun yetmiş yıldır rızkını veriyorum" buyurdu. Hazret-i İbrâhîm, koşup Mecûsî'yi buldu. "Bana misâfir ol" diye ricâda bulundu. Mecûsî hayret etti. Hazret-i İbrâhîm, olayı anlattı. Mecûsî, "Demek ki Allah, bana karşılıksız ni'met veriyor. O hâlde bana İslâmiyeti öğret, Müslümân olayım" dedi. Hazret-i İbrâhîm ona gerekli dînî bilgileri öğretti. O da hâlis bir mü'mîn oldu.
.Peygamber Efendimizden altın tavsiyeler
2014-09-05 01:00:00
Zaman zaman Sevgili Peygamberimizin, Sahâbe-i güzîne sorduğu bazı suâller olduğu gibi, onların da Peygamberimize sordukları bazı suâller olmuştur. Meselâ Peygamberimiz, onlara, "Pehlivan kimdir?", "Müflis kimdir?", "Bugün hangi gündür?" gibi sorular sormuştur.
Eshâb-ı kirâm ise, "Amellerin hangisi en fazîletlidir?", "Hangi amel hayırlıdır?", "İnsanların hayırlısı kimdir?" gibi suâller sormuşlardır.
Bir defasında da, Cebrâîl (aleyhisselâm), insan sûretinde gelerek, "Îmân nedir?", "İslâm nedir?", "İhsân nedir?", "Kıyâmet ne zaman kopacaktır?" gibi bazı suâller sormuştur. Bu hadîs-i şerîfe, bilindiği gibi meşhûr "Cibrîl hadîsi" denilir.
Muhaddis Alî el-Müttekî'nin, "Kenzü'l-Ummâl" isimli muhtevâlı, kıymetli hadîs kitâbında [XVI, 127-129] kaydettiğine göre:
Bir gün de, bir zât, Peygamber Efendimiz'in yanına gelerek, "Size, dünyâ ve âhiretle alâkalı bazı suâllerim var" demiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, o kimseye, "Ne istiyorsan sor" buyurmuştur. Bundan sonra, Peygamber Efendimiz ile o kişi arasında, bizim de pek çok dersler çıkarabileceğimiz şu muhâvere [mükâleme, diyalog] yaşanmıştır:
"Ben, insanların en zengini olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?" "Kanaatkâr olursan, insanların en zengini olursun."
"İnsanların hayırlısı (en iyisi) olmak istiyorum." "İnsanların hayırlısı (en iyisi), insanlara faydalı olandır. Sen de insanlara faydalı ol."
"İnsanların en adâletlisi olmak istiyorum." "Kendin için istediğini, insanlar için de istersen, insanların en âdili olursun."
"İnsanlar içinde Allah'a en yakın, O'nun en hâs kullarından olmak istiyorum." "Allah'ı çok zikredersen [anar ve hâtırlarsan], o zaman Allah'ın en hâs kulu olursun."
"Muhsinlerden (iyilik edenlerden, ihlâs ve samimiyet sâhibi kimselerden) olmak istiyorum." "Allah'a, O'nu görüyor gibi ibâdet et, her ne kadar sen O'nu görmesen de, O seni görüyor."
"Îmânımı kemâle erdirmek istiyorum." "Güzel ahlâklı olursan, îmânın kemâle erer."
"Kıyâmet günü nûr içinde haşrolmak istiyorum." "Hiç kimseye zulmetme, kıyâmet günü nûr içinde haşrolursun. Önce kendine ve insanlara merhamet et ki; Allah da sana merhamet etsin."
[Peygamber Efendimize sorulan suâl ve verdiği cevaplardan geri kalanlarını, sizlere, inşâallah yarın takdîm etmeye çalışalım.]
.Peygamber Efendimizden altın tavsiyeler -2-
2014-09-06 01:00:00
"Günâhlarımın azalmasını istiyorum" diyen kimseye Peygamber Efendimiz "İstiğfâr ederek günâhlarının bağışlanması için, Allah'a yalvarırsan günâhların azalır" buyurdu...
Dünkü makalemizde, "zaman zaman Sevgili Peygamberimizin, Sahâbe-i güzîne sorduğu bazı suâller olduğu gibi, onların da Peygamberimize sordukları bazı suâller olmuştur" deyip her ikisine de bazı misâller vermiştik. Bir gün de, bir zât, Peygamber Efendimiz'in yanına gelerek, "Size, dünyâ ve âhiretle alâkalı bazı suâllerim var" demiş, bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, o kimseye, "Ne istiyorsan sor" buyurmuştur dedik ve bazı suâl ve cevapları sizlere takdîm etmiştik. Bugün kaldığımız yerden devâm etmek istiyoruz. [Peygamber Efendimiz ile o kişi arasında, bizim de pek çok dersler çıkarabileceğimiz muhâvere [mükâleme, diyalog], şöyle devâm etmiştir]:
"Günâhlarımın azalmasını istiyorum." "İstiğfâr ederek günâhlarının bağışlanması için, Allah'a yalvarırsan günâhların azalır."
"İnsanların en kerîmi olmak istiyorum." "Allah'a kullarını şikâyet etmezsen, insanların en kerîmi olursun."
"Rızkımın bol olmasını istiyorum." "Temizliğe devâm edersen, rızkın bol olur."
"Allah ve Resûlü tarafından sevilmek istiyorum." "O zaman, Allah ve Resûlü'nün sevdiklerini sev, sevmediklerini de sevme."
"Allah'ın bana kızmasından kendimi korumak istiyorum." "Kimseye kızmazsan, Allah'ın gazabından, kızmasından kurtulursun."
"Duâmın kabûl edilmesini istiyorum." "Harâmlardan sakınırsan, duâların kabûl olur."
"Allah'ın beni başkalarının yanında rezîl etmemesini istiyorum." "Nâmûsunu koruyup iffetli ol ki; insanlar yanında rezîl olmayasın."
"Allah'ın ayıplarımı, kusûrlarımı örtmesini istiyorum." "Sen, kardeşlerinin ayıplarını örtersen, Allah da senin ayıplarını örter."
"Benim günâhlarımı ne siler?" "Gözyaşların, hudû'un (saygıyla Allah'a kulluğun) ve hastalıklar."
"Hangi sıfatlar (özellikler), Allah yanında daha fazîletlidir?" "Güzel ahlâk, tevâzu, belâlara sabır ve kazâya rızâ."
"Allah yanında en büyük günâh hangisidir?" "Kötü ahlâk ve Allah'ın emirlerine karşı gösterilen cimrilik."
"Rahmân olan Allah'ın rahmetini ne coşturur?" "Gizli olarak sadaka vermek ve sıla-i rahim (akrabâyı ziyâret ve görüp gözetmek)."
"Cehennem ateşini ne söndürür?" "Oruç."
(Alî el-Müttekî "Kenzü'l-Ummâl" XVI, 127-129)
.Peygamberimizin İblîs'e suâlleri -1-
2014-09-12 01:00:00
Malûm olduğu üzere "Şeytân": "Kovulmuş, uzaklaştırılmış", "Allahü teâlânın 'Âdem'e secde ediniz' emrine, kibir ve gurûru sebebiyle isyân edip, karşı geldiği için, O'nun rahmetinden uzaklaştırılan varlık, İblîs" manâlarında kullanılmaktadır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki:
"Şeytân, insana çok şeyi söz verir ve birçok şeyi hâtırlatır. Şeytânın söz verdiği şeylerin hepsi yalandır." (Nisâ, 121)
"İblîs" ise: "Şeytânın isimlerinden biri veya şeytânların reîsi" anlamındadır.
Allahü teâlâ yine Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki:
"Onu hâtırla ki meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik de, İblîs'ten başka bütün melekler hemen secde etmişlerdi. Ancak İblîs yüz çevirip, kibirlendi ve kâfirlerden oldu." (Bakara, 34) [İblîs, melek değil, cin tâifesindendir.]
"Allahü teâlâ, İblîs'e; 'Ben sana secde ile emretmiş iken, seni secde etmekten alıkoyan neydi?' buyurdu. İblîs şöyle dedi: 'Ben Âdem'den hayırlıyım; çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.' " (A'râf, 12)
Abdülgafûr-i Lârî isimli âlim buyuruyor ki:
"İblîs ve yardımcıları, insanlara hep kötülükleri yaptırmaya çalışırlar. Bâzan iyi şeyleri yapmayı da hâtırlatırlar. Fakat bunları yaparken de, nefiste ucb (kendini ve işlerini beğenme), riyâ (gösteriş) yaptırarak veya farzın kaçırılmasına sebep olarak, insanın günâha girmesine sebeb olurlar."
Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki:
"Üç kimse, İblîs ve İblîsin tâifesinin şerrinden korunurlar:
1- Allahü teâlâyı gece-gündüz zikr eden (hâtırlayan) kimse.
2- Seher vakitlerinde istiğfâr eden (günâhlarının bağışlanmasını isteyen) kimse.
3- Allah korkusundan dolayı ağlayan kimse." (Ebu'l-Ferec Abdurrahmân İbnü'l-Cevzî, Telbîsü'l-İblîs)
Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (rahimehüllah) buyurmuştur ki:
"Tekebbür yani kendini büyük görmek kötü huylardandır. Vaktiyle İblîs de öyle tekebbür etti. Meleklere, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emrolununca, (onların arasında bulunan İblîs): 'Ben, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben, ondan daha üstünüm. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın' diyerek Rabbine karşı geldi.''
.Peygamberimizin İblîs'e suâlleri -2-
2014-09-13 01:00:00
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) İblîs'e, hayâtî ehemmiyeti hâiz 2 suâl sordular. Birincisi: "Sevmediğin ve düşmân olduğun kimseleri bana söyle."
Allahü teâlâ, İblîs'e, Resûlullaha giderek, soracağı bütün suâllere doğru cevap vermesini emir buyurdu. İblîs, Resûlullah Efendimize gelince, Peygamberimiz ona buyurdu ki:
"Sen kimsin?" O da: "Ben İblîs'im" dedi. Ona tekrâren sordu: "(Peki) Niçin geldin?" O da şöyle cevap verdi: "Beni Sana, Allahü teâlâ gönderdi ve soracaklarına doğru cevap vermemi de emretti."
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, İblîs'e, hayâtî ehemmiyeti hâiz 2 suâl sordular: Birincisi: "O hâlde, sevmediğin ve düşmân olduğun kimseleri bana söyle."
İblîs, bu 1. suâle şöyle cevap verdi: "Dünyada en sevmediğim kimseler, âdil sultânlar, tevâzu sâhibi zenginler, hâlinden şikâyetçi olmayan fakîrler, doğru sözlü tüccâr (tâcirler), ihlâs sâhibi ve ilmi ile amel eden âlimler, dîn-i İslâmı yaymaya çalışan mücâhidler, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanlar, insanlara karşı merhametli olanlar, tövbe-i nasûh ile tövbe edenler, harâmdan kaçınanlar, dâimâ abdestli bulunanlar, dâimâ hayır ve hasenâtta bulunan cömertler, hayâ ve edep sâhibi olan Müslümânlar, Kur'ân-ı kerîmi tecvîde uygun olarak okuyan hâfızlar, namazı vaktinde kılanlar ve herkes uyurken namaz kılan kimselerdir."
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ona şu 2. suâli sordular: "(Şimdi de) Dünyada sevdiğin, dost olduğun kimseleri söyle."
Buna ise İblîs şöyle cevap verdi: "Zâlim idâreciler, kibirli zenginler, hâin tüccâr, içki içenler, kötü yerlerde tegannî eden, fuhuş yapanlar, yetîm malı yiyenler, cimriler, namaza önem vermeyen ve geç kılanlar, tûl-i emele sâhip olanlar, hemen öfkelenip öfkesini yenemeyen kimseler benim dostum, sevdiğim kimselerdir."
İmâm-ı Gazâlî'nin (rahmetullahi aleyh) naklettiğine göre de, bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: İblîs yeryüzüne indiği zaman, Allahü teâlâya şöyle bir suâl arz etti: "Yâ Rab, beni Cennet'ten kovdun ve yere indirdin. Benim evim yok."
Cenâb-ı Hak, "Senin meskenin hamâmlardır" buyurdu. Sonra İblîs ile Allahü teâlâ arasında şu muhâvere vukû buldu:
- Benim toplantı yerlerim nerelerdir?
- Sokak, çarşı ve pazarlardır.
- Yiyeceklerim nelerdir?
- Besmelesiz yenilenlerdir.
- İçeceklerim nelerdir?
- Alkollü içkilerdir.
- Tellâllarım kimlerdir?
- Her çalgı senin tellâlındır.
- Neler okuyacağım?
- Uygunsuz şiirler.
- Kitâbım nedir?
- Dağlamak.
- Benim hadîslerim nelerdir?
- Yalan, senin hadîslerindir.
- Av âleti ve tuzaklarım nelerdir?
- Kötü kadınlardır. (İhyâu Ulûmi'd-Dîn)
.İblîs'in meleklere sorduğu suâller
2014-09-19 01:00:00
Şeytânın, meleklere sorduğu suâlleri "el-Hadîkatü'n-Nediyye fî Şerhi't-Tarîkati'l-Muhammediyye" müellifi büyük âlim Abdülğanî Nablüsî (rahmetüllahi aleyh) bildirmiştir.
Geçen haftaki 2 makâlemizde, birer nebze, İblîs'ten, İblîs'in hem Sevgili Peygamberimizle, hem de Allahü teâlâ ile konuşmalarından bahsetmiştik. Bugünkü makâlemizde ise, İblîs'in (Şeytân'ın) meleklere sorduğu bazı suâllerden bahsetmek istiyoruz.
Şeytânın, meleklere sorduğu suâlleri, "el-Hadîkatü'n-Nediyye fî Şerhi't-Tarîkati'l-Muhammediyye" müellifi büyük âlim Abdülğanî Nablüsî (rahmetüllahi aleyh) bildirmiştir. Şeytân dedi ki: "Kulun ibâdetinin Allah'a hiçbir faydası olmadığı gibi, isyânının da hiçbir zararı yoktur. Allah, neden emrinin yapılmasını, nehyinden kaçılmasını isteyerek kullarını mükellef tutmuştur?"
Bu konuda, ulemâ ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: "İnsanlara, ibâdetler faydalı, harâmlar da zararlıdır. Allahü teâlâ, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde emir ve yasaklar vermekle kullarını şereflendirmiştir." [Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, I. cild, 73. Mektûb]
Şeytân dedi ki: "Kâfirin günâh işleyeceği muhakkak iken, onu yaratmasındaki hikmet nedir? Secde kendine yapıldığı hâlde, Allah, niçin benim Âdem'e secde etmemi emretti?"
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kul, sahibinin işlerinin sebebini soramaz! Allahü teâlâ, bütün insanları Cehenneme koyup sonsuz azap yapsaydı, kimsenin bir şey söylemeye hakkı olmazdı. Çünkü yarattığı kendi mülkünü kullanmaktadır. Başkasının mülküne tecâvüz yok ki zulüm denebilsin?" [I. cild, 266. Mektûb]
Kâfirin günâh işleyeceği muhakkaktır. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın âdeti şöyledir ki, kimseyi, isyân etmeden Cehennem'e sokmaz. Bunun için îmân ve isyân imkânı verdiği kullarını imtihândan geçirdikten sonra mükâfât veya cezâ vermektedir. Böylece kullar için bir bahâne kalmamaktadır. İblîs'e de, "Secde et" emrini vererek onu imtihân etmiştir.
Şeytân dedi ki: "Ben, Allah'a değil, Âdem'e secde etmediğim için niye la'netlendim?"
Şeytân bu sözüyle, "Benim Âdem'e secde etmeyişimle, Allah'a isyânın ne alâkası var?" demek istiyor. Hâlbuki şeytân, isyânını Âdem aleyhisselâma karşı yaptığını zannediyor. Hadd-i zâtında, Hazret-i Âdem'in önünde "Secde et" emrini Allahü teâlâ veriyor. Bu emri dinlememek, Âdem aleyhisselâma değil, direkt olarak Hak teâlâya isyândır. [Bugün yerimiz kalmadı; onun için Şeytân'ın diğer önemli bir suâlini yarınki makâlemizde ele alalım inşâallah.]
.Şeytân hakkında birkaç kelime...
2014-09-20 01:00:00
Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyuruldu ki: "Şeytân, sizi fakîr olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emr eder. Allah ise, kendisinden mağfiret ve fadl va'd ediyor."
Dünkü makâlemizde, şeytânın bazı suâllerinden bahsetmiştik. Bugün onun bir suâlini daha nakledelim.
Şeytân dedi ki: "La'netlik olduğum hâlde, niçin insanları saptırmam için bana imkân ve uzun bir mühlet verildi?"
Allahü teâlâ, isyân edenle itâat edenin belli olması için, "Domuz eti yemeyin, içki içmeyin..." gibi bazı yasaklar koymuştur. Domuzu ve içkiyi yaratıp yasaklaması gibi, şeytânı yaratarak, insanları saptırması için ona uzun bir mühlet vermesi de, insanlar için bir imtihândır. Allahü teâlâ, insanların bu imtihânı kazanmaları için, kurtuluş yolunu da göstermiştir. Öyle bir imtihân yapıyor ki, soru ve cevapların hepsi önceden bellidir. "Şunları yaparsanız imtihânı kazanırsınız, şunları yaparsanız kaybedersiniz" buyurmaktadır. Dileseydi, imtihânı kaybedenleri de Cennet'ine koyabilirdi. Fakat mülk O'nun olduğu için, îmân etmeyenlere Cennet'ini harâm kılmıştır. Hiç kimseyi de gücünün yetmeyeceği işlerle mükellef kılmamıştır...
Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki: "Şeytân, insanlara hep kötülük ve düşmânlık yapmaları husûsunda vesvese verir."
Dârul-Fünûn müderrislerinden [eski İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyelerinden] Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de buyurmuştur ki: "Şeytânların hepsi kâfirdir. İnsanları aldatmaya uğraşırlar. İbâdetleri unutturup günâhları iyi gösterirler. Nefsin arzûlarını kızıştırırlar (kabartırlar). Şeytânlar, ateş ile havadan yaratılmıştır. Cinde hava, şeytânda ateş daha fazladır. Cin ve şeytânlar, en ufak yerden geçerler, insanın içine, damarlarına bile girerler."
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki: "Şeytân, sizi fakîr olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emr eder. Allah ise, kendisinden mağfiret ve fadl va'd ediyor." (Bakara, 268)
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: "Gadab (gazaplanmak, kızmak, sinirlenmek, öfkelenmek, hiddetlenmek) şeytândandır. Şeytân ise, ateştendir. Su ateşi söndürür; binâenaleyh, sizden birisi kızdığı zaman abdest alsın." (Ahmed bin Hanbel'in Müsnedi)
Büyüklerden biri şeytâna dedi ki: "Senin gibi mel'ûn (lânetlenmiş) olmak isteyen, ne yapsın?"
Şeytân sevinip "benim gibi olmak isteyen, namaza ehemmiyet vermesin ve doğru-yalan her şeye yemîn etsin, yanî çok yemîn etsin" dedi.
O zât da: "O hâlde, ben de hiçbir namazı bırakmayacağım ve artık yemîn etmeyeceğim" dedi. (Ebu'l-Ferec Abdurrahmân İbnü'l-Cevzî, Telbîsü İblîs)
.İlim ve zikir meclisinin fazîleti
2014-10-11 01:00:00
"Kendisini gördüğünüzde Allah'ı, amelini gördüğünüzde ise âhireti hâtırladığınız ve konuşması ilminizi arttıran kimse, oturup kalktığınız insanların hayırlısıdır."
Abdullah İbn-i Abbâs'tan (radıyallahü anhümâ) rivâyete göre, Sevgili Peygamberimize; "Ey Allah'ın Resûlü! Kişinin oturup kalktığı insanların hayırlısı/en iyisi kimdir?" diye soruldu. Şöyle cevap verdiler:
"Kendisini gördüğünüzde Allah'ı, amelini gördüğünüzde ise âhireti hâtırladığınız ve konuşması ilminizi arttıran kimse, oturup kalktığınız insanların hayırlısıdır/en iyisidir." [Abdül-Azîm el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, I, 76 ve Ebû Ya'lâ]
"Müsnedü'l-Bezzâr"da zikredildiğine göre, Kurre (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: Peygamber Efendimiz, konuşmak üzere herhangi bir yere oturduklarında, hemen Sahâbîler (radıyallahü anhüm) O'nun etrâfında halkalar oluştururlardı.
Ebû Tâlib-i Mekkî'nin, "Kûtu'l-Kulûb" isimli eserinde zikrettiğine göre [II, 173], Ahmed bin Hanbel'e (radıyallahü anh), zikir meclislerinin fazîletinden sorulunca, İmâm (rahmetullahi aleyh), böyle meclisleri teşvîk ederek: "İnsanların bir araya gelerek, Azîz ve Celîl olan Allah'ı zikretmelerinden ve üzerlerindeki İlâhî ni'metleri sayıp şükretmelerinden daha güzel ne olabilir ki?" buyurmuştur.
Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd el-Hudrî [radıyallahu anhümâ]dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Bir topluluk, Allah'ı zikretmek üzere bir araya gelirlerse, melekler, onların etrâfını sararlar; Allah'ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allahü teâlâ, onları yanında bulunanlara [meleklere] över." [Müslim, Zikr 38; Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Daavât 7; İbn-i Mâce, Mukaddime 17]
Bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Cennet bahçelerine uğradığınız zaman, oralara girip istifâde ediniz" buyurmuştur. "Cennet bahçeleri nerelerdir?" diye sorulduğunda ise, Resûlullah Efendimiz; "Zikir meclisleridir" buyurmuştur. [Tirmizî, Deavât, 82; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 150]
Başka bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulmuştur:
"Allahü teâlânın, halkın amellerini yazan meleklerden ayrı olarak havada dolaşan birtakım melekleri vardır ki, onlar, bir zikir meclisi gördükleri zaman diğerlerine: 'Geliniz, aradığınız burada' diye seslenirler. Onlar da gelip hep beraber zikredenlerle birlikte otururlar. Onların etrâfını kuşatır, zikirlerini dinlerler. Dikkat edin (siz de uyanık olun, zikir meclisleri kurarak) Allah'ı zikredin, Allah'ın (önünüze getireceği hesap ve azap) günlerini hatırlayın." [Tirmizî, Deavât 129; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 150]
.İnanmayanların, inananlara saldırma hakları yoktur!
2014-10-17 01:00:00
Kurban ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem'den (aleyhisselâm) beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir... Kurban Bayramı'nın ilk gününde, bir kadın, "Twitter" hesâbından bir cümle yazmış, onun o sözü efkâr-ı umûmiyede/kamuoyunda çok büyük bir yankı uyandırmıştır: "Benim için, 'IŞİD' ile bıçağını masûm bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır. 'IŞİD' beni şaşırtmıyor."
"Halkın kahir ekseriyetinin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılamak" suçunu işlediği, dînî inançlarından dolayı "kurban kesen yüz binlerce/milyonlarca Müslümânı töhmet altında bıraktığı ve kafa kesen bir terör örgütü üyeleri ile denk tuttuğu" gerekçeleriyle, hakkında bazı vilâyetlerimizde suç duyurularında bulunulmuştur.
Adı geçen kadının, Müslümânlara yaptığı bu hakâret üzerine, gazetelerde ve internet sitelerinde yoğun tepkiler ortaya çıkmıştır. Bir kızı, her ne kadar "annem yanlış anlaşıldı" demişse de, annesi, kurban kesen Müslümânlardan özür dilememiş ve sözlerinden geri adım atmamış, üstelik diğer bir twitinde "Belli ki, bazılarının sinirlerini acâyip şekilde bozuyorum, e bu da iyi bir şey" demek sûretiyle "tahrîk, tahkîr ve aşağılama"ya devam etmiştir.
İşte biz de, bugün ve yarın inşâallah bu konuda, kendi açımızdan, kendimize yakışır tarzda, birkaç cümle yazmak istiyoruz...
Bilindiği üzere kurban ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem'den (aleyhisselâm) beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir.
Kurban ibâdeti, Kur'ân-ı kerîmde muhtelif yönleriyle beyân buyurulmaktadır: Bakara 196; Mâide 2, 95, 97 ve Fetih 25'te hacda kesilen kurbânlar; Mâide sûresinin 27. âyetinde, Âdem aleyhisselâmın 2 oğlunun kestikleri kurbân, Sâffât suresinin 102-107. âyetlerinde de Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâm'ın kestiği kurbân zikrolunmuştur.
Kevser sûresinde ise, Peygamber Efendimize farz olan, fakat (Hanefî mezhebine göre) ümmetinden zengin olanlara vâcip kılınan, (Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise sünnet-i müekkede olan) kurbân beyân buyurulmaktadır.
Burada şunu da belirtelim ki, "harâm aylar"ın 4'üncüsü ve sonuncusu olan Zil-hicce ayı içerisindeyiz. Bu mübârek ayda, Câhiliye Arapları bile, kan dökmekten kaçınırlardı. Ama maalesef, İslâm âlemi denilen bir coğrafyada bombalamaya, kan dökmeye, yakıp-yıkmaya, bayramda bile ara verilmemiştir.
Hâlbuki mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır.
Ama maalesef bugün bütün dünyâda, insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir.
[17 Ekim 2014 - 23 Zil-hicce 1435 Cuma]
.Hayvanları kesenler sadece Müslümanlar mı?
2014-10-18 01:00:00
Cenâb-ı Hak, yeryüzünde yarattığı nebâtâtın [bitkilerin] çoğunu, biz kullarının istifâdesine sunmuş; hayvânâtın da çok önemli bir kısmını, hizmetimize vermiştir...
Dünkü makâlemizde, kurbân kesen Müslümânlara saldıran bir kadın sebebiyle, birkaç cümle yazmıştık. Bugünkü yazımızın hemen başında belirtelim ki, sâdece Türkiye'de, Türk Cumhûriyetlerinde, İslâm âleminde değil, bütün dünyada, mîlâdî seneye göre 365 gün hayvan kesilmektedir. Hâlbuki, hicrî-kamerî sene içerisinde Hanefî mezhebine göre sâdece 3 gün, Şâfiî mezhebine göre de 4 gün kurbân kesilebilmektedir.
Bu vesîleyle belirtelim ki, Cenâb-ı Hak, yeryüzünde yarattığı nebâtâtın [bitkilerin] çoğunu, biz kullarının istifâdesine sunmuş; hayvânâtın da çok önemli bir kısmını, hizmetimize vermiştir. Bu hayvânların kimisinin etinden, kimisinin sütünden, kimisinin yumurtasından, kimisinin derisinden, kimisinin de gücünden istifâde ediyoruz.
Deniz ürünleri, kümes hayvânları, kuşlar ve kara hayvânlarının kâhir ekseriyeti helâl kılınmıştır. Bilindiği gibi eti yenen hayvânların hepsinden de kurbân olmaz. Onun için Müslümânların kestikleri kurbân hayvânlarının sayısı, 7 milyarlık insanlık âleminde, bütün dünyâda kesilen hayvanlara nisbetle son derece mahdûttur...
Bu vesîleyle, eti yenmeyen kara hayvanlarını [alfabetik olarak] şöyle zikredebiliriz:
Aslan, ayı, çakal, çita, domuz, fil, gelincik, goril, jaguar, kaplan, kedi, kokarca, köpek, kunduz, kurt, leopar, maymun türleri [babun, gibon, orangutan, şempanze gibi], panda, panter, pars, porsuk, puma, samur, sansar, sırtlan, sincap, tilki, vaşak gibi avını köpek dişiyle yakalayan yırtıcı hayvânlar yenmez. [Şâfiî mezhebinde gelincik, samur, sırtlan, sincap ve tilki yenir.]
Eti yenen kara hayvanlarına gelince:
Eti yenen davar [koç, koyun, kuzu, keçi], sığır [boğa, dana, düve, inek, tosun, öküz, manda], deve gibi evcil hayvânların, yabanî olanları da yenir. Meselâ buffalo, bizon yabanî sığırdır; lama yabanî devedir; yanî bunlar yenilir... Keçinin yabanîsi sayılan dağ keçisi, geyik, ceylan, antilop yenir. Yabanî koyunlar da yenir... Tavşan, kanguru ve zürafa yenir.
Evcil atın yenilmesi, tenzîhen mekrûhtur. Midilli, bir at türüdür. At eti, Şâfiî ve Hanbelî'de helâl, Mâlikî'de harâmdır. Yabanî atlar yenir.
Evcil eşek yenmez. Yabanî eşek denilen zebra yenir.
Eti yenmeyen kuşlar:
"Avını pençesiyle yakalayan ve leş yiyen" akbaba, atmaca, çaylak, egret, flamingo, kartal, kelaynak, kerkenez, kuzgun, leş kargası, leylek, martı, şahin, yarasa gibi kuşlar yenmez.
İğrenç olmayan, leş yemeyen, avını pençesiyle yakalamayan kuşlar yenir. [Bunları burada uzun uzun sayamayacağız.]
Haşerât da yenmez [Bunları da yazmaya yerimiz kalmadı.]
.Hicrî-Kamerî 1435 yılı bugün bitiyor
2014-10-24 01:00:00
Hem harâm ayların, hem de hac aylarının sonuncusu ve 1435 hicrî-kamerî senesinin de son ayı olan Zilhicce, bugün bitmiş olmaktadır. [Çünkü bugün 30 Zilhicce 1435.]
Yarın inşâallah, yeni bir ay [yani Muharrem-i harâm ayı] ve yeni bir hicrî-kamerî sene [yani 1436 senesi] başlayacaktır.
Muharrem ayı, İslâm hicrî-kamerî senesinin birinci ayı ve Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen 4 harâm aydan birincisidir. Muharrem ayının birinci gecesi yani bu gece de, Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı geceleridir.
Peygamber Efendimizin, Medîne'nin Kubâ köyüne geldiği tarih [20 Eylül 622 Pazartesi günü], Müslümânların "Hicrî-Şemsî" yılbaşıları olmuştur. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, "Hicrî-Kamerî" yılbaşı olmuştur.
İlk Hicrî-Kamerî senebaşı [01 Muharrem], milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16'sına rastlayan Cuma günü idi. Kamerî takvîmde bir yıl 354,367 gündür. [Bu süre, "Ay"ın "Dünyâ" etrâfında 12 kerre döndüğü zamandır. Güneş yılından 10,875 gün daha kısadır. Bundan dolayı, 32,5 yılda, bir yıl daha fazladır.]
Demek ki Muharrem, İslâmî senenin 1. ayı; Muharrem ayının 1. gecesi, Müslümânların hicrî yılbaşı gecesi; Muharrem ayının 1. günü de Müslümânların yeni yılının, yani hicrî-kamerî yılın 1. günüdür.
Bütün mübârek gece ve günlere saygı göstermelidir. Bu geceleri ihyâ etmeli, yani kazâ namâzları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ ve tevbe etmeli, sadaka vermelidir...
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm 53 yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Medîne-i münevvere'ye hicret etti. Rebîul-evvel ayının Perşembeye rastlayan birinci günü öğleden sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk'ın evinden berâberce çıkarak Mekke'nin güneydoğu tarafında bulunan Sevr Dağı'ndaki mağaraya geldiler. Mağarada 3 gece kalıp, Pazartesi gecesi ayrıldılar.
Bir hafta yolculuk yapıp Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel'in 8. [Pazartesi] günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Cumâ günü Medîne'ye girdiler.
Hicrî yıl, bu hicretin başlangıç kabûl edildiği senedir. Ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, "Hicrî-Kamerî Sene" veya "Sene-i Kameriyye" de denir.
O seneki Muharrem ayının birinci günü, yani hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. [Cumâ] gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin "Kozmoğrafya" kitâbında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yani hicrî-şemsî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da "Hicrî- Şemsî Yıl" denir.
.Bugün Hicrî-Kamerî 1436 yılı başlıyor
2014-10-25 01:00:00
Hicrî senede aylar, bâzan 29 gün ve bâzan 30 gün çeker. İslâm âleminde, Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir.
Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi, 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Hicrî-kamerî ayların adları şunlardır: Muharrem el-harâm, Safer el-hayr, Rebîu'l-evvel, Rebîu'l-âhir, Cemâzi'l-evvel, Cemâzi'l-âhir, Recebü'l-ferd, Şa'bânü'l-muazzam, Ramazânü'l-mübârek, Şevvâl eş-şerîf, Zil-ka'de, Zil-hicce.
Araplar, İbrâhîm aleyhisselâmdan beri Arabî ayları kullanmışlardır. İslâmiyetten önce, Fîl Vak'asını başlangıç kabûl etmişler ve seneleri buna göre saymaya başlamışlardı. Hicretle berâber başlangıç değişmiş ve her senedeki en mühim hâdisenin ismi ile anılmaya başlamıştı (izin yılı, emir yılı, zelzele yılı, vedâ yılı... gibi.) Fakat bu şekildeki tatbîkât, bâzı târih karışıklıklarına sebeb olduğu için, 2. Halîfe Hazret-i Ömer zamânında [hicretin on yedinci yılında] alınan bir karârla, hicretin olduğu sene birinci sene olmak ve o senenin Muharrem ayı başlangıç kabûl edilmek sûretiyle, bu târih tesbît edilmiştir. İşte hicrî-kamerî târih bu târihtir.
Hicrî senede aylar, bâzan 29 gün ve bâzan 30 gün çeker. İslâm âleminde, Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir. Eskiden Müslümânlar, bu kendi yılbaşı gece ve günlerinde birbirlerini ziyâret ve musâfeha eder, tebrîkte bulunur ve hediyeler verirlerdi. Yılbaşını dergi ve gazete ilânlarıyla kutlarlardı. O gün, Müslümânlar için âdetâ bayram sayılırdı. O gün de, bayram gibi temiz giyinip fakîrlere sadaka verirlerdi. Ziyâretlerde ve gönderilen tebrîklerde yeni yılın, birbirlerine ve bütün insanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler; büyükleri, âlimleri, akrabâyı evlerinde ziyâret edip duâlarını alırlardı.
Osmânlı Devleti'nde devâmlı kullanılan hicrî sene, Cumhûriyet döneminde bir kânûnla kaldırılarak, yerine Avrupalıların kullandıkları mîlâdî sene kabûl edilmiştir.
***
Kur'ân-ı kerîmde Fecr sûresinin başında, "Fecre, on geceye... yemîn olsun" buyuruluyor. On gece hangi gecelerdir? İki hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Fecr suresindeki on gün, kurbân ayının [Zilhiccenin] ilk on günüdür." [Hâkim]
"Allah indinde, Zilhiccenin ilk on günündeki amellerden daha kıymetlisi yoktur." [Tirmizî]
İbn-i Abbâs hazretlerine göre, yemîn edilen on geceden murât, Zilhiccenin ilk on gecesidir. O günler, hac amelleriyle iştigâl günleridir. [Hâzin Tefsîri]
Bu on gece, Zilhicce ayının ilk on gecesidir. [Beydâvî ve Celâleyn Tefsîrleri]
On geceden murâd, ramazânın son on gecesi veya Muharrem'in ilk on gününün geceleridir. [Medârik Tefsîri]
.Fransız "Le Point" dergisinin bir tercihi
2014-11-14 01:00:00
Târih boyunca, mükemmel hayâtı, en ince teferruâtıyla ortaya konulan yegâne zât olan Peygamber Efendimize, insânlığın ne kadar muhtâç olduğunu, bugün daha iyi anlıyoruz.
Bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez, bilinir-bilinmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler kendisinde toplanmış olan, dünyâ ve âhiretin Efendisi, insanların ve cinnîlerin Peygamberi olan Resûl-i Ekrem Muhammed (aleyhis-salâtü ves-selâm)'ı gündemde tutmak, akıllarda ve fikirlerde, hâtırlarda ve gönüllerde bulundurmak, bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir. Bu, kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her Müslümânın işi olmalıdır.
Hâtırlarda olduğu gibi, Fransız dergilerinden "Le Point", 1980 yılını "Hazret-i Muhammed Yılı" olarak i'lân etmişti. Dergi, bu seçimine sebeb olarak, "Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), yedinci yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, dünyâdaki tesîrini, her geçen gün büyüyerek sürdürmesini" göstermişti.
Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri, O'nu biraz inceledikten sonra, hayrânlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.
Ne var ki, Müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O'nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O'na Peygamber gözüyle bakmadıkları, sâdece bir dâhî kabul ettikleri için, O'nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.
Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O'na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zâhir âlimleri, O'nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de, bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir.
"Ulemâ-i râsihîn" denilen hem zâhir, hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise, O'nu bütün güzellikleriyle görmüş ve kendisine âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir. O, Resûlullah Efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O'nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O'na âşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gibi olamamıştır. Zâten o, Peygamberlerden sonra, insanların üstünlükte birincisidir.
.Sevgili Peygamberimizi saf dışı bırakmak mümkün mü?
2014-11-15 01:00:00
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) kelâmı çok manâlıdır: "Ben, âlemler genişliğinde bir ağız isterim, tâ ki, meleklerin bile gıpta ettiği O zâttan söz edebileyim."
Günümüzde, maalesef, Sevgili Peygamberimizi saf dışı bırakmak, sâdece Kur'ân-ı kerîmle iktifâ etmek/yetinmek isteyen bazı insanlar var.
Denilebilir ki, târih boyunca, hayâtı, en ince teferruâtıyla ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Sevgili Peygamberimizdir.
"Delâilü'n-Nübüvve" ve "Şevâhidü'n-Nübüvve" kitapları Sevgili Peygamberimizin Peygamberliğinin delîllerinden; "Sîret-i Nebeviyye" ve "Meğâzî" kitapları O'nun hayâtından ve harplerinden; "el-Hasâis" kitapları, O'nun fazîletlerinden ve mu'cizelerinden, "Şemâil-i Şerîfe" kitapları da fizikî yapısından, "İslâm Târihi" ve "Ansiklopediler" ise, umûmî hayâtından bahsetmektedirler. Onun hakkında bir şâir diyor ki:
"Her vasfı ki, imtiyâzı hâiz/Târih onu vasfederken âciz."
Peygamber Efendimizin şâirlerinden Hassân b. Sâbit (radıyallahü anh)'in şu sözü ne kadar mânidârdır:
"Ben, Muhammed Mustafâ (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bahsederken, O'nu medhediyor değilim; bilakis O'ndan bahsetmek sûretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum."
Gönüller Sultânı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise sirruh) kelâmı da çok manâlıdır:
"Ben, âlemler genişliğinde bir ağız isterim, tâ ki, meleklerin bile gıpta ettiği O zâttan söz edebileyim."
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), belli bir zaman dilimine değil; bir millete, bir bölgeye değil, bütün dünyâya; belli bir kavme değil, bütün insanlara Peygamber olarak gönderilmiştir. Sebe' sûresinin "Biz, seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik" meâlindeki 28. âyet-i kerîmesi, bütün insanlara Peygamber olarak geldiğini bildirmektedir. Hattâ o, cinnîlerin de Peygamberidir. Onun için "Resûlü's-sekaleyn" diye anılır.
"Onun kavminden, kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünyâ hayâtında kendilerine refâh verdiğimiz varlıklı kişiler dediler ki: "Bu [peygamber], sâdece sizin gibi bir insandır, sizin gibi yer içer. Kendiniz gibi bir insana itâat ederseniz, hüsrâna uğrayacağınızda hiç şüphe yoktur." [Mü'minûn, 33-34]
Görüldüğü gibi, buradaki "O da bizim gibi veya sizin gibi insandır" sözü kâfirlere aittir. Kâfirler, yiyip içmeyen, melek gibi bir peygamber istiyorlardı. Resûlullah Efendimiz, elbette cinnî ve melek değildir. Beşerdir; ama seyyidü'l-beşer, yani insanların efendisidir. Âlemlere rahmettir. Bizim gibi değildir, hem Resûl, hem de Nebî olan bir Peygamberdir.
.Zulmün her çeşidi harâm kılınmıştır!..
2014-11-07 01:00:00
Allahü teâlâ, her mahlûka karşı yapılacak olan zulmü yasaklamış, zâlimleri korkunç azap ve âkıbetlerle tehdîd etmiş, onların aslâ yâr ve yardımcıları olmayacağını da belirtmiştir.
"Adâletsizlik, adâletin sınırını aşmak, başkasının hakkına tecâvüz etmek; bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak, haksızlık" gibi mânâlara gelen "zulüm", kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın, mukaddes dînimiz İslâmiyette kesin sûrette harâm kılınmıştır.
Haksıza ve haksızlığa karşı, hakkın ve haklının yanında yer almak; zâlime hasım, mazlûma da yardımcı olmak, Müslümânın olmazsa olmaz vasıflarındandır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde, her mahlûka karşı yapılacak olan her çeşit zulmü yasaklamış, zâlimleri korkunç azap ve âkıbetlerle tehdîd etmiş, onların aslâ yâr ve yardımcıları olmayacağını da belirtmiştir. Misâl olmak üzere, burada bazı âyet-i kerîme meâllerini zikredebiliriz:
"Düşmânlık ancak zâlimlere karşıdır." (Bakara, 193)
"Biz sana, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm vermen için hakîkatin ifâdesi olan bu vahyi indirdik. Sakın hâinlere taraftâr olma." (Nisâ, 105)
"Zâlimlere en ufak meyil göstermeyin, yoksa size de ateş dokunur." (Hûd, 113)
"Sakın zâlimlerin yaptığından Allah'ı gâfil sanma! O, sâdece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı, bir noktaya dikilip bakacağı bir güne erteliyor." (İbrâhîm, 42)
Yüce Allah, imhâl eder, yani mühlet ve fırsat verir, fakat aslâ ihmâl etmez; yani şu imtihân dünyâsında zâlimler kendi karakterlerine uygun davranışlar sergilerler; sonunda dünyâda da âhirette de amellerinin karşılıklarını görürler.
Zâlimden yana olmak, bir nevi Allah'a karşı olmak demektir. Zâlimi desteklemek şöyle dursun, ona ve fiiline kalben destek olmak bile azâb sebebidir. Çünkü âyet-i kerîmede (meâlen) şöyle buyurulmuştur:
"Allahü teâlâ kullarına zulm etmez (haksızlık etmez). Onlar kendilerini azâba, acılara sürükleyen (bozuk düşünceleri,) çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar." (Nahil, 33)
Yüce Rabbimiz, hadîs-i kudsîde de buyurmuştur ki: "Ey kullarım! Ben, kendi nefsime zulmü harâm kıldım; onu sizin aranızda da yasakladım; birbirinize zulüm yapmayınız..." (Müslim, Sahîh, Kitâbu'l-Birr 55)
Sevgili Peygamberimiz ise bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurmuştur:
"Zâlim de olsa, mazlûm da olsa kardeşinize yardım ediniz." Sahâbe-i kirâm, "Yâ Resûlallah! Mazlûma yardım edelim, ama zâlime nasıl yardım edeceğiz?" diye suâl ettiler. O da, "Zâlimin zulmüne mâni olursunuz; bu da ona yardımdır" buyurdu. [Buhârî]
.Zulüm, kesinlikle yasaklanmıştır!..
2014-11-08 01:00:00
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse, bir kişinin zâlim olduğunu bildiği hâlde, zâlime yardım maksadıyla onunla birlikte adım atarsa, İslâmdan çıkmış olur."
Dünkü makâlemizde, bir nebze zulümden bahsettik; bazı âyet-i kerîme, hadîs-i kudsî ve hadîs-i şerîflere kısaca temâs ettik. Bugünkü makâlemizde de, konuyla ilgili birkaç kelime daha yazalım inşâallah...
Bilindiği üzere İslâm'da cihâdın gâyesi, zulmü ortadan kaldırmaktır. Zulüm, adâletin zıddıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte, "Cihâdın en fazîletlisi zâlim sultânın karşısında hakkı söylemektir" buyurulmuştur. (İbn-i Mâce, Sünen, Fiten 20)
Cenâb-ı Hak, zulmün yerine adâleti ikâme etmiştir. Dünyânın en âdil devlet başkanlarından biri olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) "Adâlet, mülkün temelidir" buyurmuştur. Zâten bu temeli dinamitleyen, mülkün zevâline sebep olan ise zülümdür. "Zulümle âbâd olanın, akıbeti berbâd olur" derler.
Sevgili Peygamberimiz, "Allah'a yemîn ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allahü teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir. Sonra da İsrâîloğullarına la'net ettiği gibi, size de la'net eder" buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbu'l-Melâhim 17)
Yine Peygamber Efendimiz, "Bir kimse, bir kişinin zâlim olduğunu bildiği hâlde, zâlime yardım maksadıyla onunla birlikte adım atarsa, İslâmdan çıkmış olur" îkâzını yapmıştır. Yani bu davranış, gayr-i İslâmî bir hareket tarzıdır.
Peygamber Efendimiz, "Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım. İmâmların (devlet adamlarının) zulmetmelerinden, ümmetin nücûma (yıldız falına) inanmalarından ve kaderi yalanlamalarından" buyurmuştur.
Süleymân bin Cezâ (rahmetullahi aleyh): "Ey oğul! Şakîlerin (kötü kimselerin) alâmeti sende bulunmasın. Bu alâmetlerin evveli zulmetmektir. Zulüm üç kısımdır. Birincisi Allahü teâlâya âsî olmak, ikincisi zulmeden kimselere yardım etmek; üçüncüsü kendi emri altında bulunanlara ezâ-cefâ etmek, onların ibâdet yapmalarına mâni olmak. Bu üç çeşit zulmü işleyenlerin varacakları yer Cehennem'dir" şeklinde çok önemli bir tavsiyede bulunmaktadır.
Buyük âlimlerimizden Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (rahimehullah): "Her Müslümân hem îmânını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir. Fakat sevmediklerine de kötülük ve zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at sâhiplerine de tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, seâdete kavuşmalarına çalışmalıdır" buyuruyor...
Allahın, kullarına olan nimetlerinin en büyüğü
2014-11-21 01:00:00
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla doğru yolun, rızâ-i İlâhî'ye ve Cennet'e götüren yolun gösterilmiş olması, şüphesiz ki, bizler için nimetlerin en büyüğüdür.
Dünyâdaki bütün insanlara çok acıyan Rabbimiz, iyi, güzel ve faydalı şeyleri yaratıp, dostunu-düşmânını ayırmadan, herkese gönderiyor. Bu cümleden olarak, Peygamberleri vâsıtasıyla, beşeriyete saâdet yollarını göstermiş, iyi-kötü, güzel-çirkin her şeyi onlara öğretmiştir...
Peygamberlerin, insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta yani dünyada ve âhirette kurtuluşa davet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır.
Bütün Ülü'l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
Peygamberler, beş şeyin korunmasını gözetmişlerdir: Dînin, aklın, nefsin/cânın, neslin/ırzın/nâmûsun ve malın korunmaları.
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, hem bir "Nebî", hem bir "Resûl", hem bir "Ülü'l-azim Peygamber", hem de "Hâtemü'l-Enbiyâ ve'r-Rusül"dür.
O, aynı zamanda bir "Devlet Başkanı"[İslâm Devleti'nin ilk temelini o binâ etmiştir], bir "Başkumandân" [27 gazveyi bizzât kendisi idâre etmiştir], bir "Başkâdî" ["Biz, zâhire göre hükmederiz, bâtını Allahü teâlâ bilir" buyurarak hukûkun temelini atmıştır] ve bir "Başmuallim"dir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde "Ben, bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur.
Bunların yanında ideal bir eş (âile reîsi), mükemmel bir baba, mütekâmil bir dededir. Mübârek zevcelerinden, çocuklarından, torunlarından hiçbirisi, kendisinden herhangi bir şikâyette bulunmuş değildir. Ona hizmet eden, yanında bulunan kimselerden herhangi biri, hattâ 150.000 sahâbîsinden bir tek ferd bile ona karşı herhangi bir memnûniyetsizlik ifâdesinde bulunmamıştır.
Hazret-i Ayşe annemize, onun ahlâkı sorulduğunda, "Onun ahlâkı, Kur'ân ahlâkı idi" cevâbını vermiştir.
Onun "Seyyidü'l-kevneyn=iki cihânın Efendisi", "Resûlü's-sekaleyn=insanların ve cinnîlerin Peygamberi", "Mahbûb-i Rabbi'l-âlemîn=âlemlerin Rabbi'nin Habîbi, mahbûbu, sevgilisi" yani en çok sevdiği zât gibi çok güzel sıfatları da vardır.
Onun, bütün âile efrâdına, yanında bulunan ve hizmet eden kimselere, Eshâb-ı kirâmına, komşularına, hanımlara, çocuklara, gençlere, yaşlılara, yetîmlere, fakîrlere, dışarıdan gelen yerli ve yabancı heyetlere, müslim ve gayr-i müslim bütün insanlara ve hayvânlara karşı örnek davranışları vardır.
."Ben, âlemlerin efendisiyim..."
2014-11-22 01:00:00
Peygamber Efendimiz, (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün insanların, bütün peygamberlerin yani âlemlerin Efendisi, kâinâtın Efendisi, iki cihânın güneşidir.
Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, verdiği nimetlere şükretmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve emretmiştir.
Burada önemle ifâde edelim ki, insanlar, Allah'ın Peygamberlerine tâbi olup, onların emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve rahat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Kur'ân-ı kerîm, baştan sona kadar Peygamber Efendimizin medhiyle, övgüsüyle doludur. O, dînli-dînsiz, zenci-beyaz, dünyada yaşayan herkese Peygamber olarak gönderildi. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:
"De ki: Ey insanlar, ben, Allah'ın hepinize gönderdiği Resûlüm." [A'râf, 158]
Diğer Peygamberler, kendi milletlerine gönderilmişti. Bir âyet-i kerîme meâli:
"Biz, her Resûlü, bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın." [İbrâhîm, 4]
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Her peygamber, yalnız kendi kavmine geldi; ben ise, bütün insanlara gönderildim." [Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî]
Resûlullah Efendimiz, insanların olduğu gibi cinnîlerin de Peygamberidir. Kur'ân-ı kerimde, "Âlemlere uyarıcı olması için..." buyuruluyor. (Furkân, 1)
Bütün müfessirler, "Bütün âlemlere" ifâdesine, cin tâifesi de dâhildir" buyuruyorlar. Âlem, Allah'tan başka her şeye, her mahlûka denir. Bunun için birçok âlim, Peygamber Efendimizin meleklere de gönderildiğini söylemişlerdir.
Enbiyâ sûresinin, "Biz, seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik" meâlindeki 107. âyeti, Sevgili Peygamberimizin, bütün insanlar için rahmet olduğunu bildirmektedir. Fetih sûresinin, "Bütün dînlerden üstün kılmak üzere, Resûlünü hidâyet ve hak dîn ile gönderen O'dur" meâlindeki 28. âyet-i kerîmesi de, Resûlünün en üstün olduğunu göstermektedir.
Peygamber Efendimiz, bütün insanların, bütün peygamberlerin yani âlemlerin Efendisi, kâinâtın Efendisi, iki cihânın güneşidir. Bu konuda iki hadîs-i şerîf zikredelim:
"Ben, âlemlerin efendisiyim." [Beyhekî]
"Ben, bütün peygamberlerin seyyidiyim, efendisiyim." [Dârimî, İbnü'n-Neccâr]
."Hudeybiye Musâlehası" (Antlaşması)
2014-11-28 01:00:00
İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz devrinde, 6/628 senesinde, Mekke yakınında bulunan "Hudeybiye" köyünde, Medîne'den gelen Müslümânlar ile Mekke'deki müşrikler (putperestler) arasında, yapılan antlaşmaya "Hudeybiye Musâlehası" denilir.
Müşriklerin Müslümânlarla 5/627 yılında yaptıkları "Hendek Savaşı"nda yenilip Mekke'ye dönmelerinden bir sene sonra, Peygamberimiz (aleyhi's-selâm), rüyâsında Eshâbı (radıyallahü anhüm) ile birlikte Mekke-i mükerreme'ye gidip emniyet içerisinde Ka'be-i muazzamayı tavâf ettiklerini görmüş, bunu Eshâb-ı kirâmına anlatmış, onlar da bunu işitince çok sevinmişlerdi.
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, Sahâbe-i kirâmla birlikte Ka'be-i muazzamayı ziyâret (tavâf) etmek niyetiyle Medîne-i münevvere'den yola çıktılar. Sahâbe-i kirâm, bin beş yüz kişi kadar idiler. Maksatları ziyâret olduğu için, yanlarına yolcu silâhından başka herhangi bir silâh almamışlardı. "Zü'l-Huleyfe (veya Âbâr-ı Alî)" denilen mîkât mahalline gelince ihrâma girdiler. Yanlarında getirdikleri yetmiş kadar kurbânlık deveye de işâret koydular. "Telbiye=Lebbeyk" sadâlarıyla Mekke-i mükerremeye doğru yola devâm ettiler.
[Hicrî 2. senede, bazı ibâdetler emredilmiş olmasına rağmen, henüz hac farz kılınmamıştı; hac 9. senede farz oldu. Meselâ oruç ve zekât 2. senede farz kılındı; kurbân, sadaka-i fıtır ve bayram namazları bu yılda vâcib kılındı; kezâ bu senede kıble Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a tahvîl edildi; cihâda da bu yılda izin verildi.]
Peygamber Efendimiz, geliş maksatlarını bildirmek ve müşriklerin tutumlarını öğrenmek üzere, Bişr bin Süfyân'ı (radıyallahü anh) Mekke'ye gözcü gönderdi. Netîcede, Kureyşlilerin durumdan haberdâr ve Müslümânları Mekke'ye sokmamakta karârlı oldukları öğrenildi. Diğer bâzı kabîleler de müşriklerle birleşmişlerdi.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kusvâ" adındaki devesi üzerinde yola devâm ediyordu. Mekke'ye yaklaşınca devesi birden yere çöktü. Eshâb-ı kirâm kaldırmak için ne kadar uğraştılarsa da deve yerden kalkmadı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Onun böyle çökme âdeti yoktu. Bir zamanlar filin Mekke'ye girmesine mâni olan Rabbim, şimdi de Kusvâ'ya mâni oluyor" buyurdu.
Peygamber Efendimiz, devesini kaldırınca, deve Hudeybiye'ye giden başka bir yoldan yürümeye başladı. Müşriklerin, Mekke dışında toplandıkları öğrenildiğinden, üzerlerine varmamak için başka bir yol takip edildi... [Yarın devam edelim inşâallah]
.Biz Kâbe'yi tavâf etmeye geldik"
2014-11-29 01:00:00
"Biz savaşmaya gelmedik, Kâbe'yi tavâf etmeye, ziyârete geldik. Kureyş ise savaşa kalkışıyor. Bu onlara zarardır. İsterlerse onlarla bir antlaşma yapalım..."
Peygamber Efendimiz, Hudeybiye'ye gelince, Hırâş İbn-i Ümeyye'yi (radıyallahü anh) Kureyşlilere gönderip savaş için değil, ziyâret için geldiklerini haber verdi. Kureyşliler ise, bu haberciyi öldürmek için üzerine hücûm ettiler. O da geri gelip durumu Peygamberimize bildirdi.
Bu sırada Müslümânlarla dost geçinen Huzâa Kabîlesinin reîsi Büdeyl de, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin tutumu hakkında haber getirdi. Buna, Peygamber Efendimiz; "Biz savaşmaya gelmedik, Kâbe'yi tavâf etmeye, ziyârete geldik. Kureyş ise savaşa kalkışıyor. Bu onlara zarardır. İsterlerse onlarla bir antlaşma yapalım. Sonra, isterlerse, bizim dînimize onlar da tâbi olsunlar. Eğer antlaşmaya yanaşmazlarsa, Allah'a yemîn ederim ki, onların hepsini katledinceye kadar savaşırım. Artık Cenâb-ı Hakk'ın emri ne ise yerine getiririz" buyurdu. Büdeyl de Mekke'ye dönüp Kureyşlilere gördüklerini anlattı...
Büdeyl'in bu haberini iyi karşılamayan Kureyşliler, yeniden temâs kurmak için, Sakîf Kabîlesinden Urve'yi gönderdiler. Urve, Peygamberimizle görüşüp geri döndü. O da Müslümânların savaş niyetinde olmadıklarını bildirdi ve gördüklerini anlattı. Eshâb-ı kirâmın Peygamberimize bağlılıklarına hayrân olmuş, böyle bir bağlılığa hiç rastlamadığını itirâf etmişti. Mekkeliler yine iknâ olmadılar. Müslümânlar üzerine baskın yapmak için askerî bir birlik gönderdiler. Peygamberimiz bu birliği esîr aldı. Ancak harp niyetinde olmadığı için serbest bıraktı. Durumu îzâh etmek üzere Mekke'ye Hazret-i Osmân'ı (radıyallahü anh) gönderdi ise de, onu alıkoydular. Ona, "İstersen sen Kâbe'yi tavâf et; ama başka kimseye müsâade etmeyiz" dediler.
Hazret-i Osmân da; "Peygamber Efendimiz olmayınca, ben aslâ ziyâret etmem" dedi. Hazret-i Osmân, beklenen zaman içinde dönmeyince, "Kureyşliler tarafından şehîd edildi" şâyiâsı çıktı. Peygamberimiz hemen Eshâb-ı kirâmı topladı. Durumu görüştü. İslâmiyet uğrunda canlarını fedâ etmek için Eshâbını bîate (sözleşmeye) çağırdı. Hep birlikte savaşarak şehîd olmaya, aslâ dönmemeye söz verdiler. Peygamberimizin elini tutarak bîat ettiler. Hazret-i Osmân (radıyallahü anh) adına da Peygamberimiz bîat yaptı. Bu bîate "Bîatü'r-Rıdvân" adı verildi...
Bu bîat, Kureyşliler tarafından duyuldu. Mekkelilerin içine bir korku düştü. Hazret-i Osmân'ı derhâl serbest bıraktılar. Peygamberimiz ile sulh yapmak için Amr İbn-i Süheyl başkanlığında bir heyet gönderdiler. Uzun bir görüşmeden sonra, on sene geçerli kalacak olan "Hudeybiye Antlaşması" imzâlandı. [Antlaşmanın şartlarını, inşâallah öbür haftaki makâlelerimizde ele alalım.]
.Hudeybiye Antlaşması'nın başlıca şartları
2014-12-05 01:00:00
Hudeybiye antlaşması, on yıl süreyle yapıldığı hâlde, iki yıl sonra müşrikler, verdikleri söze uymayarak antlaşmayı bozdular. Müslümânlar ise, bu kısa süren sulh döneminden çok mühim netîceler elde ettiler.
Geçen haftaki 2 makâlemizde, "Hudeybiye Musâlehası"nı (yani antlaşmasını, sözleşmesini] özet olarak anlatmaya çalıştık. Bugün artık maddelere geçebiliriz. "Hudeybiye Antlaşması"nın başlıca şartları şunlardı:
1. Bu antlaşma on yıl geçerli olacak, bu zaman içinde iki taraf birbiriyle harb etmeyecekler. 2. Müslümânlar, bu sene Kâbe'yi ziyâret etmeyecek; ancak bir sene sonra ziyâret edecekler. 3. Kâbe'yi ziyârete gelen Müslümânlar üç gün kalacaklar. Yanlarında yolcu silâhından başka silâh bulundurmayacaklar. 4. Müslümânlar, Kâbe'yi tavâf ederken, Mekkeli müşrikler dışarı çıkacaklar, Müslümânlarla temâs etmeyecekler. 5. Kureyşlilerden biri, velîsinin izni olmadan, Müslümânlar tarafına geçerek Medîne'ye giderse iâde edilecek. Müslümânlardan biri, Kureyş tarafına geçerek Mekke'ye giderse iâde edilmeyecek. 6. Diğer Arap kabîleleri istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler; Müslümânlarla veya müşriklerle birleşmekte serbest kalacaklar...
Bu antlaşmadan sonra, Peygamber Efendimiz Hudeybiye'de yirmi gün kadar kalmıştır. Medîneden getirdikleri kurbânlarını burada kestiler ve Medîne'ye döndüler. Dönerken yolda "Fetih" sûresi nâzil oldu. Bu sûrede, Hudeybiye Antlaşması'nın birçok fetihlere başlangıç olduğu bildirildi. Müslümânlara fetih ve zafer kapısı açıldı.
Antlaşma gereğince Müslümân olduğu halde, Medîne'ye gitmeleri engellenen Müslümânlar, birer-ikişer, Şâm yolu üzerinde "Îs=Ays" denilen bir yere toplandılar. Sayıları üç yüze ulaştı. Şâm'a giden ticâret yolunun kapandığını ve ticâretlerinin engellendiğini gören Kureyşliler, elçi göndererek, daha önce Medîne'ye gitmeleri engellenen Müslümânların Medîne'ye gidebileceklerini, anlaşmanın bu maddesinden vazgeçtiklerini bildirdiler...
Hudeybiye antlaşması, on yıl süreyle yapıldığı hâlde, iki yıl sonra müşrikler, verdikleri söze uymayarak antlaşmayı bozdular. Müslümânlar ise, bu kısa süren sulh döneminden çok mühim netîceler elde ettiler. İki yıl içinde Müslümânların sayısı birkaç misli arttı. Bu antlaşma ile Müslümânlar, ilk defâ bir devlet ve bir kuvvet olarak kabûl edilmiş oldu. Bir yıl sonra da Peygamber Efendimiz, Eshâbıyla birlikte Mekke'ye giderek Ka'be-yi muazzamayı ziyâret ettiler.
Bundan sonra çevredeki hükümdârlara, İslâma davet mektupları yazıldı. Her geçen gün insanlar Müslümân olmakla şerefleniyordu. Peygamber Efendimizin vefâtına kadar İslâmiyet, bütün Arap Yarımadasına yayıldı.
."Bîat-ı Rıdvân" nedir?
2014-12-06 01:00:00
Kur'ân-ı kerîmde "Bîat-ı Rıdvân" yapanlar hakkında meâlen buyuruldu ki: "Andolsun ki, Allahü teâlâ, seninle o ağacın altında bîat ettikleri vakit mü'minlerden râzı olmuştur."
Geçen haftaki 2 makâlemizde ve dün bahsettiğimiz "Hudeybiye Musâlehası" esnâsında, H. 6 (M. 627) senesinin Zil-ka'de ayında, "Hudeybiye" denilen yerde, Resûlullah Efendimiz, mübârek sırtını "Semüre" ismindeki ağaca verip, Eshâb-ı kirâm ile ölünceye kadar sabır ve sebâtla, aslâ firâr etmemek şartıyla bağlılık anlaşması yaptılar. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile 1400-1500 kadar Eshâb-ı kirâmı arasında yapılan bu sözleşmeye "Bîat-ı Rıdvân" denilir.
Eshâb-ı kirâm, inanmayanlara karşı sanki tek bir kalp ve tek bir vücûd olmuşlardı. Bu bağlılık ve sevgileri, Peygamber Efendimizin etrâfında çelikten bir kale meydâna getirmişti. Birlik ve beraberliğin, kardeşliğin, inanmanın en güzel örneğini vermişlerdi. Bunu gören Mekkeli müşrikler korktular. "Aman bunlar yek-vücût olmuşlar. Bu bağlılık ve sevginin karşısında durulmaz. En iyisi biz onlarla anlaşalım" dediler. Elçi gönderip anlaşma imzâladılar. İşte bu anlaşmaya "Hudeybiye Antlaşması" denildi.
Kur'ân-ı kerîmde "Bîat-ı Rıdvân" yapanlar hakkında meâlen buyuruldu ki:
"Andolsun ki, Allahü teâlâ, seninle o ağacın altında bîat ettikleri vakit mü'minlerden râzı olmuştur." (Fetih sûresi, 18) Bu âyet-i kerîmede, "Bîat-ı rıdvân"a katılan Eshâb-ı kirâm medh edildi...
"Bîat"ın ("bey'at" şeklinde de telaffuz edilir) başlıca üç ma'nâsı vardır:
1. Sözleşme, söz verme, teslîmiyet.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
"Ey Resûlüm! Mü'min kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, kız çocuklarını öldürmemek, herhangi bir iyilik husûsunda sana isyân etmemek üzere, seninle bîatleşmeye geldikleri zaman bîatlerini kabûl et. Onlar için Allah'tan mağfiret (günâhlarının affını) dile. Muhakkak ki Allahü teâlâ, tövbe edeni affedici, tâatle, beğendiği işleri yapanlara pek merhametlidir. (Mümtehine sûresi, 12)
2. Devlet başkanı durumunda olan kimseye, "senin başkanlığını, idâreciliğini kabûl ettim, iyi ve faydalı her sözüne itâat edeceğim" şeklinde söz vermek, bağlılığını bildirmek.
Bu çeşit bîat, Peygamber Efendimizin vefâtından sonra, "Benî Sakîfe" denilen yerde, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) halîfe seçilirken görülür. Burada, Hazret-i Ebû Bekr'e ilk bîatı, Hazret-i Ömer (radıyallahü anhümâ) yapmıştır.
Bundan sonra İslâm devletlerinde, devlet başkanına itâat edilmesi ve sözünün dinlenmesi için bîat esâs olmuştur.
3. Tasavvufta bir terim ["Bîat" tabîri tasavvufta da üç ayrı manâyı ifâde eder.]
.Adâletin güzelliği ve zulmün kötülüğü
2014-12-12 01:00:00
İnanan kimseler, bütün insanların hem bu dünyâda, hem de âhirette huzur içerisinde yaşamalarını istemişler, ellerinden gelen gayretle bunu sağlamak için çalışmışlardır.
Hemen makâlemizin başında şunu ifâde edelim ki, zulüm, Allahü teâlânın aslâ râzı olmadığı, mukaddes dînimiz İslâmiyete göre en büyük günâhlardan olup düşmâna bile yapılması yasaklanmış bir iştir. Yasaklığı âyet-i kerîmeler, hadîs-i kudsîler ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir.
Târih boyunca meydâna gelen elîm hâdiseleri bir tarafa bırakarak, sâdece günümüzde dünyâmızın bazı kısımlarında meydâna gelen birtakım acı olayları inceleyecek olursak yüreklerimiz ürperiyor.
Yüce Allah, insanların îmân etmelerini ve kardeşçe yaşamalarını emretmiştir. Allahü teâlânın yeryüzündeki halîfesi olan Hazret-i Âdem, bütün çocuklarına ve torunlarına kardeşliğin esâslarını anlatmış, insanlara nasıl uygulanacağını göstermiş, bu ilk Peygamberden son Peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar Allah'ın bütün elçileri de bu yolda yürümüşlerdir.
Ama târih boyunca inanan insanlar olduğu gibi, maalesef inanmayan, küfre sapan kimseler de dâimâ bulunmuştur. Tabîî ki îmân bir nasip meselesi olduğu için, îmân aydınlığına ulaşan bahtiyâr insanlar olduğu gibi, maalesef küfür karanlıklarında kalmakta ısrâr eden, çirkin işlere tâlip olan kimseler de dâimâ mevcut olagelmiştir ve bundan sonra da bulunacaktır. Hâlbuki îmân ehli olan/inanan kimseler, bütün insanların hem bu dünyâda, hem de âhirette rahat ve huzur içerisinde yaşamalarını istemişler, ellerinden gelen gayretle bunu sağlamak için çalışmışlardır. Fakat menfaatleri haleldâr olan kimseler, haksızlığa ve zulme sapmışlar, ortalığı karmakarışık hâle getirmişler, sâdece kendileri değil, herkesi perişân etmişlerdir. Günümüzde, çoluk-çocuk, kadın-kız, yaşlı-genç demeden insanların öldürülmelerine, evlerinin-barklarının yıkılmasına, mallarının alınmasına, ırz ve nâmûslarına tasallutta bulunulmasına, işlenen çeşit çeşit zulümlere maalesef bütün dünya seyirci kalmaktadır.
Yüksek ahlâkın temsilcisi olan Peygamberler, onların sonuncusu olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), onları örnek alan İslâm ülkelerinin devlet başkanları ve orduları, inanmayanlara da acımışlar, onların da kurtuluşu için ellerinden gelen gayreti sarf etmişlerdir.
Müslümânlar, târih boyunca düşmânlarına bile âdilâne davranmışlardır; şimdi kendilerine kuyu kazmaya çalışan İslâm düşmânlarının gazab-ı İlâhîye uğrayarak bu kuyuya bizzât kendilerinin düşebileceklerini de hâtırlatmak isteriz. Son cümle olarak şunu ifâde edelim ki: "Alma mazlûmun âhını, çıkar âheste âheste
.Dünyada İslâm adâletine olan ihtiyaç
2014-12-13 01:00:00
"Bu ahidnâme (sözleşme) kıyâmet gününe kadar devâm edecek, dünyâ sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiçbir kimse, bunun aksine bir harekette bulunmayacaktır."
Müslümânların, ehl-i kitâba/Yahûdîlere ve Hıristiyânlara yapmakla mükellef oldukları muâmele şekli, bizzât Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün Müslümânlara hitâben yazdırdığı bir mektupta açıkça bildirilmiştir. [Bu mektûbun aslı, Ahmed Ferîdûn Beğ'in (v. 991/1583) "Mecmûa-i Münşeâtü's-selâtîn" kitâbında (C.1, S.30) yazılıdır.]
Bundan 14-15 asır evvel, İslâma inanmayan kimselerin bile insan haklarını açıkça ortaya koyan bu târihî mektûbu herkes okumalıdır. Bugün insanlığa, adâlete, merhamete muhtaç olan bütün benî beşere/Âdem oğullarına ithâf olunur. [Makâlemizin hacmi müsâid olmadığından mektûbun sâdece bazı kısımlarını arz edebileceğiz]:
"... Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu yazıyı, Müslümân olmayan bütün kimselere verdiği ahdi/sözü tevsîk için kaleme aldırdı. Her kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultân, ister başkası olsun, Cenâb-ı Hakka karşı isyân, Onun dîni ile istihzâ etmiş sayılır ve Cenâb-ı Hakk'ın la'netine müstehak/lâyık olur. Eğer Hıristiyân bir râhip/papaz veyâ bir seyyâh/turist ..... ibâdet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle berâber, onlardan her türlü teklîfleri kaldırdım. Onlar, benim himâyem/korumam altındadırlar. Ben onları, başka Hıristiyânlarla yaptığımız ahidler mûcibince, ödemeye mecbûr/borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Cizye, harâc vermesinler veyâ kalpleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebretmeyin/zor kullanmayın.
Onların dînî reîslerini makâmlarından indirmeyin. Onları, ibâdet ettikleri yerlerden çıkarmayın. Bunlardan seyâhat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının/kiliselerinin hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslümân mescidleri için kullanılmasın. Her kim bunlara riâyet etmezse, Allah'ın ve Resûlü'nün kelâmını dinlememiş ve günâha girmiş olur...
Kendileriyle bir müzâkere yapmak îcâb ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir... Nerede olursa olsunlar, bir Müslümân erkekle evli olan Hıristiyân kadınlara, fenâ muâmele etmeyiniz! Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dînlerine göre ibâdet etmelerine mâni olmayınız!.. Bunlara kilise tamirlerinde yardımcı olunacaktır...
Bu ahidnâme (sözleşme) kıyâmet gününe kadar devâm edecek, dünyâ sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiçbir kimse, bunun aksine bir harekette bulunmayacaktır."
Bu ahidnâme Hazret-i Alî Efendimize (radıyallahü teâlâ anh) yazdırılmıştır.
.Başkalarının hukukuna saygı göstermek
2014-12-19 01:00:00
İnanan kimseler, bütün insanların hem dünyada, hem de âhirette rahat ve huzur içerisinde yaşamalarını istemişler, ellerinden gelen gayretle bunu sağlamaya çalışmışlardır.
Bizler biliyoruz ki, dünyada, insanlık hayâtının başlangıcından itibâren, iyi insanların yanı sıra, dâimâ, kötü insanlar da bulunagelmiştir. Dünyaya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), iyilikleri, güzellikleri, ahlâkı, insanlığı, medeniyeti, ilim ve irfânı, velhâsıl daha ne kadar güzel ve müsbet şey varsa, bunların hepsini temsîl etmiştir. Diğer bütün Peygamberler de böyle yapmışlardır.
Âdem (aleyhisselâm)'ın çocuk ve torunlarından, onun bu güzel ve doğru yolunda yürüyenler olduğu gibi, o aydınlık yoldan ayrılıp maalesef karanlık yollara sapanlar da bulunmuştur. Nitekim Kâbil, kardeşi Hâbil'i öldürerek yeryüzünde ilk kan akıtan kimse ve kâtillerin başı olmuştur. Hâlbuki yüce Allah, insanların îmân etmelerini ve kardeşçe yaşamalarını emretmiştir.
Târih boyunca inanan insanlar olduğu gibi, inanmayan, küfre sapan kimseler de dâimâ bulunmuştur. Kendisini yoktan yaratan, varlıkta durduran, muhtaç olduğu her nimeti lutfeden Rabbini bile inkâr eden bu insanlar, hep kötülüklere tâlip olmuşlar, çirkinlikleri istemişler ve maalesef yeryüzünde fitne ve fesâd çıkarmışlardır.
Hâlbuki îmân ehli olan, inanan kimseler, bütün insanların hem dünyada, hem de âhirette rahat ve huzur içerisinde yaşamalarını istemişler, ellerinden gelen gayretle bunu sağlamak için çalışmışlardır.
Yüksek ahlâkın temsîlcisi olan Peygamberler ve onların sonuncusu olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), inanmayanlara da acımışlar, onların da kurtuluşu için ellerinden gelen gayreti sarf etmişlerdir. Âdetâ denize düşen insanları kurtarmak için koşan, onlara sağlam halat atan, dalgalı denize kurtuluş filikası indiren insanlar misâli, Peygamberler de mübârek ellerini bütün insanlara uzatmışlardır. Tabîî ki îmân bir nasip mes'elesi olduğu için, îmân aydınlığına ulaşan bahtiyâr insanlar olduğu gibi, maalesef küfür karanlıklarında kalmakta ısrâr eden, çirkin işlere tâlip olan kimseler de dâimâ mevcut olagelmiştir.
Şurası kesin bir husûstur ki, mü'minler kâfirlerin yaşamalarına karışmadıkları hâlde, inanmayanlar inananları dâimâ taciz etmişler, onlara çeşitli ezâ ve cefâlar yapmışlar, cânlarına kıymışlar, mâllarını da almışlar, hattâ ırzlarına da tasallutta bulunmuşlardır...
Netîce olarak, makâlemizi bir cümle hâlinde özetleyecek olursak, her kişi, sâdece kendisini düşünmemeli, başkalarının hukûkuna da riâyet etmelidir...
.Cenâb-ı Hakk'ın yardımına kavuşabilmek için...
2014-12-20 01:00:00
Allahü tealanın yardımına kavuşabilmek için hâlisâne ve cân u gönülden O'na münâcâtta bulunmak, tazarru ve niyâz eylemek, yalvarmak gerekmektedir...
Bugün dünyanın pekçok yerinde, insanlara, özellikle Müslümanlara çeşit çeşit zulümler yapılmaktadır. Bunlara ne Birleşmiş Milletler, ne Avrupa Birliği, ne de NATO 'dur' demektedir!
Maalesef İslâm Âleminden de herhangi bir ses çıkmamaktadır... Bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın yardımına kavuşabilmek için hâlisâne ve muhlisâne, cân u gönülden O'na münâcâtta bulunmak, tazarru ve niyâz eylemek, yalvarmak gerekmektedir...
Şimdi burada, Allahü teâlânın, mazlûmlara yardımcı olacağına dâir bir menkıbe anlatalım:
Horasân vâlîsi Abdullah bin Tâhir, çok âdil bir kimse idi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâlîye bildirmişlerdi. Hırsızlar getirilirken birisi yolda kaçmıştı... O sırada Hirâtlı bir demirci de, Nişapur'a gitmişti. Demirciyi o gece jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâlîye çıkardılar. Vâlî dedi ki: "Bunların hepsini hapsedin."
Bir suçu olmayan demirci, hapishânede hemen abdest alıp namaza durdu. Namazdan sonra, "Ya Rabbî! Bir suçum olmadığını ancak Sen biliyorsun. Beni bu zindândan ancak Sen kurtarırsın" diye gözyaşlarıyla duâ etti...
Vâlî uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek'at namaz kıldı. Tekrâr uyudu. Tekrâren o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlûmun âhı olduğunu anladı.
Vâlî, hemen hapishâne müdürünü çağırtıp sordu: "Acaba bu gece hapishânede mazlûm birisi kalmış mı?"
Müdür dedi ki: "Bunu bilemem efendim. Yalnız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor. Göz yaşları döküyor."
Vâlî dedi ki: "Hemen o adamı buraya getiriniz."
Demirciyi vâlînin yanına getirdiler. Vâlî onun hâlini sorup durumu anladı ve ona dedi ki: "Sizden özür diliyorum. Hakkınızı helâl ediniz ve şu bin gümüş hediyemi de kabûl ediniz. Herhangi bir arzûnuz olunca da bana geliniz."
Demirci de cevâbında dedi ki: "Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi de kabûl ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem."
Vâlî dedi ki: "Neden gelemezsiniz?"
Demirci de şu cevâbı verdi: "Çünkü benim gibi bir fakîr için, senin gibi bir sultânın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın."
.Kânûnî Sultân Süleymân Hân hakkında...
2015-01-09 01:00:00
Babası Yavuz Sultân Selîm Hân, annesi Âişe Hafsa Sultân olan ve 27 Nisan 1495'te Trabzon'da doğan Sultân Birinci Süleymân Hân, Osmânlı Devletinin 10. Sultânıdır...
Birkaç gün önce bir kişi, Kânûnî Sultân Süleymân Hân ve Osmânlının en büyük âlimlerinden Şeyhul-islâm Ebussuûd Efendi hakkında, uygun olmayan bazı sözler söyledi. Böylece Osmânlının en ihtişâmlı pâdişâhı ve en büyük âlimlerinden biri hakkında yapılan menfî propagandaların hangi boyutlara ulaşmış olduğunu gördüm ve anladım.
Büyük şahsiyetler hakkındaki bilgilerimizi, makbûl ve mu'teber kaynaklardan almamızın ne kadar zarûrî olduğu, böylece bir kerre daha açık-seçik bir tarzda ortaya çıkmıştır. Bu vesîleyle, ben de sizlere, bu iki önemli şahsiyet hakkında, mu'teber kaynaklarda geçen bazı bilgileri, deryâdan damla misâli takdîm etmek istedim...
Babası Yavuz Sultân Selîm Hân, annesi Âişe Hafsa Sultân olan ve 27 Nisan 1495'te Trabzon'da doğan Sultân Birinci Süleymân Hân, Osmânlı Devletinin 10. Sultânı ve İslâm halîfelerinin de 75.sidir. "Kânûnî" sıfatıyla meşhûr olan bu zâta, Avrupalılar, "Büyük Türk" ve "Muhteşem Süleymân" lâkaplarını vermişlerdir.
Özet olarak bildirecek olursak, tahta cülûsu: 30 Eylül 1520, Saltanatı: 46 yıl, Vefâtı: 7 Eylül 1566, Kabri: İstanbul'da Süleymâniye Câmii Bahçesi'ndedir.
On beş yaşına kadar Trabzon'da kalarak, babası Yavuz Sultân Selîm'in vazîfelendirdiği devrin büyük âlimlerinden çok ciddî dersler almıştır.
Yavuz Sultân Selîm Hân'ın vefâtında, Manisa'da bulunan Şehzâde Süleymân, Vezîr-i A'zam Pîrî Mehmed Paşa vâsıtasıyla İstanbul'a davet edilip 30 Eylül 1520'de tahta çıkmıştır.
Sultân Süleymân Hân devrinde, "Türk Asrı" denilen on altıncı yüzyılın ortalarında, Osmânlı Devletinin kara ve deniz orduları dünyâda birinciydi. Kültür ve San'at faaliyetleri de zirvede, doruk noktasındaydı... İlim, kültür ve san'at müesseselerinde Kânûnî'nin himâyesinde, kıymetli şahsiyetler yetişip her biri eşsiz eserler vermişlerdir. Devrinde yetişen tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer İslâmî ilimlerde; Ahmed İbn-i Kemâl Paşa-zâde, Ebüssuûd Efendi, Zenbilli Alî Cemâlî Efendi, Taşköprülü-zâde, Kınalı-zâde Alî Efendi, Coğrafya'da Pîrî Reîs ve Seydî Alî Reîs ile nice edîb ve şâirler, minyatürde ve târih yazıcılığında Matrakçı Nasûh meşhûrdu. Bu devirde yetişen Mî'mâr Koca Sinân, Türk-İslâm san'atının şâheserleri olan eserler yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân, çok eser yaptırdı. İstanbul'da Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Sultân Selîm, Şehzâdebaşı, Cihangîr câmileri; Rodos'ta kendi adıyla anılan bir câmi; yine Anadolu, Rumeli ve Adalar'da muhteşem câmiler; medreseler, hastahâneler, yollar ve köprüler, Büyük Sultân'dan günümüze kalan bazı yâdigârlardır.
.Kânûnî'nin gayesi İslâmiyeti yaymaktı
2015-01-10 01:00:00
Sultân Süleymân Hân, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamıdır. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyeti yaymaktan başka bir şey düşünmedi.
Dünkü makâlemizde, kısaca kendisinden bahsettiğimiz Kânûnî Sultân Süleymân Hân, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamı, halîfe ve edîbtir. ["Muhibbî" mahlasıyla şiirlerinin toplandığı Dîvân'ı vardır.] Hayâtı seferden sefere koşmakla ve muhârebe meydânlarında geçen Kânûnî devrinde, Osmânlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyeti yaymaktan başka bir şey düşünmedi. [Bu düşüncesini hala-zâdesi, Gâzî Bâlî Beye yazdığı mektup çok güzel ifâde etmektedir.]
İleri görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin psikolojisini iyi bildiğinden çok sevilirdi. Adam seçmesini ve yetiştirmesini gâyet iyi bildiğinden, devlet kadrolarında kıymetli şahsiyetleri vazîfelendirdi.
Vakûr, azim ve irâde sâhibiydi. Müsâmaha sâhibi olmasına rağmen, dîn ve devlet aleyhine olan hareketleri affetmezdi.
O, memleketin iç işlerini düzeltip bütün Osmânlı ülkesinde huzûr ve sükûnu temîn ettikten sonra, Yavuz Sultân Selîm Hân devrinde (1512-1520) emniyete alınan doğu hudûdundan da emîn olarak, ilk seferlerini Avrupa üzerine yaptı.
Avrupa Seferleri: "Belgrad", "Mohaç", "Avusturya", "Alman", "Boğdan", "Budin", "Estergon (Avusturya)", "Zigetvar"... seferleri gibi çok büyük ve son derece mühim seferlerdir. Bu seferler, İslâmiyeti ve Müslümânları, Hıristiyân âlemine karşı müdâfaa için, yine kendisine sığınan ve yardım isteyen Hıristiyânların cân, mâl ve ırzlarını korumak için yapılmış seferlerdir.
Târih kitaplarında yazıldığı üzere, Kânûnî, batıda Hıristiyân Avrupa devletleri ile mücâdele ederken, İrân'daki Şîî Safevî Devleti de, Osmânlılara karşı Mukaddes Roma-Cermen Devletiyle ittifâk kurup Doğu Anadolu'da hudûdu tecâvüz ettikleri gibi, Sünnî ahâlîye de zulmediyorlardı. Şâh Tahmasb'ın bu düşmânca davranışları karşısında, Sultân Süleymân Hân harekete geçmiş, 27 Eylül 1434'de Tebrîz'e girmiştir. Safevîlerin zulmünden bunalan şehir halkı, Kânûnî'yi ve Osmânlı ordusunu sevinçle ve bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır... Bölgedeki Şîî Safevî hâkimiyeti sona erdirilip Bağdâd dâhil Basra ve diğer bazı yerler Osmânlı ülkesine katılmıştır.
30 Kasım 1534'te Bağdâd'a giren Kânûnî Sultân Süleymân Hân, A'zamiyye'deki İmâm-ı A'zam hazretlerinin kabrini ziyâret edip üzerine büyük bir türbe yapılmasını emretmiştir.
1534-1535 kışını Bağdâd'da geçiren Sultân, Bağdâd ve civârındaki mübârek yerleri, Kerbelâ'da Hazret-i Alî ve Hazret-i Hüseyin'in makâmlarını ziyâret etmiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imâret yaptırmıştır. 8 Ocak 1536'da İstanbul'a dönmüştür.
.Ebüssuûd Efendi'yi doğru olarak tanımak lazım
2015-01-16 01:00:00
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi, Kanunî Sultân Süleymân Hân'ın sevip değer verdiği, pek kıymetli bir âlimdi. Kanunî, onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu.
1490 (H. 896) senesinde İskilip'te doğan [kendi vakfiyesinde İskilip'te doğduğu yazılıdır], 25 Ağustos 1574 (H. 982) yılında İstanbul'da vefât eden ve "Hoca Çelebî" adıyla da tanınan Ahmed bin Muhammed [Ahmed bin Mustafâ], "Ebü's-sü'ûd el-'İmâdî [Ebüssuûd Efendi]" ismiyle meşhûr olmuştur. [Bağdâdlı İsmâîl Paşa, Ebussuûd Efendi'nin isminin Mehmed değil Ahmed olduğunu tesbit etmiştir.]
Âlimler yetiştiren bir âileye mensuptur. Dedesi, Ali Kuşçu'nun kardeşi Mustafâ İmâdî olup Semerkand'dan Anadolu'ya gelip yerleşmiştir. Babası âlim ve kâmil bir zât olup "Hünkâr şeyhi" olarak bilinirdi.
Ebüssuûd Efendi, önce babasından ilim öğrendi. Gençlik çağında da babasının derslerine devam ile icâzet (diploma) aldı. Babasından sonra, Müeyyed-zâde Abdurrahmân Efendi, Mevlânâ Seyyid-i Karamânî ve İbn-i Kemâl Paşa'dan ilim öğrendi.
Tahsîlini tamâmladıktan sonra, yirmi altı yaşında müderris oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. 1532'de önce "Bursa Kâdılığı"na, bir sene sonra da "İstanbul Kâdılığı"na tayin edildi. Üç sene "İstanbul Kâdılığı" yaptı. 1537'de "Rumeli Kazaskerliği"ne tayin edildi. Sekiz sene de bu vazîfede bulundu.
On altıncı asrın meşhûr Osmanlı âlimlerinden olup on üçüncü Osmanlı Şeyhülislâmıdır. Tefsîr, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük âlimdi. Ebüssuûd Efendi, Kanunî Sultân Süleymân Hân'ın sevip değer verdiği, pek kıymetli bir âlimdi. Kanunî, onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541'de Pâdişâh'ın emri üzerine, Budin'in ve Orta Macaristân'ın tapu ve tahrîr işlerini yaptı.
1545 senesinde elli beş yaşındayken, Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi'den sonra Şeyhülislâm oldu. Kanunî Sultân Süleymân ile İkinci Sultân Selîm Hân'ın saltanatları zamanında, 30 sene Şeyhülislâmlık yaparak, dîn ve devlete üstün hizmetlerde bulundu. [Toplam hizmeti 46 sene.]
Osmânlı Sultânlarından İkinci Selîm, Üçüncü Murâd ve Üçüncü Mehmed'in zamanlarında yetişen ilim adamlarının çoğunun hocasıdır. Bunlardan bazıları şu zâtlardır: Ma'lûl-zâde Seyyid Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa'deddîn, Bostân-zâde Mehmed Sun'ullah Efendi, Bostân-zâde Mustafâ, meşhûr şâir Bâkî Efendi, Hâce-i Sultânî Atâullah Efendi, Kınalı-zâde Hasan ve Alî Cemâlî Efendi'nin oğlu Fudayl Efendi...
Ebüssuûd Efendi dînî hükümleri çok iyi bilen, sağlam karakterli, kimseye haksızlık etmeyen, hâtır için aslâ söz söylemeyen, gâyet tedbîrli bir âlimdi. Devrin durumunu, şartlarını, halkın örf ve âdetlerini dikkate alır, işlerinde dînin emirlerinden aslâ dışarı çıkmazdı.
.Bursa Kadılığından Şeyhülislâmlık makamına
2015-01-17 01:00:00
Ebüssuûd Efendi; önce Bursa Kâdılığına, sonra İstanbul Kâdılığına, daha sonra da Anadolu Kâdıaskerliğine tayin edildi. Bundan sonra da Şeyhülislâmlık makâmına getirildi.
Ebüssuûd Efendi'nin dedesinin babası Mehmed Kuşçu, Timur Hân'ın torunu olan Uluğ Bey'in yakını ve Doğancıbaşısı idi. Senelerce Uluğ Bey'in hizmetinde bulunup sevgisini kazanmıştı. Mehmed Kuşcu'nun oğulları Ali Kuşçu ve Ebüssuûd Efendi'nin dedesi olan Mustafâ İmâdî, Uluğ Bey'in elinde yetişip ilim öğrenmişlerdir. Mustafa İmâdî, bilhâssa tasavvufta yetişip ilerlemiştir.
Ebüssuûd Efendi, 939 (m. 1532) senesinde Bursa Kâdılığına tayin edildi. Bu vazîfede başarılı olan İstanbul Kâdılığına, İstanbul Kâdılığında muvaffak olan da Anadolu Kâdıasker[kazasker]liğine tayin edilirdi. Bundan sonra da Şeyhülislâmlık makâmına getirilirdi.
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi, tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve diğer ilimlerde büyük âlim idi. Kanunî Sultân Süleymân Hân, devrinde âlimler arasında bir mes'ele hakkında farklı bir hüküm ortaya çıksa, Ebüssuûd Efendinin tarafını tercîh ederdi...
Ebüssuûd Efendi, o devirde, devlet kânûnlarını dînin hükümlerine uygun şekilde te'lîf etmiştir. "Tımâr" ve "zeâmet"lere dâir mevzûlarda verilen karârlar, genellikle Ebüssuûd Efendi'nin fetvâlarına dayanmıştır. "Mülâzemet usûlü" de onun zamânında tesîs edilmişti. Kanunî, "Arâzî Kânunnâmesi"ni de Ebüssuûd Efendi'ye hâzırlatmıştır.
Kanunî Sultân Süleymân Hân'ın cenâze namazını Ebüssuûd Efendi kıldırdı. Pâdişâh'ın vefâtı üzerine bir mersiye yazdı. Bu mersiyesi, edebiyâttaki yüksek derecesini de göstermiştir. Ebüssuûd Efendi, sekiz sene de İkinci Selîm Hân zamânında Şeyhülislâmlık yaptı.
İstanbul ve İskilip'te hayrât yaptırdı. İskilip'te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilibî'nin ve annesinin medfûn bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul'da, Eyyûb'de bir medrese yaptırdı. Kabri, bu medresenin yanındadır [Eyyûb Sultân Câmii karşısındadır].
Yine İstanbul'da Şehremini ve Mâcuncu semtlerinde birer çeşme ve hamâm yaptırmıştır. Mâcuncu'da bir konağı ve Sütlüce'de bahçeli bir yalısı vardı. Meşhûr Tefsîri "İrşâdü'l-Akli's-selîm ilâ Mezâye'l-Kur'âni'l-Kerîm"i bu yalıda yazmıştır.
Ebüssuûd Efendi, 25 Ağustos 1574 târihinde 84 yaşında vefât etti. İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan, vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenâze namazını Kazasker Muhşî Sinân Efendi, Fâtih Câmiinde kıldırdı. Cenâze namazı için o devrin âlimleri, vezîrler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. İkinci Selîm Hân, Ebüssuûd Efendi'nin vefâtından dolayı pek ziyâde üzülmüştür.
.Kanunî'nin Şeyhülislamı: Ahmed İbn-i Kemâl Paşa
2015-01-23 01:00:00
Osmanlı Devleti, o devirde dünyanın yarısına hükmeden muazzam bir devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, İbn-i Kemâl Paşa'nın da büyük emekleri geçmiştir...
Bugün ve yarın inşâallah, Kanunî devrinin büyük âlimlerinden "Ahmed İbn-i Kemâl Paşa"dan bahsetmek istiyoruz... Esâs konumuza geçmeden evvel, şunları da ifâde delim:
Müfti-yüs-sekaleyn Ebüssuûd Efendi, başta muhteşem bir hükümdâr olan Kanunî Sultân Süleymân Hân, ilimde Zenbilli Alî Efendi ve Ahmed İbn-i Kemâl Paşa, İmâm-ı Birgivî gibi âlimlerin, edebiyâtta Fuzûlî ve Bâkî gibi şâirlerin, mi'mârîde Mi'mâr Sinân, târihte Selânikli Mustafâ ve Alî, Nişâncı Mehmed, coğrafyada Pîrî Reîs, denizcilikte Barbaros Reîs ve Turgut Reîs gibi meşhûr kimselerin bulunduğu bir devirde bulunmuş ve o da ilimdeki yüksek derecesi ve mahâretiyle, müderris, müftî ve kazasker olarak, en son olarak da şeyhülislâmlık makâmında [30 senesi şeyhulislâmlık olmak üzere toplam 58 sene] dîne, millete, memlekete ve devlete hizmet etmiştir.
Osmanlı Devleti, o devirde dünyanın yarısına hükmeden muazzam bir devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, diğer Osmânlı âlimleri gibi, Ebüssuûd Efendi'nin ve İbn-i Kemâl Paşa'nın da büyük emekleri geçmiştir. Hattâ bu ikisi, en çok emeği ve hizmeti geçen âlimlerdendir... Tefsîr ilminde büyük bir âlim olduğu için, Ebüssuûd Efendi'ye "Müfessirlerin hatîbi" unvanı verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "en-Nu'mânü's-sânî (İkinci İmâm Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müfti-yüs-sekaleyn (cinnîlerin ve insanların müftîsi)" ve Ahmed İbn-i Kemâl Paşa'dan sonra "Muallim-i sânî" lakabıyle tanınmıştır.
Ebüssuûd Efendi, bütün ilimlerde mâhir olup bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamanında Hânefî mezhebinin reîsliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve furû' mes'elelerinde tâm bir salâhiyete sâhib idi. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.
Şimdi gelelim bugün kendisinden bahsedeceğimiz zâta:
[Önce şunu ifâde edelim ki, İstanbul'da doğup 1808-1886 (H. 1223-1304) târihleri arasında yaşayan, Sultân Kethüdâlarından Seyyid İbrahim Ağa'nın oğlu olan, Süleymâniye Câmii bahçesinde medfûn, Osmânlı devlet adamlarından Ahmed İbn-i Kemâl Paşa, başka bir zâttır. Onun da devlet kademelerinde birçok görevi olmuştur; bazı eserler de yazmıştır.]
[Esâs mevzûumuz olan Müfti-yüs-sekaleyn Ahmed İbn-i Kemâl Paşa'dan inşâallah yarın bir nebze bahsetmeye çalışalım.]
.Askeriyeden ilmiye sınıfına uzanan yol...
2015-01-24 01:00:00
Ahmed İbn-i Kemâl Paşa, Sultân İkinci Bâyezîd Hânın seferlerine sipâhî olarak katıldı. Sonra, 33 yaşında askeriyeden [Binbaşı iken] ilmiye sınıfına geçti...
On beşinci ve on altıncı asırlarda yetişmiş Osmânlı âlimlerinin en meşhûrlarından olan, dedesi "Kemâl Paşa"ya nisbetle "İbn-i Kemâl" veya "Kemâl Paşa-zâde" diye meşhûr, lakabı "Şemseddîn" olan "Ahmed bin Süleymân bin Kemâl Paşa", 1468 (H. 873) senesinde Edirne'de doğdu. Dedesi ve babası Süleymân Çelebi'nin ümerâ sınıfından olmaları sebebiyle, o da, zamânın geleneği îcâbı, önce askerî sınıfa girdi. Sultân İkinci Bâyezîd Hânın seferlerine sipâhî olarak katıldı. Sonra, Filibe Medresesi müderrisi, Edirne'de Dârül-hadîs müderrisliği de yapan, âlim Molla Lütfi Efendi'nin, devlet ricâli nezdinde gördüğü ta'zîm ve hürmeti müşâhede edince, 33 yaşında askeriyeden [Binbaşı iken] ilmiye sınıfına geçti...
İbn-i Kemâl Paşa, zamanın tanınmış âlimlerinden ilim okuyup icâzet (diploma) aldı. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde derin âlim olarak yetişti.
Edirne'de "Taşlık Medresesi" adıyla bilinen "Ali Bey Medresesi"ne müderris tâyin edildi. Burada müderrisken, pâdişâhın emriyle "Tevârîh-i Âl-i Osmân" adlı eserini yazdı.
Daha sonra Üsküp'te İshâk Paşa, Edirne'de Halebiye ve Üç Şerefeli, İstanbul'da Sahn-ı Semân (Fâtih) ve Sultân Bâyezîd Medreselerinde müderrislik yaptı. Çok âlim yetiştirdi... Bu vazîfelerinden sonra Rumeli, peşinden de Anadolu kazaskeri oldu.
Mısır seferinde, Anadolu kazaskeri sıfatıyla Yavuz Sultân Selîm Hân'ın yanında bulunan İbn-i Kemâl Paşa, Pâdişâh'tan büyük bir i'tibâr gördü. Bu sefer dönüşünde İbn-i Kemâl Paşanın atının ayağından sıçrayan çamurların Pâdişâh'ın kaftanını kirletmesi üzerine, Yavuz Sultân Selîm Hân: "Ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur, benim için ziynet ve iftihâr vesîlesidir. Bu kaftanım, vefâtımdan sonra sandûkamın üzerine örtülsün" diye vasiyet etti. Bu vasiyeti yerine getirilmiştir.
1527 senesinde Şeyhülislâmlığa tâyin edilen İbn-i Kemâl Paşa, sekiz yıl bu görevde kaldıktan sonra, 1534 (H. 940) yılında İstanbul'da vefât etti.
İbn-i Kemâl Paşa bütün vaktini ilme veren âlimlerdendir. O, on altıncı asrın ilk yarısında Osmânlı kültürünün en büyük mümessili olarak görülmektedir... Tasavvufta da, ileri derece sâhibi olup büyük velîlerin teveccühünü kazanmıştır.
İbn-i Kemâl Paşa'nın ekserisi risâleler olmak üzere üç yüz civârında eseri vardır. Bu eserlerin çoğu yazma olup, otuz altı tânesi Ahmed Cevdet Paşa tarafından yayınlanmıştır.
."Silsile-i Aliyye"den Muhammed Ma'sûm Fârûkî
2015-01-30 01:00:00
Büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanları Hakk'a davet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i Aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür.
Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu, evliyânın meşhûrlarından, büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanları Hakk'a davet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i Aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi dördüncüsüdür.
Lakabı "Mecdüddîn" olup "el-Urvetü'l-vüskâ" sıfatıyla meşhûrdur. "El-Urvetü'l-vüskâ"; "sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim" demektir.
1599 (H.1007) senesinde Hindistân'ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan "Mülk-i Haydar" mevkıinde doğdu. 1668 (H.1079) senesinde Serhend'de vefât etti.
Muhammed Ma'sûm hazretleri, bu ümmette gelmiş-geçmiş olan en yüksek evliyâdandır. O doğduğu zaman babası; "Muhammed Ma'sûm'un dünyâya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübârek oldu. Onun doğmasından birkaç ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Bâkî-billah'ın) huzûruna kavuştum. Ona talebe oldum. Gördüklerimi orada gördüm" buyurmuştur.
Muhammed Ma'sûm Fârûkî (kuddise sirruh) küçük yaşta ilim tahsiline başladı. On bir yaşında iken; zikir ve murâkabe yolunu babasından aldı.
Tasavvufta yetişmesi ve makâmları aşması pek süratli oldu. Hâllere, yüksek makâmlara, eşsiz vâridâta ve kemâllere kavuşunca, mübârek babası kendisine mutlak icâzet verdi. Babasını, zâhir ve bâtın ilimlerinde adım adım tâkip etti...
Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun için: "Bu oğlum, sâbıkûndandır (bu ümmetin önde gelenlerinden, büyüklerindendir)" buyurdu. Daha küçük iken, babası kendisinde tâm bir olgunluk ve irşâd eserleri gördü. İsti'dâdının yüksekliğini anlayınca, teveccüh ve nazarı ile ona yönelip isti'dâdı altındaki gizli kemâlâtın açığa çıkmasını bekledi.
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Hâl, ilimden sonra olduğundan, ilim okumaktan başka çâre yoktur." Bu sebeple oğluna aklî ve naklî ilimleri okutmaya başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma'sûm hazretleri, ilim tahsîlinde bulundu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; "Tahsîlini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır" buyurdu.
Daha on dört yaşında iken babasına; "Ben, kendimde bütün âlemi güneş gibi aydınlatan bir nûr görüyorum. Eğer o sönerse, dünyâ karanlık ve zulmetli olur" diye arz edince, babası; "Sen zamânının kutbu olursun" buyurarak müjde vermiştir. Nitekim daha sonra bunu kendisi; "Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun. Vadedilen ele geçti. Babamın müjdelediklerine kavuştum" diye haber vermiştir. [İnşâallah yarın konumuza devâm edelim.]
.Dokuz yüz bin talebesi olan zat
2015-01-31 01:00:00
İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti Muhammed Ma'sûm hazretlerininki kadar yaygın bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olmuştur...
Dünkü makâlemizde kendisinden bir nebze bahsettiğimiz Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahimehullah), ilminin çoğunu babasının huzûrunda öğrendi. Hadîs ilminde babasından icâzet (diploma) aldı... On altı yaşında, bütün ilimlerin tahsîlini bitirdi. Sonra tamâmen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makâmlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu.
Bu tahsîli sırasında İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda şunları yazmıştır: "Bu günlerde oğlum Muhammed Ma'sûm, 'Şerh-i Mevâkıf'ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusûr ve hatâlarını iyi anladı. Faydası ve kârı çok oldu. Allahü teâlâya bu ihsânından dolayı hamd ve senâlar olsun."
Muhammed Ma'sûm (kuddise sirruh), babası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra, vaaz ve irşâd makâmına geçip talebe yetiştirmeye başladı.
İslâm târihinde rüşd ve hidâyeti onunki kadar yaygın bir âlim ve mürşid görülmemiştir. Dokuz yüz bin kişi ona talebe olup huzûrunda tövbe etmiş, talebelerinden yüz kırk bini velîlik mertebelerine kavuşmuş, yedi bini de mürşid-i kâmil (tâm ve olgun bir âlim) olarak yetişip irşâd ile emrolunmuştur.
Başta kendi altı oğlu, yetiştirdiği büyük âlim ve velîlerdendir. Altı oğlu, kemâl mertebelerinin en yüksek derecelerine çıkmışlar ve yüksek babalarına mahsûs nisbetten pay almışlardır. Altısı da kutb-i zaman olmuşlardır.
En önde gelen talebelerinden biri de, torunu Şeyh Ebü'l-Kâsım'dır. Kardeşi Muhammed Saîd'in oğlu "Hazret-i Vahdet" ismiyle bilinen Abdülehad da, meşhûr talebelerinden olup çok sırlara ve yüksek derecelere mazhar olmuştur.
Hâce Muhammed Hanîf Kâbilî de (rahmetullahi aleyh), Muhammed Ma'sûm hazretlerinin oğullarından sonra gelen en meşhûr talebelerinden olup icâzet verilen halîfelerindendir. Bundan sonra, Hâce Muhammed Sıddîk Peşâverî (rahmetullahi aleyh) seçilmiş talebelerindendir. Bu on halîfesi, talebelerinin en seçkinleridir.
Bunlarla berâber yedi bin halîfesi vardı. Halîfelerinden Ahmed-i Yekdest (rahmetullahi aleyh), Hicâz'a gönderilmiş ve orada İstanbul'un Eshâb-ı kirâmdan sonra üç büyük evliyâsından biri olan Muhammed Emîn Tokâdî'yi (rahmetullahi aleyh) irşâd etmiştir.
Diğer bir halîfesi Murâd-ı Münzavî (rahmetullahi aleyh) de, İstanbul'da yıllarca feyz saçmış, sohbetleriyle İstanbul halkını aydınlatmıştır. Eyüp Nişancası'nda medfûndur.
Hindistan'daki Bâbürlü Devletine elli sene hükümdârlık yapmış olan Âlemgîr Şâh da, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin halîfelerinden idi.
.Müslüman olanın ilk vazifesi nedir?
2015-02-06 01:00:00
Her Müslümânın, îmân edilmesi lâzım olan bilgileri yani Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan doğru i'tikâdı öğrenip bunlara inanması lâzımdır.
İslâm âlimlerinin buyurdukları üzere, yeni müslümân olan bir kimsenin veyâ bâliğ olan [bülûğa eren, ergenlik çağına gelen âkıl] bir Müslümân evlâdının, evvelâ "Kelime-i şehâdet"i söylemesi ve bunun manâsını öğrenip kalben inanması lâzımdır.
Her Müslümânın bu ilk vazîfeden sonra, îmân edilmesi lâzım olan bilgileri yani Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan doğru i'tikâdı öğrenip bunlara inanması lâzımdır.
Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitâblarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yani İslâmın beş şartını, helâl ve harâm olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. [Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmayan, ehemmiyyet vermeyen "mürted" olur. Yani Müslümân olduktan sonra, tekrâr kâfir olur.]
Dört mezhebin i'tikâdları birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan [uyan] bir Müslümâna "Ehl-i sünnet" veyâ "Sünnî" denir. Dört mezhebden birinde olmayan kimsenin îmânı bozulur. Yâ "bid'at sâhibi", yani sapık Müslümân olur. Yâhud mürted olur. Bunun her ikisi de, tevbe etmeden ölürlerse, muhakkak Cehenneme girecek, ateşte yanacaklardır.
Müslümânlardan, doğru yoldan ayrılanlara, "Bid'at sâhibi" denir. Doğru yol, Resûlullah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve Onun dört halîfesinin (aleyhimür-rıdvân) yoludur.
Sevgili Peygamberimiz buyurmuşlardır ki:
"Benden sonra Müslümânlar arasında çok ayrılık olacaktır. O zamanlarda yaşayanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidîn'in (aleyhimür-rıdvân) yoluna yapışsınlar. Sonradan meydâna çıkan [bid'atlerden, moda olan] şeylerden kaçınsınlar. Çünkü, dînde yenilik [reform] yapmak dalâlettir, doğru yoldan çıkmaktır. [Benden sonra, dînde yapılacak değişikliklerin hepsi dînsizliktir...]"
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (kuddise sirruh) "Gunyetü't-Tâlibîn" kitâbında buyuruyor ki:
"...Bid'at fırkalarının hiçbirisi, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Çihâr yâr-i güzîn'in/Hulefâ-i Râşidîn'in (aleyhimür-rıdvân) zamanlarında yoktu. Bunların meydana çıkmaları, ayrı ayrı yollara ayrılmaları, Sahâbe-i kirâmın (radıyallahü anhüm), Tâbiîn-i izâmın (rammetullahi aleyhim) ve Fukahâ-i seb'a hazerâtının [yedi büyük fakîh/fıkıh âlimi] vefâtlarından senelerce sonra idi."
.Öğrenilmesi farz olan ilimler hangileridir?
2015-02-07 01:00:00
Fıkıh okuyarak, helâli ve harâmı öğrenmelidir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde "Hikmet"i övmüştür. Tefsîr âlimlerinin çoğu "Hikmet, fıkıhtır" demişlerdir.
İslâm âlimlerinin kitaplarında yazdıklarına göre:
"Ehl-i sünnet i'tikâdını, farzları ve harâmları öğrenmek âkıl ve bâliğ, erkek ve kadın her Müslümâna farzdır. Bunları öğretmek ve kendisine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini ve hadîs ilmini öğrenmek farz-ı kifâyedir.
Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir....." [Abdülgani Nablusî, el-Hadîkatü'n-Nediyye, s. 324]
"Öğrenmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek fısktır. Fâsıkların şâhitliği kabul olmadığı için, şâhitlere itirâz olunduğu zaman, hâkim şâhitlere fıkıhtan sorar. Bilmezlerse, reddolundukları gibi, ta'zîr de olunurlar...
Kur'ân-ı kerîmden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, yani hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve muâmelât için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır.
Fıkıh okuyarak, helâli ve harâmı öğrenmelidir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde "Hikmet"i övmüştür. Tefsîr âlimlerinin çoğu "Hikmet, fıkıhtır" demişlerdir. Fıkıh bilgileri, dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhebden birinde bulunmayan fıkıh bilgisi câiz değildir..." [Seyyid Allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr fî Şerhi Tenvîri'l-Ebsâr, Önsöz]
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmaya ehemmiyet vermeyenin îmânı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabirde azâb çeker. Âhırette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yoktur.
Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işte kâfir olmak ihtimâli çoktur. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, her gün bir kerre istiğfâr etse, yani "Estağfirullah" dese, muhakkak afv olur, yanî, "Yâ Rabbî! Bilerek veyâ bilmeyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veya iş yaptım ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et" diyerek cân u gönülden tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe ve istiğfâr etmelidir.
.İslamiyetin üç mühim temeli nedir?
2015-02-13 01:00:00
İslâmiyyetin temeli üçtür: 1- İlim. İlim, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir. 2- Amel. İlme uygun olan iştir. 3- İhlâs. İlimde ve amelde ihlâs sâhibi olmaktır...
İslâm âlimlerinin eserlerinde, âhırette nimetlere kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu yazılıdır. Bu kitaplar dünyanın her yerinde çokça, bol miktarda vardır. Bu kitapları okuyup da inanmayana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmeyen kâfir olmaz; ama işitince, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" diyen ve buna inanan Müslümân olur.
İslâmiyyetin temeli üçtür: 1- İlim. İlim, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir. 2- Amel. İlme uygun olan iştir. 3- İhlâs. İlimde ve amelde ihlâs sâhibi olmaktır. İhlâs, ilmin ve amelin Allah rızâsı, Allah sevgisi ile olmasıdır; mâl, mevki ve şöhret için olmamasıdır.
İslâmın birinci şartı, îmân olup kalb ile inanmak ve dil ile de söylemektir. Diğer dört şart ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet edilecek ibâdetlerdir. Namaz, bütün ibâdetleri kendisinde toplamıştır ve hepsinden daha üstündür.
"Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerektir. Çünkü, Allahü teâlâ, istediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez; intikâm alıcıdır ve ganîdir. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir." [Mevlânâ Muhammed Rebhâmî, Rıyâdu'n-nâsıhîn, IV. kısım, II. bâb, 3. Fasıl]
Dinde yapılması yasak edilenlerden, mümkin olduğu kadar sakınmalıdır. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri, öldürücü zehir bilmelidir. Kusûrlarını düşünüp, bunları yaptığına mahcûb olmalı, utanmalıdır. Pişmân olup üzülmelidir. Hiç günâh yapmamaya karar vermelidir. [Bu üzülmeye ve karara "Tevbe etmek" denir. Allahü teâlâya, günâhlarını afv etmesi için yalvarmaya "İstiğfâr etmek" denir.]
"Küfürden ve bid'atten başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısım, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günâhlardır. İçki içmek, namâz kılmamak ve benzerleri gibi. Bu günâhların büyüğünden de, küçüğünden de, çok sakınmalıdır. Resûlullah (aleyhisselâm) buyurdu ki: "Bir zerrecik [yani çok az] bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından efdaldir, daha iyidir."
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat, bazısı, bazısına göre küçük görünür. Mesela, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür. Bir küçük günâhı yapmamak, bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevaptır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır..." [Rıyâdu'n-nâsıhîn, III. bâb, 1. Fasıl]
.Şartlarına uygun yapılan tevbe
2015-02-14 01:00:00
Tevbe ve istiğfâr kalb ile, dil ile ve günâh işleyen azâ ile birlikte olmalıdır. Kalb pişmân olmalı; dil, duâ etmeli, yalvarmalı; azâ/organlar da günâhtan çekilmelidir.
Büyük İslâm âlimlerinden İmâm-ı Gazâlî, "İhyâu Ulûmi'd-Dîn" isimli kıymetli kitâbını farsça olarak özetlediği "Kimyâ-i Seâdet" isimli eserinde buyuruyor ki:
"Şartlarına uygun yapılan tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. Tevbenin şartlarına uygun olup olmamasında şübhe etmelidir."
Tevbe ve istiğfâr kalb ile, dil ile ve günâh işleyen azâ ile birlikte olmalıdır. Kalb pişmân olmalı; dil, duâ etmeli, yalvarmalı; azâ/organlar da günâhtan çekilmelidir.
[Birçok âyet-i kerîmede "Beni çok zikr ediniz" ve "Nasr/İzâ câe" sûresinde "O'na istiğfâr et. O muhakkak tevbeleri kabûl edicidir. (Cenâb-ı Hak, duâlarınızı kabûl ederim, günâhlarınızı afv ederim)" buyuruyor. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok istiğfâr edilmesini emrediyor.
Bunun için, Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri, "Mektûbât-ı Ma'sûmiyye"sinde [II. cild, 80. Mektûb] "Bu emre uyarak, her namâzdan sonra yetmiş kerre istiğfâr ediyorum. Yani, "Estağfirullah" diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz. Her birini söylerken manâsını "Beni afv et Allahım" şeklinde düşünmelidir. Okuyanı ve yanındakileri, dertlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır" buyurdu.] [Rıyâdu'n-nâsıhîn II. kısım, II. bâb, 1. Fasıl]
"Allahü teâlâ, tevbe edilmeyen herhangi bir günâhtan intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüz bin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâhtan dolayı, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez!..
Mûsâ (aleyhisselâm) zamânında, Bel'am bin Bâûrâ, 'İsm-i a'zam'ı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kişi hokka ve kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel'am, Allahü teâlânın bir harâmına, az bir meylettiği için, îmânsız gitti. 'Onun gibiler köpek gibidir' diye dillerde kaldı.
Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsından idi. Mûsâ (aleyhisselâm) buna hayır duâ edip kimyâ ilmini öğretti, o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu.
Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almıştır. O hâlde, her mü'minin günâh işlemekten çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh işleyince tevbe, istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır." [Kimyâ-i Seâdet]
.Kadere iman ne demektir?
2015-02-27 01:00:00
"Kazâ ve kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve dîn sâhibi olan Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı..."
Büyük İslâm âlimlerinden İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki:
"Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân edenlerin farzları yapıp harâmlardan kaçınmaları lâzımdır. Îmân etmek için Kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır."
Müslümân olmayan bir kimse, "Kelîme-i tevhîd"i söyleyip mânâsına kısaca inanınca, o anda "Müslümân" olur. Fakat her Müslümân gibi, onun da imkân bulunca, "Âmentü" esâslarını ezberlemesi ve mânâsını iyice öğrenmesi lâzımdır. (Dâmâd Abdurrahmân Efendi, Mecmau'l-Enhür)
"Âmentü" [İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esâs] içerisinde, "ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî minellahi teâlâ" cümlesi de vardır.
Bu, "... kaderin, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îmân ettim..." demektir.
"Âmentü"de bildirilen altı şeyin mânâlarını bilip beğenerek kabul eden kimseye "mü'min" denir. (Kemahlı Hacı Feyzullah Efendi)
"Hayır": "İyilik; dînin ve aklın beğendiği, güzel ve faydalı gördüğü şey"; "Şer" de: "Kötülük; dînin ve aklın zararlı gördüğü şey"dir.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede (meâlen) buyurdu ki:
"Kim zerre kadar/miktârı bir hayır (iyilik) işlerse, onun mükâfâtını (karşılığını) görecektir. Kim de zerre kadar/miktârı şer (bir kötülük) işlerse, onun cezâsını/karşılığını görecektir." (Zilzâl sûresi: 7-8)
Büyük hadîs âlimlerinden İmâm-ı Begavî buyuruyor ki:
"Kazâ ve kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve dîn sâhibi olan Peygamberlerine (yani Resûllerine aleyhimüsselâm) bile açmadı..."
Peygamber Efendimiz, Eshâbı (arkadaşları) ile otururken, Cebrâîl aleyhisselâmın insan sûretinde gelip İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah Efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîfe, "Cibrîl Hadîsi" denilir.
Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah Efendimize, "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti/Müslümânlığı anlat" dedi.
Resûl-i Ekrem buyurdu ki: "İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre haccetmesidir."
Îmânın şartlarını sorduğunda ise; "Allahü teâlâya, O'nun meleklerine, indirdiği kitablarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmak; kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu.
"İhsân nedir?" diye sorduğunda da, "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor" buyurdu. (Müslim)
.Kader ve kazâ konusu
2015-02-28 01:00:00
Kader, hiçbir şey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilim sıfatının mahlûklara olan taalluku/bağlılığıdır. Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.
Hindistân'da yetişen büyük âlim ve velîlerden Muhammed Ma'sûm Fârûkî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
"İslâm dîni ve bütün semâvî (İlâhî) dînler, her işin Allahü teâlânın takdîri ve irâdesi (dilemesi) ile olduğunu bildirmiştir. Fakat insan, bir işin ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması ve kadere rızâ göstermesi lâzımdır. Kazâ ve kadere inanmak, kadere rızâ göstermek, insanın çalışmasına mâni olmaz, bilakis çalışmasını kamçılar."
"Ehl-i sünnet vel-cemâat" i'tikâdında olan âlimler kadere îmân etmiş, "kadere inanmak îmânın şartıdır" yani "kadere inanmayan, mü'min değildir" demişlerdir.
"Kader": "Allahü teâlânın ilm-i ezelîsi (başlangıcı olmayan ilim sıfatı) ile, ileride olacak hâdiseleri ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) bilip takdîr etmesi; alın yazısı" demektir.
Allahü teâlânın, olacak hâdiseleri ezelde ilm-i ezelîsi ile bilip tâyin etmesine, "Takdîr-i İlâhî" de denilmektedir.
Âlemlerin yaratanı, yarattığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden Arş'a kadar hepsini, maddeleri, mânâları, bir ânda ve bir arada bilir. Her şeyi yaratmadan önce biliyordu.
İnsanın, Allahü teâlânın kendisi hakkında takdîr ettiği şeylere rızâ göstermesi, hoşnûd olması, başına gelen belâ ve musîbetlere sabredip boyun eğmesine de "kadere rızâ" denir.
Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendi (rahimehüllah): "Kazâ ve Kader" risâlesinde diyor ki: "Kader değişmez. Kazâ kadere uygun olarak meydâna gelir. Kazâ her gün çok değişip sonunda kadere uygun olunca yaratılır."
Kader, hiçbir şey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilim sıfatının mahlûklara olan taalluku/bağlılığıdır. Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir. Allahü teâlâ, her şeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader, bu ilimdir.
Kaderin, iyisi-kötüsü, tatlısı-acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünki kader, bildiği şeyleri yaratmak demektir. ["Kader" ve "kazâ" kelimeleri, birbiri yerine kullanılır. "Kader" yerine, "kazâ" da denir].
Hadîs âlimi İbnü'l-Esîr demiştir ki: "Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmazlar, çünkü kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir."
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Şâm'a geldi. Şehirde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. "Allahü teâlânın kazâsından mı kaçıyorsun?" dediklerinde, "Allahü teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum" buyurdu ki, kader, kazâ şeklini almadıkça değişebilir.
.Tevekkülün hakiki manası nedir?
2015-03-13 01:00:00
Tevekkülün esâsı; gerekli sebeplere başvurduktan sonra, insanlardan bir şey beklememek, sebeplere güvenmemek, her şeyi yalnız Allahü teâlâdan beklemektir.
Lügatte "Tevekkül=vekîl etme" manâsına gelir. Ama bir ıstılâh/terim/tabîr olarak "Tevekkül"ün dînimizdeki anlamı: "Müslümânların, bütün işlerinde Allahü teâlâyı vekîl etmeleri; bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra, Allahü teâlâya güvenmeleri; bütün işlerini Allahü teâlâya ısmarlamaları; kalben O'na i'timâd etmeleri" demektir.
Tevekkül, kalbin yapacağı bir iştir ve îmândan neş'et eder/meydâna gelir. Öğrenilmesi güç, yapması ise daha güçtür. Çünkü dînimizin bildirdiği tevekkülün hem akla, hem dîne, hem de tevhîde uyacak şekilde anlaşılması lâzımdır. Bu ise ancak, akla âit bilgilerle dîn bilgilerinin ve engin bir deryâ olan tevhîd bilgilerinin doğru öğrenilmesi, tâm anlaşılması ve günlük hayâtta doğru olarak tatbîk edilmesiyle mümkün olabilir.
Bir kimse, hareketlerde, işlerde Allahü teâlâdan başkasının tesirini düşünürse tevhîdi noksân olur. Eğer hiçbir sebep lâzım değildir derse dînden ayrılmış olur. Sebepleri araya koymaya ihtiyaç yok derse akla uymamış olur. Böyle düşünenlerin sandıkları gibi tevekkül, her işi oluruna bırakıp, ihtiyârıyla bir şeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, zararlı hayvânlardan, düşmândan sakınmamak, hasta olunca ilâç içmemek demek değildir...
Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için önceden tedbir almayı, çocuk sâhibi olmak için evlenmeyi, hasta olunca ilâç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki bu akla ve dîne uygun olmaz.
Bütün bunlardan açıkça anlaşılıyor ki, dînimiz çalışmayıp boş oturmayı, böylece tevekkül ediyorum demeyi yasaklamaktadır. Demek ki, insan çalışıp-çalışmamakta, ilâç kullanıp-kullanmamakta, iyilik edip-etmemekte, dînini öğrenip-öğrenmemekte serbesttir. Yapılan işin akla, dîne uygun olması Allahü teâlânın emridir. Bir iş için yapılması îcâb eden şartlara başvurduktan sonra başa gelene rızâ gösterme tevekkülün esâsıdır.
Çalışıp, gayret gösterip lüzûmlu bütün şartlara başvurduktan sonra zengin olamamışsa hâline şükretmek ve bunun kendisi için hayırlı olduğunu kabul edebilmektir. Hasta olanın bütün tıbbî yollara başvurduktan sonra iyi olmayı veya hasta kalmayı Allahü teâlâdan bilmesidir...
.Önce deveni bağla, sonra tevekkül et!.."
2015-03-14 01:00:00
Resûlullah Efendimizin yanına bir köylü geldi. "Deveni ne yaptın?" buyurdu. "Allah'a tevekkül edip, kendi hâline bıraktım!" deyince "Önce deveni bağla ve sonra tevekkül et" buyurdular.
Allahü teâlâ herkese, tevekkülü emreylemiştir: Âl-i İmrân Sûresinde (meâlen), "Allahü teâlâ, elbette tevekkül edenleri sever"; Mâide Sûresinde (meâlen), "Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz"; Zümer Sûresinde (meâlen), "Allahü teâlâ, kuluna kâfi değil midir?" buyurulmuştur.
Bunlar gibi daha nice âyet-i kerîme vardır.
Hûd Sûresinde (meâlen), "Yeryüzündeki her canlının rızkını, elbette Allahü teâlâ gönderir" buyurulmuştur.
Cenâb-ı Hak, bir hadîs-i kudsîde buyurdu ki: "Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip kullarımın eliyle onlara göndermeyi severim."
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurmuştur ki: "Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Halbuki o iş, bu kimsenin felâketine sebep olacaktır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp o işi yaptırmaz. O ise işi olmadığı için üzülür. Bu işim neden olmuyor? Kim yaptırmıyor? Bana kim düşmânlık ediyor diyerek arkadaşlarına kötü gözle bakmaya başlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, ona merhâmet ederek kendisini felâketten korumuştur."
Bunun için, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) "Yarın fakîr, muhtaç kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmayı da hiç düşünmem, çünkü hangisinin benim için hayırlı olacağını bilmem" buyurdu.
Tevekkül etmek için, tesîri katî olan ve herkesçe bilinen sebepleri bırakmak lâzım değildir. Hırsız girmesin diye evin kapısını kapamak/kilitlemek tevekkülü bozmaz. Tehlikeli yerde silâh taşımak, düşmândan sakınmak da tevekküle zararlı değildir.
Bir gün, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin yanına bir köylü geldi. "Deveni ne yaptın?" buyurdu. Köylü, "Allah'a tevekkül edip, kendi hâline bıraktım!" deyince; ona, "Önce deveni bağla ve sonra tevekkül et" buyurdular.
İbrâhîm aleyhisselâm mancınığa konulup ateşe atılırken, "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekîl" yâni; "Bana Allahım yetişir. O iyi bir vekîl/yardımcıdır" dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl aleyhisselâm gelip "Bir dileğin var mı?" dediğinde; "Var, ama sana değil" dedi. Böylece "Hasbiyallah" sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm sûresinde (meâlen) "Sözünün eri olan İbrâhîm!" diye medh buyuruldu.
Hadîs-i şerîfte:
"Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden ona rızık verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır."
"Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et/ona güven" âyet-i kerîmesi, tevekkülle berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azmin de lâzım olduğunu gösteriyor.
.Ölüm hepimize gelecektir
2015-03-20 01:00:00
Herhangi bir Müslümân, gerek mala, gerek cana isâbet eden musîbetler karşısında sabreder, söz ve davranışlarıyla isyâna dalmazsa, onun günâhları bağışlanır...
Son birkaç hafta içerisinde, kısa aralıklarla iki yakınımı kaybettim. Bunlardan biri hanımımın amcası Bursa'daki Cevdet Güvenli amcamız, diğeri de birinci dâmâdım Seyyid Necdet Arvas'ın babası Antalya'daki Seyyid Abdülehad Arvas Abi [meşhûr ismiyle "Seyyid Amca"] idi. Bu münâsebetle bugün ve yarınki makâlelerimde birer nebze ölümden ve ona hâzırlanmaktan bahsetmek istiyorum...
Ölüm hakkında birçok "âyet-i kerîme" nâzil olmuş, pekçok da "hadîs-i şerîf" vârid olmuştur. Kur'ân-ı kerîmde bir âyet-i kerîmede, "Her cân [canlı] ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihân olarak hayır ve şer ile deniyoruz" [Enbiyâ, 35] buyurulmuştur.
Allahü teâlâ [bizzât kendisi], "çok merhametli" olduğunu [Fâtiha, 2] ve "insanlara zerre kadar zulmetmediğini" [Nisâ, 40] ifâde buyuruyor. Mala ve cana zarar veren bazı musîbetlerin meydana gelmesinde, İlâhî irâde ve takdîr tecellîsi vardır ve bunlar imtihân maksadına matuftur. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı kerîminde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde [meâlen]: "Amelce hanginiz daha güzeldir diye [yani hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur. O, azîzdir (her şeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)" buyurmuştur.
Bakara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde de bu imtihân gâyesi şöyle açıklanmaktadır: "(Ey mü'minler, itâatkârı âsî olandan ayırt etmek için) and olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihân edeceğiz. (Ey habîbim), sabredenlere (lütûf ve ihsânlarımı) müjdele."
Herhangi bir Müslümân, gerek mala, gerek cana isâbet eden musîbetler karşısında sabreder, söz ve davranışlarıyla isyâna dalmazsa, onun günâhları bağışlanır. Sevgili Peygamberimiz de: "Müslümâna, herhangi bir fenâlık, hastalık, keder, hüzün, ezâ, can sıkıntısı ârız olursa, hatta vücûduna bir diken batarsa, [tabîî ki o da bunlara sabrederse], bu musîbetler sebebiyle Allah onun günâhlarını ve hatâlarını bağışlar" [Buhârî, Müslim] hadîsiyle bu hakîkati ifâde etmiştir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz (aleyhi's-salâtü ve's-selâm), hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:
"Lezzetleri yıkan ölümü çok hâtırlayın"
"Dünyâda bir garip veya bir yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say (yani kesinlikle öleceğine göre, kendini şimdiden ölmüş bil)"
"Ölülerinizi hayırla yâd edin (iyilikle anın)."
.Bu dünya bir imtihan yeridir
2015-03-21 01:00:00
Nimetlerden herhangi biri noksân olursa, feverân etmemek gerekir. Zîrâ hayat ve ölümün yaratılmasında imtihân maksadı vardır. Bu dünya bir imtihan yeridir...
İlk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, yeryüzünde bulunan ve "İlâhî vahiy" ile terbiye edilmiş olan ilk âiledir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Yüce kitâbımız Kur'ân-ı kerîmde, "Hucurât sûresi"nin onüçüncü âyet-i kerîmesinde (mealen): "Ey insanlar! Biz sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabîlelere ayırdık..." buyurmuştur.
Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek âilenin çocuklarıdırlar. İlmin kesin olarak ortaya koyduğu husûs, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen, bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır.
Bilindiği gibi, yüce Allah, bütün yaratıkları içinde, insanı eşref-i mahlûkât, zübde-i kâinât yapmış, en güzel bir kıvâmda kılmış ve diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Herhangi birimizi bir hayvân olarak yaratsaydı, ne lâzım gelirdi? Binâenaleyh bizlerin insan olarak yaratılması çok büyük bir ni'mettir.
Burada şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, herhangi bir insanın, bu dünyaya gönderilmesi, yaratılması, bir ihsândır, çok bir nimettir. Cenab-ı Hakk, insanlara muhtaç oldukları her türlü nimeti de lutfetmiştir. O'nun, kullarına verdiği ni'metleri o kadar çoktur ki, hem de sayılamıyacak kadar [nâ-mütenâhî], yani sonsuzdur.
Nitekim "İbrâhîm sûresi"nin 34. âyetinde [meâlen] bu husus şöyle ifâde edilmektedir:
"Allah, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah'ın bunca nimet[ler]ini teker teker sayacak olsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim, çok nankördür." "Nahl sûresi"nin 18. âyeti de bu husûsu teyid etmektedir.
Bizlere verilen ni'metlere, kuşbakışı bir göz atacak olursak:
Cenâb-ı Hakk'ın, bizleri, mahlûkâtın en şereflisi insan olarak yaratması, ahsen-i takvîm üzere halketmesi, akıl vermesi, her biri dünyâlar değerinde olan vücut uzuvlarımızı lutfetmesi, sıhhat ve âfiyet üzere yaşatması, muhtaç olduğumuz her nimeti ihsân etmesi; dünyânın en güzel ülkelerinden biri olan bir memlekette göndermesi, eşler-çocuklar-torunlar vermesi, ilim lutfetmesi, para-pul, mal-mülk, servet ü sâmân, mevki-makâm vermesi... ve daha pek çok ni'met sayılabilir; bunların her biri çok değerli ihsânlardır.
Bu nimetlerden herhangi biri noksân, eksik olursa, hemen feverân etmemek gerekir. Zîrâ hayât ve ölümün yaratılmasında imtihân maksadı vardır. Bilindiği gibi bu dünya bir imtihan yeridir.
.Osmanlı Devletine sövenlere birkaç kelime...
2015-03-28 01:00:00
Geçenlerde bir televizyon programında "Osmanlı Devleti" tartışılıyordu. Bir profesör, şerefli ecdâdımıza o kadar galiz bir dil uzattı ki, onun nâmına çok üzüldüm!..
18 Mart'ta "Çanakkale Zaferi"nin 100. yılını idrâk etmiş olmamız münâsebetiyle, şanlı "Osmanlı Devleti"ni bir kerre daha hatırladık. [Orada, benim bir dedem ile iki amcam şehîd olmuş, bir amcam da gâzî olmuştur. Orada pekçok insanın ecdâdı şehîd olmuştur. Çünkü Çanakkale'de 253.000 şehîd verdik.]
Bunun yanında, Fakülteden bir profesör arkadaşım bana bir link göndermiş, o linkte, bir televizyon programı vardı, orada da "Osmanlı Devleti"nin nasıl bir devlet olduğu tartışılıyordu. Programda bir profesör, şerefli ecdâdımıza o kadar galiz bir dil uzattı ki, onun nâmına çok üzüldüm. Çünkü Anadolu'da bir söz vardır; "Aslını inkâr eden/ecdâdına söven harâmzâdedir" derler. Gerçi o programda hukukçu ve tarihçi bir zât, gerektiği şekilde onun ağzının payını verdi ama, ben de bu konuda birkaç kelime yazacağım...
Mahut profesör, "Osmanlı Devleti gelmiş geçmiş en kanlı, en vahşi, en kötü... devlettir" gibi, tarihî gerçekleri tamamen ters yüz eden bazı hezeyânlarda, iftirâlarda bulundu. [Haçlı seferlerinde yüz milyonlarca Müslümânın hıristiyânlar tarafından şehîd edildiğinden, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde 1917-1947 yılları arasında (30 senede) 63 milyon 301.000 kişinin öldürüldüğünden, Saraybosna'da 250.000 kişinin şehâdetinden, Irak'ta, Suriye'de, Filistin'de yüz milyonlarca insanın şehîd edilmesinden hiç bahsetmedi. Bir de o sahtekâr, bilim adamı rollerine soyundu.]
Biz, bazı insâflı Batılı bilim adamlarının, târihçilerin, seyyâhların sözleriyle o kişiye cevap vermek istiyoruz. Ama evvelâ şunu söyleyelim ki, İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre, "Osmanlı Devleti, Eshâb-ı kirâmdan sonra, dîn-i İslâma en büyük hizmeti yapan çok şerefli bir devlettir."
İslâmiyetin doğuşundan itibâren onsekizinci yüzyıla gelinceye kadar, çeşitli İslâm memleketlerinde yetişen âlimlerin bir ibâdet vecdi içinde geceli-gündüzlü yaptıkları çalışmalar, dünyayı her bakımdan aydınlatmış, yeni yeni ilmî keşifler ve teknik buluşlar insanlığa hediye edilmiştir.
Asırlar boyunca, şehirler imâr edilmiş, yollar açılmış; câmiler, medreseler, hastahâneler, çeşmeler, üniversiteler, hânlar, hamâmlar, çeşitli vakıf eserleriyle beldeler imâr edilmiş, güzelleştirilmiştir. Böylece insanların hayât seviyeleri yükseltilmiştir.
Kubbelerin hâkim olduğu bir mimârî tarzıyla yapılmış câmiler, medreseler, sarâylar, sosyal tesisler ile süslenen şehirler, yetiştirdikleri ilim ve fen adamlarıyla da insanlığa ışık saçmışlardır. [Konumuza, inşâallah yarın da devam edelim.]
."Osmanlı Medeniyeti" cömert bir medeniyettir
2015-03-27 01:00:00
Osmanlı Medeniyeti, öyle cömert bir medeniyettir ki, bugün Müslümânların elinde olmayan şehirlerde bile, gayr-i müslimlerin yaptıkları olanca tahrîbâta rağmen, hâlâ ayaktadır.
Dünkü makâlemizde, bir münâsebetle, birazcık Osmanlı Devleti'nden bahsetmeye çalışmıştık. Osmanlı Medeniyeti, öyle yüksek ve nimetlerini her yere bol bol saçan öyle cömert bir medeniyet olmuştur ki, bugün Müslümânların elinde olmayan şehirlerde bile, gayr-i müslimlerin yaptıkları olanca tahrîbâta rağmen, hâlâ haşmetle ayakta durmaktadır.
Ayrıca bir hakîkati daha ifâde edelim ki, biraz daha gerilere gidecek olursak, Müslümanların matematik, astronomi, kimya, tıb, botanik, coğrafya... gibi ilim dallarında gösterdikleri mahâret ve buluşları, Avrupa rönesansının ve bugünkü dünya ilim ve tekniğinin temeli olmuştur.
Orta Çağ'da Avrupa, maalesef ilim ve medeniyet bakımından tamâmen karanlık bir devir yaşamıştır. O zamanda insanların, her sahadaki ilim ile uğraşabilmesi, Hıristiyân papazların tekelindeydi; onlar bu hususta kimseye izin vermiyorlardı. Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederlerken; Müslümanlar, yerküresinin yuvarlak olup döndüğünü bulmuşlardır. Galileo (1564-1642), İslâm âlimlerinin kitaplarından okuyarak öğrendiği, "Dünyanın yuvarlaklığı ve batıdan doğuya doğru döndüğü" hakikatini söyleyince, papazlar tarafından aforoz edilmiş, hapsedilerek öldürülmesine karar verilmişti. Ondan önce Kopernik (1473-1543) ve ondan sonra da Newton'un (1642-1727) başına gelenler de bundan az değildir.
Ama aynı çağda Müslümânlar, her türlü ilimde, fen ve sanatta en yüksek medeniyet eserleri meydana getirmişlerdir. Ayrıca Emevîler İslâm dînini, İspanya'dan, Avrupa'ya sokmuşlardır. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, Batı'ya ilim ve fen ışıkları saçmışlardır. Hıristiyânlık âlemini uyandırıp, bugünkü ilim ve teknikteki ilerlemenin temelini atmışlardır...
Târih boyunca, Müslüman âlimlerin, göz ameliyatından çiçek aşısına, matematik kâidelerinden astronomi hesaplarına, kan deverânından eczâcılığa kadar her sahada ulaştıkları yüksek seviye, İslâm medeniyetini süsleyen kıymetli mücevherler gibidir.
Şu bir gerçektir ki, bugüne kadar insanların elde ettikleri hiçbir fen bilgisi, hiçbir ilmî keşif/buluş, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte bildirilenlerin dışında olmamış ve aksini söylememiştir.
İslâm memleketlerinin çeşitli şehirlerinde kurulan medreselere (üniversitelere), Avrupa ülkelerinden talebeler gelip ilim öğrenmişlerdir.
Batılı, insâflı bazı bilim adamları Müslümân ilim adamlarının eserlerini tedkîk ederek hayranlıklarını belirtmekte, ilmin öncülerinin onlar olduklarını teslîm etmektedirler.
.Osmanlı Devleti, dünyanın en medeni devleti idi...
2015-04-03 01:00:00
Osmanlıyı gayr-i müslim de medhetmiştir. Fransız tarihçi Grengur der ki: "Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vakalarından biridir."
Hemen sözlerimizin başında, şunu net bir şekilde ifâde edelim ki, dünya târihinde, Sevgili Peygamberimizin "Asr-ı Saâdet"i ve Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine "Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler" denilen "Dört Halîfe Devri" (632-661/H. 11-40), bütün târih boyunca, İslâmî fazîletlerin yaşandığı "Altın Çağ" olarak kabul edilir.
Bundan sonra, hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslümân-Türk Devleti olan "Osmanlı Devleti", XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, en uzun ömürlü ve şerefli bir hânedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, Müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Malum olduğu üzere, bütün İslâm devletleri, mensûbu oldukları İslâm dînine ve onun güzel ahlâkına, iyilik, çalışkanlık, adâlet... gibi emirlerine sarıldıkları müddetçe, çağlarının zirvelerine çıkmış ve diğer milletlere örnek ve onlardan daha üstün olmuşlardır.
Burada, Osmanlı Devletinin kuruluşu, büyümesi ve Halîfeliğin [yani devlet başkanlığının], belli bir târihte [1517'de] Osmânlı sultânlarına geçmesiyle ilgili olarak, Batılı bir ilim adamının [Fransız tarihçi Grengur'un] bir sözünü hatırlamakta fayda görüyoruz: O, "Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vakalarından biridir" demektedir.
Malum olduğu üzere, bir aşîretten, beylik, hânlık/hâkânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir. Osmanlılar, takrîben yirmi üç milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurdu ve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel de târih sahnesinden çekilip gittiler.
Bilindiği üzere, Osmanlı Türkleri, asırlar boyunca, özellikle 15, 16 ve 17. asırlarda, siyâsî sahada olduğu gibi, medeniyet seviyesi, ictimâî, yani, sosyal nizâmı ve ahlâkî üstünlüğü ile de, ayrıca bilim ve teknolojisi ile de dünyada en ileri seviyede bulunuyordu.
Dünyanın en mühim ülkeleri ve denizleri, en önemli ticâret yolları ve şehirler, Osmânlı Devleti'nin hâkimiyeti altındaydı. Karşılarında rakip olabilecek herhangi bir kuvvet yoktu. Ama buna rağmen, hiçbir kimseye zulmetmemiş, haksızlık yapmamış, insanların can, mal ve ırz emniyetlerine halel getirmemişlerdir. [Cenâb-ı Hak, İslâmiyeti ve bu güzel vatanı, bizlere mîrâs bırakan o şerefli ecdâdımıza ganî ganî rahmet eylesin.]
.Osmanlı Devletini insaflı olan herkes övmektedir
2015-04-04 01:00:00
Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu...
Bugünkü makâlemizde sizlere, târihçilerin, Osman Gâzi ve kurduğu devlet hakkındaki ortak fikirlerini (özet olarak) takdîm etmek istiyoruz:
"Türk ve İslâm târihinin en muhteşem devri Osmânlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkîbi, siyâsî istikrâr ve sosyal adâletleri sâyesinde üç kıt'anın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem davasının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.
Osmanlı hânedânı, dünyâda hiçbir âileye nasîb olmayan büyük ve dâhi pâdişâhları bir biri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi; aynı zamanda onu millî, İslâmî ve insânî idealler çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihân hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkîlâtı hâline getirdi.
İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için ilân ettiği yüksek esâslar ve dünya nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.
Osmânlı sultânları ilmi ve ilim adamlarını memleketlere sâhip olmaktan daha üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdîr edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânûnların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizâmlarının hazırlanıp, düzenlenmesini ve teftîşini onlara havâle edip idârî mesuliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmânlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi...
Osmanlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletlerarası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti.
Osmanlı Devleti ve sultânlarının davaları da, kendi tabirleriyle "Nizâm-ı âlem" davası üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esâslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı...
Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu. Ulemâ, şeyhler ve evliyânın himmetleriyle yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa'ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli'ne yayılıyordu...
.Her gün ve gecede 40 defa yapmamız emredilen dua
2015-04-17 01:00:00
Yüce Rabbimiz, bizlere, her gün ve gecede kıldığımız 5 vakit namazda, "sırât-ı müstekîm" üzere bulunmamız için duâ etmemizi emir buyurmaktadır...
Allahü teâlâ, yüce kitâbı "Kur'ân-ı Kerîm"de: "Ey îmân edenler, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun" (et-Tevbe, 119) ve "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin" (el-Ahzâb, 70) buyurmaktadır.
Yine başka bir âyet-i kerîmede, "İşte bu benim dosdoğru yolum, ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Allah, azâbından) korkarsınız diye size böyle tavsiye etmektedir" (el-En'âm, 153) buyurulmuştur.
Yüce Allah, Peygamberlerini doğruluk örneği olarak takdîm etmiştir. Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma şöyle emir buyurmaktadır: "Bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Berâberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar). Aşırı gitmeyin. Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır." (Hûd, 112)
[Malûm olduğu üzere, Sevgili Peygamberimiz, bu âyet-i kerîmeden dolayı, "Hûd sûresi beni ihtiyârlattı (saçıma-sakalıma ak düşürdü)" buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîru Sûreti Hûd, 6; Hadîs no: 3297).]
"İSTİKÂMET" ÜZERE OLMAK
Şimdi gelelim makâlenin başlığındaki konuya: İnsanlar için en zor işlerden birisi, "istikâmet" üzere olmak, "sırât-ı müstekîm"de bulunmaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, bizlere, her gün ve gecede kıldığımız 5 vakit namazda, "sırât-ı müstekîm" üzere bulunmamız için duâ etmemizi emir buyurmaktadır. [Hanefî mezhebinde mutlak kırâat farz, ama Fâtiha'nın okunması vâcibtir; Şafîî mezhebinde ise Fâtihanın okunması, cenâze namazı da dâhil olmak üzere bütün namazlarda farzdır.]
Her gün 17 defa "Farz"larda, 3 defa "Vitir"de, 20 defa da "Sünnet"lerde olmak üzere, toplam 40 defa okuduğumuz "Fâtiha-i şerîfe"de, Cenâb-ı Hakk'a, "Bizi, sırât-ı müstekîme hidâyetle/doğru yola ilet. Kendilerine ni'met verdiğin/lütuf ve ikrâmda bulunduğun [mes'ûd] kimselerin yoluna eriştir; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil." [Fâtiha, 5-7] diye duâ etmekteyiz.
Peki kendilerine ni'met verilenler kimlerdir? Bunları Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerîmesinde şöyle ifâde buyuruyor:
"Kim, Allah'a ve Peygambere itâat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği Peygamberler, Sıddîklar, Şehîdler ve Sâlihler(iyiler)le birliktedirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar." (Nisâ, 69)
"Sırât-ı müstekîm", "Allah'ın dosdoğru yolu" anlamına gelir. Zâten İslâmın bir adı da, "Sırât-ı müstekîm"dir. Çünkü bu yol eğrisi-büğrüsü olmayan, sağlam olan, dosdoğru yoldur.
."Biz Kur'ânı mübârek bir gecede indirdik..."
2015-05-29 01:00:00
Kur'ân-ı kerîmin iki türlü nüzûlü/inişi vardır: Birincisi toptan "Levh-i mahfûz"a inişi, diğeri de "semâ-i dünyâ"ya ve oradan da Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) inişi.
1 Haziran 2015 Pazartesi'yi Salı'ya bağlayan gece [14 Şa'bân 1436], mübârek "Berât Kandili"dir. [Bu vesîle ile kıymetli okuyucularımızın, azîz milletimizin, bütün Müslümânların mübârek gecelerini tebrîk eder, o gecenin memleketimiz ve bütün İslâm âlemi için huzûr-sükûn, emniyet ve âsâyiş vesîlesi olmasını Cenâb-ı Hak'tan hâlisâne temennî ederim.]
Bilindiği üzere, Kur'ân-ı kerîmin iki türlü nüzûlü/inişi var: Birincisi toptan "Levh-i mahfûz"a inişi, diğeri de "semâ-i dünyâ"ya ve oradan da Peygamber Efendimize inişi. Birincisi Berât gecesinde olmuş, ikincisi ise Kadir gecesinde başlamıştır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Apaçık olan Kitâb'a andolsun ki, biz onu [Kur'ânı] mübârek bir gecede indirdik. Elbette biz insanları uyarmaktayız." [Duhân, 2-3]
"Biz onu Kadir gecesinde indirdik." [Kadir, 1]
Cenâb-ı Hak, ezelde hiçbir şeyi yaratmadan önce her şeyi takdîr etmiş, dilemiştir. Bunlardan bir yıl içinde olacak (doğumlar, vefâtlar, terfîler, tenzîller... gibi) her şeyi, Şa'bân ayının onbeşinci (Berât) gecesinde meleklere bildirir.
İslâm dîninde çok kıymet verilen on "mübârek" geceden biri de Berât gecesidir. Şa'bân ayındaki en mübârek gece olan Berât (veya Berâet) gecesi, Şa'bân ayınının 14. gününü 15. gününe bağlayan gecedir.
Peygamber Efendimiz, Berât Gecesi'ne çok değer verir ve bolca ibâdet ederdi. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) vâlidemiz anlatıyor:
"Bir gece Peygamberimiz yatağından kalktı, abdest aldı, namaza durdu. Uzunca bir namaz kıldı; secdede o kadar çok kaldı ki, ben vefât etmiş olabileceğini düşündüm! Elimi mübârek ayağına dokundurdum, hareket ettiğini görünce sevindim. Namaz bitince sordum: Ne kadar çok secdede kaldınız? Hayatınızdan endişe etmeye başlamıştım. Hayırdır, hiç sizi böyle görmemiştim, dedim."
Buyurdu ki: "Yâ Aişe! Bu gecenin hangi gece olduğunu biliyor musun? Bu gece Şaban ayının 15. gecesi olan Berât gecesidir. Bu gece, ameller Yüce Rabbimize arz olunur. Gelecek sene içinde kimin rızkının ne kadar olduğunu açıklayan liste, Mikâîl aleyhisselâma verilir. Öleceklerin listesi de Azrâîl aleyhisselâma teslim edilir..."
Bizler de, her ân ölüme hazır olmalıyız. Fırsat elimizde iken, böyle manevî ticâreti kaçırmayalım. Bu fırsatlar bir daha ele geçmeyebilir. Bir daha Berât Kandili gelir, ama biz onu görmeyebiliriz. Nitekim, geçen kandilde beraber olduğumuz tanıdıklarımızdan bazıları, bu sene aramızda değiller...
.Peygamberimizin iki sahâbîye nasihatleri
2015-06-05 01:00:00
"Sana Allah'tan korkmayı tavsiye ederim; işin başı budur. Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim; o senin için yeryüzünde nûr, gökte meleklerin övgüsüdür..."
Bugün, iki mübârek sahâbînin, Sevgili Peygamberimize sordukları çok önemli suâllere, onun verdiği, hepimizi yakından ilgilendiren son derece mühim cevapları sizlere arz etmeye çalışacağız... Ebû Zerr-i Gıfârî (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır:
Bir gün mescide girdim. Resûlullah yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturup sordum: Yâ Resûlallah! Îmân bakımından en kâmil mü'min hangisidir? "Ahlâkı en güzel olanıdır" buyurdu. Dedim ki: "Yâ Resûlallah! Mü'minlerin en emîni kimdir?" "İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir" buyurdu. Dedim ki, "Yâ Resûlallah! Efdal [en fazîletli] hicret hangisidir?" "Günâhlardan uzaklaşmaktır" buyurdu.
"Sadakanın efdali [en fazîletlisi] hangisidir? Yâ Resûlallah!" dedim. "Az da olsa, fakîrin gönlünü almak için verilendir" buyurdu. Dedim ki, "Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir?" "Âyete'l-kürsîdir" buyurdu. "Yâ Resûlallah, bana nasîhat et" dedim. Buyurdu ki: "Sana Allah'tan korkmayı tavsiye ederim; işin başı budur. Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim; o senin için yeryüzünde nûr, gökte meleklerin övgüsüdür. Çok gülmeyi terk et, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nûrunu giderir. Susmayı tercîh et, sâdece hayır söyle; bu, şeytânı senden uzaklaştırır, dîne uymakta sana yardımcı olur. Miskînleri (fakîrleri) sev, onlarla bulun. [Dünya işlerinde] Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma; çünkü içinde bulunduğun hâl senin için ni'mettir. Akrabânı ziyâret et, onlar seni ziyâret etmeseler de. Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma. Acı da olsa, hakkı söyle."
Şimdi de, Sevgili Peygamberimizin ikinci sahâbîye yaptıkları tavsıyelere geçelim:
İstanbul'umuzun manevî sultânı, halk arasında "Eyyûb Sultân" diye meşhûr olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh), bir gün Resûlullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip dedi ki: "Ya Resûlallah! Bana öyle az ve öz bir nasîhat et ki, onu hem kafamda tutabileyim, hem de onunla amel edebileyim."
Resûlullah Efendimiz ona şöyle buyurdular: "Sana şu beş şeyi tavsiye ediyorum: 1- Halkın elinde olanlara göz dikme ve onlardan ümîdini kes. Bu, zenginliğin tâ kendisidir. 2- Tamahtan sakın. Zîrâ tamah peşînen fakîrliktir. 3- Namazı öyle kıl ki, sanki bu senin en son namazındır ve artık diri kalıp da diğer namazı kılamayacaksın. 4- Sonradan mecbûr kalıp da özür dileyeceğin bir ameli yapmaktan sakın. 5- Kendin için istediğin (arzu ettiğin, sevdiğin) şeyi dîn kardeşin için de iste (arzû et, sev)."
.Dünya ve âhiretle alâkalı bazı suâl ve cevaplar...
2015-06-06 01:00:00
"İnsanlar içinde Allah'a en yakın, O'nun en hâs kullarından olmak istiyorum." "Allah'ı çok zikredersen [anar ve hâtırlarsan], o zaman Allah'ın en hâs kulu olursun."
Bir gün, bir zât, Peygamber Efendimiz'in yanına gelerek, "Size, dünyâ ve âhiretle alâkalı bazı suâllerim var" demiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, o kimseye, "Ne istiyorsan sor" buyurmuştur.
Bundan sonra, Peygamber Efendimiz ile o sahâbî arasında, bizi de yakından alâkadâr eden şu muhâvere [mükâleme, diyalog] yaşanmıştır:
"Ben, insanların en zengini olmak istiyorum. Ne yapmalıyım?" "Kanaatkâr olursan, insanların en zengini olursun."
"İnsanların hayırlısı (en iyisi) olmak istiyorum." "İnsanların hayırlısı (en iyisi), insanlara faydalı olandır. Sen de insanlara faydalı ol."
"İnsanların en adâletlisi olmak istiyorum." "Kendin için istediğini, insanlar için de istersen, insanların en âdili olursun."
"İnsanlar içinde Allah'a en yakın, O'nun en hâs kullarından olmak istiyorum." "Allah'ı çok zikredersen [anar ve hâtırlarsan], o zaman Allah'ın en hâs kulu olursun."
"Muhsinlerden (iyilik edenlerden, ihlâs ve samimiyet sâhibi kimselerden) olmak istiyorum." "Allah'a, O'nu görüyor gibi ibâdet et, her ne kadar sen O'nu görmesen de, O seni görüyor."
"Kıyâmet günü nûr içinde haşrolmak istiyorum." "Hiç kimseye zulmetme, kıyâmet günü nûr içinde haşrolursun. Önce kendine ve insanlara merhamet et ki; Allah da sana merhamet etsin."
"Günâhlarımın azalmasını istiyorum." "İstiğfâr ederek günâhlarının bağışlanması için, Allah'a yalvarırsan günâhların azalır."
"İnsanların en kerîmi olmak istiyorum." "Allah'a kullarını şikâyet etmezsen, insanların en kerîmi olursun."
"Allah ve Resûlü tarafından sevilmek istiyorum." "O zaman, Allah ve Resûlü'nün sevdiklerini sev, sevmediklerini de sevme."
"Allah'ın bana kızmasından kendimi korumak istiyorum." "Kimseye kızmazsan, Allah'ın gazabından, kızmasından kurtulursun."
"Duâmın kabûl edilmesini istiyorum." "Harâmlardan sakınırsan, duâların kabûl olur."
"Allah'ın beni başkalarının yanında rezîl etmemesini istiyorum." "Nâmûsunu koruyup iffetli ol ki; insanlar yanında rezîl olmayasın."
"Allah'ın ayıplarımı, kusûrlarımı örtmesini istiyorum." "Sen, kardeşlerinin ayıplarını örtersen, Allah da senin ayıplarını örter."
"Allah yanında en büyük günâh hangisidir?" "Kötü ahlâk ve Allah'ın emirlerine karşı gösterilen cimrilik."
"Rahmân olan Allah'ın rahmetini ne coşturur?" "Gizli olarak sadaka vermek ve sıla-i rahim (akrabâyı ziyâret ve görüp gözetmek)."
"Cehennem ateşini ne söndürür?" "Oruç." (Alî el-Müttekî, Kenzü'l-Ummâl, XVI, 127-129)
.Osmanlı Padişahının davet edildiği bir iftar
2015-07-03 01:00:00
"Muhteşem konağın üst salonunda, 4 adet 'Sultânî İftâr Sinisi' hazırlanmıştı. Davet sâhibi 'İlmiyye sınıfı'ndan olduğu için, Pâdişâh da onların yanına oturdu..."
Bâb-ı Âlîde Sabâh ve Türkiye gazetelerinde senelerce yazılar yazan, bazı kitapları da bulunan merhûm Süleymân İrfân Atagün bey, E. Top. Alb. Fahreddîn Tacar ağabeye, bir belge vermiş, "ben, bunu gerektiği gibi değerlendirme fırsatı bulamadım; siz uygun yerlerde değerlendirebilir misiniz?" demiş... Bugün ve yarınki makâlelerimde bu konuyu ele almamız gerektiği kanâatine vardım...
İstanbul'da, 1807 yılında, Ramazân-ı şerîf ayının ilk Cum'a gecesinde, sonbaharın en güzel günlerinden birinde, duâlı Üsküdar'ın, meyve ağaçlarına gömülmüş Tûnus Bağı semtindeyiz. Pâdişâh bu gece, Dürrî-zâde Abdullah Efendi'nin konağını şereflendirdi.
Eyyûb Sultân Türbesinde kendisine kılıç kuşatan "Nakîbül-eşrâf"ın davetine icâbet edip geldi. Rumeli Hisârı'nda atılan iftâr topları, bütün İstanbul semâlarında gürlüyordu... İlk önce Pâdişâh sağ eliyle sofraya uzandı. "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diyen Pâdişâh IV. Mustafâ Hân, orucunu biraz tuzla açtı. Sonra üç yudum su içti. Sonra da, bir Medîne-i münevvere hurması yedi. Sofradakiler de "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diyerek, oruçlarını açtılar... Muhteşem konağın üst salonunda, 4 adet "Sultânî İftâr Sinisi" hazırlanmıştı. Davet sâhibi "İlmiyye sınıfı"ndan olduğu için, Pâdişâh da onların yanına oturdu... Şeyhul-islâm Mehmet Atâullah Efendi, Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri, İstanbul Kâdîsı, İmâm-ı Şehriyârî Ahmed Kâmilî Efendi de birlikte idiler.
İkinci Sini'de: Sadrâzam Çelebi Mustafâ Paşa, Reîsül-küttâb (Dışişleri Bakanı); Sadâret Kethüdâsı (İçişleri Bakanı); Başdefterdâr ve diğerleri vardı.
Üçüncü Askeriyye Sinisinde: Yeniçeri Ağası, Kaptân-ı Deryâ, Bostancıbaşı (Emniyyet Genel Müdürü) ve diğer paşalar bulunuyordu.
Dördüncüde ise: Öbür dâvetliler yer aldılar.
40'ar çeşit iftâriyye hazırlanmışdı: 4 Çeşit Tuz: Konya Tuz Gölü, Eğridir, Basra ve İnebahtı tuzları... 4 Çeşit Hurma: Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Trablusşâm ve Kâhire hurmaları... 4 Çeşit İncir: Anadolu Kavağı, Cezâyir, Aydın ve Bardacık incirleri... 4 Çeşit Bal: Anzer, Muş, Bolu ve Kerkük balları... 4 Çeşit Üzüm: Çavuş, Müşküle, Çekirdeksiz İzmir ve Kara üzümler... 4 Çeşit Peynir: Edirne Beyaz, Silifke Tulum, Kıbrıs Hellim ve Mihaliç peynirleri... 4 Çeşit Sucuk ve Pastırma: Tokat ve Kars sucukları, Kırım ve Kayseri pastırmaları... 4 Çeşit Kuruyemiş: Beykoz Cevizi, Antep Fıstığı, Yozgat Bâdemi ve Rize Fındığı... Ayrıca yeşillikler göz alıyordu...
Harem kısmında, dâvetlilerin hanımları için, ayrı sofralar kurulmuştu... Alt katta ise, Bostancılar, Pâdişâh Muhâfızları ve konağın emektârları, oruç açıyorlardı. Herkes kâfî mikdârda iftârlık yediği zamân; Pâdişâh, hâne sâhibine tebessüm etti. [İnşâallah, konumuza yarın devam edelim.]
.Osmanlı Padişahının davet edildiği bir iftar -2-
2015-07-04 01:00:00
"Mescid olarak kullanılan Muâyede (Bayramlaşma) Sofasında, Kâmilî Efendi İmâmlığa geçti ve akşam namâzını edâ ettiler... Sonra tekrâr sofralara dönüldü..."
Ev sâhibi Dürrî-zâde edeble kalkıp: "Yeryüzü Müslümânlarının Halîfesi, acabâ bizlere, akşam namâzımızı kıldırmazlar mı?" deyince, IV. Mustafâ Hân da, "Hak, hâne sâhibinindir; siz buyurun" dedi. Ev sâhibi de, "İzn-i Şâhâneniz olursa, İstanbul Kâdîsi Ahmed Kâmilî Efendi kıldırsınlar" diyerek kendilerinden izin istedi. Pâdişâh memnûn olarak gülümsedi. Mescid olarak kullanılan Muâyede (Bayramlaşma) Sofasında, Kâmilî Efendi İmâmlığa geçti ve akşam namâzını edâ ettiler... Sonra tekrâr sofralara dönüldü. Pâdişâh gene, Dürrî-zâde'nin yanına oturdu. Tertemiz kalaylı kâselere, nefis çorbalar konulmuştu. Tarhana çorbası, kuzu-kulağı çorbası, sütlü irmik çorbası ve ezme bakla çorbası. Mis gibi tereyağı kokusu, iştâhları kamçılıyordu...
Böyle dâvetlerde Pâdişâhdan önce, Bostancıbaşı'nın (Emniyet Genel Müdürünün) veyâ dâvet sâhibinin, yemeğe önce başlaması âdetti. Fakat IV. Mustafâ Hân bu gece, bu âdete uymak lüzûmunu hissetmiyordu. Kendisini o kadar emniyyette görüyordu ki, tekrâr "Besmele" çekerek kaşığını tarhanaya uzattı. Dürrî-zâde ve Şeyhulislâm birbirlerine bakarak gülümsediler. Memnûn oldukları, her hâllerinden belliydi...
Çorbadan sonra, ızgaralar takdîm edildi. Siyâhî görevliler ciddî, fakat bembeyaz dişlerini göstererek kusûrsuz çalışıyorlardı. Hâlife-Sultân'a hizmet ettikleri için kendilerini, dünyânın en bahtiyâr insanları arasında gördükleri muhakkaktı.
4 çeşit ızgara et, 4 çeşit salata, 4 çeşit ekmek getirildi: Piliç Izgarası, Bıldırcın Izgarası, Pirzola ve Ciğer Izgarası.
Arpa Ekmeği, Has Francala, Yufka Ekmeği ve Mısır Ekmekleri.
Pâdişâh bir parça, arpa ekmeği kopardı ve "Ne kadar gayret etsek, Allahın ni'metlerinin şükrünü, edâ edemeyiz" dedi.
Öbür sinide olmasına rağmen bu sözleri duyan Sadrâzam: "Belî Sultânım. Fakat Allahü teâlânın en büyük ni'metlerinden biri de, adâletli bir devlet içinde yaşamamız değil midir? Eğer öyle olmasa, orucumuzu bile huzûr içinde açamayız" dedi.
O sırada Hünkârın gözü, Muhib Efendiye takıldı. O'nu Fransa'ya, özel elçi olarak yollamıştı. Birden hâtırladı. "Şu kadîm eski dostumuz Françeska Kralı, bizdeki elçisine bir mektûb göndermiş derler. Münderecâtı ve muhtevâsı hakkında malûmâtınız mevcûd mudur?" dedi.
Muhib Efendi saygılı bir şekilde, lokmasını bıraktı:
"Sultânım, Efendim! O kibirli Napolyon'u bilirsiniz. Dostluğuna güvenilmez. Düşmânlığı dahî öyledir" deyince, Pâdişâh, "Hele hele! Anlat bakalım" dedi. "Pâdişâhım! Napolyon, Mısır'da yaptıklarını unutur da; kendisine itimâd etmenizi istermiş" dedi. Pâdişâh da; "Nasıl olacakmış?" diye sordu... [Konuşmanın devâmını ve davette olan diğer şeyleri, öbür Cuma ve Cumartesi makâlelerinde ele alalım inşâallah...]
.Tarihteki bir iftar sofrasının hatırlattıkları
2015-07-10 01:00:00
Pâdişâh billur gibi pırıldayan, üzüm hoşafı kâsesinden, bir yudum içti. Pek hoşlandı. Bir yudum daha alınca dayanamadı: "Kardan ak idi. Hem soğuk idi!" diye fısıldadı...
Geçen haftaki iki makâlemizde, Osmânlı Sultânının iştirâk ettiği bir iftâr sofrasını mevzû-i bahis etmiştik. Cumartesi günkü makâlemizin sonunda da, Fransa'ya özel elçi olarak gönderilen ve oradan yeni dönmüş bulunan Muhib Efendiyle Pâdişâhın, o sofradaki konuşmasına bir nebze temâs etmiştik... Muhib Efendi konuşmasının devâmında; "Savaşta ve barışta kendisiyle birlikte olursak, Eflâk ve Boğdan için, Ruslara emredeceğini söylermiş! Adam büyüklük hastası. Hâlbuki, kibriyâ/büyüklük sadece Allaha mahsûstur" dedi.
Artık siyâhî görevlilerin bir kısmı sinileri temizliyor; öbür kısmı pilav ve kebâb getiriyordu: Sade Pirinç Pilâvı, Bulgur Pilâvı, Türkistan Pilâvı, İç Pilâvı... Buğu Kebâbı, Konya Kebâbı, Çöp Kebâbı ve Hünkâr Beğendi...
IV. Mustafâ Hân önce, bulgur pilâvından bir kaşık aldı, sonra hünkâr-beğendi'den tattı. Gülerek, "Beğendim" dedi...
Dürrî-zâde çok memnûndu. Sonra Yahni ve güveçler ikrâm edildi... Soğanlı piliç yahnisi, yufkalı ciğer yahnisi, domalanlı tavşan yahnisi ve çulluk yahnileri... Kuzu etli fırın güveci, sebzeli piliç güveci, avcı bıldırcın güveci, kuskuslu böbrek güveci.
Daha sonra, Haşlamalar ve Kızartmalar getirildi: Sâde koyun haşlaması, kuzu kapaması, gerdân göğsü ve soğuk hindi budu...
Yoğurtlu patlıcan kızartması, patates tava, terbiyeli karnıbahar kızartması, yumurtalı ıspanak tavası. Pâdişâh latîfe etti: "Bize haşlayacak ve kızartacak şey bırakmamışsınız!" dedi.
Sadrâzam gene, fırsatı kaçırmadı: "Devlet-i Aliyye dışında haşlanacak çok zâlim var Hünkârım!" dedi.
Gülüştüler, o sırada sebzeler ve turşular dolduruverdi sinileri: Etli tâze fasulye, patlıcan karnıyarık, kabak musakka ve etli türlü...
Zeytinyağlı pırasa, enginar, pirinçli ebegümeci ve yağlı tuzlu böğrülce... Pancar turşusu, dolma turşusu, hâlis biber turşusu ve koruk suyu.
Pâdişâh pırasaya uzanırken; "Bilirsiniz ya. Bu ni'metin adı: Pür-Hâssa'dır. Sâfî şifâdır!" dedi. Şeyhul-islâm ilâve etti: "Haklısınız Sultânım. Yalnız mübârek Peygamber ta'âmı olduğu da mâlumlarıdır" dedi.
IV. Mustafâ Hân başıyla tasdîk etti...
Sonra hamur işleri ve börekler getirildi: Ramazân mantısı, tatar böreği, puf böreği ve kıymalı, peynirli, ıspanaklı tepsi börekleri ve hoşaflar...
Çekirdeksiz üzüm hoşafı, Malatya kayısı hoşafı, vişne hoşafı, ayva hoşafı...
Pâdişâh billur gibi pırıldayan, üzüm hoşafı kâsesinden, bir yudum içti. Pek hoşlandı. Bir yudum daha alınca dayanamadı: "Kardan ak idi. Hem soğuk idi!" diye fısıldadı. Kâmilî Efendi de tamâmladı: "Lezzeti dahî, cihânda yok idi!" dedi.
Gerçekten Süleymân Çelebî'nin Mevlid'indeki bir cam dolusu şerbet gibi soğuk ve lezzetli idi... [Konumuzu yarın tamamlayalım inşâallah.]
.Mutfak kültürü, yüksek medeniyete delalet eder
2015-07-11 01:00:00
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "Osmânlı Devleti, Eshâb-ı kirâmdan sonra, dîn-i İslâma en büyük hizmeti yapan çok şerefli bir devlettir."
İslâmiyetin doğuşundan i'tibâren onsekizinci yüzyıla gelinceye kadar, çeşitli İslâm memleketlerinde yetişen âlimlerin bir ibâdet vecdi içinde geceli-gündüzlü yaptıkları çalışmalar, dünyayı her bakımdan aydınlatmış, yeni yeni ilmî keşifler ve teknik buluşlar insanlığa hediye edilmiştir.
Asya, Afrika ve Avrupa'da 22-23 milyon km2, yaklaşık 25-30 Türkiye büyüklüğündeki arâzî üzerinde, 6 asır hükümrân olmuş ve bugün üzerinde 60-65 ülkenin yaşadığı bir cihân devleti olan Osmânlı İmparatorluğunun, medeniyyet olarak, bütün ölçüleri büyüktü.
Bu iftâr sofrası, zengin yemek çeşitleri, konuşmalar, bu büyük medeniyyetin yalnız bir yönüne ışık tutmaktadır...
Dünkü makâlemizde belirttiğimiz gibi, soğuk kâseden komposto [hoşaf] içen Pâdişâh merâklandı: "Efendi hazretleri! Bu mübâreği, nasıl bu kadar soğutabildiniz?" dedi.
Dürrî-zâde sâkin bir sesle: "Kâsesi tamâmen buzdur Sultânım!" cevâbını verdi. O zamân herkes, hoşaf kâselerinin hakîkaten buzdan yapıldığını fark ettiler!
Artık tatlılara sıra geldi. Sütlü, hamurlu ve meyveli tatlılar getiriliyordu.
Cihân Sultânı IV. Mustafâ Hân, şükreder gibi: "Duâ buyurun hocam" dedi.
Kâmilî Efendi duâya başladı:
"Âmîn. Cenâb-ı Hak, birliğimizi, dirliğimizi, hamdimizi, şükrümüzü, arttırsın. Niyyetlerimizi, hizmetlerimizi, ni'metlerimizi, temiz ve hâlis eylesin. Nefsimizi, âilemizi, milletimizi ve bütün Müslümânları, her türlü kötülükten, belâdan, muhâfaza eylesin. Saâdetle, hürriyetle, adâletle yaşamamızı nasîb eylesin.
Mübârek Ramazân-ı şerîf hürmetine, Kadir gecesi inen Kur'ân-ı azîmüş-şân hürmetine, Ramazân-ı şerîfte kazanılan Bedir Zaferi mücâhidlerindeki îmân hürmetine, Allah yolunda, İlâ-yi kelimetullah için, Kur'ân-ı kerîm ve îmânla zaferden zafere koşan Osmânlılar hürmetine... Şu gâzi Müslümân-Türk devletlerinin, ebed-müddet devâmını nasîb eylesin. Âmîn! Vel-hamdü lillahi Rabbil-âlemîn. El-fâtiha. Meas-salevât..."
Cihân Pâdişâhı ayrılır ayrılmaz, Dürrî-zâde Konağı'nın etrâfına derhâl, 40 görevli dağıldılar. O gecenin şükrânesi olarak 40 ev sağdaki, 40 ev soldaki, 40 ev öndeki, 40 ev de arkadaki hânelere, birer aylık ramazân erzâkı dağıttılar.
[Cihâna hükmeden, bize eşsiz, pahâ biçilmez zaferler, câmiler, vakıflar, kütüphâneler, sonsuz bir îmân, eşsiz bir ahlâk, vatan ve medeniyyet mîrâs bırakan o büyüklerimizden Allahü teâlâ râzı olsun. Hak teâlâ hepimize, o büyükleri, manen ve maddeten tâm olarak tanımak, onlar gibi yaşamak, yollarında ilerlemek, insanlığın huzûru ve saâdeti için onlar gibi çalışmak ve iki cihân saâdetine kavuşmak nasîb ve müyesser eylesin. Âmîn!]
.Hazret-i Îsâ'nın ineceğin dâir çok mühim bir kitap
2015-07-24 01:00:00
Îsâ aleyhisselâmın nüzûl edeceğine dâir hadîs-i şerîflerin yekûnu 101 [yüzbir] adet olmuştur. Bunları okumadan, bu konuda fikir serdeden kişilerin câhil olduğu ortadadır.
"İmâmu'l-asr", "el-Muhaddisü'l-kebîr" ve "eş-Şeyh" sıfatlarıyla anılan Muhammed Enver Şâh el-Keşmîrî el-Hindî [H. 1292 - 1352] "et-Tasrîh bimâ tevâtere fî Nüzûli'l-Mesîh" adıyla bir kitap yazıp konuyla ilgili mütevâtir hadîsleri bir araya toplamıştır. Onun talebesi, "allâme", "muhakkık-ı bâri", "şeyh" ve Pakistân Müftîsi Muhammed Şefî' bu eseri tertip etmiştir. Sûriyeli, uzun yıllar Riyâd Üniversitesinde hocalık yapmış, meşhûr hadîs âlimlerinden Üstâz Abdü'l-Fettâh Ebû Gudde ise, bu eseri tahkîk etmiş, naslarını [metinlerini] karşılaştırmış ve üzerine bazı ta'lîklarda bulunmuştur. Bu eser Halep, Pakistân, Beyrût ve Kâhire'de defalarca basılmıştır.
374 sayfa olan eserde, Kıyâmetin büyük alâmetlerinden çoğu şerh ve tavzîh edilmiş, hâssaten "Nüzûl-i Îsâ (aleyhisselâm)", "Deccâl, Ye'cûc ve Me'cûc, dâbbe ve dühânın çıkışları..." ele alınmıştır.
Bu kıymetli kitâbın hemen girişinde, Îsâ (aleyhisselâm)'ın nüzûlü hakkında, Allahü teâlânın kitâbından 4 âyet-i kerîmeye [Âl-i Imrân, 45-46; Nisâ, 157-159; Mâide, 110; Zuhruf, 57, 59 ve 61] yer verilmiş, bunların tefsîrleri de zikredilmiştir.
Bundan sonra, Abdü'l-Fettâh Ebû Gudde hocanın, Riyâd'da, 1399 senesinin Ramazân ayında, 3. tab' için yazdığı 3 sayfalık "girizgâh"ına yer verilmiştir. Yine Üstâz Abdü'l-Fettâh'ın 5 sayfalık bir "mukaddime"si, bunu müteâkıben de aynı zâtın 1385'te Halep'te yazdığı 9 sayfalık bir "Takdime"si yer almıştır. Burada, kitâbın te'lîf sebebi, kitap üzerinde yapılan çalışma ve kitâbın önemi üzerinde durulmuş, kısaca Kıyâmet alâmetleri hakkında da birkaç kelime yazılmıştır. Bu mukaddime kısmında muhakkık Abdü'l-Fettâh Ebû Gudde, kıyâmet alâmetlerine dâir 5 mühim hadîs-i şerîf zikretmiştir: Bunların 2'si Enes bin Mâlik (radıyallahü anh), 2'si Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), biri de Selâme bintü'l-Hürri'l-Fezâriyye'den (radıyallahü anhâ) mervîdir...
Bunlardan sonra da, 21 sayfa hâlinde Müellif Keşmîrî'nin biyografisi ve eserleri verilmiştir. Müellifin talebesi Muhammed Şefî'in konuyla ilgili [35-87. Sayfalar arasındaki] açıklamalarından sonra, Îsâ aleyhisselâmın nüzûlüne dâir 75 hadîs-i şerîf [s. 91-278 arasında], râvîleri ve kaynaklarıyla birlikte zikredilmiştir. Sahâbe ve Tâbiîn âsârı olarak da 26 rivâyet zikredilmiş, böylece Îsâ aleyhisselâmın nüzûl edeceğine dâir hadîs-i şerîflerin yekûnu 101 [yüzbir] adet olmuştur. Bunları okumadan, bu konuda fikir serdeden kişilerin câhil olduğu ortadadır.
[İnşâallah yarın da, bu çok mühim olan konumuza devâm edelim.]
.Kıyâmet alâmetlerine dâir birkaç kelime...
2015-07-25 01:00:00
"Beklenilen Mehdî, Hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de zuhûr edecektir. O zaman, Müslümânlar Halîfesiz olacaktır; istemediği hâlde, kendisi zorla Halîfe yapılacaktır..."
Dünkü makâlemizde, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın inişine dâir çok önemli bir kitâbı tanıtmıştık. Bugün de, Hazret-i Mehdî ile ilgili bazı önemli kitapları zikredelim...
Onaltıncı yüzyılda yetişen büyük İslâm âlimlerinden Ahmed İbn-i Hacer-i Mekkî Heytemî'nin (v. 974/1566) "el-Kavlü'l-Muhtasar fî Alâmâti'l-Mehdî el-Muntazar", yine büyük âlimlerden İmâm Celâleddîn-i Suyûtî'nin (v. 911/1505) "Cüz'ün mine'l-Ehâdîs ve'l-Âsâri'l-vârideti fî Alâmâti'l-Mehdî" ve "el-Bürhân" kitapları ve İmâm-ı Şa'rânî'nin (v. 973/1565) "Muhtasaru Tezkireti'l-Kurtubî" kitâbında da, Mehdî'nin alâmetlerinden iki yüz kadarı bildirilmektedir. "el-Fütûhâtü'l-İslâmiyye"de de (c. 2, s. 297) deniliyor ki:
"Beklenilen Mehdî, Hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de zuhûr edecektir. O zaman, Müslümânlar Halîfesiz olacaktır; istemediği hâlde, kendisi zorla Halîfe yapılacaktır. Zuhûr edeceği zaman, yaşı ve ömrü kesin belli değildir."
Allahü teâlâ, Hazret-i Mehdî'yi dilediği zaman yaratıp insanlara gönderir; İslâm dînine yardım için gönderilecektir. Hazret-i Mehdî'nin ismi Muhammed, babasının adı Abdullah olacaktır. Resûlullah Efendimizin soyundan, Hazret-i Fâtıma evlâdından âdil bir devlet reîsi ve zamanın halîfesi olup, mutlak müctehid derecesine yükselmiş ve velî olan mübârek bir zât olacaktır.
Burada hemen belirtelim ki, İslâm âlimlerinin kitaplarında şu hüküm vardır: "Mehdî'nin ve Deccâl'ın geleceğine inanmayan kâfir olur." Âhir zamanda dünyâya gelecek olan Hazret-i Mehdî'nin alâmetlerini de, Resûlullah Efendimiz muhtelif hadîs-i şerîflerinde bildirmiştir.
"Kıyâmetin ne zaman kopacağı kesin olarak bilinebilir mi?" diye bir suâl hâtıra gelecek olursa, hemen şunu ifâde edelim ki, "Kıyâmet"in ne zaman kopacağı bizlere bildirilmedi; "Onu ancak Allah bilir" (A'râf, 187; Ahzâb, 63) buyuruldu. Fakat Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kıyâmet"in birçok alâmetini bizlere haber verdi.
Hadîs-i şerîflerde, "Kıyâmet"in kopmasından önce, on büyük alâmetin çıkacağı bildirilmiştir.
Eshâb-ı kirâmdan bir cemâatın, kıyâmetten konuştuğu bir sırada, Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki: "On büyük alâmet görülmedikçe kıyâmet kopmaz. Bunlar: Duhân (duman), Deccâl, Dâbbetül-arz, Ye'cûc ve Me'cûc [ve Mehdî'nin] çıkması; Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi; Güneş'in batıdan doğması; Doğuda, Batıda ve Arabistan'da yer batması, çökme olması; bunlardan sonra Yemen'den bir ateşin çıkıp, insanları bir araya getirmesidir. [Büyük zelzele(deprem)lerin olması.]"
DOĞRU YOLDA OLAN, SÂDECE EHL-İ SÜNNET VEL- CEMÂAT FIRKASIDIR?
2015-07-28 01:00:00
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine dâir söz vermiştir. Yüce Allah aslâ sözünden dönmez. Bu konuda, iki âyet-i kerîme meâli şöyledir:
"Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir." [Şûrâ, 13]
"Doğru yolu arayanları, saâdete ulaştıran yollara kavuştururuz." [Ankebût, 69]
O hâlde, Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, "Biz kesin doğru yoldayız" desek de, yine, "Yâ Rabbî, kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerle ise, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle" diye duâ etmelidir. Eğer doğru yolda isek, bu duânın bize bir zararı olmaz. Yanlış yolda isek, ihlâsla yaptığımız bu duâ sebebiyle doğruya kavuşmuş oluruz. Herkes böyle duâ etmelidir. Hâşâ, Allahü teâlâ, beni yanlış yola sokar sanmamalıdır.
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72'si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
"Ehl-i Sünnet vel-cemâat", "sünnet ve cemâat ehli" demektir. Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimizin cemâatidir. Sünnet de, Peygamber Efendimizin yolu demektir.
Demek ki, "Ben, sâdece Kur'âna ve sünnete yapışırım" demek yetmiyor. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır. Peygamber Efendimiz, "Sadece benim yolumdan gidenler cennetliktir" demedi. "Benim ve Eshâbımın yolunda gidenler" buyurdu. Bu çok önemli bir inceliktir. Eshâb-ı kirâmın tamâmını sevmek, sâdece Ehl-i sünnet fırkasına nasip olmuştur. Şu hâlde, doğru yolda olmanın ölçüsü, Resûlullahın ve Eshâbının yolunda olmaktır.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri, bu konunun açıklaması olarak buyuruyor ki:
"Peygamber Efendimizin, kendisini söyledikten sonra, aslında Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, onları da söylemesi, "Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur" demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, elbette Ehl-i Sünnet vel-cemâat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır." (Mektûbât-ı Rabbâniyye, I, 80)
Her grup, ben "Ehl-i sünnet"im diyebilir. Herkes zâten kendi fırkasının kurtulan fırka olduğunu iddiâ etmese, o fırkada bulunmaz. Aynı ma'nâda iki âyet-i kerîme de vardır: "Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak sevinmektedir." [Mü'minûn 53, Rûm 32]
Müslümânım diyen, kelime-i şehâdet söyleyen kimseye kâfir denmez. Bir savaşta, kelime-i şehâdet getiren birisini öldüren kimseye, Resûlullah Efendimiz, "Kelime-i şehâdet söyleyen kimseyi niçin öldürdün?" buyurdu. O da, "dili ile söylüyordu, ama kalbi ile inkâr ediyordu" dedi. "Kalbini yarıp da baktın mı?" diyerek onu azarladı.
Ehl-i Sünnete göre, bir insan günâh işlemekle kâfir olmaz. Bazı bid'at fırkaları, günâh işleyene, kendileri gibi düşünmeyen müslümânlara kâfir demek sapıklığında bulunmuşlardır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Mü'mine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur." [Buhârî]
.SAHÂBE-İ KİRÂMIN MEZHEBİ NEYDİ?
2015-07-29 01:00:00
Bazı kimseler, "Mezhep nedir? Sahâbenin mezhebi var mıydı? Meselâ Hazret-i Ömer'in mezhebi neydi? Mezhepler, Sahâbeden sonra çıkmadı mı? Peygamberin ve Eshâb'ın mezhebi olmadığı için, biz de mezhepsiziz" diyorlar.
Mezhepler sonradan çıkmadı. "Mezhep" demek, "ictihâd" demektir. "Mezhepler, ya'nî ictihâdlar sonradan çıkmıştır" demek câhillerin sözüdür. Bir müctehidin, "Edille-i şer'iyye" denilen dînî dört delîlden elde ettiği bilgilere, ictihâdlara, onun mezhebi denir. Asr-ı saâdette de mezhep ya'nî ictihâd vardı. Çünkü müctehid zâtlar için, ictihâdı dinimiz emrediyor:
Bilindiği gibi, Resûlullah Efendimiz, Muâz bin Cebel'i (radıyallahü anh) Yemen'e hâkim olarak gönderirken, "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca, "Allah'ın kitabıyla" dedi. "Allah'ın kitabında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünnetiyle" dedi. "Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca, "İctihâd ederek anladığımla" dedi. Resûlullah (aleyhisselâm), mübârek elini Muâz bin Cebel'in (radıyallahü anh) göğsüne koyup, "El-hamdü lillah, Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârimî)
Müctehidler de kendi aralarında derecelere ayrılırlar. Eshâb-ı kirâmın tamâmı gibi, İmâm-ı A'zam da mutlak müctehid idi. Mutlak müctehidler, kimseye tâbi olmaz, kendi ictihâdlarına uyarlar. Meselâ Tâbiîn'in büyüklerinden İmâm Hasan-ı Basrî, İmâm Süfyân Sevrî ve diğer mutlak müctehidler de, kendi mezheplerindeydiler. Eshâb-ı kirâmın tamâmı, Tâbiîn'in ve Tebe-i tâbiîn'in büyükleri olan müctehidlerden daha büyük müctehid idiler.
Eshâb-ı kirâma tâbi olanlara "Tâbiîn" denilir. Bir âyet-i kerîme meâli:
"(Eshâbdan) Muhâcirîn ve Ensâr'la, iyilikte onların izinden gidenlerden, [onlara uyanlardan] Allah râzîdır. Onlar da, Allah'tan râzîdırlar. Allah onlara Cenneti hâzırladı." [Tevbe, 100]
Bu âyet-i kerîmede, Eshâb-ı kirâma ve onların izinden giden Tâbiîn denilen zâtlara uymak gerektiği bildiriliyor. Bir hadîs-i şerîf meâli de şöyledir:
"Eshâb'ım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız, hidâyete erersiniz." [Beyhekî, Dârimî, Deylemî, İbn-i Adiy, İbn-i Asâkir, Hatîb, İmâm Münâvî, Taberânî]
Ehl-i sünnet âlimleri, yukarıdaki âyet-i kerîme ve Hadîs-i şerîfi açıklayarak bildiriyorlar ki: Tâbiîn devrindeki büyük zâtlara uyan, Eshâb-ı kirâma uymuş olur. Eshâb-ı kirâm da Resûlullah'a, Resûlullah da, Allahü teâlâya uyduğu için böyle buyuruluyor. Bunun gibi Buhârî'deki bir Hadîs-i şerîfte de, "Sünnetime ve benden sonra Hulefâ-i râşidînin sünnetine uyun" buyuruluyor. Burada da, Hulefa-i Raşidin'in, Resûlullah'ın yolunda olduğu bildiriliyor. Onlara uyan, Resûlullah'a uymuş oluyor. Allahü teâlâ da, "Yalnız bana uyun, yalnız bana itaat edin" demiyor, "Allah'a, Resûlullah'a ve sizden olan emîrlere itâat edin" buyuruyor. Resûlullah'a uyan da Allahü teâlâya uymuş oluyor. Bir âyet-i kerîme meâli:
"Resul'e itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur." [Nisâ, 80]
.Sünnet-i seniyyeye uymanın önemi
2015-07-31 01:00:00
Hadîs-i şerîfler olmasaydı; namazların kaç rek'at olduğu, nasıl kılınacağı, cenâze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisâbı, orucun, haccın farzları bilinmezdi...
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde buyuruyor ki:
"Resûle itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur..." [Nisâ, 80]
"Peygamberin emrine uyun, nehyettiğinden sakının..." [Haşr, 7]
"İndirdiğimi insanlara beyân edesin, açıklayasın..." [Nahl, 44]
"Beyân etmek", âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Âlimler de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ, Peygamberine, "Sâdece, sana vahiy olunanları teblîğ et" derdi. Ayrıca beyân etmesini emretmezdi. [Huccetullahi ale'l-âlemîn]
Sünnet [Hadîs-i şerîfler], Kur'ân-ı kerîmi, mezhep İmâmları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezhep İmâmlarının sözlerini açıklamışlardır. [İmâm-ı Şâfiî]
Hadîs-i şerîfler olmasaydı; namazların kaç rek'at olduğu, nasıl kılınacağı, rükû' ve secdede okunacak tesbîhler, cenâze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisâbı, orucun, haccın farzları, hukûk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'ân-ı kerîmden bulup çıkaramazdı.
Bunları Peygamber Efendimiz açıklamıştır. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydâna çıkmıştır. Allahü teâlâ, "Bilmediklerinizi âlimlere sorun." [Nahl, 43] buyurduğu gibi, Peygamber Efendimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor:
"Ulemâ, enbiyânın vârisleridirler." [Tirmizî]
"Âlimlere tâbi olun." [Deylemî]
"Âlimler rehberdirler." [İbnü'n-Neccâr]
Hazret-i Ömer'e, "farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık" dediklerinde, "Allahü teâlâ, bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığımızı, Resûlullah Efendimizden gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de öyle yaparız" buyurdu. (el-Mîzânü'l-kübrâ)
İslâm ve mezhep birbirinden ayrı değildir
"Hadîse, mezhebe uymam" demek, "Kur'âna uymam" demektir. "Mezhebe uymam, Kur'ânla amel ederim" demek, "Kânûnlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim" demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezâlar bildirilmemiştir. Anayasa, onları kânûnlara havâle etmiştir. Kânûnlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. "Anayasa varken, kânûna lüzum yok" demek ne kadar yanlış ise, "Kur'ân varken, mezhebe lüzum yok" demek, bundan daha yanlıştır. Nasıl Kânûnlar, Anayasanın gösterdiği istikâmette hazırlanmışsa, mezhepler de, Kur'ân-ı kerîmin ve Hadîs-i şerîflerin gösterdiği istikâmette teşekkül etmiştir.
.Mezheplere ayrılmak parçalanmak mıdır?
2015-08-01 01:00:00
İctihâd bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı.
Bu ayın makâlelerini inşâallah, "hakîkî îmân=sahîh akîde=doğru inanış" konusuna tahsîs etmek istiyoruz. Çünkü îmân, dînin aslı, işin temelidir; inanış doğru olmazsa, ibâdetlerin hiçbir kıymeti olmaz.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen, "...Fırkalara ayrılmayın=Parçalanmayın..." buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, "i'tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın" demektir. Yani "nefislerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru îmândan ayrılmayın" demektir. İ'tikâdda ayrılmak, parçalanmak elbette, hiç câiz değildir. Hadîs-i şerîfte de "Cemâat rahmet, ayrılık azaptır" buyurulmuştur.
"...Parçalanmayın..." âyet-i kerîmesi "fıkıh bilgilerinde ayrılmayın" demek değildir. Ahkâmda, amellerde olan ictihâd bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, i'tikâd bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadîs-i şerîfte, "Ümmetimin ayrılığı [mezheplere ayrılması] rahmettir" buyuruldu. Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılması böyledir. (Abdülğanî Nablüsî, el-Hadîkatü'n-Nediyye)
"Ehl-i sünnet vel-cemâat" ulemâsı demek, "Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler" demektir. "Hak olan cemâat" ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan "Fırka-ı nâciye" bunlardır.
Yukarıdaki terimde geçen "Sünnet=yol" demektir. "Sünnetullah=Allah'ın yolu" demektir. Yine "Sünnet=âdet, kânûn" ma'nâlarına da gelir. Meselâ, "Allah'ın sünneti=Allah'ın kânûnu" demektir. Bu, Kur'ân-ı kerîmde "sünnetullah" olarak geçmektedir. "Allah'ın sünnetinde [kânûnunda] aslâ bir değişiklik bulamazsın" buyuruluyor. [Ahzâb 62, Fetih 23, Fâtır 43]
"Sünnet-i Resûlillah=Resûlullahın yolu" demektir. Sahâbîlerin de sünneti olur. "Hazret-i Ebûbekir'in sünneti", "Hazret-i Ömer'in sünneti", "Hazret-i Osmân'ın sünneti", "Hazret-i Ali'nin sünneti" gibi...
"Sünnet" kelimesi yerine göre, farklı anlamlarda kullanılır:
1- "Kitâb ve sünnet" ifâdesindeki sünnet, "Hadîs-i şerîfler" demektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Allah'ın kitâbına, Peygamberin sünnetine sımsıkı sarılırsanız hiç sapıtmazsınız." [Hâkim]
2- "Farz ve sünnet" ifâdesindeki sünnet, "Resûlullahın emirleri" demektir.
3- "Sünnet", yalnız olarak kullanılınca, genelde "İslâmiyet" anlaşılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Bir zaman gelecek ki, ortalık bozulduğu zaman sünnetime (İslâmiyet'e) tutunmak, avuçta ateş tutmak gibi olacaktır." [Hâkim]
.Doğru itikad nasıl olur?
2015-08-07 01:00:00
Peygamber Efendimizin, hadîs-i şerîfinde "fırka-i nâciye (kurtuluş fırkası)" olarak bildirdiği bir tek itikâd mezhebi vardır. O da "Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi"dir.
Geçen hafta Cumartesi günkü makâlemizin sonunda, "Sünnet" kelimesinin 3 manâsı üzerinde durmuştuk. Bugün de, birer nebze, diğer 2 anlam üzerinde duralım.
4- "Sünnet=yol, çığır" gibi manâlara da gelir. Meselâ "sünnet-i hasene=iyi çığır", "sünnet-i seyyie=kötü çığır" demektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Bir kimse, sünnet-i hasene çıkarırsa (iyi bir çığır açarsa), onun sevâbı ve kıyâmete kadar onunla amel edenlerin sevâbı kadar sevap alır. Bir kimse de sünnet-i seyyie çıkarırsa (kötü bir çığır açarsa), onun günâhı ve kıyâmete kadar onu işleyenlerin günâhı kadar günâh kazanır." [Müslim]
5- "Ehl-i sünnet", kurtuluş fırkasının adıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
Tirmizî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, "Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir" buyuruldu. Bu fırkaya "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" fırkası denir.
Şek ve şüphe yoktur ki, Ehl-i sünnet i'tikâdını ortaya koyan Resûlullah Efendimizdir. Eshâb-ı kirâm, îmân bilgilerini bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da bu bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler ise, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri, bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır.
Amelde dört mezhebin İmâmları, bu mezhepte [Ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinde] idiler. Hadîs âlimlerinin hepsi de, Ehl-i sünnet itikâdında idiler. İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idiler. Her iki İmâm da, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı, bu tek mezhebi savundular.
Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuştur. Durum böyle ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüz binlerce derin âlim ve velîler, bu iki yüce İmâmın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
Peygamber Efendimizin, hadîs-i şerîfinde "fırka-i nâciye (kurtuluş fırkası)" olarak bildirdiği bir tek itikâd mezhebi vardır. O da "Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi"dir, İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî bu mezhepte iki itikâd imâmıdır ve bu mezhebi yaymışlardır...
.İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî hazretleri
2015-08-08 01:00:00
İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın, Tâbiînin, dört mezhep imâmının ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân ve i'tikâd bilgilerini açıklamışlardır.
Dünkü makâlemizde birer nebze kendilerinden bahsettiğimiz İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş'arî hazretleri, ayrı birer mezhep kurmamışlar, Eshâb-ı kirâmın, Tâbiînin, dört mezhep imâmının ve onlardan sonraki Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yolu ile bildirdikleri îmân ve i'tikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır.
Bunlardan İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı A'zam hazretlerinin talebe zincirindedir.
Şimdi "Herkes Kur'âna bağlanmalı, çünkü Peygamberin mezhebi ne idi? Eshâbın mezhebi mi vardı?" diyenler çıkıyor. Bazı kimseler de, "Peygamber, ne Hanefî, ne de Şâfiî idi, Sünnî de değil idi" diyorlar. Bunların bu sözlerinden sünneti de, mezhebi de bilmedikleri anlaşılıyor. Askerlikte, kara, hava ve deniz kuvvetleri vardır. Genelkurmay, karacı, havacı veya denizci değildir diyerek bu kuvvetlerden ayrı sayılır mı? Kuvvetler Genelkurmaya bağlı olduğu gibi, mezhepler de Resûlullaha bağlıdır. Nasıl ki kuvvet komutanlıkları birbirinin yardımcısı ise, mezhepler de öyledir. Kendi mezhebine göre yapılması güç olan bir iş başka mezhebe göre yapılır.
"Mezhep İmâmı" demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan dîn bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demektir. Yine bunlar, açıkça bildirilmeyenleri, açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkaran derin âlimlerdir.
Eshâb-ı kirâmın her biri müctehid ve mezhep İmâmı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezhep İmâmlarımızdan daha üstün idi. Mezhepleri daha kıymetli idi. Fakat bunlar kitaplara yazılmadığı için, mezhepleri unutuldu. Peygamberin, Sahâbenin mezhebi nedir? demek, ordu kumandânı, hangi bölüğün eridir veya fizik öğretmeni, hangi sınıfın talebesidir demeye benzer. Çünkü Sahâbenin her biri bir mezhep imâmı, hattâ mezhep imâmlarının hocaları idi. Resûlullah Efendimiz de bütün kâinâtın hocası idi. (el-Mîzânü'l-Kübrâ, el-Hadîkatü'n-Nediyye)
Ehl-i sünnet âlimleri, mânâları açık olan "nass"ları, zâhirleri üzere almışlar; yani, böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan mânâları vermişler, zarûret olmadıkça böyle nassları, "te'vîl etmemişler", bu mânâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile hiçbir değişiklik yapmamışlardır...
.Bir müctehide tâbi olmak lâzımdır
2015-08-14 01:00:00
Müctehide uymak, Allah ve Resûlüne uymak demektir. Bugün ise, bazı kimseler, müctehide değil, Resûlullaha bile tâbi olmayı uygun görmüyorlar; "yalnız Kur'âna tâbiyiz" diyorlar.
Eshâb-ı kirâm (aleyhimü'r-rıdvân) gibi bu ümmetin en büyükleri olan zâtlar, "Biz, Resûlullaha değil, yalnız Allah'a tâbiyiz" demediler ve demeleri de mümkün değildir. Sıradan bir Müslüman da, "Müctehide tâbi olmam, ben yalnız Resûlullaha tâbi olurum" diyemez. Müctehid, Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerini bildiriyor. Müctehide uymak, Allah ve Resûlüne uymak demektir. Bugün ise, bazı kimseler, müctehide değil, Resûlullaha bile tâbi olmayı uygun görmüyorlar; "yalnız Kur'âna tâbiyiz" diyorlar.
Durumu bir misâlle anlatmaya çalışalım: Nasıl ki bir öğretmen müdüre, müdür de Milli Eğitim Bakanına, Milli Eğitim Bakanı da Başbakana bağlı ise; insanlar bir müctehide, müctehidler mutlak müctehide, mutlak müctehidler de Resûlullah Efendimize bağlıdırlar...
Öğretmenler nasıl müdüre bağlı ise, tamâmı müctehid olan Eshâb-ı kirâm da, Resûlullah Efendimize bağlı idiler. Tâbiîn zamanında ise müctehidler ve halk var idi. Halk müctehidlere tâbi oluyordu. Halkın mezhebi, tâbi olduğu müctehidin mezhebi idi; o dönemde mezhepsiz kimse yok idi.
Müctehid âlimler birer öğretmen gibidirler; mutlak müctehidler ise, okul müdürleri gibidirler. İnsanlar da öğrenci gibidirler. Öğretmene, bu hangi okulun müdürü denmeyeceği gibi, öğrenciye de hangi okulun öğretmeni denmez. Öğrenciler öğretmene tâbi olduğu gibi, insanlar da müctehide tâbi olurlar.
Bin küsûr yıldan beri herkes bir mezhebe bağlı iken, maalesef şimdi bazı câhiller, herkesi başıboş, mezhepsiz yapmaya çalışıyorlar. Dînî delîllerden anlamayanlara iki aklî örnek verelim:
Bütün subayların bir sınıfı olur. Topçu yüzbaşı, piyade albay gibi. Ama general olunca artık sınıf kalmaz. Topçu general olmaz. Artık o bütün sınıfların generalidir. Generaller de, sınıfsız ama, onlar da ya havacı, ya karacı veya denizcidir. Bunlardan birinde olmayan general olmaz. Bunlar da, ordu komutanlıklarına, ordu komutanları da hava, deniz veya kara kuvvetlerine bağlıdırlar. Kuvvet komutanları ise genelkurmaya bağlıdırlar.
Dikkat edilirse, gerek eğitim sisteminde ve gerekse orduda, bağımsız bir kurum yoktur. Herkesin bağlı olduğu, sorumlu olduğu bir yer vardır.
İşte insanlar da, birer er gibidirler. Bağlı oldukları bölükler, taburlar alaylar vardır. "Ben, genelkurmay başkanına bağlıyım, bölük komutanını falan takmam" diyemez. Müctehidler generaller gibidirler. Mutlak müctehidler ise, kuvvet komutanları gibidirler. Resûlullah Efendimiz de genelkurmay başkanı gibidir. "Genelkurmay başkanı, hangi bölüğün eri veya hangi kuvvet komutanlığına bağlı?" denilemeyeceği gibi, "Eshâb-ı kirâmın veya Resûlullahın mezhebi ne idi?" denemez.
.İmamları ile çağırılmak" ne demektir?
2015-08-15 01:00:00
Müfessirler buyurdu ki: "Her ümmet, Peygamberleri ve dînde uydukları imamlarının isimleriyle çağırılırlar. Meselâ, yâ ümmet-i Mûsâ, yâ Hanefî yâhût yâ Şâfiî denilir."
Kur'ân-ı kerîmde, "O gün, her fırkayı, imamlarıyla çağırırız" meâlindeki âyet-i kerîmeden kasıt nedir? diye bir suâl sorulacak olursa, tefsîr kitaplarındaki şu cevabı bildirebiliriz:
"Her ümmet, Peygamberleri ve dînde uydukları imamlarının isimleriyle çağırılırlar. Meselâ, yâ ümmet-i Mûsâ, yâ Hanefî yâhût yâ Şâfiî denilir." [Beydâvî, Tefsîr-i Hüseynî, Rûhu'l-beyân]
Kötü milletler de, zâlim krallarıyla çağırılırlar. Meselâ Fir'avun ve taraftarları, Nemrut'un adamları diye çağırılırlar. [Meâlimü't-tenzîl]
"Bir kimsenin, dört mezhebden birine uymayıp, Kitap ve Sünnete uygun olarak veya başka bir müctehidin yâhut bir Sahâbînin ictihâdına uyarak yaptıkları ibâdetler, sahîh olmaz mı?" diye bir suâl hâtıra gelebilir. Büyük âlim, Seyyid İbn-i Âbidin (rahmetullahi aleyh) bu konuda buyuruyor ki:
"Bir ibâdetin sahîh olması için, dört mezhebden herhangi birine uygun olması lâzımdır. Yani, o işin sahîh olması için, bir mezhepte uyulması lâzım olan şartların hepsine uygun olması gerekir. Bir ibâdeti yaparken, şartlarından biri bir mezhebe, "Bir müctehid ictihâd ederken yanılsa veya bir hak mezhebin bir hükmü, Allah katında yanlış ise, bizim o hükümle amel etmemiz günâh olmaz mı?" diye de bir soru hâtıra gelebilir. Müctehid, ictihâd ederken yanılsa bile, günâh olmaz, sevâb olur. Allahü teâlâ, insanları kendi katındaki mutlak doğruya göre değil, müctehidin ictihâdına uyup uymamakla imtihân edecektir. Bu genişliği, bu rahmeti, Habîbinin ümmetine ihsân etmiştir. Müctehide yani kendi mezhebine uyan kurtulur. Bir müctehidin ictihâdında yanıldığını da hiç kimse bilemez. Başka âlimin farklı ictihâdı, bu ictihâdın yanlış olduğunu gösteremez.
İmâm-ı Karâfî (rahimehullah) buyuruyor ki:
Eshâb-ı kirâm zamanında herkes, herhangi bir Sahâbîye sorar ve öğrendiğiyle amel ederdi; delîl soran olmazdı. Şimdiyse, yeni îmân edenlerin, aynı mezhepteki âlimlerden, delil aramadan sorup öğrenerek amel etmeleri; aynı mezhepte olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip, bu mezhebi taklit etmeleri gerektiğini âlimler söz birliğiyle bildirmişlerdir. (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, el-Mîzânü'l-kübrâ)
Rastgele müftüye sormak, Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn zamanındaydı; çünkü o zaman mezhepler tedvîn edilmiş değildi. Her zaman aynı müctehide sorma imkânı da yoktu. Mezhepler meydana çıktıktan sonra, rastgele bir müftüye soramaz. Sorulması gereken müftü ise, müctehid olan âlim demektir. (Kemâlüddîn İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr)
.Semerkand'dan doğan güneş
2015-08-21 01:00:00
Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretleri, temiz Müslümânların sapıklıktan kurtulmalarına vesîle oldu. Ehl-i Sünnet kelâmıyla ilgili hususlarda müctehid imâm oldu...
Ehl-i Sünnetin (Peygamber Efendimiz ve Eshâbının yolunda olanların) îmânla ilgili bilgilerde tâbi olduğu iki i'tikâd imâmından biri olan "Muhammed bin Muhammed"in hem kendisinin, hem de babasının ismi Muhammed'dir. Künyesi "Ebû Mansûr" olup, "Mâtürîdî" nisbesiyle meşhur olmuştur.
Soyunun, Eshâb-ı kirâmdan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye ulaştığı rivâyet edilen Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin, 852 (H. 238)'de Semerkand'ın "Mâtürîd" kasabasında doğduğu tahmîn edilmektedir. 944 (H. 333) senesinde Semerkand'da vefât etmiştir. [Kefevî, Taşköprüzâde]
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, fıkıh bilgilerini toplayarak kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmının (Peygamberimizin arkadaşlarının) bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Bu talebelerinden İmâm Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden Ebû Süleymân Cürcânî ve bunun talebelerinden Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldular. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde (îmân bilgilerini anlatan ilimde) Ebû Mansûr Mâtürîdî'yi yetiştirdi.
Küçük yaşta ilim tahsîline yönelen, Ebû Mansûr Muhammed Mâtürîdî, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin naklen bildirdiği fıkıh ve kelâm bilgilerini, kelâm ilminde müctehid olan Ebû Nasr-ı İyâd'dan öğrendi. Diğer aklî ve naklî ilimleri de zamânının diğer âlimlerinden tahsîl etti.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin, "El-Fıkhu'l-Ekber", "Er-Risâle", "El-Fıkhu'l-Ebsat", "El-Âlim ve'l-Müteallim" ve "El-Vasiyye" gibi i'tikâdla ilgili kitaplarında bildirdiği i'tikâd bilgilerini, aklî ve naklî delîllerle açıklayarak tasnîf etti. Kendine hâs ispat ve iknâ metoduyla çeşitli sapık fırkaların bozuk fikirlerine cevap verip, reddiyeler yazdı. Böylece temiz Müslümânların sapıklıktan kurtulmalarına vesîle oldu. Ehl-i Sünnet kelâmıyla ilgili hususlarda müctehid imâm oldu. Onun bildirdiği bu yola tâbi olanlara "Mâtürîdî" denildi.
Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretleri, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin, Tâbiînin ileri gelenlerinden, Eshâb-ı kirâmdan ve onların da Peygamber Efendimizden naklen bildirdikleri i'tikâd bilgilerini, [yani Ehl-i Sünnet i'tikâdını] nakledenler vâsıtasıyla topladı. Bu bilgileri çeşitli aklî ve naklî delîllerle ispat etti. Ebû Mansûr Mâtürîdî'den sonra da talebeleri, talebelerinin talebeleri bu kıymetli bilgileri, yazdıkları yüzlerce kitapla kendilerinden sonraki nesillere ulaştırdılar. Amelde (ibâdette) Hanefî mezhebine tâbi olanların ekserîsi Mâtürîdî i'tikâdındadırlar.
.Bid'atten korunmak için...
2015-08-22 01:00:00
Her Müslümânın, i'tikâdda İmâm-ı Mâtürîdî veya İmâm-ı Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak, insanı bid'at (bozuk) i'tikâddan (inanıştan) korur.
İ'tikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî de, İmâm-ı Mâtürîdî de; hocalarının i'tikâdda müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamışlardır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir i'tikâdı (îmânı) vardır. Bu da "Ehl-i Sünnet vel- cemâat" ismi ile meşhûr olan i'tikâddır. [Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm Efendi]
Her Müslümânın, i'tikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i Sünnetin iki imâmından birine yani İmâm-ı Mâtürîdî veya İmâm-ı Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak, insanı bid'at (bozuk) i'tikâddan (inanıştan) korur. [Muhammed Hâdimî]
Îmân bilgilerinde Ebû Mansûr Mâtürîdî'nin bildirdiği gibi inanan kimseye "Mâtürîdî" denilir.
Hayâtını ilme ve Ehl-i Sünnet i'tikâdını yaymaya hasreden Ebû Mansûr Mâtürîdî birçok eser yazmıştır. Yazdığı çok kıymetli eserlerin başlıcaları şunlardır:
1. "Te'vîlâtü'l-Kur'ân": Tefsîre dâir benzeri az bulunan bir eserdir. "Te'vîlâtü Ehli's-Sünne" adıyla da bilinir. Semerkandî, bu esere büyük bir şerh yazmıştır. Yazma hâlinde birçok kütüphânede mevcuttur. Ayrıca Türkçeye tercümeleri de yapılmaktadır.
2. "Kitâbü't-Tevhîd": Bu kitapta sapık fırkaların yanlışlığını isbât edip, doğru i'tikâd olan Ehl-i Sünnet i'tikâdını çok mükemmel bir şekilde açıklamıştır. Eser, 1970 senesinde Beyrût'ta yayınlanmıştır.
3. "Kitâbü'l-Makâlât fi'l-Kelâm": Kelâm ilmine dâir bir eseridir.
4. "Reddü Evâili'l-Edille li'l-Ka'bî ve Beyânü Vehmi'l Mu'tezile": Mu'tezile mezhebini reddeden ve çürüten bir eserdir.
5. "Reddu Kitâbi'l-İmâme li-Ba'zı'r-Revâfıza": Eshâb-ı kirâma düşmân olan bazı râfizîleri reddeden bir eseridir.
Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
"Ehl-i sünnet vel-cemâatın kelâm ilmindeki reîsleri iki zâttır. Bunlardan biri Hanefî mezhebinde, diğeri ise Şâfiî mezhebindedir. Hanefî olanı, Ebû Mansûr Mâtürîdî, Şâfiî olanı ise, Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'dir."
Bazı kitaplarda, Eş'arîyye mezhebi, Mâtürîdîyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i Sünnet i'tikâdını anlatmışlardır. Aralarında ictihâd farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebîdî de şöyle demiştir:
"Ehl-i Sünnet vel-cemâat ismi geçince, Eş'arîler ve Mâtürîdîler kastedilir."
Bu iki İmâmın, hocalarının ve bunların da hocaları olan, amelde dört hak mezhep İmâmlarının ve onlara tâbi olanların îmânda, i'tikâdda tek bir mezhebleri vardır. Bu mezhep de, Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebidir.
Doğru yolda olan fırka
2015-08-28 01:00:00
"Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72'si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir."
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine dâir söz vermiştir. Yüce Allah aslâ sözünden dönmez. Bu konuda, iki âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir." [Şûrâ, 13] "Doğru yolu arayanları, saâdete ulaştıran yollara kavuştururuz." [Ankebût, 69]
O hâlde, Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, "Biz kesin doğru yoldayız" desek de, yine, "Yâ Rabbî, kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerle ise, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle" diye duâ etmelidir. Eğer doğru yolda isek, bu duânın bize bir zararı olmaz. Yanlış yolda isek, ihlâsla yaptığımız bu duâ sebebiyle doğruya kavuşmuş oluruz. Herkes böyle duâ etmelidir. Hâşâ, Allahü teâlâ, beni yanlış yola sokar sanmamalıdır.
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72'si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
"Ehl-i Sünnet vel-cemâat", "sünnet ve cemâat ehli" demektir. Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimizin cemâatidir. Sünnet de, Peygamber Efendimizin yolu demektir.
Demek ki, "Ben, sâdece Kur'âna ve sünnete yapışırım" demek yetmiyor. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır. Peygamber Efendimiz, "Sadece benim yolumdan gidenler cennetliktir" demedi. "Benim ve Eshâbımın yolunda gidenler" buyurdu. Bu çok önemli bir inceliktir. Eshâb-ı kirâmın tamâmını sevmek, sâdece Ehl-i sünnet fırkasına nasip olmuştur. Şu hâlde, doğru yolda olmanın ölçüsü, Resûlullahın ve Eshâbının yolunda olmaktır.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri, bu konunun açıklaması olarak buyuruyor ki:
"Peygamber Efendimizin, kendisini söyledikten sonra, aslında Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzum olmadığı hâlde, onları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, elbette Ehl-i Sünnet vel-cemâat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır." (Mektûbât-ı Rabbâniyye, I, 80)
Ehl-i Sünnete göre, bir insan günâh işlemekle kâfir olmaz. Bazı bid'at fırkaları, günâh işleyene, kendileri gibi düşünmeyen Müslümânlara kâfir demek dalâletinde bulunmuşlardır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Mü'mine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur." [Buhârî]
.Sahâbenin mezhebi var mıydı?
2015-08-29 01:00:00
Bir müctehidin, "Edille-i şer'iyye" denilen dînî dört delîlden elde ettiği bilgilere, ictihâdlara, onun mezhebi denir. Asr-ı saâdette de mezhep yani ictihâd vardı.
Bazı kimseler, "Mezhep nedir? Sahâbenin mezhebi var mıydı? Meselâ Hazret-i Ömer'in mezhebi neydi? Mezhepler, Sahâbeden sonra çıkmadı mı? Peygamberin ve Eshâb'ın mezhebi olmadığı için, biz de mezhepsiziz" diyorlar.
Mezhepler sonradan çıkmadı. "Mezhep" demek, "ictihâd" demektir. "Mezhepler, yani ictihâdlar sonradan çıkmıştır" demek câhillerin sözüdür. Bir müctehidin, "Edille-i şer'iyye" denilen dînî dört delîlden elde ettiği bilgilere, ictihâdlara, onun mezhebi denir. Asr-ı saâdette de mezhep yani ictihâd vardı.
Çünkü müctehid zâtlar için, ictihâdı dinimiz emrediyor:
Bilindiği gibi, Resûlullah Efendimiz, Muâz bin Cebel'i (radıyallahü anh) Yemen'e hâkim olarak gönderirken, "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca, "Allah'ın kitabıyla" dedi.
"Allah'ın kitabında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünnetiyle" dedi.
"Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca, "İctihâd ederek anladığımla" dedi.
Resûlullah (aleyhisselâm), mübârek elini Muâz bin Cebel'in (radıyallahü anh) göğsüne koyup, "El-hamdü lillah, Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârimî)
Müctehidler de kendi aralarında derecelere ayrılırlar. Eshâb-ı kirâmın tamâmı gibi, İmâm-ı A'zam da mutlak müctehid idi. Mutlak müctehidler, kimseye tâbi olmaz, kendi ictihâdlarına uyarlar. Meselâ Tâbiîn'in büyüklerinden İmâm Hasan-ı Basrî, İmâm Süfyân Sevrî ve diğer mutlak müctehidler de, kendi mezheplerindeydiler. Eshâb-ı kirâmın tamâmı, Tâbiîn'in ve Tebe-i tâbiîn'in büyükleri olan müctehidlerden daha büyük müctehid idiler.
Eshâb-ı kirâma tâbi olanlara "Tâbiîn" denilir.
Bir âyet-i kerîme meâli:
"(Eshâbdan) Muhâcirîn ve Ensâr'la, iyilikte onların izinden gidenlerden, [onlara uyanlardan] Allah râzıdır. Onlar da, Allah'tan râzıdırlar. Allah onlara Cenneti hâzırladı." [Tevbe, 100]
Bu âyet-i kerîmede, Eshâb-ı kirâma ve onların izinden giden Tâbiîn denilen zâtlara uymak gerektiği bildiriliyor.
Ehl-i sünnet âlimleri, yukarıdaki âyet-i kerîmeyi açıklayarak bildiriyorlar ki:
Tâbiîn devrindeki büyük zâtlara uyan, Eshâb-ı kirâma uymuş olur. Eshâb-ı kirâm da Resûlullah'a, Resûlullah da, Allahü teâlâya uyduğu için böyle buyuruluyor.
Bunun gibi Buhârî'deki bir Hadîs-i şerîfte de,
"Sünnetime ve benden sonra Hulefâ-i râşidînin sünnetine uyun" buyuruluyor.
Burada da, Hulefa-i Raşidin'in, Resûlullah'ın yolunda olduğu bildiriliyor. Onlara uyan, Resûlullah'a uymuş oluyor.
.Zamanının bir tanesi: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
2015-10-02 01:00:00
Büyük âlimlerin beyânlarına göre, Mevlânâ Hâlid hazretleri; zamânındaki Bağdâd ve Irâk âlimlerinin ve mutasavvıflarının, belki, asrındaki bütün ülkelerdeki âlimlerin üstünde idi...
Irâk-Bağdâd'ın şimâlinde/kuzeyinde bulunan "Şehrezûr" kasabasında/kazâsında hicrî 1192 [m. 1778] senesinde tevellüd edip Sûriye-Şâm'da hicrî 1242 [m. 1826] yılında tâûndan/vebâdan vefât eden, "Sôfiyye-i aliyye"/"Silsile-i aliyye" olarak bilinen âlimler ve velîler zincirinin büyüklerinden [yirmi dokuzuncusu] olan Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî (kuddise sirruh), yüzlerce/binlerce büyük âlim ve velî yetiştiren, İslâm ilimlerinin mütehassıslarından, büyük İslâm âlimi, asrının müceddididir. Bütün Anadolu, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu'yu ilim ve feyizle dolduran büyük bir âlim ve velîdir.
Babası Ahmed bin Hüseyin'dir. Annesi ise, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) soyundandır. Vefâtında, cenâze namâzını, talebesi, büyük Osmânlı âlimi, seyyid, allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn (rahmetullahi aleyh) kıldırmıştır.
Hazret-i Osmân-ı zin-nûreyn (radıyallahü anh)'in soyundan geldiği vesîkalarla sâbittir. Onun için "Mevlânâ Hâlid-i Osmânî" diye de anılır.
[Hayâtı, "el-Mecdü't-Tâlid" ve "Şemsü'ş-Şümûs" isimli Arabî kitaplarda genişçe anlatılmaktadır. Bu iki kitâbın hem İslâm harfleriyle (Osmânlıca), hem de Latin alfabesiyle Türkçe tercümeleri de vardır. Ansiklopedilerde ve diğer birçok kitapta da ondan genişçe bahsedilmektedir.]
Küçük yaşta, aklî ve naklî ilimleri öğrenmiştir. Tefsîr, hadîs, fıkıh, akâid/kelâm, usûl, tasavvuf, sarf, nahiv, bedî, beyân, belâgat, meânî, vad', bahs, edeb/âdâb, arûz, lüğat, mantık gibi dîn ilimlerinin yanı sıra fen ilimlerini de çok iyi bilmektedir. Hattâ onun hakkında, bu ilimlerin hepsinde "ferîdü'l-asr ve vahîdü'd-dehr: Zamanının bir tanesi idi" terimi kullanılmaktadır. Fîrûzâbâdî'nin koca "Kâmûs" lügatini ezberlemiştir. Hikmet (Fen), Fizik, Hesâb (Matematik), Hendese (Geometri), Hey'et (Astronomi) ilimlerinde, "Rub-ı Dâire" üzerinde mütehassıs olduğu, "el-Hadâiku'l-Verdiyye" kitâbında yazılıdır.
Fazîletli, ilim deryâsı seyyid Abdurrahîm Berzencî'den, onun kardeşi seyyid Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den, anlatılan ve anlatılamayan ilimlerde derin âlim Muhammed bin Âdem-i Kürdî'den, fazîletler sâhibi Sâlih-i Kürdî'den, üstünlükler sâhibi Abdurrahmân-ı Kürdî'den ve daha birçok âlimden ders görüp, ilim öğrenmiş ve onlardan icâzet (diploma) almıştır.
Büyük âlimlerin beyânlarına göre, zamânındaki Bağdâd ve Irâk âlimlerinin ve mutasavvıflarının, belki, asrındaki bütün ülkelerdeki âlimlerin üstünde idi. Adı her tarafa yayıldı. [İnşâallah yarınki makâlemizde de, bu mühim konumuza devam edelim.]
.Zühd ve vera ile geçen bir ömür...
2015-10-03 01:00:00
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah) hazretleri, âlimlerden çok hürmet görmüştür. Yirmi bir yaşındayken, binlerce âlim ve talebeye üstâd olmuş, ders okutmuştur...
Dün, kendisinden "denizden damla misâli" bahsettiğimiz Ziyâuddîn Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî'ye (rahmetullahi aleyh), Süleymâniyye mutasarrıfı Abdurrahmân Pâşa, bir medresede ders vermesini teklîf edip, her ihtiyâcını bolca karşılayacağını belirterek kendisinden tedrîsi ısrârla istedi ise de, o bu teklîfi kabûl etmedi ve "ben bu işi beceremem" diye cevap verdi. Bütün ömrü zühd ve vera' ile geçmiştir.
Fakat 1203 [m. 1799] yılında, üstâdı seyyid Abdülkerîm Berzencî tâûn/vebâdan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye, onlara ders verdi. Her taraftan âlimler dersine koştular. Her müşkili çözer, her derde devâ olurdu. Yirmi bir yaşındayken, binlerce âlim ve talebeye üstâd olmuş, yedi sene ders okutmuştur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah), hicrî 1220 [m. 1805] senesinde Bağdâd'dan hacca gitti. Yolda Şâm âlimlerinden çok hürmet gördü. Sorulan suâllere verdiği cevâblarla, âlimleri hayrette bıraktı. Mütevâzı olduğundan, orada bulunan allâme Muhammed Küzberî'den hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Mustafâ Kürdî'den de hadîs ve Kâdirî icâzeti aldı. Yollarda söylediği Fârisî beytler, çok nâzik ve ince rûhunun terennümleridir. Fârisî dilindeki "Dîvân"ını görenler hayrân olmaktadırlar.
Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman, Farsça olarak şu beyitle başlayan "Kasîde-i Muhammediyye"yi yazmıştır:
"Gül, rûy-i Muhammed'e gıbta eder (aleyhisselâm)
Kokumu, onun terinden aldım, der."
Hac yolculuğunda, Medîne-i münevverede Yemenli bir âlimden nasîhat istedi; o da, kendisine: "Mekke-i mükerremede, zâhirde dîne uymayan birisini veya bir işi görünce, hemen onu reddetme" dedi.
Medîne-i münevvere ziyâretini tamamlayıp hac için Mekke-i mükerremeye geldi. Bir Cum'a günü, Kâbe-i şerîfeye karşı, Süleymân bin Cezûlî hazretlerinin "Delâil-i şerîfe/Delâilü'l-Hayrât" isimli salevât-ı şerîfe kitâbını okuyordu. Zâhirde câhil/düşkün kılıklı, siyâh sakallı birinin Kâbeye arka çevirip kendisine baktığını gördü. Onun hakkında, "utanmadan, Kâbe'ye arkasını çevirmiş" diye düşünürken, "mü'mine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun, Medîne'deki zâtın nasîhatini unuttun mu?" dedi.
Bunun, büyük velîlerden bir zât olduğunu anladı. Kendisinden af diledi. Ona, "beni irşâd et" diye yalvardı. O da, "Sen burada olgunlaşamazsın" dedi. Sonra da [eli ile Hindistân'ı göstererek], "Senin işin orada tamâm olur" dedi ve gitti.
[İnşâallah bu büyük âlimi, öbür hafta da tanımaya devam edelim.]
.Hicâz?'dan başlayan kutlu yolculuk...
2015-10-09 01:00:00
Büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah) Hicâz'daydı. Hindistân'ın o zamanki en büyük âlimi ve velîsi, kutbu olan Abdullah-i Dehlevî'nin talebesinden birisi gelir yanına...
Geçen hafta, Cuma ve Cumartesi makâlelerimizde, bir nebze kendisinden bahsettiğimiz büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah), hacdan sonra, memleketine gelip öğrencilere ders vermeye başladı. Fakat, gece-gündüz, hep, Hicâz'daki velî zâtın işâret ettiği Hindistân'ı düşünüyordu. Bir gün, Hindistân'ın o zamanki en büyük âlimi ve velîsi, kutbu olan Abdullah-i Dehlevî'nin talebesinden birisi geldi. İkisi bir odaya kapandılar; uzun zaman baş başa kaldılar. Bir süre sonra, ikisi birlikte Hind yolculuğuna çıktılar...
Büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi aleyh), 1224 [m. 1809] senesinde Bağdâd'dan hareket ederek, önce Tahrân'a uğradı. Bu yolcuğu esnâsında, Tahrân'da Şîî âlim İsmâîl Kâşî ile görüştü; o Ehl-i Sünnetin aleyhinde ileri-geri laflar söylüyordu; onunla yaptığı konuşmalarda kendisini talebesi arasında rezîl etti, mahcûb duruma düşürdü. Şöyle ki, vaktiyle Şîî tefsîrlerde, "Bedir esîrlerini saldığın için, Allahü teâlâ seni afv etti" âyeti, Ebû Bekr'i azarlamaktadır" diye, okumuştu.
Kâşî'ye "Peygamberler günâh işler mi?" dedi. Kâşî, "Hayır, işlemezler" dedi. Zâhire göre "Allahü teâlâ, seni afv etti âyeti, Peygamberlerin günâh işlediklerini gösteriyor" buyurdu. Kâşî, "Bu âyet, Peygambere karşı değildir. Ebû Bekr'i azarlamaktadır" dedi. "O hâlde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr'i afv ettim buyuruyor da, siz niçin afv etmiyorsunuz?" dedi. Kâşî, bu suâle cevâb veremeyip mahcûb oldu.
Sonra Bistâm, Harkân, Semnân ve Nişâpûr'dan geçti. Uğradığı yerlerdeki evliyâyı şiirleriyle medheyledi. Tûs şehrinde, Peygamber Efendimizin mübârek torunlarından İmâm Ali Rızâ'nın (kuddise sirruh) türbesini ziyâret edip onu metheden güzel kasîdeler okudu. Câm ve Herât'tan geçti. Her şehirden ayrılırken âlimler ve halk ona âşık olup sâatlerce yolda kendisini uğurluyorlardı. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevâplarla hepsini hayrân bıraktı. Lâhor'a ve sonra da Delhî/Dehlî'ye tâm bir senede yürüyerek gelmiş, orada vâris-i ulûm-i Rabbâniyye, câmi-i kemâl-i sûrî ve manevî, büyük âlim ve velî seyyid Abdullah-ı Dehlevî'den (kuddise sirruh) [1158 - 1240] ilim ve feyz almış, onun kalbine yerleştirdiği zikre devam etmiş ve dokuz ay çalışıp, "huzûr ve müşâhede makâmı"na erişmiştir. Kendisinde "Vilâyet-i kübrâ" hâsıl olmuştur. "Müceddidiyye", "Kâdiriyye", "Sühreverdiyye", "Kübreviyye" ve "Çeştiyye" tarîklerinde kemâle gelmiştir.
Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin mübârek kalbindeki bütün esrâra/sırlara mazhar olmuş ve 1226 yılında, kendi vatanı olan Süleymâniyye'ye avdet etmiştir.
Oradan, Bağdâd'daki Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hânesine yerleşmişlerdir. Burada yüzlerce talebe yetiştirmiştir. Dört bin talebesine ilimde ve tasavvufta icâzet vermiştir.
.Kerâmetler menbâı velîlerin hocası...
2015-10-10 01:00:00
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruhu'l-azîz), Mâtürîdî i'tikâdında ve Şâfiî mezhebinde idi. Pek çok âlim ve velî yetiştirmiştir. Sayısız kerâmetleri görülmüştür.
Dünkü makalemizde, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin dört bin kadar halîfe yetiştirdiğinden bahsetmiştik. Bunların içinde en kıymetlileri, büyük âlim ve velî Seyyid Abdullah-ı (Geylânî) Şemdînî, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Şeyh Muhammed Hâfız, Urfalı Ahmed Agribozî, Feyzullah Erzurûmî, Seyyid İbn-i Âbidîn, Abdülfettâh-ı Akrî Bağdâdî, Yahyâ Mezûrî, Muhammed Hânî (kaddesallahü teâlâ esrârehümü'l-aliyye) idi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruhu'l-azîz), Mâtürîdî i'tikâdında ve Şâfiî mezhebinde idi. Pek çok âlim ve velî yetiştirmiştir. Sayısız kerâmetleri görülmüştür. Bunlardan çoğu "Şemsü'ş-şümûs" ve "Mecd-i tâlid" kitâblarında yazılıdır.
Burada bir-iki misâl vermekte fayda görüyoruz:
Sultân Mahmûd'un sarây nâzırlarından Hâlet Efendi, Mevlevî tarîkatinde idi. Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve itibârını çekemeyerek kendisini Halîfeye şikâyet etti, çekiştirdi ve "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır" dedi. Sultân Mahmûd da "Dîn adamlarından devlete zarar gelmez" diyerek onun sözüne kıymet vermedi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, Halîfeye hayır ve selâmetle duâ eyledi ve "Hâlet Efendinin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir" buyurdu. Az zaman sonra, Sultân Mahmûd Hân, onu, Mora isyânına sebep olduğu için Konya'ya sürdü; orada idâm olundu...
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî irşâd tahtına oturduktan sonra Bağdâd vâlîsi, Saîd Paşa ziyâretlerine geldi. Mevlânâ hazretlerinin celâlini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Hazret-i Mevlânâ Hâlid'in celâli değişince, Saîd Paşa sâkinleşti ve makbul duâlarını istedi. Hazret-i Hâlid-i Bağdâdî duâ buyurduktan sonra ona; "Kıyâmette herkes, kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise hem nefsinden, yani kendinden ve hem de emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğum yaparlar. İnsanları sarhoş hâlde görürsün, aslında onlar sarhoş değildirler, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir" diye nasîhat buyurunca; Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı. Hazret-i Mevlânâ Hâlid, elleri ile Saîd Paşanın boynuna sarılıp, odalarına girdi. Sonra onun îmânının sağlam olduğunu, çevresindekilere müjdeledi. Ellerini onun boynuna dolamalarının hikmeti şu idi ki, sonunda Saîd Paşayı boğarak şehîd ettiler.
1826 (H. 1242)'da Şam'da taûndan (vebâdan) vefât etti. Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen büyük Osmanlı âlimi Seyyid İbn-i Âbidîn kıldırdı.
.Tasarrufu kuvvetli velî Sıbgatullah Arvâsî
2015-10-26 02:00:00
Seyyid Sıbgatullah hazretleri, küçük yaştan itibâren ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî olan bu mübarek zat, zâhirî ilimleri kısa zamanda öğrendi. Zamanın fen bilgilerinde de mütehassıs oldu...
Osmanlılar zamanında Doğu Anadolu'da yaşayan en büyük velîlerden, talebesi arasında "Gavs", "Gavs-ı a'zam" ve "Gavs-i Hizânî" gibi lakablarla meşhûr ve Seyyid Abdurrahmân-ı Kutb [Kutub] hazretlerinin torunu olan Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî [Hizânî], Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin de halîfelerindendir. 1870 (H. 1287) senesinde vefât etmiş olup, mübârek kabri Bitlis-Gayda'da, ziyâret edilmekte, sevenleri, feyiz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin (kuddise sirruh) talebesi arasında, Seyyid Muhammed Sâlih'ten sonra tasarrufu en kuvvetli olan, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî idi. Bundan sonra, Küfrevî Muhammed idi...
Seyyid Sıbgatullah'ın babası Seyyid Lutfî Efendi, onun da babası Seyyid Abdurrahmân-ı Kutb [Kutub] hazretleridir. Seyyid Sıbgatullah, "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebesidir.
Mübârek babası Seyyid Lutfî Efendi, Seyyid Sıbgatullah'a, küçük yaştan itibâren ilim öğretmeye başladı. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah, zâhirî ilimleri kısa zamanda öğrendi. Zamanın fen bilgilerinde de mütehassıs oldu.
Tefsîr, hadîs, fıkıh gibi ilimlerde âlim olan Sıbgatullah Efendi, tasavvufta da yetişip veliy-yi kâmil bir insan olmak için Derviş Muhammed'in talebesi Seyyid Muhyiddîn'e gitti. Seyyid Muhyiddîn, o zaman Van'da talebe yetiştiriyordu. Seyyid Sıbgatullah, bu hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için cânla-başla çalıştı.
Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî [Cezerî]'ye gitti. Bu mübârek zâtın vefâtına kadar, onun sohbetlerine katıldı, verdiği vazîfeleri yaptı.
Daha sonra da, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerinde bulunarak, tasavvufta yüksek makâmlara kavuştu. 1852 (H. 1269) senesinde, hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti.
Bu mübârek velîlerin [Seyyid Tâhâ-i Hakkârî ve Seyyid Sâlih hazretlerinin] kıymetli teveccühleriyle, kendisi de büyük bir velî olan Seyyid Sıbgatullah (rahimehullah), birçok talebe yetiştirdi. Seyyid Sıbgatullah (rahmetullahi aleyh)'in sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhâr olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi.
Seyyid Sıbgatullah (kuddise sirruh), gecelerini hep ibâdetle geçirirdi. Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ederdi. Dînin emirlerine eksiksiz uyar, yasaklarından da son derece sakınırdı.
[Bildiğiniz üzere, daha önce makâlelerimiz, Cuma ve Cumartesi günlerinde arka arkaya yayınlanıyordu. İnşâallah bundan sonraki makâlemizi Cumartesi günü yazacağız. Yanî makâlelerimiz, bir müddet Pazartesi ve Cumartesi günleri yayınlanacaktır.]
.Abdurrahmân Tâgî Efendi
2015-10-31 02:00:00
Küçük yaştan itibâren ilim tahsîline başlayan Abdurrahmân Tâgî, tefsîr, hadîs, fıkıh vb. ilimlerde yetiştikten sonra, evliyânın büyüklerinden Seyyid Sıbgatullah Arvâsî'ye talebe oldu.
Abdurrahmân Tâgî (Tâhî) [1831-1886 (H. 1247-1304)] , ondokuzuncu yüzyılda Doğu Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Şirvân'da doğup Bitlis vilâyetine bağlı Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etmiştir ve kabr-i şerîfi Nurşîn'de bulunmaktadır.
İsmi Abdurrahmân olup "Tâgî", "Tâhî" ve "Nurşînî" nisbeleriyle bilinir. "Üstâd-ı A'zam" ve "Seydâ" lakaplarıyla meşhûr olmuştur.
Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır.
Asîl ve temiz bir âileden gelen Abdurrahmân Tâgî'nin bulunduğu ev, halk arasında "Sûfî Evi" olarak şöhret bulmuştur. Çünkü, babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât ve olgunluklar sâhibi sâlih biri idi.
Önceleri Kâdiriyye yoluna girmişti. Sonra Nakşibendiyye yoluna da bağlandı. Aslen Hazret-i Hüseyin Efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir kadındı. Babası Molla Mahmûd Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kâdiriyye yoluna mensûb, kerâmeti ile meşhûr bir kız kardeşi vardı. Anne ve babası, küçük yaşta tavrı ve hareketleri ile dikkat çeken Abdurrahmân Tâgî hakkında: "Cenâb-ı Allah'ın bize lutfettiği bu çocuk, başka çocuklara benzemez. Bunun maddî bakımdan ziyâde manevî yönden yetişmesine ihtimâm göstermeliyiz" diyerek itinâ göstermişlerdir.
Dedesi Molla Muhammed'in de en büyük arzûsu onun ilimde ve maneviyâtta yetişmesiydi.
Küçük yaştan itibâren ilim tahsîline başlayan Abdurrahmân Tâgî, tefsîr, hadîs, fıkıh vb. ilimlerde yetiştikten sonra, evliyânın büyüklerinden Seyyid Sıbgatullah Arvâsî [Hizânî]'ye talebe oldu.
Onun sohbetlerinde ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda yüksek derecelere ulaştı. Hocası tarafından ona, talebe yetiştirmek üzere icâzet verildi. Hocasının vefâtından sonra, insanlara Allahü teâlânın dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok talebe yetiştirdi. Ondokuz-yirmi kadar halîfesi vardır. Bunlar: Fethullah Verkânisî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşîd Nurşînî, Allâme Molla Halîl Siirdi'nin torunu Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhîm Es'irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhîm Ninkî, Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhîm Çuhruşî [Çukruşî], Halîl Çuhruşî [Çukruşî], Ahmed Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halîfe Mustafâ Bidlisî, Hâcı Süleymân Bidlisî, Hâcı Yûsuf Bidlisî, Hâcı Yûsuf Köşkî'dir.
Abdurrahmân Tâgî'nin sözlerini, halîfelerinden İbrâhîm Çuhruşî toplayarak "İşârât" ismini vermiştir; çok kıymetlidir.
Abdurrahmân Tâgî'nin oğlu Muhammed Ziyâüddin Nurşînî, Adıyaman-Kahta-Menzil'deki merhûm Abdülhakîm Hüseynî Efendi'nin hocasıdır. O da merhûm Muhammed Râşid Efendinin peder-i âlîsidir.
.Tasavvuf"un manası
2015-11-02 02:00:00
"Tasavvuf, bir Müslümânın Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmesinde yardımcı olarak, dîndeki ihlâs mertebesini elde etmesine yarar."
Bir tarife göre, "Tasavvuf: Kalple yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri, kalbin ve rûhun kötülüklerden temizlenme yollarını öğreten ilim"dir; kısaca söylemek gerekirse "Tasavvuf: Ahlâk ve ihlâs ilmidir" denilebilir.
Bu ilmi, tasavvuf büyükleri, [esasta aynı olmakla berâber] değişik şartlara ve durumlara göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:
İbrâhim bin Muhammed Nasrâbâdî (rahmetullahi aleyh): "Tasavvuf, Kitap ve Sünnet'e tam bağlanmak, bid'atleri (dînde sonradan ortaya çıkarılan şeyleri) nefsin arzu ve isteklerini terk etmek, güzel ahlâkla süslenmek, dostlarla iyi geçinip, onlara hizmette bulunmaktır."
İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah): "Kalbi yalnız Allahü teâlâya bağlayıp, mâsivâya (Allahü teâlâdan başkasına) gönül bağlamamaktır."
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh): "Tasavvuf, bir Müslümânın Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmesinde yardımcı olarak, dîndeki ihlâs mertebesini elde etmesine yarar."
Ebû Sa'd İbn-i Arabî (rahmetullahi aleyh): "Tasavvuf, fuzûlî, boş işleri terk etmektir."
Netice olarak, kalplerini gafletten ve mâsivâya bağlanmaktan koruyan, nefislerini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olanların bu hâline özel bir isim olarak "tasavvuf"; kendilerine de "sûfî" ve "mutasavvıf" denilmiştir. Tasavvuf kitaplarında bu manada kullanılan "âbid", "zâhid", tâlip", "sâlik" ve "mürîd"... gibi daha birçok kelime/terim/tabir vardır.
Tasavvufta esâs maksat, şu iki gâyenin gerçekleştirilmesidir:
Birincisi; İslâmın doğru itikâdının, Ehl-i Sünnet vel-cemâat itikâdının yakînî ve vicdânî olmasını, yani sağlamlaşmasını, kalbe yerleşip sinmesini, şüphe getiren tesîrlerle sarsılmamasını temîn.
Tasavvufun ikinci gâyesi ise; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık bulmanın, ibâdetlerden lezzet almanın, işleri sırf Allah rızâsı için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi O'na ibâdet etmenin hâsıl olması, nefs-i emmâreden (kötülükleri emreden nefisten) doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir.
İşte "Tasavvuf ilmi", zikrettiğimiz bu hasletlerle bezenmeyi temîn eder. Tıp ilmi, nasıl bedeni hastalıklardan korur, hastayı tedâvî eder, yani bedenin sıhhatiyle uğraşırsa; tasavvuf ilmi de, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar; fertleri rûhen olgunlaştırır.
Rûhen olgunlaşan fertlerden meydana gelen cemiyetler de huzurlu ve problemsiz olurlar... Cemiyetler, hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbet ve nasîhatlerinden nasîblerini aldıklarında, en huzurlu zamanlarını yaşamışlardır. İnsanlar kötülüklerden ve bunalımlardan uzak durup, insanlığı ve medenîliği öğrenmişlerdir.
[İnşâallah Cumartesi günü, bu konuda birkaç kelime daha yazmak istiyoruz.]
.Tarikat ne demektir?
2015-11-07 02:00:00
Tasavvuf büyükleri çobandan devlet reîsine kadar herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptıklarını Allah rızâsı için yapma rûhunu aşılamışlardır...
Bugün birazcık "Tarîkat" ıstılâhı/tabiri/terimi üzerinde duralım. "Tarîkat" lügatte "yol" mânâsına gelir; yani "Tasavvuf yolu" demektir. Tarîkatların esâsını tasavvuf bilgileri teşkil eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarîkatlar meydana gelmiştir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber Efendimizden gelmektedir. Bütün Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), bu bilgileri, silsile yoluyla kendilerinden sonrakilere ulaştırmışlardır. Hazret-i Ebû Bekr ile Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ) müstesna, diğer sahâbeye âit silsileler birkaç asır sonra kaybolmuştur.
Asr-ı saâdette ve Sahâbe devrinde, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymakta büyük bir titizlik gösterilirdi. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn devrinde de böyleydi. Sonra dînde gevşeklik ve dünyaya meyletmeler başlayınca, sünnet-i seniyyeye yapışmak, yani emir ve yasakları yerine getirmekte gayret göstermeye "zühd"; hâlleri böyle olanlara "zühhâd (zâhidler)" ve "ubbâd (âbidler)" denildi.
İslâmın ilk iki asrında, Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh) ile Hazret-i Ali'den (kerremallahü vecheh) gelen feyz ve ma'rifetler, insanların istidâd ve kâbiliyetleri, tabîat ve mizâcları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu. Netîcede, Hazret-i Ebû Bekr'e âit silsileden 9. asırdan îtibâren; Hazret-i Ali'ye âit silsileden 12. asırdan îtibâren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla ana tarîkatlar içerisinde manevî husûsiyetleriyle temâyüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre ana tarîkatın temel özelliklerine muhâlefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Böylece ana tarîkatların şûbeleri ortaya çıktı. Bunlar da, tarîkata husûsiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar.
11. asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların, ferd ve cemiyet hayâtında büyük tesirleri olmuştur. Tasavvuf büyükleri çobandan devlet reîsine kadar herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptıklarını Allah rızâsı için yapma rûhunu aşılamışlardır.
Ferdlerin, basît menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karekterli insanlar olmalarına yardımcı olmuşlardır.
Ayrıca İslâmiyetin yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, gazâya çıkan ordulardan önce gidip fethe zemin hazırlayacak faâliyetlerde bulunmuşlardır. Yine fetihten sonra, o beldenin gayr-i müslim halkını İslâmiyete ısındırmak için çalışmışlardır.
Osmânlı Devleti'nin kuruluşunda büyük payı olan tarîkat ve tasavvuf ehli zevât, yükseliş dönemlerinde de memleketin her tarafında hizmet vermişlerdir.
[Tabîî ki bu mevzû, çok geniş bir konu. İnşâallah, bu konuda zaman zaman başka makâleler de yazmayı düşünüyoruz.]
.Şarkın üç parlak yıldızı
2015-11-09 01:00:00
Bugün, Elazığ'da yetişmiş ve bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu aydınlatmış olan büyüklerimizden üçü hakkında, denizden damla misâli birkaç kelime yazmak istiyoruz...
Güzel ülkemizin Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde, çok büyük âlimler ve velîler gelip geçmiştir. Biz bugün sâdece Elazığ[Harput)'da yetişmiş ve bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu aydınlatmış olan büyüklerimizden üçü hakkında, denizden damla misâli birkaç kelime yazmak istiyoruz...
SEYYİD ALÎ SEPTÎ [rahmetullahi teâlâ aleyh]
Birinci olarak zikredeceğimiz zât, Anadolu evliyâsından, hanımı ve çocuklarıyla birlikte Elazığ'ın Palu ilçesinde "Murat Suyu" kenarında bir tepe üzerindeki mescidinin yanında feyizli türbesinde medfûn bulunan Alî Septî hazretleridir. Aslen Diyârbakırlı ve seyyid olan Alî Septî, 1287 [m. 1870]'de Palu'da vefât etmiştir.
Alî Septî hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kardeşi Muhammed Sâhib'in sohbetlerinde kemâle gelmiş/yetişmiştir. Muhammed Sâhib'in hâzırladığı icâzetnâmesini, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tasdîk etmiştir.
SEYYİD MAHMÛD-I SÂMİNÎ [rahmetullahi teâlâ aleyh]
İkinci olarak zikredeceğimiz zât, Seyyid Alî Septî hazretlerinin sohbetinde kemâle gelen Mahmûd-ı Sâminî hazretleri olup o da seyyiddir. Elazığ'ın Palu kazâsının Hun köyünde tevellüd ve 1313 [m. 1895] senesinde yine Palu'da vefât eden Seyyid Mahmûd-ı Sâminî Efendinin kabr-i şerîfi Murâd Suyu kenârındadır. Şâfiî mezhebinde ve tasavvufta mütehassıs idi; ârif-i billâh bir zât idi.
Seyyid Mahmûd-ı Sâminî hazretleri, büyük âlim ve velî seyyid Alî Septî'ye onüç sene hizmetle şereflenmiştir. Yirmiye yakın ârif yetiştirmiştir. Bunlardan Harputlu Seyyid Osmân Bedreddîn [İmâm Efendi] ve o zaman Erzurum'un kazası olan Kiğı'da Hâcı Yûsuf Efendi ile oğlu Muhammed Efendi ve Kiğı Müftîsi Muhammed Nûreddîn Efendi meşhûrdurlar.
SEYYİD OSMÂN BEDREDDÎN-İ ERZURÛMÎ [İMÂM EFENDİ] [rahmetullahi teâlâ aleyh]
Erzurum'da doğan ve Seyyid Selmân Sükûtî Efendi'nin oğlu olan Seyyid Osmân Bedreddîn Efendi [1274-1340 (m. 1857-1922)] Harput'ta vefât etmiştir. 1293 [m. 1875]'de Kars'ta 3. Tabur İmâmı olmuştur. O yıllarda, seyyid Tâhâ-yı Hakkârî'nin oğlu ve halîfesi olan seyyid Ubeydullah ile, [Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin halîfelerinden] Küfrevî şeyh Muhammed Efendi ile, [Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn'in ve Erzincânlı Terzi Baba denmekle meşhûr Vehbî Hayyât'ın talebelerinden] Hâcı Fehmî Efendiyle sohbet eylemiştir.
1297 [m. 1879]'de Palu kazâsında 28. Alayın 3. Taburunda imâm iken Seyyid Mahmûd-ı Sâminî hazretleriyle mülâkî olmuştur. Kendisinden, onsekiz günde icâzet almıştır.
1325 [m. 1906]'de emekli olunca, Harput'ta birçok zevâtı sülûk ile, bir kısmını da yalnız sohbet ile cehâletten kurtarmıştır.
.Harput'un üç büyük evliyâsı
2015-11-10 01:00:00
İmâm Efendi, "Doksanüç Harbi" diye bilinen Osmânlı-Rûs Harbinde, Erzurum halkını Ayaz Paşa Câmii minâresinden, sabâh namazında okuduğu ezânla harbe dâvet etmiştir.
Pazartesi günkü makâlemizde, Harput(Elazığ)'da yetişmiş üç büyük zâtın kısa kısa isimlerini zikretmiştik. Bugün birer nebze daha, o büyük âlim ve velîlerden bahsetmek istiyoruz.
Seyyid Ali Septî hazretleri, dâimâ insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hâtırlatır, Ehl-i Sünnet vel-cemâat itikâdının üstünlüğünü ve buna bağlı olmanın ehemmiyetini anlatırdı. Namaz üzerinde âdetâ titrer, fırsat buldukça kazâ namazı kılmayı tavsiye eder; "Namazlarınızı terk etmeyiniz, aksi hâlde iyiliği terk edersiniz" buyururdu.
Bu büyüklerin birçok kerâmetleri görülmüştür. Makâlemizin hacmi müsâid olmadığından burada onları zikredemiyeceğiz.
SEYYİD OSMÂN BEDREDDÎN-İ ERZURUMÎ
1858(H. 1274)'de Erzurum'da doğup 1922(H. 1340)'de Harput'ta vefât eden "İmâm Efendi" [Seyyid Osmân Bedreddîn], Evliyânın meşhûrlarındandır. Küçüklüğünde, babası Seyyid Selmân Sükûtî'nin eğitimi ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edep timsâli olarak yetişmiştir. Sonra Erzurum medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başlamış, kısa zamanda akrânı arasında seçkin ve sevilen bir talebe olmuştur. Mehmed Tâhir Efendiden sonra, Buhârâ'dan Erzurum'un Hasankale ilçesine bağlı Bevalkâsım köyüne gelen Seyyid Ahmed Merâmî'nin ders ve sohbetlerinde bulunmuş, Tasavvuf yolunda ilerlemiştir.
1877 senesinde meydana gelen ve "Doksanüç Harbi" diye bilinen Osmânlı-Rûs Harbinde, Erzurum halkını Ayaz Paşa Câmii minâresinden, sabâh namazında okuduğu ezânla harbe dâvet etmiştir. Azîziye Tabyalarını işgâl etmiş olan Rusların üzerine, şehâdete koşarcasına hücûm eden Erzurum halkı, bir çırpıda Azîziye Tabyalarını Ruslardan temizlemiştir. İmâm Efendi, bu harpte büyük kahramânlıklar ve kerâmetler göstermiştir. Onun kahramânlıklarını ve üstünlüklerini işiten Dördüncü Ordu Kumandânı Gâzî Ahmed Muhtâr Pâşâ, onu Yirmisekizinci Alayın Üçüncü Taburu İmâmlığına tâyin etmiştir. Bundan sonra Osmân Bedreddîn Efendi, "İmâm Efendi" diye tanınmıştır.
1882 senesinde vazîfeli olduğu tabur, Palu'ya taşınınca, oraya gitmiş ve büyük velî Seyyid Mahmûd-ı Sâminî hazretlerinin sohbetlerine kavuşmuştur. Kısa zamanda tasavvufta yetişip kemâle ermiştir. Vazîfesi sebebiyle üç-dört sene Palu'da kalmış, daha sonra, Dersim ve Çemişgezek'te, senelerce hizmet etmiş, 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput'a yerleşmiştir. Bundan sonra tamâmen ilimle meşgûl olmuş; derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pekçok zâtı tasavvufta yetiştirmiştir.
Vefâtından birkaç gün evvel vasiyetini yazmıştır. Vefât ettiğinde, halk arasında çok sevildiğinden, cenâzesinde büyük bir kalabalık toplanmıştır. Harput'ta Meteris Kabristanına defnedilmiş, bilâhare kabri üzerine türbe yapılmıştır, şimdi kabr-i şerîfi ziyâret edilmektedir.
.Makâmât-ı aşere" (10 makâm) nelerdir?
2015-11-16 01:00:00
Tasavvuf ilmi, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar; fertleri rûhen olgunlaştırır. Rûhen olgunlaşan fertlerden meydana gelen cemiyetler de huzûrlu ve problemsiz olur.
Bazı kelimelerin, lügavî/sözlük manalarının yanında, ıstılâhî/dîn dilinde bir terim/tabir olarak da manaları vardır. Tasavvuftaki "Makâmât-ı aşere (10 makâm)" deyiminin de özel manaları bulunmaktadır.
Tasavvuf büyükleri, tasavvufun gâyelerini gerçekleştirebilmek için "makâmât-ı aşere" denen on şeyi esâs almışlardır.
Bunlar:
1-"Tövbe/Tevbe": Günâh işledikten sonra pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak ve bir daha yapmamaya azmedip karâr vermek.
2-"Zühd": Dînde yasak olan şeylerden (harâmlardan ve mekrûhlardan) vicdânî olarak nefret etmek, onlardan yüz çevirmek ve harâma düşmek korkusuyla mübâhların da çoğunu terk etmek.
3- "Tevekkül": Bütün sebeplere yapışarak işlerini Hakk'a ısmarlamak.
4- "Kanâat": Nafakada yani yeme, içme, giyinme ve barınacak yerde zarûret miktarından çok istememek.
5- "Uzlet": Görünüşte insanlarla berâber olup kalple onlardan ayrılmak, Allahü teâlâ ile berâber olmak.
6- "Zikir": Kendini gafletten kurtarmak, yani Allahü teâlâyı anmak, hâtırlamak.
7- "Teveccüh": Bütün arzû ve isteklerinden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmek.
8- "Sabır": Nefsi, ibâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği diğer işleri yapmaya, günâhlardan sakınmaya zorlamak, başa gelen belâ, musîbet ve sıkıntıları Allahü teâlâdan başkasına, kullara şikâyet etmemek.
9- "Murâkabe": Her yapılanı, her düşünüleni Allahü teâlânın bildiğini unutmamak, nefsi kontrol etmek, hesâba çekmek.
10- "Rızâ" ise, Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğmek. Bu, tasavvufta son makâmdır.
Tasavvuf ilmi, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar; fertleri rûhen olgunlaştırır. Rûhen olgunlaşan fertlerden meydana gelen cemiyetler de huzûrlu ve problemsiz olur. Tasavvuf büyükleri asırlardan beri, insanlara Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerini ve yasaklarını öğreterek, onları mânevî yönden terbiye etmişlerdir. Cemiyetler, hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbet ve nasîhatlerinden nasîblerini aldıklarında, en huzûrlu zamanlarını yaşamışlardır. Bunlardan mahrûm kaldıkları vakitlerde ise, huzûrsuzluklar baş göstermiştir...
Tasavvuf ilmi, Peygamberlikle başlar. Her Peygamber, ümmeti arasında Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tatbîk ettiği gibi, sâhip oldukları yüksek vasıflarından ve hâllerinden ümmetlerinin seçkinlerini de faydalandırmışlar, feyzlerini onların kalplerine de akıtmışlardır. Böylece îmânın kalplere iyice yerleşip sinmesine, zâhirlerinin/bedenlerinin ise, Allahü teâlânın emirlerine uymakla süslenmesine vesîle olmuşlardır.
."Zikr"in kitap ve sünnetten delilleri
2015-11-17 01:00:00
Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) aldıkları/kavuştukları feyiz ve mârifetleri kendilerinden sonrakilere, Tâbiînin büyüklerine ulaştırıp onların kalplerini temizlemişlerdir.
Tasavvuf bilgilerinin hepsi, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizden gelmiştir. Tasavvuftaki bazı kelimeler, Resûlullah Efendimiz zamânında yok idi ise veya işitilmediyse de, mana ve mâhiyetleri âyet-i kerîmelerde, Peygamber Efendimizin, Sahâbe-i kirâmın, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin yaşayışlarında mevcuttu.
Nitekim Kur'ân-ı kerîmde A'râf sûresinin 54. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbinize yalvararak, gizli ve sessiz duâ ediniz/çağırınız..." ve aynı sûrenin 204. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbini, içinden zikret!" ve En'âm sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbini isteyenlerle beraber olmaya çalış" buyurulmaktadır.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de; "Allahü teâlânın sevdiklerini hâtırlamak, rahmet etmesine sebep olur" ve "Biraz tefekkür, bin sene ibâdetten hayırlıdır/daha iyidir" buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah'tan aldıkları/kavuştukları feyiz ve mârifetleri kendilerinden sonrakilere, Tâbiînin büyüklerine ulaştırıp onların kalplerini temizlemişlerdir. Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ) müstesnâ, diğer sahâbîlerden gelen feyiz ve ma'rifetler, birkaç asırdan sonraya ulaşamamıştır. Ama o ikisinden (radıyallahü anhümâ) alınan feyizler ve mârifetler, bin dört yüz seneden beri, iki silsile hâlinde gelmiştir.
Sevr Mağarasında, Resûlullah'tan gizli zikri öğrenen Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) vâsıtasıyla gelen feyz ve ma'rifetlere kavuşturan yola, "Nübüvvet yolu" denilmiştir.
Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh), Resûlullah'tan sonra Hazret-i Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) sohbetinde ve hizmetinde bulunarak, onun, Peygamber Efendimizden almış olduğu kemâlâttan bazılarına kavuşmuştur. Resûlullah'a kendi kalbiyle bağlanmış olduğu gibi, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) vâsıtası ile de bağlanarak, daha çok feyizlere ve ma'rifetlere kavuşmuştur.
Hazret-i Ebû Bekir vâsıtasıyla gelen feyiz ve ma'rifetler, torunu ve Tâbiînin büyüklerinden olan Kâsım bin Muhammed'e (kuddise sirruh); Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh) vâsıtasıyla ulaşmıştır. Kâsım bin Muhammed, Medîne-i münevverenin yedi büyük fıkıh âliminden biriydi. Selmân-ı Fârisî'nin sohbetlerinde kemâle gelmiştir. Verâ ve takvâda eşsizdi. İmâm Câfer-i Sâdık (kuddise sirruh), Oniki İmâmdan olan babası Muhammed Bâkır'dan (kuddise sirruh), Hazret-i Ali yoluyla gelen feyzi aldığı gibi Kâsım bin Muhammed'den de feyiz almıştır.
Resûlullah'tan sesli zikri öğrenen Hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyiz ve mârifetlere kavuşturan diğer yola da, "Vilâyet yolu" denilmiştir. Evliyânın büyük çoğunluğu bu yoldan kemâle gelmişlerdir.
.Mühim bir âyet-i kerîmenin açıklaması
2015-11-23 02:00:00
“Her ümmeti, Peygamberleri ve dînde uydukları İmâmları ile çağırırız.” Yani “Herkes, kendi mezhebinin İmâmı ile çağırılır. Meselâ 'Yâ Hanefî' veya 'Yâ Şâfiî' denilir...”
Mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde “İsrâ” Sûre-i celîlesinin 71. âyet-i kerîmesinde meâlen: “O gün (Kıyâmette), her fırkayı İmâmları ile çağırırız” buyurulmuştur. Bugünkü makâlemizde, bu mühim âyet-i celîle hakkında muteber bazı tefsîrlerden bazı nakiller yapmak istiyoruz...
Tefsîr ilminin büyük üstâdı olan ve “Müfessirlerin şâhı” diye anılan Kâdî Beydâvî’nin tefsîri olan “Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl” isimli 2 cildlik kıymetli tefsîrde, bu âyetin açıklaması olarak şöyle buyurulmuştur:
“Her ümmeti, Peygamberleri ve dînde uydukları İmâmları ile çağırırız.”
Mezkûr Kâdî Abdullah bin Ömer Beydâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh), müfessirliğinin yanında, aynı zamanda, Şâfi’î mezhebinde fıkıh âlimi olup Şîrâz’da kâdî idi. “Envâru’t-tenzîl” isimli tefsîr kitâbının çok kıymetli olduğunu âlimler ifâde etmişlerdir. “Fıkıh”, “Kelâm” ve “Ahlâk=Tasavvuf” ilminde de kitapları vardır. [İlminden, takvâsından bir parçası Taşköprüzâde’nin “Mevdûâtü’l-ulûm”unda yazılıdır. Onları okuyup anlayan, onun tefsîrine dil uzatamaz.] “Tavâliu’l-envâr” ismindeki kelâm kitâbında, eski Yunan filozoflarının birçok yazılarını bildirip, bunlara cevaplar vermiştir. [Bu kitâbı gören bazı câhiller, “İmâm-ı Beydâvî, kitâblarına, Yunan felsefecilerinin yazılarını, fikirlerini karıştırmıştır” demişlerdir. Hâlbuki, onların fikirlerini benimsememiş, bilakis onları cevaplandırmış, yani reddetmiştir. Tefsîrinde, onların fikirleri hiç mevcut değildir.]
“Rûhu’l-beyân” ve “Tefsîr-i Hüseynî” isimli tefsîrlerde ise, yukarıdaki âyet-i kerîmenin açıklamasında: “Herkes, kendi mezhebinin İmâmı ile çağırılır. Meselâ "Yâ Hanefî" veya "Yâ Şâfiî" denilir” ifâdesine yer verilmiştir. İslâm âlimleri, bu açıklamaların, dört hak mezhepten birine uymanın vâcib olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir.
Yukarıda adı geçen 10 cildlik “Rûhu’l-beyân” tefsîri ise İsmâîl Hakkî Bursevî’nin (rahmetullahi aleyh) [1063-1137/1652-1725] eseri olup Beyrut ve İstanbul’da 1389 yılında bastırılmıştır. [“Kenz-i mahfî” isimli meşhur bir eseri de vardır.]
Fârisî “Mevâhib-i aliyye” tefsîrine gelince: Bu kitap meşhur olup Hirât’ta vâizlik yapan ve 910 [m. 1505] yılında yine orada vefât eden, çok kitap yazan Hüseyin bin Alî Vâiz-i Kâşifî'nin (rahmetullahi aleyh) eseridir. “Ahlâk-ı Muhsinî” isimli kitâbı, İngilizceye tercüme edilmiştir.
“Mevâhib-i aliyye” isimli tefsîr, [1246]’da İsmâîl Ferrûh Kırîmî tarafından Türkçeye çevrilmiş, bu Osmanlıca tercümeye “Mevâkib” ismi verilmiştir. Muhammed Bitlisî de [vefâtı 982], bu Farsça tefsîrin başka bir tercümesini yapmıştır.
[Bu mühim konuda, inşâallah yarın birkaç kelime daha yazmak istiyoruz.]
.Mezhep imamlarından birine uymak şarttır
2015-11-24 02:00:00
Kıyâmette, herkes kendi mezhep imamının ismi ile çağrılacaktır. İmam, kendisini taklit edene, şefâat edecektir. Dört mezhep imamının her biri böyle yüksek idi.
Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh kitaplarında, “Dört hak mezhepten birine uymak vâciptir yani farzdır” deniliyor. Hadîs-i şerîflerde bildirilen “vâcib” kelimesi de, genelde “farz” anlamında kullanılmaktadır. Diğer üç mezhepte de, “vâcib” denilince “farz” anlaşılır. Hanefî’deki “vâcib” hükmü, diğer üç mezhepte yok gibidir.
Kur’ân-ı kerîmde buyuruluyor ki: “Müminlerin [itikâd ve ameldeki] yolundan ayrılan Cehenneme gider.” [Nisâ, 115]
“Medârik” tefsîrinde bu âyetin açıklamasında, “Kitâb ve Sünnetten ayrılmak gibi, icmâdan da ayrılmak câiz değildir” buyuruluyor.
Kâdî Beydâvî (rahimehüllah) tefsîrinde, aynı âyet-i kerîmenin açıklamasında; “Bu âyet, icmâdan ayrılmanın harâm olduğunu göstermektedir. Mü’minlerin yolundan ayrılmak harâm olunca, bu yola uymak da vâcib olur, şart olur” buyurmuştur.
İmâm-ı Şa’rânî (kuddise sirruh) de buyurmuştur ki:
“Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, [bi-iznillah] kendilerine uyanlara şefâat ederler. Ruhlarını teslim ederlerken, kabirde Münker ve Nekîr isimli iki melek suâl ederken ve Haşırda, Neşirde, Hesapta, Sırâtta yanında bulunurlar; onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine uyanları, [Allahü teâlânın izniyle] bütün korkulu yerlerde kolladıkları gibi, müctehid İmâmlar da onları korurlar. Bunlar, mezhep İmâmlarıdır; bu ümmetin bekçileridirler... Dört mezhep İmâmından dilediğini taklit et de, saâdete kavuş” [el-Mîzânü’l-kübrâ]
Görülüyor ki, [dünkü makâlemizde de âyet-i kerîmenin ışığında belirttiğimiz gibi] kıyâmette, herkes kendi mezhep İmâmının ismi ile çağrılacaktır. İmâm, kendisini taklit edene, şefâat edecektir. Dört mezhep İmâmının her biri böyle yüksek idi. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: “Bana inâbet edenin yoluna uy.” [Lokmân, 15]
Bu dört büyük İmâmın, bu inâbet yolunda oldukları icmâ ile bildirilmiştir.
“Eshâb-ı kirâm”ın veyâ “Tâbiîn”in yâhût da “Tebe-i Tâbiîn”in dînî bir konuda ittifâklarına, söz birliği etmelerine “icmâ” denir. Çünkü bu üç asrın âlimleri yani müctehidleri, hadîs-i şerîfle övülmüşlerdir. Bunlara “Selef-i sâlihîn” denilir. (Hâşiyetü Reddi’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr fi Şerhi Tenvîri’l-Ebsâr)
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretleri, “Bir hüküm üzerinde, dört hak mezhebin İmâmları arasında icmâ hâsıl olursa, bu icmâya inanmak lâzımdır, inanmayan küfre girer” buyuruyor. (Mektûbât, II. cild, 36. mektûb)
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) zamanından beri [14 asırdır], bütün Müslümânlar, bilinen, meşhûr dört İmâmı taklit etmişler; bunlara itâat etmekte, mezheplerine uymakta “icmâ” hâsıl olmuştur. (El-Mesâilü’l-müntehabetü fi’r-risâleti ve’l-vesîle)
."Ülü’l-emr"e itaat nedir?
2015-11-30 02:00:00
“Emîr [âmir, başkan], mubâh olan bir şeyi emrederse veya yasaklarsa, buna itâat şarttır, çünkü emîrin İslâmiyet’e uygun emirlerine itâat vâcibdir.”
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde meâlen buyuruyor ki:
“Ey îmân edenler! Allah’a itâat edin, Peygambere ve sizden olan ülü’l-emre (emîrlere, âmirlere) de itâat edin!” [Nisâ, 59]
Büyük âlim Abdülganî Nablusî, Nisâ sûresinin 59. âyetinde bildirilen bu itâatin, Müslüman emîrin/âmirin, dîne uygun olan emir ve yasaklarına uymak olduğunu belirtmiştir. [el-Hadîkatü’n-Nediyye fî Şerhi’t-Tarîkati’l-Muhammediyye]
Bu konuda, Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü vesselâm) da buyuruyor ki:
“Bana itâat, Allahü teâlâya itâattir. Bana isyan, Allahü teâlâya isyandır. Başındaki emîre itâat, bana itâattir, ona isyan ise, bana isyandır.” [Buhârî]
“Başınızdaki emîr, Habeşli siyah bir köle de olsa, ona mutlaka itâat edin!” [Buhârî]
“Hoşuna gitse de, gitmese de, emîrin sözünü dinle ve ona itâat et!” [Buhârî]
“Sırtına vurup malını alsa da, âmirine itâat et!” [Buhârî]
“Emîrin beğenmediğiniz işlerine sabredin! Çünkü itâat etmeyip, o topluluktan bir karış ayrılan, câhiliyet ölümü ile ölmüş olur.” [Buhârî]
“Günâhı emretmedikçe, emîre itâat vâcibdir.” [Beyhekî] (Burada vâcib, farz demektir.)
İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfler hakkında: “Âmire kayıtsız şartsız itâat etmek gerekiyor. İsyân etmek ise, kesinlikle yasaklanıyor. Yoksa, zâhiren ona gösterilen itimâtsızlık ve itâatsizlik, aslında onu vekîl edene yapılmış olur. Bu işi beceremedi demenin, emâneti ehline veremedi demenin başka şeklidir” diyorlar.
Yine İslâm âlimleri: “Âmirlerle münâkaşa edilmez. Onların yaptıkları işler, ulu orta tenkit edilmez. Onlara itirâz, onları tayin eden âmire itirâz olur. Bizim yanlış sandığımız bir şey doğru olabilir. Hakkımız sandığımız bir şey de, hakkımız olmayabilir. Hakkımız olsa bile, hakkı kendi elimizle almaya kalkışmamız, anarşiye sebep olur. Âmirlere itâat gerekir” demişlerdir.
Eğer, ortada ihânet gibi bir durum varsa, tabii ki konu, uygun kimselerle istişâre edilip usûlü dâiresinde bir üst makâma bildirilebilir.
İmâm-ı Nevevî (rahimehullah), “Sahîh-i Müslim” ve “Sünen-i Ebî Dâvûd”da geçen bir hadîs-i şerîfi şerhederken; “İşlerin iyi yürümesi âmirlerden sorulur, memûrlardan sorulmaz” buyuruyor.
Peki “Emîr, mubâh bir şeyi yasaklasa, buna uymak gerekir mi?” diye bir sual hâtıra gelebilir. Bu konuda, Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî, “el-Berîkatü’l-Mahmûdiyye fî Şerhi’t-Tarîkati’l-Muhammediyye” isimli eserinde: “Emîr [âmir, başkan], mubâh olan bir şeyi emrederse veya yasaklarsa, buna itâat şarttır, çünkü emîrin İslâmiyet’e uygun emirlerine itâat vâcibdir” buyuruyor. Buradaki vâcib, farz demektir. [Bu mühim konu üzerinde, inşâallah yarınki makâlemizde de duralım.]
.Vekile itiraz, vekil edene itiraz olur!
2015-12-01 02:00:00
Tayin edilen emîre itâat etmemek, onu tayin eden zâta itâat etmemek olur. Bir zât, birini emîr olarak tayin etmişse veya onu kendine vekîl etmişse, ona itirâz, vekîl edene itirâz olur.
Dünkü makâlemizde, bir nebze, “ülü'l-emr (emîrler, âmirler)e itâat” konusundan bahsetmeye çalıştık. Dînimizde emîre yani âmire itâatin/uymanın önemi büyüktür.
Habeşî [zenci] câriye olan Ümmü Eymen’in oğlu Üsâme bin Zeyd (radıyallahü anhümâ), 18 yaşında iken, bir birliğe kumandan olmuştu, babası Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh) de vaktiyle köleydi; hattâ hicretin 8. yılında, Mûte’de Rum ordusuyla savaşırken, İslâm ordusunun kumandanıydı.
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) halîfeyken, “Resûlullah, sizi Üsâme’nin emrinde savaşa göndermişti. Yine aynı emîrle savaşa hâzır olun!” dedi. O zaman Üsâme (radıyallahü anh), 22 yaşındaydı.
Bazıları, “Âsîler Medine’ye gelip Halîfe’yi öldürebilirler. Üsâme’yi değiştirseniz nasıl olur?” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), “Ben, Resûlullah'ın beğendiği komutanı değiştiremem” dedi. Hazret-i Üsâme (radıyallahü anh) at üzerinde, Halîfe ve Eshâb yürüyerek, Medîne’den dışarı çıktılar. Halife, Eshâb-ı kirâmı uğurlarken, onlara vedâ ederken, “Birinci nasîhatim, emîriniz Üsâme’ye itâat etmenizdir” buyurdu.
Hazret-i Üsâme (radıyallahü anh), Huzâa kabilesine gidip, mürtedleri öldürdü. Kırk gün sonra, zaferle Medîne-i münevvere’ye döndü. Demek ki, emîr genç ve köle de olsa, ona itâat şarttır. Ona itâat edilmezse, onu vekîl eden zâta itâat edilmemiş olur. Ona itâat edilmeseydi, Resûlullah'a itâatsizlik olurdu.
Tayin edilen emîre itâat etmemek, onu tayin eden zâta itâat etmemek olur. “Vekîl asıl gibidir” buyuruluyor. Bir zât, birini emîr olarak tayin etmişse veya onu kendine vekîl etmişse, vekîle itirâz, vekîl edene itirâz olur.
Sultân IV. Murâd Hân, tütün içmeyi yasak edince, İsmâîl Hakkı Bursevî hazretleri, “Tütün içmek harâmdır” demiştir. Yine o zaman yaşayan Şurunbilâlî hazretleri de, “Halîfe, mubâhları yasak edince, onlar harâm olur” buyurmuştur. Sultân, umûmun faydası için bir mubâhı yasak edince, dinlemek vâcib olur. (Berîka)
Şâfiî âlimlerden Necmeddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh), “Sultân yasak edince, sigara içmek harâm olur. Devâm edilirse, büyük günâh olur” buyuruyor. (ed-Dürrül-muhtâr)
Demek ki, Halîfe veya Emîr, umûmun faydası için sigarayı yasak edince, sigara içmek harâm oluyor.
Dînimizde birlik ve beraberliğin sağlanması için âmire itâatin önemi büyüktür.
Âmirimiz kötü diye yakınmak doğru değildir. Önce kendimize bakmamız, kendi kusurlarımızı düzeltmemiz gerekir. Kendimizi düzeltirsek, âmirlerimiz de düzelir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte, “Siz nasılsanız, başınıza öyle âmirler geçer” (Deylemî) buyuruluyor.
.Şarktan doğan üç büyük güneş...
2015-12-07 02:00:00
Sizlere; Hakkârî ve Vân ulemâsından Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (Seyyid-i Büzürg), Seyyid Fehîm-i Arvâsî (Hazret-i Şeyh) ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden bahsetmek istiyoruz...
Hâtırlayacağınız üzere daha önceki makalelerimizde denizden damla misâli, Seyyid Ali Septî, Seyyid Mahmûd-i Sâminî, Seyyid Osmân Bedreddin-i Erzurumî (kaddesallahü esrârehümü’l-aliyye) hazerâtından bahsetmiştik.
Bugünden itibaren yazacağımız dört makâlemizde ise, yine bahr-i ummândan bir katre misâli, birer nebze, “Şarktan doğan üç büyük güneş” başlığı altında, Hakkârî ve Vân ulemâsından Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (Seyyid-i Büzürg), Seyyid Fehîm-i Arvâsî (Hazret-i Şeyh) ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinden bahsetmek istiyoruz.
Ama önce bir mukaddime olmak üzere şunu ifâde edelim ki, mâzilerini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. Sâdece ülkemizdeki değil, dünyadaki bütün insanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara maruz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları ile hâl ve hareketlerinin öğrenilmesi, tavsiye ve nasîhatlerine uyulması, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha/uyanmaya sebep olacaktır.
Asr-ı Saâdetten günümüze kadar, İslâm coğrafyasının her tarafında, Fâs'tan Hindistân'a; Balkanlar'dan Orta Asya ve Çin'e; Kırım ve Kazân'dan Afrika'ya ve Yemen'e kadar “Ulemâ ve Evliyâ” grubuna giren pek çok İslâm büyüğü gelip geçmiştir...
Bir kısım şehirler vardır ki onlar anıldıkları zaman, hemen oralarda yaşayan bazı büyük âlim ve velîler hâtıra gelir... Misâl olmak üzere zikredecek olursak, Konya denilince, hemen Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hocaları Şems-i Tebrîzî ve Sadreddîn-i Konevî; Kastamonu denilince Şeyh Şa’bân-ı Velî hâtırlanmaktadır. Ankara anıldığı zaman Hâcı Bayrâm-ı Velî ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, Nevşehir anıldığı zaman Hünkâr Hâcı Bektâş-ı Velî, Kırşehir anıldığında Ahî Evrân, Kayseri zikredildiğinde Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hâtırlandığı gibi. Yine Bursa’yı zikrettiğimizde, hemen hâtıra Molla Fenârî, İsmâîl Hakkı Bursevî, Emîr Sultân ve Muhammed Üftâde hazretleri gelir (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn).
Buhârâ-Özbekistân denilince İmâm Buhârî ve Şâh-ı Nakşibend; Bağdâd-Irâk denilince İmâm-ı A’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî; Serhend-Hindistân denilince de İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, oğlu Muhammed Ma’sûm Fârûkî ve torunu Seyfeddîn-i Fârûkî hâtırlanmaktadır (kaddesallahü teâlâ esrârehümü’l-aliyye)...
Elazığ zikredildiğinde, Seyyid Ali Septî, Seyyid Mahmûd-i Sâminî, Seyyid Osmân Bedreddin-i Erzurumî hazretleri ve Erzincân denilince de, hemen hâtıra Terzi Baba Hazretleri gelmektedir. Siirt’ten bahsedilince ise, İsmâîl Fakîrullah, İbrahîm Hakkî Erzurumî, Şeyh Memdûh gibi kıymetli zevât hâtırlanmaktadır..
.Doğuyu aydınlatan büyükler...
2015-12-08 02:00:00
Seyyid Tâhâ hazretleri, İslâmın güzel ahlâkını yaşamış ve yaymış, Müslümânları hükûmete hizmet, kânunlara itâat etmeye ve herkese iyilik yapmaya teşvîk etmiştir.
Doğu Anadolu’da “Seyyid-i büzürg=Büyük Seyyid” diye anılan, Evliyâ-i kirâmın büyüklerinden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, “Gavs-ı A’zam” Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin evlâdındandır, onbirinci torunudur. Peygamberimizin soyundan olup, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh) talebelerinin büyüklerinden, hattâ ekmel/en kâmil talebesi, Rabbânî ilimlerin hazînesi, rûh bilgilerinin mütehassısıdır. Onüçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh) halîfesidir.
Seyyid Tâhâ (rahimehüllah), 1229’da Bağdâd’a gelerek, tasavvufta kemâle erdi ve Nehri kasabasında ders vermeye memur edildi. 1269 [m. 1853] senesinde orada vefât etti.
İlim öğrenmekte iken ders arkadaşı olan Seyyid Abdullah (rahmetullahi aleyh), 1229’da Süleymâniye’ye Mevlânâ Hâlid’i (kuddise sirruh) ziyârete gitti ve sohbetinde kemâle gelip halîfe-i ekmeli/en kâmil halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, birâderinin oğlu (yeğeni) seyyid Tâhâ’nın hârikulâde ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh), ikinci defa gelirken, berâberinde onu da getirmesini emir buyurdu. İkinci defa ziyâretlerinde, seyyid Tâhâ’yı da yanında götürdü.
Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh), Bağdâd’da, seyyid Tâhâ’yı görür görmez, hemen Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip, istihâre etmesini emreyledi. Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh), kendi yolu büyük ise de, şimdi ehli bulunmadığını, Mevlânâ Hâlid’in ise, zamânının en kâmil insanı olduğunu bildirdi ve hemen ona gitmesini emir buyurdu. Bu manevî emir ve izin üzerine, seyyid Tâhâ (kuddise sirruh), Mevlânâ Hâlid’in (kuddise sirruh) yanında iki sülûk, yani seksen gün çalışarak mübârek kalbinden fışkıran, feyizlere, marifetlere kavuşup, kemâle geldikten sonra “Berdesur” kasabasına geldi.
Seyyid Abdullah (kuddise sirruh) vefât edince, Seyyid Tâhâ (kuddise sirruh), (Nehrî) kasabasına gelip kırk sene talebe yetiştirdi... Nehrî’deki babadan kalma küçük evinde ibâdetlerini yapar, diğer zamanlarında, mescidde aklî ve naklî ilmleri öğretmeye ve İslâmın güzel ahlâkını yaymaya çalışırdı.
Bütün hocaları gibi, o da, İslâmın güzel ahlâkını yaşamış ve yaymış, siyâsete karışmamış, Müslümânları hükûmete hizmet, kânunlara itâat etmeye ve herkese iyilik yapmaya teşvîk etmiştir. Oğlu Seyyid Ubeydullah, Mekke-i mükerreme’de vefât etmiştir. Bunun dört oğlundan seyyid Abdülkâdir Efendi İstanbul'da a’yân meclisi [Senato] başkanı idi. 1344 [m. 1926]’de Diyâr-ı Bekir’de oğlu Seyyid Muhammed ile birlikte şehîd edilmiştir (rahmetullahi aleyhimâ).
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’nin babası Seyyid Ahmed ve dedesi Seyyid Sâlih ve onun da babası Seyyid İbrâhîm (hepsi) Nehri’dedirler (rahmetullahi aleyhim ecmaîn).
.Âlimlere tâbi olunsa anarşi olmaz...
2015-12-14 02:00:00
İslam büyüklerinin hayâtları, nasîhatleri doğru bir şekilde öğrenilir, öğretilir ve yaşanırsa, anarşi, terör, katil, harp, darp, gasp, hırsızlık, hâinlik velhâsıl hiçbir kötülük kalmaz...
Bugünkü makâlemizde, güzel vatanımızın Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde “Hazret-i Şeyh” diye anılan, İslâm âlimlerinin büyüklerinden, evliyânın meşhûrlarından, Sofiyye-i aliyyeden, “Seyyid Fehîm-i Arvâsî” (rahmetullahi teâlâ aleyh)’den çok kısa bir şekilde bahsetmeye çalışacağız.
Pederi Abdülhamîd Efendi,Vâlidesi Âmine Hanım olup, mensup olduğu temiz ve asîl âile; Anadolu’nun şark vilâyetlerinin ilim, irfân ve güzel ahlâk vasfının timsâli olmuştur. Dedelerinin her biri; zamanlarının âlimi, fazîlet örneği ve saygıdeğer fertleriydi. [Dedesi Seyyid Abdurrahmân, Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin dedesinin dedesidir.]
Allâme Seyyid Muhammed Fehîm (kuddise sirruh), hicrî-kamerî 1241’de tevellüd, 1313 [m. 1895]’de Şevvâlin ondördüncü günü vefât etmiştir. Van’da, Müküs kazâsının Arvâs köyünde medfûndur.
Babasını küçük yaşta kaybeden Seyyid Fehîm hazretleri ilim tahsîline başladı. Kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatim ve hıfzetti. Sonra ecdâdının kurduğu ve öteden beri ilim yayan, büyük âlimler yetiştiren Arvas ve Hasan Velî medreselerinde Arabî, dîn ve fen ilimlerini okudu.
Bir taraftan medresede dîn ve dünya ilimlerini okurken, diğer yandan da, Doğu Anadolu’nun ve zamanının kutbu olan, insân-ı kâmil Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’nin (kuddise sirruh) teveccühünü kazanmakla şereflenmişti. Onun sohbetlerinde kemâle gelip kendisine icâzet-i mutlaka ile insanlara doğru yolu anlatmak ve öğretmek müsâadesi verilmiş bulunan Seyyid Fehîm-i Arvâsî (kuddise sirruh), hocası, 1269 [m. 1852]’de vefât edince, onun kardeşi olan Seyyid Muhammed Sâlih’i ziyâret ederdi (rahmetullahi aleyhim ecmaîn).
Seyyid Fehîm Efendi (kuddise sirruh) insân-ı kâmil idi. Onun kerâmetleri, derecesinin yüksekliği anlatılmakla bitmez. Kerâmetlerinin en büyüğü, talebesinin en üstünü, ârif-i kâmil ve veliy-yi mükemmil seyyid Abdülhakîm Efendi gibi bir zâtı yetiştirmesidir.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsîhazerâtı olmasaydı, o civârlardaki insanlar, doğru itikâdı, sahîh ibâdetleri, İslâmın güzel ahlâkını öğrenemezler ve bunları muhâfaza edemezlerdi.
Bü üç büyük âlim ve velî, Cenâb-ı Hakk’ın -sâdece Anadolu’ya değil- Irak’a da, İrân’a da, Suriye’ye de çok büyük birer ihsânlarıdırlar.
Bu büyüklerin hayâtları, nasîhatleri doğru bir şekilde öğrenilir, öğretilir ve yaşanırsa, anarşi, terör, katil, harp, darp, gasp, hırsızlık, hâinlik velhâsıl hiçbir kötülük kalmaz, bütün insanlar kardeşçe, huzur ve sükûn, emniyet ve âsâyiş üzere yaşarlar...
.İnsanlık, o büyüklere her zaman muhtaçtır
2015-12-15 02:00:00
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî bin Seyyid Mustafâ Efendi [1281-1362 (m. 1865-1943)], Van vilâyetinin Başkale (Başkal’a) kazâsında doğmuş, Ankara’da vefât etmiş ve Bağlum’a defnolunmuştur.
Büyük velî Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri "Oniki İmâm"dan İmâm Alî Rızâ bin Mûsâ Kâzım’ın [kuddise sirruhumâ] soyundandır. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin de fıkıh bilgilerinde mâhir, rûh bilgilerinin mütehassısı bir veliy-yi kâmil ve mükemmil idi.
İlm-i sarf, nahiv, bedî, beyân, belâğat, me’ânî, mantık, münâzara, vad’, usûl-i fıkıh, tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf, nush lil-müslimîn, iftâ ale’l-mezhebeyn, hikmet-i tabîiyye [fizik, biyoloji], riyâziyye (hesâb ve hendese), hey’et [astronomi] ve hikmet-i ilâhiyye gibi ulûm-i zâhiriyyeyi, allâme Seyyid Fehîm Efendiden (kuddise sirruh) okuyup mezun olduğu gibi, yine ondan tasavvufun Nakşibendî/Müceddidî, Kâdirî, Kübrevî, Sühreverdî, Çeştî kısmlarından dahî mezun olmuştur. 1300 hicrî senesinin başında icâzet [yani diploma] almıştır.
1914 yılında, Receb ayı başında başlayan Ermenilerin zulüm ve katliâmından kurtulup kadın, çoluk-çocuk yetmiş kişilik yakınları ile hicret ederek, Revandız, Erbîl, Musul, Adana, Eskişehir ve nihâyet 1919 senesinin Şevvâl ayı başlarında 15-20 kişi hâlinde İstanbul’da Eyyûb Sultân semtine geldiler. Önce çarşı içindeki “Yazılı Medrese”ye yerleştirildiler. Sonra kendisi, Gümüşsuyu Tepesi’nde İdris Köşkü civârındaki Murtazâ Efendi Mescidi’nin İmâmlığına [ve Kaşgârî Dergâhına] tayin olundu. Ayrıca İstanbul’daki çeşitli Câmilerde vaaz vererek, Vefâ Lisesi’nde de öğretmenlik yaparak, İslâmiyyeti yaymaya çalıştı.
Seyyid Abdülhakîm Efendi (rahimehullah), Sultân Muhammed Vahîdeddîn Hân tarafından, Medreselerin en yüksek, Üniversite kısmı olan Süleymâniyye Medresesi’ne (Medresetü’l-mütehassısîn)’e müderris [yani profesör hattâ ordinaryüs profesör] olarak tayin edilmiştir.
Memleketin her tarafından ve yabancı milletlerden üniversite mensupları, devlet adamları, uyanık, meraklı kimseler gelip güç bilgileri, ilimden, fenden çok şeyleri sorarlar, bazen de sormadan cevaplarını alırlar, bilgi ile doymuş olarak geri dönerlerdi.
“Râbıta-i şerîfe” ve “Er-riyâdu’t-tasavvufiyye” isimli kitâbları basılmıştır. Risâle büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. “Sahâbe-i kirâm”, “Ecdâd-ı Peygamberî” ve “İslâm Hukûku” gibi risâleleri, Arabî, Fârisî ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir. Vaazları esnâsında tutulan notlar ve bazı mektupları 1983 senesinde dokuz cild hâlinde toplanmıştır.
Allahü teâlâ, bizlere, onun kıymetli eserlerini okuyup gösterdiği yolda ilerlemek ve rûh-i mukaddesinden her an istifâde etmek nasip eylesin. Cenâb-ı Hak, onun derecesini yüksek eylesin; hepimizi şefâatine de kavuştursun.
.Sevgili Peygamberimiz âlemlere bir rahmettir
2015-12-21 02:00:00
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbi Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır.
Cenâb-ı Hakk’ın, dünyaya gönderdiği ilk insan ve aynı zamanda “İlk Peygamber” olan Hazret-iÂdem (aleyhisselâm)’dan başlayarak, “son Peygamber” olan Hazret-iMuhammed (aleyhisselâm)’a gelinceye kadar her asırda, dünyanın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (bir Peygambere), bir“melek”le [“Cebrâîl” aleyhisselâm’la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiş olduğu malumdur.
Her akl-ı selîm sâhibi insan kabul eder ki: Allahü teâlâ, ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’den itibaren, kullarına râzı olduğu, beğendiği yolu göstermek için, insanların ebedî saadete kavuşmaları için, muhtelif asırlarda, zaman zaman, çeşitli coğrafî bölgelere ve çeşitli kavimlere Peygamberler göndermiş, bunlardan bazılarına da, emir ve yasaklarını ihtivâ eden “Sahîfe”ler ve “Kitâp”lar vermiştir.
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saadete, bitmez-tükenmez nimetlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'ân-ı kerîm bozulmamıştır.
İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O’na îmân etmek, tâbi ve teslîm olmaktır.İki cihân saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Ona tâbi olmak demek, onun tarif ettiği şekilde îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbi/mahbûbu/sevgilisi Muhammed (aleyhisselâm)’da toplamıştır. Âyet-i kerîmede de geçtiği gibi, Allahü teâlâ, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir.
Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünya milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmektedir. Hâtırlarda olduğu gibi, Fransız dergilerinden “Le Point”, 1980 yılını "Hazret-i Muhammed Yılı" olarak ilan etmişti. Dergi, bu seçimine sebep olarak; 12 Rebîul-evvel’de dünyayı teşrîf eden “Hazret-i Muhammed'in (aleyhisselâm), yedinci yüzyılda yaşamış olmasına rağmen, dünyadaki tesirini, (müsbet olarak) her geçen gün büyüyerek sürdürmesini” göstermişti.
.Sevgili Peygamberimizin Hilye-i Seâdeti
2015-12-22 02:00:00
“Hilye-i Seâdet” yazılarını okuyanlar, Peygamber Efendimizin rûhen ve ahlâkan olduğu gibi, bedenen de hiç eksiksiz ve kusursuz, insanların en güzeli olduğunu anlarlar.
Peygamber Efendimizin dış görünüşünün, fizikî yapısının anlatılmasına İslâm terminolojisinde “Hilye-i Seâdet” veya “Hilye-i şerîfe” denilmiştir. İslâm âlimleri, târih boyunca, Resûlullah Efendimizin (aleyhisselâm) “hilye-i şerîfe”sini [yani O'nun dış görünüşünü veya görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını] şifâhî olarak anlatmışlar, bunları çok kıymetli kitaplarında da yazmışlardır.
Bütün Müslümânlar da, tezhîpli [süslenmiş] levhalar üzerine yazılan “hilye-i seâdet”leri, câmi ve mescidlerde, ev ve iş yerlerinde gözlerinin önlerine asmışlar ve O’nu dâimâ kalplerinde bulundurmaya çalışmışlardır.
İslâm dünyâsında bu konuda pekçok eser yazılmıştır. Peygamber Efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler mevcuttur. Ama bunları yazanlar içinde, şöhretleri ve sanatları bütün dünyayı ve asırları kaplamış olanları dahî, O’nu methetmekten âciz olduklarını beyân etmişlerdir. Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen “Na’tlar”, hep O’nun için yazılmıştır.
Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünya milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların her biri O’nu biraz inceledikten sonra hayrânlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.
Ne var ki, Müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.
Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler.
Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise, O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir. O, Resûlullah Efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gibi olamamıştır.
.Allahü tealanın en büyük nimeti
2015-12-28 02:00:00
Nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisi; Allahü teâlânın Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm) göndererek İslâmiyeti, ebedî saâdet yolunu göstermesidir.
Dünya tarihinde çok önemli dönüm noktaları, pek mühim kilometre taşları vardır. Birincisi: Şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca “kâinât”ı yaratan yüce Allah, sâdece “dünyâ”nın insanlarla meskûn olmasını irâde etmiştir. Cenâb-ı Hak, “Hazret-i Âdem”i, “ilk insan” olarak bu dünyâya göndermiş ve onu aynı zamanda “ilk Peygamber” kılmıştır.
Dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarından, kilometre taşlarından biri de, “İki Cihân Güneşi Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)’ın dünyâyı şereflendirmeleridir. Yüce Allah, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı, bütün insanlara ve cinnîlere son Peygamber olarak göndermiştir.
Dünyâdaki bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak gönderilen, Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, 571 yılında Nisan ayının 20’sine rastlayan, Rebîul-evvel ayının 12. [Pazartesi] gecesi, sabaha karşı Mekke-i Mükerreme’de dünyaya gelmiştir.
Şimdi burada, bir âyet-i kerîme ve bir de hadîs-i şerîf meâli zikredelim:
"O’nun şahsında, Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hatırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır" (Ahzâb, 21) âyet-i kerîmesi, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanlar için “üsve-i hasene” [nümûne-i imtisâl=en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir?
Sevgili Peygamberimiz de (aleyhisselâm) “Ben, iyi huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim” buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, şüphesiz ki bütün insanlara sayılamayacak kadar çok nimet göndermiş, iyilik yapmıştır. Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, nimetleri o kadar çoktur ki, bu ancak “sonsuz” kelimesiyle ifâde edilebilir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi ise, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm) göndererek İslâmiyeti, ebedî saâdet yolunu göstermesidir.
Târihte belli bir zaman dilimine, belli bir coğrâfî bölgeye ve belli bir kavme gönderilen Peygamberler vardır. Ama âhır zaman nebîsi [son Peygamber] Hazret-iMuhammed aleyhisselâm, [günümüz de dâhil olmak üzere] bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün kavimlere, milletlere, hattâ hem insanlara, hem de cinnîlere gönderilmiş bir Peygamberdir; onun için “Resûlü’s-sekaleyn=Bütün insanların ve cinnîlerin Peygamberi” diye anılır. Bu husûs ittifâklıdır, yani bütün âlimlerimizin söz birliği ile sâbit olan bir husustur.
Sevgili Peygamberimize “Hâtemü’n-nebiyyîn”,“Hâtemü’l-Enbiyâ” veya “Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül (Nebîlerin ve Resûllerin Sonuncusu)” da denilmiştir. Cenâb-ı Hak, O’na “Kur’ân-ı kerîm”i son kitap olarak göndermiştir; o hiç değişmemek üzere kıyâmete kadar bâki kalacaktır.
.Kurtuluş vesîlesi” kitabı niçin yazıldı?
2015-12-29 02:00:00
Süleymân Çelebi, Muhammed aleyhisselâmın diğer Peygamberlerden daha üstün ve son Peygamber olduğunu isbâtlamak için “Vesîletü’n-Necât” isimli “Mevlid” kasîdesini yazmıştır...
Resûlullah Efendimiz (aleyhisselâm), Mevlid gecelerinde Eshâb-ı kirâmına ziyâfet verir, dünyayı teşrîfindeki ve çocukluğu zamanında meydana gelen hâdiseleri anlatırdı. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) de, Halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı toplar, Resûlullah Efendimizin dünyâyı teşrîfindeki olağanüstü hâlleri aralarında konuşurlardı.
O gece, Resûlullahın doğum zamanında görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır...O gece, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz doğduğu için sevinenler affolurlar.
Mevlid gecesinde, çalgı ve başka harâm şeyler karıştırmadan, Allah rızâsı için mevlid cemiyeti yapmak, mevlid kasîdesi okumak ve dinlemek, salevât-ı şerîfe getirmek, insanlara tatlı şeyler ikrâm etmek, yedirip içirmek, hayrât ve hasenât yapmak, böylece, bu gecenin şükrünü yerine getirmek müstehaptır; nâfile bir ibâdet olup, çok sevâptır...
Peygamber Efendimizi medheden, öven yüzlerce, binlerce, hattâ onbinlerce kitap, şiir, na’t, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Ama bunları yazanlar içinde, şöhretleri ve san’atları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahî, O’nu medhetmekten âciz olduklarını beyân, ikrâr ve itirâf etmişlerdir.
Arap, Fars ve Türk edebiyâtlarında görülen “Na’t”lar, hep O’nun için yazılmıştır. En meşhûr olanı ve Türkiye’de sık sık okunanı, Süleyman Çelebi’nin, 15. asırda yazdığı “Vesiletü’n-Necât=Kurtuluş vesîlesi” isimli “Mevlid Kasîdesi”dir. Burada, Süleymân Çelebi’nin “Mevlid kasîdesi”ni yazmasının sebebi hakkında, kitaplarda anlatılan bir hâdiseden bahsedelim:
Süleymân Çelebi’nin Bursa Ulu Câmideki imâmlığı yıllarında, İrânlı bir vâiz, Ulu Câmi kürsüsünde, Bakara Sûresi’nin "…Allah'ın Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız...” meâlindeki 285. âyetini, kendi bilgisine göre tefsîr etti. Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler arasında hiçbir fark görmediğini ve Muhammed aleyhisselâmın da, Hazret-i İsâ Peygamberden daha üstün tutulamayacağını söyledi. [Hâlbuki, Bakara Sûresi’nin 253. âyet-i kerîmesinde, “O Peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık…” buyurulmaktadır.]
Süleymân Çelebi, Muhammed aleyhisselâmın diğer Peygamberlerden, hattâ bütün mahlûkâttan daha üstün ve son Peygamber olduğunu isbâtlamak için “Vesîletü’n-Necât” isimli “Mevlid” kasîdesini yazdı.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Bir mü’min, beni, ana-babasından, çocuklarından ve herkesten daha çok sevmedikçe, onun îmânı kâmil olmaz.” [Buhârî]
“Bir şeyi çok seven, elbette onu çok anar.”
“Peygamberleri anmak, hâtırlamak ibâdettir.”
.
.
.
|
|
|
|
Bugün 654 ziyaretçi (896 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|