|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İÇİNDEKİLER I. BAŞLANGIÇ Prof. Dr. M. FUAD K Ö PR Ü LÜ (S. X I I I - X X I V ) îslâm tarihi ve bunun O rtazam an T ü rk tarihi için ehem m iyeti (S. X III). — M üslüm an kavim lerin müesseseler tarihini mukayeseli tarzda tedkik lüzum u (S. X I V ) . — M em leketim izde İslâm tarihine ve m edeniyetine âit neşredilmiş eserler ve m âhiyetleri (Ş. X I V ) . — Bugünün şartlan ne türlü bir tarih ihtiyacı duyuruyor (S. X V ) . — Bu husustaki G arb eserlerine um um î bir bakış (S. X V ). — içtim â i tarih tedkiklerinin noksanı (S. X V ). — Barthold’ün îslâm Medeniyeti Tarihi ve m uhtelif tercem eleri (S. X V I). — Tercem eye yapılan ilâvelerin sebebleri ve m âhiyeti (S. X V I I ) . — G arb ’ ta Islâm tedkikleri ve bu husustaki terkibi eserlerin m âhiyeti (S. X V I I I ) . — Barthold’ün eserinin bunlarla mukayesesi (S. X IX ). — T ürkler’in Islâm medeniyetindeki rolleri ve bizde tarihin romantik telâkkisi (S. X X I I ) . — Bu husustaki düşüncelerim (S. X X I I I ) . İSLÂM MEDENİYETİ TÂRİHİ Prof. Dr. W. BARTH OLD (S- 3 - 78) G İR İŞ (S. 3 - 7 ) îslâm yahut Arap medeniyetinin tarifi (S. 3). — Şark ve Uzak-Şark hakkında fikirler (S. 3 -5 ). — Yakın-Şark ve onun cihan münasebetlerindeki rolü (S. 6). — Kavimler arasındaki münasebetlerin medenî ilerleyişe te’siri (S. 6 -7). VI İÇİNDEKİLER BİRİNCİ BÖLÜM (S. 9-19) H IR İS T İY A N ŞA R K ve B U N U N İSL M İÇİN E H E M M İY E T İ Hıristiyanlık ve onun « ki medeniyetle münasebeti (S. 9-11). — Şarkî Roma İmparatorluğu ve Sâsânîler İranı (S. 11-12). — Arap fıitûhâtı ve bunun Hıristiyan âlemi üzerindeki te’sirleri (S. 12-13). — İslâmiyet ve Hıristiyanlar (S. 14-15). — Yunan felsefesi’nin lslâmlar arasına girmesi (S. 14-15). — Şu- ‘ûbiyye hareketi (S. 15). — Şark Hıristiyanları'nm medeniyetçe gerileyişi (S. 16). — Şark Hıristiyanları’nm medenî ve içtimâi vazıyetleri (S. 16-17). — Müslümaalar’ın elinden çıkan Hıristiyan memleketleri (S. 17-18). — Şark Hıristiyanlan ve Avrupa (S. 18). — Millî cereyan (S. 18-19)» İK İN Cİ BÖLÜM (S. 21-28) H A L İF E L İK ve B U N U N İSL  M İÇ İN EH EM M İY ETİ Arap fütûhâtı (S. 21-22).— İslâm dininin ve Arapça’nın yayılması (S. 22-23).— Yeni kurulan İslâm şehirleri ve şehir hayatı (S. 23-24). — Iran ve Türkistan’da şehir hayatı (S. 24-25). — Bizans ve İran medenî tehirlerinin devamı (S. 25-27). — Medenî hayatın Küfe ve Basra’da toplanışı (S. 27). — İslâm ilimlerinin başlangıcı (S. 27-28). Ü ÇÜ N C Ü BÖLÜM (S. 29-41) B A Ğ D  D ve A R A P M E D E N İY E T İN İN SONRAKİ T E R A K K İS İ Bağdâd’m kuruluşu (S. 29). — İdâre teşkilâtı: Dıvân’lar; büyük me’murlar ve maaşları (S. 30). — İlmî hayat ve tercüme faâliyeti (S. 30-32). — IX-X. asırda İslâm ilminin inkişâfı ve büyük âlimler, İslâm ülkeleri arasındaki ilmi münâsebetler (S. 32-33). — İslâm coğrafyası (S. 33-34). — Fikir seviyesinin yükselişi ve bunun türlü neticeleri (S. 34). — Samarrâ şehrinin kuruluşu (S. 35). — Vergiler (S. 35-36). — Toprak mes’elesi (S. 36). — Iran ve Türkistan’da içtimâi değişiklikler (S. 36). — Abbâsî Devleti’nin küçülmesi (S. 36-37). — Fâtımîler ve Mısır’da İslâm medeniyeti (S. 37*39). — İbn Haldun ve nazariyeleri (S. 39-40). — Bağdâd Halîfeliği’nin sonu (S. 40-41). D ÖR D Ü N CÜ BÖLÜ M (S.43-60) İR A N M E D E N İY E T İ ve B A ŞK A İSLÂM M E M L E K E T L E R İN E T E ’SİR İ (S. 43-60) Arap istilâsının İran’daki te’sirleri (S. 43-44). — Iran milliyetçiliğinin tekrar doğuşu (S. 44). — İran’da Şî'îliğin yayılması ve toprak mes’elesi (S. 44-45). — İran’da şehir hayatı ve İsfahan (S. 45). — içtimâi sınıflar ve içtimâi mücadeleler, ilim adamlarının vazıyeti (S. 45-46). — Yeni Farisî ve onunla ya- İÇİNDEKİLER V II nlafi ilk fiirler (S. 46-47). — lranlı Müslüman sülâleleri: Tâhirîler, Sâmânîler (S. 47). — Farsça’nın resmi dil oluğu; ilk jâirler: Rûdak! ve Dakik! (S. 47-48). — Büveyh sülâlesi (S. 48-49). — Gazneliler, ŞaJmâme ve Firdevst (S. 49-50). — Şarki İran’da edeb! inkişaf (S. 50-51). — Garbi İran’da İlmî inkişaf: İbn Sînâ, Birûnf (S. 51-54). — İran’da yeni şehir tipi ve mimâride inkişaf (S. 54-55). — Selçuklular devrinde medeni ilerileyişler ve Sünniliğin üstün gelişi (Si 55*56)* — Ismâ'ilîler ve Bâtın! propagandası (S. 56-57). — Mezhep mücadeleleri, sınıf kavgaları ve rigitmalisme (S. 57-58). — Şehir hayatının inkişâfı, ticâr! faâliyet ve ticâret yollan (S. 58-59). — Müslüman olmayan memleketlerle ticâret münasebetleri (S. 59-60). BEŞİNCİ BÖLÜM (S. 61-72) M O Ğ O L F Ü T Û H  T IN IN İR A N M E D E N İY E T İN E T E ’SİR İ IsUmlar ve Moğollar, Moğol istilâsı, İran’da Salguriler ve Muzafferîler (S. 6ı-6a). — Moğol istilâsı baklanda yanlış fikirler, bu istilânın medeni faydalan: Siyâsi istikrar, şehir hayatının inkişafı (S. 62-63). — Uzak ve Yalun-Şark arasında ticâr! ve medeni münasebetlerin artması (S. 63). — Moğollar ve Avrupalılar (S. 63-64). — İlmi faâliyet, Raşld-al Din ve Umumi Târih’i (S. 64). — İran medeni te’sirinin genişlemesi (S. 64-65). — Türk dil ve edebiyatının eski ve yeni inkişâfı: Türkistan, İran ve Anadolu’da Türk edebiyatı (S. 65-66). — İslâm ülkelerindeki Moğollar ve bunların türkleşmesi (S. 66). — Türkler’- in milli duygularının kuvvetlenmesi (S. 66-67). — Oğuznâme, Seyyid Battal romanı, Dede Korkut hikâyeleri (S. 66-67). — Anadolu’da Türk medeniyeti (S. 67-68). — Türkistan’da Türk edebiyatı (S. 68). — X IV . — X V . asırda Türkistan’da meden! ilerileyiş : Timur ve çocuklan (S. 68-69). — Kanallar ve binalar (S. 69). — Uluğ Bey ve Semerkand (S. 69-70). — Hüseyin Baykara ve Herat (S. 70). — Tuğluk Timur (S. 71). — Timur devrinde Türkçe ve Farsça (S. 71). — Nevâi ve Bâbür Şah (S. 71-72). A L T IN C I BÖLÜM (S. 73-78) XV. ASIRDAN SONRA MÜSLÜMAN DÜNYASI Siyâsi ve askeri muvaffakiyetler (S. 73). — Islâmlar’ın medeni üstünlüğü kaybetmelerinin başlangıcı ve Avrupa’nın ilerileyişi (S. 73). — Barut ve ateşli silâhlar, Hind deniz yolu’nun bulunması (S. 74). — Osmanlılar’da denizcilik ve donanma (S. 74). — Matbaacılık (S. 74-75). — Teknik vâsıtalar ve terakkî (S. 75). — Avrupa’nın üstütünlüğü, İslâm dünyasında tedrici gerileme (S. 75). — Osmanlılar ve Osmanlı medeniyeti: Mimâr Sinan, Kâtib Çelebi, Evliyâ Çelebi (S. 75-76).— İran veŞâh Abbâs devri (S. 76). — Hindistan’da Büyük Moğollar (S. 76). — Türkistan’da ö z beki er: Ticâretin ve şehir hayatının gerikyişi, sulama ve ziraat işleri (S. 76-77). — Osmanlı İmparatorluğu’nun din! ve içtimâ! siyâseti (S. 77). — Hindistan’da Büyük Moğol İmparatorluğu (S. 78). — İngiliz ve Rus müstemlekeciliği (S. 78). V III İÇİNDEKİLER ÎZAHLAR ve DÜZELTMELER (s. 79-246) Prof. Dr. M. Fuad K Ö PRÜ LÜ Not Numarası Sayfa 1. Hind-Avrupa T â b ir i............................................................................... 81 2. Bardesane ................................................................ ................................ 81 3. Melik Tâbiri .......................................................................................... 83 4. Sâsânî Medeniyeti Te’siri ...................................................................... 83 5. Mezdek (Mazdak) ................................................................................ 85 6. Kelîle ve Dimne (Kalüagh-u Damnagh)................................................. 85 7. Maniheizm ve Türkler .............................................. .......................... 86 8. Heraklius ve Sâsânîler ............................................................................ 93 9. Uydurma Vesikalar................................................................................. 97 10. Şu'ûbiyye Mes’elesi ............................................................................... 98 11. Gürcüler ve Ermeniler’de Türk Te’s iri.................................................. 102 la. Şark Hıristiyanlan’nın Geriliği ............................................................. 102 13. Şark Hıristiyanlan ve İslâm Te’siri....................................................... 103 14. Ermeniler ve katoliklik.................................................................... ....... 103 15. Müslümanlar Arasında Milliyetçilik .................................................... 103 16. İslâmiyet’in Yayılması ve Cizyt ........................................................... «04 17. Arap Ordugâh-Şehirleri ......................................................................... 108 18. İdare Teşkilâtında İran ve Bizans Te’sirleri: Dîvânlar........................ 114 19. İslâm Paralan ......................................................................................... 127 20. Abbâsî Devri’nde Muhtelif Te’sirlerin Kaynaşması ............................. 128 21. Emevîler’le Abbâsîler Arasındaki Farklar ........................................... 129 22. İslâmî İlimler: Tefsîr, Hadîs, Fıkh, Felsefe ve Kelâm, Târih ve Coğrafya. 142 23. Bağdâd Târihi’ne D a ir ................................_............................................ 157 24. Abbâsî Sarayları ......... ........................................................................ 158 25. Garp’da Pamuk ve lslâmlar Tarafından Getirilen Diğer Toprak Mahsûlleri .............................................................................................. 161 26. İslâm Coğrafyacıları ............................................................................... 162 27. İslâm San’atında Türk Unsurları ........................................................ 165 28. Abbâsî Saraylannm Taklit Edilmesi .................................................... 165 29. Vergi ve Toprak Mes’elesi .................................................................... 166 30. Fâtımîler .................................................................................................. 167 31. Ismâ'îliyye................................................................................................ 168 32. Kahire’de Dâr-al Hikma.......................................................................... 169 33- lbn Haldûn ............................................................................................ 169 34- Endülüs Emevîleri ve Abbâsîler’in Sonu .............................................. 171 35- Sâsânî Hânedânı’nın Şöhreti.................................................................. 172 36. Gazneliler Devri’nde Arapça.................................................................. 172 37- Şî'lliğin Mâhiyeti ................................................................................. 173 İÇİNDEKİLER IX 38. İlk A sırlarda İran’da D in i ve Siyâsi K ıyam lar ........................................... 174 39. H âkim iyet Senbollerinde R enk .............................................................................174 40. M azdek M ezhebi Propagandası .......................................................................... ...175 4 1. Y e n i Farsça’da İlk Şiirler ........................................................................................175 42. Târih-i Bay h a k ...................................................... ..........................................................175 43. Sâm âniler D evri’nde Farsça ........................................................ ...........................176 44. R ü dakî’nin Ş iir le r i..................................................................................................... ...177 45. D akikî’nin Z e rd ü ştlü ğ ü ................................................................................. ..............177 46. İran Destanı ve Firdevsî ........................................................................................ ...* 77 4 7. H alk Hikâyelerinde İbn-i S î n â ................................................................................178 48. B lr ü n i..................................................................................................................................178 49. İlim T ârihinde Blrüni ................................................................................................179 50. Sencer’in Ü m m iliği M es’elesi ..................................................................................179 5 1 . N izam -al M ülk ve Sıyâset-nâme..................................................................................180 52. Enverî ve N izâm î .........................................................................................................180 53. Ismâ'ilîler’in Sonu............................................ "..................................... ..!8« 54. Selçuklular’dan Sonra İran ’da İçtim â i M ücadeleler .....................................181 55. M oğol İstilâsını Kolaylaştıran  m iller ................................................................182 56. M oğol İstilâsına D âir T e d k ik le r .......................................................................... ...182 5 7 . Salgurlar ........................................... ........................................... t ............................ ...182 58. S a 'd i ve H â fız .............................................................................................................. ...183 59. M oğol İstilâsının H akiki M âhiyeti ................................................................. ...184 60. M oğol Istilâsmdan K a la n K a vm î izler .............................................................. 184 6 1 . M oğollar D evri’nde T icâ rî inkişaflar .................................................................. 184 62. M oğollar ve D eniz Y o lla rı ...................................................................................... 184 63. M oğol T ârihçisi Raşld-al D i n .................................................................................. 185 64. Altın-ordu’da T ürk Edebiyatı ................................................................................ 185 65. Kuladgu Bilig ..................................................................................................... ............185 66. İslâm M edeniyeti ve Y e n i K ıym etler ............................................................... ... 186 6 7. Ahm ed Yesevî ............................................................................................................ ... 186 68. Y en i Tedkiklerin N eticeleri .................................................................................... 199 69. M oğollar’ın T ü rk leşm e si.......................................................................................... ... 199 70. M oğol Edebiyatı ........................................... .......................... .....................................200 7 1. Yazıcıoğlu Selçuk-nâme’s i ............................................................................................. 200 72. Dede Korkut H ikâyeleri............................................. .....................................................200 73. Battal G azı M enkabeleri ............................................................................................206 74. Dede Korkut T ed k ik le ri.............................................................................................. ....212 75. Anadolu’da T asavvuf! T ürk Ş i i r i ............................................................................213 76. A nadolu’da D evlet D ili Türkçe .......................................................................... ....213 77. A nadolu’da E debî D il T ürkçe ............................................................................... 213 78. Anadolu’da T ü rk S a n 'a t i............................................................................................214 79. H irezm şahlar M edeniyeti .......................................................................................215 80. Türkistan’da T ürk Edebî D ili ............................................................... .................215 8 1. T im ur Devri M e d e n iy e ti............................................................................................215 X İÇİNDEKİLER 82. U lu ğ Bey ve A lî K u ş ç u .......................................................................................... ....216 83. H erat’ta Fikir ve S an 'at İ n k iş a fı........................................................................ ....216 84. A lî-Ş îr N evâî ...................................................................................................................217 85. Bâbiir Şah ................................................................................................................... ....221 86. Sade Dil ............................................................................................................................222 87. X V . - X V I . A sırda İslâm Dünyasında T ü rk H âkim iyeti .............................223 88. O sm anlılar’ın Askerî T eknik Üstünlüğü .............................................................224 89. Deniz Yollarının Ehem m iyeti .................................................................................224 90. Islâm D enizciliği ............................................................................................................225 9 1. H ind Deniz Y o lu için M ücadeleler ......................................................................226 92. K ervan Y o l la r ı ............................................................................................................ ....232 93. T ürkiye’de M atbaacılık .......................................................................................... ....233 94. D ’H erbalot’nun Ansiklopedisi ...................................................................................233 95. Osm anlı San 'ati ....................................................................................................... ....233 96. K â tib Çelebî ............................................................................................................ ....234 97. E vliyâ Çelebî .............................................................................................................. ....235 98. Şâh Abbâs-ı Safevî . . , .................................................................................................236 99. H indistan’da Bâbürlüler ............................................................................................237 100. Ç in Türkistanı San'ati ............................................................................................238 101. Osm anlı im paratorluğu H akkında Yanlış Fikirler .................................... ....238 102. Barthold’ün Yanlış Fikirleri ............................................................................... ....245 103. Osm anlı-Safevî M ücadelesi ................................................................................. ....245 104. R ûhânî Sınıfların Taassubu .................................................................................246 105. Bâbürlüler’de D inî Tesâm üh .................................................................................246 106. M üstem lekecilik M üdafii âlim ler ...................................................................... ....246 U M U M Î İ N D E K S ...................................................................................... ..........................247 İ L  V E L E R (S. 275-367 ) P r o f. D r. M . F u a d K Ö P R Ü L Ü Islâm Hukuku : I. Goldziher ............................................................................................277 İslâm H u ku ku : I. U m um î M ü lâ h a za la r.— II. Rom a-Bizans T e ’siri. — III. Talm ûd H ukuku T e ’siri. — IV . Sâsânî T e ’siri. — V . H ukukî H ayatta İkilik. -— V I. Devletin Teşri* ve K a zâ F a â liy e ti.— V l l . M ezheplerin Coğrafî Yayılışı. — V I I I . Yaban cı H ukuklar Ü zerindeki T e ’sirle r.— IX . A dlî İslâhat ve İnkılâblar. -— X . N etîce. — B ib liyo grafya............. ...291 lürk-tslâm Devletlerinde Resmî Posta ve Istihbârât Teşkilâtı : B erîd.............321 Kski T ürkler’do Kahram anlık H ayatı ve A n'aneleri : A lp , A lplar D evri. 341 1952’de İstanbul’da Toplanan X X I I . M üsteşrıklar K o n g n s i’nin Açılış N u tk u ............................................................................................................................ ....353 t^lcnn Medeniyeti Târihi: YV. Barthlod-Fuad K ö p rü 'ü , İslâm 1Medeniyeti Târihi (Bibliyografya M akalesi): Abdülhak A dnan A d ıvar .................................359 BAŞLANGIÇ BAŞLANGIÇ I. TJ L ü r k tarihinin çok gen iş bir devri, Türkler’in İslâmlığı kabûl etmelerinden Tanzimat'a kadar bin y ıllık bir devre, İslâm Tarihi denilen umumî çerçeve içine dahildir. T ü r k le r, îslâm ümmeti câmiâsına girerek, İslâm Medeniyeti adını verdiğimiz büyük kültür dairesinin inkişafına — Arablar, Iranlılar vesair müslüman unsurlarla beraber — bin yıldan fazla çalışmışlar, muhtelif Islâm sâhalannda askerî aristokrasi’ye müstenit devletler kurmuşlar ve büyük S e lçu k Im p a r a to r lu ğ u ’nun kuruluşundan başlayarak son asra kadar, Islâm dünyasının h e g e m o n ya sın ı ellerinde tutmuşlardır, işte bu bakımdan, dünyanın ve bilhassa İslâm Dünyası’nm mukadderâtı üzerinde büyük ve devamlı bir te’sir yapmış olan T ü r k le r ’in tarihini bilmeden İslâm tarihini anlamak mümkün olamıyacağı nasıl tabiî ise, Islâm tarihi çerçevesi içine sokmadan Ortazaman Türk Tarihi'ni anlamak mümkün olamıyacağı da o kadar tabiîdir. Hiçbir m illî tarih’in, umûmî tarih çerçevesi içindeki tabiî mevkiine sokulmadan tedkıkine imkân olmadığı, bugün artık bir müteârife’dir. Millî terbiye bakımından hâiz olduğu ve daima olacağı büyük ehemmiyet bir tarafa bırakılırsa, İlmî bakımdan, her millî tarih'm kıymeti, yalnız umûmî tarih çerçevesi içindeki maddî ve mânevî te’sirlerinin büyüklüğü ve devamlılığı ile ölçülmektedir; fakat, bu derece terkibî ( synthetique ) bir umûmî tarih telâkkıysine kadar gitmesek bile, şurası muhakkaktır ki, her milletin tarihini, mensup olduğu kültür çerçevesi veya çerçeveleri içinde tedkik etmek bir zarûrettir. işte bu bakımdan tarihlerinin bin yıllık bir devresini Yakın Şark İslâm kültürü dairesi içinde geçiren Türkler için, yaratmak hususunda kendilerinin de büyük rolleri olan bu kültürü lâyıkıyle tedkik etmek, XIV BAŞLANGIÇ yalnız İlmî değil, millî bir mecbûriyettir. Fikir ve san’at tarihi, hukuk tarihi, din tarihi, bir kelime ile içtimâi tarihi1 in bütün şûbeleri için, bu mecbûriyet daima kendini gösterir. Meselâ müslüman Türkler’in hukuk tarihini tedkik etmek için nazarî ve sistemadk İslâm hukuku’n\ı bilmek zarûrî olduğu gibi, mümasil hukukî müesseselerin Ar. blar ve Iranlılar’daki tarihî tekâmülünü anlamak da zarûrîdir; bu aretle, aynı kültür dairesi içindeki üç milletin hukukî tekâmülünü mukayeseli bir tarzda anlamadan, bunlardan yalnız birinin hukukî tarihini kavramak imkânı olmadığı kendiliğinden meydana çıkar. İslâm kültürü dairesindeki millederden hepsinin ayrı bir mâzîsi, İslâm’dan önceye âit husûsî an’aneleri, coğrafî muhitin ve yerli medeniyederden gelen hususiyetlerin doğurduğu ayrı bir dehâları olmakla beraber, aynı kültür dairesine mensup ve çok defa “ müşterek bir târihe mâlik,, olmaktan ileri gelen umûmî ve müşterek birtakım karakterleri de vardır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı, İslâm tarihini ve İslâm kültürünü — hiç olmazsa umûmî hatlariyle— öğrenmek, millîtarih terbiyesi almak lüzumunu duyan Türk münevverleri için büyük bir ihtiyaçtır. Memleketimizde şimdiye kadar bu mevzûa âit neşredilen en son eserlerin, hattâ bunlardan en iyilerinin bile bu ihtiyacı karşılayamıyacağını söylersek, hayret edilmesin : CircI Z ayd â n ’ın Türkçe’ye muvaffakiyetle tercüme edilen beş büyük cildlik Medeniyet-i-lslâmiyye Tarihi, sonra Seyyid Emîr A li’nin iki cildlik Tarih-i-lslâm’ı, okuyanlara birçok dağını k ve insicamsız mâlûmat verebilir; lâkin, bâzan hikâyeci bir tarih, yahut bir medhiye (apologie) mâhiyetinde olan bu yüzlerce sahifelik eserlerden, İslâm medeniyetinin dünya tarihi kadrosu içindeki hakıykî mevkiini ve tekâmülünü öğrenmek, mümkün değildir. X X . asır fikrî terbiyesi îcaplarma göre hazırlanmış, mâzîyi bugünkü görüşlere uygun bir tecessüsle anlamak ihtiyacını duymuş bir kafa için, Şark zih niyetiyle yazılmış bu gibi eserler hem yorucu, hem de çok az faydalıdır. Asırlarca sürmüş bir tarihî tekâmül’ ün safhalarını umûmî ve bâriz hatlariyle görebilmek için, lüzumsuz teferrüata boğulmıyacak ve fakat umûmî levha'nm açıklığını ve doğruluğunu da bozmıyacak kadar yüksekten bakmak lâzımdır. Ancak, bunu yapabilmek için, tarihçinin, bütün o teferrüatı bilmekle beraber, tâlî vâkıaları esas mahiyette olanlardan, daha teknik bir tâbir ile ârizî BAŞLANGIÇ XV ( a c c id e n te l)'y i dâimî ( institutionel )'d e n ayırdedebilmesi lâzımdır. Daha doğrusu, sağlam bir tarih teknikine mâlik olmakla beraber, bunun fevkinde olarak İçtimaî realite'nin — biribirine bağlı — muhtelif cephelerini anlamağa yarayacak muhtelif bilgilere (discipline) de sahip olması zarûrîdir. Gerek vâkıalan ayırmak husûsundaki tahlilî hazırlıkta, gerek onların îzah ve terkibiyle tarihî inşâ vücude getirmekte, tarihçinin anlayış ve görüşleri, birinci derecede müessir olur, işte bundan dolayı, her devrin tarihçisi, o devirde dimağları ilk plânda işgal eden meselelere kıymet vermek ve onların mâzîdeki tezâhürlerini tesbit ve îzah etmek mecburiyetinde kalır. Meselâ bugün, yeryüzünde, düşünebilen insanlar, her şeyden evvel İktisâdi ve içtimâi mes’elelerle meşgûl oldukları için, bugünkü tarihçiler de bu mes’elelerin m âz îde ki köklerini, tezâhürlerini araştırmaya çalışıyorlar; çünkü, bugünün ihtiyaçlarına ve mes’elelerine göre hazırlanmış bir kafa, mâzînin herhangibir devrini öğrenmek istediği zaman, müracaat ettiği tarih kitabında da o mes’elelerin geçmişteki tezâhürlerini arıyor. Mütehassıs olmıyan ve sadece umumî kültürünü tamamlamak istiyen okuyucuya, bu hususta hak vermek lâzımdır. Tarihin herhangibir sâhasmdaki mütehassısları, mütebahhirleri, âlimleri alâkadar edebilecek yüksek ihtisas eserleriyle, münevver sınıfın ihtiyacını karşılayacak umûmî mâhiyette eserler, elbette biribirinden epeyce farklı olmalıdır. İşte İslâm tarihi ve medeni yet i hakkında yukarıda zikrettiğimiz eserler, yahut onlara benzer diğer Şark, hattâ bâzı Garp eserleri, bugünkü Türk münevverlerinin bu husustaki ihtiyacını tatmin edecek mahiyette değildir. Onları yazanlardan bâzıları, meselâ C. Z ay d ân, geniş mâlûmata sahip, mütebahhir bir müelliftir; büyük eserinde, İslâm tarihiyle uğraşanlar, hattâ mütehassıslar için çok faydalı -malûmat da bulunabilir. Lâkin, “ tarihin tahlilî mâhiyetteki iptidâî çalışmalarını,, yapabilmek için lâzım gelen teknik hazırlıktan bile mahrum olan bu gibi adamlardan, bugün değil, hattâ dünün ihtiyaçlarım karşılayabilecek terkîbî eserler beklenemez. Esasen şunu îtiraf etmek mecburiyetindeyiz ki, Tanzim at'tanberı Avrupa medeniyeti dairesine girdiğimizi iddia ettiğimiz hâlde, bizde — ve ilâve edelim, ne de diğer İslâm memleketlerinde— yakın zamanlara kadar bugünkü mânasiyle bir tarihçi yetişmemiştir. Bir asırdanberi Şa r k’ta, tarihî mâlûmat itibariyle geniş ve sağlam bilgili, ihâtalı XVI BAŞLANGIÇ insanların yetişmiş olması, bu hazin hakıykati örtemez. Maamâfih, îslâm filolojileriyle uğraşan Garp müsteşrıkları arasında da — bugünkü mânasiyle— tarihçi zihniyetine mâlik adamların çok nâdir olduğunu da söylemekten çekinmiyelim. îşte bundan dolayıdır ki bugün îslâm tarihi ve Ortazaman Türk tarihi hakkındaki tedkikler, bilhassa İçtimaî tarih tedkikleri, henüz çok geri bulunuyor. I. Cihan Harbi’nden sonra, umûmî bir ihtiyaç te’siriyle Avrupa’da mebzûl sûrette çıkan Umûmî Tarih serilerinde Türk ve îslâm tarihine ait yazılan bahislerin, bilhassa içtimâi tarihe âit mes’elelerde — diğer bahislerle mukayese edilince— nekadar sönük ve sathî olduğu derhâl göze çarpıyor. Bunlar arasında, üzerine yüklenen işi yapamıyacak zayıf muharrirler tarafından yazılanları bir tarafa bırakalım; lâkin G. M ar çais, G. De momby ne s gibi cidden kıymetli ve “ tarihçi kafasına sahip,, âlimler tarafından yazılan kısımlarda bile göze çarpan bu eksiklik, hiç şüphe yok ki, bu mevzuların henüz kâfi derecede işlenmemiş olmasından ileri gelmektedir. II. Bundan on-oniki sene evvel İstanbul Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı Tarihi okuttuğum sırada, talebemin, îslâm medeniyetinin umûmî tekâmülü hakkında sağlam fikirler verecek, onların tarihî görüşlerini genişletecek, bu husustaki dağınık ve müphem bilgilerini muayyen kadrolar içine toplıyacak, küçük fakat terkîbî bir kitaba muhtaç olduklarını şiddetle hissetmiştim. Hâlbuki bu türlü kitaplar, ancak büyük mütehassıslar tarafından yazıldığı takdirde faydalıdır; çok geniş bilgiye, uzun yılların tecrübesine dayanmayan genç ve acemî müelliflerin bu tarzda eserleri, okuyucuları yanlış, acele hükümlere sevketmek ve tarihî realite'yi tahrif etmek gibi b üyük tehlikeler doğurabilir. îşte o zaman, yalnız filolog değil, aynı zamanda büyük bir tarihçi olan rahmetli dostum Prof. B a r t h o l d ’ün bu eseri imdadıma yetişti; 1918’de Rusça olarak çıkan bu güzel eser, 1922’de Kazan'da Cemal Velidî tarafından Tatarca’ya tercüme edilerek basılmış olduğu gibi, 1927’de Gâzî Yûnus tarafından Özbekçe’ye tercüme edilerek bastırılmıştı. Şu son yıllarda Ankara’da BAŞLANGIÇ XVII Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Ortalaman Tarihi kürsüsünü deruhte ettikten sonra, bilhassa tarih talebesi için de bu ihtiyaçların, belki daha kuvvetle, kendini hissettirdiğini gördüm veBarthold’- ün eserini tekrar, talebemden Ahad Ural’a Tatarca’sından tercüme ettirdim; fakat bu kadar büyük bir ihtiyacı karşılayan bu güzel eserin istifadesini dar bir muhite inhisar ettirmek, yazıktı. Yalnız Üniversite ve yüksek mektepler talebesi değil, hangi mesleğe mensup olursa olsun, beşerî ve m illî kültürünü tamamlamak isteyen her Türk okuyucusu bundan faydalanabilirdi. işte bu maksatla, bu tercümeyi Tatarca ve Özbekçe tercümelerle dikkatle karşılaştırarak onlardaki bâzı büyük hatâları da düzeltmek ve ayrıca Shahid Suhravvardî tarafından — sadece bir iki ehemmiyetsiz hâşiye ve müellifin hayat ve eserlerine âit basit birkaç sahife ilâvesiyle— yapılan İngilizce tercümesiyle (V. Bartold, Mussulman Culture, University of Calcutta 1934) de mukabele etmek suretiyle bu eseri vücude getirdim; fakat, muhtelif düşüncelerle, bu kadarla iktifa etmek istemedim : Bir defa, eser 1918’de yazılmış olduğu cihetle o zamandanberi İslâm tarihi ve kültürü hakkında yapılmış birçok mühim tedkiklerin neticelerinden istifade edilmemişti. Sonra, daha ziyade İran ve O r t a As y a tarihinin büyük mütehassısı olan müellif, kendi ihtisâsının haricindeki birtakım mese’lelerde hatâlara düşmüş, eskidenberi sürüp gelen birçok yanlışlıkları, acele hükümleri tekrarlamıştı. İşte bunları düzeltmek ve tamamlamak için, İz a h la r ve D üzeltm eler ismi altında esere ikinci bir kısım ilâvesine mecbûr oldum. Bunu yaparken, her şeyden çok, yüksek ilim müesseselerimizdeki tarih talebesinin ihtiyacını gözönünde bulundurdum : Bahsettiğim her mühim mes’ele hakkında nerelerde mâlûmat bulunabileceğini, daha doğrusu nerelerde toplu bibliyografya!ya tesadüf edilebileceğini ve bu müracaat edilecek eserlerin mahiyet ve kıymetini çok kısa, fakat tenkiydî bir şekilde gösterdim; onlarda düzeltilmesi îcabeden yanlışlıklar ve bibliyografya’larında ilâvesi zarûrî eksiklikler varsa, onları da en muhtasar şekilde söyledim. Bu sûretle İzahlar ve Düzeltmeler kısmı, İslâm medeniyeti tarihine âit birçok mes’eleleri derinleştirmek isteyenlere, doğru bir veçhe (orierıtation) verecek bir yardımcı kitap mahiyetini aldj. Yine birçok noktalarda, kendi eski te dkiklerimde düzeltilmesi lâzım gelen cihetleri işaret ettiğim gibi, henüz üzerinde işlen XVIII BAŞLANGIÇ memiş bâzı büyük problem'leri de tebârüz ettirmeğe çalıştım; fakat oldukça uzun ve yorucu çalışmaların mahsûlü olduğu, ancak bu cins mesaîde bulunanlar tarafından anlaşılabilecek olan bu ilâveler sâyesinde, kitap, sâdece, her mesleke mensup münevver ve mütefekkirlere İslâm Medeniyeti Tarihi hakkında umûmî mâlûmat verecek bir eser olmakla kalmadı; T ü r k ve İsl âm t ar i hi ’nin muhtelif şûbelerinde çalışmak isteyenlere yol gösterebilecek bir “orientatiorî’ kitabı şekline de girdi. Edebiyat Fakülteleri’mizde tarih tahsiliyle meşgûl olan genç tarihçilerimiz için, gerek Barthold gibi büyük bir tarihçi tarafından yazılan terkîbî mahiyetteki ilk kısmın, gerek benim yaptığım tenkı ydî ve b i bl i y ogra f i k orientation kısmının faydalı olacağını sanıyorum. Bugüne kadar, Garp dillerinde de, İslâm medeniyeti tarihine âit bu mâhiyette hiçbir eser bulunmaması, bu küçük cildin nasıl büyük bir ihtiyacı karşıladığını daha iyi anlatabilir. III. Bu küçük cildin nasıl meydana geldiğini bu suretle anlattıktan sonra, bugünün ihtiyaçlarına göre İs l â m me de ni y e t i t ar i hi ’nin tekâmülü hakkında her sınıf münevver ve mütefekkirlere “ en iyi ve en toplu mâlûmat verebilecek terkîbî bir eser,, olmak üzre neden bu eseri seçtiğimi îzah etmek isterim. Bu sûrede hem B a r t h o l d ’ün eserinin mahiyeti, k uv v e t l i ve z a y ı f tarafları daha iyi anlaşılacak, hem de buna benzer eserlerle yapılacak mukayeseler sayesinde okuyuculara o eserler hakkında da umûmî bir fikir vermek mümkün olacaktır. İslâm dini ve İslâm dünyası hakkında, “ktndi zamanlarına kadar yapılmış tedkiklerin neticesini toplayıp hülâsa eden,, terkîbî mâhiyette ve geniş okuyuculara hitap eden eserler yazmak, Garp müsteşrıkla r ı arasında, X IX . asrın ikinci yarısındanberi devam edip gelen bir an’- anedir. Bir taraftan hıristiyanlık tedkiklerinin ve misyonerlik faaliyetinin îcabettirdiği semitik filolo ji ve İslâm Tarihi çalışmaları, diğer taraftan, milyonlarca Islâm tebaaya mâlik büyük küçük müstemlekeci devletlerin siyasî ve İdarî ihtiyaçları, nihayet, Islâm BAŞLANGIÇ XIX memleketleriyle kuvvetli İktisadî münasebetlerde bulunan büyük sanayi memleketlerinin müşterilerini tanımak mecburiyeti, bilhassa X I X . asrın ikinci yarısından başlıyarak 1914 harbine kadar, Avrupa’da İslâm tedkikleri’nin inkişafına sebep olmuştur, içtimâi ilimlerin ve umûmî tarih telâkkisinin inkişafı neticesi olarak, “llkzaman tarihini Ortazaman tarihine bağlıyan,, büyük merhalelerden birini öğrenmek gibi derin bir İlmî zarûrctin de bu amelî ihtiyaçlarla birleşmesi, bu tedkiklerin daha ehemmiyet kazanmasını ve her memleketteki yüksek münevver sınıfın bununla alâkalanmasını icabettirdi. îşte Islâmoloji (yâni İslâmiyet’e âit bilgiler) mütehassıslarının zaman zaman yazmak mecburiyetini duydukları toplu vc terkîbî eserler, bunun neticesidir. I. Cihan Harbi bittikten sonra, muhtelif îslâm memleketlerinde büsbütün inkişaf eden siyasî ve fikrî hareketler, nasyonalizm ve modernizm cereyanları, Garp âlemi'nin — siyasî ve amelî gayelerle— İslâm dünyası'na daha fazla b ir alâka duymasınıîcabettirdi; diğer taraftan, İlmî zarûretler de İslâm kavimlerinin tarih ve medeniyetini daha iyi öğrenmek ihtiyacını günden güne artırıyordu. Umûmî tarih, artık eskisi gibi sade Hıristiyan Garb'ı değil, Müslüman Şark’1 ve semitik dinler haricindeki Uzak Şark’1 da ihtivâ eden beşerî bir terkip (synthese) şekline sokulmak isteniyordu : Avrupa’da son çıkan umûmî tarih serilerinin hepsinde, az çok, bu temayülü görüyoruz ki, henüz başlangıcında olmakla ve eski görenek (routine) den ayrılmamakla beraber, istikbâl için hakiykı ve tam (integral) bir umûmî tarih telâkkıysinin galebesini müjdeleyen bir alâmettir. İşte, fikir âlemindeki bu temâyiillerin bir neticesi olarak, A v r u p a ’ da, I. Cihan Harbi’nden sonra İslâmiyet’e âit birtakım yeni terkîbî eserler ortaya çıktı ki, Ba r t h o l d ’ünki de bunlardan biridir. Bütün bu eserleri W. B.’ün eseriyle, hattâ sathî bir sûrette mukayese edince görürüz ki, bunlar daha ziyade İslâmiyet’in doğuşundan, îslâm’ın esas akidlerinden, felsefe ve kelâm’dan, muhtelif îslâm mezheplerinden, fık h yâni hukuk mesleklerinden, tasavvuf tarikatlerinden, ehl-i-sünnet akıydelerinden uzaklaşmış heterodoxe zümrelerden, son zamanlarda ortaya çıkan dinî yenilik hareketlerinden, yahut bugünkü Islâm dünyasının siyasî vazıyetinden bahseden eserlerdir ve îslâm kavimlerinin tarih? tekâmülü ile hiç alâkadar olmamışlardır. E. M e y e r h o f ’un 1926’da çıkan Le XX BAŞLANGIÇ Monde tslamique'\ gibi çok basit olanları bir tarafa bıraksak bile, G. Demomby nes ’in 1921’de neşrettiği Les İnstitutions Musulmannes adlı mükemmel kitabı ile, geniş vukufuna rağmen, aslâ bîtaraf olamıyan P. L ammens’in /’İslam, Croyances et institutions (Beyrouth I926)’u, bu tarzda yazılmış eserlerdir. Bu son eser, büyük Macar islâmiyatçısı t. Gol dzi he r’in 1910’da yazıp, 1920’de F. Arin tarafından Fransızca tercümesi neşredilen Le Dogme et la loi de Vİslam adlı mükemmel eserini, bâzı noktalarda ikmâl eylemektedir [Bu eserin Almanca’sı, müellifin ölümünden sonra F. Babinger tarafından bâzı bibliyografik ilâvelerle tekrar neşredilmiştir]. Yalnız, aziz dostum Henri Ma s s e ’nin 1930’da (A. Colin'in küçük kolleksiyonunda) neşrettiği l'İslam adlı güzel kitabını bundan istisnâ etmeliyim. Müellif burada, yukarıda saydığım dogmatik mevzûlardan başka, Islâm âleminin tarihî tekâmülünü de göstermeğe çalışmış, Iranlılar'a, Türkler’e, Şimâlî A fr ik a ’daki Berber sülâlelerine de bir yer ayırmıştır. Bu bakımdan bu eser tarihçileri, diğerlerinden daha fazla alâkadar edebilir. W. B a r t h o l d ’ün küçük eseri, umumî plânı itibariyle, bu bahsettiğimiz eserlerden hiçbirine benzemez. Burada, diğer bütün eserlerde görülen “ İslâm dininin esaslarına müteallik dogmatik hulâsa,, bulunmadığı gibi, İslâmiyet’in zuhûru, Peygamber’in hayatı ve tâlîmâtı hakkında da, eski yeni bu cins bütün eserlerde bulunan izahata rast gelinmez. O , İslâm medeniyetini, “ cihan tarihinin umûmî kadrosu,, içinde, yalnız dahilî değil, haricî âmilleriyle de tasvir ve izaha çalışmıştır. Umûmî bir girişten sonra, Hıristiyan Şark,'m İslâm için ehemmiyetini tebârüz ettiren müellif, sırasiyle, Halifelik devrinde bu medeniyetin başlangıcını, A b b âsî devrindeki parlak yükselişi, İ ran m e d e n i y e t i ’nin İslâm kül t ür’ndeki mevkiini, Moğol i s t îlâ sı’nın umûmî neticelerini anlatıyor ve X V . asırdan sonraki Müslüman dünyasının çok acele ve eksik bir tavsifini yaparak, eserini birdenbire çok acele bir tarzda bitiriyor. İslâm medeniyeti gibi umûmî bir mevzû hakkında yazılan eski yeni birçok eserlerde, küçük farklarla, hemen hemen aynı plân tâkip olunduğu hâlde, W. B.’ün onlardan tamamıyle fa rklı ve sadece tarihî tekâmülü gözönünde tutan bir plân tâkip etmesi, bu esere bir ayrılık vermektedir. Sonra, diğer birçok eserlerde, BAŞLANGIÇ XXI muhtelif İçtimaî müesseseler ayn ayrı bahislerde tedkik edildiği hâlde, W. B. kültür hayatını böyle sun’ î bölümlere ayırmıyarak, rialitt’&e olduğu gibi, hepsini birden bir kü l hâlinde tasvir ve îzaha çalışmaktadır. Bu husûsiyetin esere, ilk bakışta, âdeta bir plânsızlık manzarası verdiğini saklamıyalım; fakat muhtelif içtimâî müesseselerin birbirleriyle ve morfolojik unsurlarla uzvî kaynaşmasından hâsıl olan içtimâî hayat dediğimiz complexus’un, realite’de, birbirinden ayrılmaz unsurlardan mürekkep olduğunu ve bundan dolayı, tarihî bir terkîb’in de, mümkün olduğu kadar, bu esastan ayrılmaması lâzım geldiğini hiç unutmıyalım. W. B. bu hususta en yeni tarih temayüllerine uygun hareket etmiştir, diyebiliriz. Eserin diğer bir husûsiyeti de, tslâm medeniyetinin i ç t i mâ î ve İkti sadî â mi l l e r i ’ni, mümkün olduğu kadar, ihmâl etmemesidir. Eserin yazıldığı senelerde Rusya’da tarihî maddecilik (MaUrialisme historigue) nazariyesinin resmî a kıy d e mâhiyetini almış olması, bunda bir âmil midir? Bunu iddia etmek pek doğru değildir: Tarihî tedkiklerinde i ç t i m â î ve İkt i sadî hâdiselere eskidenberi ehemmiyetli bir yer veren büyük tarihçinin, İslâm medeniyeti’nin tekâmülünü îzah ederken, o türlü mes’eleleri ihmâl etmesi mümkün değildi. W. B.’e bu hususta yapılabilecek en büyük îtiraz, bil’akis, iktisâdı ve içt i mâî âmillere bu eserinde daha fazla bir yer vermemesidir. Eserin bizce en büyük ehemmiyeti, İslâm medeniyeti’nin umûmî yürüyüşünde Türkler’in rolünü— o zaman bütün ilim âleminde hâkim olan menfî fikirlere rağmen— , büsbütün inkâr etmiyerek, bunu az çok t e bâr üz ettirmeğe çalışmasındadır. W. B.’ün bu hususta — o zaman, hemen bütün müsteşrıklar arasında hüküm süren— eski prijuge’lerden, yanlış hükümlerden tamamiyle kurtulduğunu iddia edecek değiliz; İzahlar ve Düzeltmeler kısmında sık sık işaret ettiğim gibi, Türkler aleyhindeki menfî fikirler’ in te’sirine onda da daimâ tesadüf olunuyor. Türk tarihinin en mühim ve en parlak bir devri olan Osmanlı İmparatorluğu, ihtisas sâhasından hariç kaldığı cihetle, bu husuSta yalnız umûmî mâlûmata sahip bulunmaktadır; fakat, buna rağmen, Iran ve O r t a Asya tarihinin bu büyük mütehassısı, hakıykî bir ilim adamı ihtiyatkârlığı ve hâdiselerin mânasını derinden anlıyan büyük bir tarihçi intuition'\y\t, birçok mes’elelerde Türkl er’in rolünü anlamağa muvaffak olmuştur. İslâm medeniyeti’ - nin umumî tekâmülünde o kadar esaslı bir mevkii olmıyan ve az çok XXII BAŞLANGIÇ kenarda kalan Şim alî Afrika memleketleriyle ve Ar ab dünyası'yle fazla meşgûl olmıyarak, eserinde daha fazla îranlılarveTürkler’e ehemmiyet vermesi, bu kitabı, mümasil eserlerden ayırıyor. H. Masse’- niıı kitabı istisna edilirse, diğer mümasil eserlerde, tarihî tekâmülden bahsedildiği sırada bile Türkler’e hiç yer verilmez ve onlar sâdece yıkıcı bir unsur olarak gösterilir. W. B., İslâm Medeniyeti Tarihi’nde, Umûmî Tarih bakımından olduğu kadar, Türk Tarihi bakımından da ehemmiyetli olan sâhalara, Türk memleketleri'ne, bu medeniyetin buralardaki inkişafına ehemmiyet verdiği cihetle, eserinin Türk münevverleri için daha faydalı, daha alâkalı olacağı meydandadır. Esasen, İslâm medeniyeti hakkmdaki diğer bu gibi eserlerin müellifleri, tarihçi olmak bakımından da Bart hol d’le hiçbir sûretle mukayese edilemezler. IV. îşte, kısaca izahına çalıştığımız bütün bu sebepler, W. B.’ün eserini neden başkalarına tercih ettiğimizi anlatmıştır sanırız. Tam mânasiyle tarihî bir zihniyetle, geniş bir gör üş’le yazılmış olan bu eserin, kuvvetli taraflarını ve zayıf cihetlerini işaret etmekle, okuyuculara, ellerindeki kitabın hakıykî hüviyetini göstermiş oluyoruz. Yoksa, tamamiyle objektif olan bu tenkidlerimizin, mutaassıp bir milliyetçiliğin doğurduğu “romantik bir m illî tarih telâkkisi,, ne dayandığını zânnetmcmelidir. Gerçi, her nasyonalizm'in inkişaf tarihi tedkik edilince, ilk d e v r e le r ’de m illî tarih'in tamamiyle romantik bir telâkkisine tesadüf olunur ve tarih tedkiklerinin ehemmiyet kazanmasında ve genişlemesinde bu psi kol oj i k h a ml e ’nin büyük bir faydası da olur. Lâkin, ilm i usûller ve tenkid zihniyeti bir defa yerleştikten sonra, o ateşli roman tizm ’in devamına artık imkân kalmaz; ilim ve ilmin sakin mantıki onun yerini tutar. Garp medeniyetine en son giren Ba l ka n me ml e k e t l e r i ’nin tarihçiliğinde bile bu rom an tik devrin g e ç t i ğ i n i — yahut geçmek üzre olduğunu— görüyoruz. T a r i h ’ !, siyâsî menfaatler uğruna, yahut marazî ideolojileri müdafaa maksadıyle bir yalancı şahit gibi kullanmak, ilmin ve insanlığın haysiyeti namına, çok acı ve faydasız birşeydir; fakat, bu gibi BAŞLANGIÇ XX III hareketlerin geçici olduğunu ve her şeye rağmen, tam objektif sûrette tarihî realite'yi arayan ilim adamlarının dünyanın her tarafında çoğalmakta bulunduğunu memnuniyetle söyliyelim. Millî tarih telâkkisinin romantik devrini, Türk nasyonalizmi de tabiatiyle görmüştür; Avrupa tarihçiliğinin Türkler hakkında hiçbir ilmî esasa dayanmıyan çok haksız menfî telâkkiyleri karşısında, bizim romantik tarihçiliğimizin aksül’ ameli de ister istemez çok müfrit ve müba l â ğ a l ı olacaktı ve hakkikaten öyle de oldu. Bütün ilmî terakkıylerin esası olan tenkid fik r i'n in inkişafı ve rasyonel çalışma usûllerinin yerleşmesi, dünyanın her yerinde olduğu gibi, bizde de, “ yarım asırdan fazla bir zamandanberi fasılalarla devam eden,, bu Romantik Tarih devrini kapatacaktır; fakat, yine her yerde olduğu gibi, bizde de bu romantik telâkkıy, M illî Tarih tedkiklerine karşı umûmî bir alâka uyandırmak ve Umûmî Tarih içinde Türkler’in rolünü araştırmağa sevketmek itibariyle, psikolojik bir hamle yaratmıştır. Beni, otuz sene evvel, millî tarih araştırmalarına sevkeden ve — insanı ümitsizliğe ve atâlete düşürecek— maddî ve mânevi bin türlü mânialara karşı bu yoldan ayırmıyan biricik âmilin de, bu psikolojik hamle olduğunu îtiraf etmeliyim. Ancak, hemen ilâve etmeliyim ki, daha ilk günden başlıyarak, bu araştırmalarımda, tarih tedkiklerinin ilm î ve objektif usûllerinden ayrılmamaya ve Garp tarihçilerinin Türkler hakkında i ndî ve menfî hükümlerini sırf objektif usûlle tenkide çalıştım. Rasyonalizm'- den ayrılmamak husûsundaki kat’ î azmime rağmen, eski yazılarımda zaman zaman bu romantizm’in te’sirleri bulunduğunu saklıyamam; fakat, her şeye rağmen, otuz senelik mütemadi bir çalışma esnasında elde edebildiğim müsbet neticeler sâyesinde, Türkl er’in Ortazaman tarihindeki rolleri hakkında mevcut yanl ı ş fi ki rl er’den bir haylisini değiştirmeye muvaffak olduğumu ve birçok Garp âlimleri’- nin artık o neticeleri kabûl ettiklerini, büyük bir memnuniyetle söylemekten kendimi alamıyorum. Ben ilim 't ve insanlığın iyi'ye, doğru'ya gittiğine inananlardanım; bundan otuz sene evvel olduğu gibi, bugün de insaniyetçi Türk nasyonalizminin heyecanını kalbimde ve kafamda taşıyorum. Lâkin tarihî realite’yi ararken, her şeyden evvel ilmî bir hakıykatin hizmetkârı olduğumu unutamam. Daimâ tekrar ettiğim gibi, Türk XXIV BAŞLANGIÇ milletinin cihan ta r ih i’ndeki büyük rolünü bugünkü ilim zihniyetiyle objektif olarak ortaya koyabildiğimiz zaman, dünya ilim âleminin bunu kolaylıkla kabul edeceği nekadar muhakkak ise, bunun Türk milletine en büyük bir hizmet olacağı da o derece kat’îdir. Esasen tarihî hakıykat de, Türk milletinin hakıykî menfaatine mugayir olamaz. Müteveffâ dostum büyük tarihçi B a r t h o l d ’ün bu çok güzel eserini Türk okuyucularına takdim için yazdığım bu satırları bitirirken, bunu başka bir bakımdan tamamlamak maksadiyle Ortazaman Türk Medeniyeti Tarihi hakkında böyle bir terkip tecrübesi hazırlamakta olduğumu da haber vereyim. İstanbul — 2 M art, 1940 M. FU A D K Ö P R Ü L Ü İSLÂM MEDENİYETİ TARİHİ Prof. Dr. W. Barthold İslâm M edeniyeti — G t R I Ş M f r c ı İİman medeniyeti yabut Arap medeniyeti adı, Ortazaman Şark medeniyetine verilmektedir. Bu medeniyetin yaratıcısı olan Müslümanlar, yalmz Araplar olmadığı halde, Avrupa medeniyetinden epey zamandanberi ayrı duran Yakın Asya ve kısmen Afrika halkları, hepsi, devlet dini olan Islâm dini, ilim ve edebiyat dili olan Arap dili vasıtasiyle birleşmişlerdir. Medeniyet tarihinde Şark sözünün kullanılması onun coğrafî mânasına tamamiyle uymamaktadır. Rusya’da Yakın Şark’taki medenî ülkelere Cenup namı verilmesi lâzım gelirdi. Aym şekilde, Müslüman Şark’ın bir parçası sayılan Şimalî Afrika da Avrupa’ya nazaran cenuptur. Şark’ın Garb’a mukabil, medenî ülke mânasında kullanılmaya başlanması, Roma imparatorluğu devrinde oldu. Yunanlılar nazarında yalnız sıcak medenî cenup ile, barbar halkların yaşadığı soğuk şimal mevcut olup, ciham türlü parçalara ayırmakta da bu esasa göre hareket edilmekte idi. Avrupa’yı onlar boydan boya Asya ve Afrika’ nın şimaline yerleştiriyorlardı. Şu suretle, Sibirya Yunanlılar’ca malûm olsaydı, Avrupa’nın bir parçası addolunmuş olurdu. Aristo (Aristot)’ya göre Yunanlılar’dan başka bütün dünyadaki halklar:- Şimalî Avrupa’da yaşıyan bahadır, lâkin medeniyette ve devlet idaresinde kaabiliyetsiz Barbarlar’la, medeniyetli lâkin kahramanlıktan mahrum Asyalılar’ a. ayrılmaktaydı. Helenler bunların arasında olup, yaşadıkları yerin iklimi de medeniyetin ilerlemesine ve kahramanlığın muhafazasına müsaittir ve bundan dolayı bu halk dünyaya hâkimiyet için gönderilmiştir. A r is to ’nun bu hayali kısmen olsun MakedonyalI İskender tarafından tahakkuk ettirilmiştir. İskender’in Şark fütuhatı, Yakın Asya ve Mısır’ı siyasî ve medenî cihetten Yunan’a boyun eğdirmiş ve Yunanlılarmış bir Şark medeniyeti vücude getirmiştir. 4 GlRÎŞ Gerçi bâzı cihetlerden, bilâkis, Asya’nın Yunanlılar’a te’siri daha kuvvetli olmuşsa da (bilhassa devlet işlerinde), medenî rehberlik Yunanlılar elinde kalmış ve Şark’tan Partlar'ın, G a r p ’tan Romalılar'm sıkıştırmalariyle siyasî hâkimiyetlerini kaybettikten sonra da, medenî üstünlüğü muhafaza etmişlerdir. Roma, Mısır’ı kendi medenî te’sirine boyun eğdirmekle Aristo’ nun, “ Yunanlılar’dan başka Avrupalılar’ın medeniyete istidadı olmadığına,, dair fikrinin yanlış olduğunu da ispat etmiştir. Avrupa, Roma devrindeki coğrafî mevkiine göre, dünyanın Asya’dan şimâlde olan parçası değil, belki garpta olan parçası idi. Milâttan önce I. asırda yaşamış olan coğrafya âlimi Strabon, Avrupa’nın fizikî coğrafya ve iklim bakımından medeniyete müsait olduğunu beyan ederek, İtalya’nın coğrafî cihetten üstünlüğünü iddia ediyor ve bu yarımadayı, Roma’ya dünya hâkimiyeti’ni te’min eden bir yer olarak kabûl ediyor. Yunanlılar san’at ve ilimde ne şekilde birinci mevkii tutmuş iseler, Romalılar da hukuk, teknik ve harb işlerindeki muvaffakiyetleriyle Avrupa’mn Asya’ya üstünlüğünü göstermişlerdir. Bu devirde, artık Romenleşmiş Garp ile Yunanlarmış Şark arasında mevcut olan ayrılık seziliyordu. Bâzan Şark sözü, mülkî ve İdarî bir ıstılah olarak, Balkan yarımadasından başlıyarak “bütün eski İskender İmparatorluğu’nu içine alan yerlere,, veriliyordu. Yunan-Roma dünyası ise, yalnız şimdiki tarih için değil, Romalılar’m kendi nazarlarında da “ kendine hâs bir kül,, telâkkî ediliyordu. Okumuş bir Romalı her iki dili, yâni Lâtince ile Yunanca’yı bilmeye mecburdu. Bu mânaya göre Şark. Roma hudutları içine girmeyen Part devletinin topraklarıydı. Roma kendinin medenî ve siyasî cihetten Şark’a nazaran üstün olduğunda şüphe etmiyordu. Strabon, Part devleti elindeki yerlere, “ yakında Roma İmparatorluğu’nun eline geçecek,, nazariyle bakıyordu. Strabon’dan yüz yıl sonra eserini yazmış olan Tacitus ise bunu ümit etmiyordu. Lâkin yenilmiş olan Şark'a tehlikeli düşman nazariyle bakmıyor ve Roma için tehlikenin daha ziyade Garp’ta Germenler tarafında olduğunu iddia ediyor ve: “ Germenler'in hürriyet sevgisi, Arsak İmparatorluğu'ndan daha tehlikelidir,, diyordu. Lâkin Germenler'in hücumundan çok evvel Roma topraklanna baskın edip girenler Şarklılar oldu. III. asırda zayıflayan Arsak İmparatorluğu yerinde yeni Sâsâniler devleti doğdu. Romalılar, Pompe zamanında ele geçirdikleri Hazar D enizi'nA tn IV . asırda tamamiyle çıkarıl GlRÎŞ 5 dılar. Sâsânîler zamanında îran, yine Roma’mn kuvvetli bir rakibi hâline geldi ve bütün medeniyet dünyası için büyük ehemmiyeti olan Çin - Hind ticaret yolu’nu karadan da, denizden de, eline geçirdi. Medenî üstünlüğün Avrupa’dan Yakın Asya’ya geçmesi bu hâdise ile bağlı olup, bunun büsbütün tebarüz etmesi Müslümanlar devrinde olmuştur. Hıristiyanlık, tslâm ve sonra Hümanizm, Avrupahlar’m Şark hakkmdaki fikirlerini tekrar değiştirdi. Şark dillerinden birisini bilmek her okumuş Avrupalı için lâzım birşey idi. Avrupa ve Yakın Asya tarihine, Ortazaman’da, bir bütün nazariyle bakılıyordu. Birbiri arkasından gelmiş olan Asur - Babil, îran, Yunan - Makedonya ve Roma hakkında Mukaddes Kitap'ta olan fikirler X V II. asra kadar Avrupa’da da hüküm sürüp geldi. Roma’nın umûmî ehemmiyeti (onun içine, Kilise ikiye ayrılıncaya kadar, İkinci Roma yâni İstanbul da giriyordu) kat’iyyen şüphe kabûl etmez bir kanaat hâline geldi ve buna karşı olan hâdiselere muvakkat ve gayr-i kanunî nazariyle bakıldı. Din, Avrupa’yı, hıristiyan olmayan ve sonra katolik olmayan Şark'tan ayırdı. Lâkin bu ayrılışı, Hıristiyanlık’tan önceki hâle irca eden Hümanizm oldu. X V II. asırdan başlıyarak, umûmî tarihin Eski, Orta ve Yenizamanlar ismiyle üçe ayrılması, Şark’a, eski zamanda Yunan ve Roma medeniyeti te’sirinin, daha sonraki zamanda ise, bunun dirilmesiyle meydana gelen medeniyetin dışında kalan bir dünya diye bakan bir görüş tarzı meydana getirdi. Bu nevi fikir sahiplerine göre, mâzî ve bununla beraber dünya tarihi, Yunan tarihinden başlar. Hattâ X IX . asır keşfiyatmdan sonra bile bâzı klâsik filologlar Yunan tarihinin, Eski Şark tarihinin devamından ibaret olduğunu teslim etmemeğe uğraşıyorlardı. Zamanımız müverrihlerinin ekserisi nazarında şüphesizdir ki, Yunan tarihinden önce Yakın Asya ve Mısır’da, devamlı ve muhtelif tabakalı bir medenî hayat gelip geçmiştir. Bu medeniyet de, Yunan medeniyeti gibi, bir kavmin dehâsından değil, belki gittikçe genişleyen beynelmilel münasebetlerin te’siri altında, doğup büyümüştür. Bu mâna ile zamanımızın Eski Şark tarihçisi, bu ıstılahtan, Kafkas’ tan ve ö n Asya’dan başlıyarak, Hind Denizi ve Afrika göllerine kadar, Iran ile Hind arasındaki hudutlardan Cebelüttârık’a kadar uzayan sahaları anlamaktadır. Bu sahanın kadîm tarihi tamamiyle ayrı bir kül teşkil eder. 6 GÎRİŞ Bu tariften anlaşıldığına göre, bütün dühya tarihinin bir parçası telâkki edilen Takın Şark'a, hakikaten eski dünyanın Şark memleketleri olan Çin ve Hind girmemektedir. Avrupa mütefekkirleri tarafından bu yerler için Uzak Şark diye ayrı bir isim kabûl edilmiştir. Bâzı müdekkikler Uzak Şark tarihinin Garp’tan büsbütün ayn kalmış bir medenî terakkiden ibaret olduğunu ispata kalkışıyorlar ve Avrupa medeniyetiyle Yakın Şark medeniyeti aynı temele istinad ettiğinden, Garp tarihi üzerine bina edilmiş olan tarihî kanunların tetkikiyle elde edilen neticelerin ikmali için lüzumlu olan malzemenin ancak Uzak Şark tarihinin tetkikiyle elde edilebileceğini iddia ediyorlar. Lâkin son zamanda, Eski H ind'in Yakın Şark medeniyeti te’siri altında olduğu (Sanskrit alfabesi Yakın Asya’dan çıkmıştır), Çin'in de Hind te’siri altında kaldığı ispat edilmiştir. Maamâfi, U zak Şark’m Yakın Asya’ya münasebeti bu sonuncunun Avrupa’ya olan münasebetine nazaran daha uzak olduğundan, herhâlde bunun ayn bir medeniyet sayılması lâzımdır. Çin ve Hind’te yabancı te’sirler ve iç dalgalar olmasına rağmen, eski medenî an’ane kesilmeden devam edip gelmiştir. Fakat, Yakın Şark’ta, Eski Mısır hiyeroglifini, Asur ve Iran çivi yazılarım ancak Avrupalılar okumaya muvaffak oldular. Geniş mânasiyle Garb'm (yâni Yakın Asya, Şimalî Afrika, A vrupa da dahil olduğu hâlde) Uzak Şark’a karşı faik bir rol oynaması Eski-dünya’nın Garbî yansında Şarkî yansına nazaran, değişmelerin daha çok oluşuyla îzah olunmaktadır. Ticaret yollan, Yakın Asya halklanndan Avrupalılar’a geçti. Fenikeliler devrinden zamanımıza kadar Garp halklan bu yollan kendi ellerinde tutmuşlardır. Çin’den yahut Hind’ten çıkmış olan insanlann, Garp memleketlerinin dış ticaretini kendi ellerine geçirmeye, bu yerleri kendi İktisadî ve siyasî nüfuzlan altına almaya uğraştıklanm, tarih hiç bilmiyor. Bugün artık ispat edilmiş bir hakikat gibi söylemek mümkündür ki, terakkinin en büyük âmili, kavimler arasındaki münasebeüerdir. Muhtelif kavimlerin ileri yahut gerilikleri, ırkî hususiyetlerile, dinî îtikatlanyla, yahut, etraflannda tabiatle değil, tarihlerinin türlü çağlannda muhtelif halklarla olan münasebetlerde tuttuklan mevki ile îzah olunabilir. Hind-Avrupa ırkına mensup insanlar başka ırklara nazaran nekadar üstün olursa olsunlar, diğer ırklarla temas etmeden, Litvany alılar'ın X III. asra kadar bulunduktan hâlde, yahut Hindukuş’taki Kaffirler'in X IX . asnn sonuna kadar yaşadıklan şekilde ya- GİRİŞ 7 şasaydılar, henüz vahşî olarak kalırlardı. Hıristiyanlığın İslâm’a nazaran nekadar ayrılıkları olursa olsun, dünya ticareti müslümanlar elinde olduğu müddetçe, İslâm dünyasımn medeniyeti Hıristiyan medeniyetine tefevvuk etmiştir. Avrupa’nın başka kıt’alara nazaran iklimi, tabiati ve coğrafî mevkii nekadar iyi olursa olsun, bunların faydası, ancak, Avrupa medenî Münasebetlerde birinci mevkii işgal etmeye başladıktan sonra görülmeye başladı. İslâm medeniyetinin de ileri yahut geri gidişi, bu dinin tâlimatı yahut muhtelif müslüman milletlerin ırkî hususiyetlerinden ziyade, yukarda gösterilmiş olan âmillerle taayyün etmektedir1. < BİRİNCİ B ölüm HIRİSTİYAN ŞARK ve BUNUN İSLÂM İÇİN EHEMMİYETİ RÜS profesörlerinden Yakın Şark tarihçisi T u r a y e f ’in fikrince, Hıristiyanlık'la, beraber, dünyaya yeni bir bakış tarzı doğmuştur. Bu bakış tarzı, gerek Yunan - Roma ve gerek Eski Şark paganizm'i ile muvaffakiyetli bir şekilde mücadeleye girişti. Şark’ta Hıristiyanlık tarafından başlanmış olan bu yenileşme daha tamamlanmadan, ona rakîp yeni bir din doğdu. Hıristiyanlığın paganizm (putperestlik) ile mücadelesi, yalnız din çerçevesi içinde kalmamıştır. Hıristiyan vâizlerin ekserisi, paganizm itikadıyla bağlı olan ilim ve san’atleri de mekruh görüyorlardı. Kısa bir zaman sonra kıyamet olacağına, yâni dünyanın sonu geleceğine inanan X. asır hıristiyanları için devlet işlerine, maddî ve fikrî medeniyetin terakkisine kıymet vermeye hiçbir sebep yoktu. Lâkin Kilise bir taraftan yalnız yüksek tabaka için anlaşılan ilim ve san'atin düşmesine sebep olduysa da, diğer cihetten geniş halk seviyesinin yükselmesine hizmet etti. Kilise pek çok kavimler arasına, dinî kitapları onlara anlayışlı şekilde, m illî dilde yazıp dağıttı. Mâlûm olduğuna göre, evvelce yalnız pek az yerlerde mevcut olan millî edebiyat, geniş mikyasta başgösterdi. Asya vilâyetlerinde ve Mısır’ da, Roma Imparatorluğu’nun başka yerlerine nazaran şartlar daha müsait idi (Bilhassa, İmparatorluk, Germen barbarlarının eline geçtikten sonra, Balkan’ın da İstanbul’a kadar olan yerleri Slâv hücumuna uğrayarak medenî hayata büyük bir darbe indirildikten sonra). ö n Asya ve Mısır’da Helenistik medeniyet devrinde pek büyük şehirler inşa edilmişti ki, bunlar, büyüklük ve mâmurluk bakımından 10 HIRİSTİYAN ŞARK eskileri gölgede bırakmışlardır. Bunlardan Mısır’daki İskenderiye, Suriye’deki Antakya, Dicle boyundaki Selefkiye şehirleri, büyüklükleri itibariyle Roma’dan sonra geliyorlardı. Yunanlılar tarafından inşa edilmiş büyük şehirlerin aşağı tabaka yerlileri arasında, hıristiyan vâizler din neşrine başladılar. Beynelmilel dil olan Yunan d ili’nde dinî kitaplar te’lif edilmekle beraber, mahallî dillerde, bilhassa Sür y â nî ve K ı p t î dillerinde, tercüme ve taklit yoluyla yeni eserler meydana geldi. Hıristiyan dininin Roma İmparatorluğu dışında dağılması nispetinde, başka dillerde de hıristiyan edebiyatı başgöstermiştir (Afrika’da nubi, habeş dillerinde, Asya’da ermeni ve gürcü v.s. dillerde). V I. asırdan kalmış kitabeler A r a p di l i ni n de kilise dili olarak kullanılmış olduğunu göstermektedir. Fakat İslâmiyet’ten önceki devirlerde Arap dilinde bir Hıristiyan edebiyatının mevcudiyeti henüz ispat edilememiştir. Hıristiyanlığın bundan sonraki dağılışı ve medenî muvaffakiyetleri, Roma ile İran arasındaki mücadelelerle çok sıkı bağlıdır. Bu mücadele bilhassa Fırat ve Dicle havzalarında olup, buradaki mahallî hâkim ve emirler, muharebe taliinin değişmesine göre kâh beri, kâh öteki tarafa geçiyorlardı. Fırat’tan Şark’a, Şimalî Suriye’den gelen yol üzerindeki Edes (şimdiki Ur/a) şehri, hıristiyanhk ve Suriye medeniyeti tarihinde müstesna bir ehemmiyeti haizdir. Edes hâkimi A b g a r IX . (179-216), hükümdarlar arasında en evvel hıristiyanlığı kabûl eden biri olup, hıristiyan menkıbesi, bunun îsâ Peygamber zamamnda yaşadığım ve onunla mektuplaştığım naklediyor. Edes, eski Suriye medeniyetinin mühim bir ocağı ve süryânî yazısının neş’et ettiği bir yerdir; burada V . asırda İran Teoloji Mektebi ismi verilen bir mezhep inkişaf edip, İran’da hıristiyanhğm yayılmasına vc kuvvetlenmesine çok te’sir etmiştir. Zaman îtibariyle bundan önce Edes’den süryânî muharriri Bardesan (155-222) zuhur etmiştir. O , putperest olarak doğmuş, hıristiyanlığı kabûl etmiş ve tekrar putperestliğe dönmüştür. Bardesan, Gnostisizm ismi verilen ve paganizm felsefesini hıristiyanlığm bâzı fikirleriyle te’life çalışan ve Ahd-i-atîk’a çok düşman olan bir meslekin ilk mümessillerinden olmuştur. Onun fikirleri, III. asırda İran’da zuhur etmiş olan Maniheizm üzerine şüphesiz te’sir icra etmiştir *. HIRİSTİYAN ŞARK I I Gnostisizm'e ve paganizm felsefesi'ne karşı mücadelede, hıristiyan vâizler de felsefî delillerden istifade etmeğe mecbur oldular. Türlü dinî-felsefî mezhepler zuhur etti ki bunların en büyükleri İskenderiye ve A n t a k y a ’da olup, birincisi E f l â t u n ’a, İkincisi Aristo’ya istinat etmekteydi. IV . asırda hıristiyanlığın kendi bünyesi içinde dinî münakaşalar başladı. Şark hıristiyanlan arasında V . asırdan İtibaren, yâni Avrupa’dakinden daha önce K i l i s e ’de bir ayrılık oldu: Birçokları, kendilerini ortodoks tesmiye eden asıl resmî mezhepten ayrıldılar (bunu, düşmanlan padişah mânasında olan melik sözünden neş’et ettirerek M eliki tesmiye ediyorlar3 ve bununla resmî imparator mezhebi olduğunu anlatıyorlardı). îsâ’da yalnız ülûhlyet tanıyan Ta’kubiler’le, îsâ nın ilâhlık ve insanlığının tefrikinin imkânsız ve M e r y e m ’in de . î l â h’ ın kı zı olduğunu kabûl eden NastûrVler ayrıldılar. Bizans’ta tâkibata uğrayan Nastûrîler İran’a gittiler; İran’ da bu devre kadar Hıristiyanlar’a tazyik yapılıyordu. 41 o’da ise Dicle boyundaki Seleucia (Selefkiye) şehrinde bir konsil toplamaya muvaffak oldular. 483’de yapılmış olan bir dinî mecliste îran hıristiyanlan Nastûrî akidelerini kabûl ettiler. 489’da Edes’deki hıristiyanlar îran’a kaçtılar. Edes’deki Iran mektebi, Nastûrî fikirlerinden dolayı, İmparator Zeno tarafından kapatılmıştı. Sâsânîler elinde bulunan Iran, V . asırdan itibaren Bizans’tan kovulan bütün medenî unsurlara: Mecusîlere, yahudilere, hıristiyan râfızîlerine sığınak vazifesini görmüştür. Bundan önce de Sâsânîler Suriye şehirlerinden ahaliyi zorla alıp götürmüşlerdi. İlk defa Antakya ye başka bâzı şehirlerin halkı, Imp. Valeryan’ı esir eden Şâpûr I. zamanında (241 - 272) îran’a götürülmüştü. Şâpûr, Suriye’den getirilmiş esirleri, Huzistan'da kendinin yaptırdığı Cünd-i-Şâpûr şehrine yerleştirdi. Cünd-i-Şâpûr, büyüklüğü İtibariyle Sâsânîler devletinin ikinci şehriydi. Husrev I. (531 - 579) zamanında burada Yunan-Suriye tababet mektebi meydana gelmiştir ki, bunun, sonradan Araplar’a te’siri olmuştur. Suriye şehirlilerini esir gibi alıp götürmekten maksat, bunlann yardımıyla İran’da san’at işlerini, bilhassa dokumacılığı ilerletmekti. Bundan başka, Sâsânîler, esir Roma san’atkârlanndan ısti'hkâmat in şası’nda, s ul ama i şl eri ni n t a n z i mi ’nde de istifade etmişlerdir. V -VII. asırlarda Bizans’ı, Sâsânîler îranı’yle mukayese şu neticeyi verir: Bizans’ta medeniyet seviyesi daha yüksekdi, fakat îran 12 HIRİSTİYAN ŞARK daha fazla terakki memleketi idi. Bu terakki, hükümdarların maksatlarına tamamiyle uygun değildir. Sâsânîler’in III. asırda yükselişleri dinî ve siyasî aksülâmelle münasebettardır: Yabancı medeniyetin girişi devlet dinini sarsıyor ve sınıfî kuruluşu müteessir ediyordu. İran’da Fars dilinde ibadet eden resmî hıristiyan mezhebi teşekkül etti ki, bu hâl, hıristiyanlığın Orta Asya ve Çin'e girmesine ve İran’ın istikbaline te’sir icra etmiştir. Müslüman olan Iranîler arasında, Araplar tarafından değil, hıristiyan Farslar tarafından sokulmuş gün isimleri şimdi de kullanılmaktadır4. Sınıfların kuruluşu IV. asrın sonuna doğru temelinden değişti; çiftçiler, san’atkârlar ve tüccarlarla birleştiler. Bunların yerine, üçüncü bir sınıf olan cismanî me’murlar sınıfı meydana geldi ve bunların reisleri, rûhânîlerin ve askerî aristokrasinin reisleriyle birlikte hükümdarın tahtının yanında mevki aldılar. Halk kitlesinin hamleleri daha uzaklara gitmeye başladı. Dar sınıfî kuruluşa karşı Mezdek mezhebi tarafından, yalnız hususî mülkü değil, hattâ aileyi de inkâr eden kommunizm fikri ileri sürülmeye başlandı5. Umumiyetle, Bizans’a hâs medenî an’anenin inhitat asrı olan V I. asır, Iran için, yabancı edebiyat ve ilim ile tanışma devri olmuştur. Hind’ten getirilmiş ve bütün dünya edebiyatına te’sir etmiş olan Kelile ve Dimne hikâyelerinin Farsça’ya tercüme edilmesi de bu zamana aittir6. İran’da bu vakit Yunan felsefesi tetkik edilmeye başlandı. Fars Paul kendinin Süryanî dilinde yazmış olduğu Aristo’ya dair tetkikini Husrev I.’e takdim etmiştir ki, bu eserde, ilmin dine nazaran üstünlüğünü ispata çalışmaktadır. Onun fikrince, ilim şüphelerden âzade olup, insanlar arasında birliği doğurmaktadır; din ise bilinmeyen şeyleri bahis mevzuu etmekte ve insanların arasına ayrılık salmaktadır. Sâsânîler devletinde san’at ve ticaret en yüksek derecesine, V II. asırda, Arap hücumundan önce vâsıl olmuştur. Mânî ve hıristiyan edebiyatının Orta Asya Iran (Sogd) dilinde, Türk ve Çin dillerinde yazılışı da, bu zamana tesadüf etmektedir ki, bunlar İran’dan kuvvetli dinî propagandanın gelmiş olduğunu göstermektedir7. Şunu da işaret etmek lâzımdır ki, burada misyonerler tüccarların arkasından gitmişlerdir. Aynı devirde Hind’te Fars ve Hıristiyan kolonileri zuhur etmiştir. HIRİSTİYAN ŞARK 13 Arap fütuhatından önce uzun müddet Bizans ile İran arasında harpler devam etti {604-630). Kısa bir zaman için, Bizans’ın bütün A s y a v i l â y e t l e r i ve Mı sı r , İ r a n ’ın eline geçmişti. Bu eyaletlerin başında bulunan İran valisi, Suriye şehirlerine nispeten harbten daha az zarar görmüş olan İskenderiye şehrinde oturuyordu. Antakya, 526’daki büyük zelzele ve 54.0’da Iranhlar’ın hücumları dolayısıyla V I. asırdan itibaren inhitata yüz tutmuştu. Bu şehir, im parator Jüstinyen tarafından imar edildiyse de, bir daha eski derecesini bulamadı. V I. asırda Iranlılar tarafından Suriye’de şehirler yıkıldı, zeytin ormanları kesildi. Burada yapılmış olan tahribatın izlerini yüz yıl sonra da görmek mümkündür. Iranlılar İstanbul’a kadar geldikleri zaman, bu istilâdan Küçük Asya da zarar görmüş olmalıdır. Harbin tali‘i imparator Heraklius’e geçtikten sonra, Bizanslılar ve müttefikleri Hazarl ar’ın hücumu ile İran’ın hudut boyları aynı şekilde harap oldu. Sulh muahedesi Bizans’a yalnız kaybettiği yerleri değil, Şi mal î M e z o p o t a m y a ’dan yeni arazî de kazandırdı 8. İran’da bu tali'sizlikler Husrev I l.’in sukûtuna (628) ve devamlı dahilî karışıklıklara sebep oldu; fakat Bizans da muharebeden zayıflamıştı. Bundan sonra, tekrar ele geçirilen memleketlerde Bizans hâkimiyetinin yerleşmesiyle râfızîlere, yahudilere ve mecusîlere karşı tazyikler başladı. Bunların cümlesi Araplar’ın tabiî müttefikleri oldular. 641’de ölen Heraklius sağken bile, BizanslIlar, Küçük Asya müstesna, bütün zaptettikleri yerleri Araplar’a vermeğe mecbur oldular. Yalnız bâzı yerlerde iyi mukavemet gösterildi. M ısır'a 4000 kişilik bir Islâm kuvveti muzaffer bir şekilde girdi. Şimalî Mezopotamya'nın kolaylıkla zaptedilmesi, fâtihleri de hayrette bırakmıştı. V II. asrın başından IX. asrın ortasına kadar olan devir, Bizans edebiyatı ve hıristiyan dini için en karanlık bir devirdir. Âdet olduğu üzre, bu inhitatın sebebi olarak, Iranlılar ve Araplar ile olan muharebeler ve bunların arkasından hemen başgösteren dinî ihtilâflar neticesinde zuhur eden karışıklıklar gösterilmektedir. En müterakkî olan vilâyetlerin elden çıkışı da elbette Bizans’ın hayatına te’sirsiz kalmadı. Küçük Asya’ya doğru H i l â f e t ’ in hudut l a rı yavaş yavaş genişledi, V I. asırda Ayasofya'yı yapmak için ustalar vermiş olan bu yarımada, birkaç defa felâketli hücumlara uğradı. *4 HIRİSTİYAN ŞARK Hilâfet’in hudutları içine giren yerler, her nekadar buralarda da karışıklıklar oluyorduysa da,, daha iyi vaziyette idi. Müslümanlar’ın elinde bulunan Hıristiyanların vaziyeti, ilk zamanlarda müsait bir şekildeydi. Hıristiyanlar medeniyetçe Araplar’dan üstün olduklarından, fâtihler bu unsura muhtaçtılar. Islâmiyetin birinci asrında M ısır, Suriye ve Mezopotamya’dan Yunan ve Süryâni edebiyatlarının birinci derece ilim ve edebiyat adamları yetişti. Bunlardan bilhassa büyük şöhret kazanmış olan Edes’li (Urfa’lı) Ya’kub (640-708)’un Y a ’kubî mezhebinde tutmuş olduğu yer ehemmiyetlidir. Fırat sahilleri çok eski zamanlardaki mevkiini tekrar kazanarak, cihan medeniyetinin merkezlerinden biri oldu. Burada hıristiyanlarm yüksek mekteplerinden başka, Ya h u d i ve Maniheenler’in de yüksek mektepleri vardı. Cihanın büyük birkısmım kaplıyan Islâm devletinin teşekkülü ile genişleyen ticarî münasebetlerden, din neşri için istifade edenler, Islâmlar’dan ziyade, idarelerinde yaşıyan diğer milletler olmuştur. Çin ve Moğolistan’da, hı ri s t i yanl ı k ve ma n i h e i z m ’in, Kafkas ve Volga boylan’nda hı r i s t i yanl ı k ve y a h u d i l i ğ i n muvaffakiyetleri, Müslüman devrine aittir. Bu devrin, hıristiyan san’ati bakımından ehemmiyeti o kadar belli değildir. Şu kadan muhakkaktır ki, Müslüman hükümdarlar, saray ve ibadethaneler inşa ettirirken, hıristiyan ve Iranlı ustalardan istifade etmişlerdir. Büyük kiliselerden bâzılan camie çevrildi. Bu cümleden olmak üzre Şam şehrindeki S t. Jean Baptist kilisesi yerine, V III. asırda büyük bir cami bina edildi. Kaderin bir cilvesi olmak üzre, Kilise’nin cenup kapısı üstündeki şu Rumca kitabe: “ Ey Mesih, senin padişahlığın her zaman için, senin hâkimiyetin her nesil içindir,,, bugüne kadar mahfuz kalmıştır. Umûmîyetle, hıristiyanlar ibadethanelerini muhafaza ettiler; hiçbir mânie rastlamaksızın, yeni kilise ve manastırlar yaptılar. Halife Ö m e r’in hıristiyanlara, yeni kilise yapmamaları ve eskilerini tâmir etmemelerine dair vermiş olduğu söylenen ahidname, sonradan uydurulmuş bir şeydir9. Portekiz’in cenub-ı-garbî sınırındaki St. Vincent burnundan Semer kand’e kadar uzayan hilâfet memleketinde çok zengin dinî hıristiyan müesseseleri vardı; bunlar, kendilerine vakfedilmiş olan gayrimenkul mallarını da muhafaza ettiler. Hilâfet memleketindeki hıristiyanlar, hiçbir mânie rastlamaksızın, hıristiyan âlemi ile münasebette bulunuyorlar ve onlardan dinî müesseseleri için ianeler kabûl HIRİSTİYAN ŞARK «5 edebiliyorlardı. 680-681 yıllarında İ stanbul ’da toplanmış olan bir kilise meclisinde Kudüs’ ten de murahhas vardı. Hilâfetin muhtelif yerlerindeki Hıristiyanlar birbirleriyle sıkı münasebet hâlindeydiler. Fütuhat zamanında san’at yalnız M ıs ır ’da inkişaf etmiştir. Halifeler, san’ati, Suriye sahilinde, bilhassa Akkâ ve Sûr’da inkişaf ettirme çarelerim aradılar. 720 yıllarından biraz önce, İ s k e n d e r i y e ’den A n t a k y a ’ya, yine Yunan felsefesi getirildi. V III. asrın son yansından itibaren, Hıristiyanlar, Müslümanlar’- ın Yunan felsefesini öğrenmelerine yardım ettiler. Halife M a n sû r’un (754-775) Bizans İmparatorlan’na müracaat ederek ri y az i y e ’ye ait el yazmalan gönderilmesini istediği rivayet edilmektedir. IX. asırda Yunanca’dan Arap ve Süryânî dillerine tercüme yapanların en büyüklerinden biri olan Hıristiyan-Arap Huneyn-ibn-lshak, iki yıl kadar Bizans’ta kalmış, orada Yunan dil ve edebiyatım öğrenmiş ve elyazılan getirmiştir. Müslümanlar için, Yunan ilimlerini öğrenmeğe, Bizans’tan başka bir yol da vardı: Cünd-i-Şâpûr tıb mektebi, Araplar’m fethinden sonra da birkaç asır devam etti. Bununla beraber, Cünd-i-Şâpûr tabiblerinin, ilimlerini, nesilden nesile, kendi adamları vasıtasiyle devam ettirdiklerine ve yabancılardan gizli tuttuklanna dair malûmat vardır. Halife M e h d î’nin (775-785), sarayında yaşamış ve Ilyada ile Odisse'yi Süryânî diline tercüme etmiş olan Edes’li hey’etşinas Teophilos (Teofil)’un Bizans’ta bulunup bulunmadığı belli değildir. İslâm memleketlerinde yaşayan, Arap olmayan ve müslüman olmayan unsurlar, Araplar’a ve Müslümanlar’a nazaran daha münevver idiler. Bunlann, Araplar’a nazaran medenî üstünlüklerini anlamalan, İslâm âleminde bâzı kavmî hareketler doğurdu ki, bunlar Şu’ûbiyye (Şa'b sözünden alınmıştır) umûmî ismiyle şöhret buldular10. Bu şekilde millî yahut dînî medeniyetlerinin yüksekliğim idrak hareketi, aynı şekilde başka ümmetlerde: Muhtelif kavimlerden müteşekkil olan Hıristiyanlar’da, Yahudiler’de, zerdüşt mezhebinde olan İranîler’de ve Mezopotamya’da Harran şehrindeki Helen mecûsîliğinin en son mümessillerinde de görülmekteydi. IX . asır, aynı şekilde, Bizans için de medenî yükseliş devri olmuştur. Lâkin, Hilâfet’in Bizans’a nazaran şu üstünlüğü vardı ki, orada muhtelif unsurlar birarada iş görüyordu; Kur’an’ m verdiği bir derece dinî hürriyet dolayısıyla, medenî hareketlerin yayılması için meydan daha genişti. 16 HIRİSTİYAN ŞARK Bunlann kendi halkını ve kendi dinini yükseltmeye çalışmaları birbirinden medeniyet dersi almalanna mâni olmuyor, hıristiyanm müslümandan, mecûsîden talebesi olduğu gibi, bunun aksi de oluyordu. GerçiHıristiyanlar, ilmin kaynağı olan Helenizm’e daha yakın idiyseler de gitgide kendilerinin bu üstünlüklerini muhafaza edemediler. Hıristiyanlar Yunan eserleriyle Müslümanlar’a nazaran daha önce ve daha iyi tanışmışdılar. Lâkin, bu ilmin ilerletilmesi ve istikbaldeki ilmî çalışmaların nümunelerini meydana getirme vazifesi, Müslümanlar’a kaldı. Hattâ, Şark’taki hıristiyan kavimlerin en müterakkisi olan Süryânîler bile Fârâbî, İ b n -i - Sî nâ , Bîrûnî ve I b n - i - R ü ş d ile mukayese edilebilecek bir tek âlim yetiştiremediler. Hıristiyan ve Mecûsîler’den olan âlimlerin en iyi talebeleri, ekseriya Müslümanlar’dı. Arap medeniyetinin ileriye geçmesiyle, Suriyeli Hıristiyanlar, kendilerine evvelce üstünlük te’min etmiş olan Helenizm ile münasebetlerini kaybettiler. Onların âlî tahsil programlannda, evvelce Yunan dil ve edebiyatına verilmiş olan yer, artık Arap dil ve edebiyatına verildi. Fakat, buna bakarak, Şark hıristiyan medenî hayatının, İslâm medeniyeti yükseldikten sonra, artık bütün ehemmiyetini ve cihan medeniyetinin gidişi üzerindeki te’sirini kaybettiğini zannetmemelidir. Müslümanlar’ın ilim ve teknikteki üstünlükleri, uzun zamanlar, kemiyetçe değil, keyfiyetçe oldu. X I. asrın ikinci yarısında henüz kâtiplik ve tabiplik gibi fik r i meslekler Hıristiyan 1 a r’m, zanaat ve ticaret Y a hu d i l er ’in elinde idi. X II. asırda Suriye’de muhtelif mezhepler arasında anlaşma yapılıp, en mühim iki mezhep olan Nastûri ve Ta'- kubîltr arasında yaklaşma husule geldi. Her nekadar bu iki mezhep îtikat ve ibadetlerini muhafaza ettilerse de, bundan sonra birbirine karşı müsamahakâr davranmaya başladılar. IX . asrın ortasından itibaren müslüman devletlerindeki hıristiyanlann vaziyeti, evvelkine nazaran fenalaştı. Bunun bir sebebi de, Müslümanlar’ın medeniyetçe yükselmeleri neticesinde Hıristiyanlar’a olan ihtiyaçlarının azalması olmuştu. Ortazaman’da hıristiyan memleketlerindeki Müs l üma n ve Y a h u d i l e r ’ e karşı yapılan ta z yiklerin de belki bunda te’siri vardır; lâkin ne de olsa, Müslümanların I s p a n y a ’da uğradıkları zulüm ve cebri, Müslümanlar’m elinde bulunan Hıristiyanlar hiçbir zaman görmemişlerdir. Umûmîyetle Müslüman olmıyan kavimlerin Kur'arim emrettiği üzre HIRİSTİYAN ŞARK 17 cizye vermeleri ve Ö mer’in meşhûr ahidnamesi mucibince, elbiselerinin farklı olması gibi şartların tamamiyle yerine getirilmesi talep edilmiyordu. Hıristiyan me’murlar da müslüman büyükleri gibi giyiniyorlar, aynı zamanda kendilerini aşağı tabakanın karşısında pek yüksek tutuyorlardı; bu şekilde Hıristiyanların böbürlenmesi, bâzan protestoların yükselmesine sebep oluyor, hattâ, mes’ele, hıristiyan mallarının yağma edilmesine ve bâzı hıristiyanların öldürülmesine kadar ilerliyordu. Karışıklık zamanlarında zimmîler’in haklan müslümanlannkine nazaran daha çok ihlâl ediliyordu; Kilise, kendinin başlıca zenginliğini teşkil eden gayrimenkul mülklerini yavaş yavaş kaybetti. Mısır’da, daha X IV . asırda bile — hayli müsaderelerden sonra da— Kilise’nin elinde 1 1,250 desetin kadar yer kalmıştı. İ ran’ ın en garbî köşesinden başka yerlerinde, hıristiyanlık büsbütün ortadan kayboldu; bunun ne şekilde kaybolduğu henüz bilinmemektedir. Evvelce, Roma Imparatorluğu’na dahil ülkelerden yalnız Şimalî Afrika’nın, Mısır’ın batısındaki yerlerde hıristiyanlık tamamiyle kaybolduysa da, Yunan-Roma devrinden kalmış yer isimleri muhafaza edilmiştir {Trablus: Tripli şehrinin ve ülkesinin ismi, Cezâyir’de Konstantin şehrinin ismi). Burada da hıristiyanlığın büsbütün kaybolmasının sebebi, açıkça belli değildir. Bunu, kısmen, Şimalî Afrika’ nın diğer yerlere nispeten Arap fütuhâtından daha çok zarar görmesiyle ve Ortazaman’ın ikinci yarısında Bedevîler’in hücumuna uğramış olmasıyla îzah etmek mümkündür (Romalılar tarafından tekrar yapılmış ve hattâ bâzı rivayetlere göre Imparatorluk’un Roma’dan sonra en ehemmiyetli bir şehri hâline gelmiş olan Kartaca, V II. asırda Araplar tarafından yıkılmıştı. Bundan sonra bu şehir tekrar canlanamamıştır). Islâm fütuhâtından sonra tekrar hıristiyanların eline geçen, fakat henüz Islâm medeniyetinin izlerini saklıyan hıristiyan memleketlerin tarihleri ayrıca dikkate değer. Bu memleketler şunlardır: Kastilya kırklarının idaresinde bulunup X III. asrın ortasında Alfons X. için meşhur hey’et cetvelinin tanzim edildiği İspanya, Norman kırallan ve daha sonra Hohenschtaufen’ ler elinde bulunmuş olan Sicilya ile Cenubî İtalya ve X I-X III. asırlardaki Gürcistan kırallığı, V II. asırda birbirlerinden ayrı iki dinî hey’et teşkil eden Ermenistan ve Gürcistan, gerçi dinî fikrin te’siri altında, Yunan dünyasiyle olan münasebetlerini muhafaza ettilerse de, Müslüman (Arap ve Fars) Islâm Medeniyeti — / / . ı8 HIRİSTİYAN ŞARK medeniyetinin te’sirinden de kurtulmadılar. Gerek Ermeni ve gerek Gürci edebiyatı, Fars edebiyatına yakınlık göstermektediru . Uttıûmiyetle halk, muhitteki şartların pek müsait olmamasına rağmen, siyasî istiklâlini kaybettikten sonra da, kendi dinini ve bununla birlikte bâzı medenî an’anelerini kuvvede muhafaza etti. X V II. asırda Şah Abbas, bir zamanlar Sâsânîler’ in Suriyeliler’e yaptıkları gibi, îran’a n denî maksatlarla epey Ermeni ve Gürci’yi zorla naklettirdi. X V II. asırda Ermeniler Avrupa medeniyetine yaklaşmaya başladılar; X V III. asırda bunun te’sirini Gürciler de hissettiler. Suriye ve Mısır’daki Avrupalılar da oradaki hıristiyanlara, kendilerinin tabiî müttefikleri gibi baktılar ve uzun zaman onların manastırlarında yaşayarak, Arapça öğrendiler, umûmiyetle muhit ve halkla iyice tanışmak için hazırlandılar. Bundan dolayı, X III. asırda yaşamış olan hıristiyan Arap tarihçilerinden E l - Me k i n ve E b u ’ l-Ferec’in te’lifleri Avrupa’da müslüman müverrihlerinden daha önce (X V II. asırda) neşir ve tercüme edilmiştir. Aynı zamanda, hıristiyan Araplar arasında, Ermeniler’de olduğu gibi, Avrupa te’siri altında mânevî bir canlanma başladı. Şark hıristiyanlannı Garp’- tan, müslümanlan ayıran derin bir dinî fark ayırmıyordu. Bundan başka, millî ve cismanî edebiyatın te’sirine o derece kapılmamışlardı; bunun için onlarda, müslümanların aksine, gerek Ortazaman’- da gerek Yenizaman’da olsun, Yunan’m yalnız ilmi değil, belki edebiyatı da epey revaç buldu. Bir süryânî. hıristiyan, Ilyada ve Odisse’yi V III. asırda tercüme etti; hıristiyan Arap ise, Ilyada’yı X IX . asırda Arapça’ya çevirdi. Rus âlimlerinden biri, daha 1864’de Suriye’den gelirken: “ Şark’ın hıristiyanları müslümanlara nispeten ilimde epey ileri bulunuyorlar” demişti12. Fakat, Şark hıristiyanları, Avrupalılar’ı, her zaman, kendilerinin îslâm dininde olan milletdaş ve vatandaşlarından üstün görmemişlerdir. Rusya’nın din tarihçilerinden birinin dediğine göre, Haçlı seferleri zamanında, “ rûhânîler ve halk, müslüman zulmünün dönmesini, Lâtinler’in hâkimiyeti altında yaşamaktan daha iyi buluyorlardı,,ls. X V II, X V III. asırlarda Eçmiyazin Ermenileri Iran Şahı’na birkaç kere müracaat ederek, kendilerini katolik propagandasından korumasını rica ettiler14. Zamanımızda Avrupahlar’ın yapmakta olduğu İktisadî tazyik, hıristiyanlar üzerinde de müslümanlarda olduğu gibi aynı şekilde hissedilmektedir. 1912 yılında bir müslüman muharri HIRİSTİYAN ŞARK «9 rinin Müslüman birliği’n'ı ileri sürerek yazmış olduğu bir mekaleye karşı bir hıristiyan gazeteci Arap matbuatında: “ A v r u p a l ı l a r ’ a karşı yalnız müslümanlar değil, belki hiçbir din ayrılığına bakmaksızın, bütün Şark kavimleri birleşmelidir. İslâm birliği değil, Şark birliği lâzım,, diye yazdı. Avrupa’nın fikrî te’siri neticesinde, Yakın Şark’ta da münevver halk, millî birliği, dinî birlikten ileri tutmaya başladılar; ihtimâl şimdiki nesilde hıristiyan Araplar ile müslüman Araplar’m Arap milletini ayağa kaldırmak için birleşmeleri tahakkuk edecektir. Zamanımızın Arap muharrirlerinden Emin Reyhânî, müslümanların ve hıristiyanların îtikadları ve mukaddes kitapları hakkında öyle ibareler kullanıyor ki, buna bakarak, muharririn müslüman, yahut hıristiyan olduğunu tâyin etmek müşküldür15. Î k İ n c İ B ölüm HALİFELİK ve ARAP MEDENİYETİNİN BAŞLANGICI TJLarîhde ilk ve son defa olmak üzre V II. asırda,, Arabistan yarımadasından cihana büyük bir devlet çıktı, yeni bir hareket başladı. Fakat,'tarihden önceki bir devirde Sâmîler'm bu şekilde Arabistan’dan taşarak, Sur i ye ve M e z o p o t a m y a ’yı işgal ettikleri zannediliyor. V II. asırdaki hareket, Araplar’m bundan önce yarımadanın dışma yapılmış, fakat fütuhât şeklini almamış olan ufak tefek hareketleri ile hazırlanmıştı. Kartacalılar zamanından İtibaren, milâttan önce (401) yıllarında F ı r a t ’tan Şark’ta Hâbûr nehrinin mansabmdan aşağıda olan yerlere Arabistan ismi veriliyordu. Strabon zamanından İtibaren, milâttan sonra I. asırda Yukarı M ıs ır ’ daki Kopt şehirleri yarı yarıya Arap’tı. Bizans’ın tâbii olan Suriye Arapları ve Fırat havzasında İran’a tâbi Araplar, bu iki hükümdarlığın arasında olan muharebelere kuvvetle iştirak etmişlerdir. V II. ve V III. asırlarda Araplar medeniyetçe kendileriyle mukayese edilemiyecek derecede üstün olan pek çok kavimleri idareleri altına aldılar. Lâkin, onlar, Avrupa’daki Germenler ve Asya’daki Moğollar gibi milliyetlerini kaybetmediler. Bundan başka, zaptettikleri Sur i ye, M e z o p o t a m y a , Mı s ı r ve Ş i m â l î A f r i k a ’yı kendilerinin millî te’sirleri altına soktular. Bundan sonra Arap dilinin galip gelmesi, hükümetin te’siriyle değil, belki ihtiyârî bir şekilde oldu. Zaptedilen yerlerde İslâm dininin yayılmasıyle Halîfelik’in maliye sistemi büsbütün sarsıldı18. Hükümet için, müslüman olmayan kavimler arasında Arap dilinin yayılışı pek de arzu edilmeyen bir hâldi. Hıristiyanların Arapça konuşması ve çocuklarının müslüman mekteplerinde okuması men’edildi. Böyle olmasına rağmen, İslâm 22 HALİFELİK DEVRİ dini, halkın ekserisi tarafından kabûl edilen bir din oldu ve müslüman olmayan kavimler de Arap dilini kabûl ettiler. Arap dilinin revaç bulması şu suretle îzah edilmektedir: Araplar, Germen, Moğol ve eski Îranîler gibi yalnız silâh kuvvetine dayanmadılar; Araplar V II. asırdan itibaren, fikir sahasında epey ileri gitmiş bir edebî dil vüçude getirdiler; fesahat ve şiir onlarda büyük bir yer tuttu; şimdi malûm olan edebî şekiller, seci’li nesir ve birkaç türlü vezin vücude getirilmiş, nazımlarının ifadesi için muayyen kalıplar tanzim edilmiş ve bu suretle kahramanlarını ve kabilelerini medih, yahut düşmanlarını zem için şiir söylemek çok revaç bulmuş idi. Bedeviler'in şiirine karşı, şehrin de kendine mahsus daha ince işlenmiş bir şiiri vardı; bu hususta en ileri gitmiş olan Mekke’ deki Kureyş kabîlesi'ydi. M e k k e ’deki Küreydiler, T â i f ’deki Saki/iler ve diğer şehir ahalisi, başlangıçta M u h a mm e d ’e düşmanlık gösterdilerse de, müslüman cemaati bir devlet teşkil ettikten sonra, onun başına geçtiler. M u h a m m e d ’e: almam, Kureyş iler'den olmalıdır» hadîsini isnat ettiler. Zaptedilmiş yerlerde Kureyşîler ve Sakifîler şehirler inşasında ve idare işlerinin kurulmasında başta bulunuyorlardı. Umûmiyetle Arap askerinin arkasından sivil Araplar gidiyordu; fethedilen yerlerde Arap milliyetçiliğinin kuvvetlenmesinde en büyük hizmeti bunlar yapmışlardır. Müslüman medenî hayatının her sahasında olduğu gibi, İslâmî şehir tipi de, Arap an’anesiyle mahallî an’anelerin kanşmasiyle meydana gelmiştir. Bâzı Avrupa seyyahları, müslüman şehirlerinde evlerin avlu içeririnde inşa edilip, sokak cephesine yalnız dükkân ve duvarların yapılmış olmasını “ Şark istibdad ı,, korkusu ile îzah etmeye uğraşıyorlar. Lâkin Pompei şehrinin meydana çıkarılmış olan harabeleri gösterdi ki, eski zaman Yunan şehirleri de aynı şekilde inşa edilmiştir. M e k k e ’yi ziyaret etmeye muvaffak olan birkaç Avrupalı, bu şehirde, Avrupa tipinde pencereleri sokağa bakan evlerin mevcudiyetini hayretle gördüler. Yemen şehirlerinde de pek süslenmiş olan büyük evler seyyahların dikkatlerini celbetti. Bunlar mahallî ananelerle mi, yoksa ecnebi Hind te’siriyle mi yapılmıştır, bu mes’ele henüz îzah edilememiştir. Araplar medenî hayata geçtikten sonra uzun zamanlar kendilerinin klân ve kabile hayatlarını muhafaza ettiler. Aynı kabileden olan insanlar arasındaki münasebet, aynı şehir ahalisi arasında olan münasebete nazaran daha sıkıydı. Ecnebî bir şehir zaptedtldiği, HALÎFELÎK DEVRÎ 23 yah u t, yeni bir şehir inşa olunduğu zam an, her kabile için ayrı m ahalleler te’sis ediliyordu. Birçok şehirlerde, m eselâ, Ş a m ’da şehrin um ûm î sûrundan başka ayrı m ahalleler, h attâ caddeler arasında k a p ı l ı d ı v a r l a r ’ın bulunuşu, A rap h ayatın ın bu telâkki tarzın a b ağ lı bir hâldir. A ra p la r bu âdeti İra n ’a da getird iler; m eselâ Meru şehrinin X I .- X I I . asırlardaki kuruluşu aynı şekildeydi. Z am an ım ızd aki şehirlerden Hemedan’m , um ûm î şehri ih âta eden sûru yoktur. L âk in , m ahalleler arasında kapılar vard ır ki, b u n lar geceleyin kapanm ak-» tadır. Bu nevi kapılar, şehrin kenarındaki sokaklarda da vardır. S u riye’de A ra p la r V I I . asırda yeni bir şehir inşa etm ediler. V I I I . asırda H alîfe S ü le y m a n (7 15 -717) zam an ın d a K u d ü s ’ ten denize giden yol üzerinde Remle şehri bina edildi. K u d ü s’ ün m üslüm an larca d in î b ir ehem m iyeti olm asına rağm en, h ayat yeni şehre göçtü ve birkaç asır zarfında Filistin’in baş şehri vazifesini gördü. F akat R e m l e ’nin yaln ız m ah allî bir ehem m iyeti olup, A ra p m edeniyetinin tarih î inkişafında büyük bir te’siri görülm edi. S u riye’de m edenî ve siyasî h ayatın m erkezi olarak eski Ş a m kaldı. Şehrin o z a m anki vaziyeti, şim diki p ayitah tlarla m ukayese edilecek bir hâlde değildi. X . asrın son yarışm a kadar şehir eski taş d uvarların dışına çıkm adı. D oğru cadde nam ı verilen ve Ş ark ’taki kapıdan G a rp ’ taki kapıya kadar u zayan caddenin uzunluğu takriben iki verst kadardı. Şim âl’deki kapıdan G a rp ’ taki kap ıya kadar olan mesafe de b u n dan biraz kısa idi. Şehrin ortasında m eydan m evcut olup, burada büyük b ir m âbet bulun uyordu (Bu m âbet önce putperestlere, sonra hıristiyanlara ve en sonunda da m üslüm anlara ait o lm u ştu r); işte St. J e a n B a p tis t kilisesi b u rad a idi. Birinci V e l i d (705-715) zam an ın d a hıristiyan lar bu m âbedi m üslüm anlara b ırakm aya m ecbur kaldılar. Bu kilisenin yerine tezyinatı ile Islâm âlem inde misli olm ayan Ü m e y - y e Camii yap ıld ı. C am iin yakın ın da E m evîler’in sarayı b u lu n u yordu. Bu saray, O rtaza m a n la r’da tam am iyle kaybolm uştur. Ş a m ’d an sonra, Su riye’de Cabiiye, D abik (H aleb ’in şim âlinde) gib i askerî karargâhlar ikinci derece bir m evki işgal ed iyorlardı. Bu nevî askerî m evkilerden bâzıları, sonradan büyük şehir hâlini a la rak, eski m erkez şehirlerini geride bıraktılar. B unlardan biri de Kahire’- d ir; evvelce A ra p la r tarafından N il sahilinde Fustât ism inde (Y u n an caL âtin ce “fossaton: hendek ile çevrilmiş,, dem ektir) bir karargâh b ina edilm işti. Bu şehir N il’in şark sahilinde beş kilom etre uzunluğun - 24 HALİFELİK DEVRÎ da ve bir km. genişliğinde bir yer işgal ediyordu. Caddenin ortasında bir meydan mevcut olup, burada Mısır fâtihinin ismini taşıyan Cami-i-lAm r ile mahkeme binası bulunuyordu. Tunus’taki harap olmuş olan Kayravân, Fırat boyundaki Küfe, Şatt-ül-Arap sahilindeki Basra ve İran’daki Şîrâz da aym şekilde vaktiyle karargâh olarak inşa edilmiş şehirlerdendir17. Araplar tarafından, fütuhat devri geçtikten sonra, sevkülceyşî maksatlar gözetilmeksizin te’sis edilmiş olan şehirlerin birçoğu, daha uzun ömürlü olmuştur. Meselâ: Fas şehri V III. asır sonunda, Kafkas’taki Gence IX. asırda inşa edilmiştir. Araplar’ın, İslâm devrinden önce te’sis edilmiş şehirleri, tahrip ettikten sonra, yeniden ihya maksadıyla, Arap karagâhından doğmuş şehri terketmelerine, tarihte yalnız bir defa tesadüf edilir: Amuderya’nın cenubundaki Barukan kalesi, eski Baktriya (Belh) şehriyle değiştirildi. İran’da ve Türkistan’da Araplar şehir hayatının ilerleyişine ve şehir tipinin değişmesine yardım ettiler. Bu memleketlerde müslümanlıktan evvel mevcut olan şehirler diz ismi verilen büyük, bir kale ile, şehristan ismi verilen asıl şehirden ibaretti. Şehristan'm asıl mânası: H a k i m i y e t ’ in bulunduğu mevki demektir ki, Araplar’ın Suriyeliler’den alarak kullandıkları medine de aynı mânaya gelmektedir. Ticaret meydanı, şehrin duvarı içerisinde değil, onun dışında kapı yanında bulunuyordu. Şimdiki İran ve Samî dillerine başka dillerden alınmış olup, asıl mânası “ kapı yanındaki iş„ olan bâzâr sözü de bunu göstermektedir. Araplar zamanında ise, hayat yavaş yavaş eski Şehristan’da san’at ve ticaret sahiplerinin oturdukları yerlere göçtü. Burada da yavaş yavaş Yakın Asya tipinde şehirler inşa edildi. Bu tipin hususiyeti şunlardan ibarettir: Şehri garptan şarka ve şimalden cenuba kat’eden büyük cadde boyunca pazar, ortada meydan ve şehrin en büyük camii bulunuyordu. Müslüman tüccarları kendilerinden önceki hıristiyan ve yahudilerin yollarını tâkip ettiler. M erv’de müslümanlar zamanında, hayat şehristan’dan garp tarafındaki Maçan kanalı boyundaki mahalleye göçtü. Burada müslümanlardan önce hıristiyan metropolidi yaşıyordu. İran’ın en büyük şehirlerinden olan İsfahan’ın yerinde islâmiyetten önce, şehristan’dan birkaç kilometre uzaklıkta yahudi varoşu vardı. X. asırdan' itibaren bu şehir eski şehristarfa nispeten iki misli büyümüştü. Büyükçe şehirlerde valiler oturuyorlar ve hükümet müesseseleri HALİFELİK DEVRİ 25 bulunuyordu. Bu cihetten, tabiatiyle, Araplar da, hâkimiyetleri altına aldıkları halkların âdetlerine uydular. îran tesiri Halîfe Ömer zamanından itibaren (634-644) görünmeye başladı. Kitabet ve hesap daireleri ihdas edildi. Hattâ chancellerie mânasına gelen divan sözü de Farsî’den alınmış olsa gerektir. Evvelce Bizans idaresinde bulunmuş ©lan yerlerde, Yunan ve Lâtin dilindeki ıstılâhlar alındı. Meselâ: M ısır’da Lâtince’den alınmış guestor (kestor) sözü gibi18. Kâtiplik işleri, Araplar zamanında, mahallî me’murların elinde kaldı ve mahallî dillerde (Fârsî, Yunanca) yürütüldü. Yalnız, V II. asrın sonlarında Arap dili kullanılmaya başlandı. Bu zamandan itibaren, paralar da Arapça yazılarla basılmağa başlandı. Bizans’tan alınmış olan yerlerde, evvelce Bizans paralarında olduğu gibi, salip; Iran vilâyetlerinde ise, ateşe kurban kesilen yerin tasviri, paraların üzerine basılıyordu. Araplar Bizans’da altın, İran’da gümüş para usûlü ile karşılaştılar. Bu fark, bu yerler Araplar’ın olduktan sonra da devam etti. Müslümanlarda altın paranın ismi dinar (Lâtince: dinarius), gümüş paramn ismi ise, dirhem (Yunanca: drahmos'dan) olup, İran’a İ s ke nde r ’den sonra sokulmuştur; bakır paranın ismi olan fe ls de Yunanca obolos’dan alınmıştır19. Dînar, Emevîler zamanında Şam ’da, Abbâsîler devrinde B a ğ d a d ’da basılıyordu. Dirhemler ise vilâyetlerdeki büyük şehirlerde de basılıyordu. Fels, yalnız mahallî kıymeti hâizdi. Şa r kî İ r a n ’da ve O r t a A s y a ’da, X. asırdan itibaren yalnız dinarların ağırlığı bir miskal'di. Dirhemler daha küçük olup, kıymetleri dinarın ı/2o’ine muadildi; yâni Araplar da eski Iran Şahları’ndan şimdiki Garbi Avrupa devletlerine kadar, altın ile gümüş para arasındaki muayyen nispeti muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Lâkin, her zaman olduğu gibi, Araplar da bu iki mâdenin kıymeti arasındaki nisbeti her zaman muhafazaya muvaffak olamadılar. Gümüşün fiyatı altına nispetle ya yükseliyor, yahut alçalıyordu. Halkların idare işlerindeki te’sirleri yalnız mahallî çerçeve içerisinde kalmıştır. Halifeliğin devlet ve idare işlerinde, birkaç dilden alınmış ıstılâhlarm birlikte kaynaşdığını görüyoruz. Meselâ, Bizans’ tan alınmış olan ıstılâhlar, İran’dan zaptedilmiş olan yerlerde de, İran’dan gelmiş olan sözler, evvelce Bizans’a ait olan vilâyetlerde de kullanılmaktaydı20. O zaman da, eskiden olduğu gibi, hükümetin haberlerini nakleden postaya Lâtince viridus tâbirinden alınmış 26 HALÎFELÎK DEVRÎ berîd ismi veriliyordu. Hâlbuki, Yunanlılar posta kelimesini Farsça’dan almış oldukları angaros sözü ile tesmiye ediyorlardı. Araplar’da M u h a m m e d ’den önceki zamanlardan İtibaren Farsça cünd askerî ıstılâhı, askerî karargâhları şehir hâline getirmeksizin muhafaza etmiş olan Suriye’de çok taammüm etmişti. Fakat evvelce Bizans’a ait olan yerler, halîfeler zamanında, birkaç cünd't taksim olunuyordu. Vilâyetteki karargâhların emirleri için emîr-i-cünd ile birlikte emîr-imasr sözü de kullanılıyordu. Masr bir Yemen sözü olup, şehir mânasında olarak ve Farsça köy mânasında olan nütaA’dan ayrı surette kullanılıyordu. Asıl Arapça sözlerle birlikte padişah, yahut emirlerin muhafızlarına haras ve askerî polise şurta ismi veriliyor ve bunun başında ayrı bir kumandan bulunuyordu ki, bu, emîrin sağ kolu mesabesinde idi. Lâkin bu ünvanların hepsi îranlılar’ dan alınmış olsa gerektir. Gerçi halîfeler, birdenbire, Iranlılar gibi müstebit olmadılarsa da, onlar için I ran i dare usûlü bir örnek vazifesini gördü. Emevîler zamanında henüz halîfe, Iran Şahı’ndan ziyade Arap şeyhine yahut kabilenin seyyidine benziyordu21. Hattâ halîfe Velîd I., bir zamanlar Peygamber’in yaptığı gibi “ kendisinin yalnız ismi ile tesmiye edilmesini,, talep etmişti. Hilâfet, devlet işlerinde Iran an’anelerine tâbi olduysa da. maddî medeniyet sahasında, bilhassa Bi zans’tan çok şey aldı. Halifelik devrinde Suriye’nin sahil şehirlerine getirilmiş olan Mısır dokumacı l ı k san’ ati, Iran ve T ü r k i s t a n’da da te’sirini gösterdi. Mısır ismini taşıyan dokumalar Şî r âz ’da ve Tü r ki s t an şehirlerinde de yapılıyordu. Son zamanlara doğru Müslümanlar maddî medeniyette birinci mevkii Çi n l i l e r ’e, ikinci mevkii Yu n anl ıla r’a verdiler. X III. asrın Iran müelliflerinden Avfî, X V . asırdaki Ispanyol seyyahı Clavijo, şunları, Müslümanlar ağzından söylendiği gibi, naklediyorlar: Çinliler san’at işlerinde yalnız kendilerinin gözleri olduğunu zannediyorlar. Lâkin, diğer kavimlerin hepsini kör sanıyorlar. Yunanlılar (Clavijo’ya göre Franklar) ise bundan müstesna olup, tek gözlü sayılmaktadır. Yunanlılar’a medeniyette birinci mevki veriliyordu. Yunanca’- dan Arapça’ya tercüme, Hıristiyanlar’m te’siriyle, pek erken başladı. Yunan ilminin birinci muhiplerinden halîfe Yezid I.’in oğlu Hâlid, 704 yılında 40 yaşına varmadan ölmüştür (683’de babası öldüğü zaman o henüz çocuktu). Ona, hey’et, tıb ve kimya’dan bâzı tercüme HALİFELİK DEVRİ 37 eserler isnad edilmektedir. Hattâ, onun sun’î altın yapmakta bir vasıta olan hacer-i-felsefi’yi bulduğu da rivayet olunuyor. Hâlid, Şimâli Suriye’de Hıms şehrinin emîriydi. Bu şehirde Eskizaman’da meşhur Güneş Mâbedi, sonra büyük bir kilise mevcuttu ki, bunun birkısmı Müslümanlar tarafından işgal edildi. Diğer bir rivayete göre X . asırdan itibaren bu binanın birkısmı kilise olarak kaldığı hâlde, diğer kısmında Müslümanlar ibadet ediyorlardı. Burada o zamanlarda Hıristiyanlar’dan başka Mecûsîler’in de bulunması pek muhtemeldir. Suriye şehirlerinin hepsinden ziyade Hıms, Müslüman fâtihlerini iyi karşılamıştır. Bunu, bu şehir halkının İmparator Herakl i yus’un dinî ıslâhatına karşı düşman gözü ile bakmış olmalarıyla îzah etmek mümkündür. Müslümanlar’ın Yunan medeniyetiyle İ s k e nd e r i y e ’de ve Suriye şehirlerinde tanışmış olmalarına rağmen, başlıca medenî eserler, hattâ ilim sahasında da, Fırat ve Dicl e sahillerinde, Küfe ve Basra’da meydana gelmiştir. Bu şehirlerin her ikisi de Ömer zamanında mu’tad plâna göre inşa edilmiş olup, kabileler için ayrı ayrı mahalleler, ortada meydan, cami ve vâlinin sarayı bulunuyordu. Sonradan, Basra başka bir yere nakledilip, eski şehir büsbütün ıssız kaldı. Küfe, ehemmiyetini çoktan kaybetmişti. Lâkin cami şimdiye kadar kalmıştır. Yalnız, bu, bugüne kadar ciddî bir şekilde tetkik edilmemiştir. Emevîler zamanında Dicle’nin kollarından birisinin üzerine bina edilmiş olan Vâsıt şehri de henüz tetkik edilmemiştir. Vâsıt, E m e v î l e r ’den sonra siyasî ehemmiyetini kaybettiyse de, uzun asırlar boyunca ticaret ve medeniyet merkezi olarak kalmıştır. Küfe ve Basra şehirleri, ilmî hayatın kaynaştığı faal merkez şeklini aldılar. V III. asırda bunlarla rekabet edecek bir şehir yoktu. Islâmiyeti kabûl eden Acemler (Arap’tan başka kavimler) ve onların talebeleri tarafından Müslüman akait ve fıkhı kuruldu. Ondan sonra her iki şehirde de gramerci ve filologlar mektebi mevcut olup, K ûfiy- ■yûn (Küfe Mektebi’ne mensub olanlar) ile Basriyyûn (Basra Mektebi’ne mensub olanlar) arasında münakaşa ve rekabet devam etmiştir. Lâkin bu ulûm-i-arabiyye’yı kurmuş olanların da ekserisi Arap değil A c e m ’di. Basriyyûn’un reislerinden Halil ibn-i-Ahmed Arap dilinin büyük bir kamusunu tertip etti. X. asırda Hor as an’da yazılmış olan ilmî ve teknik eserlerdeki ıstılâhlann hepsi her zaman H a l i l ’in bu eserine dayanmaktadır (Halil bu eserini Horasan’da yazmış 28 HALİFELİK DEVRİ tır). Bu kamus, Arap ilmindeki Yunan te’sirini göstermektedir. İlimlerin tasnifi bu cümledendir. Felsefe iki büyük kısma taksim olunuyor: N a z a r î ve amelî felsefe. Bâzılan mantık'ı nazarî ilimler zümresine sokmaktadır. Diğer birtakımları ise bunun için hususî bir kısım ayırıyorlar. Üçündü bir sınıf da mantık'a felsefenin âleti ismini veriyorlar. N a z a r î felsefe’nin başlıca üç kısmı vardır: llâhiyat, tabiiyat ve bu ikisinin arasında bulunan Riyaziyat. Riyaziyat şu kısımlara bölünmüştür: Hesap (aritmetik), hendese (geometri), hey’ et (astronomi) ve musikî. İşte Ortazaman Avrupası’nda quadrivium'u teşkil eden bilgiler bunlardır. Sonraları, matematik, mantık ile birlikte mukaddime, yâni tabiiyat ve ilâhiyatı anlamak için hazırlık olarak kabûl ediliyordu, llâhiyat’ın kısımları yoktu. Tabiiyat birkaç kısma ayrılmış olup, kimya ve tıb bu cümledendi. Amelî felsefe, ahl âk, iktisat ve siyaset kısımlarına ayrılıyordu. İlimler arasında gramer, retorik, diyalektik de yer almaktadır; lâkin, bunlar ayrı bir zümre hâlinde birleşmiyorlardı. Gramer, akaid ve İslâm f ı khı ’ndan sonra, k i t a b e t ’e, şiir’e ve t ari h’e de bir bab ayrılmaktadır. Ret or i k ve di yal ekt i k, mant ı k’a ait babta onun kısımları gibi tetkik olunmaktadır22. Ü çüncü B ölüm BAĞDAD ve ARAP MEDENİYETİNİN SONRAKİ TERAKKİSİ I ^ . û f e ve Basra’da müslüman teolojisinin, Arap gramer ve filolojisinin temeli kuruldu. Bu ilimlerin bundan sonraki terakkisine ve umûmiyetle ilimlerin ve maarifin revaç bulmasına Abbâsî sarayının büyük te’siri oldu. Halîfe Mansûr, V III. asrın 6o’mcı yıllarında D ic le ’nin garp sahilinde kendine yeni payitaht inşa ettirdi. Evvelce burada bir Nastûrî manastın ve Bağda d isminde bir köy vardı ki, yeni şehre de bu tarihî isim verildi. Şehre, yeni müessisi tarafından verilmiş olan yeni isim Medinet-üs-Selâm halk tarafından kabûl edilmedi. Lâkin halîfeler, paralarının üzerinde bu ismi kullandılar (Paralar üzerinde Bağdad ismi yalnız 1258’de Moğol istiylâsından sonra görülmektedir). Halîfe Ma n s û r ’un çoktan kaybolmuş olan bu şehri, kendine mahsus bir plân ile inşa edilmişti. B a ğ d a d ’ın o zamanki meşhur şehirlerden mühim farkı da, plânının bir daire şeklinde oluşu idi. Duvarının dört cihetinde dört kapısı vardı. Her kapının yanında askerî kıt’aların oturması için büyük binalar yapılmıştı. Kapılann dördü de merkezdeki meydana açılıyordu. Bu meydanda saray, büy ük cami ve d î v a n l a r bulunuyordu23. Dîvanlann sayısı o devirde yedi idi: (I) Dîvan-ı-Hâtem, yâni Mühür dîvanı ki, hükümdann tasdikine arzolunan evrak ile meşgûl olan dairedir. (II) Diplomatik işlerle meşgûl olan dîvan. (III) Hassa askeri dîvanı. (IV) Dîvan-ı-cünd, yâni devletin askerî kuvvetlerinin işleriyle meşgûl olan daire. (V) Devlet gelirlerinin tahsiliyle meşgûl olan Hazine dîvanı. (VI) Devlet masraflarile, yâni maliye işlerile meşgûl olan dîvan. (VII) Devlete ait erzak, levazım vesaire ile meşgûl olan dîvan. Bu Dîvanlann bulunduğu 3<> BAĞDAD’DA İNKİŞAF büyük meydanda, devletin merkezî idaresine mahsus diğer binalar, yâni devlet hâzinesi, askerî mühimmat ve silâh deposu gibi şeyler, hükümdarın muhafız kıt’aları ve onların zabitleri için umûmî aş evi de mevcut idi. Bütün bunları ihtiva eden meydan büyük bir duvarla çevrilmiş olup, buraya ancak hususî kapılardan girilebilirdi. Burasının diğer mahallerle irtibatı yoktu. Pazarlar (çarşılar) ise, burada değil, ancak şehir dışında bulunuyordu. Mansûr’un vücude getirdiği bu payitaht, herhâlde, Şam’dan daha büyüktü. Böyle olmakla beraber, bugünün devlet merkezleriyle mukayese edilemez. Bu merkezin işgal ettiği dairenin nısıf kutru iki verstten biraz eksikti
.Bağdad’ın inşasına dair hikâye, Peygamber ve ilk dört halîfeden sonra, Müslüman âleminde hükümdarların hayatlarında nekadar mühim değişikliklerin vukua geldiğini göstermektedir. Bu hâl, sonraki halîfeler zamanında da değişmekte devam etti. Bürokrasi'nin kuvvetlenmesi, divanlar'm çoğalması ve dîvanların başında bulunan vezir'in iktidarının artması, IX. asrın ilk yansında oldu. Aynı devirde halîfeler de kendilerini A r a b ’ın gayrı unsurlardan teşkil edilmiş askerî kıt’alarla çevirdiler. Bunlar, Iran askerî aristokrasisi ile, satın alınmış olan T ü r k l e r ’den mürekkepti. Vezir ve ordu kumandanlarından başka, Kadi'l-kudât (Baş kadı) ismi verilen büyük bir me’mur daha vardı ki, adlî işlerin başında bulunuyordu. Mansûr zamanında, hattâ en yüksek dereceli me’murlara da, Emevîler zamanında verilmiş olan maaştan daha az maaş veriliyordu (ayda 300 dirhem, yâni 7,5 İngiliz lirası). Halîfe M e ’ mun zamanında maaşlar yükseltildi. Bu maaşlar yalnız Ortazamanlar’a değil, zamanımıza nispetle de epey yüksekdi. Mısır’ın baş kadısı, M e’mun zamanında, ayda 4000 dirhem (80 İngiliz lirası), başka bir rivayete nazaran daha fazla, günde 7 dînâr (3,5 İngiliz lirası) kadar alıyordu. X. asırda Bağdad’da vezirin maaşı ayda 7000 dînâra (3500 İngiliz lirası), baş kadı’nınki ise, 500 dînâra (250 İngiliz lirası) çıkmıştı. Umûmiyetle halifelik topraklannın daraldığı X. asırda, me’murlann maaşı ve saray masraflan, Hârûn-ür-Reşîd zamanına nazaran çok y ü ks e l mi ş t i r 24. Bunların hepsi, Şark’ta hükümdarların, zannedildiği gibi, kendi memleketlerindeki hayata pek fazla te’sir etmediklerini göstermektedir. Şark’ı pek iyi bilmiyenlerce, Bağdad denilince Hârûnür-Reşîd ve onun sarayı hatıra gelmektedir. Hâlbuki, Hârûn zamanındaki Bağdad, şevketlerini kaybetmiş olan IX . ve X. asır halîfeleri BAĞDAD’DA İNKİŞAF 3i zamanındaki Bağdad’a nazaran küçücük bir şehirdi. Yunan ilim ve felsefesinin Araplar araşma girmesinin, Halîfe Mansûrve M e ’ mun zamanında elyazmalannm bulunarak tercüme edilmesine dair çıkarılmış olan fermanların te’siriyle vukua gelmiş olduğunu zannetmek de aynı şekilde bir yanlıştır. Şimdiye kadar tamamiyle aydınlatılmamış olmakla beraber, İslâmiyet devrindeki ilimle, İslâm devrinden önce İran’da yayılmış olan Yunan ilmi arasında bir münasebet olduğu şüphesizdir. • Daha Man s ûr ve M e ’ mun’un saraylarında, İran’dan çıkmış olan âlimleri buluyoruz (Bundan başka birkaç tane de yahudi vardı). İlmî eserler Arapça’ya yalnız Sür yânî ’den değil, pehlevî dilinden, yâni Sâsânîler devri Farsça’sından da tercüme edilmiştir. Hey’et cetvellerine, Farsça bir ıstılâh olan £ îç ismi veriliyordu. Araplar, Yunan ilim ve felsefesiyle ikinci elden ve yalnız güçlükle ta n ıdıklarından, Yunan şâir, âlim ve müverrihlerini tanımıyorlardı. Bundan dolayı, Yunan ilim ve felsefe tarihine dair vâzıh bir tasavvura malik değildiler. Onlarca Yunan tarihi, Makedonya hükümdarı Filip ile başlıyordu. Yunan filozof ve âlimlerinin hayatlarına dair pek sathî malûmatları vardı. Hattâ, mütehassıs geçinenler bile, Sokrat’m Yunan hükümdarının emriyle öldürüldüğünü zannediyorlardı. Bâzı Yunan âlimlerini, kendilerince malûm eserlerinin Pehlevîce olduğundan dolayı, îranlı sanıyorlardı. İran’a, gerek Sâsânîler ve gerek İslâm devrinde olsun, Yunan ilminden başka Hind ilmi de te’sir etmişti. Bu te’sir, kısmen Yunan vasıtasiyle ve kısmen de, zannedildiğine göre, doğrudan doğruya vukua gelmiştir. Yunan te’siri, bilhassa astronomi’de, fakat Hind’in kendisinde doğmuş olan ilimlerin te’siri, bilhassa hesap ve cebir’de görüldü. Avrupa’da Arap rakamları ismiyle meşhur olan ve Hindistan’dan Garb’a iki yol ile, İran ve Mısır’dan geçerek gelmiş olan rakamlar, Hindistan’da icadedilmiştir. İskenderiye’de, Milât’tan sonra IV. asırda yaşamış olan riyaziyeci Diofant’ın hizmetleri bir tarafa bırakılırsa, Yunanlılar’ca tamamile denecek derecede malûm olmıyan cebir, Hindistan’da epey inkişaf etmişti. Avrupalılar bu ilimle Araplar vasıtasiyle tanıştılar ve onun Arapça ismini (El-cebr’i) kabûl ettiler. Başka ilimlerden de H ind tıbbı’m n Yunanlılar’a bir hayli te’siri oldu. Milât’tan önce I. asırda yaşamış olan İskenderiyeli tabib Dioskurus’un H ind ıstılahlarım kullanmış olması da bunu göstermektedir. 32 BAĞDAD’DA İNKİŞAF Diğer cihetten, Hindliler de Baktriya tabiplerine istinad ediyorlardı. Hindistan’da çabuk revaçtan düşmüş olan cerrahlığın, bilhassa Yunan te’siri altında kaldığı zannedilmektedir. IX. ve X. asırlarda ilmin en ziyade kaynadığı yer, Fırat ve Dicle havzalarıdır; burada en mühim ilim ve medeniyet merkezleri Basra, H arran ve B a ğ d a d ’dı. Basra ile ismi bağlanmış meşhur adamlardan, çok geniş ilmiyle iştihar eden ve 869’da ölmüş olan meşhur Câhiz ve Araplar arasında ilk njüstakil mütefekkir ve filozof Kindî (ölümü: M. 873) sayılabilir. X. asırda Basra’da İhvân-üs-Safâ ismiyle serbest düşüncelilerin cemiyeti meydana gelmiştir. Mason cemiyetine benzeyen bu birliğin, muhtelif ilimlere dair vücude getirdiği 51 tane eser, halk arasında büyük bir rağbet kazanmıştır. X. asrın sonunda Ispanya riyaziyecilerinden birisi, bunları memleketine getirmiştir. X IV . asrın sonunda bu mecmua, Timur’un vezirlerinden birisi için Farsî diline tercüme edildi. Bağdad, Müslüman dünyasının muhtelif yerlerinden, bilhassa İran ve O r t a A s y a ’dan edib ve âlimleri kendine çekiyordu. Bağdad’da K i n d î ’nin muârızı hey’etşinas EbûM a ’şer aslen Belh’li idi. Kindî’nin meşhur talebesinden E bû Zeyd de bu şehirdendi. Daha önce Bağdad’da Ib n M û s â - e l - H â r e z mî isimli bir âlim yaşamıştı. Bu âlim, Hârezm, yâni şimdiki Hıyve Cümhuriyeti’nden olup, hesap ve cebir’de pek mühim eserler bırakmıştır. Rönesans devrine kadar Avrupa’da bir otorite olarak tanılıyordu (Lûgaritme ismi, bu ismin bozulmuş bir şeklidir). O zamanlar Müslüman dünyasının şark sınırında bulunan F e r g a n a ’dan meşhur hey’etşinas Ahmed-el-Fergânî (ölümü M. 861), Türkistan’dan filozof Ebû-Nâsr-Fârâbî zuhur etti. Bunların sonuncusu Türk olup, Bağdad’da tahsil görmüş ve 950’de Şam’da vefat etmiştir. H a r r a n ’dan yetişen âlimler arasında riyaziyeci ve hey’etşinas E lBattânî ayrı bir mevki işgal etmektedir ki, Fırat boyundaki Rakka’- da çalışmış ve 929’da vefat etmiştir. Avrupa’da müsellesaVa dair ilk bilgiler bunun ismine bağlıdır. Yunanistan ve Hindistan’da müsellesat, astronomi’ye bağlıydı. Müsellesat, ayrı bir ilim olarak, Şark’ta da ancak XIII. asırda teşekkül etmiştir. Araplar’ın Yunan filoloji ve t ari hi ’ne vâkıf olmamaları, onların felsefî ve İlmî çalışmasına te’sirsiz kalmamıştır. Arap âlimleri, İlkçağ feylesoflarına isnad edilen sahte eserleri asıllarından ayıramıyorlardı. Bâzan isimlerin aynı olması, yahut benzemesi dolayısıyla, muhtelif zamanlarda yaşamış olan Pl a t o n ile Pl oti n gibi BAĞDAD’DA iNKÎŞAF 33 filozofları, biribirine karıştırıyorlardı. Platon (ve onun Neoplatonizm ismi verilen inkişafı) ile Ar i s t o ’nun fikirleri arasındaki fark tamamiyle açık olarak anlaşılmıyordu. Meselâ Milât’tan sonra III. asırdaki Plotin’in eseri olan Teoloji, Aristo’ya nispet ediliyordu. Aristo hakkında bu nevi yanlış bilgiler, Araplar’dan (mütercimler yahudiydi) Ortazaman Avrupa’sına da geçti. Araplar’ın ilahiyat (teoloji) ve tasavvuf (mistik felsefe) ’ları, Avrupalılar’ın sonradan Yunan kaynaklarıyla doğrudan doğruya tanışdıktan sonra buldukları hakikî Aristo felsefesine pek az benziyordu. Arap filozofları, sonradan katolik skolâstiklerinin yaptıkları gibi, Yunan felsefesini îslâm îtikadlarına uydurmaya çalıştılar. Bunun için, felsefe tarihçileri, bâzan skolâstik ıstılâhım' Arap felsefesine de teşmil ediyorlar. Müslüman dünyasının muhtelif ülkeleri arasındaki sıkı münasebetler, medeniyet mahsûllerinin elden ele geçmesine çok yardım etti. X . asırda Bağdad’da te’lif edilen ve İslâm’ın ilk asırları hakkında en büyük bir kaynak olan Taberî’nin büyük tarihî eseri, yine o asırda, Müslüman dünyasının en garbından şarkına kadar yayıldı. Bu tarihî eserden iktibas suretiylç aynı devirde Kurtube’de Endülüs hükümdarı Hakem II. (961-976) iç in — Afrika ve Endülüs tarihine ait ilâvelerle— bir eser yazıldığı gibi, Buhara1da bu devirde hükümet süren Sâmânî- /er’den Emîr Mansûr I. için Farsça olarak Taberî’d en hulâsa suretiyle bir eser vücude getirildi. X .-X I. asırlardaki İslâm medeniyetinin en kıymetli yadigârı demeye lâyık olan Arap coğıafya edebiyatı da, medenî münasebetlerin sıkı olduğunu göstermektedir. Halifeliğin haritaları ve hey’ete dair ilk hesaplar Bağdad’da ve M e’mûn’un sarayında meydana gelmiştir. X, asırda K i n d î ’nin şâkirdi Belh’li E bû Zeyd tarafından te’lif edilmiş olan eser, önce Istahrî ve ikinci defa da Şimâlî Afrikalı bir tâcir olan İb n Havkal tarafından tekrar işlendi. X , asır Arap coğrafya kitaplarında, biz, I s panya’dan başlıyarak, T ü r k i s t a n ’a ve Si nd (Indus)’e kadar İslâm ülkeleri hakkında tafsilâtlı mâlûmat buluyoruz. Buralardaki büyük şehirler tavsif ediliyor; muhtelif san’atlar sayılıyor. Oralarda yetiştirilen muhtelif toprak mahsûlleri25 hakkında açık ve doğru mâlûmat verilmektedir. Dünya, Yunan coğrafyacılarına ittiba edilerek, şimalden cenuba doğru yedi iklime ayrılmakta ve ortadaki 4. iklim mıntıkasına Bağdad, Isfahan gibi Müslüman medeniyet merkezleri girmekteydi. Pek tabiîdir ki, Müslüman medeniyetçileri nazarında, onların zamanında buluîslâm M edeniyeti — / // • 34 BAĞDAD'DA ÎNKÎŞAF nan medeniyet, beşer zekâsının eriştiği en son nokta idi (Eski Yunanlıların ve ondan sonra Avrupahlar’m da kendi medeniyetlerine karşı nazarları böyleydi). îslâm âlimlerinin fikrince, dördüncü orta iklim sıcak ve soğuk taraflardan aynı uzaklıkta olup, insanların yaşaması ve çalışması için en müsait şartlan içine almaktadır ve tabiat kanunlarına göre, bu memleketlerin, dünyanın en medenî birkısmı olması lâzımdır24. Medeniyetin terakkisi, cemiyetin ilimdeki inkişaf derecesine te’sirsiz kalmadı. Artık herhangibir ilmin mütehassısı olan âlim ile, ilmin son neticelerinden haberdar olan edib arasındaki fark Araplar’ca anlaşılıyordu. Yavaş yavaş, ilmî tetkiklerin neticelerini .yayan müellifler de ortaya çıktı. Edebiyatta, eski usûlde üslûp sahasında üstad olanlarla birlikte, mütefekkir şairler de meydana çıktı. Lâkin, haricî güzellik, Arap edebiyatında, fikrin ilerde tutulduğu Fars edebiyatının aksine, henüz'birinci mevkide kalmıştı. Umûmîyetle Arap şiiri, diğer kavimlere, sonraki Fars edebiyatı derecesinde te’sir etmemiştir. Müslümanların medeniyet bakımından ilerde oluşları, gerek harblerin idaresinde, gerek sulh zamanında, d e v le t t e ş k ilâ tı’nda da görülmekteydi. IX . asrın başında Bizans ordusunda A ra p m u a llim bulunduğu zikredilmektedir ki, Rumlar vâdettikleri mükâfatı vermediklerinden, o zaman henüz şamanî olan B u lg a r la r ’a gitmiş ve onların ilk defa Bizanslılar’ı yenmelerine sebep olmuştu (M. 811). Yine IX . asırda G a r b î A v r u p a ’dan K u d ü s’e giden hıristiyan hacıları, kendi hayat ve mallarının, îslâm memleketinde, kendi memleketlerine nazaran daha emin olduğunu îtiraf etmektedirler. Her ne kadar ilim yükseldiyse de, bunun yükselişi, tabiatların yumuşamasına, İçtimaî şartların ve devlet idaresinin değişmesine az te’sir etti. Filozoflar, E flâ tu n ve A r is to ’nun siy a sî n a z a r iy y e le r i ile tanışmıştılar. Onlardan bâzıları, bu cümleden F â r â b î, siyasete dair eserler de yazdılar. Lâkin bu eserler, id e a l bir şeh ir (Ç ite: Medine) tasvirinden ibaret olup, hakikî hayattan uzak kalıyordu. F â r â b î’- nin hükümet idaresi’ ne dair fikrini göstermek için şunu zikretmek kâfidir: Ona göre, «eğer hâkim olmak için lâzım gelen vasıflar, bir adamda varsa, hâkimiyet ona teslim edilmelidir. Eğer böyle bir kişi bulunmazsa, birkaç kişilik bir hey’et teşkil edilmelidir. Çünki, ayrı ayrı hiçbirinde bulunmayan o vasıflar, o hey’ette tecellî eder,,. BAĞDAD’DA İNKİŞAF 35 Medenî şehirlerin m e y d a n la r ın d a , eskiden olduğu gibi, şiddetli c e z a la r veriliyordu. X IX . asrın başlarına kadar Garbî Avrupa’da da olduğu gibi, umûmî efkâr buna muvafakat ediyordu. Büyük şehirlerin gürültücü ahalisi hükümdarların itimadına pek mazhar olamıyordu. H â rû n - ü r-R e şîd , Binbir Gece masallarındaki rivâyetlere rağmen, Bağdad’da pek az bulunuyordu. Oğlu M u ’ tasım (833-842) ve ondan sonraki halîfeler Dicle boyunda, Bağdad’dan üç günlük uzakhkta Samana isminde yeni bir hükümet merkezi inşa ettirdiler. Evvelce bu şehrin yerinde bir Hıristiyan manastın vardı ki, şehrin inşası için bu yer onlardan alindi. Samana'nm kısa bir zaman içinde b ü yü k b ir şehir hâlini aldığına bir delil de, onun genişliğinin o kadar olmamasına rağmen, boyunun Dicle kıyısınca 15 kilometre uzamış olmasıdır. M u ’ tasım ve halefi V â s ık (842-847) zamanında pek çok bina yapıldı. Bunlardan M u ’ ta sım ’m sa ra y ı ve M ü te v e k k ilin (847-861) yaptırmış olduğu Büyük Cami’in harabesi hâlâ mevcuttur. Samarra’da ilk olmak üzre türbe yapıldı. O zamana kadar halîfeler, Peygamber gibi, öldüğü yerde tekellüfsüzce gömülüyordu; Şimdi ise, halîfenin öldüğü yere ' büyük bir ehemmiyet verilmeye başlanmıştı; saltanatının sonunda merkezi yine Bağdad’a nakletmiş olan halîfe M u ’ tem i d (870-892), Ş a m a r ra’ya götürülerek, orada gömüldü. IX . asırdan sonra, Samana artık eski ehemmiyetini tekrar kazanamadı. Fakat, M a n sû r’un şehri kaybolduğu hâlde, M u ’ tasım ’m yaptırdığı şehrin harabeleri bugüne kadar durmaktadır27. X. asırda halîfeler yine B a ğ d a d ’da yaşamağa başladılar. Bu zamanlar Bağdad büyük bir şehir hâlini almış olup, Dicle’nin sol sahilinde 4375, sağ sahilinde 2916 1/3 desetin büyüklüğünde bir yer işgal ediyordu. Şark sahilindeki sahanın 1/3’ini h a lîfe le r in sa r a y la r ı ve askerî k ışla la r işgal ediyordu. Her nekadar burada herkesin girebileceği B ü yü k C a m i bulunuyorsa da, saray, Harîm, yâni m em nu b ir yer hâlini almıştı. X II. asırda B a ğ d a d ’da 11 b ü yü k cam i (yâni: cuma namazı kılınan cami) mevcut olup, bunların 8’i şehrin garp tarafında ve 3’ü şark tarafmdaydı. S a m a rra ve B a ğ d a d ’daki saraylar, halifeliğin hudutları daraldıktan sonra da, B u h a ra’dan K u r tu b e ’ye kadar olan sahalardaki birçok Hanedanlar için bir örnek vazifesini görmüştür *8. Ş e h ir h a y a tı’nın inkişaf etmiş olmasına rağmen, halifelik m a liy e ’sinin esasını to p ra k v e r g is i teşkil ediyordu. Gerek Müslü 36 BAĞDAD’DA İNKİŞAF man hukuku, gerek efkâr-ı-umûmiye, sa n ’ at ve tic a r e t’ten vergi alınmasına muhalefet ediyordu; lâkin, buna rağmen, bu nevi v e r g iler her tarafta a lın ıy o rd u . Avrupa dillerinde ve bu cümleden Rusça’da kullanılan tarif (Arapça tâ'rif'den bozulmuştur) sözü de, Islâm dünyasının, bu bakımdan, Avrupa’ya müessir olduğunu göstermektedir. Şeriat’in taleplerine uygun bir şekilde, devlet, her yerde a yn ı n izâ m ı tahakkuk ettirmeye gayret etmedi. M ısır, İslâm devrinde de, eskiden olduğu gibi kaldı; yalnız, orasının diğer ülkelerden ayrıldığı cihet, orada to p r a ğ ın d e v le te ait oluşudur. Serflik, îslâm memleketlerinin hiçbirinde olm am ış olsa gerektir. Çiftçilerin topraklarını bırakıp gitmelerine kimse mâni olmadığı gibi, arâzi sahipleri de toprağı bir köylüden alarak, daha çok para veren diğer bir çiftçiye verebiliyorlardı. Müslüman memleketlerinde, yalnız, “ to p r a ğ ı, m ü k âfat yahut h e d iy e o la ra k verm e,, usûlü, gitgide çoğalmış ve yayılmış idi. Lâkin, Ortazaman’da Avrupa’da, X IX . asırda Rusya’da olduğu gibi, üzerinde yaşayan insanlarıyla beraber değil, yalnız kendisi veriliyordu29. î r an ve T ü r k is ta n ’da, gelecek fasılda görüleceği üzre, îslâm, eski sın ıfî ku ru lu şu şeklini ve b ü yü k to p r a k m ü lk iy e tin i ortadan kaldırdı. E rm e n ista n ’da da aynı hâl vukua geldi. Lâkin, dil cihetinden araplaşmış olan ülkelerde, M e z o p o ta m y a ’dan başlıyarak Is p a n y a ’ya kadar olan sahalarda, medenî faaliyet, oradaki İçtimaî vaziyeti o kadar değiştirmedi. Şehirler büyüdü, lâkin, sayıları çok artmadı. Çiftçilerin devletle olan münasebetleri eskisi gibi kaldı; Derebeyler’e bağlılıkları, îslâm devrinde de eskisi gibiydi; lâkin, hususî toprak mülkiyeti, İslâmiyet’ten önce İr a n ’daki derecede büyük bir ehemmiyete malik değildi. İhtimâl İslâm dünyasında Arap ülkeleri, İran topraklarına nisbetle Barbarlar’m hücum ve tahriblerine daha az dûçar olduğu hâlde, asıl Arap halkının cihan medeniyetine vermiş olduğu şeylerin daha az oluşunda da mezkûr hâlin te’siri olmuştur. X . asrın 40’mcı yıllarında Abbâsî halîfelerinin hâkimiyet sahaları daraldı. En önce Iranlı,sonra T ü r k h a n e d a n la r ’ın hâkimiyeti altında kalan İran ve Bağdad’da karışıklık devri başladı. Bağdad şehrinin gerileyişi X I. asırdan daha önce olmasa gerektir. Lâkin, X III. asırda şehir epey küçüldü: Onun eski mahallelerinden birisi hakkında “ şehirden 2 mil uzakta,, denilmektedir. Diğer taraftan, E n d ü lü s’te BAĞDAD’DA İNKİŞAF 37 Emevî ve M ısır’da Fatımî halifeliklerinin inkişaf devirleri de bu zamanlardadır. K a h ire , X . asrın ortasından itibaren B a ğ d a d ’ı gölgede bırakmağa başlamıştır. Kahire, eski F u s ta t’dan birkaç kilometre şimâlde F â tım île r tarafından bina edilmiş olan yeni şehre verilmiş bir isim olup, F u s ta t’a nazaran daha küçüktü. Hattâ XI. asırda genişledikten sonra F â tım île r ’in K a h ir e ’si ancak i verst murabbaı kadar yer işgal ediyordu. İki şehrin arası uzun zaman sahrâ hâlinde kalmıştı. Böyle olmasına rağmen, F u sta t ile K a h ir e bir şehir sayılıyordu. Aynı asrın seyyahları F â tım île r ’in saraylarında olan debdebeye, onların payitaht ve devletlerinin inkişafına, hükümdarların ve vezirlerin ilim ve san’ati himaye etmelerine, kütüphanelerinin zenginliğine hayran kalıyorlardı30. Böyle olmasına rağmen, K a h ire, Müslüman medeniyetinin terakkisinde o kadar b ü yü k bir te ’ sir gösterememiştir. Kendilerinin, Peygamber’in kızı Fatma'nm neslinden geldiğini iddia eden F â tım île r Ş iî mezhebini kuvvetlendiriyorlar ve Bağdad’daki halîfelere karşı, kendi nüfuzlarını, hududlarının dışında da yayıyorlardı. Bunların misyonerleri, Ş iîliğ in bir kolu olan ism âîlîy y e mezhebini yaymakla meşgûl oluyorlardı31. Bu mezhep, Peygamber’in meşrû halefi» yâni imam olarak İsmail’i tanımaktadır ki, ilk Abbâsî halîfeleri zamanında Bağdad’da doğmuştur. Lâkin Ş iîlik ve Is m â îlîlik , Fâtımîler memleketinde değil, belki İra n ’da tutunmuştur. M ıs ır ’da Şîîük propagandası büyük bir netîce vermedi. Fâtımî hanedanı iş başından gidince, Sünnîlik hiçbir mukavemete uğramaksızm iade edildi. Lâkin, F â tım île r elinde bulunduğu zaman, Ira n tarafından da Ş îîlik propagandasına mâruz kalmış olan S u r iy e ’de, Sünnîliğin iadesine halk da karşı durmak istedi. Din ilimlerinde (akâid v e ftk h 'da) Ş im â lî A frik a ve E n d ü lü s birşey vermediler. Yalnız, Yakın Asya’da işlenmiş olan usûllere çok zaman mekruh nazariyle baktıktan sonra, yavaş yavaş kabûl ettiler. Şimâlî Afrika’da, diğer sahalarda pek yer tutamamış olan M a liki mezhebi galip geldi. Bâzı âümler, Müslüman dünyasının bu köşesinin medeniyet itibariyle geride kalışına bunu sebep göstermektedirler. F â tını îler zamanında K a h ir e ’de rasathane inşa edildi ve hey’et cetvelleri tanzim olundu. Lâkin, hey’et ilminin hakkıyle terakkisine hizmet etmiş olan yer İra n olmuştur. X III. asırda M ısır ve S u riye, Mısır sultanlarının galip gel 38 BAĞDAD’DA ÎNKÎŞAF mesi neticesinde, M o ğ o l h ü cu m u ’na uğramadı. Böyle olmasına rağmen, M o ğ o lla r tarafından tahrip edilmiş olan İran , ileride görüleceği, üzre, m ed en î h a y a tın m erkezi olarak kaldı ve hattâ Mısır’a te’sir etmekte devam etti. Mısır’da devlet işlerine ait Arabi ıstılâhlar yerine, kısmen Farsî ıstılâhların kaim olması da bu devirdedir. X III-X V . asırlar arası, M ısır için kuvvetli bir îmar devridir. Lâkin, mütehassısların fikrince, İran mimarîsi Mısır’a bil’akis çok te’sir etmiştir. M ısır, Müslümanlar zamanında da, daha evvelki devirlerde olduğu gibi, ed eb î m a h sû lle rin in sayısı bakımından Şark’ın diğer memleketlerinden daha üstündü. Mısır’da tertip edilmiş olan ta r ih î ve co ğ r a fî eserler ve iklimin kuraklığı dolayısıyla saklanmış olan islâmiyetin ilk devirlerine ait resm î v e s ik a la r sayesinde, mütehassıslar, Mısır tarihine ait, başka İslâm memleketleriyle mukayese edilemiyecek kadar zengin malzeme buluyorlar. Lâkin, başka memleketlere te’sir bakımından Kahire, Bağdad ve İran’dan daha az müessir olmuştur. Nitekim, k a d îm M ısır da B a b il’den daha az müessir olmuştu. Aynı şekilde, S u r iye ’de de, ilimde toplayıcılık, edebiyatta da taklitçilik cereyanı alıp yürüdü. Burada X. asırda Hamdânîler hanedanından olan emirlerin sarayında şiir çok inkişaf etti. X. asırdan sonra yalnız bir tek orijinal şair, bedbin mütefekkir E b u ’ -lA lâ -e l-M a ‘ arrî geldi (XI. asırda). Şimâlî Afrika’da ve bilhassa Ispanya’da Arap şiiri ve ilimlerin bâzı şûbeleri X II. asırdan başlıyarak, Ortazamanlar’ın ikinci yarısında artık devrini geçirmişti. Lâkin, bu muharrirler ve âlimler de pek az orijinal eserler meydana getirdiler ve dindaşlarının medenî hayatlarına pek az te’sir ettiler. X II. asırda filozof Ib n -ü r -R ü ş d , Ispanya’da, Bağdad devrindeki filozofların çalışmasını devam ettirdi. Aradaki fark şuradadır ki, o, A r is to ’nun talîmâtmı sâf bir şekilde yenileştirmeye çalıştı. Lâkin onu Neoplatonizm’den tamamiyle temizleyemedi. I bn-ü r-R ü şd ’ün talîmâtı, müslümanlardan ziyade A v r u p a k a to lik le r i arasında sâlikler buldu. S ic ily a ’da müslüman medeniyetinin en çok revaç bulduğu zaman, h ıristiy a n h â k im iy e ti devridir. 1154’de Sicilya’daki Norman kıralı R o g er II. için Arap âlimi I d r îs î’nin riyaseti altında toplanmış olan bir komisyon tarafından, gümüş bir kürt-i-mücesseme yapılmış ve büyük bir coğrafya kitabı te’lif edilmiştir. Lâkin, bu kitapta, Asya’daki ülkelere ait mâlûmat, X. asır coğrafyacılarından alınmıştır. BAĞDAD’DA İNKİŞAF 39 Arap ülkelerinin birçoklarında, bilhassa M ısır’da hükümet, ilme ve âlimlere maddi yardımda bulunuyordu. Böyle olmakla beraber, âlimlerin hizmetlerinin ' me’murlannkine nazaran daha az kıymetli olduğu kabûl ediliyor ve ilim için sarfedilen para, devletin umûmî masrafının k ü ç ü k b ir 'k ıs m ın ı teşkil ediyordu. Arap dünyasında, eski Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi, yalnız belâgat'in kıymeti pek yüksekti. X II. asrın sonlarında yaşamış olan Î b n -A tta b şöyle diyor: “ Ayda 60 dirhem (1 İngiliz lirası) mukabilinde sarf, nahiv, aruz, hesap, Kur'an ve edebiyatı iyi bilen bir muallim bulmak mümkün olduğu hâlde, bu bilgilerden başka iyi söz söylemesini bilen bir muallim 100 dirhem maaşa razı olmamaktadır,,. M ısır’da halîfe H akem (996-1021) tarafından te’sis edilmiş olan Dâr-ül-Hikme’nin yıllık bütçesi 257 dînâr (128 1/2 İngiliz lirası) olup, bunun 90 dînân elyazmalannın istinsahı için kâğıt masrafı olarak, 63 dînân da kütüphane nâzınnın ve diğer me’murlann maaşı için sarfediliyordu3*. X IV . asnn sonlannda, Ş im â lî A fr ik a ’da ve M ısır’da devlet hizmetinde bulunmuş olan î b n - i - H a l d û n ’un, tarihine yazmış clduğu meşhur Mukaddime’si, Arap edebiyatında, tarihi h ik â y e c ilik ten kurtarmak, muhakemeyi hâkim kılmak ve tarihin k a n u n la rın ı a raştırm ak için yapılmış ilk ve biricik tecrübedir33, t b n -i H aldûn, tarih’ t , kendi anlayışına göre, Teni ilim vasfını vermektedir. Onun tarihi, Yunan pragmatik tarihçilerinin te’sirinden uzaktır. Arap müverrihi, Yunan tarihçilerine nazaran tecrübe ve mâlûmat bakımından daha zengindir. Yunan tarihçilerinin nazannda esas olan siyasî şe k ille rin değişmesi yerine, îb n - i H a ld û n , nazariyesine temel olarak, İk tisa d î şa rtla rın tahavvülünü, g ö ç e b e lik ’ten yerleşik h a y a t’a ve k ö y h a y a tı’ndan şehir h a y a tı’na geçişi almaktadır. îb n -i-H a ld û n ’un bu nazariyesi hangi âlimlerin ve hangi kitaplann te’sirile meydana geldi? Bu, henüz tamamiyle malûm değildir. Îb n -i-H a ld û n , nazariyesini, eski ve yeni zamanın birçok nazariyecileri gibi, tarihî şe’niyete tatbik edemedi. îb n -i-H a ld û n ’da da, D io d o ru s’da olduğu gibi, pek parlak bir m ukaddim e, süslenmiş bir binaya güzel bir cephe vazifesini görmektedir. M u k a d d im e ’si bir tarafa bırakıldığı takdirde, onun kitabı âdeta bir to p la m a (compilation) mahiyetinde kalmaktadır. O , Ortazamanlar’m bütün kompilatörleri gibi, kendinden önce gelen tarihçilerin rivayetlerini, ekse 40 BAĞDAD’DA ÎNKÎŞAF riya değiştirm ed en , nakletmektedir. Îbn-i-Haldûn’un nazariyesi, diğer Arap müverrihlerine te’sir etmedi. Şurası dikkate şayandır ki, Îbn-i-Haldûn A ra p olduğu hâlde, îslâm medeniyetinin “ bütün müslüman dünyasının m üşterek m ahsûlü olduğunu,, iddia ediyor. O, pek haklı olarak, müslüman medeniyetini, ondan önce gelmiş olanlardan üstün tutuyor. Bununla beraber in h ita ta d o ğru g ittiğ in i ve tamamiyle m a h v o la c a ğ ın ı da söylüyor. Îb n -i-H a ld û n , Araplar’a “ m e d e n iy e ti ta h r ip e d ic i b e d e v ile r,, nazariyle bakmaktadır. Yalnız, onların şiird e üstün olduklarını söylüyor. Ona göre, Araplar, şehir inşa edilirken, yer intihabında, göçebe hayatın ihtiyaçlarını gözönünde tutmaktadırlar. Bunun için de, onlar tarafından kurulmuş şehirler çabuk kaybolmaktadırlar. Îb n -i-H a ld û n , îslâm devrinde b e d e v île r ’den başka Barbarlar’m hücumuna dûçar olmayan vatanının istikbaline ümit ile bakmadığı hâlde, T ü r k le r ve M o ğ o lla r’m Asya ülkelerine olan hücumlarına, sadece, “ bâzı şehirlerin harap oluşu ve medenî hayatın bir merkezden diğer bir merkeze geçişi,, diye bakıyor. Hâlbuki, A v r u p a ’da müslüman medeniyetinin düşmesine sebep olarak M o ğ o l ve T ü r k h ü cu m u n u gösteriyorlar. Bundan bir müddet sonra, X V . asırda Ispanya’daki Arap medeniyetinin en son desteği olan G ır n a ta (Granada) yıkıldı. Bu küçücük Arap emirliğinde şiir san’ati gayet yüksek bir dereceye çıkmış ve A lh a m râ sa ra yı gibi mimarî eserleri meydana getirilmişti. Hafif malzemeden yapılmış bir saray binası olmak bakımından, Alhamrâ bize kadar gelmiş olan müslüman âbideleri arasında tamamiyle ayrı bir mevki işgal etmektedir. Mütehassısların söylediklerine göre, husûsî motifleri bu binayı, m üslüm an Îs p a n y a -A fr ik a a n ’ an elerin d en ziyade, um ûm î İslâm ve bilhassa M e z o p o ta m y a san’at an’aneleriyle bağlamaktadır. G ır n a ta ’nın yıkılışı, muasırların nazarında, bütün îslâm dünyasına vurulmuş bir darbe gibi göründü. Buna Arap vatanperverliği nazarından bakan olmamıştır. Ortazamanlar müslüman tarihinde d în î eh em m iyet ile birlikte A ra p m illî h am lesin i aksettiren son vak’a, Bağdad halîfelerinin m ad d î h â k im iy e t’lerinin iadesidir. X III. asırda, Bağdad halkı buna “ halîfelik hâkimiyetinin iadesi,, gibi değil, “Araplar’ın kurtuluşu,, diye bakıyordu. BAĞDAD’DA İNKİŞAF 4‘ Lâkin halîfeler, Arap bayrağını daha genişleterek, Arap dilinin hâkim olduğu bütün ülkeleri bir araya toplamaya çalışmadılar. Yalnız, îs lâ m namına kendi yüksek hukuklarının su lta n la r tarafından k a b û l edilmesini istediler. “ Büyük bir A r a p d e v le ti te’sisi,, fikri, halîfelerin payitahtı 1258’de putperest M o ğ o lla r tarafından yıkılmazdan daha çok önce, kuvvetini kaybetmişti. B a ğ d a d ’ın yıkılışı ise, bir zamanlar N in iv a , B a b il ve R o m a ’nm yıkılışında olduğu gibi, bir te’sir uyandırmadı 34. D örd ü n cü B ölüm İRAN MEDENİYETİ ve BAŞKA İSLÂM MEMLEKETLERİNE TE’SİRİ ^ ^ ukarida görüldüğü üzre Islâm dünyasında biricik edebî dil A r a p ç a olduğu devirde de Islâm medeniyetinin ve devletinin en büyük adamları F a r sla r’dı. Onların işleri ne dereceye kadar müslümanlıktan önceki S â sâ n île r d e v ri m e d e n iy e tin in d e va m ı sayılabilir? Bu, henüz tamamiyle îzah edilmemiştir. Sâsânîler’in payitahtlarından biri olan, lâkin halkının ekseriyeti Farsça’dan başka dil konuşan Babil ülkesi hariç bırakılırsa, eski Sâsânî devleti ülkelerinden hiçbiri, İslâm dininin, iktisadının, ilminin terakkisine, Araplar gelinceye kadar B u d d a dinine bağlı kalmış olan Belh kadar te’sir edememiştir. Bağdad halîfelerinin vezirleri B erm ek îler Belh’den çıktı. Arap ilim tarihinde şöhret almış olan âlimlerin isimleri, Belh ile münasebattardır. İran medeniyet tarihinde B elh ’in ehemmiyeti, B a b il ile b ir lik te , o kadar büyüktür ki, coğrafî uzaklığına rağmen, “ B elh şîvesi, Sâsânîler payitahtının şiv esin e diğerlerine nazaran en yakın bulunuyordu,, gibi hakikate yakın olması lâzım gelen bir fikir doğmuştur. A r a p is tiy lâ s ı Sâsânî devletini yıkmakla kalmadı; aynı zamanda Islâm’dan önceki İran’ın s ın ıf n iza m ın ı ve d in in i de ortadan kaldırdı. Eski ^erdüşt dininin bugün gebr yahut parsiî ismi verilen — sayıca çok az— sâlikleri kalmıştır. Lâkin, Islâm bunlar üzerinde de te’sirsiz kalmadı; onun getirdiği Monoteizm (bir Allah’a inanış), eski Zerdüşt îtikadlarını yendi. Zerdüşt dininin terviç ettiği “ babanın kız ile, ananın oğul ile, kardeşin kardeş ile evlenmesi,, âdeti ortadan kalktı. Iranlılar ve bilhassa g eb r’ler, hakikat hilâfına olarak, Islâm’dan önce de İran’da “ mecûsîlik îtikadlarında yakın akraba arasında ev 44 İRAN TE’SlRÎ lenmenin mevcut olmadığım,, bütün Ortazaman esnasında, iddiadan geri durmadılar. İslâm’dan önceki İran tarihinin diğer birçok mes’eleleri hakkında da, bu şekilde, güzel, lâkin hakikatten uzak tasvirler doludur. Sâsânîler sarayının parlaklığı, devletin şevketi, padişah ve vezirlerin akıl ve tedbirleri, memleketin medeniyeti, müslüman Farslar’ın hayret ve gıptalarını daima celbetmiştir. Sâsânîler devletine dair rivayetler ile Islâm devrindeki büyük adamları, her ne şekilde olursa olsun, birbirlerine bağlamak gayretile, birtakım hayalî şecereler uyduruldu35. Avrupa âlimleri, Iran m iljiy e tin in Islâm devrindeki rönesansını, İran’da B a ğ d a d ’ a b a ğ lı o lm a ya n hanedanların meydana çıkmasının bir neticesi gibi telâkkî ediyorlar. Onlara göre, Fars ve hattâ Türk neslinden olan hanedanlar, gûyâ halkın Bağdad’dan yüz çevirmesi için, İran milliyetçiliğinin terakkisine yardım etmişlerdir. G a z n e ’deki sarayında Iran şairlerinin en büyüklerini ve bu arada Şahnâme sahibi F ir d e v s î’yi himaye eden Sultan Mahmud (997-1030)- ’un da, aslen Türk olmakla beraber, bu fikirle hareket ettiğini söylüyorlar36. Hakikatte ise, eski kuruluşu yıkılan bu memlekette yeni hayatın başlaması, pek müşkül şartlar içinde olmuştur. Islâm’ın ilk asırlarında Ira n a r is to k r a tla r ı (Dihkan’\a.r), sonraki Avrupa feodâlleri gibi, devletten elde ettikleri İktisadî ve İçtimaî imtiyazlara mukabil, siyasî ehemmiyetlerinin kaybolmasına râzî oldular. Sâsânîler devri İran’ı, Araplar’ın kendileri için de, id e a l o la c a k şek ild e azametli bir devlet olarak görünüyordu. Eski İran’da mevcut müesseselerin taklid ve iktibası, İslâmiyet’in şevketini yükseltecek bir vasıta gibi görüldü. Halîfelerin Fars aslından olan vezir ve valileri, kendilerini, sağlam müslüman ve halîfenin sadık bendesi olarak telâkkî ediyorlardı. Şiîlik, Iranlılar arasında muvafık bir zemin buldu; lâkin burada da m illiy e tç ilik te n z iy a d e m u h a le fe t iş gördü. Kum şehri, halkının ekserisi Arap olduğu hâlde, çoktanberi Ş îîlik taassubunun merkezi bulunuyordu 37. Aristokratlar, maksatlarına varmak için, muvakkaten halk ile birleştiler. A r is to k r a tla r , Şiîliğin reislerinden E bû M ü slim ’in idaresi altında birleşerek, son E m e v î halîfe le r in e karşı harb ettiler. Gayeye vardıktan sonra menfaatler ayrıldı. E bû M ü slim öldürüldü ve taraftarları A b b â s île r ’ e karşı ayaklandılar38. Aristokrasi mümessilleri, B erm ek îler, Hârûn-ürReşîd’in son yıllarındaki dinî ve siyasî aksülâmelin kurbanı oluncaya İRAN TE’SİRİ 45 kadar, Abbâsî halîfeleri için çalışmakta devam ettiler. Hârûn-ür-Reşîd’in oğulları E m in ile M e ’ mûn arasında olan mücadeleler de, yine aynı aksülâmelin doğurduğu karışıklık ile îzah edilmektedir. M e’mûn, Ş iîlik bayrağını kaldırdı. Lâkin Bağdad’a girerken Şîîler’in yeşil rengini bırakıp Abbâsîler’in kara rengine büründü39. Halîfenin bu kararı, Araplar’m te’siriyle değil, belki T âhirî hanedanının reisi— Fars aslından— T â h ir ’in te’siri ile olmuştur. T â h ir île r , Bermekîler gibi, Araplar’ın ve İslâm'ın hizmetinde bulunup, H a za r D e n iz i’nin cenubundaki İra n ü lk e le rin in zabtine yardım etmişlerdir. Bu memleketler, Sâsânîler devleti yıkıldıktan sonra da, istiklâllerini ve eski hayat şekillerini muhafazaya muvaffak olmuşlardı. Burada da halk, Z e rd ü şt dininden Ş iî lik ’ e geçti. Bu hâdise, fe od âl kuruluşun ve büyük toprak mülkiyetinin ortadan kalkması ile alâkalıdır. Halifelik ve E h l-i-S ü n n e t ile mücadele, hakikatte, altında toprak mes’- elesinin saklandığı bir şekilden ibaretti. Böyle hâllerde, Avrupa’da da olduğu gibi, hükümdarlar halka istinad edip, topraksız çiftçileri “Araplar’m müttefiki,, sayılan b ü yü k a r a z î sa h ip le rin e karşı ayaklandırdılar. Şehir hayatının terakkisi ve yeni medenî merkezlerin inşasıyle vazıyet daha karışık bir hâl aldı. IX .— X. asırlarda İran’ın büyük şehirlerinden en meşhuru İsfahan'dı. Buradan çıkmış olan iki co ğr a fy a c ı sayesinde biz bu şehir ve civarı hakkında etraflı mâlûmata malikiz. Bu büyük medeniyet merkezinde, üntünlük için mücadele eden her meslekin mümessilleri vardı. Isfahan, Kitâb-ül-Agânî sahibi meşhur Arap milliyetçisi E b ü ’ l-F e re c’in (X. asırda) ve İran desta n ı’nı Arapça’ya tercüme etmiş olan sekiz mütercimin vatanıdır. İsfa h a n mıntıkasında bâzı yerler tamamiyle asîlzâde d ih k a n ’larla meskûn idi ki, bunlar, hakikatte basit çiftçi seviyesine düştükleri hâlde de, Leh zadeganı gibi, henüz kendilerinin asîl soyd an geldiklerini unutmuyorlar, aşağı halka hakir nazariyle bakıyorlar, yalnız ken d i a r a la rın d a evleniyorlardı. Aynı mıntıkanın bâzı yerlerinde ise, aşağı tabaka halk ekseriyet teşkil ediyordu. Buralarda daha Sâsânîler devrinde meydana çıkmış olan Kommünizm mezhebi, İslâmiyet’ten sonra da başka isimle tekrar başgöstermiştir40. Edebiyatçılar ve ilim adamları hiçbir tarafa tamamiyle intisap edemediler. Umûmiyetle halkı ve halk arasından yetişen, yahut onlar 46 Ir a n t e ’s î r I tarafını tutan prensleri Araplar’a ve S ü n n îliğ e olan düşmanlık, Iran m illiy e tç iliğ i, Ş îîle r ’ e ve diğer r â fız île r e karşı duyulan muhabbet gibi âmiller bir araya topluyordu. Diğer taraftan, onlar, mensup oldukları İç tim a î sın ıfın menfaatleri ve m ed en î v a r lık ları bakımından, a r isto k ra tik ve m u h a fa za k â r fik ir le r in mümessillerine karşı büyük bir yakınlık duyuyorlardı, işte bütün bu sebeplerden dolayı, İ r a n ’ ın m ed en î rön esan sı çok karışık şartlar dahilinde meydana gelmiş olup, henüz lüzumu derecesinde aydınlatılamamıştır. A r a p a lfa b e si’ni yalnız müslümanlar değil, Zerdüşt dinindekiler de kabûl ettiler. Pek çok Arap kelimeleri ile karışmış yeni Farsî dili meydana geldi. Eski p e h le v î e d e b iy a tın ın yadigârları, pek zorlukla ve Avrupa âlimlerinin tetkikatından öğrenildiğine göre, çok yanlış olarak anlaşılıyordu. Yeni Farsî şiiri, Islâm’dan önceki bâzı eski v e z in le r ’den istifade ettiyse de, bu vezinlere de A r a p ç a isim verildi ve Arap kaidesine uygun bir şekilde değiştirildi. Halîfe M e ’ mûn, Merv’e girdiği zaman, kendisine A b b â s isimli biri tarafından bir kaside takdîm edilmişti. Bu kasidede: “ bu dil ile bundan önce hiç kimse tarafından manzum yazılmadığı,, söylenmektedir. Lâkin, çok işlenmiş ve sonraki şiir lisanına çok yakın bir dille yazılmış olması ve mündericatı, bu manzûmenin d o ğ ru lu ğ u n d a yâni hakikaten o devre ait bir eser olmasında şüphe uyandırmaktadır. O devirde böyle bir şairin hakikaten mevcut olduğu farzedilebilir. IX. asırda Arap dilinde Coğrafya yazmış olan İ b n - i - H o r d â d b ih eserinde A b b â s ibn-iT a rh an isimli birinin Farsça şiirini nakletmektedir. Me’mûn’a verilen kaside şairinin de ayn ı ad a m olması muhtemeldir. Dili pek eski, nahvî şekilleri pek zengin olan bu şiirde S e m e r k a n d v e Ş â ş (Taşkend) şehirlerinin tarihine ait, tamamile mâlûm olmayan vak’alara işaret edilmektedir ki, bu hâl, şairin Orta Asyalı olduğunu göstermektedir41. Aynı devirde İran’ın diğer bir kenarında, Urmiye gölü sahilinde iki kalesi olan M o h am m ed Ib n -i-B a ’ is isimli diğer bir şair daha vardı. O , şiirlerini A ra p ve Fars dillerinde yazıyordu. Arapça tarih yazmış olan T a b e r î ’nin bildirdiğine göre, onun bize kadar erişemeyen ve Iran edebiyat tarihçileri tarafından nazar-ı dikkate alınmayan Farsça şiirleri kendi vatanında pek meşhurdu. Şairin, halîfe M e ’ m ûn zamanında A z e r b a y c a n ’da müslüman Araplar’a karşı yapılan isyanlara İRAN TE’SÎRl 47 karışmış olduğu mâlûmdur. O, sonra Araplar tarafına geçmiş, fakat tekrar onlardan ayrılmış ve isyan etmiştir. Fars aslından olan ilk İslâm sülâlesi, yâni T â h ir île r (821-873), rivâyete göre, Fars edebiyatına iyi bir gözle bakmıyorlar ve onunla uğraşmayı d in e m u h a lif buluyorlardı. Fakat, yalnız onların doğrudan doğruya hâkim olduklan H o ra sa n ’da değil, diğer ülkelerde de (Halîfeler S a m a rra ’ya çekildikten sonra, B a ğ d a d ’da askerî hâkimiyet T â h ir île r ’den birinin eline geçmişti) inkişaf eden mânevî faaliyet, umûmiyetle m e d e n iy e tin ve o arada Iran medeniyeti'nin terakkisine hizmet etmiştir. Onlar zamanında Horasan’ın merkezi Merv'den Nişâbûr'z. nakledilmiş ve burası az zamanda medeniyet merkezlerinden biri hâline gelmişti. Bunun garbındaki Bayhak vilâyetinin başşehri, merkezi olan B a yh a k — yahut, sonraki ismiyle S e b z v â r— Şiîlik propagandasının en mühim kaynağı idi. Daha IX. asırdan başlayarak bu şehir İslâm dünyasına birçok mühim m u h a rrirle r ve â lim ler yetiştirdi. Nîşâbûr’un garbında T û s şehri vardır ki, bunun civarında, (Hicrî 8ı8)’de ölen Şîî imâmınm kabrini saklayan M eşh ed şehri bugün Horasan’ın başşehri olmuştur42. İran edebiyatının canlanmasına yardım edenler, bilhassa, Sâm ânî (875-999) hükümdarları olmuştur. H o ra sa n ’da ve o zaman kısmen müslümanlar tarafından alınmış olan T ü r k is ta n ’da hâkimiyet, Tâhirîler’den bunların ellerine geçti. Sâmânîler’in payitahtı olan B u h â râ pek çok şair ve âlimleri kendine celbetü. Sâmânî devleti, X. asırda en muntazam devletlerden biriydi. Sâmânîler B elh ’den yetişmişlerdir ve IranlI’dırlar. Bu hükümdarların ekserisi zamanında resm î dil Farsça idi. Bununla beraber, saraylarında, Farsça yazan muharrirlerle birlikte Arapça yazanlar da h im â ye ediliyordu43. X. asrın 40’ıncı yıllarında ehemmiyetsiz bir devre hesaba katılmazsa, Sâmânîler S ü n n îlik hâm isi oldular denilebilir. Halkı r â fız îlik ’ten muhafaza etmek maksadıyla A r a p ç a ak a id k ita b ı yazılarak, sonra Farsça’ya tercüme edilmiştir. Kezalik, bunlar zamanında müverrih T a b e r î tarafından yazılmış olan Kur'an tefsiri Farsça’ya tercüme edilmiş ve Farsça diğer bir tefsir de yazılmıştır. Arap dilinde olduğu gibi Fars dilinde de ibâdet edilebilmesi için bir fe tv â çık a rm a k lâzım gelmişti. Hattâ, din â lim le ri, Araplar’m babası olan İsm a il’e kadar eski peygamberlerin Farsça konuştuklarını iddia etmeye başla 48 İRAN TE’SİRİ mışlardı. X II. asırdan itibaren, İbrahim Peygamber’in İran padişahlarının saraylarında, onları kendi dinine dâvet ettiği hakkında bir fikir mevcuttu. Lâkin S â m â n î hükümdarlarının saraylarında terennüm eden İran şairleri, m ü slü m a n lık b a k ım ın d a n hiç de yakışmayan fikirleri ortaya atıyorlardı. Bir zamanlar pek meşhur olup, sonradan unutulan Semerkandli şair R û d a k î: “ Gönül mecûsî kudsiyetinin cazibesine kapılırken, yüzü K â ’ b e ’ye döndürmenin mânası yoktur. Bütün dinler için umûmî olan Allah'ı sevmek ile kanaat lâzımdır. Allah’ın, senin muhabbetini kabûl eder, amma namazını kabûl etmez,, diyor. Aynı şair, çok açık bir şekilde, kendinin şîî Fâtımî halîfelere olan sadâkatini bildiriyor. Hattâ, gök'le yer hakkında “ insanların baba ve anası,, diyerek, asıl m e c û sîliğ e hâs fikirleri ortaya atıyor. Muasırlarından birinin ölümüne dair R û d a k î şöyle diyor: “ O , kendi büyük n/A’unu sema'ya, siyah ten'ini toprak'a gönderdi,,44. İran halk menkıbelerini ilk defa nazım şekline sokmaya çalışmış olan şair D a kik î, açıktan açığa, şarabı ve sevgilisinin dudaklarını her şeyden üstün gördüğünü söyleyerek Z e r d ü şt akıydelerine b a ğ lılığ ın ı açıkça anlatıyor 48. Yine X. asırda, halifeliğin zayıflaması neticesinde, H a z a r Den iz i’nin cenup sahilini işgal edenler, İran’ın medeniyetçe daha üstün ülkelerine hücum etmeye başladılar. Bu hareketin başında duranlardan bâzıları, açıktan açığa, h a life liğ i ortadan k a ld ır m a y ı ve Sâsân î saltanatını c a n la n d ır m a y ı kendilerine gaye edinmişlerdi. Hazar Denizi cenubundaki memleketlerden çıkan hânedanlardan birisi B ü veyh (yahut Bûye) ler’dir ki, Bağdad’ı aldılar-ve halîfenin maddî hâkimiyetine nihayet verdiler. Paralarının üzerine, İslâm’dan önceki İran Şahları’nın lâkabı olan Şahinşah sözünü bastırdılar. Büveyh devleti, yalnız bir elden idare edilen, yâni bir hükümdara tâbi m erk eziy e tç i bir devlet d e ğ ild i. Hânedan âzâlan, zabtedilen yerleri kendi aralarında paylaşmışlardı ve siyasî üstünlük zaman zaman bir elden diğer ele geçiyordu. Aynı sûretle, devletin daimî bir payitahtı da yoktu. Kuvvetli olan emîrin bulunduğu şehir, payitaht vazifesini görüyordu. Bu şekil her nekadar devletin zayıflamasına sebep olduysa da, şehir hayatının terakkisine ve medenî merkezlerin çoğalmasına yardım etti. Her emir, sarayına âlim ve şairler toplayarak, kendi şehrinin medenî bakımdan yükselmesine çalışıyordu. Medenî hayat, yavaş yavaş, Bağdad ve Basra gibi eski merkezlerden R e y (şimdiki T ah- Ir a n t e ’s Ir î 49 ran’ırı cenub-ı-şarkîsinde), Isfa h a n ve Ş îr az gibi, İran’ın yeni şehirlerine göçtü. Burada emirler kitaplar toplayarak büyük kütüphâneler te’sis ettiler. Müspet ilimler de emirlerin himâyesinden istifade etti. Ş îr a z ’da Büveyh’ler zamanında bir ra sad h â n e mevcut olduğu rivayet edilmektedir. Bunun âletleri pek mükemmel olup, bu sâyede, İslâm’dan önceki devirlere nisbetle astronomi tetkiklerinde mühim bir terakki elde edilmiştir. Büveyh vezirlerinden biri B a ğ d a d ’da bir âlim ler m eclisi te’"is ederek, birinci günü fıkh âlimlerine, ikinci günü edebiyatçılara, üçüncü günü kelâm mütehassıslarına ve dördüncü günü de filozoflara tahsis etmişti. Esasen Büveyhler, Hazar Denizi cenubundan kendileriyle birlikte hiçbir e d e b î a n ’ ane getirmemişlerdi. İşte bundan dolayı, tamamile A ra p e d e b iy a tı t e’ şirin e kapıldılar ve İran edebiyatına hiç îtibar göstermediler; onların hâkimiyet sahalarında, İran şairlerinden hiç kimse şöhret kazanmamıştır. Hâlbuki, yine aynı devirde, S â m â n île r devletinde ve onların Ş a rk î İra n ’daki halefleri G azn e lile r ’de, İran şiiri terakkisinde devam etti. Horasan’daki T û s şehrinden çıkmış olan Fi r de vs î, İran’ın mitik zamanlarından İslâm devrine kadar olan tarihî rivâyetlerini m an zu m bir d estan hâlinde tertip etti. O, İran şairleri arasında şöhretini bugüne kadar saklayabilmiş olanların başında gelir. Yukarda görüldüğü üzre, daha X. asırda, F ir d e v s î’nin sonradan yaptığını tecrübe etmiş şairler yok değildi. Bâzı destanî mevzûlar ve yine İslâmiyet’ten evvelki devre ait bâzı edebî eserler, ilk müslüman İran şairleri tarafından asıllarından ziyade, bilhassa Arapça tercümelerinden istifade edilerek, Yeni Farsî ile yazılmıştı; lâkin F ir d e v s î’nin Şahnâme’si bütün İran halkının m illî bİT h â zin e si olarak kaldı; kahramanlar destanı olması dolayısıyla, ona, İran medeniyeti te’siri altında kalmış olan başka kavimler, Erm en iler, G ü r ç ile r ve T ü r kİ er de rağbet gösterdiler. Bu eser cihan edebiyatında da tamamiyle hususî bir mevki işgal etmektedir. Çünki, bütün diğer kavimler, destanları kitap te’siriyle parlaklığını kaybettikten sonra, siyasî altın devirlerini yaşamışlardır. S â sâ n île r devrinde ve İslâ m ’ ın ilk a s ır la r ın d a k i Iranhlar ise, kitap te’sirinin epey ehemmiyetli olmasına rağmen, destanî an’aneleriyle yaşamakta devam ettiler. İslâm devrinde şehir hayatının terakkisi ve zadegân sınıfının ortadan kalkmasiyle her nekadar vazıyet değiştiyse de, Şahnâme yine kendine pek çok mukallitler yetiştirdi; o devirden başlayarak, îslâm Medeniyeti — IV . 50 Ir a n t e ’s î r î X IX . asır sonuna kadar, padişahların büyük işlerini F ir d e v s î üslûb u n d a terennüme devam edildi. Lâkin, bu eserlerin hepsi, Avrupa’ daki sah te k lâsisizm devri mahsûllerinin cansızlığıyla mâlûldür; aradaki fark, Avrupalılar’m Yunanhlar’ı taklit ettikleri hâlde, Iran şairlerinin millî büyük üstadlarına tâbi olmalarındandır. Firdevsî zamanında, destanlar bakımından, bu eserin ne gibi neticeler doğuracağını anlamak mümkün değildi. Destanın kuvvetli düşmanları din â lim le r i olup, bunlar mecûsî kahramanlarının bu sûretle medhedilmesini fena gözle görüyorlar, lâkin bu gibi şairlerin kazanmış oldukları îtibar ve şöhreti de ortadan kaldıramıyorlardı. Yalnız, hayatta iken bu şairlere bâzı zorluklar çıkarmaktan geri durmuyorlardı. F ir d e v sî, destanım S u lta n M a h m u d ’a takdim etti; lâkin bu eser, Mahmud’un tahta çıkmasından önce yazılıp bitmişti. Dînî muhitlerin te’siri altında olan ve kendini S ü n n îliğ in istin a tg â h ı sayan S u lta n M ah m u d , şairin ümitlerini kırdı. Firdevsî, Sultan’a karşı bir hiciv yazarak, intikamını aldı ve başka hükümdarların sarayında sığınacak yer aramaya mecbur oldu. Lâkin S â sâ n î an’anesini saklayan B ü v e y h le r ’den yardım görmedi. Hayatın sıkıntılarından müteessir olan şair, B ü veyh emirlerinden birinin sarayında bulunurken, Kur’an’daki Y u s u f ve Z ü le y h a kıssasını alarak manzum bir eser yazdı; yine manzum olarak yazmış olduğu ö n söz’- de, ihtiyar şair, kendinin eski eserlerinden vazgeçiyor, mecûsî kahramanlarını ve onların uydurma kahramanlıklarını methettiği için, kendini takbih ediyor. Yorgun ve ümitsiz bir hâlde vatanı o lan T û s’a döndüğü zaman, hükümet adamları onu artık unutmuşlardı. Lâkin, rûhânîler onu affetmediler ve öldükten sonra bile, m ü slü m an mez a r lığ ın a gömülmesine muhalefet ettiler46. Şu suretle X. asırda ve X I. asnn başlarında Fars edebiyatı, bilhassa, İr a n ’ ın şark k ısm ın d a terakki etti. Fakat, A r a p ç a yazan Ira n â lim leri, kendilerine müsait muhiti daha ziyade g a r p ta buldular: Ülkeler arasında münâsebetler sıklaşdıkça, bu ayrılık ortadan kalkmaya mahkûm olmuştur. O devirdeki ilmin tekâmül derecesi, şimdiki Avrupa’da olduğu gibi ih tisa sı îcap ettirmiyordu. O devir âlimleri, aynı muvaffakiyetle, birkaç ilimle meşgûl olabiliyorlar ve aynı zamanda edebî faaliyet için de zaman bulabiliyorlardı. Bu cins çok cepheli âlimlerden birisi de Ib n -i - S în â ’dır. 980’de B u h ârâ k ö y le rin d e n b irin d e doğmuş sonra, H em ed an İRAN TE’SİRÎ 5* ve İsfa h a n ’daki Büveyh emirlerinin hizmetinde bulunmuş ve bu şahısların sonuncusuna bir zamanlar vezirlik de yapmıştır. Çocukken, köydeki muallimden Kur’an ve edebiyat öğrendi. B u h â râ’- ya gelmiş olan I s m â îlî d â ile r i vasıtasıyle fizikî ve riyazi ilimlerle de yabancı kalmadı. 18 yaşında iken bütün ilimleri, bu cümleden olmak üzre tıb tahsilini de ikmâl etti. Tıb, tahsil ettiği ilimler arasında, onun için en kolayı olmuş ve sonradan da bu bilgisinden çok istifade etmişti. Ona en güç gelen, A r is to ’nun M e ta fiz ik i olmuştur. Pek çok müşkillerini, ancak tesadüfi bir şekilde, pazarda üç dirheme satın aldığı F â r â b î’nin eserinin yardımıyla halledebilmiştir. Tıbbî mâlûmatı, ona S â m â n î padişahının sa r a y ın a ve sarayın zengin k ü tü p h â n e si’- ne yol açtı ki, bu kütüphâneden, Ib n -i - S în â ’dan başka hiç kims'e istifade etmemiş olsa gerektir. XI. asrın başlarında, I b n - i - S î n â B u h â râ’yı terketti. Bu, ihtimâl, S â m â n île r devletinin T ü r kİ er tarafından inkıraza uğratılması üzerine olmuştur. Oradan, önce H ârezm ’e, sonrada H a z a r sahilindeki ülkelerden Horasan’a ve Garbi İran’a gitti. Onun Büveyh emirlerine intisabı da tabibliği sâyesinde olmuştur. Şâkirdleri ile birlikte ortaya koyduğu büyük İlmî te’liflerden biri de tıbba ait olan Kanun adlı eserdir. Islâm dünyasında kan un sözü, Avrupa’dakinin aksine olarak, d în î ol mı ya n , cis m an î mahiyetteki kanuna denilmektedir. Bu ıstılah B izan s’da da mevcut olduğu gibi, bâzan İlm î kam û slara da bu is;m verilmektedir. Çünki, bu, onların nazarında “ ilmin kanun mecmuasıdır. „ Ib n -i - S în â ’nm mantık, hikmet, tabiiyat, riyaziyat, astronomi ve teoloji’ye dair yazmış olduğu ikinci bir eserine de, Kitâb-üş-Şifâ ismi verilmiştir. I b n -i- S în â ve talebesi tarafından Isfa h a n emîri için Fars dilinde muhtelif ilimlerin kamûsu tertip edilmiştir. Bunların arasında birinci mevki m a n tık ’a verilmiştir. Mantık’tan sonra u lv iy y a t (yüksek ilimler) yâni ilâ h iy a t (metafizik ve teoloji), ve s ü fliy y â t (aşağı ilimler) yâni tabiiyatm esasları sırasıyla anlatılmaktadır. Bundan sonra, hesap (aritmetik), hendese (geometri), hey’et (astronomi) ve mihanik’i içine alan ve Ortazaman Avrupa âlimleri arasında quadrivium ismi verilen ilim bahis mevzuu olmaktadır. Ib n -i - S în â ’mn sayısı pek çok olan te’lifleri arasında A ra p ç a , m anzum olarak yazdığı tıb kitabt ve Farsî yazmış olduğu sofiyâne rubaileri vardır, ömrünün sonlarına doğru, A r a p filo lo jis i ile de meşgûl olmuştur. Bu fevkalâde geniş ve etraflı İlmî ve edebî faaliyet, I b n -i- S în â ’nın son dere 52 İRAN TE’SÎRİ ce intizamsız yaşamasına mâni olmamıştı. ıo37’de 60 yaşına varmadan vefat etti. Ib n -i-S în â , ilmin hiçbir şûbesinde y en i ve m ü stakil bir fik ir sah ib i o lm a d ığ ı hâlde, kendi asrındaki her ilmi mükemmel sûrette öğrenmeye ve onu güzel ve anlaşılır bir sûrette te’life muvaffak olmuştur. Bundan dolayı, Müslüman dünyasında ve sonradan Avrupa’da büyük şöhret kazandı. İran’da X V II. asırda canlanan felsefe, İ b n -i- S în â ’nın eserlerine istinad etti ve bu meslek X IX . asırda da devam etti. Gerek dinî muhitlerde, gerek avam arasında İb n -i-S în â , Ortazamanlar’m D o k to r F a u s t’u gibi, âdetâ bir nevi sih irb a z şeklini aldı47. İ b n -i-S în â ’nın muasırı olup birtakım İlmî mes’elelerde onunla, bâzan pek sert bir tarzda, münakaşalarda bulunan E bû R e y h â n - E l-B îr û n î (973-1048), tamamiyle başka tip te bir âlimdir. H ârezm ’de doğmuş olan bu âlim, H a z a r D e n iz i’nin cenub-ı şarkîsindeki C ü rc a n ’a (eski Hirkanya) ve R e y ’e yapmış olduğu kısa bir seyahat zamanı istisna edilirse, kırk yaşına kadar vatanında em îrin m ü şa v irliğ in i yapmıştır. Sonradan M ah m u d G a z n e v î ve h a le fle rin in sarayında da bulunan bu âlim, birkaç defa H in d ista n ’a seyahat etti. Muasır bir Avrupalı mütehassısın dediğine göre bu “ eşsiz müellif,, h e y ’ et k a n u n ların a, muhtelif kavimlerin k ro n o lo ji sistem in e dair mükemmel eserler yazmış ve H in d ista n ’a ait geniş görüşlü ve ilmî tarafsızlık ile mümtaz bir eser vücude getirmiştir. Bu en büyük İslâm âliminin H in d is ta n hakkında yazmış olduğu eserde, bilhassa oradaki ilimlere ve dinlere dair etraflı malûmât verilmektedir ki, bunları B îrû n î doğrudan doğruya Sanskritçe yazılmış olan asıl H in d k a y n a k la rın d a n almıştır. Bîrûnî, Bağdad ve Basra ilmî mekteplerini pek iyi tanıyordu. Lâkin, bu âlimlerin görüşleri, ona göre, geriydi. IX . asırdaki Basra âlimlerinin en büyüklerinden biri olan C â h iz ’e “çabuk inanan, sâf„ sıfatını vermektedir. Bununla beraber, Bîrûnî, gerek hey’ette, gerek riyaziyatta y en i bir m eslek ortaya koymadı. Muasırlan ile birlikte Astroloji’ye inanmakta devam etti48. Biz, onun eserlerinden, ondan daha önce, “ marûf nokta-i nazarlardan inhiraf edenlerin mevcut olduğunu,, öğreniyoruz: E b û -S a îd -i-S e c e z î isimli bir âlim, arzın hareketi ve gökteki ecramın hareketsizliği nazariyesine dayanarak, astrolab tanzim etmişti. B îrû n î, bu mes’elede umûmî cereyana tâbi İRAN TE ’SİRt 53 olmuyor ve buna şü p h eli ve h a lli m üşkil bir mes’ele ismini veriyor. X IV . asırdaki Arap âlimlerinden biri, arzın hareketine dair fikir l'b n -i-S în â ve ondan daha önce hey’etşinas ve tabib R â z î (ölümü: M. 932’de) tarafından cerhedildiği hâlde, B îr û n î’nin bu mes’elede müşkilpesentlik göstermesine taaccüp ediyor. Bugünün okuyucuları için, B îr û n î’nin y a b a n c ı d in î îtik a d la ra ve bilhassa Hind dinlerine dair fikirleri pek dikkate şâyandır. Bîrûnî, dinî îtikadlann her yerde ayn ı p sik o lo jik seb ep lere tâbi olarak in k iş a f e ttiğ in i anlamıştır. O, her yerde avam dini’yle havas dini arasındaki farka ehemmiyet veriyordu. Dinî akıydeleri anlatırken, hiçbir îtiraz ve tenkidde bulunmadığı gibi, mümkün olduğu kadar da, her dinin sâlikleri tarafından kullanılan ibâreleri. muhafaza etmektedir. O, bir dini diğeriyle m u kayese ederken, bunu ancak ilmi mukayese mahiyetinde yapmaktadır. Daha IX . asırda Y â ’ ku b î, tarihe dair yazmış olduğu,eserinde, H ır is tiy a n dinî eserlerinin mündericatı hakkında, aynı şekilde b ita r a f ve ta fs ilâ tlı mâlûmat vermişti. X I. asırda yine G a z n e v île ı sarayında Fars dilinde Dinlere dair kitap isimli bir eser yazılmıştır. B îrû n î dc, üstadı Ir a n ş e h r î’nin (bu âlimin eserlerine ve hayatına dair mâlûmat, maalesef zamanımıza kadar gelememiştir) Hıristiyan, Yahudi ve M âni dinlerine dair yazmış olduğu kitabını zikrediyor. Lâkin, onun H in d d in lerin d e n bahsederken, kendi dinlerini iyice bilmeyen adamlara inanarak, b â zı h a tâ la r a düşmüş olduğunu da kaydetmektedir. Toplamış olduğu m alzem en in ço k lu ğ u ve ilm î u sû lleri tatbikte gösterdiği îtin a bakımından, B îr û n î’nin eserleri, bizce mâlûm İslâm edebiyatı mahsûlleri içinde tamamiyle m üstesna bir m evki tutmaktadır. Bununla beraber, bu eserlerde, müellif, İslâm’dan önceki medeniyete ve Araplar tarafından yapılan tahribâta dair mâlûmat verirken, kendinin İran v a ta n p e r v e r i olduğunu göstermektedir. B îrû n î, kendinin dinî bakışma göre, ş îî’dir. Bundan başka, yüksek münevver îranlılar gibi, M â n îliğ e karşı da m u h a b b et göstermektedir. Siyasette, B îrû n î hiçbir ıs lâ h â ta meyletmemektedir. Bugünkü ifade ile “ D in ile d e v le t arasında birleşm e,, (G a z n e v île r de bunu arzu ediyorlardı), ona göre, siyasî teşkilâtın ideali ve beşerî dileklerin gayesiydi. B îr û n î’nin eserlerinin dağılmasına, gayet ağır bir dil ile yazılmış olmaları mâni olmuş olsa gerektir. Bu eserler, âlimler arasında uzun zamanlar kendilerine lâyık bir 54 ÎRAN TE'SÎRÎ mevki işgal etmişse de, umûmiyetle te’sirleri az olmuştur. Her ne kadar bunlardan h e y ’ et c e tv e lle r in e dair biri X II. asırda A b rah a m -b e n -E z r a adlı bir îs p a n y a lı y a h u d i tarafından Îb r â n îce’ ye tercüme edilmişse de, umûmiyetle B îr û n î’nin eserleri, X IX . asra kadar, Avrupalılar’ca meçhûl kalmıştır. Esasen B îrû n î, eserlerini, alel’âde okuyucular için değil, âlimler için yazmış olduğunu söylüyor. Onun faaliyeti, I b n -i- S în â ’nmki kadar m u h te lif ce p h e li değildir. Bîrûnî, ilmî te’liflerle birlikte, bâzı İran hikâyelerini de Arapça’ya tercüme etti ve A r a p ç a şiirler yazdı. Yalnız, o, kendinin e d e b iy a tla meşgûl olmasına bir eğ le n ce diye bakmaktadır49. îslâm medeniyetinin, altın devrini tamamlayarak inhitata başlamasının X I. asırda olduğu, umûmiyetle kabûl edilmektedir; lâkin, medenî hayatın birçok şûbelerinde te ra k k i, hiç olmazsa İr a n ’da, daha b irk a ç asır devam etmiştir. XI. asırda, her yerde hayat kat’î şekilde eski Şehristan’lardan Islâm devrinde teşekkül etmiş olan Varoş’lara göçmüş ve yukarıda îzah edilen şehir tip i hâsıl olmuştu. Lâkin, şehirlerin daha fazla büyümeleri, bundan sonraki devirdedir. X I. asrın en büyük şehri olan İsfa h a n ’ın çevresi, takriben ıo verstti. inşaat teknikinin terakkisi henüz yeni yeni görünmeye başlamıştı. Zamanımıza kadar gelmiş olan tarihi malûm en eski müslüman Iran eseri, C üre ân emîri K a b û s ib n -i-V e ş m g îr ’in kabri üstündeki türbe, "Ki. asrın başına aittir, (i006-1007)’de yapılmış olan bu bina, H a z a r kıyısındaki ü lk elerd e ve K a fk a s y a ’da pek mârûf olan ve kilise mimârisVnde de görülen hususî tipe göre inşa edilmiştir (yâni, çok cepheli ve mahrûtî şekilde). Arapça kitabesinde bu türbeye Kasr ismi verilmiştir. İran’ın bâzı yerlerinde, meselâ İsfa h a n ’da bu nevi türbeler, aynı isim ile tesmiye edilmiştir. Bunları, zamanımızda oranın halkı Günbed tesmiye ediyor. Bunların isimlerinin değişmesi, türbelerin son zamanlarda g ü n b e d li (kubbeli) olarak yapılmasından ileri gelse gerektir. Bu tipte inşa edilmiş olan türbelerin en eskilerinden biri de Merv'&z S u lta n S a n ca r’ın kabri üzerindeki bina olup, X II. asrın ortalarında basık kubbeli olarak inşa edilmiştir. K a b û s ’- un türbesi 25 sajin (175 kadem) yüksekliğinde bir bina olup, 4 aTşın kalınlığında kalın kerpiç duvarlara istinad etmektedir. Sonraki asırlarda, bu kadar fazla masraflı inşaat imkânı yoktu. Umûmiyetle, evvelki binâların kerpiçi, sonraki zamanlarda yapılmış olanlannkinden daha güzel, daha iyi ve daha büyüktür. Lâkin o zamanlar, inşaatta Ir a n t e ’s î r ! 55 kerpiç daha az kullanılıyordu. Son zamanlara doğru, şimdiki Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, inşaat masrafım ucuzlatmak için, malzeme cinsinin fenalaşmasına alışılmıştır. İran’daki m üslüm an m îm â r îs i’ nin tarihi, henüz lâyıkıyla yazılmamıştır. Bunun hakkıyle îzahı için daha pek çok tetkiklere ihtiyaç vardır. B ü v e y h ’ler zamanındaki câmilerin umûmi tipi'nin ne şekilde olduğu mâlûm değildir. X I. asır İran müellifi N â s ır -ı-H u s r e v : “ her ülkede ş îî c â m ile ri ayrı bir güzellikteydi,, derken, ne tip binalardan bahsettiği henüz belli değildir. Muhtelif yerlerdeki mîmârî tiplerinin birbirine yaklaşması — eğer böyle yaklaşmalar olduysa— ve umûmiyetle medeniyetin muhtelif kavimler arasında yayılması, Orta Asya’dan çıkan S e lçu k Türk hânedamnın muvaffakiyeti sâyesinde olmuştur. Selçûkîler, X I. asırda bütün İran’ı zabtettiler ve kısa bir zaman için de olsa, A k ve K ız ıl D e n iz ’lerden Ç in h u d u tla rın a kadar olan bütün Islâm dünyasını hâkimiyetleri altına aldılar. İran’ın şark ülkelerinden garp tarafına hücumlar, daha X . asrın başında bekleniyordu. Bâzı B ü veyh emirlerinin medenî hizmetlerine ve felsefeyi himâye etmiş olmalarına rağmen, onları, H a z a r D e n iz i sahilindeki Barbarlar’ın önderleri ve S â m â n île r’in aksine, refâh ve intizâmı ihlâl edici olarak telâkkî ediyorlardı. Şark’tan, Sâm â n île r elinde bulunan H orasan ’dan filo z o f ve âlim bir p âd işâh bekleniyor, onun Garp’ta intizâmı iade edeceği ümit ediliyordu. Beslenen ümitler, tamamiyle tahakkuk edemedi. Âlim pâdişâh yerine, Garb’a B ü v e y h le r’in milletdaşlarma nazaran medeniyetçe daha geri ve göçebe bir halkın önderleri geldi. S e lç û k î S u lta n la r ı İran’da yüz yıl hükümet sürdükten sonra bile okuma yazma öğrenemediler50. Onların devleti dağıldıktan sonra, X II. asırda, h âk im iyet, çoğu Türk olan bâzı hânedanların eline geçti. Böyle olmasına rağmen, S e lç û k île r ’in fütûhâtı, yalnız H orasan fak ih ve şâ irle ri’ne değil, S â m â n île r ve G a z n e v île r devirlerinin siya sî a n ’ an esin i yaşatanlara da geniş sâhalar açtı. Bunlardan biri, Tus’lu vezir Niz â m -ü l-M ü lk ’dür ki, uzun zaman (1064-1092) bütün Selçûkî tmparatorluğu’nun en nüfuzlu adamı olmuştur51. S e lç û k île r devrinde, şehir hayatının terakkisini devam ettirmek, tic a r e t ve sa n ’ ati yükseltmek çarelerine baş vuruldu. Bâzıları bugüne kadar saklanmış olan b ü yü k b in a la r inşâ edildi. G a r b î 56 İRAN TE ’SİRİ İ r a n ’da, pişmiş kerpiçlerden yapılmış duvarla çevrilmiş şehirler teşekkül etti. S e lç û k île r ’in ve bunların yerine geçmiş olan hânedanlann saraylarında, Iran şairleri himâye ve teşvik gördüler. İlk Selçûkî sultanına 1048’de Veys ü Ramin isimli manzûm bir roman takdim edildi. Bu eser, o zaman tamamiyle unutulmuş olan Pehlevî dilinden Yeni Fârst’ye Cürcân’lı şâir F a h re d d in E s ’ ad tarafından tercüme edilmişti. F a h re d d in ’in dediğine göre, bu dilde yazılı eserleri herkes okuyamıyor ve okuyanlar da anlayamıyorlardı. X II. asır şâirlerinden iki kişi, S u lta n S a n ca r’ın meşhur kasidecisi E n v e r î ile, Kafkasya’nın Gence şehrinde yaşamış ve orada ölmüş olan, manzûm romanlarile tanınmış, mesnevîci N iz â m î, bizzat Iranlılar tarafından, Iran şâirlerinin en b ü y ü k le rin d e n sayılmaktadır. N iz â m î’- ye, bâzı Avrupa âlimleri de, F ir d e v s î’den sonra bir mevki veriyorlar ki, eserleri yalnız Iran şiirine değil, Türk şiirine de epey müessir olmuştur 52. Selçûkîler, İra n ’da Sünnîliğin tefevvukunu te’min ettilerse de Şiîliği tamamiyle ortadan kaldıramadılar. X I. asırdan X II. asra kadar olan zaman, İran için pek şiddetli bir d in î m ü ca d ele devri olup, bunun tafsiylâtı henüz tamamiyle aydmlatılamamıştır. İsmail îlik propagandası X I. asrın sonunda yeni bir istikamet aldı. I s m â îlîle r , İra n ’ın her tarafında, hattâ S u r iy e ’.de bir hayli müstahkem mevkileri ellerine geçirdiler. Bu vaziyet, bu hareketin yalnız m illî bir m a h iye tte olmadığını göstermektedir. Burada, bilhassa sın ıfî menfa a tle r rol oynamış olmalıdır. Şimdiki mücadele, IX. asırda olduğu gibi, toprak s a h ip le r iy le toprağı iş le y ic ile r arasında değil, müstahkem şatolar ile şehirler arasında devam ediyordu. I s m â îlîle r ’in istinatgâhları, şehir hayatının az terakkî ettiği yerler, bilhassa H orasan’ın cenub-i-garbîsinde K û h ista n (Dağ memleketi) ismi verilen yer olup, I s m â îlîle r elinde bulunan kalelerin üçte ikisi buradaydı. Bundan sonra Kazvin'in şimâlindeki dağlık mıntıka geliyordu ki, buradaki A la m u t müstahkem kalesinde m ezh eb in reisi yaşıyordu. En şiddetli mücadeleler, büyük şehirleri ve kaleleri olan Fars v ilâ y e tin d e Isfah an etrafında cereyan etmiştir. Ismâîlîler, açık tan a ç ığ a mücadele ile iktifa etmiyerek, kendi düşmanlarını g iz li bir sû rette ortadan kaldırmaktan da çekinmiyorlardı. Mezhebin, fevkalâde mutaassıp fedâîlerden mürekkep bir teşekkülü vardı ki, bunlar, her kimi isterlerse muhakkak öldüreceklerine inanıyorlardı. İRAN TE’SÎRl 57 Bu mutaassıplann cesur olmalarına haşhaş istimalinin de te’siri vaıdı. Fransızca “ katil,, mânasında olan assasin sözü, Arapça “ haşhaş kullananlar,, mânasında olan haşişiyyûn sözünden bozmadır. Bu hâl, Îs m â îlî te ş k ilâ tın ın Ortazaman Avrupalıları üzerinde çok kuvvetli intibâlar bıraktığını göstermektedir. Is m â îlîle r ’in şatolarında yalnız birtakım g izli öldürme teşebbüsleri hazırlanmıyor, m ed en î işlerle de uğraşılıyordu. A la m u t k ü tü p h â n e si ve rasad hân esi, büyük bir şöhrete malikti. Bu şatodan birkaç âlim de çıkmıştır ki, bunların sonradan, M o ğ o lla r devrinde İra n ’a büyük hizmetleri dokunmuştur. Felsefeye, hey’ete, riyâziyeye ve şîî akidelerine ait eserler yazmış olan N a s îr -ü d -d in T û s î ile, Hemedan şehrinden çıkmış bir Yahudi ailesine mensub büyük tarihçi R e ş îd -ü d -d in , bunlardandır 53. Ismâîlîler, her ne kadar to p lu bir sâ h a y a malik değildilerse de, hesaba katılması lâzım gelen bir siy a sî k u v v e t teşkil ediyorlardı. Başlangıçta, M ısır F â tım î h a lîfe le r iy le birlikte iş görmüşler ve propagandalarını da onların nâm ve hesabına yapmışlardı. X I. asrın sonunda Fatımîler’le araları bozuldu; hattâ X II. asır sonunda T ü rk S u lta n la r ın a karşı olan müşterek düşmanlık neticesinde, Sünnîliğin reisi olan A b b â s î h a lîfe le r iy le aralarında bir anlaşma bile hâsıl oldu. X III. asırda M o ğ o l h ü cu m u n d an önce Rey ve İsfahan şehirlerinde ve nahiyelerinde ortaya çıkan ih tilâ lle r d e Ism â î l î propagandansının te’siri olup olmadığı, henüz mâlûm değildir. Orada Ş îîle r ile S ü n n île r arasında olan mücadeleden başka, Sünnîler’in iki şûbesi olan H a n e fîle r ve Ş â fîîle r arasında mücadele devam ediyordu. Şîîler tarafında köy h a lk ın ın ekserisi, Hanefîler tarafında şehir h a lk ın ın ekserisi, Şâfîîler tarafında şe h irlile rin kü çü k b ir kısm ı bulunuyordu. Lâkin R e y şehrinde Şâfîîler bütün düşmanlannı yendiler. Burada, din perdesi altında, esasında köy ile şehir, a risto k ra si ile şe h ird e k i dem okrasi arasındaki içtimâ î mücadele devam etmiş olsa gerektir54. İlmî araştırmaların bugünkü hâlinde, bütün bu mes’elelere dair hüküm vermek lâzım gelirse, yalnız şunu söylemek mümkündür ki, bu devirde halk ve onun siyasî ve medenî reh b erleri, siyasî ve m illî fikirlerden henüz epey uzak bulunuyorlardı. S ın ıf mücadeleleri'nden başka, muhtelif şeh ir ve ü lk elerin yalnız kendi h a y a t şa r tla r ın ı 58 İRAN TE’SÎRÎ iy ile ş tir m e y e çalıştıkları görülmektedir. Bu devirde, ekseriya ayrı şehirlere veya ülkelere ait ve compilation mahiyetinde tarihî eserler meydana çıkmıştır. Umumî m üslüm an ve hattâ Ira n d e v le tç iliğ i fikri de, yavaş yavaş, ülke partikülarizmi (re gio n alism e) ile darlaşmıştı ki, biz bu hâli, bilhassa B ü yü k S e lç û k île r devleti d a ğ ıld ık ta n sonra görüyoruz. Her ülkenin mahallî hayatının iyileşmesi için, oradaki halktan toplanan vergiler’in “ ülke d ışın a çık a rılm a m ası lâzım geldiği, yâni, muhtelif ülkelerin bir devlet hâkimiyeti altında toplanmaması,, fikri, reddedilmez bir h a k ik a t gibi görünmekte idi. Bunun neticesi olarak, büyük devletlerin küçük devletlerden üstünlüğü de tasd ik ed ilm em ek teyd i. Fakat, X III. asır başla-s rında Hârezm hükümdarı Hârezmşâh lâkablı S u lta n M oh am m ed, O r ta A s y a ’nın birkısmını ve b ü tü n İra n ’ı hâkimiyeti altına topladı. Muâsır tarihçi I b n -ü l-E s îr ’in fikrine göre, M o ğ o l istiylâ sı, işte bundan dolayı pek k o la y olmuştur; eğer eskisi gibi birkaç büyük devlet olsaydı, M o ğ o lla r bunların her birini ayrı ayrı yenmek mecbûriyetinde kalacaklardı. Diğer hânedanlar H â re zm şâ h la r tarafından ortadan kaldırıldıklarından, Moğollar, Hârezmşâhlar’ı yendikten sonra, artık karşılarında başka hiçbir düşman görmedilerss. Siyasî ayrılma ve dağılmanın kuvvetlenmesine rağmen, şehir hayatının terakkisi, iç ve dış, d en iz ve kara tic a r e tin e de te’sirsiz kalmadı. H in d ve Ç in ile olan deniz ticareti, H ü rm ü z şehrinin ve B asra k ö rfezi’nin Hind denizine çıktığı yerde bulunan K a y s adasının vaziyetini iyileştirdi. H ârezm ile V o lg a h a v za sı arasında olan ticaret neticesinde de X. asırdan itibaren Id il B u lg a r la r ı İslâm d in i’ni kabûl ettiler. Bu ticaret, ondan sonraki devirde daha canlanmış olsa gerektir. X. asırda, B u lg a r sâhası ile ona kom şu yerlerden kürk, ince işlenmiş deri, bal, balmumu ve balık ihraç olunmaktaydı. Volga sahilindeki B u lga r şehri, binaları kamış ve Keçe ’den yapılmış, nüfusu az, küçük bir yerdi. Hâlbuki Moğollar geldiği zaman, nüfusu 50.000’- den az olmayan, taş binalardan yapılmış ve deri işleme san’ati çok inkişâf etmiş bir şehir hâlini almış bulunuyordu. Bundan sonra buna Ruslar vâris oldular. Bulgar çizmeleri başlıca ihraç mallan olup T ü r k ista n ’da da çok şöhret kazanmıştı. V o lg a B u lg a r la r ı vasıtasiyle, Islâm dünyası R u sya ile ticaret yapıyordu. Lâkin, Arap ve Iran tüccarlannın Ruslar’la d o ğru d a n d o ğ ru ya tanışdıklanna dâir tarihî bir kayıt yoktur. Ruslar, X. asırdan başlayarak müslüman Ir a n t e ’s Ir I 59 memleketlerine hücum ediyorlardı. Nüfusunun çokluğu bakımından Kafkas şehirleri arasında birinciliği işgal eden K u r nehri havzasındaki B erd a’a şehri, Ruslar tarafından tahrip edilmiştir. Sonraları, Bulgarlaria birlikte Ruslar da ticaret için Hvalim yâhut Hvalin yâni Hârezm d e n iz i’ne (Hazar Denizi) ve oradan da Hârezm’in payitahtı olan Oranç yâni U r g e n ç ’e kadar varmışlardır. Şark’ta Rus keteni pek marûftu. X. asırda ticaret vasıtasiyle, Türk göçebe halkı arasında ve şimdiki Ç in T ü r k is ta n ı’ndaki şehirlerin bâzılarında, hiçbir silâh kullanılmaksızın, Islâm d in i yayıldı. X. asırda Islâm memleketlerini işgal eden T ü r k le r , m ü slü m an d ılar. Müslüman tüccarları, bundan sonra, daha şarka doğru ilerlediler. X III. asrın başında Ç in ile M o ğ o lista n arasındaki ticaret, onların ellerindeydi. Hattâ C e n g iz H ân ’ın ordusunda, daha şark fütuhâtmdan önce, M ü slü m a n la r bulunuyordu. Lâkin, müslüman ticaretinin bu muvaffakiyetleri, T ü r k is ta n ve V o lg a kıyılarında olduğu gibi, dinî bir islâm p ro p a g a n d a sı doğurmadı. Çin dilinde M â n î ve H ıristiy a n edebiyatı, V III. asırdan itibaren mevcuttu. Her nekadar bu vaziyette Ç in ’deki Müslümanlar’ın sayısı Mânî ve Hıristiyanlar’- ınkinden eksik değildiyse de, burada M ü slü m a n edebiyatı ancak X V II. asırda meydana gelmiştir. M o ğ o lis ta n ’da, daha sonra da, hiçbir kavim Islâm d in in e girmedi. Lâkin, daha V III. asırda M ân îliğ i, XI. asırda ise H ır is tiy a n lığ ı kabûl edenler görülmektedir. Müslüman Ir a n lıla r , Türk ve Moğollar için, tic a r e t ve m eden iy e tin en büyük mümessilleri oldular. Türkler’in bir zamanlar, — Hind’den aldıkları— tü c c a r mânasındaki “ Sart, Sartak,Sartavul„ şekillerinde kullanılan sözler, Türk ve Moğollar tarafından İran’ın göçebe o lm a ya n halkına verilen bir isim olarak kaldı. Sonraları Moğol efsânesi, bendler yapan, kanallar açan S a r ta k ta y isimli bir kahraman bile yarattı (Tay, halk arasında, erkek isimlerinin sonuna getirilen Moğolca bir eklentidir). Müslüman olmayan memleketler ile ticaret, m ü b â d e le sûretiyle olmuş olsa gerektir. X I. asrın başlarına kadar C e n u b î R u sy a ile ticaret gümüş esasında yürümekteydi. Müslüman memleketlerine gelen gümüş paralar, çok miktarda Rusya’ya sokulmuştur. Bundan sonra S â s â n île r ’den kalmış olan gümüş para usûlü, altın usûlüne çevrildi. X I. asrın sonunda ise, Islâm dünyasında gümüş buhranı hissedilmekteydi. Bu buhran, yavaş yavaş, şarktan ga rb a geçmiş 6o Ir a n t e ’s Ir I tir. Gümüş dirhemler yerine bakır para basılmaya başlandı. Bakır paralar ancak b a s ıld ık la r ı yerd e kullanılıyordu. Bu usûl, Asya’nın garbî kısmında B ağd ad h a life liğ in e de girmişse de, X II. asırda tekrar gümüş para basılmağa başlanmıştır. Lâkin şarkta, daha Moğollar geldiği zamanda da, bakır p a ra la r kullanılıyordu. Elimizdeki kaynaklar, para sisteminin bozulmasının milletlerin İk tisa d î h a ya tın a ve bilhassa tica r e te ne gibi te’sirler yapmış olduğunu bildirmiyor. B e ş İNCİ B ölüm MOĞOL FÜTÛHÂTININ İRAN MEDENİYETİNE TE’SİRİ ^ ^ İü s lü m a n tâcirleri C e n g iz H an ’ın ilk müşavirleri olup, Müslüman dünyasına yapmış olduğu seferde de ona b ü yü k y a rd ım etmişlerdir. Cengiz’in bu seferine başlıca müsebbib, Sultan M oham - med H ârezm şâ h olmuştur. Hududa yakın Otrar şehrinin (Türkistan’da) hâkimi tarafından M o ğ o lis ta n ’dan gelen bir kervan yağma edilmiş ve kervana refakat eden 450 kadar tâcirin hepsi öldürülmüştü (1218). 1220-1221 yılları içinde Moğollar bütün T ü r k is ta n ve H â rezm ’i zabtettiler. Bundan sonra, Y a k ın A sy a ’da muharebeyi birkaç defa tekrarlamak mecbûriyeti hâsıl oldu ve B a ğd a d ancak 1258’de Moğollar’m eline geçti.Bu sûretle, îr a n ve M e z o p o ta m y a ’ dan başka K ü ç ü k A s y a ’yı da içine alan bir M o ğo l d e v le ti teşekkül etmiş oldu 5®. Türkistan, Cengizîler’in ik in ci bir şû b esin in elinde kaldı. S u lta n ’m ve H a lîfe ’nin devletleriyle birlikte, Îsm âîlîle r ’in kaleleri de tahrib edildi ve Moğollar bundan sonra yenilerini inşa etmediler. C e n u b î İra n ’daki mahallî hânedanlar, Moğollar’a kendi a r z u la r ıy la baş eğdiler; ancak X IV . asırda iş başından çekildiler. Fars ve K irm an , Moğol askeri tarafından yağma edilmedi. Büyük şehirlerde bilhassa Ş îr a z ’da eski hayat devam etmiştir. Bundan dolayı Fars, Iran medeniyeti bakımından, evvelce malik olmadığı b ü yü k b ir e h em m iy et kazanmıştır. Moğol fütûhâtmı sarsılmadan geçirmiş olan S a lg u r île r hânedanı57, ve Moğol devleti dağıldıktan sonra daha yarım asır hükümet sürmüş olan M uza ffe r île r hânedanı, Fars e d e b iy a tın ı himâye etmişlerdir; bunlardan birincisi ile X III. asır şâiri Ş a ’ d î’nin, İkincisi ile de X IV . asır şâiri H â fız ’ın ismi sıkı sıkıya bağlıdır. Şimdiye kadar eh em m iyet 62 MOĞOL FÜTÛHÂTI lerin i k a yb e tm e m iş olan bu şâirlerin, bilhassa H â fız ’m eserleri, Müslüman medeniyetinin te’sir ettiği her yerde okundu ve öğrenildi. Ş îrâ z, Müslüman dünyasına ik i b ü yü k â lim d e verdi: Bunlardan biri, büyük astronom ve ilim sâhasında yeni yollar araştırıcısı K u tb -ü d -d in (ölümü: M. 1310), İkincisi de büyük mîmar K av â m -ü d -d in (ölümü: M. 1439) olup, bu sonuncusunun bina etmiş olduğu M e şh e d ’deki Gevher Şâd câmii, bâzılan tarafından İran mîmârisinin en yüksek bir y â d ig â r ı gibi kabûl edilmektedir88. Medenî hayatın, yalnız, “ M o ğ o l h ü cû m u n a u ğ ra m a ya n yerlerde devam ettiğini,, zannetmek, yanlış bir fikir olur. Medenî bir memleket, daha insan ku rban etm ek seviyesini geçmemiş olan bir kavim tarafından fethedildi. Şehirler zabtedilirken bâzan b ü tü n h alk kılıçtan geçirildi ve ancak galiplerin kendileri için lâ zım olan sa n ’ a tk â r la r esîr olarak bırakıldı. Bu nevi korkunç sahneleri görenler, tabiî, memleketin yeniden îman için binlerce sene lâzım olacağını zannediyorlardı. İşte bu düşüncelere kapılan Avrupa âlimleri de, M oğol hücûmu ile A sy a ve Ş a rk î A v r u p a ’nın medeniyetine vurulan darbeye, bir zamanlar H u n la r ’ ın m u h a cere ti sebebiyle C e n u b î A v r u p a ’nın medenî hayatına vurulan darbeden daha çok ağır ve açtığı yaralara tedavisi imkânsız nazariyle bakıyorlardı59. Hakikatte ise, bu M o ğ o l istiylâsınm n e tice si o kadar a ğır olm adı. Bunun en birinci sebebi, fâtihlerin bu memleketlere ta m a m iyle gelip y e r le ş m e m e le r id ir 60. Moğol Hanları, sayısı pek o kadar çok olmayan askerî k u v v e tle rd e n başka, kendileriyle birlikte, id are ve îm ar işlerinde yardım edecek m eden î m ü şa v irler de getirdiler. M o ğ o lla r tarafından alınan yerlerin tarihinde: Ç in ’de, Islâ m dünya sı’nda, R u s y a ’da X III. asırdan sonra, bundan önce mevcut olmayan bir siyasî istikrar görülmektedir. Elbette Moğol Hanları mah a llî e d e b iy a ta ehemmiyet vermediler ve Islâm dinini kabûl edinceye kadar, din ilim le r i’ne de tabiî îtibar etmediler. Lâkin, kendi menfaatlerini düşünerek, şehir h a y a tın ın , sa n ’ at ve tic a r e t’in yükselmesine çalıştılar. Tıb, Riyaziyat ve Hey’et gibi amelî ehemmiyeti hâiz olan bilgileri himâye ettiler. İran’ın fâtihi ve Cengiz’in torunu olan H ı'ilâgû, hey’etşinas Tmj’Iu N a sîr -ü d -d in için Azerbaycan’ın M e r â g a şehrinde zamanına göre en mükemmel âletlerle mücehhez bir rasadhâne inşâ ettirdi. Moğollar, b a rb a r olmakla beraber, hâkimiyet devirleri, C erm en ler’in Avrupa’daki hâkimiyeti gibi “para MOĞOL FÜTÛHÂTI 63 ekonomisinden aynî ekonomiye, şehir hayatından köy hayatına geçmeyi,, istilzâm etmedi. Vergilerin nakdî değil de aynî olarak alınması usûlü (hububat, kumaş gibi şeylerden), Cengiz öldükten sonra pek çok devam etmedi. Cengiz Han’ın torunları zamanından başlayarak, Moğollar para usûlüne alıştılar. A i t i n para sistemi yine gümüş ile değiştirildi. Gümüş tamamiyle yerleştikten sonra, bakır dirhemler basmak usûlû yavaş yavaş ortadan kaldırıldı. Tahrip edilmiş şehirler yalnız tâmir edilmekle kalmadı, yeni şehirler de binâ edildi (Meselâ T e b r i z ile T a h r a n arasında Sultânîye şehri). Azerbaycan’ın payitahtı olan Tebriz, Moğollar zamanında, İra n ’ın evvelki büyük şehirlerinden hiç geri kalmıyacak b ü y ü k ve zengi n bir şehir hâlini aldı. X IV . asırdaki Moğol Hanları zamanında, İran mîmârîsi’nin yeniden terakki etmeye başladığını gösteren büyük binâlar yapıldı. Sultân îy e ’deki Olçaytu Han (1304-1316) câmii ve oğlu Abû-Saîd H a n ’ın (1316-1335) Tahran şarkında Verâmîn kasabasındaki câmii bu cümledendir. Moğol İmparatorluğu, bir kavim ve bir hânedan idaresi altında U z a k ve Ya kı n Şark’ın medenî memleketlerini bir araya topladı. Bu vazıyet, yalnız ticarî değil, medenî işlerde de karşılıklı mübadelelere çok büyük yardım etti. Yakın Asya ile Çin arasında kervan ticareti, bu zamana kadar olduğu gibi, bundan sonra da hiç görülmemiş bir şekilde inkişaf etti. Bu kervan yollarından Venedikli tâcir Pololar’dan başlıyarak, Avrupalılar da çok istifade ettiler61 İmparatorluk birkaç devlete ayrıldıktan sonra da, Cengizîler’in iki ayrı şûbesi elinde bulunan İran ve Çin Moğol devletleri arasında pek sıkı bir münasebet muhâfaza edildi. Bundan sonra, İran’ daki Moğol hükümdarları, Mısır Memlûk saltanatına karşı olan müşterek düşmanlık sebebiyle, Avrupa devletlerine de yaklaşmışlardır. Avrupa’nın tâcir ve misyonerleri, O r t a A s y a ’dan geçen kervan yolu’ndan başka, yine İran limanlarından Hi n d ve Ç i n ’e giden deniz yolu'ndan da faydalanmışlardır. Avrupalılar’da X III. asırda göze çarpan medenî terakkî, bir dereceye kadar, bununla îzah edilmektedir62. Lâkin bu zamanlarda medenî üstünlük, henüz İslâm düııya sı’nda ve bilhassa İran tarafındaydı. Eğer İran halkının, kendi tarihinde, cihan medeniyetinin ön safında bulunduğu bir devir varsa, Moğol devridir. Hâlbuki, pek çok âlimler, İran’da medeniyetin Moğollar tarafından yalnız tahrîp edildiği fikrindedirler. 64 MOĞOL FÜTÛHÂTI Bugün müslüman seyyahları, mâlûmat edinmek için, nasıl A vrupalılaşın bilgilerinden istifadeye muhtaç iseler, o zamanlarda da Avrupa seyyahları aynı derecede müslüman seyyahlarına muhtaç idiler. Marko Polo, Çin'in kendi gözüyle gördüğü ülkelerini tavsif ederken, pek çok coğrafî isimleri Far s l a r ’ın s öyl edi ği şekilde zikretmektedir. X III. asırda Ç in hey’etşinasları İran’da gözüktüler. Lâkin İran hey’etşinaslarmın Ç in ’deki hizmetleri daha ehemmiyetlidir. Burada hey'et ilmi tamamiyle İ r anl ı l ar ’ın te’sirinde olup, onlar, X IV . asırda Moğol hâkimiyeti yıkıldıktan sonra da, bu nüfuzu muhâfaza edebildiler. Ancak X V II. asırda bu işi Avrupa’dan gelen Jezvitler’e bırakmaya ınecbûr oldular. Bizans’da da Farsça hey’et kitapları XIV. asırda Yunan diline tercüme edildi. İran’daki Moğol hükümdarlarının sarayında, Ç i n l i l e r ’den başlıyaıak Frenkler’e (Garbî Avrupalılar’a) varıncaya kadar, Moğol İmparatorluğu içine giren, yâhut, Moğollar’la münâsebette bulunan, bütün milletlere dair tarihî rivayetleri içine alacak büyük bir tarihî ejer’in meydana getirilmesi düşünüldü ve bu, kısmen de yapıldı. Bu vazife, yahudilikten müslüman olmuş olan Reşîd-üd-din’e verildi. Onun yardımcıları arasında, Mo ğ o l l a r ’ın tarihî rivâyetlerini bilen bir M o ğ o l , iki Çi n âl i mi , K a ş m i r ’li bir Budist râhibi, birkaç İran âlimi olup, bunlardan başka, bir Fransız rahibi de bulunmuş olsa gerektir. Reşîd-iid-d in, tarihî rivâyetlcri, anlatanlardan işittiği gibi, hiçbir değişiklik yapmaksızın yazmağa çalışmıştır. Bu îıibarla, onun eseri, şimdiki mânada tamamiyle ilmî bir tarih eseri değildir. Lâkin o, çerçevesinin genişliği bakımından, cihan edebiyatında tamamiyle müstesnâ bir mevki tutmaktadır. Bu şekilde, eski dünyadaki bütün medenî milletlerin âlimlerinin toplanarak, umumî tarihe dâir rivâyetleri b ir kitap hâlinde toplamağa çalışmaları, o zamana kadar da, ondan sonra da hiç görülmemiştir. Avrupa âlimleri, daha X IX . asırda bile, Umûmî Tarih diye ancak Garbî Avrupa tarihini anlamak istiyorlardı. Reşîdi i d - d i n ’in yardımcılarından bir müslüman muharririn anlattığına göre, İran’da daha XIV. asrın başından îtibâren Arapl ar’m ve Farsla r’ın tarihine “ umûm dünya târihi denizine dökülen nehirlerin biri,, nazarıyla bakılıyordu 63. İ r a n ’ın, ilim, edebiyat ve san’at sahalarında başka memleketlere te’siri, yalnız kendi siyasî hudutları içinde kalmadı. İdil MOĞOL FÜTÛHÂTI 65 (Volga) ve A m u d e r y a (Ceyhun) sahilleri arasında evvelce de sıkı münasebetler mevcuttu ki, İdil Bulgarları'nın İslâm dinini kabûl etmeleri de bununla îzâh edilmektedir. Lâkin, bu iki nehrin sahilleri, ancak Moğollar zamanında ( C e n g i z ’in büyük oğlu C u c i’nin idaresi altında) bir devlet hudutları içerisine girdi. Bu vaziyet, eski î d i l B u l g a r l a r ı ’nın payitahtı olan Büyük Bulgar şehriyle Moğollar tarafından yeniden binâ edilmiş olan S a ra y 'ın hayatına te’sirsiz kalmamıştır. Orada da, Fars şiirinin te’siri altında, Türk dilinde o yolda şiirler meydana geldiği, son zamanlarda anlaşılmıştırS4. ' T ü r k i s t a n ’da, Türk halkları arasında İslâm dini X. asırdan itibaren yayılmaya başladı. X I. asırda Kâşgâr Hanı için, Türk dilindeki ilk müslüman eseri Kutadgu Bilig yazıldı. Bu kitapta, me’- murlar ve pâdişâhların vazifeleri hakkında ahlâkî hikâyeler anlatılmaktadır. Eskizaman’da ve Ortazaman’da, ekseriya babanın oğullarına nasihati şeklinde, bu gibi eserler, her millette mevcût idi. XI. asır Fars edebiyatı mahsûllerinden Kabûsnâme bu neviden olup, H aza r Denizi sâhilindeki emirlerden biri tarafından oğluna nasihat tarzında yazılmış ve sonra büyük bir şöhret kazanarak Türk diline de tercüme edilmiştir65. İran’da ve edebiyatın az çok müstakil bir şekilde terakki ettiği her yerde, bu türlü nasihat ve ahlâk kitabları, bugünün okuyucuları için de ehemmiyetini kaybetmemiştir. O eserlerde, verilen nasihatlerden sonra, hayattan alınmış misâller ve târihî vak’alar zikredilmektedir. Lâkin biz Kutadgu Bilig'At bu nevi şeyleri görmüyoruz. Orada, yalnız, tatsız mecazlar (meselâ şâirimiz A d â l e t ’i emir, D e v l e t ’i vezir olarak temsili sûrette gösteriyor) ve hayattan çok uzak birtakım kuru nasiha|jer g#rürüz. Türkler’de İslâm’dan önce deyazı olmasına rağmen^Islâıpı’m ve Fars edebiyatının te’siri o kadar kuvvetli oldu ki, İslâmiyet’i kabûl etmiş olan Türkler İslâmiyet’ten önceki mâzîletjjıi t^ıâm iyle unuttular66. işte Kutadgu Bilig, bütün bu gibi kusurlarına rağmen, halk arasında epey rağbet kazandı. Bunun birkaç beyti, Ural nehri mansabındaki S a r a y c ı k ’da bulunmuş olan XI'S4 asra ait bir toprak vazo'- nun üzerine de yazılmıştır. Lâkin, cmfi taklit edenler olmamış olsa gerektir. X II. asırdan başlayarak, İslâfl|’propagancU'cı'^rı, Türkler arasında İ sl âm d inini kuvvetlendirmek için, Türk cnimde birİslâm Medeniyeti — V. 66 MOĞOL FÜTÛHÂTI takım manzûm ve mensûr dinî eserler yazmaya başladılar. Bu nevi eserlerden H o c a A h m e d Y e s e v î ’nin nazımlan, hattâ bugüne kadar, halk şâirleri için bir örnek vazifesi gösmektedir67. Okumuş sınıf, uzun zamanlar, Hanlar sarayında da himâye görmüş olan, Fars edebiyatıyla iktifa etti. İslâm ile temas ettikleri zaman, Türkistan fâtihi olan Karahanlılar’a nazaran medeniyetçe daha aşağı olııı İran ve Küçük Asya fâtihi S e l ç ûk T ü r k l e r ’i, Arap ve Fars medeniyeti te’sirine daha kolay kapıldılar. Bunların gâlibâ edebî,bir a n ’ aneleri ve y azı l ar ı yoktu68. Moğollar'ın galebesi, göçebe kavimlerin, kendi an’aneleri, yaşayışları ve dilleriyle gururlanmalarına sebep oldu. Moğol dilinin Türkçe’den olan farkına ve M o ğ o l l a r ’ın m edeniyetçe T ü r k l e r ’den daha aşağı olmasına rağmen, göçebe hayatın esasları her yerde birbirinin aynı idi. Bundan başka, garba gelen göçebe Moğol halkı, sayı bakımından da, T ü r k l e r ’den epey azdı. Bunun için külliyetli göçebe halkın yaşadığı bâzı memleketlerde, meselâ Türkist an ve Altınor du’da, M o ğ o l l a r kendi dillerini unutarak umûmiyetle Türk dilini kabûl ettiler69. İ ra n’daki Moğollar ise, kendi dillerini biraz müddet daha saklayabildiler. Orada, Moğollar’ın İslâm dinini kabûllerinden sonra, Moğol dilinde edebiyat yaratılmaya çalışıldı: Hind hikâyeleri mecmuası olan Kelile ve Dinine, Farsça’dan Moğolca’ya tercüme edildi. Bu edebiyatın Moğollar’ın bundan sonraki hayatına ve edebî diline te’sir edip etmediği, henüz halledilememiştir70. Bugün Moğollar ve Kalmuklar arasında mâruf bir destân kahramanı olan Boğatır Cangar (Farsça: Cihangir) ile alâkalı bâzı hikâyelerin İran’dan çıkmış olduğunu zannedenler vardır. A f g a n i s t a n ’daki Moğol fatihleri, şimdiye kadar, dillerini muhâfaza etmişlerdir; lâkin edebiyatları, hattâ halk edebiyatları bile, yoktur. Moğol hükümdarlarının İ r a n ’da kendi halklarını yükseltmek yolundaki faaliyetleri, umûmiyetle Moğollar’ın değil, belki Türk ler’- in millî duygu'larına faydalı oldu. R e ş î d - ü d - d i n ’in büyük eserinde Cengiz Han ve onun selefleri ile başka Türk ve Moğol kabilelerine tahsis edilen kısımda göçebe hayatı hakkındaki açık tavsiflerden, .Moğollar değil, asıl Türkler istifade ettiler. Reşîd-üd-din 'Tarihi nin hu kısmı, birkaç defa Türkçe’ye çevrildi. Bu nevi tercümelerin biri de Rusya da Boris Godunof için yapıldı. Reşîd-üd-din MOĞOL FÜTÛHÂTI 67 te’siriyle, Türkler, kendilerinin, yâni O ğ u z T ü r k l e r i ’nin efsânevî dedeleri olan Oğuz Han hakkındaki rivayetleri edebî bir şekle soktular: Eserini X V . asırda yazan Küçük Asya Türk târihçilerinden biri, kendinin Oğuz Han’a dâir olan hikâyesine, Reşîd-üd-din Tarihi'nde Cengiz H an ’a nisbet edilen hikmetli sözleri nakletmiş, fakat Cengiz Han ismi yerine, hiç çekinmeksizin, Oğuz Han ismini koymuştur71. Millî rivâyetleri edebî şekilde işlemekte, elbette Fars edebiyatının da büyük te’siri olmuştur ki, bunu Oğuznâme sözü de bize göstermektedir. Nâme, Farsça’da yazı ve kitap mânasına gelmektedir. Oğuznâme, Oğuzlar hakkındaki ayrı menkıbelerin ismi olup, ozan'lar, yâni Oğuzlar’ın halk türkücüleri tarafından söyleniyordu 72. A r a p l a r ve Farslar tarafından başlanmış olan medenî faaliyeti, T ü r k l e r ’in, tâze kuvvetleriyle devam ettirdiklerini ve Müslüman medeniyetine yeni bir hayat verdiklerini düşünmek elbette mümkündür. Türkler, hakîkaten — her nekadar başkalarının örneğine göre olsa da— T ü r k i s t a n ’da ve K ü ç ü k A s y a ’da kendileri için bir yeni edebî dil meydana getirdiler. K ü ç ü k A s y a ’da daha Emevîler zamanında şehit olmuş olan Arap kahramanı Seyyid Battal hakkındaki rivayeti alarak, onu, bir Türk muhâribi şekline soktular73. X V . asırda Türkler’in A ta 'sı ve Ozan' 1 meşhûr K o r kut hakkında yazılan kitapta da, başkalarından alınmış olan mevzûlar, yine aynı şekilde t ü r kl e ş t i r i l mi ş t i r 74. XITT asırda, Fars edebiyatının büyük şâirlerinden Mevlevî tarîkatinin müessisi ve bâzı âlimlerin fikrince “ îslâm sofilerinin en büyüklerinden biri,, olan Celâleddiıı Rûmî'nin ismi ve eseri de Küçük Asya ile bağlıdır. Daha başlangıçtan îtibarcn, bu tarîkat mensûpları Farsça ile birlikte Türkçe de yazmaya başladılar. Dervi şl i k ve tasavvııfî şiir, Türk yurdu olan K ü ç ü k A s y a ’da, kendine, İ r a n ’dakine nazaran daha müsâit bir muhît buldu ve orada daha başka ve müstakil bir tekâmül mecrâsı tâkip etti75. Yine XIII. asırda, Türk dili, Küçük A s y a ’da devletin resmî dili olarak kabûl edildi76. Bu sûretle, pek çok Arap ve Fars sözleriyle karışık, lâkin sâf Türk sarfî şeklini muhâfaza eden, sun’î fakat güzel bir edebî dil meydana getirildi. Bu dil, konuşma dilinden tamamen ayrı olup halkça anlaşılmıyordu77. İran edebiyatının te’sirinden başka, İran mimarisi'nin te’siri de kendini gösterdi : K o n y a ve Bursa’da Iran mîmârî üslûbu te’siri 68 MOĞOL FÜTÛHÂTI ile yapılmış, lâkin ona körü körüne bağlı olmayan binâlar vücude getirildi. K o n y a ’daki binâlarda, İran te’siri ile birlikte İslâm’dan önceki mahallî an’anelerin de izleri görülmektedir78. Küçük Asya, X I. - X II. asırlar esnâsında İ ran’da hükümet sürmüş olan B ü y ü k S e l ç ü k H â n e d a n ı ’nm, bir şûbesi elinde idi. X III. asrın ikinci yarısında, Küçük Asya Selçûk ileri İran’da hükümet süren Moğol Hanları’na (İlhan iler’e) baş eğdiler. X. asrın sonunda Sâmânîler yıkıldıktan sonra, T ü r k i s t a n ’ın İ r a n ile münâsebeti birkaç asır kesilmişti. X III. asrın başlarında Hârezm Sultanı Mohammed, yukarda görüldüğü üzre, Türkistan ile İra n ’ı biridâre altında toplamaya muvaffak olmuştu. Lâkin, onun devleti pek kısa ömürlü olup, medeniyetin ilerlemesinde müessir olmamıştır79. Cengiz H a n ’ın halefleri zamanında Türkistan ’da ayrı bir Moğol devleti teşekkül etti ve Türkistan Hanları ile İran Hanları arasında münâsebet düşmanca bir şekil aldı. Böyle olmasına rağmen, bu devirde T ü r k i s t a n ’da, İran edebiyatı te’siriyle Türk edebiyatı doğmuştur. Türk dili daha X III. asırda, İslâm dünyasının üçüncü kültür dili sayılıyordu. Eserini X IV . asrın başında yazmaya başlayan Cemâl-i-Karşî, muâsırı Şeyh Hüsâm e d d î n - i -  s ı m î ’nin “ her üç dilde,, yazılmış epey eserleri olup, Arapça şiirlerinin fesahat ile, F a rsça ’larının melâhat ile, Türkçe’lerinin ise sihhat ile mümtâz olduğunu söylüyor. Şu sûretle, bu devirde de, M e’mûn devrinde olduğu gibi, Arap edebiyatının üstünlüğü fa sih lik’te, Fars edebiyatınınki mânevî derinlik’te görülmektedir. Yeni yeni doğan Türk edebiyatı ise, her iki bakımdan Arap ve Fars edebiyatlarına tâbi olup, bilhassa kendinin sâdeliği ve samim îliği ile gönülleri çekmekte id i80. X IV . asrın sonu ve X V . asır, Türkistan için, hiç görülmemiş parlak bir devir olmuştur. T i m u r ve sül âl esi ’nin idâresi altında İ ran ile T ü r k i s t a n yeniden birleşti. T im u r ’ un ordusu, daha uzaklara, garpta Bursa ve İ z m i r ’e, şark-ı-cenûbîde D ehli' ye, şimâlde İ r ti f e kadar gitti. Timur, aldığı yerlerde göstermiş olduğu şiddet ve kan dökme bakımından, C e n g iz ’den hiç de geri kalmamıştır. Lâkin Timur, imâr işlerinde de, tahrîbâtında olduğu gibi büyük bir faaliyetle çalıştı. Büyük şehirlerde onbinlerce insanın başı kesildi, insan başından kuleler yapıldı ve binlerce insan, sert MOĞOL FÜTÛHÂTI 69 cezalarla cezalandırıldı. Fakat, yine o zamanlarda fevkalâde büyük sulama kanalları yapılmış, büyük binâlar inşâ edilmiştir. Timur, bilhassa kendi payitahtı olan Semerkand’i imâra büyük bir ehemmiyet vermiş, oraya kendinin tahrip ettiği memleketlerden birtakım âlimleri, san’atkârları — bâzan zorla— getirmiştir.. Timur, Semer kan d etrafında inşa ettirdiği köylere : Dımaşk, M ısır, Şîraz, Sultân iye gibi büyük şehirlerin isimlerini vermiş, bu sûretle, kendi pâyitahtınm başka şehirlerden üstün olduğunu göstermek istemiştir. Binâlar, İran üslûbunda yapılmıştır; lâkin, büyüklük bakımından, bunlar örneklerini geçmişlerdir. Bu husûsta da Timur, kendisi yol gösteriyor, hattâ bâzan san’ata dâir — tekniki âciz bırakacak— yeni fikirleriyle mimarları hayrete düşürüyordu. Timur devrinden kalmış binâların ekserisi bugün harap bir hâlde bulunmaktadır. Bunların birkısmı, daha X V I. asırdanberi, tâmire muhtaçtılar. Bunlardan en büyüğü olan ve Bibi Hanım Mescidi ismi verilen Semerkand Câmii, daha Timur sağken, tehlikeli bir vazıyete gelmişti. Cuma namazı kılınırken, yukardan düşen kerpiç parçaları, cemâati korkutuyordu81. Timur çocukları zamânında ise yıkıcılığa nisbetle yapıcılık büyük bir kuvvetle ilerledi. Harb yolundaki teşebbüsler, eski kuvvetini kaybetti. Hattâ, devletin hudutları da yavaş yavaş daraldı. Büyük şehirlerde, bilhassa S e mer kand ve H e r a t ’ta tâmir işleri canlı bir şekilde devam etti. Artık âlimler, şâirler ve san’atkârlar, hükümdarların sarayına kendi arzûlarıyla gelmeye başlamışlardı. Timur'un torunu U l u ğ Bey’in Semerkand'de kırk yıllık idâresi (1409 - 1449) pek çok yâdigârlar bırakmıştır. Duvarına “ ilim tahsil etmek, erkek ve kadın her müslümana farzdır,, hadîsi yazılı olan B u h a r â ’daki medrese ile, S e m e r k a n d ’deki medrese, bu cümledendir. Burada, dinî ilimler'- den başka, Kadızâde Rûmî tarafından hey'et de öğretiliyordu. Uluğ Bey tarafından yaptırılmış olan rasadhâne, uzun ömürlü olmamakla beraber, büyük işler görmüştür. Burada, İ r a n ’dan getirilmiş âlimler ve şâkirdleri yıldızların hareketlerini tetkik ediyorlardı. Uluğ Bey de bunlar arasındaydı. H e y ' e t c e d v e l i v e y ı l d ı z l a r ı n fihristi de onun adına tanzim edilmiştir. Bu eser, Ortazaman’daki hey’etın en son sözü ve ilmin teleskop îcat edilinciye kadar erişmiş olduğu en son derecesidir. Taht sahibi bir âlim olması bakımından, U luğ Bey, Müslüman dünyası tarihinde tamamiyle müstesnâ bir 7° MOĞOL FÜTÜHÂTI mevki işgal etmektedir. Muasırları, onu yalnız Ar i s t o ’nun taçlı talebesi Makedonya’lı İskender’e benzetebilmışlerdir. U l u ğ Bey, dinî ve millî farktan başka, umûm insaniyetin terakkisi fikri ile de meşbûdu. O, Hey'et Cedvelleri'nin başında, esasen yanlış olmakla beraber^çok dikkate değer bir fikir ileri sürmüştür. Ona göre “ müsbet ilimler'in verdiği neticeler, dâima kıymetini saklamakta olup, dinlerin, milliyetlerin ve dillerin değişmesi buna te’sir etmemektedir,,. Hakıykatte ise, Yunan ve Roma âlimlerinin eserleri, bugün tarihî bir ehemmiyete mâlik olduğu hâlde, Yunan ve Roma edibleriııin eserleri, başka zamanlarda, başka milletlerin dillerine tercüme edildiği hâlde bile, yine tazeliklerini ve güzelliklerini muhâfaza etmektedirler. Ul uğ Bey’in bu fikri, Yunan’ın ilim ve felsefesini alan, lâkin onun edebiyatı’ndan habersiz olan Müslüman medeniyeti için pek tabiîdir. U l u ğ B e y ’in sarayındaki talebelerinden biri de A li K u ş ç u ’dur ki, bunu Uluğ Bey “ oğlum,, diye tesmiye ediyordu. Daha X V I. asırda rasadhâne harâbe hâlinde bulunuyordu. X X . asırda ise, ancak bakıyyeleri kazılar neticesinde bulunabildi. A li Kuşçu. Türkistan’dan İ r a n ’a, oradan da Türkiye’ye gitmiş ve orada bir havlı talebe de yetiştirmiştir 82. H e r a t ’ın en parlak devri, Sultan Hüseyin’in hükümdarlığı zamanıdır (1469-1506). Orta Asya ahâlîsi, yer yüzünde Herat ’la mukayese edilebilecek bir şehir olmadığını zannediyorlardı. Bu telâkkî, Herat’ın büyüklüğüne nazaran değil, belki oradaki medenî hayatın seviyesine bakarak hâsıl olmuştur. Çünki Herat, Semerkand’den daha küçük bir şehirdi. Sultan Hüseyin zamanı öyle bir acâyip zamandı ki, herkes yaptığı işi, en mükemmel bir şekilde yapmaya çalışırdı. İlim ve san’atin hâmîsi Emîr Ali Şîr Nevâî idi. İran’ın büyük şâirlerinden C â m î ’nin ve şimdi İran’da en çok şöhret bulmuş olan Umumî Tarih sahibi M î r l ı o n d ’un isimleri, S u l t a n H ü s e y i n ’in ve N e v â î ’nin isimleriyle sıkı sıkıya bağlıdır 83. U l u ğ Bey’in hâkimiyeti altında şimdiki Buhârâ Hanlığı, Kâşgar ülkesi, Semerkand, Fergana eyâleti ve Sırderyâ eyâletinin en mühim kısmı bulunuyordu. Sultan H ü s e y i n ’ in idâresinde ise Horasan, Af g a ni s t a n, H â r e z m ’in birkısmı vardı. Lâkin, İran medeniyetinin te’siri, yalnız bu devletlerin hudutları içinde kalmadı. T i m u r ve T i m u r î l e r ’in îmar faaliyetlerini, şark- MOĞOL FÜTÛHÂTI 7' t a k i k o m ş u la r ı d a taklit ettiler. 1360 yılı başında vefat etmiş olan T u ğ l u k T i m u r ’ un yaptırmış olduğu r i v a y e t edilen K u l ç a ’- nın şimâl-i-garbîsindeki cami, belki X I V . asra aittir. X V . asrın başında Y e d i - S u ’nun (Semireçe) cenup kısmında K â ş g a r ’a giden büyük yolların biri üzerinde de meşhur T a ş Rabat Kervansarayı binâ olunmuştur. Y e d i - S u ’daki Tokmak şehri yanında bulunan Buran ismiyle meşhur minare'nin ise ne zam an yapıldığı mâlûm değildir. Bu binâya dâir ne yazılı bir kayıt, ne de üzerinde kitâbe vardır. Timur ve hanedanının ana dili Türkçe idi. Yaptıkları işlere bakılırsa, onlarda Türk milliyetçiliği hissi olmamış olsa gerektir. Lâkin, miHetdaşları bunların şevketinden, Türk dilini ve edebiyatını yükseltmek için istifade ettiler. T ürk şiiri taklidi mahiyetten kurtulamamıştı. Fakat, T ü r k şâirleri kendi eserlerini, Farsça . örneklerinden aşağı göm üyorlardı. T ürk şiiri, Türk padişahlarının kuvvet ve şevketlerine lâyık görülüyordu. Şâir Sekkâkî, U lu ğ Bey’e şöyle hitap etmektedir : “ Benim gibi bir T ü rk şâiri ve senin gibi bir pâdişâh doğurmak için, felek daha çok devredecek!,,. A li Ş îr Nevâî, kendinden evvel gelmiş şâirlerin hepsini gölgede bıraktı. O, Farsça da yazıyordu; lâkin, asıl Türk şâiri olarak şöhret kazandı; eserleri, Tobol şehrinden İstanbul’a kadar olan sâhalarda, bütün Türkler için klâsik edebiyat mahiyetini aldı. Nevâî, Türk vatanseveri idi. O , T ü r k d i l i ’nin F a r s ç a ’dan aşağı olmadığını ispat etmeye çalıştı. Bu maksatla, İran edebiyatındaki mevzûları alarak Türkçe mesneviler yazdı. Bu suretle, Türk edebiyatını, onun klâsik şiiri de taklit ve iktibas'dan kurtaramadı. Lâkin, böyle olmakla beraber, onun eserleri, İran edebiyatından alınmış bir mahsûl olarak kalmamıştır. Onun dili, sun'î olmasına rağmen, kendinden öncekilerin diline göre çok sâde, çok açıktır. Eserlerinde, Timur devri edebiyatına hâs olan c a n l ı bir y a r a t ı c ı l ı k tebarüz etmektedir. Şâirin söylediğine göre, hareketsizlik ölümle b ir d ir 84. Bu söylenenler, B â b ü r ’ün eserlerine de fazlasiyle tekabül etmektedir. 1482’de doğarak 1530'da ölen Mirza Bâbür, Özbekler 'in tazyikiyle T ü r k i s t a n ’ı bırakıp gitmeye ve Hindistan da yeni bir devlet kurmaya mecbur olmuştur. B â b ü r ’ün, manzum eserlerinden başka, kendi hâl tercümesine ait Bâbürnâme si daha V.VI. asırdan başlayarak, pek lıaklı olarak Türk nesrinin k l â s i k bir 72 MOĞOL FUTÛHÂTI eseri gibi tanınmıştır. Bâbür, Islâm kültürüne ve Iran edebiyatına pek iyi vâkıf olduğu halde, sâde ve a ç ı k T ü r k ç e i l e yazmıştır. Onun bu üslûbunun okuyucuları tarafından takdir edilebilmesi, pek doğru ve sağlam bir edebî zevk 1 m mevcut olduğunu göstermektedir85. Eğer bu devirde, Iran edebiyatı bilginlerinden D e v l e t ş â h ’ın, Rûd a kî ’nin sâde üslûbunu fena gözle gördüğü ve daha sonra, O sm anlı ediblerimı* kendi dedelerinin yazdığı sâde dili “ kaba Türkçe,, diye tahkir ettikleri düşünülürse, bunu» ehemmiyeti bir kat daha tebârüz eder. Timur, müelliflerden, okumuş insanların seveceği ve aynı zamanda münev'ver olmıyanların da anlayacağı şekilde yazmalarını istiyordu. Bu dilek, yalnız T i m u r ’un değil, belki Timurîler devrinde büyük bir kitlenin dileği olsa gerektir86. O zamanlar, henüz nazarlar geriye doğru değil, ileriye doğru teveccüh etmiş bulunuyordu. Babalara körükörüne inanma yerine, Bâbür, şu açık esası koymaktadır: “ Eğer baban iy i kanun koymuşsa onu sakla', eğer bu kanun fena ise, iyisini yap!,,. A ltinci B ölüm XV. ASIRDAN SONRA MÜSLÜMAN DÜNYASI J \/[ü slü m a n silâhının parlak muvaffakiyetler kazandığı bir devir, X V . ve X V I. asırlardır: Bizans’ı yıkan, V i y a n a ’yı tehdit eden Os ma n l ı î m p a r a t o r l u ğ u ’ndan başka, iki büyük Müslüman devletinin de temeli bu asırda atıldı. Bunlardan biri Safevîler, İkincisi de Hindistan’daki Büyük Moğollar, yâni Bâbür sülâlesi devletidir. Bununla beraber, Müslüman dünyasının felâketi de yine bu devirde başlar: Çünki Yakın A s y a ’nın hemen bin y ıl kadar süren medenî üstünlüğü, bu devirde sona ermiş ve bu üstünlük artık Garbî Avrupalılar’a geçmiştir. Yukarda zikredilen vak’alar göstermektedir ki, bunu, bin yıllık medeniyetin ihtiyarlamasıyla îzah etmek aslâ mümkün değildir. Araplarile îranlılar ellerinden geleni tamamiyle yaptılar. Türkler’in hiçbir şey yaratmadıklarını düşünmek ise, aslâ doğru değildir. Vaktiyle Yunan ve Roma muharrirleri: “ Dünya ihtiyarladı, arzın inbat kuvveti bitti, çeşmeler kurudu, halk çoğalmıyor, ne asker, ne denizci, ne de çiftçi yetişiyor!,, diye şikâyet etmişlerdi. Lâkin X V . asırdaki Müslüman edebiyatında bu türlü şikâyetler görmüyoruz 87. Esasen, buna bir sebep de yoktu. Müslüman dünyası, kendinin medeniyete olan istidadını henüz kaybetmemişti. Bununla beraber, Hıristiyan dünyasıyla rekabet edemedi. Avrupa’da bu zaman şehir hayatı, ticaret ve san'at pek çabuk ilerledi. Devletler ve sınıflar arasındaki mücadeleler de, Y a k ı n A s y a ’da olduğu gibi, Barbarlar’m hücûmıyla mû’dilleşip karışık bir şekil almadı. Avrupa’ya, daha sonradan bütün dünya üstündeki hâkimiyetini te’min eden tekni k’ in zaferi de X V . asırda olmuştu88. 74 XV. ASIRDAN SONRA Barut, Uzak Şark’ta olduğu gibi ihtimal Yakın Şark’ta da çoktanberi biliniyordu; belki ondan harb için de istifade edilmiştir. Fakatateşli silâhlar, yalnız A v r u p a ’da icadedildi. Avrupalılar’m bu m ühim icadı, kısa bir zam an sonra, müslüman devletlerine de m âlûm oldu; hattâ Türkler, İstanbul muhasarasında bundan geniş mikyasta istifade ettiler. X V I. asırda Osmanlılar harb teknik?nde Avrupalılar’dan hiç geri kalmıyorlardı. Lâkin, uzaktaki müslüman devletlerine Avrupa’daki bu icadlar, pek yavaş girmiştir. Müslüman dünyasının en şimâldeki ülkesi olan Sibirya, ateşli silâhlan, X V I. asrın ikinci yarısında bile bilmiyordu ki, bu hâl, R u s l a r ’ın galebesine büyük nisbette yardım etmiştir. Avrupa’da gemi inşâsı da bilhassa büyük bir ehemmiyeti haizdi. Ümid Burnu keşfedildikten sonra, Avrupa gemileri, artık Hind D e n iz i’nde yol aldılar. Müslümanlar, bunlara karşı duramıyarak, Hindistan ve Çin deniz ticareti'ni elden bırakm aya m ecbur o ld u la r 89. Müslüman dünyası buna birdenbire râzı olmak istemedi. X V I . asrın ilk yansında, T ü r k i y e ’de, Avrupalılar’ın denizdeki üstünlüklerinin nekadar tehlikeli olduğunu pek iyi anlıyorlardı. Evvelce, A vrupalılar nasıl A ra p la r’ı taklit ettilerse, şimdi Türkler de Avrupalılar’ınki gibi donanma yapmaya lüzum gördüler. Şurası çok dikkate şâyândır ki, T ü r k iy e ’de donanma kumandanına, Avrupalılar’dan alınan kaptan (K ap ta n Paşa) ismi v e rild i90. H âlbuki Avrupalılar, donanma kumandanları için, Arapça Emîr-ül-mâ'd&n aldıkları Amiral kelimesini kullanmıştılar. Türk Sultanı ancak b ir kere 1538’de Hindistan sahiline bir donanma göndermeye muvaffak olmuşsa da, bu teşebbüs neticesiz kalmış ve bir daha tekrarlaıımamışt ı r 91. A v r u p a ’da gemiciliğin terakkisi ve A m e r i k a ’nın keşfi neticesinde, birincilik, karayolları’ndan deniz yolları'na geçti. Semerkand, H e r a t gibi şehirleri yükselten kervan ticareti büsbütün durmadı; lâkin eski ehemmiyetini kaybetti 92. Yine X V I. asırda, Avrupa tekniki medeniyete matbaacılık gibi bir vasıta verdi. Basma san’atı Ç i n ’de çoktanberi malûmdu; Avrupalılar bunu oradan öğrenmiş olsalar gerektir. Bu san’at, Ç i n ’den diğer Uzak Şark memleketlerine geçti. Uzak Şark halklarından biri olan Koreliler müteharrik madenî h^ fle r icadetmekte Çinliler’e de, A vru p alılar’a da tekaddüm etmişlerdir. Bu kitap basma san’ati XV. ASIRDAN SONRA 75 Ç in ’de mâlûm olduğu gibi, İ r a n ’da dahi mâlûmdu. Reşîd-üdD in ’in Tarihi1inde buna dâir mufassal mâlûmat vardır. Böyle olmakla beraber, Uzak Şark dünyası, bu icattan Avrupalılar gibi müstefit olamamıştır. Müslümanlar ise, o zamanlar, bundan hiç istifade edemediler. A v r u p a ’da X V . asırda, okuma yazma bilenlerin sayıca nisbeten az olmasına rağmen, yalnız edebî mahiyette eserler değil, pek çok ilmî eserler de basılmıştır. X V I. asırda Avrupa’ da ilmî maksatlarla Şark dillerinde yazılmış eserleri de basmaya başladılar. Müslüman dünyasında ise, matbaacılık ancak X V III. asırda, T ü r k i y e ’den başlayarak, yayıldı. Müslümanlar ateşli silâhları Avrupalılar’dan hiç tereddüt etmeden almışlardı. Lâkin, kâfirlerin diğer bir icadı olan matbaacılığı kabûl etmek için, din âlimlerinin fetvâsını almak lâzım geldi. Çünki basma kitaplardan istifâde etmek, din ile alâkalı olan medrese âleminde büyük değişiklik doğurabilirdi 93. Ç in ile G a r b î A v r u p a ’nın mukayesesi bize, teknik'in yalnız tek başına içtimâî hayatın terakkisine sebep olamadığını göstermektedir. Demek ki barut bilindiği hâlde kuvvetli bir askerliğin doğmaması, pusla bilindiği hâlde denizciliğin terakki etmemesi, matbaacılık mâlûm olduğu hâlde efkâr-i- u m û m i y e ’nin teşekkül etmemesi mümkündür. Eğer A v r u p a ’da, Rönes a ns devriyle münâsebetdâr olan ve Müslüman medeniyetini ikinci dereceye düşüren İktisadî ve medenî yükseliş olmasaydı, matbaacılık böyle büyük neticeler vermiş olmazdı. Müslümanlar, yavaş yavaş, hattâ Şark dil ve edebiyatlarını ve Şark târihini öğrenmekte de, üstünlüğü Avrupahlar’a bırakmaya mecbûr oldular. Yine X V II. asırda, Avrupa hey’etşinasları, Müslümanlar’ı Ç i n ’den sıkıştılıp çıkardıkları zaman, Avrupa kütüphânelerinde Şark elyazmaları o kadar çoğalmıştı ki, Fransız âlimlerinden D’Herbelot Şark’ta bulunmadığı hâlde, Müslüman dünyasına ait bir Ansiklopedi yazmaya muvaffak oldu 91. Müslüman dünyasının X V . asırdan sonra tamâmiyle inhitâta uğradığını ve medeniyete yeni birşey vermediğini düşünmemelidir. Türkiye, X V I. - X V II. asırlarda yalnız kendinin askerî kuvvetiyle şöhret kazanmakla kalmadı; İstanbul, Islâm dünyası için, büyük medenî m erk ez’lerden biri oldu. O, kütüphânelerinde sakladığı Farsça elyazmaları'nm çokluğu bakımından, Avrupa şehirlerinden yalnız 76 XV. ASIRDAN SONRA L o n d r a ve L e n i n g r a d ’tan sonra geliyor. Medeniyete yapılan hizmet, yalnız mâzîden kalmış yâdigârları tanıtmakla kalmadı; yeni bir temel üzerinde Iran’ınkinden ayrı bir mimarî üslûbu da meydana getirildi. Büyük Türk mîmarı Sinan’ın (aslen Rum’dur) yaptığı eserler, san’at bakımından, Avrupa’daki Rönesans devri mîmârî eserlerinden hiç de aşağı değildir. Sinan, kendinin en büyük eseri olarak, Edi r ne’ deki Selimiye Câmii'ni saymaktadır95. X V II. asırda Kâtip Çelebi yahut Hacı Kalfa adıyla mârûf olan meşhur Türk âlimi yaşamıştır. Onun eserlerinden biri, bibliyografik büyük bir te’liftir ki, edebiyat ve ilmin her şûbesini içine almaktadır. Onun diğer bir eseri de, C o ğ r a f y a ’ya dâir olup, bu eser, Avrupa’nın coğrafyaya ait mâlûmâtıyla müslümanlarınkini bir araya getirmek hususunda ilk tecrübedir. Avrupa Coğrafya edebiyatında, o zaman, bu türlü bir tecrübe henüz yapılmamıştı96. Yine X V II. asırda Evliyâ Çelebi büyük bir seyâhat yaparak meşhur eserini yazdı. Bu eser, bâzı uydurmalarına rağmen, içindeki mâlûmâtın bol l uğu ve genişliği bakımından, Araplar’m en büyük coğrafyacılarını çok geride bırakmaktadır97. İran’da X V II. asrın başlarında Büyük Şâh Abbâs hükümet sürmüştür (1587- 1628). Bu uzun devir Iran için gayet parlak bir devir olup, pâyitaht olan Isfahan şehrinde ve bâzı başka şehirlerde, yâdigâr olarak, pek büyük mîmârî eserleri kalmıştır. Şâh Abbâs zamanındaki bir Italyan seyyahı, bu Şâh tarafından binâ edilen Meydan-ıŞâh ile, “ Çâr-Bâğ,, bahçesini, o zamanki hıristiyan şehirlerinin en büyük cadde ve meydanlarıyla mukayese etmektedir98. Hattâ, en sonraki Kaçar Hânedanı da, hükümet nüfûzunu kuvvetlendirmekle kalmayarak, ayrıca şehir hayatının ilerlemesine de çalıştı. Yeni pâyitaht olan T a h r a n ’ dan başka, X V III. asırda tamâmiyle harap olmuş olan Tebriz, yeniden büyük bir şehir hâline getirildi. X V II. asırda, H i n d i s t a n ’daki B ü y ü k Moğol devleti henüz kuvvetli bir imparatorluktu. Burada, Iran mîmârîsi Hind te’siriyle yeni bir şekil aldı. Büyük Moğollar’m mîmârî eserleri, bu devrin Avrupa eserleri gözönüne alındığı hâlde de, yine en büyük eserler sayılmaktadır. Bunların serveti, o zaman A v r u p a ’nın en zengin devleti olan F r a n sa ’nınkinden hayli fazlaydı99. X V I. asrın başında barbar Ö z be kİ er tarafından istilâ edilen T ü r k i s t a n ’da bile, barbarlık, medeniyetin tamâmiyle üstüne çıka XV. ASIRDAN SONRA 77 madı. S e me r k a n d ’de X V II. asırda da T i m u r ve T i mur î l e r devrinin an’anesi devam etti: Bunu Şîrdâr ve Tilla Kâri’ medreseleri pek açık göstermektedir. B uhâ r â’da bu sıralarda pek zengin kütüphâneler mevcût olup, tarihçiler M eşşâî (peripatetik) ve Revâkî (stoik) felsefelerine ait eserler zikretmektedirler. H â rezm ’de, Özbek hâkimiyeti ile, ticarete ve şehir h ay â t ı n a darbe vuruldu. Lâkin, ziraat işleri, yeni büyük kanallar açılması neticesinde, bir dereceye kadar inkişâf etti. Fergana’da X IX . asırda Hokand Hanları zamanında pek büyük sulama işleri yapıldı; pek çok yeni şehir inşâ edildi. Mîmâri, Büyük Moğol devletinde Hind te’sirine dûçar olduğu gibi, T ü r k i s t a n ’ın Çinliler tarafından zabtedilen kısmında da müslüman mîmârîsi, Ç in te’siri altında kalarak karışık bir üslûp teşekkül etti ve bu üslûbda bâzı câmiler de inşâ olundu 10°. Bunların hepsi, Müslüman dünyasının, X IX . asırda Avrupa te’siriyle uyanmaya başlayıncaya kadar “ derin uykuda,, olduğu hakkındaki fikrin, lüzûmundan fazla mübâlâgalı olduğunu iyice göstermektedir. Hakıykaten, bir zamanlar Müslüman medeniyetini doğurmuş olan müsâit şartlar, artık yoktu. Bu zamanki müslüman devletleri, en ön sırada harb işlerini gözönünde bulundurmaya ve ahâlînin askerî bakımdan istinadgâh olabilecek unsurlarını yükseltmeye, hattâ medenî bakımdan zararlı olsa bile, mecbûr olmuşlardır. Başlangıçta din ile o kadar bağlı olmayan ve serbest dervişlik te’sirinde olan Osmanlı Hânedanı, ahvâlin icaplarına göre, harbci îslâm an’anesini canlandırmaya mecbûr olmuştur101. 1593 yılında, Avrupa muharebelerinin birinde Peygamber’in yeşil bayrağı, ilk defa muharebe meydanına çıkarılmıştır (Bu bayrak, gûyâ, Şam civarında bulunmuştur; lâkin, eski kaynakların hiçbirinde böyle bir bayrağın bulunduğu söylenmemektedir). Bu türlü şartlar içinde, devletin, ilim adamlarına karşı din adamlarını, çiftçi ve şehirlilere karşı A r n a v u t ve K ür t gibi muhârip barbarlan iltizâm etmemesi mümkün değildi102. Bu gibi şartların te’siri altında, tran’dada Safevîler Hânedam’mn kurucusu, Ş iîliğ i, devlet dini olarak ilân etti. Garp’taki komşuları Osmanlılar’a ve Şark’taki komşuları ö z b e k l e r ’e karşı yaptığı muharebeleri, bir d in harbi gibi göstermeye imkân buldu. Sünnîlerile Şîîler arasındaki mücadele X V I. asırdan itibaren O r t a z a m a n ’da görülmemi ş bir şekil aldı. Sünnîler’le Şîî- 78 XV. ASIRDAN SONRA ler, kendi dinî otoritelerine dayanarak, birbirlerini tekfir etmeye başladılar103. Mücadeleci Ş iilik , İran için kudsî bir mahiyet aldı. X V III. asırda ortaya çıkan hânedan buhranları zamanında, bâzan, paraların, IX. asırda M e ş h e d ’de ölmüş olan Ş îî imâmı adına basıldığını görüyoruz. Din adamları, râfızi İra n ’da çok kuvvetlendiler ve halka, dinî - mezhebî taassubu, Sünnî T ü r k iy e ’dekinden daha kuvvetle telkin ettiler104. Yalnız, Hi n d i s t a n’da Büyük M o ğ o l l a r devrinde vaziyet çok başka türlü idi : Bu devlet, gerek maddî refah, gerek dinî müsâmaha bakımlarından, diğer müslüman devletlerinden epeyce ileride bulunuyordu 105. Buradaki Müslümanlar’m medenî faaliyetlerde Avrupalılarca rekabet edemeyişlerinin sebepleri başkadır. Büyük Moğol İmparatorluğu, Şark i A sy a tipinde büyük bir devlet olup, maddî bakımdan, yabancılarla münâsebete muhtaç olmayacak kadar zengindi. Sonradan Ingilizler’in de îtiraf ettikleri üzre, memlekette ziraat işleri, Büyük Moğollar devrinde, Ingilizler’in istilâsından sonraki devre nazaran, daha yüksek bir seviyede bulunuyordu. Ingilizler, kendilerinin Hindistan için yapmış oldukları hizmeti, Hindistan’da deniz ticaretinin inkişâfı çarelerini te’min etmiş olmalarında görmektedirler. Onlar, Kalküta, Bombay ve M ad - ras gibi, sâhil şehirleri kurdular ki, eski devirdeki şehirlerin hiçbiri bunlarla mukayese edilecek vazıyette değildi. işte bu sûrede, medeniyet sâhasında birincilik Müslümanlar’- dan Hıristiyanlar’a geçti. Şimdiki hayatı Ortazaman hayatından ayıran herşey A v r u p a ’da yapıldı. Şimdi medeniyetin yayılışı, bilhassa şimâlden cenûba ve garptan şarka doğru bir istikamet almıştır. Bu hâl, bilhassa Şarkî Avrupa için, çok ehemmiyetli olup, böylece R u s y a ’nın da medenî vazifeleri taayyün etmiştir. Ortazaman’da, Eskizaman’da olduğu gibi, Kar a-D eniz!'\n şimâl sâhilleri, gerek medenî, gerek siyâsî bakımlardan, cenûp sâhiline tâbi’di. X V III. asırda bu denizin şimâl sâhilinde öyle şehirler meydana getirildi ki, cenûp sâhilindeki şehirlerden hiçbiri bunlarla mukayese edilemezdi; Ortazaman’da Volga boylarına medeniyet, Buhârâ ve H ı y v e (Hârezm)den gelmişti. Hâlbuki X IX . asırda Volga Tatarları, Rusya vasıtasıyla Avrupa edebiyatıyla tanışarak, T ü r k ista n ’daki din kardeşlerini tenvire başladılar106. İZAHLAR ve DÜZELTMELER Prof. Dr. M. Fuad Köprülü İZAHLAR ve DÜZELTMELER i. Hind-Avrupa T â bİrİ Milletlerin terakkisinde başlıca âmil olarak ırk'ı, yahut coğrafî muhit'i, yahut din'i ileri süren birtakım âlimlerin bu d ar ve tek ta ra flı görüşlerine mukabil, Barthold, hakikî bir tarihçi telâkkisi ile, bu terakkinin muhtelif âmillerini ve bilhassa İktisadî şartlarını ileri sürmüştür. Hind-Avrup^ kavimlerinin, başka dünya kavimlerine göre ırkî bir üstünlüğü olduğunu iddia eden birtakım müelliflere karşı, bu büyük müverrihin bu mânâsız — v e hiçbir İlmî mahiyeti olmıyan — iddiayı kabûl etmediğini görüyorus'.. Yalnız, burada müellifimizin küçük bir yanlışlığını düzeltmeden geçmiyelim: Hind-Avrupa kavimleri, yahut Almanlar’ın kullandıkları tâbir ile Hind-Cermen kavimleri, antropolojik mânasıyle bir ırkî birlik teşkil etmezler; bu tâbir, sadece bir dil ailesi'ni ifade eden linguistik bir mefhumdur. îslâm milletlerinin son asırdaki geriliğinden îslâm dinini mes’ul tutmak istiyen d ar ve mutaassıp görüşe karşı müellif imizin delilleri de çok yerindedir. 2. B a r d e s a n e II-III. asırlarda Hıristiyanlık iki büyük buhran geçirmiştir ki, bunların birisi gnostisizm buhranı, diğeri de morıtanist buhranıdır. Şark ve îslâm tarihiyle derin alâkası dolayısiyle Barthold bunlardan birincisi hakkında kısaca îzahat vermek mecburiyetini duymuştur. La gnose, yâni “ yüksek ve esrarlı bilgi veya ilim,, namına ileri sürülen muhtelif dinî ve felsefî akıydeler in (doctrine) hepsine birden gnostisizm (gnosticisme) derler. Daha Hıristiyanlık’tan evvel mevcut olan bu akıydeler aleyhindeki kayıdlara A h d - i - c e d i d ’de tesadüf edilmektedir. Bunun M a n d e e n ’lerl e sıkı alâkası da muhakkaktır. Kenİslâm Medeniyeti — VI. 82 ÎZAHLAR dilerinin, herkesçe malûm olmıyan yüksek ve esrarlı bir bilgiye vâkıf olduklarına inanan bu gnostikler arasında umumî ve müşterek birtakım esaslar bulunmakla beraber, hakikatte, muhtelif menşe’lerden gelme ve akıydeleri bakımından biribirinden farklı gnostisizmler mevcuttur. Bu isim altında Paganizm’den, Mûsevîlik’ten, Hıristiyanlık’ tan çıkmış muhtelif mezheplere tesadüf olunur ki, besledikleri akıydeler karışıktır ve çok eski köklerden gelmiştir: Eski Mezopotamya, Iran, Fenike, Mısır dinlerinden birçok bakıyyeleri gnostik doktrinlerinde bulmak kaabildir. La gnose, hakikatte bir th&osophie'dir; o, ruhu, cismanî âlem tarafından, yâni şeytanlar ve yıldızlar tarafından icra edilen tazyiklerden kurtararak serbestçe ulûhiyete ulaştırmağa çalışır. Büyük hıristiyan gnostikleri, meselâ Basilide, Valentin, Marcion, Eski Şark unsurları yerine, yavaş yavaş Yunan felsefesinin ve tasavvufunun te’siri altında, Hıristiyanlık akıydelerinin de nüfuziyle, gnostisizmde yeni tekâmüller gösterdiler. Meselâ Valentin, kilise akaidine büsbütün yaklaşarak, Eflâtun te’siri altında nazarî bir din felsefesi sistemi vücude getirdi. Umûmiyetle gnostiklerin dualisme'ı ile mazdeen’lerin (yâni Zerdüşt dinine mensup olanların) düalizmi arasında büyük bir fark varıdır: Mazdeizm’de her iki karşılıklı âlem, yâni nûr âlemi ile zulmet âilemi hem cismânî (maddî), hem rûhânî (mânevî)’dir; hâlbuki gnostiklerin düalizminde nûr âlemi ruhanî, zulmet âlemi ise sadece cismânî’dı r. B a r t h o l d ’ün Bardes an (Bar Da'isan) hakkında verdiği malûmatı, bâzı bakımlardan tenkid ve tashih etmek lâzımdır: Erbil’li bir ailenin çocuğu olup, ( ıı Temmuz, i54)’de Urfa’da doğan bu adam, (199-214) yıllarında Urfa’da hükümet süren ve 2o6’da tebeasıyle beraber hıristiyan olan Prens A b g a .r’la birlikte terbiye görmüştür. Hıristiyan olduktan sonra, bâzı rivayetlere göre V a l e n t i n ’in gnostik akıydelerini kabûl etmiş ve sonra onların çoğunu bırakıp daha ortodoks akıydelere dönmüş ve 222’de ölmüştür. Bu mes’ele ile bilhassa uğraşan Hıristiyanlık tarihçilerinin s on tetkiklerine göre, onu hakikî gnostik addetmek aslâ doğru değildir; F. N a u ’nun daha X IX . asır sonlarında ortaya sürdüğü veçhile, o tıun akıydesi daha ziyade astrolojik (yâni, yıldızların te’sirini kabûl e den) bir akıydedir. Birtakım eski kaynakların ve o arada başlıca Agap ius’un iddiaları budur. F. N a u ’- dan sonra, bu mes’elelerin en tanını aış bir mütehassısı olan F . H aase de muhtelif eserlerinde ve mekal elerinde — F. Nau’nun bâzı mü- İZAHLAR 83 takalarını kabûl etmemekle beraber — esas itibariyle bu fikre iştirâk ediyor. Bütün bu tetkiklerden galiba habersiz kalmış olan Barthold, Bar de s an’ı, eskidenberi kabûl edildiği veçhile bir gnostik olarak telâkki etmiş ve Kitâb-al-Fihrist müellifinin görüş tarzım kabûl ederek, onu bir düalist (Islâm kitaplarında bunlara seneviyye *jyJ derler) addettiği gibi, onun akıydeleriyle M aniheizm akıydeleri arasında büyük bir münasebet bulmuştur. Hâlbuki, müellifimizin kabûl ettiği bu benzerlik, daha evvel Maruta tarafından ileri sürülmüştür [Bu mes’ele hakkında M. Ad. F r a nc k ’ın Dictionnaire des Sciences philosophiques (Paris, 1885)’indeki malûmat biraz eskidir; C . Clemen’in les Religions du monde (Paris, ıg3o)’undaki Hıristiyanlık bahsine ve bilhassa Eugene de F a y e ’ın Gnostiçue et Gnosticisme (Paris 1925)’ine bakınız. Gerek bu son eserde, gerek Dictionnaire d ’fıistoire et de geographie ecelesiastiqtıe’in 1930’da çıkan cüz’ündeki Bardesane ve Bardesanites maddelerinde etraflı bibliyografya malûmatı vardır]. M aniheizm ve onun Türkler arasında intişarı hakkında biraz aşağıda malûmat verilmiştir [Bak: N o t - 7]. 3. M elik T â bİrî Melik (Malik) kelimesi hakkında İslâm Ansiklopedisine bakınız. Burada Lisân-al- A r ab ile Hughes, Kr e me r ve Go l d z i he r ’e istinaden verilen mâlûmat çok sathîdir. Bu kelime, kıral mânasına olan Malka kelimesinden başka birşey değildir ki, birtakım eski Hind hükümdarlarının sikkelerinde — meselâ E fta lit'lerde — buna tesadüf ederiz. Bu kelimenin, müslüman Türk devletleri zamamnda muhtelif coğrafî sâhalarda ve muhtelif zamanlarda ne gibi mânalar ifade ettiğini, yâni, siyasî hukuk bakımından tazammun ettiği şeylerin mahiyetini uzun uzun tedkik etmek hususî bir araştırmaya muhtaçtır. 4. SÂSÂNÎ M ED EN İYETİ T e ’ sİRİ İr a n ’ın ve Iran medeniyetinin Garbî ve Şarkî Roma üzerindeki te’siri, şu son otuz yıllık tetkiklerle yavaş yavaş daha iyi aydınlanmakta ve bilhassa Sâsânî devri medeniyetinin gerek Bizans, gerek diğer komşu devletler üzerinde nekadar müessir olduğu, 84 İ z a h l a r gün geçtikçe, daha çok anlaşılmaktadır. Bu hususta müellifimizin verdiğinden fazla mâlûmat almak için bakınız [Fuad Köprülü, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine te’siri hakkında bâzı mülâhazalar, Türk Hukuk ve iktisat Tarihi Mecmuası, Sayı I., 1931, endekse müracaat]. Bizans’ta saray teşkilâtında ve teşrifâtında, birtakım âdetlerde, hattâ devlet müesseselerinde görülen bu te’sirin, san’at sâhasmda ve maddî kültürde de mevcut olduğu artık umûmiyetle kabûl edilmektedir: Geza Feher, Proto-Bulgar medeniyetinin birçok unsurlarında — biraz da mübalâğalı olarak— Sâsânî te’siri görüyor \les Monuments de la culture protobulgare, (Archaeologica Hungarica) 1931]. Garb’a ve Şimal’e doğru olan bu büyük medenî te’sir hakkında M a x S em p er’in şu mekalesine de bakınız: Der persische Anteil an Wolframs parzival (Deut. Viertel. f. üter. u. Geistesgeschihte, X II, I, S. 92-123); H. Gregoire da Byzantioridaki bâzı mekalelerinde İran’ın Bizans destanları üzerindeki te’sirleri hakkında birtakım yeni mütâlealar ileri sürmüştür. Maamâfi, Sâsânî medeniyetinin sanıldığından daha fazla müessir olduğu, yeni tetkiklerle aydmlanmaktadır : M . H ackin’in Bâmiân’daki hafriyatı neticesinde, bugün E f g a n i s t a n ’da, evvelce M . Foucher tarafından meydana çıkarılmış olan greko-buddik kültürünün yanında kuvvetli bir irano-buddik kültür meydana çıkmış ve bunun Şarkî Türkistan’a, K u ç a ’ya kadar yayıldığı iyice anlaşılmıştır [M . H ac kin, Nouvelles recherches archiologiqu.es â Bâmiân, Paris, Van Oest, 1933; yine ayni müellifin: Recherches archiologiques en Asie Centrale, Revue des Arts Asiatiques, IX , III, 1936]. Buna ilâve olarak, M . Goloubew Kamboç budist san’atinde İran te’sirinin mevcudiyetini ileri sürmüştür [Journal Asitique, C C X V III, No. 2, P. 358]. Bütün bunlara ilâve olarak, Sâsânîler hakkında Arthur Christensen’in son mükemmel eserine de müracaat edilebilir: L ’îran sous les Sassanides, Copenhague, 1936; [Maamâfi, Hackin, Godard ve C a r l’ın Bâmiân’daki hafriyat hakkındaki tetkikleri müstesna olmak üzre, A . Christensen yukarıda bahsettiğimiz tetkiklerden haberdar olamamıştır. Yalmz, Ha c k i n ’in Orta Asya’daki tetkiklerinin neticesi, 1936’da çıktığı cihetle, onclan haberdar olamaması tabiîdir], İran’ da Hıristiyanlık hakkında Chıristensen’in bu eserine müracaat edilebilir. Hıristiyanlığın Orta Asya’da yayılması hakkında bakınız [Barthold, Orta Asya’da Hıristiyanlık, Türkiyat Mecmuası, C. I, S. 47-100]. Sâsânî Iram’nın yıkılmasındaki dahilî âmilleri izah ede İZAHLAR 85 bilecek kaynaklar mahdud ve kifayetsiz olduğundan, bunu lâyıkıyle anlamak kaabil olamıyacağını, Christensen, pek haklı olarak, itiraf ediyor [Aynı eser, S. 508]. Barthold’ün bu hâdiseyi îzah için gösterdiği İçtimaî ve İktisadî sebepler, çok umûmî ve müphem mahiyettedir. 5. M e z d e k Bu mes’elelere dair ve hususiyle Mezdek (Mazdak) hakkında A. Christensen’in ismi geçen eserine bakınız. Yine aynı müellifin Le Rigne du roi Kauıâdh I et le communisme mazdakite adlı kitabı bu hususta lâzım gelen tafsilâtı vermektedir. 6. Kelile ve Dimne Kelile ve Dinine — yahut, daha doğru Îranî telâffuziyle Kalîlagh-u Damnagh — , Sanskritçe yazılmış olan Pançatantra adlı hikâyeler mecmuasının Pehlevî’ye çevrilmiş şeklinin ismidir. Burzoye adlı hekim bunu Hind’den getirerek tercüme etmiş ve bu tercüme İran’da sür’atle yayılmıştı. önce Süryânî’ye, sonra da meşhûr Îbn-El-Mukaffa‘ tarafından — Pehlevice müterciminin bizzat kendi tarafından yazılmış biyografisi ilâve edilerek — Arapça’ya çevrilmiş olan bu eseri, önce R ûdakî yeni Farsça ile manzûm olarak yazmıştır. Sonradan muhtelif İran müellifleri tarafından müteaddid defalar yazılan bu eserin Türkçe manzûm ve mensûr müteaddid tercümeleri vardır ki, İslâm Ansiklopedisi'nin eski Leiyden tab’ma yazmış olduğum O s manii Türk Edebiyatı maddesinde bunlara âit mâlûmat vardır [Bu meşhûr eser hakkında etraflı izahat için İslâm Ansiklopedisi'nde C . Brockelmann tarafından yazılmış olan Kalîla wa-Dimna maddesine bakınız. Ayrıca, A.Christensen’in kitabında da buna âit bâzı yeni malûmat vardır: S. 418, 424-426; “ Hind hikâyelerinin Avrupa hikâyelerine te’siri,, mes’elesi gibi, her gün tazelenen büyük ve umûmî bir mes’ele ile de yakından alâkalı olan bu eser- hakkında daha fazla izahata lüzum görmüyoruz]. Maamâfi, Husrev I. zamanında, İran’da Hellenisme te’siri tekrar canlanmakla beraber, Hind medeniyeti’nin büyük ve feyizli bir te’siri olmuş ve yalnız Kelile ve Dimne değil, sair bâzı eserler de tercüme olunmuştur ki, bütün bunlar o devrin manevî bir temayülünü 86 İZAHLAR göstermektedir: B u rzo ye’nin fikirleriyle Fars Paul (Paulus Persa)’ün fikirleri arasındaki derin benzerlikleri, Ghristensen ve Paul Kraus açıkça meydana koymuşlardır [Sâsâniler Devrinde Iran, S. 425; ayrıca 422-423]. Bizans’ta V I. asırda hâkim olan ve 529’da Atina F elsefe M e k te b i’nin kapatılmasını ve mensuplan aleyhinde tâkıybatta bulunulmasını intaç eden dinî taassub’a mukabil, bu devirde İran’ daki dinî ve fikrî müsamahakârlık, kuvvetle tebarüz etmektedir. 7. Maniheizm ve T ürkler Yalnız Şark’ta değil, türlü isimler altında Şimâlî Afrika’ya, Garbî Avrupa’ya ve Balkanlar’a kadar birçok sâhalarda yerleşmiş olan Maniheizm (Manich&sme) eskidenberi, Hıristiyanlık’ın, “ düalizm dalâletine kapılmış bir fırkası,, gibi telâkki olunduğu cihetle, iptida eski Hıristiyan müellifleri tarafından şiddetli tenkidlere uğramıştır. Bu din hakkmdaki mâlûmat, yakın zamanlara kadar, bunlara ve islâm müelliflerinin ve bilhassa A n - N e d î m ’in maniheen kozmogoni’si hakkmdaki izahatına istinad ediyordu. X X . asırda Ç in T ü r k is ta n ı’nda muhtelif Avrupa hey’etleri tarafından yapılan hafriyat ve araştırmalar neticesinde, muhtelif dillerde yazılmış mânî metinlerine tesadüf edildi: Pehlevî (Şimâl ve Cenub-ı garbî lehçelerinde), Sogdî, Uygur ve Çin dillerinde yazılmış olan bu metinlerden mühim birkısmının neşri ve tetkiki sâyesinde, din tarihi bakımından, Maniheizm tetkikleri yeni bir devreye girdi: Çünkü, bu sûretle, ilk defa olarak, bu dine âit— düşmanları tarafından değil, doğrudan doğruya mensupları tarafından yazılmış— îtimada şâyan vesikalar ortaya çıkmış oluyordu. Muhtelif dillerde yazılan bu vesikaların mütehassıs filologlar tarafından neşrinden sonra, din tarihiyle uğraşan birçok âlimler bu hususta mülam tetkiklere giriştiler. Nihayet, son senelerde yeni bir keşif, bu husustaki kaynaklan tekrar zenginleştirdi: Mısır’da ele geçen birtakım papirus’lcrde birtakım mânî metinleri parçalarına ve bilhassa Ktphalaia adlı mühim eserin büyük birkısmının Kopt dilinde tercümesine tesadüt olundu. Bâzı parçalan 1933’de Almanca’ya tercüme edilerek, Prusya ilimler Akademisi neşriyatı arasında çıkan bu eserden başka, muhtelif papirüs parçalanmn tâmiri ve eklenmesi sâyesinde M a n î’nin İZAHLAR 87 şakirdleri tarafından yazılmış — ve ekserisi III. asra âit — birtakım hom&lit'ler de elde edildi ki, bunların da 1934’de neşrine başlanmıştır; bunlar M â n i’nin ve halefi Si si nni os’un ölümleri hakkında tarihî mâlûmatı da ihtivâ etmektedir [Bu hususdaki en mühim neşriyata âit güzel bir bibliyografya ve Maniheizm hakkında iyi bir hulâsa, Christensen’in 1936’da Copenhague’da neşredilen Sâsânîler hakkmdaki eserinde mevcuttur: S. 174- 200]. M â n î, Arsacid hânedanma mensup olup, aslen H e m e d a n ’lı iken, sonradan B a b i l o n y a ’ya hicret eden bir adamın oğludur. Babası, o sırada M ez o po t a m y a ’da mevcut olan bir gnostik zümresine mensuptu. 215 veya 216’da doğarak, ilk dinî terbiyesini bu sûretle alan M â n î, sonradan, zamanının ^erdüştîlik, Hıristiyanlık gibi dinî sistemlerine ve gnostik doktrinlerine ve bilhassa Bardesan ve M arcio n ’un fikirlerine âşinâ olarak, babasının mensup olduğu zümreden ayrıldı ve nihayet, kendisinin îsâ tarafından evvelce tebşir olunan son peygamber olduğunu iddia etti. Onun kozmogonisi’nde ve eskatoloji’sinde gnostisizm te’siri pek açıktır. Bu dinî sistemin kaynaklarını bulmak hususunda asıl zorluk, bu kaynakların Maniheizm’in muhtelif tekâmül safhalarına âit olmalarından ve Mânî tâlimatının her di nî mu hi t t e ona u y g u n bir mahiyet almasından ileri geliyor. Mânî, bütün cihana şâmil (üniversel) bir din yaratmak istiyordu ve bunun için onu muhtelif kavimlerin dinî fikirlerine ve teolojik ıstılahlarına uydurmak lüzumunu duymuştu: Onun ve şakirdlerinin bu temayülü neticesi olarak, Maniheizm îran muhitinde Mazdeizm’ c ve İran’ın efsânevî tarihine âit birtakım ilâhların ve kahramanların isimlerini aldı. Süryânî muhitinden birtakım meleklerin adlarını iktibas etti. Hıristiyan fikirleri de, M âni’nin sistemi üzerinde müessir olmuştur: îs â bu sistemde merkezî bir mevki işgal ediyorsa da, bunun mahiyeti henüz iyice anlaşılamamıştır; Maniheizm’deki tenâsüh {la metempsychose) akıydesinin Hind’- den alındığı belli olmakla beraber, bunun bu sistem içindeki hakikî mevkii hakkında âlimlerin düşünceleri ayrıdır. Bu sistem, Orta A sy a ’ya, Buddist muhitlerine yayıldığı zaman da, ona tetabuka çalışmıştır. Yalnız M e z o p o t a m y a ’da değil, İ r an’da da birçok taraftarlar bulan bu din, vâzıı olan Mânî, hükümdar Vahram I. zamanında Mazdeen rûhânîlerinin tazyiki ile tâkıybata uğrıyarak, 276’da 88 İz a h l a r öldükten sonra da ehemmiyetini kaybetmedi ve gizli olarak devam etti. Fakat, Şa rk’a ve Şimâl’e doğru Maniheenler’in muhacereti de başladı. Sogdiana (şimdiki Semerkand havalisi)’da kuvvetli bir koloni teşekkül etti ve bunlar yavaş yavaş garbtaki dindaşlarının tâbi oldukları M e z o p o t a m y a ’daki r û h â n î me r k e z ’den ayrılarak müstakil bir ümmet teşkil ettiler. Maniheen kitapları Soğdca’ya ve Soğdca’dan da V III. asırdan başlıyarak, U y g u r Le hç e s i ’ne tercüme olundu: Çünkü, 759’da tahta çıkan bir Uygur hükümdarı M a niheizm’i resmî din olarak kabûl etmişti. Daha V II. asırdanberi Çin’e kadar gelmiş olan bu din mensuplarına V III. asırda Çin şehirlerinde hâlâ tesadüf olunuyordu. 762’de Çinli bir âsînin yardım talebi üzerine T ’ ang’lann şarkî payitahtını işgal eden Uygur Hakanı, orada, bu dinin büyük bir rûhânîsine tesadüf etmiş ve işte onun nüfuzu altında Maniheizm’i kabûl eylemiştir. Uygur devletinin kuvvetli zamanlarında, Ç in ’de Maniheenler ve ibadethaneleri serbest idi. Lâkin, 840-841’de bu devletin sarsılması üzerine, Ç in bu yeni din aleyhine takıybata başladı. Y u k a r ı M o ğ o l i s t a n ’da, Uygur Maniheizm’inden bize kalan bakıyye, çok mühim bir k i t â b e ’dir; fakat imparatorluklarının yıkılmasından sonra Turfan havalisinde küçük bir devlet kuran Uygurlar, yukarıda zikrettiğimiz dinî eserlerden başka, birçok san’at eserleri, duvar resimleri, minyatürler vesaire de bırakmışlardır [Christensen’in eserinde zikredilen bibliyografyaya ilâve olarak şunları da zikredebiliriz: Paul Pelliot, La Haııte Asie, P. 16-18; W . Thomsen, Şarkî Türkistan'ın M âzisine Dâir, Türkiyat Mecmuası, C. 2, S. 33-59; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1928; E . B l o c h e t ’nin la Conçuete des Etats nestoriens de l’Asie Centrale (Paris, 1926) adh karışık eserinde ve B a r t h o l d ’ün yukarıda zikredilen Orta Asya'da Hıristiyanlık'ında verilen mâlûmat îtimada lâyık değildir]. Hıristiyanlıkta Albigeois harblerini, Paulicien ve Cathare hareketlerini vücude getiren, Ç in ’de X V III. asır başlarına kadar izine tesadüf edilen, îslâm â le m i’nde asırlarca takıybata uğrayan M aniheizm, P . P e l l i o t ’nun tahmini veçhile, Moğoll ar arasında galiba X III. asırda hâlâ mevcut olduğu gibi [Aynı eser, S. 18], G . Dumezil de Sibirya folklorunda hâlâ bu dinin izleri bulunduğunu göstermiştir \Une Survivance du manihSisme dar s le folklor e siberien adlı mekalesinde: Türk Antropoloji Mecmuası, Nu. 6, 1928]. Biz de buna ilâve olarak, ehl İZAHLAR 89 i-sünnet akıydelerine mugayir akıydeler besliy en bâzı Türktarîkatl eri ’nde M ân î te’sirlerinin bulunduğunu küçük bir misâlle te’yid edelim: Maniheizm’in üç büyük ahlâkî esası olan “ dilin, elin, belin mahfûz olması,, prensipleri, aynen Bektaşîlerde de mevcuttur. * § Mânî ve Maniheizm hakkında, kitabımızın çıktığındanberi birçok mühim tedkikler neşredildiği için, yukarıki malûmatı düzeltmek ve tamamlamak maksadıyle, bu küçük ilâveyi yapmağa mecbur olduk. Yalnız dünya tarihi bakımından değil, eski Türk tarihi ve Islâm Medeniyeti Tarihi bakımlarından da çok ehemmiyetli olan bu mes’elenin bizi bu kadar alâkalandırmasını tabiî görmelidir. Son araştırmalara göre, Mânî, 14 Nisan 2i6’da doğmuş ve 26 Şubat, 277’de ölmüştür [Mâni’nin hayatına ait takvim malûmatı, bilhassa Th. N ö 1 d e k e ’nin tedkiklerine dayanmakta idi; halbuki S. H. Takîzâde ’nin 1943’de Londra Şark Dilleri Dergisi’nde (B S O A S ., IX.) neşrolunan araştırmaları neticesinde bunlar düzeltilmiştir], Maniheizm akideleri ve onun bilhassa Eflâtun’da ve Gnostikler’deki düalizm ile mukayesesi hakkında şu esere bakınız: S. Petrement, Essai sur le dualisme chez Platon, les Gnostiques et les Manicheennes (Paris, 1947). Şu son yarım asır zarfında, bilhassa, meydana çıkarılan yeni vesikalara dayanılarak, pek mühim epeyice neşriyat yapılmışsa da, Maniheizm’in Şark’ta ve Garb’taki yayılışına, iç ve dış tekâmülüne, sair dinler ve dinî cereyanlar ile münasebetine dair, eski ve yeni vesikalara dayanılarak yazılmış toplu bir tarihi yoktur. Şimdilik 1947’de Paris’te kitapçı. S. Quillet tarafından neşredilen L'Histoire Generale des Religions adlı eserin üçüncü cildinde Henri Cha r l e s P u e c h tarafından yazılmış olan Le Maniheisme makalesine ve yine aynı müellifin Le Maniheisme, son fondemet, sa doctrine {Paris, 1949) adlı kıymetli kitabına müracaat edilebilir. Biz, ona dayanarak, M aniheizm’in inkişafı hakkında zaman ve mekân bakımlarından küçük ve umumî bir hulâsa yapalım: Maniheizm, III. asrın ortasından başlayarak, Mısır ’da Hıristiyan cemaatleri arasında ve put-perest felsefe mektepleri mensupları içinde ve nihayet F i l i s t i n ’de ve R o m a ’da müessir olmağa baş 9«> İZAHLAR ladı. IV . asırda bu dalâlet (Hirisie), her tarafa yayılmış ve yerleşmişti. Şimalî Afrika’da 373-382’de hıristiyanlığın büyük siması Saint Augustin de bir arahk bu dalâlete sapmıştı; bütün Küçük Asya’da, Yunanistan’da, İllyria’da, İtalya’da, Gaule memleketinde ve Ispanya’da Maniheizm’e rastlanıyordu. V. asırda hükümetin ve kilisenin tazyikleri altında gerilemeğe, hattâ hemen tamamen çökmeğe başladı; fakat V III. asırda Şimalî Afrika’da hâlâ Maniheenler vardı. Bâzı âlimlerin kat’î kanaatlerine rağmen, P u e c h ve Runsiman gibi daha ihtiyatlı birtakım araştırıcılar, Bizans imparatorluğunda ve Ermenistan’daki Paulicien hareketi ile onun bir devamı gibi telâkki olunan. X. asırda Bulgaristan’daki Bogomile hareketini ve Garb’ta bu cereyanların sonradan X V . asra kadar doğurduğu Cathare, Albigeois hareketlerini de Maniheizm’in bir neticesi gibi saymak mümkün olabileceğini büsbütün inkâr etmiyorlar; hattâ, tanınmış tarihçi G eo rges O stro go rsk y, Histoire de l'etat byzantin (Paris 1956) adlı mühim eserinde, Bogomile hareketinin, Byzans tarafından Trakya’ya yerleştirilen Paulicien’\er\t uzun zaman yanyana yaşayan Makedonya ve Bulgaristan Slavları arasında zuhur ettiğini ve bütün bu düalist ve Hıristiyanlık’a aykırı hareketlerin, köklerini Maniheizm’den aldığını söylemektedir. Son zamanlarda, bu gibi sonraki düalist cereyanlara Teni Maniheizm ismi verilmektedir. (A. Schm aus, Der Neumanichldismus auf dem Balkan, Sa ecu lu m , 2 (1951), s. 271 v. d. Merkezde, Maniheizm’in pâyitahtı sayılan B a b y 1 o n ’da, birtakım tazyıklara ve zuhur eden bâzı i’tizal zümrelerine rağmen, bütün Sâsânîler devrinde Maniheizm devam etti ve M a z da k tarafdârlannın ihtilâlci hareketlerine bir ilham kaynağı oldu. Arap istilâsından sonra, Emevîler zamanında, vazıyetleri çok iyi idi; fakat Abbasîler iktidara geçtikten sonra bu vazıyet bozuldu. X. asır, bunlar için bir dağılma ve gerileme devri oldu. En büyük ruhanî reisin merkezi olmak imtiyazı Babylon’dan Semerkan d’e geçti. Buna rağmen, Maniheenler’in ve onlara mahsus akidelerin te’sîri, Islâm Gnostikleri’nde ve Islâm Gnose’ u üzerinde devam etti. Islâm dünyasının dalâlate sapmış fırkaları arasında Mânî akidelerine kapılanlara umumiyetle zındık deniliyordu. Şark’ta, tam bunun zıddına, bir muvaffakiyet devri oldu: Mâverâünnehi r’de ve Horasan ’da sür’atle Maniheen cemaatleri türedi ki, bunlar, bu İ z a h l a r 9 * mezhebin Dinâveriyye denilen ve bu mmtakalarda sağlam bir ileri menzil teşkil eden zahidlerinden mürekkeb bulunuyordu. V II. asırdaki bu gerileyişten sonra, bu Maniheenler için Orta ve Şarkî Asya’ya doğra yeni bir mahreç açıldı. Buna sebep, Şarkî Türkistan’ın Çinliler tarafından fethi ve Kâşgar-Kuça-Karaşahr arasındaki büyük kervan yolunun açılmasıdır. 694’den itibaren, yüksek mevki sahibi bir Maniheen’in Çin sarayında mevcudiyetini ve 732’de imparator tarafından çıkarılan bir ferman ile “ Mânî dini mensuplarına âyinlerini serbestçe icra hakkının verildiğini,, görüyoruz. 768 ve 771’deki diğer iki ferman ile de, bâzı yerlerde “ ibadethaneler kurulmasına,, izin veriliyordu; fakat 763’de bunlardan daha ehemmiyetli bir büyük hâdise oldu: Maniheen rûhanîleri, Uygur Türkleri’nin Hakanı'na kendi dinlerini kabul ettirdiler. Bu asrın ortasındanberi i l i ’den S a r ı - n e h r ’e kadar uzanan çok geniş sahada bir imparatorluk kurmağa çalışan Uygur Türkleri, hakanları ile beraber bu yeni dini kabûl ediyorlar, yâni Maniheizm, “ bu imparatorluğun resmî dini,, oluyordu. Bu imparatorluk, 840’da K 1 r g 1 z 1 a r tarafından tahrip edildi. Bunu teşkil etmiş olan Türk kabileleri dağılarak, muhtelif istikametlerde hicret ettiler ve Kansu, Turfan, Karaşahr, Kuça, Hotan’da küçük siyasî teşekküller meydana getirdiler. Maniheizm buralarda epeyi zaman kuvvetle yaşadı ve bugün elimizde bulunan e d e b i y a t ve s a n ’ at eserlerini vücude getirdi. Sonradan, harbler ve istilâlar, yeni dinler, Maniheizm’in mevkiini sür’atle sarsmıştır. 981’de buradan geçen bir Çin seyyahı, eski Uygur başşehrinde elli budist mâbedine karşılık, ancak bir tane Maniheen mâbedi görebilmiştir. X III. asır başlarında Moğol istilâsına kadar mütemadî gerileyen, ortadan kalkan Maniheizm, Çin’de de aynı âkıbete uğramış, gizli cemiyetlerin içine sığınıp büsbütün yok olmamağa çalışmış, Yang-tseu, Fou-kien, Fou-tcheou sâhalarında X IV . asır sonlarına kadar ömrünü sürüklemiştir. Ortaçağ’da, Şark ve Garp Hıristiyanlığı’nm sinesinde meydana çıkan ve tarihî bakımdan mühim neticeler doğuran Paulicien, Bogomile, Patarin, Cathare gibi isimler altındaki d üa 1 i s t dinî cereyanlar, Hıristiyan kilisesinin tabiatiyle çok şiddetli tâkıblerine uğramıştır. Bunların en eskisi olan Paulicien ve Bogomile’lerin, Anadolu’nun Türkler tarafından fethinde ve sonraları Osmanlılar’ın Balkan istilâları zamanında, yalnız siyasî tarihimiz değil, dinî ve İçtimaî tarihimiz bakımından da, mühim rolleri olmuştur. 92 İZAHLAR Ortaçağ’da, muhtelif zamanlarda, muhtelif sâhalarda tesadüf edilen bu düalist akîdeli zümrelere türlü türlü isimler verilmekle beraber, en umumî isim olarak Maniheen — yâni Maniheizm mensubu— tâbiri kullanılıyordu. Bunlar hakkında umumî ve inanılabilir bir eser olarak şu kitabı söyleyebiliriz: S. Runciman, L î Manihiisme medieval, Paris 1949. Maniheizm’in Garb’ta Roma İmparatorluğu sâhasında yayılması hususunda toplu malûmat veren şu eseri de unutmamak lâzımdır: Eon. de Stoop, Essai sur la diffusion du Manihiisme dans l'Empire Romain, Gand Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesi çalışmaları, c. 38, 1909. Büyük âlim Fr. C u m o n t’un La Propagation du Manihiisme dans VEmpire adlı makalesi (Revu d’ Histoire et de littirature religieuse 19x0) ile, P. A l f a r i c ’in Ecritures manihiennes (Paris, 1918) adlı eserinin birinci cildinin muhtelif bahisleri de unutulmamalıdır. Islâmlar arasında daha ilk zamanlardanberi %ındîk diye anılan — bu kelime bugün bile Türkçe’de “ Akidesi bozuk,, mânasına fın dık diye kullanılmaktadır— Maniheenler’in İslâm dünyası ile münasebetleri hakkında şunlara bakınız: H. H. S c h a e d e r, Manihâer und Müslim, ZD M G , L x x x n , 1928, 76-81. G. Vajda, Les £mdîqs en pays d ’lslam au dibut de la periode abbaside (Rivista degli Studi orientali, xvıı, 1937, p. 173-220). Mânî ’nin ölümünden sonra daha yüzyıl geçmeden, Çin’den ve Şarkî Türkistan’dan K a r t a c a ’ya, yâni Pasifik’ten Atlantik’e kadar büyük bir sâhaya sür’atle yayılmak kudreti gösteren Maniheizm, en parlak devrini ve en uzun zaman devlet 'dini olmak imtiyazını, Şarkî Türkistan Uygurları ar ısında te’min etmiştir. Mânî akidelerini kabûl eden Uygur Türkleri’nin dinî-edebî eserleri ve türlü türlü san’at mahsûlleri, Türk medeniyeti tarihinin eski ve emsalsiz yadigârlarıdır. Şarkî Türkistan’da 1000 tarihlerinde altun devrini idrâk eden Maniheizm, Şimalî Afrika’da V a n d a 11 a r’ın istilâsı ile ortadan kalkmış, fakat Suriye ve Mezopotamya’da Hıristiyan kilisesini uzun müddet tehdit etmiştir. Onbir-oniki asır kadar uzun bir tarihî devre içinde, türlü türlü tecellîlere uğrayan Maniheizm, Müslüman İran ve Türk kültür an’anelerinde Mâni-i-nakkâş ve Nigâr-hâne-i-Mânî, Erteng veya Erjeng (An’aneye göre, M âni’nin yaptığı resimleri ihtiva eden mecmuanın adı, ‘A b b â s İk b â l tarafından neşredilen Ebu’ l-M a 'â lt’nin Beyân-el-Edyân’nda, bu mecmuanın İZAHLAR 93 Gazneliler devrinde Gazne sarayında mevcut olduğu yazılı ise de, bunun aslı olmadığı pek tabiîdir) gibi birkaç tâbir bırakarak ortadan kalkmıştır. X X . Asır Garp âlimlerinin Şarkî Türkistan’da meydana çıkardıkları dıvar resimleri, minyatürler, tezhibler, resimler ve heykeller ile süslü ibadethâneler, bize bu gün bu tâbirlerin hakikî mânasını büyük bir açıklıkla anlatmaktadır. 8 . H e r a k l İus v e S â s â n îl e r 622-628 seneleri arasında S â s â n île r ’ e karşı üç muvaffakiyetli harb yapan H era k liu s (Heraclius), 617 sonunda M u su l civarında büyük ve kat’î bir zafer kazandı. Bunun nctîçesi olarak H u srev’in hal’i ve katli üzerine sulh imza edildi. Bu sûretle Suriye, Filistin, M ısır tekrar Bizans hâkimiyetine geçmiş oldu ve H era k liu s ilk defa olarak resmen B a s ile u s unvanını aldı (629); çünkü, o zamana kadar, bu ünvanı taşımağa salâhiyeti Bizanslılar tarafından dahi tasdik edilen Sâsânî hükümdarları, artık bunu taşıyamıyacaklardı. K u r ’ a n ’da dahi zikredilen bu galebe, Yukarı Ort^zaman tarihinin mühim bir hâdisesidir: Asırlardanberi Şark hâkimiyetini elde etmek için birbirleriyle çarpışan ik i b ü yü k kuvvetten biri, artık hemen hemen yıkılmış gibiydi. Diğer taraftan, B iza n s’ı Tuna hududunda epey zamandanberi tehdit etmekte olan A v a r T ü r k le r i’nin İmparatorluğu da sür’atle çökmekte idi. işte, bu sûretle, 629’da B izan s yeniden bütün haşmetiyle, rakipsiz olarak, Yakın Şark’m en m u azzam siyasî ve askerî kuvveti gibi görünüyordu. Maamâfi, hiç beklenilmiyen yeni bir hâdise, İs lâ m iy e t’in zuhuru ve Arap istilâsı, H e ra k liu s’un sekiz senelik son saltanat yıllarında, Iran zaferinin semerelerini onun elinden aldı [Tafsilât için: A . A . V a s ili e.\, Histoire de Vempire byzantin, Paris 1932, Vol. I, P. 260-264, 275-279. Burada, Bizans’ın dahilî vazıyeti bilinmedikçe ilk bakışta bir m û cize gibi görünen bu is tilâ y ı k o la y la ş tır a n b ü tü n â m ille r îzalı edilmiş ve bu hususta en mühim tetkikler zikrolunmuştur]. * § H e r a cliu s (6ıo-64i)’un uzun süren saltanat devri, onun dahilî idarede yaptığı esaslı ıslâhat hareketlerinden başka, Sâsânîler’le ve 94 İZAHLAR Avar Türkleri ile âdeta devamlı bir harb hâlinde bulunması ve nihayet, îslâm kuvvetlerinin Sâsânî ve Bizans ordularını mağlûp ederek, bir taraftan İran’ı, diğer taraftan da Filistin, Suriye, Mısır gibi Bizans’a tâbi ülkeleri ele geçirmiye başlamasının da bu devre tesadüfü bakımından, büyük bir ehemmiyet arzeder. Bundan dolayı, G. O s tr o g o r s k y ’nin Bizans tarihi hakkmdaki kıymetli eserinin 1956’- da neşredilen Fransızca tercümesine dayanarak (Histoire de l ’Ğtat byzantin, trad. par J. Gouillard) bu tamamlayıcı hulâsayı buraya eklemeyi türlü bakımlardan faydalı gördük. Bizans tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olduğu umumiyetle kabul olunan H e r a clu is tahta çıktığı zaman, İmparatorluk İktisadî ve malî bakımlardan bitkin bir vazıyette idi. İdare makinesi âdeta işlemez hâle gelmişti; ücretli asker esasına dayanan askerî teşkilât, artık işlemiyordu. Hazine’de para yoktu; memleketin merkezî vilâyetleri düşman elinde idi; A v a r la r ve S la v la r Balkan yarımadasına yerleşmişti; İr an lı lar Küçük Asya’nın can noktasında bulunuyorlardı. Yalnız dahilî bir canlanma, İmparatorluğu felâketten kurtarabilirdi. V II. asrın başlangıcında İmparator M a u r ic e ’in Tuna seferinin muvaffakıyetsizliğinden sonra, büyük sayıda Slav ve Avar zümreleri Balkanlar’a yayılarak yağma ve tahribe koyuldular. Mesie ve Makedonya eyâletlerini ele geçiren Slavlar, İstanbul surlarına kadar Trakya'yı da çiğnediler. Avarlar, aldıkları ganimetlerle Tuna yakasına çekildiler. İstanbul ve Selânik ile, bâzı mahdut merkezler müstesna, Balkanlar, en cenup sahalarına kadar etnik bakımdan da büyük bir değişikliğe uğradı. Peloponez iki asırdan fazla Slav tahakkümü altında kaldıktan sonra, yavaş yavaş Bizans idaresi tekrar kuruldu. Rumlar ve Rumenler sahil mıntakalarma ve adalara yerleştiler. Slavlaşmış olan sâha, bundan sonra Bizans kaynaklarında Sclavinie adı ile zikredilmektedir. Bizans’ın Asya’daki vazıyeti de bundan daha az felâketli değildi. Bizans kuvvetleri Iranlılar karşısında mütemadî mağlûbiyetlere uğruyordu. 613’de Antakya önündeki büyük hezimetten sonra, Iranlılar her tarafta sür’atli bir yürüyüşe geçtiler. Şam’ı ve Tarsus’ u zapdettikleri gibi, Ermenistan’a da hâkim oldular ve üç haftalık bir muhasaradan sonra 614’de Kudüs’ ü ele geçirdiler. Ertesi yıl, İstanbul, Asya’dan Iranlılar’ın, şimalden de Slavlar’ın ve Avarlar’ın hücum İZAHLAR 95 larına mâruz kaldı; îranlılar’ın ö ıg ’da başladıkları Mısır fütuhatı da Bizans’ı en zengin vilâyetinden ve zahire ambarından mahrum bıraktı. Bütün bu korkunç felâketlere rağmen, H e r a c liu s ’un, imparatorluğu yepyeni temeller üzerine yeni baştan kuran İdarî ve askerî ıslâhatı, meyvelerini sür’atle vermiye başlıyordu. Bunun temel direği, Thtme rejimi dediğimiz askerî ve İdarî sistemdir. H eraclius, Anadolu’da elinde kalmış olan sâhaları, büyük askerî-idarî mıntakalara ayırarak idaresini StraÜge adlı büyük askerî kumandanlara verdi; onlann yanında her vilâyetin sivil işlerine bakan bir proconsul vardı. Bu yeni Theme'lerin eski muhtelif vilâyetleri içine alması, bunların askerî karakterini gösteriyordu; fakat bunu asıl vuzuh ile anlatan ve Thim e'lerin asıl karakterini belirten şey, buralara askerî k ı t ’ a la r ın y e rle ştirilm e si ve yeni ihdas edilen askerî mülkler'in (Osmanlı tımarları gibi), askerî hizmet karşılığı, onlara irsî o larak verilmesi idi. O zamana kadar bu usûl yalnız h u d u t m ın takala r ın d a ve İstanbul’dan uzak G a r b v ilâ y e t le r i’nde tatbik olunuyordu. Tedricî surette ve imkânların müsaadesi nisbetinde tatbik edilen bu yeni teşkilât sayesinde, her tarafta mühim askerî kuvvetler bulunması te’min ediliyor, hazine bunun için hiçbir yük altına girmiyor, ücretli ordu sistemi'nin bütün mahzurları ortadan kalkıyordu. Anadolu’nun ve Kafkasya’nın cenkci kabilelerinden toplanan bu tımarlı askerî kuvvetten başka, k ö y lü le re de bu askerî tımar'\-Ar verilmek suretiyle ordu mevcudu kolayca artırılıyordu. imparatorluğun sonradan Anadolu Theme'lerme naklederek Stratiote suretiyle yerleştirdiği Slavlar’dan da istifade edilmişti, ilk dâvette atları ile beraber vazifeye gelen bu daimî tımarlı ordusu, küçük toprak sahibi bir köylü sınıfının mevcudiyetini de sağlıyordu. Bu sağlam askerî teşkilâtın yanında, merkezî idare'de dahi onunla mütenâzır devamlı ve sağlam teşkilât kurularak, eski prefecture sistemi yavaş yavaş ortadan kalktı. Bunun geniş salâhiyeti sahasında olan malî idare de, daha küçük birtakım dairelere verildi. İşte bütün bu ıslâhat sayesinde gençleşen imparatorluk, 620’den başlıyarak, düşmanlarını mağlûp etti, kaybettiği toprakları geri aldı, büyük zaferler kazandı. Kilise’nin büyük müzaheretini kazanmış olan H eracliu s, ordusunun başına geçerek, Avar Hakanı ile 619’da maddî ağır şart 96 İZAHLAR larla bir sulh yaptıktan sonra, 622’de Anadolu’ya geçerek Iranlılar’a karşı ordusunu hazırlamakla meşgul oldu: Süvari kuvvetine ve bilhassa süvari okçulara büyük ehemmiyet veriyordu. Bâzı mütehassıslar, H e r a cliu s devrindeki askerî teşkilât ve ıslâhatın, yeni harb usûllerinin büyük nisbette göçebe Türk kavimlerinden alındığı fikrindedirler [Bilhassa E. D ark o, muhtelif tedkiklerinde, büyük bir kuvvet ve salâhiyetle bunu izah ve müdafaa etmiştir. Bibliyografik tafsilât için O s tr o g o r s k y ’nin Bizans Tarihi’ne bakınız]. H era cliu s, Ermenistan’da İran ordusunu büyük bir bozguna uğratarak Anadolu’yu düşmandan temizledi; fakat Avarlar’ın tehdit edici vazıyeti karşısında İstanbul’a dönmiye mecbur oldu ve onlara verdiği vergi miktarım çoğaltmak ve rehineler vermek suretiyle vazıyeti düzelttikten sonra, 623’de İranlılar’la harbe tekrar başladı. Ermenistan’a ve oradan — Sâsânîler için an’anevî ve dinî mühim bir merkez olan — Gence’ye gelerek, İran Şahinşahı H u s r e v ’i firara mecbur etti. Büyük miktarda esir ve ganimetlerle beraber, kışlamak üzre Aras nehri gerisine çekilen İmparator, Kafkasya’daki Hıristiyan kabilelerden aldığı yardımcı kuvvetlere rağmen, burada kat’î bir netice alamadı ve 625’de Kilikya’dan yaptığı neticesiz hücumlardan sonra, kışlamak üzre Sivas yolu ile Pontus mıntakasına döndü. Bu şüpheli vazıyetler karşısında Iranlılar 626’da Avarlar’la işbirliği yaparak taarruza geçtiler ve İstanbul’u tehdit ettiler ki, İmparator böyle bir müşterek taarruzdan kaçınmak için Avarlar’a karşı büyük maddî fedakârlıklara katlanmıştı. Kuvvetli bir ordunun başında Bosfor kıyılarına kadar gelmiş olan İran başkumandanından başka, Avar Hakanı da maiyyetinde Avar, Slav, Bulgar ve G ipid’lerden mürekkep muazzam bir kuvvetle İstanbul önüne gelerek, karadan ve denizden sıkı bir muhasaraya başladı. Dinî hisleri tehyiç edilen şehir halkının mukavemet kuvveti ve Bizans donanmasının Slav gemilerini mahvetmesi sayesinde, Avarlar hezimete uğradılar ve perişan bir hâlde çekildiler. Bunun üzerine İran ordusu da sür’atle Suriye istikametinde çekildi. İmparator, bu sırada ordusiyle beraber L a z ik mıntakasmda bulunuyor ve Hazar Türkleri ile Iranlılar’a karşı sıkı dostluk münasebetleri kuruyordu ki, bu dostluk uzun müddet Bizans siyaseti için büyük bir istinatgâh olmuş ve bu sırada İran’a karşı H a z a r la r ’m taarruzlarını te’min etmiştir. 627 sonbaharında İran içerilerine, İZAHLAR 97 cenuba doğru harekete geçen İmparator, N in iv e önlerinde İran kuvvetlerini müthiş bir bozguna uğratmış ve 628 yılının başlarında, H u s r e v ’in çok sevdiği merkezi olan D a s tg e r d ’i zaptetmiştir. H u s r e v ’in o aralık tahttan indirilmesi ve öldürülmesi üzerine yerine geçen oğlu, Bizans ile sulh yaparak, Ermenistan’ı, Suriye’yi, Mezopotamya’yı, Filistin’i, Mısır’ı geri vermiş ve Bizans’ın üstünlüğünü kabul zorunda kalmıştı. Balkanlar’da da, Avarlar’m mağlûbiyeti, Slavlar için birtakım büyük menfaatler sağlamıştı. İran’a ve Avarlar’a karşı kazandığı zaferler nekadar parlak olursa olsun, Heraclius devrinin ehemmiyeti bu bakımdan değildir. Onun Şark’taki zaferleri, yeni doğan İslâm dini ve İslâm kuvveti karşısında, bütün bu kazançları Araplar’a devretmek suretiyle neticesiz kalmıştır. O , İran İmparatorluğu’nu zayıf düşürmekle, Bizans’tan ziyade İslâm istilâsına hizmet etmiştir; Şark’ta Garb Tu-K iu’lannın devamh surette yıprattıkları Sâsânî İmparatorluğu’nu Garp hudutlannda müthiş hezimetlere uğratması, İslâm fütuhatı için mühim bir yardımcı olmuştu; fakat onun Bizans’a en büyük hizmeti, yapmış olduğu askerî ve sivil ıslâhattır ki, bunun en sağlam temeli olan Thime teşkilâtı ve tımarlı daimî bir asker sınıfının vücude getirilmesi, Bizans’ın asırlarca kuvvetle yaşamasında en büyük âmil olmuş ve Müslümanlar tarafından da taklit edilmiştir. Resmî dil olarak Lâtince yerine, kilisenin ve halkın dili olan Yunanca’nın kabulü de yine bu devrin eserlerindendir. 9 . U y d u r m a V e s i k a l a r Ö m e r’in Şam ahalîsine verdiği rivayet edilen bu ahdnâme, bâzı müverrihler tarafından zikredilmiş ve (Hicrî 530)’da ölen T a r t û ş î bunu — I. asır ricalinden A b d ü r ra h m a n ’dan naklen— bir eserinde kaydetmiştir. Medeniyet-i-lslâmiyye Tarihi müellifi C o r c i Z e y d â n eserinde bu ahdnâme’den uzun uzun bahsetmiş ve bunun mevsuk, veya uydurma olduğu hakkında çok mütereddit kalmıştır. Herhâlde daha Tartûşî’den evvel, böyle bir a h d n âm e’nin mevcudiyeti hakkında bir an’ane olduğu tahmin olunabilirse de, gerek bu tahmin, gerek bu ahdnâme'deki bâzı hükümlerin V I. asırdan evvel Hıristiy anlar hakkında tatbik edilmekte olması gibi mülâhazalar onun ta r ih î îs lâ m M t dr a iy tli — V I I . 98 İZAHLAR d o ğ r u l u ğ u hakkında aslâ k a t’ î b ir delil olam az [T afsilât için: Medeniyet-i-İslâmiyye Tarihi, T ü rk çe tercüm esi, C . I V , S. 177-18 5]. T ıp k ı b u nun gibi, P e y g a m b e r ’ e isnad olun an d iğer bir ahdnâme d ah a vard ır ki, onun da ayn ı sûretle son radan u y d u r u l m u ş o ld u ğu m u hakkaktır [Aynı eser, ayn ı cilt, S. 174 -17 7]. B öyle birtakım u y d u r m a vesikalara, b âzan sonraki tarih î eserlerde n a k i l s û r e t i l e tesad ü f edildiği gibi, ayrıca m u h telif m aksatlarla, doğru d an d oğru ya uydurulm uş eski m etinlere de, eskidenberi rastlanm aktadır. M eselâ şu son za m an larda İ s f a h a n ’da A l i ’ye isnad edilen — g ü y a H icrî 40 senesinde yazılm ış — b ir ahdnâme m eydana çıkarılm ıştı. M irz â M uh am m ed K a zv in î, bunun, A b b â s î devrinden sonra ve S a f e v î l e r devrind en evvel uydurulm uş olduğunu kat’ î sûrette isb at etm iştir [B îst M ekale-iK azvinî, I, B om bay, S. 13 1-14 1]. Eski tarih î kayn ak larda P e y g a m b e r ve ilk d ö r t H a l î f e zam an ın a âit olarak gösterilen resmî vesikalar hakkında şu esere b akın ız: [ M u h a m m e d H a m d u l l a h , Documents sur la diplomatie musulmane, Paris 1935]. IO. Şu'ÛBİYYE MES’ELESİ B a r th o ld ’ün Şu‘ûbiyye mes’elesi hakkında kısaca verdiği mâlûmâtı, burada biraz etraflıca olarak îzah etmek istiyoruz. Çünkü, türlü bakımlardan büyük ehemmiyeti hâiz olan bu cereyanı — hiç olmazsa u m um î h a tia r iy le — bilmek, İslâm tarihini anlamak için zarurîdir. C o rc i Z ey d â n , Medeniyet-i-İslâmiyye Tarihi’n d e [C. I V , S. 257_258] bu mes’eleye temas etmiş ve D. B. M a c d o n a ld da 1927’de Islâm Ansiklopedisi'ne yazdığı bir sütunluk S h u ‘û b iy y e maddesinde — G o ld z ih e r ’in Muhammedanische Studien, I, 147-216 ile, Z. D. M . G .’- deki bir mekalesine istinad ederek — küçük bir hulâsa yapmışsa da, bunlar çok kifayetsizdir. İşte, bu sebeple, burada bu mes’ele hakkında umûmî bir fikir vermek istiyoruz. Araçpa {‘ab kökünden gelen bu kelime, Islâm’ın ilk kurucusu ve nâşiri olan Arap unsurunun h u k u k î ve s iy â s î tehakküm ve tefevvukuna karşı çıkan içtimâî bir cereyanı ve mensuplarını ifade eder. Bunlar, bütün m üslüm an u n su rla rın müsavi olduğunu iddia ettikleri için kendilerine Ehl-et-tesviye yâni m ü sa v a tç ı lâkabını verirler. Islâm dininin çok sarih olan m ü s a v a tç ılık prensibine rağ İz a h l a r 99 men, daha Peygamber’in ilk H a lîfe le r i zamanında başhyarak, bedevî hayatın doğurduğu k a b île a s a b iy y e ti’ni şiddetle muhafaza eden A r a p u n su ru ’nun h u k u k î ve siy asî tehakkümü gayet tabiîydi. Bilhassa, Ö m e r’in birçok hareketlerinde — darbımesel olan şiddetli adâletine rağmen— A r a p lık ta a ssu b u açıktan açığa göze çarpar. Hareketlerinde Kitab’a ve Sünnet’e uymayı akıllarına bile getirmiyen E m e v île r zamanında, Arap unsurunun siy a sî ve huk u k î tehakkümü son haddine vardı. İslâ m o lm ıy a n la r değil, hattâ Arap olmıyan m ü slü m a n la r bile — Allah’ın ve Peygamber’in müsavat emirlerine rağmen— aslâ A r a p la r ’ la m ü sa v î sayılmıyorlar,onların kölesi addediliyorlardı. İşte, birdenbire çok genişliyen ve Arap olmıyan muhtelif unsurlara mensup milyonlarca müslümanı da ihtivâ eden E m e v î İmparatorluğu zamanında, bu Arap şovinizmi kuvvetli bir a k s ü l’ am el doğurdu; eski ve k u v v e tli k ü ltü r sahibi kavimlere mensup m ü slü m an lard a, İslâmiyet’in kat’î emirlerine rağmen A r a p la r ’da hâlâ devam eden bu b e d e v î a s a b iy y e t a n ’ anesi karşısında, kavmî şuûr'’un şid d e tle u y a n m a m a sı kaabil değildi. İşte daha E m e v île r devrinde başhyarak,onların su k û tu n d a mühim bir âm il olan bu psikolojik aksüVamel, A b b â s île r devrinde, Arap unsurunu pek sevmiyen M an sû r zamanından itibaren, türlü sebeplerle, yavaş yavaş k u v v e tle n d i ve nihayet, H o r a s a n lıla r ın A r a p la r ’ a g a le b e si sâyesinde iktidar mevkiine geçen Halîfe M e ’ m ûn devrinde büyük bir İçtimaî cereyan mahiyetini alarak, siyasî hayatta da te’sirini gösterdi; biraz sonra M u ‘ t a s ı m zamanında Araplar’ın tahsisatlarının kesildiğini ve vâliliklerden mahrum bırakıldıklarını bile görüyoruz. Maamâfi, siyasî hayatta zaman zaman F a r s 1 a r ’ın, T ü r k 1 e r’in, D e yle m lile r ’in ehemmiyet kazanmaları ve bu unsurlara mensup askerî k u m a n d a n la rın teh a k k ü m ü gibi hâdiselere bakarak, bütün bunları Şu‘ûbiyye cereyaniyle îzaha kalkmak ve A ra p u n su run un IX. asırdan itibaren ehemmiyetini kaybettiğini iddia etmek doğru olmaz. A b b â s î hükümdarları, tü rlü u n su rla ra müstenid bir İslâm im p a r a to r lu ğ u kurdukları için, bu u n su rla rd a n h ep sin i kollamak mecburiyetinde idiler ve Bizans ordusu gibi, A b b â s î ordusu da tü rlü u n su rla rd a n mürekkep olacaktı. Fakat, hükümdarlar nasıl Arap neslinden iseler, devletin resmî dili, saray dili, bir kelime ile kültür dili de A r a p ç a idi; Abbâsîler’in dinî siyasetlerinin esası ise, ortodoks müslümanlık idi. IOO İZAHLAR İşte Abbâsî împaratorluğu’nun bu mahiyeti ve hükümdarların kullanacakları adamlardan yalnız şah sî sa d â k a t ve liy â k a t istemeleri, Emevîler devrindeki Araplık asabiyyetini ve Araplar’ın siyasî tehakkümünü izale etmişti. Bu serbest hava içinde, b a şk a unsurlara mensup adamlar, Araplaı’a karşı kendi k a v m î a n ’ a n elerin i, ta r ih î şerefle rin i, d ille r in i açıkça müdafaaya kalktılar ve münakaşalar, her iki tarafın biribirini tahkir ve tezyif etmelerini de intaç etti. Arap olmıyan birtakım şâir ve müellifler, bu hususta şiirler, risaleler yazdılar; buna mukabil, Araplar’ın diğer kavimlere fâik olduğunu isbat iç in — meselâ Ib n K u te y b e ’nin T a f d î l - e l - ‘ A ra b 'ı gibi — kitaplar da vücude getirildi. Her iki taraf da dâvâlarım isbat için, birçok h ad isler de u yd u rd u la r. Maamâfi, bütün bunlar A ra p d iliy le yazılıyor, Kur'an dili ve cennet ehlinin dili olan Arapça'nın d iğer d ille rd e n üstün olduğu hemen umûmiyetle kabûl olunuyordu. Bu iki ifratın ortasında b îta r a f bir mevki’ alan bâzı müellifler de, îslâm ümmetine dahil muhtelif unsurların, hattâ îslâm olmıyan unsurların, ayrı ayrı meziyyetlerine, faziletlerine dâir eserler yazdılar. Abbâsî ordusunu teşkil eden muhtelif unsurların ve o arada T ü r k le r ’in meziyyetlerine dâir, meselâ büyük edib C â h iz tarafından yazılan eser, sonra, E bû H a y y â n - ı - T e v h î d î ’nin Araplar’ın, Yunanhlar’ın, îranlılar’m, Hindliler’in hususî meziyyetleri hakkmdaki mütalealan, bir misâl olarak zikrolunabilir. Bütün bu izahlardan anlaşılıyor ki, Şu‘ ûbiyye cereyanı, Arap tehakkümüne karşı diğer müslüman unsurlarda tabiatiyle hâsıl olan k a vm î şuûrun u y a n m a sı’ndan başka birşey değildir. Bunu sadece ed eb î, yahut siya sî veya d in î bir hareket saymak, yahut bâzılarının iddiaları gibi îr a n lılık şuûrun un u ya n m a sı tarzında tefsir etmek yanlıştır ve mes’elenin yalnız bir tek cephesini görmek demektir. Arap olmıyan müslüman unsurlarda kavmî şuûrun uyanması, onlarda, eski dinî-ahlâkî ve edebî an’anelerin, siyasî an’anelerin yeniden canlanmasını ve kıymetlenmesini intaç edecektir. İşte, bundan dolayı, Şu‘ ûbiyye ismini, bütün bu birbirinden farklı cereyanların meydana çıkmasını hazırlıyan p sik o lo jik a k s ü l’ am ele vermek doğrudur. Yoksa, ehl-i-sünnet akıydelerine mugayir birtakım mezhepleri, İran’ın düalist itikatlarından mülhem akideleri, d in îsiya sî veya sırf siya sî mahiyette isyanları bu isim altında toplamak doğru değildir. Şu‘ ûbiyye'n\n lehinde ve aleyhinde bulunanlar tara- İz a h l a r İOI findan yazılan eserlerde, daha ilk zamanlardanberi, bu tâbirin çok u m û m î ve m üphem bir tarzda kullanıldığı unutulmamalıdır: Meselâ C â h iz , îslâm dini aleyhinde bulunanların Ş u 'û b î prop a g a n d a s ın a uyduklarım söylerken, bu kelimeyi çok umûmî bir mânada kullanmış oluyordu. Bu hareketi, sadece îr a n lılık şu û ru n u n u ya n m a sı tarzında tefsir etmek de doğru değildir. Eski ve kuvvetli bir medeniyetin merkezi olan İran , İslâm hâkimiyeti altında şüphesiz tekrar m â n e v î bir in tib a h gösterecekti. Şu'ûbiyye mefhumunun ihtiva ettiği muhtelif cereyanlar arasında, büyük mikyasta, bu hareket de mevcuttur. Birçok S â sâ n î an’anelerine vâris olan A b b â s î îm p a r a to r lu ğ u ’nda, bunu ta b iî, hattâ z a r u r î görmek lâzımdır. O devrin birtakım müellifleri, A b b â s î devletini “ S â s â n île r ’in devam ı,, addetmekle hiç yamlmıyordular. Sâsânî devrinin dinî - ahlâkî an’anelerini, Sâsânî hükümdarlarının büyüklüklerini, adalet ve haşmetlerini, Sâsânî müesseselerini ideal birer örnek gibi göstermek, yalnız îr a n lı m ü e lliflere münhasır kalmamış, sair birçok İslâ m m ü e llifle r i de aynı fikirleri ileri sürmüşlerdir. Her mânasıyle ta r ih î bir z a rû re t olan bu Şu’ûbiyye hareketi, dinî-siyasî bakımlardan “ îs lâ m b ir liğ in i z a y ıfla tm a k ,, gibi fena bir netîce doğurmuşsa da, buna mukabil, îslâm muhitinde geniş ve kuvvetli bir h ü rriy e t ve tesam ü h h a va sı yaratmak, Araplar’dan başka milletlerin d ille rin e , a n ’ a n e le rin e , ta r ih lerin e kıymet vererek onlarla da iştigal etmek, te n k id v e m u kayese fikrini doğurmak, millî lisanların edebî dil olarak ih y a s ın a yol açmak gibi faydalı neticeler de vermiştir ki, İslâm kültürünün yükselişinde bunun rolü pek büyüktür [Bu mes’ele hakkında, Tahran’da çıkan M ihr mecmuasında C e lâ l H u m â î tarafından neşredilen makalelere bakınız: C. II, numara 1-4; C. III, numara 1 -3. Bu makaleler, Mısır müelliflerinden A h m e d E m in ve A b d ü lh a m id ’in (1347) ve (1351) adlı eserlerinden iktibas edilmiştir. P rof. M arg o lio u th ’un İslâm Tarihinde İran’ın M evkii adlı mühim makalesinde de, Şu‘ûbiyye cereyanı “ îslâm medeniyeti üzerinde İran te’sirinin neticelerinden biri,, olarak gösterilmiş ve sadece bu bakımdan tetkik olunmuştur; biz bu makalenin Farsça tercümesinden istifade ettik: ‘ A li E k b er D eh h u d â, Emsâl ve Hikem, c. m, s. 1673-1689, 102 İZAHLAR Tahran 1310. Ortazaman İslâm - Türk Âleminde M illiyet M es’elesi ismiyle neşredeceğimiz bir eserde, bu mes’ele hakkında da, bilhassa iç tim â i ta rih bakımından icabeden izahat verilmiştir]. 1 1 . G ü r c ü l e r v e E r m e n İl e r ’d e T ü r k T e ’ s îr î G ü r c ü le r ve E rm en iler, İslâmiyet’ten sonra, önce A ra p ve Fars, sonra da kuvvetli T ü r k te’sirine tâbi olmuşlardır. Şimdiye kadar bu hususta araştırmalarda bulunmuş olanlar, Türk te’sirini Iran te’sirlerinden ayıramamışlar ve onu da İran’a isnad etmişlerdir. Hâlbuki B ü yü k S e lç u k île r ’in zuhurundan başhyarak son günlere kadar, dilde, edebiyatta, güzel san’atlann sair muhtelif şûbelerinde, devlet teşkilâtında bu te’sir çok bârizdir. Ortazaman’ın büyük Gürcü şâiri Ş o ta R u s ta v e li’nin Kaplan postlu Şövalye adlı meşhur destanında yalnız Ira n t e ’ siri değil, Türk te’siri de mevcuttur. Türk edebiyatının Ermeni edebiyatına te’siri mes’elesi hakkında bakınır : [F u ad K ö p rü lü , Türk Edebiyatının Ermeni Edebiyatına Te’siri, Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Sayı 1, S. 1 - 30, İstanbul 1922]. 1 2 . Ş a r k H i r İs t İy a n l a r i’ n in G e r İl î ğ İ Bu ilerilik, ancak X IX . asırda, hattâ bu asrın ikinci yarısında kendisini göstermeğe başlamıştır. Yoksa, daha evvelki asırlarda, Şark H ır is tiy a n la r ı, tslâmlar’la mukayese edilemiyecek kadar geri bulunuyorlardı. X V . — X V III. asırlar arasında Osmanlı im paratorluğu memleketlerinde seyahat etmiş olan Avrupalıları’n yazdıkları seyahatnâmelerde, Şark Hıristiyanları’nın, hattâ rû h â n î sın ıfın bile, ne derin bir c e h a le t içinde bulunduğunu gösteren kayıtlar pek çoktur. Prof. W . A rn o ld diyor ki: “ X V II. asır sonlarında Türkiye’deki bütün Rum papaslan içinde yalnız oniki kişinin eski Yunan diline lâyıkıyle vâkıf olduğu rivayet edilir. Papaslar için okuyabilmek büyük bir iktidara malikiyet gibi sayılırdı. Bunlar duâ kitaplarındaki kelime ve tâbirlerden birçoğunun mânasını anlıyamazlardı,, [Intişâr-ı- İslâm Tarihi, S. 172, İstanbul 1343; Bay H a lil H a lid tarafından — yazık ki notlardan birçoğu terkedilerek— tercüme edilen bu mükemmel eserde, has isimlerin ekseriyetle yanlış yazılması, müter İZAHLAR 103 cimin, İslâm kültürüne hiç vâkıf olmadığı gibi, müellifin transcription sistemini de anhyamadığını açıkça göstermektedir]. 1 3 . Ş a r k H i r î s t î y a n l a r i v e İ s l â m T e ’ s îr i Ortodokslarla Katolikler arasındaki d in î münaferetler, yalnız H a ç lı S e fe rle ri esnasında değil, ondan sonra da, Şark Hıristiyanlan’- mn İslâ m hâkimiyetini Avrupahlar’ın hâkimiyetine tercih etmelerine sebep olmuştur; çünkü bu hâkimiyet, Hıristiyanlık’ın her mezhebini, her cemaatini akıydelerinde tamamiyle serbest bırakıyor, hattâ bununla da kalmıyarak, o cemaat mensuplarının biribirleriyle olan h u k u k î m ü n a se b e tle rin in tanzimini de yine o cemaate terkediyordu. İslâm fütuhatının Bizans topraklarında sür’atle inkişafı sebeplerinden biri de, resmî ortodoks kilisesinin şiddetli tâkıybatına uğnyan birtakım Hıristiyan mezheplerine mensup cemaatlerin, kendilerini zulümden kurtaracak olan bu hâkimiyeti şiddetle arzu etmeleridir. W. A r n o ld ’ün Türkçe tercümesinden bahsettiğimiz eserinde ( The Preaching o f İslam, 2. ed. London, 1913) buna âit mühim kayıtlar vardır. 1 4 . E r m e n î l e r v e K A TO LİK LİK Ermeni kilisesi ve Ermeni cemaati, Ermeniler arasında katolik propagandasına mâni olması için, yalnız İran devletine değil, Osmanlı devletine de mütemadi sûrette müracaatta bulunmuştur. Tarihlerimizde buna âit tafsilâta tesadüf olunur [A h m ed R efik, Türkiye'de Katolik Propagandası, Türk Tarih Encümeni Mecmuası, numara 5 (82), 1340, S. 257 - 276]. 1 5 . MÜSLÜMANLAR ARASINDA M İLLİYETÇİLİK X IX . asrın milliyet fikirleriyle beslenen A rn a v u d ve A ra p m illiy e tç ile r i arasında, bu din ayrılığının yavaş yavaş ehemmiyeti kalmadığını ve Osmanlı İmparatorluğu’na karşı yaptıkları hareketlerde hıristiyan olsun, müslüman olsun, Arap ve Arnavud milliyetçilerinin müşterek hareket ettiklerini çok iyi biliyoruz. 104 İZAHLAR 16. İSLÂMİYET’İN YAYILMASI VE Cizye İslâm d in in in ve A r a p d ilin in çok geniş bir coğrafî sâhada ve sür’atle y a yılm a sı, cidden araştırılmağa değer bir mes’eledir. Birinci mes’ele hakkında A r n o ld ’ün eserinde ve C. Z e y d â n ’m Medeniyet-i- İslâmiyye Tarihi'nde izahata tesadüf olunur. Bu yayılma, umûmî bir şekilde tetkik edilince, bunda aslâ bir cebir ve şiddet olmadığı derhâl görülür. İslâm esaslarına göre, gayr-i-müslimlerden cizye denilen husûsî bir vergi alınır ki, ilk asırlarda İslâm devletinin hâzinesini besliyen başlıca varidat menbâlanndan birini teşkil ediyordu. Herhangi fethedilen bir memlekette, halk, bu husûsî vergiden kurtulmak için kitle hâlinde İslâmiyet’i kabûl ettiği zaman, oranın varidatı derhâl müthiş bir eksilme gösteriyordu. Buna karşı, daha E m e v île r zamanında, İslâm dinini kabûl edenlerin de bu vergiden istisna edilmemeleri hakkında emirler verildiğini biliyoruz. İslâm esaslarına tamamiyle zıd olan bu hükmü, Ö m er b. A b d - ü l- A z iz çok kısa süren saltanatı esnasında kaldırmıştı. Sonraları, Osmanlı İmparatorluğumun büyük fütuhât devirlerinde bile, varidatın eksilmemesi için, devletin buna mümasil hareketlerde bulunduğunu ve k itle h â lin d e ih tid â la r ı men’e çalıştığını görüyoruz. Bâzı yerlerde İslâm dinine girmiyen halkın bile, Arap dilini kabûl etmesi, muhitin îcabâtı ve İslâm medeniyetinin o sâhalarda kuvvetli inkişâfı neticesidir. * § Bu mes’elenin türlü bakımlardan arzettiği ehemmiyeti gözönüne alarak, yukarıdaki çok kısa ve çok umumî mahiyetteki izahımızı biraz daha genişletmek lüzumunu duyduk. Son asırda İslâm tedkikleri ile uğaşan hemen bütün Garp âlimleri, meselâ A sin P alacio s, W. A rn o ld , İslâmlığın sür’atle ve kuvvetle yayılmasında, hattâ askerî zaferlerinde, silâh kuvvetinin, zulüm ve tazyikin birinci derecede ehemmiyetli bir rol oynamadığını göstermişlerdir; halbuki, Ortaçağ Hıristiyan dünyasının İslâm dinine ve Müslümanlar’a karşı beslediği korkunç düşmanlık hislerinden kurtulamıyan eski Garp müellifleri, eserlerinde, İslâm dininin kan ve ateşle yayıldığını, İslâm hâkimiyeti altına düşen Hıristiyanlar’a Müslümanlık’m zorla kabul İz a h l a r «05 ettirildiğini ısrar ile yazıp durmuşlardı. Ancak, X IX . asırda Haçlı savaşları hakkmdaki eserleriyle büyük şöhret kazanan M ic h a u d gibi bâzı tarihçilerin, dinî taassup te’sirinden kurtularak hâdiseleri tarafsız bir gözle görüp mukayese ettiklerini de unutmamak lâzımdır. Profesör W. A r n o ld ’un son yıllarda üçüncü defa basılan tslâmın Yayılma Tarihi adlı meşhur eserinde bu büyük tarihî hâdise, tarafsız ve doğru bir görüşle izah olunmuştur. Islâm dini, Müsevîlik ve Hıristiyanlık gibi “ Allah’ın birliğine inanan,, dinlere mensup olanları, bâzı maddî şartlar içinde, dinî müesseseleri ile birlikte serbest bırakmış, mâbetlerini ve ruhanîlerini — onlara birtakım imtiyazlar tanımak suretiyle— himaye etmiştir. Iran ve H in d is ta n ’da Zerdüşt ve Budha dinleri mensuplarının pek ezici bir ekseriyet hâlinde bulundukları muhitlerde, bunlar Ehl-ikitab zümresinden sayılmadıkları hâlde, siyasî zaruretlerle, yine bâzı şartlar dahilinde müsamaha ile karşılanıyorlardı. İslâmiyet’in ilk devirlerinde sayılan oldukça ehemmiyetli olan Gnostik zümreler bile, dinî bakımdan hiçbir tazyik altında değillerdi. Bütün bu “ İslâmlık dışındaki,, zümreleri — hele Ehl-i kitab olanlan— Müslümanlık’ı kabule zorlamak Islâm dinî esaslarına aykırı olduğu gibi, Ehl-i-kitab olmıyanlara karşı böyle bir harekete girişmek de siyasî ve İdarî bakımlardan çok tehlikeli idi; halbuki Sâsânî devletinin resmî dini olan Mazdeizm rûhanîlerinin, başka itikat taşıyanlara karşı çok şiddetli ve zâlim olmalan, Bizans Imparatorluğu’nda ise Ortodoks kilisesinin her türlü i’tizal zümrelerini (Heresie) ortadan kaldırma siyaseti, fikir ve vicdan hürriyetini yok etmişti. Oldukça mühim bir kemmiyyet teşkil eden bu mazlûm kitle, Iran ve Bizans imparatorluklarında, îslâm dininin maddî ve mânevî zaferine hizmet etmişlerdir. Müslümanlığın sür’atli yayılış sebebini yalnız kılıç kuvvetinde, şiddette, baskıda aramak, Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın Islâmlar’a karşı beslediği korkunç taassup ve husumetin şuurlu ve şuursuz bir tezahüründen başka birşey değildir ve tamamıyle tek ta r a flı ve çok b a sit bir izah şeklidir; halbuki her büyük tarihî hâdisede olduğu gibi bunda da birçok â m ille rin te’siri olduğu, her zaman ve mekâna göre, bu âmillerin ehemmiyet derecelerinde de m ühim fa rk la r bulunduğu muhakkaktır: Mezopotamya’nın, İran’ın, Mâverâünnehr’in, Filistin ve Suriye’nin, Mısır’ın istilâsındaki dış şartlar ve ıo6 İ z a h l a r âmiller elbette biribirinden çok farklıydı; bunun gibi, İslâm tarihinin türlü tekâmül devrelerinde de iç şa rtla r ve â m ille r şüphesiz biribirinin aynı değildi. İslâmlığı kabul etmiyen Hıristiyan, Yahudi gibi Ehl-i-kitab zümreler ile mazdeen, budhist, sâbi’î, gnostik gibi bunun dışındaki cemaatler hakkmdaki — Kitab ve Sünnet't dayanan— hükümler bile, zaman ve mekâna göre birtakım ayrılıklara uğruyordu. Memleketin başındaki siyasî ve askerî büyük şahsiyetlerin düşünüş ve anlayışlarındaki farklar, hükümetin veya hânedânm menfaati ile alâkalı hareketler, siyasî zaruretler, İktisadî ve malî ihtiyaçlar, pek tabiî olarak bu ayrılıkları yaratıyordu. İşte, tarihî bakımdan sağlam neticelere varabilmek için, İslâm’ın sür’atle yayılışı mes’elesini ve onun başlıca âmillerini, böyle geniş bir görüş ve anlayışla incelemek şarttır. Yoksa, belli bir coğrafî sahaya ve belli bir zamana ait olan herhangibir hâdiseyi sebepsiz yere yayıp genişletmek suretiyle, yâni mânâsız generalisation’larla, mutlaka yanlış neticelere varılır ki, bu basit kaideyi unutmamak tarihçilerin ilk vazifeleridir. İşte, İslâm tarihine bu metodolojik prensiplere göre acele ve basit bir göz atarsak, şu hakikatler gözümüze çarpar: Müslümanlığın yayılışında dış şartların ve âmillerin, hele bâzı devirlerde ve bâzı muhitlerde, büyük bir te’siri olmuştur. Gerek fertler üzerinde, gerek zümreler ve cemaatler üzerinde Islâmlık’ı kabul etmeleri için herhangibir zorlam a hâdisesine tesadüf edilemez; çünkü böyle birşey İslâm dinine aykırıdır. İslâm olmıyanlara mahsus vergilerin, her zaman ve her yerde İslâmlaştırmak hususunda bir silâh gibi kullanıldığı da yok gibidir. İslâm tedkiklerinin büyük mütehassısı J. G o ld z ih e r ile, ona iştirâk eden W. A r n o ld ’un dedikleri gibi, bu vergiden kurtulmak maksadiyle Müslüman olanlar, onun yerine Müslümanlar’a mahsus zekât'ı vermekten kurtulamadıkları cihetle, bu maddî sebebin fazla bir kıymeti olmadığı kendiliğinden meydana çıkıyor. Filistin ve Suriye’de eski Bizans kadroları üzerine teşkilât kurmıya çalışmakla beraber, hele ilk devirlerde daha ziyade bedevî bir Arap saltanatı karakteri taşıyan E m e v î D e v le ti, Bizans-Sâsânî medenî an’anelerine dayanan A b b a s î H a life liğ i gibi sağlam bir siyasî teşekkül değildi. Bu sülâle, sadece fethedilen yerlerden mümkün olduğu kadar fazla para çekmek ve kavim ve kabilelerinin hırsını İZAHLAR 107 bu suretle tatmin ederek mevkilerini böylece sağlamak düşüncesinde idi. Bunların. Horasan ve bilhassa — İslâm te’sirinden daha uzak kalmış olan— Mâverâünnehr’de tâkıbettikleri İslâmlaştırma siyasetini kısaca izah ederken, yukanki görüşlerimizin doğruluğunu daha iyi anlatmış olacağız: E m e v î devletinin, İslâm adaletinin ve Müslümanhk’ı yaymak idealinin tek temsilcisi olan Ö m er bin A b d -ü lA z i z ’den sonra, onun usûlleri tamamıyle bırakılmıştı. Nihayet, vâlî A şras (M. 727-729), Mâverâünnehr’i Müslüman etmiye niyet etti ve Müslüman olacak kimselerden vergi alınmıyacağı va’diyle Semerkand’a propagandacılar yolladı. Az zamanda mühim neticeler elde edilmiye başlandı; lâkin, bir taraftan sûiistimal, yâni hırsızlık kaynaklarının azaldığını gören Arap me’murlan, diğer taraftan demokratik İslâm ruhunun, imtiyazlarına ve menfaatlerine dokunacağını pek iyi bilen yerli dihkan’lar, bundan fena halde kuşkulandılar. Mâverâünnehr’in İçtimaî ve İktisadî bünyesi ve dinî vazıyetindeki birtakım hususiyetler, İslâmlaşmaya çok elverişli idi. Bu itibarla devlet gelirinin birdenbire azaldığını gören vâlî, ilk va’dini birtakım şartlara bağlamak zorunda kaldı ve vergiden kurtulmak için “ sünnet olmak, namaz kılmak, Kur'ân'dan bir sûre okumak,, icabettiğini ilân etti. Gelirin bununla da lüzumu kadar artmadığını görünce, istisnasız herkesten vergi alınmasını emrettiyse de, bu karar büyük bir isyan ile neticelendi; halk, civardaki putperest Türkler’i yardıma çağırdılar. Birkaç şehir müstesna olarak, Araplar Mâveraünnehr’i epeyice bir müddet boşaltıp çekilmek zorunda kaldılar. Bu ayaklanmada buralarda oldukça kuvvetli bulunan maniheenler'in mühim te’siri olmuştur. Zaman zaman, istisna teşkil eden bâzı münferit hâdiselere tesadüf edilmekle beraber, İslâm dininin kat’î hükümleri, Müslüman memleketlerinde yaşıyan her türlü din ve mezheplere mensup cemaatlere en geniş bir din hürriyeti vermiş, dinî müesseselerini ve din adamlarını onlara büyük imtiyazlar sağlamak suretiyle himaye etmiştir. Ara-sıra, dar düşünceli, mutaassıp bâzı hükümdârlar ve devlet adamları tarafından Hıristiyan ve Yahudiler aleyhine birtakım haysiyet kırıcı kararlar ahnması — meselâ devlet işlerinde kullanılmamak, ata binememek, silâh kullanamamak, kıyafetlerinde Müslümanlar’ı taklit edememek, hangi cemaate mensup olduklarım gösteren bâzı alâmetler taşımak gibi— pek mahdut zamanlara ye bâzı ıo8 İZAHLAR mutaassıp muhitlere inhisar etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, daha ilk asırlardan başhyarak îslâm dünyasında Hıristiyanlar ve Yahudiler tam bir din hürriyetine sahip olmuşlar, devletin en yüksek ve ağır mes’uliyetli makamlarına geçebilmişler, saraylarda büyük nüfuz ve itimat kazanmışlar, yalnır serbest iş hayatında değil, umumî hayatta da çok büyük servet sahibi olmuşlar, dış memleketlerle ticareti âdeta fiilî inhisar şeklinde ellerinde tutmuşlardır. Islâm devletlerinin malî işleri ve bankacılık, bilhassa Yahudiler’in elinde idi. A b b a s île r devrinde, Bağdad medreselerinde hocalık eden gayr-imüslimlere tesadüf ediliyordu. îslâm devletleri ve hükümdârları en kudretli devirlerinde bile, îslâm olmayanları zorla îslâm dinine sokmak ve memleketlerinde başka dinlerden hiçbir eser bırakmamak gibi zulüm hareketlerine hiçbir zaman teşebbüs etmemişlerdir. Yoksa, Is p a n y a ’da Müslümanlar’a ve Musevîler’e karşı tatbik edilen yok etme siyaseti'ni, Müslüman devleder de kolaylık ile tâkibedebilirlerdi. Ortaçağ’da Bizans împaratorluğu’nu asırlarca kana boyayan mezhep mücadeleleri, Engizisyon devrinin vahşî hâtıraları, Garp dünyasının korkunç Katolik-Protestan kavgalan, din hürriyeti mes’elesinde Şark ile Garp arasında bir mukayese yapabilmek için bize kâfî bir fikir verebilir: Protestan memleketleri, K a n u n î S ü ley m a n ordularını, kendilerini vicdan hürriyetine kavuşturacak bir k u r ta rıc ı olarak, büyük bir ümit ile bekliyorlardı [îslâm hukukunun, îslâm olmıyanların Müslüman memleketlerindeki hayat şartları hakkındaki hükümlerini öğrenmek için vaktiyle Leyden’de çıkan İslâm Ansiklopedisi’nin dördüncü cildinde £immî maddesine bakınız. Ayrıca: T r itto n , The Caliphs and their non-muslim Subjects, London 1930]. 17. A r a p O r d u g â h - Ş e h i r l e r i B e d e v î Araplar, bir memleketi fethettikleri zaman, yerli halk ile karışm am ak ve herhangibir hücuma karşı daima toplu b u lu n m a k için , daimî o rd u g â h la r kurarak, çoluk çocuklariyle beraber oralarda yaşarlardı. Böyle herhangibir yerde uzun müddet kalınacağı anlaşılınca, bu o r d u g â h la r yavaş yavaş bir şehir hâlinde tanzim edilmeğe başlanırdı. Bu ordugâhlardan bâzıları, sonradan, muhtelif âmillerle, b ü yü k şeh irler hâlinde inkişaf etmişlerdir ki, İZAHLAR 109 B asra, K ü fe bunlardandır. İslâm coğrafyacıları ve tarihçileri tarafından ekseriya çok m ü b a lâ ğ a lı bir şekilde tasvir edilen bu gibi İslâm şehirlerinden bâzılan hakkında C. Z e y d â n ’ın eserinde biraz izahat verilmiştir [Medeniyet-i- Islâmiyye Tarihi, c. 11, S. 2 0 2 -2 11]. Muhtelif İslâm şehirlerinin mahallî tarihlerine âit ekseriya b iyo grafik (yâni o şehirden yetişmiş büyük adamların hâl tercemelerini muhtevi) ve bâzan da topo g ra fik mahiyette husûsî eserler yazıldığı gibi, coğrafyacıların kitaplarında, seyahatnâmelerde ve şâir edebî menbalarda da kıymetli mâlûmata tesadüf edildiğinden, bu şehirlerin tarihini azçok tenvir edebilmek kaabildir. Islâm Ansiklopedisi'nde — meselâ Buh â râ hakkında B a rth o ld ’ün yazdığı makale gibi— bâzı muvaffakiyetli tecrübeler bulunmakla beraber, bu husûstaki tetkikler henüz pek geridir. Aşağıda görüleceği veçhile, B a ğ d a d ve K a h ir e hakkında — tarihî kaynaklar kâfî derecede zengin olduğundan — bu yolda muvaffakiyetli tecrübeler yapılmıştır. Maamâfi, bütün bunlar, bugünkü iç tim â î tarih telâkkıylerinin istediği şartlara pek uygun değildir. Eldeki malzemenin mahdud olmasına rağmen, L. M assignon’un K ü fe şehrinin kuruluşu hakkmdaki kıymetli tecrübesini bu husûsta bir istisnâ olarak gösterebiliriz [Explication du plan de Kûfa, Memoire de l’lnstitut français, T. L X V III. - Melanges Maspero, Vol. II, P. 337- 360, le Caire 1935]. Onun ehemmiyetle işaret ettiği gibi, S u riye Ç ö lü ’nün şark ve garbında A r a p k o lo n iza sy o n u biribirinden çok farklı olmuştur : Garptaki atlı ordugâh (eski tâbir ile cünd), sonradan eski büyük merkezlere iltihak ettiği hâlde, Irak'takı Arap kuvvetleri iki büyük ordugâhta, B asra ve K û fe ’de toplanmıştır. Bir nehir limanı olan B asra’ nın, ticarî merkez sıfatiyle sü r’ a tle inkişaf etmesine mukabil, daha yavaş bir inkişaf gösteren K û fe ’de bedevî Araplar’m y e rle şik bir h ayata geçmelerini daha vuzuh ile tâkip etmek kaabildir. K û fe ’de yerleşen muhtelif kabilelere mensup Araplar arasında, K u re yş kabilesine mensûp biraz Hicazlı’dan başka, tam mânasiyle göçebe, yahut y a r ı g ö çe b e unsurlar ve nihayet Hadramût ve Yemen den gelmiş, kimi y a rı yerleşik , kimi çok eskidenberi yerleşik hayata geçmiş, daha medenî unsurlar vardı ve işte bu y a rı şeh irli C e n u p Arapları sâyesindedir ki, Araplar K û fe ’de yerleşik hayata geçmişler ve bunda mânalı bir husûsiyet göstermişlerdir. Burayı, husûsî ehemmiyeti hâiz IIO İZAHLAR bir Islâm k ü ltü rü m erk ezi hâline getirmekte bu unsurun rolü pek mühim olmuştur. M assign o n bu iskân unsurları arasındaki farkın, sonradan, Basra ve K û fe ’de inkişaf eden muhtelif fik rî te z a h ü r le r arasındaki fa rk la rı nasıl doğurduğunu anlattıktan sonra, şehrin d â h ilî taksimatını, etraftaki arâzînin tâbi olduğu h u k u k î şartları, ik tis â d î topografyasını, câmi ve mescitlerini, kenar mahallelerini tasvir etmektedir. E11 eski bir Arap ordugâhı'nin nasıl büyük bir şehir hâline geldiğini anlıyabilmek için, bu küçük tetkikin, içtimâi tarih bakımından büyük bir ehemmiyeti vardır. * § Ortaçağ’da îslâmlar tarafından kurulan, yahut, eskiden küçük bir kasaba mahiyetinde olduğu halde sonradan topografik, İktisadî, siyasî âmillerin te'siriyle mühim bir İslâm şehri karakteri alan merkezler hakkmdaki araştırmalar, 1940’danbeıi de ehemmiyetle devam etmektedir. Hele şu son yıllarda, bunların iç hayatına, İdarî ve İktisadî teşkilâtına, esnaf loncalarının inkişafına, zaman zaman tesadüf edilen umumî ayaklanmalara, çarşı ve pazar nizamına, belediye işlerine ve otoritesine, merkezî ve mahallî devlet teşkilâtı ile bunların münasebet şekillerine, halk ve halk teşkilâtı ile büyük nüfuz ve servete sahip eski ailelerin, şehir işlerinde ne derece nüfuz ve selâhiyet sahibi olduklarına ait ciddî araştırmalara tesadüf olunuyor: M assignon’un Le plan du Kufa (VVestöstliche Abhandlungen,\Vissbaden, 1945). Yine onun, Le plan de Basra, Melanges Maspero III., Memoire pub. par l’lnstitut français d’Archeology Orientale au Caire, 1940). Küfe ile Basra’nın İlmî muhitleri arasındaki rekabetler ve Basra’nın bir kültür merkezi olarak ehemmiyeti hakkında bk., C h . P el la t, Le M ilieu basrien et la formation du Ja h ız, Paris 1953). Meslekinin en feyizli zamanında vakitsiz ölen J . S a u v a g e t’nin, Alep (Paris 1941) hakkmdaki eseri, bu eski şehrin tarihî tekâmülü ve hususiyle Türk sultanlarının hâkimiyeti altında (Zengîler, Eyyubîler, Memlûkler, OsmanlIlar) gösterdiği inkişafa dair mükemmel bir monografidir. Osmanlı arşivlerinden istifade edilememesi müellifin bir kusuru değildir. Halep hakkmdaki arkeolojik ve tarihî her türlü kaynaklardan en metodik ve anlayışlı bir şekilde istifade edilerek vücude getirilen bu eseri, kendi nev’inde bir örnek sayabiliriz. İz a h l a r III Abbasîler’in 836-889 yıllan arasında askerî ve siyasî başkent olarak kullandıkları Sâmarrâ şehrinin tarihi, şehir tarihi bakımından, hususî bir ehemmiyet taşıdığı cihetle, kısaca ondan bahsedeceğiz: Abbasî halifelerinin saray ve ordulannda, yalnız merkezde değil, Suriye ve Ermenistan gibi uzak sahalarda bile Horasanlılar, Türkler büyük bir yer kazanmışlardı. Annesi Türk olan halife M u 'ta sım , kendisinin en sadık adamlan olan Türkler’den büyük bir hassa kuvveti teşkil ederek, Türk emirlerine de yüksek me’muriyetler ve büyük servetler te’min etti. Bunlann im tiy a z lı b ir s ın ıf hâlinde Bağdad’- da yaşamalan, başkentin asayişini bozduğundan, M u ‘ t asım , Samana’da bunlara mahsus bir şehir kurulmasına büyük Türk kumandanlarından A şn a s’ı me’mur etti. Yarım asırlık çok kısa hayatı esnasında yedi halifeye başkentlik vazifesi gören Sâmarrâ, Bağdad’ın yüz kilometre kadar cenubunda, Dicle’nin şark kıyısında kurulmuştu. T a rihî kaynaklarda, bu yeni merkez ve onun civarı hakkında uzun tafsilât verilmekte, civardaki eski âbideler, şehir içindeki mahalleler, ibadethâneler, saraylar, askerî binalar ve şehrin kapıları ve muhafaza tertibâtı uzun uzun anlatılmaktadır. Burası daha başkent olmadan, civarda sekiz Hısritiyan manastırı (deyr) bulunuyordu. Şehir o suretle yapılmıştı ki türlü kabilelere mensup Türkler burada hep bir arada yaşıyorlardı ve eski vatanlarında hangi kabilelerle komşu iseler, burada da yine ayni vazıyette bulunuyorlardı. En haşmetli binalar, saraylardı. Burada yaşıyan M u ‘ tasım , el-Cavsak adlı sarayı, Vâsık da, sonradan Haruni adını alan binayı yaptırdılar. İptida eski saraylarda oturan halife M ü te v e k k il, sonradan yirmidört bina daha yaptırdı, ölümünden dokuz ay evvel şimalde Kerh-Feyruz ve Dür arasında yeni bir şehir daha kurmak istedi ki bunun adı Caferîye olacaktı. O devir kaynaklan, M ü te v e k k il’in yaptırdığı saraylar hakkında uzun tafsilât verirler. Bütün bu debdebeli âbidelerin kısa bir zamanda yıkılıp yok olmasını, o devir zihniyeti Hicrî 236’da Kerbelâ’da H a z r e t-i-H ü s e y in ’in kabrine karşı reva gördüğü hürmetsizliğe atfeder. Eski bir Şîî merkezi olan Sâmarrâ’daki azametli binalar, X . asırdan başhyarak, harap olmıya yüz tutmuş ve yalnız şehrin en büyük camii, saraylarla kıyas edilemiyecek kadar uzunca bir müddet ayakta kalmıştır. Askerî kışlalar civarında şehrin Asker-Sâmarrâ adı ile anılan kısmındaki bu büyük cami, harabesinden de anlaşılacağı gibi, muazzam i la İZAHLAR bir san’at eseridir. 260 metre boyunda ve 180 metre eninde olup, 25 iç kısma ayrılmış olan büyük salon 44.000 metre kare bir sâhayı kaplamaktadır. Roma’daki Saint-Pierre kilisesinin 15.160, Ayasofya’nın ise sadece 6.890 metre kare olduğu düşünülürse, bu âbidenin azameti hakkında doğru bir fikir edinilebilir. Bu camiin eski Bâbil kulelerine benziyen dönemeçli minaresi, 300 metre uzunluğunda bir temel üzerine oturtulmuştu. Daha ilk inşa zamanlarından biraz sonra, bu camiin yanında türbeler de vardı ki bunlardan biri 874’de Sâmarrâ’- da öldüğü cihetle Askerî lâkabını alan onbirinci imam H aşan A skerî, diğeri de onun genç halefi olup 878’de türbenin serdâb'mda kaybolan e l-M e h d î’dir ki, Şîîler bin seneden fazla bir zamandır her Cuma günü, namazdan sonra, binmesine mahsus muhteşem bir atla onun zuhurunu beklemektedirler {Devletşah Tezkiresi, E. Browne neşri, s. 66. İb n B a ttû ta , Meşhed’de böyle bir âdetin bulunduğunu meşhur seyahatnâmesinde zikreder). İslâm şehirlerinin inkişafı, İktisadî ve siyasî şehir müesseselerinin tekâmülü hakkında yapılan tedkiklerin çok az ve kifayetsiz olmakla beraber, daha çok A r a p şe h irle r in e ve A k d e n iz m ın tık a sın a ait olduğunu da unutmamalıdır. Bu hususta başlıca şunları zikredebiliriz: W . M arçais, l'lslamisme et la vie urbaine, Comp.— Rendus de l’Academie des İnscription et Belles lettres, Paris 1928, p. 86 et s.— G . M a rçais, La Conception des Villes dans l'Islam (Revue d’Alger, II, 1945, s. 5 17-533). Bruxelles’deki J e a n B odin C e m iy e ti’nin neşrettiği Recueil de la Societt J . Bodin'in 1954 ve 1955’de çıkan V I. ve V II. ciltlerinin birincisi, şehirlerdeki idarî ve adlî müesseselere, İkincisi de İktisadî ve İçtimaî müesseselere ayrılmıştır. Bütün dünya tarihini alâkalandıran bu araştırmalar arasında, Islâm tarihi bakımından şunlar ehemmiyetlidir : G . M a rça is, Considiration sur les villes musulmanes et notamment sur le röle du Muhtasıb, P. 249-261. — C la u d e C ah en , Mouvements et organisatiorıs populaires dans les villes de l ’Asie musulmane du Moyen  g e: Milices et assosiation de Futuwwa, P. 273-286. — Ö m er L ü tfî B arkan : Quelques observatiorıs sur Vorganisation economique et sociale des villes ottomanes, des X V I’ et X V II' siicles, p. 289-310. Ayrıca şuna da bakınız: E. A s h ta r et Strauss, VAdministration urbaine en Syrie mediivale (Rivista degli Studi orientali, 1956. p. 73-128). Şimalî Afrika ve Endülüs hakkında G . M a r ça is ve L e v i-P r o v e n ç a l’in klâsik mahiyetteki eserlerinden malûmat alınabilir. ÎZAHLAR 1 *3 Büyük tarihçi Prof. W . B a r th o ld ’ün muhtelif neşriyatına rağmen, İra n ve M â v e râ ü n n e h r sâhalarındaki büyük şehirlerin topografik inkişafı, İktisadî ve İçtimaî şartları, İdarî organları, şehirköy münasebetleri, göçebe kabilelerle yerleşik halk arasındaki tezatlar, din ve mezhep mücadeleleri, türlü İçtimaî sınıflar arasındaki rekabetler, loncalar, tarikatler, mahallî kültür hayatı henüz esaslıca monografilere mevzu olmamıştır. Orta-Şark Arap şehirlerine ait araştırmaların az-çok arttığı ve daha ciddî bir mahiyet kazandığı şu son yıllarda, eğer İra n ve M â v e r â ü n n e h r sâhalarının İçtimaî ve İktisadî tarihi ve şehir hayatı daha iyi bilinmiş olsaydı, bugün hâlâ aydmlanamıyan birçok mes’eleler daha iyi anlaşılmış olurdu. Şu son yirmiotuz yıl içinde yeni meydana çıkarılanlardan başka, eskidenberi malûm olmakla beraber üzerinde çalışılmamış birtakım tarihî ve edebî mühim metinler, kronikler resmî ve hususî münşeat mecmuaları, evliya menkıbeleri âdâb ve ahlâk kitapları v. b. neşredilmiştir. Yukarıda bâzılarının isimlerini zikrettiğimiz şehirciliğe, İçtimaî tarihe, muhtelif müesseselere ait, fakat sıklet merkezini bilhassa Arap şehirleri teşkil eden başlıca Arap kaynaklarına dayanan değerli eserlerin müellifleri, eğer bu bahsettiğimiz İran kaynaklarından da faydalansalardı, varacakları neticeler, şimdikilerden çok farklı olacaktı. Bizim inancımıza göre, Ortaçağ îslâm tarihinin henüz halledilememiş, bilhassa İktisadî ve İçtimaî tarihe, müesseseler tarihine ait birçok mes’elelerini, ancak, eski geniş mânasiyle Iran ve Mâverâünnehr tarihlerini Sâsânîler’in yıkılmasından sonraki asırlarda tedkik ederken öğreneceğiz. Sâsânî devrinin kuvvetli izleri, îslâm istilâsı ile hemen ortadan kalkmamış, Müslüman îranlılar arasında da asırlarca yaşamıştır. Şehir halkı, istilâlara ve kıtallere, yeni dinin getirdiği yeni muhacir kitlelerine rağmen, eski yerli an’aneleri ve İçtimaî kadroları yeni dinin icablanna uydurarak büyük nisbette saklamıya muvaffak olmuşlardır [ Tarih-i-Beyhak, Tarih-i-Sîstân, Tarih-i-Kum ve daha bu gibi muhtelif şehir tarihlerinin eldeki, oldukça inanılır basmaları sayesinde birçok mes’elelerin açıklanabilmesi mümkün olacaktır. B a r th o ld ’ün İran'ın Tarihi Coğrafyası adlı eseri ile, İslâm Ansiklopedisi'nin — Leyde’- de İngilizce, Fransızca, Almanca üç dil üzre basılan— birinci cildinde çıkan Buhârâ makalesi gibi bâzı makalelerden de istifade olunabilir]. N e r ş a h î’nin, bundan birkaç yıl evvel Prof. R. F rye tarafından dikkatle İngilizce’ye tercüme edilen Tarih-i-Buhârâ’sında, şehrin tarihî topoİslâm M edeniyeti — V III. ı ı 4 İZAHLAR grafyası, muhtelif müdafaa tertibâtı, iç surları ve kaleleri, çarşı ve pazarları, câmi ve sarayları, devlet daireleri hakkında etraflı malûmat vardır ki, B a rth o ld ’ün Buhârâ makalesinde çok güzel hulâsa edilmiş olan bu malûmat sayesinde Ortaçağ’daki büyük bir İslâm şehrinin — İslâm’dan evvelki izler de muhafaza edilmek suretiyle — umumî karakterini ve canlı simasını anlamak mümkündür. 1 8 . İD A R E T e ŞK İL TI’ n D A İR A N VE B iz a n s T e ’ sİr l e r İ : D î v â n l a r Islâmlar’da ilk d e v le t te ş k îlâ tı’nın B izan s ve S â sâ n î İmparatorluklarından alınmış olacağı, en basit bir düşünce ile derhâl anlaşılır. B e la zo rî gibi eski müelliflerden başhyarak İb n H a ld û n ’a kadar birçok İslâm âlimleri bu hakıykati açıkça görmüşler ve göstermişlerdir. İslâm tarihi hakkında yazılan bütün en son garp eserlerinde de, aynı mütalealar hâlâ tekrar edilip durur. Bilhassa Bizans müesseselerinin İslâm müesseselerine te’siri hakkında en toplu mâlûmat almak için bakınız: [F u ad K ö p rü lü , Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri Hakkında B âzı Mülâhazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, C. I, 19 3 1, S. 2 9 0 ve müteakip. Bunu tamamlayıcı mahiyette olarak : F u ad K ö p rü lü , Ortazaman Türk H ukukî Müesseseleri, Türk Tarih Kurumu Belleteni, C. II, Sayı 5 - 6 , 1938, S. 56 - 57]. S â sâ n î m ü esseselerin in Islâ m ve T ü r k m ü esseselerin e t e ’ siri mes’elesi hakkında hazırladığımız bir araştırmada, Islâm Hukuk Tarihi’nin şimdiye kadar ciddî bir sûrette tetkikine girişilmemiş olan bu mühim mes’elesi hakkında etraflı mâlûmat verilecektir. * § Sâsânî ve Bizans imparatorluklarının hâkimiyeti altındaki büyük sâhalarının Islâmlar tarafından fethedilmesi ve Sâsânî devletinin ortadan kalkması üzerine, daha halife Ö m er devrinden başhyarak, Islâm devletinin nasıl ve ne gibi şartlar içinde kurulduğu malûmdur. Uzun asırların yaratıp şekillendirdiği Bizans ve Sâsânî idare makine İZAHLAR ” 5 lerinin mahallî cihazları tabiatiyle alınıp kullanıldı ve îslâm dininin esaslarına göre, bunlar üzerinde yavaş yavaş zarurî olan değişiklikler yapıldı. Merkezî hükümet cihazı, başlangıçta, Sâsânî örneklerine göre kurulduğu için, onların gelir giderlerini kaydettikleri hesap defterlerine verdikleri Dîvân adı da alındı ve devlet işlerini idare için kurulup, hızla gelişen devlet dairelerine de bu isim verildi. Şimdi burada bu kelimenin mâna ve şümulünü kısaca anlatırken, Islâm memleketlerinde idare müesseselerinin inkişafı hakkında kısa, umumî, fakat doğru ve açık malûmat vereceğiz. Mevzuumuza ait ansiklopedik ve Sentetik eserlerde, bu hususta, dar mânası ile filolojik bâzı bilgiler tekrarlanmış, fakat, tarihî bakımdan sağlam malûmat verilememiştir (Bk., İslâm Ansiklopedisi'nin birinci basımı ve aynı eserin Türkçe neşri,. Dîvân maddesi). Bizans hâkimiyetinde Suriye ve Mısır’da Rumca, Sâsânî memleketlerinde Pehlevîce tutulan umumî hesap defterlerine Dîvân derlerdi. Islâm fütuhatından sonra da bu vazıyet epeyice bir zaman bu şekilde devam etti. Bu defterlerin Arapça’ya çevrilmesi, Emevî Halifesi A b d -ü l-m e lik zamanında başlamıştır. Irak’ta vâlî H a c c â c ’ın kâtibi Sîstanlı S a lih b. A b d -ü r -r a h m â n ’ın, 701 (H. 82) tarihine kadar Pehlevîce yazılan Irak defterlerini Arapça’ya çevirdiğini görüyoruz [ îb n -ü l-N e d im , Kitâb-ül-Fihrist, Almanya basımı, 1871, s. 242— . B e lâ zo rî, Fütûh-ül-Büldân, Leyde tab’ı, s. 300-301— . Ayrıca M â v e r d î’nin, Ahkâm-üs-Sultanîye'sine, Ib n T ık t a k î’nin Kitâb-ülFahrVsine, E l- S û lî’nin Edeb-ül-Kâtib’ınc, E bul-Fidâ Tarihi’nin birinci cildine, Ib n H a ld û n ’un Mukaddime'sine müracaat olunabilir]. Devlet işlerine ait her türlü hesap defterlerinin ismi olan bu Dîvân kelimesi, mefhumunu genişleterek önce M a liy e D â ir e si mânasını ve daha sonra da bütün devlet dairelerini ve devlet teşkilâtını ifade eden bir ıstılâh hüviyetini kazandı. Asırlar boyunca bütün Islâm ve Türk devletlerinin, hattâ onlarla münasebetlerde bulunan bâzı Orta-şark devletlerinin idare ıstılahları arasında da yer alan bu kelime, îslâm dillerinde şiir mecmuası mânasında kullanıldığı gibi, Fransızca’da gümrük mânasına gelen douane kelimesi de bundan alınmadır. H a life Ö m er devrinden başhyarak E m e v île r devrinde sürekli bir inkişaf gösteren ve Arapça’yı devlet dili olarak kullanan idare cihâzı, A b b â s île r zamanında, Bağdad’ın hilâfet merkezi olarak kuruuşundan sonra, daha kuvvetle ve Sâsânî örneklerine daha uygun bir İZAHLAR şekilde tekâmül etti. Islâm medeniyeti tarihine dair K re m e r’den başhyarak bir asırdanberi yapılan araştırmalara rağmen, Islâm idare cihazının tekâmülü — yâni muhtelif D îvân'ların başlangıcı, vazife ve selâhiyetleri, isimlerinde ve vazifelerindeki değişmeler— hakkında bildiklerimiz çok mahdut, karışık, hattâ çok defa da şüphelidir. Islâm Âmme Hukuku müesseselerinin tarihi bakımından birinci derecede ehemmiyetli olan bu mevzuu, burada, eldeki imkânlar nisbetinde kısaca aydınlatmayı çok lüzumlu gördüğümüz için, S â sâ n î dîvânlarından başhyarak, A b b â sî ve Sâm ân î dîvânları hakkında biraz malûmat vereceğiz. Bu suretle, büyük S e lçu k lu I m p a ra to rlu ğ u ’nun idare teşkilâtı hakkında bundan sonra yapılacak ciddî araştırmalar için sağlam bir temel ve metodolojik bir anlayış lüzumu meydana çıkmış olacaktır. Şimdiye kadar yapılan ciddî araştırmalara rağmen, S â sâ n île r devrinde ne gibi dîvânlar bulunduğunu ve bunların ne gibi vazife ve selâhiyetleri bulunduğunu bilemiyoruz; çünkü, onların devrindeki dîvânların isimlerini gösteren hiçbir vesika henüz ele geçmiş değildir. Bu hususta başlıca kaynak olan eski Islâm eserlerinde, Sâsânî hükümdârlarının ve saraylarının an’anelerine ait birtakım malûmat bulunmakla beraber, bu bilgiler sadece H u srev I. ve ondan sonraki hükümdârlar devrine ait bulunuyor. Onların muhtelif devlet işleri için ayrı ayrı mühürler kullandıklarını ve bunların hususiyetlerini (meselâ hususî gizli işler için, iç işler için, yabancı devletlerle yapılan muhâbere ve muâhedeler için, adalet işleri için, malîye işleri için, vazifelere tâyin ve türlü şekillerde taltifler için ayrı ayrı ve biribirinden farklı) biliyoruz. A . C h risten sen , bu mühürlerden her birinin muhtelif dîvânlardan çıkan resmî emirlere mahsus olması icabettiğini söyliyerek, dîvânların sayısını ve gördükleri işleri bundan istidlâl etmek istiyor (L'lran sous les Sassanides, 1936, s. 388. — Bundan alarak: S e yye d T a g h i Nasr, Essai sur l’histoire du droitpersan, Paris 1933, s. 192-194). Bu büyük imparatorluğun bu kadar dar teşkilâtla idare edilemiyeceğini gözönüne alan A . C h riste n sen , askerî işler için, posta işleri için, para ve ölçü işleri iç.’in, hükümdara ait mülkler ve topraklar için ayrı dîvânlar bulunması ihtimalini haklı olarak ileri sürüyor ve işlerin en başında gelen m a lîy e idaresinin, sonradan E m e v île r ve A b b â s île r devrinde olduğu gibi muhtelif dîvânlara ayrılmamış olmasını âdeta imkânsız görüyor; E m e v île r ve A b b â s île r devrinde malîye işleri için iki dîvân bulunduğunu ilâve ediyor. İz a h l a r ” 7 Elimizdeki muhtelif kaynaklarda Sâsânî devri bürokrasisi ve askerî ve sivil muhtelif rütbeler, unvanlar hakkında dağınık olmakla beraber, birçok malûmat vardır ki bunlar arasında H â r e z m î’nin M tfâtih-ül-ulûm'unda, büyük vezirden sonra devletin yedi büyük vekili [kâtip: dtbîr) ve bunların vazifeleri hakkında verdiği malûmat çok mühimdir: (i) Adlîye işlerine bakan debîr; (2) Devlet gelirlerine bakan debîr; (3) Hükümdâr sarayı gelirlerine bakan debîr; (4) Devlet hâzinesi debîri; (5) Hükümdar ahırlan (Osmanlı devletinin son zamanlanna kadar Istabl-i-âmire) işlerine bakan debîr (Selçuklular’da Emtr-i-âhur) ; (6) Ateş mâbedi gelirlerine bakan debîr; (7) Hayır ve hasenât işlerine bakan debîr.. îşte Sâsânîler’in merkezî idaresindeki dîvânlar hakkında bildiğimiz şimdilik bunlardan ibarettir [Tamamlayıcı bibliyografik malûmat için A . C h r iste n se n ’in adı geçen eserine bakınız: S. 129. Sâsânî devrindeki bu debîr teşkilâtının karakterini lâyıkıyle kavramak için, İslâm devri eserlerinde çok mühim tafsilâta rastgelinir; çünkü Sâsânî bürokrasisi, bütün rûhu ve incelikleri ile, an’aneleri ile Islâm devletlerine de geçmiştir. Aristokratik ve başka sınıflara tamamiyle kapalı inhisarcı mâhiyetini asırlarca saklıyan, devlet işlerini muayyen aileler çevresine hasreyleyen bu zihniyetin ifadesini Siyâset-nâme, Kâbus-nâme ve daha bu gibi birçok klâsik eserlerde, Semerkandli N iz a m î- i-A r û z î’nin daha sonraki bir devre, X II. asra ait Çehâr M akale'sinde bulabiliriz. — Dîvân teşkilâtını A ch em enides devrine kadar çıkarmak istiyen bâzı eski iddiaların hiçbir kıymeti yoktur: G . le S tra n g e and R . A . N ichölson , The Farsnâme o f Ibn'ul Balkfıî, GM NS, I., 48-49. Müellif burada Dîvân-ı-leşker, Dîvân-ı-inşâ, Dîvân-ı-harac, Dîvân-ı-Nefakât'ın onlar tarafından te’sis edildiğini söyler], A b b â s île r devrinde Bağdad’daki dîvânlar, onlann vazife ve selâhiyetleri, ilk kuruluşlarından başhyarak tarihî inkişafları, yâni isimlerinin ve vazifelerinin değişmesi, başka dîvânlarla birleştirilmesi gibi mes’eleler, kroniklerin ve âdâb kitaplarının verdikleri malûmatın parça parça ve dağınık olmasından dolayı, kat’î bir mâhiyet arzetmekten uzaktır. Bu hususta K u d â m e b. C a 'fe r ’in sistematik listesi bir istisnâ teşkil ediyorsa da, bunun da çok nazarî olduğunu ve elimize tam olarak geçmediğini unutmamak lâzımdır. Bu mevzua dair şimdiye kadar yapılan başlıca ciddî tedkik olarak A . M e z ’in D it Renaissarıce des islams (i922)’daki idare teşkilâtı bahsini göstere 118 İ z a h l a r biliriz; fakat daha ziyade X. asır Abbâsî împaratorluğu’na ait olan bu güzel eserin, bu hususta ilk tecrübe olduğunu da unutmamak lâzımdır. Değerli eserleri ile Islâm araştırmalarında bugün yalnız Fransa’ da değil, bütün dünyada kıymetli bir yer kazanan D o m in iq u e S o u rd el’in, Şam Fransız Enstitüsü tarafından neşredilen ve birinci cildi 1959’da, ikinci cildi ise 1960’da çıkan Le V izirat1 Abbâsîde de t fg d. g$6 (132 â 324 de l’Hegire) adlı mükemmel eseri, bu mes’eleyi objektif olarak ve tenkidci bir zihniyetle meydana koymuş bulunuyor. Filolojik ve tarihî tenkid usûllerinin bütün inceliklerine dikkat edilerek yapılan bu araştırmayı, bu türlü tedkikler için mükemmel bir örnek olarak gösterebiliriz. Burada, bu esere dayanarak, A b b â s î dîvânları hakkında kısaca malûmat verelim: İktisadî bünyesi bakımından ziraat ekonomisine dayanan A b b â s î devletinde en mühim dîvân Haraç Dîvânı idi. M an su r zamanından başhyarak, imparatorluğun muhtelif sahaları için haraç dîvânları kurulmuştu, ikinci olarak Dîvân-al-diâl kurulmuştu. Ekseriya bunun idaresi Haraç Dîvânı ile müşterek oluyordu ve gerek şahıslara, gerek devlete ait öşr arâzîsi ile alâkalanıyordu. Hususî veya geçici ihtiyaçlar için zaman zaman başka dîvânlar da kuruluyordu. IV. asırda devlete ait topraklar ve mülklerle (âmme), halifenin şahsî hâzinesine ait topraklar ve mülkler (hassü) biribirinden ehemmiyetle ayrılıyordu. Mallan ellerinden alınan büyük ve zengin devlet ricalinin mallarını idare için hususî daireler kuruluyordu. Dinî bakımdan başlıca bir gelir kaynağı o!an zekât'm tahsili için de hususî teşkilât vardı. Sonra, M ü te v e k k il devrinde Sâmarrâ’da bir Dîvân-üs-Sadaka vücude getirildi. H. 314 (M. 926-27)’de buna bakan me’mur, Dîvân-ül-birr işlerine de bakıyordu. Vergi toplama vazifelerini de üzerlerine alan, fakat asıl sarraflıkla — yâni para değiştirmekle— meşgul olan cehbedh sınıfının işlerini tanzim ve teftiş için (H. 3i6)’da Dîvân-ül-cehbedh teşkil olundu. Vezirlerden ve büyük me’murlardan alınan cezalar ve müsâdere edilen servetler için, bir Dîvân-al-Musadarin kuruldu. Devlet inhisarında olan para basma işlerine bakan bir Dîvân dâr-al-Darb vardı. Vergilerden te’min edilen paraların büyük birkısmı BeytülmaVe, yâni devlet hâzinesine geliyor ve başlıca ordu masraflarını karşılıyordu. Bu Dîvân-ı-Beytülmal, bütün devlet gelirlerini kontrol ediyor, gelirle gider arasındaki müvazenenin muhafazasına çalışıyordu. Halifenin hususî hâzinesine, yâni Beytülmal-el-hassa’ya gelince, İZAHLAR 1 *9 epeyi eski bir mâzîsi olan bu hazine, III. asnn sonunda tamamiyle müstakil idi. Halife M a n su r’un, cezalar ve müsaderelerden te’min edilen bir Beytülmal-el-Mezâlim’i vardı ki, onun hususî hâzinesini teşkil ediyordu ve Beytülmal-el-fıassa bunun bir devamı idi. Bu hazine, H a life E l- M u ‘ te d ıd devrinde büyük bir ehemmiyet kazandı. Halifeye mahsus mülklerin ve toprakların geliri, birtakım miraslar, ceza ve müsaderelerin en büyük kısmı, vilâyetlerin gelirlerinden bâzı şeyler hükümdarın keyif ve emrine göre buraya gelirdi. Pek müstesnâ bâzı zaruret hallerinde, ümmetin menfaati hesabına bu hâzineden de istifade edildiği olurdu. Bir taraftan gelir sağlayıp toplamakla uğraşan M â lî idare teşkilâtı, diğer taraftan da onları muayyen âmme hizmetlerinin görülmesi için sarfedecek dîvânlar ile tamamlanmıştı ki, bunların başında tabiatiyle D(vân-el-ceyş geliyordu. Halife’nin muhafızlarının ve I r a k ’ ta yerlerşmiş askerî birliklerin maaş ve ihtiyaçlarını te’min onun vazifesi idi. Bütün bu hesapların çok muntazam ve en ince tafsilâtına kadar doğru olarak tutulması lâzımdı ki, bunun için de, bu gibi vazifelerde bulunup ihtisas kazanmış büyük bir kâtipler kadrosuna ihtiyaç var idi. Bu dîvân, M ü te v e k k il zamanına kadar Dîvân-el-cünd ve’ l-şâkirîyye ismini muhafaza ediyordu ki, bu, ilk zamanların sadece bir hâtırası idi; çünkü H â r û n -ü r -R e ş id ’in hemen aynen Bizans Theme’- lerini taklit ederek kurduğu cürıd'ler ve muayyen kabilelere mensup kuvvetlerin oralarda toprak sahibi olmak ve bir vergi vermemek mukabilinde askerî hizmet gördükleri devirler artık geçmişti; Abbâsî ordusu artık hizmet mukabilinde ücret alan mevalî ve gılmaridan, yâni azadlılar ve kölelerden mürekkepti. Nihayet III. asrın sonunda, muhtelif askerî kuvvetlerin işlerine bakan muhtelif daireler birleştirilerek, hepsine birden D îvân-el-ceyş adı verilmiş idi. Dîvân-el-nafakât, yâni Masraflar Dîvânı, idarede vazife gören me’murlara, A b b â s ve A li ailelerine mensup olanlara ve bâzı saray adamlarına maaş dağıtırdı. Halifelerin haremlerine ait işler ile uğrasan D îvân-el-hurem, yâni Haremler Dîvânı’nın da bağlı bulunduğu halifenin Hususî Hazine ( Beytülmal-ül-hassa) Dîvânı, Nafakât Dîvânı’ndan ayrı idi. Halifelerin hemen verilmesini emrettikleri ihsan ve atıyyeler bu Hassa Beyt-ül-mâli’ nden verilirdi. IV. asrın başında, beşkent yakınındaki bâzı malikânelerden alman gelirlerin mukaddes şehirlere ve Islâm hudutlarının muhafazasına sarfedilmesi işlerine 120 İ z a h l a r bakmak üzre, Vezir A li b. îsâ tarafından Dîvân-el-birr kuruldu. Nâfia işlerine, köprülere, sedlere bakmak için polise bağlı bir daire vücude getirildi. Bunların dışında, Dtvân-el-Resâil vardı ki devlet tarafından alman kararların, yapılan tâyinlerin kayıt ve tesbiti ile meşgul olan bir icra organı idi. Buradan çıkan birtakım ehemmiyetli vesikaların edebî kıymet taşıyan bir mahsul olarak hazırlandığı ve güzel yazılı hattatlar tarafından yazılması, bu dîvânın şöhret ve itibar kazanmasına hizmet etmiştir. Yabancı hükümdârlara, imparatorluğa bağlı eyaletlerin valilerine, Bağdad dışındaki büyük şahsiyetlere yazılan herşey, bürokratik icaplara göre yollanması iktiza eden her vesika buradan çıkıyordu. Dışarıdan gelen bütün muharrerâtın zarflarını açan Dîvân-el-fadd, giden yazıları mühürleyen Dîvân-el-hâtem, en büyük âmirler tarafından emirlere ilâve edilen not ve alâmetleri koymağa me’mur Dîvânel-tevkı‘ , hep bu Resâil Dîvânı’na bağlı idi. Nihayet, devletin ehemmiyetli işlerini tedkik ile vazifeli hakikî bir kabine, hususî organlara emir ve ta’limatları vermek ile mükellefti. Buna E l-M e ’ mun devrinde Dîvân-el-sırr, IV. asırda Dîvân-el-dâr-elkebîr, yâni Saray Dîvânı denilirdi; vezir î b n - e l- F u r â t ’ın M u ‘ tem id devrinde toprak vâridâtını kontrol için kurduğu aynı isimdeki dîvân ile hiçbir alâkası yoktu; bu dîvân, eski D(vân-el-tevkı‘in yerine kurulmuş idi; çünkü, vezirlerin devlet işlerini halifeye muntazam olarak arzetmeleri usûlü kalktıktan sonra, bu dîvâna lüzum kalmamış idi. Vilâyetlere ait mühim malûmatı merkeze vermek Dîvân-el-berîd’in vazifesi idi; ayni zamanda devletin bütün resmî muhaberelerini, yâni resmî postasını getirip götürmek işi de buna aitti (Buna, harita1 nin cem’i olarak El-harâıt derlerdi). Bâzı vesikalardan istidlâl olunduğuna göre, vilâyetlere ait mühim haberleri toplayıp merkeze getirmek, halife aleyhindeki her türlü gizli teşebbüsleri yerlerinde daimî surette tâkıbedip öğrenmek, halifenin en kat’î itimadını kazanmış olan bir kimseye verilirdi. M u‘tedıd ve M u k te d ir devirlerinde hemen otuz yıl müddetle dîvânın başında vezir t b n -e l-Z e y y â d ’ın oğlu E bû M e r v â n bulunmuştu. Bu sırada, Hicrî 301-312 yılları arasında halifeye gizli haberler getirmek vazifesi bir harem-ağası’na verilmiş ve ölümünde, yerine diğer bir hadım tâyin edilmişti. Esasen Berîd Dîvânı’- nın başında hükümdarın en emniyetli adamları bulunurlardı. H ârûnür R eşid devrinde bu vazife C a ‘ fer B erm ek î’ye verilmiş, El- İZAHLAR 121 M ü te v e k k il zamanında ise bir aralık oldukça aksamış olan bu işin tanzim ve idaresine meşhur F e th b. H â k a n me’mur edilmişti. Doğrudan doğruya halifeye arzedilmek suretiyle merkezî idareye akseden şikâyet ve ihtilâflar için bir Dtvân-el-mezâlim mevcuttu. Kendilerine ait vesikaları ve evrakı ellerinde bulunduran bütün bu büyük idare cihazları, M eclis denilen şûbelere ayrılmış olup, her meclisin vazifesi belli idi. Bunlardan bâzıları muayyen bir dîvâna bağlı idiler; fakat diğerleri, icabına göre bütün Maliye dîvânlarında da bulunuyorlardı. Resmî posta muhteviyatını tedkik eden Uskudâr, projeleri hazırlayan İnşâ şûbelerinden başka, ^imâm ismini taşıyan bir kontrol teşkilâtı dahi vardı ki, umumî kanaate göre bu, sadece asıl alâkalı idare şûbesi olan M eclis’in bir muhasebe şubesidir. Bu husustaki biribirine zıt düşünceler, K u d â m e ’nin bize verdiği malûmatın eksik ve bu bakımdan vuzuhsuz olmasından ileri gelmektedir. Yoksa Hicrî 298 (M. 910 — 9 iı) ’de bir Zimâm şûbesinin başında bulunan bu zatın, bu işleri bilmemesine imkân yoktu. B e lâ z o r îv e K u d â m e ’- ye göre, bu Zimâm teşkilâtı Sâsânîler devrinde mevcuttu. Bunun başındaki zat, hükümdârın emirlerini alıp alâkalı daireye bildirir ve icabeden tedkikleri ve muamelesini yaptıktan sonra, onun mûteber olması için bu işe mahsus mühür ile mühürlerdi. K u d â m e ’ nin Dîvân-ıhâtem münasebetiyle Sâsânîler’e ait olarak verdiği bu malûmat, A b b â - sîle r devrinde bu türlü olmamıştır: Bu devirde Zimâm’ m başındaki me’mur, doğrudan doğruya sözlü bir emir, veya tâlimat almıyor, usûle ve İdarî an’aneye göre evrakı mâlî bakımdan kontrol ve kayıt ile iktifa ediyordu. Hükümdârın herhangi ferde ihsan ettiği bir toprak, zimâm sahibi bunun mâlî kıymetini takdir ve evvelce hazırlanmış resmî vesikayı kabul etmesinden sonra mûteber sayılıyordu. Merkezî Z^m^m idaresi, E l-M e h d î zamanından alman ilk tedbirlerden başlayarak, gittikçe inkişaf etmişti: Bilindiği gibi, bu halife, muhtelif dîvânlarda ayrı ayrı bulunan muhtelif Zimâm’lan birleştirerek, tek şahsın eline vermişti. Haraç dairelerindeki bu zimâmların birleştirilmesi, H â d î devrinde daha büyük bir ehemmiyet aldı; malî idareyi büyük nisbette kontrol eden bu me’mura Hâtem-i-dîvânî de verilince, nüfuzu büsbütün arttı. H ârû n -ü r-R eşîd devrinde, Yahya Bcrmekî’nin, eski vezire Resâil ve Hâtem dîvânları ile beraber Dîvân-el-zimâm’ ı da teklif etmesi, ehemmiyet derecesini anlatmağa kâfîdir. Bu dîvân, Hicrî IV. asırda bir müddet kaldırılmış, sonra 122 ÎZ AHLAR yeniden kurulmuş, uzun zaman hiç adı geçmemiş, nihayet E l-M ü te vek kil devrinde bir Sâhib-üz-zımâm'dan ve muhtelif ^tV/îam’lardan bahsedilmiştir. Y a 'k u b î’nin dîvânlar listesine göre, Dîvânı, tamamıyle Nafakât Dîvânı1 na tekabül etmektedir. M u ’ tem id devrinde yeniden bir Dîvân-el-ezimme'ye tesadüf edilmektedir ki, bunun başındaki zat, Dîvân-el-tevkı‘ in de başındadır. M u 'te d ıd devrinden başlayarak muhtelif Maliye dairelerine bağlı ayrı ayrı zimâm'larm adı geçiyor; bu arada bütün bu muhtelif zimâmlar’m idaresini elinde toplamış bâzı şahsiyetlere de rastlanılıyor. Eski kaynaklarda buna karşılık Devâvîn-el-usûl diye anılan ve hususî bir me’mur tarafından idare edilen bir teşkilât daha vardır. Bu hâl, îb n - e l-M u ‘ taz zamanında da olmuş ve bu iki vazife, iki ayrı me’mura verilmiştir ki, ikisi de doğrudan doğruya vezirin emri altında idiler. Halifeler, zaman zaman, rakip şahsiyetler arasında bâzı vazife ve salahiyetleri birinden alıp diğerine vermek gibi garip hareketlerde bulunuyorlardı. Yine bunun gibi, vezirlerin de maiyyetlerindeki büyük me’murlar — meselâ Usûl ve Zimâm Dîvânları'mn başında bulunanlar— arasında buna benzer hareketlerde bulunduklarını biliyoruz. Abbâsî idare teşkilâtını anlamak için çok mühim olan bu usûl ve zimâm kelimelerinden birincisine, muhtelif zamanlara ait kaynaklarda muhtelif dîvânlardan bahsedilirken tesadüf ediliyor. Yalnız vergi işlerine bakan dîvânlarda değil, umumiyetle hepsinde rastlanılan Meclis-el-asl, Devâvîn-el-usûl tâbirlerini, asi kelimesine bizim bu gün Türkçç’de verdiğimiz mâna ile anlamak lâzımdır; bu idare şûbesinde asıl ehemmiyetli vesikalar, hesapların tanziminde, yahut herhangibir muamelenin (verecek, yahut alacak) yapılmasında hareket noktası olarak alınacak esasî noktalar ve kaideler mevcut ve mahfuz bulunur, yâni bu şûbe, asıl idari ve esasî şûbedir. Buna karşılık, zimâm servisleri, muhasebe kontrolü ile vazifelidirler. Ibtida Haraç Dîvânla rın da bütün vilâyetlerin gelir ve gider hesaplarını muntazam olarak elde bulundurmak maksadı ile kurulan bu kalemler, sonradan, bilhassa ihsanlar, atıyyeler, vergi muaflıkları, imtiyazlar gibi, halifelerin hükümdârlık icabından saydıkları her türlü masraf işleri ile uğraşmağa mecbur oldular. Zimâm ve nafakât tâbirlerinin biribirlerinin yerinde kullanılması, Dîvânı'nm idaresi ile Tevki‘ Dîvânı'nin idaresine ayni adamın me’mur edilmesi bunu göstermektedir. IV. asırda idaresi, Malî müvazeneye te’sir edecek herşeyi, her kararı kavt ve tes- ÎZ AHLAR 123 bit ve kontrol ediyordu. Zaman zaman Malî idarelerinin bir M eclis'i, yâni şubesi mânasında, yahut muhtelif zimâm dairelerini merkezî bir idarede toplamak için muvakkat bir müddetle teşkil edilen ^imâm Dîvânı şeklinde kullanılan bu tâbir, şüphesiz ki biraz mübhem ve vuzuhsuzdur. Meselâ, bir D iv ân-el-zimâm sahibinden, yâni onun başındaki kimseden bahsedildiğini gördüğümüz zaman, bunu açıkça ve doğruca anlamak mümkün olmuyor. Bundan başka, muhtelif Zİmâmlar'ın bir elde toplanması, her zaman ayni maksadı gütmemektedir. E l- M e h d î’nin kurduğu arazî vergilerini bir merkezde toplamağı hedef tutuyordu. E l-M u k te d ir zamanında muhtelif dîvânlarda usûl ile zimâm'laçın ayrılması, masraflarda sıkı bir kontrolün sağlanmasından ziyade, me’murların mes’uliyetlerini taksim etmek ve hareket hürriyetlerini sınırlandırmak içindi. IV. asrın ikinci yirmibeş yılında, Emîr-ül-ümerâ’ların zuhuru ile sivil kuvvetin zayıflamağa başlamasından sonra, idarelerdeki asi ile zimâm idareleri daima ayrı ayrı şahıslara verilmiştir. Bu suretle vezir'lere ait olan teftiş ve nezaret vazife ve salahiyeti daha ziyade kuvvetlendirilmek isteniliyordu (D o m in iq u e Sourdel, yukarıda adı geçen eser, c. 11, Şam, 1960, s. 589-605). Geniş hilâfet memleketlerinin merkezden uzak sâhalarında halifelerin maddî nüfuzu fi’len ortadan kalktıktan sonra, Mısır ve Suriye’ den başlayarak Orta-Şark’ın her tarafında yeni yeni siyasî teşekküller meydana çıktı. Nazarî olarak Abbâsî halifelerinin ruhânî hâkimiyetini kabul eden bu yeni Islâm devletlerinde, bunu gösteren alâmetler pek az ve ehemmiyetsizdi; hakikî ve fı’lî değil, sadece sembolik bir karakter arzediyordu: Tahta geçen her yeni hükümdâra, Halife tarafından bir ferman ile — Abbâsîler’in resmî rengi olarak— siyah bayrak, siyah hil'at gönderilmek suretiyle bu hâkimiyetin güyâ onun tarafından verildiği gösteriliyor, ona resmî ünvanlar tevcih olunuyor, buna karşı da hutbe’lerde ve basılan para’larda Halife’nin ismi zikredilmek suretiyle onun metbu‘ olarak tanındığı ifade ediliyordu, işte, bu gibi siyasî teşekküller içinde, Islâm dünyasının Şark serdhadlerinde kurulan S â m â n -o ğ u lla r ı devleti ile, Hindistan’ın İslâmlaşmasında başlıca âmil olan G a z n e lile r imparatorluğu birinci derecede bir ehemmiyet arzederler; çünkü, devlet teşkilâtlarım ve idare cihazlarını Abbâsîler’den iktibas ve taklit yolu ile vücude getirep bu devletler, sonradan, B ü yü k S e lçu k lu imparatorluğu müesseselerinin kuruluşunda hukukî bakımdan âdetâ bir örnek olmuşlardır. 124 İ z a h l a r Dahilî ve haricî türlü sebeplerden dolayı dağılıp yıkılmak tehlikesi karşısında bulunan X I. asır Orta-Şark dünyasını bu âkıbetten kurtaran Büyük Selçuklu İmparatorluğu, siyasî ve İdarî müesseselerini, Samânî ve Gaznevî an’anelerinden alıp inkişaf ve tekemmül ettirdikten sonra, kendisinin yerine geçen büyük küçük birçok devletlere onları miras bırakmıştır: Bütün Selçuklu şûbeleri, Harezmşâhlar, Atabeyler, Hindistan ve Efganistan’daki bütün siyasî teşekkülller, Eyyûbîler, Memlûkler, kısacası Selçuklu imparatorluğu'nun bütün ıstıtaleleri, Selçuklu devlet müesseselerini iktibas ve taklit etmişlerdir. Bir bütün hâlinde değil, fakat parça parça îlh a n lı îm p a r a to r lu ğ u ’nda da oldukça kuvvetle göze çarpan bu te’sir, Orta-Şark’taki Hıristiyan Beylikleri’nde — meselâ E rm cn ile r’d e v e G ü r c ü le r ’de— de kendisini göstermektedir, işte, bundan dolayı, G a z n e lile r teşkilâtının da ilk örneği olan Sâm â n -o ğ u lla r ı teşkilâtı hakkında burada kısa ve toplu malûmat vermeği, henüz pek geri bulunan âmme müesseseleri tarihi bakımından lüzumlu görüyoruz. Bu suretle, bunun nasıl A b b â s î örneklerinden alındığı ve Gazneliler vasıtasıyle nasıl S e lç u k lu la r ’a intikal ettiği kolayca anlaşılacak ve Türk âmme hukuku tarihi ile uğraşmak isteyenler, yapacakları araştırmalar için sağlam bir zemîn ve doğru bir anlayış elde etmiş olacaklardır [Sâmân-oğulları devrindeki dîvânlar hakkında W. B a r th o ld ’ün önce Rusça neşredilip, sonra H . A . R . G ib b tarafından İngilizce’ye tercüme olunan Turkestan Doıvn to the Mongol Irıvasion (London, 1926) adlı meşhur eserinde kısaca malûmat verilmiştir ki, bu da N e r ş a h î’nin Tarih-i-Buhârâ'smdan alınmıştır. Ch. Schefer tarafından 1892’de, sonraki devirlere ait tarihî ve coğrafî bâzı metinler ilâvesi suretiyle bastırılan bu mühim eserin 1317’de Tahran’da R a d a v î tarafından eski metin yanlışlıklarını hemen tamamıyle içine alanyeni bir basımı yaptırılmış ve R . F rye tarafından İngilizce tercümesi neşrolunmuştur]. E l- M e ’ mun devrinden başlayarak, Hilâfet’in Şark eyaletlerine birtakım valiler gönderilmeğe başlanmış, sonraları bunlar arasından o sâhaları veraset yolu ile kendi ailelerine tahsis eden— önceleri yarı müstakil, sonra kuvvetlendikçe hemen tamamıyle müstakil— hânedânlar, yâni hükümdar sülâleleri yetişmiştir ki, bunların başlıcaları H o ra sa n ’ da T â h ir île rveibtida onlara tâbi iken, S a ffâ r île r tarafından ortadan kaldırılmaları üzerine Halife tarafından Mâverâünnehr'e vali tâyin — daha doğrusu, bu fi’lî vazıyetleri tasdik— olunan S â m â n île r’dir. ÎZAHLAR >25 Şark ve şimalden gelen henüz Islâm olmamış Türkler’in hücumlarına karşı koyan, Seyhun ötesine seferler yaparak Türkler arasındaki müslümanlığın yayılmasına hizmet eden bu münevver sülâle, kudretli hükümdarlar ve onların Abbâsî-Tâhirî örneklerine göre ve mahallî icapları da gözden kaçırmayarak kurdukları sağlam siyasî ve askerî İdarî teşkilâtlar sayesinde, sonraları müstakil bir devlet hüviyetini kazanmıştır. Saffârîler’in, medenî teşkilâttan mahrum derme çatma varlığına son veren İsm a il Sâm ân î, H o rasan ’dan başka İra n ’ın şimal vilâyetlerini de zabta muvaffak oldu ise de, sonraki hükümdârlar onları muhafaza edemediler; fakat H o rasan ve M â v e râ ü n n e h r, şarktan K a r a h a n lıla r ’ın ve O ğ u z (S e lçu k lu ) kabilelerinin, garptan da G a z n e lile r ’in hücumları ile yıkılıncayâ kadar, bu hânedânın idaresi altında kaldı. Coğrafî mevkileri ve tarihî hususiyetleri bakımından, eski hânedânlar tarafından doğrudan doğruya idare edilen ve devlete muayyen vergi vermeyerek, muayyen hediyeler ve ihtiyaç hâlinde askerî kuvvetler gönderen vilâyetler, bir nevi muhtar idareye mâlik idiler. Başkent olan B u h â râ’da, merkezî idare teşkilâtı çok muntazamdı. Halife’den menşur, bayrak ve hil‘ at almakla ve hutbede, sikkede Halife’nin adını zikretmekle beraber, Sâmânî hükümdârları tamamiyle müstakil idiler ve Abbâsî hâzinesine hiçbir vergi vermiyorlardı. Saray ile Divân, iki ayrı teşkilât idi. Hükümdârın (emîrin), Bağdad’da olduğu gibi bir veziri vardı ki Dîvânlar’ın başında hükümdârı temsil ediyor ve hepsini idare ve kontrol salâhiyetlerine mâlik bulunuyordu. Bunun doğrudan doğruya maiyyetindeki dîvânlardan başka, şu dîvânlar da mevcut idi: (i) Vezir D îvânı-Anlaşıldığına göre, A b b â s île r ’deki Dîvân-ı-resâil (veya Dîvân-ı-inşâ) işlerini, vezirin nezareti altında bu daire görüyordu. (2) Müstevfî Zh'z/am-Abbâsîler’deki Haraç Dîvânı gibi, M alî işler ile ve o arada toprak vergisi ve sair mâlî şeylerle meşgul olur.(3) Sâhib-i-şurat Dîvânı-Bunun, Abbâsîler’deki Türk Askerleri Dîvânı gibi, askerî işler ile uğraştığını söyleyen W. B a rth o ld , bu dîvânda askere ait defterleri tutan ve maaşlarını dağıtan ‘Âriz, veya Emîr-i- ‘âriz ünvanlı bir me’murun bulunduğunu söylüyor ve Sâmânîler devrinde, daha İsm a il ve h a le fle r i zamanından başlayarak, Abbâsîler’de olduğu gibi, kölelerden ve bilhassa Türk kölelerinden teşkil edilmiş bir hassa kuvveti bulunduğunu biliyoruz; bunun başındaki en kuvvetli askerî kumandana devletin en büyük me’muriyeti olan Horasan Siperhsâlarlığı tevcih edilir ve büyük merasim ile kendisine menşur, 126 İ z a h l a r bayrak, hiVat verilirdi. Sâmânîler’de asker maaşlı olup, senede dört kere hususî merasimle bu maaş dağıtılırdı. Sarayda hükümdârın maiyyetinde Hâcib denilen mâbeynciler de vardı ki bunların başı, hükümdârın en yakın adamı sayılan Hâcib-ül-huccâb, yâni Baş-mâbeynci idi. Saray işlerini Vekil-i-der denilen büyük ve nüfuzlu bir me’mur idare ederdi. Ayrıca Hazine-dâr, Şarab-dâr, Emîr-i-âhur gibi me’murlar da vardı. Gulâm, yâni kölelerden mürekkep ordunun kuvvetlendiği, hükümdârların saray teşrifâtı ve entrikaları içinde şahsiyetlerini kaybettikleri son devirlerde, sivil idarenin başına getirilecek vezirin seçilmesinde bile Horasan Sipehsâları’nin fikri alınırdı.(4) Berîd Z)fWrtz-Bütün dîvânların başındakiler gibi, bunun başında da Sdhib denilen büyük me’mur bulunurdu. Daha E m e v î’ler devrindenberi mevcut olan bu dîvân, eski İra n ’da ve Ş a rk î R o m a ’da, daha sonraları A b b a s île r ’- de olduğu gibi, posta ve istihbarat işleri ile meşgul olurdu. Memleketin her tarafında olup-bitenleri, bu dîvâna mensup me’murlar derhâl merkeze bildirirlerdi.(5) Dîvân-ı-işrâf -B u dîvânın başındaki me’mura Dîvân-ı-işrâf Sahibi, veya M üşrif derlerdi; vazifesi bilhassa Mâlî işlerin, gelir ve giderlerin teftiş ve murakabesi idi. (6) Dîvân-ı-mülk-i-hâss - Doğrudan doğruya Beyt-ül-mâl’e, yâni devlet hâzinesine ait olmayıp, hükümdârın şahsına ait bulunan mülk ve toprakların idaresi ile meşgul olan mâlî mahiyette bir dîvân idi. (7) Ihtisab Öfoam-Hemen bütün İslâm devletlerinde, muhtelif devirlerde, muhtelif hak ve salâhiyetlere malik olarak mevcudiyetini gördüğümüz Muhtesib’ler teşkilâtı, S â m â n île r ’ de de vardı: Şehrin asâyiş ve inzibatı, pazarlarda nerhlara ve belediye nizamlarına riayetin ve şeriat hükümlerinin bozulmamasının te’mini, fakir halkın zulümden korunması gibi vazifeler ile mükellefti. Bu idareye Sdhib,yânı âmir olarak, herkesin hürmet ve itimadını kazanmış ve doğruluğu ile şöhret bulmuş ilim adamlarından, Türk ihtiyarlarından, şehir âyanından, eski saray harem ağalarından biri getirilirdi. (8) E vkaf Dîvânı-Bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi, Mâverâünnehr ve Horasan’da da zengin vakıflar vardı; bu dîvân, onların idaresi ile uğraşırdı. Sonradan bu vazife Kazâ Dîvânı’ na. yâni kadıların idare ve murakabesine bırakıldı.(g)Z)föan-î-/:a^a-Memleketin bütün adlî işleri ile meşgul olan bu dîvân, K a d î’l-kıızât, yâni Baş-kadı tarafından idare olunurdu. Memleketin her tarafındaki kadılık teşkilâtı, kadılar ve maiyyetlerindeki me’murlar buraya bağlı idi. Vilâyetlerde de bu teşkilâtlara benzer mahallî idareler vardı ve merkezdeki büyük dîvâna İZAHLAR 127 bağlı idiler. Devletin askeri ve sivil büyük me’murlarının ve ordu ve saray erkânının aleyhlerindeki şikâyetler, B u h â râ ’da hükümdârın, vezirin, ileri gelen bâzı devlet adamlarının, bâzan hanedan mensuplarının iştirak ettikleri bir yüksek hey’et tarafından tedkik edilirdi; bu, A b b â s île r ’de ve daha birtakım Islâm devletlerinde gördüğümüz Dîvân-i-mezâlim'den başka birşey değildir, işte, M â v e râ ü n n eh r ve H orasan , Sâman-oğulları’nın bu sağlam teşkilâtı sayesinde bir refah ve sükûn devri görmüş, Şark’a ve Seyhun yukarısındaki memleketlerde Islâm dini ve kültürü yayılmış, ticarî münasebetler yalnız Islâm memleketlerine inhisar etmeyerek, Baltık ve Garbî Avrupa memleketlerine kadar büyük inkişaf göstermiş. H ar ez m büyük bir İktisadî faaliyet merkezi olmuştur (F u a d K ö p rü lü , Türkiye Tarihi, İstanbul, 1923, s. 85-90). 1 9 . I s l â m P a r a l a r i Islâm devletinin eski Sâsânî memleketlerinde tedavül edecek paraları, Sâsânî sikkeleri tarzında bastırarak, hattâ üzerlerine M a z d e iz m y â d ig â r ı bir alâmet koyması, B iza n s’tan alınan yerlerde de Bizans sikkelerinin hattâ sa lip resmi’ni de ihtivâ etmek sûretiyle taklit olunması, pek tabiîdir ve daha muahhar devirlerde, muhtelif Islâm ve Türk devletlerinin paralarında buna benzer şeylere tesadüf olunur : Meselâ, B rah m an izm dinindeki eski K â b il hükümdarlarının paralan üzerindeki Siva öküzü'nü, G a z n e v î p a ra la r ın d a da görüyoruz; bu m u h a fa za k â rlık , iktisâdî ve mâlî sebeplerle, teknik icaplarla ve bilhassa h a lk ın îtiy â d ın ı b o zm am ak g ib i p sik o lo jik bir seb ep le izah o lu n a b ilir [M . D efrem ery, Memoires d'histoire orientale, I, Paris 1854, P. 180-181]. Bu mes’eleler hakkında İslâm Ansiklopedisi'nde ve G a lib Edhem ’in M üze-i Hümâyûn Meskûlât-ı Kadîme-i Islâmiyye Kataloğu (İstanbul, 1312) adlı eserinde îcabeden îzahat mevcuttur. § Son on yıllar esnasında büyük bir inkişaf gösteren Islâm Numis- 128 İZAHLAR matik’ine ait tarihî ve coğrafî her türlü kaynaklar (Seyahat-nâmeler de dâhil) ve tedkikler hakkında malûmat almak için, Prof. L. A. M a y e r ’- in bu mes’eleye ait şark ve garp dillerinde yazılmış 2092 makale ve kitap ismini içine alan şu eserine müracaat edilmelidir: Bibliyography o f Muslem Numismatics, Second Editiorı, London 1954. İngiliz Şark Cemiyeti tarafından Oriental Translation Fund serisinin otuzbeşinci sayısı olarak neşredilen bu 283 sahifelik ciltte, Hindistan sikkelerine ait eserler, tamamiyle bu bibliyografinin dışında bırakılmıştır. Müellif isimlerine göre alfabetik olarak tertibedilen bu eserin kullanılmasını kolaylaştırmak için sonuna muntazam bir indexs ilâve edilmiştir ki, bu suretle her sülâleye dair paralardan bahseden eserler kolayca bulunmaktadır. Her kitap, veya makalanin sonunda, ona ait tenkid ve tanıtma yazıları neşredilmişse, onlar da zikrediliyor. 2 0 . A b b â s î D e v r İ’ n d e M UHTELİF T e ’ sİRLERİN KAYNAŞMASI Abbâsî devrinde, m u h te lif m en şe’ lerd en gelen te’sirlerin biribiriyle k a y n a şa r a k ahenkli bir idare sistemi teşekkül ettiğini ve hattâ bunun İslâ m î bir renk aldığını görüyoruz (F u a d K ö p rü lü , Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri, Belleten, c. II, 1938, s. 56). * § Gerek Büyük İsk e n d e r’in Asya fütuhatı ve onu tâkîbeden Helenistik devir, gerek ondan sonra Ş a rk î R om a ile Ira n arasında hiç eksilmiyen medenî ve siyasî münasebetler, bu iki büyük âlem arasında, hele hudut mıntakalarında, karşılıklı birçok mânevî mübadelelere meydan veriyordu. Garp’ta bu mes’eleler hakkında yapılmış olan birçok ciddî araştırmalara rağmen, Iran ile Şarkî Roma’da aynı zamanda mevcudiyetini gördüğümüz birtakım siyasî müesseselerin, teşrifât kaidelerinin, maddî ve mânevî muhtelif medeniyet unsurlarının nereden nereye geçmiş olduğunu tesbit henüz mümkün olamamaktadır. Daha E m e v île r zamanında, Bizans’tan ve Sâsânîler’den zaptedilen M ısır, S u riye , Irak, M e z o p o ta m y a gibi İZAHLAR 129 sâhalarda, oralarda yaşayan yerli halk arasında Bizans ve Iran te’sirleri eskidenberi mevcuttu. Suriye’de bedevî Arap te’sirleri izlerini kuvvetle saklıyan E m e v île r (21 numaralı nota bakmız)’den çok fazla Iran medeniyeti nüfuzu altında kalan A b b â s île r devrinde ise, B a ğ d a d ’- da bu iki kültürün her türlü kalıntıları yavaş yavaş halk içine girerek mahallî bir hüviyyet kazanmış, diğer bir ifade ile, türlü yerli te’sirler ve kuvvetli Arap-Islâm kalıntıları ile de birleşer ;k İslâm medeniyeti dediğimiz yeni mahsulü, o r ijin a l se n te z’i vücude getirmiştir. Bedevî Araplar’ın, esasen büsbütün yabancı olmadıkları, daima ticarî ve medenî münasebetlerde bulundukları S â sâ n î ve B izan s dünyalarını pek iyi bilmelerinde, diğer mühim bir âmili de unutmamak lâzımdır: İslâmiyet’in zuhuru sıralarında, çölün şark ve şimal uçlarında iki ehemmiyetlice Arap prensliği bulunuyordu; şarkta Sâsânî Imparatorluğu’nun himayesi altındaki L ıh m Vlerle, şimalde Bizans’ı metbû olarak tanıyan Gassânî’lc v . Bunlar, çölden gelebilecek bedevî çapullarına karşı, bağlı oldukları imparatorluk topraklarını korumakla mükellef iki ileri karakoldu. Islân fütuhatı başlayınca, gerek banlar, gerek — o aralık îranlılar’a tâb bir vilâyet (Satraplık) olan — Y e m e n ’deki Araplar, Müslüman 01 lulanna katıldılar. Bu katılmanın, tamamıyle şuurlu olmasa bile bir kavmiyet hissinden mi, yoksa, zaferden zafere koşan fâtihler safına girmenin büyük maddî menfa tler te’min edeceği düşüncesinden mi leri geldiği hatıra gelebilir. isasen bunlar, henüz Islâm dinini kabûl bile etmemiş, birkısmı Hıristiyan (Gassânîler gibi), birkısmı da Pag mis t ve belki bâzılan da ateşe tapan kabilelerden ibaretti. Bu fâ tih le . e k a tılm a hareketinde belki her iki âmilin de ayrı ayrı te’sirleri rlmuştur. 2i . E m e v î l e r ’ l e A b b â s î l e r A r / ~i n d a k İ F a r k l a r E m e v î devletinin bir B e d e v î Arıp saltanatı mahiyetinde old jğu, Islâm tarihiyle uğraşan bütün âli nler tarafından kabûl edilmi;.ıir. Islâm h a lîfe s i’nin S â sâ n î hükı'mdarına benzemesi, A b b â sîler zamanında olmuştur. Hüküm dra, yalnız cism â n î değil, rû h â n î bir reis, yâni bir souverain-po' l i f mahiyeti veren A b b â s î I :a lîfe liğ i, asıl İslâm rûhuna tamimiyle yabancı olan bu çifte hakimiyet mefhumunu, G. D em o n uynes’in pek haklı düşüncesi tslânı Medeniyeti r IX- 130 İZAHLAR veçhile, Bizans ve İran müesseselerinden şuursuz bir şekilde almıştır [Les İnstitutions musulmanes, Paris 1921, P. 166]. * § Hulefâ-yi Râşidîn dediğimiz ilk dört Halîfe zamanında artık iyiden iyiye kurulmuş olan İslâm devleti, 66ı’de Ş am ’da Emevîler Hânedânı’nın zuhuru ile bir sülâlenin hâkimiyeti altına geçmiş oluyor ve dört Halîfe devrinde M e d in e ’de gösterdiği sâde ve basit hüviyyeti kaybederek yeni bir şekil, yeni bir rûh alıyordu. Helenistik, Romen ve Bizans medenî an’anelerinin mühim bir merkezi ve şehir hayatımn eski bir inkişaf sâhası olan Suriye’de vukûa gelen bu büyük değişiklik, tabiî, birdenbire olmadı. Sür’atle büyüyen, genişleyen, zenginleşen İslâm devletinin başındaki Emevî hükümdârlan, ibtida bir b e d e v î prensi, bir kabîle şeyhi, yâni bir seyyid hüviyyeti gösteriyorlar, ilk halîfeler gibi Emîr-iıl-mü'minîn ünvânım ahyorlardı; onlara Peygamber’in Halifesi, Müslümanların İmâmı deniliyordu. Önceleri, bir dereceye kadar G a ssâ n î prenslerinin Bizans taklidi küçük saraylarını andıran Emevî sarayları, Bizans’ın ve kısmen de Sâsânîler’in an’anelerine göre sür’atli inkişaf safhaları geçirdi. Arap zihniyetine uymayan bir usûlü, “ Hükümdârın daha hayatta iken bir velîahd seçmesi,, usûlünü koyan ve bütün ittirazlara rağmen bunu tatbik eden M u â v iy e , bu sûretle, Bizans te’siri altında kaldığını açıkça göstermiş oluyordu; fakat, bu çok zekî, sabırlı ve ölçülü adam, devletini kurarken, aslâ mutlak ve müstebit bir hükümdâr gibi hareket etmedi; asıl maksadlarını muvaffakiyetle saklamağa, İslâm dünyasını yeni bir hânedân etrafında toplamak hususundaki ihtirasım türlü vâsıtalar ile örtüp gizlemeğe hiç olmazsa bir müddet için, tamamiyle muvaffak oldu. Siyasî bir dehâya mâlik olduğu kadar, insanların her türlü zaaflarından istifade etmeyi de bilen ve kullandığı vâsıtaların ahlâkî mahiyeti hakkında hiçbir şey düşünmemeği bir prensip olarak kabûl eden M u â v iy e , bu sayede, karşılaştığı birçok müşkilleri yendi: Kabîle rekabetleri, aile münâferetleri, sonradan sâdece ş i'î sıfatını alan Alî tarafdârlarının düşmanlıkları ve gizli propagandaları, onun b a sire ti ve te d b ir i sâyesinde, bu yeni saltanatın kurulmasına mâni olamadı. Arap kabilelerinin psikolojisini çok iyi bildiği için, eski İz a h l a r *3 i halîfelerin an’anesinden ayrılmadı: Müslüman Araplar’m eşrafı, Arap kabîlelerinin reisleri, Mekke ve Medîne aristokratlan, muhtelif İslâm vilâyetlerinin temsilcileri ile daima sıkı münâsebetlerde bulundu. Kendisi ile görüşmek ve bâzı isteklerini bildirmek üzre Şâm’a gelen bu insanlara, yaptığı ve yapacağı şeyleri îzah etmek ve böylece hareketlerini âdetâ bir meşveret meclisi'nin kararları hâline getirmek için, Cuma namazlannda minbere çıkıyor, dinleyenleri büyük bir belâgat ve fesâhat ile teshir ediyordu. Onları, ayrıca, sarayında da büyük bir nezaketle kabûl ve cömerdce taltif eden M u â v iy e , her tenkidi sabır ve tehammül ile dinlemekle beraber, kararlarını mutlaka kabûl ettiriyordu. İşlerin yürüyüşü üzerinde hiçbir te’ siri olmayan bu müşâvere meclislerinde bulunanlar, kendi kendilerini, bu hususlarda fikir ve kararlarına müracaat edilmiş olduğuna inandırmak suretiyle, mânevî bir huzûra eriyorlar ve bu işleri her yerde samimi yetle ve hararetle müdâfaa ediyorlardı. Suriye’nin fethindenberi orada vâlilik ettiği için muhiti çok iyi bilen, Bizans’dan kalma idare makinesini büyük bir dirâyet ve adalet ile idare ederek eski kötülüklerinden de kurtaran M u â v iy e , Hıristiyan halkın büyük sevgi ve itimâdını kazanmıştı. Suriye’nin hudut mıntakalarında yaşayan ve memleketteki Müslüman garnizonunun mühim ekseriyetini teşkil eden yerli bedevî Araplar’m büyük bir kısmını, aslen Y e m e n ’den geldiklerini iddiâ eden Kelb kabilesi mensupları teşkil ediyordu ve Muâviye, bunlardan kız almak suretiyle, onların yardımını da te’min etmişti. Suriye’de yaşayan ve bunlara karşı zayıf bir rakîb mevkiinde bulunan Kays kabilesi mensuplan, Muâviye’nin hayatında ona hiçbir zorluk çıkarmadılar; ancak — annesi Kelb kabilesinden olan— Yezîd bin Muâviye’nin oğlu M u â v iy e i ı.’ye karşı isyan ettiler. Arap kabileleri, daha doğrusu, Müslüman Araplar arasındaki derin ihtilâflar ve rekabetler, imparatorluğun dâhî kurucusu Muâviye zamanında yıkıcı bir te’sir yapamamışsa da, onun ölümünden sonra, K e r b e lâ v a k ’ asl gibi bâzı hâdiselerin de yardımı ve Haricîler’in ayaklanmaları ile yıkılmasında başlıca âmil olmuştur. Muâviye devri geçince, müstakil bir mâhiyet alan Hicaz ve Irak, ancak A b d -ü l-M e lik ’in yirmi yıllık (685-705) uzun saltanatı devrinde, tekrar Emevîler’in hâkimiyeti altına girdi. A b d -ü l-M e lik devri, Islâm tarihinde çok mühim bir safhadır. Emevîler, Arap âleminin vahdetini tekrar kurduktan sonra, Islâm fü- İZAHLAR tuhâtım Mısır’ın ötesine, Berber memleketlerine doğru ileriletmeğe başladı. Halîfe O sm an devrinde başlamış iken, Alî ve Muâviye ihtilâfları sebebiyle onyedi yıl yüzüstü kalan bu fütûhât, Muâviye iktidâra geçtikten dört yıl sonra tekrar canlandı. Bu hareket, artık Afrika’da büyük ehemmiyeti kalmamış olan Bizans’a değil, B erb erler’e karşı yapılıyordu, Emevî vâlisi ‘ U k b e ’nin 666’da Mısır vâliliğine tâyini ve onun Kayruvân şehrini Kurması ile ciddî surette inkişaf eden bu fütûhât, îslâmlar’ı Atlantik kıyılarına kadar götürdü. A b d -ü l-M e lik , Asya’daki îslâm memleketlerinde vazıyetini sağlamlaştırdıktan sonra, Emevîler’in sarsıntı devrinden istifade ederek Afrika’da kuvvetlenmiş olan Bizanslılar’a karşı 40,000 kişilik bir ordu gönderdi. Bu ordunun, eski merkez olan Kartaca'yı Bizanslılar’- dan alması, Bizans’ın 697’de burayı yeniden ele geçirmesi, Berberler’- in tekrar onlar ile beraber Araplar’a karşı mücadeleleri, nihayet 698’- de merkezden kuvvetli bir yardım alan Araplar’m Berberler’i ve Bizanshlar’ı ayrı ayrı perişan ederek kat’î hâkimiyeti elde etmeleri, tarihî bakımdan çok mühim hâdiselerdir. Mısır vâlilerine bağlı olmayarak müstakil bir vilâyet şeklinde kurulan Berberistan vâlisi M û sâ b. N u sa y r’in, kölesi T â r ik b. Z iy â d kumandasında gönderdiği küçük kuvvetin, o sırada çökmek üzre bulunan Vizigot Kırallığı ordusunu Rio Barbate (îslâm kaynaklarında W âdi Bikka) kıyısında perişan etmesi ve kıral R o d e r ik ’in katli, bunu tâkibeden muhtelif istikametlerde yürüyüşler, bu kırallığı birdenbire ortadan kaldırmış ve Emevî hânedânmm Orta-Şark’taki hâkimiyetlerine Abbâsîler tarafından nihayet verildikten sonra, Ispanya’da muhteşem Endülüs Emevîleri devletinin kurulmasına imkân vermiştir. Emevîler ile Bizanshlar arasında Anadolu mücadelelerine fâsıla veren mütareke İm p a ra to r J u s tin y e n 11. tarafından bozulduktan sonra, Abd-ül-Melik bu mücadeleye tekrar başladı ise de, türlü sebepler, bundan îslâm dünyâsı için bir fayda te’minine imkân bırakmadı. Suriye ile Anadolu arasındaki A m an u s dağlarında yaşayan ve Bizans împaratorluğu’na tâbi olmamakla beraber zaman zaman ona yardımcı kuvvetler veren ve icabında ondan yardım alan Mardait’ler, herhangibir karışıklık zamanında, Suriye için ciddî bir tehlike teşkil ediyordu. Abd-ül-Melik’in Hicaz’ı hükmü altına almak maksadı ile giriştiği muharebede, bunlar, Bizans süvarilerinin de yardımı ile, müdafaasız kalan L ü b n a n ’a inerek, korunma tertibâtı aldılar. Su ÎZAHLAR *33 riye’de Araplar’m esiri sıfatiyle efendilerinin hesabına çalışan, yahut bir taraftan hıristiyanhk taassubu, bir taraftan da vergilerin gittikçe ağırlaşması sebebiyle ayaklanmağa fırsat gözeten birkısım yerli halk da onlara katılmakta idiler. A b d -ü l-M e lik , bâzı fedakârlıklar ile Bizanslılar’ı bu işde tarafsız bırakmağa muvaffak oldu. Sonradan Halîfe S ü le y m a n zamanında, büyük hazırlıklar ile, karadan ve denizden İstanbul’a karşı girişilen teşebbüsler (M. 717), bir yıllık gayretten sonra, 673-677 yıllan arasındaki teşebbüsler gibi, neticesiz kaldı. A b d -ü l-M e lik zamanında başarılan en mühim iş, Emevî devletinin bir Müslüman Arap devleti hâline getirilmesi için sarfedilen gayretler oldu. Devletin resmî dili Yunarica’dan Arapça’ya çevrilerek bütün devlet defterleri ve evrâkı Arapça yazılmağa başlandığı gibi, resmî dairelerdeki Hıristiyan Suriyeliler ile Mısırlı Kopt’l&nn ve İranlIlar'm yanında, Müslüman Arap me’murlara da yer verilmeğe başlandı; yalnız, bütün bu me’murlar Arapça yazmağa mecbur idiler. Dîvânların böylcce Arap ve İslâm hüviyyetini alması, yavaş yavaş olmuş ve ancak bu hânedânın son yıkılış devrinde tamamlanabilmiştir. Emevî İmparatorluğu memeleketlerinde kullanılacak paraların da İslâm ve Arap parası hâline gelmesi yine bu devirde olmuş, ve Abd-ül-Melik nâmına bastırılan Arapça altın paralar— Bizans paralarındaki resim ve alâmetler tamamıyle terkedilerek— bastırılmıştır. Yine A b d -ü l-M e lik zamanından başlayarak, Emevî Halîfeleri’nin muhteşem san’at âbideleri yaptırmaları ve bunun için büyük masraflara katlanmaları, dikkate lâyıktır. Azametli Bizans san’at eserlerini İslâm eserleri ile bir mukayese mevzuu olarak kullanan ve yaptırdıkları eserlerin hiçbir bakımdan onların altında kalmamasını isteyen Emevî hükümdârları, saraylarında, umumî ve hususî hayatlannda çok parlak, çok debdebeli ve şa’şaalı bir ömür sürmek arzusunda idiler. Bu geniş ve zengin imparatorluk, bu hususta bütün imkânlara da mâlikti. Emevî Halîfeleri’nin bu azamet ve ihtişam temâyülü, dinî mi’mârîde çok göze çarpacak bir mahiyettedir: V II. asrın sonunda K u d ü s’te Kubbe't-ül-sahre ile Mescid-i-aksâ’mn, ve V III. asnn başlannda Şam ’da Câmi‘-i-benî Ümeyye’nin yapılması, bunun başlıca delilleridir [Kudüs âbideleri hakkında bk., G . L . S tran ge, Palestine, s. 89.— V a n Berchem , Materiaux.'.., Jerusaleme, ch. III.— K. A. C. C resw ell 11, Early Müslim Architecture /., Omayyads, Oxford, 1932.— E u sta ch e de L or ey, Les Mosaiqu.es de la Mosguee des 134 İZAHLAR Omayyades â Damas]. Bizans mi’mar ve san’atkârlan, Mısır’dan getirilen san’atkârlar ve inşâat malzemesi, Suriyeli işçiler bu âbidelerin meydana gelmesi için hep beraber çalışmışlardır. Halîfe V e lî d, tahta çıkar çıkmaz (M. 705), bu işe teşebbüs etmiş idi. Halîfe V e lîd ’in bir av esnâsmda katlinden (M. 741) sonra, yerli Arap kabileleri arasındaki rekabetler, yalnız Suriye’de değil, hattâ Şam’da bile huzur ve âsâyiş bırakmamıştı. Artık, başkentlerinde dahi kendilerini emniyette hissetmeyen hükümdârlar, hem kendilerine sâdık kabileler arasında yaşamak, hem de çölün ve kabîle hayatının unutulmaz hâtıralarından ve zevklerinden istifâde etmek için, V e lî d I . ’- den başlayarak, Şam’dan uzaklaşmak yolunu tuttular; yalnız cülûs günlerinde ve bâzı büyük merasim münasebetiyle Şam'a uğrayan halîfeler, sonradan, orayı büsbütün terkettiler: H işam , çölün tam ortasında, P a lm y re ne şimalindeki eski S e rg io p o lis’in yerinde kurduğu Rosâfa’yı kendine merkez yaptı. Emevî Halîfeleri’nin çoğu, şehirlerde oturmaktan ise, çöl ortasında yaptırdıkları şatolarda, hattâ bedevî çadırları arasında oturmağı tercih ediyorlardı ki, çöl hasreti'nin bunda büyük bir psikolojik âmil olduğu söylenebilir. Sporcu, avcı, bedevî an’anelerine ve şi’rine âşık olan bu hükümdârlarm yaptırdıkları bu çöl şatolarından bâzılannın hârâbeleri, son zamanlarda meydana çıkarılmıştır: Ü rd ü n ötesindeki Kusayr ‘Amra ve Maşatta (Kışlık karargâh), bunların iki mühim örneği olarak, esaslı surette tedkik edilmiştir. Mütehassıslar, 144 metre uzunluğunda dört köşe bir zemîn üzerinde yapılmış ve yer yer kuleleri bulunan bir sûr ile muhafaza altına alınmış olan Maşatta'nm, bir Emevî hükümdânna ait olduğunu kat’î surette tesbit edememişlerdir; fakat, B a h r -i-lû t (Lût denizi)’un şimal ucunda olup, M u sil tarafından keşf olunan K u sa y r ‘ A m ra, ele geçen kitâbelere göre, V III. asrın ilk yarısında yapılmıştır. Şatonun bir dıvannda dört hükümdânn resmi vardır ki, bunlar, altlarındaki yazıya göre, Islâm’ın mağlûp ettiği dört hükümdârdır: B izan s imparatoru, İra n Şâhânşâhı (Husrev), Habeş Necâşîsi, Isp a n y a Gotları’mn Kırah R oderik.. Bunların yanında iki hükümdâr resmi daha vardır ki, altlarında hiçbir kayıd bulunmayan bu resimlerin K ö k tü rk H â k a n ı ile, diğer bir T ü r k veya H in d hükümdârı olması ihtimali İleri sürülmektedir. Bunların arkasında ikinci plânda daha birtakım sîmalar da vardır ki, bunların da, Müslümanlar tarafından mağlûp edilen birtakım küçük hükümdâr- İZAHLAR >35 lar olması muhtemeldir. Bu şatonun muhtelif diyarlarında türlü türlü resimler, kuş ve her türlü hayvan resimleri, atlet resimleri, çıplak kadın resimleri, Halîfe meclisini tasvir eden bir sahne mevcuttur ki, Helenistik san’atin Asya topraklarındaki bu son eserleri, bu şato harabesinde mükemmel surette muhafaza edilmiştir [Rosâfa hakkında bk., Sarre et H erzfeld , Archdologische Reise im Euphrat-und Tigris Gebet, I I .— Diğer iki şato hakkında bak.: H . Lam m ens, La Bâdia et la Hîra Sous les Omayyades, Melanges de la Fac. Oriçn. de Beyrouth, IV .— -Jaussen et S a v ig n a c, Mission archio. en Arabic, Les Chateaux arabes, 2vol.— E . Di ez, Die Kunst der islamischen Völker.— A lo is M u sil, Kuseir ‘Amra— . İslâm Ansiklopedisi'nin birinci Leyde neşrinde de bu üç maddeye müracaat olunabilir.— C . B ro ck elm a n , Histoire des peuples et des etats islamiques, Paris, 1949. Çok iyi muhafaza edilmiş olan bu iki çöl şatosundan başka, ayrıca, Y e z îd I L ’in, Sâsânî eserlerini taklit suretiyle yaptırdığı Muvakkar şatosu da mevcuttur. Bunlara ilâve olarak D . S ch lu m b e r g e r’nin Les fouilles de Qasr el Heir (Syria, X X , 1939) adlı makalesinde yeni bilgilere tesadüf olunur. Bunlara, J . S a u v a g e t’nin şu iki yazısını da eklemek lâzımdır: Remarçues.. ., JA., tome 231, 1939, p. 1-59.— Les Ruines Omeyyades du Djebel Seis, Syria, X X , 1939, p. 239-256]. Islâm hâkimiyetini U z a k Ş a rk ’tan A tla n tik kıyılarına kadar genişleten ve kendi yıkılışından sonra Endülüs’te ik in c i bir E m e v î s a lta n a tı’nın kurulabilmesi için bütün imkânları hazırlayan Suriye Emevî Hânedânı, bâzı tarihçilerin neo-byzantin sıfatını verdikleri ilk ve en gen iş Islâm im p a r a to r lu ğ u ’nu kurmakla, İslâmiyet’e çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Yukarıda kısaca işaret ettiğimiz birçok yıkıcı âmiller, Peygamber ailesine mensup siyasî rakıyblerin imhâsı, kabîle rekabetleri, Ş i‘ î ve Hârici hareketleri, Arab’ın gayri unsurlara Arap aristokratlarının yüksekten bakmaları, Islâm dininin bütün kavimler arasında tam bir müsavat kabûl etmesine rağmen, hakikatte bunun bir kenara bırakılması, M evâlî denilen Arap olmayan sair kavimlere karşı K u r ’ ân hükümlerine ay kın olarak birtakım ağır vergilerin yer yer ve zaman zaman tatbikine kalkışılması, imparatorluk hudutlannı korumak için dört tarafta — meselâ Çinliler, BizanslIlar gibi— birtakım yabancı kuvvetlerle de mücadele zorunda bulunan bu Arap devletini, içinden yıkmış ve uzun zamandanberi merkezi H orasan olmak üzre, her tarafta muvaffakiyetle girişilen 136 İz a h l a r propagandaların doğurduğu türlü ayaklanmalar neticesinde Abbasi ailesi iktidâra geçmiştir. Peygamber’in amcası A b b â s ’a mensup oldukları için kendilerini Ugitime, yâni meşrû Halîfe sayan, Emevîler’i ise g â sıb ve hattâ m ü slü m an lık dışı addeden Ebu'l-lAbbâs, H o r a sa n lıla r’dan mürekkep ordusu ile, Emevî Halîfesi Mervân’ı, Fırat ayaklarından B ü yü k Z a b kıyısında mağlûp etti. Hiçbir yerde kendine tarafdâr bulamayarak M ısır’a kaçan bu tâlihsiz hükümdâr, orada kendi adamları tarafından öldürüldü (Ağustos, M . 750). Seffâh, yâni kan dökücü (zâlim) sıfatıyle meşhur olan E b u ’ l-‘ A b bâs, Filistin’de E b û -F o tro s mevkiinde tertiplediği bir ziyafette, Emevî ailesinden seksen kişiyi öldürttü. Bu vahşî hareket S u r iy e ’de, F ilistin ’de, Ira k ’ta da şiddetle tatbik edildiği gibi, onlar tarafından yapılmış bütün binalar, saraylar, hattâ su-yollan ve su mahzenleri gibi umumî eserler de tahrip edildi; böylece, bu ilk îslâm imparatorluğu’ndan ortada hiçbir eser, hiçbir hâtıra bırakılmamasına gayret edildi [Bütün bu hareketler hakkında şu tedkiklere başvurulabilir: G . V a n V lo te n , Recherches sur la dominatiorı arabe, le chiitisme et les croyances messianiques sous le Califat des Omeyyades, Amsterdam, 1894.— -J. W eİlli a us en, Die religiös-politischen oppositionsparteien im alten İslam, Gottingen, 1901.— Emevî hânedânma karşı, Şark’ta ve Garb’ta eskidenberi ideal bir Halîfe örneği olarak kabûl edilen Ö m e r b. eA b d -ü l- ‘A z îz bir tarafa bırakılırsa, umumiyetle menfî kanaatler besleyen eski îslâm tarihçilerine ve onların te’siri altında kalan Garb tarihçi ve müsteşnklanna karşı, daha tarafsız olmağa çalışan müellifler de yok değildir. Bunların başında H . L am m en s gelir ki, onun başlıca şu eserleri zikre lâyıktır: Etudes sur le rigne du calife Omeyyade Mo'aviya / er, Beyrouth, 1906-1908.— La Califat du Yezid 7er, Beyrouth, 1910- 1921.— L ’Avenement des Marvvânides et le Califat de Menvân 7eıf, Beyrouth, 1927.— Etudes sur le sikle des Omeyyades, Beyrouth, 1930.— Bu son cildde, muhtelif tarihlerde neşredilmiş muhtelif mekaleler vardır; mâmafih mütehassıslar, bu müellifin yazılarını ihtiyatla ve sıkı bir tarihî ve filolojik tenkidden geçirmek suretiyle kullanmak hususunda müttefiktirler.— F. G a b r ie li’nin şu tedkikleri, bâzı ehemmiyetli mes’eleler bir tarafa bırakılmış olmasına rağmen, daha emniyetle okunabilir: İ l Califato di Hishâm: Studi di storia Omayyade, Alexandrie, 1935. M&n. Soc. Roy. Arch., t. V II.— A l-W altd ibn Yazid: il Califfo e. il poeta, R. S. O., t. X V , 1934.— La Rivolta dei Muhallabiti nel 'Iraq, R. Lincei, ÎZAHLAR «37 ser. V I., t. X IV ., 1938.— Islâm tarihinde zulmün timsâli gibi telâkki olunan H a c c â c hakkında, eski olmakla beraber, şu esere bakılabilir: J . Perier, Vie d ’al-Hadjdjâdj ibn Yoûsof, Paris, 1904.— Emevîler’in Bizans ile harbleri hakkında bakınız: E . W . Brooks, The Arab in Asia Minör 641-750, J. Hel. Stu., t. X V III.— M . C an ard , Les Expeditions des Arabes contre Constaniinople dans l’histoire et dans la ligende, J. A., 1926.— Emevîler’e ait olarak Avrupa ve Amerika’da neşredilen muhtelif umumî tarihlerden ve umumî mahiyetteki Bizans tarihlerinden de istifade olunabilir], içeriden ve dışarıdan ne gibi âmiller te’siri ile yıkıldığını îzah ettiğimiz Emevî hânedânından sonra Islâm dünyasının başına geçen ‘A b b â sîle r, devletin ağırlık merkezini ‘Ir a k ’a naklederek, Bağdâd' 1 idare merkezi olarak— kendilerine her bakımdan sâdık bir sâha ortasında— kurduktan sonra, İslâm devleti yeni bir siyasî tekâmül yolu tuttu: Emevîler, kendilerini kudretli bir hükümdâr olarak kabûl ettirecek mânevî kuvvet ve nüfuzu, ilk Halîfeler Devri’nin hâtırasını muhafaza eden Arab yarımadasında, yâni M ek k e ve M e d in e ’deki Islâm aristokrasisi arasında bulamayacakları için, faâliyet sâhalarım Suriye’ ye naklederek Şam ’ı başkent yapmışlar, H ic a z ’da ve Ir a k ’ta çıkan türlü türlü isyan hareketlerini oradan bastırmışlar, böylece, Hicaz araplığım sahneden çekilmeğe mecbur etmişlerdi. Başta Ir a n lıla r ve H o r a s a n lıla r olmak üzre hemen bütün Arab’ın gayrı unsurların müzahereti ile iktidara gelen Abbâsî Halîfeleri devrinde ise, bütün Araplar siyasî ehemmiyetlerini kaybederek devletin sevk ve idaresini yabancı unsurlar’ a. bırakmak zorunda kalmışlardı; halbuki bu halîfeler, Peygamber’in amcası A b b â s ’ın soyundan idiler ve “ meşrû halîfe” olduklarını, yalnız Emevîler’e karşı propagandalarında değil, bütün saltanatları esnâsında da, bir silâh olarak kullanmışlardı. Saltanatı ele geçirmek hususunda Hârûn-ür-Reşîd’in — biri Arap, diğeri Iranlı iki anadan doğan— oğullan E m în ile M e ’ m ûn arasındaki büyük mücadele, Iranlı unsurlar ile onların müttefikleri olan Türkler’den mürekkep ordusu sâyesinde, M e ’ m ûn tarafından kazanıldı. Arab’ın gayri unsurlara dayanan, ve bilhassa, Abbâs ailesinin muvaffakiyetinde baş âmil olan H o rasan ’a ve H o r a s a n lıla r ’a büyük itimat besleyen M e ’ mûn, bu büyük Abbâsî Imparatorluğu’nu, Horasan’ın eski bir büyük merkezi olan Merv’den idare etmek niyetinde idi; fakat B a ğ d â d ’dâ patlayan bir ihtilâl, onu eski başkente dönmek 138 İz a h l a r zorunda bıraktı. Bu hâdiseden sonra, artık Abbâsî Halîfeliği’nde, Araplar’ın İdarî ve siyasî ehemmiyetleri tamamıyle sarsılmış, eski Sâsânî kültürünün vârisi olan Iranlı unsur, gerek fikir ve san’at sâhasında, gerek idarede, birinci mevkii almış, askerî ve siyasî kudret ise büyük Türk kumandanlarının eline geçmiştir [Arab’ın gayri olan unsurların faaliyetleri hakkında, 10 numaralı notta şu‘ûbiyye M es’ elesi’ne dair îzaha bakınız. Abbâsîler devri hakkında ayrıca 18 numaralı notta İdare Teşkilâtında İran ve Bizans Te’sirleri: Dîvânlar bahsine de bakınız; bunlardan başka 17, 23, 24, 25, 28 numaralı notlarda da Abbâsîler’e ait malûmat vardır]. Emevîler ile Abbâsîler arasında, zamanın ve muhitin biribirinden çok başka olması sebebiyle mevcut bulunan büyük farklar, her iki saltanatın mâhiyetini biribirinden ayırdığı gibi, Emevî Halîfesi ile Abbâsî Halîfesi’ne, hukukî bakımdan iki ayrı hüviyyet vermiştir: Bir taraftan îslâm fütûhâtmı devam ettirirken, diğer taraftan, fethedilen çok geniş sâhalardaki yabancı halkı îslâm hâkimiyetine ısındırmak gayesi güden ve bu maksatla mevcut idare teşkilâtını ve onun başındaki me’murlan yerlerinde bırakan Zmevîler, Bizans usûllerini aynen almışlar ve bu siyaseti ancak Abd-ül-Melik’ten başlayarak tedricî olarak değiştirmeğe çalışmışlardı; çöl an’anelerine bağlı kalan hükümdârlar, sadece Emîr-ül-mü’minîn, yâni, fâtih orduların baş-kumandanı, Arap kabîle reislerinin ve aristokratlarının da başı idiler; halbuki îranlılar’ın maddî ve mânevî muzaheretleri ile iktidara geçen Abbâsî halîfeleri, Âhir Zaman Peygamberi’nin amca oğulları idi; bu sebeple, herşeyden önce İmâm-ül-müslimîn, yâni bütün îslâm cemaatinin imâmı, başı, yol göstericisi, Peygamber’in mutlak vekili idiler. Emevîler’in sadece îslâm topluluğunun başında cismânî bir reis olmalarına karşılık, Abbâsîler, Peygamber’in mübârek yâdigârlarına da verâset yolu ile sâhip olan rûhânî bir reis sıfatını taşıyorlardı; hattâ cismânî sıfatlan, sırf bu rûhânî kudrete dayandığı için, maddî bakımdan en zayıf düştükleri, hattâ hürriyetlerinden mahrum ve mahkûm olarak yaşadıklan zamanlarda bile, nazarî hâkimiyet'\eri, itiraz edilemez mâhiyetini muhafaza ediyordu. Bâzı Garb tarihçilerinin, pek de haksız olmıyarak, Teni-Sâsânî (N^o-Sassanide) sıfatını verdikleri Abbâsî devletinde, halifelik, hem cism â n î (temporel), hem de rû h â n î (spirituil) iki kudreti şahsında birleştirmek suretiyle âdetâ m ukaddes (sacri) bir mâhiyet aldığını görü İZAHLAR •39 yoruz ki, bunu, doğrudan doğruya eski Sâsânî an’anelerine ve bu an’anelere sadakatle bağlı kalan— müslümanlığı kabûl etmiş— Iran aristokratlarının te’sirine atfetmek lâzımdır. Hilâfet’e Peygamber ailesinden birini geçirmek gayesiyle yapılan legitimiste propagandalar ve hareketlerde, ilk halîfeler devrine dönmek, hangi kavimden olursa olsun bütün Müslümanlar arasında müsavîliği sağlamak, devlet idaresinde şerîat hükümlerine tamamiyle riâyet etmek, Peygamber ailesine sâdık kalmak gibi, herkesin ve hele Arab’ın gayri unsurların çok câzib görecekleri hükümler vardı; fakat bu hareket Emevîler’i iktidardan düşürtünce, Alî ailesi değil, lâkin Abbâsîler bunun meyvelerini kendi hesaplarına topladılar; hattâ bir zamanlar onlar aleyhinde tâkıbâtta dahi bulundular. İlâhî, mukaddes bir kökten geldiğine inandıkları bir hânedâna bağlılık, hükümdârın mukaddes ve İlâhî bir hüviyyet taşıdığına inanmak, tamamıyle theocratique bir hüviyyet gösteren Sâsânî devri İran’ının hususiyetleri idi. işte Abbâsî Halifeliği bu thiocratique hüviyyetini, Abbâsî hükümdârını hem dinî hem siyasî reis, diğer bir ifade ile, hem im p a ra to r (cisar), hem p ap a saymak suretiyle— ki Hıristiyan Garb tarihinde buna cisaro-papisme derler— , eski Iran an’anelerini İslâ m î bir şekil a ltın d a yaşatmak isteyen iranî zihniyetin te’siri altında kaldı; halbuki Emevî hükümdârları, Bizans’ tan aldıkları hâkimiyet mefhumunu tatbik ederken, cismânî kudretlerini (autoritl) şerîate, yâni dinî esaslara— hukukan değilse de fi’len— istinat ettirmiyorlar ve böylece, tedricî olarak, teo k rasi’den ayrılıyorlardı. Emevî ve Abbâsî devirleri arasındaki bu derin farkı aslâ gözden ayırmamak lâzımdır. Ancak, bu iki hânedân zamanında da devletin— Bizans’ta da olduğu gibi— otokratik (autocratique) bir mâhiyet taşıdığını unutmamalıdır. Arap kabilelerine ve şehir aristokrasisine dayanan Emevîler bir A ra p im p a ra to r lu ğ u olduğu hâlde, Abbâsî devletine A ra p sıfatım vermeğe tarihî bakımdan imkân yoktur. Çok haşmetli, inceden inceye hazırlanmış hususî teşrifat kaidelerine bağlı muazzam saray hayatı, sonra, halîfenin m u tlak ve k ili olup, bütün işleri idare eden bir büyük vezir’in mevcudiyeti, Abbâsî Halîfesi’ni halktan ayrı, herkesin ve herşeyin üstünde, mukaddes ve mutlak bir varlık hâline getirmiş, âdetâ cismânî ve rûhânî kudretlere sahip bir Sâsânî şâhârışâhı (imparator) yerine koymuştu. Islâm âmme hukukuna göre, biribirinden ayrı cismânî ve rûhânî iki k u vve t mevcut olmadığı gibi, geniş Islâm dünyasının da, başında ruhanî 14° İz a h l a r bir reise ihtiyacı yoktur: Tıpkı, Protestan Garb milletlerinde olduğu gibi. Islâm dünyasının siyasî bir birlik olarak tasavvurundan doğan Halifelik telâkkisi, ancak E m e v île r zamanındaki re a lite le r e uyuyordu. Müslümanlığın a ltın d e v ri sayılan Abbâsîler zamanında, Endülüs Emevîleri'nin kuruluşu ile bu siyasî birlik parçalanmış, Islâm âleminin her tarafında, Asya’da ve Afrika’da mühim parçalanmalar olmuş, Abbâsî Halîfeliği’ni sırf n a z a r î olarak tanıyan bâzı müstakil devletlerin yanında, meselâ F â tım île r gibi kendilerini Halîfe ve Emîr-ül-mü’minîn addeden Şi‘î devletler vücude gelmiş, Büyük Selçuklular'vn kuruluşundan sonra ise, Abbâsîler’in maddî bir ehemmiyeti kalmamıştır. Islâm âmme hukuku ile uğraşan ve hilâfetsaltanat mes’elelerini İslâmî esaslara göre— fakat tarihî realite ile alâkasını hiç düşünmeyerek— tedvin eden meselâ M â ver d î gibi biratkım âlimler, eserlerini, ancak Abbâsî hânedânmın inhitat devirlerinde vücude getirmişlerdir; bunlara göre de Halîfe sadece rûhânî bir reis değil, Islâm âlemini hârice karşı da müdafaaya muktedir “ bir cismânî kudret sâhibi,, olmalıdır. Uzun zamandanberi Garb’ta ve Islâm memleketlerinde yapılan tedkikler, Islâm dininde H a life lik diye bir müessesenin mevcut olmadığını kat’î olarak meydana koymuştur. Birçok eski ve tanınmış Islâm hukukçuları (fukahâ, yâni fık h bilginleri) ve bilhassa Hanefî mezhebine mensup olanlar, Halîfe Unvanının— meselâ Sultan gibi— sadece bir ünvan olduğu ve ilk dört Halîfe’nin ölümünden sonra artık halifeliğin mevcut bulunmadığı kanaatindedirler. [Abbâsî imparatorluğu hakkında, Emevîler’den bahseden umumî tarihlere ve Islâm tarihine ait eserlere müracaat edilebilir ki, bunların başlıcaları yukarıda zikredilmiştir. Onlara ilâve olarak, gerek Emevîler, gerek Abbâsîler hakkında bâzı yeni görüşleri içine alan şu tedkiklere bakınız: H. A . R . G ib b , An interpretation o f Islamic History, Cahiers d’Histoire Mondiale, vol. I., No. i, 1953, p. 39-62. — G asto n W iet, VEmpire nio-byzantin des Omeyyades et VEmpire NSo-Sassanides des Abbassides, Cah. d’Histoire Mondiale, vol 1., No. 1, p. 63-71.— He nri M asse, Recorıstitution d ’une Aristocratie iranienne, Cah. d’Histoire Mondiale, vol. I, No. 3, 1954, p. 815-826. Abbâsî hânedânmın zuhuru, onlar devrinde İran’daki birtakım kıyamlar, Iranlılar tarafından IX -X I. asırlarda kurulan dört büyük hânedân, yâni Saffârîler (867-903), Sâmânîler (874-999), J^iyâriler (928-1042), Bûye veya İZAHLAR 141 Büveyhiler (932-1055) hakkında kısa ve toplu bilgiler, fikir ve san’at hayatı ve dinî cereyanlar hakkında umumî görüşler, bu küçük ve güzel hulâsayı kıymetlendirmektedir; ancak, Iran te’sirine, bu devir tarihinin tekâmülünde müessir olan başka âmillere nisbetle çok fazla bir yer verildiğini de gözönünde bulundurmak lâzımdır]. Son iki asırda, emperyalist Garp devletlerinin Osmanlı devletini büsbütün zayıflatmak, maddî ve mânevî esaret altına girmiş Islâm kavimleri arasında onun nüfuzunu kırmak için üzerinde İsrarla durdukları hilâfet müessesesi hakkında, Garp âlimleri tarafından ciddî tedkiklerde bulunulmuştur. Selim I.’in, M ısır'ı fethettiği zaman, son Abbâsî halîfesinin, h a life liğ i ona te r k e ttiğ i hakkmdaki efsâne, Garp’ta ilk defa M o u r a d g e a d ’ O h sso n ’un iptida Fransızca olarak Paris’te 1788-1824’de neşrettiği Tableau geniral de VEmpire Ottoman adlı meşhur eserinde zikredilmiştir. Büyük Garp devletleri ile Osmanlı padişahları arasındaki muahedelerde, padişahın, terkettiği memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde halîfe sıfatıyle ru h a n î bir hakkı bulunduğu, 1774 tarihli Küçük Kaynarca muahedesinde kabûl edilmiş, yâni, padişaha b ü tü n M ü slü m a n la r üzerinde — Katolikler için Papa’ya tanınmış olan haklar gibi— bir hak tanınmıştır. 1876 Osmanlı Kânûn-ı Esasi (Anayasa)si’nin dördüncü maddesinde, “ Osmanlı Padişahının halîfe olmak itibariyle Islâm dininin hâmîsi,, bulunduğu açıkça ifade edilmiştir. Türkiye’de, Ikinciteşrin 1922’de S u lta n lığın k a ld ırılm a sın d a n sonra, 3 Mart, 1924’de, Büyük Millet Meclisi Halifeliği de kaldırmıştır. Hilâfet müessesesinin mâhiyetine dair M â v e r d î’den başhyarak, Sünnî mezhebine mensup Islâm hukukçularının n a za r î sistemleri, sonra Ş î'î mezhebinin muhtelif fırkalarına mensup hukukçular tarafından İmâmet (Islâm ümmetinin başında bulunması ve mutlaka A lî evlâdından olması şart olan ru h â n î-cism â n î reis’in vasıfları) hakkında ileri sürülen fikirleri, bütün bu nazariyelerin tarihî realiteler ile ne dereceye kadar te’lifi mümkün olduğu hususundaki Şark kaynaklarını, yine bu müessesenin menşei ve tarihî tekâmülü mevzuundaki Garp tedkiklerini öğrenmek için, İslâm Ansiklopedisi'nde Prof. T . W. A rn o ld tarafından yazılmış olan Halife maddesine müracaat edilmelidir. Bu güzel ve etraflı makalenin tercümesi, bu ansiklopedinin Türkçe’sinde, rahmetli dostum doktor Abdülhak Adnan tarafından yapılan bâzı küçük fakat zarurî ilâvelerle, 1948’de neşre 142 İZAHLAR dilmiştir. Bunlara ilâve olarak, L o u is G a r de t’nin 1954’de Paris’te neşredilen ve 1961’de bir başlangıç ve bir zeyil ilâvesi ile ikinci baskısı yapılan La Ç iti musulmane, Vie sociale et politique adlı eseri ile, E m ile T y a n ’ın yine 1954’de Paris’te R e c u e il S irey tarafından neşredilen İnstitutions du droit public musulman, L , Le Califat adlı kıymetli monografisini zikredelim. 22. İSLÂMÎ İLİMLER T e f s ir , H a d îs, F ik h , K elâ m v e F e l s e f e , T a rİh v e C o ğ r a f y a Bu tasnif, esas itibariyle A r i s t o t’danberi devam eden eski tasniftir. İslâm ilimlerinin mahiyeti ve inkişafı hakkında mufassal mâlûmat almak için C. Z e y d â n ’ın Medeniyet-i- Islâmiyye Tarihi, C. I ll .’ine bakınız. Ayrıca T a şk ö p rü z â d e A h m ed ’in — oğlu tarafından Türkçe’ye tercüme edilen— Mevzûât-ül- Ulûm (iki cild, İstanbul, 1313) adlı eserinden de istifade olunabilir. Bizim Türk Edebiyatı Tarihi (ikinci kitap, İstanbul I92i)’mizde bu hususta umumî mâlûmat vardır. * § İlk Halîfeler ve Emevîler devrinden başlayarak, Abbâsîler zamanında büyük bir inkişaf gösteren İslâm ilimleri, I X - X . asırlarda en parlak devrini idrâk etmiş bulunuyordu. Müslümanlığın yayıldığı çok geniş sâhalarda yaşayan kavimlerin kültür ve an’anelerinden ve eski medeniyetlerden büyük nisbette faydalanan İslâm ilimleri, başlıca ikiye ayrılabilir: (1) Doğrudan doğruya İslâm dinî ile alâkalı olan Kıra'at, Tefsir, Hadîs, Fıkh, Kelâm ve Felsefe, Tasavvuf gibi dinî bilgiler... (2) Tarih, Coğrafya, Matematik, Mekanik gibi menşeini yabancı medeniyetlerden alan ve dinî mâhiyeti bulunmayan yabancı bilgiler ki, bunlara Ulûm-ı-dahîle (sonradan giren ilimler) derler. İslâm ilimlerine ait eski ve yeni ansiklopedik eserlerde, meselâ H a r e z m î ’ nin Mefâtih-ül- ulûm'unda, T a ş k ö pr ü z â d e’nin M evzûât-ül- ulûm’unda., T e h â n e v î’nin Keşşaf-ül ıstılâhât'mda bu hususta geniş malûmat vardır. Bu eserlerde müstakil birer bilgi mevzuu olarak gösterilen şûbelerin çokluğuna rağmen, İslâm medeniyetinin klâsik devrinde Aristo (Aristot) tasnifi, medreselerde hâkim olmuştur. İz a h l a r 143 Islâm medeniyetinin fikir ve ilim mahsulleri, ekseriyeüe, Arap olmayan Müslümanlar, hattâ Islâm olmamış Hıristiyanlar, Mûsevîler, Mecûsîler tarafından yazılmıştır. Kur’ân dili ve Hilâfet’in resmî lisanı olan Arapça, şiir dili olmak bakımından da münevver sınıflar arasında yayılmış bulunduğundan, Ortaçağ Avrupası’nın Lâtince'si gibi, K â ş g a r ’dan Atlantik kıyılarına kadar, asırlarca, umumî kültür dili oldu. İslâmiyet, eski kültür sâhibi kavimler arasında yayılınca, bunlara mensup olan ferdlerin, fikir ve ilim işlerinde bedevî Araplar’a çok üstün bir yer kazanacakları pek tabiî idi. Corci Zeydân, Islâm ilimlerinin ilk inkişaf devirlerinde, hâfızlann, tefsîrcilerin, hadîs rivâyetçilerinin, fakihlerin, bilhassa Arap olmayanlar arasından yetiştiğini söyler [Medeniyet-i-islâmiye Tarihi, Türkçe tercümesi, c. III., s. 10]. Bu vaziyet, Abbâsîler zamanında, Islâm medeniyetinin genişleyip yayılmasından sonra, aynı suretle devam etmiş, hattâ daha da artmıştır. Irak, Iran, Mâveraünnehr, Suriye, Mısır, Endülüs sâhalarındaki büyük medenî merkezler yanında, çöl sâhalarındaki eski küçük merkezlerin hemen hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı. Felsefe, Mantık, Tıb, Nücûm, M atematik kitapları. Yunanca ve Hindçe asıllarından Arapça’ya çevriliyordu. Farsça'dan tercüme edilenler ise, daha ziyade eski kavimlerin an’aııevî tarihlerine, rivayetlerine, siyaset ve idare felsefesine ait eserlerdi. Yunanca’dan birçok İlmî ve felsefî eserlerin tercümesine karşılık, tarihî ve edebî mâhiyette hiçbir eserin çevrilmemesi, dikkate değer bir hâdisedir. Islâmlar’ı tercümeye sevkeden en büyük âmil, Felsefe, T ıb, Nücûm ve Mantık ilimlerine olan meyilleri idi. Tarihî ve edebî eserler o rağbete nâil olamadığından, tercümesi mütercimlerin şahsi himmetine kalıyordu. Şimdi, başlıca I slâmî ilimler hakkında u m u m î ve k ı s a malûmat verelim. T e fsir ve H ad îs— . İslâmî ilimler, dört halîfe zamanında Kur'ân (Kırâ'at), tefsir, H adîs'ttn ibaret olup, bunlar da henüz zabt ve tedvin olunmamıştı. Peygamber zamanına yetişen birçok kimseler, daha hayatta bulunduğu cihetle, nakil ve rivayet edilen şeylerde pek az ihtilâf oluyor, zabt ve tedvin ihtiyacı duyulmuyordu. Bir rivayete göre, Peygamber bu ilimlerin yazılı olarak ifade ve tesbitine mâni olduğu gibi, kendisine yetişmiş olanlar (Sâhâbe'ler) ve Sâhâbeler'e 144 İZAHLAR yetişenler (Tâbi‘ler) de, zabtedilen malûmatın tahrif ve tağyirlere uğratılacağına kanaat getirdiklerinden, bu an’aneyi bozmuyorlardı. Araplar, bedevî bir Arap devleti mahiyetinde bulunan E m e v île r devrini böylece bedevîlik an’anelerine bağlı kalarak geçirdiler. Hicrî birinci asır ile ikinci asrın birkısmında, ilimleri telkîn ve hıfzetme yolu ile öğrenip elde etmek usûlünden vaz geçmediler. Bu müddet içinde — bâzı zorlayıcı sebeplere bağlı olarak— vukû bulan K u r ’ â n ’ ın to p la n ıp te rtip le n m e sin d e n başka hiçbir şey, ne tefsir, ne hadîs, ne şiirler ve atasözleri, ne de târihî vak'alar yazıya geçirilmişti. Bunlar nesilden nesle ağızdan ağıza intikal ediyordu; hâlbuki o devirde îslâmlar arasında yazı biliniyordu. Kur'ân’m toplanıp tertip edilmesinden sonra en önce yazılan eser T efsir't aittir ki, esasen, İslâmî ilimlerin en mühimmi de, pek tabiî olarak budur. Peygamber’in hayatta bulunduğu sırada, bir âyetin anlaşılmasında güçlüklere uğrayan bir kimse, Peygamber’e müracaatla bu husustaki müşkilini derhâl çözer, âyetlerin ibtal edeni ile ibtal edilenini biribirinden ayırırdı. Daha sonra, İslâmiyet, d e v le t şekline girerek n izam ve kânunlara ihtiyaç hâsıl olunca, Kur’ân bu kânun ve nizamlara kaynak sayılarak Tefsir'e bir kat daha ehemmiyet verilmiş ve hâfızlar ile tefsîrciler, âdetâ, daha sonraki zamanlardaki fakih’ltr (kânun adamları) gibi sayılmıştır. Tefsîri yazılı olarak ilk tedvîn eden zât M ü c â h id b. C ü b e y r (Vefatı: H. 104, M. 722-23) idi; ondan sonra birçokları tefsîr yazmış ve nihayet, V â k ıd î (Vefatı: H. 210, M. 825-26) ve T a b e r î (ölümü: H. 310, M. 922-23) gibi meşhur tefsîr muharrirleri yetişmiştir, ilk zamanlarda tefsîr’in biricik dayanağı. Peygamber’den, daha sonraları sahâbelerden veya tâbilerinden isnad ile nakilden ibaret idi; o sırada henüz pek câhil olan Araplar, yaradılış sırlarına ait bilmedikleri şeyleri anlamak istedikçe, İslâmiyet’i kabûlden önce M u se v îlik , veya İs e v îlik dinlerine girmiş kimselere müracaat ederlerdi ki, bunlar da, ekseriyetle Yem en H im y e rîle ri’nden idi. İslâmiyet dairesine Sâbiî ve Mecûsîler'den birçok kimseler de girince, eski bir dinî edebiyata mâlik olan bu muhtelif itikad zümreleri, Islâm akideleri ve an’aneleri üzerinde mühim te’sirler yaptılar. Araplar’a göre her hususta daha çok bilgiye sâhip olan ve okuyup yazma bilen M e c û s île r , S â b iîle r , M usev île r , H ır istiy a n la r, muhtelif âmiller te’siri ile Müslüman olduktan sonra da, o eski âdet ve an’anelerini kolay kolay bırakamıyorlar- ÎZAHLAR >45 dı. Bu sebeple, ilk Tefsîr kitapları, bu eski dinlere ait birtakım an’aneleri de içine almaktadır; lâkin daha sonraları, Araplar arasında lisânî ilimlerin doğup gelişmesi ve felsefî cereyanların başlayışı, tenkid ve muhâkeme kaabiliyetini tekemmül ettirince, İb n ‘ A tiy y e , K urlu b î, Z em a h şerî gibi, ciddî tedkiklere dayanarak mühim eserler yazan müfessirler yetişmiş, hattâ, tasavvuf cereyanı'nin İslâm âleminde mühim bir yer tutması üzerine, ayrıca, Kur'ân âyetlerini tasavvufî esaslara göre şerh ve izah eden müellifler de meydana çıkmıştır. Tefsirler gibi, Hadîsler de, önceleri yazıya geçirilmiş bir hâlde değildi. Sahâbeler, Hadîsler’i" ezberlemeğe bilhassa itinâ ederek, herhangibir mes’elede Kur'ân ile halledemedikleri müşkilleri onlar ile çözerlerdi. Fetihler neticesi olarak, sahâbelerin herbiri birer tarafa dağıldılar. Her sâhabenin hâfızasında ayrı a.yrı hadîsler saklı olduğuiçin, onları öğrenmek isteyen herkes, muhtelif îslâm merkezlerine giderek, onları bizzat erbabından işitip öğrenmek zorunda bulunuyordu. Halîfe O sm a n ’ın şehit düşmesinden sonra meydana çıkan an arşi zamanında, türlü inançlarda ve iddialarda türlü fırk a la r zuhûr etti; her fırka, kendi iddiâsının yayılıp kuvvetlenmesini te’min için, deliller ileri sürmeğe ve hadîsler uydurup ortaya atmağa mecburiyet gördü. Bilhassa, Halifelik ve H alifelik şartları bahsi gibi siyasî mes’elelerde, bunun gibi, inanç (i‘tikad) larla ve yapılması gereken işlerle (‘amel) alâkalı birçok hususlarda, muhtelif sebeplerle, türlü türlü hadîsler uyduruldu. Tarihte, hadîs ortaya atmakla şöhret kazanmış, hattâ bunu kendisi de itiraf etmiş olanlar vardır; hâlbuki hadîsleri bilmek, Müslümanlar için pek büyük ve pek tabiî bir ihtiyaç idi; binaenaleyh, fetret devirleri geçip hakikati arama ve tenkîd devirleri başlayınca, sonradan konulan ve doğru olmayan (mevzu1) hadîslerin çokluğu dikkati çekmiş, bu hususlarda birçok derin tedkiklerde bulunularak, rivayet edenlerin ve rivayet edilenlerin doğruluğunu te’min için, mümkün olduğu kadar kuvvetli ve çok ince bir usûl vücûde getirilmiştir. Bu usûle göre, hadîsler muhtelif derecelere ayrılarak sahih, hasen, za‘if, mürsel, miinkatı’’ gibi nâmlarla anılırdı. Ayni zamanda r iv a y e t e d en ler’in kitâbet, kırâet, münâvele, icâzet suretiyle biribirlerinden nasıl rivayet edecekleri de tâyin edilmiştir. Yine bu usûle göre, hadîsleri rivayet edenlerin doğruluk derecesi hakkında tedkikler yapılarak, bu h a d îs â lim le ri de ashâb, tâbi'ler, teba‘a -i-tâbi‘in (tabilerin tâbi‘i),müctehidler, hadîsleri toplayanlar, hıfzedenler, nah! h lâ tn M ed en iyeti 146 İ z a h l a r edenler, şerh edenler gibi birtakım tabakalara ayrılmış ve bunlar hakkında ayrı ayrı eserler yazılmıştır. İlk defa olarak Medine ' İmâm Mâlik (Vefatı: H. 179-M. 795-' 96), Hicaz hadîs âlimlerinin doğrulukları hakkında birleşilmiş olan hadîslerinden şer‘î hükümlere dair olanlarını fıkh bâbları üzre tertibetti; bununla beraber, Hadîs’e dâir ilk eseri İbn C ü r e y c ’in yazdıdığına dair de ayrıca bir rivayet vardır. Ondan sonra yavaş yavaş bu tarz eserler yazılmağa başlanıldı. Nihayet, Muhammed b. İsmaîl-iBuhârî (ölümü: H. 256-M. 869-870) meydana çıkarak, Hicaz, Irak, Şâm hadîscilerinin (muhaddis) en çok itimada lâyık rivayetlerini Cami''-i-sahîKinde fıkh bâbları üzre tertibetti. Bu eser, İmâm Müslim b. Haccâc Kuşeyrî (Ölümü: H. 261 - M. 874-75)’nin Müsned-i sahîh’i ile birlikte en çok kıymet kazanan hadîs mecmualarıdır ki, Sahîheyn nâmı ile anılır. Hadîs tedkikleri bunlardan sonra da devam ederek, başlıca dört hadîs âlimi daha yetişti ki, onlar da E bû Dâvûd Sicistânî (Ölümü: H. 275- M. 888-89), E bû îsâ-yi-Tirmizî (ölümü: H. 2 7 9 - M. 892-93), Abdürrahmân JVesâî (ölümü: H. 303-M. 915-16), Dâr Kutnî (Ölümü: H. 385- M. 995-g6)’dır. Bu altı büyük hadîs âliminin eserleri, âlimler arasında Kütüb-i-sitte (altı kitap) nâmıyle meşhur olup hâlâ kullanılmaktadır. Bununla beraber, bâzı müellifler, A ltı Kilab’m sonuncusu olmak üzre, İbn Mâce diye meşhur olan E bû ‘ A b d u l l a h M u h a m m e d b. Y e z î d K a z v î n î (M. 824-887)’nin meşhur eserini gösterirler ki, en çok yayılmış olan fikir de budur [Burada adı geçen şahsiyetler ile şer‘î ıstılahlar ve mes’- eleler hakkında, İslâm Ansiklopedisi'nin L e y d e ve İ st anbul neşirlerine bakınız], F ıkh — . Müşterek İslâm medeniyetinin en dikkate değer mahsûllerinden biri de Fıkıh (Fıkh) dediğimiz İslâm hukuku1dur. İslâmiyet dairesine giren kavimler, evvelce ne gibi hukuk müesseselerine mâlik olurlarsa olsunlar, fıkıh hükümlerini kabule ve ona bağlı kalmağa mecbur oluyorlardı; bununla beraber, eski hukukî an’anelerin, asırlarca onlara tâbi olmuş kavimler tarafından kolay kolay unutulamayacağı pek tabiî idi; bu an’aneler İslâm fıkhının inkişa . üzerinde te’sir icra ettiği gibi, meselâ Türk, Arap, Fars hukukî vicdanlarının biribirinden farklı olması da, yine onun te’siri iledir. IZÂHLAR «47 Fıkh'm , yâni î s l â m h u ku ku ’nun ilk kaynaklarını, Kur'ân ve Hadîs, diğer tâbir ile Kitab ve Sünnet teşkil ediyordu; bu yüzden, İslâmiyet’in başlangıcında “ fıkıh, kırâet, tefsîr, hadîs,, hep bir i lim’- den ibaret iken, yavaş yavaş fıkıh da diğerleri gibi ayrılmağa ve fakihler (fıkh alimleri) yetişmeğe başladı. Îçtimâî hayatın bütün münasebetlerini düzenlemek vazifesini yüklenmiş olan fakihler’in, kitab ve sünnet’ten mâna ve hüküm çıkarmak suretiyle verdikleri fetvâ'lann, yâni hükümlerin, umumî hayatta büyük bir ehemmiyeti vardı. En basit hukuk ve cezâ dâvalarından, İdarî, mâlî, siyasî en karışık mes’- elelere kadar herşey, fetvâların hüküm ve te’sirine tâbi idi. Arablıkta son derece mutaassıp olan Emevîler, birçok mühim hususlarda Medîne âlimlerine müracaat ederek fetvâ isterlerdi. Abbâsîler zamanında, Islâm medeniyeti’nin umumî akışına uygun olarak, fıkıh’da da büyük bir inkişaf ve tekâmül görüldü. O vakte kadar, Kur'ân ile alâkalı ilimler Irak ve İran'da, da yayılmış ve birtakım mühim âlimler yetişmişti; ancak, Medîne ahâlîsi, hadîslerin h ıfz ı’nda ve K u r ’â n ’ın kırâetinde, her taraf ahalisinden daha çok salâhiyyetli sayılıyor idi; esasen Irak'ta hadîs âlimleri pek azdı; ondan başka, buradaki halk eski medeniyetlere sâhip kavimlere mensup olduklarından, fikir ve bilgi bakımlarından Cezire't-ül-Arab'tak\\evdtn daha ileri bulunuyorlardı. Abbâsî saltanatının kurulmasıyle, İran nüfuzu İslâmiyet üzerinde hissedilir bir hâl alınca, Irak âlimleri Kur’ân ve hadîs’ten şer’ î hükümler çıkarmakta aklî kıyâs'a dayanmağa başladılar; hâlbuki Medîne âlimleri ve bilhassa onların en tanınmışı olan imâm M â lik, taklid ile iktifa ederek kıyas'a itibar etmiyorlardı. Abbâsî halîfesi Mansûr— bilhassa imâm Mâlik tarafından hal’ine fetvâ verildikten sonra— kıyas tarafım tutan Irak fakihlerine yardımda bulundu ve o sırada Kûfe'dc bulunan Irak’ın en meşhur fakihi imâm Ebû H a n î f e ’yi Bağdâd’a getirterek, ihsanlarda bulunacağını, lûtuflandıracağını ve mezhebini himaye edeceğini va’deyledi. Bunun üzerine fakihler iki zümreye aynldı: Erbâb-ı-hadîs denilen ve bir haber veya eser mevcut oldukça— yâni kitab ve sünnet'e dayanılabildikçe— gizli veya açık kıyas'a müracaat etmeyen ilk zümre, imâm Mâlik’i tâkıbeden Hicaz âlimleri ile, i m â m Şâfi'î ve A h me d b. H a n b e l ’e bağlı olan hadîs âlimlerinden ibaret idi. Ehl-i-re'y ve kıyas nâmı ile tanınmış olan ikinci zümre ise lmâm-ı-A‘zâm (en büyük imâm) diye anılan Ebû H a n î f e ’ye tâbi 148 İZAHLAR bulunan Irak âlimlerinden mürekkepti ki, başlıcaları imâm Muhammed b. e l - H a s a n v e Kâdî Ebû Y û s u f ’tur. Bunlar, yeni hadîslerin cümlesine, kat’ î n a lla r (mânasında tam bir açıklık bulunan âyetlerden delil olarak kullanılanlar)’da âşikar ve âçık bir alâka bulunamadığından, bu veçhile mensııs ve musarrah (birşey üzerine tâyin ve tasrih edilmiş) olmayan hükümler ile, mensûs (izhâr ve beyan edilmiş) hükümler arasındaki münasebet ve benzerliklere dayanarak, kıyas yolu ile, mensus olmayan hükmü mensus hükme isnad eyler, yâni bu tarzdaki kıyâs' 1 câiz görürler, hattâ kıyâs-ıceiî (açık kıyas)’yi' nass'a tercih ederlerdi, i m â m M â l i k ’ten sonra başlıca tarafdârlarından imâm Şâfi‘ î yetişerek, Irak âlimlerinden ve bilhassa î m â m- ı - A‘ zam’ın talebesinden ders gördü ve bu iki meslekin esaslarını biribiriyle kaynaştırarak, yeni bir mezheb (Şâf i ‘ î mezhebi) ortaya koydu. Birçok yerlerde îmâm Mâlik’e muhâlif bulunmakla beraber, imâm Şâfi‘î de, daha ziyade, erbâb-ı-hadîs'tendir. Daha sonraları, başlıca büyük âlimlerinden i m â m A h m e d b. Hanbel de, yeni bir mezheb ittihaz etti; lâkin, hususî mezhebler seçen diğer birtakım müetehidler’in, yâni “ âyet ve hadîslerden hükümler çıkarmağa muktedir büyük ilim adamları,,nin tarafını tutanlar, yavaş yavaş ortadan kalkınca, bütün sünnî Islâm memleketlerinde taklid ve tebaiyyet âdetâ bu dört mezhebe inhisar etti; ondan sonra da ietihad (âyet, hadîs ve kıyâs’;; uyarak dinî mes’elelerde hüküm tâyinine cehdetme) kapısı kapandı. Birçok âlimler, bu dört mezheb esasları dairesinde türlü tedkiklerde bulunarak, Hanefî fıkhı’na, Şâ fi‘ î fıkhı’na, M âliki fıkhı’na, Hanbe'î fıkhı’na ait birçok büyük ve mühim eserler vücûde getirdiler, Islâm hukuku, böylece, büyük bir ehemmiyet alarak, mes’ut bir inki,af gösterdi. Bu sünnî fil h mesleklerine — yâni mezheplere— ilâve olarak zâhirîye mezhebini de ikredebiliriz: E bû Sül e y ma n D â v u d b. A l î Isiahânî (M. 815-883) tarafından kurulan ve bir aralık Hind ve İran'da. bilhassa sofiler arasında yayıldıktan sonra oralarda inkırâza uğrayarak Mağrib ve Endülüs'te inkişaf eden bu mezhebin bu gün hiç ehemmiyeti kalmamış ır. Bu sünnî me/.heplerin dışında, si‘ îler’ in ve bilhassa Oniki İmamı kabûl edenlerin de çok inkişaf etmiş fıkıhları vardır. Eskibir şi‘î şubesi olan peydiler’in fıkhı da oldukça inkişaf göstermişti [Bu mes’elele: hakkında daha fazla malûmat almak, başlıca tedkik ve kaynaklan öğrenmek için İslâm Ansiklopedisi'nin İstanbul’da çıkan İz a h l a r »49 Türkçe’sinde önce I. G o l d ziher tarafından yazılıp, sonra F. K ö p rü lü’nün tamamladığı Fıkh maddesine bakınız]. Kelâm ve F elsefe— . îslâmlar arasında ilk felsefî cereyan, daha hicrî ilk asırda ve llim-i-kelâm şekli altında meydana çıktı: Asırlardanberi muhtelif inanışların, muhtelif felsefelerin yaşadığı geniş bir sâhaya yayılan İslâmiyet’in sinesinde, daha Dört Halîfe zamanından başlayarak, birçok dinî fırkalar ortaya çıkmıştır. Bu fırkalar arasında, felsefî mes’elelereen çok ehemmiyet veren ve bu hususta nazariyeler ileri sürenler, M u te ziled ir. Mu'tezile’nin en eski ve en tanınmış şahsiyetlerinden olan Vâ s ı l b. ‘ A t â (H. 80-131- M. 699-748) ile ‘Amr b .‘Ubeyd (Vefatı: H. 144 veya 145-M. 761-64), sıfât-ı-ilâhîye, kader, irâde-i-cüz'iyye, imamet mes’eleleri hakkında ehl-isünnet’in akidelerine muhalif fikirler ileri sürdüler; böylece, Ehl-iünnet’in Fıkh-ı-ekber’ine karşılık, mu‘ te zile’ nin llm-i-kelâm' 1 vücude geldi. Mansûr zamanında (H. 1 5 6 - M. 772) başlayarak, M e ’ mûn ve halefleri devrinde büyük bir yayılış gösteren “Yunan, Iran, Hind v. s.„ eserlerini terceme cereyanı, Yunan, Iran, Hind, H ıristiyan, Yahudî felsefî fikirlerini Islâm muhitine tanıtınca, M u te zile, mesleklerini daha kuvvetle müdafaa için, bu nazariyelerden derhâl faydalanmaya çalıştılar. Ebu’l-Huzeyl-Allâh (H. 135-226- M. 752-840), Ibrahîm-ün-Nazzâm (Vefatı: H. 221-M. 835-36) gibi, M e ’ mûn devrindeki M u‘ tezile cereyanının büyük üstadlarında, Yunan felsefesi’ nin te’sirleri pek açıktır. Mu'tezile’nin bu sâhadaki çalışmaları karşısında, Ehl-i-siinnet âlimleri de boş durmadılar: Ibn K i l â b - ü l - B a s r î ’nin bu husustaki gayreti, — önce MuUezile'nin başta gelenlerinden iken bu yoldan geri dönen— Ebû’l-Hasan-el-Eş‘ arî (H. 260-324 - M. 873-935) tarafından muvaffakiyetle başarılarak, e hl - i - s ü n ne t ’ e mahsus bir ilm-ikelâm te’sis edildi ki, sonraları Ebû Bekir-ül - Bâkıllânî (Vefatı: H. 403 - M. 1012-1013) ve Imâm-al-Haremeyn diye şöhret kazanan Ebû’l-Me'âlî al-Cüveynî (Vefatı: H. 478, M. 1085-86) taraflarından tamamlanmıştır. Bu sırada Ehl-i-sünnet Kelâm' 1, bâzı noktalarda, M u ‘ t ezile fikirlerine meyletmiş olduğu gibi, M u‘ t ezile Kelâmı da eskisine göre çok değişmiş, Yunan felsefesi ile daha karışmış bir hâle gelmiş idi. imâm Gazzâlî (H. 450-505 - M. 1058-1111) ile beraber, Kelâm’ın yeni bir safhaya dâhil olduğunu görüyoruz. Gazzalî zamanında, Yunan felsefesine ait nazariyeler - F â r â b î ve >5° İZAHLAR tbn-i-Sînâ ile — Islâmlar arasında lâyıkıyle yerleşmiş ve inkişaf etmiş olduğu için, felsefecilerin her dediğini red veya kabûle meyleden iki zıd görüş zaviyesi hâsıl olmuştu. Gazzâlî, muhtelif eserleri ile, bu iki görüş zaviyesine de karşı koydu; onunla, dinî akidelere aykırı felsefî bahislerin reddi ve ibtali de llm-i-kelâm’a girdi. Ondan sonra F^hrüddin Râzî, Âmidî (Vefatı: H. 631-M. 1283-84) ve Beyzâvî (Vefatı: H. 689-M. 1290-91) ile, Ehl-i-sünnet Kelâm’ı da Aristo felsefesi ile kaynaşmış bir hâle geldi ki, bu gün de Ehl-i sünnet âlimleri arasında makbûl olan budur. îm âm -ı- A ‘zam gibi kudemâ ile, bu son Ehl-i-sünnet Kelâm âlimleri, biribiriyle karşılaştırılacak olursa, Yunan felsefesi’nin yavaş yavaş nasıl te’sir ettiği derhâl anlaşılır. İslâmiyet’te Kelâm dışında meydana gelen, yâni doğrudan doğruya yabancı kaynaklardan — Hind’den, İran'dan ve bilhassa Yunan'- dan— alınarak ortaya çıkan asıl felsefe cereyanı, Abbâsîler zamanında eski Yunan felsefesine ait eserlerin tercümesi ile başlayarak, Kindî (Vefâtı: H. 260-M. 873-74 yıllarına doğru) ve bilhassa Fârâbî (Vefatı: H. 3 3 9- M. 950-51) ile kuvvet kazanmıştır. İbn-i-Sînâ (Vefatı: H. 428-M. 1037-38), Fârâbî’nin eserlerindeki bütün unsurları terkib ve ikmal ile muazzam bir felsefe sistemi ortaya koyduğu gibi, G a z z â l î ’nin himmeti ile At,felsefe, İslâmiyet’te mühim bir yer kazanarak, yukarıda anlattığımız gibi, hattâ Ehl - i - sünnet K e l â m ı ’ na bile kuvvetle girdi. Gazzâlî’den sonra gelen Kelâm sâhasında çalışanlar, Yunan ilim ve felsefesini — İslâmî şekil altında— lâyıkıyle kavramış filosoflardı. X. asırda B a ğ d â d ’da teşekkül etmiş olan İhvan-üssafâ Cemiyeti tarafından te’lif edilmiş bâzı felsefî eserler ile, Endülüs’ te yetişen İbn-ür-Rüşd, İbn Bâce, İbn Tufeyl gibi büyük filosoflar, İslâm medeniyeti çevresinde felsefî fikirlerin geniş bir surette inkişafına birer delil teşkil ederler; bununla beraber, halkın gözünde, felsefe ile uğraşanlar zındik ve mülhid fdinsiz) sayıldığından, Kelâm üzerinde çalışanlar hâriç olmak üzre, diğer felsefe ile meşgul olanlar, ya din, yahut daha fazla tasavvuf perdesi altında gizlenmeğe mecburiyyet görüyorlardı. Müslüman kavimler arasında eğer bu gibi birtakım felsefî cereyanlar mevcut olmasa ve bu cereyanlar — daha X II. asırdan başlamak üzere, Ehl-i-sünnet akîdeleri ile lâyıkıyle te’lif edilerek— geniş bir sâhada kuvvetle yayılmış bulunmasa idi, İslâmî edebiyatlar ve bilhassa İran ve Türk edebiyatları, o kadar kuvvetli bir ÎZ AHLAR '5 ' tasavvuf te’siri altında kalmayacaklardı [Daha fazla izahat ve bibliyografik bilgi için, İslâm Ansiklopedisi'mn Türkçe neşri ile, üç garp dilinde ayrı ayrı çıkan Leyden neşirlerine bakınız]. T a r ih — . Eski Araplar kendi kabilelerinin mazisine ait rivayetlere büyük ehemmiyet vererek onları hâfızalarında saklarlar ve nesilden nesle tevdi ederlerdi. İslâmiyet’ten sonra, Kur’ân’ih ve hadîslerin toplanması ve tefsiri ile meşgul olunduğu sırada, âyetlerin nâzil olduğu, yahut hadîslerin söylendiği yerlerin ve o esnâdaki hâl ve şartların tahkik ve tedkikine lüzum görüldü. Böylece Peygamber’in hayatı hakkmdaki malûmat da toplandı ve bir müddet hıfz ve nakl suretleriyle tedâvül ettikten sonra, nihayet, tedvin ve te’lif olundu. Müslümanlar arasında tarihî ilk çalışmaların bu suretle Siyer'e (yâni Peygamber’in hayat ve şahsiyyetine) ait olması gayet tabiîdir. Meşhur rivayete göre, ilk siyer kitabı, Muhammed b. Ishak (ölümü: H. 151- M. 768) taralından Abbâsî Halîfesi Mansûr için yazılmışsa da, bu-da kaybolmuş ve E bû M u h a m m e d b. A b d - ü l - m e l i k b. Hişâm (Vefatı: H. 213 - M. 828-2g)’ın yine Ibn îs h a k ’dan naklen yazdığı kitap bize kadar gelebilmiştir. Fethedilmiş memleketlere harâc konulması ile uğraşıldığı sırada, Islâmlar tarafından fetholunan yerlere ait eserler vücude getirilmeğe başlandı; çünkü bir memleketin harb’le mi, sulh ile mi, yoksa âmân vermek yoluyle mi alındığı ve bunların ne gibi şartlara bağlı olduğu, harâc mes’elesinin çözülmesi için zarurî idi. Vâkıdî (Vefatı: H. 207- M. 822-23)’nin Fütûh-üş-Şâm'\, E b ’ u - Kâ s ı m Ab du l l a h b. A b d- ü l - Hakem (Vefatı: H. 257 - M. 870- 7i)’in Fütûh-ı-M ısr ve’l-Magrib’ i gibi eserler, işte bu gibi âmiller te’siri ile meydana gelmiştir. İslâm fütûhatına ait bu tarz eserler, halk arasında büyük bir rağbet bularak, dinî kahramanlık hikâyeleri şeklinde oldukları cihetle, onlara birtakım masal ve destan unsurları da karışmış, ve böylece, hemen hemen hiçbir târihî mahiyet ve kıymetleri kalmamıştır. Daha sonraki zamanlarda yetişen tarihçiler ise, ayrı ayrı şehirler ve memleketler hakkmdaki dağınık malûmatı toplayarak — meselâ B e l a z o r î ’nin Fütûh-ül-Büldân’ 1 gibi— daha umumî kitaplar yazmışlardır ki, Belazorî (ölümü: H. 279- M. 892-3)^^ bu eseri, V â k ı d î ’ninkinden sonra elimize geçen en eski mahsûllerdendir. 152 İZAHLAR îslâmlar’da, daha başlangıçta gelişen tarih nevilerinden biri de, Tabakât nâmı altında muhaddislere, müfessirlere, fakihlere, âlim ve ediblere, doktorlara, kelâm ile meşgul olanlara, kısacası, muhtelif meslek sahiplerine mahsus mufassal hâltercümesi kitaplarıdır. Hadîs ve tefsîr mes’elelerinde isnâd’a verilen ehemmiyet, İslâmî ilimler üzerinde çalışanları isnad’larm râvîleri hakkında da malûmat toplamağa mecbur etmiş, ve bunun, Tabakât kitaplarının vücude gelmesinde büyük te’siri olmuştur. Daha sonraları, bu ayrı ayrı Tabakât kitaplarından bilgi alınmak suretiyle, İb n Ha l l i k â n ’ın meşhûr eseri gibi “ umumî hâltercümesi,, kitapları meydana getirildi. Bunlardan başka Şâm, Bağdâd, Haleb, Kahire v. s. gibi mühim İslâm merkezleri hakkında da “ hususî târihler,, yazılmıştır ki, bunlarda, oralardan yetişen, veya o yerlerde yaşayan meşhurlar— meselâ mülkî ve askerî sahalardaki mühim simalar, âlimler, şeyhler, şâirler— hakkında da kıymetli malûmat bulunur, tb n Asâkir’in seksen cildlik Târih-i-Dimaşk\ ile, H a t î b B a ğ d â d î ’nin yine o kadar cildlik Tarih-i-Bağdâd’ı, bu cins eserlerin en mühimlerindendir. IX . Asrın ikinci yarısına kadar, İslâmlar’m târihî eserleri, Siyer, Megâzi, Tabakât, Fütûhât kitaplarından ibaret olup, ne başka m illetlere ait eserlere tesadüf olunuyor, ne de umumî bir tarih tertibi düşünülüyordu; bununla beraber, yavaş yavaş, etraftaki muhtelif milletler ve medeniyetler ile münasebetlerin artması neticesinde, bu sahada eserler de vücude getirildi ki, bunların ilki olmak üzre Y a‘kûbî’nin eserini biliyoruz. Bu eser, biri Musevîler, Hindliler, Yunanlılar, Iranlılar Ve şâir eski kavimlere, diğeri de İslâmiyet’in zuhurundan H. 256 (M. 869-870) yılına kadar İslâm ta r ih i’ne ait olmak üzre, iki cildden mürekkeptir. Ondan sonra yazılan ilk umumî tarih, İb n Cerîr Taberî (Ölümü: H. 310- M. 922-923)^01 meşhur büyük tarihidir ki, H. 302 (M. 914-915) senesine kadar olan vak’aları içine almaktadır ve Fergânî tarafından 312 (M. 924-25) senesine kadarki on yıllık vak’alar ilâve edilmiştir. Taberî’den sonra en eski tarihçi, Mûrûc-üz-zeheb müellifi Mes'ûdî (ölümü: H. 346- M. 957-58)’dir ki, bu eser, tarihî vak’alardan başka, coğrafya ile alâkalı kıymetli malûmatı da içine almaktadır; devletler veya kavimler bakımından bâblara taksim edilmiştir. Mürûc-üz-zeheb'in bir de mufassalı olduğu söyleniyor; fakat bugüne kadar hiçbir nüshasına rastlanılmayan bu Ahbâr-üz-Zarnân’\n hulâsası olan Mürûc ile, ÎZ AHLAR 153 bir cildlik hulâsadan ibaret bulunan Kitâb-üt-tenbîh ve’l-işrâj, bu kıymetli tarihçiden kalan iki eserdir (Bu iki eser de Fransızca’ya çevrilmiştir). Arap sülâleleri tarafından teşkil edilen devletler — meselâ Bağdâd’da Abbâsîler, Mısır’da Fâtımîler, Endülüs'te Emevîler— yıkılarak, bunların yerini Türkler, hanlılar, Berberler gibi Müslüman kavimlerin meydana getirdiği devletler alınca, Tarih nev’i büyük bir inkişaf gösterdi: Bir taraftan, yeni teessüs eden sülâlelerin ve onları yetiştiren kavimlerin tarihi tedkik olunurken, diğer taraftan da eski muhtelif tarihlerden nakil ve faydalanma suretiyle daha toplu ve itimâda değer eserlerde ortaya konuldu: Gazneliler ve Selçuklular zamanında, daha sonraları Mısır’da Türk ve Çerkeş hükümdârlarının saltanatı esnâsırida yazılmış tarihe ait pek mühim eserleri de unutmamalıdır. M o ğ o l istilâsı’ndan sonra vücûde gelen umumî büyük eserlere gelince, bunlardan bilhassa îbn-ülEsîr (ölümü: H. 630- M. 1232-33)’^ Kitâb-ül-kâmU'i pek kıymetli bir mahsûl olup, tıbkı T a b e r î’nin eseri gibi, sene tertibi üzerine yazılmıştır. Aşağıda eserinden ve şahsından ayrıca bahsedeceğimiz vezir Reşid-üd-Dîn Tabîb'ı şimdilik bir tarafa bırakalım [63 numaralı îzah’a bakınız]. Bundan sonra Ebû’l-Fidâ (H. 732 - M. 1331-32) yetişerek, Kitâb-ül-kâmil'i hulâsa ve ilâve suretiyle, meşhur tarihini vücude getirdi ve nihayet Ib n Haldûn (ölümü: H. 808 - M. 1405-1406) ile, tarih, Islâmlar’da en yüksek şeklini aldı. îb n H aldûn’un Mukaddime' si, bir nevi tarih felsefesi mâhiyetinde olup, vak’aları yukarıdan ve bütünü ile görmek kâbiliyetine mâlik olan bu büyük tslâm mütefekkiri, kendi zamanına göre çok mühim, bir nevi sosyoloji tecrübesi vücude getirmiştir [İbn Haldûn hakkında 33 numaralı îzah’a bakınız]. Gerek bunlar, gerek Nüveyrî, M akrîzî, Suyûtî, Ebu'l-Mehâsin ve daha bu gibi başlıca îslâm tarihçilerinin çalışmaları gözönüne alınınca, îslâm medeniyetinin bu hususta mühim bir inkişaf gösterdiği derhâl anlaşılır. Yalnız Müslüman kavimlerin değil, başka kavimlerin tarihi de îslâm tarihçileri tarafından ciddî surette tedkik edilmiştir. Vak’alan olduğu gibi naklederek, araştırma ve tenkid cihetine pek yanaşmayan bu müelliflerin başlıca kusuru, eserlerini daha ziyade muharebelere, azil ve tâyinlere hasrederek, İçtimaî ve İktisâdi müesseselerden, yâni, milletin asıl varlığını teşkil eden şeylerden ancak dolayısıyle ve kısaca bahsetmeleridir. Bir de, emir ve sipariş üzerine yazılan bâzı tarihlerde, hakikatlerin, o tarihi yazdıran şahsiyetin keyfine göre değiştirildiği de olur. Bununla beraber, okuyanlara hayret verecek garibeleri eserlerine geçirmekte hiç müsamahalı '54 İ z a h l a r olmayan İslâm müellifleri, büsbütün saf-dil değildirler; hele Yunan, İran ve Hind ilimleri ve felsefeleriyle yakından tanışarak yetişen müellifler arasında — Ortaçağ’dald dinî şartlara rağmen— son derecede tarafsız, vak’aları lâyıkıyle anlayıp kavramağa ve canlandırıp yaşatmağa muktedir tarihçiler de az değildir. Söz san’atlarının büyük bir ehemmiyet kazandığı daha sonraki devrelerde, seci‘li ve tasannu‘lu (yapmacıklı) bir ifade ile tarih yazmaktan çekinmeyen m ünşiler yetişmişse de,, kelime oyunlarına ehemmiyet vermeyen hakikî tarihçiler de eksik olmamıştır. Bilhassa İbn Haldûn, tarih felsefecisi ve içtimaiyatçı olmak bakımlarından, Yunan ve Roma’nın, ayni zamanda Ortaçağ’ın, en büyük mütefekkirleri ile ayni ayarda sayılabilir. Abbâsî hilâfetinin parçalanmıya başlaması, X -X IV . asırlar esnâsında Farsça'nin ve bir asır sonra da Türkçe'n in kuvvetli birer kültür dili hâline gelmeleri, muhtelif coğrafî sahalarda Arab’ın gayrı unsurlar tarafından büyük devletler kurulması, İslâm dünyasında tarihçiliğin tekâmülüne büyük bir hız ve inkişaf vermiş, yukarıda bahsedildiği gibi, Arap dilinde tarihin her şubesine ait vücude getirilmiş türlü eserler tarzında Farsça ve Türkçe çok mühim ve çok zengin bir tarihî edebiyat ortaya çıkmıştır. Moğol istilâsından evvel veya sonra Iran ve Anadolu’da, Hindistan’da kurulan muhtelif devletlerin ve hânedânların resmî ve hususî, kıymetli tarihçileri olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra da Türk tarihçiliği, tarihin her şubesinde çok geniş bir faâliyet göstermiştir [iki asırlık bir gayret sarfedilmesine rağmen, Islâm tarihçiliği hakkında Garb’ta henüz etraflı ve umumî bir tedkik mevcut değildir. Encyclopedie de l'İslâm 'm 1938’de çıkan [ilâve, cüz 5’de) ve H. A. R. Gibb tarafından yazılmış olan Tâ'- rikh maddesi (S. 250-263), şimdilik en sağlam rehber sayılabilir. Ayrıca şu ehemmiyetli esere de bakınız: F. Rosenthal, A History o f Müslim Historiography, Leyden, 1952]. Coğrafya— . Islâmlar, daha civardaki medeniyetler ile temas ederek eski Yunan medeniyeti te’siri altında kalmadan önce, edebî ve hukukî âmiller te’siri ile, coğrafî sâhada çalışmağa başlamışlardır; bu çalışma, ibtidâ yalnız Ar a b i s t a n Ya r ı ma d a s ı ’na münhasır kaldı; eski Arap edebiyatında kabilelerin yaşadıkları yerlere dair birçok telmihler bulunduğu cihetle, onları bilmek lâzımdı. Cezire’t-ül-Arab dışındaki memleketlere ait ilk eserlerin yazılmazsında ise, sırf hukukî İZAHLAR '55 âmiller te’sir icra etti. Ciy>e, harâc, mukâta'ât gibi hükümlerin, fethediliş tarzına göre değişmesinden dolayı, bir memleketin yalnız tarihini değil, coğrafyasını da bilmek hukuk ve idare ihtiyaçlarından idi; ticaretin, askerliğin, hacc’ın, İlmî malûmat elde etmek maksadı ile muhtelif memleketlere gitmek ihtiyacı’mn da coğrafya çalışmalarının inkişafında yeri olduğu, şüphesiz, inkâr edilemez. Halîfe El-Mansûr devrinde başlayarak az zamanda sür’atle gelişen Yunan te’sirleri, bu hususta mühim terakkilere yol açtı: Batl a my o s ’un -— kendi zamanına kadar bilinen bütün tafsilâtı içine alan— Coğrafya’sı ile, o devrin kozmbgrafya malûmatını tamamıyle muhtevî M acastî'si tercüme edildikten sonra, İslâm coğrafyacıları daima o esaslar dairesinde ve o usûlde çalışmağa başladılar. Bu sâhada ilk eser yazan Suver-ül-ekâltm sahibi Ebû Z e y d - i - B e l h î ’dir ki, X. asır başla-* nnda kaleme aldığı eserinde İslâm memleketlerini yirmi kısma ayırarak, hepsi hakkında ayrı ayrı malûmat vermiştir. Yine o asırda yetişen Istahrî, seyahate düşkün ve daima bununla meşgul olduğundan, Be l hî ’nin kitabını esas almakla beraber, ona kendi bilgisini de ilâve ederek meşhur eserini meydana getirdi. I st ahrî de, Bel hî gibi, İslâm memleketlerini yirmiye ayırarak hepsine dair ayrı ayrı bilgi vermişti. Ondan sonra İb n Havkal yetişerek, I s t a hr î ’nin eserini, kendi şahsî seyahatlerinden edindiği bilgi ve müşahedeleri de katmak suretiyle tamamlamış, ve her iklim için bir harita tanzim ettikten başka, şehirleri ve dağları, nehirleri de resmeylemiştir. İbn Hordâdbih, İbn Fakih-ül-Hemedânî, Mukaddesi, tarihçi Mes’ûdî gibi şahsiyetler yetiştiren bu ilk devre, İslâm coğrafyası tarihinin klâsik devridir; bundan sonraki coğrafyacıların eserleri, hemen umumiyetle, bu ilk müelliflerin topladıkları malzemeden meydana gelmiş ve pek az değişikliğe uğramıştır. Şerif İdrisî (ölümü: H. 5 7 6 - M. 1180- 81, Sicilya’da)’nin eseri, Yâkut-ı-Hamevî (ölümü: H. 626-M. 1228-29)’nin alfabetik olarak tertibettiği coğrafya ansiklopedisi, tarihçi E b u ’ l - F i d â ’nın Takvim-ül-büldân’ \ işte bu cins eserlerdendir. Islâmlar’m coğrafî çalışma sâhasında neler yaptıklarım umumî hey’eti ile hulâsa etmek istersek, önce, onların eski Yunan sisteminden dışarı çıkmadıklarını söylemeliyiz; meselâ Arz’ın meskûn kısımlarına ait Cenub’tan Şimâl’e bir sıra dahilinde yedi iklim telâkkisi ile, kürenin kara kısmını Garb’tan Şark’a doğru ikiye ayıran silsile-i cibâl (dağlar silsilesi) nazariyesi, İslâm coğrafyacılarında da vardır. Bunun gibi, 156 İZAHLAR kâinat sistemi hakkında da Islâmlar, Ba t l a my os ’un esas fikirlerinden ayrılmamışlar, ve asırlar boyunca, o telâkkileri sadakatle saklamışlardır; lâkin, toplamış olduğu coğrafya malûmatının genişlik ve sağlamlığı bakımından îslâm coğrafyası, Yunan’ınkine göre, kat kat üstündür. îslâm memleketleri hakkmdaki îslâm eserleri, yalnız iklim ve tabiat şartlarına değil, İçtimaî hayata, maddî ve mânevî terakkilere dair de doğru ve geniş malûmatı içine almaktadır. îslâmlar’ın coğrafya sâhasında elde ettikleri bilgi, yalnız İslâm memleketlerine inhisar etmeyerek, uzakta bulunan şark ve garp memleketleri hakkında da birçok malûmat elde edilmiş, kara ve denizde başlıca ticaret yolları lâyıkıyle öğrenilmiştir. Nitekim, Alman coğrafyacısı Ratsel, Arz ve Hayat adlı eserinin mukaddimesinde, îslâmlar’da coğrafyaya dair şu fikirleri ileri sürmektedir: “ Araplar’da coğrafya, Yunan coğrafyası üzerine kurularak, nazariyeler itibariyle fazla bir terakkî göstermedi; yalnız, Arz’ın şekli ve genişliği hakkında mevcut malûmattan pek iyi istifade ettiler; hattâ Arz’a ait nazariyelerden birçoğunu tashih ettiler; fakat haritacılıkta ilkönce milâdî IX. asırda Arapça’ya tercüme edilen Batlamyos haritaları’ndan daha geri kalmışlardır. Şimalî Afrika ve Garbî Asya’da asırlarca süren hâkimiyetleri esnasında Araplar’ın coğrafya görüşü pek ziyade genişlemişti. Araplar’ın coğrafya sâhasında çalışmalarıj Romalılar’ınkine pek çok benzer: Onlar en ziyade askerî ve siyasî kısımlara ehemmiyet veriyorlardı. Arap seyyahları, ilkönce tüccarlar, din âlimleri, siyasî elçiler, câsuslar, ve en sonra, âlimlerdi........ Arap coğrafyacılarının asıl dikkat ettikleri şey, memleketin ve halkın vasıflarını zikretmekten ibarettir. Onlar, seyahat hâtıralarını birşeyler öğretmek, hikâye ve fıkralar nakletmek maksadı ile toplarlardı. Halîfeler, hâriçten gelen seyyahlara, gezdikleri memleketlere dair hikâyeler anlattırırlardı. Yunan eserlerinden yapılan tercümeler sayesinde, Arap seyyahları bol miktarda bilgi elde etmişler idi, ve bu suretle bilgi sâhibi olanları, A ız’ın yuvarlaklığını, uzunluk ve genişlik tâyinini öğrenmişlerdi. Ticaret, yollar, şehirler, Yunanhlar’dakinden daha çok, İlmî mes’eleler ise daha az gözönüne alınırdı,,. Hulâsa, son söz olarak, îslâmlar’ın coğrafya sâhasmdaki çalışmalarda, hiç olmazsa tarihteki terakkileri derecesinde, yahut, ona oldukça yakın bir ilerileme gösterdiklerini itirâfa mecburuz [İslâm coğrafyacılığı hakkında tamamlayıcı malûmat almak için aşağıdaki 26 numaralı îzah’a bakınız]. ÎZAHLAR '5 7 2 3 . Bağdâd Tarihi'n e D a İ r Bağdâd hakkında tafsilât almak ve bu husûstaki kaynakları ve tetkikleri öğrenmek için İslâm Ansiklopedisi'ndeki Baghdâd maddesine bakınız. Oradaki bibliyografyaya ilâve olarak, E bû Bekr A h m e d b. ‘ Al i e l - H a t î b e l - B a ğ d â d î ’nin ondört cildlik meşhûr Tarih-i -i-Bağdâd'mın 1931’de Mısır’da basıldığını söyliyelim. Abbâsî hilâfetinin M o ğ o l istîlâsı’ndan biraz evvelki yıllarıyle, Moğollar tarafından zaptına ve onların hâkimiyeti altındaki ilk yıllara (1230 - 1300) âit en mühim mâlûmatı ihtiva eden ve İbn-ül-F uvatî (ölümü: 1332) tarafından yazılıp, son zamanlarda meydana çıkarılan al-Havâdis-ül-Câmi‘a adlı mühim eseri de buna ilâve edebiliriz (Bir cild, Bağdâd, 1932). ‘ A b b â s - e l - ‘ A z z â v î ’nin Tarih-el-lrak adlı iki cildlik eserinde de (Bağdâd, 1935 - 1936), B a ğ d â d ’ ın I l ha nl ı l a r ve Celâyirler devirlerindeki tarihine âit bâzı yeni mâlûmata tesadüf olunur. İslâm Ansiklopedisi’nâz B a ğ d a d ’ın bu devirleri hakkında verilen mâlûmat çok sathîdir. * § Bağdâd’ın sür’atli büyümesi ve Bizans’ın azametli başkenti ile muvaffakiyetle rekabet edecek medenî ve siyâsî bir merkez hâline gelmesi hakkında burada izahlara girişecek değiliz. Eski îslâm kaynaklarından naklen, Curci Z e y d â n ’ın Medeniyet-i-lslâmiyye Tarihi'- nin muhtelif yerlerinde verilen malûmat, bütün şark mübalâğaları bir tarafa bırakılsa bile, bu şehrin azameti ve medenî faâliyetleri hakkında bizi aydınlatmağa kâfidir. Hilâfet memleketlerinin her tarafından gelen karma karışık unsurların, her mesleke ve her zümreye mensup insanların yaşadığı Bağdâd’da, şehrin âsâyiş ve intizamını bozan, karışıklıklar çıkaran kuvvetli zümreler de vardı. Meselâ ‘Ayyâr zümresini bunların başında sayabiliriz. V III. asır sonlarında, Bağdâd’da kuvvetli ve muntazam bir teşkilâta sâhip bu ‘Ayyâr’lar, Emîn ile M e ’ mûn arasındaki mücadelelerde mühim bir rol oynamışlardır. Bunlar, sadece avret yerlerine futa ve peştemallar bağlayarak ve başlarına hurma yaprağından yapılmış başlıklar koyarak, çırıl çıplak dolaşırlar, yalnız, vücutlerini, hurma yaprağı ve hasırdan yapılmış 158 İz a h l a r ve içi kum ve çakıl dolu torbalarla muhâfaza ederlerdi. Bu serserî gürûhu arasında, boyunlarına çanlar, kırmızı ve sarı sedefli yularlar, gemler, süpürgeler ve kıldan ipler asan çıplak adamlar da mevcuttu. Büyük şehirlerde, anarşinin hüküm sürdüğü iç kavgalar esnasında halka musallat olan bu çapulcu teşkilâtı mensuplan, kavga ve anarşi uzun zaman devam ettiği takdirde, şehri âdetâ haraca keserler, kendi hesaplanna vergi toplamağa kalkarlardı [Abbâsîler devrinde Bağdâd ve Abbâsî saraylan’nın azamet ve ihtişâmı hususunda aşağıda 24 ve 28 numaralı notlardaki izahata da bakınız. Abbâsîler devrinde Bağdâd’ın topografyası ve bilhassa Sarre ve He r z f e l d ’in bu husustaki düşünceleri için, onların Archdologischen Reise im Euphrat und Gebiet (II, 117 ve sonrası) adlı eserlerine müracaat. Ayrıca: G . Salmon, Introduction Topographique â l'histoire de Baghdad.— G. Le Strange, Baghdad During the Abbâside Caliphate. 24. A bbâsî Sa r a y l a r i Bu mes’elelere ve Abbâsî sarayının ihtişam ve sefahetine, servet ve refah derecesine âit mufassal mâlûmat almak için Medeniyet-ilslâmiyye Tarihi'ne bakınız. A. M e z ’in Die Renaissarıce des Islâms [Heidelberg 1922] adlı güzel eseri, A b b â s î s a l t a n a t ı ’mn en muhteşem devirlerini içtimâî ve fikrî bütün cereyanlariyle, maddî ve mânevî kültüriyle mükemmelen tasvir eder [Bunun B. Cemâl K ö p rülü tarafından tercümesi için bk.,U lk ü mecmuası c. V III., nu. 43, Eylül, 1936, v.d.d.]. * § Abbâsî sarayının debdebe ve azametine uygun olarak, büyük devlet me’murlannın, saray erkânının, askerî kumandanlann hayat ve refah seviyeleri de çok yüksek ve çok haşmetli idi. Curci Zeydân’ın Medeniyet-i-lsldmiyye Târihi'nde bu hususlarda verdiği malûmat, hayal ve mübalâğa kısınılan bir tarafa bırakılsa bile, bizi iyice aydınlatabilecek mâhiyettedir, imparatorluğun, daha ilk asırlardan İz a h l a r >59 başhyarak çok ağır malî zorluklarla karşılaşması, bazı zenginlerin servetlerini bâzı türlü vesilelerle müsadere edip ellerinden alması, eskiden gelirlerinin büyük bir kısmını merkeze yollıyan uzak ve zengin vilâyetlerin müstakil devletler hâline gelerek merkeze heman hiçbir şey göndermemeleri, Bağdâd’daki çılgınca haşmet ve sefâhati azaltamıyordu. Abbâsî devri mâliyesi hakkında aşağıda, 28 numaralı notta kâfi malûmat bulunduğu için, burada, sadece o devrin İktisadî hayatı, yâni ziraat, sanâyi ve ticâreti hakkında kısa umumî bilgiler vererek, bu haşmetli îslâm devletinin nasıl temellere dayandığım anlatmak istiyoruz. Abbâsî İmparatorluğu vilâyetleri arasında, Irak yâni eski Babilonya, en zengin ve çok mahsûl veren bir vilâyet idi. Bozkırların rengi ile tam bir tezat teşkil eden siyah toprak sâhalarından dolayı, Sevâd ismini alan bu topraklarda bol bol buğday, arpa, pirinç yetişiyordu. Islâm fütuhatından evvel de çok zengin ve mahsûllü olan bu sâhayı eski verimli hâline getirmek için, Emevî vâlileri çok çalışmışlardı. Abbâsî devrinde de buna devam edildi ve bilhassa Halîfe Mehdî, Fırat ve Dicle arasında kanallar açtırdı. Hilâfet memleketleri abasında en çok toprak mahsûlleri veren yer burasıydı. Horasan’dan köleler ve koyun geliyordu. İran’ın muhtelif sâhaları, Mısır, Arabistan, Suriye ve Filistin türlü vergiler veriyorlardı ki, Islâm coğrafyacılarının eserlerinde ve onlardan naklen Curci Zeydân’ın Medeniyet-i Islâmiyye Tarihi'nâe bu hususta etraflı malûmat vc rakamlar vardır. Muhtelif vilâyetlerin imparatorluk idaresine vermeğe mecbur oldukları sanâyi mâmulleri, o devir sanâyii ve bunların başlıca merkezleri hakkında bizi aydınlatmaktadır. Bunların başında dokumacılık gelmektedir. IX. asırda, zengin sınıflara mahsus ağır ve bahalı kumaşlar, türlü türlü döşemelik kumaşlar, halılar, hususî tezgâhlarda yapılıp her tarafa sevk olunuyordu. Emevîler ve daha sonra Abbâsîler, S â s â n î l e r ’de ve Bizans’ta mevcut olan devlet imalâthaneleri'ni taklit ederek, kenarlarında hükümdarların isimlerini, alâmetlerini taşıyan çok kıymetli kumaşlar yaptırmağa büyük ehemmiyet verdiler ki, mâmûllerinin bâzı örneklerine müzelerde hâlâ tesadüf edilen bu imâlâthânelere Dâr-et-Tırâz derler [Encyclopedie de l'İslâm 'm Tırâz maddesine bakınız]. Bunlar, iptidaî maddelerinin bol bulunduğu ve ı6o İ z a h l a r halkının esasen bu türlü işlere alışık olduğu sâhalarda vücude getiriliyordu. İnce yünlü kumaşlar, bilhassa Mısır’da yapılıyordu. Nil deltasındaki bâzı şehirlerin mâmûlleri ise, her tarafta aranıyordu. Şarkî İran’da, Merv ve Nişâpur havâlisinde pamuklu kumaşlar yapılıyordu. İslâm dünyâsındaki i pek s a n â y i i ’ne gelince, bunun Bizans’tan kaldığı söylenebilir. Bugün elde kalmış olan en eski İslâm brokarlarını süsliyen insan ve hayvan motifleri, İran ve Bizans tehirlerinin birer delilidir. Hazar denizi cenubundaki Cürcan ile Şarkî İran’daki Sîstan vilâyeti, Bağdâd hazînesine ipekli kumaşlar yollamakla mükelleftiler. Halıcılık, Abbâsî împaratorluğu’nun muhtelif yerlerinde çok yayılmış bir san’attı. Hazar denizi cenubundaki Taberistân ile,— eski coğrafyacıların Ermîniyye dedikleri— Şarkî Anadolu’nun şimal memlekederi, Bağdâd’a kıymetli halılar gönderirlerdi. Bu devir İslâm âbidelerini süsleyen ve son asırdaki arkeolojik araştırmalarda parçalan sık sık ele geçen seramik eserleri, bu san’atın muhtelif sâhalarda büyük bir inkişaf gösterdiğini meydana koymaktadır. Buraya kadar kısaca izah ettiğimiz bu sanâyi mâmûlleri tablosunu tamamlamak için, Mı sı r papi rus’unun yerine geçen paçavradan yapılan kâğıt sanâyii’ ni de unutmamak lâzımdır. îslâmlar vasıtasiyle Garb’a da geçen bu mühim san’at, IX . asırda, henüz Mâverâünnehr’e münhasır gibi idi; bunun başlıca merkezi de Semerkand idi. Bu sırada Bağdâd’da dahi yerleşmeğe başlayan kâğıt sanayiinin, sür’atle her tarafa yayıldığını da ilâve edelim. Sırf mâlî sebeple — yâni gelirini artırmak için — sanâyiin inkişâfını kolaylaştıran Abbâsî devleti, ticâretin inkişaf ve terakkisi hususunda hemen hiçbir şey yapmamıştır. Yollar o kadar bozuk idi ki, vaktiyle İran ve Roma hâkimiyeti devirlerinde kullanılan arabalar artık unutulmuştu. Develer ile yapılan nakliyât için, ibtidaî keçi-yolları kâfî geliyordu. Mâmafih o devrin ib n Hordâdbih gibi mühim coğrafyacıları, yollan, su bulunan yerleri, konaklanacak ve sığınılacak mevkileri, posta menzillerini büyük bir dikkat ve itinâ ile tesbit etmişlerdir. Devletin resmî münakale vasıtası olan berîd sistemi ve teşkilâtı, ehemmiyetle muhâfaza ediliyordu. Büyük nehirlerden geçmek için ibtidaî de olsa, vâsıtalar mevcuttu. Uzak-Şark ve Uzak-Garp memleketleri ile deniz yollan ile yapılan ticâret, başlıca, Y a hu d î l er ’in elinde idi. İslâm coğrafyacılarının ehemmiyetle tesbit ettikleri bu yolların en işlekleri B a ğ d â d ’dan geçtiği için, Abbâsî baş İz a h l a r 161 kenti bu mübadeleden ve transitten çok faydalamyordu. Yalnız büyük bir kültür ve siyaset merkezi olmaktan başka, iktisâdî ve ticârî faâliyetlerin merkezi olarak da parlak bir mevkie sahip bulunuyordu. Yahudîler’in bunda da büyük rolleri olduğu, son araştırmalar ile daha iyi anlaşılmıştır [G. Marçais, Hist. gine. pub. par G. Glotz, Histoire du Moyen Âge, tomc m, p. 363-366]. 2 5 . G a r p ’d a P a m u k ve ÎSLÂMLAR TARAFIN DAN GETİRİLEN D İĞ E R T O P R A K MAHSÛLLERİ Barthold, eserinde Islâm coğrafyacılarından bahsederken, bunların, muhtelif sâhalarda yetişen türlü toprak mahsûlleri hakkında da bilgi verdiklerini söyler ve bu arada, bunlardan bâzılarımn, meselâ pamuğun, Araplar tarafından önce Sicilya ve Ispanya’ya getirildiğini kaydederek, Avrupa dillerinde pamuğa verilen coton isminin Arapça Kotn’dan alındığını yazar. B a r t h o l d ’ün küçük kitabında hiçbir not bulunmadığı hâlde, garip bir istisna olarak, bunun metin içine konulmasını (kitabımızın birinci basımında, s. 58-59’da, buna tesadüf olunur) doğru bulmıyarak, bunu bir not hâlinde buraya ekledik. Bu münasebetle, Islâm medeniyetinin Garb’a getirdiği bellibaşh toprak mahsûlleri hakkında kısa malûmat vermeyi ve küçük bir bibliyografya ilâvesini faydalı gördük. * § Islâm medeniyeti, topraktan istifade hususunu aslâ ihmâl etmemiş, hâkim olduğu geniş ve biribirinden çok farklı sâhalarda, tabiat şartlarından ve imkânlarından faydalanarak ilerilemeler kaydetmiş ve bu arada Hıristiyan Garp âlemine birtakım yeni unsurlar ve teknik bakımdan yeni terâkki âmilleri getirmiştir. İslâmiyet’in ilk zuhur ve yayılış devirlerini gözönünde tutarak, Islâmlar’ın sadece hayvan yetiştirme hususunda büyük te’sirleri olduğunu söylemek, dar bir görüş neticesidir. Ispanya târihi ile uğraşan birtakım âlimler, îslâmlar’m, ziraat sâhasındaki terakkilerini ve Garb’a getirdikleri Islâm M edeniyeti — XI» ı6a İZAHLAR yeni unsurları başarı ile tesbit etmişlerdir. Bir taraftan Hacc, diğer taraftan İslâm memleketleri arasında din birliği'nin meydana getirdiği sıkı münasebetler, Çin’den, Hind’den, Orta-Asya ve İran’dan, Şarkî-Afrika’dan birtakım toprak mahsûllerini İslâm memleketlerine yaymış, sonra Sicilya ve İspanya vasıtasıyle Hıristiyan Avrupa’ya da tanıtmıştı. Pirinç, şeker kamışı, çivit, safjan, kına v. s. birtakım şeyler, İslâm fütûhâtından önce Garp’ta bilinmiyordu. Teknik bakımdan, bilhassa sulama usûlleri’ m n Garplılar tarafından nasıl ve ne dereceye kadar taklit ve tatbik edildiği, mühim bir mes’eledir. İspanyolca’da, Arapça’dan alınmış sulama’ya ait türlü ıstılâhlar vardır. Açık ve kat’î neticelere varabilmek için, henüz birtakım araştırmalara ihtiyaç olduğu muhakkak ise de, daha, şimdiden, İslâm fütûhâtımn Uzak-Şark’tan ve Orta-Şark’tan Garb’a birçok terakkî unsurları götürdüğü emniyetle söylenebilir. Esasen, sulama ve toprak mahsûllerini inkişaf ettirme hususunda, Islâmlar’ın, kendilerinden önceki eski yerli medeniyetlerden birçok şeyler aldıkları pek tabiîdir. İslâm medeniyetinin Garb’a getirdiği şeyler arasında, Akdeniz kıyılarına Islâmlar vasıtasıyle Uzak-Şark’tan getirilen ümon, portakal, mandalina gibi mahsûlleri, pirinç ziraatini zikredebiliriz [Fernand Braudel, La MiditerranÂe et le Monde Mediterraneen â l’ipoque de Philipp eıı., Paris 1949, p. 556]. A . M e z’in, D ie Renaissance des Islâms [Heidelberg, 1922] adlı eserinde de, bu hususta toplu malûmat vardır. Hulâsa, vaktiyle Yunanhlar tarafından ihmâl edilmiş, yâhut hiç bilinmemiş, Hind ve Çin’den gelme birtakım toprak mahsûlleri — pirinç, şekerkamışı, safran, kına, pamuk, bâzı meyvalar ve sebzeler— , hep İslâm medeniyetinin Akdeniz’e ve Hıristiyan Garp dünyasına, başhca Sicilya ve Endülüs vasıtasıyle, getirip tanıttığı şeylerdir [Xavier de P lan hol, Le Monde lslamique, Paris 1957, p. 67]. 2 6 . İSLÂM CO Ğ RAFYACILARI İslâm coğrafyacıları hakkında daha fazla mâlûmat için, oldukça eskimiş olmakla beraber, B aT th o ld ’ün Şarkı Tetebbu* Tarihi’ne bakınız [M illî Tetebb‘ ular Mecmuası, sayı m, s. 546 - 550]. Ona göre, Arap coğrafyacılarında esas olan yedi iklim nazariyesiyle, kürenin kara kısmını garptan şarka doğru ikiye ayıran dağlar silsilesi nazariyesi, ÎZAHLAR 163 aynen Yunanlılar’dan alınarak muhafaza olunmuştur; lâkin, toplamış olduğu coğrafî mâlûmatın d o ğ r ul uğ u ve genişliği bakımından, îslâm coğrafyacılığı Yunan’ınkine kat kat faiktir. îs lâ m memleketleri hakkında Islâm coğrafyacılarının bıraktıkları tasvirler, yalnız fizikî ve ıklimî şartlara değil, ahalînin hayatına, muhtelif san ’at şûbeleriııe, medenî inkişafın derecesine âit mufassal mâlûmatı ihtiva eder. Islâmlar’ın coğrafî bilgileri yalnız Halifeliğin hudutları içine münhasır kalmamış, ticaret münasebetleri sâyesinde, H indistan'a, Sund adası'm. ve Çin’e giden deniz yolu da kendilerince pek mâlûm bir hâle girmişti. Bu son ülkenin kıyılarını da Kore yarımadasına kadar tâkip etmişlerdi. Japonya hakkında ise îslâmlar’a ancak müphem bâzı malûmat gelebilmiştir. Kara cihetinden, müslüman eserlerinde mufassalan tasvir edilen Ç in y o l u ’ndan başka, Tibet w e Y e d i-Su havalisindeki Çu ve Sibirya'da. İrtiş ve Yukarı Yenisei kıyılarında oturan Orta-Asya göçebe H a n l a r ı ’nın ordugâhlarına giden yollar da onların mâlûm.u bulunuyordu [Aynı eser, s. 546]. v i i i .-x v i i i . asırlar İslâm coğrafyacılarının ve seyyahlarının Uzak-Şark’a âit bıraktıkları me.tinlerin tercümesi, icabeden haşiyelerle, Gabriel Ferrand tarafından iki cild olarak neşredilmiştir [Relations de voyages et textes geographiques relatifs a VExtreme-Orient, Paris 1913 - 1914]. Islâm coğrafyacılığı — ve o arada Türkler’in coğrafyaya hizmetleri — hakkında en toplu ve en yeni mâlûmatı almak ve bu husustaki bibliyografyayı öğrenmek için İslâm Ansiklopedisi'tim Supplement kısmında J. H. Kramers tarafından yazılmış olan Djughrâfiyâ maddesine bakınız.
.Aziz hâtırasını daima teessür ve tahassürle andığım kıymetli dostum Doktor Abdülhak Adnan Adıvar, İslâm Medeniyeti T ârihi’nin ilk basımı münasebetiyle yazdığı çok dikkatli bir bibliyografya makalesinde (Uikil Mecmuası, c. xv, Ağustos, 1940, nu. 90, s. 566- 570), bizim Türkçe tercümc metinde bulunmayan, fakat İngilizce tercümesinde mevcut olan bir parçayı dilimize çevirerek ilâve etmişti. Bize esas olan Tatarca ve Özbekçe tercümelerde niçin bulunmadığını bir türlü anlayamadığım bu parçayı, bu ikinci basımda asıl metne 164 İZAHLAR ilâve etmek daha doğru olurdu. Bu gafleti telâfi için, bu parçayı burada neşretmek zorunda kaldık. Bu vesile ile, merhumun adını hürmetle anmayı bir borç biliriz: “ ö n ve merkezî Asya’nın son bin sene zarfında ıklîm ve fizikîcoğrafya noktasından nekadar az tahavvüle uğradığına hükmetmek için lâzım olan unsurları, asr-ı hâzır âlimleri ancak Arap coğrafyacıları sâyesinde elde etmişlerdir. Araplar’m kültür bakımından selefleri olan Yunanlılar ve diğerleri, bize bu hususta malûmat bırakmamışlardır. Arap coğrafyacıları, muhtelif memleketleri târif ettikten başka, coğrafî tashihlere de kalkışmışlardır. Vâkıa bu müellifler, diğer ilim şûbeleri mütehassısları gibi, Yunanhlar’dan aldıkları malûmata istinad ediyorlarsa da, onlara malûm olan dünya, Yunanlılar’a malûm olan dünyadan çok büyüktür; çünkü Yunanlılar, Hazardenizi’nin şarkına ve Asya’mn şark sâhilleri ve Hind-i garbî’nin şimaline dair hayâl-meyâl malûmat sahibi idiler; halbuki Arap coğrafyacıları, îrtiş ve Yenisey nehirleri mansabma ve Kore’ nin şimalindeki sahillere kadar yolları târif etmişlerdir. Buna rağmen Araplar, Avrupahlar’da olduğu gibi, Yunanlılar’ın coğrafî malûmatını tekrar edip durdular; hattâ Hindistan ve Çin merkez yolunun keşfinden ikiyüz sene sonraya kadar Asya haritası hâlâ Batlamyos modeli üzerine yapılmakta idi. Yunan coğrafyacıları gibi, Arap coğrafyacıları için de, yer yüzünün ancak dörtte biri meskûn idi. Arap gemicileri, Madagaskar ve Zengibar gibi hatt-ı üstüvâmn cenubundaki yerlere gitmiş olmalarına rağmen, Arap coğrafyacıları hâlâ, insanlar için pek sıcak yerlerde yaşamak mümkün olmadığına dair olan eski fikre yapışıp kalmışlardır,,. Adnan Adıvar, bundan sonra Ba r t h o l d ’ün, aralarında Arap olmayan coğrafyacıların bulunduğunu pek iyi bilmesine rağmen, bu eski alışkanlıktan kurtulamadığını ilâve etmektedir [Islâm coğrafyacıları hakkında, kitabımızın ilk neşrindeki izahlarımıza ve J . H . Kramers’in E . 1. ilâvesindeki Djughrâfyâ maddesindeki bibliyografyaya, şu yeni bibliyografik bilgileri de ekliyelim: Wadie Jw aid eh , Yâkût-ar Rûmî, The Introductory chapters o f Jâgut’s Mu'cam al-Buldân, Washington, D. C., 1959. — Al-Îdrisî, Ahmed, S. Maqbul, İndia and the Neighbouring Territories in the' Kitâb Nuzhat al-Mushtâk f i ikhtirâkal-Âfâk o f al-Sherif al-ldrîsî, Prof. V . Minorsky, 1960. — J . H . Kramers, Analecta Orientalia, vol. 1., Leyde, .1954; bu makaleler İZAHLAR 165 mecmuasında müellifin îslâm coğrafyacılığına dair başlıca şu yazıları vardır: a) İran Arianesinin Arap Coğrafyacılığı Üzerinde N üfuzu; b) Onuncu Asırda Erythree; Islâmlar’m Klâsik Coğrafya Edebiyatı; d) AlBirûnî, Coğrafî T ûl Derecelerinin ölçülmesi]. 2 7 . I s l â m S a n ’a t i n d a T ü r k U n s u r l a r i Tafsilât ve bibliyografya için, İslâm Ansiklopedisi1 nde H. Viollet tarafından yazılmış Sâmarrâ maddesine bakınız. îslâm san’ati tarihi bakımından, burada yapılan araştırmalardan çok mühim neticeler elde edilmiştir. Sâmarrâ’daki tezyini san’atin mahsûllerini Kopt üslûbu, İran üslûbu, Mezopotamya üslûbu diye üç kısma ayırmayı kabûl etmiyen bu makale müellifine göre, Abbâsî hükümdârlarının bu muhteşem merkezine dört taraftan koşup gelen san’atkârlar sâyesinde, burada Yunan, Suriye - Kopt, Hind - İran san’atlan biribirine karışmış ve bundan yeni bir san’at, îslâm san’ati doğmuştur. Türk unsurunun ve bu unsurun Yakm-Şark’a getirdiği san’ at telâkkıylerinin îslâm san’atinin inkişâfı üzerinde müessir olduğunu kabûl eden H . Gl uc k ve J. Strzygovvski gibi âlimlerin nokta-i nazarları, H. V i o l l e t ’nin bu makalesinde tamamiyle ihmâl edilmiştir [Bu iki âlimin Türkiyât Mecmuası'nin üçüncü cildinde çıkan Türk San'atinin Dünyadaki Mevkii ve Türkler ve Orta Asya San’ati M es’elesi adh mekaleleri bu husûsta çok ehemmiyetlidir]. Türk askerleri için kurulan Sâmarrâ şehrinin san’at eserlerinde Türk san’ at unsurlarının hiç bulunmadığı iddiası, Tarihî bir dalâlet’ten başka birşey değildir. 2 8 . A b b â s î S a r a y l a r i n i n T a k l İt E d îl m e sİ îptida Sâsânî ve Bizans saraylarının an’anelerine göre kurulmuş olan Abbâsî sarayı, yavaş yavaş, dahilî bir tekâmül geçirerek, çok muhteşem ve orijinal bir hâl almıştı. M ısır’da T u l u n l a r ’m, Orta-Asya’da S â mâ n î l e r ’in, G a z n e v î l e r ’in sarayları umûmiyetle bu örnek üzerine kuruluyordu. Kaç yüz yıllık Bizans sarayı bile, Bağdâd sarayı’m taklitten kurtulamıyordu: Hammer, Bizans ı66 İ z a h l a r sarayının Abbâsî saray âdetlerini taklit ettiği ve imparator Theophile (Teofil)’in Bağdâd’daki Dâr-üş-Şecere sarayım, hattâ en küçük teferrüatına kadar, taklit ederek bir saray yaptığını söylüyor [Hammer, Histoire de VOrdre des Assassins, Paris 1833, P. 292 - 295]. Ch. Diehl dahi bu fikre iştirâk etmekte ve Islâm san’ ati’nin — bilhassa tezyini Islâm san’atinin— Bizans’taki te’sirinden bahsetmektedir [Manuel d ’Art Byzantin, la£î’ları ve bir y a z ı l ı ed eb iy a t’la n olan Tü r k l e r ’in müslüman olduktan sonra, yeni d in ’in te’siriyle, mâzîlerini unutmaları, çok dikkate şâyan bir hâdisedir. Yeni dinin yarattığı taassup havası, bilhassa bu gibi medenî an’ aneler’in başlıca saklayıcısı olabilecek yüksek sınıf üzerinde o kadar müessir olmuştur ki, paganizm yâdigârı olan her şey hemen yok edilmiş, eski kıymetler yerine yeni kıymetler konmuştur. Yalnız, halk kitlesi, eski an’anelerini, eski kıymetlerini saklamıştır ki, aradan uzun asırlar geçtikten sonra bile, müslümanlık boyası altında o eski paganizm bakıyyelerini bulmakdaima mümkündür. Türkler’deki yüksek sı nı f ’ın, yeni bir yabancı medeniyetle temas eder etmez, derhâl onun cazibesine kapılarak m illî kıymetlerini tezyif etmesi ve mâzîsi ile derhâl alâkasını kesmesi, kültür tarihimizde daima tesadüf edilen marazî bir hâdisedir! 6 7 . A h m e d Y e s e v î H o c a A h m e d Y e s e v î ’nin Türkler arasında asırlardanberi devam eden büyük te’sirini ve bu te’sirin yalnız Orta-Asya’ya münhasır kalmıyarak, bütün Türk memleketlerine yayıldığını, ona âit yazdığımız bir monografi ile vaktiyle göstermiştik (Türk Edebiyatında îlk Mutasavvıflar, İstanbul, 1919). Bu tarikat, Türkler arasında İ z a h l a r 187 müslümanlığın yayılması husûsunda çok müessir olmuş ve Türk Tesevî dervişleri, tıpkı misyonerler gibi, bu hususta büyük gayret göstermişlerdir. Gerek Ahmed Yesevî, gerek bu tarîkate mensup birtakım şâir-dervişler,- bu propaganda için, eski Türk Halk Edebiyat mahsûlleri şeklinde yazılmış şiirler vücude getirmişlerdir [Bu mes’- eleler hakkında, bahsettiğimiz büyük monog r a f i ’den başka, Türk Edebiyatı Tarihi'mize bakınız: S. 226-232]. Burada, Yesevîye tarîkatinin hakikî mahiyeti ve karakteri hakkmdaki eski görüşlerimi düzeltmek îcabettiğini söylemeliyim: iptida, YesevVUkten çıkan ve Mâverâünnehir’in xv. - xvı. asırlardaki mutaassıp mutîtinin te’sirini taşıyan Nakşibendi tarîkatine mensup müellifler, büyük pîrleri A h med Yesevî hakkında birtakım şeyler yazmışlardır ki, ona âit eski kaynaklar bunlardır. Bu müellifler, Yesevîliğin ilk şeklini ve A h m e d Y e s e v î ’nin hakikî şahsiyetini tarihî realite’ye uygun olarak tasvir etmemişler, kendi arzu ve temayüllerine göre, hakikati tamamiyle değiştirmişlerdir; hâlbuki, Yesevîliğin ilk yayıldığı göçebe Tü r k muhi t l eri ni n icapl arı ve din değiştirme psikolojisinin umumî kaideleri gözönüne getirilince, buna imkân olmadığı anlaşılır. Esasen, bu sonraki Nakşibendî müelliflerinin bütün tahriflerine rağmen, Yesevîliğin göçebe Türk muhitlerine intibak ettiği, eski Türk paganizm inden birçok şeyler aldığı ve âyinlerinde— göçebe urfüne uygun olarak— kadınlarla erkeklerin beraber bulunduğu, eski Şâmânî âyinlerinde olduğu gibi, musikî, şiir ve extatique (vecdli) raksların ihmâl edilmediği, onların yazılarından dahi istidlâl edilebiliyor. Esasen, Türkler’in eski di nî a n ’ aneleri ’ne bu sûretle tetâbuk etmese, Yesevîlik halk arasında böyle sür’atle yayılmaz ve İslâmlaştırma rolünü aslâ oynıyamazdı. Türk Şam anizm 'inin Islâm tarîkatleri üzerindeki te’siri hakkında Türkiyât Enstitüsü neşriyatı arasında çıkan şu eserimize bakınız: İnfluence du chamanisme turco-mongol sur les ordres mystiques musulman, İstanbul 1929. Yine bu mevzua dâir, Şerefeddin Y a l t k a y a ’nm ikinci Türk Tarih Kongresi neşriyatı arasındaki Eski Türk An'anelerinin Bâzı D in î Müesseselere Te'siri isimli yazısı da mühimdir. Din tarihimizin bu mühim mes’elesi hakkında pek yakında husûsî bir tedkik neşretmek ümidindeyim. ı88 t Z AHLAR §. Türk kültür tarihinde çok büyük ehemmiyeti olan Hoca Ahmed Yesevî hakkında, İslâm Ansiklopedisi'nin Türkçe neşrinde çıkmış olan yazımı buraya ilâve etmeği zarurî gördüm : A H M ED Y ESEV Î. Ahmed Yesevî (?-ı 166), sûfî şâir ve tarîkat miiessisi sıfatı ile, Türkler’in mânevî hayatı üzerinde asırlarca te’siri görülmüş büyük bir şahsiyettir. Pîr-i Türkistan lâkabı ile (Farid al-Dîn ‘Attar, Mantık o.l-tayr, 1287, îran basını, s. 158, Hikâyât der beyân-ı ahvâl-i pîr-i Türkistan) dokuz asra yakın bir zaman tebcil edilen Yesevî’nin şöhret ve nüfuzu, yalnız — coğrafî mânası ile— Türkistan sâhasına münhasır kalmıyarak, muhtelif Türk şubelerinin yaşadığı çok geniş sâhalara yayılmış, târihî şahsiyeti pek çoktan unutularak, Türk çevrelerinde asırlardanberi, tamamiyle menkabevî bir hüviyet almış, Yesi’de türbesi, son yıllara kadar, bütün kazakkırgız bozkırlarına hâkim bir kült’ün mukaddes merkezi olmuştur. Türkler’in dinî ve edebî tarihinde bu kadar geniş ve devamlı bir te’sir icra eden büyük Türk mutasavvıfının târihî şahsiyetini, dinî ve edebî bakımlardan icra ettiği geniş ve devamlı te’siri, en umumî hatları ile tesbite çalışalım. I — Tarihî Şahsiyeti. Ahmed Yesevî, hâcegân silsilesine mensup olduğu cihetle, buna Hâce Ahmed Yasevî de derler (Bk., Hâcegân). Ahmed Yesevî’nin târihî hüviyetini gösterecek vesikalar o kadar az ve o derece menkabelerle karışıktır ki, bütün bunların tenkid ve tahlili neticesinde bile kat’î bir hükme varmak mümkün olamıyor; mâmafih vereceğimiz malûmatın, teferruat bakımından değilse bile, umumî hatları itibânyle hakikate çok yakın olduğunu söyliyebiliriz. Ahmed, xı. asrın ikinci yarısında, Garbî-Türkistan’da şimdiki Çimkent şehrinin biraz şarkında Sayram kasabasında doğdu. Îsfîcâb veya Akşehir isimleri ile de tanınmış olup, o sıralarda îslâm kültürünün mühim bir merkezi olan bu kasabada, Türkler ve îranlılar yaşamakta idiler. İbrahim adlı bir şeyhin oğlu olan Ahmed, yedi yaşında babasını kaybetti ve ablası ile beraber— sonradan Türkistan adını almış olan— Yesi şehrine gelerek, orada yerleşti. Türk menkabesinde Oğuz Han’ın payitahtı olarak gösterilen bu şehirde, o sırada Arslan Baba adlı meşhur bir Türk şeyhinin temsil ettiği bir tasavvuf an’anesi mevcuttu. Ahmed, ilk tahsil yıllarını burada geçirdikten sonra, Mâverâünnehr’in büyük İslâm merkezi olan Buhârâ’ya İ z a h l a r 189 geldi. Büyük Selçukîleri metbû olarak tanıyan Karahanlılar’m hâkimiyeti altındaki bu şehir, o sırada îslâm kültürünün çok mühim bir merkezi idi; şehirde Âl-i Burhân adını taşıyan ve reislerine Sadr-i cihân lâkabı verilen çok zengin, kudretli ve hanefî mezhebinde bir eski aile hüküm sürüyor, Türkistan’ın her tarafından gelen binlerce talebe, şehri dolduruyordu. Ahmed, Buhârâ’da, devrin en ileri gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye (H. 440-535, M. 1048/1049-1140) intisap ederek (H. 50 4 -M. m o ’dan epeyi evvel), onun şiddetli nüfûzu altında kaldı ve onunla beraber birçok yerler gezdi. Şeyhinin büyük teveccühünü kazanarak, onun üçüncü halîfesi olan Ahmed, ilk iki halîfeden sonra, H. 555 (M. ıı6o)’de Buhârâ’da şeyhin postuna geçti; fakat onun eski bir işareti mucibince, biraz sonra Yesi’ye döndü ve H. 562( M. ıı66)’den ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yaptı, îslâm Asya’sının her tarafında tarîkatlerin kuvvetlendiği, her köşede tekkeler yükseldiği bu esnada, Şarkî Türkistan’da, Kulça civarında, Yedi-Su havalisinde yeni ve kuvvetli bir İslâmlaşma cereyanı da inkişaf ediyordu. îşte, Ahmed Yesevî bu elverişli şartlar içinde, Sirderyâ havalisinde Taşkent ve mülhakatında, Seyhun ötesindeki bozkırlarda büyük bir nüfuz kazandı. Onun etrafında toplananlar, İslâmiyet’e yeni, fakat çok kuvvetli ve samimî rabıtalarla bağlanmış göçebe, yahut köylü Türkler’di; binâenaleyh îslâm ilimlerini ve îran edebiyatını pek iyi bilmekle beraber, müridlerine dervişlik âdâbını telkîn için, anlıyabilecekleri bir dil ile hitabetmek mecburiyetinde kaldı ve Türkler’in halk edebiyatından aldığı nazım şekilleri, hece vezni ve oldukça basit bir dil ile sûfîyâne manzumeler yazdı ki, bunlara, alelâde şiirlerden ayırdetmek için hikmet derler. Ahmed Yesevî’nin İbrahim adh bir oğlu olmuş ise de, daha babasının hayatında ölmüştür; son zamanlara gelinciye kadar kendilerini Ahmed Yesevî sülâlesinden sayan birçok kimselerin nesebi ise, onun Gevher Şehnâz adh kızma erişir. Yesi şehrinde son yıllara kadar Yesevî ailesine mensup birçok kimseler bulunduğunu bildiğimiz gibi, gerek Mâverâünnehr’de, gerek Osmanlı İmparatorluğu memleketlerinde, meselâ Semerkandlı Şeyh Zekeriyâ, Üsküplü şâir ‘Atâ (xvı. asır), Evliyâ Çelebî, Hâce Hâfız Ahmed Yesevî-i Nakşibendî (xvn. asır) gibi, birtakım şâir ve müelliflerin Yesevî ailesine mensupluk iddiasında bulunduklarını biliyoruz [Fuad K öp 190 İZAHLAR rülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 86-88, 397]. Bunlara ilâve olarak, xvı. asırda hacc maksadıyle, maiyyetindeki dervişler ile beraber, Osmanlı memleketine gelen Şeyh Zengî ile (Edebiyat Fakültesi Mecm., ıx., sayı 2, s. 41), xıv. asırda Yesi’de meşhur Tongus Şeyh’i zikredelim [Reşehât Tercümesi, İstanbul, 1269, s. 243]. Yine bu asırda Altın-Ordu hanlarının sarayında Yesevî ailesinden Mahmud’un büyük bir nüfuz kazanarak, hattâ hükümdârın kızını aldığını biliyoruz [Barthold, Orta-Asya Türk Târihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1927, s. 161]. Ahmed Yesevî’nin mezarı üzerinde yapılmış olan türbe ve hânıkahm, Timur tarafından yeniden muhteşem bir şekilde yaptırıldığını ve inşâatın iki yıl sürdüğünü biliyoruz. xıv. asırda yalnız Mâverâünnehr’in şehirli halkı değil, bozkır göçebeleri arasında da çok mühim bir ziyaret yeri olan bu mezarın tâmiri, Timur’un umumiyetle tâkibettiği dinî siyâset plânına çok uygundur. Mutahassıslar tarafından bu devir mimârisinin en parlak mahsûllerinden biri olarak kabûl edilen bu türbe, câmi ve hânıkah, rivayete göre, son Özbek Hanı Abdullah tarafından tâmir ettirilmiştir; mâmafih bu tâmirâtm Şeybânî Han tarafından yaptırılmış olması, tarihî kaynakların ifadesi ile daha iyi te’lif edilebilir : Şeybânî Han’ın Kazak hanları üzerine yaptığı seferde maiyyetinde bulunan ve hükümdârın emri ile bu vak’aları Mihmannâme-i Buhârâ adh eserinde hikâye eden Fazlullah Isfahânî, Şeybânî Han’ın Yesi’de câmi yaptırdığını söylerse de, bunun bir tâmirdcn ibaret olduğu tahmin olunabilir; bununla beraber, bu eserde, nakşibendî Şeybânî Han’ın, Ahmed Yesevî hakkında ne büyük bir hürmet beslediğini ve o asırda Yesevî kültü’nün özbekler ve bilhassa Kazaklar arasındaki ehemmiyetini gösteren mühim kayıtlar vardır. Bu âbidede, en eskileri Timur devrine ait, muhtelif kıymetli eşya bulunduğu gibi, Özbek-Kazak hükümdârlarma ait tarihî kabirler de vardır. Rus istilâsından sonra birkaç defa tâmirine teşebbüs edilen bu mimârî âbidesi ve ihtiva ettiği eserler ve kitabeler hakkında muhtelif tedkikler neşredilmiştir [İlk Mutasavvıflar, s. 88-96; orada istifade edilmemiş olan bâzı neşriyât ile, kitabın çıkmasından sonra neşredilen bâzı tedkikler için bu makalenin bibliyografya kısmına bk.]. Timur’ dan başlayarak muhtelif asırlarda, muhtelif Türk hükümdarları tarafından ziyaret edilen bu türbe, yakın yıllara kadar, Orta-Asya ve Volga Türkleri’nin ve bilhassa Özbek-Kazaklar’m mukaddes bir İZAHLAR «9» ziyaret yeri olmuş, bozkır göçebeleri arasında şiddetle hâkim bir Yesevî kültü'nün merkezi hâline girmiştir. Bilhassa kış ortasına tesadüf eden belli bir zamanda, her yıl burada onbinlerce insan toplanır ve bir hafta âyin yapılırdı. Yesevî menkabelerinin asırlarca yaşadığı bu sâhalarda, Yesevî müridlerine ait birçok türbe harâbelerine hâlâ tesadüf edilir. Timur zamanında — hattâ daha önce ve daha sonra— zengin vakıflara mâlik olan bu mukaddes mezar civannda gömülmek, Özbek-Kazaklar için bir idealdir. Bilhassa büyük ve orta ordalara mensup Özbek-Kazak zenginleri, daha sağlıklarında, türbe yakınında bir parça toprak satın alırlar, bunlar kışın ölseler bile, cesetleri keçeye sarılarak bir ağaca asılır ve ilkbaharda Yesi’ye götürülerek — kendi tâbirlerince— Kara Ahmed, yâni Yesevî’nin mezarı civarında defnolunur. Rus müsteşriki Gordlevskiy, buradaki Yesevî kültü'nde şehrin türkleşmesinden önce iranî bir kült'ün devamını görmek istiyorsa da, bu iddia hiçbir delile dayanmamaktadır: Muhtelif mevsimlerde, mahsûlün bereketini te’min gayesi ile, yapılan ziraî âyinler bütün kavimlerde müşterek olduğu gibi, Yesevî kültü’ ndeki eski Türk unsurlarını da kısaca göstermiştim (Ayn. esr., s. 96; Yesevî tarîkatinde Türk paganizminin te’siri hakkında biraz aşağıda izahat vardır). II — Tasavufî Hüviyeti ve T e ’siri. Biraz aşağıda edebî hüviyetinden bahsederken görüleceği gibi, bugün elimizde Ahmed Yesevî tarafından yazıldığı muhakkak hiçbir eser mevcut değildir, ölümünden asırlarca sonra yazılmış muhtelif tasavvuf, kitaplarında, yahut menâkıb mecmualarında ona isnadedilen bâzı sözler, bâzı hareketler, birtakım menkabeler, Ahmed Yesevî’nin mutasavvıf şahsiyeti hakkında bize tam ve doğru bir fikir verebilmekten çok uzaktır. Esasen bu eserlerden birçoğunun Orta-Asya’da kuvvetli Nakşibendîye tarikatının kuruluşundan ve xv. asırda Osmanlı imparatorluğu memleketlerine yayılışından sonra vücude geldiği düşünülecek olursa, bunların, Ahmed Yesevî’yi tamamiyle nakşibendî görüşüne göre tasvir ettikleri kolayca anlaşılır. Mâverâünnehr’in büyük Islâm merkezlerinde sünnî Iran kültürünün Türk-Moğol paganizmine karşı bir aksül'ameli mahiyetinde olan nakşibendîlik, bu kültür te’siri altındaki Türkler’i de kolayca nüfuzu dairesine almak için, yesevîlikle bâzı bağlar te'sisine çalışmış olmalıdır. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ı yazarken, gerek Ahmed Yesevî’nin sûfiyâne şahsi 192 İZAHLAR yetini, gerek Yesevî tarikatının hüviyetini, tamamıyle nakşibendî kaynaklarının gösterdiği şekilde tasvir etmiştim; halbuki, Babaî, Hayderî ve Bektaşî an’anelerinin Ahmed Yesevî hakkmdaki rivayetleri şüphesiz, tarihî hakikate daha yakındır. İlk Mutasavvıflar'm neşrinden sonra bektaşîliğin menşe’leri hakkında yaptığım araştırmalar ve elde ettiğim yeni vesikalar, onun tasavvufî şahsiyeti ve yesevîye tarikatının ilk asırlardaki hususî karakteri hakkında yeni fikirler verdi ki, Türkler arasında bunlar, İlk Mutasavvıflar'dakinden tamamiyle farklıdır [Bu farka ilk defa şu eserimde kısaca işaret eylemiştim : Les Origines de l’Empire Ottoman, Paris, 1935. s. 118 v. d.]. Yûsuf Hemedânî halîfelerinden olan Ahmed Yesevî’nin bir taraftan Horasan melâmetiyesi’nin, diğer taraftan Şarkî Türkistan ve Seyhun çevresindeki Şî‘î cereyanlarının te’siri altında kalıp, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sâhip olduğu tahmin edilebilir; fakat buna rağmen bu tarîkat, Mâverâünnehr ve Harezm’in büyük sünnî merkezlerinde daha ziyade ortodoks bir mahiyet göstermiş olmalıdır. Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleşerek, propagandasını daha çok göçebe ve köylü Bozkır Türkleri arasında teksif edince, yesevîlik, ister istemez, bu muhitin şartlarına uymak mecburiyetinde kaldı. Bu Türkler, samimî Müslüman olmakla beraber, İslâmiyet’i anlayışları, tabiatiyle çok sathî ve şeklî idi; binâenaleyh yesevîlik, bu göçebe Türk muhitinde eski Türk kabîle an’aneleri ile ve paganizm bakıyyeleri ile karışmak mecburiyetinde kaldı: Nakşibendî an’anelerinde bile, Ahmed Yesevî’nin zikir meclislerinde kadınlar ile erkeklerin bir arada bulundukları hakkında rivayetler vardır (Cavâhir al-abrâr'dan naklen İlk Mutasavvıflar, s. 39 v. d.) ki, Türk göçebe hayatının bir zaruretidir. Yine nakşibendî kaynaklan, eski yesevî an’anelerinde, sığır kurbanı, muhtelif şekillere girip uçmak, münâfıklan hayvan şekline koymak gibi, kısmen Türk paganizminden ve kısmen budizmden geldiğini bildiğimiz unsurların mevcudiyetini saklıyamamaktadır (Ayn. esr.). Bütün bunlar ile beraber, yesevî tarikatındaki zikir tarzının da tamamiyle Türk paganizminden alındığım vaktiyle îzâh etmiştim \L’lnfluence du Chamanisme turco-mongole sur les ordres mystiques musulmans, İstanbul, 1929]. Ahmed Yesevî’nin bu zikir tarzım kabûl etmesinde Türk muhitinin kuvvetli te’siri olduğunu, bâzı eski müellifler de itiraf etmektedirler [İlk Mutasavvıflar, s- I33]- İ z a h l a r '93 Bütün İslâm tarîkatlerinde mevcut bir usûle riayet ederek, Ahmed Yesevî de, daha hayatında, birtakım halîfelerini muhtelif Türk sâhalarına yollamıştır. Bunlardan birçoğu unutulmuşsa da, asıl büyük şeyhlerin hâtırası saklı bulunuyor: Ahmed Yesevî’nin ilk halîfesi, meşhur Arslan Bab’m oğlu Mansur Ata (ölmü. : H. 594, M. 1197) ’- dır ki, yerine oğlu Abdülmelik Ata, sonra onun oğlu Tac Hoca (ölmü: H. 596, M. 1199) geçmiştir ki, Zengî Ata’nın babasıdır. H. 615 (M. I2i8)’de ölen ikinci halîfesi Hârezmli Said Ata hakkında malûmatımız yoktur. Üçüncü halîfe Süleyman Hakim Ata, Sûfiyâne şiirleri ve menkabeleri ile, Türkler arasında büyük şöhret kazanmış ve H. 582 (M. ıı86)’de ölmüştür. Hakim Ata’nın en meşhur mürîdi Zengî Ata’dır. Onun da müridleri Uzun Haşan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata, Bedr Ata’dır. Yesevîye silsilesi bilhassa Seyyid Ata ile Sadr Ata’dan gelir. Seyyid Ata’run en meşhur halîfesi, Ismâîl Ata’dır. Onun oğlu İshak’ın küçük bir eseri, Upsala kütüphanesi yazmaları arasında 472 numaralı mecmuadadır; mâmafih Yesevîye silsilesi, asıl Sadr Ata halîfeleri ile şöhretini saklamıştır. Sadr Ata’nın halîfesi Eymen Bab, onun halîfesi Şeyh Alî, onun halîfesi de Mevdud Şeyh’tir; bunun da başlıca iki halîfesi meşhurdur: Kemal Şeyh ve Hadım Şeyh... Bu iki şeyhten ayrı ayrı gelen iki silsile, hemen xvı. asır sonlarına kadar, kaynaklarda tesbit edilmiştir. Mutasavvıfların biyografilerine âit eserlerde, Irak, Horasan, Mâverâünnehr sûfîlerinden ayrı olarak, Türk şeyhleri diye zikredilen mutasavvıfların (Reşehât Tercümesi, s. 118) hemen hepsi Yesevîye tarîkatine mensup şeyhlerdir. Ahmed Yesevî’ye âit menkabeler ile târihî rivayetleri tenkidî bir şekilde kaynaştırırsak, Yesevîye tarîkatinin târihî ve coğrafî gelişmesi hakkında şu neticelere varabiliriz : Bir Türk sûfîsi tarafından hâlis bir Türk çevresinde kurulan bu ilk büyük Türk tarîkati, başlangıçta Seyhun havalisinde, Taşkent civarında ve Şarkî Türkistan’da kuvvetle yerleşmiş, sonra Türk dil ve kültürünün Mâverâünnehr ve Hârezm sâhalarındâ kuvvetlenmesi ile müterâfık olarak oralarda da ehemmiyet kazanmıştır. Seyhun vâdisinden ve Hârezm’den bozkırlara ve Bulgar sâhasma yayılan Yesevîlik, galiba Moğol istilâsı neticesinde, Horasan, İran, Azerbaycan mıntakalarmdaki Türkler arasında varlığını gösterdikten sonra, x i i i . asırda Anadolu’ya da girmiştir. Yesevî şeyhlerinin, bâzan dervişleri ile berâber küçük zümîslâm Medeniyeti — X I I I • '94 İZAHLAR reler halinde bu muhaceretleri, yavaş yavaş azalmakla berâber, xıv. asırda da devam etti: Hacı Bektaş ve San Saltuk gibi, en tamnmış Anadolu sûfîlerinden başka, Azerbaycan ve Anadolu an’aneleri xvıı. asırda hâlâ yaşıyordu (Evliya Çelebi’den naklen ilk Mutasavvıflar, s. 53-55, 395). Dersim’deki kızûbaş kürt âşiretlerinden mühim bir kısmının, bugün bile, Ahmed Yesevî’ye mensup olduklarını iddia etmeleri, Yesevî propagandasının vaktiyle Anadolu’da nekadar mühim bir rol oynadığım izâha kâfîdir (Vakit gazetesi, 1925, 20 Haziran). Horasan’da daha x i i i . asırda Hayderîye tarikatının doğmasında te’siri olan Yesevîlik, yine bu asrın ikinci yarısında Anadolu’da Babaî ve Bektaşî tarîkatlerinin teşekkülünde de mühim bir âmil oldu. Mâverâünnehr şehirlerinde nakşibendîliğin zuhur ve inkişafı, bilhassa xv. asırda, bu sâhada ve nakşibendîliğin kuvvetlendiği Horasan merkezlerinde yesevîliğin eski ehemmiyetini azalttı; lâkin, yukarıda söylediğimiz gibi, nakşibendîliğin Ahmed Yesevî ile olan alâkası, onu Nakşibendî tarîkatinin büyük pîrleri arasına koyduğu cihetle, bu büyük sûfînin Türkler arasındaki eski şöhretine hiç halel gelmedi: xv. asırda Timur ailesine mensup prensler üzerinde Iranlı nakşibendî şeyhlerinin büyük nüfuz kazandıklarını, fakat buna rağmen Ahmed Yesevî kült’ ünün de ehemmiyetten düşmediğini gösteren misaller de vardır (Reşehât Tercümesi, s. 332). Mâverâünnehr’de Timur sülâlesinin yerine geçip, hattâ bir aralık kısa bir müddet Türkistan şehrini payitaht ittihaz eden Özbek Hânları için de aynı mütâlâayı tekrar edebiliriz; fakat nakşibendîliğin xvı. asırdaki bu büyük inkişafına ve Yesevîye tarîkatini kendi içine almasına rağmen, Horasan’da, Afganistan’da, Osmanlı İmparatorluğu memleketlerinde Yesevî mensuplarına hâlâ tesadüf edilmekte idi. Yalnız Seyhun mmtakası ile Özbek-Kazak bozkırlarında Ahmed Yesevî’nin ve yesevîliğin nüfuz ve ehemmiyeti aslâ eksilmedi ve hiç bir tarîkat onun yerini tutamadı. Nogaylar’ın millî destanlarına — meselâ Idige destanına— giren bu Türk sûfîsine karşı göçebe özbekKazaklar’ın asırlardanberi besledikleri hürmet ve takdis, çok kuvvetli bir kült hâlinde asırlarca devam etmiştir. Yesevîye tarîkatinin âyin ve erkânı hakkmdaki malûmatımızın kaynakları, en eski olarak, xvı. asra kadar çıkabilmektedir (İlk Mutasavvıflar, s. 110-122). Nakşibendîlikle büyük bir benzerlik gösteren bu âyin ve erkândan bâzılan- — meselâ zikr-i ene, yâni bıçkı zikri— tarîkatin ilk kuruluş devrine âit İZAHLAR *95 olmakla berâber, diğer birçok şeylerin, xv. ve xvı. asırlar esnasında, nakşibendîlik te’siri ile, değişmiş olduğu muhakkak gibidir. III — E d e bî Hüvi yet i ve T e ’ siri. Ahmed Yesevî’nin Türkler arasında tasavvuf esaslarını yaymak için, hece vezni ile Türkçe ve halk edebiyatı şekillerine uygun manzumeler yazdığı malûmdur. Diğer şiirlerden ayırmak için, xv.-xvı. asırlardanberi hikmet adı verilen bu manzumeler bir araya toplanarak Dîvân-ı hikmet isimli; şiir mecmuası vücude getirilmiştir ki, yesevî ve nakşibendî an’aneleri bunu doğrudan doğruya Ahmed Yesevî’ye isnad etmektedirler; halbuki bugün elde bulunan yazma ve basma Dîvân-ı hikmet nüshaları en sathî bir tarzda tedkik edilince, bu manzumelerin muhtelif yesevî dervişlerine âit olduğu derhâl anlaşılır. Dîvân-ı hikmet’in eski bir nüshasını bulmak şimdiye kadar mümkün olamamıştır. Gordlevskiy, 1929’da Yesi’ye yaptığı kısa bir seyahatte, bundan altmış-yetmiş yıl önce, türbede, deri üzerine yazılı eski bir Dîvân nüshası bulunduğunu, fakat bunun sonradan kaybolduğunu işitmiştir. Herhâlde şimdiye kadar xvn. asırdan evvele âit bir nüshanın malûm olmadığını emniyetle söyleyebiliriz. Mihman-nâme-i Buhârâ müellifi, Yesi’- deki türbede Yesevî kitabını okuduğunu söyliyerek, bunun Türkçe ve sûfîyâne bir eser olduğunu, sulûk mertebelerini ve usûllerini bu kadar tertipli olarak içine alan diğer bir eser bulunamıyacağını bildiriyor ve şeyhi, Şâh-i Yesi H wâce Ata-i Ahmed diye zikrediyor; eserin manzum olduğunu söylememesi ve bilhassa Dîvân-ı hikmet adını hiç kullanmaması, yukarıki mütalâalarımızı kuvvetlendirecek mâhiyettedir. Bu nüshayı kim tertip etti? Dîvân’ daki hikmet’lerden hangileri hakikaten Yesevî’ye aittir? Müstensihler elinde manzumelerin lisânî hususiyetleri ne dereceye kadar muhafaza edilebilmiştir? Eldeki malzemenin bu suallere müsbet bir cevap vermiye yeter olmadığını, yâni bugün için Dîvân-ı hikmet’in tenkidli bir basımını yapmak imkânı bulunmadığını söylemek mecburiyetindeyiz. Bugün, Dîvân-ı hikmet nüshalarındaki manzumelerden hiçbiri Ahmed Yeşevî’ye âit olmasa bile, şurası muhakkaktır ki, bu büyük sûfî, halk edebiyatı şekilleri ile Türkçe hikmet’ler yazmış ve ondan sonra, yesevî şâirleri arasında, bu yolda manzumeler yazmak mukaddes bir an’ane olmuştur. Bu bakımdan, Yesevî’ye âit olmamakla berâber, tabiî, dil bakımından değil, fakat şekil ve ruh itibariyle, onların 196 İz a h l a r asıl Yesevi’ye âit olanlardan farksız olacağına hükmedebiliriz; çünkü Yesevî muakkiplerinin, ondan asırlarca sonra bile, aynı şekil ve edâda, aynı rûh ile aynı tarzda hikmet’ler yazdığını, tarihî ve edebî vesikalar sâyesinde, kat’î olarak biliyoruz. Esasen buniı yalnız Yesevî muakkiplerine has birşey sanmamalıdır. Umumiyetle sûfîyâne halk edebiyatında bu “ değişmezlik,, asırlarca devam etmiştir. Bunun sebebini, kısmen eski edebiyatın umumî bir derdi olan nazirecilikte, kısmen de bir defa büyük pîrlere istinaden yerleşmiş şekillere muakkipleri tarafından âdetâ kudsî bir mâhiyet verilmesinde aramalıdır. İşte bundan dolayı, hikmet adı verilen bu tasavvufî-ahlâkî şiir nev’i vasıtasıyle, Ahmet Yesevî’nin edebî şahsiyetini ve telkîn ettiği ideolojiyi — hattâ takribî bir mâhiyette de olsa— az çok anlamak mümkündür. Tarihî ve filolojik tenkid zihniyetini bir tarafa bırakarak, Dîvân-ı hikmet’in nasıl vücûde geldiğini hiç düşünmiyen Avrupa türkiyatçıları, V a m b e r y ’den Me l i o r a n s k i ’ye, M a r t i n H a r t m a n n ’a Kari Brockelmann’a kadar, onu, xn. asır mahsûlü saymışlardır (Yalmz Josef Thüry, Yesevî hakkmdaki biyografik malûmatının yanlışlığından dolayı, bu eseri xrv. asra çıkarıyor). Elimizde bulunan karışık Dîvân-ı hikmet’in değil, lâkin asıl Ahmed Yesevî tarafından yazılmış manzumelerin filolojik mâhiyetini — şüphesiz takribî sûrette — anlıyabilmek için, xıı. asırdaki edebî Türk lehçelerinin coğrafî sâhalarını tâyin etmek, Yesevî’nin doğup yaşadığı yerin lehçesini ve o devrin umumî kültür cereyanlarını anlamak lâzımdır. Vaktiyle bu hususta yaptığımız araştırmalar neticesine göre, Yesevî lehçesini “ hâkânîye” dediğimiz edebî Türkçe dairesine sokmak, şimdilik bize en akla yakın görünüyor (İlk Mutasavvıflar, 142-166; ayrıca bk. ayn. mil., Türk Edebiyatı Târihi, s. 229). Bir taraftan Yesevî’nin yetiştiği muhiti, hitap ettiği kitleyi, o devrin umumî karakterlerini gözönünde tutmak, diğer taraftan Yesevî muakkiplerinin asırlarca aynı rûh ve şekil ile vucûde getirdikleri taklitleri dikkatle tedkik etmek sayesinde, onun hikmet’lerinde nasıl bir ideolojinin hâkim olduğunu az-çok tahmin edebiliriz. Dervişliğin faziletlerine âit medhiyeler, sonunda dinî-ahlâkî neticeler çıkarılmış meşhur îslâm menkabeleri, Peygamber’e ve büyük îslâm mutasavvıflarına âit parçalar, dünyâ halinden şikâyet ve kıyâmet günlerinin yakınlaştığını hatırlatma maksadı ile yazılmış zâhidâne şikâyetler, cennet ve bilhassa cehennem hâllerini anlatan destanlar bu hikmet’- İZAHLAR *97 lerin başlıca mevzuunu teşkil ediyordu. İslâmiyet’i şeklen kabûl etmiş basit bozkır göçebeleri arasında tasavvuf propagandası maksadı ile yazılan şeyler, başka türlü olamazdı. Türk halk edebiyatının atasözleri ve öğütleri ile dolu mahsûllerini hatırlatan bu eserler, halk edebiyatı an‘anelerine uygun olarak bilhassa 4 + 3 = 7 ve 4 + 4 + 4 = 1 2 heceliler ile, dörtlükler şeklinde yazılmış, yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Dörtlüklerden mürekkep bâzı uzun manzumelerde her dörtlüğün sonundaki mısrâlann kafiyeli olması, bunların umûmî toplantılarda belli bir beste ile okunduğunu göstermektedir. San’at endişesine tamâmen yabancı ve lirizmden mahrum olan ve yalnız bir propaganda gayesi tâkip eden bu hikmet'ler, yalnız bozkırlarda değil, yesevîliğin bütün intişar sâhalarında sür'atle yayıldı; Türkistan’da, Hârezm’de, Volga boylarında, Anadolu’da birçok taklit ve tâkip edenler bularak, bu sûretle bütün Türk edebiyatında bir tasavvufî halk şiiri doğdu (Bk., Türk Edebiyatı, Hakim Ata, Mahdum Kuli, Tunus Emre maddeleri). Anadolu’da Yunus Emre’den başhyarak büsbütün başka bir mecrâ tâkip eden bu şiir nev’i, Orta-Asya, Hârezm, Volga sâhalarında sekiz asırdanberi mâhiyetini hiç değiştirmiyerek devam etmiş ve yüzlerce muakkip bulmuştur. Bediî bir kıymeti olmıyan bu hikmet'lerin, Türk halk kitleleri üzerinde asırlarca böyle te’sirli olabilmesinin sebeplerini kolayca îzâh edebiliriz. Hikmet’ler, başlıca iki unsurdan mürekkeptir: İslâmî, yâni dinî-sûfîyâne unsur ile millî, yâni eski Türk halk edebiyatından alınan unsur.. Birincisi ideolojide, İkincisi şekil ve vezinde daha bârizdir. Yeni, fakat ateşli Müslüman olan Seyhun Türkleri, eski halk edebiyatına yabancı olmıyan bu hikmet’lere kudsî bir mâhiyet veriyorlardı. Yesevî’nin büyük bir velî olması ve tarîkatinin sür’atli ve geniş inkişâfı, Yesevîlik âyinlerinde büyük yeri, bu hikmet’lerin asırlarca okunup ezberlenmesini intaç etti. Anadolu hâricinde Yesevî kült’ünün asırlarca hâkim olduğu coğrafî sâhalann, xx. asra kadar fikrî ve medenî bir uyanıklık gösteremeyerek, bilhassa xvı. asırdan sonra, gittikçe gerilemesi de Şark ve Şimal Türkleri arasında Yesevî te’sirini büsbütün kuvvetlendirmiş ve mütemadî Yesevî taklitçileri yetiştirmiştir. B ib liyo g ra fya : A — Kaynaklar. Ahme d Ye sevî ’ye ve yesevîliğe âit her türlü mes’eleler hakkmdaki kaynaklar, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adh eserimizde uzun uzun bahis mevzuu edilmiş ve orada istifade edilememiş olan bâzı mühim kayıtlar da bu makale içinde İZAHLAR me’hazları ile gösterilmiştir. Bunlara ek olarak, Farsça Fevâid-i H ad Bektaş Velî adlı küçük risalede Ahmed Yesevî’nin bâzı sözleri mevcut olduğu gibi (Hususi kütüphanemiz yazmaları arasında; eser hakkında tafsilât için bk. mad. Bektaşîye), K e m a l e d d i n Hü s e y i n Hârezmî ’nin Farsça Mesnevi Şerhi’nde de Yesevî’ye âit bâzı rivayetler vardır (Muhtelif kütüphanelerde yazmalarına tesadüf edilir). Upsala kütüphanesi yazmaları arasında nu. 472’deki mecmuada, Ahmed Yesevî ve Îsmâîl Ata’nm Neseb - nâme’leri, Ahmed Yesevî’nin sûfî Mehmed Danişmend tarafından toplanan sözlerini içine alan M ir’ât al-kulûb adlı risale vardır (Le Monde Oriental, xxıı. 1-3, Upsala 1928). Paris’te Millî Kütüphane Türkçe yazmaları arasındaki meşhur Nevâî külliyatı içinde (Supp., 316/317) Nasâ’ îm- al-mahabba adh Nafahât tercüme ve zeylinde, Nevâî, Ahmed Yesevî ile, bâzı yesevî şeyhleri hakkında malûmat vermektedir ki, şimdiye kadar bunlardan hiç faydalanamamıştır. Ahmed Yesevî ve yesevîlik hakkında bu makalemizde bilhassa istifade edilmiş olan diğer mühim bir kaynak da, Hâce Mevlâna Isfahânî lâkabı ile meşhur Fazlullâh b. Re v z B ih â n ’ın, 915’de yazılmış olan Mihman-nâme-i Buhârâ adh çok ehenmiyetli eseridir ki, ilim dünyâsına bugüne kadar meçhul kalmıştır (Nur-ı osmanîye Kütüphanesi, nu. 3431). B ■— Tedkikler. Ahmed Yesevî ve Yesevîlik hakkmdaki monografi, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıf lar (İstanbul, ıgıg^ın birinci kısmıdır (S. 1-201). Orada zikredilmiş olan muhtelif tedkiklere ek olarak, başlıca şunları kaydedelim: Ahmerov, Ahmed Yesevî Mescidinin Kitâbeleri (Kazan Üniversitesi, Arkeoloji, Târih ve Etnografya Cemiyeti Haberleri, 1895-1896, xn., s. 539-549); aynı mil., Ahmed Yesevî’nin Mührünün Tavsifi (ayn. esr.; 1895-1896, x i i i , 530-537; 1212 tarihli olan bu mührün bir isnaddan ibâret olduğu meydandadır). Orta ve ŞarkîAsya Tedkikleri Cemiyeti’ nin Rus Komitesi Haberleri (Petersburg, 1906), nu. 6, s. 23-25’te Vessel ovski y’nin bu mescid hakkında küçük bir makalesi varsa da, pek mühim değildir. M. Masson’un, 1930’da Taşkent’te neşredilen Ahmed Yesevî Türbesi adh makalesini göremedim. V . Go r d l e v s k i y ’nin 1932’de çıkan Hoca Ahmed Yesevî adh makalesinde (Festschrift Georg Jacob, Leipzig, 1932, 57-67), Ahmed Yesevî ve yesevîliğe âit İlk Mutasavvıflar’m. neşrinden sonra çıkan bütün Rusça makaleler hakkında malûmat verilmiştir. Kâşgar’daki dervişler arasında Yesevî hikmetleri’nin ehemmiyetine dair N . Lyko- İZAHLAR »99 c h i n ’ d e n h u l â s a e d i l e n Taşkent İşanları a d l ı m a k a l e y e b a k [RMM, x i i i., i , s. 134). F. Bab in ge r’in, Ahmed Yesevî’nin zamanı hakkında Josef Thı i r y ve J. N e m e t h ’i tenkidi (Der İslam, 1923, s. 106) , hiçbir kaynak gösterilmeden, aynen İlk Mutasavvıf la r'fan alınmıştır (krş., s. 135, not.). 6 8 . Y e n İ T e d k î k l e r İn NETİCELERİ Bütün bu mes’eleler hakkında daha etraflı mâlûmat almak için Türk Edebiyatı Tarihi’m ize bakınız. Türk edebiyatına ve umûmiyetle Türk kültürüne âit elimizdeki malzeme henüz çok az bulunduğundan, şimdiden bu hususlarda kat’î hükümler vermeğe imkân yoktur. Bu edebiyat hakkında otuz senelik çalışmalarımız sâyesinde meydana çıkardığımız birçok yeni ma l z e me ’nin, otuz sene evveline kadar bu mes’eleler hakkında Garp müsteşrıkları tarafından verilmiş hükümleri nasıl baştan başa değiştirmiş olduğu, ilim âlemince meçhûl değildir. İleride yapılacak araştırmaların da, bugünkü netîceleri değiştirecek yeni malzeme meydana çıkaracağından hiç şüphe etmemelidir. Esasen Barthold de, bütün ciddî ilim adamları gibi, bu husustaki mütâlâalarında ihtirazî kayıtlar koymayı ekseriya ihmâl etmemektedir. 69. M O Ğ O L L A R ’ IN TÜ RKLEŞM ESİ M o ğ o l l a r ’m, Türk ekseriyeti içinde dillerini unutarak sür’atle türkleşme’ leri, yalnız Alt ınordu ve Tür ki st an’a münhasır kalmamıştır; İ r an’da ve A n a d o l u ’da dahi aynı şeyi görüyoruz. Ba r t ho l d’ün zannettiği gibi, llhanîler zamanında Kel île ve Dimne’- nin M o ğ o l c a ’ya tercümesi, İran’daki Moğol zümrelerinin, Altınordu ve Tür ki st an sâhalarındaki Moğollar’dan daha sonra türkleştikleri’ne bir delil olamaz: Türkçe eserler de yazmış Kazvinl i bir Türk tarafından yapılan bu tercüme, sâdece, Moğol sarayına, veya büyük kumandanlarına hoş görünmek için yapılmış bir edebî tezâhür’dür. 200 İZAHLAR 7 0 . M o ğ o l E d e b İy a t i Moğol edebiyatı ve Kelile ve Dimne hakkında umûmî mâlûmat almak için bakınız : Türk Edebiyatı Tarihi, s. 262-264. İran ve Anadolu’da Moğol bakıyyeleri hakkmdaki araştırmamızda, Barthold’ü işgal eden bu türkleşme mes’elesi hakkında etraflı îzahat vardır. 7 1 . Y a z i c i o ğ l u Selçuknâme’si Barthold burada Yazicioğlu A lî ’nin Murad II. devrindeki Türkçe Selçuknâme's'mi kastediyor. Bu eser hakkında mâlûmat almak için Islâm Ansiklopedisindeki Türk edebiyatı mekalemizin xv. asır kısmına bakınız. 7 2 . Dede Korkut H îk â y e l e r î Barthold burada meşhûr Dede Korkut Hikâyelerini kastetmektedir. Bu hikâyeleri bugünkü dilimize çeviren eski talebem O rhan Şaik Gökyay, ona ilâve ettiği uzun bir mu k a d d i m e ’de bu hususta şimdiye kadar yapılan tedkikleri— ve o arada Ba r t h o l d ’ün tedkiklerini de— göstermektedir. Ancak, gerek dil ve edebiyat, gerek tarih bakımından, bu araştırmaların henüz çok az ve kifayetsiz olduğu unutulmamalıdır. Bu çok mühim, geniş mevzu üzerinde daha uzun yıllar briçok araştırıcıların çalışmaları îcabediyor. O ğ uznâme kelimesi hakkında îzahat almak için bakınız: Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, s. 277-283. * § Bu satırların yazıldığı yıllardan sonra, Dede Korkut ve Dede Korkut Hikâyelerine dair epeyi neşriyatta bulunuldu. Meselâ, bunun Vatican kütüphanesindeki nüshası hakkında, kıymetli Italyan müsteşriki Ettore Rossi tarafından 1951’de İstanbul’da toplanan Milletlerarası Müsteşrıklar Kongresi’nde malûmat verildikten sonra, bu ÎZAHLAR 201 metin ve İtalyanca tercümesi, mükemmel bir mukaddime ile neşredildi [// “ Kitab-ı Dede Qorqut„. Racconti epico Cavallereseki dei Turchi Oğuz, tradotti e annotati Com„ facsimile del ms. Vat. Turco 102, litta del Vaticano, 1952]. Bu eser hakkında Rus âlimlerinden W . M . Jirmunskiy tarafından, biri 1951’de Rusça türkoloji mecmuasında neşredilen Sirderyâ Boyunda Oğuzlar’a Dair izler (Belleten, c. xxv., nu. 99, s. 471-483) başlıklı makale ile, yine aynı muharririn 1958’de Sovyet Şark M ecmuasında çıkan Kitdb-ı Dede Korkut ve Oğuz Destanı Geleneği adlı diğer bir makalesi (Belleten, c. xxv., nu. 100, s. 610-629), bu mevzua âit tedkikler hakkında iyi bir hulâsa ve etraflı malûmat veriyor. Cenûbî Kafkasya’da teşekkül etmiş en eski Türk destanı olmak bakımından, Azerbaycan Cumhuriyeti ilim ve san’at âleminde lâyık olduğu ehemmiyetle ele alınan Dede Korkut hikâyeleri, 1951’den başlayarak bolşevizm ideolojisine aykırı bir kitap sayıldı ve ondan bahsetmek bile âdetâ bir günah oldu. Bu hususta, bolşevizm aleyhdârı mülteciler tarafından Münih’te neşrolunan The Caucasus mecmuasında basılan B. M . Mehmedzâde imzalı bir makaledeki izahları kısmen hulâsa, kısmen aynen nakletmek suretiyle buraya ilâve etmeyi faydalı bulduk: 1638’de seyahat eden Adam O ’Leary, Travels in Muscovy and Persia (Moskov, 1870) adlı eserinde Dede Korkut hakkında bilgi vermektedir. Golstin Sefârethânesi’nde kâtip bulunan Adam O ’Leary, Derbend dışında Kırklar Mezarhğı’nı görmüş, burada iki mukaddes Müslüman’ın mezarını da ziyaret etmiştir; bunlardan biri Phyr M u c h e r ’a, diğeri bir yokuş üzerinde olup Dede Korkut’a âittir. An’aneye göre, Dede Korkut, Muhammed’in akrabası ve çağdaşıdır. Bir başka rivayete göre, Muhammed’in vefatından üçyüz sene sonra yaşamıştır, imâm Korkut, daha sonra Kazan Han’a hizmet etmiş, ona kopuz çalmış ve harb şarkıları terennüm etmiştir. O ’Leary, Dede Korkut’un mezarını bir kurban bayramında ziyaret ederek, bu sırada, dışarıda türbesinin, içeride mezarının etrafında birçok kadınların ve kızların yürüyerek ibâdet ettiklerini görmüştür. O civar halkından topladığı bilgiye göre, Medes zamanında bu sâhada saltanat süren Kazan, Elbruz-dağı ötesindeki ve bugün birçok Yahudîler’in yaşadığı Tabasaran memleketinden gelmiştir ve Oğuz kabilesine mensuptur. Kazan’ın mezarı hâlen Tebriz’de, Acı-çay civarındadır; karısı B u rlea’nın mezarı, Urmia’da ve kırk adım uzunluğundadır. Acem 202 İZAHLAR ler, Oğuzlar’ın boyca, bugünkilerle mukayese edilince çok uzun olduğunu söylerler. O ’Leary’nin verdiği bu izahlar, ondan bir müddet sonra aynı yeri ziyaret eden E v liy â Ç e le b î’nin kaydettiği bilgiyi kuvvetlendirmektedir. Şüphesiz Kazan ve Burlea, Dede Korkut hikâyelerinde geçen Kazan ve karısı Burlea’dır. E b û ’ l- G a z ı Bahadır Hân’ın, Dede Korkut ve Salur Kazan’m, Muhammed’in ölümünden üçyüz yıl sonra Abbâsîler devrinde yaşadığını söylemesine dayanılarak, Dede Korkut’un x-xı. asır muharriri bulunduğu neticesine varılması ve bâzılarınm da, eski metinlere dayanarak, onun, Akkoyunlular devrinde yaşadığını söylemeleri bir kıymet ifade etmez. Dede Korkut’un, tarihî ve edebî olmak üzre iki şahsiyeti vardır: Menkabevî bir kahraman ve hikâyeleri söyleyen bir şâir.. R e ş îd -a l D în , Dede Korkut’un söylediklerinin, sözlerinin pek çok olduğunu kaydetmiştir. Bize kadar onikisi gelebilen bu hikâyelerin yazma nüshası Dresden Museum’dadır. Bu hikâyelerden, önce Almanlar ve Ruslar bahsetmiş, eser, 1916’da K ilis li R ifa t tarafından neşredilmiş, 1951’de, İstanbul’daki Musteşnklar Kongresi’nde E tto re R o ssi, Vatican’da bulunan yazma nüshaya dikkati çekmiştir. Dede Korkut hikâyeleri, 1950 yılma kadar, Sovyet Âzerbaycanı halkı arasında çok alâka uyandırmış, mekteplerde okutulmuştur. Bakû Üniversitesi’nden D e m irci-zâ d e, bunların, Azerbaycan folkloruna âit en eski hâtıralar olduğunu söylediği gibi, Dede Korkut’ taki hikâyelere dayanarak, bir piyes de yazdı; fakat, 1951’denberi bu telâkki değişmiştir: Kommunist Partisi umumî kâtibi Bagirov, parti kongresinde, Dede Korkut hikâyelerine gösterilen alâkanın, siyasî bakımdan atılan yanlış adımların en mühimi olduğunu resmen söyledi. Bu beyânattan sonra, felsefî ilimler doktorları, hemen, Dede Korkut’ un, han ve beylere, feodal lordların tasavvur ve fikirlerine karşı mücadele eden hakikî kahramanlan inkâr ettiği ve bu yüzden bu eserin halkçı değil, antipopular olduğu hakkında Literaturnaya Gazeta’da bir kampanya açtılar. Bu iddiâların, bunları ileri süren kimselerin kanaat ve düşüncelerini ifade etmediği, Moskova’dan verilen emirlere körükörüne itaatin bir ifadesi olduğu apaçıktır. Sovyetler Birliği’nin, 1947’deki X I. Edebiyat Konferansı, millî sektörden gelen raporlan müzakere ederek, Rus olmayan milletlerin İZAHLAR 203 edebiyatlarının çok tehlikeli bir yol tâkip etmekte olduğu neticesine vardı. Bu konferansta, Litunya, Latvia ve Estonya’nm, Avrupa kültürü karşısında mukavemetlerini muhafaza ettiği ileri sürüldü; U krayna, Şimalî Kafkasya, Azerbaycan, Türkistan, Gürcistan ve Ermenistan ise, mâzîlerinin idealizmine bağlılıkları yüzünden itham edildi. Boris Garbalov adh bir kommunist, X II. Kongre’de, Çarlık istilâsına karşı gelen Türkistan millî kahramanlarının idealizmleri ile alâkalı bir kitap münasebetiyle, Moskova nâmına, aşağıdaki dikkate değer beyanatta bulundu: “ Birleşik komşu milliyetler, ilk Rus imparatorluğu’nun meşrutî mülkiyeti sebebiyle ne oldu? Bu millî bir felâket mi, ileri bir adım mı idi? Bu suallere Marxist âlimler vâzih cevap veriyor: Eğer bu memleketler, meselâ Kazakistan (Şimal-i garbî Türkistan), Rusya’ya dâhil edilmiş olmasa idi, Çin, veya Hokand Hânları tarafından yutulmuş olacaktı ve sonunda Ingiltere’nin tuzağına düşecekti. Böyle olduğuna göre— ki şimdi de aynı vazıyet mevcuttur— bir kimse, nasıl olur da, bu millî melek’in kumandasındaki kahramanlık hikâyelerine, folklor ve edebiyata itibâr edebilir? Millî edebiyat, yalnız, Rusya ile ittifak ettiğinden dolayı feodal liderlerine karşı mücadele eden bu millî kahramanlarını mı idealize edecektir?,,. Yukarıdaki ifadelerle her nekadar Türkistan’a temas ediliyorsa da, kommunistlerin bu fikirleri başka milletlere de tatbik edilebilir. Onlarca, Rus olmayan halkın, kendi millî kahramanlarını öğmesi, bu millî kıymetleri ile iftihar etmesi bir cürüm sayılmaktadır. Bu sebeple, Kafkasya’nın büyük millî kahramanı Şeyh Şâm il, 1947’de, USSR ilimler Akademisi Tarih Enstitüsü’nde, Prof. A ce m y a n tarafından, “Britanya ve Türk casusu,, olarak itham edilmiştir. Diğer taraftan, Âzerbaycânî H ü se yin -o ğ lu , X IX . Asır Azerbaycan İçtimaî Fikir Tarihi adh eserinde, Şeyh Şâmil lehinde bir ifade kullandığı için, “ Çarlık zulmüne karşı mücadelede, feodal lordlara karşı koymada, köylüler imâm Şâmil’in yardımını kabul etti,, cümleleri dolayısıyle, bu müellif, bu kitabı için 1950’de Stalin Mükâfatı’nı kazanmıştır. Millî fikirle, Kommunist Partisi arasında uzun bir mücadele vardı. Sonunda, Kommunist Partisi Umumî Kâtibi Bagirov, Dede Korkut hikâyelerinin kanun dışı edildiğini, Şeyh Şâmil’i tebcîl eden kitabın da, 1950 Mayısı’nda men’edilerek, Stalin Mükâfatı’nm, müellifinden geri alındığını beyan etti. 2 0 4 İZAHLAR imâm Şâmil’in, yirmibeş yıl Rus mütecâvizlere karşı kahramanca mücadelesi, yalnız tarihin parlak bir sayfasını teşkil etmekle kalmaz; aynı zamanda Rus Iınparatorluğu’na karşı mücadelede de bir ilham ve cesaret kaynağıdır. Millî hürriyet uğrundaki bu mücadelede Şeyh Şâmil’in ölmez şahsiyeti, kızıl Kafkas istilâcılarına karşı bir tehdit olarak yaşamaktadır. Dede Korkut hikâyelerindeki, hücuma sebep teşkil eden motiflere gelince, bunlar ileri sürüldüğünden başka tarzdadır. Bu hikâyelerde günlük hayatla alâkalı ve zaman, mekân bakımından dünkü ve bugünkü Rusya’ya âit b.irşey yoktur. Dede Korkut zamanında, Rus milletinin herhangi bir hususta zikri geçmediği kat’î olarak söylenebilir; bu yüzden, bu hikâyelerde Rus işgaline ve buna mukavemete dair birşey bulunamaz; fakat Dede Korkut hikâyelerinde — tıbkı Şeyh Şâmil’in kahramanlık hikâyeleri gibi— askerlerden, kahramanlardan, parlak bir mâzîden bahsedilir. Moskova ise, millî hislere yol açan, millî fikirleri kuvvetlendiren bu gibi eserleri müsamaha ile karşılayamaz. Nitekim, Ukraynalı bir şâir olan S o y u ra ’nın, 1944’de yazdığı Ukrayna Aşkı adh eseri men’edilmiş, Rus olmayan halkın mâzîleri hakkmdaki diğer eserler de aynı âkıbete uğramıştır. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi, Moskova’da idarenin “ Şeklen sosyalist, kanaatçe millî,, esaslara bağlı olduğu bir lâftan ibarettir. U SSR ’de, 1950 senesine kadar muharrirler, lisâniyatçılar, resmî tarihçiler, Dede Korkut’ un tam mânasıyle bir halk hikâyesi olduğu, Azerbaycan’ın ahlâk ve an’anelerini, en üstün mânevî hususiyetlerini — hürriyet ve vatan sevgisini, sadakat ve cesaretlerini— parlak ve kuvvetli sûrette aksettirdiği fikrini tuttular. Bu sıralarda hükümet ve General Parti safhalarında da, Dede Korkut, bu hakikî mâhiyeti ile gözönüne alındı; Azerbaycan’a âit bir nesir antolojisinde, Azerbaycan edebiyatının en eski bir hâtırası olarak, Dede Korkut hikâyelerinden örneklere yer verildi. 1950’de, U SSR ilimler Akademisi tarafından, Dede Korkut’un Rusça tercümesi ayrı bir kitap hâlinde basıldı. U SSR Maarif Vekâleti de, Dede Korkut hakkında bilgi verilmesini mektep programlarına ve sekizinci sınıf müntehâbatına da bu hikâyelerden seçilmiş parçaları dâhil etti. Münevverler, muharrir ve münekkidler (meselâ, M . R a fili, M . R iz a K u li-z â d e , M . T a h m a sb v. b.), General Parti safları ile aynı tarzda hareket ederek, edebî neşriyat, tiyatro ve konser salonları vasıtasıyle, Dede Korkut’un, halkın mâzîye âit en zengin hâzinesi olduğunun propagandasını yaptı İz a h l a r 205 lar. D e m ir c i-z â d e , Dede Korkut'taki bir şiire dayanarak, çocuklar için Karaca Çoban adlı bir tiyatro, filârmonik orkestra için hususî bir konser programı ve R iz a K u li-z â d e , mevzularını Dede Korkut'tan aldığı birçok hikâyeler yazdı. 1950 yılına kadar bu böyle idi; fakat 1951’de her şey değişti. General Parti safı, keskin bir pro-rusian usûliyle hücuma geçince, tarihçe kıymetli varlıkları keşfedilen Rus olmayan halkları ve münevverleri, düşünür kimselerinden ve millî mâneviyâtmdan da ayırmak için bir temizleme hareketi başladı. U SSR ’de, bu gibi kıymetler esasen kolaylıkla ve çabucak keşfedilir; Parti, öğretilmesi lüzumlu şeyleri meydana çıkarır ve hükümet matbaası en elverişli bir vâız olarak, bu fikirleri öğerek neşreder ve dün beyaz olan şeyler, ertesi gün kara oluverir. Bu sûretle, “ Azerbaycan edebiyatının en eski hâtıraları,, sayılan Dede Korkut hikâyeleri, anti-popular, menfî te’sir yapan, politikaya aykırı, zararlı sayıldı. Mr. D. D ja fa ro v , bu fikirlerin, aşağıya aynen naklettiğimiz tarzda, Pravda gazetesinde (2 nd, August, 1951), propagandasını yaptı: “ Uzun zamandanberi, zararlı ve aksi te’sir yapan kitap, Dede Korkut, Azerbaycan’da millî bir hikâye kılığına bürünerek öğretildi. Bu kitabın sayfalarında halkın milliyetçi, pantürkişt görüşü, herhangibir başka şeye karşı meczûbâne bağlılığı medh yolu ile yayılmakta ve öğretilmektedir. Dede Korkut, Muhammed’in yağmacı harblerini medh ve halkı düşmanlığa, kan dökmeğe sevk etmektedir. Bunlar, pan-türkist milliyetçilerin, araştırmalarında daima yazdıkları gibi, Dede Korkut'un Türk-Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında bir harb hâlini aksettirdiği hususiyetine dikkati çeken hikâyelerdir,,. D . D ja fa r o v ’un bu makalesinde, biraz önce kaydettiğimiz ifadesinden anlaşıldığı gibi, Dede Korkut'un saltanattan al-aşağı edilmesi bir tarafa bırakılırsa, başlıca üç mes’ele ortaya çıkıyor: (1) Otuzbeş yıl “ tâlim,,e rağmen, burjuvazi-nasyonalizmi sökülüp atılmağa muvaffak olunamamıştır ve onun yer altı faâliyeti, kal’a dıvarında ok, tüfenk atmağa mahsus bacalar bulup, maksadına erişmek için uygun bir zemin bulmaktadır. (2) Dede Korkut, Hıristiyan halkla Müslümanlar arasında düşmanlığı dâvet etmektedir. (3) U SSR’de, Muhammed’i öğmekte hiç kimse haklı olamaz. D . D ja fa rov’un, “ Yabancı ve zararlı Dede Korkut hikâyelerinin, propagandasını yapmak, tâlimi ve telkîni, Azerbaycan dil ve edebiyatı otoriteleri için 206 İZAHLAR ağır bir hatâdır. Azerbaycan Kommunist Partisi Merkez Komitesi’- nin şefâati, Dede Korkut’un menfî te’sir yapan cevherlerini yaşatmağa yardım etmiş ve bu, pan-türkist ve buıjuvazi-nasyonalist propagandası için bir silâh vazifesini görmüştür,, cümleri ile bitirdiği bu makalesini, Sovyetler’in, tapılan eski kıymetleri gömmek siyâseti tam mânası ile tâkip etti. Parti emir verdi, Pravda gazetesi bu emirleri yaydı ve böylece Dede Korkut hikâyelerine birinci sınıf bir gömme merâsimi yapıldı ( The Caucasus, nu. 5/10, May, 1952). Ayrıca, F aru k Süm er’in, Ankara Üniversitesi D il ve TarihCoğrafya Fakültesi Dergisi’ndeki (C. xvn., nu. 3-4, 1959 s. 396-451; 1961’de çıkmıştır) yazısının Dede Korkut'a âit kısmına bakınız. Bundan başka bk., M u h arrem E rgin , Dede Korkut Kitabı, 1 — Giriş-Metin, Ankara, 1958. * 73. Battal G a zi M e n k a b e l e r î Bunlar hakkında şimdiye kadar ilim âlemince yapılan tedkiklerin neticelerini anlamak için Türk Edebiyatı Tarihi’m ize bakınız. Orada S ey y id B a tta l M e n k a b e le r i hakkında da îzahat vardır; mâmâfih, 1928’den, yâni eserimizin neşrinden sonra, bu S e yy id B a t t a l ve onunla a lâ k a lı birtakım m es’ elele r üzerinde, Bizans ve îslâm filolojisiyle meşgul muhtelif âlimler tarafından g a y e t mühim birtakım a r a ştırm a la r yapılmış ve oldukça zengin neşriyatta bulunulmuştur. îptida, 1929-1930’da M . H en ri G r e g o ir e tarafından Bizanslılar’ın meşhûr Akritas destaniyle Seyyid Battal arasındaki münasebetlerin tesbiti bakımından başlıyan tedkikler, ayrıca bununla Araplar’ın meşhûr Delhamma hikâyesi arasındaki münasebetlere de teşmil edilerek, M . C a n a r d , R . G oossens, P. K yrya k id £ s gibi âlimler tarafından bu hususta çok mühim neşriyat yapılmıştır. Avrupa’ nın muhtelif ak ad em ik neşriyatında ve İlmî kongrelerin za b ıtn â - m ele ri’nde ve bilhassa B y z a n tio n mecmuasında yapılan bu neşriyatı, bu son mecmuanın kolleksiyonunda tâkip etmek kaabildir. Bu tedkiklere göre, Türk Edebiyatı Tarihi’nde bu mes’ele hakkında ileri sürdüğümüz mütâlâaların birkısmını düzeltmek îcabediyor. Eldeki Seyyid Battal hikâyesinin bu şekliyle xıı. asra âit olacağını C a n a rd da söylemektedir. Bunun bir devamı demek olan meşhûr Dânişmerıd- İz a h l a r 207 nâme'nin, bu müdekkiklerin dikkatini celbetmemiş olması pek tabiîdir: Muhtelif kütüphanelerde birkaç yazmazsı bulunan bu Türkçe eser, basılmış olmadığı gibi, Garp dillerine tercüme de edilmemiştir. * § Dânişmend-nâme, son zamanlarda Garp’te de dikkati çekmiş, güzel bir mukaddime ve etraflı bir bibliyografya ilâve edilmek sûretiyle M . tr e n e M e l i k o f f tarafından Fransızca’ya çevrilmiştir. İstanbul’daki Fransız Arkeoloji Enstitüsü’nün Arkeoloji ve Tarih Serisi’nin onuncusu olarak 1960’da çıkan bu eser, Dânişmend-nâme hakkmdaki ilk ciddî tedkiktir (La geste de M alik Dânişmend, Paris, 1960); mütercim, buna ilâve olarak Türkçe metni de hazırlamaktadır. Şu son birkaç yılda Dânişmend-nâme hakkında Rusça bir eserin de basılmış bulunduğunu ilâve edelim. Bu kitabın neşrinden önce Dânişmendnâme hakkında yazılmış en etraflı tedkik olarak Anadolu Selçukluları Tarihinin Terli Kaynakları adh makalemizin (Belleten, nu. 27, 1943, s. 425-30) bu esere âit şu parçasını zikredebiliriz: T a r ih î R om a n la r. — Islâm edebiyatlarında kâfirler elinde bulunan büyük kıt’alarm Müslüman mücâhidler tarafından fethini tasvir eden, yahut kahramanlıkları ve zaferleri ile halk muhayyelesinde derin izler bırakmış kahramanların isimleri ve menkabeleri etrafında toplanan birtakım h alk h ik â y e le r i mevcuttur. Hamza-nâme, Battalnâme gibi, Anadolu Türkleri arasında çok eski zamanlardanberi yayılmış olan bu hikâyelerden bilhassa bir tanesi vardır ki, doğrudan doğruya Anadolu’da doğması ve mevzuu bakımından da D ân işm en dlile r hânedânı ile alâkalı olması itibânyle dikkatimizi çekmeğe lâyıktır. Bahsetmek istediğimiz bu eser, bir halk romanından başka birşey olmadığı hâlde, kullandıkları kaynakların tenkidini düşünmeyen eski ve yeni birçok tarihçiler tarafından âdeta bir v a k a y i‘ -n âm e gibi kullanılan Dânişmend-nâme adlı meşhur eserdir. Kıssa-i M elik Dânişmend, veya Kıssa-i Dânişmend G â zi nâmıyle tanınmış olan bu eser, Garp’te ve Türkiye’de muhtelif yazma nüzshaları bulunduğu hâlde1, 1 İstanbul’da M illet Kütüphânesi’nde (tarih kısmı, nu. 685), Niksar’da mevcut nüshadan I328’de istinsah edilmiş yeni bir nüsha, yine İstanbul Şehir K ütüp hânesi’nde M . Cevdet kitapları arasında 1016’da istinsah edilmiş diğer bir nüsha İ z a h l a r şimdiye kadar hususî bir tedkike mazhar olamamıştır2. T h . H outsma, Muhtasar İbn B ib i neşrinin mukaddimesinde, bunun târihî değil, m e n k a b e v î mâhiyetini göstermiş, Rus müsteşriki S m irn ov ise 1908’de çıkan bir makalesinde, Petersburg’daki nüshanın dil bakımından eskiliğini—- yâni hiç olmazsa x iii . asra âit olacağını— tesbit etmiş idi3. Ben de, Türk Edebiyatı Tarıhi'nde bu esere ayırdığım birkaç sayfada, bunun, “ B a tta l G a z i menkabelerinin bir devam ı mâhiyetinde olup, ideoloji bakımından ondan ayrılamayacağını, yalnız, m asal u n su rla rın ın bu sonuncuda d ah a az olduğunu,, söylemiştim 4. vardır. Leningrad U m um î Kütüphânesi’ndeki eksik nüsha 1032 tarihlidir (D o m , Catalogue des Manuscrits, nu. D L x xv m ). Paris’te M illî K ütüphâne Türkçe yazm aları arasında 317 numaradaki nüsha, 985’de istinsah edilmiş oiup, 1 8 X 2 5 ,5 santimetre büyüklüğünde 181 varaktan ibarettir; nazım ve nesir ile yazılmıştır ve m üellifi de tasrih edilmemektedir (E . B lo c h e t, Catalogue des Manuscrits Turcs, T om 1., Paris 1932, s. 136). H albuki Niksar nüshasında, eserin Ç e le b î M e h m e d 1. devrinde, T okatlı H a ş a n b . ‘ A l î tarafından yazıldığı tasrih edildiği gibi, ‘ lî, Mirkâd-at Cihâd’ında bunun M u r a d 1. devrinde ve onun emri ile T okat dizdârı ‘ A r i f ‘ A l î tarafından yeniden kaleme alındığını ve buna esas olan nüsharın da 642’de Sultan ‘ İ z z e d d in K e y k â v u s ıı.’un emriyle onun münşîsi İ b n - i ‘ A ’ â ’ tarafından yazılmış olduğunu söyler. K â t ip Ç e l e b î de Keşf-üz zünun'da ‘ lî’nin ifadesini tekrar etmektedir. M u r a d 1. devrinde T okat Osm anlılar’a âit olm adığı için, bunun M u r a d 11. olması daha akla yakındır. Osm anlı müverrihi C c n n â b î de, eserin m üellifi olarak, T okatlı İbn-i ‘A li’yi gösterir. Hususî kütüphânernizdeki nüshada bu hususta hiçbir kayıt yoktur. 2 Bu hususta yalnız Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabım ızda biraz malûmat vardır; Leningrad nüshasını tedkik etmiş olan Rus müsteşriki S m ir n o v , çelebi kelimesinin menşei ve mânası hakkm daki bir makalesinde, bu eserden pek sathî bir sûrette bahsetmiş ise de (gapiski, xviii, 2, s. 25-31), epeyi m ühim yanlışlarla dolu olan bu m akale hiç kimsenin dikkatini çekmemiştir. 3 T h . H o u t s m a ’nm bu doğru mütâlâasına rağmen, Dânijmend - nâme’den faydalanan ‘  l î , C e n n â b î ve H e z â r f e n H ü s e y in ’in eserleri, bu hususta bir kaynak olarak kullanılmıştır. 4 Dânişmendliler’in ve bilhassa büyük kahraman Dânişmend A h m e d G â z î’ nin şahsiyeti etrafında toplanan Dânişmend-nâme’ye göre, Ahm ed G âzî, S e y y id B a t t a l ile M alatya emîri Ö m e r ’in torunlarındandır. Bu eser, böylece, A n a d o lu fe t h i destanının Battal-nâme'yi tâkip eden ik in c i d a i r e (cycle) sini teşkil ediyor, ideoloji bakımından, bu iki destanın kahramanlarını biribirinden ayırm ak, hemen hemen imkânsız gibidir. A h m e d G â z î de, tıbkı dedesi B a tt a l G â z î gibi, tamam ıyle din î bir ideal, yâni gazâ ve cihâd ideali taşıyan, kazandığı ganimetlerden pay alm ayan, akla sığmaz kahram anlıklar gösteren bir a lp , bir g â z î ’dir. R ü ’yâsında İZAHLAR 209  r if A l î ’ n in D â n işm e n d -n â m e ’si.— Gerek doğrudan doğruya eserden, gerek bu hususta malûmat veren başka kaynaklardan öğrendiğimize göre, Anadolu’nun ilk büyük fâtihlerinden M e lik D ân işm en d A h m ed G â z î ’nin kahraman şahsiyeti ve A n a d o lu ’ daki gazâlan hakkında, daha xn. asırda, Anadolu halkı arasında destanî rivayetler dolaşıyordu. X III. asırda Selçuklu Sultanları Anadolu’yu kendi hâkimiyetleri altında birleştirdikten sonra, bir zamanlar çok kuvvetli rakipleri sayılan Dânişmendliler ailesinin son prenslerine karşı lûtufkâr bir siyâset tâkip ettiler; Seyyid Gâzî’deki B a tta l türbesi’nin inşâsı bu devre rastladığı gibi, Dânişmend-nâme’nin tertibi de yine bu sırada oldu5, ilim ve san’ata karşı alâkasız kalmayan Izze d - dîn K e y k â v u s ıı.’nin emri ile onun münşîsi Ib n ‘ A lâ , Dânişmend Gâzî rivayetlerinin en doğrularım toplayarak, Türk dili ile bu eseri vücûde getirdi. M u ra d n. devrinde, onun teşvik ve himayesi ile, millî an’anelerin tekrar canlandırılmasını hedef tutan fikrî ve edebî faâliyetler sırasında, Tokat kal'ası dizdân ‘ A lî, hükümdârın emri ile, m an zum parçalarla süslediği bu eseri, onyedi meclis üzerine yeniden tertip etti. Müellif, Ibn ‘Alâ’run eski eserinden bahsederken, bunun “ eski, karışık, tertipsiz olduğunu ve diline âdeta T ü r k ç e demlemeyeceğini,, söyler ki, dildeki bu eskilik (archaisme) izleri, ‘Alî’nin xvı. asır sonlarında istinsah edilmiş nüshalarında bile açıkça göze çarpmaktadır. X V I. asrın tanınmış tarihçisi Gelibolulu‘  lî, bu halk romanım esas tutmak üzre M irkâd al-Gihâd adh küçük bir D â n işm e n d lile r ta rih i vücûde getirdiği gibi, Füşûl-i hall-ü ‘Akd adh küçük eserinin Dânişmendliler kısmında da yine bu tarihî romanı bir k a yn a k olarak kullandı; bununla berâber, bu mühim menkabeler mecmuasını tarihî kaynak olarak kullanmakta ‘ lî yalmz kalmamış, C e n n â b î ve ondan naklen H e z â rfe n H ü se yin Efendi gibi en inanılabilecek tarihçiler sık-sık dedesini, veya Peygam ber’i görür; daim a Bağdâd’daki A b b â s î H a l î f e l e r i ile münasebettedir, ö ld ü receği düşmanı önce İslâm dinine dâvet etmek âdetidir. T r a b z o n R u m la r ı ve G ü r c ü le r , daim î düşmanlarıdır. Kendisi gibi bütün ordusu da şaraptan, eğlenceden, müslüm anlığa uym ayan şeylerden kaçınır. T ürkler arasında hâtırası asırlarca saklanan Horasanlı A b û M ü s lim ’in ve B a t t a l’ın bayrakları, Dânişmendliler ordusunda daim a taşınır {Türk Edebiyatı Tarihi, s. 304- 305). 5 Buna ilkönce P . V V ittek dikkat etmiştir (Der İslam, x x , 1931, s. 503). îslâm M ed a û jtli — X IV » 210 İZAHLAR de aynı hatâyı tekrarlamışlardır. Dânişmendli sikkeleri hakkında hakikaten mühim bir monografi yazan C a sa n o v a ile®, îslâm Ansiklopedisi1 nde bu sülâle hakkında güzel bir hulâsa neşreden J . H . M o rd tm ann ve en sonra J. L a u r e n t7 gibi âlimler, H e z â r fe n ’in Dânifmend-nâme’ye dayanan malûmatından, mâhiyetini az-çok bilmekle berâber, yine istifade etmişlerdir. Anadolu’da asırlarca, yalnız bir k a h ram an değil, fakat bir velî sıfatıyle de tebcil olunan ve menkabeleri halk arasında yaşayan D ân işm en d A h m ed G â z î ’ye âit bu edebî eserden, yahut buna benzer eserlerden, tarihî bakımdan da istifade etmek mümkündür. Bu türlü eserlerin mâhiyeti, ne zaman ve nasıl tesbit edildiği anlaşıldıktan sonra, tıbkı evliya menkabeleri için yapıldığı gibi, sıkı bir tenkidden geçirmek ve tarihî vesikalarla k a rşıla ştırm a k sûretiyle, bunları yaratan ve yaşatan içtimâi çevrenin id e o lo jisin i, yaşayış şartlarını, hulâsa, maddî ve mânevî yapısının birtakım hususiyetlerini öğrenmek daima mümkündür. Tarihî tenkîd'e riayet edilmek şartıyle, bu gibi halk romanlarından neler çıkarılabileceğine küçük bir misal verelim: Bu eserden anlaşıldığına göre, x i i -x i v . asırlardaki Anadolu gazileri, cihâda giderken, A b û M ü slim , B a tta l G â z î gibi, hâtıraları Anadolu Türkleri arasında daima yaşayan, îslâm kahramanlarına âit oldukları rivayet edilen gâ zî bayrakları taşıyorlardı; elimdeki bir Dânişmend-nâme nüshasında, bunlardan başka, ordunun önünde seyyidlerin ve şeyhlerin, yalın ayak dervişlerin de bulunduğu ve A b û îs h a k alemlerinin de taşındığı zikrediliyor8. Dânişmend GâzI’nin ordusundan bahsedilir8 P . C a s a n o v a , Revue Numismatique 3e serie xn, 1894, s. 307, 433; xm , 1895, s- 389; x ıv , 1895, s. 210-306. 7 J . L a u r e n t , Sur les Emir Danişmendites jusqu’en 1104, M e la n g e s l o r g a , Paris 1933, s. 499-506. 8 Bu küçiik, fakat çok m ühim parçayı olduğu gibi neşrediyoruz: Ç ü şubh-irdl zemîn-ü âsmânı Güneş nürîna gark-ittl cihanı Ç ü dağlar başı altun tâc-üründü K am û sahrâ sarü dlbâc büründü Y in e İslâm çerîsl d urm uş^ ld i A tâ blnüb yarağın görm üş^Idi G aziler kamu işlârin kılıblar İşit nıcâsı düzüldü A lıb ( p ) ’lar P es^ evvel yürüdü Seyyıd-i sâdât M eşâyih-zâde vü ehl-I se‘âdât D ahi bürehne serpâ nice derviş Y ü rüdl anlarım la yâd-ü biliş Başî altun ‘alemler elleründe H u d â’nun zikri her dem dillerimde Bu Âyet yâzılüdur her ‘alem de K i gören okuyan ölâ selemde İ z a h l a r 211 ken verilmekle berâber, ona âit olamayacağı ilk düşünüşte pek tabiî görülen bu tafsilât, M u ra d ıı. devrindeki Osmanlı ordusuna âit olabileceği gibi, ‘ îz z e d d in K e y k â v u s n. zamamndaki Selçuklu ordusuna da âit olabilir. Acaba, bu iki ihtimâlden hangisi daha kuvvetlidir? Bu tafsilâtı veren manzum parçanın, eserin ilk yazılışında mevcut olmayıp, bunun xv. asırdaki Osmanlı müellifi tarafından ilâve edildiği kuvvetli bir ihtimâl olarak düşünülebilir; çünkü, bu asırda Osmanlı ordularında d erviş zü m re le ri’nin bulunduğunu bildiğimiz gibi, bilhassa büyük Iran mutasavvıfı A b û Ish a k K â ze - rû n î tarîkatine mensup olup, İshâkîlar nâmı altında Anadolu’da mühim bir zümre teşkil eden m ü câ h id d e rv işle r’in, kendilerine mahsus bayraklarla, harblere iştirâk ettikleri de mechûlümüz değildir9, işte, Dânişmend-nâme nüshasındaki parça, bu bayrakların altın başlı olup, üzerlerinde altın sırma ile j j Z>\ ^ işlenmiş olduğunu bize öğretiyor. ,elshâkî dervişlerinin daha xnı. asrın başlarında Anadolu’ya yerleştiklerine,, âit yerli kaynaklarda şimdiye kadar hiçbir kayde tesadüf edilmemekle berâber, bu mücâhid dervişlerin S e lçu k lu la r devrinde Türk-Bizans sınırlarındaki devamlı gazâlara iştirâk ettiklerini kesin olarak bildiğimizden, yalnız ‘ îz z e d d in K e y k â v u s ıı. devrinde değil, hattâ D â n işm en d G â z î maiyyetindeki ordularda dahi bunların bulunmaları, hiç de imkânsız değildir. Yalnız, bunların b a y r a k la r ’ı hakkmdaki tafsilât, belki de, muharririn xv. asırdaki şahsî müşahedelerine göre verilmiş olabilir, işte, şu küçük misal de açıkça gösteriyor ki, bu gibi tarihî mâhiyette romanlardan bile, A b û İ s h â k ’m idî ol 'alem ler îşit al tunla ne yazmış kalem ler P es^ ö kü sen dahi Nasrun min-Allah K i nusrat vlre m ü’minlere A lla h D ahi hem ökıgil Feth-ün karîb'i K i kahr-Ide H udâ Ehl-I Sallb’i Bu parça, x v . asrın ilk yansında T ü rk nazm ının güzel örneklerinden biri sayıla b ilir; tarihî kıym eti ise, edebî kıym etinden de yüksektir. • İran’da daha fazla Kâzerûrıfye, yahut Mürşidiye adı ile şöhret kazanan bu eski tarikat ve onun A nadolu’da yayılışı hakkında ilk tedkik şu m akalem izdir: Abu Ishâq Kâzerûnl und die lshâqi-Dcrvische in Anatolien, Der Ulam, band x ıx ., H eft 1-2, 1930, s. 18-26. T arîkatin p îri olan A b û î s h â k K â z e r û n î ’nin menkabelerine âit Firdevs al-Mürşidlye adlı m ühim eser, Bibliotheca Islamica külliyatı arasında neşredildiği cihetle, bu hususta daha esaslı tedkikler yapılm ası m üm kün olacakür. G erek bu esere, gerek m uhtelif tarihî kaynaklarda tesadüf ettiğim iz oldukça bol yeni m alûm ata dayanarak, bu tarîkatin inkişaf tarihi ve bilhassa A n a d o lu ’daki rolü hakkında yeni bir tedkik neşredeceğiz. 212 İZAHLAR y a rd ım c ı b ir k a yn a k olarak istifade edilmek imkânı yok değildir. Eğer elimizde, bu eserin bütün nüshalarının karşılaştırılması ile yapılan tenkidli bir basım bulunsa idi, bu imkân, şüphesiz daha büyük olurdu 74. Dede Korkut T e d k İk l e r İ Yukarıda (not— 72’de) verilen izahata bakınız. Dede Korkut Hikâyelerinden dördünü Rusça’ya tercüme eden B arth o ld , bunlardan birisine ilâve ettiği küçük, fakat ehemmiyetli bir mukaddimede, bu kitaptaki oniki hikâyeden dokuzunun G ü r c ü le r, A b h a z la r ve T r a b z o n R u m la r ı’yle yapılan mücadelelere âit olduğunu, ikisinin (yâni D eli Dumrul ve Tepe-Göz’ ün) mitolojik mâhiyette bulunduğunu, son hikâyenin de O ğ u z la r ’ ın d â h ili m ü ca d e le le rin i tasvir ettiğini söylemekle berâber, hepsinin bir kül teşkil ettiğini ilâve ediyor ve diyor ki: “ Gerçi bu hikâyeler ayrı ayrı iseler de, bir kül teşkil ettiklerinde şüphe yoktur. Kahramanların isimleri, vasıflan ve karakterlerini ta’rif eden ibareler her vakit tekrar edilir. Her hikâyede, geçen hikâyedeki vâkıâlara işaret olunur. Üslûp hepsinde aynıdır. V ak’lar Şarkî Anadolu’da, geçer. Kahramanların mücadele ettikleri kâfirler Trabzon Rumları, Gürcüler ve Abhazlar’dır. Oğuzlar’ın büyük hakanı Bay ın d ır H a n ’dır; fakat, hikâyelerde onun kahramanhk gösterdiği yoktur. Baş kahraman, onun damadı S a lu r K a z a n ’dır... Bu destanın te’lif edildiği zamanı tâyin mümkün değildir. K o r k u t’un O sman lı hân e d ânı hakkmdaki tebşiri, eğer oraya sonradan sokulmuş değilse, gösterir ki, bu hikâyeler Osman Oğullan'nin K ü ç ü k A s y a ’ da lâ y ık ıy le k u v v e tle n m e sin d e n sonra tesbit olunmuştur. Yâni herhâlde Bayezid /.’den evvel değildir. Hikâyelerden birkaçının m evzu itib a r iy le daha eski olması elbette mümkündür. Trabzon İmparatorluğu ve Abhazlar ile Türkler’in mücadeleleri tasvirine nazaran, hikâyelerin xv. asırdan evvel teşek k ü l e ttik le r in i zannetmek kaabildir. Korkut'un tebşirleri ve şahsı hakkında olan sözler Y a z ıc ıo ğ lu ’- nun Selçuk Tarihi’nde kelime kelime geçer. Bu eser ise Murad II. devrinde yazılmıştır. Müverrihin bunu h a lk a n ’ an esi’nden almış olması, aksi ihtimâle nazaran, daha kuvvetlidir,,. İZAHLAR 213 B a rth o ld bundan sonra Korkut'un şahsiyeti hakkında, o za n ’lar hakkında kısaca mâlûmat verdiği gibi, Seyyid Battal romanıyle bu hikâyeler arasında bâzı mukayeseler yapıyor ve bunlardaki Şamanizm bakıyyelerine pek sathî sûrette işaret ettikten sonra, bunlarda k a d ın ’a verilen yüksek mevkiin, romantik T r a b z o n sa ra yı te’sirinden doğmuş olduğunu söylüyor. Onun gerek bu fikri, gerek Tepe-Göz menkabesinin Y u n a n lıla r ’daki meşhûr Polypheme menkabesinden alındığı hakkmdaki fikri, bizce hiç doğru değildir. Bütün bu mes’elelere dâir tedkiklerimizi ayn bir cild hâlinde neşredeceğiz. 75. A n a d o l u ’d a T a s a v v u f î T ü r k Şh r î B arth o ld , Türk dervişliğinin ve Türk sûfiyâne şiirinin, A n a dolu ’da daha müsait şartlar bularak müstakil bir inkişafa mazhar olduğunu söylemekle, bizim, iptida, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflarda. ileri sürdüğümüz fikirlere iştirâk etmiş oluyor. Bu husustaki muhtelif âmiller ve bu inkişafın mâhiyeti ve tâkip ettiği tekâmül yolu hakkında, orada bütün tafsilât vardır. Bu fikirlerin hulâsası için Türk Edebiyatı Tarihi’mizin xıı. mebhasine bakınız. 76. A n a d o l u ’d a D e v l e t D î l İ T ü r k ç e T ü r k ç e ’nin Anadolu’da resmî dil olması mes’elesi hakkında, şâir birçok müsteşrıklar gibi B a rth o ld ’ün fikri de doğru değildir. Bu hususta doğru mâlûmat almak için Türk Edebiyatı Tarihi’mize bakınız: S. 295-296. 77. A n a d o l u ’ d a E d e b î D i l T ü r k ç e A n a d o lu ’da teşekkül eden edebî dilin “ konuşma dilinden tamamen ayrı olup, halkça anlaşılmadığı,, hakkında B a rth o ld ’ün ileri sürdüğü iddia, xıx. asır Garp müsteşrıkları arasında hâkim olan çok y a n lış bir fikirdir ki, onların “ Türk yazı dilinin Anadolu’ daki tarihî tekâmülü,, hakkmdaki bilgisizliklerinden doğmuştur. 2 1 4 ÎZAHLAR Onlar, “ A n a d o lu ’daki edebî dil„ deyince, xvı.-xvıx. asır münşilerinin— Hümâyun-nâme müterciminin, yahut H o ca S a 'd e d d in ’in— hakikaten halkça an la şılm a sı im kân sız, yapma dilini kastediyorlardı; hâlbuki, xıv.-xv. asırlarda halkın kolayca anlıyabileceği tarzda yazılmış eserler pek çoktur. Devletin resmî muhabereleri, kanunları, yâni resmî dil dahi çok sâdedir ve aslâ yapma dil sayılamaz. Türk nesrinin — şimdiye kadar hiç bilinmiyen— tekâmülünü umûmî hatlanyle anlamak için îslâm Ansiklopedisi’ndeki T ü rk E d e b iy a tı mekalemize bakınız [Ayrıca bk., F u ad K ö p rü lü , M illî Edebiyat Cereyanının İlk Miibeşşirleri, İstanbul, 1928]. 7 8 . A n a d o l u ’ d a T ü r k S a n 'a t İ B a rth o ld ’ün, Konya’daki Selçukî eserleriyle Bursa’daki Osmanlı eserlerinin mîmârî üslûbunda “ Iran sa n ’ ati ile eski m ah a llî sa n ’ at te’sirlerini,,ileri sürmesi v e T ü r k h u sû siy etlerin d en hiç bahsetmemesi, yakın zamanlara kadar, îslâm san’ati ile uğraşan bütün âlimler arasında m üşterek bir kanaatti. Yukarıda (not - 27) da gösterdiğimiz veçhile, eski Türk san’ati unsurlarının îslâm san’atinin inkişafındaki rolünü bir m es’ ele o la ra k ortaya sürmek, daha pek yenidir. Her y en i san ’ at şekli, muhtelif unsurlarını muhtelif kaynaklardan iktibas etmiş olmakla berâber, yepyeni bir synthise (terkip)’dir. Selçuk ve Osmanlı mîmârîleri için de aynı şeyi düşünebiliriz. O sm a n lı devvri mîmârîsinin şahsî k a r a k te r le r i’ni iptida objektif bir şekilde meydana koyan Prof. A lb e r t G a b r ie l’in [les Mosquies de Constantinople, Syria, 1926, P. 353-419] bu tedkikı, o eski yanlış ve umûmî telâkkıylere mugayir olduğu cihetle, bâzıları tarafından garip olduğu kadar gülünç bir tarzda karşılanmıştı [G . de Jerp h an io n , Bulletin d ’Archeologie chretienne et Byzantine, Orientalia Christiana, Roma, 1928, N. 42, P. 142-144]. Eskidenbçri İsrarla söylediğim gibi, yalnız siyâ sî ta rih bakımından değil, k ü ltü r ta rih i bakımından da bir dönüm noktası sayabileceğimiz B ü yü k S elçu k îm p a r a to r lu ğ u ’nun kuruluşundan sonra, îslâm san’atinin tekâmülünde de bu te’siri aramak îcabeder. M . J . S a u v a g e t’nin küçük, fakat çok ehemmiyetli bir mekalesi, bu hususta yeni ufuklar gösterecek mâhiyettedir [Observations sur quelques mosquies seldjoukides, Anna- İZAHLAR les de l’Institut d’Etudes Orientales, Tome rv, 1938, P. 82-120] B a rth o ld bu mes’elede de kendi devrinin umûmî telâkkıylerinden ayrılamamıştır. 7 9 . H â r e z m ş a h l a r D e v r i M EDEN İYETİ H â r e zm şa h la r’m mütemâdi mücadelelerle geçen devirleri, medenî bakımdan, onların mühim işler yapmalarına mâni olmuştur. Esasen bu devleti, yalmz siyâsî değil, m ed en î bakımdan da B üyük S e lçu k îm p a r a to r lu ğ u ’nun bir is titâ le s i gibi görmek îcabeder. 80. T ü r k i s t a n ’d a T ü r k E d e b î D iü X III. asırda T ü r k is ta n ’da Türkçe’nin ed eb î d il olarak inkişafı hakkında B a rth o ld ’ün verdiği bu mâlûmat, daha geniş mikyasta, onun Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler’inde de mevcuttur [S. 133; daha falza tafsilât için: F u a d K ö p rü lü , Türk Edebiyatı Tarihi, s. 274]. 81. Tİmur D ev r i M EDENİYETİ T im u r devrinin mîmârî eserleri ve maddî haşmeti hakkında Islâm san’atine âit umûmî eserlerden başka, 1403-1406’da sefaretle onun yanına giden C la v ijo ’nun seyahatnâmesine de bakınız [G u y le S tran ge, Clavijo, Embassy to Tamerlan, London, 1928; bunun B. Ö m er R iz a D o ğ ru l tarafından Türkçe tercümesi Timur Devrinde Kadiks’den Semerkand’e Seyahat namiyle basılmıştır]. Bu devre âit umûmî mâhiyette tarihî îzahat için W . B a rth o ld ’ün Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler’ine (xn. ders) ve yine bu devirde Türk dil ve edebiyatının inkişafını anlamak için Türk Edebiyatı Tarihi’mize bakınız (S. 374-386). L . B o u v a t’nm, A . E . C a v a ig n a c ’in idaresi altında çıkan Umûmî Tarih silsilesinin sekizinci cildinin üçüncü cüz’ü olarak basılan l’Empire Mongol adh eseriyle, Journal Asiatiçue, c c v i i i , 1926, P. 193-299’da çıkan Essai sur la Civilisation Timouride adh mekalesi, 2IÖ İZAHLAR çok sathîdir ve B a rth o ld ’ün çok sert tenkidine uğramıştır. îslâm Ansiklopedisi'ne yine onun tarafından yazılan T im û r le n g ve T im ûrides maddeleri de çok sathîdir. 8 2 . U l u ğ B e y v e A l î K u ş ç u Bu mes’eleler hakkında, yukanki notta gösterdiğimiz eserlerden istifade olunabilir. Onlara ilâve olarak, yine B a rth o ld ’ün U lû ğ B ey ve Zaman 1 adh küçük kitabına da bakınız [B. A kdes N îm e t tarafından yapılan Türkçe tercümesi, 1930’da Türkiyat Enstitüsü tarafından bastırılmıştır]. U lû ğ B ey hakkında İslâm Ansikloped isin d e L . B o u va t tarafından 1932’de yazılan mekalede, onun A stronomideki mevkii hakkında faydalı mâlûmat vardır. 83- H E R A T ’ TA FİKİR VE S a n 'A T İNKİŞAFI H era t şehri, bilhassa Sultan H ü seyin B a y k a r a ’nm payitahtı olarak büyük ve haklı bir şöhret kazanmıştır. Devrinin kıymetli bir T ü rk şâiri olan bu hükümdâr, Timur ailesine mensup prenslerin çoğu gibi, yüksek bir k ü ltü re ve in ce b ir ze vk e sahipti; yazıdan, mûsikîden, resimden, hulâsa gü ze l sa n ’ a tle rin her şûb esin d en anlıyordu. îlim adamlarını, şâirleri, san’atkârları sevip himâye ediyor, büyük sûfîlere karşı samimî bir hürmet gösteriyordu. En yüksek fikir ve san’at adamlarını, şâirleri, mûsıkîşinaslan, hânendeleri, sâzendeleri meclisinde topluyordu. Büyük bir debdebe ve eğlence içinde geçen bu m eclisler, onun ölümünden sonra da, O rta - A sy a , îr a n ve O sm an lı memleketlerinde pek meşhurdu. Namına Türkçe ve Farsça birçok eserler yazılmış olması, fikrî yüksekliğine bir delildir. M îrh o n d , D e v le tşa h , E m îr S ü h e y lî gibi îran edebiyatının T ü rk neslinden olan birçok büyük şahsiyetleri, dâima onun himâyesini görmüşlerdir. B âb ü r’ün derin bir hürmetle bahsettiği bu hükümdâr, en ziyade, büyük îran şâiri C â m î’ye ve çocukluk arkadaşı A lî-Ş îr N e v â î’ye karşı hürmet ve sevgi gösteriyordu. Şimdiye kadar hiç bilinmiyen küçük bir risâlesinde N e v â î’ye karşı nasıl muhabbet beslediğini anlatmaktadır [Bu risâle husûsî kütüphânemizdedir]. İZAHLAR 217 H e ra t sarayı onun zamanında İstanbul’daki O sm a n lı s a r a y ıy la ve Osmanlı şâir ve âlimleriyle sıkı m ed en î m ü n a se b e tlerd e bulunmakta idi [Bu devirde H era t hakkında B a rth o ld ’ün aşağıda bahsettiğimiz M ir A lî-Şîr ve Siyâsî Hayatı adh mühim mekalesinde mâlûmat vardır. L . B o u v a t’nın Timurîler medeniyeti hakkmdaki eserinde verilen îzahat değersizdir. Avrupa’da ve İstanbul’da muhtelif yazmaları bulunan Hüseyin Baykara D îvâni nin 1926’da Baku'daki tab'ı çok fenadır], N e v â î ve C â m îd e dâhil olmak üzre, bütün muâsırlarının saygı ve sevgisini kazanan bu hükümdârın fik r î faâliyeti tedkika muhtaç olduğu gibi, onun devrindeki Herat'm bir ilim ve sa n ’ at m erkezi olarak tavsifi de — B a rth o ld ’ün kıymetli tedkikına rağmen— henüz yapılmış sayılamaz [Herat şehrinin tarihi hakkında B a r th o ld ’ün İran'ın Tarihî Coğrafyası (Rusça) adh mühim eserinde de mâlûmat vardır; biz bu hususta T â lib z â d e ’nin Farsça tercümesinden faydalandık. İslâm Ansiklopedisinde, 1916’da M . L o n g w o rth D am es tarafından yazılan H e ra t maddesi çok sathîdir]. Bu şehrin ve H ü se yin B a yk a ra devrinin İslâm m in y a tü r c ü lü ğ ü n ü n in k işa fı’ndaki rolü de çok mühimdir. 8 4 . A l î - Ş î r N e v â î Asırlarca Türk dünyasının her köşesinde eserleri okunan, sevilen, taklit edilen A lî-Ş îr N e v â î (1440/41-1501)’nin, Türk medeniyeti tarihinde tuttuğu yer, çok büyüktür. O sm a n lı İm p a ra to rlu ğu n u n kültür merkezlerinde, A k k o y u n lu la r ’ın ve sonra Safev île r ’in, Hindistan’daki T im u r île r ’in saraylarında, O r ta -A sy a , K ırım , V o lg a boyları Türkleri arasında asırlarca yaşayan bu şâir, Türkçe'nin Farsça'dan üstün olduğunu isbat için, bu iki dilin mukayesesi hakkında Muhâkeme't-ül-Lûgateyn adh bir de eser yazmıştı. Dîvanlarından, mesnevî tarzında manzûm romanlarından başka, tarih'e, edebiyat'a., ahlâk ve siyâset'e, tasavvuf'a âit birçok eserler ve tercümeler de bırakan bu büyük adamın ed e b î şah siyeti, henüz lâyıkıyle tedkik edilmiş değildir. B arth old , onun îran edebiyatını taklit'ten kurtulamadığını iddia etmekle berâber, yalnız bir m u k a llit olmakla k a lm a d ığ ın ı da îtiraf ediyor; hâlbuki, geniş, fakat çok sa th î bilgisi kendisini daimâ ya n lış n e tic e le r e götüren E. B lo ch et, bir 2 l8 İ z a h l a r eserinde, şâirimizin şiirlerini “ Ira n e d e b iy a tı’ndan kopye edilmiş k ıym e ts iz şeyler,, diye tavsiften çekinmemişti [Les Enlumimres des manuscrits orientaux de la Bibliotheque Nationale, Paris 1926, P. 95]. N e v â î’nin eserlerini o k u m ad an ve onunla büyük İran şâirlerinin eserlerini aslâ m u kayese etm eden verilen bu gibi çok c ü r ’ etli h ü k ü m ler’in hiçbir kıymeti yoktur. N e v â î, Türkçe ilk şuarâ te z k ir e s in i de yazmış olmak itibariyle, Türk edebiyat tarihçiliğinin de babası sayılabilir. N e v â î hakkında Rus ve Fransız müsteşrıkları tarafından o ld u k ça d ik k a te lâ y ık neşriyatta bulunulmuştur: 1856’da N ik its k i’nin şâirimize âit küçük bir biyografisinden beş yıl sonra, B elin onun uzunca bir biyografisini neşretti [Notice biographique et litteraire sur M ir A liChir-Nevâi, Journal Asiatique, no. 1,1861]. Bu 64 sahifelik küçük risâlenin sonunda, onun muhtelif eserlerinden parçalar alınıp neşredilmiştir (S. 65-158). Yine aynı müellif, 1866’da aynı mecmuanın 8’inci sayısında, onun— İstanbul’da 1289’da tab'edilen— Mahbûb-ül Kulûb adh kitabından hulâsa ve tercüme sûretiyle, 58 sahifelik bir mekale neşretmiştir [Caracteres, maximes et perısees de M ir Ali-Chir-Nevâî]. B e lin ’in birinci monografisi Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Buna dâir bakınız: [F u a d K ö p rü lü , Türk D ili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1934, s. 294]. E . B row n e’ın İran Edebiyatı Tarihi ile G ib b ’in Osmanlı Ş i‘ ri T a rihinde de sâdece B e lin ’in bu basit monografisinden istifade edilmiştir. 1926’da B ak û ’da Azerbaycan Edebiyat Cemiyeti tarafından N e vâ î’nin Münşeat'\, Vakfiyye' si bastırıldığı gibi, ona âit bir Mekaleler Mecmuası da neşredildi; lâkin bu basımlar İlm î şa rtla ra uygun olmaktan çok uzak olduğu gibi, yazılan mekalelerin hiçbiri de ciddî bir mâhiyette değildir. S a m o ilo v iç, 1926’da N e v â î’nin M îzân-ül Ev zan adh küçük risâlesini, L e n in g r a d K ü tü p h a n e s i’nin çıkardığı Orientalia adh mecmuada neşretti (S. 105-114). Lâkin, yen i ve çok kusurlu bir yazmaya istinad eden bu metin, çok bozuktur. Son senelerde N e v â î hakkmdaki en ciddî tedkikleri, Sovyet İlimler Akademisi tarafından 1928’de neşredilen M îr A lî- Ş î r adh mekaleler mecmuasında bulabiliriz. Burada E. B erthels, Nevâî ve Attâr adh mekalesinde, bu iki şâirin Mantık-ut Tayr mesnevilerini ciddî bir sûrette mukayese ederek “ N e v â î’nin A ttâ r ’ı tercüme etmiş olmadığını, onun eserinde muhitin ve zamanın bâriz te’sirleri ve husûsiyetleri göründüğünü,, söylemiştir (S. 24-82). B a r th o ld ’ün M îr A lî İZAHLAR 219 Şîr ve Siyâsî Hayatı adlı mekalesi (S. 100-164), bu hususta şimdiye kadar yazılanlarla kıyas kabûl etmiyecek kadar ehemmiyetli bir araştırmadır [Bunun A . C a fe ro ğ lu tarafından tercümesi Ü lk ü mecmuasının x. cildindedir]. Bunlara ilâve olarak, bizim A lî-Şîr Nevâî ve T e’sirleri adh küçük mekalemizi de zikredelim [ Türk D ili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, S. 257-266]. İslâm Ansiklopedisi’nde bu büyük Türk şâirinden bahsedilmediğini h a y r e tle ilâve edelim! * § Yukarıdaki satırların neşrinden, yâni 1940’danberi A lî - Ş îr N e v â î hakkında pek mühim yeni neşriyat yapılmıştır. Bunların başında, İslâm Ansiklopedisi’u m Türkçe neşrinde Prof. Z ek i V a lid î T o g a n tarafından yazılmış olan ‘A lî-Ş îr maddesini zikredebiliriz. Bu güzel ve etraflı hulâsa, bu mevzua âit yeni ve ehemmiyetli bilgileri de içine almaktadır. Nevâî hakkında dikkat ve ehemmiyetle zikre mecbur olduğumuz başlıca eser, onun 500’üncü doğum yıldönümü münasebetiyle, Sovyet İlimler Akademisi’nin Şarkıyyât Şûbesi tarafından hazırlanıp, 1946’da 253 sayfalık bir cilt hâlinde Moskova ve Leningrad’da basılmıştır. Bu ciltte Nevâî’ye âit sekiz makale vardır. Birinci makale (S. 5-30), Prof. A . 1. Y a k u b o v s k i tarafından yazılmış olup, burada Nevâî’nin yetişip büyüdüğü İçtimaî çevre ve bunun kültür seviyesi hakkında malûmat verilmekte, V . V . B a rth o ld ’ün A lî-Ş îr Nevâî ve Siyâsî Hayatı adh makalesi hakkında tenkid ve tashihler ileri sürülmektedir. B a rth o ld bu eski makalesinde, riyâzî ve tabiî ilimlere büyük kıymet veren geniş düşünceli S em erkan d m u h itin in p a r laklığım tebârüz ettiriyor, buna karşı, H e r a t’ta daha ziyade muhâfazakâr bir tasavvuf cereyânmın hâkim olduğunu ileri sürüyordu; halbuki Y a k u b o v s k i, Şâhrûh devrinde Herat’m büyük bir edebiyat ve san’at merkezi olduğunu, çok ihtişamlı binâlar yapıldığını, şehzâde B a y -S u n g u r ’un himayesi altında güzel san’atların, mîmârlığın, hattatlığın, minyatürcülüğün, mûsıkî’nin, tasavvuf felsefesinin büyük bir inkişaf gösterdiğini, Çin ve Hind ile karşılıklı hey’etler gönderilmek sûretiyle siyâsî ve medenî münâsebetlerin yeniden kurulduğunu söylüyor ki, tamamıyle haklıdır ve Sultan Hüseyin Baykara- 220 İZAHLAR N evâî devrinin ince zevkli, zengin, ma'mûr Herat'm m menşeini bilhassa Şâhrûh devrinde aramak lâzımdır. İkinci makale, Arap edebiyatının en büyük mütehassıslarından P rof. K r a c k o v s k i’nin Leylâ ve Mecnûn efsânesi hakkmdaki yazısıdır (S. 31-67). Büyük İran şâiri G e n c e li N iz â m ı ile Alî-Şîr Nevâî’ nin meşhur mesnevileri, bu efsaneye dayanmaktadır. Bu efsânenin İslâm dünyâsında rağbet görmeğe başlaması, bilhassa, Abbâsî halîfesi al-Muktadir zamanına rastlar. Sonradan İran ve Türk edebiyatlarında bu mevzu büyük ehemmiyet kazanmıştır. İşte, tanınmış müsteşrik P r o f B erth els, Nevâî ve N izâm i adh dördüncü makalede (S. 68-91), N e v â î’nin, evvelce N iz â m î tarafından yazılmış bâzı mesnevi mevzularını alıp işlediğini, fakat bunları basit bir tercüme zannetmenin büyük bir hatâ olduğunu söylüyor. Bundan önceki Nevâî Mecmuası'nda, ‘ A ttâ r ’m Lisân ütTayr'ı ile N e v â î’nin Mantık-ut Tayr'mı karşılaştırarak bu neticeye varan müellif, bu yeni yazısında da aynı görüşü müdâfaa ve aksi iddiâdaki bâzı Garp müsteşrıklarını tenkide devam ediyor. Dördüncü makale Özbek Edebiyatının Kurucusu Sıfâtiyle A lî-Ş îr Nevâî başlığım taşımakta olup, S. K . B o ro v k o v tarafından yazılmıştır (S. 92-120). Edebî, fakat bilhassa lisânî bakımdan dikkate lâyık olan bu makaledeki birtakım yanlışlıkları ve eksiklikleri burada zikredecek değiliz. Prof. Ahmed Câferoğlu, Edebiyat Fakültesi Türk D ili ve Edebiyatı D ergisinde, nereden aldığını tasrih etmemekle berâber, bu makalenin ne yazık ki çok karışık bir hulâsasını neşretmiştir. [ Çağatay Türkçesi ve Nevâî, c. 11, s. 141-154. — İslâm Ansiklopedisinin Türkçe basımındaki Çağatay Edebiyatı adlı geniş makale dikkatle okunursa, bütün bu yanlışlıklar düzeltilebilir]. Beşinci makale, Çağdaşlarının Rivâyetlerinde A lî-Ş îr Nevâî başlıklı olup, A . N . B o ld iro v tarafından yazılmıştır (S. 121-152). N e v â î’ nin şöhreti ve te’siri bakımından çok ehemmiyetli olan bu yazıda, başlıca, N e v â î’nin genç muâsırı V â s ıfî’nin Bedâyi-al vakâyi adh eserinden faydalanılmıştır. Tek yazma nüshası Leningrad’da İlimler Akademisi kütüphanesinin Asya Müzesi yazmaları arasında bulunan bu eşere dayanılarak yazılan bu makalenin ehemmiyeti meydandadır. Altıncı makale, A . A . S em en o v tarafından yazılmış olan Nevâî Devrine Âit Güzel El-yazmaları ve Bunların Yaratıcıları başlığı ÎZAHLAR 221 altında (S. 153-174); yedinci, ise X V . Asır Heratı’nın Tarihî Topografyası (S. 174-202) dır. Burada, N e v â î devrindeki Herat şehrinin mîmârî âbideleri, bağ ve bahçeleri, hiyâbanları, kanalları, çarşı ve pazarlan etraflı bir surette tavsif olunmaktadır. Sekizinci makale, S. L . V o lin tarafından yazılmış olup, Leningrad Kolleksiyonlannda Bulunan Nevâî El-yazmalarının Tavsifi başlıklı geniş bibliyografya makalesidir (S. 203-235). 85. B âbür Ş a h Henüz on yaşında iken F e r g a n a ’da babası — T im u r hafidlerinden— Ö m er Ş eyh M ir z a ’nın tahtına çıkarak, çok mâcerâlı bir hayat geçirdikten sonra, H in d is ta n ’da Avrupalılar’ın Büyük Moğol İmparatorluğu adını verdikleri m u azzam T ü r k d e v le tin i kuran Z a h îr -ü d D în M u h am m ed B âb ü r Şah (1483-1530), Çağatay lehçesiyle çok güzel şiirler yazan bir şâir ve Bâbür-nâme adh hâtıra ve seyahat mecmuasiyle yaşadığı devri çok canlı bir sûrette yaşatan emsâlsiz bir n esirci’dir. Hayatı mütemâdi mücadeleler ve mâcerâlar içinde geçen B âbür, azim ve cesaretini hiçbir felâketin kıramadığı büyük bir kum an dan , kudreti’ bir d e v le t a d a p u ’ydı; fakat, asıl şaşılacak cihet, bütün bu meşgûliyetleri arasında ilim ve san ’ a tle ciddî sûrette uğraşmağa vakit bulması ve kıymetli eserler bırakmasıdır. En meşhûr eseri olan Bâbür-nâme’nin epey eski bir Farsça tercümesinden başka, İngilizce ve Fransızca tercümeleri olduğu gibi, Türkçe metni de önce Kazan’da 1857’de Ilm in sk i tarafından, sonra da B e v e rid g e tarafından 1905’de (G. M. S., 1, Leyden) bastırılmıştır. Ilminski basımının Fransızca tercümesi, ı8 7 i’de P a v e t de Courte ille tarafından yapıldı; fakat, en mükemmel tercüme, zengin notları da ihtivâ eden son İngilizce tercümesidir [A. S. Beveridge, The Bâbur-nâma in English, 2 Vol; Loııdon 1922]. Bu hususta zengin bibliyografya malzemesini de ihtivâ eden bu tercümeye rağmen, Bâbür-nâme’ ye âit birtakım noktalar aydınlatılmış sayılamaz. Onun çok şahsî ve güzel şiirlerinden bâzı parçalar D en ison Ross tarafından Hindistan’da bastırılmış, daha sonra da S a m o ilo v iç tarafından 1917’de eksik bir Dîvân’ 1 Petrograd’da neşredilmiştir. Onun Risâle-ıV â lid iy y e Tercümesini ve birçok şiirlerini 1331’de M illî T e te b 222 İ z a h l a r b u 'la r M e cm u a sı’nda neşrettim (Sayı 1-5). Onun M übeyyen adlı şer‘î mes’elelere âit manzûm bir mesnevisi daha vardır ki, vaktiyle B er ezin tarafından bir parçası neşredilmiştir [İsmi şimdiye kadar doğru olarak tesbit edilemiyen bu esere, müellifi tarafından M üb eyyen adı verildiğini vaktiyle isbat etmiştim: Türk D ili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, s. 244-246]. Bâbür Şah’m bunlardan başka, bir de Arûz Risâlesi vardır ki, son zamanlara kadar meçhûl kalan bu eseri 1923’de Paris’te M illî Kütüphane yazmaları araşında bulup B âb ü r Şah ’a âit olduğunu anlamıştım [Paris’ten dönüşümde Tevhid-i efkâr gazetesinde çıkan bir yazımda bundan bahsetmiştim. 1927’- de Cumhuriyet gazetesinde çıkan T ü r k B ü yü k le ri adh mekalelerden birinde Bâbür Şah’tan bahsederken, onun bu risâlesini de zikretmiştim. B. D r. R iz a N ûr, 1931’de yazdığı bir mekalede, bu risâleyi k e n d isin in k e ş fe ttiğ in i söyledi; benim buna karşı Araştırmalar (S.340-344)’daki cevabıma da — kendisine mahsus bir tarzda— mukabele etti ve benim ıg28’de Paris’te bulunurken, bu risâleyi ken d isin den ö ğ r e n d iğ im i yazdı. 1923-1928 seneleri arasında muhtelif vesiylelerle yazılarımda zikrettiğim bir eseri, 1928’de öğrenmiş olmamı akıl kabûl edebilir mi?]. Bâbür Şah hakkında İslâm Ansiklopedisinde (C. 1) H u a rt tarafından yazılan mekalenin hiçbir kıymeti yoktur. Bu mevzûa âit en güzel monografi olarak, F ern a n d G re n a rd ’- ın şu eserini tavsiye edebiliriz: [Baber, fondateur de l'Empire des îndes, ed. Firmin-Didot]. Eserin sonunda — çok eksik olmakla berâber— faydalı bir bibliyografya da vardır. [ § Bâbür hakkında İslâm Ansikloped isin in Türkçe neşrinde çıkan makaleme bakınız]. 8 6 . S a d e D i l Osmanh dil ve edebiyatının mahsûlleri hakkında etraflı bilgisi olmıyan B a rth o ld bu mes’elede de aklanmıştır. Bir defa, Osmanh ediblerinin sâde dili kaba Türkçe diye tezyif etmeleri, umûmiyetle xv. asırdan sonradır. X IV .-X V . asırlarda, hattâ daha sonraları, Osmanh padişahlarının ve devlet adamlarının, kendi adlarına yazılacak eserlerin sâde bir d ille y a z ılm a s ın ı istediklerine dâir elimizde b irço k m isâller vardır. Bunlardan başka, klâsik edebiyatın bâzı meşhûr simâlannın da, arasıra, k ü lfe tli, ta s a n n u 'lu lisan İz a h l a r 223 a le y h in d e bulunduklarını biliyoruz [Tafsilât ve misâller için bakınız: F u a d K ö p rü lü , M illi Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri, İstanbul, 1928]. B a rth o ld ’ün yanıldığı diğer bir nokta daha, müelliflerden “ okumuş insanların seveceği ve aynı zamanda münevver olmıyanların da anlıyacağı şekilde yazı yazmalarını,, istemek, onun düşündüğü gibi, yalnız T im u r ’a veya Timur zamanına âit bir dilek değildir; çünkü, daha asırlarca evvel, Kâbûs-nâme müellifinin de ayn ı fik ird e o ld u ğun u görüyoruz [Kâbûs-nâme, S a îd N e fîs î tarafından bastırılan nüsha, Tahran 1312, s. 138]. 8 7 . X V . — X V I. A s i r d a İ s l â m D ü n y a s i n d a T ü r k H â k î m İy e t İ X V .— X V I. asırlar, Islâm dünyasının T ü r k h â k im iy e ti altında, bilhassa siyâsî bakımdan, yü ksek ve k u v v e tli bir devridir. Husûsiyle, T ü r k m ille tin in tarihte yarattığı en b ü yü k ve en d e v a m lı eser olan Osmanlı İmparatorluğu, Şark’ta S a fe v île r ’le uğraştığı hâlde, Garp’ta büyük zaferler kazanmakta ve bütün Avrupa devletlerini titretmekte idi. M ısır'dan sonra Cezayir ve Tunus'un da zap tiyle A k d e n iz — garbî kısım müstesna— âdeta b ir T ü r k d e n iz i hâline gelmişti. S a fe v île r ve H in d T im u r île r i de, aynı sûretle, bir yü k seliş devrinde idiler. Böyle, siyâsetçe çok kuvvetli bir vaz’ıyette, Islâm mütefekkirlerinin “ Islâm medeniyetinin ih tiy a r la m a s ı’ndan„ yahut “ İslâm kuvvetinin z a y ıfla m a s ı’ndan,, bahsetmelerine, tabiî, imkân yoktu. Bu devirde yetişen T ü r k m ü e llifle r i’nde bu d ü şü n cele rin tam z ıd d ın a tesadüf olunur. K a n u n î S ü le y m an’ın vezir-i âzami müverrih L û tfî Paşa, büyük tarihçi Ib n H a ldûn’un: “ devletlerin hayatını bir uzviyetin hayatına benzeterek, onların da her mahlûk gibi d o ğm a , b ü yü m e , ölm e safhalarından geçeceği,, hakkmdaki meşhur nazariyesine hiç tâbi olmıyarak, “ Islâm d in in in her asırda k e n d isin i y ü k se lte c e k bir kah ram an bulacağı,, hakkmdaki optimist nazariyeyi ileri sürüyor. Mâmâfih, bu, bâzılannın zannettiği gibi, iptida onun ta ra fın d a n ile ri sü rü lmüş birşey değildir; daha eski müelliflerde de a y n ı fikre tesadüf ediliyor. Imparatorlûk idaresindeki b o z u k lu k la r ı en sert bir şekilde ten k id eden L û tf Paşa ve müverrih Gelibolulu  lî, bunları 224 İZAHLAR çok e h em m iy etsiz birtakım âmillere isnad ederek, kolaylıkla ıslah e d ile c e k le r in i kat’î bir îmanla söylemektedirler, imparatorluğun daha sonraki inhitat asırlarında, bu in h ita t artık her sâhada çok bâriz bir sûrette görüldüğü hâlde bile, bunun sebeplerini araştıran müellifler, bunu daimâ â r ız î ve b a sit âmillere, bilhassa id â r î ve m âlî b o z u k lu k la r a isnad etmişler, ufak bir gayretle buna çâre b u lu n a b ile c e ğ i düşüncesinden vazgeçmemişlerdir. G a r p m e d e n iy e ti’- nin son asırlardaki ezici fâikıyyeti karşısında, bu, şüphesiz çok geri, çok d ar ve m u ta assıp bir görüş olmakla berâber, içtimâi bünyenin rû h î s a ğ la m lığ ın ı da gösterebilir. G a rp m e d e n iy e ti’nin Islâm medeniyetine nazaran y ü k s e k liğ in i kabûl demek olan Tanzimat devresinde bile, bu yüksekliğin sâdece m a d d î şey ler’e, tekn ik ’e münhasır olduğunu ve m â n e v î sâhada Islâm m e d e n iy e ti’nin ona fâ ik bulunduğunu iddia edenler pek çoktu! 88. O s m a n l i l a r ’i n A s k e r î T e k n i k Ü s t ü n l ü ğ ü X V . asırda G a r p â le m in in inkişafını hazırlıyan ik tis â d î ve iç tim â î sebepler, fik r î h a rek etler, herkesçe mâlûmdur. Yalnız şurasını kaydetmek isteriz ki, bilhassa askerî işlerd e, yâni ordu ve donanmaya âit hususlarda, G a rp â lem in d e vücude gelen her te k n ik te ra k k i, Osmanlı İmparatorluğu tarafından derhâl ik tib a s e d iliy o r , hattâ çok defa Avrupa’dakinden d ah a gen iş ve daha fa y d a lı şekilde kullanılıyordu. Devletin nihayetsiz kuvvet kaynakları, zengin vasıtaları bu imkânı kolaylıkla hazırlamakta idi. imparatorluğun c o ğ r a fî v a z ’ ıy e ti ve ethnik bünyesi de buna çok m üsaitti. Osmanh devletinin A k k o y u n lu la r ’a, M em lû k D e v le ti’ne, S a fe v île r ’e karşı kazandığı zaferlerde, bunun çok b ü yü k te ’ siri olmuştur. X V I. asırda G a r p d e v le tle r i ile olan mücadelelerde bile, Osmanlılar’ın askerî teknik bakımından onlardan ile ri oldukları iddia olunabilir. 8 9 . D e n iz YOLLARININ EHEMMİYETİ D e n iz y o lla r ı’nın ehemmiyeti, müslümanlar arasında eskidenberi bilindiği için, Kızıldeniz ve Basra Körfezi'ne hâkim olan ÎZAHLAR 225 Islâm devletleri H in d d en iz y o lla r ı’nın Avrupalılar 'tarafından kullanılmasından hiç memnun olmadılar ve buna karşı gelmeğe çalıştılar; fakat, M e m lû k le r’in ve O s m a n lıla r ’ın bu husustaki teşebbüsleri muvaffakiyetle neticelenemedi. (N o t-9 i)’de ayrıca bu mes’eleden bahsedeceğiz. Yalnız şunu da hemen söyliyelim ki, Basra K ö r fe z i lim a n la r ı’nın H in d is ta n ’la ticâreti uzun müddet devam ettiği gibi, Ç in ve H in d ile kara y o liy le yapılan kervan ti c âr e ti de birdenbire durm am ıştır. X V I. — X V II. asırlarda Osmanh Imparatorluğu’nda H in d is ta n ’la ve Ç in ’le ticâret yapan'zengin bir tâ c ir sın ıfı mevcuttu. Bu sınıfın, İr a n ’da da mevcut olduğunu biliyoruz. Gemi yapma mes’elesine gelince, Anadolu Türkleri x i i i.-x i v . asırlarda Karadeniz, Adalardenizi ve Akdeniz kıyılarında Bizanslılar’dan ve Italyanlar’dan öğrendikleri teknikle gemi yapmağa başlamışlardı. X V . asırda Osmanh hükümdârları yavaş yavaş buna büyük bir ehemmiyet verdiler. F â tih M eh m e d ’in ve S elim I.’in gayretleriyle Gelibolu ve bilhassa İstanbul tersâneleri, xvı. asırda muazzam bir in k iş a f gösterdi. Ayrıca Karadeniz'de de daha küçük mikyasta te r s â n e le r vardı ve buralarda başka memleketler için de gemiler yapılıyordu: 1590-1616 yıllan arasında V e n e d ik lile r ’in dışarıda yaptırdıkları yirmibeş gemiden d ö rd ü K a ra d en izv e biri İsta n b u l tersânelerinde yapılmıştı [F re d . C h a p in L ane, Venetian ships and shipbuilders o f the Renaissance, Baltimore 1934. Biz bu eser hakkında M. L u c ie n F e b v r e tarafından yapılan hulâsadan istifade ettik: Annales d'histoire economique et sociale, vol. vn, 1935, P. 83]. 9 0 . I s l â m D e n İz c İl İğ İ Umûmiyetle İslâ m d e n iz c iliğ i ve İslâm donanmaları hakkında Medenıyet-i Islâmiyye Tarihi (C. I, s. ı86)’nde mâlûmat vardır. Anadolu Türkleri’nin b a h rî k u v v e tle r i ve te ş k ilâ tı, K a p ta n P a ş a lık hakkında toplu mâlûmat için bakınız: F u a d K ö p rü lü , Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tc'siri Hakkında Bâzı M ülâhazalar, s. 205-207. İslâm Medeniyeti — X V - 226 İ z a h l a r 9 1 . H İn d D e n İz Y o l u Î ç î n M ü c a d e l e l e r C ih a n ta r ih i’ndeki büyük ehemmiyeti dolayısiyle, burada H in d is ta n d en iz y o lu ’nun A v r u p a lıla r tarafından bulunması ve Islâm d ü n y a sı’nm buna karşı aldığı v a z ’ ıy e t hakkında biraz mâlûmat vermeyi faydali buluyoruz. Avrupa’da yazılan um ûm î ta rih ’e âit eserlerde ve ayrıca ik tis â d î tarih kitaplarında bu hususta îzahata tesadüf edilir; lâkin bunlarda m es’ele yalnız b ir ceph esin d en görüldüğü için, biz burada daha gen iş bir görüşle mes’eleyi kısa ve toplu b ir şek ild e ortaya koymak istiyoruz. Evvelâ, Avrupa tarihçileri arasında çok yayılmış eski bir telâkkî’nin mâhiyetini anlatmakla işe başlıyalım: Birçok Garp kitaplarında, Avrupa’da xv. asırda tic â r î fa â liy e tin g e r ile m e si’ne ve bunun neticesi olarak — kara y o liy le Hind ve Çin ticâreti imkânı kalmadığı için — bir d en iz yo lu aranarak, bu sûretle Hind denizyolu’nun ve Amerika’nin bulunmasına, Osmanlı fiitû h â tı en büyük sebep olarak gösterilir. Bunlara göre, İstanbul’ un zaptı ve Karadeniz’in bir Türk gölü hâline gelmesi, sonra, Şarkî Akdeniz’in ve M ısır’ın O s m a n lı hâk im iy e tin e geçmesi, G a r b ’m Takın ve Uzak-Şark ile tic â r î m ünase b e tle rin i kırmış ve A v r u p a lıla r ’ı, yeni ticâret yollarım den iz’de aramaya mecbûr etmiştir! T ü r k le r aleyhinde Garp âlimleri arasında â priori yerleşmiş ve bir akıyde hâline gelmiş m en fî fik ir le r arasında, işte bu nazariye de vardır. Gerçi, Prof. N . lo r g a , Points de mıe sur l’histoire du commerce de l’ Orient â l ’epoque modeme (Paris, 1925) adh eserinde, bu m en fî fik ir le r ’in şiddetle aleyhinde bulunarak, böyle bir düşüncenin doğru o lm a d ığ ın ı göstermiştir; kezâlik H. H . G o w en de Histoire de l’Asie (Paris 1929, P. 99) adh kitabında A s y a ’ya giden d en iz y o lla r ın ın keşfin den bahsederken, acele bir tamim mahsûlü olan bu iddianın m ü b a lâ ğ a lı olduğunu ve bu deniz yolunun d a h a eski za m a n la rd a n b e r i araştırıldığını söylemekle berâber, “ O sm a n lı fü tû h â tı’nm çıkardığı müşkilât neticesinde Şark-Garp münasebetlerinin a z a ld ığ ın ı,, tekrardan geri durmamıştır. Osmanh fütûhâtmdan sonra tic â r î m ü n a se b e tlerin azalm ası, Osmanh devleti’nin bunu istem em esin d en ve bunun te’min edeceği b ü yü k fa y d a la r ı anlamamasından değil, tamamiyle onun iradesinden hariç başka seb ep lerd en ileri geliyordu. Muntazam teşkilâta mâlik ve ticâret yollarının kendi memleketinden geçme İz a h l a r 227 sinin te’min edeceği maddî faydalara tamamiyle vâkıf olan O s m a n lı d e v le ti, xv. - xvı. asırlarda, oldukça iyi bir tic â r î siy â se t tâkib etmiştir [îo r g a , aynı eser, s. 10-12]. X V . asrın son yıllarında, Afrika cenubundan Hindistan'a, giden deniz yolunun P o r te k iz le r tarafından keşfi, M ısır M e m lû k S u ltan la r ı’yle V e n e d ik ve C e n e v iz cumhuriyetleri için büyük bir d arb e oldu. H in d tic â r e ti, o zamana kadar, K illideniz veya Basra Körfezi yoliyle yapılıyor ve k e r v a n la r vasıtasiyle yine M e m lû k lc r ’e âit olan S u r iy e lim a n la r ı’na yahut İskenderiye'ye getirilerek, oradan V e n e d ik g e m ile r iy le Avrupa’ya taşmıyordu. S u r iy e -M ıs ır M e m lû k îm p a r a to r lu ğ u ’nun mâlî ve İktisadî refahı üzerinde bu tra n sit tic â r e ti çok büyük bir âmildi ve bu, xm .-xıv. asırlarda bile meçhûl değildi: î İh an lı lar, bu kuvvetli düşmanlarını zavıf düşürmek için, Basra Körfezi'nde bir filo yaptırarak, onları Hind Denizleri'nde tehdit etmek ve ticâretlerine mâni olmak istemişlerdi. Memlûk Sultanı K a n s u , P o r te k iz le r ’in K ızıldeniz'de ve Hind D enizleri'nde Mısır ticâretini mahveden bu b a h rî h â k im iy e tin i kırmak için, İslâm’ın m u k ad d es şe h irle r in in emniyetini muhafazada çok alâkadar olan Osmanh Sultanı B a y e z id I l.’in de kuvvetli müzâheretiyle, büyük bir gayretle çalışmış ve (1504-1517) yılları arasında Hind Denizleri'ne filo la r gön d erm işse de, muvaffak olamamıştır [M e m lû k le r ’in bu gayretleri hakkında tafsîlât M. S o b e rn h e im ’in İslâm Ansiklopedisi'ndeki Kansûh maddesindedir. Çok eksik olan bu mâlûmata ilâve olarak: S affet, Şark Levendleri, Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, nu. xxıv, s. 1529. K an su , Kızıldeniz'deki filosunu, Akdeniz'deki T ü r k k o rsa n la rın ın yardımı sâyesinde kurmuştu]. Bu teşebbüsü en ziyade teşvik eden V e n e d ik , Mısır hükümdârı’na gizli olarak s e fir le r yollamışsa da, bir Hıristiyan devletine karşı açıktan açığa m ü slü m a n la r la ittifa k cesaretini gösterememişti. Yalnız B a y e z id , Süveyş'te O s m a n lı tekn is iy e n le r in in nezareti altında, otuz galer yapılması için lâzım gelen malzeme ile birlikte, 300 demir top, 150 direk, 3000 kürek, kâfî miktarda yelken vesaire, ayrıca da sekiz gemi yollamıştı; bunları götürmeğe, meşhûr K e m a l R eis me’mur edilmişti [Bu hususta tafsîlât için bakınız: C h . Sch efer, Le Voyage d'Outremer de Jean T/ıenaud, Paris 1884, P. x l i v . - l v i . ; M as L a tr ie , Relations et commerce de l'Afriçue septentrionale au Moyen-âge, Paris 1886, P. 503-510]. 228 İZAHLAR Gerçi M ıs ır ’ın İk tisa d î refah ı, daha xıv. asır sonlarında yavaş yavaş in h ita ta yüz tutmuştu; müverrih M a k r îz î’nin birtakım kayıtlarından M ıs ır ’da s e r v e t’in eski devirlere nazaran a z a ld ığ ı, bâzı ç a rşıla rın u fa ld ığ ı anlaşılıyor. Hicrî 790-810 yılları arasında büyük ve devamlı bir İk tis â d i b u h ra n ’ın, memleketi oldukça sarstığını biliyoruz; fakat, mütemadi artan bu ik tis â d î in h it a t ’a rağmen, P o r te k iz le r ’in Hind Denizleri’ndeki hâkimiyeti elde etmelerinin, M e m lû k îm p a r a to r lu ğ u ’nu bir kat daha sarstığı muhakkaktır. A . N . P o liak , müverrih İb n Iy n s ’m küçük bir kaydına dayanarak, Hind denizyolu’nun keşfinden M e m lû k î m p a r a to r lu ğ u ’nun çok büyük bir m a d d î z a r a r g ö r m e d iğ i ve esasen bu ticâretin Mısır için iddia edildiği kadar e h e m m iy e tli o lm a d ığ ı fikrinde bulunuyor [Le Caractere feodal de l’Etat Mamelouk dans ses rapports avec la Horde d’ Or, Revue des Etudes lslamiques, 1935, m, P. 245]. Hâlbuki, yukarıdanberi anlattığımız veçhile, Hindistan’dan mal getiren ilk P o r te k iz gemisinin muvasalatı, V e n e d ik ’te nasıl korkunç bir akis uyandırmışsa, H in d d e n iz le r i’nde Mısır tic â r e t g e m ile r i’nin mahvedilmesi ve hattâ K ız ıld e n iz limanlarimn tehdidi, M ıs ır ’ da aynı heyecânı uyandırmış ve M e m lû k d e v le ti, derhâl her türlü vasıtalarla buna karşı k o y m a ğ a teşebbüs etmişti. Bu hususta kâfî bilgisi olmadığı ve V e n e d ik kaynaklarının M ıs ır ’ın bu devirdeki vaz’ıyeti hakkında verdikleri çok mühim mâlûmattan habersiz kaldığı anlaşılan N . P oH ak’ın bu iddiası, tamamiyle esassızdır [Yukarıdanberi zikrettiğimiz bütün müellifler, bu hususta müttefiktirler. Bu deniz yolunun keşfi, yalnız M e m lû k le r için değil, V e n e d ik devleti ve C e n û b î A lm a n y a memleketleri için de büyük bir darbe olmuştur. Yalnız, hemen tasrih edelim ki, yukarıda (not — 89) da söylediğimiz gibi, bu darbe, M ısır ve Suriye için bir yıldırım darbesi gibi a n î olmamış, te’sirini tabiaciyle y a v a ş y a v a ş göstermiştir. Nitekim, Akdeniz’in ticârî ehemmiyetinin ve Venedik’in iktisâdî hayatının birdenbire sö n m e d iğ in i de, bu devrin büyük mütehassısı H e n ri Hauser pek haklı olarak söylemektedir [La Modernite du xıve. sikle, Paris 1930, P. 91]. M ısır ve Suriye’ yi M e m lû k le r ’den alan kuvvetli O s m a n lı im p a r a to r lu ğ u , Akdeniz’de ve hiç olmazsa onun şark k ısm ın d a hâkimiyetini te’min ettiği gibi, K ızıld en iz’i de P o r te k iz tehdidinden kat’ î sûrette k u r ta rd ı: Onların bütün gavretlerine rağmen, ÎZAHLAR 229 xvı. asrın ortalarında O s m a n lıla r 155ı ’de Aden'i, 1552’de Maskot' 1 ele geçirdiler ve otuz yıldan fazla bir zaman için Arabistan yarımadasının cenup sularında P o r te k iz h â k im iy e tin e nihayet verdiler [H . V an der L in d en , l'Hegemonie Europienne, periode Italo-Espagnole, Histoire du monde, Tome x, Paris 1935, P. 96-97]. Basra Körfezi'nc de hâkim olan Osmanh İmparatorluğu, P îr î R e is’le M u ra d R e is’- in tâlihsiz seferlerinden sonra, Ş e y d i A lî R eis kumandasında bir donanma tertip ettiyse de (1553), önce harb ve sonrada bir fırtına, bu teşebbüsün de m u v a ffa k ıy e ts iz lik le neticelenmesine sebep oldu [H am m er, Osmanh Tarihi, Atâ Bey tercümesi, c. x, 33’üncü kitap, s. 119-121; Osmanh devleti’nin bu teşebbüsleri hakkında, ayrıca bakınız: S a ffet, B ir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi, Tarih-i Osmânî Encümeni Mecmuası, c. x, s. 610-613; S a ffet, Şark Levendi eri, aynı mecmua, nu. xxıv, s. 1531-1540]. Osmanlı devleti, Portekizler’e karşı kendisinden yardım isteyen Açe S u lta n in i yardım için (1568-69)’- de bir filo göndermişse de, bunun âkıbeti hakkında şimdilik birşey bilmiyoruz. Yalnız, Ş a m lı E bû B ekir’in Coğrafya'sında ve K â tib Ç e le b î’nin Cihannümâ'smda, A ç e (Açin) halkının T ü r k le r ’den “ top ve silâh yapmayı öğrendikleri,, kaydedilmektedir [S a ffe t Bey’in mekalelerine müracaat]. Bütün, bu gibi teşebbüslere rağmen, görülüyor ki, Osmanh imparatorluğu, d in î ve siy â sî hedefleri de gözönünde tutarak, Kızıldeniz’de hâkimiyetini te’sis etmişse de, H in d d en iz y o lu n u kapamağa muvaffak olamamıştır. Mürûc-iiz Z e^ müellifi M e s ‘ ûd î’nin H â rû n -ü r R e şîd devrinde bir aralık meydana çıktığından bahsettiği eski bir proje, Süveyş Kanalını açmak projesi ve Kızıldeniz'de ticârî faâliyeti çoğaltmak tasavvuru, x v i. - x v i i. asırlarda, S o k o llu M eh m ed Paşa — hattâ bâzı Avrupa devletleri— tarafından düşünüldü. Lâkin, bunlardan hiçbir netice çıkmadı [N . lo r g a , aynı eser, s. 74; P. M asson, Histoire du Commerce français dans le Levant au xvır. siecle, Paris 1897, P. 287]. Prof. M e lv in M . K n ig h t, Hind deniz yolu'nun keşfinden doğacak b ü yü k n e tic e le r in , ilk zamanlarda bütün şümûliyle idrâk edilemediğini söylüyor; onun fikrince, yalnız O sm a n lı d e v le ti değil, meselâ F ran sa ve İsp a n y a devletleri de bunu a n lıy a m; 1 ıkla 11 için, artık ehemmiyetini kaybetmekte bulunan İ ta ly a ve O ı -A v rupa p a z a r la r ı’nı ele geçirmek için lüzumsuz mücadeleleri n geri durmuyorlardı [Histoire Economique de l'Europe jusıju'a la fin du Moreıı- 230 İZAHLAR âge, Paris 1930, P. 175]. Biz bu fikrin yanlış olduğunu iddia edecek değiliz. Yalnız, S o k o llu gibi u z a ğ ı gören büyük devlet adamlarının değil, bâzı O s m a n lı m ü te fe k k ir le r in in de bu hususta neler düşündüklerini göstererek, onların — umûmiyetle zannolunduğu gibi— g a fil o lm a d ık la r ın ı anlatacağız. E m îr M e h m e d b in E m îr H as a n -a l S u 'û d î’nin, M u r a d m . namına 1580’de yazdığı— Amerika’ nın keşfine âit— Hadîs-i Nev yahut Tarih-i Hind-i Garbî adh eserde bu hususta mühim fikirler vardır: Müellif, deniz yollarını bulan A v r u p a lıla r ’ın Amerika ve Hindistan kıyılarına ve Hürmüz’ e yerleştiklerini, îslâm memleketlerini tazyik ve îslâm tic â r e tin i ih lâ l ettiklerini, büyük maddî faydalar te’min edecek olan bu işin O s m a n lı d e v l e t i tarafından da kolayca yapılabileceğini, Süveyş’te tertip edilecek bir filo ile A v r u p a lıla r ’ı Hind Denizleri’nden u z a k la ş tırm a k mümkün olacağım söylüyor ve S ü v ey ş kanalı’mn a ç ılm a sın ı tavsiye ediyor. Bu sûretle “ Hind ve Sind limanlarını zapt ile küffârı tard ve ora nefâis-i emtiasının kolayca p a y ita h ta îsâ li kabil olacağını,, anlatıyor [Biz, İb r a h im M ü te fe r r ik a tarafından bastırılmış'olan bu eserin — B a y e z id U m û m î K ü tü p h â n e s i’nde 4969 numarada kayıdlı— minyatürlü bir nüshasından istifade ettik]. Bundan kırkbeş yıl sonra, Ö m e r T â lib adh diğer bir müellif, bu yen i keşiflere ve d en iz tic â r e tin e âit olarak buna benzer mütâlâalarda bulunuyor: “ Şimdi A v r u p a lıla r bütün dünyayı öğrenip, her tarafta g e m ile r in i işletiyorlar; mühim is k e le le r i eld e ediyorlar. Evvelce, Hind ve Sind ve Çin mallan Süveyş’ e gelir ve m ü slü m a n la r vas ıta s iy le bütün dünyaya dağılırdı. Fakat, şimdi o mallar Portekiz, Hollanda, Ingiliz gemileriyle F r e n g is ta n ’a gidiyor ve oradan dünyaya yayılıyor Kendilerine lâzım olmıyan şeyleri İstanbul’ a ve şâir İslâm memleketleri’ ne götürüp beş m isli fi a tla satıyorlar ve bu yüzden b ü y ü k p a r a la r kazanıyorlar. Islâ m ü lk e le r i’nde a ltın ve güm üş bu yüzden azalmıştır. O s m a n lı d e v le ti Yemen sahillerini ve oradan geçen tic â r e ti ele geçirmelidir; yoksa, biraz zaman daha geçerse, A v r u p a lıla r Islâm memleketlerine h âkim olacaklardır,, [A . Z e k i V a lid î, Türkistan, s. 103]. Bütün bunlara ilâve olarak, S o k o llu ’nun Karadeniz’ le Hazar Denizi’ni biribirine bağlamak için Don ve Volga nehirleri vasıtasiyle bir kanal açıtrmağa teşebbüs ettiğini de söylemeliyiz. Tatbikat sâhasına geçip ep e yce ile r le d iğ i hâlde, bâzı sebeplerle geri k a la n bu te- İZAHLAR 231 şebbüs, onun, yalnız s iy â s î ve a sk erî bakımlardan değil, ticâret bakımından da büyük ehemmiyeti olan bu mes’eleyi çok iyi kavradığını göstermektedir; bu sûretle Karadeniz'le Ş im â lî İra n ve H a za rötesi memleketlerinin kolaylıkla irtibatı te’min edilecek, jf 'f S a f e v î devletine karşı, Osmanh İmparatorluğu’nun tabiî müttefiki olan sünnî O r t a - A s y a T ü r k H a n la r ı’yle irtibat kolaylaşarak, S a fe v île r ’i, icabında, Şimâlî İran'dan ve Şark’ tan vurmak imkânı hâsıl olacak, Ejderhan ve Kazan’ a. musallat olan M o sk o f Ç a r la r ı’na karşı daha te’sirli hareket imkânı elde edilecekti; fakat, bu büyük devlet adamının bu teşebbüsü de, S ü v e yş k a n a lın ı açm a k fikri gibi, neticesiz kaldı [Tafsilât için: A h m ed R efik , Bahr-i Hazar— Karadeniz Kanalı ve Ejderhan Seferi, Tarih-i-Osmânî Encümeni Mecmuası, nu. xm ı, s. 1-14]. O s m a n lı îm p a r a to r lu ğ u ’nun xvı. asırdaki iç ve dış t ic â r e ti ve yeni deniz yolları’ nin bu ticâret üzerine doğrudan doğruya veya dolayısiyle t e ’ sirleri, henüz c id d î bir şe k ild e araştırılmış değildir. Yukarıda zikrettiğimiz tic â r e t ta r ih i’ne âit eserlerde bu hususta verilen mâlûmat, ancak k ısm î mâhiyettedir ve bütün bu mes’elelerin, eldeki Türk kaynaklarından esaslı bir sûrette istifade edilerek yeniden araştırılması, m illî ta rih bakımından da, büyük bir ihtiyaçtır. * § Hind deniz-yolu’nun keşfinde Osmanh fütûhâtınm başlıca müessir olduğu hakkmdaki eski fikir ve mütâlâaların, artık bir kıymeti kalmadığını yukarıda izah ettik ve bu arada, xvı. asır Osmanh müelliflerinin bu husustaki birtakım görüşlerini de anlattık. Şimdi, buna ilâve olarak, mes’elenin hakikî mâhiyetini büsbütün gösterecek birtakım yeni neşriyatı da zikrederek, “ Osmanh fütûhâtınm dünyâ ticâreti üzerinde menfî te’sirleri,, olmadığını bir daha te’yid edelim: Tanınmış bir iktisâdî tarih âlimi diyor ki: “ Hind-yolu’nun aranmasına, Türkler’in İstanbul’u zabtı ve Hıristiyan tâcirlerine karşı gösterdikleri husûmetin sebep olduğu hakkında vaktiyle çok yayılmış olan nazariyeyi te’yid edecek hiçbir şey yoktur. P rof. L y b y e r, daha 1945’de [The Ottoman Turksand the Routesof OrientalTrade English Historical Review], bunun yanlışlığını, bahârat ticâretinde İstanbul’un hiçbir zaman 232 İ z a h l a r büyük bir ticâret merkezi olmadığım, esasen Umidbumu yolunun 1457’de bulunmuş olduğunu, Amerika’nın I4g2’de keşfedildiğini, böylece, Hindistan’a denizden gitmek hedefinin 1498’de tahakkuk ettiğini vaktiyle göstermişti; yine göstermişti ki Şark mallan Avrupa’da bu asırda eksilmemiş ve büyük keşiflerden önce biber fiyatı da düşmüştü [H e r b e rt H e a to n , Histoire Economique de VEurope, vol. 1, Paris 1950, p. 197-198]. Bir PolonyalI tarihçinin 1947’de Varşova’da Lehçe olarak neşrettiği K efe-Kınnida Ceneviz Colonisi adh eserini tenkid ve tahlil eden M. L o m b a rd , müellifin çok ihtiyatla ve sadece bir faraziye olarak ileri sürdüğü bir fikri, İstanbul’un fethinden sonra, yâni “ 1475’de Kefe’nin Ceneviz ticâretinin Şark’ta mühim bir merkezi olmaktan çıkması üzerine, Colomb’un Garp yolu ile Hind ve Çin’e çıkacak yeni yollar aradığı,, faraziyesini kat’iyyetle reddediyor; bu yolun, daha xıv. asır sonlarında aranmağa başladığını söylüyor ki, çok doğrudur. Son zamanlarda artık A le x a n d r e E c k ’den başka, İstanbul fethinin ticârî inkişaf üzerindeki menfî te’sirinden bahseden kimse kalmamıştır diyebiliriz. Bütün bu mes’eleier hakkında M. L o m b a rd , L o p e z gibi mütehassısların da müdâfaa ettikleri yeni görüşleri anlamak için V. M . G o d in lio ’nun Le Repli Venitien et Egyptien et la Route du Cap adh makalesine [büyük âlim L u c ie n F e b v r e ’e bir hürmet nişânesi olarak takdim edilen Eventail de Vhistoire vivante adh makaleler mecmuasının ikinci cildi (Paris 1953, s. 283-3oo)’ndeki ve bilhassa Fern an d B ra u d e l’in La Mediterranee et lemonde mediterraneen a, l ’epoque de Philippe 11. (Paris 1949) adh muazzam eserine bakınız. 9 2 . K e r v a n Y o l l a r i Yeni deniz yollarının ve bilhassa H in d d en iz y o lu ’nun bulunmasından sonra, Kervan yolları üstünde bulunan Sem erkan d, H e ra t gibi eski büyük şehirlerin nasıl küçülmeğe başladıkları, tedkika şâyan bir mes’eledir. Ancak (not 89)’da söylediğimiz gibi, bu '■ervan ticâreti birdenbire durmamış, eski faâliyet yavaş yavaş azalmıştır. ÎZAHLAR 233 9 3 . T Ü R K İY E ’ DE M A T B A A C IL IK G a r p lıla r tarafından bastırılan Türkçe kitaplar ve T ü r k iy e ’ de m a tb a a c ılık hakkında en toplu mâlûmat için bakınız: Selim N’üzhet, Türk Alatbaacılığı, İstanbul 1928. 94. D ’h ERBELOT’ n UN ANSİKLOPEDİSİ B a r t h o l d ’ün bahsettiği bu eser, D ’ H e r b e l o t ’nun meşhûr La Bibliotheçue Orienlal'idir ki, sonradan Visdclou tarafından buna bir zeyil yapılmıştır. 9 5 . O s m a n l i S a n 'a t İ Yukarıda (not 78)’de Osmanh mimarîsi hakkmdaki tedkiklerinden bahsettiğimiz Prof. A . Gabriel, orada zikredilen İstanbul Camileri hakkmdaki eserinde, bu san’atin en büyük mümessili olan Sinan hakkında şunları söylüyor: “ İstanbul’daki Türk mîmârî mektebi, Bizans'ın sâdece bir devamından ibâret değildir. X V . asırda Bizans te’siri aslâ görünmez. X V I. asırda görünen bu te’sirden Türk mîmârları sür’atle kurtuluyor; yeni şekiller ve yeni telâkkiler meydana çıkıyor. Muhtelif köklerden gelen muhtelif unsurlardan teşekkül etmekle berâber, İslâm san’ati tarihinde husûsî bir Türk san’ati vücut buluyor. Bu devir âbideleri, bilhassa, umûmî hey’etleri ve muhteşem te’sirleriyle temayüz ediyor. Henüz tarihî şahsiyetleri lâyıkıyle aydınlanamıyan mîmârlar arasında bilhassa Sinan, bu tekâmülde en çok hâkim olmuştur. Garp Renaissance'ın? hâkim olan telâkkilerle onun telâkkileri arasında sarih münasebetler vardır. O, bunu, G a r p ’taki kısa seyahati esnasında öğrenmiş değildir; o, Bizans’ın Ortazaman san’atini ihmâl ederek, Ayasofva'yı İlk zaman dehâsının bir eseri gibi telâkki etti. Ondan evvel Bayezid Camii'ni yapan mîmâr Kernâleddin de aynı yola girmişti. Herhalde Türk mîmârları, garp Renaissance' 111111 iistadları gibi, daha xvı. asırdanberi, yeni eserler yaratmak için m âz îd e 11 il 234 İZAHLAR ham almayı biliyorlardı,,. Aziz meslekdaşımın şâir birtakım yazılarında daha ziyade îzah ettiği bu mes’eleler ve bilhassa Sinan hakkında, ikimizin müşterek idaresi altında hazırlanıp basılmıya başlanan Sinan, Hayatı ve Eserleri adh büyük monografide etraflı îzahat bulunacaktır [Bu eser, Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilmektedir]. İstanbul’dan Mekke’ye giden büyük Hacc y o lu ’ndaki kervansaraylar hakkında mükemmel bir tedkik neşreden J . Sauvaget, Osmanh İmparatorluğumun Suriye’de yaptırdığı kervansarayların her yerde mahallî şartlara uygun ve san’at gayesi gözetilerek yapılmış mükemmel mîmârî eserleri olduğunu, bunlarda, meselâ E y y û b î ve M e m l û k kervansarayları gibi, sâdece amelî bir ihtiyaca tekabül maksadı tâkip edilmediğini tebârüz ettirmekte ve bu muazzam İmparatorluk san’ ati’ nin Bağdad’dan Budin’e ve Tunus’ a kadar b ü t ü n İ mp a r a t o r l u k s â h a l a r ı ’na yayılmış olduğunu söylemektedir [Les Caravanserails Syriens du Hadjdj de Corıstantinople, Ars Islamica, Vol. IV , 1937, P. 98-121]. 96. K â t İ b Ç e l e b î A v r u p a ’da daha fazla Hacı Kalfa (Hacı Halîfe) diye mârûf olan Kâtib Çelebî (1608-1657), yalnız Cihannümâ adh coğrafyasiyle değil, şâir birçok tarihî ve İlmî eserleriyle ve bilhassa Keşf-üz %unûn adh büyük bibliyografik eseriyle şöhret kazanmış bir müelliftir. Zamanına nazaran müsbet ve doğru düşüncelere sahip olan, müsbet ilimlere ve felsefî düşünüşe kıymet veren Kâtib Çelebî, Avrupa ilm i’ne de yabancı kalmamıştır. Onun hakkında memleketimizde yazılan birtakım yazılar, eskeriyetle çok mübalâğalı birer medhiye’- den başka birşey değildir [Bursalı Tâhir Bey’in basit bir bibliyografik rehber olan Kâtib Çelebî risâlesi, M . Cevdet Bey’in 1926- 1927’de Muallimler Mecmuası’nda çıkan yazıları gibi]. X V II. asnn bu ansiklopedist Türk müellifi hakkında en doğru bir fikir edinmek ve ona âit yapılan tedkikleri öğrenmek için bakınız [Abdülhak A d nan, La Science chez les Turcs Ottomans, Paris 1939, P. 102-120. 1915’de İslâm Ansiklopedisi’nde. J. H . Mordtmann tarafından yazılmış olan Hadjdji Khalifa maddesinden de oldukça istifade olunabilir]. İZAHLAR 235 § Haci Halîfe’nin M îzân-al Hak adlı küçük risalesi G. L. Levvis tarafından şu son yıllarda İngilizce’ye tercüme edildmişse de, gerek mukaddimesinde, gerek notlarında ilim dünyası için yeni bir malûmat yoktur. Yine Kâtib Çelebî hakkından 1957’de, T. T . Kurumu tarafından basılan Kâtib Çelebî, Hayatı ve Eserleri Hakkında incelemeler adh makaleler mecmuasında, Orhan Şayık Gökyay tarafından yazılan mufassal biyografi bir tarafa bırakılırsa, birşeye tesadüf edilemez. 9 7 . E v l İ y â Ç e l e b î X V II. asrın büyük seyyahı Evliyâ Çelebî hakkında Bar-*t h o l d ’ün medihleri çok yerindedir. On cildlik büyük Seyahatnâme'si — İlmî icaplara hiç riayet edilmeden basılmış olmakla berâber— o asır Osmanlı Tarihi için emsâlsiz bir kaynaktır. Sade ve güzel bir dille yazılan bu eser, edebî bakımdan da, baçlıbaşına bir kıymettir. Câhil bir adam olmamakla berâber, basit bir tahsil gören ve edebî mâlûmatı oldukça sathî bulunan Evliyâ Çelebî, kuvvetli bir tecessüs hassasına ve mükemmel bir müşahede kabiliyetine mâliktir: Gezdiği memleketlerin, gördüğü şehirlerin vaz’ıyetini, husûsiyetini, büyük binalarını, kitâbelerini, halkın hayat ve itikatlarını, kıyafetlerini, hattâ lehçelerini bâzan mübalâğalı bir şekilde tesbit etmiştir. işittiği halk rivâyetlerini, menkabeleri — bâzı tarihî bir hakikat, bâzı da kendi müşahedeleri tarzında— nakleder. Bâzan eski coğrafî ve tarihî eserlerden aldığı mâlûmatı, kendi müşahedesi mahsûlü gibi göstermekten çekinmez. Hayatına âit birtakım tafsilât, bilhassa hükümdârlarla ve büyük ricâl ile mülâkatları, sonra Şimâl Denizi kıyılarına kadar seyahati hakkmdaki ifadeleri, şüphesiz, uy dur m a’- dır. Birçok tavsifleri, âdeta bir klişe mâhiyetindedir. Mâceralarım daha fazla bir zevk ile okutmak için yaptığı bu gibi hareketler, o devrin psikolojisine göre, mâzûr görülmek îcabeder. Bâzı Macar tarihçileri’ııin onun Seyahatnâmesi hakkmdaki çok sert tenkidlerı, biraz haksızdır. Bütün tarihî kaynaklar gibi, bu mühim Seyahatnâme de daimâ tenkid fikriyle mücehhez olarak kullanılmak lâzımdır; lâkin, bütün bunlara rağmen, bu eserin xvn. asır Osmanlı hayatını anlamak için emsâlsiz bir kaynak olduğu muhakkaktır [ 1 £) 13’^e ^s~ lâm Ansiklopedisinde J. H . Mordtmann tarafından yazılmış olan 236 İz a h l a r Evliyâ Çelebî maddesi, sathîdir. Bu hususta en etraflı bibliyografik mâlûmatı ve eserin mâhiyeti hakkında nisbeten en doğru mütalâaları, F. T a e s c h n e r ’in 1923’de (Z. D. M. G., Band 77.) çıkan Osmanlılar’- da C o ğ ra fy a adh mekalesinde bulmak kaabildir; Türkçe tercümesi: Türkiyat Mecmuası, c. 11, s. 301-305]. Seyahat nâme'nin muhtelif parçalan muhtelif dillere tercüme edilmiştir ki, bunlar hakkında, tam olmamakla berâber, T a e s c h n e r ’in mekalesinde kâfî mâlûmat vardır; mâmâfih, bu mekalenin intişarından sonra da, Seyahatnâme’den tercüme edilerek neşrolunan muhtelif mekale ve risâleler vardır: Farmer, D e n y , B a b i n g e r , W. K ö h l e r , Şapşal, S a k ı z y a n ve daha başkalarının yazılan gibi.. Dilimizde E v l i y â Ç e l e b î ’ye âit ciddî bir mekale bile olmadığını esefle kaydetmeliyiz. ♦ § Evliyâ Çelebî hakkında en iyi ve doğru hulâsa olarak Cavid Bay s un’un, İslâm Ansiklopedisinin Türkçe neşrindeki Evliyâ Çelebî makalesine bakınız. Onun neşrinden sonra Garp dillerinde E v l i y â Ç e l e b î ’ye âit bâzı neşriyat daha yapılmış ve Setahat-nâme'sinden bâzı parçalar daha tercüme edilmiştir. 98. Ş â h A b b â s -i S a f e v î Safevî saltanatının ve İran’ın en parlak devri olan Şah Abbâs devri ve bu büyük hükümdânn şahsiyeti hakkında, ciddî bir araştırma yapılmamıştır. Bu husustaki Şark ve Garp kaynaklarının pek mebzûl olmasına rağmen, bu ihmâl hayrete şâyandır. A . Be Han’ ın Chah Abbas (Paris 1933) adh eseri, İlmî bir mahsûl sayılamaz. S a fev î devleti’nin tribal teşkilâtım bozup, O s m a n l ı î m p a r a t o r l u ğ u ’nu takliden merkeziyetçi bir devlet hâline getirmeğe çalışan bu hükümdâr, her mânasiyle tedkike şâyan bir tarihî simâdır. İran ve Azerbaycan Türkleri’nin halk e d e b i y a t ı ’nda hâlâ yaşıyan Şah A b b â s ’ın, bu husûsiyeti hakkında Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi adh eserimizde Abbâs maddesinde kâfî îzahat vardır. ÎZAHLAR 237 9 9 . H İN D İS T A N ’ D A B  B Ü R L Ü L E R Avrupalılar’ın Büyük Moğol İmparatorluğu dedikleri bu Türk İmparatorluğu’na, Timurlular ve daha doğrusu Bâbürlüler İmparatorluğu adını vermek daha uygun olur. Bunların eskidenberi, âdeta bir masal hâlini almış olan servetleri, debdebeleri hakkında birçok mübalâğalı rivâyetler vardır. 1871’de M. E d w a r d T h o m a s bunların vâridat kaynakları hakkında yaptığı bir tedkikte şu neticelere varmıştı: Ekber Ş a h ’ın xvı. asır sonlarındaki vâridatı 42 milyon İngiliz lirasıydı; 1609-161 ı ’de Cihangir devrinde bu vâridat 50 milyona, 1695’de Avrangzîb zamanında ise 77,5-80 milyona varmıştı [H . Sumner Maine, Etudes sur Vhistoire du droit, Paris 1889, P. 561-564]. Osmanh sarayıyle daima dostça münasebetlerde bulunan bu İmparatorluk ile Osmanh Türkleri arasında kültür münasebetleri de vardı: İstanbul’dan giden Mîmâr Sinan çıraklarının Hind mîmârîsindcki hizmetleri mâlûm olduğu gibi, bâzı Osmanh şâirlerinin Hind saraylarınca da tanınmış olduğunu biliyoruz. Bâbürîler hanedânına mensup Kâmran Mirza gibi birtakım prenslerin— Bâbür Ş a h ’ı tâkipederek— T ü r k ç e şiirler yazdıkları, dîvanlar tertip ettikleri ve bu yüksek Türk aristokrasisi etrafında Türkçe şiirler yazan birtakım şâirler yetiştiği, hattâ büyük devlet adamlarından bâzılarının d a — meselâ hanlar hanı lâkaplı meşhûr Bayram Han gibi— Türkçe dîvanlar vücude getirdikleri mâlûmdur. Ayrıca, Türkçe'nin yüksek aristokrasi dili olması münasebetiyle Türk diline âit birtakım lügat ve gramer kitapları yazıldığını, hattâ bâzılarının Farsça-Türkçe karışık— eski edebiyat ıstılahında mülemma'' denilen tarzda— manzûmeler vücude getirdiklerini de biliyoruz. Hulâsa olarak, xvı. asırda, O s ma n l ı ve Sa f e v î sarayları etrafında olduğu gibi, Bâbürîler sarayı etrafında da klâsik Türk edebiyatı'nin inkişaf ettiğini söyliyebiliriz. Daha eski kökleri olan, yâni Hindistan'da. daha evvelki asırlarda kurulmuş T ü r k D e v l e t l e r i ’ndeıı kalma an’ anelere ve şâir Türk sâhalariyle d a i m î kül t ür mt i nas e be t l c r i ’ne istinad eden bu edebî inkişaf hakkında, ayrıca bir tedkik neşredeceğiz. 238 İz a h l a r 10 0 . Ç İ n - T ü r k İs t a n i S a n 'a t î İslâm Ansiklopedisi'nde Prof. Martin Hartmann tarafından yazılmış Ç in maddesine, F . Gr e n a r d’ın Le Turkestan et le Tibet (Paris ı8g9)’ine bakınız. Ayrıca, B a r t h o l d ’ün Orta-Asya hakkında muhtelif tedkıklerine ve bilhassa Türkistan Medeniyeti Tarihi ve Türkistan'da Sulama İşleri Tarihi adh mühim kitaplarına da müracaat olunabilir. 1 0 1 . O s m a n l i İ m p a r a t o r l u ğ u H a k k i n d a Y a n l i ş F İk İr l e r B a r t h o l d ’ün Osmanh Tarihi hakkmdaki sair birtakım fikirleri gibi, “ Osmanh hânedânmın başlangıçta din ile o kadar bağlı olmayıp serbest dervişlik te’sirinde bulunduğu ve sonradan harbçi İslâm an’anesini canlandırmak mecburiyetinde kaldığı,, hakkmdaki fikri de yanlıştır. O, bu eserini yazdığı esnada, bu hususta bütün Avrupa müsteşrıklarmca bir müteârife gibi kabûl edilmiş fikirleri tabiatiyle tekrar etmiştir. Bu mes’eleler hakkında şahsî tedkikleri olmadığı için, başka türlü de yapamazdı. Bizim sonraki tedkiklerimizde ve bilhassa Anadolu'da İslâmiyet adh mekalemizde, bu mes’elelerin — o zamana kadar zannolunduğundan— büsbütün başka mâhiyette olduğu etrafiyle meydana çıkarılmıştır. İslâm Ansiklopedisindeki Türk maddesinde, Osmanh tarihi hakkmdaki güzel hulâsayı yazan J. H. K r amer s, bu husustaki fikirlerimizi tamamiyle kabûl ve tekrar etmektedir [Osmanh Devleti’nin kuruluşu hakkında umûmî mâlûmat almak için bakınız : Fuad Köprülü, les Origines de l'Empire Ottoman, Paris 1935]. * § Bu hususta okuyucularımıza kâfî bir fikir verebilmek ve Barthold’ün bıraktığı boşluğu doldurmak için, vaktiyle İslâm Ansiklopedisi'- nin Türkçe neşrinde çıkmış olan Hacı Bektaş Velî hakkmdaki küçük hulâsayı buraya almağı faydalı gördük: İz a h l a r 239 B e k t a ş . H a c i B e k t a ş V e l î, Osmanh î mparatorluğu’nda, xıv. asırdan başhyarak, bilhassa xv.-xıx. asır esnasında dinî ve siyâsî büyük bir nüfuz icra eden ve bir arahk Mahmud II. tarafından, Yeniçeri-Ocağı ile birlikte, ilgâ olunduktan sonra, Abdülaziz zamanında tekrar meydana çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından tarîkatlerin kaldırılmasına kadar devam eden Bektaşiye tarîkatinin pîridir. X III. asırda Anadolu Türkmenleri ve bilhassa göçebe kabileler arasında büyük tarafdârlar bulan hitirodoxe derviş zümrelerinden babaîlerin meşhur şeyhi Baba İshak’m halîfelerinden olan ve bâzı sûfiyâne eserleri son zamanlarda meydana çıkarılan Hacı Bektaş’m tarihî şahsiyeti ve bektaşîlik tarîkatinin teessüs ve inkişaf safhaları ile iç hüviyeti, bu husustaki tedkiklerden sonra (bk. F. Köprülü, bibliyografya),lâyıkı ile anlaşılmış ve bu mes’eleler hakkında J. J a c o b ’un araştırmalanndanberi bütün Garp âlimleri tarafından kabûl edilen nazariyelerin yanlışlığı kat‘î sûrette isbat edilmiştir. Xıv. asırda Anadolu’da Hayderîler, Kalenderîler ve Abdallar gibi muhtelif heterodoxe tarîkatler ile birlikte, mevcudiyetini * gördüğümüz bektaşîlik, xv-xvı. asırlarda, bilhassa Yeniçeri - Ocağı’nda, âdetâ resmî bir kült mâhiyeti aldıktan sonra, büyük bir nüfuz kazanarak, devletin resmî himâyesini görmüş ve böylece, başka başka isimler taşımakla berâber, esas akideleri kendisininkinden farklı olmıyan muhtelif bâtınî derviş zümrelerini de içine almıştır. X IV . asırda garbî Anadolu’da Rûm-gâzîleri denilen mücâhid zümreleri ve askerî tâifeler arasında yayılmış bulunan bektaşîlik, Osmanh fütûhâtı ile, Balkanlar’a da geçmiş ve Tuna kıyılarından Amavutluk’a kadar çok geniş sâhalarda kurduğu tekkeler, Balkanlar’ın İslâmlaşmasında, sonradan bektaşîler ile karışmış şâir birtakım derviş zümreleri ile birlikte, mühim bir rol oynamıştır. Sarı Saltuk, Seyyid Alî Sultan, Otman Baba gibi, birkısmı mahallî birkısmı da daha umumî kült’- lerin doğmasına sebebiyet veren birçok heteredoxe şeyhlerin bu hususta büyük bir faâliyet gösterdikleri, birçok tarihî ve edebî kaynaklardan ve xvn. asırda bile daha pek canlı olan yerli an’anelerden anlaşılıyor ki, Evliyâ Çelebî bu an‘aneleri, kısmen ağızdan ve kısmen de eski menâkıb kitaplarından toplamak sûretiyle, tesbit etmiştir. Bâzılarının Hacı Bektaş ve bektaşîlik ile alâkalan bulunmadığı mâlûm olan bu misyoner dervişlerin, xvm. asırd a artık bektaşî panteonuna ahnmış olduğu Evliyâ Çelebî’nin ifadesinden anlaşılıyor. X V II. asırda 240 İZAHLAR imparatorluk memleketlerinin birçok sâhalarında ve bilhassa Anadolu ve Rumeli’de büyük inkişaf gösteren bektaşîliğin, xvn. ve xıx. asırlarda Arnavutluk ve Epir kıt’alarmda inkişafını ve İslâmlaştırma faâliyetini devam ettirdiği görülüyor; mâmafih şimdiye kadar umumiyetle zannedildiği gibi “ bu tarîkatin Arnavutluk’ta Tepedelenli Alî Paşa zamanında ve onun himayesi sayesinde yayıldığı,, iddiası tamâmıyle yanlıştır. Evliyâ Çelebî’nin bu sâhalara âit ciltlerinin intişarından sonra, bu hatâ, kat'î olarak meydana çıkmıştır. Balkanlar ve Anadolu dışında bu tarîkatin pek az yayılabilmiş olmasının sebepleri kolayca anlaşılabilir: Doğrudan doğruya bir Türk tarîkati olan bektaşîlik, Irak’ta ve Mısır’da ancak oradaki Türkler arasında tarafdârlar bulmuş ve yerli halk arasında, şâir yerli tarîkatlerin rekabeti ve mahallî örfler ile itikatlara uymaması sebebiyle, intişar edememiştir. Haricî telkinlerini ihtiva eden Arapça eserine göre, Ş î la-i isna’ ‘aşariya esaslarına sadık görünen Hacı Bektaş’m, Baba İshak halîfesi olduğu gözönüne alınırsa, tamâmiyle bâtınî akideler tâlimi ile meşgul olduğuna hükmolunabilir. Nitekim onun zamanına en yakın kaynaklar bunu gösterdiği gibi, o devir dinî tarihinin umumî şartları ve bektaşîliğin sonraki inkişafı da bunu kuvvetlendirmektedir. Hacı Bektaş’m ilk Osmanh hükümdârları ile münasebetleri ve YeniçeriOcağı’nın kuruluşunda mânevî bir pîr, bir hâmî rolünü oynadığı hakkmdaki menkabeler, sonradan xv. asırda teşekkül etmiş olup, tarihî bir hakikat sayılamaz. Onun, Osman-oğulları’nın gelecekteki saltanatını tebşir ettiği ve Osman Gâzî’ye kılıç kuşattığı veya tac giydirdiği hakkmdaki rivayetlerin de, xv. asrın galiba ilk yarısında, bektaşîliğin imparatorluk içinde kuvvetli bir yer kazanmasından sonra, meydana çıktığı anlaşılıyor. Bektaşîliğin xv. asırda — yâni tarîkatin ikinci kurucusu sayılan Balım Sultan’dan evvel — bütün âyin ve erkânı ile teşekkül etmiş olduğu, bugün tarihî bir vâkıa olarak kabûl olunabilir. Bektaşîler’in içine daha xv. asrın ilk yarısında Hurûfîler’in ve hurûfî akidelerinin karıştığı ve bu sûretle tarîkatin eski hüviyetinin bozularak, bâtınî bir mâhiyet aldığı hakkmdaki iddia, kısmen doğru ve kısmen yanlıştır: X V . asırda Anadolu’ya yayılarak, Murad II. devrinde ve Fâtih devrinin ilk zamanlarında saraya kadar nüfuz eden Hurûfîler,' vezir Mahmud Paşa ve Fahreddin Acemî’nin te’siri ile, şiddetli ve korkunç tâkibâta uğratıldıktan sonra, bektaşîler içine karışmak sûreti ile, İZAHLAR 241 mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişler ve propagandalarını devam ettirmiye muvaffak olmuşlar idi. Nitekim Bayezid I l.’a karşı yapılan bir sûikastten sonra, ‘ışık veya torlak denilen Kalenderlere karşı da şiddetli tâkıbâta girişilmiş ve bu vazıyet bunların da bektaşîler içine karışmalarını mûcip olmuştur; lâkin daha bu hâdiselerden önce de, bu gibi zümrelere mensup birçok dervişlerin bektaşîler ile karışmış oldukları kolayca tahmin olunabilir. Daha ilk kuruluşundanberi heterodoxe bir mâhiyet gösteren ve akîde itibâriyle benzeri başka zümrelerden farklı olmıyan bektaşîliğin, hurûfî dalâletinin karışması ile, böyle bir mâhiyet aldığı iddiası, tarihî bakımdan, aslâ kabûl olunamaz. Bektaşîlik tarihinin ikinci devri Balım Sultan (ölümü, H. 922-M. 1516) ile başlar. Bektaşî an‘anesinin, haklı olarak, tarîkatin ikinci kurucusu saydığı bu mühim şahsiyet, âyîn ve erkân itibânyle bâzı yenilikler yapmış, tekkelerin iç teşkilâtını daha sıkı ve muntazam bir hâle sokmuş, bir tekke merâtebesi te’sis etmiş ve o zamana kadar daha ziyade köy ve kasabalar civarındaki tekkelerin etrafında, dinî bir tâife mâhiyetinde inkişaf gösteren bir tarîkat teşkilâtının bel-kemiği mâhiyetinde olmak üzre, bir mücerred dervişler teşkilâtı vücûde getirmiş idi. Hiç evlenmiyerek tekkelerde yaşıyan bu dervişler, terk ve tecrit alâmeti olmak üzre, kulaklarına demir halkalar takıyorlardı (Bunun mâhiyeti hakkında bk., Fuad Köprülü, Altın Küpeli Oğuz Beyleri, Azerbaycan Turd Bilgisi mecm., sayı ı,s. 17-21). îlk bakışta hıristiyanlardaki keşişlik teşkilâtı ile alâkalı gibi görünen bu mücerred dervişler teşkilâtı, daha evvel bektaşîlik ile sıkı alâkalan olan Kalenderîye tarîkatinde mevcut olduğu gibi, bunun ilk örneklerini ve buna hâkim olan sûfiyâne düşüncelerin menşeini de İslâm’ın ilk asırlarındaki zâhidlerde bulmak mümkündür. Balım Sultan’ın yaptığı bu ıslâhattan sonra, kendilerinin Hacı Bektaş neslinden (bektaşî tâbirine göre, bel-evlâdı) olduklarını iddia eden şeyhler (son zamanlarda bunlara çelebiler denirdi) ile, bunu kabûl etmiyerek, kendilerinin yol - evi âdı, yâni bektaşîliğin hakikî mensupları oldukları iddiasında bulunan babalar arasında şiddetli bir rekabet başgöstermiştir. Şî'îliğin, ister orthodoxe ve ister heterodoxe, her şûbesinde umumî bir esas olan meşrû'iyetçi ( legitimiste) telâkkilere sadık kalan Anadolu ve Rumeli’deki Kızılbaş tâifeleri (secte), çelebilere bağlılıklarını kat'î sûrette muhâfaza ettikleri hâlde, büyük şehir ve kasabalarda munîslâm Medeniyeti — X V I 242 İ z a h l a r tazam bir tarikat (ordre) merkezi mâhiyetinde olan tekkelerde babala r’m nüfuzu hâkim olmuştu; mâmafih son asırda bu mücerretlik teşkilâtının, eski sıkılığım muhâfaza etmiyerek bozulduğunu ve evlâda vakfedilmek sûretiyle kurulmuş bâzı tekkelerde, oğulların babalarından sonra şeyhlik postuna oturduklarını görüyoruz. Daha ilk zamanlardanberi, Sünnîliğin ve sünnî tarîkatlerinin hâkim olduğu büyük merkezlerde değil, daha ziyâde göçebe aşiretler, köylüler ve sınırlarda yaşıyan askerî tâifeler gibi, Sünnîlik te’sirlerinden oldukça uzak kalmış geniş halk tabakaları arasında yayılan bektaşîlik, bütün bu cins bâtınî zümreler gibi, çok kuvvetli bir propagandaya mâlik idi; bunu muvaffakiyetle yayabilmek ve mutelif çevrelerde tarafdâr kazanabilmek için, insicamlı, sıkı ve vâzıh bir credo ortaya koymuyor, bilâkis çok elâstikî, umumî ve müphem bir akideler halitası şeklinde görünüyordu. X III.— X V . asırlarda Anadolu ve Rumeli’nin dinî vazıyeti, muhtelif din ve milletlere mensup unsurların mevcudiyeti, Müslümanlar arasında şî‘î-bâtmî cereyanlarının ve hıristiyanlar arasında, meselâ, bogomilisme gibi, birtakım heretiçue mesleklerin bulunduğu düşünülecek olursa, her ne sûretle olursa olsun, kendisine tarafdâr bulmak istiyen bir tarîkatin, bütün bu karışık akidelere büsbütün yabancı gelmiyecek her türlü te’villere müsait elâstikî prensiplere, geniş ve müsâmahakâr bir rûha mâlik olması lâzımdı. îşte, bektaşîliğin müslüman ve hıristiyan câhil halk kitleleri arasında, daha ilk zamanlardan başhyarak, daima tarafdârlar bulması bundan dolayıdır ve işte yine bundan dolayı bektaşîlik, dinî akide itibariyle, gittikçe daha syncretiste bir mâhiyet almıştır. Islâm kelâmcılarının gulât (veya galiye) adını verdikleri ifratçı şî‘î-bâtmî akidelerinin muhtelif şekilleri, menşeini Horasan melâmetîyesinden alan Kalenderîye zümrelerine mahsus tasavvufî telâkkiler, xm. asır Anadolu’sunda, Muhyi al-Din ‘Arabi te’siri ile, sağlam bir sûrette yerleşen pantheism'in çok kaba ve basit bir anlayışı, eski Türk şamanlığının göçebe Türk kabileleri arasında yaşıyan birtakım kalıntıları ve xv. asırdan başhyarak da hurûfî akideleri, bektaşîlikte açıktan açığa göze çarpar. Bektaşî credo'sunu teşkil eden bu muhtelif unsurlar, hiçbir zaman biribiri ile ahenkli bir kül şeklinde imtizaç edip kaynaşmamış ve dâima “ insicamsız bir halita” mâhiyetini muhâfaza etmiştir. Bütün bâtınî teşkilâtları gibi, muhtelif derecelere ayrılan ve sâliklerinin seviyesine göre, derece derece ayrı İZAHLAR 2 4 3 telkinlerde ve tâlimlerde bulunan bektaşîliğin muvaffakiyet sırrı, işte crâ/o’sunun — hemen her sâlikin idrâk ve kabiliyetine ve hususî temayüllerine serbest bir yer bırakan — bu karışıklığında, müphemliğinde ve seyyâlliğindedir. Allâh-Muhammed-Alî teslisinde, A lî’nin Muhammed’in çok üstünde bir yer verilerek, tannlaştırılması, bunlan Alî-ilâhîler ile birleştirdiği gibi, bâzı bektaşî-hurûfîler’in, hurûfîliğin kurucusu Fazl-ı Hurûfî’yi de ilâhîleştirdiklerini görüyoruz; her hâlde Alî, Hacı Bektaş ve Fazl-ı Hurûfî £ü//’lerinin bektaşîlikte birinci yer işgal ettiği söylenebilir. Bektaşî ve kızılbaşlar arasında birtakım eski mahallî Aâ/i’lerin, yâni Anadolu’nun hıristiyanlıktan önceki devirlerine âit dinî itikatların mevcut olduğunu iddia eden bâzı antropolojist ve etnografların bu hükümleri nekadar yanlış ise, birtakım hıristiyan bektaşîlerin mevcudiyetine ve bektaşîlikteki birtakım âyin ve erkânların hıristiyanlıktaki mümasilleri ile benzeyişine bakarak, bu tarîkati hıristiyanlığm kuvvetli te’sirlerine uğramış telâkki edenler de, aynı sûretle, yanılmışlardır. Birtakım mahallî îtikat ve ibâdetlerin, oralarda yaşıyan halkın, uzun asırlar esnasında, muhtelif dinlere girmelerine rağmen, dış şekillerini değiştirmek sûretiyle, devam ettiği, dinî tekâmülün mümâsil safhalarında bulunan birçok kavimlerde biribirine benzer itikatların ve âyinlerin mevcudiyeti, bâzı mukaddes yerlerin ve onlara bağlı an’anelerin o çevrede yaşıyan muhtelif dinlere mensup insanlar arasında müşterek olması, dinî etnoloji ve din tarihinin müteârifelerindendir. işte bu sebeple, birtakım dış benzeyişlere aldanarak, biribirinden büsbütün ayrı menşe’lerden gelen ve çok defa mâhiyetleri de biribirinden tamâmıyle ayrı olan şeylerin ayniyetine hükmederek, bundan yanlış ve umumî neticeler çıkarmamak icabeder. Dinî sosyolojinin bu umumî esasları gözönünde bulundurularak, Islâm ve Türk dünyasındaki dinî-tasavvufî cereyanların umumî tarihi içinde tedkik edilince, bektaşîliğin hakikî hüviyeti yukanda hulâsa edilen şekilde, tecellî etmektedir. Bu tarîkatin kuruluşundaki dinî-içtimâî âmiller, geçirdiği muhtelif tekâmül safhaları, bektaşîlik akidelerini vücûde getiren muhtelif unsurlann tarîkatin muhtelif tekâmül safhalarındaki te’sir dereceleri, mâhiyet ve menşe’leri “ babaîler, kalenderîler, hayderîler, abdallar ve hurûfîler” gibi tarîkatlerin sonradan bektaşîlik içinde nasıl ternessül ettiği, tarîkatin âdâb ve erkânı, âyinleri, muhtelif 244 ÎZAHLAR devrelerdeki coğrafî yayılışı ve tarihî tekâmülü, bektaşîlik edebiyatı, tarîkatin büyük şahsiyetleri, kızılbaşlar ve tahtacılar gibi dinî tâifelerin bektaşîlik ile münasebetleri, Osmanh İmparatorluğu’ndaki siyâsî rolü, bektaşî-yeniçeri münasebetleri, Anadolu ve Rumeli’deki bâzı dinî-siyâsî ihtilâl hareketlerinde bektaşîliğin iştirâk derecesi, OsmanlıSafevî münasebetlerindeki alâkası, tarîkatin bugünkü durumu v.s. gibi, bugüne kadar kısmen meçhûl kalmış ve kısmen çok yanlış anlaşılmış mes’eleler hakkında, kırk yıldan fazla bir zamanda hazırladığımız büyük eserde tafsilât vardır. B ibliyografya : Bektaşîlik hakkmdaki ilk ciddî ve umumî tedkik J. Jacob tarafından yapılmıştır: D ie Bektaschijje in ihrem Verhaltnis zu verwandten Erscheinungen (Abh. der K. Bayer. Aked. d. Wissensch. I. cl., xxıv, m. München, 1909); Beitrâge zur Kenntnis des Deruıischordens der Bektaschis ( Türkische Bibliothek, Berlin 1908, ıx). J. Jacop, bektaşîlik hakkında, bu tarîkatin şiddetli aleyhdârı olan Hoca Ishak E fe n d i’nin K â şif al-asrâr adh, meşhur eserinde ileri sürülen bâzı mütalâaları ayniyle kabûl ettiği için, büyük yanlışlıklara düşmüştür. Hurûfîliğin tarihî teşekkülü ve inkişafı hakkında etraflı malûmata sahip olmıyan E. Brovvne ve Cl . H u a r t da, bektaşîhurûfî münasebetlerine dâir, onu tâkipten başka birşey yapmamışlardır. J. J a c o b ’un Hacı Bektaş ve bektaşîlik hakkmdaki nazariyesi, ilk defa, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (İstanbul ,i9 i9 )’da, yeni vesikalara dayanılarak kısmen tashih ve ikmâl edildi. Bundan sonra ele geçen çok mühim birtakım yeni vesikalar sâyesinde, Hacı Bektaş’ın tarîkatinin hakikî mâhiyeti ve tarihî tekâmülü, oldukça vâzıh bir şekilde anlaşılarak, J. Jacob nazariyesinin yanlışlığı isbat edildi. Bu tedkiklerimiz, kronoloji sırası ile, şunlardır: Bemerkungen zur Religiongeschichte Kleinasiens (Viyana MOG, 1922, 11, 203-222; Anadolu’da İslâmiyet (Edebiyat Fakültesi mecm., 1922, II); Les Origines du Bektachisme (Extrai d. Actes du congres intern. d ’histoire des religions, tenu â Paris en 1923, Paris 1926). X III.— X IV . asırlarda bektaşîlik hakkında, küçük bir hulâsa için, Les Origines de l ’ Empire Ottoman (Paris 1935, s. 122 v.d.) ve bektaşîlik ile alâkalı olarak, bir de Türk Halk Edebiyat Ansiklopedisi (İstanbul, 1935, mad. Abdal, s. 23-56 ) ve M ısır’da Bektaşîlik (TM, vı,, 19) eser ve makalemize müracaat edilebilir. Avrupa’da ve Türkiye’de neşredilen bütün kaynak ve tedkikler ile ayrıca bâzı yazmalardan da istifade edilerek vücûde getirilen su İz a h l a r 245 monografi mühimdir: John Kingsley Birge, The Bektashi Order o f Dervishes (London, 1937). Hacı Bektaş Velî’ye âit Vilâyet-nâme’ nin Erich Gross tarafından neşri münasebeti ile yazdığı bir makalede bizim bektaşîlik ve Hacı Bektaş hakkmdaki bâzı fikirlerimizi tenkid eden H. H. Sch aeder (Orientalistische Litteraturzeitung, 1928, 31. sene, nr. 12, s. I038-I057)’e verdiğimiz cevap için bk., Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihinin Terli Kaynakları (Belleten, 1943, sayı 27, s. 425). 102. B a r t h o l d ’ ü n Y a n l i ş F İ k î r l e r İ “ Osmanlı Devleti’nin ilim adamlarına karşı din adamlarını^ çiftçi ve şehirlilere karşı Arnavut ve Kürt gibi muharip barbarları iltizama mecbur olduğu,, hakkında Barthold tarafından ileri sürülen mütâlâa tamamiyle yanlıştır. Bu mevzulara tamamiyle yabancı olan büyük tarihçi, bu mes’elelerde aldanmış ve eski yanlış fikirleri tekrardan başka birşey yapmamıştır. Burada bunları düzeltmeye girişmek bile — bu küçük kitabın kadrosu içinde— mümkün değildir. Osmanh Türklcri’nin kültür tarihi hakkında neşretmek istediğim terkîbî mâhiyette küçük bir eserde bütün bu mes’eleler hakkmdaki tedkiklerimin neticesini hulâsa etmek arzusundayım. IO 3. O sM A N L I-Sa FEVÎ M Ü C A D E L E Sİ Asırlarca süren O s ma n l ı - S a f e v î lıarblerinin, kaç yüz yıllık Sunnî-Şî'î mücadelesini büsbütün ateşlendirdiği hakkında Barthol d’ ün ileri sürdüğü fikir, tamamiyle doğrudur. Safevî Hanedânı, şark ve garplarındaki Siinnî T ü r k d e v l e t l e r i ’ne mukavemet edebilmek için, İ r a n’da Şî'îliği bir D e v l e t me z h e b i şekline sokmağa ve İran’ın Sünnî mıntakalarına da zorla kabûl ettirmeğe mecbur idiler. Tamamiyle siyâsî bir mâhiyette olan bu harekete karşı, Osmanlı Dcvleti'nin Sünnîliği şiddetle iltizam etmesi ve S a f c v î l e r ’ in Anadolu ve Rumeli'deki kuvvetli propagandasına en sert vasıtalarla mukabelede bulunması zarûrı idi. D in boyası altında saklanan bu hareketler, hakikatte, siyâsî menfaatlere dayanan tarihî zarıiretler'den başka birşey değildir. 246 İZAHLAR 10 4 . R û h â n î S i n i f l a r i n T a a s s u b u D i n î t aas s ub’un İran’da Türkiye’dekinden daha fazla olduğu hakkında Ba r t h o l d ’ün mütâlâası tamâmiyle doğrudur. ŞFilik hakkında tedkiklerde bulunanların hepsi, bu psikolojik vakıa'yı îtiraf etmektedirler. Bundan başka, Osmanlı Imparatorluğu’nun Coğ r a f î v a z ’ ıyeti ve ethnik teşekkülü de, Osmanh Türkleri’nin İran’daki Türk ve Fars unsurlarından daha az mutaassıp olmalarını îcabettiriyordu. İran’da da, Türkiye’de de saray, idâre ve menfaati bunlarla sıkı sıkıya bağlı olan rûhânî sınıf, bu taassubu imkân mertebesinde körüklemeğe çalışmışlardır. 10 5 . B â b ü r l ü l e r ’ d e D în î T e s â m ü h Hindistan’da Bâbürlüler Imparatorluğu’nun dinî tesâmüh bakımından, başka müslüman devletlerinden ileri olması, gayet tabiî ve kolaylıkla anlaşılır bir hâdisedir. Dinî ve felsefî türlü cereyanların kaynaştığı bu büyük memlekette, Islâm kültürü ile Hi nd kültürünün biribiriyle temasları, — halkın ethnik teşekkülü ve şâir bu gibi birçok âmiller te’siriyle— elbette Hi n d I s l â ml ı ğ ı ’nı, başka muhitlerde olduğundan çok farklı bir şekle sokacaktı. Daha, Ga r c i n de T a s s y ’nin, iptida 1831’de çıkan Memoire sur les particularites de la religion musulmane dans l'înde adh eserinde tahliline çalışılan bu husûsiyetler çok mühimdir. Ekber Şah ’ın D in-i İlâhî adiyle — Islâm’lıkla ve Islâm tasavvufiyle Hinduizm esaslarının birleştirilmesinden mürekkep— yeni bir din kurmağa kalkıştığı bu muhitte, dinî tesamüh'ün çok kuvvetli olacağı pek tabiîdir [Bu hususta etraflı izahat almak ve geniş bibliyografya mâlûmatı edinmek için şu esere bakınız : Yusuf Husain, l'lnde mystique au Moyen - âge, Paris 1929]. 10 6 . M ü s t e m l İk e c İl İk M ü d â f İİ Â l i m l e r Barthold, eserinin sonunda, müstemlekeci büyük A vrupa devletleri’nin medenî vazifeleri ( !?)ni göstermek ve onu müdafaa etmek istemiştir. İ l mî ve t arihî değil, tamamiyle siyâsî mâhiyette olan bu görüş, bir Rus âlimi için belki tabiî'âıv, fakat, T ü r k ve Islâm mütefekkirleri, İmperiyalizm'in bu gibi mânâsız m ü d â f a a l a r ı ’ını ancak ibretle karşılayabilirler!
.ÎSLÂM HUKUKU [İslâm hukuku hakkında toplu bir fik ir verm ek için, İslâm Ansiklopedisi’nin ilk Avrupa neşrinde G o ld z ih je r tarafından yazılm ış m akale ile, aynı eserin Türkçe basım ında ona yapm ış olduğumuz ilâveyi kitabım ıza alm ayı faydalı gördük]. F ık ıh . Fıkh (“ anlayış inceliği” , “ bilgi” ), îslâ m H u k u k u ilm i’ nin ism id ir; fık ıh Romalılar’ın jurisprudentia'sı gibi, İlâhî hem de beşerî işlerin ilmi “ renim divinarum atque humanarum notitia" dır ve dinî, siyasî ve medenî hayatın bütün hususalarına en geniş ölçüde şâmil olup, hem ibadetlerde ('ibâdât), hem de aile, miras, emvâl ve ukûd gibi içtimâi hayat münasebetleri icâbı olan bütün muâmeleler (mu'âmalât)’de yapılacak veya sakmalacak cihetlere dair hükümleri içine alır; bundan başka, ceza hükümleri ile muhakeme usûllerine ve nihayet devletin idaresi ve teşkilâtı ile, harb hukukunu alâkadâr eden hükümler de fık ıh mefhumunun şumûlü içindedir. Âmme ve fert hayatının ve ticaret münasebetlerinin her veçhesi, dinin tasvip ettiği hükümlere göre, tanzim edilmek gerekiyordu; işte bu hükümlerden bahseden ilme fık ıh adı verilmiştir. Eski şerîat lisanında bu kelimenin mânası bu kadar geniş değildi; daha ziyade cilim karşılığı olarak kullanılırdı. îlim tâbiri, Kur'ân ve tefsir'den başka, Peygamber ve sahâbelerden naklen gelen şer'î hükümleri sahih olarak bilmek mânâsım da ifade ettiği hâlde (Ib n S a 'd , II, n, 127, 16; al-Rivâyat va'l-'ilm, müterâdif), fık ıh tâbiri, karşılaşılan bir mes’- elede bu mes’eleye benzer hallerde tatbik edilebilecek daha önceden verilmiş şer'î bir hüküm bulunmadığı, yahut bilinmediği takdirde, müstakil olarak î'mâl-i fikir ve şahsî ietihad yolu ile hükme varma mânasında kullanılırdı. Bir mes’elenin böyle serbest mütalâası bir re'y (ra'y-opinio prudentium) ile neticelenir ki, bu tâbir bâzan fık ıh mürâdifi olarak da kullanılırdı. Bu mânada ilim ile fıkıh, şerîat âliminin ISLÂM HUKUKU biribirinden ayn iki sıfatı sayılırdı (N e v â v î, tahzlb, nşr. W ü sten feld , s. 703, ; fik h ve rivâyâ, ( îb n S a'd, v, 327, 10). ilmin hey’et-i mecmuası, M ü c â h id tarafından (Kur’ân, 11, 272 manyu'ta 'l-hikma'nin izahlannda), aşağıda sayılan unsurlardan mürekkep olarak târif edilir: al-Kur'ân va'l-(ilm va’l-fıkh (T a b a r î, Tafsir, m, 56, 3). [Tevrat'ın Karaite mezhebinden Yahudî müfessiri J e p h e th b. A lî (m. s. 950-980) bile Daniel 3, 2’de (nşr. D. S. M a r g o lio u th , Anecdota Oxoniensia, 1889, s. 33,7) tiftâye'yi ahi al-ilm va'l-fikh ibaresi ile tercüme ederek, bu farkı kabûl etmiştir], Hârûn al-Reşîd, vâlisi H arsam a’ye ihtilâflı mes’elelerde uli'l-fikh f i din Allah ve uli ’l-ilm bi-kitâb Allâh olanlar ile istişare etmesini tavsiye eylemiştir ( T a b a r î, Annales, m, 717, 10; bk., bir de Muh. Stud., 11, 176, not 6). Bu mâna ile ‘âlim (cem. ‘ulemâ), fakih (cem. fukahâ) ’ten ayrı tutulur ve iki sıfatın aynı şahısta birleşmesi hâlinde iki vasıf (yahut mürâdifleri) bir terkip şeklinde ifade olunur. îb n Ö m er, cayyid al-hadîs idi, fakat cayyid al-fikh değildi (îb n Sa‘ d, II, 11, 125, 5); buna karşılık îb n ‘A b bâs, hadîs ile sâbit olan ahkâm bahsinde herkesten âlim (a‘lam) idi ve ilk defa zuhur edip haklarında tatbik edilebilecek menkûl hiçbir misâl bulunmıyan ve içtihada muhtaç bulunan hâllerde de herkesten fakih (afkah; yahut askafu ra'yân) idi (Ayn. esr., s. 122, 4, 124,8). Z e y d b. S â b it de böyle idi (Ayn. esr., s. 116, 25; krş., Fakih f i 'l-Din ‘alim f i l '—sünna, ayn. esr., III, 1, 110, 22). S a' I d b. a l-M u s a y y a b bir taraftan fakih al-fukahâ (fakihler fa kihi), diğer taraftan âlim al-‘ulamâ (âlimler âlim i)'dir (Ayn. esr., II, 11, 129, 2; 130, 4, 7, 10; v. 90, 9). Tâbi‘ ün arasında fukahâ ve ulemâ yâni hadîs, âsâr ve fikha. âşinâ ve ictihad ve fetvâ salâhiyetini hâiz olanlar vardı (Aynı eser., II, 11, 138, 14). A b û Ş a vr, ahad a'imma't al-dünyâ fikhen va '■Uman idi (Z ah ab î, Tabakât al-huffâz, v i i i , 106). îslâm tarihinin en eski devrinde adalet icrası ve dinî hayat icaplarının idaresi ile vazifeli olanlar, yeniden zuhur eden mes’elelerin ekserisinin Kur'ân hükümlerinin şumulü dışında bulunması ve daha önce tesbit edilmiş misâllerin azlığı yüzünden, kendi düşünce •ve kararlarına (re'y) dayanmak zaruretinde kalmış idiler. Bu yol herkesçe tabiî ve zarurî görülmekle berâber, verilen hükümlerin mümkün mertebe ilme dayanması keyfiyyeti ulâkalılan tatmin ediyordu. 'A tâ' b. Abi Rabâh (ölm. 114— 732), bir mes’ele hakkında re'y beyan edince, kendisine, “ Bu ilm midir, re'y midir?,, diye sorulurdu. Is l â m h u k u k u 279 Eğer o rey geçmişteki bir örneğe (eser) istinad ediyorsa, ilim olduğunu söylerdi ( îb n S a ‘ d, v, 345 26). Bununla berâber ilme dayanmıyan rey de hükümsüz ve itibarsız tutulmazdı. Şerîat bakımından ona da diğeri gibi, değerli ve itibarlı bir hüküm gözü ile bakılırdı ve yakın bir gelecekte, o da mukaddem ahkâm sırasına geçmek ve daha sonraki zamanlarda hükümlere esas olmak üzre, ilmin bir cüz’ü sayılmak imtiyazım hâiz bulunurdu. Daha baştan itibaren, ilmin yetmediği hâllerde, daima bu yol, ictihad yolu, tutulmuştur. Cereyan ettiği zamanın tarihini sihhatle belirtmemekle berâber, her hâlde Emevîler zamammn şartlarına uygun düşen eski bir rivayete göre, Muâviye I., kendisinin ve yanındakilerden danıştıklarının geçmişte misâl ve örnek bulamadıkları (falam yücad ‘indahu veya ‘indahum fîh â ‘ilmuri) şer'î bir mes’elede nihayet Z e y d b. S â b it’e müracaat etmiş ve Z e y d de kendi içtihadına göre, hüküm vermiştir (Tabarî, Tefsir, II, 250, aşağıdan 2,228). Mısır vâlisi, nakil’de tasrih edilmemiş bir mes’eleyi halîfe Ö m er 11. ’ den soruyor; halîfe, ona şunu yazıyor: “ Bu hususta bana hiçbir şey intikal etmemiştir; binâenaleyh karar vermek işini sana bırakıyorum, onu kendi re'yine göre (bi-ra’yika) yapacaksın,, ( a l-K in d î, Governors and Judges o f Egypt., nşr. R . Guest, s. 334, 8; nşr. G o tth e il, s. 29, 13. Krş., i c t İ h â d ) . Peygamber ile ilk halîfelerin, fetholunan memleketlerde adlî hizmetler için mem’urlara verdikleri söylenilen tâlimat ve kezalik vazifede bulunan hâkimler tarafından kendilerine arzedilerek, tasviblerine mazhar olan prensipler, re’yin şer'an mûteber olduğuna delâlet eden vâkıalardır (Zâhiriten, s. 8 v.d.; krş., Usd al-gâba, 1, 314, 13; a l-M u b a r r a d , Kâmil, s. 9, 10 v. d.; îb n K u ta y b a , ‘ Uyûn al-ahbâr, s. 87). Bu ilk prensiplerden gelişerek, şekil alan müdevven eserlerde, evvelce benzeri hâller için verilmiş olan hükümlerin bilhassa zikredilmiş ve bunlar ile ihticâc edilmiş (al-aşbâh, al-nazâ’ ir, krş., ‘ Uyün al-ahbâr, s. 72, 9), yâni re’yi hüccetlendirmek için kıyas yolu tutmanın usûlü konulmuş olduğunu görüyoruz. 'İllat al-far‘ ( ratio legis) araştırılmasında ve şüphe mevzuu olan hâllerin mâkûl bir görüş noktasına çevrilmesi maksadı ile yapılan araştırmada kıyas prensipı kat‘î bir kıymet ve itibar kazanmıştır. Bundan başka daha ilk devirde bile cereyan etmiş olduğu delil ile sâbit bulunan bir nevi halk re’yı unsuru ile hüküm çıkarma tarzı da vardır ki, buna icmâ‘ denir; icm â\ mektup, menkûl, veya kıyâsa dayanan hükümlerden müstakil olarak, 28o ÎSLÂM HUKUKU cemâatin, müzminlerin büyük bir ekseriyetinin müşterek rizâları ile, teessüs etmiş olan müşterek örflerinden çıkarılan hükümlere delâlet eder. Roma hukukunda consuetudinem aut rerum perpetuo similiter judicatarum auctoritatem vim legis obtinere deberi ve nam diutumi mores consensu utentium comprobati legem imitantur kaideleri ile şekillenen bu prensip, Islâm hukukunda, “ ö r f ile sâbit olan nass ile sâbit gibidir,, ve “Âdet muhakkemdir,, düsturları ile ifade olunmuştur. Fetihlerden sonra hâllerin değişmesi üzerine, Islâm hukuku şeklini alırken, tabiî olarak, yalnız kendi icapları dâhilinde değil, ahkâm çıkarılmasına dair olan usûlünde (M uh. Stud., ıı, 75) de, devlet me’murlarının öğrenebildikleri derecede, Suriye ve Irak’ta Roma hukukunun, bâzı eyaletlerde de oralara mahsus hukukun te’- sirlerine uğramıştır, iptidaî bir İçtimaî hâlden çıkarak, kadîm bir medeniyete sahip memleketlere girmekte ve oralarda hâkim olarak yerleşmekte olan bu kültürsüz insanlar için, fethedilen ülkelerde karşılaştıkları yeni çevreler içinde oraların teâmülî hukukundan feth ile vücude gelen vazıyete uyabilmek ve yeni dinî fikirlerin icapları ile uyuşabilecek şeyi almak, filhakika maslahata uygun idi. Hukuk tarihinde hayli zaman önceleri, umumî hatları bakımından, ehemmiyetle üzerlerinde durulmuş olmakla berâber, teferruâtı yalnız sinirli bir sâhada ve dağınık bir sûrette tedkik edilmiş olan bu vâkıamn esaslı olarak tedkiki İslâmî ilimlerin bu şûbesinde en cazip mes’elelerden birini teşkil eder. S a n tilla n a , Tunus devleti için vücude getirdiği medenî kanun ve ticâret kanunu projesini (1889) hazırlarken, bu mevzua âit birçok malzeme toplamıştı. Bu projede hususî hukuka dair kanunun yalnız bir bâbımn mukayeseli sûrette tedkiki, Islâm hukukçularının, Roma hukukundan ne geniş mikyasta istifade etmiş olduklarını apaçık gösterir (F ra n z F re d e rik S c h m id t, D ie Occupatio im islamischen Recht, Der Islâm, t, ayrı basım, Strassburg, 1910). Bu muharrir, daha önce şu mütalâayı da beyan etmiştir ki, hattâ hukukî nazariyelere ve onun temsilcilerine verilmiş olan isimler (/ı'AA-anlayış inceliği ve fukahâ- ince anlayışlılar) üzerinde bile Romalılar’ın (juris) prudentes ve (juris) prudentia tâbirlerinin, hukuk dersi, hukuk tedkiki ve hukuk muallimi mânalarında kullanılışları bakımından, te’sirleri olmuştur. Filistin Yahudileri’ne göre, chokhmâ ve chakhâmim kelimelerinin, yine Roma te’sirine verilmesi icâbeden ÎSLÂM HUKUKU 281 kullanılışı da bu hususta bize bir mümâselet nümunesi verebilir (Kultur d. Gegenw., 1, 3. kısım, 1, bâb, s. 102, £Z)AfG, l i, 318). Bununla berâber, îslâm hukuku inkişaf devresinde yalnız Roma hukukunun te’sirine uğramakla da kalmamıştır. İslâmiyet’in teşekkül ve inkişafında açık sûrette görünen alıcılık hassası, herşeyden önce tabiî olarak, ibadete dair hususlarda (VVensinck, Der Islâm, 1, 101), Yahudî şerîatinden yapılan istiâreler ile, kendisini belirtmiştir (Krş., Revue des fitudes Juives, xxviii, 78; xliii, 4; E. M ittvvoch, Z ur Entstehurıgsgeschichte des islamischen Gebet's u. Kultus, *.Abhandl. der Kon. Priuss. Akad. der Wissenschaften, Berlin, 1913). K rem er (Culturgesch. d. Orinets, 1, 535) ’e göre, hattâ Roma kanunları ahkâmından İslâm’a geçmiş olanların çoğu da fık h 1 a Yahudiler vasıtasiyle girmiştir. İslâm şerîatinin birçok teferruatının gelişmesinde İran te’sirine âit izler bulunup bulunmadığı ve böyle bir te’sir varsa ne derecede olduğu tedkik edilmemiştir. Ahkâm-ı şer'îyye’nin istinbatı için elimizde dört “ asl„ vardır ki, çıkarılacak kazâî hükümlerin şer‘an mûteber olmak için, bunlara dayanması gerektir. Fıkıh metodunun prensiplerini teşkil eden bu dört “ asi,, şunlardır : (1), Kur'ân, (2), sunna, (3), kıyâs, (4), icm â F ık h 'a dair bilgilerin kaynaklarının umumiyetle kabûl ve tasdiki ile birlikte, fık h ve fukahâ tâbirlerinin asıl mânalarındaki nakillere dayanmadan, ahkâm istinbâtına inhisar mahdutluğu da gittikçe zâil olmuştur. Fıkh tâbiri ondan sonra zikri geçen dört asi'dan gelen bilgileri müdevven sûrette içine alan ilmin adı oldu ve bu ilmin erbâbına da fukahâ (müfr .fakih “ hukukçu,,) denildi. Fıkh tâbiri, şerîatten ahkâm istinbatı ve bu sûretle istinbat edilmiş ahkâmın hey’et-i mecmuası mânasına da gelir (Meselâ, va f i hâza ’l-hadis zurûb'un min al-fikh, M u b a rra d , Kâmil 529, 5; krş., Wiener Zeitschr. f . K. d. Morgenl. m, 84). Daha geniş bir tâmim ile, fık h ismi umumiyetle din ilmine delâlet etmek üzre de kullanılır (şiir ilmine karşı olarak, al-Kur'ân va'l-fikh, A g â n î, vıı, 55, 22; laysa bihim rağbatun f i 'l-fikh, Musned Ahmed, 1, 155) ve yalnız hukukçulara değil, umumiyetle din ilminde derinleşmiş olanlara ve ilâhiyat âlimlerine de fukahâ ismi verilir. Msl., T a b a r î, Tafslr, xıı, 73, 13 : Fukahâ'unâ va-maşâyihunâ; ayn. esr., 112, 8. Orada A b û ‘U b e y d a l-K â sım b. S a llâ m , Kur'ân'daki bir kelimeyi naklen kabûl edilmiş olan mânasına uymıyan bir şekilde izah eden A b û ‘ U b a y d ’ e Ma'mar hakkında şöyle diyor : “ al-fukahâ 2Ö2 İSLÂM HUKUKU a1 lam bi'l-ta'vll minhu “ fukahâ te’vili (ilâhiyatçı olmayıp, sadece lisaniyatçı olan) ondan daha iyi bilirler,,. Kezâlik krş., Z.âhiriten, s. 19. Halk Arapçası’nın Şark ve Garp lehçelerinde (hepsi fakihten gelen) fi/ci, fk e ve f g i tâbirleri mahalle mektebi hocası mânasında kullanılır (W. M a r ç a is, Textes Arabes de Tanger, Paris 1911, s. 415; orada bu bahse dair daha geniş bir bibliyografya vardır). Emevîler devrinde hukuk sâhasmda yapılmış olan müteferrik ve dağınık teşebbüsler, o zamanlar mevcut hukukî malzemenin sistemli bir sûrette tedvini neticesine varamadı. Bu netice ancak Abbâsî Hilâfeti’nin zuhûru üzerine ve devletin apaçık bir sûrette dinî bir seciye göstermesinin teşvik ve terviç edici te’siri altında ortaya çıkabildi. Fıkh'm tedvini için geniş bir sistem kurulması maksadıyle, daha 11. asır başlangıcında Medîne, Suriye ve Irak’ta ilk teşebbüslere girişen din âlimleri, bu tedvin işinde faştan itibaren yukarıda zikredilen dört asi' 1 en yüksek merci' ve dayanak olarak almışlardır. Bunlar, asıl'lardan birine veya diğerine az veya çok geniş sûrette dayanmış, yahut nakil ile gelen ve aralarında ayrılık bulunan rivayetlerden birini diğerlerine tercih etmiş olmalarına göre, muhtelif mes’elelerde ayrı neticelere varmış bulunabilirler. Bu ilk çalışmalar neticesinde vücude gelmiş olan eserlerin, bize şimdi yalnız isimleri kalmıştır. ‘llm 'i, yâni sunan (sünnetler)’i, bâb ve fasıllara ayırarak, tasnif eden ve onlardan fik h ahkâmı çıkaran din âlimleri hakkında, Arapça kaynaklarda birçok malûmat buluyoruz. (M uh. Studien, n, 211, krş., ‘ A b d A li âh b. al-Mubârak, Davvana al-ilm f i 'l-abvâb va'l-fikh\ Z a h a b î, Tazkir'at al-huffâz, 1, 250, 13); [A bu Şavr, Sannafa alkutub va-farraca ‘ala’l-sunan (Ayn. esr., n, 95, 15). H işâm b. cU r v a ?ye atfolunan ve babasının birçok fık ıh kitaplarının H ana vak’asmda yandığına dair bulunan ifadeye pek az kıymet verilebilir (Biographien, nşr. A u g . F isch er, s. 41). O eski devirde (‘U r v a , “fukahâ senesi,, denilen 94 = 712 senesinde ölmüştür — o sene birçok fukahâ ölmüşlerdir— İb n S a ‘ d, vı 135, 14) hakikî mânası ile kitap bulunması mümkün değildi; bahis mevzuu, olsa olsa şöylece toplanmış birtakım notlardan ibaret olacaktır. Z u h r î’nin Fatâvî’sinin Abvâb al-fikh esasına göre 3, H aşan Basr î’nin de 7 kitaba (asfâr) bölünmüş olduğuna dair olan kaydı da zikredebiliriz (îbn K a y y ım a l-C a v z ıy a , ll'âm , Kahire, 1325, I, 26). Yakınlarda, E. G r iffin i, Milan’daki Ambrosiana Kütüphânesi’nin cenubî Arabistan’a âit yazmalar ÎSLÂM HUKUKU 283 kolleksiyonunda, Z aj d b. *A lî (ölm. 122 = 740) ’nin Mecmu'a'sı adı ile zeydiye şî’î mezhebinin kurucusuna atfolunan, bir fıkıh mecmuası keşfetmiştir (La piu antica codificazione della giurisprudenza islamica, Rendiconti del R. İst. Lomb. di sc. ellett., 2. seri, x l i v , Milan, 1911, 260 v. d.). Bu mecmua, îslâm hukukunun tedvini için girişilmiş teşebbüslerin hâlen mevcut en eski mahsulü addolunabilir. Her hâlde ilk fıkıh eserleri arasında sayılması lâzımdır. Eğer bu kitap doğrudan doğruya Z a y d b. A l î ’nin yakınlarından gelerek, bize kadar intikal etmiş ise, îslâm fıkıh te’lifatı arasında şî‘î (zeydî) kolunun kıdemini tanımak icap eyliyecektir. Bununla berâber bu mecmuanın fıkıh eserleri tarihindeki yeri hakkında başlanan tedkikler henüz neticelenmemiştir. İslâm’ın sünnî kolunda, fık h 'm ilk zamanlarından bugüne kalan en eski hukuk mecmuası (corpus ju ris), Medîneli müderris Mâlik b. Anas (97-176=715-795)’^ Muvatta' (düzeltilmiş çığır)’sıdır. Mâlik, bu eser ile diğer çağdaş te’lifleri geçmiş (M uh. Stud., 11, 213 v. d.) ve eserini ahkâm-ı şer‘îyyenin dört aslını, hukuk-ı hususiye fasıllarına ayırarak sistemli sûrette tedvin etmiştir. Bu eser, fık h 'm Hicaz’da ve hassaten oranın İlmî merkezi olan Medine’de erişmiş olduğu inkişaf dairesinde tedvinini temsil eder. Hemen aynı zamanda İslâm imparatorluğunun başka taraflarında da fıkıh’ın usûl dairesinde tedvini gelişmiştir. Suriye’de, A b d a l-R a h m â n a l-A v z â ‘î (ölümü: M. 157=— H. 774) bir fık ıh mesleki tutarak, bunu tedris ediyordu ki, bu meslek sonraları M â lik ’in tilmizleri tarafından Endülüs’e ithal edilerek, itibar kazanan ve diğer meslekleri bastıran Medîne meslekinin kabûlüne kadar, Endülüs Müslümanları arasında tutunmuştur (Al-Zabbî, C o d e ra neşri, nr. 751). Ahkâm-ı şer'îyyenin tedvini için en çok gayret sarfolunan yer Irak idi; orada aşağı-yukarı yine o zamanlarda başka mevzular (lisan, felsefe, riyaziye, akâid) ile de esaslı bir sûrette iştigal ediliyordu. Hicaz fıkıh mezhebi, rey'in şer'an mûteber olduğunu kayıtsız şartsız kabûl ve kazâî mes’elelerde bunu serbestçe tatbik edilen bir prensip saymış olmakla berâber, Irak mezhebi bu bahiste birçok noktalarda onun çok üstüne çıkmıştır. Irak’- ta fık ıh çalışmaları hareketinin önderi olarak H am m âd b. A b î S u la y m â n (ölümü: H. 120— M. 738’e doğru) zikredilebilir; bu zat, ilk defa etrafında bir talebe zümresi toplamış, onlara içinde re'y'in en hâkim bir yer tuttuğu bir fık ıh mezhebi tedris etmiştir. Irak fıkıh 284 I s l â m k u k u k u mezhebinin pîri telâkki olunan A b û H a n i f e bu zatın meslekine mensuptu. O mezhep, Abû Hanîfe’nin iki yüksek tilmizi o lu ç, fık h ’m devlet idaresine âit mühim bahislerine dair yazdığı kitapları ile temayüz eden Abû Yûsuf (ölümü: 182-795) ve M u h am m ed b. al-H asan al-Ş eyb a n î (ölümü: 189 = 804) taraflarından kuvvetlendirilmiştir (C . B ro ck elm a n n , G A L, 1, 171 v. d.; Suppl 1, 288v. d.). Bu tilmizlerden birincisi, devlet idaresinde şerîat ahkâmının kânun olarak tanınması esasını ortaya koymuştur. A b û Y û su f, h a lîfe H ârû n a l-R a ş îd ’in emri ile, Kitâb al-harâc’ı vücûde getirmişti; isminin delâlet ettiği mevzuun çok ilerisine giden bu kitapta, şerîat ahkâmı bütün idare sâhasma şâmil olarak mütalâa edilmiş ve daha sonraki hükümdârlar zamanında bunu taklit eden müellifler çıkmıştır. Halîfe a l-M u h ta d î (869-870) -d e, fakîh al-Haşşâf’ z buna benzer bir vazife vermiştir. Devlet idaresinin şerîat ahkâmı ile, hiç olmazsa nazarî olarak, mutlak bir âhenk hâlinde bulundurulması gerekti. Bu hususta tabiî daima, ilk esas olarak, Peygamberler’in Sünnet’i alınıyordu; fakat sahih olmıyan hâdîslere hayli revaç verilmiş olmasına rağmen, re’y için yine geniş bir tatbik sâhası bırakılması zarurî olmuştu. A b û H a n îfe mezhebi, re’y esasını hiçbir kayde tâbi4 tutmamıştır. Amelî mülâhazalar gözönünde tutularak, kıyâs usûlünün yanında, ferdî re’y ve hükme de cevaz verilmiştir. Buna istihşân (“ iyi olduğuna kâni‘ olmak” ) denilir. Kadı, önündeki mes’elenin icaplarını iyice mütalâa ettikten sonra, kıyâsa dayanan hükümler yerine, başka bir tarza tevessül etmeyi maslâhata uygun görürse, bu yolda hareket etmekte haklı sayılır (Istihsân’m ilk örnekleri için bk., Abû Yûsuf, Kitâb al-harâc, Bulak, 1302, s. 109, 1; 112,5 aşağıdan itibaren; 117, 5: va’l-kiyâs kâna... illâ annî istahsantu...\ Ş a y b â n î, al-Câmi‘ alşagir (Kitâb al-harâc’ m hâşiyesinde), s. 17,6 aşağıdan itibaren: Acza’- uhum f i ’ l-kiyâs valâ yuczi’uhum f i ’l-istihsân, 72,2; B u h â rî, kitâb alikrâh, nr. 7, nşr. Juynboll, s. 338, 9). Mâlikî mezhebinde de, re’y bahsinde böyle enfüsî bir unsurun yer tutmasına cevaz verilmiş olup, buna istişlâh (faydalı, iyiliğe ve maslâhata uygun olan yolun tutulması -maşlaha-), murâlât-al-aşlâh (en uygun, en doğru olana itibar etmek) denilmiştir. Usûl dairesinde kıyâs yolundan ayrılarak, hâlin icap ve zaruretine göre, maslâhata uygun olan tarzı tutmanın meşrûiyyeti, Roma hukukunun coırigere ju s propter utilitatem publicam (“ hukukun âmme nef‘i mülâhazası ile tashihi” ; Müsevî Talmud şerîatinde mippene tikkân hâ-€ölâm) yollarından birini andırır. ÎSLÂM HUKUKU Ira k fık ıh mezhebinin diğer büyük bir üstadı Basralı sûfî S u fy â n a l-Ş a v r î (ölümü: 161 =778)’dir. Bunun sistemi Magrib Müslümanları arasında bile uzun müddet en mûteber tutulmuştur (A b u ’ lM ah âsin , nşr. P opper, 120, 12); fakat bu sistem, evvelce zikredilen a l-A v z â 'î’ninki gibi, bütünü ile, bize kadar gelmemiştir; bu sebeple onu, ancak münferit hâllere tatbiki dolayısiyle ve bilhassa başka mezhepler ile olan ayrılık noktalan (ihtilâfât) bakımından bilmekteyiz. Gerçi İslâm fık h ı esasları, yukarıda ana-hatları ile gösterdiğimiz gibi, îslâm âleminin zimamdarlarınca kabûl ve tasvip edilmiş ise de, re'y' in ahkâm istinbâtına sâlih bir unsur olması fikrine daha ilk zamanlardanberi şiddetle karşı koyan ve hasım bir azınlık daima mevcut idi. Bu muhâlefet, ekseriya pek ince fık ıh mes’elerinin hallinde ustalıklı şer‘î hilelere tevessül edilmesi ( K a z v în î, Ta'annut Abı Yûsuf va Muhammed, nşr. W ü sten feld , 11, 151-153; 211 aşağıda) yüzünden doğmuştur ve hususiyle Irak fakihleri re'y'de sufestâî usûllere ziyadesiyle revaç veriyorlardı (Krş., î. G o ld z ih e r , Vorlesungen über den Islâm, s. 67 v. d.). Ara'ayta... “imdi ne düşünürsün?” (bu türlü hukukî inceliklere tevessül yolunu tutanlann kullandıkları ibâredir). Re'y'i bu tarzda kullananlar, bu hükümlerinin başına bu ibareyi koyarlardı (Bk., Kitâb al-harâc, s. 36; Muvattâ’ ; 11, 37, 330; in, 19); bunun içindir ki, bu usûlü şerîatin sû-i istimali telâkkî eden kimseler bu ibareye düşman kesilmişlerdir (Bk., gâhiriten, s. 17; krş., İb n S a ‘ d, vı, 68, 12 (lâ tukâ"id aşhâb ara'ayta ara'ayta) ve bu mes’ele ile alâkası olan hadîs'ler için bk., Sunan al-Dârimî, s. 37, A bü D â v û d , 1, 17). Hicaz mezhebi re'y'in kullanılışını reddetmediği hâlde, Irak mezhebine göre, daha mûtedil bir yol tutmuştur ve o mezhepten, neticeleri itibariyle, birçok noktalarda aynlır. Irak fakihlerinin hadîs tatbik etme tarzlarına da Hicaz âlimleri birçok itirazlarda bulunmuşlardır (Krş., Muh. Studien, 11, 78-83). Bu ihtilâf henüz mevcut bile değil iken, Irak mezhebi aleyhine olarak, mevcut gibi gösterilmiş ve hattâ halîfe Abd al-Malik’i Medîne mezhebi lehine olarak, Şark âlimlerini şiddetle muâhaze ve tekdir ettirmiye kadar vanyorlar (İb n S a ‘ d, v, 160, 6; 173, 19 v. d.). Bundan başka bir ferdin (Peygamber müstesna) re’yinin kazâî işlerde nâfiz olmasını kabûl ve tecviz etmiyen kimseler de vardı. Bunlar: “ Hayatta zuhur edebilecek bütün hâdiseleri Allah’ın ve a 8 6 ÎSLÂM HUKUKU Peygamber’in kendi kanunlarında önceden tâyin ve halletmemiş olmaları akla sığmaz,, diyorlardı. “ Biz kitapta hiçbir şey eksik bırakmadık,, (Kur'ân, vı, 38) ve eğer bir nokta Kur’ân'da sarâhaten münderiç değilse, Peygamber, Allah’ın emri ile, muhakkak onun hakkında bir hadîs ile fikir beyân etmiştir. Kur’ân’m birçok yerinde geçen ve bu görüş tarafdârlarınca Kur’ân ve sünnet diye tefsir olunan (Tabarî, Tefsir, 11, 275; xxn, 7) al-kitâb va ’l-hikma ibaresini iddialarına delil gösteriyorlardı (Bk., ZD M G , L X I, 869 v. d.). Filhakika ortada pek çok sahih olmayan hadîs mevcut olduğundan, her mes’ele için bir hadîs bulup göstermek ve böylece re’y ve kıyâs’ a lüzum bırakmamak kolay oluyordu. Diğer taraftan hadîs serdi tarzı ile hükme varmak için, hâdiselerin senedsiz, münkati‘ veya âhâd nev’inden olup olmadığını araştırmıya kalkışmaktan ve bu bahiste pek ince tenkidlere girişmekten sakındırdı. Hiç olmazsa zevâhiri kurtarmak ve şekle riâyet etmek için, re’y (bunun bir re’y olduğu açıkça kabûl edilirdi) bir hadîs kisvesine büründürülür ve ona mutantan bir isnâd eklenerek, başlangıcı Peygamber’e kadar götürülürdü. A sh â b a l-r e ’ y ile ashâb a l-h a d îs ihtilâfı bu sûretle zuhûr etmiştir. Muhammed b. Idrîs al-Şâfi‘î (ölümü H. 204 — M. 820) de, bu iki ucun ortasında bir aracı olarak, ortaya çıkmıştır. Bu zâtın büyük hizmeti fıkhın kaynaklarından (usûl al-fikh) ahkâm istinbât etme usûllerini toplayıp tertip etmesinde ve bunlardan her birinin kullanma hududunu sihhatle çizmiş olmasında görülür. Risale adlı eserinde (Kahire, Kabbânî, 1310, Matbaa İlmîye, 1312, Bulak 1312), Kur’ân ve hadîs’in müsellem imtiyâzını azaltmaksızın, ahkâm istinbâtı usûlünün ilmini tedvîn etmiştir; bu usûlün tatbik tarzım tanzim ve bunun keyfî sûrette tatbikini, kat’î kaideler ile, tahdit eylemiş, meselâ, enfüsî istihsân tarzını tasvip etmemiştir (2. tab., s. 134); buna karşılık olarak, ortaya koymuş olduğu istişhâb prensipi ile, fıkıhta pek müsmir olan karineye müstenid olarak, ahkâm istinbâtı yolunu açmıştır. Aşhâb al-ra’y ’ e olduğu kadar, ashâb al-hadîs’e de nisbet edilebilecek olan bu mezhebin mensuplan arasında, ashâb al-hadîs’in mezhebe daha hâkim vazıyette bulunmaları dolayısiyle, fıkıhta yalmz naklî menbâlara istinad meyli yeniden büyük bir ehemmiyet kazandı. Bu meyil en ziyade Ahmed b. Hanbal (ölümü: H. 241 — M. 855)’in mezhebinde ve daha müfrit şekli ile de Dâvûd b.‘Alî al-J şfahânî (ölmü: H. 270— M. 883) tarafından te’sis edilmiş olan ÎSLÂM HUKUKU 287 Zâhirîya mezhebinde kendisini göstermiştir. Bu son mezhep aklî istidlâl unsurlarının reddi ve fıkhî istidlâlin yalnız naklî menbâlara hasrında son derece ifrâta varmış, fakat bir hadde kadar kıyâs' a müracaat etmedikçe, işin içinden çıkılamıyacağım çok geçmeden teslim mecburiyetinde kalmıştır. O devirde kıyâs’a muânz olanlar arasında, Dâvûd’un çağdaşı, fakat ondan daha yaşlı olup, al-M a’mûn zamanında Bağdâd kadılığında bulunan meşhur şâfi‘î Yayhâ b. Aksâm (ölümü: H. 242 — M. 856) da zikrolunuyor; bu zât, münhasıran Irak mezhebine hücum maksadıyle, bir eser (Kitâb al-tanbih) yazmıştır; Dâvûd b. Alî ile devamlı sûrette fikir teatisinde bulunmuştur ( îb n H a lli kân, nu. 803, nşr. W ü ste n fe ld , x, 24); fakat bu türlü hücumların ehemmiyeti yalmz nazarî sâhada kalmış, amelî hayat üzerinde te’sir göstermemiştir: Hicrî in. ( m . ıx.) asrın başlangıcına kadar, hukuk tedkiklerindeki gelişmeden fıkıh ilminin iki şûbesi vücude geldi : (1) Usûl al-fıkh olup, fıkh asi’lanna âit kaideler ile bunların tatbikine dair metodolojiden bahseder; (2) Furü‘ al-fikh’tır ki, fer'îlerden, yâni .atbikî kaideleri ve konulmuş hükümlerin sistemli bir sûrette tasnif ve tedvinini ihtiva eder. Bu son şûbede, daha mezhep müessisleri zamanında, herkesçe hüccet sayılan mûteber te’lifler vücude getirilmiştir; furû‘a âit mühim eserler mezhep müessislerinin ilk tilmizleri tarafından te’lif edilmiş, veya yine onlar tarafından, hocalarının verdikleri dersler olmak üzre yazılıp, sonraki nesillere devrolunmuştur. Zamanımızda îslâm âleminin sünnî kısmında fik h dört istikamette inkişaf etmiş olup, her birinin başlangıcı, yukanda bahsi geçen n. (v i i i .) ve i i i . (ıx.) asırlarda müstakilen inkişaf eden mzeheplerin adamları tarafından fıklıî ahkâmın, küçük teferruatta farklı olarak, tedvini devrine kadar gitmektedir ve sonraki asırlarda herbiri kendi yolunda büyük gelişmelere ermiştir. Bugüne kadar devam eden ve Müslüman âleminin muhtelif sâhalarına dağılmış olan bu dört mezhep isimlerini, tedrisâtlan ile doktrinlerini vaz'etmiş olan imamlardan alır : H a n e fî mezhebi (Müslümanlar’ın en büyük kısmı buna mensuptur, Türkiye, Orta-Asya ve Hindistan); Ş â fi‘ î mezhebi (Mısır, cenubî Arabistan, îndonezya, Şarkî-Afrika ve Avzâ'î mezhebinin yerine kaim olduğu (H. 284 — M. 897), Suriye; krş., 288 Is l â m h u k u k u S ü b k î, Tabakât al-şâfi‘îya, ıı, 174 aşağıda; 214, 1 ve ayn. esr., v, 134 v. d., son derece mühim malûmat vardır); M âli k î mezhebi (Magrib, yukarı Mısır’ın büyük bir kısmı ve İngiliz garbî Afrikası) ve H a n b e lî mezhebi (H. vm. — M. xrv. asra kadar Irak, Mısır, Suriye ve Filistin’de kuvvetle yerleşmişken, şimdi Arabistan (Necd)’a münhasırdır. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti aksâmmdan olan bütün memleketlerde, resmî hayatta ve şer‘î mahkemelerde mer'î biricik düstûr olmuştur. Bunlardan başka mühim fıkıh mezheplerinin hepsi, kısa bir varlıktan sonra, meydandan çekilmiştir; meselâ, daha ilk zamanlarda a l - A v z â ‘î’nin (yukarı bk.) ve S u fy â n a l-Ş a v r î’nin (bu mezhebe göre bir müfti ve H. 405— M. 1014 senesinde ders okutmuştur; krş. A b û ’ l-M a h â s in , nşr. P opper, s. 120, 10); mezhepleri ile yukarıda bahsedilen zâhirî mezhepler’i ve meşhur tarihçi a l-T a b a r î tarafından kurulup, şimdi mevcut olmıyan birçok eserlerinde kendisi tarafından teşrih olunan Carîriya mezhebi de böyledir (W ien. Zeitschr. f . d. Kunde d. Morgenl., ıx, 364). Sâkıt olan bu mezheplerin tâlimâtı, sünnî İslâm icmâ'mda mûteber tutulmaz ve yukanda adı geçen dört mezhebin, dördü de hak sayılır; bunlar ehl-i sünnet esaslarının hiçbirinde biribirinden aynlmayıp yalnız, furû‘, yâni teferruâtta aynlırlar. Zamanımızın en mühim müslüman üniversitesi olan al-Azhar de bugün bu dört mezhebin müderrisleri ve talebeleri vardır. Hanefî mezhebinin hâkim olduğu büyük Islâm merkezlerinde, başka mezheplerin kadıları da bulunur ve mühim mes’elelerde bunlar da Hanefî kadılara danışarak hüküm verirlerdi. Bu dört mezhepten biri, mensuplannın bulundukları memleketlerin medreselerinde, fıkha dair, mecelle şeklinde, veya muhtasar ve mufassal metinler hâlinde, birçok te’lifler ile şerhler vücude getirmişlerdir. Bu te’liflerde tasrih edilmiyen haller ve kezâ aynı hukûkî mes’eleler salâhiyetli âlimler tarafından verilen fetvâlar ile hallolunur; zamanımıza kadar bu fetvâlardan da mühim mecmualar tertip edilmiştir. Avrupa devletleri, Şark’taki ülkelerinde ve himayeleri altında bulunan memleketlerde müslüman ahâli üzerine hâkimiyetlerini te’sis ettiklerindenberi, bu memleketlerde galip olan mezheplerin fıkha âit kitaplan Garp dillerine tercüme edilmiş, veya en tanınmış fıkıh eserlerinin metin ve tercümeleri Avrupah âlimler tarafından neşrolunmuştur. Ehl-i sünnet’e muhâlif Hârici ve Şî‘î mezhepler de, sünnîlerin fıkıhına ÎSLÂM HUKUKU 289 muvâzî olarak, kendi fıkıh sistemlerini tedvin etmişlerdir. Bunlar ile sünnîler arasındaki en mühim prensip ihtilâfları, pek tabiî olarak, devlet hukuku (hilâfet) mes’elelerinde kendilerini gösterir. Şî'îler’in şer'î hukuklarında nikâh ahkâmı (mut'’a ve ahi al-kitâb'a. mensup kadınlar ile izdivaç mes’eleleri) bakımından da ayrılıklar vardır; bunlar gayr-ı müslimler ile münasebet bahsinde çok dar bir görüşü temsil ederler. Bundan başka, ibâdete âit bâzı mes’elelerde (ezan) sünnîlerden biraz ayrılırlar; kendilerine has bâzı bayramları da vardır. Bunların dışında, bu mezhepleri ehl-i sünnetten ayıran şer‘î ahkâm ihtilâfları, sünnî İslâm içindeki muhtelif mezhepler arasında mevcut olanlardan pek az farklıdır (Krş., Vorlesungen über den İslam, s. 237-239). Şî'îler arasında imâmîlerden (oniki imâma mensup) Zeydî mezhebinde (bilhassa cenubî Arabistan’da) fıkha dair pek çok eser vücude getirilmiştir; bunun hakkında S tro th - m ann bize geniş malûmat vermektedir (Der İslam, 1, 354— 368; n, 49— 78; D as Staatsrecht der gaiditen, Strassburg, 1912; Der Kultus der Z_aiditen, ayn. esr., 1912). Fıkhın kıymeti hakkında isâbetli bir hükme varmak için , şu ciheti gözden kaçırmamalıdır ki, daha ilk zamanlardan başlayarak fıkıh müdevvenâtı ekseriyetle nazarî (akademik) bir kanun mecellesi, ideal olarak mer’î sayılan bir hukuk sistemi ve fıkhın tarihî tenkidi usûlünün vâzıı olan Snouck Hurgronje’nin pek güzel ifade ettiği gibi, din âlimlerinin tasavvur ettikleri ve dinin talep ve icaplarına ideal olarak yegâne tevafuk eden bir v a z ife le r doktrini mâhiyetini muhafaza etmiştir. Tarih bize öğretiyor ki, bugün olduğu gibi, İslâm’ın en eski devirlerinde de tatbikat, çok defa, şerîat (şari'a) in talep ve icaplarından farklı şekiller almıştır. Fıkhın bâzı kısımları asırlarca tahsile mühmel kalmış; birçok yerlerde ise, kökleri İslâm’dan önceki devirlere kadar uzayan, örf ve âdetler ( ‘urf va 'ada), mer’iyette bâkî kalmıştır. Bütün bunlardan başka, zamanımızın ^art ve icapları da müslüman memleketlerinde şer‘î ahkâmın yanında, ondan farklı ayrıca bir kânun sistemi vücude getirilmesine seoep olmuştur. Adlî masâlihin idaresindeki bu ikiliğin başlangıcı ilk devirlere kadar varmaktadır (Zâhiriten, s. 205, not 4, Mısır’dan alınmış misâl, H. X. asır; İb n K ay y i m a l-C a v z iy â , al-Turûk ul-hikmiya fV lsiyâsa al-şar‘ iya, Kahire, 1317, s. 218; Suriye’de çift hukuk usûlü; M a ssig n o n , Mission en Mesopotamie, n, Kahire, 1912, s. 80; Moğol İslâm Medeniyeti — X I X . 290 ÎSLÂM HUKUKU hâkimiyeti zamamnda Irak’ta gazaya şar‘ îya yanında kazaya yargüciya mer’iyette bulunuyor; nşr. îb n B a ttû ta , Paris, m, 11, Hârezm’den bahsederken). X X . asrın ilk yıllarında Fransız hükümeti Tunus ve Cezâyir îslâm hukukunu tedvin teşebbüsüne girişmiştir; bu hususta krş., S n o u ck H u r g ro n je , Nederland en de İslam (Leydçn, 1911), s. 42 v. dd. — Politicjue musulmane de la Hollande, s. 61 v. d.; C . H . Be eker, Archiv fü r Religionsıviss (1912), xv, 549; H . B ru n o , Le Regime des eaux en Droit Musulman (Paris, 1913), s. 183 v. d. B ib liy o g ra fy a : M ir z â K a ze m B eg, No tice sur la marehe et le progres de la Jurisprudence pârmi les seetes orthodoxes musulmanes (J A , 1850, kısmen hükümden sâkıt); E d . S a ch a u , Z ur dit e s ten Geschichte des muhammedanisehen Rechtes (Sitzungsber. K . Ak. d. Wiss. zu fVien; phil. hist. K l., cd. 65 (1870); A . von K rem er, Culturgeschichte des Orients unter den Chalifen (Viyana, 1875), x, 470 v. dd.; C. Sn ou ck H u r g r o n je , Nieuuue Bijdragen tot de kennis van den İslam (Bijdr. tot de Taal-, Land- en Volkenkunde..., iv. seri, vı. parti, 1883); ayn . m ü ellif, Mohammedaansch Recht en Rechtsvaetenschap (Indische Gids, 1886); a y n . m ü e llif, D e fiq h en de vergelijkende rechtsıvetenschap (Rechtsgel. Magazijn, 1886); ayn . m ü e llif, Le droit musulman (Reme de VHistoire des Religions, 1898, xxxvn); ayn . m ü e llif, Mekka (La Haye, 1889), II, 200 v. dd.; ayn . m ü eelif, Indische Gids, 1884; Litteraturblatt fü r oriental. Philologie, 1884 ve 1887 ve Z.D M G , liii (1899); î. G o ld z ih e r , D ie gâhiriten (Leipzig, 1884); ayn . m ü ellif, Muhammedanisehe Studien (Halle, 1890), 11, 66 v. dd.,; ayn . m ü e llif, Muhammedanische Recht in Theorie und Wirklichkeit ( ^eitsehr. fü r vergleichende Rechtsıvissenschaft, 1888, vn); T h . W . J u y n b o ll, Handbuch des islâmisehen Gesetzes (Leyden, 1910); A b d ü s s e ttâ r , Medhal-i fık h (İstanbul, 1299); M ah m u d E s'a d , U sûl-ifıkh (İstanbul, 1302); M e h m e d Z ih n î, Usûl-i Fıkh (İstanbul, 1316); M eh m e d S e y y id , U sû l-ifikh , (İstanbul, 1333); A li H a y d a r Efendi, Usûl-i fık h Dersleri (nşr. H a c ı  d il) , İstanbul, 1336; C o m te L . O s tr o ro g , Angora Reforms (London, 1926). Muhtelif mezheplere göre îslâm yazılan ve kezalik ona taalluku olan Avrupa eserleri için bk., J u y n b o ll, 1, 356-363; bundan başka krş., bir de B ro ck elm a n n , G A U de fıkha dair bahisler. (1. G O LD ZİH ER .) Is l â m h u k u k u 291 I. U m u m î M ü lâ h a z a la r .— Fıkıh dediğimiz nazarî hukuk sisteminin İslâm dünyasında nasıl doğup inkişâf ettiği, S. H u rgro n je v e l . G o ld z ih e r gibi, büyük âlimler ile, onların çalışmalarını tâkip eden müsteşrıklar ve hukuk tarihçileri tarafından yapılan tedkikler sâyesinde, umumî hatları ile anlaşılmış ve 1914’de G o ld z ih e r ’in, The Encyclopaedia o f İslâm'da, neşredilmiş olan makalesinde mükemmel sûrette izah olunmuştur. Ancak, o zamandan bu güne kadar geçen uzun yıllar zarfında elde edilen yeni neticeleri ve bu Fıkh maddesinde eksik, veya müphem bırakılmış bâzı esas mes’eleleri burada kısaca bildirmeyi lüzumlu gördük. Tıbkı Roma hukuku gibi, iskişâfım doktrinlere borçlu olan nazarî İslâm hukuku, yâni fık ıh , sistematik hukuk mevzuu olarak, Roma hukuku kadar zengin ve çok işlenmiş bir hukuk mevzûudur. Mukayeseli hukuk sâhasının en salâhiyetli mütehassıslarından bir âlimin söylediği gibi, Roma hukuku tarihinin kaynakları hakkında, İslâm hukuku (fıkıh) nun inkişâfı hakkında elde bulunan eski ve sağlam kaynaklar ile mukayese edebilecek kıymette vesikalar mevcut değildir ve bundan dolayı fıkh?m teşekkül tarihi hakkmdaki tedkikler, Roma hukuku kaynaklarına âit tedkiklerden daha müsbet neticeler vermiştir (E . L a m b e r t, La Fonction du Droit Civil Compare, Paris 1903, s. 393-396). İşte bu her iki itibar ile, fık ıh 'm tedkiki, umumî hukuk kültürü, yâni mukayeseli hukuk bakımından, hiçbir zaman ehemmiyet ve kıymetini kaybetmiyecektir. Nazarî sistem olarak dinî mâhiyetini daima muhafaza eden ve din âlimleri tarafından, daima bu gözle görülen fık ıh 'm, mevzûu “ideal bir hukuk,, olan spekülâtif bir ilim, tamamiyle skolastik bir inşâ mâhiyetini aldığı malûmdur (H . Lam m en s, L'Islâm, Groyarıces et İnstitutions, Paris, 1926, s. 103). Bu itibar ile ibâdât, muamelât ve ukübât kısımlarını hep birden içine alan fık ıh doktrinlerinde, ister Sünnî, ister Haricî, veya Şî‘î olsun, hususî hukuk ve âmme hukuku gibi tefnklar aslâ mevcut olmamış ve umumî mâhiyette codification’ - lara gidilmemiştir; icmâ ve kıyâs, zamana, mekâna ve şahsiyetlere göre, daima değişeceğinden, sâbit esas olarak, yalnız kitâb ve suma ortada kalmaktadır ki, bunların da çok geniş Islâm dünyasının bütün ihtiyaçlarını asırlarca yeknasak bir tarzda karşılamayacağı muhakkaktır. işte, Islâm dünyasında muhtelif mezheplerin, yâni hukuk mesleklerinin, zuhûruna sebep budur. Aym mezhebe mensup büyük 292 Is l â m h u k u k u âlimler arasında bile teferruâta âit mes’elelerde ictihad farkları bulunduğu düşünülürse, umumî codification’ların zorluğu daha kolay anlaşılır. Sistematik hukuk bakımından değil de, hukuk tarihi ve umumiyetle tarih bakımlarından, fık h ’m inkişafını ve içtimâî hayatta ne dereceye kadar tatbik edildiğini araştırmak, hiç şüphe yok, büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Yalnız hukuk tarihi ve hukuk etnolojisi değil, umumiyetle sosyoloji ve medeniyet tarihi itibarı ile de mühim neticeler verebilecek olan bu mâhiyette tedkiklere, henüz yeni yeni başlanılmış bulunuyor; halbuki, bilhassa îslâm âmme hukukuna âit tarihî tedkikler ilerilemedikçe, umumiyetle îslâm müesseseleri tarihinin ve bunun neticesi olarak îslâm tarihinin lâyıkı ile anlaşılması mümkün olamıyacaktır. îşte bu itibar ile, G o ld z ih e r ’in makalesinde pek kısa olarak geçilen bâzı mes’eleler hakkında, burada biraz izahlara girişmek zaruretini duyuyoruz. Maksadımız, henüz yeniden yeniye ortaya atılan bu gibi mes’elelerin ehemmiyetini tebarüz ettirerek, umumiyetle îslâm ve ayrıca Türk hukuk tarihleri sâhasındaki başlıca araştırma mevzulanna işaret etmek ve bu hususta yapılan bâzı tecrübeler ile, tâkip edilecek usûller hakkında biraz malûmat vermektir. S. H u rg ro n je ve î. G o ld z ih e r ile değerli muakkiplerinin pek tabiî olarak daha ziyade hukukî metinler üzerinde yaptıkları tedkiklerden çıkardıkları neticeleri, otuzbeş senedenberi mühim inkişaflar kaydeden tarihî araştırmalardan ve meydana çıkarılan yeni kaynaklardan istifade ederek, biraz daha ilerletmiye çalışacağız. Son olarak J . S a u v a g e t’nin de açıkça belirttiği gibi, sâdece fık ıh kitaplarının şahâdetine dayanarak, îslâm dünyasının ondört asırlık huhukî hayatını vâkıalara uygun bir sûrette öğrenmiye hiçbir imkân yoktur. Tamamıyle nazarî mâhiyette olan bu ideal hukuk kitaplarındaki kaidelerin umumî hayatta tatbik edildiği hayâline düşen bir tarihçi, içtimâî tarihi hakikatle te’l'fi imkânsız bir mâhiyette görecek, bilhassa müesseseler tarihi halde-nda tamamiyle yanlış fikirler edinecektir; halbuki tarihî tenkid sayesinde, meselâ, fık ıh kitaplarında İslâm’ın ilk devirlerinde Hıristiy mlar ile Yahudîler’in tâbi* oldukları hukukî ahkâm hakkında verilen bilgilerin yanlışlığı, sâbit olmuştur (J. S a u v a g e t, îııtroduction d l ’histoire de l’ Orietıt Musulman. Paris, 1943, s. 45-47.). İSLÂM HUKUKU 293 Yine bunun gibi âmme hukukuna, devlet teşkilâtına, vergilere v.b. âit A b û Y û s u f v : M â v a r d î gibi, büyük hukukçular tarafından yazılmış ve îslâm dün asında asırlardanberi klâsik bir mâhiyet almış kitapların bile, tarihî şe’niyetle çok defa te’lifi imkânsız hükümleri ihtiva ettikleri, tarihliler tarafından, meydana konulmuştur. A lAhkâm al-sultânîye mültercimi E. F a g n a n (Les Statuts Gou.vernevien.taux ou Regles de Droit Public et Administratif, Alger, 1915; mütercimin mukaddimesi)’ın bu hususta müdafaalarına rağmen, hakikat budur (L a m m en s, ayn. esr., s. 103). Her hâlde, bütün bu gibi hukuk* eserleri tarihî bir kaynak olarak kullamrken, bunların nazarî ve ideal birer inşâ mahsûlü olduğunu hiçbir zaman gözden kaçırmamak, asıl tarihî vesikaların ışığı altında bunların şe’niyete uygunluk derecesini tâyin etmek, hukuk tarihçisinin ilk vazifesidir. Bu gibi nazarî ve mücerret mâhiyette eserler, bâzan, müellifin vc içinde yaşadığı içtimâî çevrenin şahsî, veya müşterek ideolojilerini aksettirmek, yahut fiilî bir vazıyetin, nazarî bakımdan, nasıl tefsir ve mütâlâa edildiğini göstermek bakımlarından, çok faydalı olabilirler; fakat muhtelif mezhepler arasındaki ihtilâflara âit eserler ile, belli zaman ve yerlere âit birtakım fetvâ mecmuaları, yer yer müşahhas mes’eleleri ve mlar hakkmdaki hükümleri içine aldıklarından dolayı, gerek hukuk tarihi, gerek içtimâî tarih tedkikleri için, daha kıymetli malzemeyi ihtiva ederler. Fıkh'm ve geniş mânası ile îslâm hukuku’nun inkişâf ve tekâmülünü yalnız bu husustaki hukukî kaynakların tedkiki ile izah etmek mümkün olmadığı, onun İlâhî mâhiyeti ve değişmezliği akidesine saplanıp kalanlar müstesna olmak üzre, daha S. H u r g ro n je ’- denberi kabûl edilmiş bir hakikattir. İslâmiyet’in çok sür’atli ve çok geniş yayılışı, muhtelif sâhalarda muhtelif din ve kültürlere sahip milyonlarca halkın türlü amiller te’siri ile bu yeni dini kabûl etmeleri, oralardaki eski hukuk nizâmını ve millî örf vc âdetleri elbette birdenbire ortadan kaldıramamış ve bunların birkısmı, yavaş yavaş Îslâmî bir renge boyanarak, kendiliğinden îslâm örfüne girmiş, birkısmı da, ıktibâs veya taklit yolları ile, Islâm hukuk kaideleri arasında yer tutmuştur. Fıkh’m inkişaf ve tekâmülünde elbette te’sirlı olması icabeden bu âmiller, doğrudan doğruya kitâb ve siinnet e dayanma iddiasında bulunan fık ıh nazariyecileri tarafından elbette kabûl olunamazdı. Bu hakikati anlıyabilmek için, İslâmlaşan sâhalar- 294 ISLÂM HUKUKÜ da evvelce hâkim olan yerli örfleri ve eski hııkuk sistemlerini, İslâm hukuku ile karşılaştırmak mecburiyeti vardı. İşte, 1. G o ld z ih e r , Fıkıh maddesinde, o zamana kadar yapılmış tedkiklere dayanarak, Roma hukukunun İslâm hukuku, yâni fık ıh üzerindeki te’siri hakkında biraz malûmat vermiştir. Biz burada, önce bu mes’eleye dair tamamlayıcı bâzı izahlarda bulunmak, ondan sonra da Hıristiyan kilise hukuku’ nun, Talmud hukuku’nun, Sâsânî hukuku’ nun, fık ıh ’\n teşekkülü üzerindeki te’sirlerine d^ir ileri sürülen mütâlâalardan kısaca bahsederek, İslâm hukuku’na İslâm dışındaki büyük kültür çevrelerinden giren İslâmî olmayan unsurların mâhiyetini göstermek ve ayrıca İslâm hukuku’nun başka yabancı milletlerin hukukî müesseseleri üzerindeki nüfuzunu belirtmek istiyoruz. I I .R o m a -B iz a n s T e ’ siri.— X IX . asırda bilhassa amelî ihtiyaçlar ile İslâm hukuku’nu tedkike başlıyan Garp âlimleri arasında, fık ıh ’m Roma hukuku ile alâkası hakkında bâzı fikirleri il£ri sürülmiye başlanmıştır. Gerçi bundan çok daha önce de, birtakım greko-romen,hukuk müesseselerinin İslâm âlemi tarafından taklit, veya ıktibâs edildiği yolunda iddialarda bulunulmuşsa da, bunlar daha ziyade âmme hukuku ile alâkalı olup, “ fıkhın teşekkülünde Roma hukukunun te’siri,, mes’elesine temas edilmemişti. İtalyan âlimi N a llin o ’ya göre, bu fikri ilk defa 1865’de İskenderiye’de neşrettiği Manuale di Diritto puplico e privato ottomano irıtroduzione adlı eserinde öne .süren G a tte s c h i, diğer bir eserinde de, Müslüman vakıf müessessesinin Roma hukuku’ndan alındığım, yanlış olarak iddia etmişti (Tafsilât ve bu iddianın tenkidi hakkında bk., F u a d K ö p r ü lü , Vakıf Müessesesinin Hukukî Mâhiyeti ve Tarihi Tekâmülü, Vakıflar dergisi, 1942, 11, 7). Ondan sonra HollandalI V a n d e n B erg, D e Contractu Do ut des Jure Mohammadano (Leyden, 1868, s. 17 v.d.) adlı eserinde, D u g a t (Cours CompUmentaire de Giographie, Histoire et Ligislation des Ftats Musulmans, Paris, 1873, s. 33) da ve von K re m e r’in 1875’de Viyana’- da neşredilen Culturgeschichte d. Orients (1, 532 v. d.)’inde, H . H u g h es’- in La France Judiciaire (ı88o)’de neşredilen İslâm hukuku’nun menşe’- leri hakkmdaki makalesinde (S. 252-256) aynı fikri müdafaa etmişler ve nihayet 1. G o l d zih e r’in bu husustaki muhtelif tedkikleri neticesinde, müsteşnklar ve mukayeseli hukuk âlimleri arasında, bu fikir hemen umumiyetle yerleşmiştir : Meselâ, E . L a m b e r t (ayn esr., s. 282 v. d., 355 v. d.), M . M o ra n d , Introduction â l ’ itude du Droit Musul- İSLÂM HUKUKU 295 man Algerien (1921, s. 65) ve Etudes de Droit Musulman Algerien (191 o, s. 254) adlı eserlerinde, Hanefî fık h ı7nda Roma hukuku te’sirini (G o ld z ih e r ’in ileri sürmüş olduğu vasilik mes’elesine dayanarak; halbuki, bu mes’elede fıkh'm , Roma hukuku’na üstün olduğu malûmdur; bk., L'Annie Sociologique, xı, s. 355 v. d.) ve Müslüman fakihlerinin Jüstiniyen devri Roma hukuku’na vukuflarım kabûl etmişlerdir. Islâm hukuku’na âit neşrolunan birtakım monografilerde de, bunu kuvvetlendirir mâhiyette mukayeseler yapılmıştır. Msl., A . M arn eu r, Le Chefa (Paris 191 o) adlı eserde, fıkıhtaki ş u f‘a'nin, Bizans hukuku’ndaki protimesis ile benzerliği meydana konulduktan sonra, E. Bussi, Ricerche intorno aile relazioni fra retratto bizantion e musulmano (Milano, 1933) adi1 eserinde, bunu isbata çalışmıştır. Bunun gibi, bir taraftan M. M o r and ve diğer taraftan Be eker, vakıf müessesesinin Bizans hukuku’ndan alındığını kat‘î deliller ile göstermişlerdir (Tafsilât, yukanda adı geçen vakıf hakkmdaki makalemizdedır). E. T y a n (Histoire de l'organisation Judiciaire en pays d'İslam, Paris, 1938, I, 114-138), Islâm memleketlerindeki adlî teşkilât tarihini tedkik ederken, Greko-romen ve Islâm adlî sistemleri arasındaki benzeyişleri tebârüz ettirmiştir (Bk., mad. K A Z  ve K A D I). Italyan romanistlerinden E. C a ru si de, muhtelif yazılarında, îslâm fıkhı’nın teşekkülünde Roma hukuku’nun te’siri mes’elesinden, âdetâ bir müteârife gibi, bahsetmiştir (Tafsilât için bk., E. C a r u s i, Roma Hukuku ve Şark Hukukları, Capitoliummecm., İstanbul, 1935 , sayı 8 - 10, s. 201— 241). işte, bütün bunların neticesi olarak, Islâm müesseselerine dair en salâhiyetli âlimler tarafından yirmibeş senedenberi neşredilen umumî mâhiyette eserlerde (meselâ, G .' D em om b yn es, Les İnstitutions Musulmanes, s. 154 v. d.; H. M asse, L'İslam, s. 92 v. d., v. b.) ve birtakım umumî tarih kitaplannda ve ansiklopedi makalelerinde, aynı fikir, ufak-tefek bâzı aynlıklarla, tekrarlanıp durmuştur. Bu hususta daha bir yığın bibliyografik malûmat vermek mümkünse de, yaptığımız küçük hulâsayı yeter görüyoruz. Bütün bunlardan her nasılsa habersiz kalan bâzı hukukçularımızın, fık ıh ile Roma hukuku arasında benzerlik kurma fikrini, 1938’de çıkan Türkçe bir kitaba isnad etmeleri, cidden garip bir vâkıadır (H ıfzı V e ld e t, Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat, Tanzimat mecm., İstanbul, 1940, s. 195)- Fıkıh'ın ve usûl-i fık h 'm inkişafında Roma hukukunun, inkârı imkânsız te’siri olduğunu söyliyen I. G o ld z ih e r ’in muakkiplerinin ag6 İSLÂM HUKUKU bu mütâlâalarına karşı, daha ihtiyatlı davranmak ve bu kadar kat‘î bir hükme varmamak lüzumunu söyliyenler de olmamış değildir. Fıkıh ile Roma hukuku arasında bâzı amelî neticelerde benzerlik olduğunu teslim etmekle berâber, kitâb ve sünnet'e dayanmak itibariyle, fık h 'm tamamiyle İlâhî mâhiyetinde ve haricî bir te’sire mâruz kalmıyacağmda İsrar eden S a v a P aşa’mn dogmatik telâkkisini bir tarafa bırakalım (G oldziher’ in 1893’teByzan. Zeitschr.'deki tenkidine cevap olarak neşredilen risâle: S a v v a s P a c h a , Le Droit Musulman Expliqui, Paris 1896, s. ye v.d.;ayn mil., Etüde sur la thiorie du Droit Musulman, 1902, I, 20, 25, 27, 205); fakat, D ar este gibi bir hukuk tarihi mütehassısı, bâzı fık ıh nazariyeleri ile Roma hukuku’na mahsus birtakım fikirler arasındaki benzerliği kabûl ederek, “ Islâm hukuku üzerinde Roma hukuku te’siri olduğu,, neticesine varmakla berâber, bunun “ Islâm hukuku’nun, Roma hukuku’ndan çıktığı,, tarzında anlaşılmaması lüzumu üzerinde ve haricî benzeyişlerden ziyade esas ayrılıklara ehemmiyet verilmesini tavsiye etmiştir (Etudes d'histoire du Droit, 1889, s. 55 v. d.). L a m b e r t, Roma-Bizans hukuku te’sirinin muhakkak olduğunu kabûl etmekle berâber, metodoloji bakımından, Hanefî fakihlerinin kullandığı teknikin, Roma hukuk usûlünden geldiği ihtimâlinin henüz yeter deliller ile isbat edilmediğini belirtmiştir (Ayn. esr., s. 355). Son zamanlarda, fık h 'm tekâmülünü daha ziyade kendi bünyesi ve rûhu dâhilinde tedkik ve izah etmek istiyen B ergstrâsser (Der Islâm, xıv, 76 v. d.), evvelce aksi fikirde bulunduğu hâlde, sonradan ona iltihak eden C . H . B eck er (Erbe der Antike im Orient und Okzident, 1931) ve nihayet N a llin o , Considerazioni sul rapporti tra diritto romano e diritto musulmano adlı muhtırasında, Roma hukuk ilminin, fık ıkh 'm teşekkülü üzerinde te’siri olmadığım ileri sürmüşlerdir (F eri d A y ı ter, Yabancı Hukukların Alınması ve M illî Hukuka İstanbul Hukuk Fakültesi’nce çıkarılan medenî kanunun 15. yıldönümü, 1943, s. 187). Fıkh'm nazarî bir sistem olarak teşekkülü üzerindeki Roma te’sirinin, daha çok eskidenberi bu hukukun hâkim olduğu Suriye, Filistin ve Mısır sâhalarımn Islâmlar tarafından fethinden sonra günlük hayatın zarurî bir neticesi olduğu, bilhassa K rem er tarafından ileri sürülmüş ve bunda Bizans devrinedki Beyrut ve İskenderiye hukuk mekteplerinin ve hukuk eserlerinin de mühim hissesi bulunduğu, L a m b ert ve başkaları tarafından iddia olunmuştur. Is l â m h u k u k u 297 Bâzı hukukçular, Roma hukuka edebiyatında “ Suriye-Roma hukuk kitabı,, ismi ile tanınmış olup, mâhiyet ve kıymeti çok uzun münakaşalara yol açan skolastik mâhiyetteki el kitabının (Bruns ve S a ch a u , Das Syrisch-Römisches Rechtsbuch, Leipzig, 1880), muhtelif tercümeleri sâyesinde, Hanefî fakihlerince tanındığını ve böylece “ muahhar Roma hukuku ile fıkıh arasında bir irtibat hattı,, vazifesini gördüğünü kabûl etmişlerdir (Bk., E sm ein , Melanges d ’histoire du Droit, 1886, s. 409 v. d.). E. C aru si, yukarıda adı geçen makalesinde buna dair malûmat verdiği gibi, N a llin o da, Sul libro Siro-Romarıica e sul presunto diritto Sirico (Pavia, 1929) adlı mühim eserinde, bu mes’eleyi izah etmiştir. V . asırda Yunanca yazılıp, vm. asır ortasında Süryanîce’- ye tercüme edilen bu didaktik hususî hukuk kitabı, galiba, Mezopotamya’da tercüme edilmiştir. Bundan maksat, Islâm idaresi altında yaşıyan ve o zamana kadar böyle bir hukukî mecelleden mahrum bulunan Asya Hıristiyanları’na hukukî bir rehber vermek idi. Süryanîce’den Arapça ve Ermenice’ye de tercüme edilen bu kitabın, Şark Hıristiyan kiliseleri’nde asırlarca kullanıldığını, yâni Habeşistan, Mısır, Suriye, Elcezîre, Iran, Ermeni ve Gürcü kiliseleri’nin kanunu olduğunu düşünmek, te’sirinin genişliğini ölçmek için, kâfîdir. Bu eserin İslâm hukukçularınca malûm olup, hattâ Hanefî mezhebinin verâset mes’elesi hakkmdaki hükümlerinde kısmen bu eserden mülhem olduğunu ihtimâl dairesinde gören N a llin o , bir zamanlar tasavvur edilen “ orijinal bir Suriye hukuku,,nun tamamıyle hayâl mahsûlü olduğunu da açıkça söylemiştir. Bütün bu izahlardan sonra, Islâm hukuku üzerinde Roma hukukunun te’siri mes’elesine dair oldukça sarih neticelere varmak mümkündür ve bu neticeleri burada tesbit etmek, biraz aşağıda Islâm hukuku üzerinde te’sirli oldukları iddia edilen Mûsevî ve Sâsânî hukuklan’nın te’sirleri hakkında doğru bir fikir elde etmek için de çok faydalı olacaktır. Yukanda da işaret ettiğimiz gibi, nazarî ve ideai bir inşâdan ibaret olan ve dinî mâhiyetini daima muhafaza eden fıkıh, muhtelif mezheplere göre, birtakım ayrılıklar göstermekle berâber, hiçbir zaman, muhtelif Islâm kavimlerinin hukukî hayatlarım bütün şumûlü ile tanzim eden “ müsbet bir hukuk,, mâhiyetim almamıştır. Bu itibarla, Çin’den ve Şarkî Hind adalarından Atlantik kıyılarına kadar, çok geniş bir sâhada asırlar boyunca yaşıyan yüzlerce milyon Müslüman’ın, hususî hukuk ve bilhassa âmme hukuku bakım- ÎSLÂM HUKUKU lanndan, münasebetlerini tanzim eden hukıık kaidelerinin, sadece fık ıh çerçevesi içine münhasır kalmadığı pek tabiîdir. Kavmî menşe’leri ve mensup oldukları eski kültür çevreleri bakımından biribirinden çok farklı hukukî an’anelere mâlik olan bu kavimlerin, Müslüman olduktan ve Islâm medeniyetinin müşterek çerçevesi içine girdikten sonraki hukukî hayatları ve yarattıkları müesseseler, elbette Müslüman hukuku kadrosu içinde ve o ünvan altında tasnif ve tedkik edilmek icâbeder; lâkin “örfi hukuk,, diye adlandırabileceğimiz bu hakikî ve tarihî mefhum ile,-fıkıh dediğimiz ve “ şerVat ilmi,, diye târif edebileceğimiz “ şer‘ î hukuk,, u, yâni nazarî ve ideal mefhumu biribirine karıştırmamak icâbetmektedir. Bunu söylemekle berâber, birincisi çok geniş ve İkincisi ona nisbetle çok dar iki mefhumun biribiri ile tamamen zıt, yahut alâkasız olduğunu iddia etmiyoruz; bilâkis, bu ikisi arasında daima çok sıkı münasebetler, karşılıklı hulûl ve nüfuzlar mevcut olmuş, hattâ bu İkincinin lehine olarak, fıkh'm . aria-prensipleri fiilen hiç tatbik edilmese bile, nazarî sûrette daima hâkim mevkiinde kaldığından, hukukî şe’niyete kıymet vermiyen hukuk nazariyecileri ve fık ıh âlimleri “ Islâm hukuku’nun değişmezliği,, neticesine kadar varmışlardır ki, kendi mantıklarına göre, hiç de haksız değillerdir. işte, mes’eleyi bu görüş zâviyesinden tedkik edince, Roma hukuku’ nun, Islâm hukuku’na te’siri mes’elesi hakkında biribirine aykırı gibi görünen muhtelif fikirlerin az-çok uyuşması mümkün olabilir. Fıkıh, nazarî bir sistem olarak, gerek usûl, gerek furu' bakımlarından, kendi yapısı ve rûhu içinde, müstakil bir tekâmül geçirmiş ve orijinal karakterini daima saklamıştır. Islâm cemiyetinin siyasî inkişafı ve Islâm medeniyetinin tekâmülü ile berâber olarak sür’atle gelişen bu büyük ve ileri kültür çevresinin müşterek hukuk sistemi mâhiyetini alan fık h 'ı, Greko-romen hukuk sisteminin bir taklidi, veya istitâlesi saymak tamamıyle yanlıştır. F ıkh'm ve bilhassa Hanefî fıkhı’nın teşekkül ve inkişafında, İslâmî olmayan unsurların ve o arada muahhar Roma hukuku’nun hiçbir te’siri olmadığım iddia etmek istemiyoruz. Kuvvetle tesbit edilen birçok benzeyişler, ister şuurlu bir iktibas ve isterse tabiî bir hulûl mâhiyetinde olsun, bunun aksini isbata kâfidir; fakat bu, hiçbir zaman, fık h 'm orijinal ve müstakil hüviyetini değiştirecek bir mâhiyet arzetmez. Bunun dışında, geniş mânası ile Islâm hukuku’nun, Bizans hukuku’nun ve bilhassa Bizans âmme müessese- ÎSLÂM HUKUKU 299 lerinin büyük bir ölçüde te’siri altında kaldığı muhakkaktır. Emevîler devrinden başhyarak, Abbâsîler zamanında büs-bütün kuvvetlenen bu te’sir, aşağıda izah edeceğimiz Sâsânî te’siri ile birlikte, Islâm medeniyetinin başka kollarında olduğu gibi, hukukî hayatta da şiddetle müessir olmuştur. Devlet teşkilâtında, saray hayat ve teşrifâtımn inkişafında, vergi ve toprak mes’elelerinde, hulâsa bütün âmme müesseselerinde ve umumî hayatın birçok görünüşlerinde, bunu açıkça görmek mümkündür. Islâm hukuk nazariyecilerinin bunlara dinî bir menşe’ ve mâhiyet vermek istemelerine karşı, bu müesseselerin yabancı medeniyetlerden, Bizans’tan ve Sâsânîler’den geldiğini söyliyen C â h iz (Bk., Kitâb al-tâc) ve Ib n H a ld û n (Mukaddime, Arapça metin, I, 208) gibi müelliflere de tesadüf edilir (Tafsilât için bk., F u a d K ö p r ü lü , Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri, T H I T M , 1, 291-296). III. T al m ûd H u k u k u T e ’ siri. — Bu mes’ele, fık ıh ’ın teşekkül ve inkişafı hakkında bu umumî mülâhazaların çerçevesi içinde mütâlâa edilmek icâbeder. Islâm dininin, ibâdât’ta olduğu gibi, muâmelât ve ukûbât'ta. mûsevîlik’ten mühim iktibaslarda bulunduğu, Garp âlimleri ve hukukçuları arasında, çoktanberi kabûl edilmiş bir fikirdir. T h . D u la u ve J. P h a ra o n tarafından, 1839’da neşredilen ve o zamana göre, mümkün-mertebe mukayeseli hukuk esaslarına riayet edilerek yazılan Legislations Orientales. Droit Musulman adh ve Hanefî hukuku’na âit eserde, zinâ cürmüne tatbik edilen recim (taşa tutma) cezasımn mûsevîlikten alındığı ileri sürülmüştür (S. 65). N . de Tornauvv, Islâm hukuku’nun teşekkülünde Câhilîye örfü ile berâber, hıristiyanlığın, İran’ın ve mûsevîliğin te’sirinden umumî sûrette bahsetmişti (Bu eserin Fransızca tercümesi, E sch ba ch , Le Droit Musulman, Paris, 1860, s. 13). Islâm dinine ve hukukuna âit tedkikler ilerledikten sonra, bu hususta daha vâzıh fikirler ileri sürüldü, önce V o n K rem er ve V a n den B erg ve sonra L am b ert, RomaBizans hukuku’ndan Hanefî fık h ı’n a geçen hukukî telâkkilerden mühim birkısmının bile talmudik hukuk tatbikatı vasıtasiyle geçtiği nazariyesini müdafaa ettiler (Ayn. esr., s. 355). Umumiyetle, talmûd hukuku’nun, Islâm hukuku’na te’siri fikrini müdafaa edenler, daha Islâm’ın ilk devrinde Medîne Yahudileri’nin yüksek bir kültür sahibi olduklarım ve bu ilk safhada başlıyan fikrî ve mânevî te’sirin (Bk., W e llh a u se n , Skizzen und Vorarbeiten, iv, 13 v.d.), Islâm fütuhâtı 300 Is l â m h u k u k u genişledikten sonra da devam ettiğini belirterek, yalnız âyin ve ibadetlerde ve dinî düşünüş tarzlarında değil, “ aile teşkilâtı, evlenme şekil ve şartlan, verâset ve kölelik mes’eleleri ile ceza hukuku ve kısas,, hususlarındaki birtakım kuvvetli benzeyişleri göstermişlerdir. Sauta y r a ve C h e r b o n n a u d , daha 1873 — 1874’de (yâni V o n K re me r’den bir yıl evvel), Paris’te neşredilen Droit Musulman du statut personnel et des succession adlı eserlerinde bu hususta sarih misaller vermişlerdir (L a m b e r t, ayn. esr., s. 283 v. d.). Daha sonraları îslâm hukuku mes’elelerine âit monografilerde de bu te’siri gösteren kuvvetli delillere rastlanmaktadır (Meselâ, W. H e ffe n in g , D as lslamische Fremdenrecht, Hannover, 1925, s. 117 v.d.). IV. S â sâ n î T e ’ siri.— Fıkh’m nazarî bir sistem olarak teşekkülünde değilse bile, umumiytle îslâm hukuku’nda ve bilhassa âmme müesseselerinin inkişaf ve tekâmülünde şiddetle müessir olan diğer esaslı bir âmil de, hiç şüphesiz, Sâsânî hukuku’nun te’siridir. îran rûhunun îslâm dini üzerindeki te’sirlerine dair tedkiklerde bulunmuş olan (msl. Islamisme et Parsisme Rev. d. l ’histoire des Religions, x l i i i . 1901, s. 1-29) î . G o ld z ih e r ’in, yukanki Fıkıh maddesinde, bunu sadece işaret edip geçmesi, bizi bu mes’ele üzerinde daha ehemmiyetle durmaya mecbur etti. Umumî medeniyet tarihindeki büyük ehemmiyeti gittikçe daha iyi anlaşılan eski îran te’sirinin, Anadolu ve Elcezîre’nin Romalılar tarafından zaptından sonra, milâdın ilk asrından başhyarak, Roma’da nasıl kendini gösterdiği ve Sâsânîler devrinde Şarkî Roma’da bu te’sirin nasıl arttığı malûmdur. Daha İslâmiyet’in zuhûrundan önce, Bizans ve Sâsânî imparatorluklarına tâbi‘ bâzı küçük Arap beylikleri vasıtasıyle de bu medeniyetler ile sıkı temaslarda bulunan Araplar, îslâm fütûhâtı neticesinde, Sâsânî medeniyeti sâhalarmı ele geçirdiler. Bilhassa Abbâsî împaratorluğu’nda iranlılığın çok eskidenberi malûm olan te’siri, tarihî tedkikler ile, her gün biraz daha iyi belirmektedir. îşte, îslâm hukuku üzerinde araştırmalarda bulunan âlimler, bu umumî mülâhazaları gözönünde bulundurarak, eskidenberi, Bizans nüfuzu ile berâber, Sâsânî nüfuzunun da varlığım kabûl etmişlerdir. İran’dan mı Bizans’a, Bizans’tan mı İran’a — başka bir tâbir ile, eski Şark imparatorluklarından mı Garb’a, yoksa Garp’tan mı onlara— geçtiği açık sûrette tâyin olunamıyan birtakım müesseselerin îslâm dünyasında da bulunduğunu tesbit eden âlimler, içlerinde İb n H a ld û n ’un da dâhil ol ÎSLÂM HUKUKU 301 duğu birtakım eski Islâm müellifleri gibi, bunu Sâsânî-Bizans nüfuzuna âit göstermekten başka bir çâre bulamamışlardır. Islâm hukuku’nda Bizans te’sirinden bahsedenlerin, umumiyetle, Iran te’sirini de, bir müteârife gibi, kabûl etmelerinin bir sebebi de budur; halbuki asıl sebeb başkadır: Umumiyetle eski Iran hukuku hakkmdaki malûmat çok az olduğu gibi (Bk., A . C h riste n sen , Introduction Bibliographique â l'histoire du Droit de Viran Ancien, Archives d ’histoire du Droit Oriental, 1938, 11, 243— 257), Sâsânîler devri hukuku da, lâyıkı ile tedkik edilmiş değildir ve bu devrin âmme müesseseleri hakkında, daha ziyade, îslâm kaynaklarından istifade edilmektedir (A . C h riste n se n , Viran sous les Sassanides, 1936; — biraz sathî olmakla berâber şu eserden de istifade olunabilir : S e y y e d T a g h i N asr, Essai sur l’histoire du Droit Persan des Origines a l’ invasion Arabe, Paris, 1933). işte bundan dolayı, Sâsânî hukukuna, nazarî Islâm hukuku’nun teşekkülünde, Roma hukuku’na atfolunduğu gibi, ahkâm ve metodoloji bakımlarından bir te’sir atfolunmamış ve bu nüfuz daha ziyade âmme hukuku sâhasmda aranmıştır ki, tamamıyle doğrudur. Ancak, bu hususta şimdiye kadar ileri sürülen fikirlerin hukuk tarihi bakımından, ciddî ve metodlu araştırmalara dayanmaktan çok, tarihçiler ve müsteşrıklar tarafından, tesadüfi olarak, temas olunan ve eski Islâm müelliflerinin bu husustaki fikirlerinin tekrarından ibaret kalan dağımk ve umumî mâhiyette düşüncelere münhasir kaldığı unutulmamalıdır; halbuki, eldeki tarihî malzeme sayesinde, bu hususta oldukça esaslı tarihi tedkikler yapılması müm-- kündür. Emevîler’in daha çok Bizans te’sirinde kalmalarına karşılık, Abbâsî İmparatorluğu’nun, Sâsânî an’anelerini iktibas ve taklit sûretiyle, saray ve idâre teşkilâtını vücude getirdiği, eski İslâm müelliflerinin dikkatinden kaçmamıştır. Kendilerini imparatorluğun yalnız cismânî hükümdârı değil, aynı zamanda bütün Islâm ümmetinin rûhânî reisi sayan Abbâsî hükümdârları, Peygamberler’in halîfesi, yâni vekili, Müslümanlar’ın emîri ve imâmı sıfatlarını şahıslarında toplamışlardır ki, bu, G. D em o m b yn es’in mütâlâası veçhi ile, eski Şark imparatorluklarından gelen bir “ çifte hâkimiyet,, telâkkisinin,Bizans ve Sâsânî imparatorluklarına ve ondan da Bağdâd sarayına geçmesi ile meydana gelmişti vc İslâm zihniyetine tamamıyle yabancı idi. G o ld z ih e r (Le Dogme et la loi de Vİslam, s. 41'1’in tamâ- 302 İs l a m h u k u k u mıyle teokratik bir mâhiyet arzetmek sûretiyle Emevîler’inkinden ayrılan ve “ din ile devletin” tam bir ittihâdı telâkkisine bağlı kalan Abbâsîler’in bu telâkkisini Sâsânîler’den alınmış sayması, şüphesiz, daha doğrudur. Tarihçi M a s ‘ ûdî, Abbâsîler’in, Sâsânîler devri saraylarının teşkilâtını taklit ettiklerini söylemek sûretiyle, tarihî bir hakikati ifade eder (Les Prairies d ’or, n, fasıl xxıv, s. 153). B a lâ - zu rî, Islâmlar’da zimâm ve mihr dîvânı'mn, Emevîler’in Irak vâlisi Z iy â d Ib n A b îh tarafından “ Iran padişahlarının mümâsil müesseselerini taklit sûretiyle,, vücude getirildiğini anlatarak, Irak’ta Sâsânî te’sirinin, Abbâsîler’den önce başladığını meydana koyar. C â h iz ’in Kitâb al-tâc, yahut Ahlâk al-mulûk adlı eseri, bu bakımdan, çok dikkate değer. Sâsânî an’anelerini çok iyi bilen ve onlara karşı büyük bir hayranlık gösteren bu müellif, Araplar’m idâre usûllerini ve devlet teşkilâtını Acemler’den öğrendiklerini söyler. Ib n a l-B a lh î, Abbâsîler’de mevcut birçok dîvânların (idâre şûbeleri) vc vergilerin, eski Iran hükümdârları tarafından kurulmuş olduğu an’anesini, xıı. asır başlarında dahi devam ettirir (Fars-nâme, GM N S, 1, 1921). N izâ m a l-M ü lk ’ ün Siyâset-nâme'si başta olmak üzre, x i .-x i i . asırlarda yazılan bütün siyâset ve idâre kitapları, Arap edebiyatımn daha önceki asırlardaki mümâsil mahsûlleri gibi, Sâsânî devri müesseselerinin ve siyâsî-idârî telâkkilerinin birer müdafaa-nâmesi mâhiyetinde olup, bu hususta çok kıymetli malûmat ihtiva ederler. Islâm devletlerinde saltanat icaplarından sayılan birçok şeylerin, îran veya Bizans menşe’lerinden geldiğini söyliyen îb n H a ld û n , daha kendisinden asırlarca önce söylenenleri tekrardan başka birşey yapmış değildir. Abbâsî devri müellifleri, fık ıh âlimleri müstesna olmak üzre, Sâsânî te’sirlerini kabûl ve itiraf ettikleri hâlde, HıristiyanBizans’m, Islâm hilâfeti müesseseleri üzerindeki nüfuzunu bahis mevzuu etmek dahi istememişlerdir (G . D e m o m b y n e s, La Syrie â l'epoçue des Mamelouks, s. cxvı). H wâ r e z m î’nin M afâtîh al-‘ulûm'u gibi, ansiklopedik eserler ile îran şehir veya sülâlelerine âit vekâyi'-nâmelerde de bu te’siri gösteren birçok mühim kayıtlara tesadüf olunur. Abbâsîler devrinde îslâm âmme hukukuna âit, nazarî mâhiyette, çok mühim sistematik eserler vücûde getiren A b û Y û su f ve M â v a r d î gibi âlimlerin eserlerinde, bu gibi yabancı te’sirlerden hiç bahsedilmemesini ve her hükmün İslâmî prensiplere istinad ettirilmek istenmesini tabiî görmelidir. İSLÂM HUKUKU 303 Şu küçük hulâsadan açıkça anlaşılacağı gibi, Abbâsîler devrinin âmme müesseselerini tedkike kalkışacak bir hukuk tarihçisi, Sâsânî nüfuzu mes’elesini ehemmiyetle gözönünde bulundurmak zorundadır. Abbâsî împaratorluğu’ndan ayrılarak istiklâllerini kazanmış muhtelif Îslâm-Türk devletleri, Abbâsî teşkilâtını, esas kadro olarak, muhafaza etmiş ve âmme müesseselerini o müşterek kadro dairesinde inkişaf ettirmiş olduklarından, Abbâsî devri müesseselerinin hukuk tarihindeki ehemmiyeti çok büyüktür. Hâkimiyet ve idâre mefhumlarında, saray teşkilât ve teşrifâtmda, nevruz ve mihrgân gibi — İslâmiyet ile hiç alâkası olmıyan ve iranî menşe’den gelen— umumî bayramlarda, askerî teftişlerde, hâkimiyet timsallerinde, ünvan, lâkab vc alâmetlerde, idâre teşkilâtında, merkezî ve yerli dîvânlarda, meskûkât sistemi ile, toprak ve vergi sistemlerinde, resmî posta, câsusluk, yol emniyeti, gümrük mes’elelcıinde, ordu teşkilâtında, şehir ve köylerdeki âmme hizmetlerinde, hulâsa içtimâî hayatın hemen her şûbesinde bu te’sirin bulunduğu, şimdiye kadar yapılmış tesadüfî ve çok sathî tedkikler ile dahi anlaşılmış bulunuyor (M . M ez, E. T y a n , J . H . K ra m ers, M a r g o lio u th ve daha birçoklarının muhtelif yazılarında). Henüz dikkati çekmiş olmamakla berâber, cezâ hukukunda, ticâret hukukunda ve sulama işlerinin tanzimi gibi, ziraat hukukunda da bu te’siri aramak çok yerinde olur . Islâm hukuku tarihini ve bilhassa siyâsî ve idârî müesseselerin menşe ve tekamülünü anlıyabilmek için, bu gibi araştırmalara şiddetle ihtiyaç olduğu hâlde, henüz bu yolda hiçbir ciddî adım atılmamıştır. V . H u k u k î H a y a tta ik ilik . — Fıkh’m teşekkül ve inkişafında ve umumiyetle Müslüman milletlerin hukukî hayatlarında çok te’sirli olan üç mühim yabancı unsur hakkmdaki bu izahlardan sonra, fık h ’m Islâm cemiyeti içinde ne dereceye kadar “ müsbet hukuk,, mâhiyeti aldığı mes’elesi üzerinde durabiliriz. I. G o ld z ih e r ve S. H u r g ro n je gibi, fık h 'm nazarî ve ideal mâhiyetini ve hukukî şe’niyet ile alâka derecesini belirten iki büyük âlim ile, meşhur mukayeseli hukuk tarihçisi J . K o h le r arasında bu mes’ele üzerinde cereyan eden münakaşalar, “ müsbet hukuk „ mefhumunu her iki tarafın farklı anlayışından dolayı, sarih bir neticeye bağlanamamakla berâber, mevzûun aydınlanması bakımından, çok faydalı olmuştur (Tafsilât ve bibliyografik malûmat için bk., L a m b ert, ayn. esr., s. 378 v. d.). Zamanın ve muhitin icaplarını karşılıyabilmek için, 304 Is l â m h u k u k u re'y ve kiyâs'a, yâni hukukî istidlâle, kıymet vererek, istihsân ve istişlâh prensipleri ile ve ictihâd yolu ile hayatın dinamizmine uymak imkânım te’mine çalışmakla berâber, İlâhî menşei ve dinî mâhiyeti itibarı ile, naşş'a bağlı kalmak zorunda olan bir hukuk sisteminin, bütün hukukî münasebetleri tanzime kâfî gelemiyeceği pek tabiîdir. Dinî hukuk hükümlerinin ancak ilk dört halîfe devrinde tamâmıyle tatbik edildiğini iddiaya dahi imkân yoktur; çünkü H a lîfe Ö m e r’in bile, İslâmiyet’i kabûl etmiyen bâzı Hıristiyan-Arap kabilelerinden cizye almadığını (İb n K u ta y b a , al-M a‘ârif s. 193) biliyoruz. Daha sonraları, meselâ Hindistan fütuhatında Hindliler’e ehl-i kitâb muamelesi edilmesi ve muhtelif isyan hareketlerinde mürtedlere karşı şer‘î cezanın tatbik edilmemesi de, aynı mâhiyette hareketlerdir; mâmafih bunları, siyâsî zaruretlerden doğan bir istisna olarak kabûl etmek, belki daha doğru olur. Hareketlerini dinî kaidelere uydurmak lüzumunu hiç duymıyan Emevîler devrinde, sırf teolojik ve nazarî mâhiyette kalan fık ıh , ancak Abbâsîler’in teokratik siyâseti sayesinde, sür‘atli bir inkişafa nâil olarak, resmen bir “ hukukî hayat kaidesi,, mâhiyetini aldı; fakat bu devirde, fık ıh ahkâmının tamâmıyle tatbik olunamadığmı, şer'î hukuk’un yanında mahallî âdetlere dayanan örfî hukuk’un daha büyük bir ehemmiyet kazandığım ve böylece hukukî hayatın tamamlığı için, “ şer'î kazâ,, yanında, bir de “ örfî kazâ„nın yer aldığını görüyoruz. Devlet tarafından tâyin edilen kadıların “ şer'î kazâ,, sâhaları, örfî kazâ’ya göre, çok mahdut idi; şurta, hisbe, ma zâlim (Bk., H . F. A m e d r o z, The Mazâlim Jurisdiction, J R A S , 1911; E T y a n , ayn. esr., 11) ve daha bu gibi isimler altında, muhtelif Islâm devletlerinde mevcut türlü türlü kazâî faâliyetler, âmme nizâmını te’sis ve muhâfaza hususundaki rolleri ve cezâî mâhiyetleri bakımından, şer'î kazâ’mnkinden çok geniş bir faâliyet ve nüfuz sâhasma mâlik idiler. Hükümdârların— yâni devletin— kanun koyma salâhiyetine dayanan ve yerli örflerden geniş ölçüde faydalanan bu kazâ uzuvları, fık h 'm dinî hükümleriyle hiçbir zaman alâkalı olmadıkları hâlde, bilhassa “ hisbe,, mevzûuna âit yazılan bâzı eserlerde, bunlara bile dinî bir renk verilmiye çalışılması, teolojik zihniyetin tezahüründen başka birşey değildir. Her hâlde, Müslüman kavimlerin hukuk tarihleri bakımlarından, bu örfî kazâ müesseselerinin büyük bir ehemmiyeti vardır. Siyâsî hukuk ve idârî hukuk gibi, ticâret hukuku’nda ve cezâ hukukunda da fık h 'm rolü çok az ve te’sirsiz İSLÂM HUKUKU 3°5 olmuştur. Fıkıh kitaplarındaki birtakım şer'î cezâlann, meselâ el kesmek, yahut recim gibi, âmme vicdâmna uymadıkları için çok nâdir istisnâî hâllerde tatbik edildiklerine dair bir yığın tarihî misâllere mâlik bulunuyoruz. Tıbkı bunun gibi, vergiler mes’elesinde de, “ fer'i tekâlif,, yanında, zaman ve yere göre, türlü isimler altında gördüğümüz bir yığın “ör/î tekâlif,, vardır ]&, fık ıh hükümlerine aykırı olmalarına rağmen, daima mevcut olmuşlardır. Zaman zaman bâzı Islâm hükümdârlannın dinî bir gayret sevkı ile, yahut bâzı siyâsî ve idârî düşünceler ile, bu örfî vergileri büsbütün, veya kısmen kaldırmak hususunda teşebbüse geçtikleri, muâsır vekâyic-nâmelerden, yahut bu husustaki birtakım kitâbelerden anlaşılmakta ise de, bunun uzun müddet devam etmediği ve mâlî zaruretler sebebi ile onların tekrar konulduğu, yine aynı kaynaklardan öğrenilmektedir. Her hâlde, muhtelif İslâm devletlerindeki fiilî vergi sisteminin, Abbâsîler devri fık ıh kitaplarında gördüğümüz nazarî ve ideal sistemden tamâmiyle farklı olduğu muhakkaktır. Bizans devri vergilerinin, Mısır ve Suriye’de İslâm fütûhâtmdan sonra da devamı hakkında kat‘î malûmatımız (Bk., G . R o u illa r d , VAdministration Çivile de VEgypte Byzantine, 1928, s. 78 v. d. 248; ayn. müellif, Les Archives de Lavra, Byzantion, m, 262), ve Abbâsî devrinde ve daha sonra muhtelif vilâyetlere âit vergi mevzûâtına, şer'î değil örfî mâhiyetini göstermek üzre, kânun adı verilmesi, bunun bir delilidir. V I. D e v le tin T eşri* ve K a z â F a â liy e ti. — Bu verilen izahlar ile sâbit olmuştur ki, Islâm devletlerinde çok eskidenberi fık h 'm dışında ve hattâ onunla hiç bağlı olmıyarak, geniş bir legislation faâliyeti, bilhassa âmme hukuku’nda, daima mevcut olmuş, halîfe adına kazâ vazifesi gören kadılar muntazam teşkilâta bağlanarak kâzi al-kuzât, veya akz.â al-kuzât ismini alan ve devlet merkezinde oturan en büyük adalet me’murunun kontrolü altına konmuştur. Onun salâhiyeti dışında kalan örfî kazâ müesseseleri ise, şerîate değil, doğrudan doğruya devlet otoritesine dayanıyordu; mâmafih, hükümdârlann vakit vakit bu şer‘î kazâ mes’elelerine dahi te’sir eden müdâhalelerde bulunduklarım gösteren tarihî örnekler yok değildir. Mısır’da Tolunlu hânedânını kuran A hm ed , ıx. asır sonlarında, kadı ile aralarında çıkan bir anlaşmazlıktan dolayı, yedi sene kadılık vazifesini nâ$ir al-mazâlim ünvanını taşıyan ve hiçbir şer‘î sıfatı olmıyan sivil me’mura gördürmüştü (Z . M . H assan, Les Tulunides, îslâ m M edeniyeti — X X . 3°6 Is l â m h u k u k u Paris, 1933, s. 223 v.d.). Muhtelif Abbâsî halîfeleri zamanında, miras mes’elesine dâir muhtelif hükümler konularak, kadılara buna göre hareket etmeleri hakkında emirler verildiğini biliyoruz (H ilâ l a l-Ş â b î, Kitâb Tuhfa’ t al-umerâ, Beyrut, 1901, s. 246 v.d .— S u y û tî, Târih, al-hulâfâ‘s\nda. ve îb n T o lü n , al-Lama‘ât al-bar kıya sinde bundan kısaca bahsederler). Fâtimîler devrinde dahi, devletin miras mes’ elesi hakkında hükümler konulduğu malûmdur (H aşan İb ra h im H aşan, al-Fâtimiyûn f i ’l-M işr, Kahire, 1932 s. 193-196). Bâzı hükümdârlar, umumî ihtiyaçların sevkı ile, birtakım hukuk kaideleri koymak lüzumunu duydukları zaman, devrin ileri gelen fakihlerine müracaat ederlerdi. Abd Allah b. Tâhir, 224 yılındaki Fergana zelzelesinden sonra, Ferganalılar ile Horasanlıların sulama işlerini hukukî bir esasa bağlanarak çiftçiler arasındaki daimî anlaşmazlıklara son verilmesi hususundaki isteklerine karşı, mevcut fık ıh kitaplarında ve hadîslerde buna âit birşey bulunmadığından, Horasan fakihleri ile Irak fakihlerini toplıyarak, Kitâb al-kini adlı bir ahkâm mecmuası tertip ettirmişti ki, eserini 440’da yazan Gar dizi, bu hükümlere hâlâ riayet edildiğini söylemektedir (% eyn al-ahbâr, nşr. M e h m e d N âzım , Berlin, 1928, s. . Sırf siyâsî sebepler ile, şî‘î ve bâtınî cereyanlarına karşı şiddetli bir Sünnîlik siyâseti tâkip eden büyük Selçuklu hükümdârlarmdan M e lik şâ h , vezir N izâ m alM u lk ’ün tavsiyesi ile, devrin ileri gelen fakihlerini toplıyarak, o sıra büyük ihtilâflara yol açmış olan birtakım hukukî mes’eleler hakkında sarih ve kat'î hükümleri içine alan bir mecelle tertip ettirerek, bütün imparatorluk memleketlerinde bunun tatbikini emretti (al1 Ur âza f i al-hikâyât al-Salçûkîya, nşr. K . Süssheim , Leyden, 1909, s. 69-71, Türkçe tercümesi M . Şerefed d in , M illi Tetebbûlar mecm.). M esâ'il-i M elikşâhî diye meşhur olan bu ahkâmın Moğol istilâsına kadar tatbik olunduğunu, hattâ bunlardan bâzısınm Iran Moğol hükümdârlan tarafından da te’yit olunmakla berâber, yine ihmâl edildiğini ve nihayet G â z â n tarafından tekrar tatbik mevkiine konulduğunu R a ş îd a d -D în izah etmektedir (Târih-i mubârak-i Gâzâni, K. J a h n , neşr. G M N S , xıv, 1940, s. 235, 237, 238, 241). M e lik şâh ile devrin meşhur âlimi imâm A b û a l-M a ‘ â lî C u v a y n î arasında geçen bir hâdise, hükümdârlann kanun koyma salâhiyetleri hakkında o devir fakihlerinin düşüncelerini ve medenî merkezlerdeki halkın din âlimlerine itimadlarının derecesini göster İSLÂM HUKUKU 307 mek bakımından, çok manalıdır : Ramazanın yirmidokuzunda Nişâpur’a gelen M eli.kşâh, hilâlin görüldüğünü bildiren adamlarına inanarak, ertesi gün bayram olduğuna dair münâdîler çıkarır. Bunu haber alan imânı da ayrıca münâdîler çıkararak bayram olmadığını ilân ettirir. Hemen huzûra celbedilen îmâm’a, neden bu harekette bulunduğunu soran hükümdâr, şu cevabı alır : “ Sultânın fermâmna bağlı meselelerde ona itaat vâciptir; lâkin fetvaya bağlı mes’elelerde, sultânın ona riayeti vaciptir. Oruç tutmak ve bayram etmek fetvâya taallûk eder, fermana değil,, (Tuhfa’ t al-mulûk, Tahran, 1317 h. ş., s. 15-17); mâmafih, tâkip ettikleri dinî siyâsete rağmen, büyük Selçuklu imparatorları ve onların halefleri zamanında, örfî kazâ müesseseselerinin bütün ehemmiyetlerini muhafaza ettiği, bilhassa Türk kabileleri arasında, eski kabîle hukukunun devam eylediği merkezî idâre teşkilâtındaki dâd-bey’lerin örfî kazâlara nezaret ettikleri bilinmektedir. Hârezmşahlar devrinde, C a lâ l a d -D în ’in tarihçisi N as av î’nin, eski İslâm devletlerindeki Dîvân al-maçâlim’ e benzettiği ve ordu içinde faâliyette bulunduğunu söylediği yüksek mahkeme, işte bu örfî kazâ müesseselerinden biri ve siyâsî - idârî bakımlardan onların en yükseği idi (Sırat al-sultân Calâl ad-Dîn, H ou das neşri, s. 167). Moğollar’ın Islâm sâhalarmı istilâ ederek, Memlûkler’in SuriyeMısır imparatorluğu ve Delhi Sultanlığı hsriç olmak üzre, diğer sâhalarda devletler kurmaları, o memleketlerin hukukî hayatı üzerinde derin izler bıraktı. Sayıca çok olmıyan Moğol fâtihlerinin, yüksek İslâm kültürü çevrelerinde sür’atle türkleşip İslamlaşmalarına rağmen, yasa denilen Moğol kanunu ve Moğol idârî ve mâlî an’aneleri, Mâverâünnehr, Iran, Irak, Şarkî-Anadolu, Altın-Ordu sâhalannda te’sirini gösterdi. Tarğu adlı Moğol mahkemeleri ve yarğucı denilen hâkimler, yasa hükümlerine göre, idârî ve siyâsî kazâ vazifesi görmekte idiler (F u a d K ö p r ü lü , Orta-zaman Türk Hukuk Müesseseleri, Belleten, sayı 5-6, 1938, s. 68). İdâre teşkilâtında ve vergilerde de, Uzak-Şark’tan gelen bâzı yeni telâkkiler göze çarpar. Moğol istilâsına uğramamış olan Memlûk İmparatorluğu’nda bile, türlü sebeDİer ile orada yerleşmiş olan Müslüman-Moğollar, veya Moğol sâhasından gelmiş Türkler, mahdut şer‘î mes’eleler dışındaki anlaşmazlıklarım yasa hükümlerine göre çözmek için, hâcib ünvanını taşıyan hâkime müracaat ederlerdi [E . Q u a tr e m e re , Câmi'' al-tavârih tercümesi s. ıx, cxvm ; M a k r îz î, Hitat, Bulak, m, 36.— S u y û tî, 3°8 İSLÂM HUKUKU Hüsn al-muhâiara, n., 95’de, Moğol te’sirinin daha B aybars zamanında başladığını kaydeder; ayrıca: al- Nucûm al-zahir a, vı, 268). Her hâlde, bu Moğol hâkimiyeti devrinin, şerîat hükümlerine karşı örfî ahkâmı daha kuvvetlendirmek ve genişletmek gibi, bir te’siri olduğu söylenebilir; bununla berâber, xıv. asır başlarında Dehli Türk-Halaç sultanlarından 'A lâ ’ a l - D î n ’iıı, din ile devlet işlerini biribirinden tamâmiyle ayırarak, şer‘î ahkâma ve şerîat mümessillerine hiç kıymet vermemesi, Mısır Memlûkleri’nirı büyük askerî ileri gelenlerinden ve Çerkeş Memlûkleri’nden olup 804’te ölen E m îr L a ç in ’in, “ vakıfları kaldırmak, şerîat kitaplarını yakmak, din âlimlerini tâkibâta uğratmak, kâzî al-kuzât'hk vazifesini fıkıh ile hiç münasebeti olmıyan bir Türk’e vermek,, yolunda düşünceleri (A . P o lia k , Le Caractere Colonial de P ita t Mamelouk, R E I, I935> s- 244) gibi hâdiseleri, daha ziyade, bunların şahsî temayülleri tarzında tefsir etmek daha doğrudur; çünkü, ne daha evvelki ne de sonraki asırlarda, Müslüman hükümdârlarının, halkın dinî hislerini incitmemek maksadı ile şerîat âlimleri ile lüzumsuz yere açık bir mücadeleye girişmekten daima çekindiklerini görüyoruz. Meselâ, T im u r, bir taraftan yasa hükümlerini tatbik ederken, diğer taraftan da ulemâ sınıfını gözetmekten geri durmuyordu. Islâm ilimlerine az-çok vâkıf olan Ş a y b â n î H an, H. 914’te Herat ve Buhâra âlimleri ile “ babası evvelce ölen torununun, amcaları ile birlikte mirasa dâhil olup olâmıyacağı,, mes’elesi üzerinde uzun münakaşalar ederek, bu husustaki icmâ‘ın Kur'ân ve H adîs'ten neye dayandığım istemiş ve onların âciz kalması üzerine, “ Cengiz yasası hükümlerine göre, bu gibi torunların mirasa girmeleri,, hususunda, memleketin kadılarına hitâben bir de ferman hazırlatmış ise de, bu husustaki icmâ‘m Buhârî’deki bir Hadîs'c dayandığı isbat edilince, onu geri alıp, mes’eleyi kapatmıştı (F a z l A lla h R û zb ih â n , Mihmân-nâme-i Buhâra, Nûr-ı osmaniye Kütüphanesi, nu. 3431). Her hâlde, şerîat hükümlerine açıktan açığa aykırı mes’elelerde, Islâm hükümdârlarının, din âlimleri ile mücadeleden çekindikleri muhakkaktır; fakat yalmz mâlî mâhiyette mes’elelerde, meselâ örfî vergiler konulmasında, onlar ile istişâreye dahi lüzum görmüyorlardı ki, bu daha Emevîler devrindenberi sürüp gelen bir an’ane idi. Buna rağmen, bâzı dindâr hükümdârların, sırf şahsî temâyüllerine uyarak, yahut bâzı siyasî ve idârî icapları gözönüne alarak, Is l â m h u k u k u 309 birtakım örfî vergileri kaldırdıklarını da görüyoruz. Umumî efkâr üzerinde fena te’sir yapabilecek mes’elelerde, şerîat adamlarının önceden muvafakatini almak, hükümdârların sık-sık başvurdukları bir usûl idi. Mısır Memlûk Sultanı Kanşû, mücbir mâlî zarûretler karşısında, birkısım evkaf gelirlerini de devlet hâzinesine almak istediği zaman, Hanbelî kadısı müstesnâ olarak, diğer üç mezhep kadılarının muvafakatini almıya muvaffak olmuştu (G . W iet, l’Egypte Arabe, Paris, 1937, s. 613 v.d.). Bütün îslâm devletlerinde, nazarî olarak, Şeriat ahkâmı’nin carî gibi görünmesine rağmen, hakikatte, örfî kazâ müesseselerinin şer‘î kazâ müesseselerinden daha geniş bir sâhada faâliyet gösterdikleri muhakkaktır. Emevîler devrinden başhyarak, xv. asra kadar, îslâm dünyâsının her tarafında görülen bu hâdisenin, sonraki asırlarda da aynı şekilde devam ettiğini birkaç tarihî delil ile isbat edelim: Safevîler devri İran’ı hakkında en inanılır kaynaklardan biri olan C h a r d in ’iıı Seyahat-nâme’sinde, İran’da ş îlî fık h ı ahkâmını tatbik eden şer‘î mahkemelerin dışında, örfî ahkâma göre hareket eden başka kazâî müesseseler bulunduğu ve bunların devletçe tâyin edilen me’murlar tarafından idâre edildiği açıkça anlatılmaktadır (Bk., Voyages, nşr. L an gles, Paris, vı, fasıl xvı, xvıı). J h o n M a lc o lm , İran tarihi hakkmdaki eserinde bu hususta biraz malûmat verdiği gibi (Histoire de la Perse, Paris, 1821, iv, 196 v.d.), İran’a âit birçok seyahat-nâmelerde ve tarihî kaynaklarda da buna işaret edilmektedir. Daha A n q u e til D u p e rr o n ’un, 1758’de Amsterdam’da neşredilmiş olan Legislatiorı Orirıtale (S. 62— 64) adh eserinde bile, müellifin dikkatini çekmiş olan bu muhtelif kâzâ müesseseleri, onların vazifeleri ve salâhiyet dereceleri, bunların başında bulunan “ Kadı, şeyhül-islâm, dîvatı-beyi, damağa, kelânier v. s.,, gibi me’murlar hakkında etraflı malûmat için bk., V . M in o rsk y , Tazkira’ t al-mulûk (G M N S, xvı, London 1943). İran’da Garp hukuku te’siri kendini gösteriııceye kadar, bu vazıyetin esas itibârıylc değişmediğini söyleyebiliriz. Şî‘î İran’da gördüğümüz bu muhtelif kazâ müesseseleri, şer'î mahkemelerde Hanefî fıkhını esas tutan ve Mısır-Suriye fethinden sonra, daha teokratik bir mâhiyet alarak, şeyh ül-islâmlık müessesesini kuran Osmanlı İmpartorlğu’nda da dâima mevcut olmuş vc devlet, daha ilk kuruluş asrından başhyarak hususî kdnun-nâme/er 3ID Is l â m h u k u k u ile hukukî hayatı tanzim etmiş, kazâ müesseselerinin vazife ve salâhiyetlerini ayırmış, idârî ve adlî müesseselerini kurmuştur. Başka Islâm devletlerinde olduğu gibi, şer'î kazâ'mn başlıca uzvu olan kadıların bile din, hattâ adliye mümessili olmaktan ziyade, bir “ idâre adamı,, sıfat vc salâhiyetini hâiz oldukları Osmanh imparatorluğunda, yalmz şerîat değil, daha çok örf ve kanun hükümlerine göre faâliyette bulunan muhtelif kazâ müesseseleri hakkında, burada en kısa izahlara girişmiye dahi imkân yoktur. Muhtelif din ve mezheplere ve kavmiyetlere mensup ve biribirinden çok farklı örf ve âdetlere sâhip insanlar ile meskûn kıt’alara hâkim olan bu imparatorluğun, oldukça karışık bir adlî cihâza mâlik olduğunu ve buradaki hukukî hayatın yalmz Hanefî fık h ı ile tanzim edilemiyeceğini söylemek kâfidir. Küçük bir örnek olmak üzre, tımar sâhibi sipahilerden ve subaşılardan başhyarak, sancak-beği, beyler-beği ve vezirlerde kadar muhtelif derecedeki idare adamlarının kazâî salâhiyetleri olduğunu, askerî ocaklar menusuplarına, Peygamber neslinden geldikleri kabûl edilen seyyidler’e mahsus ayrı mahkemeler bulunduğunu, esnaf loncalarına bir nevi kazâ hakkı tanındığını ilâve edelim. Vergi ve toprak mes’elelerinde, eski âdet ve an’anelere uyarak, her eyâlete mahsus kanunlar vücude getirmek ve daha doğrusu eskiden konulmuş kanunları ayniyle veya küçük değişiklikler ile tatbik etmek sûretiyle, “kânunların mahallîliği,, (la territorialite des lois) esasına bağlı kalan Osmanh imparatorluğu, hususî hukuk ve bilhassa aile hukuku mes’elelerinde her dinî cemâatin örfî ve dinî an’anelerine göre hareketlerini kabûl etmek sûretiyle, âdetâ bir nevi “kânunların şahsîliği,, (la personnalite des lois) prensipini tatbik etmiştir, imparatorluğun, yerli örf ve âdetlere büyük kıymet veren bu adlî siyâsetinin başarı derecesini göstermek için, meselâ, Bulgaristan’da, eski Bulgarlar’ca da “ âdet,, mânasına olan obıçay kelimesinin, halk arasında tamâmiyle unutulup yerini, âdet kelimesinin almış olduğunu söylemek kâfidir (S. S. B o b çev, Quelques Remargues sur le Droit Coutumier Bulgare, Revue Int. d. Etudes Balkaniçues, 1935, 1, 45). Bulgar köylülerinin, erkek ve kadın arasında miras eşitliği esasına göre hükmeden kilise mahkemelerine gitmiyerek, kadına daha az hak veren şer‘î mahkemelere müracaat etmeleri, imparatorluk’un ne geniş bir adlî siyâset tâkip ettiğini ve Islâm hukukunun Bulgarlar üzerindeki te’sirini gösteren delillerden biridir (A- S o lo vie v, Bogişiç en İSLÂM HUKUKU Bulgarie (1877), Revue Int. d. Etudes Balkaniçues, 1938, m, 549). Bu kısa izahlar, Türkiye’de henüz Garp hukuku te’siri başlamadan çok önce, adlî idârede bir “ ikilik„ bulunduğunu ve hukukî nizamın yalmz şerîat ve fık ıh esaslarına göre kurulmamış olduğunu anlatmıya kâfidir. V II. M e z h e p le r in C o ğ r a fî Y a y ılış ı. — Islâm mezheplerinin yahut diğer bir tâbir ile muhtelif fık ıh mesleklerinin, bugün Islâm dünyâsında işgal ettikleri coğrafî sâhalar hakkında I. G o ld z ih e r tarafından verilen malûmatı tamamlamak için, eski Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa’daki memleketlerinde yaşıyan Müslümanlar ile, eski Rus çarhğırun Avrupa ve Asya’daki topraklarında bulunan Müslümanlar’ın hemen umumiyetle Hanefî mezhebine mensup olduklarını ve yalmz Cenubî-Kafkasya’da, eskiden Iran şahlarına tâbi* sâhalardaki şî‘î Müslümanlar arasında şî‘î fık h ı'n ın hâkim bulunduğunu ilâve edelim. Bolşevik ihtilâlinden sonra Rusya’da ve bugün Balkanlar’da Müslümanlar’ın hukukî hayatı üzerinde fık h 'm ne dereceye kadar te’sir etmiş olduğu hakkında müsbet birşey söylenemez. Ancak, şunu ilâve etmeyi unutmamalıyız ki, mezheplerin coğrafî yayılış sâhaları hakkında gerek bizim, gerek I. G o ld z ih e r ’ in verdiğimiz malûmat, büyük ekseriyete göredir. Yoksa, Türkiye dâhilinde birkısım Ş â fi'î ve Şî'îler, İran’da da Ş â fî'î ve Hanefî mezheplerinde Sünnîler bulunduğu gibi, Mısır’da, Tunus’da ve Cezâyir’de de Hanefîler’c tesadüf olunur. Müslüman kavimlerin dinî ve hukukî tarihleri şimdiye kadar ciddî sûrette tedkik edilmediğinden, bellibaşlı sünnî ve şî'î mezheplerinin muhtelif asırlar esnasında nasıl bir tekâmül seyri tâkip ederek, bugünkü yayılış vazıyetine geldikleri lâyıkıyle malûm değildir. Gerek bunun ve gerek mezheplerin yayılma ve yerleşmelerinde te’sir etmiş olan âmillerin ciddî bir sûrette araştırılması, Islâm kavimlerinin hukuk tarihlerini aydınlatmak bakımından, mühim neticeler verecektir, önce S. H u rgro n je ve sonra M . M o ra n d , bu coğrafî yayılışın sebepleri hakkında bâzı düşüncelerde bulunarak, bu hâdisenin daha ziyade birtakım “ tesadüfi ve ânzî,, sebeplerden ileri geldiğini izaha kalkışmış iseler de, bâzan tesadüfi mâhiyet gösteren birtakım tarihî âmillerin, daha derin içtimâî sebeplere dayandığı da unutulmamalıdır. İb n Haldûn’un bu husustaki fikirleri, yâni herhangi mezhebin teşekkül çevresi ile, sonra yayıldığı. çevreler arasında içtimâî ve İktisadî yapı bakımın 312 İSLÂM HUKUKU dan benzeyişler araması, zamanına göre, çok ileri bir illiyet (causaliti) düşüncesinin eseridir (M . M oran d, İntroduction a l ’ etüde du Droit Musulman Algerien, Alger, 1921, s. 66-68); mâmafih, muhtelif îslâm kavimlerinin hukuk tarihlerine âit araştırmalar ilerliyerek, bu hususta müsbet neticeler elde edilmeden, bu gibi umumî hükümlere varmak, ilmî ihtiyata hiçbir zaman uygun değildir (Bu coğrafî yayılış mes’ elesi hakkında ayrıca bk., L . M assign o n , Annuaire du Monde M usulman, Paris, 1923 vc 1926). V III. Y a b a n c ı H u k u k la r Ü ze r in d e k i T e ’ sirler. — I. G ol d zih e r’in makalesinde, her nedense hiç bahis mevzûu olmıyan bir mes’eleye, yâni fıkıh?ın yahut, daha geniş bir ifade ile, İslâm hukuku’ nun başka milletlerin hukukî hayatları ve hukukî sistemleri üzerinde nasıl bir te’sir icra ettiği mes’elesine de kısaca temas etmek istiyoruz. E. C aru si gibi, îslâm hukukuna da yabancı olmıyan birtakım tanınmış romanistlerin “ bu mes’elenin ehemmiyeti,, üzerinde İsrar etmelerine rağmen, itiraf edilmek icâbeder ki, henüz bu hususta ciddî tedkiklere girişilmiş değildir; meselâ, Bizans hukuku’nun vm. asra âit mühim bir eseri olan Eclogue’un, 1932’de Sofya’da yeni bir basımını yapan N. P. B la g o e v ’in, bunun üzerindeki Şark te’sirleri arasında fık h ’m te’sirinden de, müphem ve umumî sûrette bahsetmesi kanaat verici bir mâhiyette değildir (V . M o şin ’in tenkidi için bk., Byzantion, 1933, vm, 675); halbuki Bizans împaratorluğu’nun bilhassa son asırlar âmme müesseseleri üzerinde, fık ıh sisteminin değilse bile, Bizans ile asırlarca münasebetlerde bulunan Müslüman-Arap ve Türk devletleri müesseselerinin bâzı te’sirleri bulunduğu malûmdur (Bk., F u a d K ö p r ü lü , Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri, s. 288-290). Tıpkı bunun gibi, Orta-çağ Ispanya’ sında, îslâm hâkimiyeti yıkıldıktan sonra, kurulan Hıristiyan devletlerinde, Kastil ve Aragon kırallıkları’nda, hemen bütün idârî, askerî, adlî ve mâlî müesseselerin, hattâ aynı isimler altında devam ettiği, bütün mütehassislarca kabûl edilmiştir (L e v i-P r o v e n ç a l, l’Espagne Musulmane au Xme Sikle, Paris, 1932, s. 98 v. d.). Sicilya’da, ıx. asırdan xı. asır sonuna kadar süren îslâm hâkimiyeti sona erdikten sonra dahi, îslâm medeniyeti nüfuzunun burada kuvvetle devam ettiği vc hukuk sâhasmda da yalmz âmme hukuku’nda değil, medenî hukuk’ta dahî bu te’sirin bulunduğu, M. A m ari (Storia dei ÎSLÂM HUKUKU 3*3 Musulmani di Sicilia, 2. tab., nşr. N a llin o , 2. cild, Catane, ıg33)’nin araştırmaları sâyesinde bilinmektedir. Uzun asırlar îslâm hâkimiyeti altında ayrı müstakil bir hayat geçiren, yahut îslâm kavimleri ile çok sıkı medenî ve siyâsî münasebetlerde bulunan küçük Hıristiyan devletlerinin âmme hukuku üzerinde de muhtelif îslâm devletlerinin te’sirlerini görmek mümkündür. Henüz bu hususta ciddî tedkikler yapılmış olmamakla berâber, Kıbrıs kırallığı’nda muhtesiplik mücssesesinin bulunduğu (D . H ayek , Le Droit Franc en Syrie Pendant les Croisades, Paris. 1925, s. 106), îznık Rum împaratorluğu’nda ve Gürcistan Kırallığı’nda Büyük-Selçuklular’dan gelen a ta b e k ünvamna tesadüf edilmesi (M . S a in tM a r tin , Memoires Historigues et Geographigues sur VArmfnie, 1839, 11, 251), Ermenistan sülâlelerinde, em îr, h â cib ve sp eh sâlâr gibi, Abbâsîler’den ve Selçuklular’dan geçen ünvanlarm mevcut olması (V . L a n glo is, Cartulaire de la Chancellerie Royale des Roupeniens, Venise, 1863, s. 41, 43, 45), Rumenler’in idârî ve mâlî müesseselerinin teşekkülünde önce Altın-Ordu'nun, sonra da Osmanlı împaratorluğu’nun te’sirleri (M . îo r g a , Le Caractere Commun des İnstitutions du Sud-Est de l'Europe, Paris, 1929, s. 96 v.d.; ayn . mil., Anciens Documents de Droit Roumain, 1931, 2 cilt), bu mevzuun ehemmiyetini anlatmıya yeter. Altın-Ordu devletinin, Moskoflar’m âmme hukuku üzerindeki çok büyük te’siri, yâni hâkimiyet telâkkisinden başhyarak, hemen bütün siyâsî, idârî, adlî, mâlî ve askerî teşkilâtın bu te’sir sâyesinde meydana geldiği, bâzı itiraz edenlere rağmen, en salâhiyetli îslav tarihçileri ve hukukçuları tarafından tesbit edilmiş bulunuyor (Bu hususta bibliyografik tafsilat için bk., A le x a n d re Eck, Introduction Bibliographiçue â /’histoire du Droit Russe, Archive d ’histoire du droit oriental, 1938, 11, 424 v. d.). Umumiyetle Gürcü hukuku üzerinde İslâm fık h ı'm n ve Büyük Selçuklular’dan îlhanlılar’a ve Safevîler’e kadar, îran ve Cenûbî-Kafkasya’da hâkim olmuş Türk devletleri hukukî müesseselerinin çok derin ve geniş nüfuzu, Joseph K a r s t’m Gürcü hukuku hakkmdaki mukayeseli tedkikleri sâyesinde, artık iyiden iyiye aydınlanmış sayılabilir. Bu nüfuz, yalnız âmme müesseselerine münhasır kalmıyarak, hukukî hayatın her şûbesi üzerinde te’sirli olmuş, hattâ deniz ticâreti hukuku’nda bile kendini göstermiştir. Îdarî müesseselerde, vergilerde ve adlî teşkilâtta çok açık olan bu Müslüman-Türk te’siri, yalnız hukuk tarihi değil, 3«4 İSLÂM HUKUKU umumiyetle medeniyet tarihi bakımından, çok dikkate değer (C o d e Georgien du Roi Vakhtang vı, Strasburg, 1934, 37, 3 cilt), İslâmiyet’i kabûl etmekle berâber, kabîle ve hayat teşkilatım ve eski iptidaî kültürlerini saklayan ve şehir medeniyetinden uzak kalan Kafkas dağlılan’nın, Şimalî-Afrika berberîleri’nin, birtakım Iran, Efgan ve Türk kabilelerinin, Balkanlar’da Müslüman-Boşnaklar ve Arnavutların örf ve âdet hukuklarında, doğrudan doğruya fık ıh ahkâmı'- mn te’siri altında teşekkül etmiş birtakım âdetlere tesadüf olunduğunu da unutmamak lâzımdır. Bulgarlar’m örf ve âdet hukukunda, Türkler vasıtası ile geçmiş ve menşeini tamâmiyle fık ıh hükümleri’nden almış bir yığın şeylere tesadüf olunması da, bu te’sirin genişliğini gösterebilecek bir hâdisedir; mâmafih bunlardan başka, fık ıh ’\n ve umumiyetle İslâm hukuku’nun, şimdiye kadar az-çok dikkati çekmiş bâzı geniş te’sirleri hakkında da birkaç söz söylemek icâbeder. Haçlı seferleri neticesinde Şark’ta kurulan küçük Hıristiyan beylikleri ile, Italyan deniz cumhuriyetleri ve Garbî Akdeniz limanları arasında kurulmuş olan sıkı ticârî münasebetlerin doğurdrğu milletlerarası mâhiyette sayılabilecek A k d e n iz tic â r e t h u ku k u ’nun teşekkülünde, Islâm’dan önceki B izan s hukuku ve daha sair birtakım unsurlar ile berâber, İslâm hukuku’nun da te’sir etmiş olduğu hakkmdaki fikirler malûmdur (Bk., C a ru si’nin yukarıda adı geçen makalesi ve ayrıca G . D cm o m b yn es, Les İnstitutions Musulmanes, s. 156). Küçük-Ermenistan vasıtası ile Kafkas memleketlerine, Gürcistan’a kadar geçen bu ticâret hukuku’nda, M itte is ’in nazariyesine rağmen, yerli unsurlar ile berâber, İslâm hukuku’nun da kuvvetli te’siri olduğunu iddia eden H o lld a c k ’ın fikri, J. K ars t tarafından da kuvvetle müdafaa edilmiştir (Ayn. esr., m, 314 v. d.). İslâm hukuku’nun, Şark kiliseleri hukuku üzerindeki te’siri mes’elesi de, eskidenberi dikkati çekmiş, hattâ M . B elin (Etudes sur la Propriete Fönciere en Pays M usulmans et Specialement en Turguie, JA, 1861, s. 514), daha çok zaman önce, Mısır hıristiyanları’nm, İslâm vakıf sistemi’ nı taklit ederek, kiliseleri. için, vakıflar te’sis ettiklerini belirtmişti. O zamandanberi yapılan muhtelif araştırmalar sâyesinde, bu mes’ele bugün oldukça aydınlanmış bulunuyor. Melkî ve Mârûnî kiliseleri, hukuk bakımından, hiçbir orijinal mahsûl vücude getirmiyerek, sadece kilise ahkâmı ile yerli örf ve âdetlerin ve bilhassa İslâm hukuku’nun tatbiki ile iktifa etmişlerdir. Ya'kûbî kilisesi, A b û ’ l-F a r â c (B ar H eb- ÎSLÂM HUKUKU 315 raeus)’un tercümeleri sayesinde, fık ıh eserlerinden istifade etmiştiı. Nastûrî kilisesi, kazâ vahdetini te’min için sarfettiği hukukî faâliyetinde ve tedvîn hareketinde, sair muhtelif unsurlar arasında îslâm hukuku'ndan da iktibaslarda bulunmuştur. Mısır-Habeşistan Hıristiyanlan’nın, yâni Kıptî-Habeş kilisesinin başlıca hukuk mahsûlü olup, xın. asır ortalarında tertip edilen Arapça Macmu‘ al-kavânln’in, sonradan Fetha Nagast adı altında, Habeşçe’ye tercümesi ile meydana gelen meşhur mecellede dahi İslâm hukuku te’siri pek açıktır (Bk., N a llin o ve C a r u s i’nin yukanda adı geçen makaleleri). IX . A d lî Is lâ h a t ve în k ılâ b la r . — I. G o ld z ih e r , makalesinin sonunda, Fransız hükümetinin Tunus ve Cezayir’de yeni yeni hukukçulann kullandıkları usûller ile İslâm hukuku’nda yeni bir tedvin (kânunlaştırma-codification) hareketi yaratmıya çalıştığım kaydederek, bu hususta biraz bibliyografik malûmat veriyor; halbuki, Garp medeniyeti ile siyâsî ve İktisadî sıkı temaslar neticesinde, müstakil veya yan-müstakil Islâm devletlerinin adlî hayat ve teşkilâtında, daha xıx. asırdan başhyarak, mühim değişiklikler vücûde gelmiş, hele ticâret ve cezâ hukuklarında, Garp’ten, esaslı iktibaslar yapılarak, Türkiye’de Fransız kanunları’mn te’siri altında 1850’de bir ticâret kanunu ve 1858’de de bir cezâ kanunu tanzim olunmuş, ecnebilerin gayr-ı menkûllere tasarrufları hakkında bâzı yeni hükümler kabûlüne mecburiyet hissedilmiş, siyâsî hukukta ve idâre hukukunda birtakım yeni mefhumlar ve yeni prensipler alınmış ve bütün bunların üstünde olarak, medenî hukuk sâhasında da, fık ıh çerçevesi içinde kalmakla berâber, yeni şartlan karşılayabilecek bir tedvin faâliyeti başlamıştır. Önce, Osmanh Imparatorluğu’nda 1869’da ve Mısır Hidivliği’nde 1875’de başlıyan bu hareketler, müstemlekeci Garp devletlerini kendi müstemlekelerinde de bu yolda hareketlere girişmiye sevketmiştir. X X . asırda Iran ve Efganistan’da da buna benzer hareketler görülmiye başlamış ve nihayet Türkiye’de cumhuriyet İdâresinin kuruluşundan bir müddet sonra, İsviçre medenî kanunu’nun tercüme ve tatbiki (17 Şubat, 1926) sûretiyle, radikal bir inkılâb yapılarak; fık ıh ile bütün alâka kesilmiş ve adlî hayattaki eski ikiliğe de son verilmiştir [Tafsilât için bk., İslâm Ansiklopedisi, mad. Mahkeme, Kânun, Kanunnâme ve Mecelle). — Mısır’daki hareketler hakkında bk., J . S c h a c h t, UEvolution Moderne du Droit Musulman en Egypte (Melanges Maspero, le, Caiıe; I. F. A. o. m ).— Fas’daki hareketler 3 * 6 Is l â m h u k u k u hakkında bk., A . G u ir a u d , La Justice Cherifienne (Paris 1930).— Fransızlar’ın Tunus ve Cezayir’deki tedvin (kanunlaştırma) faâliyetleri hakkında M. Morand’nın şu eserlerine bk., Etudes de Droit Musulman et de Droit Coutumier Berbere (Alger, 1931); Introduclion â Vetüde du Droit Musulman Algerien (Alger, 1921).— İran’daki adlî İslâhat hakkında bk., A m îr Sole y m ânî, La Formation et les Effets des Crontrats en Droit İranien, Paris 1936]. X . N etice. — Bugün Islâm dünyasının birçok sâhalarında, tamâmıyle değilse bile, kısmen “ müsbet hukuk,, esaslarından biri olarak yaşıyan, yüz milyonlarca insanın hukukî münasebetlerini tanzim hususunda fiilî bir rol oynayan ve birçok Müslüman memleketlerinde “ teşri1 î ” (legislatif) faâliyetin başlıca dayanağını teşkil eden fıkh'm, istikbalde nasıl bir tekâmüle mâruz kalacağı hakkında şimdiden birşey söylenemez. Dinî esaslara dayanan nazarî vc ideal bir sistem olması itibariyle, mâhiyetinde mündemiç bulunan d e ğ işm e zlik karakteri, her “ müsbet hukuk,, hayat zarûretleri karşısında daimî bir değişmeye mâruz kalacağına göre, bilhassa ictihâd kapısının artık kapandığını kabûl eden sünnî mezheplerin aksine, bu kapıyı açık tutan mezheplerin hâkim olduğu yerlerde, yeni içtihadlar ile değişerek, bugünün içtimâî ve İktisadî icaplarına uygun yeni bir mecrâ alacak m ı; yoksa, diğer Islâm memleketleri de, Türkiye gıti\, fıkh.'a. dayanan eski hukukî an’aneler ile alâkalarını kesmek gibi, radikal bir inkılâb yapmak mecburiyetinde mi kalacaklar? Bu hususta birşey söylemiye şimdilik imkân yoktur; fakat her ne olursa olsun, insanlık tarihinin büyük hukuk sistemlerinden biri olmak itibariyle, fıkıh tedkikleri, hukukî ehemmiyetlerini daima muhafaza edeceklerdir. Bundan başka, hukukî hayatları üzerinde asırlarca te'sir etmiş olması bakımından, bütün Müslüman milletlerin hukuk tarihlerini vücûde getirebilmek için de, fık h 'm , gerek sistematik ve gerek tarihî bakımlardan tedkiki, daima ilmî bir zarûret olarak kalacaktır. Osmanh imparatorluğu devrinde tatbik mevkiinde bulunurken, hemen hiçbir objektif ve ilmî tedkike mevzu teşkil edemiyerek, daha ziyade birtakım basit ders kitapları çerçevesi içine sıkışıp, Hanefî mezhebi dışındaki mezheplere âit tedkiklere tamâmıyle yabancı kalan fık ıh tedkikleri, Türkiye’de kânunşinâslar değil, fakat hakikî hukuk âlimleri yetiştiği vc şimdiye kadar tamâmıyle ihmâl edilmiş bulunan T ü r k hukuk ta rih in in te’ sisi yolunda ciddî gayretler sarfedildiği takdirde, memleketimizde de çok Is l â m h u k u k u 317 zengin bir tedkik sâhası olarak, tekrar lâyık olduğu ehemmiyet ve kıymeti kazanacaktır. B ibliyografya : Gerek asıl makalenin içinde ve sonunda, gerek yaptığımız ilâvenin metninde oldukça bibliyografik malûmat verilmiş bulunuyor. Burada aynı şeyleri tekrarlamadan, sadece, bu geniş mevzua dair, az-çok sistematik ve tamamlayıcı bir bibliyografya vermeyi faydalı görüyoruz. I. A n sik lo p e d ik H u lâ sa la r. — Gerek umumî, gerek meslekî mâhiyette ansiklopedilerde Islâm hukuku’na âit tanınmış mütehassıslar tarafından yazılmış hulâsalar vardır. Bunlar arasında Encyclopaedia Brilannica (1926)’da, D. B. M a c d o n a ld tarafından yazılan İslamic Institutions ve Mohammedan law maddeleri dikkate lâyıktır.— Encyclopaedia o f the Social Sciences (cild vm)’te, Jo sep h S c h a c h t’ın İslamic law makalesi, açık bir hulâsadır. — Encyclopedia İtaliana (1933, cild. xıx)’da, C . A . N a llin o tarafından yazılan Islamismos makalesi ile, yine orada B. D u c a ti tarafından yazılan Diritto Musulmano makalesi kısa, fakat açık hulâsalardır. — F. S tie r -S o m lo v e A . E lfte r tarafından neşredilen Handıvörterbuch der Rechtsvuıssenschaft (1928, cüz 36)’da, P. Bisou ki de s tarafından yazılan Türkisches Recht maddesinde (S. 86— 114) umumiyetle İslâm hukuku’ndan da geniş sûrette bahsedilmekte ve eski Osmanh hukuku hakkında çok basit ve yanlış bir tarihçeden sonra, xıx. asırda başlıyan Garp hukuku te’siri altındaki yeni hareketler hakkında toplu ve faydalı malûmat vc oldukça geniş bir bibliografya verilmektedir.— J . K o h ler, Kultur der Gegenwart, II, 7: Allgemeine Rechtsgeschichte (Leipsig, 1914, s. 82-i02)’deki hulâsa itimâda lâyık değildir. II. U m u m î E s e r le r .— A. Muhtelif mezheplere göre vücûde getirilmiş umumî mâhiyette Garp eserleri ve umumiyetle İslâm fıkhın a. âit metinler, tercümeler ve tedkikler hakkında, T h . W . J u y n b o ll’ün 1910’da çıkan ve şâfi‘ î fık h ı'm esas tutan Handbuch des Islamischen Gesetzes (Felemenkçe asıl metnin 3. basımı 1925’de Leyden’de çıkmıştır) adh eserinde, oldukça geniş bir bibliyografya vardır. Bundan sonra çıkan bu mâhiyetteki eserlerden, M â liki mezhebi'ne âit olarak, şu üçünü, ilkinin büyük kıymetini ehemmiyetle tebârüz ettirerek, zikredelim : D . S a n tilla n a , lnstituzioni di Diritto Musulmano M alichita con Riguardo Anche al Sistema Sciafiita (Roma, 1926-1933), 2 3*8 İSLÂM HUKUKU cild; J . L ö p e z O r tiz , Derecho Musulmano (Barcelona, 1932); G. H. B o u sq u e t, Pricis Rlementaire de Droit Musulman (Malekite et Algerien) , Paris, rg34; S. V e se y - F itz g e r a ld , Muhammedan law. An Abridgement According to its Various Schools (Oxford, 1931), muhtelif mezheplere göre yazılmış bir hulâsadır.— G . B ergstrâsser tarafından, Hanefî fık h ı'nagöre, yazılıp, ölümünden sonra, Jo sep h S c h a c h t tarafından neşredilen Grundzüge des Islamischen Rechts (Berlin. 1935) adh küçük, fakat ehemmiyetli eser, şimdiye kadar bu gibi el kitaplarında tâkip edilen amelî ve tedrisî tasnif usûlünden tamamiyle başka bir tarzda ve onun pragmatik ve kasuistik mâhiyetini belirtecek sûrette vücûde getirilmiştir. B. Doğrudan doğruya Islâm hukuku1 na âit bulunan bu umumî mâhiyette eserlerden başka, daha geniş olarak, İslâmiyet’ten ve onun her türlü müesseselerinden bahseden terkibi mâhiyette eski ve yeni eserlerde de, İslâm hukuku ve onun esasları hakkında güzel ve toplu hulâsalara tesadüf edildiği unutulmamalıdır. Yukarıki ilâvemizde bunların en yeni ve en mühimlerinin isimleri zikredilmiş bulunuyor. Onlara 1. G o ld z ih e r ’in şu mükemmel eserini de ilâve edelim: La Dogme et la Loi de ITslam (trc. F e lix A rin ), Paris, 1920. I I I. M o n o grafiler, T ercü m e le r ve M u h te lif T e d k ik le r .— Eldeki fıkıh maddesinin intişarından, yâni 1914’denberi çıkan bu cins tedkiklerden birkısmı, ilâvemizin metninde zikredilmiştir. Onları lüzumu derecesinde tamamlamak için, şunları da ilâve edelim : İslâm hukuku tedkiklerine yeni bir istikamet veren S. H u r g ro n je ’nin bu husustaki muhtelif makaleleri şu cildde toplanmıştır : Verspreide Geschriften (n, 1923).— C . H. B eck er’in muhtelif makalelerini de onun lslamstudien (1, ıg24)’inde bulmak mümkündür. C . A . N a llin o ’- nun bu husustaki muhtelif tedkikleri de 1939’danberi neşrine başlanan şu külliyatı içinde toplanmıştır: Raccolta di Şeritti e İnediti.— Başlıca hukukî metinlerden şunları zikredelim: I. G u id i — D . Santilla n a , 11 “ Muhtasar,, o Sommario del Diritto Malechita di H alil İbn Ishâk (Milano, 1918), 2 cild.— Çok eskidenberi iddia edildiği gibi, Z e y d b. ‘ A lî ’ye âitliği kat‘î sûrette anlaşılmamakla berâber, İslâm fık h ı’ na. âit en eski mahsûl olan meşhur eser, G . G r iffin i tarafından neşredilmiştir : “ Corpus Juris” di£ aid b. lA lî (Milano, 1919); yine bu mes’ele hakkında bk., R . S tro th m a n n , Das Problem der Literarischen Persisönlichkeit ibn ‘A lî (D İ, x i i i , 1923).— J. Sch- Is l â m h u k u k u 319 ach t tarafından neşredilen at-Taban, îkhtilâf al-foqahâ (Leyden, 1933, Fondation de Goeje, nr. 10), bu eserin 1902’de K ern tarafından bastırılan nüshasını tamamlamaktadır.— G . H. B o u sq u et’nin İslâm hukuku'nun teşekkül ve teceddüdü hakkında muhtelif metinlerin Fransızca tercümelerini içine alan Le Droit Musulman par les Textes (Alger, i94o)’si, istifadeden hâlî değildir. — İm âm Ş â fi‘ î’nin Kitâb al-umm adlı meşhur eserinin bir parçasını teşkil eden Kitâb al-risâle'si hakkında bk., L . J . G r a f, Al-Shâfi‘i's Verhandeling. över de Wortelen van den Fikh (Leyden 1934).— Hanbelî fık h ı hakkında bk., M . M e n sin g , De Bepaalde Straffen in het Hanbalietische Recht (Leyden 1936). — Ismâilîye fık h ı'na dair bk., A s a f A . A . F eyzee , Ismaili Law o f W ills (Bombay, 1933). — İslâm hukuku'nun teşekkülünde eski Arap şehirleri örfî hukuku'nun te’siri hakkında bk., G. Bergstrâsser, Anfânge und Charakter des Juristischen Denkens im İslam (D I, xıv, 1925). — İslâm hukuku'nda. vakf'm menşe ve tekâmülü hakkında izahat ve bu hususta geniş bibliyografya malûmatı için bk., F u ad K ö p r ü lü , Vakıf Müessesesinin Hukukî Mâhiyeti ve Tarihî Tekâmülü (Vakıflar Dergisi, İstanbul 1941, 11, 1— 35; dergide, makalenin Fransızca tercümesi de mevcuttur). — Hiyle-i şer'iye mes’elesi hakkında bk., J . S c h a c h t, Die Arabische Hiyal-literatur (D I, xv, 1926); ayn. m il., D as Kitâb al-hial des Abü Bakr al-Hassâf (Hannover, 1923); ayn. m il., Das Kitâb al-hial des Abü Hâlim al-Qazvini (Hannover, 1924). — İslâm âmme hukuku'na âit en mühim eserlerden biri olan M âv a r d î’nin al-Ahkâm al-sultâniye'sinin Fransızca tam tercümesi için bk., E . F a g n a n , Les Statuts Gouvernementaux (Alger, 1915). — A dlî vazifeler hakkında bk., H . Bruno ve G . D em o m b yn es, Le Livre des Magistratures d'el Wancherisi (Rabat, 1937). — Isklâm mâlî sistemi hakkında bk., N . A g h n id e s, Mohammedan Theories o f Finances (NewYork, 1916). — İmâm Abû Yûsuf’un Kitâb al-harâc’ınm notlar ile tercümesi için bk., E. F a g n a n , , Le Livre de l ’impdt Foncier (Paris 1921). — Gayr-1 müslimler’in hukuki vazıyetleri hakkında bk., A . S. T r itto n , The Caliphs and their non-muslim Subjects (Oxford, 1930); ayn , mil., Islâm and the Protected Religions (JR A S , 1931, s. 311-338). — İslâm hukuku’ na. âit muhtelif mes’eleler hakkında son çeyrek asırda neşredilen monografilerden şunlar zikre değer: J e a n Baz, Essaı sur la Fraude â la Loi en Droit Musulman (Paris, 1938); M . F. Boulos, La Succession en Droit Musulman (Paris, 1925); F. P e l t i e r ,e t G . H . 320 Is l â m h u k u k u B o u sq u et, Les Successiorıs Agnatiqu.es M itigies (Paris, 1933); M eh m ed B e g o v itch , l’Evolution du Droit Musulman en Tougoslavie (Alger, 1930); pek ehemmiyetli olmamakla berâber, Yugoslavya’da İslâm hukuku tedkikleri hakkında bk., Revue Intem. d. Etudes Balkaniques (11, 260 V. d.). — İslâm hukuku tedkiklerinin bugünkü vazıyeti ve gelecekte tedkik mevzuu olacak başlıca mes’eleler hakkında, J. H . K ra m ers’in Droit de 1’Islâm et le Droit lslamique (Archive d ’histoire du droit oriental, Bruxelles, 1937, 1, 401-414) adh makalesi de dikkate değer. Daha geniş bibliyografik malûmat, ansiklopedinin İslâm hukuku’nu alâkalandıran muhtelif maddelerinde ayrıca verilecektir. t ü r k — Is l â m d e v l e t l e r i n d e r e s m î p o s t a ve ÎSTÎHBÂRÂT TEŞKİLÂTI [Türk — İslâm devletlerin resm i posta ve istihbârât teşkilâtı, bu çok ehem m iyetli mevzu hakkında okuyuculara toplu bir fikir verme maksadı ile, îslâm Ansiklopedisi’nin Türkçe neşrindeki m akalem izi bu cilde ilâve etm eyi lüzum lu gördük], B E R İ D. B A R Î D (A.), Lâtince’de, “ posta hayvanı,, mânasına olan veredus'tan geldiği kat‘îyete yakın bir ihtimâl ile söylenebilecek olan bu kelime, daha İslâmiyet’in ilk asrından başlayarak, bütün Ortaçağ İslâm devletlerinde “ posta hayvanı, suvârî postacı, devlet postası, posta menzili,, ve nihayet, “ iki posta menzili arasındaki mesafe,, mânalarında da kullanılmıştır. Kelimenin bu son mânasını maddî bir ölçü ile tesbit hususunda, lûgatçiler, hukukçular ve coğrafyacılar arasında, büyük ihtilâflar vardır. Sonunculara göre, bir suvârî postasının bir günde alabileceği mesafeye b e rîd derler ki, ekseriyetle kabûl edildiğine göre, çöl sâhası için her biri 3’er millik 4 fersah, yâni 12 mil, Horasan ve Suriye için ise, bunun yarısıdır; fakat hukukçular, çöl sahasında bir suvârî postacının, namaz vakitleri hesaba katılmak üzre, 4 berîd’lik, yâni 48 millik,' bir yol gidebileceğini kabûl ederler (Tafsilât için bk., M . H. S a u va ire, Materiaux pour servir d Vhistoire et de la Metrologie musulmanes, J A , nov.-dec., 1886, s. 483 v. dd.). Mâmafih, xıv. asır Mısır müellifleri, posta menzilleri arasındaki mesafelerin biribirinden farklı olduğunu, bilhassa çöl sâhalarmda su kuyularının bulunduğu gözönüne alınarak, yahut yol üstündeki herhangi mühim bir köy, veya kasabanın mevcudiyeti hesaba katılarak, menzillerin ona göre tertip edildiğini söylerler ki, en doğrusu budur. Semantik tekâmül bakımından, ilkönce resmî posta mânasında kullanılan Lâtin menşe’li bu kelimenin, ilk Islâm fâtihlerinin Suriye ve Mısır’da tesadüf ettikleri Bizans posta teşkilâtından ılınmış olIslâm M cutn\, eti — X X I- 322 RESMÎ POSTA VE duğu kendiliğinden anlaşılıyor. Sonraki Islâm müellifleri, îslâmlar’daki devlet postası müessesesinin, şâir birçok şeyler gibi, Iranlılar’dan alındığını söylerlerse de, daha ziyâde Abbâsîler devri müesseselerinde kendini gösteren Sâsânî te’sirinin, Emevîler devri posta teşkilâtı için vârid olamıyacağı, bu mefhûmu ifâde eden kelimemn Şarkî-Roma İmparatorluğundaki benzeri müessesenın isminden alınmış olması ile de sâbittir. Lâtince’ye değil, Farsça’ya vâkıf olan Arap lûgatçilerinin, meselâ Z a m a h ş e r î’nin, aslen Arapça olmayan bu kelimeyi Farsça “ kesik kuyruklu,, mânasına gelen beride-dum'dan addetmesi (Lisân al-‘Arab, iv, 53) ve müverrih M a k r îz î’nin de bu uydurma iştikaka inanarak, daha evvelki başka müellifler gibi, bu müessesenin îranlılar’dan alındığını söylemesi, bu yanlışlığın neden ileri geldiğini anlatabilir. Gerçi eski îslâm tarihçisi B elâ zu rî (Futûh al-buldân, s. 375), başka hayvanlardan kolayca ayırt edilmek için, B e rîd hizmetindeki hayvanların kuyrukları kesildiğini söylerse de, buna dayanarak, kelimenin ve ifade ettiği müessesenin iranî menşe’den geldiğine hükmetmek doğru değildir. Bu teşkilâtı, b erîd ismi altında, ilk defa kuran Mu'âviye ı.’nin, bu hususta eski Bizans teşkilâtım taklit, veya iktibas ettiği hakkında, R e in o ve G . D em o m b yn es’in fikirlerine biz de tamamıyle iştirâk etmekteyiz. Geniş coğrafî yerlere hâkim olan eski Şark imparatorluklarının merkezî bir idâre kurabilmek için, böyle bir posta ve istihbârât teşkilâtına muhtaç oldukları düşünülürse, bunun köklerini Şarkî-Roma’- dan daha evvelki devletlerde aramak icabeder. Hakikaten Dârâ 1. zamanında çok muntazam bir idâre teşkilâtına mâlik olan Ahamenidler (Keyâniyân) împaratorluğu’nda, hükümdârın emirlerini her tarafa sür’atle yetiştirmek ve imparatorluğun her tarafında olupbiten şeyleri ona en doğru olarak bildirmek maksadı ile, geniş teşkilâtlı muntazam bir devlet postası teşkil edildiğini îslâm müellifi îb n a l-B a lh î rivayet ettiği gibi (Bk., The Fars-nâma o f Ibn'ul-Balkhl, nşr. G . le S tra n g e ve R . A . N ich o lso n , G M N S , 1921, 1, 55), H er o do t bile, Serahs zamanında bu teşkilâtın mevcudiyetinden bahseder. A . C h riste n sen (L'îran sous les Sasanides, Copanhague, I93^> s- I2°> I23 v - d.), Sâsânîler devrindeki devlet postasının da bundan pek farklı olmadığını söylemekle berâber, posta idârelerinin başındaki me’murların, Emevîler ve Abbâsîler zamanında olduğu gibi, bulundukları yerlerde olup-biten şeyleri hükümdâra bildirmekle ÎSTÎHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 323 mükellef resmî bir câsus vazifesi görüp görmedikleri hususunda kat‘ î bir hüküm veremiyor ve mâmafih eski İran’da câsusluğun büyük ehemmiyet kazandığını gözönüne alarak, bu ihtimâli de uzak görmüyor. Bu husustaki Sâsânî an'anelerinin, Abbâsîler devrinin b erîd teşkilâtı üzerinde nasıl te’sirli olduğunu aşağıda göreceğiz. Romalılar, İran İmparatorluğu’nun resmî posta teşkilâtını taklit ederek, aynı tarzda bir müessese kurdular. Yolların tanzimine ve münâkale vasıtalarının ikmâline büyük gayretler sarfeden imparatorluğun vücûde getirdiği bu yeni müessese, yâni devlet postası (cursus publucus), muntazam menzil teşkilâtına, posta hayvanlarına, yolcuların ihtiyacını te’min edecek vâsıtalara mâlik idi ve bundan yalmz hükümdâr ve devlet adamları, yahut hükümetten hüsusî bir müsâade almış olan ferdler istifâde ediyordu (Bk., P au l H u v elin , Etudes d'histoire de Droit Commercial Romain, Paris, 1929, s. 42 v. d.). İmparatorluğun bu veredus (posta hayvanı) ve veradarii (postacı, berîdî) teşkilâtının Şarkî-Roma devrinde de devam ettiğini, yâni daha Büyük Constantin zamanında mevcut olduğu gibi, sonradan Theodosius kanununda buna âit hükümler konulduğunu biliyoruz (Cod. Theod., vm, v, 51). Bütün bu izahlar, İran ve Roma imparatorluklarındaki devlet postası teşkilâtının biribirlerine nekadar benzediğini gösterdiği gibi, aşağıda göreceğimiz veçhile, Orta-çağ İslâm devletlerindeki buna benzer teşkilâttan da nekadar farksız olduğunu anlatacaktır. İslâmlar’da olduğu gibi, Şarkî-Roma’da da istihbârât, yâni câsusluk işlerinin, bu teşkilâtın cn mühim vazifesini teşkil etmesi, bunun Sâsânîler devrinde de. ilk plânda bulunduğunu gösterebilir. Justinianus zamanında bir aralık kaldırılan bu teşkilâtın (Krş., P. B oissannada, Le Travail dans L'Europe chretienne au Moyen-Age, Paris, 1921, s. 66), sonradan zarûrî ihtiyaçlar karşısında, tekrar canlandırıldığı ve mâlî sıkıntılar yüzünden, eski intizamım bulamamakla berâber, bu cihâzm her hâlde ilk İslâm futûhatı esnasında mevcut bulunduğu muhakkaktır (Bunun, Bizans idaresi zamanında Mısır’da mevcudiyeti hakkında bk., G . R o u illa r d , L'Administration çivile de VEgypte Byzantine, Paris, 1928, s. 113). Şarkî - Roma devletinden zaptolunan medenî sâhalarda Bizans’ın muhtelif idâre cihazlarını, hattâ birkısım me’murları ile berâber epeyi uzun müddet kendi hesabına kullanmak mecburiyetinde kaldığım bildiğimiz Emevî devleti, b e rîd teşkilâtında da aynı yolu tâkip etmiş 3 2 4 RESMÎ POSTA VE olmalıdır; mâmafih bir taraftan Islâm İmparatorluğu’nun dâhilî tekâmülü, diğer taraftan eski kültür an‘anelerine mâlik olan Sâsânî memleketlerinin (Irak, Iran ve Horasan) Emevî hâkimiyeti altına düşmesi neticesinde, bütün müesseselerde olduğu gibi, b e r ıd teşkilâtında da, hiç olmazsa şarkî sâhalarda Iran te’sirinin kendini göstermeğe başladığı tahmin olunabilir. Her ne olursa olsun, Emevîler devrinde b e rîd teşkilâtına büyük ehemmiyet verildiğini görüyoruz. ‘Abd al-Malik b. Marvân zamanında, hem geniş imparatorluk memleketlerindeki dâhilî kaynaşmalardan, hem de asekerî hareketlerden doğru ve çabuk haberler almak için, bu teşkilât büyük ölçüde genişletildi; Velîd x., yaptırdığı binâları süslemek için, muhtaç olduğu mozayikleri Bizans’tan, bu emin ve sür‘atli vâsıta ile getirtiyordu. Ömer ıı., Emevî devletine daima zorluklar çıkaran Arap kabilelerinin yaşadığı Horasan’da merkezî idârenin nüfuz ve mürâkabesini te’min için, B e rîd teşkilâtını kuvvetlendirmiş, anayollar üzerinde menzil binâları yaptırmıştı. Emevî hâzinesi, bu teşkilât için, 4,000,000 dirhem gibi, büyük bir para sarfediyordu. 1933’de Semerkand civarında Mug-Kale harâbesinde yapılan kazılarda meydana çıkan ve hicrî 99-100 yılları arasında yazılmış resmî bir vesika, b e r îd teşkilâtımn yalnız Horasan’da değil, Mâverâünnehir’de Şogd havâlisinde, yâni Semerkand civânnda da mevcut olduğunu meydana koymuş ve Ömer ıı.’in bu işe me’mur ettiği Sulayman b. Abû al-Sârî (T a b a rî, 11, 1364)’nin adına bu vesikada da tesadüf olunmuştur (Orta-Asya’da Mug-Kale kazılarında bulunan vesikalar için bk., Sogdiyskiy Sbornik, Leningrad, 1934; eserin hulâsası ve vesikanın metni için krş., Abdülkadir inan, Belleten, sayı 27, 1943 s. 615-619). B e rîd teşkilâtına âit en eski paleografik vesika, bildiğimize göre şimdilik budur ve T a b a r î’ nin ifadesini tamâmıyle kuvvetlendirmektedir. B erîd teşkilâtının, Emevîler’de ve sonra Abbâsîler’de olduğu gibi, Endülüs Emevîleri’nde de bulunduğu anlaşılıyor; tarihî vesikalara göre, m. asır ortalarında bu teşkilâtın başındaki büyük me’mura şâhib al-barîd adı veriliyordu (G . L e v i P ro ven çal, l’ Espagne Musulmane ou siecle, Paris 1932, s. 55). Elde vesika bulunmamasına rağmen, bu müessesenin daha evvelki zamanlarda da bulunduğu ihtimâl dâhilindedir. Abbâsîler, daha al-Mansûr zamanından başhyarak, posta ve istihbârât işlerine çok büyük bir ehemmiyet verdiler. Rivayete göre, İSTİHBÂRÂT TEŞKİLÂTI al-Manşûr, devletin muntazam idâresi için, adlîye, mâliye ve zâbıta işlerini muvaffakıyyetle çevirecek üç muktedir ve doğru me’mura ihtiyaç bulunduğunu, fakat bunların her hareketini hükümdâra doğru olarak bildirecek bir sâh ib a l-b e r îd ’in hepsinden daha kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu söylemişti. Bununla berâber, bu teşkilât her hâlde iyi işlememiş, yâhut lüzumu kadar genişlememiş olacak ki, al-Mahdî’nin Bizanslılar ile harbte bulunan oğlu Hârûn al-Raşîd’den doğru ve çabuk haber almak için, buna daha fazla ehemmiyet verdiğini ve sonra da Hârûn devrinde, Yahya b. Bermek’in teşvîkı ile, bunun daha muntazam bir şekle sokulduğunu görüyoruz (Sonraki tarihî kaynakların, bu teşkilâtın bâzan büs-bütün kaldırılıp, sonra yemden kurdurulduğu hakkmdaki ifadelerini bu şekilde tefsir etmek zarurîdir). Abbâsî hâzinesinin bu teşkilât için 8,000,000 dirhem sarfetmcsi, verilen ehemmiyetin derecesini anlatabilir; mâmafih Abbâsîler devrindeki 'b e rîd teşkilâtının, Emevîler devrinde Suriye ve M ısır'da olduğu gibi Bizans te’siri altında değil, daha çok Sâsânî idâre an‘ane!erine göre tanzim edildiği söylenebilir. Umumiyetle İslâm müelliflerinin bu mütâlâada bulunmaları, Emevîler’in değil, Abbâsîler’in teşkilâtını gözöııüne almalarından ileri gelmektedir ve G. D em om bine.î, A. C h riste n sen gibi âlimler de bu fikre iştirâk etmektedirler. Abbâsîler devrinde bu resmî posta ve istihbârât müessesesinin mâhiyeti, ehemmiyeti, vazifelen vc işleme tarzı hakkında oldukça geniş mâlûmata sahibiz.. Bağdâd’da merkezi idareyi teşkil eden dîvânlar arasında, merkezin vilâyetler ile haberleşmelerini tanzim etmek ve her tarafta olup-biten işleri vc bilhassa büyük me’murların hâl ve hareketlerini teftiş vc mürâkabe ederek, merkeze bildirmek vazifesi ile mükellef hususî bir idâre vardı ki, buna dîvân al-barîd adı verilirdi. Bunun başında, şâhib al-barîd ünvanmı taşıyan büyük bir âmir bulunurdu ki, vazifesinin mâhiyeti bakımından, hükümdârın her sûretle emniyet ve itimâdını kazanmış olması lâzımdı. A n‘aııeye göre, Sâsânî hükümdârları bu vazifeyi en itimât ettikleri çocuklarına verirlerdi. 358 (950)’de ölen A b û C a ‘ far A h m ed b. M u h am m ed a l-G u m m â s’m Şinâ‘at al-kuttâb adlı eserinde, bu teşkilât hakkında dîvân kâtiplerinin öğrenmeleri icabeden mühim tafsilât bulunduğunu bildiğimiz gibi, Hwârizmî (Mafâtih al-ulûm , nşr. V a n V lo tc n , s. 63; Mısır basımı, s. 42) de, bu dîvânda kullanılan ıstılahlar hakkında 326 RESMÎ POSTA VE biraz mâlûmat vermektedir ki, bu ıstılahlar da, bu müessesenin Sâsânî an'anesine göre tanzim edildiğini anlatmaktadır. Berîd dîvânı'mn çok ağır ve şümullü bir vazife ile mükellef olduğu ve bunu yapabilmek için, hilâfet memleketlerinin her tarafına yayılmış çok geniş bir teşkilât şebekesine muhtaç bulunduğu meydandadır. Abbâsî Imparatorluğu’nun geniş topraklarında, askerî ve ticârî bakımlardan birinci derecede ehemmiyetli yolları tanzim ve bu yollar üzerinde âsâyiş ve emniyeti te’min etmek, muntazam posta menzilleri vücûde getirmek ve bu menzillerde dâima harekete hazır at, katır ve hecin devesi gibi vasıtalar bulundurmak lâzımdı; sâhil memleketlerinde, yâhut büyük göllerde ve şehirlerde, gemilerden ve sallardan da istifade olunurdu; lâkin en müşkül masraflı mes’ele, kara yollarının intizam ve emniyeti idi; bunun için büyük bir me’mur ve hademe kadrosuna ihtiyaç vardı. Abbâsîler devrinde bütün bu yollar üzerinde askerî faâliyetler eksik olmadığı gibi, bilhassa büyük bir ticâret faâliyeti mevcuttu; ıx-x. asırlarda imparatorluk içinde muazzam bir gelişme gösteren İktisadî hayat, yalnız iç ticârette değil, dış ticârette de kendini göstermiş ve münâkalelerin gittikçe artmasını, yolların intizam ve asâyişi mes’elesini ön plâna geçirmiştir. Yalnız devlet postası için değil, kalabalık ticâret kervanları için de buna ihtiyaç vardı. B e rîd hayvanlarının, başkalarından kolayca ayrılması için, kuyrukları kesilir ve boyunlarına çanlar ve çıngıraklar asılırdı. IX .-X . asır îslâm coğrafyacılarının eserlerinde, bu b e rîd yollan, menzilciler ve hattâ bunların idâresi için sarfolunan paralar hakkında birçok malûmata tesadüf olunur (Meselâ, îbn Hurdâzbeh; bu hususta bk., Sprenger, D ie Post-und Reiseruten des Orients, Leipzig, 1864). B e rîd teşkilâtı, merkez ve vilâyetler arasındaki haberleşmeyi te’min etmekten başka, hükümete veya saraya âit eşyanın nakli, resmî vazife ile bir yerden başka bir yere gönderilen me’murların sevkı gibi işler ile de uğraşırdı; lâkin bunun mükellef olduğu en ehemmiyetli vazife, memleketin her tarafındaki büyük me’murlann (kumandanlar, vâliler, kadılar ve mâlîye me’murlan) hâl ve hareketlerini, hükümdâra karşı besledikleri niyetleri sıkı bir mürâkabe altında bulundurarak, merkeze sür’atle bildirmekti. Resmî bir teftiş vazifesinden başka, hükümdânn hususî câsusluk şebekesi hizmetini de gören bu teşkilâtın, bütün vilâyetlerde ve mühim merkezlerde, ayrı ayn me’murlan bulunurdu. Merkezî idârenin itimâdını kazanmış kimselerden seçilen bu me’murlann büyük nüfus ve salâ İSTİHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 3 2 7 hiyetleri olduğu için, bilhassa merkezden uzak vilâyetlerde idârî ve mâlî büyük yolsuzluklar yapan, yahut fena niyetler besliyen askerî ve idârî âmirler, bu vazıyeti merkeze bildirmeleri için, b e rîd me’- murlannı türlü vâsıtalarla kandırmağa çalışırlardı. Ancak resmî postadan başka, kervanlar vâsıtasıyle de hususî mektuplar gönderildiği için, herhangibir hâdiseyi uzun müddet saklamağa imkân yoktu; fakat bütün bunlara rağmen, posta ve istihbârât me’murlarının, kendi maddî menfaatlarını te’minden başka birşey düşünmiyerek, merkezi yalan haberlerle oyaladıklarını görmekteyiz, im âm A b û Y û s u f (113-182), meşhur Kitâb al-harâc'ında, b e r îd teşkilâtının bozukluğunu, bu işde kullanılan me’murlarm namuslu insanlar olmadığım, vâliler, kadılar, mâlîye me’murlarıyle uyuşarak sû-i istimâlleri sakladıklarını, bu gibi adamlar tarafından verilecek haberlere inanmak doğru olmadığını söylüyor ve buna bir çâre olmak üzre, bu me’murların, her memleketin ve büyük şehrin namuslu ve itibarlı adamları arasından seçilerek, hizmetlerine karşılık beytülmâlden uygun bir maaş verilmesini, resmî bir posta vâsıtasından yalnız devlet me’murlarınm istifade ettirilmesini ve vazifede sû-i istimâlleri görülenlerin şiddetle cezalandırılmasını tavsiye ediyor (Krş., A b û Yûsuf, Le livre de l’Impot foncier, trc., E. F a gn a n , Paris, 1921, s. 286-289). Tâhirîler devletinin müessisi olan Horasan vâlisi Emîr Tâhir, istiklâl arzusuna düşerek, halîfenin adını hutbeden kaldırınca, b e r îd me’- muru kendisinden izahat istemiş, vazıyetinden korkan Tâhir, bunun bir yanlışlık olduğunu söyliyerek, merkeze bildirilmemesini reca etmişti; lâkin bunun tekerrürü üzerine, b e r îd me’muru, bu haberin, hususî mektuplarla, Bağdâd’a gideceğini ve bu takdirde kendi mevkiinin tehlikeye düşeceğini anlatarak, Tâhir’in de muvafakati ile, vazıyeti bildirdi. Bu vak‘a, nüfuzlu vâliler ile, b e rîd me’murlan arasındaki münasebeti anlatmak bakımından çok mânalıdır. Bu gibi hâllerde vâliler, b e rîd me’murlarmm resmî raporlarım âdetâ kontrol etmek ve bunu istedikleri gibi yazdırmak kudretine mâlik olduklanndan, bu me’murlarm, gizli vâsıtalara müracaat ederek, -— ayrıcaresmî raporlarına tamâmıyle muhalif— hususî raporlar gönderdikleri de olurdu. Böyle hâllerde, merkezî idâre, veya hükümdar ile bu me’ murlar arasında evvelce kararlaştırılmış hususî bir işaret bulunmadıkça, gelen rapora— hattâ o me’murun elyazısı ile yazılmış ve mühürü ile mühürlenmiş olsa bile— itimât olunmazdı. Her yerdeki 328 RESMÎ POSTA VE b e r îd me’murunun maiyyetinde, istihbârât için, kullanılan hususî adamlar (câsuslar) bulunduğu gibi, bâzı gizli mektupları taşımak için, kâşıd, sâ‘ î ve peyk gibi isimler verilen koşucular da bulunurdu. Bunların ilk defa Büveyhîler ailesinden Trak emîri M u‘izz al-Davla tarafından kullanıldığı rivâyet edilir. Bunlar, bâzan seyyar satıcı, veya serserî derviş kıyafetinde seyahat ederlerdi, isyan ve istiklâl hevesine düşen vâliler, derhâl b e rîd me’murunun vazifesine son verirler ve merkez ile resmî posta münasebetini keserlerdi. Abbâsî împaratorluğu’ndan ayrılarak, müstakil devlet mâhiyetini alan siyâsî teşekküllerde, bu resmî posta ve istihbârât işlerine ehemmiyetle devam edildiğini görmekteyiz. Mısır’daki Tolunlular sülâlesinde b e rîd teşkilâtının eski şekilde devam ettiğini bildiğimiz gibi (Z a k î M oh am m ad, Les Toulounides, Paris, 1933, s. 199), M âverâünnehr ve Horasan’da çok muntazam bir idâre makinesi vücûde getiren Sâmânîler devletinde de ayni teşkilâtın bulunduğu hakkında malûmatımız vardır. Naşr b. Ahmed zamanında Buhârâ’daki merkezî dîvânlar arasında, dîvân-ı sâhib-i berîd de bulunuyordu (N erch a k h y, Descrption de Boukhara, nşr. C h . Schefer, Paris, 1892, s. 24, burada yanlış olarak, Jo_y şeklinde yazılmıştır). Abbâsîler’de olduğu gibi, vilâyetlerde buna bağlı me’murlar bulunup, olup -biten işleri hemen merkeze bildirdiklerini ‘ A v f î’nin Cavâmi1 al-hikâyât'\nda.)d bir hikâyeden öğreniyoruz (Bk., W . B a rth o ld ’ün Turkestan adlı meşhur eserinin Rusça basımına ek olarak çıkardığı metinler mecmuası, s. 92). Muharriri malûm olmamakla berâber, ilk yazılışının Sâmânîler devrine âit olduğu tahmin edilen bir eserde, sâhib-i berîd'in vazifelerinden ve hâiz olması lâzım gelen vasıflardan bahsolunurken, bunun “ dâvâları dinleyip, hükmetmekle vazifeli olduğu için, bütün şer'î mes’elelere vâkıf, zâhid, müttekî, âlim ve fakih olması, her işi lâyıkıyle araştırması, doğru sözlü, iyi huylu ve herkesin hayrım isteyici olması, hâdiseleri arzederken, etrafh düşünmesi icabettiği,, kaydolunuyor (C h . Schefer, Chrestomathie Persane, Paris, 1883, 1; Zaf ar~ nâme, s. 20). B erîd teşkilâtının başındaki âmirin adlî işlere değil, sadece istihbârât işlerine baktığını bildiğimiz için, bu ifadenin baş taraflarını tefsîr etmek biraz müşkül görünmekte ise de, bunu mecâzî bir ifade gibi kabûl edince mes’ele aydınlanmaktadır: Birçok insanlar aleyhinde isnatları hâvî jumallar alan ve bu husustaki kanaatlerini hükümdâra bildirmekle vazifeli olan bir adam, bu bakımdan, tedkik ÎSTlHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 3 2 9 ettiği evrâka göre hüküm veren bir hâkim vazıyetinde telâkki olunabilir. Nitekim yukarıdaki fıkranın son kısımları, bunun, istihbârât işleri şefine âit olduğunu açıkça göstermektedir. Her hâlde Sâmânîler devrindeki b e r îd teşkilâtının, gizli ve açık istihbârât işleri ile bilhassa meşgûl olduğu anlaşılıyor. Umumiyetle Sâmânî idâre sistemini kabûl etmiş olan Gazneliler împararotluğu’nda, b e rîd teşkilâtının devâmını ve istihbârât işlerinin, yâni câsusluğun büyük ehemmiyet kazandığını görmekteyiz. Bu devirde, Mahmüd ve Mas‘üd zamanlarında, her vâliııin yanında, merkezî idâre tarafından tâyin edilip, âdetâ onun işlerini mürâkabeye me’mur olan bir kethüdâ (vâli muâvini)’dan başka, yine merkezden tâyin edilen bir sâhib-i berîd (yahut nâib-i berîd) bulunurdu ki, olupbitenleri hükümdara bildirmekle mükellef olan bu me’murun, en çok güvenilir adamlar arasından seçilmesi âdetti. Tıpkı b e r îd kelimesi gibi (posta menzili, postacı mânalarına da gelen) askudar denilen resmî posta ile gelen raporlar, bâzı zamanlar, vâlilerin emir vc tehdidi altında yazıldığı için, berîd me’murları bu gibi vazıyetlerde ayrıca gizli bir rapor yazarak, bunu derviş veya satıcı kıyafetindi’ bir sâ‘î ile gönderirlerdi. Bunların, ele geçmemek için, bâzan bir mum içine yahut bir asâ arasına konmak gibi usûller ile saklandığım Bayh a k î’deki kayıtlardan öğreniyoruz (B a y h a k î, Târih, nşr. S a ‘ îd N e fîsî, Tahran, 1309, 1, 27, 386). Resmî posta ise, Abbâsîler’de olduğu gibi, deriden yapılmış hususî torbalar içine konarak sâhib-i Berîd'in mührü ile mühürlenir ve üzerine nereden geldiğini anlatmak için bir halka konurdu. Sefere çıkan her orduya, merkez ile haberleşmeyi te’min için, bir sâhib-i berîd tâyin edilerek, maiyyetine yeter miktarda postacı ve posta hayvanları verilirdi. Bâzı mühim hâdiselerde, Gazne’ye her gün posta geldiğini ve böylece merkezî idarenin, vazıyeti günü-gününe tâkip ettiğini görüyoruz. Resmî postanın açılması ve hükümdara arzı hususunda, bunların mahrem kalıp yayılmaması için, muayyen sıkı usûller vardı ve vezir ile dîvânın alâkalı birkaç büyük me’murundan başka, hiç kimse bu işlere karışamazdı. Gazneliler’de, bilhassa Mahmüd zamanından başhyarak, casusluğun çok büyük ehemmiyet kazandığını ve bu sebeple b e rîd teşkilâtının çok muntazam olduğunu, yalnız B a y h a k î’nin ifadelerinden değil, başka tarihî kaynaklardan da öğreniyoruz. Mahmüd’un sarayında oğlu Mas1 üd’un ve Mas‘üd’un sarayında da Mahmüd’un casusları 3 3 0 RESMÎ POSTA VE bulunduğunu bildiren B a y h a k î’den başka, N iz â m a l-M u lk de onun Karahanlılar sarayında câsusları olduğunu söylemekte ve ‘A vfî’nin bir hikâyesinden de, Hwârezm vâliliğine tâyin ettiği Altıntaş’ın yanında da câsus bulundurduğu anlaşılmaktadır. Büyük Selçuklu împaratorluğu’nun ilk kuruluş yıllarında, Gazneliler ve Büveyhîler’den kalan şâir birtakım idârî müesseseler gibi, bu müessesenin de bozulduğunu ve bilhassa câsusluk işlerine hiç ehemmiyet verilmediğini görüyoruz. X II. asır müellifi Semerkandlı Nizâmî-i ‘Arûzî, “ çöl adamları olan Selçuklu reislerinin, eski hükümdârların riâyet ettikleri saltanat kaidelerini bilmedikleri için, padişahlığa mahsus âdetlerden ve müesseselerden birçoğunun bunlar zamanında ortadan kalktığım ve memleketin iyi idâresi için, vücûdu zarûrî olan birçok şeylerin mahvolduğunu,, esefle söylemekte ve dîvân-ı berîd'in kaldırılmasını buna bir delil olarak zikretmektedir (Çahâr maqâla, G M S, xı, 24). Hakikaten, tarihî kaynakların müşterek ifadelerine göre, câ su slu k ta n ve câ su sla rd a n n efret eden ve bunun hükümdârlar için, faydadan çok zarar getireceğine inanan Alp-Arslan, bu teşkilâtı kaldırmıştır (P o n d â rî, nşr. H oustm a, s. 67; Türk. trc. K ıv â m e d d in Burslan, İstanbul 1943, s. 67). Selçuklu İmparatorluğu içinde Ismâîlîler’in uzun müddet gizli faâliyetlerde bulunduktan sonra, birdenbire o kadar kuvvetli ve geniş bir teşkilât hâlinde ortaya çıkmalarını, o devir tarihçileri, b e rîd teşkilâtının ortadan kaldırılmış olmasına atfederler. Birçok mes’elelerde Türk kabîle hayatına has telâkkilere sadık kalan Alp-Arslan’ın, câsusluğa karşı duyduğu derin nefreti, onun veziri Nizâm al-Mulk de te’yid etmekte ve bu hükümdâr zamanında sâhib-i haber (yâni câsusluk vazifesi ile mükellef sâhib-i berîd)'ler mevcut olmadığım anlatmaktadır. Kendisine bu hususta sorulan bir suale, Alp Arslan’m verdiği şu cevap, câsusluk teşkilâtının sakat taraflarını anlatmak bakımından, tarihî vâki‘al ara da uygundur: “ Bana dost olanlar, bu istihbârât me’murlarına, pek tabiî ehemmiyet vermezler; halbuki düşmanlarım, maddî ve mânevî her vâsıtaya başvurarak, onunla uyuşurlar. O da bana, dostlarımı düşman ve düşmanlarımı dost gösterecek haberler verir. İyi ve fena sözler, ok gibi te’sirlidir; tekrar edile edile insanı dostlarından soğutur ve düşmanlarına ısındırır. Bunun neticesi olarak da, dostlar uzaklaşır ve düşmanlar insanın etrafım alır,,. Mamafih, Sâsânî-Abbâsî idâre an'anelerinin İSTİHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 331 şiddetli tarafdârı olan N izâ m a l-M u lk , Alp Arslan’m bu düşüncelerini kaydetmekle berâber, sâhib-i haberler kullanmanın, yâni b e rîd teşkilâtımn esaslı bir idâre kaidesi olduğunu, ancak bunların dindâr, sâdık ve doğru insanlardan seçilmesi lüzûmunu ilâveden de kendini alamamıştır (Siyâset-nâme, nşr. H a lh â lî, Tahran, 1310, fasıl 10, s. 50 v. d.). Sonradan, bir taraftan geniş imparatorluk İdâresinin ihtiyaçları, diğer taraftan eski idâre an‘anelerinin gitgide artan te’sirleri altında, bu teşkilâtın tekrar vücûde getirildiği söylenebilir. N izâm a l-M u lk ’ün, “ İşlek yollar üzerindeki merkezlere, kendi merkezleri etrafında elli fersahlık mesafedeki haberleri vermek üzre, muayyen tahsisat ile peyk''ler, yâni istihbârât ve posta me’murları tâyin etmek ve böylece her gün memleketin her tarafından haber almak lüzûmu,, hakkmdaki ifadesi (Ayn. esr., fasıl 15, s. 63) bunu anlattığı gibi, gene onun, b e rîd teşkilâtının lüzûmu ve bunun, gerek İslâmiyet’ten evvelki devletlerde (Sâsânîler’de), gerek İslâm devletlerinde mevcûdiyeti hakkmdaki mütâlâaları da, bu ihtiyacın bir ifadesidir. Büyük Selçuklular’da, daha Melikşah devrinde, Sultan’m ve N izâ m a l-M u lk ’ün hususî câsuslar kullandıkları, Sultan Sancar’ın Edib Sâbir’i câsusluk vazifesi ile, Hwârezm’e yollayıp, onun gönderdiği bir resim sayesinde kendisi aleyhine hazırlanmış bir sû’-i kasttan kurtulduğu (D evletşâ h , Tezkire, nşr. E. D . Brovvne, s. 93) ve daha bu gibi birçok hâdiseler, bunu açıkça anlatmaktadır. Ancak, bu teşkilâtın, evvelki devletlerde olduğu gibi, merkezde, büyük nüfuz sâhibi ricâlin idaresi altında hususî bir berîd dîvânı’na bağlı olmadığı görülüyor. İ s m a i l H a k k ı U z u n ç a r ş ı l ı (Osmanh Devleti Teşkilâtına Medhal, İstanbul, 1941, s. 48), Büyük Selçuklularda merkezde berîd dîvânı bulunduğunu, Siyâset-nâme'ye dayanarak, kat‘î sûrette iddia ediyorsa da, N i z â.m a 1 - M u 1 k’ün böyle bir dîvân'dan hiç bahsetmediği ve bilâkis Selçukluların bu mes’eleye ehemmiyet vermediklerini tasrih ettiği düşünülürse, bunun yanlışlığına hükmedilebilir. N i z â m î - i ‘ A r û z î ’nin yukanda nakledilen ifadeside, bu sûretle tefsir olunmak icâbeder. Yoksa bu kadar kuvvetli ve geniş bir imparatorluk idâresinde, merkezî idâre ile vilâyetler ve Büyük Sultan ile şâir prensler arasında sür'atle muhabereyi te’min edecek resmî posta teşkilâtının ve her türlü istihbârât vâsıtalarının (piyâde postacılar, ateş kuleleri v. s.) bulunmamasına hiçbir zaman ihtimâl verilemez. 332 RESMÎ POSTA VE İdâre teşkilâtını doğrudan doğruya Sâmânî-Gaznevî an'aneleıi üzerine kuran Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda, eski tribal telâkkiler te’siri ile vücûde getirilmiş olan bâzı ufak ve zâhirî değişiklikler arasında (msl., eski inşâ dîvânı'nm tuğra dîvânı ismini alması gibi), merkezde berîd dîvânı'nin kaldırılmasını da saymak icâbediyorsa da, bu vazıyet, hiçbir sûretle, resmî posta teşkilâtının ve menzil tertibatının bozulduğunu göstermez. N iz â m î-i ‘ A r û z î’nin ifadesini, Selçuklular devrinde idâre makinesinin gevşediğine, eski medenî te’sislerin bozulduğuna ve yol emniyetinin azaldığına bir delil gibi kullanmak, tarihî vâkıalar karşısında imkânsızdır. Bu devirde bilâkis idâre teşkilâtı genişlemiş, o zamana kadar hükümet kontrolünden uzak kalan, tekkeler ve medreseler gibi, dînî ve ilmî müesseseler bile, muntazam teşkilâta bağlanarak, mürâkabe altma alınmış ve devlet nüfuzu eski devirlerden daha fazla kendini hissettirmiştir. Melikşah devrinde İran’daki arâzî mes’elelerinin tanzimi hususunda bâzı kanunlar çıkarılması, imparatorluktaki bütün yolları ve menzilleri teferruâtı ile tesbit eden rehberler vücûde getirilmesi ve mesafe ölçülerinin tevhîdi, eski vilâyet taksimatının, daha Alp-Arslan zamamnda, yeni ihtiyaçlara göre tanzim olunması, yolların intizam ve emniyeti hususunda büyük gayretler sarfedilerek, yeni yeni köprüler, ribatlar (hân, kervansaray) yapılması, büyük sulama tertibâtırun ihyâsı, şehir hayatının ve İktisadî faâliyetin büyük inkişâfı, muâsır tarihî kaynaklardan açıkça anlaşılmaktadır. Şimdiye kadar her nedense, büyük birkısmı tarihçilerin gözlerinden kaçmış olan bütün bu vâkıalar karşısında, imparatorluğun iç ve dış siyâseti için, şiddetle muhtaç olduğu resmî posta teşkilâtının bozulduğunu iddia etmek mânâsız olur. Bu mütâlâamızı kuvvetlendirecek diğer mühim bir delil, devlet postası ve istihbârât teşkilâtının, büyük Selçuklular’ın istidlâlleri sayılabilecek şâir Türk devletlerinde de devamıdır. Kirman Selçuklularından Muhammed b. Arslan Şâh’m, yalnız kendi memleketinde değil, İsfahan, Horasan ve bütün civar memleketlerde câsusları ( sâhib-i haber) vardı ve o, bu teşkilâta çok büyük ehemmiyet veriyordu (M eh m ed İb ra h im, Kirman Selçukîleri Tarihi, nşr. H outsm a, s. 29 v. d.). X II. asırda Abbâsî halîfelerinin de câsus şebekeleri vardı; lâkin bunlardan bâzılarının (msl., Mustancid) hafiyelikten nefret ettikleri cihetle, öyle zamanlarda bu teşkilâtın bozulduğunu, N âşir İSTİHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 333 a l-D în A llâ h gibi, îslâm dünyâsında büyük siyâsî rol oynamak istiycnlerin ise, bunu kuvvetlendirdiklerini görüyoruz; mâmafih bu vazıyet, gizli câsusluktan başka vazifelerle de mükellef olan resmî posta teşkilâtının, her zamanki gibi işlemesine engel teşkil etmiyordu. Esâsen x i .-x ii i . asırlarda yazılan devlet idâresine âit eserlerde en dindâr, hattâ tasavvuf akidelerine bağlı müelliflerin bile, memlekette olup-bıten her şeyi hükümdâra bildirmek vazifesi ile mükellef bir istihbârât şebekesinin lüzumunda müttefik olduklarını, yalnız, bu işlerde kullanılacak kimselerin birtakım ahlâkî faziletlere sâhip olmasını istediklerini görüyoruz (Bk., N acm a l-D în R â z î, Mirşâd al- ‘ ibâd, Tahran, 1352, s. 259). Hwârezmşahlar’da bu teşkilâtın ve câsusluk vazifesinin büyük ehemmiyet kazandığını bildiğimiz gibi, Haçlılar ile devamlı mücadelelerde bulunan Zengîler ve Eyyûbîler zamanında da, münâkale ve istihbârât vâsıtalarının tanzimi için, büyük gayretler gösterildiğine şâhit oluyoruz. Nur al-Dîn Zengî’nin, yollar üzerinde kervansaraylar ve hududtlarda nöbet ve işaret kuleleri yaptırması, güvercin postası ihdâs ettikten başka, sür‘atli hecin develeri vâsıtasıyla, posta işlerinde çabukluk te’minine çalışması, idârî ve askerî zarûretlerin icâbı idi (Krş., îb n a l-A şîr, M usul Atabegleri Târihi, Recueil des historiens des Croisades, 11., kısım., 11. 3111). E y y û b île r de, bu an‘ane ve zarûretler icâbı ile, mümkün olduğu kadar bu teşkilâtın muhafazasına gayret ettiler; mâmafih, galiba Selçuklu an'anesinin te’siri ile, bu devletlerde, merkezî idârcdeki dîvânlar arasında dîvân-ı berîd’m mevcut olmadığım ve bu teşkilâtın başka dîvânlara bağlı bulunduğunu görüyoruz. Yalnız Anadolu Selçuklularında, Keykâvus 1. devrine âit olan— Konya’da Ferhûniye mahallesindeki 615 tarihli— bir mescit kitâbesi, onun en yakın adamlarından olup, sonradan Keykııbât 1. tarafından öldürülen Zayn al-Dîn Başara’nın, emir-i berîd-i sultânî olduğunu bildiriyor (A hm ed T e v h id , Teni Fikir mecm. Konya, 14 Şubat, 1941, sayı iv.); bununla berâber ne kitâbelerde, ne de tarihî kaynaklarda Konya’daki dîvânlar arasında ayrıca bir divân-ı berîd’in bulunduğuna dâir hiçbir malûmata tesadüf etmiyoruz. Bu kitâbc, posta ve istihbârât işlerinin başına, hükümdârın, en mahrem bir adamını koyduğunu göstermek bakımından da, çok dikkate lâyıktır. Esâsen Anadolu Selçuk! uları’nın, gerek yolların âsâyiş ve emniyetine, gerek istihbârât işlerine büyük bir ehemmiyet verdiklerini bütün tarihî kaynaklar da anlatmaktadır. 334 RESMÎ POSTA VE Büyük Selçuklular zamanından başhyarak, tarihî ve edebî eserlerde, Arapça barîd'in tam karşılığı olan Türkçe ulak, ulağ kelimesinin kullanılmağa başlandığını görüyoruz (Bk.,Fuad K ö p rü lü , Teni Fârisî'de Türk Unsurları, T M , vıı-vm, g). Bu çok eski Türkçe kelimenin, Türk devletlerinde bar (d karşılığı olarak kullanılmasında, Selçuklular kadar Kâşgar ve Semerkand Karahanlılan’nın da te’siri olduğu muhakkaktır. Yüksek bir medeniyet seviyesine ermiş olan CenupUygurlan’mn birçok idâre an'anelerini devam ettiren Karahanlılar, daha Mâverâünnehr’in istilâsından önce bile, ulağ adı verilen — ve vıı. asır başındanberi bulunduğu muhakkak olan— eski Türk devlet p>ostası teşkilâtına ve muhâbere için kullanılan ateş kulelerine mâlik bulunuyorlardı (F u a d K ö p rü lü , Türkiye Târihi, İstanbul, 1923, s. 115 v. d.). Berîd teşkilâtı ve teşkilâtın başında merkezî idârede büyük bir âmir bulundurulması hususundaki eski Abbâsî an'anesi, Gazneliler ve Gorlular vâsıtası ile, Dehli Türk sultanlığına da geçmiştir. Bu büyük imparatorluğun merkezî dîvânları arasında dîvân berîd al-memâlik büyük bir ehemmiyeti hâizdi; resmî posta ve istihbârât işlerine bakan bu dîvânın, memleketin her köşesinde gizli câsuslan ve onlardan başka resmî me’murlan vardı; muntazam mesafelerde kurulan menzillerde, dâima harekete hazır sür'atli hayvanlar ve ayrıca koşucular bulundurulur, bütün olup-bitenler hükümdâra günü-gününe bildirilirdi. M e’murların bu husustaki küçük bir ihmâli, îdâma kadar giden ağır cezâlara çarpılmalarını icâbederdi. İb n B a ttû ta (Frns. trc., m, 95)’da bu teşkilât hakkında mâlûmata tesadüf edildiği gibi, B a râ n î gibi, çağdaş kaynaklarda da çok mühim tafsilât vardır (A g h a M a h d î H usayn , Legouvernement du Sultanat de Dehli, Paris, 1936, s. 42; ayrıca bk., İsh v a ri Prasad, A History o f the Qaraunah Turcs in İndia, Allahâbâd, 1, 295 v. d.). Bu sultanlardan bâzılarının câsusluk teşkilâtına çok büyük bir kuvvet vererek, bütün İçtimaî tabakalara mensup insanlar arasından binlerce câsus tedârik ettiklerini ve bu hâlin, umumî huzûru bozacak kadar korkunç bir hâl aldığını yine çağdaş tarihçilerden öğreniyoruz; mâmafih bu hükümdârın zamanında b e r îd teşkilâtının çok mükemmel bir hâle geldiğini ve büyük bir intizam ile işlediğini de itiraf etmek lâzımdır. Bunlar zamanında Türkçe ulak ıstılahı da berîd karşılığı olarak kullanılıyordu. Resmî posta teşkilâtı Yakın-Şark’ta, bilhassa Mısır-Suriye Memlûk İmparatorluğu’nda, büyük bir inkişaf gösterdi. Haçlılar ile ya ÎSTlHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 3 3 5 pılan harbler esnasında, bilhassa Suriye’de, hemen tamamıyle bozulmuş olan b e r îd teşkilâtım, yeniden mükemmel bir sûrette tanzim etmek şerefi, 659 (1261)’da, yâni cülûsundan hemen bir yıl sonra, memlûk sultanı Malik al-Zâhir Baybars ı.’a âittir. Gerek merkezî idârenin nüfûzunu her tarafta kuvvetle te’sis etmek, gerek hariçten gelecek tehlikeleri muvaffakiyetle önlemek için, yolların ve istihbârât işlerinin muntazam bir şekle konulması, hem askerî ve hem idârî bir ihtiyaç idi. Devlet hâzinesi için ağır bir yük olmakla berâber, Baybars’ın askerî ve siyâsî başarılarında bu teşkilâtın büyük bir yardımı olmuştur. Alâkalı me’murlar tarafından verilen raporlar, haftanın belli iki gününde Kahirc’ye geliyor ve bu sâyede iç ve dış tehlikelere karşı günü-gününe tedbir almak mümkün oluyordu. Yollarda her türlü emniyet tertipleri alınmış, muntazam menziller kurulmuş, lâzım gelen binâlar yapılmış, su ve yiyecek mes’eleleri tanzim edilmişti; her menzilde sür‘atli hayvanlar, hizmetçiler, sürücüler ve koşucular vardı. Kahire’den Şam’a, ortalama dört günde ve Haleb’e de beş günde posta gidiyordu. Sıkışık vazıyetlerde, Şam’a üç günde varıldığı da oluyordu. Tâyin edildikleri yerlere bu teşkilât vâsıtasıyle giden me’murların gönderilmesi hizmetinde bulunmak üzre, savvâkîn adı verilen bir sınıf müstahdemler de mevcuttu. Yalnız orduların şevkinde değil, ticârî mübâdeleler hususunda da, bu emniyetli ve muntazam yolların büyük hizmeti oluyordu; lâkin b e rîd teşkilâtı, daha evvelki devirlerde de olduğu gibi, yalmz devlete âit işlerde kullanılmakta idi. llhanlılar’ın Suriye’ye karşı yaptıkları aralıklı, fakat devamlı askerî hareketler neticesinde, bu teşkilâtın yavaş-yavaş bozulduğunu ve imparatorluğu içeriden ve dışarıdan sarsan türlü gaileler arasında bir daha eski intizamını bulamadığını, müverrih M a k r îz î (Hitat, 1, 227) söyler; fakat bütün bu bozuklukları ile berâber, bu teşkilât xıv. asırda da devam etmiştir. Malik al-Muzaffar Hâccî’nin, 747’de bu hususta bâzı ıslâhat yaptığını Abû al-MuhâsIn kaydeder. Yalnız, merkezî idârenin uğradığı mâlî zorluklar karşısında, zaman-zaman bu masrafların hiç olmazsa birkısmını yol üstündeki şehirlere yükletmek usûlüne başvurulmuştur ki, bunun da, birtakım hoşnutsuzluklara sebep olması ve ağır vergiler altında ezilen halkın şikâyetlerine yol açması pek tabiî idi; işte Trablusşam’daki 826 tarihli bir kitâbe, Sultan Barsbay’m emri ile, bu şehir halkına yükletilmiş olan 336 RESMÎ POSTA VE b e r îd vergisinin kaldırıldığını ve bunun hükümdâr tarafından ödeneceğini anlatmaktadır (Bk., C IA , II, i., nşr. Sobemheim, 1909, s. 62). K a lk a ş a n d î’nin 815 (i4 i2)’de b e rîd teşkilâtının bozukluğu hakkmdaki ifadesi ve M a k r îz î’nin 818 (i4 i5)’de bunu kuvvetlendiren sözleri ve nihayet, yine Barsbay zamanına âit, Mokşid adh anonim kaynağın, “ artık bu teşkilâtın mevcut sayılmayacağı,, hakkmdaki şahâdeti, hakikî vazıyeti açıkça göstermektedir, ö yle görülüyor ki, Timur’un Suriye seferini tâkib eden yıllarda, devlet postası intizamım büs-bütün kaybetmiş, eski teşkilât bozulmuş ve devletin posta ve istihbârât işleri, yol üstündeki köy ve kasabalarda yaşayan halkın hayvanlarını müsâdere etmek gibi, çok eski zamanlardanberi tesadüf edilen fena bir usûl ile, iyi kötü te’mine çalışılmıştır. Bu vazıyette, hakikî mânası ile, bir b e rîd teşkilâtının bahis mevzuu olamayacağı pek tabiîdir. Selçuklular’danberi devam eden an‘anenin te’siri ile, Memlûkler’in merkez teşkilâtında da müstakil bir berîd dîvânı mevcut değildir. Baybaas devri gibi, buna en çok ehemmiyet verilen bir devirde bile, bu teşkilâtın idâresi sâhib divân al-inşâ’ (veya kâtib al-sirr) denilen büyük âmire verilmişti ve b e r îd hizmetindeki me’murların tâyini ona âitti. Bu sebeple kendisine amir al-barîd ünvânı da verilirdi. Memleketteki bütün posta menzillerinin vazıyeti, yollar ve menziller arasındaki mesafeler, hususî defterlerde en ince teferruâtma kadar zaptolunmuştu. Bu dîvânda çalışmış me’murlar tarafından, bu gibi resmî vesikalara dayanılarak, yazılan muhtelif inşâ kitaplarında bu hususta çok etrafh mâlûmat verilmektedir. Kahire’den hareketi, veya oraya erişmesi, belli birtakım merâsime tâbi idi. Memleketin her tarafında b e r îd veya güvercin postası ile gelen haberleri nâ’ib al-mamlaka, sultâna bildirir ve bunlara karşı alınacak tedbirler hakkında, onun alâmeti ile tevsik edilen yazılı emirlerini alırdı. Bir posta geldiği zaman, postacı (berîd), candâr, devadâr ve kâtib al-sirr vâsıtası ile sultanın huzûruna çıkarılarak, yer öper, mektubu devadâr'a verir, o da sultâna takdim ederdi. Sultân, mektubu kâtib al-sirr’3. vererek, yavaşça okutup dinler ve ona göre icâbeden emirleri verirdi. Bu sırada eğer sultânın huzûrunda başka emîrler bulunuyorsa, onların çekilmeleri usûldendi. Yola çıkan postacıların boynuna, sarı ipekten bir kordela ile, bu vazife ile yüklü olduklarım bildiren üstü yazılı bakır, veya gümüş bir levha takılırdı. Postacı, vazifesini bitirince, bu İSTİHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 337 levhayı alm ış old u ğu yerin d îvân ın a verir ve bunlar, m e’m ur edilen postacılara verilm ek üzre, kâtib al-sirr'ın nezâreti altın d a saklanırdı. Bu levh aların üstünde sultânın ismi ve lâkap ları ile, âit olduğu nâibliklerin ismi y azılı bulunurdu. D a h a evvelki devletlerde tesâd üf edilm iyen bu âdetin, U zak -Ş ark kültür dâiresine âit olup, bütün M oğol devletlerinde tesad ü f olu n an baysa (Islâm m etinlerinde »Jr L t »Jrl)’- ların (bunlar hakkında bk., Türk Hukuk ve İktisad mecm., 1939,11, 53-71) taklidinden ib aret olduğunu em niyetle söyleyebiliriz. Berîd m enzilleri, b ir emîı-i âhûr’un em ri altında olup, ayrıca bunların teftişi va zifesiyle m ü kellef şadd’lar dahi bulun urdu. B âzı hüküm dârlarm (meselâ M elik İsm âîl S âlih ), bu berîd m asrafını karşılam ak üzre, birtakım arâzin in vâridâtın ı vakfettiği, lâkin sonra b un ların b ü yü k birkısm ının ıhta'lara çevrilerek, v a k ıf vâridâtın m azald ığı tarih î kayn aklardan anlaşılm aktadır. R esm î posta ve istihbârât teşkilâtı, O rta -ça ğ ’ın başka büyük T ü rk ve M o ğ o l devletlerinde m evcut o ld u ğu gibi, d ah a sonra da devam etm iştir. D a h a îsla m iy et’den önce T ü rk devletlerinde ulak, ulag adı altın d a m evcut olan bu teşkilâtm , M oğol devletlerinde de yam (yahut ula"a, yân i ulak) ismi ile m evcut bulun duğu ve b u ıstılâhların, sonradan Islâm kültürü dâiresine giren m u h telif T ü rk v e M oğol devletlerinde yin e devam ettiği m âlûm dıır. Selçuklular devrinden başlayarak, m u h telif T ü rk devletlerinde ku llan ılan ulak ıstılâhı, O sm anh devletinde berîd kelim esinin yerin i alm ış old u ğu gibi, M oğol im paratorluk ları’nin. hâkim oldukları sâh alarda kurulan sonraki T ü rk devletlerinde, m eselâ C elâyirle r’de, T im u rlu la r’da, K a ra k o yu n lu lar’- da, A k k o yu n lu lar’da, S afevîler’dc, Ş ıb a n îler’de, K ırım ve K a za n H an lıkları’nda, yam veya ulak ismi altında, resm î devlet postasının bulun duğunu biliyoruz. Y in e b u n lard a tıpkı yu k arıd a bahsedilen Islâm ve T ü rk devletlerindeki sâ'î, kâsıd ve peyk gibi, koşucu h abercilere ve câsus şebekelerine de tesâd ü f edilm ektedir. Bu ulak, yahut yam (bâzı devletlerde çapar) ismi altındaki teşkilâtın, tıpkı berîd teşkilâtı gibi, zam an zam an b âzı h ü kü m d ârlar tarafından m untazam ve m ükem m el b ir posta sistemi şeklinde tan zim edildiğini v e bâzı zam anlarda ise, “ yollar üzerindeki köy ve kasabalar halkın a yü k letilmiş bir an gariye ve m üsâdere şeklinde,, devam ederek, birçok sû-i istim âllere vc şikâyetlere yol açtığını görü yoruz; fakat bu angariyeyc, yâni devlet postası için halkın hayvan ların ı zaptetm ek usûîslâm M edeniyeti - X X I I. 338 RESMÎ POSTA VE lüne, yalnız îslâm ve Türk devletlerinde değil, eski İran’da da tesadüf edildiğini ( S a y y îd T a g h i Naşr, Essai sur l ’histoire du Droit Persarı des Vorigine â Vlnvassion Ar ab e ; Paris 1933, s. 2x9), Roma Imparatorlıığu’nda da mevcut bu usûlün bir aralık Hadrian tarafından kaldırıldığını (Bk.,A. B ou ch e-L eclercq , Manuel des institution romairıes, Paris, 1931, s. 220), Merovenjler zamanında da paravereda ismi altında devam ettiğini (F. L o t, La f in du monde antiçue, Paris, 1927, s. 405) unutmamak lâzımdır. Muhtelif zaman ve mekânlarda, aynı mâhiyette idârî ve mâlî zarûretlerin doğurduğu bu angariye usûlünün biribirinden iktibas veya taklit edildiğini tasavvur etmek mânâsız olur; bununla berâber, muntazam bir idâre teşkilâtı kuran ve sağlam bir mâliyeye mâlik olan bâzı kudretli hükümdârlar ve devlet adamları, bu fena âdeti kaldırarak, büyük masraflar ile, posta ve istihbârât işlerini de tanzime çalışmışlardır. Ilhanlılar İmparatorluğu’nun büyük teşkilâtçısı Gâzân Hân bu hususta — Baybars’ınkinden hiç aşağı kalmayacak— muntazam ve geniş bir teşkilât vücûde getirmiş olduğu gibi (Krş., Raşîd al-Dîn, Târih-i mubârak-i Gâzânî, G M N S , 1940, xıv, 270-277), Osmanlılar devrinde de muhtelif zamanlarda ve bilhassa Kânûnî devrinde, sadrıâzam Lûtfî Paşa tarafından mühim ıslâhat yapılmış (F u a d K ö p rü lü , Lûtfî Paşa, T M , 1925,1, 17-20), Safevîler’de ise, Şah Abbâs tarafından bu hususta büyük gayretler sarfedilerek muntazam yollar ve çaparhâneler (posta menzilleri) vücûde getirilmiştir. Osmanh İmparatorluğu, xvı. asırdan başlayarak, bilhassa hacc yolunun emniyet ve intizamını te’min için, büyük bir faâliyet göstermiş, menzillerde yolcuların her türlü ihtiyâcım te’min edecek şekilde ve âdetâ müstahkem bir şehir minyatürü mâhiyetinde hanlar te’sis etmiştir ki, bunlar, plâmn büyüklüğü ve san'at itibânyle, Memlûkler’in mümâsil müesseseleri ile kıyas edilemeyecek kadar, azametli eserlerdir (J. S a u v a g e t, Les Caravanserails Syriens du Hacc, Ars Islamica, I937> IV> 98-121). Hükümdârlar veya devlet adamları tarafından te’sis edilmiş vakıflar ile idâre edilen bu gibi müesseselere, imparatorluğun ana-yollan üzerinde dâimâ tesadüf olunmaktadır (XIII. asırdanberi Moğol ve Türk devletlerinde resmî posta ve istihbârât teşkilâtı hakkında tafsilât için bk., Islâm Ansiklopedisi, madd. Ulak, Tam. Bu mes’ele ile çok sıkı alâkası olan Han, Kervansaray, R ib at maddelerine de mürâcaat edilmelidir). Türk ve Islâm memleketlerinde, yalmz devletin değil, bütün halkın ihtiyacım karşılıyacak İSTİHBÂRÂT TEŞKİLÂTI 339 umumî postalar, ancak xıx. asırda, Garp medeniyeti te’siri altında vücûde getirilmiştir. B ibliyografya: Berîd teşkilâtı hakkında şimdiye kadar umumî mâhiyette geniş bir tedkik yapılmış olmadığı ve yapılan tedkikler sadece Abbâsî ve Memlûk imparatorluklarına münhasır kaldığı için, istifade ettiğimiz bütün kaynakları yerli yerinde göstermek mecburiyetinde kaldık. Onların dışında olarak başlıca şu tedkikleri gösterebiliriz: M . Q u a trem ere, Histoire des Sultans Mamlouk (Paris, 1845), n, 2, s. 87-90; A . v. K rem er, Kulturgeschichte des Orients unter den Chalifen (Wien, 1875), 1, 170, 192 v. d.; C ir c î Z ay d ân, Medeniyet-i islâmiye Târihi (Türk, trc., İstanbul), 1328, I, 213-217; G a u d fro yD em om byn es, La Syrie â l'epoque des Mamelouks (Paris, 1923), s. 239-249; A . M ez, Die Renaissance des Islâms (Heidelberg, 1922; idâre teşkilâtı kısmında; Türk. trc. Ülkü mecm., Ankara, 1937, s. 123 v. d.). Güvercin postaları (tayr) hakkında: Q u a trem ere, ayn. esr., 11, 2, s. 115-120; G . D em om byn es, ayn. esr., s. 250-254; bu iki eserde, Memlûkler devrine âit bütün kaynaklar gösterildiği için, onlara ilâve olarak, yalnız a l-K a lk a ş a n d î’nin şu hulâsasını zikredeceğiz: W . Bj ör km an, Beitrage zur Geschichte der Staatskanzelei im islamischen Âgypten (Hamburg, 1922); J. S a u v a g e t’nin adı geçen makalesinde hazırladığım söylediği Suriye'de Memlûkler'in Berîd Teşkilâtına âit Abideler ve Yollar adlı eseri daha çıkmamıştır. R ib a t hakkında bk., F u a d K ö p rü lü , Vakıflar Dergisi (İstanbul, 1942), 11,267-278. ESKİ TÜRKLER’DE KAHRAMANLIK HAYATI ve AN‘ANELERÎ; ALP-ALPLAR DEVRİ [Medeniyet tarihimiz bakımından çok m ühim olan a lp ve a lp la r d e v r i m efhum ları hakkında um um î bir fik ir verm ek için, İslâm Ansiklopedisinin Fransızca neşrindeki m akalem izi bu cilde aldık], A L P (T.). I. Eski ve yeni birçok Türk lehçelerinde kahraman, cesur, yiğit, zorlu mânalarında bir kelimedir ki, şahıs ismi olarak kullanıldığı gibi, bir sıfat, bir ünvan ve kabîle teşkilâtı içinde askerî bir asalet zümresinin adı olarak da kullanılır (A . C a fcro ğ lu , Uygur Sözlüğü, İstanbul 1934). Büyük Asya ve Eurasia bozkırlarında çetin ve daimî bir mücadele hayatı geçiren Türkler ve diğer altaik kavimler arasında, aynı mefhumu ifade eden diğer kelimeler de vardır; meselâ Moğolca’da mevcut olup sonradan Türkçe’ye geçen bagatur (batur) kelimesi, diğer altaik dillerde alp'm tam karşılığıdır. Türkçe’de, bilhassa Oğuz lehçesinde, hemen aynı mânayı ifade eden sökmen kelimesi de vardır ki, düşmanın lıarb saflarını söken, yaran demektir (K â ş g a r î, Divân lûgât al-Türk, 1, 37). Yine bu mânada çapar kelimesi de kullanılır. X II. asırda Artuklar’dan bir şûbeye, kurucusu olan Sökmen b. Artuk’a nisbetle S ö k m e n île r adı verildiği gibi, Ahlat’taki Ermen-şahlar sülâlesinde de yine aynı isme tesâdüf olunur. Osmanlılar’daki sekban teşkilâtının adı da, umumiyetle zannedildiği gibi Farsça sek-bân’dan gelmeyip Anadolu’da halâ seymen diye kullanılan sökmen'den gelmedir. Alp kelimesinin eski ve yeni hemen bütün Türk lehçelerinde mevcudiyetini biliyoruz: Orhun ve Uygur alfabeleri ile yazılmış birçok Türk eserlerinde bu kelimeye has-isim, yahut sıfat, veya ünvan olarak tesadüf etmekteyiz (T h o m sen , R a d lo ff, B an g, von İr Coq v. s. tarafından neşredilen muhtelif metinlerde; meselâ Alp-Tuğıu Alp-Tuluk Üge gibi); prens Kül Tigin’in bindiği bir atın Alp-Şai{i isminde olduğunu da Orhun Kitâbeleri’nden öğreniyoruz ki, kahraman 3 4 2 ALP VE atlarına böyle isimler verilmesi, şâir bütün harbçi kavimler gibi, Türkler’de de eski bir âdettir. Bu kelimenin Hazarlar arasında da kullanıldığı, muhtelif tarihî vesikalardan anlaşılıyor (G h evo n d, Histoire des Guerres et des Conqultes des Arabes en Armerıie, Fms. trc., G. Chahnazarian, Paris, 1857, s. 39: Alp Tharkharı; J . M a rq u a rt, Osteuropaische und ostasiatische Streifzüge, Leipzig, 1903, s. 302, 514: Alp-illut'ver). Kutadgu Bilig'de, Dîvân lûgât al-Türk'te, xm.-xıv. asırlarda yazılmış lügat kitaplarında (H o u tsm a’mn Türkçe-Arapça lügatinde, îb n M u h a n n a ’da, A b û H a y y â n’da) ve eski Türk metinlerinde (K ıv â m a l - D î n , Nahc al-farâdis'ten Derlenen Türkçe Sözler, T M , iv, 172) tesadüf edilen bu kelimenin, bilhassa Oğuzlar arasında daha çok yayılmış olduğu daha sonraki metinlerden anlaşılıyor; bununla berâber, bu eski Türk kelimesi, alıp şeklinde ve yine aynı mânada olarak, Altay, Abakan, Kazak, Kırgız lehçelerinde hâlâ yaşamakta ve has isim olarak kahramanlık hikâyelerinde dâima geçmektedir: Alıp-Karşıga, Alıp-Salay, Kuzgun Alıp, Kantay Alıp, Alıp-Soyan, Alpamış v. s.. Bu söylediğimiz Türk şûbeleri her hâlde Moğol istilâsından sonraki asırlarda, kahraman karşılığı olarak Moğolca b a g a tu r kelimesini batır, ma tır şekillerinde almışlarsa da, çok eski bir mâzîye çıkan alp (alıp) kelimesini de saklamışlardır. Eski Türk an'anelerinde ve o an'aneleri yaşatan kahramanlık hikâyelerinde bu alp ünvânma eskidenberi tesadüf edilmektedir: M a h m ü d K â şg a rî, Türkler’in büyük hükümdân olup, îranlılar tarafından A f r â s i y â b adı ile anılan menkabevî kahramana Türkler’in Tona Alp-Er adını verdiklerini söyler (Dîvân lûgât al-Türk, iii, 110 v. d., 272). Kutadgu B ilig 'te de meşhur Türk beyleri arasında bilhassa Tona Alp-Er zikredilmekte ve Tacikler’in buna Afrâsiyâb dedikleri tasrih olunmaktadır (J. D eny, A propos d'un traite de morale Turc, R M M , 1925, l x , 205). Filleri öldürebilecek kadar yırtıcı bir cins kaplan (M a h m u d K â ş g a r î’de bebr) mânasına gelen tona kelimesi mecazen kahraman mânasına olarak eski Türk onomastikinde çok kullanılmıştır (P e llio t, Notes sur le “ Turkestan,, de M . W. Barthold, T'oung pao, 1930, xxvıı, 33 v. d.). Birçok Türk sülâlelerinin kendisine mensupluk iddiasında bulunduktan bu Türk kahramanına alp ünvânının verilmiş olması, v. asırda Karahanlılar devrinde hâlâ yaşıyan eski bir Türk an'anesine dayanmak bakımından, bunun eski ALPLAR DEVRÎ 343 liğini göstermiye kâfidir. Turfan’daki Alp-Ata mezarı da, bu ünvânın Şarkî-Türkistan’da eskiliğini gösteren bir delildir (M . F u a d K ö p rülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 1918, s. 71). Elimizdeki bütün târihî vesikalar, İslâmiyet’ten önce Türkler arasında, gerek has-isim, gerek bir şeref ünvânı olarak, yayılmış olan alp kelimesinin İslâmiyet’ten sonra da kuvvetle devam ettiğini göstermektedir. X . asırda Abbâsîler’in Şam vâlisi Alp-Tegin, Gaznevî devletinin ilk kurucusu Alp-Tegin, Buhârâ’da Hâcib Alp-Tegin, Gaznevî sultanı Mes'üd’a sefâretle gelen Alp-Tegin, xıı. asırda Karahıtaylar adına Semerkand vâlisi olan Alp-Tegin, Büyük Selçuk İmparatorluğu emirlerinden Alp-Guş (Kuş), Alp-Ağacı, Alp-Argu, Alp-Argun, Selçuk hükümdârı Alp-Arslan, x i i i . asırda Hezaresbîler’- den Alp-Argu, Şam Selçukîleri’nden Alp-Arslan, Semerkand’da Karahanlılar ümerâsından Alp-Er Han, Hârezmşahlar ümerâsından Alp-Han, Anadolu Selçukîleri devrinde Rukn al-Dîn ümerâsından Nûh Alp, ‘İzz al-Dîn Keykâvus devrinde Sivas ilbaşılarından Mahmud Alp (muhtasar İbn BibVde 'Jl şeklinde yazılan bu ünvânı, o n b aşı, y ü z b a ş ı, b in b a şı tâbirlerine kıyas ederek, e llib a ş ı şeklinde okuyan İsmâil Hakkı Uzunçarşılı’nın bu mütâlâasına iştirâk etmiyorum; bk., OsmanljıDevleti Teşkilâtına Medhal, İstanbul, 1941, s. m. Tımarlı sipâhînin Anadolu Selçukîleri’nden ellişer kişilik zümrelere ayrıldığı hakkında târihî hiçbir kayıt bulunmadığı gibi, Moğol ve Türk devletlerinin askerî teşkilâtlarında da umumiyetle a‘şârî sisteme riayet edildiğini biliyoruz. Bu bakımdan, bu kelimeyi ilbaşı tarzında okumak lâzım geldiği kanaatindeyim). Hüsâmeddin AlpSaru, Kastamonu emîri Alp-Yürük ve sonra Osmanlılar’m ilk devirlerine âit vekâyi‘nâmelerde adları geçen ve ekseriyetle alp ünvânmı da taşıyan birtakım kahramanlar, hükümdârlardan küçük kumandanlara kadar birçok kimseler, x.-xıv. asırlar esnasında A lp adını hasisim, veya ünvân olarak kullanmışlardır (Ayrıca bk., H ow orth , History o f the Mongols, II, 1, 14, 515; III, 952). Bu sûretle Maverâiinnchr’- den Anadolu’ya kadar, muhtelif Türk devletlerinin hâkim olduğu ve muhtelif Türk zümrelerinin sâkin bulundukları yerlerde alp kelimesinin diğer bir Türk, veya İslâm kelimesi ile birleşerek bir has-isim teşkil etmesi, nekadar yayıldığına bir delildir (Bu devirlere âit Arapça ve Farsça muhtelif kaynaklarda bu isimlere tesadüf olunur. Basılı metinlerin indekslerine bk.). Alp kelimesinin ayrıca bu de alpı şekli 344 ALP VE v a r d ı r ki, bâzı has-isimlerde (x i i i . vexıv. asırlarda, Mardin’de Artuklular sülâlesinden Nacm al-Dîn ‘Alî A lp ı, ‘tmâd al-Dîn A lp ı gibi) b u n a rastlıyoruz. Yine bu kelime ile alâkalı olarak, bir de alpagu (yılpagu, alpagut, alpavut) kelimesi vardır ki, şahıs ismi olarak Orhun Kitabelerinde mevcut olduğu gibi (T h om sen , İnscriptions de l ’ Orkhon, Helsingfors, 1896, s. 163), Uygur metinlerinde buna tesadüf edilmektedir (M ü ller, Zıvei Pfahlinschr, 23, 32; ayn . mil., Uigurische Glossen, Festschrift fü r Frıedrich Hirth, Berlin, 1920, s. 317). Karayim, Tobol, Çağatay, K azan lehçelerinde ve Moğolca’da mevcut olan bu kelimenin (R a d lo ff, IVörterb., I, s. 430 v. d.), Orhun Kitâb eleri'nüeki aynı kelimeden başka olduğunu, hiçbir delile dayanmadan söyliyen T h o m sen aklanmıştır zannındayım. Bu kelime de tıpkı alp kelimesi gibi, hem bir hasisim, hem sıfat, hem de aynı mâhiyette bir ünvândır (Ayrıca bk., N em eth G y u la , A honfoglalo Magyarsâg Kialakulasa, Budapest, 1930, s. 259, 260). Türk kabîle isimlerinde daha birçok örneklerini gördüğümüz gibi, bu ünvânın da sonradan bir Türk kabilesine ad olduğunu ve xıv.— xvı. asırlarda Akkoyunlu ve Safevî devletine tâbi‘ kabileler arasında Alpagut adh bir kabilenin de bulunduğunu biliyoruz. II. Alp kelimesinin, İslâmiyet’ten önceki muhtelif Türk devletlerinde olduğu gibi, İslâmiyet’ten sonraki Türk devletlerinde ve bilhassa büyük Selçuk imparatorluğu devrinde, resmî bir ünvân olarak kullanılmıya başlandığını bâzı nâdir tarihî kayıtlardan ve bilhassa kitâbelerden öğreniyoruz. Kitâbeler çok defa, hükümdârların, prenslerin, büyük ricâlin, teşrîfât kaidelerine göre kullanmıya hakları olan resmî ünvânları vc lâkabları ihtiva ettiği cihetle, Ortaçağ Müslüman-Türk devletlerindeki titulature'ü öğrenmek hususunda, bilhassa şâir diplomatik vesikaların yokluğu, veya azlığı karşısında, birinci derecede ehemmiyet arzederler. İşte bu bakımdan xı.— xv. asırlara âit kitâbe v. b. tarihî vesikalardan, alp kelimesinin resmî bir ünvân olarak kullanılması hakkında, şu neticeleri çıkarabildik: Büyük Selçuk imparatorları, hattâ onları metbû olarak tanıyan Selçuk ailesine mensup diğer hükümdârlar, alp ünvânım taşımıyorlardı. Nizâmî-i 'Arûzî’nin, Anadolu Selçukîleri'nin ceddi Kutulmuş’a isnad ettiği alp-gâzî ünvânının sırf bir isnattan ibâret olduğunu ve hiçbir tarihî vesikada buna tesadüf edilmediğini Mirzâ Muhammed Kazvînî (Châlıâr Maqâla, G M S , s. 45, 182 v. d.), pek haklı olarak, iddia etmiştir. Bu ünvânı ALPLAR DEVRİ 3 4 5 daha çok onların büyük emirleri taşımışlar ve sonradan onların kurdukları muhtelif devletlerde alp ünvânı, ınanc, kutluğ, bilge kelimeleri gibi eski Türk ünvanlan ile birlikte, hükümdârların resmî lâkabları sırasına girmiştir. İptida Halep’te Sultan Melikşah emirlerinden Aksungur’a âit bir kitâbede alp ünvânını görmekteyiz. Sonra Şam Atabegleri ile Elcezire ve Suriye Atabegleri’nde, Artuk-oğulları’nda alp-kutluğ, alp-ınanc-kutluğ, alp-gâzi ünvânlarma kitâbelerde daima tesadüf ediyoruz (Repertoire chronologique d’epigraphie Arabe, publication de l’İnstitut Français d’Archeologie Orientale, Kahire, 1931-1937, neşredilmekte; nu. 2764, 3021, 3072, 3085, 3111, 3112, 3122, 3146; V a n B erchem , Amida, Heidelberg, 1910, s. 76, 92, 104, 120, 122; ayn . mil. Arabische İnschriften aus Armerıien und Diarbekr, Berlin 1910, s. 148 v. d.). Kitâbelerin bu şâhidliğini, bâzı İslâm vekâyi'nâmeleri de kuvvetlendiriyor: Meselâ, Atabeg Zengî’nin, kitâbelerinde gördüğümüz başka lâkapları arasında lâkabını da taşıdığını İbn a l-K a lâ n is î tasrih etmektedir (History o f Damascus, nşr. H. F. A m edroz, Beyrut, 1903, s. 284). Bu sülâlelere mensup hükümdârlardan bâzılarına sunulan eserlerin mukaddimelerinde de onların resmî lâkapları, tamamıyle kitâbelerde gördüğümüz şekillere uygun olarak zikredilmekte ve alp-ınanc-kutluğ lâkabına onlarda da tesadüf edilmektedir (Msl., bk., Meşhed kütüphânesindeki yazma Dscoride tercümesinin mukaddimesi ve bu kütüphânenin Talıran'da basılan katalogu, nu. 27). Türkçe alp ünvânmın, İslâm kültürü te’siri altında, Yakm-Şark İslâm dünyâsında daha ilk asırlardanberi çok yayılmış olan gazı lâkabı ile beraber alp-gâzi şeklinde kullanılmış olması, yalnız bu zikrettiğimiz Selçukî şûbelerinde değil, Gorlular gibi Selçukîler’in siyâsî ve medenî nüfuzu altında kalmış diğer devletlerde de görülmektedir. Gorlular’ın Herat vâlisi Malik Nâşir al-Dîn Gâzî buna bir misaldir. Gor sultanı Giyâs al-Dîn’in kız kardeşinin oğlu olup, birçok harblerde onunla berâber bulunan vc 600 (1203) ’de, Herat vâlisi iken vefat eden bu adamın bu ünvânı taşıması, her hâlde Selçukî titulature’ ü nün te’siri neticesidir; fakat tıpkı Selçukîler’de olduğu gibi, bu ünvanın, sultanlar ve şehzâdeler tarafından değil, sülâleye mensup kadınların oğullan tarafından kullanılması dikkate lâyıktır (The Tabaqât-i Nâşirî, Farsça metin, Calcutta, 1846, s. 121; E. Brovvne ve M . Qazvini, The lubâbu'l-Albâb o f Muhammed i Au.fi, London, 1906, s. 346 ALP VE I59> 32 1! Târih-i Sİstân, nşr. Melîk-üş-şu‘arâ Bahar, Tahran, 1314 şemsî, s. 388; M u h am m ed b. Q a ys a r -R â z î, al-M u‘jam f i ma- '■âylr-i ash*ân'l-'ajam, G M S , London, 1906, x, 346). Bu ünvânın bâzı büyük devlet adamlarına da verildiğini, gerek Selçukîler’de, gerek Hâfezmşahlar’da vc gerek Atabegler’de görüyoruz; fakat bu takdirde bu ünvân, kutlug ve inanç gibi tâbirlerle değil, emirlere ve kumandanlara mahsus şâir lâkaplarla birlikte zikredilmektedir: 564 (1168)’- de Rıımiye’de istinsah edilmiş bir Siyâset-nâme nüshasının Sâhib-I kebîr Alp-Camâl al-Dîn emri ile yazıldığını görmekteyiz (S a ch a u ve E the, Catalogue o f the Pers. Turk. Hindustani and Pushtu M ss. o f the Bodleian library, 1889, nu. 1, 1424). Alp ünvânı, eski Türk titulature’ ünde mevcut ilek ve tirek (direk) lâkabları ile birleşerek alp-ilek, alp-tirek şekillerinde de kullanılmıştır. X II. asırda Hârezmşahlar’ın Cend hududunda yaşayan Türk kabîle reislerinden birinin alp-direk ünvânmı taşıdığım bildiğimiz gibi (Târîkh -i Juuıayni, G M S, London 1916, n, 2; xvı, 40 v. d.), eski bir Ermeni tarihinin Anadolu’da Kutulmuş’un halefi olarak gösterdiği — Islâm kaynaklarında zikredilmiyen— Alphilag adlı prensin de, alp-ilek lâkabını taşıyan bir Selçuk prensi olması icâbcttiğini vaktiyle göstermiştim (Belleten, Ankara, 1937, 1, 288). İlek, hükümdârlara ve hükümdâr ailesine mensup prenslere verilen yüksek bir ünvân olduğu hâlde; tirek (direk), kabîle reislerine verilen daha ehemmiyetsiz bir ünvândır. Islâm-Iran kültürü te’siri altında şâhinşâh, sultân al-a‘zam gibi, imparatorlara mahsus ünvânlar alan ilk Selçuk sultanları, diğer prenslere ilek, alp-ilek gibi, yüksek bir ünvân vermekte tereddüt etmemişlerdir. Çağdaş Ermeni tarihçisinin bu kaydı sâyesinde, Selçukîler’de eski Türk titulature'ü an'anclerirün şimdiye kadar sanıldığından daha kuvvetle yaşadığı neticesini çıkarmaktayız. Bütün teşkilâtlarında eski Selçukî an'anelerini devam ettiren ve Irak Selçuk Sultanlığı da ortadan kaldırıldıktan sonra, kendilerini Büyük Selçukîler’in doğrudan doğruya vârisi sayan Hârezmşahlar, alp ünvânını yalnız büyük emirler ve kabîle reisleri için (meselâ Calâl al-Dîn’in büyük emirlerinden Alp Han’ın ünvamnda gördüğümüz gibi), diğer Türk lâkapları ile birlikte kullanmakla kalmamışlar (M u h a m m ed en -N e se v î, Histoire des Sultan Djelal ed-Dİn Monkabirti, trc., O H oudas, n, Paris, 1891-1895, Arapça metin, s. 138), büyük sultanlara mahsus diğer imparatorluk lâkapları ile berâber, ALPLAR DEVRÎ 3 4 7 galiba alp ünvânım da kullanmışlardır: Hârezmşahlar’a âit an'aneleri bilmesi icâbeden Mavlânâ C a lâ l a l-D în R û m î, Mesnevı ’sinde (A n k a ra v î, Şerh, v, 215; vı, 451), Muhammed Hârezmşah hakkında alp-uluğ ünvânım kullanmaktadır (M . Ş e refed d in Y a ltk a y a , Mevlâna'da Türkçe Kelimeler ve Türkçe Şiirler, T M , 1934, iv, s. 112). Hârezmşahlar’da, Atabegler’de, Gorlular’da devam eden bu Selçukî an'anesinin Hindistan’daki Türk devletlerinde de devamını görüyoruz; bilhassa Halaç sülâlesinden meşhur ‘A 1 â a l - D î n zamanında, sonra onların an'anelerini devam ettiren Tuğlukşahlar devrinde, devletin büyük emirlerine hükümdâr tarafından alp-han ünvânmın verildiği tarihî kayıtlardan anlaşılıyor (Z iy â a l-D în B ârân î, Târih-i Firûz Şâhî, Bibliotheca Indica, new series, nu. 23, 1862, s. 240, 527; M u h a m m ed K â sim A s ta r â b â d î, Târih-i Ferichta, Bombay, 1831, .1, 176, 238). Bu ünvânın bunlarda, xv. asır ortalarına kadar devam ettiğini görmekteyiz (‘Abd al-Kâdir al-Badâoni, Muntakhab al-Tavârîkh, Bibliotheca Indica, new series, Calcutta, 1868, s. 219). Bu an‘anenin başka Müslüman-Hind sülâlelerine de geçtiğini Mâlvâ hükümdârlarının Gorlular şûbesine mensup olan Hûşeng Şâh’ın (1405-1435) velîahd iken, Alp Han ünvânım, veya adını taşıdığından istid'lâl ediyoruz (H a lil E dhem , Düvel-i Islâmiye, İstanbul, 1927, s. 477). Anadolu Selçukîleri ile onların yerine geçen muhtelif sülâlelerde ve Cengiz çocuklarının kurdukları muhtelif devletlerde alp kelimesinin resmî bir ünvân olarak, kullanıldığına dair diplomatik vesikalara mâlik değiliz. Yalnız, kabîle teşkilâtının ve kabîle an‘anelerinin henüz kuvvetini sakladığı Oğuz şûbeleri arasında alp kelimesinin, gerek has-isim ve gerek Oğuz kahramanlarına verilen hususî bir ünvân olarak kullanıldığını görüyoruz. III. Türkler’in geniş Asya bozkırlarında çok eski zamanlardanberi geçirdikleri çetin ve mücadeleci hayat şartlarının, kahramanlık ve çenkcilik an'anelerinin Türk hayatında yerleşmesinde büyük te’siri olmuştur. Uzun asırlar esnasında çok geniş coğrafî sâhalarda biribiri ardınca batıp çıkan büyük göçebe imparatorlukları kuran ve çiftçi, şehirli halk ile meskûn büyük memleketleri hâkimiyetleri altına alan bu atlı göçebeler, her şeyden çok, askerî teşkilâta ve kahramanlık seciyelerine kıymet verirlerdi. Kabileler ve kabîle konfederasyonları arasında dâhilî harbler, yabancı kavimler ile yapılan mücadeleler, akın 3 4 8 ALP VE lar ve istilâlar, Türk cemiyetinde en yüksek şeref yerinin kahramanlara verilmesini icâbettiriyordu. Göçebelikten çıkıp yerleşik hayata geçen, çiftçilik ile uğraşmıya başlıyan ve hattâ şehirlerde yerleşen Türkler bile, asırlarca bu kahramanlık an‘anelerine bağlı kaldılar. Türkler’in kurdukları muhtelif siyâsî hey’etlerin daima askerî bir devlet mâhiyetini muhâfaza etmesi, cihad esasına dayanan Islâm dininin Türkler arasında yerleşmesi, Selçukîler’denberi tarihî gidişin Türkler’i daimî bir harb hayatı içinde bulundurması, bu kahramanlık, alp’’hk ananelerini asırlarca, canlı bir şekilde, devam ettirmiştir. Muhtelif Türk şubelerinin halk edebiyatında, hikâye ve destanlarında, atasözlerinde, hulâsa ahlâkî telâkkileri aksettiren bütün eserlerinde bunu görmek mümkündür. İslâmiyet’ten önceki Türk alplar'ı, İslâmiyet’in cihad ve gazâ mefhumları Türkler arasında yerleştikten sonra, önce alpgâzi, yâni Müslüman-Türk kahramanı mâhiyetini almışlar, tasavvuf cereyanı ve muhtelif tasavvuf tarîkatleri halk arasında yerleşince de alp-erenler, yâni savaşçı dervişler, şekline girmişlerdir. Bunları bilhassa hıristiyan ülkeleri ile bitişik sınır memleketlerinde, yâni ac'larda görüyoruz. Alplar'm, eski Türk kabîle teşkilâtında, kabîle reisinin etrafında, bilhassa harblerde, şecâat ve yararlıkları ile yükselmiş fertlerden mürekkep, bir nevi imtiyazlı sımf teşkil ettiği tahmin olunabilir. Bu göçebe asilzâdeliğin teşekkülünde, belki verâsetin de te’siri olmakla berâber, ferdî meziyet, bu mertebeye yükselmek için, birinci şarttı. Daha çocukluğundanberi avlarda, akınlarda, cenklerde kahramanlık gösteremiyenler, bu sımfa giremezlerdi. Bir kahraman nekadar tehlikeli, cür’etli işler yaparsa, nekadar çok düşman başı keserse, kabîle içindeki İçtimaî yeri o derece yüksek olurdu. Türkler vc Cermenler gibi tarihî kavimlerin eski devirlerinde gördüğümüz bu cins telâkkilere, bugün yeryüzündeki birtakım iptidaî kabilelerde, hâlâ şâhit olmaktayız (R o b e rt L ow ie, Traite de Sociologie Primitive, Paris, 1935, s. 333-336). Herhangibir kabîle reisi muhtelif kabileleri kendi hükmü altına alıp, konfederasyon mâhiyetinde bir siyâsî topluluk kurduğu zaman, etrafında yine alp'lardan mürekkep bir aristokrat sınıfı bulunurdu. Bâzan bir kabîle reisi de olan bu alplar — GaıbîAvrupa feodalizminde gördüğümüz vassallık râbıtasına benzer— şahsî bir bağ ile, büyük reise bağlı bulunurlardı; fakat onların da yine aynı hukukî mâhiyette bağlar ile kendilerine bağlı alpları olurdu. ALPLAR DEVRİ 3 4 9 İçtimaî derecelerine göre, az veya çok hayvan sürülerine mâlik olan bu alplar'm,_ayrıca hizmetçileri, köleleri de bulunurdu. Tarihî vesikaların bize gösterebildiği devirlerden başhyarak, Asya bozkırlarındaki bu Türk kabilelerinde muhtelif içtimâî tabakaların teşekkül etmiş olduğunu görüyoruz. Büyük reis, diğer reisler ile ve kabîle reislerinin kendi alplar'ı ile olan karşılıklı münâsebetleri, urfî hukuk kaidelerine göre, tanzim ve tâyin edilmiştir. Taraflardan birinin bu kaidelere riayet etmemesi, aradaki bağların derhal kırılmasına, yâni dâhilî ihtilâller ve isyanlar çıkmasına sebep olurdu. Esasını eski Türk paganizminin dinî telâkkilerinden ve âyinlerinden alan hukukî kaidelere göre, reisler kendi alplar'ma belli zamanlarda, belli teşrifat usûllerine bağlı umumî ziyafetler vermiye, ziyafetten sonra da malını yağmalatmıya mecburdu : Muhtelif Türk şûbelerinde, içme-jeme, şölen, aş gibi isimler alan bu umumî ziyafetler, reisin hâkimiyetini kuvvetlendiren başlıca vâsıta idi. Bunu yapmıyan bir reis, alplar’’ı üzerindeki hâkimiyetini kendiliğinden kaybederdi. Alplar'm kabîle hayatındaki içtimâî rollerini, daha doğrusu akın ve çapulların mühim bir istihsal vâsıtası olduğu devrin yaşayış şeklini, Dede Korkut hikâyelerinde oldukça açık bir sûrette görüyoruz. Şarkî Anadolu’daki yarı-göçebe Oğuz aşiretlerinin x i i i . - x i v . asırlardaki hayat tarzlarım çok canlı tablolar hâlinde tasvir eden bu eser — aşiret hayatının ve müesseselerinin yüzlerce yıl hemen aynı şekilde devam ettiği düşünülecek olursa—- bize daha İslâmiyet’ten önce Seyhun şimâlindeki bozkırlarda yaşıyan Oğuz kabilelerinin hayat şekilleri hakkında da bir fikir verebilir. Bu eserde hârici bir cilâ mâhiyetinde olan İslâm kültürü tabakası, onun hakikî ideolojisini ve paganizm kalıntılarını lâyıkiyle örtememektedir. Ekseriyet ile Bayındır boyu’na mensup olan bu Türkmenler, x i i i . -x ıv . asırlarda Gürcüler, Ermeniler, Trabzon Rumları gibi hıristiyan unsurları ile daimî bir mücadele hâlinde bulunduklarından, bu hikâyelerde Türk alpları, birer alp-gâzi’dir. Bunlar tehlikeli avlara giderler, kâfirler ile gazâ ederler; hepsinin sürüleri vardır; iyi binicidirler; ok ile, kılıç ile, süngü ile harb ederler. Aralarında kan dâvaları vardır. Harbleıde ferdî mücadelelerde bulunurlar. İçlerinde o z a n la r , yâni sazşâirleri de vardır. Bu devrin kadınları da umumiyetle aynı müşterek karakterleri haizdirler. Bu vazıyet şüphe yok ki, Garbî-Anadolu’da Bizans hudutlarında yaşıyan aşiretler arasında da böyle idi. Osmanh 3 5 0 ALP VE fütûhâtı, müslümanlık sınırlarını Balkanlar içine ilerletince, “ alplar devri,, diyebileceğimiz bu devrin bütün hususiyetleri orada da — içtimâî ve siyâsî tekâmülün icâbettirdiği bâzı ayrılıklar bir tarafa bırakılmak şartıyle— hemen hemen aym şekilde kendini göstermiştir. X IV . asrın başında meşhur şâir  şık Paşa, Türk alplarından uzun uzun bahsederek, bu an‘anenin Anadolu’da da o vakitler kuvvetle yaşadığını açıkça göstermektedir; ona göre, alp olmak için, dokuz şey lâzımdır: Sağlam yürek yâni cesaret, bâzû kuvveti, gayret, iyi bir at, hususî bir libas, yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun bir arkadaş (F u a d K ö p rü lü , Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul, 1918, s. 273). Ondan bir asır sonra, Murad n. devrinde, Selçuk-nâme'sini yazan Y a z ıc ı ‘ A lî, x i i i . asır Selçuk Anadolu’sunu tasvir ederken, alplar'a âit bâzı hususiyetlerden bahsetmektedir; alplar, atlarının boynuna altınlı kutaslar takarlardı; avda ok ile kaplan vuranların bileğine kaplan kuyruğu asılır, bir atımda okla kuş vuranlar sorguç takmıya me’zun olurdu (Ayn. esr., 272 v. d.). Bu tavsifler, müellifin yaşadığı asra âit müşâhedelerinin mahsûlü gibi sayılsa bile, x i i i . asır Anadolu’sundaki Türkmen aşiretleri için daha doğru olarak kabûl edilebilir. M a h m u d K â ş g a r î’nin alplar'a mahsus bâzı âdetler hakkında verdiği malûmat (meselâ atlarının kuyruğunu ipek ile örmeleri gibi; 11, 280) ile, xvı.-xvıı. asırlarda Rumeli sınırlarında Osmanlı kahramanlarının, akıncılarının hayat tarzları ve kahramanlık âdetleri hakkında mâlik olduğumuz bol vesikalar bir araya getirilecek olursa (F u ad K ö p rü lü , M illî Edebiyat Cer ey ânının îlk Mübeşşirleri, İstanbul, 1928, s. 72 v. d.), “ alplar devri,, dediğimiz iptidaî kahramanlık devri ideolojisinin ve an‘anelerinin Türkler arasında nasıl asırlarca devam ettiği daha kolay anlaşılır. Vaktiyle de söylemiş olduğum gibi, müverrih Âşık Paşa-zâde’nin ehemmiyetle bahsettiği Rûm gâzîleri, Müslüman alplardan başka birşey değildir. IV . A lp , A lp ı, A lp a g u t isimlerine Türkiye’deki yer adlarında hâlâ tesadüf edilmektedir: Kars’ta Alp-kale; Kastamonu’da Alp-Arslan köyü; Kastamonu, Zonguldak ve Eskişehir’de Alpı köyleri; Çorum, Bolu, Kastamonu, Bursa, Ankara, Kütahya, Çankırı, Bilecik, Çanakkale ve Kırklareli’nde Alpagut veya Alpavut köyleri gibi (bk., Köylerimiz, nşr. Dâhi' iye Vekâleti, İstanbul, 1933). Eski Osmanh imparatorluğu memleketleri ile, bugün Türkler’in oturmakta olduğu geniş coğrafî sâhalardaki yer ve köy adları dikkat ile araştırılacak ALPLAR DEVRİ 3 5 1 olursa, bu isimlere daha çok tesadüf olunacağı tahmin olunabilir. Köy adlarında bilhassa Alpagııt ismine çok tesadüf edilmesi, bunun yukanda söylediğimiz gibi, bir kabîle adı olmasından ileri gelmektedir. Bu kabîleye mensup küçük zümreler, ayrı köyler teşkil etmek üzre, muhtelif yerlere dağıldıklarından — yahut merkezî idâre tarafından dağıtıldıklarından— pek tabiî olarak, bu isme daha çok tesadüf olunuyor. Rumeli’de gördüğümüz bu ismi taşıyan köyler, her hâlde, Balkanlar’ın Osmanlılar tarafından fethinden sonra, Anadolu’ dan nakledilen Alpagutlar tarafından kurulmuş olmalıdır. Bunlara ilâve olarak, E v liy â Ç e le b î’nin. xvıı. asırda Tokat’ta mevcut bir A lp - G â z î tekkesinden ve onun civarında aynı ismi taşıyan bir mesireden bahsettiğini de söyliyelim (Seyahat-nâme, v, 60, 68, 71). Mahallî an‘anc, A lp G â z î’yi Dânişmendliler devrine mensup sayıyordu. B ib liy o g r a f y a : Şimdiye kadar alp kelimesi hakkında, ne. filoloji ne de târih bakımından, hiçbir hususî tedkik yapılmadığı için, kaynaklarımızı makale içinde ayrı ayrı göstermiyc mecbur olduk. V a n B erch cm ’in Amida (S. 92, not. 5)’ da verdiği kısa izahlar ile, Z. G o m b o cz’un — şu sırada elimde bulunmıyan— ... Arpadkari adlı eserinde (S. 43 v. d.) verdiği filolojik bilgiler bir tarafa bırakılacak olursa, A lp la r vc “ alplar devri,, hakkında başlıca şu eserlerde tarihî malûmata tesadüf olunabilir: F u a d K ö p rü lü , Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıfla7 , İstanbul, 1918; ayn mil., Les Origines dc VEmpire Ottoman (Etudes Orientales, 11) Paris, 1935, bk., index. Bu eserin, şu son yıllarda Türkçe basımı da neşredilmiştir (Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, vm. scri-Sayı 8; Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1959). 1952’DE İSTANBUL’DA TOPLANAN XXII. MÜSTEŞRIKLAR KONGRESİ’NÎN AÇILIŞ NUTKU İnsanlığın geçirdiği son Cihan Harbi korkunç felâketinden sonra, ikinci defadır ki, Milletlerarası Müsteşrıklar Kongresi toplanıyor. Dünyânın dört bucağından gelmek zahmetini ihtiyar eden Muhterem Kongre Azâsı’na, Türkiye Cumhuriyeti adına “ Hoş geldiniz,, derken, şerefli bir mâzîye mâlik olan Kongre’nizin, bu xxıı. toplantısı için İstanbul’u seçmesinden dolayı duyduğumuz memnuniyet ve şükrânı da ifade etmek isterim. İstanbul’un emsalsiz coğrafî vazıyeti, arkeolojik zenginlikleri, elbette bu intihapta âmil olmuştur; fakat bütün bunların dışında, Türkiye’nin bugünkü müşkül dünyâ şartları içinde dahi, her sâhada milletlerarası işbirliğine büyük bir ehemmiyet vermesi ve insanlığın istikbâlini bu işbirliğinde görmesi keyfiyeti elbette unutulmamıştır. Hakikaten, insanlığın bugünkü ıstıraplarını dindirebilmenin, yeryüzünde hâkim olan korkunç emniyetsizlik buhrânına son vermenin tek çâresi, milletler arasında adâlet ve müsâvat esaslarına dayanan samimî bir işbirliğinin kurulması, diğer bir ifâde ile, Birleşmiş Milletler Şartı’nın bütün engellerden kurtularak işlemesidir. Bu hakikati vicdanlara yerleştirecek, ferdleri ve milletleri bu yolda birleştirecek en büyük âmiller ise, hiç şüphe yok ki, her türlü prejüje’lcrden ve şovenizm’den ârî olarak, insanlığın hayrı nâmına yalnız hakikati arayan hakikî ilimdir ve onun mukaddes meş‘alesini ellerinde tutan hakikî ilim adamlarıdır. “ Hakikî İlim,, ve “ Hakikî İlim Adamı,, derken, kullandığım bu “ Hakikî,, sıfatının mâhiyeti üzerinde bilhassa durmak isterim: Esas itibariyle “ llm „in ve “ Âlim„in sahtesi olmıyacağı haklı olarak söylenebilir; fakat bu bedâhete rağmen çok hazin bir hakikattir ki, bilhassa mânevî ilimlerde, “ llm,,in olduğu gibi “ Âlim„in de sahtesi vardır. Her ne renkte olursa olsun, bütün Rejimler’in ilim nâIslâm ^ ledeniyeti — A A ///• 354 MÜSTEŞRIKLAR KONGRESİ mını verdikleri ideolojilerini ve bunların nazariyecilerini bu kategoriye sokmakta hiçbir mübalâğa yoktur. İnsanlık haysiyetinin ve fikir hürriyetinin mevcut olmadığı bu zulüm ve esaret memleketlerinde, ilim nâmı altında “ münâkaşa edilemez akideler,, ve onların müteassıp ve sahte vâizleri vardır. Bunun dışında, hakikî ilim ve hakikî ilim adamlarına hiçbir hayat hakkı tanımaz. Bunu söylerken doğru yanlış her fikrin, her nazariyenin en geniş şekude münâkaşa edildiği hürriyet memleketlerinde de birtakım dar ve bâtıl kanaatlerin ilim nâmı altında ortaya atıldığım inkâr etmek istemiyorum; fakat bu memleketlerde, serbest münâkaşa bu dalâletlerin mâhiyetini kolayca meydana koyar ve insanlık için doğurabilecekleri zararları önlemeye muvaffak olur. Aziz Kongre Âzâları, Hükümetim, sîzleri kendi adına selâmlamak vazifesini bana verirken, benim hey’etinize yabancı olmadığımı, hattâ bir dereceye kadar beni de kendinizden saymak lutûfkârlığında bulunacağınızı düşünmüştü. Ben de bu lutûfkârlığmızdan emîn olarak aramzda bulunuyorum. Kongrelerinizin eski bir mensubu ve emekdâr bir meslektaşınız sıfatiyle, birçok kıymetli hâtıralarını taşıdığım bu samimî muhitte tekrar bulunmaktan nekadar bahtiyar olduğumu ifadeden âcizim; fakat, bu bahtiyarlık hissiyle müterâfık olarak, bu içtimâin bende doğurduğu bâzı samimî teessürleri de açıklamaktan kendimi alamıyacağım: Bundan çeyrek asır evvel bu gibi içtimâlarda kendilerine tesadüf ettiğimiz birçok yaşlı üstadlar, hattâ bu gibi fırsatlarda daima buluştuğumuz benim neslime mensub birçok mümtaz şahsiyetler de ebediyyen aramızdan ayrılmış bulunuyor. Ben, bu acı hakikati bildiğim halde, hâlâ o Aziz Dostlan karşımdaki saflarda aramaktan kendimi alamıyorum. Bugün muhterem hey’etinize hitabedebilmek fırsatından faydalanarak, Oryantalizm'in bugünkü durumu ve istikbâli hakkmdaki bâzı düşüncelerimi en kısa şekilde arzetmek istiyorum. Geniş mânasıyla Oryantalizm'in nasıl doğduğu ve bugüne kadarki inkişaflarının hangi safhalardan geçtiği ve hangi te’sirlere tâbi bulunduğu mâlûmdur. X IX . asırda büyük bir inkişaf gösteren muhtelif Oryantalizm şûbeleri, bilhassa xx. asırda Şark memleketlerinde millî şuûrun inkişafı ve Garb’ın ilmî zihniyetinin ve metodlannın kabûlü ile Şark ilim adam- AÇILIŞ NUTKU 3 5 5 lannm Garb’ın ilmî faâliyetlerine iştirâkleri neticesinde, daha sür - atli terakkiler kaydetmiştir. Geçen asırda, Avrupa’nın sanâyi kapitalizmi ve müstemlekecilik siyâseti sâyesinde büyük bir inkişaf gösteren Oryantalizm1 in, xx. asırda, bilhassa Birinci ve İkinci Dünyâ Harbleri akabinde ve birçok Şark memleketlerinin istiklâllerine kavuşmaları neticesinde, çok daha büyük ve daha sür’atli bir terakkiye mazhar olması tabiî idi. Şark ve Garp arasındaki bu ilmî işbirliğinin parlak bir misalini teşkil eden Kongre’nizin, oryantalizmin bütün şûbelerinde, ilmî çalışmaların âhenkleştirilmesini sağlayacak sağlam ve rasyonel teşkilâtlar kuracak müsbet neticeler te’min etmesini ümit ve temennî ediyorum. Hakikati aramak için hep berâber çalışan muhtelif milletlere mensup ilim adamları, insanlığın müşterek malı olan mânevî kıymetlerin müdafaasında ve milletler arasında karşılıklı tesânüd, anlayış ve sevgi zarûretini telkîn eylemek husûsunda şüphe yok ki, milletlerine en asîl rehber olurlar. İlmin en büyük İnsanî kıymeti, işte, bu birleştirici ve anlaştırıcı asîl hüviyetindedir. Oryantalizmin ilim tarihi bakımından, xıx. asırda nekadar büyük hizmeti olduğunu, yalnız bâzı ilim şûbelerinde değil, daha umumî olarak müsbet düşüncenin inkişafında ne büyük bir rol oynadığını izaha kalkışacak değilim. Bunu hepiniz benden çok iyi bilirsiniz. Sadece, dikkate şayan olan bir-iki noktayı huzûrunuzda zikretmekten kendimi alamıyorum: Oryantalizm, medeniyetin uzun bir tekâmül mahsûlü olduğunu, bütün kavimlerin bunda hissesi bulunduğunu isbat etmek sûretiyle, bu mefhumu muayyen bâzı kuvvetlerin mahdut sâhasına inhisar ettiren dar ve kapalı zihniyeti değiştirmiştir. Birinci Dünyâ Harbi’nden sonra neşredilen umumî tarih serilerine bakınız: Münhasıran Avrupa’yı siklet merkezi olarak kabûl eden eski tarih kitaplarının dar görüşlerini daha geniş bir anlayışa inkılâb ettirmek düşüncesi derhal göze çarpar. Gerçi bu henüz bir başlangıçtır, bir temâyülün ifadesidir; fakat Avrupa’ya münhasır kapalı bir anlayıştan, bütün dünyâyı kaplayan “ cihanşümûl,, bir anlayışa geçmek zarûretinin tarihçilerce her gün daha iyi idrâk ediidiğini göstermektedir. Bu, hiç şüphesiz, oryantalizmin zaferidir; fakat, oryantalizmin llk-çağ hakkında parlak neticeler elde etmiş olmasına karşılık, Orta-çağ’a ve Yeni-zamanlar’a, meselâ İslâm’a ve Türk tarihine âit tedkiklerinin henüz çok geri bulunması, bilhassa oryantalist olmayan tarihçileri çok haklı şikâyetlere sevketmektedir ve bu noksan yüzünden umumî tarihin birçok büyük 356 MÜSTEŞRIKLAR KONGRESİ problemleri hâlâ bir muammâ hâlinde kalmıştır. Bu, oryantalizmin bu şûbeleri ile uğraşan meslekdaşların, üzerinde ciddiyetle durmaları icâbeden çok mühim bir mes’eledir. Müslüman milletlerin, Garp dünyâsı ile uzun asırlardanberi çok sıkı siyâsî ve iktisâdî münasebetlerde bulunmalarına rağmen, bu milletler hakkmdaki bilgilerin bu kadar geri kalmasının muhtelif sebepleri vardır. Meselâ, Islâmiyât’a âit tedkiklerin dar mânası ile felsefe sâhâsma münhasır kalmasına, asırlardanberi Müslüman mütebahhirlerin yarattığı ilmî an‘anenin te’sirinin sebebiyet verdiği muhakkaktır. Bu sûretle teessüs etmiş olan routine’den kurtulmak uzun müddet mümkün olmamıştır. Türkler’e, Araplar’a, îranlılar’a âit tarihî tedkiklerin askerî ve siyâsî vâkıalarm tesbitinden, biyografilerden ibâret kalması, enstitüsyonel mahiyette esas âmillerin tamamıyle ihmâl edilerek sâdece ârızî âmiller üzerinde durulması, iktisâdî ve içtimâî tarihe, müesseseler tarihine, dinî tarihe hiç ehemmiyet verilmemesi, Islâm tedkikleri sâhâsmda derin bir zihniyet değişikliğine lüzum olduğunu gösteriyor. Gerçi sağlam bir filolojik hazırlığın (formation) tarihçi için başlıca temel olduğu ve eruditiorı mesâisinin, ciddî bir sentezi mümkün kılan malzemenin hazırlanmasını te’min ettiği muhakkaktır. Böyle olmakla berâber, bütün bunların tarihçi için sâdece bir vâsıta olduğu da aslâ unutulmamalıdır. Mâzînin bıraktığı birtakım izler arasından tesâdüfen bulunan bir vesika üzerinde filoloji metodlarının en ince usûllerine göre çalışmak ve bu vesikayı neşretmek; ve bu gibi vesikalar arasında tarihî bakımdan en manalı olanları ayırmak sûretiyle mâzînin bir veçhesini, bir müessesesini ihyâ etmek başka başka şeylerdir. Islâm tedkikleriyle uğraşanlar filolojik hazırlıklarını, tarihî bir formation'la tamamlamadıkça ve içtimâî ilimlerin muhtelif disiplinlerine hâkim bulunmadıkça, b;ı vazıyetin değişmesine imkân olmıyacak ve dünya tarihinin birçok problemleri halledilmeyecektir. Binaenaleyh tarihin şâir şûbelerinde Garp ilmî müesseselerinde bir asırdanberi tâkib olunan usûllerin İslâm memleketleri üniversitelerinde tatbikini sağlamak ve bu sûretle yeni bir zihniyetten ilham alan araştırıcılar yetiştirmek, tahakkuk ettirilmesi icâbeden birinci şarttır. Bundan başka, aynı mevzularla alâkalı ilim adamları arasında daimî bir işbirliği te’min edecek milletlerarası teşkilâtlar vücûde getirmek, genç araştırıcılar için çalışma vâsıtaları (instruments) hazırlamak da zarûrîdir. AÇILIŞ NUTKU 3 5 7 îslâm tedkikleri için yeni bir zihniyetle hazırlanacak yeni çalışma vâsıtalarından bahsederken, yeni bir tab’ı mümtaz ve tecrübeli üstadlardan mürekkep bir hey’et tarafından hazırlanmakta olan İslâm Ansiklopedisini hatırlamamak imkânsızdır. Neşri zamanında, umumî görüşü vc plânı itibâriyle, oldukça geri bir zihniyeti temsil eden, fakat buna rağmen ilim âlemine büyük faydalar te’min ettiği de muhakkak olan bu eserin yeni basımı, îslâm tedkiklerine yeni bir zihniyet aşılayacak ve yeni bir istikamet verecek sûrette, ikmâl edilmelidir. Filolog ve oryantalist olmayan tarihçilerin, sosyologların ve muhtelif içtimâî tarih şûbelerinde çalışan araştırıcıların istifadesini te’min için, Ansiklopedi' nin yeni basımı, İslâmiyet’in büyük mes’eleleri hakkında husûsî yazılara yer verilmesi, her maddedeki metodsuz ve gelişi güzel hazırlanan bibliografilerin kritik bibliografilerle değiştirilmesi, fer‘î mevzulardan ziyâde umumî mes’elelere daha büyük ehemmiyet verilmesi sûretiyle, çoktanberi göze çarpan birtakım noksanlan telâfî edecektir. Muhterem Meslekdaşlanm, İnsanlık tarihinin büyük bir dönüm noktasında bulunduğumuzu artık kat‘iyetle söyliyebilirim. Karşımızda, birçok eski akidelerin, eski müesseselerin yıkıldığını, kıymetlerin değiştiğini görüyoruz. İlk bakışta çok korkunç görünen bu manzara, bâzı marîz tefekkürlere, medeniyetin çökmek üzre olduğu kanaatini veriyor. Biribirine tamamıyle zıt iki ideolojinin mevcûdiyeti dolayısıyle beşeriyetin çektiği maddî ve mânevî ıstıraplann, geçirdiği buhranların büyük olduğu muhakkaktır; fakat bu sathî görünüşün ye’se kapılma sebebi olmaması lâzımdır; çünkü, çektiğimiz bu ıstıraplar, doğmak üzre bulunan yeni bir hürriyet ve adâlet dünyâsının doğum ağrılarıdır. Bu zarûrî buhranları emniyetle geçirmek, bu ıstıraplardan sür'atle kurtulmak ve yarının yeni milletler cemiyetini sağlam ve İnsanî esaslar üzerinde kurabilmek için, ilmin ve âlimlerin rehberliğine ihtiyaç vardır. Sizleri şimdiden hayâlini sezmeğe başladığımız bu yeni saâdet ve adâlet dünyâsının mübeşşirleri olarak hürmetle selâmlar, Kongre’nize muvaffakiyetler dilerim. P r o f . D r . F u a d K ö p r ü l ü ( 0 sırada, T. C. Dışişleri Bakanı idi.) ÎSLÂM MEDENİYETİ TARİHİ A b d ü l h a k A d n a n A d i v a r [İslâm M edeniyeti Tarihi hakkında, Ülkü m ecm uasında (C. xv., Ağustos, 1940, s. nu. 90, 566-570) basılan, kıym etli dostum Abdülhak Adnan Adıvar’ın m ühim makalesini bu cilde aynen alm ayı bir dostluk vazifesi saydım]. W. B a r t h o l d — F u a d K ö p r ü l ü , İslâm Medeniyeti Tarihi, İstanbul, Kanaat Kütüphanesi, 1940, 340 sayfa. Prof. F u a d K ö p r ü lü ’nün başlangıç, izahlar ve düzeltmelerle ikmâl ederek neşrettiği bu eserin müelliflerini yazarken, B a rth o ld ve F u a d K ö p r ü lü ’nün isimlerini yanyana yazmak mecburiyetini duydum. Vâkıa F u a d K ö p r ü lü ’nün talebesinden A h m ed U r al’a tercüme ettirdiği bu eserin müellifi B a rth o ld ise de, pek aziz âlimimiz yazdığı tashih ve izahlarla kitabın müşterek müellifi hüviyetini bihakkin kazanmıştır. B a rth o ld ’ün kitabı, başlangıçta söylendiği gibi, 146 sahifede İslâm medeniyeti'ni pek ilmî bir sûrette hulâsa etmiş ve pek meşhur olmuştur. Metin, A h m ed U r a l tarafından C e m a l V â h id î’nin Tatarca tercümesinden Türkçe’mize çevrilmiş ve bu tercüme F u ad K ö p rü lü tarafından kemâl-i dikkatle gözden geçirilmiştir. Evvelâ şunu söyleyeyim ki, metin okunulduğu zaman insan bir tercüme karşısında bulunduğunu aslâ hissetmiyor; Türkçe’si okadar güzel ve okadar pürüzsüzdür. Başlangıçta Prof. F u a d K ö p rü lü , kitabın kıymetini zikrettikten sonra, “ İslâm dünyâsının mukadderâtı üzerine büyük ve devamlı bir te'sir yapmış olan Türkler'in tarihi bilinmeden, İslâm tarihini anlamak mümkün olamayacağı nasıl tabiî ise, İslâm tarihi çerçevesi içine sokmadan Ortazaman Türk tarihini anlamak kabil olamayacağı da okadar tabiîdir,,; binâenaleyh, “İslâm tarihini ve İslâm kültürünü — hiç olmazsa umumî hatlarıyle — öğrenmek, millî tarih terbiyesi almak lüzumunu duyan Türk münevverlen için büyük bir ihtiyaçtır.,, diyor. 360 ÎSLÂM MEDENİYETt HAKKINDA F u a d K ö p r ü lü , B a r th o ld ’den evvel yazılmış îslâm medeniyeti tarihlerinden çoğunun hikâyeler ve medihlerle dolu insicamsız mâlûmat mecmuaları olduğunu söylüyor; vâkıa kendisinin de dediği gibi bu eserlerde ekseriya ânzî vak‘alara, esasî, içtimâî ve İktisadî vak'alardan ziyâde ehemmiyet verilmiştir. Bundan sonra F u ad K ö p rü lü , Tanzimat’danberi ne bizde ne de diğer îslâm memleketlerinde ilmî mânasıyle bir tarihçi yetişmemiş olduğundan şikâyet ediyor ve bu şikâyeti Büyükharb’den sonra Avrupa’da neşrolunan umumî tarihlere de teşmil ederek, bunlarda da îslâm medeniyetine dâir bahislerin sathî olduğunu ilâve ediyor ki, pek doğrudur. Bu arada müellif, müşterek dostumuz H en ri M a sse’- nin L ’ İslam nâmıyle 1930’da yazdığı eseri istisnâ etmektedir1. Burada şunu ilâve etmeliyim ki M asse’nin eserinde de Türk-müslümanlar’a âit kısım, meselâ Mağrib Ar abları’m . verilen kısımdan çok daha kısadır. Yine mukaddimede, milliyetçiliğin doğurduğu romantik tarih telâkkisinin ilmî ve tenkidî usûllere tâbi tarih telâkkisine yerini bırakması lâzım geldiği pek yerinde olarak söyleniyor. Müellif, vâkıa bu romantik hamlenin kendi üzerindeki iyi te’sirini inkâr etmiyor; fakat artık ilmî ve objektif yoldan rasyonalist bir tarzda tarihimizin tedkikine geçilmek lâzım geldiğini derhal ilâve ediyor. Şimdi, pek güzel bir Türkçe’ye çevrilmiş olan B a rth o ld ’ün metnine geliyorum. Rusça ve Tatarca benim için bir kapalı kutu demek olduğu için, ancak Kalküte’de Musulman Culture nâmıyle S h a h id S u h ra w a rd y tarafından yapılan İngilizce tercümesiyle şöyle bir karşılaştırmak istedim. îlk sahifede İngilizce tercümede “ bu kültür (müslüman kültürü), ne tamamen Ar ablar, ne de tamamen İslâm dinine sâlik olanlar tarafından yaratılmıştır,, denildiği hâlde, Türkçe’de “İslâm dinine sâlik olanlar,, fıkrası unutulmuştur. Bu noktanın ehemmiyeti âşikârdır; çünkü îslâm medeniyeti içinde felsefeye ve ilme dâir yazılmış veya tercüme edilmiş birçok eserler de gayr-ı müslimler tarafından yazılmıştır. 19 ’uncu sahifede B a rth o ld ’ün birçok tarihlerin hiç bahsetmedikleri “ Fars Paul,, yâni Iranlı Pol’ü zikretmesi, müellifin Iran ilim tarihine derin vukufunu gösterir. Vâkı‘â bu Suriyeli feylesof, Husrev'e 1 Bu eser 19 5 8 ’de Halide Edib tarafından İngilizce’ye tercüm e edilmiş ve Nevv Y o rk’da Putnam kitabhânesinde neşrolunmuştur. / BlR BİBLİYOGRAFYA takdim olunan “ Aristo M antıki„ adiyle Suryanice bir eserle belki birinci defa olarak İran âlemine A r is to ’yu tanıtmıştır (M. 531-579). Paul, bu eserinde dinle ilim arasında mukayese yapıyor ve ilmin şübheden âzade mâlûmatla insanlar arasında birliği te’min ettiğini söylüyor. Bundan başka P a u l’ün, A r is to ’ya atfedilen ve fakat herhâlde meşşâî bir feylesofa âit olan Peri Ermineias (Kaziyyelere Dâir) ismindeki bir esere Farsça olarak bir şerh yazdığım da ilâve etmek isterim2. B a rth o ld pek bîtarafâne olarak, Kur'ân’m ilme karşı aldığı hür ve serbest tavır sâyesinde Yunan ilim ve felsefesinin İslâm dünyasına kolaylıkla intikal ettiğini söylüyor. Fakat bu ilim ve felsefeyi ibtidâda müslümanlara nakleden hıristiyanlar olduğu hâlde, bir müddet sonra Şark’da hıristiyanlar arasında ilmin ve felsefenin pek gerilediğini de ilâve etmektedir. Bunun sebeblerini sayarken, müslümanlarm artık hıristiyan komşularına ihtiyaçları kalmamasını ve Ortazamanlar’da hıristiyanların İslâm dünyasında uğradıkları tazyiki gösteriyorsa da, bu tazyikin Ispanya’da müslümanlara.revâ görülen zulümler yanında hiç mesâbesinde olduğunu ve bütün müsâd^relere ve i'tisâflara rağmen, ondördüncü asırda yalnız Mısır’da kilisenin elinde 11250 desetin arâzî kaldığını da itirâf ediyor3. Bağdad’da inkişaftan bahseden fasılda ilk İslâm âlimlerinden C â h ız ile a l- K in d î’yi ve İhvân al-Saja’yı zikrediyor; İhvân al-Safâ risâlelerinin (51) olduğunu söylüyorsa da, ekseriyetin fikrincebu risalelerin adedi (52)’dir. B arth o ld , ilim ve serbest düşünce noktasından pek ehemmiyetli olan bu risâleleri İspanya Arapları arasında yayan zâtın, îspanyalı bir riyâziyeci olduğunu mübhem bir sûrette söyler; halbuki bu âlimin Madridli A b u ’ l-K â s ım M ü slim e a l-M a c r ît isminde bir Arap riyaziyecisi olduğunu burada tasrih etmek doğru olur; mâmâfih İhvân-al Safâ risâlelerinin Garb’de bu zâtın talebesi a l-K ir m â n î nâmında bir zat tarafından neşrolunduğu da söylenir. 2 Bu eski m üellife dâir meşhur E. R e n a n ’ın Journal Asiatique'Ae (1852, 19’uncu cild, sahife, 31-319) bir makalesi vardır. 3 Bir Rus arâzî ölçüsü olan, desetin’in takriben 11961 metre m urabbaına m üsavi olduğunu ilâve edeyim. 362 İSLÂM MEDENİYETİ HAKKINDA 56’ncı sahifede “ Araplar'ın Yunan filo lo ji ve târihine vâkıf olmamaları onların felsefî, ilmî çalışmasına te'sirsiz kalmamıştır: Arap âlimleri eski zaman feylesoflarına isrıâd edilen sahte eserleri hakikî eserlerden ayıramıyorlardı,, deniyor. Bu cümledeki filoloji yerine İngilizce tercümesinde felsefe denilmiş ise de, Türkçe’sinde olduğu gibi filoloji olması daha doğrudur; çünkü sahte eserleri hakikî eserlerden ayırdetmekte filolojinin kıymeti elbette daha büyüktür. 59 ’uncu sahifede olması lâzim gelen ve fakat yalnız İngilizce tercümesinde mevcût olan mühim bir pasaj vardır ki aşağıya aynen naklediyorum: “ ön ve Merkezî Asya'nın son bin sene zarfında iklim ve f iz ik î coğrafya noktasından nekadar az tahavvüle uğradığına hükmetmek için lâzım olan anâsırı, asr-ı hâzır âlimleri ancak Arap coğrafyacıları sâyesinde elde etmişlerdir. Araplar'ın harsî selefleri olan Yunanlılar ve diğerleri bize bu hususta mâlûmat bırakmamışlardır. “ Arap coğrafyacıları muhtelif memleketleri târif ettikten başka, coğrafî tashihlere de kalkışmışlardır. Vâkıa bu müellifler diğer ilim şûbeleri mütehassislan gibi, Yunanlılar'dan aldıkları mâlûmata istinad ediyorlarsa da, onlarca mâlûm olan dünya, Yunanlılar'a mâlûm olan dünyadan çok büyüktür; çünkü Yunanlılar, Hazar denizinin şarkına ve Asya'nın şark sâhilleri ve Hind-i ÇinVnin şimâline dâir hayâl meyâl mâlûmat sâhibi idiler; halbuki Arap coğrafyacıları İrtiş ve Yenisey nehirleri mansabına ve Kora'nın şimâlindeki sâhillere kadar yollan târif etmişlerdir. Buna rağmen Araplar, Avrupalılar'da olduğu gibi, Yunanlılar'ın coğrafî mâlûmatını tekrar edip durdular. Hattâ Hindistan ve Çin merkez yolunun keşfinden ikiyüz sene sonraya kadar Asya haritası hâlâ Batlamyos modeli üzerine yapılmakta idi. Yunan coğrafyacıları gibi, Arap coğrafyacıları için de yeryüzünün ancak dörttebiri meskûn idi. “ Arab gemicileri Madagaskar ve J^engibar gibi Hatt-ı Ustüva'nın cenûbundaki yerlere gitmiş olmalarına rağmen, Arap coğrafyacıları hâlâ insanlar için pek sıcak yerlerde yaşamak mümkün olmadığına dâir olan eski fikre yapışıp kalmışlardır.,, Şurasını ilâve edeyim ki B arth old , bu bahsettiği coğrafyacılar arasında Arap olmayanların mevcût olduğunu pek âlâ bildiği halde, eski bir itiyâdın te’siriyle, Arap kelimesini kullanmaktan kendini kurtaramamıştır. Bu fıkradan sonra, arzın mâruf yedi iklim taksimine dâir fıkra üzerine muhterem F u ad K ö p rü lü , yazdığı (28) numaralı notta hep BİR BİBLİYOGRAFYA 363 îslâm coğrafyacıları tâbirim kullanmıştır. Bu notta hakikaten pek faydalı mâlûmat vardır4. Yine 59’uncu sahifede “ medeniyetin terakkisi cemiyetin ilimdeki inkişa f derecesine te'sirsiz kalmadı,, deniliyorsa da, İngilizce tercümesine göre bu cümle “ ilmin muvaffakiyetli neticeleri, cemiyetin kültür seviyesine te’sirden hâlî kalamazdı,, şeklindedir ki bize bu son şekil daha mantıkî görünüyor. 69’uncu sahifede Sicilya’daki Norman kralı İkinci R o g e r ’nin zamânında İ d r is î’nin riyâseti altında gümüşten bir küre-i mücesseme yapıldığı zikredildiği hâlde, yine Sicilya Norman kralı meşhur F re d e rik fon H o h e n sta u fe n ’in Arap âlimlerine sorduğu, ilme vc kelâma dâir dokuz suâlden ve bu suâle verilen cevaplardan B a rth o ld hiç bahsetmemişdir5. Biraz aşağıda Araplar’m belâgatinin kıymetinden bahsediliyor ki burada belagat kelimesinin kâfî olmadığı zannındayım; çünkü müellifin maksadı — eğer Rusça aslındaki kelime de İngilizce’de olduğu gibi eloquence ise — daha ziyâde hitabet demek olacaktır. Bu fıkraya F u a d K ö p rü lü tarafından yazılan 33 numaralı notta, Mısır’da Fâtimîler tarafından te’sis edilen dâr-al hikme’ yc dâir güzel mâlûmat vardır. Bundan sonra İran'ın Te'siri ünvanlı fasla geliyoruz. Burada hiç şübhesiz söyleyebiliriz ki B a rth o ld bu bahsi diğer bahislerden daha mükemmel ve daha terkibî bir şekilde yazmıştır. Bu fasıl içinde (sahife 92-93) İb n -i S în â ’dan bahsederken, onun gerek dindar muhitlerde ve gerek avam arasında Ortazamanlar’ın Dr. F a u s t’u gibi âdeta bir sihirbaz vazıyeti aldığını söylüyor. Ben bu ifâdeden, İb n -i S în â ’nın âdî bir sihirbaz değil, belki gayr-ı mümkünü yapmaya kalkışan büyük çapta ilmî ve felsefî hareketler uyandırmak isteyen bir titan rûhunu hâiz olduğu mânâsım anlamak istiyorum. * Burada söyliyelim ki aziz dostum Fuad Köprülü ile literatüre kelimesinin ikinci “ yâni müellefât, bibliyografya,, mânasında edebiyat kelimesiyle tercümesinde birleşemiyorum. A vrup alılar’a literatüre kelimesi, lâtince aslı dolayısıyla, müellefât mânasını derhal hatıra getirirse de, bizde edebiyat kelimesi pek köklü olarak bildiğim iz edebiyata hasredilmiştir ve öyle kalmalıdır. G aliba bu tercüme tarzı bize dilde ihmalkâr bir doktorun “ edebiyat-ı tıbbiye„ demesiyle girmiştir. 5 Prof. Şerefeddin Yaltkaya, Sicilya Cevabtarı, İstanbul 1934- 364 ISLÂM MEDENİYETİ HAKKINDA Vâkıa îb n -i S în â bilhassa tıbda Şark ve Garb’te bir büyük sihirbaz, bir mutlak hükümdâr gibi asırlarca hâkim olmuştur. Bu noktaya tekrar döneceğim. B a r th o ld ’ün A b û R a y h a n B îrû n î hakkmdaki mütâlâaları, F u a d K ö p r ü lü ’nün notlarıyle ikmâl edildikten sonra çok kıymetli bir şekil almıştır. Bilhassa B a r th o ld ’ün A b û S a îd S e c e z î (A bû S a id A h m ed îb n A b d e lc e lîl S e c e z is ta n î (M. 95i-ıo24)’nin bir eserinden çıkararak ortaya koyduğu, eflâkin sükûn üzre ve fakat arzın müteharrik olduğuna dâir fikri, bildiğime nazaran şimdiye kadar Avrupa ilim tarihçilerinden hiçbirinin nazar-ı dikkatini celbetmemişti. Burada asıl mühim mes’ele, B îr û n î’nin bu dâvaya müşkül ve şübheli nazariyle baktığının zikredilmiş olmasıdır. Vâkıa kendisinden sonra gelen âlimler, R â z î ve îb n -i S în â gibi büyük âlimlere karşı B îr û n î’nin bu mes’elede, yâni arzın etrafında eflâkin döndüğünde şübhe etmesini muâhaze ediyorlarsa da, B îr û n î’nin daha o zaman K o p e rn ik sisteminin bir tomurcuğu addedilecek bir nazariyeyi, yâni Secezî’nin fikrini doğrudan doğruya reidetmeyerek “ müşkül ve şübheli bir mes’eledir,, demiş olması, bu âhm için cidden büyük bir ilmî basirettir. Bundan sonraki bahis, Moğollar’m futûhatına dâirdir. Bu bahiste Moğol istilâsının her geçtiği yerde ilim ve medeniyeti harâb ettiği yolundaki umumî fikre B a rth o ld ’ün asla tarafdar olmadığı görülüyor ki, bu nokta bizi en çok alâkadar etmiştir. Filhakika senelerdenberi uğraştığım ilim ve din münâsebâtı tarihini tedkik ederken, benim de B a rth o ld ’den haberdar olmayarak vâsıl olduğum netice bu idi ve bunu birgün neşretmek ümidinde bulunduğum esere yazmıştım. B a rth o ld gibi, Moğol istilâsının îslâm dünyası üzerinde okadar ağır te’sirler bırakmadığını ve binâenaleyh ondokuzuncu asırdan sonra îslâm ilminde ve kültüründe bir duraklama olmuş ise, bunun sebebini başka yerlerde aramak lâzım geldiğini bugün itiraf etmek lâzımdır; çünkü Moğol hükümdârları, B a rth o ld ’ün dediği gibi, belki din ve dil ilimlerine okadar ehemmiyet vermedilerse de riyâziyat, astronomi ve tıbda gerilemeyi mûcib olmak şöyle dursun, bilâkis terakkî te’min ettiler. Burada bu noktanın tafsilâtına girişmeye lüzum yoktur; gerek B a r th o ld ’ün yazdığı sahifeleri ve gerek F u a d K ö p r ü lü ’nün izahlarını okumak kâfidir. BlR BİBLİYOGRAFYA 365 B a rth o ld , bu arada Îlhânîler’den O lc a y tu ve G a z a n Hân zamânmda yaşayan müverrih ve ansiklopedist R e ş id e d d in ’in meşhur Câmi'üt-TevâriKinden pek haklı olarak büyük ehemmiyetle bahsediyor. Şunu da biz ilâve edelim ki R e şid e d d in Tarısuk-nâme-i llhânî ismiyle bir eser neşrederek, bunda Çinliler’e ve Çin tabâbetine dâir uzun bir medhalden sonra, meşhur Çin tabibi W a n g S h u -H o ’- nun nabza dâir olan eserini tercüme ettirmiştir6. Bu eser galiba tek nüsha olarak Ayasofya kütübhânesindedir. Bu fasılda Türkler’in İslâm medeniyetine olan hizmetleri bahsinde B a rth o ld ’ün ifâdeleri ancak Prof. F u a d K ö p r ü lü ’nün notları ve gösterdiği kaynaklarla pek fâideli ve pek mükemmel bir şekil almıştır. Bilhassa Türk dili ve mîmârisi ve edebiyatı hakkında 80-82 numaralı notlarda Fuad Köprülü çok üstâdâne tashihler ve ilâveler yapmıştır. Semerkand’de Uluğ Bey’in astronomiye dâir tedkikatından bahsederken Barthold, Gıyâseddin Çemşîd’i hiç zikretmediği gibi, bizim büyük riyâziyecimiz K a d ı - z â d e R û m î ’den de pek kısa bahsetmiştir. En ziyâde ehemmiyet, hükümdâr Uluğ Bey’e verilmiştir. Halbuki IlhânVnin mukaddimesinde Uluğ Bey bile bu eserin tertibinde G ı y â s e d d i n ve K a d ı - z â d e ’nin nekadar emekleri olduğunu zikreder. Altıncı ve son fasıl Onbeşinci Asırdan Sonra Müslüman Dünyâsı ünvânını taşıyor. Bü bahiste onbeşinci asırda artık Müslüman dünyâsının Avrupa yanında geri kaldığına işâret ediliyor. Bu asırda Avrupa’da ticâret, şehir hayatı vc san'atın terakkisi kaydedildikten sonra, bu kıt‘anm dünya üzerinde hâkimiyetini tcknikin te’sis ettiği söyleniyor ki bir dereceye kadar doğrudur. Barthold, bilhassa ateşli silâhların icadına pek ehemmiyet veriyor vc burada Almanlar’dan bâzılarının düşündüğü gibi, kültürün başlangıç noktası silâh olduğuna inanmış bir adam çehresini gösteriyor. Hind deniz yolunun keşfi de Barthold’ü hayli meşgûl etmiştir. Denizcilikte Avrupalılar’ın üstünlüğü tebârüz ettirilerek, medeniyetin terakkisinde bunun dahli olduğu zikrediliyor. Bu fıkraya dâir * Bu esere dâir geçen sene Paris’de Sociele Asiatique'de kısa bir tebliğde bulunmuştum. Bu tebliğ şimdi h is ilim tarihi mecmuasında intişar etmiş olmalıdır. Eserin uzun bir hulâsası da yine aynı m ecm uada intişar edecektir. 366 İSLÂM MEDENİYETİ HAKKINDA F u a d K ö p r ü l ü ’nün 95 numaralı îzahı, İktisadî ve tarihî nokta-i nazardan pek fâideli ve pek etraflıdır. Barthold eserin sonlarına doğru matbaacılığın Osmanh Türkiyesi’ne nekadar geç girmiş olduğunu yazarken, Kanunî Sultan Süleyman zamanında İstanbul'da Avusturya sefiri olan Baron de Büsbek’in mektublarındaki fikri aynen tekrar etmiştir: Türkler top ve tüfengi kolaylıkla Avrupalılar’dan aldıkları hâlde, matbaacılığı pek büyük bir tcahhürle almışlardır. Fakat 139’uncu sahifede Barthold, Müslüman dünyâsının onbeşinci asırdan sonra tamâmen inhitata yüz tuttuğunu söylemek abes olduğunu ve onaltıncı ve onyedinci asırlarda Osmanh Türkleri’nin İstanbul’u büyük bir medeniyet merkezi hâline getirdiklerini ifâde ediyor ve bu noktada İstanbul kütüphanelerinin kıymetini tebârüz ettiriyor ki pek doğrudur.. Fakat yazık ki bu siyâsî tarih, ilim ve medeniyet tarihi hâzinelerimiz, kütüphânecilik tekniki noktasından büyük eksiklerimiz dolayısıyle, hâlâ yarı kilidli bir vazıyettedir. Şark’da medeniyet ve ilim terakkisinin duraklaması sebebini izah etmek hayli güçtür. Hattâ Barthold kitabın son fıkrasında, “ İşte bu sûretle medeniyet sahasında birincilik müslümanlardan hıristiyanlara geçti,, gibi gayet mübhem bir sözle işi geçiştiriyor ve fıkrayı hemen müstemlekeci büyük Avrupa devletlerinin medenî vazifelerini, göstermek ve müdafaa etmekle bitiriyor. Prof. Fuad Köprülü, bu fikrin Bart hol d’ün ilmî olmaktan ziyâde, siyâsî düşünüşünün eseri olduğunu söylüyor ki pek doğrudur (Nu. 110). İlim ve medeniyette ondördüncü asırdan sonra Şark’ta görülen durgunluğun esbabını araştıranlar çok olmuştur ve bu, henüz tamâmen halledilmiş bir mes’ele değildir. Bâzı Avrupalı ilim tarihçileri, bunu, şarklılarda tecrübî tısûl'ün inkişaf etmemiş olmasına atfediyorlar. Bu fikrin de hiç şübhesiz doğru tarafı vardır. Bundan başka tâlî sebebler de bulunabilir. Meselâ İbn-i Sî nâ’dan sonra tıbbın Şark’da ve hattâ Garb’da uzun zamanlar büyük bir terakki göstermemesini, bu büyük âlimin Kânun nâmıyle pek fazla mükemmel bir eser yazmış olmasına da atfetmek kâbildir; çünkü o zamanın ilmî ihtiyaçlarını bu eser tamâmiyle tatmin edince ve tenkid ve tecrübe usûlü de inkişaf etmemiş olunca, tıbda yeni birşey BİR BİBLİYOGRAFYA 367 beklemek hakikaten güçtür. Bunun bir misâlini, beşerin fikrine ikibin sene hâkim olan Aristo mantık ve felsefesinde de görüyoruz. Velhasıl uzun uzadıya tedkika muhtaç olan bu mes’elenin âlimlerimizin elinde birgün hallolunduğunu görmek en hâs dileğimizdir. Bu kısa mütâlâayı bitirirken, bize Ba r t h o l d ’ün her münevver şarklının okuması lâzım olan eserini, memleketimizde nâdir görülen bir tarzda yâni izahlar ve tashihlerle hediye eden aziz âlimimiz Prof. Fuad K ö p r ü l ü ’ye teşekkür etmeyi bir vazife biliriz.
.
X
XAÇIKÖĞRETİM
çindekiler Önsöz .................................................................................................................. x İslamiyet Öncesi Arabistan .......................................................... 2 ARABİSTAN’IN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ ........................................................... 3 Arabistan’ın Sakinleri................................................................................................... 5 Arab-ı Âribe............................................................................................................ 5 Arab-ı Müsta’ribe ................................................................................................... 6 GÜNEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER ........................................... 8 Maîn Devleti ................................................................................................................. 8 Sebe Devleti................................................................................................................... 8 Himyerî Devleti............................................................................................................ 9 KUZEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER ............................................ 10 Nabatî Devleti............................................................................................................... 10 Tedmür Devleti............................................................................................................. 10 Gassânî Devleti............................................................................................................. 11 Lahmî (Hîre) Devleti ................................................................................................... 11 Kinde Devleti................................................................................................................ 12 ARABİSTAN’IN KALBİ: HİCAZ BÖLGESİ ........................................................... 12 Mekke’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı ...................................................................... 13 Mekke’ye Putperestliğin Girişi ................................................................................... 14 Kusay b. Kilâb’ın Mekke Hâkimiyeti ve Yönetimi.................................................... 15 Dârünnedve ........................................................................................................... 16 Kıyâde ..................................................................................................................... 16 Hicâbe ..................................................................................................................... 16 Rifâde ...................................................................................................................... 17 Sikâye ...................................................................................................................... 17 Mekke’nin Ticari Bir Merkez Olarak Yükselişi......................................................... 18 Arabistan Ticaretinin Can Damarı Panayırlar......................................................... 19 Fil Vak’ası: Ebrehe’nin Kâbe’yi Yıkma Teşebbüsü .................................................... 20 Özet................................................................................................................................ 22 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 23 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 24 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 24 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 25 İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi............................................. 26 HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİK ÖNCESİ HAYATI.............................. 27 Soyu, Ailesi, Doğumu ve Çocukluğu......................................................................... 27 Hz. Muhammed’in Gençliği ....................................................................................... 30 1. ÜNİTE 2. ÜNİTE İçindekiler iv Hz. Hatice ile Evliliği .................................................................................................. 31 Kâbe Hakemliği ........................................................................................................... 32 HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ VE İSLÂM’IN MEKKE DÖNEMİ... 33 İlk Vahyin Gelişi........................................................................................................... 33 İlk Müslümanlar..................................................................................................... 34 Açık Davetin Başlaması .............................................................................................. 35 Mekkelileri Davet................................................................................................... 36 Hamza b. Abdülmuttalib ve Ömer b. Hattab’ın Müslüman Oluşu .................. 38 Habeşistan’a Hicret....................................................................................................... 38 Kureyş’in Boykotu........................................................................................................ 39 Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin Vefatı.............................................................................. 40 Tâiflileri İslâm’a Davet.................................................................................................. 40 İsrâ ve Mi’râc................................................................................................................. 41 Akabe Biatları ............................................................................................................... 41 Medine’ye Hicret .......................................................................................................... 42 Özet................................................................................................................................ 47 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 48 Okuma Parçası.............................................................................................................. 49 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 49 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 50 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 51 İslâm’ın Medine Dönemi.................................. ............................ 52 HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE’DEKİ İLK FAALİYETLERİ............................... 53 KUREYŞ MÜŞRİKLERİYLE İLİŞKİLER VE MEKKE’NİN FETHİ .................... 53 Mekke- Medine İlişkileri............................................................................................. 53 Bedir Gazvesi.......................................................................................................... 54 Uhud Gazvesi.......................................................................................................... 55 Hendek Gazvesi...................................................................................................... 56 Hudeybiye Antlaşması........................................................................................... 58 Mekke’nin Fethi...................................................................................................... 59 Hz. Ebû Bekir’in Hac Emîri Tayin Edilmesi ve Müşriklere Son Çağrı.................. 61 DİĞER MÜŞRİK ARAP KABİLELERİYLE İLİŞKİLER......................................... 62 Recî’ Vak’ası................................................................................................................... 62 Bi’rimaûne Faciası ....................................................................................................... 62 Müreysî’ (Benî Mustalik) Gazvesi.............................................................................. 62 Huneyn (Hevâzin) Gazvesi......................................................................................... 63 Tâif Kuşatması............................................................................................................... 63 Ci’râne’de Ganimetlerin Taksimi................................................................................ 64 Bazı Bedevî Kabilelerin Tutumu................................................................................. 64 YAHUDİLERLE İLİŞKİLER....................................................................................... 65 3. ÜNİTE İçindekiler v Benî Kaynuka Gazvesi ................................................................................................ 65 Benî Nadîr Gazvesi....................................................................................................... 66 Benî Kurayza Gazvesi .................................................................................................. 66 Hayber’in Fethi............................................................................................................. 66 BİZANS VE DİĞER BAZI DEVLETLERLE İLİŞKİLER ....................................... 67 İslâm’a Davet Mektupları............................................................................................. 67 Mûte Savaşı.................................................................................................................... 68 Tebük Gazvesi............................................................................................................... 68 ARABİSTAN’DA SİYASİ BİRLİĞİN SAĞLANMASI: ELÇİLER YILI ................ 69 VEDA HACCI VE HZ. PEYGAMBER’İN VEFATI ................................................ 70 Veda Haccı..................................................................................................................... 70 Hz. Peygamber’in Vefatı.............................................................................................. 70 Özet................................................................................................................................ 72 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 73 Okuma Parçası.............................................................................................................. 74 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 75 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 76 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 76 Hz. Peygamber ve Medine ........................................................... 78 HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE’NİN SİYASÎ VE SOSYAL YAPISI....................... 79 Yesrib’den Medine’ye .................................................................................................... 80 Medine Vesikası ve İç Düzenlemeler......................................................................... 80 Medine’nin İdari Yapısı ve Nüfusu....................................................................... 81 Hicretten Sonra Diğer Bazı Önemli Gelişmeler................................................. 82 MEDİNE’NİN ŞEHİR OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI................................................. 83 Medine ve Mescid-i Nebevî ........................................................................................ 83 Hz. Peygamber’den Sonra Mescid-i Nebevî.............................................................. 85 Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri .................................................................................. 86 Hücre-i Saadet ........................................................................................................ 86 Ravza-i Mutahhara................................................................................................. 86 Minber..................................................................................................................... 86 Mihrap..................................................................................................................... 86 Mahfil ...................................................................................................................... 87 Minare...................................................................................................................... 87 Kapılar ..................................................................................................................... 88 Diğer Bölümleri...................................................................................................... 88 Mescid-i Nebevî’nin Fonksiyonları............................................................................ 89 HZ. MUHAMMED’İN MÜSLÜMANLARIN İMAN, AHLAK, GÖNÜL VE AKIL DÜNYALARINDAKİ YERİ............................................................................. 90 Adları ............................................................................................................................. 90 4. ÜNİTE vi İçindekiler Fiziki Özellikleri........................................................................................................... 90 Eşleri ve Çocukları....................................................................................................... 90 Hz. Muhammed’in Misyonu ve Kişisel Özellikleri.................................................. 91 Hz. Muhammed’in Mirası........................................................................................... 94 Özet ............................................................................................................... ................ 95 Okuma Parçası ............................................................................................................. 96 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 97 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 97 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 97 Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer)........... 98 HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN KAVRAMI ........................................................................... 99 Hz. Ebû Bekir Dönemi ............................................................................................... 100 Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları................................................... 101 Üsâme b. Zeyd Kumandasındaki Ordunun Gönderilmesi............................... 102 Ridde Hareketleri ve Bastırılması ........................................................................ 103 İslam Fetihlerinin Başlaması....................................................................................... 105 Hz. Ebû Bekir’in Kişiliği ve Yönetim Anlayışı ................................................... 107 HZ. ÖMER DÖNEMİ ................................................................................................. 108 Hz. Ömer’in Halife Seçilmesi Bizans ve Sâsânîlerle ................................................ 109 Mücadelenin Yoğunlaşması ........................................................................................ 109 Irak Cephesi............................................................................................................ 109 Suriye Cephesi ........................................................................................................ 111 Hz. Ömer’in Vefatı ve Kişiliği............................................................................... 112 Hz. Ömer’in Yönetimi ve Kurumsallaşma.......................................................... 113 Hz. Ömer’in Divan Teşkilatını Kurması ................................................................... 115 Özet ............................................................................................................... ................ 118 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 119 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 120 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 120 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 121 Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-II (Hz. Osman ve Hz. Ali)................... 122 HZ. OSMAN DÖNEMİ.............................................................................................. 123 Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları........................................................ 124 İran, Horasan ve Azerbaycan Fetihleri................................................................ 125 Kuzey Afrika ve Nûbe Bölgesindeki Fetihler...................................................... 125 Müslümanların Akdeniz’e Açılmaları ve Kıbrıs’ın Fethi................................... 125 Zâtü’s-savârî Savaşı................................................................................................. 125 Kur’an-ı Kerim’in Çoğaltılması ............................................................................ 126 İÇ KARIŞIKLIKLAR VE İSYAN................................................................................ 126 5. ÜNİTE 6. ÜNİTE vii İçindekiler İç Karışıklıkların Vilayetlerdeki Yansıması............................................................... 128 İsyancılar Haklımıydı?........................................................................................... 129 Olayların İsyana Dönüşmesi ve Hz. Osman’ın Katledilmesi .................................. 130 HZ. ALİ DÖNEMİ....................................................................................................... 133 Hz. Ali’nin Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları............................................................. 133 Hz. Ali’ye Karşı Oluşan Muhalefet ve Cemel Vakası ............................................... 134 Sıffîn Savaşı ve Hakem Olayı ...................................................................................... 137 Hâricîliğin Ortaya Çıkışı ve Nehrevan Savaşı .................................................... 138 Hz. Ali’nin Vefatı ve Şahsiyeti..................................................................................... 139 HZ. HASAN DÖNEMİ............................................................................................... 140 Özet ............................................................................................................... ................ 142 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 143 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 144 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 145 Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar............................................................. 145 Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler........... 146 EMEVÎ DEVLETİ’NİN KURULUŞU........................................................................ 147 MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİ.................................................................... 148 İslâm Fetihlerinin Yeniden Başlaması ....................................................................... 149 Muâviye’nin Hilâfeti Saltanata Dönüştürmesi ve Ölümü ....................................... 149 Muâviye’nin Şahsiyeti ............................................................................................ 149 I. YEZİD DÖNEMİ...................................................................................................... 150 Kerbela Vakası .............................................................................................................. 151 Medine’deki Muhalefetin Bastırılması: Harre Savaşı .............................................. 152 I. Yezid’in Abdullah b. Zübeyr’le Mücadelesi ve Mekke Kuşatması ..................... 152 II. MUÂVİYE DÖNEMİ ............................................................................................. 153 MERVAN b. HAKEM DÖNEMİ ............................................................................... 154 ABDÜLMELİK b. MERVAN DÖNEMİ ................................................................... 156 Muhtâr es-Sekafî İsyanı ........................................................................................ 156 Abdülmelik’in Abdullah b. Zübeyr’le Mücadelesi ................................................... 156 Haricî İsyanlarının Bastırılması ........................................................................... 157 Fetihlere Yeniden Başlanması............................................................................... 158 İbnü’l-Eş’as İsyanı................................................................................................... 158 Kuzey Afrika Seferleri............................................................................................ 159 Anadolu Seferleri ................................................................................................... 160 Abdülmelik’in Vefatı, Şahsiyeti ve Bazı Önemli İcraatları...................................... 161 Özet................................................................................................................................ 163 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 164 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 165 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 165 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 167 7. ÜNİTE viii İçindekiler I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler ..................... .................... 168 VELİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ ....................................................................... 169 Velid Zamanında Fetihler ........................................................................................... 169 Orta Asya Seferleri................................................................................................. 170 Anadolu Seferleri ................................................................................................... 171 Kuzey Afrika Seferleri ve İspanya’nın Fethi........................................................ 172 I. Velid’in Vefatı ve Şahsiyeti................................................................................. 174 SÜLEYMAN b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ ............................................................. 174 İstanbul Kuşatması....................................................................................................... 175 Süleyman b. Abdülmelik’in Vefatı ve Şahsiyeti .................................................. 176 FARKLI BİR EMEVÎ HALİFESİ PORTRESİ ÖMER b. ABDÜLAZİZ................. 176 Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı.................................................................... 177 Abbasî Daveti’nin Başlaması....................................................................................... 179 YEZİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ ....................................................................... 180 ÇÖKÜŞE DİRENEN HİŞAM b. ABDÜLMELİK.................................................... 181 Türklerle Mücadelenin Yoğunlaşması ....................................................................... 182 Zeyd b. Ali’nin Hilâfeti Emevîlerden Alma Çabası.................................................. 183 Hişâm Döneminde Mısır ve Kuzey Afrika’daki Gelişmeler.................................... 183 Bizans’la İlişkiler........................................................................................................... 184 Hişâm’ın Bazı İcraatları ve Vefatı ............................................................................... 185 SON DÖNEM EMEVÎ HALİFELERİ....................................................................... 186 Velid b. Yezid................................................................................................................. 186 Yezid b. Velid................................................................................................................. 187 İbrahim b. Velid............................................................................................................ 187 EMEVÎLERİN YIKILIŞI VE II. MERVAN ............................................................... 188 Haricîlerle Mücadele.................................................................................................... 189 Abdullah b. Muâviye ve Emevî İktidarı..................................................................... 190 Zap Suyu Savaşı ve Bir Dönemin Kapanışı............................................................... 190 Emevî Devleti’nin Çöküş Sebepleri............................................................................ 191 Özet ............................................................................................................... ................ 193 Kendimizi Sınayalım ................................................................................................... 195 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ........................................................................ 196 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................ 196 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 197 Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar).............. 198 MÜSLÜMANLAR İSPANYA’DA............................................................................... 199 Müslümanlardan Önce İspanya ................................................................................. 200 İspanya’nın Fethi........................................................................................................... 200 ENDÜLÜS’TE VALİLER DÖNEMİ (714-756)........................................................ 202 ENDÜLÜS’TE EMÎRLİK DÖNEMİ (756-929)....................................................... 204 9. ÜNİTE 8. ÜNİTE ix İçindekiler ENDÜLÜS’TE HİLAFET DÖNEMİ (929-1031)..................................................... 209 Özet................................................................................................................................ 215 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 216 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 217 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 217 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 218 Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492)................................ 220 MÜLÛKÜ’T-TAVÂİF DÖNEMİ (1031-1091)......................................................... 221 Cehverîler (1031-1070)................................................................................................ 222 Abbâdîler (1023-1091)................................................................................................. 223 Eftasîler (1022-1095).................................................................................................... 223 Zîrîler (1025-1090)....................................................................................................... 224 Hûdîler (1039-1146) .................................................................................................... 224 Zünnûnîler (1037-1097).............................................................................................. 224 MURÂBITLAR DÖNEMİ (1091-1147) ................................................................... 225 MUVAHHİDLER DÖNEMİ (1147-1229)................................................................ 227 Reconquista Sürecinde İspanyol Krallıkların Hâkimiyetinde Müslümanların Durumu............................................................................................. 230 NASRÎLER (BENÎ AHMER DEVLETİ) DÖNEMİ (1232-1492).......................... 231 1492-1614 ARASINDA ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARI ....................................... 235 Kastilya Krallığı’nın Endülüslü Müslümanları Hıristiyanlaştırma Politikası....... 235 Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika’ya Göçü ve Osmanlı Yardımı............... 237 Özet................................................................................................................................ 239 Kendimizi Sınayalım.................................................................................................... 240 Okuma Parçası.............................................................................................................. 241 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı......................................................................... 242 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı............................................................................................. 243 Yararlanılan Kaynaklar................................................................................................ 243 10. ÜNİTE x Önsöz Önsöz İslâm’dan önce Arabistan’da genellikle göçebe ve yarı göçebe hayatı yaşayan kabile topluluklarının kayda değer önemli bir tarihleri yoktu. Atalarından dolayı geçmişlerine bağlı olan Araplar, tarihî bilgileri kayda geçirmeyip hafızalarında yaşatırlardı. Daha çok sözlü kültüre dayanan bu tarih anlayışı Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği son dinin kitabı Kuran-ı Kerim’in de etkisiyle gerçek anlamda tarihsel niteliği ön plana geçerek, geçmişe yeni bir bakış açısının ortaya çıkmasına sebep oldu. Çünkü tarihî malzemeyi insanı terbiye etmek ve dünyadaki medeni hayatın gidişatını öğretmek için kullanan Kuran-ı Kerim, başta geçmiş olmak üzere insan hayatının çeşitli yönlerine genişçe yer vererek, son peygamber Hz. Muhammed’e kadar peygamberlerin birbirlerinin takipçisi olduklarını vurgulayarak evrensel bir tarih anlayışı getirmiştir. Ayrıca dünyanın gidişatı ve insanların yaratılış gayesine uygun anlatılan çeşitli kıssalarda herhangi bir ırk veya milletin tarihine odaklanıp övülmeden, insanın doğuştan günahsız olduğu ve bütün insanlık tarihinin bir bütünlük içerisinde düşünülmesi gerektiği vurgulanarak, dünya tarihine yönelip ilgilenme salık verilir. Bütün bunlarda insanoğlunun tanıdığı ve bildiği olaylardan daha fazla etkilendiğinin üzerinde durularak tarih şuurunun önemine işaret edilir. İslâm tarihi, kültür ve medeniyeti zaman, mekân ve etki bakımından olmak üzere üç boyutlu olup dünya tarihinin önemli bir parçasıdır. Dünya tarihinin VII. yüzyıldan günümüze önemli bir bölümünü İslâm tarih, kültür ve medeniyeti kapsamaktadır. Bu süreçte İslâmiyet, doğduğu Mekke ve Medine’den itibaren Arabistan’ı; Anadolu, Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’yı; Sicilya, Endülüs ve Balkanlar’ı; Mâverâünnehir ve Doğu Türkistan’ı; İran, Afganistan ve Hindistan’ı içine alan geniş bir coğrafyanın en belirleyici unsuru olmuştur. Bu geniş coğrafyada Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra çok sayıda devlet ve hanedan ortaya çıktı. Siyaset ve hukuk başta olmak üzere sosyal hayatın bütün yönlerinden, mimari yapılara, sanat ve edebiyat eserlerine kadar bütün hayatı kuşatan ve bu coğrafyayı dönüştüren bu yeniden yapılanmaya en büyük etkiyi İslâmiyet yaptı. Özellikle VII. yüzyıldan başlayıp XIII. yüzyıla kadar devam eden dönemde dünya medeniyet tarihinin ekseninde İslâm medeniyetinin ağırlığı daima hissediliyordu. Uygarlıkların doğuşlarında ve gelişme süreçlerinde bir başka medeniyetten doğrudan veya dolayı bir şekilde olumlu veya olumsuz anlamda etkilenmeleri doğal ve kaçınılmaz bir gerçektir. Bu bakımdan uygarlıklar arasında çatışma ve zıtlıklar olsa bile, içte bir takım uzlaşmalar ve karşılıklı etkileşmeler hep olagelmiştir. Ancak her medeniyet kendini diğerlerinden ayıran bir takım temel özelliklere sahiptir. Bu bağlamda İslâm medeniyeti de Kuran ve Sünnet’e dayanmaktadır. Müslüman toplumların sosyal yapılarında, kültürel karakterlerinde, siyasi, idari, adli, askeri ve iktisadi kurumlarında bu iki kaynağın damgası vardır. Doğuş sürecindeki bu iki temel kaynağa, gelişme sürecinde yazılı literatür, arşiv belgeleri, sanat eserleri, diğer medeniyetlerin yaşayan unsurları ve onlardan yapılan tercümeler gibi daha başka kaynaklar da eklenmiştir. xi Önsöz İslâm Tarihi ve Medeniyeti I adlı bu kitabın ilk altı ünitesini İslâm öncesinden başlayarak Hz. Peygamber ve Râşid halifeler dönemi oluşturmaktadır. Hz. Peygamber dönemi, onun hayatı ve şahsiyetiyle tek başına bir olay gibi telakki edilmeyip, dünya ve insanlık tarihinin bir parçası, Hz. Adem’den itibaren gönderilen peygamberler silsilesinin son halkası olarak ele alınmıştır. İslâm öncesi ve sonrası bir bütünlük içerisinde ele alınarak Hz. Peygamber’in öncülüğünde gerçekleştirilen değişim ve dönüşümün daha iyi anlaşılmasına çaba gösterilmiştir. Hz. Peygamber döneminden sonra ilk dönem İslâm tarihinin en önemli zaman dilimi Hulefâ-yi Râşidîn’dir. Zira Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen halifelerinin icraat ve uygulamaları sonraki dönemlerde Müslüman devlet ve toplumlarda daima en önemli referans kaynağı olmuştur. Kitabın son dört ünitesi Emevîler ve Endülüs tarihinden oluşmaktadır. Bu bölümde ağırlıklı olarak siyasi tarihe yer verilmiş ve medeniyet tarihiyle ilgili gelişmeler İslâm Tarihi ve Medeniyeti II adlı kitaba bırakılmıştır. Kitaptaki 1, 4 ve 8. üniteler Prof.Dr. Mustafa Sabri Küçükaşcı, 2, 3 ve 7. üniteler Prof. Dr. Casim Avcı, 5. ünite Prof.Dr. Mustafa Fayda, 6. ünite Prof.Dr. İsmail Yiğit, 9. ünite Prof.Dr. Birsel Küçüksipahioğlu ve 10. ünite ise Dr.Öğr.Üyesi Cumhur Ersin Adıgüzel tarafından kaleme alınmıştır. Bu vesileyle projenin başından itibaren uyumlu ve özverili bir çalışma sergileyen kıymetli hocalarıma teşekkür etmek yerine getirilmesi gereken bir ödevdir. Hocalarımızın yıllar süren araştırmalar neticesinde elde ettikleri bilimsel birikim ve tecrübenin ürünü olan bu kitabın oluşumunda Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi maddelerinin de önemli katkısının olduğu belirtilmesi gereken bir husustur. Bu çerçevede adı geçen ansiklopedinin hazırlanarak bilim dünyasının hizmetine sunulmasına katkıda bulunanlara teşekkür etmeyi bir vazife telakki ediyorum. Bu çalışmanın öğrencilerimiz başta olmak üzere ilgilenen herkese faydalı olmasını umuyorum. Editör Prof.Dr. Mustafa Sabri KÜÇÜKAŞCI 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Arabistan’ın coğrafi durumunu tanımlayabilecek, Arabistan’ın kuzey ve güneyinde kurulan devletleri sınıflandırabilecek, Hicaz bölgesi ile Mekke’nin önemini açıklayabilecek, İslâmiyet’in ortaya çıktığı dinî ve sosyo-kültürel zemini anlatabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Hicaz, Mekke, Yesrib, Tâif, Kâbe, San’a • Adnânîler, Kahtânîler, Kureyş, Sebeliler, Kindeliler, Kusay b. Kilâb, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hâşim b. Abdümenâf, Abdülmuttalib • Dârünnedve, Rifâde, Sikâye, Hicâbe, Eyyâmü’l-Arab, Ukaz • Hanîf, Şirk, Paganizm, Câhiliye, Bedevî, Amr b. Luhay, Ebrehe İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I İslamiyet Öncesi Arabistan • ARABİSTAN’IN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ • GÜNEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER • KUZEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER • ARABİSTAN’IN KALBİ: HİCAZ BÖLGESİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I ARABİSTAN’IN COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ İslâm’ın doğup geliştiği Arabistan, insanlık tarihi bakımından yeryüzündeki en önemli bölgelerin başında gelir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişme noktasında yer alan dünyanın en büyük yarımadalarından Şibhü Cezîreti’1-Arab’a Türkçe’de Arap yarımadası veya Arabistan denilir. Doğuda Basra Körfezi ve Uman Denizi, güneyde Arap Denizi ve Aden Körfezi, batıda Kızıldeniz ve Akabe Körfezi ile çevrilidir. Genellikle Tihâme, Hicaz, Necid ve Yemen adlarıyla dört bölüme ayrılır. Arabistan’ın batısında Kızıldeniz kıyısında genişliği yer yer 80-100 km.yi bulan dar bir kıyı ovası olan Tihâme yer alır. Bu bölgede sahilin hemen gerisinde bir bölümünde sönmüş volkanik alanların bulunduğu güneyden kuzeye Serât adı verilen sıradağlar silsilesi uzanır. Kuzeyde Ürdün’ün liman şehri Akabe’den güneyde Yemen sınırındaki Asîr’e ve doğuda Necid çöllerinden Irak’a kadar uzanan Hicaz, Arabistan’ın en önemli ve müstakil bölgesidir. Şam’dan Necran’a kadar uzanan dağları yer yer kesen vadilerden meydana gelen Hicaz coğrafi görünüş bakımından farklılık arz eder. Bölge içerisinde düz araziler, dağlar, alçak kısımlar, harreler, vadiler ve çöller yan yana yer alır; kurak arazilerin uzantıları üzerinde tarıma, dolayısıyla yerleşik hayatın gelişmesine imkân veren bazı vahalar da vardır. Arap yarımadasının ortasında alçak kısımları Irak ve Suriye’ye, yüksek kısımları da Tihâme ve Yemen’e bakan Necid platosu yer alır. Üç taraftan çöllerle çevrili olan Necid, 1400 metreye kadar yükselen bazalt ve kireçli taşlarla örtülü sıradağlarla parçalı bir görünüm sunar. Kuzeydoğusunda sadece ilkbaharda yeşillenen geniş vadilerin bulunduğu kısımda yerleşim yoğundur. Necid’in güneydoğusundaki Yemâme ile Bahreyn’e el-Arûd adı verilir. Arabistan’ın güneybatısında kuzeyinde Necrân, ortasında San’a ve güneyinde Taiz yaylalarıyla ünlü olan Yemen yer alır. Yemen’in güney ve güneydoğusundaki dağlık ve dağlık olduğu kadar vadilerle çokça yarılmış bölgeye Hadramut denilir. Güney sahillerinde dar bir şerit halinde uzanan Hadramut’un doğusunda Uman, güneyinde Aden körfezi, kuzeyinde ise Suudi Arabistan’la arasını ayıran Rub’ulhâlî çölü yer alır. Arap yarımadasının kuzeyindeki Nüfûd ile Rub’ulhâlî çöllerini küçük şerit bir halindeki Dehnâ çölü bağlar. Arabistan’ın büyük kesimi sıcak ve kurak kuşakta yer alır. Yağışlar kıt olup, yazlar dayanılması güç derecede sıcak geçer. Gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok fazladır. Sıcaklık kuzeyden güneye ve plato kesiminden alçak kesimlere inildikçe daha da artar ve ara sıra 50 dereceyi aşar. Günümüzde sahip olduğu zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarından dolayı ortadoğunun jeopolitik açıdan İslamiyet Öncesi Arabistan 4 İslam Tarihi ve Medeniyeti I en önemli bölgesi olan Arap yarımadası Suudi Arabistan, Yemen Cumhuriyeti, Uman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Kuveyt ile Irak ve Ürdün’ün bir kısmının sınırları içinde kaldığı bölge olup yüzölçümü 3 milyon kilometrekareden biraz fazladır. İslâm’dan önce Arabistan’ın coğrafî ve fizikî yapısı hakkında daha geniş bilgi için P. Hitti’nin Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi adlı eserinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Arabistan tamamen susuz, bitkisiz ve çöllerle kaplı bir alan değildir. Binlerce yıldır ziraat yapılan ve bol ürün elde edilen kısımları vardır. Vadilerde çeşitli ürünler yetiştirirlir. Hicaz hurma, Yemen buğday, Asır zamk, Tâif de üzüm üretimiyle meşhur olup Yemâme bölgenin tahıl ambarıdır. Tarih boyunca Mezopotamya ile Akdeniz’in güney ve doğu sahillerinde bulunan ülkelerin kültürlerinde daima önemli bir yer işgal eden hurmanın anavatanı Arap yarımadasıdır. Hurma Arabistan üzerinde bulunan bütün vahaların en önemli ağacıdır. Bu bakımdan Arabistan’ın yerleşik ve göçebe nüfusunun temel gıda maddeleri arasında birçok türü olan hurma en başta gelir. Hurmanın meyvesinin yanında odunundan ve lifinden yararlanılır. Tarım türleri bakımından yarımadanın en önde gelen bölgesi olan Yemen’de hurmadan başka çeşitli meyveler, hububat ayrıca bir tür uyuşturucu elde edilmesine yarayan kat bitkisi, tütsü ve kahve yetiştirilir. Kahve Arabistan’ın güney ucunda 1000-2000 m. arasında kalan platolar üzerinde yaygın olarak üretilir. Şekil 1.1 Arabistan Fizikî Haritası Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, III, 249. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 5 Arabistan’daki tarım ürünlerinden hurmanın özel bir yere sahip olması gibi evcil hayvanlardan devenin de ayrı bir yeri vardır. Çünkü sıcak ve kurak iklimin yaşandığı bölgelerde uzak mesafeler arasındaki taşımacılığa uygun yapısıyla deve çöllerde yaşayan göçebeler için büyük bir öneme sahiptir. Araplar eti, sütü, derisi, yünü, gübresinin yanında yük ve binek aracı olarak kullandıkları deveye ‘çöl gemisi’ derler. Göçebeler sadece ihtiyaçları için değil vahalardaki yerleşik insanlara satmak için de deve yetiştirirler. İlkçağdan beri sadece develerle baştanbaşa geçilebilen yarımadayı günümüzde geniş asfalt yollar katetmektedir. Araplar için ata sahip olmak üstünlük ve zenginlik belirtisiydi. Bununla birlikte at hiçbir zaman göçebelerin hayatında deve kadar önemli olmadı. Daha çok Umman Denizi’nin yoğun balıkçılık alanı olduğu Arap yarımadasındaki denizlerin hepsi balıkçılık bakımından önem taşımaz. Basra körfezi balıkçılığın yanında diğer bir deniz aktivitesi olan mercan ve inci avcılığına elverişlidir. Arabistan’ın Sakinleri Yarımadanın esas sakinleri günümüzde dünyanın en kalabalık Sâmî kavmi Araplardır. Arapların tarihin eski devirlerinde yaşayan daha sonra çeşitli sebeplerle yok olan kısmı Arab-ı bâide hakkında çok fazla bilgi yoktur. Kur’an-ı Kerim’de adları geçen Âd, Semûd başta olmak üzere Medyen, Casîm, Amâlika vb. bunlardandır. Arapların soyları devam eden kısmı Arab-ı bakiye ise Arab-ı âribe ve Arab-ı musta’ribe olmak üzere iki ana kola ayrılır. Bu ayrım dil ve kültürden kaynaklanır. Kahtânîler ve Adnânîler veya güney ve kuzey Arapları da denilen bu iki kol arasında sosyal hayat, lehçe, din, ahlâk ve gelenek bakımından farklılıklar mevcuttur. Bu bakımdan Arabistan’ın tarihi, bu ülkenin sahip olduğu çok geniş sınırlar, farklı coğrafi şartlar ve bu ayrım sebebiyle, güney ve kuzey olarak ele alınmalıdır. Güney Arapları yerleşik hayatı benimsemişken Kuzey Araplarının Kureyş hariç büyük kısmı göçebe veya yarı göçebeliği yeğlemişlerdir. Arapların bu şekilde ikiye ayrılmalarına rağmen tarihin çeşitli zamanlarında siyasi ve iktisadi sebeplerle güneyliler kuzeye, kuzeyliler de güneye göç ederek birbirleriyle karıştılar. Bu iki büyük kola mensup Arap kabileleri Câhiliye döneminde olduğu gibi İslâmiyet’ten sonra da birbirleriyle sürekli mücadele ettiler. Kır, sahra, çöl anlamlarındaki bâdiyede develeriyle birlikte konargöçer olarak yaşayan bedeviler deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda ikamet ettiklerinden ehlü’l-veber, ehlü’l-hıyâm veya sekenetü’l-hıyâm adlarıyla anılır. Köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yerleşik hayat yaşayanlara ise ehlü’l-meder adı verilir. İlk defa Kur’an-ı Kerim’de, yerleşik hayat yaşayan Araplarla bedevî Araplar birbirinden ayrılarak bedeviler a’râb olarak adlandırılmıştır. Böylece bir ırkın adı olmakla birlikte yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlarına arap, çölde göçebe olarak yaşayanlara ise bedevî anlamında a’râb denilmiştir. Arab-ı Âribe Kahtânîler adı verilen bu kabileler grubunun anavatanı Yemen’dir. Bu sebeple Güney Arapları olarak da bilinirler. Cürhüm ve Ya’rub olmak üzere önce iki büyük kola ayrılır. Ya’rub’dan da Kehlân ve Himyer adında iki ayrı koldan birçok alt kol meydana gelmiştir. Bu kabileler değişik zamanlarda değişik sebeplerle anavatanlarını terk ederek Arabistan’ın çeşitli bölgelerine yerleştiler. Bunlar arasında Yesrib’e yerleşen Evs ve Hazrec, Mekke’ye yerleşen Cürhüm, Hîre’ye yerleşen Lahm ve Cüzam gibi kabileler sayılabilir. Hz. Nûh’un büyük oğlu Sâm’a nispet edilen kavimlerdir. Esasen kültürel çevreyi ifade eden Sâmî kavramı Arabistan, Afrika, Irak ve Suriye’nin çeşitli bölgelerindeki benzer özelliklere sahip diller konuşan Akkadlar, Ârâmîler, Bâbilliler, Asurlular, Süryânîler, Nabatîler, İbrânîler, Habeşler, Fenikeliler, Ken’ânîler, Amurîler ve Araplar gibi kavimleri kapsar. 6 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Arab-ı Müsta’ribe Aslen Arap olmayıp sonradan Araplaşan kabilelerden meydana gelir. Kuzey Arapları adıyla da bilinen bu kabilelerin soyu Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayandığı için İsmailîler veya soyundan uzak torunlarına nispetle Adnânîler, Meaddîler, Nizârîler diye de anılır. Hz. İsmail Mekke’ye geldiğinde babası gibi Ârâmîce, Keldânîce veya İbrânîce konuşuyordu. Hz. İsmail ve soyu Arapça’yı Mekke’de öğrenip Cürhümlülere karışarak Araplaştığı için Arab-ı müsta’ribe adıyla anılmıştır. Hz. Peygamber’in yirmi birinci göbekten atası olan Adnan’a mensup olan Adnânîler nüfusları çoğalınca anayurtları Mekke’den çeşitli yerlere dağıldılar. Arabistan’ın geçmişine dair elde edilen sınırlı sayıdaki arkeolojik belge, bölgede Yontma Taş ve Cilâlı Taş devirlerinde hayat olduğunu göstermektedir. Kadim tarihleri Arabistan’ın tarihiyle iç içe olan Arapların ilk devirleri hakkında çok fazla bilgi yoktur. Arap yarımadasının coğrafî ve fizikî şartlarının arkeolojik araştırmalara çok elverişli olmaması Araplar hakkındaki en eski bilgilerin komşu kavimlerin yazılı belgelerinden öğrenilmesine sebep olmaktadır. Kökeni hakkında farklı görüşlerin olduğu Arap kelimesine ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın yıllıklarının, 853 yılındaki büyük bir ayaklanmanın bastırılmasını anlatan kısmında rastlanır. Bu tarihten milattan önce VI. yüzyıla kadar Asur ve Bâbil kitabelerinde Aribi, Arabu ve Urbi adları sıkça yer alır. Herodotos’tan itibaren de eski Yunan ve Latin kaynaklarında Arabia ve Arap kelimeleri geçer. Büyük İskender’in Perslere karşı başarıyla sonuçlandırdığı Asya seferinde Suriye ve Mısır ile Kuzey Arabistan’ı da hâkimiyeti altına almış olmalıdır. İskender’den sonra Helenistik krallar arasındaki iktidar mücadelesinde Araplar az da olsa rol üstlendiler. Ancak gerek Selevkoslar gerekse Ptolemaioslar yarımadanın içlerine nüfuz edemediklerinden Araplar egemenliklerini sürdürdüler. Roma İmparatorluğu da Mısır, Filistin ve Suriye’ye hâkim olunca temasa geçtiği Arap Nabatî ve Palmira krallıklarıyla iyi münasebetler kurmasına rağmen Arabistan’ın içlerine nüfuz edemedi. Nitekim Roma İmparatorluğu, Arap yarımadasında kurulan devletlerle daha ziyade iyi ilişkiler kurarak vahşi çöl ile kendi arasında bir tampon bölge oluşturmayı benimsedi. En eski yerleşim yerlerinden olan Arap yarımadasının güney ve kuzeyinde İslâm öncesi dönemde çeşitli devletler kuruldu. Orta Arabistan’daki Hicaz ‘da ise İslâmiyet’e kadar herhangi bir devlet kurulmadı ve bölgedeki insanlar kabileler halinde yerleşik veya göçebe olarak her hangi bir otoriteye bağlı olmadan yaşadılar. Adnânî Arapların atası ile meşhur kabile ve kollarını araştırınız. 1 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 7 Şekil 1.2 Arapların iki büyük koluna mensup kabilelerin soyağacı Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, III, 324. 8 İslam Tarihi ve Medeniyeti I GÜNEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER Güney Arabistan’da Maînliler, Sebeliler ve Himyerîler hüküm sürdü, ardından bölge Habeşliler ve Sâsânîlerin eline geçti. Bu arada Güney Arabistan’da milattan birkaç asır önce Hadramutlular, Katabanlılar, Karililer gibi bazı küçük hanedanların hâkimiyetleri de söz konusudur. Maîn Devleti Merkezi San’a’nın doğusunda harabeleri bulunan Maîn şehridir. Maîn Krallığı m. ö. 1400-650 yılları arasında Yemen’de hüküm sürdü. Yedi tabakadan oluşan Maîn hükümdarlarının sayısı yirmi ikidir. Günümüze ulaşan Maînlilere ait paralar hangi hükümdar tarafından basıldığını gösteren ön yüzü dışında Büyük İskender’in darp ettirdiği paraların aynısıdır. Ekonomik bakımdan çok gelişmiş olan Maînliler Arabistan ürünleriyle Hindistan ve Çin’den gelen ticaret mallarını Suriye, Filistin ve Mısır’a satarak büyük gelir elde ederlerdi. Başkent Maîn’in dışında Berâkış, Athlula, Beycan, el-Beydâ, Nestum, Nesca, Lûk Maînliler’in meşhur şehirleri arasında sayılabilir. Arabistan’da ilk defa para Maîn kralları tarafından bastırılmıştır. Sebe Devleti Güney Arabistan’da Maîn Devleti’nden sonra hüküm süren devletlerin ikincisi Sebe Devleti’dir. Başkenti San’a’nın doğusunda ticaret yollarının kavşağında yer alan Me’rib’dir. Kuruluş tarihi bilinmeyen Sebe Devleti’nin m.ö. X. yüzyıl öncesinden itibaren mevcut olduğu tahmin edilmektedir. Tarihçiler Sebe Devleti’ni Mukarribler Dönemi (m.ö. ? -m.ö. 650) ve Melikler Dönemi (m.ö. 650-115) olmak üzere iki devreye ayırır. Mukarribler döneminde Sebe Devleti’nin başkenti Sırvâh idi. Kur’an-ı Kerim’de de işaret edildiği gibi Sebe toplumu son derece gelişmişti. Verimli topraklara sahip olan Sebeliler ziraat ve ticaret alanında önemli gelişme kaydettikleri gibi güzel kokulu bitkiler yetiştirmekle de ünlüydüler. Ticari faaliyetleri Kuzey Arabistan ve Akdeniz ülkeleriyle Afrika’nın kıyı, hatta iç bölgelerine kadar uzanıyordu. Ülkelerarası ticaretteki başarıları ve meşhur barajları sayesinde geliştirdikleri ziraatçılıkla büyük servetler edinen Sebe hükümdarları başta Me’rib olmak üzere Necran, Sırvâh, Gurâb ve Nakbülhucre gibi büyük şehirlerde kalıntıları günümüze ulaşan çok sayıda saray, köşk, mabet ve kale inşa ettiler. Şehirlerin etrafını surlarla çevirdiler. Sebelilerin mühendislik alanındaki gelişmişliğinin sembolü olan Me’rib Barajı çok meşhurdur. Kur’an-ı Kerim’in otuz dördüncü suresinin adı Sebe’dir. Bu sürede tevhid ilkesini pekiştirmek için sıkça çok tanrı inancı tenkit edilir. Allah’ın dünya hayatına lutfettiği hükümranlık ve refah gibi nimetlerin geçiciliğine dikkat çekilir. Hz. Süleyman’ın peygamberlik ve hükümdarlığı Neml suresinde anlatılır. Süleyman Peygamber zengin ve güçlü bir ülke olan ve halkı güneşe tapan Sebe melikesine bir elçi göndererek onu ve halkını tevhid inancına davet eder. O da Kudüs’e giderek Süleyman Peygamber’le bizzat görüşür, onun peygamberliğini ve tevhid inancını benimser. Hz. Süleyman ile görüşen Sebe melikesinin kim olduğu hususu açık değildir. Tevrat’ta da yer alan bilgilerden yola çıkılarak burada kastedilenin ünlü Sebe kraliçesi Belkıs olduğu yorumu yapılır. Bu bağlamda onun milattan önce X. yüzyılda yaşamış, Hz. Süleyman’ın çağdaşı bir Arap kraliçesi olduğu söylenebilir. Ancak onun kraliçesi olduğu Arap kavminin Sebeliler mi, yoksa onlardan daha önce aynı bölgede yaşayan Maînliler mi olduğu belli değildir. Sebe Devleti’nin eski merkezi olan Me’rib şehri yakınındaki su seddidir. Sebe Seddi veya Arim Seddi olarak da bilinir. Kur’an-ı Kerim’de ‘Seylü’l-arim’ adıyla yer alan sel baskınınıyla ortadan kalkmıştır. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 9 Güney Arabistan’da milattan önce V. yüzyıldan sonra Hemdân kabilesi etkili olmaya başladı. Hanedan mensupları arasındaki uyuşmazlıklar yüzünden çıkan iç savaşlar sıkıntıları daha da arttırdı. Sebelilerin akrabalarından olan Himyerî kabilesinin lideri Yeşerha b. Yahdup Sebe’yi ele geçirdi; Melikü Sebe ve Zû Reydân unvanıyla Himyerî Devleti’ni kurdu (m.ö. 115). Böylece Sebe Devleti tarihe karıştı. Himyerî Devleti Arapların Kahtânîler koluna mensup olan Himyerîler kısa zamanda bütün Yemen’i ele geçirdi. Devletin başkenti Reydân daha sonra Zafâr adıyla meşhur oldu. Himyerîler Maîn ve Sebe devletlerinin aksine yayılmacı bir politika izleyerek sınırlarını, milattan sonra III. yüzyılın sonlarına doğru Hadramut ve Orta Arabistan’a kadar genişlettiler. Böylece askerî bakımdan Arap yarımadasının en güçlü ve nüfus bakımından en kalabalık devleti haline gelen Himyerîler, Habeşliler ve Perslerle mücadeleye girişti. Çevredeki çöller bölgeye doğal bir koruma sağlıyordu. Himyerîlerin birinci hâkimiyet devri IV. yüzyılın başına kadar devam eden feodalite dönemidir. Bu dönemde hükümdar bir derebeyi olarak görülür ve kalede otururdu. İkinci hâkimiyet dönemi ise IV. yüzyılın başından 525 yılına kadar devam eder; hükümdarlara “tübba” denilmesinden dolayı “tebâbia devri” adıyla anılır. Ancak Hadramut’a da sahip oldukları takdirde bu unvanı alabilen tübbaların sayısı dokuzdur. Güney Arabistan’ın İslâm öncesi en uzun ve en parlak medeniyetini temsil eden Himyerî Devleti, Akdeniz havzası ile Uzakdoğu arasındaki kara ve deniz ticaret yolu üzerinde bulunduğundan hareketli bir iktisadi yapıya sahipti. Güneyden ve kuzeyden gelen bütün yolların kavşak noktasında yer alan San’a en önemli ticaret merkeziydi. Debâ, Mehre, Aden, Sebâ ve Râhiye’de kurulan panayırlar Arabistan’ın yanında Akdeniz ve Çin-Hint ülkelerinden gelen tüccarlar için buluşma noktasıydı. Bununla birlikte zenginlikleri daha çok lüks maddelere dayanan Himyerîlerin zamanla savaşçı iradeleri zayıfladı. Hıristiyan Bizans ile Ateşperest İran’ın takip ettikleri dinî ve ekonomik politikaları ile Habeş saldırıları bölgedeki huzur ve istikrarın giderek kaybolmasına sebep oldu. Arabistan’da Hıristiyanlıkla Yahudiliğin rekabet ettiği IV. yüzyılda Himyerîler Yahudileri, Habeşliler ile Bizanslılar ise Hıristiyanları destekliyordu. Yahudiliği kabul eden son Himyerî hükümdarı Zû Nüvâs, Hıristiyanları Yahudiliği kabul etmeye zorladı. Kabul etmeyen birçok Necranlı Hıristiyanı “uhdûd” adı verilen ateş çukurlarında diri diri yakarak cezalandırdı. Kur’an-ı Kerim’de bu olaya işaret edilerek yapanlar şiddetle kınanır (el-Burûc 85/4-9). Himyerîlerin zulmüne uğrayan Hıristiyanların yardım çağrısı üzerine Habeş Aksum Kralı Kaleb ela-Asbaha, Zûnüvâs’ı mağlûp ve katledip Himyerî Devleti’ne son verdi (m. 525). Bundan sonra Yemen yaklaşık yarım yüzyıl Habeşlilerin elinde kaldı. Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe başta olmak üzere Habeşlilerin kötü idaresi Yemen’de memnuniyetsizliği artırdı. Himyerî hükümdar ailesinden Seyf b. Zû Yezen Sâsânî hükümdan Enûşirvân’ın yardımıyla Habeş egemenliğine son verdi. Onun bir suikast sonucu öldürülmesiyle Yemen’de İslâm dönemine kadar sürecek Sâsânî dönemi başladı. İslâmiyet öncesi Arap tarihi ve Arabistan’da kurulan devletler konusunda en geniş kapsamlı bilgi Cevad Ali’nin el-Mufassal fî târîhi’l-Arab kable’l-lslâm adlı on ciltlik eserinde yer alır. 10 İslam Tarihi ve Medeniyeti I KUZEY ARABİSTAN’DA KURULAN DEVLETLER Kuzey Arabistan’ın tarihi hakkında Mezopotamya, İbranî, ve İran kaynaklarında az da olsa bilgi vardır. En geniş bilgiye ise klasik çağ Grek kaynaklarında rastlanır. Kuzey Arabistan’da İslâm’dan önce Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Lahmîler ve Kindeliler devlet kurdu. Orta ve Kuzey Arabistan’da tarih sahnesine çıkan bazı devletler, menşe itibariyle Arap olmalarına rağmen Ârâmî kültürünün tesiri altında kalmış ve kitabelerini bu dille yazmışlardır. Nabatî Devleti Milattan önce IV. yüzyılın sonlarında kuruldu. Filistin’in güneyinde Akabe körfezi ile Lût gölü arasında hüküm sürdü. Devletin merkezi Akabe körfezinin biraz kuzeyindeki Petra’dır. Bir ara Fırat nehri ile Kızıldeniz arasında geniş bir alana yayılan Nabatîler Kuzey Hicaz’a da hâkim oldu. Nabatî Krallığı Büyük İskender’in halefleri arasında meydana gelen mücadelelerde önemli roller üstlendi. Roma İmparatorluğu ile çöl arasmda tampon devlet görevi üstlenen Nabatîler kuzey ve güney Arabistan arasındaki kervan ticaretine hâkimdiler. Milattan önce 25-24’te Romalı Kumandan Aellus Gallus, İmparator Augustus’un emriyle Hindistan ticaret yolunu emniyete almak için çıktığı Yemen seferinde Nabatî Krallığı’nı üs olarak kullandı. Nabatîler bir süre Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkilerini sürdürdü. Zamanla siyasi ve ekonomik sebepler ilişkilerin bozulmasına sebep oldu. Milattan sonra 106 yılında İmparator Traianus Nabatî Devleti’ni ortadan kaldırdı. Büyük çoğunluğu bedevî olan Nabatîler yerleşik hayata çok sıcak bakmadılar ve içlerine yabancıların girmesine izin vermediler. Bir kısmının yerleşik hayata geçmesi ancak bakır ve demir madenlerini kullanmayı öğrenmeleriyle birlikte gerçekleşti. Tedmür Devleti Kuzey Arabistan devletlerinin ikincisi Tedmür Krallığı’dır. Palmyra adıyla da anılan uluslarası ticaretin önemli merkezlerinden birisi olan Tedmür şehri Suriye çölünün ortasındaki bir vahada, Şam’ın 260 km. kuzeydoğusunda yer alır. Kuruluş tarihi kesin olarak tesbit edilemeyen ve Palmirliler adı da verilen Tedmür Devleti’nin, mevcut kitâbelerden I. yüzyıldan itibaren mevcut olduğu tahmin edilmektedir. II. ve III. yüzyıllarda en parlak dönemini yaşayan Tedmür Devleti’nden günümüze kitabeleriyle birlikte harabeleri ulaşan çok sayıda ihtişamlı yapı kaldı. Tedmür Kralı Üzeyne (Odenathus) III. yüzyılda Sâsânî ve Roma imparatorlukları arasındaki mücadeleyi fırsat bilerek Tedmür’de bağımsız bir Arap devleti kurdu. Roma İmparatoru Valerianus’u yenen Sâsânî Hükümdarı Şâpûr’a karşı koyamayacağını anlayan Uzeyne’nin barış teklifi kabul görmedi. Bunun üzerine Üzeyne, Valerianus’un dağılmış olan kuvvetlerini toplayarak Sâsânîlerin başşehri Medâin üzerine yürüdü; Şâpûr mağlûp oldu, karısı ve çocukları esir edildi. Ancak kısa bir süre sonra Üzeyne, muhteris karısı Zeynep’in (Zenobia veya Zebbâ) bir tertibiyle öldürüldü. Oğlu adına idareyi ele alan Zeynep, hayallerini gerçekleştirmek amacıyla Roma’nın elinde bulunan Mısır’ı zapt ederek Anadolu’ya bir sefer yaptı; ancak Roma kuvvetlerine yenildi. Tedmür Devleti 272’de Roma İmparatoru Aurelien’in Tedmür’ü ele geçirip kraliçe Zeyneb’i esir alıp Roma’ya götürmesiyle sona erdi. Bizans İmparatorluğu döneminde Tedmür’de Hıristiyanlık yayıldı, şehri imar eden I. Iustinanos (527- 565) burada bir kilise inşa ettirdi. Tedmür Hâlid b. Velid’in sulh yoluyla fethine kadar (634) Bizans idaresinde kaldı. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 11 Gassânî Devleti Arapların Kahtânîler koluna mensup olan Gassânîler III. yüzyılda Yemen’den Suriye’ye göç ederek Cefne b. Amr liderliğinde Dımaşk merkezli bir devlet kurdu. Hem kendi hem de Bizans İmparatorluğu lehine Sâsânîler ve Hîre’de devlet kuran Lahmîler ile mücadele ettiler. Gassânîler Suriye’de ana dilleri Arapça’yı korudukları gibi burada konuşulan Ârâmî dilini de öğrendiler. Bizans İmparatorluğu’nun vassâl devleti olarak Hıristiyanlığı kabul ettiler ve Bizans kültürünün etkisi altına girdiler. Cefne’nin yerine oğlu Amr, onun ölümü üzerine oğlu Sa’lebe hükümdar oldu. Sa’lebe’den sonra bir Bizans valisi gibi hareket eden Gassânî hükümdarlarından II. Haris b. Cebele zamanında (529-569) hanedanlık en parlak dönemini yaşadı. Bizans’la ilişkiler bu dönemde zirveye ulaştı. Haris, 528’de Sâsânîlerin desteklediği Hîre Hükümdarı Münzir’i mağlûp etmesi, ertesi yıl da Filistin’deki isyanı bastırması üzerine Bizans imparatoru tarafından “Basileus” unvanıyla taltif edildi. Daha sonra bazen Bizans’la ciddi gerginlikler yaşanmakla birlikte Gassânîler genel itibariyle Bizans müttefiki olarak kaldılar. VII. Yüzyıl başında Bizans-Sâsânî mücadelesi sürecinde ciddi güç kaybına uğrayan Gassânîler, İslâm dönemindeki Suriye fetihlerinde Bizans saflarında savaştılar. Gassânîler, 613’te Sâsânîlerin Suriye ve Filistin ile merkezleri Bostra’yı ele geçirmeleri üzerine siyasi bağımsızlıklarını kaybettiler. Hz. Ömer zamanındaki Yermük Savaşı’nda (636) Gassânî emirlerinden Cebele b. Eyhem 12.000 kişilik bir ordunun komutanı olarak Bizans’a destek verdi. Bölgenin fethiyle Gassânîlerin hâkimiyeti sona erdi. Gassânîler, Yemen ve Sebe ile Suriye ve Bizans medeniyetlerini birbirleriyle kaynaştırıp önemli mimarî eserler yaptılar. Saray ve evler, zafer takları, su kemerleri, kilise, hamam ve tiyatrolar inşa ettiler. Kasrü’l-Müşettâ ve Kasrü’l-Ebyaz saraylarının harabeleri günümüze ulaşmıştır. Lahmî (Hîre) Devleti Kuzey Arabistan’da hükümdarlarının soyları Arapların Kahtânîler koluna mensup Lahm b. Adî’ye dayandığı için Lahmîler, başkentlerinden dolayı da Hîreliler adıyla bilinir. Lahmîler, Me’rib Barajı’nın yıkılmasından sonra Cüzam, Âmile ve Tenûh kabileleriyle birlikte Yemen’den göç ederek III. yüzyılın başlarında Irak’a yerleştiler. III. yüzyıl ortalarında Hîre’de kurulan ve Sâsânîlerin vassâlı olarak Bizans’a karşı uzun müddet varlığını koruyabilen Lahmîlerin ilk hükümdarı Amr b. Adî’dir. Sayılarının yirmi kadar olduğu bilinen Lahmî hükümdarlarının en meşhuru Amr b. Adî’nin oğlu İmruülkays’tır. 288-328 yılları arasında hüküm süren İmruülkays, Esed ve Nizâr kabilelerini hâkimiyeti altına alarak devletin büyümesini sağladı. Hıristiyanlığı kabul edip Sâsânîlerin yanında Bizans ile ittifak yaptı. Daha sonra Suriye topraklarına girdiyse de Havran’da (Nemâre) öldü. Nemâre’de keşfedilen onun mezarındaki 329 tarihli yazılar en eski Arap kitâbelerinden olup, bütün Arapların kralı olan İmruülkays’ın Sâsânî ve Bizans devletleri tarafından vekil olarak tanındığını göstermektedir. Hîre hükümdarlarından üçü Münzir adını taşıdığı için bu hanedana Menâzire de denilir. İmruükays’ın yanında, III. Münzir (506-554) ve III. Nu’man b. Münzir (580-602) diğer önemli hükümdarlarıdır. Meşhur Arap şairleri Nâbiga ez-Zübyânî ve Adî b. Zeyd ile ilişkileri sebebiyle son Lahmî hükümdarı III. Nu’mân b. Münzir (580-602) hakkında diğerlerine göre daha fazla bilgi vardır. İran kültürünün tesirinde kalarak 613’te Sâsânîlerin siyasi kontrolü altına giren Lahmîler Hz. Ebû Bekir zamanında Hâlid b. Velîd tarafından ortadan kaldırıldılar (633). Lahmîler döneminde Hîre ve Enbâr şehirlerinde Arap dili, edebiyat ve yazısı büyük gelişme gösterdi. Ayrıca Hîre’de tıp, eczacılık ve 12 İslam Tarihi ve Medeniyeti I felsefe alanlarında önemli çalışmalar yapıldı. Putperestlik, Yahudilik, Mecusîlik, Maniheizm ve Mazdeizm’in yaygın olduğu Hîre’ye Hıristiyanlık erken dönemden itibaren nüfuz etti ve yöneticilerin çoğu tarafından benimsendi. Hîre, VI. yüzyıl sonlarında Nestûrî Hıristiyanlığın merkeziydi. Kinde Devleti Kuzey ve Orta Arabistan’da hüküm süren Kindelilerin genellikle Kahtânîlerden oldukları yaygın kanaattir. Sürekli bir yerde oturmamalarından dolayı Kahtânî ve Adnânî Arapların bir karışımı olarak da kabul edilir. Kindeliler III. yüzyıldan itibaren Kuzey ve Orta Arabistan’a, özelliklede Necid bölgesine geçerek, Mezopotamya, Filistin ve Suriye’yi içine alan geniş bir alana yayıldı. Kinde Devleti 480 yılı civarında Necid’de Bekir b. Vâil’e üstünlük sağlayan Âkilü’l-mürâr lakaplı Hucr b. Amr tarafından Himyerîlere tabi olarak kuruldu. Kinde Devleti’nin ilk başşehri Karyetülfâv’dır. Hucr’un ölümünden sonra Benî Âkilü’l-mürâr adı verilen ve Kindetü’l-mülûk şeklinde de anılan hanedanın başına önce oğlu Amr, ardından da onun oğlu Haris geçti (490-528). VI. Yüzyılın başında Himyerîlerden özerklik kazanarak gelişen Kinde hanedanının başında bulunan Haris b. Amr Bizans İmparatoru Anastasios ile 502’de bir antlaşma imzaladı. 525’te Bekir ve Tağlib kabilelerinin desteğiyle Hîre’yi hâkimiyeti altına alan Haris’in 528’de Hîre Kralı III. Münzir’e yenilmesi, Kinde ve müttefiklerinin oluşturduğu konfederasyonun dağılmasına yol açtı. Bu mağlûbiyetten sonra tahttan çekilen Haris, Kinde topraklarını dört oğlu arasında paylaştırdı. Kindeli ünlü Câhiliye şairi İmruü’l-Kays (İbn Hucr), babasından sonra hükümdar oldu ve Esedoğulları ile mücadeleye girişti. Sasânî ve Lahmîlerin Esedoğulları’nı desteklemesi üzerine yardım için İstanbul’a giderek İmparator I. Iustinianos’la (527-567) görüştü. Dönüşte Ankara’da öldü. Önceleri Yemen hükümdarlarına bağlı olan ve muhtemelen yarımadadaki Bizans ve Sâsânî güçlerini dengeleyen Kinde Devleti, V. yüzyılın sonu ve VI. yüzyılın başında özerklik kazanarak gelişmesine rağmen manevi kuvvet ve iç dayanışmadan yoksunluğu sebebiyle sınırlarına kadar ulaştığı Bizans ve Sâsânîlere karşı herhangi bir üstünlük elde edemedi. Yemen’in Habeşliler tarafından işgali Kinde’nin çöküşünü hızlandıran sebeplerdendi. İçlerinde putperestlerden başka Hıristiyanlık, Yahudilik ve Mazdek dinini benimseyenlerin olduğu Kindeliler, VI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirgin ölçüde güç kaybına uğramakla birlikte İslâm fetihlerine kadar Bizans’ın müttefiki olmayı sürdürdü. İslâmiyet’in hemen öncesinde Arap yarımadasının yakın ve uzak çevresinin siyasî durumu ve Arabistan’la ilişkilerini araştırınız. ARABİSTAN’IN KALBİ: HİCAZ BÖLGESİ Arap Yarımadasının İslâm tarihi bakımından en önemli bölgesi Hicaz’ın da yer aldığı Orta Arabistan’dır. Sözlükte ‘iki şeyi birbirinden ayıran sınır, engel’ anlamına gelen Hicaz’a bu ad iki bölgeyi birbirinden ayırdığı için verilmiştir. Hicaz Kızıldeniz’in doğusunda, kuzeyde Ürdün’ün liman şehri Eyle’den (Akabe) güneyde Yemen sınırındaki Asîr’e ve doğuda Necid çöllerinden Irak’a kadar uzanır. Kuzey ve doğu sınırlarının nerede bittiği ise ihtilaflıdır. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Yemen’den başlayan ticaret yolu Mekke ve Yesrib’den geçerek Akabe körfezinden Akdeniz limanlarına bağlanıyordu. Bu güzergâh üzerinde Hicaz’ın birbirinden farklı özellikler taşıyan şehirleri Mekke, Medine ve Tâif ’in yanında mîkât yerleri de yer alır. Arabistan’da Mekke ile boy ölçüşebilecek bir durumda olmayan hayatını tarım2 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 13 la kazanan Yesrib’de iki Arap ve üç yahudi kabilesi oturuyordu. Tâif ise Mekke’nin âdeta bir sayfiyesi durumundaydı. Mekke Afrika çöllerini temsil ederken, Medine ılık ülkelerin bereketliliğine sahipti; Tâif ise Avrupa’nın güneyinin iklim özelliklerini göstermekteydi. İslâm’dan önce Hicaz’ın en önemli şehri Mekke’nin dinî ve ticarî öncülüğü üç şehri birbirine bağlamıştı. İslâm’dan önce Orta Arabistan’ın tarihini Eyyâmü’l-Arab denilen kabileler arasındaki savaşlar teşkil eder. Mekke’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı Sadece İslâm tarihi bakımından değil dünya tarihi bakımından da Hicaz’ın en önemli şehri Mekke’dir. Şehir hayatı için elverişli bir iklimi olmamasına ve iskânı zor bir vadinin üzerinde yer almasına rağmen, Mekke’nin yerleşim birimi olarak seçilip plânlanmasında belirleyici en mühim unsur merkezinde yer alan Kâbe’dir. Ortaçağ coğrafyacıları eserlerine, genel olarak Arap yarımadasını, özel olarak da Kur’an-ı Kerim’de ‘şehirlerin anası (ümmülkurâ)’ olarak vasıflandırılması ve bünyesinde Müslümanların kıblesi Kâbe’yi barındırmasından dolayı Mekke’yi anlatarak başlarlar. Mekke’de şehir hayatı Kâbe’nin yapımıyla başlamıştır. Bu bakımdan Mekke ile Kâbe’nin tarihi iç içe olup birini diğerinden ayırmak mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed) Mekke’deki -Kâbe-dir” (Âl-i İmrân 3/96) şeklindeki ayet Kâbe’nin dünyanın yaratılışıyla birlikte var olduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte bazı kaynaklarda Kâbe’yi ilk yapanların Hz. Âdem yahut oğlu Şît, hatta onlardan daha önce melekler olduğuna dair rivayetlere rağmen Hz. İbrahim’den önceki varlığı hakkında bilgi yoktur. Üç semavî dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm) en büyük peygamberlerden biri kabul ettiği Hz. İbrahim, Allah’tan aldığı emir üzerine eşi Hacer ile ilk çocuğu İsmail’i Mekke’ye Kâbe’nin bulunduğu yere götürerek bıraktı. Hacer, o sırada tamamen ıssız olan Mekke vadisinde İbrahim’in bırakmış olduğu az miktardaki su ve erzakın tükenmesi üzerine İsmail’in susuzluktan ölmesinden korkarak telaşlandı. Çaresizlikten Safa ile Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelirken oğlunun bulunduğu yerden bir suyun fışkırdığını gördü. Zemzem adını alan kaynağın ortaya çıkmasıyla birlikte kervanlar Mekke’de daha çok konaklamaya başladılar. Bu kafilelerden Yemenli Cürhümlüler Hacer’den Mekke’ye yerleşerek Zemzem’den faydalanmak için izin istediler. Hacer de su üzerinde mülkiyet hakkı iddia etmemeleri şartıyla müsaade etti. Cürhümlüler’den Arapça öğrenen İsmail bu kabileden bir kızla evlendi. Böylece Cürhüm kabilesinin bazı kollarının da göç etmesiyle Mekke’de sürekli ikâmet başladı. Bu şekilde Mekke’ye iskânın hızlanmasına sebep olan Zemzem, Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil tarafından temelleri yükseltilen Kâbe ile bütünleşerek en önemli mekânlardan birisi oldu. İslâm’dan önce Hicaz ve şehirleri hakkında daha geniş bilgi için M. Hamidullah’ın İslâm Peygamberi ile M. S. Küçükaşcı’nın Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn adlı eserlerinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hacer ile İsmail’i ziyarete gelirdi. Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa etmesi Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullâh’ın temellerini yükseltiyor -ve şöyle diyorlardı-: Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl; neslimizden de sana itaat eden bir Câhiliye döneminde ve İslâmiyet’in ilk zamanlarında Arap kabileleri arasında cereyan eden savaşların adıdır. Bazen siyasi, iktisadi sosyal ve psikolojik sebeplerden dolayı meydana gelirse de genellikle sürüler, otlaklar, su kaynakları gibi çok basit sebepler yüzünden çıkardı. Şahıslar veya kabileler arasında çıkan bir tartışma ile başlar, daha sonra savaşa dönüşürdü. Bazen yıllarca devam eden Eyyâmü’l-Arab’ın en meşhur mücadeleleri Ficar savaşlarıdır. 14 İslam Tarihi ve Medeniyeti I ümmet çıkar; bize ibadet usûllerimizi göster ve tevbemizi kabul et. Zira tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Neslimiz arasından, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyip arındıracak bir peygamber gönder. Muhakkak ki sen Azîz ve Hakîmsin.” (el-Bakara 2/127-129). Kâbe’nin inşasını tamamlayan Hz. İbrahim haccın menâsikini tespit ederek her yıl ziyaret edilmesini sağladı. Daha sonra da oğlu İsmail ve annesini burada bırakarak Filistin’e döndü. Böylece Mekke’de tevhid dini geleneği başladı. Hz. İbrahim’den sonra gelen peygamberler ve ümmetleri Kâbe’yi ziyaret ettiler. Zaman içerisinde şirk unsurları karışmasına rağmen Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesine kadar Kâbe ziyareti sürdü. Yeryüzünde Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mabet olan Kâbe, inşa edildiğinden günümüze kadar Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği gibi Allah’ın evi olarak bilinen en kutsal ve en güvenilir mekândır. Aynı şekilde Kâbe’nin bulunduğu Mekke ve çevresi de Hz. İbrahim’in duasında dilediği üzere Yüce Allah tarafından, insanların manevi olarak temizlenip arındığı her türlü tecavüzden korunmuş kutsal ve güvenli bir yer, harem ilân edilmiştir. Mekke’nin meşhur adları arasında el-Beledü’l-emîn (güvenli belde), el-Beledü’1-harâm (kutsal ve dokunulmaz topraklar), kısaca Harem sayılabilir. Bu çerçevede Kâbe de, el-Beytü’1-harâm (kutsal ve dokunulmaz ev), el-Beytü’l-atîk (eski veya şanlı ev); çevresindeki mescit ise elMescidü’l-harâm (kutsal ve korunmuş ibadet yeri) gibi adlarla anılır. Zira Mekke ve Kâbe ilahî övgüye mazhar olmuş, Allah tarafından himaye ve dokunulmazlığı ilân edilmiş en kutsal mekânlardır. Bu sebepledir ki, Mekke’nin idaresi yanında Kâbe’ye ve bu kutsal topraklan ziyarete gelen hacılara yönelik hizmetler özel bir anlam ve önem kazanmış, çeşitli dönemlerde belli başlı şahıslar ve kabileler arasında yarış ve mücadeleye konu olmuştur. Mekke’ye Putperestliğin Girişi Başlangıçta Hz. İsmail tarafından yürütülen Mekke ve Kâbe’nin idaresi ondan bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini benimseyen Cürhümlüler zamanla bunu terk ettiler. Kâbe’ye saygı göstermeyip takdim edilen hediyelere el koydukları gibi hac amacıyla şehre gelenlere kötü davranmaya başladılar. Güney Arabistan’daki büyük sel felaketi sebebiyle kuzeye göç eden Huzâaoğulları Mekke’ye yerleşmek için Cürhümlüler’den izin istediler. Bu istekleri reddedilince Benî Kinâne’nin de desteğini alarak Mekke’ye saldırdılar. Kısa bir çarpışmadan sonra Cürhümlüler’i yenilgiye uğrattılar. Şehirden ayrılmak zorunda kalan Cürhümlüler’in büyük çoğunluğu, Hacerülesved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu da kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra ilk yurtları Yemen tarafına gittiler. Cürhümlülerle Huzâa arasındaki savaşta İsmailoğullan, sayılarının azlığı sebebiyle taraf olmadılar ve Huzâaoğulları ile anlaşarak şehirde yaşamaya devam ettiler. Huzaa kabilesinin ileri gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini üstlenince tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliğin başlamasını sağladı. Amr b. Luhay, bir iş için gittiği Suriye’deki Belkâ yöresindeki Meâb’dan (Moab) kırmızı akikten yapılmış Hübel putunu getirip Zemzem Kuyusu’nun üst tarafına Kâbe’nin yakınına dikti. Daha sonra İsaf, Naile, Ved, Süvâ, Yegüs, Yeûk, Nesr ve benzeri pek çok put dikip Arapları bunlara tapmaya çağırdı. Böylece Mekke’de Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği, Allah’ın birliği esasına dayalı Hanîf dininin yerini, çok tanrılı dinlerde ilahî varlıkları sembolize eden çeşitli figürlere tapınmayı ifade eden putperestlik (paganizm) aldı. Sözlükte ‘yasaklanmış, korunmuş, dokunulmaz’ manasında olup haram ile eş anlamlı olan harem Mekke ve Medine’nin sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilen çevresi için kullanılan bir terimdir. Bu bölgelere harem adının verilmesi, zararlılar dışındaki canlılarını öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesinin yasaklanmış olmasındandır. 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 15 Amr, bahîre, vasîle, sâibe ve hâmî adlarıyla bazı vesilelerle belirli hayvanların putlara kurban edilmesi veya putlar adına serbest bırakılması geleneğini de başlattı. Buna göre deve ve koyun gibi bazı evcil hayvanlar putlara adandıktan sonra serbest bırakılır; böylece kutsal bir mahiyet kazandığına inanılan bu hayvanlardan bazı istisnalar dışında bir daha faydalanılamazdı. Bu uygulama Kur’an-ı Kerim’de şöyle tenkit edilir: “Allah bahîre, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırmaya çalışıyorlar. Onların çoğu akıllarını kullanmıyor” (el-Mâide 5/103). Câhiliye dönemi ile İslâmiyet’in doğuşu esnasında müşrik Arapların dinleri hakkında en güvenilir ve ayrıntılı bilgiler Kur’an-ı Kerim’de yer alır. Câhiliye döneminde hac en yaygın, köklü ve düzenli bir ibadetti. Amr b. Luhay’dan sonra hac ibadetine putperestlik unsurları karıştı. Mekkeliler edindikleri putları Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştirmekte, putların önünde fal okları çekerek yapacakları işler konusunda karar vermekteydiler. Mekkeliler hac için Kâbe’yi ziyarete gelen kabilelerden azami derecede istifade etmek ve onların ilgilerini çekmek için sayıları 360’a kadar ulaşan putları Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Her kabilenin kendisine mahsus putu olduğu gibi bazı kabileler ortak putlara sahipti. Araplar haccederken her kabile kendi putunun önünde saygıyla durur, dua eder ve telbiye okurdu. Böylece Kâbe ve çevresi çeşitli kabilelerin tapındıkları putların muhafaza edildiği Arabistan’ın en önemli dinî merkezi hâline geldi. Araplar güneş ve ay takvimi farklılığından kaynaklanan sebeplerle nesî yaparak, yani ihtiyaç halinde yıla bir ay ilave ederek hac mevsimim her sene ilkbahar veya yaz aylarına denk getirirlerdi. Hac mevsimi savaşın haram kabul edildiği eşhürü’lhurum’da olduğu için bir barış ve esenlik dönemiydi. Kur’an-ı Kerim putperestliği şirk, Allah’a ortak koşanları da müşrik olarak nitelendirir. Putperestliğe meyletmenin en önemli sebebi, putperestlerin Allah’ı şanına yaraşır biçimde tanıyamamalarından dolayı (el-En’âm 6/91) tevhid inancını koruyamamalarıdır. İslâm’dan önce Araplar tek tanrı düşüncesine sahiptiler ve putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve O’nun nezdinde şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Câhiliye Arapları arasında çok tanrıcılık ve putperestliğin tamamen yaygın hale geldiği dönemlerde bile Hanîfler diye anılan bazı kişilerin Hz. İbrahim’in dinini yaşatmaya çalıştıkları, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan uzak kaldıkları bilinmektedir. Nitekim bunlar Kur’an-ı Kerim’de putperestlikten, yalancılıktan ve Allah’a şirk koşmaktan sakınan dindarlar olarak övgüyle anılmış, Ehl-i kitap’ın dinlerinin aslının da Hanîflik olduğu belirtilmiştir. Yemen ile kısmen Yesrib ve Hayber ile çevreleri istisna edilirse İslâm’dan önceki Araplar arasında Yahudiliğin fazla bir ilgi gördüğü söylenemez. İslâm’dan önceki Araplar üzerinde Necran, Hîre, Dımaşk şehirleri başta olmak üzere Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde Hıristiyanlığın etkisi ise daha güçlü olmuştur. Arapların İslâm’dan önceki dönemlerine neden Câhiliye denilmiştir? Araştırınız. Kusay b. Kilâb’ın Mekke Hâkimiyeti ve Yönetimi Huzaâlılardan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri Kureyş kabilesinin eline geçti. Hz. İsmail’in torunlarından Adnan’ın soyundan gelen Kureyşliler, uzun süre Benî Kinâne’den olan akrabalarıyla birlikte dağınık gruplar halinde Mekke dışındaki çadırlarda yaşadı. Kureyş’e adını veren Fihr (Kureyş) b. Mâlik’in altıncı kuSavaşın haram kabul edildiği dört kutsal ayın adıdır. Haram aylardan zilkade on birinci, zilhicce on ikinci, muharrem birinci ay olmak üzere üçü birbirini takip ederken yedinci ay receb tekdir. Kur’an-ı Kerim’de çoğul ve tekil şekliyle altı kere yer alan bu aylara, savaşın haram kılınması başta olmak üzere yılın diğer aylarından farklı bir önem ve saygınlığa sahip bulunmaları sebebiyle bu ad verilmiştir. İlgili hükümleri Hz. İbrahim tarafından konulan bu aylar zamanla temel amacından uzaklaşmış, ancak İslâmiyet’le yeniden aslî hüviyetine kavuşmuştur. 3 16 İslam Tarihi ve Medeniyeti I şaktan torunu ve Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb’ın (ö. 480) Mekke tarihinde çok önemli bir rol üstlendiği görülür. Kureyşliler Kusay’ın önderliğinde Kinâne ve Kudâa kabilelerinin de yardımıyla Mekke’ye hâkim olan Huzâaoğulları ile mücadele ederek onlara üstünlük sağladılar. Bundan sonra Mekke hâkimiyeti Kâbe ile ilgili hizmetlerle birlikte Kureyş kabilesine geçti. Mekke’de yerleşim Kusay’a kadar şehrin dışında gelişmişti. İnsanlar Kâbe ve Mekke Haremi’ne saygılarından dolayı gündüzleri şehirde, geceleri ise harem bölgesi dışında ikamet ediyorlardı. Kusay dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde yerleştirdi. Kâbe civarından başlayarak Mekke topraklarını on parçaya ayırdı ve Kureyş’in on kolu arasında paylaştırdı. Mekke ve civarında etkinliği artan Kureyşlilerden Kâbe’nin çevresinde iskân edilenlere Kureyşü’lbitah, şehrin kenar mahallelerine yerleştirilenlere de Kureyşü’z-zevâhir denildi. Kureyş kabilesini Mekke’ye yerleştiren Kusay, şehrin yönetimi yanında Kâbe hizmetleri ve idaresiyle ilgili bir takım düzenlemeler yaptı. Kâbe ve Mekke ile ilgili hizmetlerin tamamını elinde toplayarak şehrin yönetimini üstlendi. Kâbe’yi tamir ederek hac ibadeti sırasında yapılması gereken menâsiki düzenledi. Cürhümlüler’in gömdükleri Hacerülesved’i Kâbe’deki eski yerine koydu. Bazı Arap kabilelerinin elinde bulunan dinî vazifeleri, değiştirilmemesi gereken gelenekler olarak gördüğü için onlarda bırakarak Mekke’ye bağlılıklarının devamını sağladı. Kusay’dan sonra da devam eden bu hizmetlerden bazıları şöyle sıralanabilir: Dârünnedve Kureyş kabilesinin önemli meseleleri görüşüp karara bağladığı toplantı yeri olan Dârünnedve ilk defa Kusay tarafından oluşturuldu. Kusay yaklaşık 440 yılında Kâbe’nin kuzeyine tavafa başlanan yerin arka tarafına kapısı Kâbe’ye doğru açılan Dârünnedve’yi yaptırdı. Esas itibarıyla bir asiller (mele’) meclisi olan Dârünnedve’ye Kusayoğulları’ndan başka Mekke’deki Kureyş boylarının kırk yaşından büyük reisleri katılabilirdi. Her türlü savaş ve barış kararının alındığı, bütün önemli işlerin görüşüldüğü Dârünnedve siyasi, ekonomik, dinî, hukuki ve sosyo-kültürel çok yönlü fonksiyon ifa etmekteydi. Emevî ve ilk Abbasî halifeleri döneminde misafirhane olarak kullanılan Dârünnedve 897 yılında sütunlar eklenerek Mescid-i Haram’a katıldı. Bugün Dârünnedve’nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır. Kıyâde Sözlükte ‘reislik, önderlik ve kumandanlık’ gibi anlamlara gelen kıyâde, Câhiliye döneminde Mekke’de ordu kumandanlığı ve kafile başkanlığını ifade etmek için kullanılıyordu. İslâm’dan önce bedevî ve yerleşik Arapların şeyh adı verilen kabile reisleri seferde ordu kumandanı, hazarda ise kabile başkanı olmak üzere her iki vazifeyi de üstlenirlerdi. Kusay’dan sonra bu vazife oğlu Abdüddâr’a veraset yoluyla intikal etti. İslâm’dan sonra Mekke’nin reisi Ebû Süfyân fethe kadar kıyâde görevini üstlendi. Hicâbe Sözlükte ‘örtmek, birinin bir yere girmesine engel olmak’ anlamındaki hicâbe Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevi için kullanılan bir terimdir. Hicâbe kaynaklarda ‘Kâbe’ye hizmet etmek’ anlamındaki sidâne (sedâne) ile birlikte yer alır. Kâbe’yi ve Mescid-i Harâmi bayındır hale getirme, orada huzuru sağlama görev ve yetkisi anlamında olan imâre görevide sidâne ile aynı anlama gelir. Hâcib veya sâdin adı verilen görevli, Kâbe’nin anahtarlarını elinde bulundurur, belirli zamanlarda ziyaretçilere açar, ondan izinsiz kimse Kâbe’ye giremezdi. Aynı zamanda Makam-i İbrahim’in, Kâbe’ye hediye edilen kıymetli eşya ile iç ve 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 17 dış örtülerin korunması ve bakımı gibi hizmetler de bu görevli tarafından yürütülürdü. Hz. İsmail’den beri devam eden hicâbe görevi en büyük şeref vesilesi idi. Kusay’ın vasiyetine uygun olarak yerini oğullarından Abdüddâr aldı ve soyundan gelenlerce sürdürüldü. Mekke’nin fethi sırasında hicâbe görevi Osman b. Talha’nın uhdesindeydi. İslâm’dan sonra kaldırılmayan görevlerden olan hicâbe günümüzde de Şeybeoğulları tarafından üstlenilmektedir. Rifâde Sözlükte ‘yardım etmek, desteklemek’ gibi anlamlara gelen rifâde, İslâm’dan önce hac günlerinde Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin yemek ihtiyaçlarının karşılanması ve ağırlanması demektir. Mekke idaresi ve Kâbe hizmetlerine yönelik düzenlemeler yaptığı sırada Kusay Kureyşlileri toplayıp bir konuşma yaptı ve onları hacılara su ve yiyecek temini gibi hizmetlere ortak olmaya çağırarak şöyle seslendi: “Ey Kureyşliler! Sizler Allah’ın komşuları, Kâbe ve harem ehlisiniz. Hacılar ise Allah’ın misafirleri ve O’nun kutsal evinin ziyaretçileri olup ikram edilmeye en lâyık misafirlerdir. Şu halde hac mevsiminde hacılar buradan ayrılıncaya kadar onlara yiyecek ve içecek ikram edin. Şayet bunların hepsini yapmaya yetecek gücüm olsaydı, buna sizi dâhil etmeden bizzat kendim yerine getirirdim.” Kusay bu hizmetlerin yürütülebilmesi için bütün Kureyşlilerden gücüne göre para ve mal toplayarak bu maksatla bütçe oluşturulması geleneğini de başlattı. Haccın ilk günlerinde Mekke yollarında ve şehrin belli yerlerinde oluşturduğu özel mekânlarda develer kestirip hazırlattığı yemekleri hacılara ikram eden Kusay, yaşlanınca oğlu Abdüddâr’a hacılara yemek yedirme hizmetini sürdürmesini vasiyet etti. Bu görev Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim’den itibaren Hâşimoğulları’na geçti. Hâşim Kureyşliler’den mal toplama geleneğini sürdürdü; rifâde ve sikaye görevleri için harcanan paranın dörtte birini kendi malından karşıladı. Bu alanda yaptığı hizmetlerle Mekke ve çevresindeki Arap kabileleri arasında büyük itibara sahip olan Hâşim, kıtlığın hüküm sürdüğü bir yıl Şam’dan getirttiği ekmekleri et suyunda tirit yaparak hacılara ikram etti. Bundan dolayı asıl adı Amr olduğu halde, ufalayan, kıran, parçalara ayıran anlamındaki ‘Hâşim’ lakabıyla meşhur oldu. Rifâde hizmetini Hâşim’den sonra küçük kardeşi Muttalib üstlenmiş, ondan da Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e geçmiştir. Abdülmuttalib’den sonra rifâde görevi oğlu Ebû Tâlib’e, onun mali durumu bozulması üzerine kardeşi Abbas’a intikal etti. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra rifâdeyi şahısların uhdesinden alıp bir kamu görevi haline getirdi. 631 yılında hac emiri olarak görevlendirdiği Hz. Ebû Bekir’e hacılara yemek hazırlanması için bir miktar mal veren Resûl-i Ekrem Vedâ Haccı’nda bu görevi bizzat üstlendi. Bu görev Hulefâ-yi Râşidîn’den itibaren Hicaz’da egemen olan halife ve devlet başkanları tarafından yürütüldü. Sikâye Sözlükte ‘sulamak, su kabı, sulama yeri, suculuk’ gibi anlamlara gelen sikâye, terim olarak Mekkelilerin ve hac günlerinde Kâbe’yi ziyaret için gelenlerin su ihtiyaçlarının karşılanması görevi demektir. Önceleri şehrin ve Kâbe’yi ziyaret edenlerin su ihtiyacı halktan toplanan yardımlarla karşılanıyordu. Daha sonra sikâye görevini bunu bir itibar ve şeref vesilesi olarak gören zenginlerle Mekke ve Kâbe’nin yönetiminde etkin olan kabile reisleri üstlendi ve bu görev Kusay b. Kilâb tarafından kurumsallaştırıldı. Mekke halkının ve misafirlerin su ihtiyacını karşılamak için kuyular kazdıran Kusay, Kâbe’nin etrafına koydurduğu deriden havuzlara su doldurtarak sikâye hizmetini başlattı. Bazen hacılara süt ikramı da yapılıyordu. Kusay 18 İslam Tarihi ve Medeniyeti I yaşlanınca sikaye görevini oğlu Abdüddâr’a vasiyet etti. Bu görev Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim’den itibaren Hâşimoğulları’na geçti. Hâşim’in ölümünden sonra bu görev önce kardeşi Muttalib’e, ardından oğlu ve Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e intikal etti. Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkararak Mekkelilere ve Kâbe’yi ziyaret edenlere tahsis eden Abdülmuttalib, sikâye görevine bu kuyunun işlerini de ilâve etti. Mekke’nin fethi sırasında Abbas b. Abdülmuttalib bu görevi üstlendi. Bu hizmet Abbas’tan sonra oğlu Abdullah’a geçti ve ardından onun soyundan gelenler tarafından yerine getirildi. Mekke’nin fethinden sonra sikâye görevi sadece zemzemle ilgili hale geldi ve bunu üstlenen görevli için Zemzem Kuyusu’nun yakınında Sikâyetü’l-Abbâs adıyla özel bir yer inşa edildi. İslâm’dan önce Mekke’de idari ve askerî olmak üzere başka görevler de vardı. Veraset yoluyla intikal eden kabileye ait sancağın muhafaza görevi ‘livâ’ ile daima başkomutana ait olup sorumluluğundaki ‘ukâb’ bayraktarlık ve sancaktarlık görevlerine karşılık geliyordu. Savaş malzemelerinin korunması ‘kubbe’, dış ilişkilerde siyasî temsilcilik ‘sifâre’ görevlisi tarafından üstleniliyordu. Kusay’ın vasiyetine uygun olarak nedve, kıyâde, hicâbe, livâ, sikaye ve rifâde görevleri oğlu Abdüddâr’a geçti. Ancak bu durum Mekke’de yaşayan Kureyş’in diğer kolları arasında ihtilafa sebep oldu ve görevlerin taksimi konusunda Mekkeliler üç gruba ayrıldı. Aynı görüşte olan kabileler, kendi aralarında birbirlerini sonuna kadar desteklemek ve yalnız bırakmamak üzere yemin ettiler. Sonunda uzlaşmadan yana olanlar ağır bastı. Sikaye, rifâde ve kıyâde Abdümenâfoğulları’na hicâbe, livâ ve nedve Abdüddâroğulları’na verildi. Böylece Kureyş kabilesi kanlı bir iç savaştan kurtulmuş oldu. Bu taksimat Mekke’nin fethine kadar kalıtsal olarak devam etti. Hz. Peygamber Mekke’nin fethi ile Veda hutbesinde sikâye ve hicâbe dışındaki bütün Cahiliye dönemi görevlerini kaldırdığını şu sözleriyle ilan etmiştir: “Dikkat edin! Kâbe’nin hizmeti (sidânetü’l-beyt) ve hacılara su temini (sikâye) dışında geçmişe ait bütün mefâhir iddiası, kan ve mal davaları şu iki ayağımın altındadır.” Mekke’nin Ticari Bir Merkez Olarak Yükselişi Mekke kuruluşundan Kusay b. Kilâb zamanına kadar her hangi bir siyasi gücü olmayan dinî bir merkezdi. Kur’an-ı Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrâhîm 14/37) Mekke sakinlerinin ticaretten başka seçenekleri de bulunmuyordu. Ticaretteki ilk deneyimlerini Himyerîler ve Lahmîler’in vesayeti altında kazanan Mekkeliler, hac ve umre amacıyla şehirlerine gelenlerle ve çevredeki Araplarla yaptıkları sınırlı ticaretle yetiniyorlardı. Kusay’ın Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke içerisine yerleştirmesiyle kabile yarı göçebelikten yerleşik hayata geçti. Bundan sonra Mekkeli tüccarlar için yeni imkânlar ortaya çıkmaya başladı. Arabistan’daki ticari faaliyetlerin tedricî olarak kuzeye doğru kaymaya başlaması bu imkânların en başında geliyordu. Deniz taşımacılığındaki sorunlardan dolayı ticaretin yavaş yavaş karayoluna kayması bir diğer etkendi. İslâm’da önce ekonomik gelişmeler daha ziyade transit geçişlere imkân sağlayan ticaret yollarının belli menzilleri üzerinde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. Bu bağlamda coğrafi açıdan elverişli bir konumda olan ve ticaretten başka her hangi bir geçim kaynağına sahip olmayan Mekke, Petrâ ve Palymra’nın (Tedmür) çöküşünden sonra böyle bir yükselişe aday haline geldi. Mekkeliler bir yandan o dönemde dünya siyasetinde yaşanan Bizans-Sâsânî rekabetinden kendi lehlerine olacak şekilde 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 19 faydalanmaya, diğer yandan da hac merasimlerinden ekonomik bakımdan daha çok getiri elde etmeye çalışıyorlardı. Mekke ticareti, şehrin coğrafi ve dinî konumunun sağladığı avantajlarına ek olarak ‘ilâf ’ ve buna bağlı olarak gelişen ‘rihleteyn’ mekanizmalarıyla desteklenerek gelişimini sürdürdü. Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdümenâf kabilesi adına Sâsânîler, Himyerîler, Habeşîler, Gassânîler ve Bizanslılar başta olmak üzere bazı devlet ve kabilelerle diplomatik ve ticari ilişkiler kurdu. Hâşim’in Bizans’la ticarî anlaşma yapmasından sonra kardeşlerinden Muttalib Yemen’e, Abdüşşems Habeşistan’a ve Nevfel de İran’a giderek bu ülkelerden benzer imtiyazlar elde ettiler. Böylece Mekke ve çevresiyle sınırlı olan ticaretlerini daha geniş alanlara yayan Kureyşliler gerek bu imtiyazlar, gerekse Harem bölgesinde oturup Kâbe hizmetlerini yürütmenin getirmiş olduğu itibar sayesinde kışın Yemen ve Habeşistan’a, yazın da Suriye ve Anadolu’ya kadar uzanan ticari amaçlı yolculuklar yapmaya başladılar. Bu ticarî seferler sayesinde bir yandan ekonomik durumları düzelen Kureyşliler, diğer yandan da çeşitli medeniyet ve kültürleri tanıma imkânı buldular. Mekke’nin saldırı korkusu bulunmaksızın gelinebilecek ve sığınılabilecek kutsal bir yer oluşu şehrin ticaret merkezi olarak hızla gelişmesine imkân verdi. Mekke çevresinde yaşayan ve bedevî bir hayat tarzını benimseyen ehâbîş kabileleriyle yapılan ittifak anlaşmaları da ekonomik gelişmeye katkı sağlayan diğer bir etken oldu. Böylece Arap yarımadasının ekonomisi Mekke’nin öncülüğünde merkezîleşti Kur’an-ı Kerim’de Kureyş suresinde Mekke’nin ticari hayatına işaret edilir ve Allah’ın Kureyş kabilesine lütuflarda bulunduğu hatırlatılarak kabile imana ve tevhid inancına davet edilir. Mekke ve çevresi tarıma elverişsiz bir bölge iken Hz. İbrahim’in duası ve Kâbe sayesinde Kureyşlilerin bolluk içerisinde yaşadıkları ve yine bu dua sayesinde o bölgede meydana gelmesi muhtemel açlıktan yaz ve kış dönemlerindeki ticarî seferler sayesinde korundukları vurgulanır. Arabistan Ticaretinin Can Damarı Panayırlar İslâm öncesinde Arap yarımadasının en geniş ticarî faaliyetleri büyük ölçüde panayırlarda (esvâku’l-Arab) cereyan ediyordu. Siyasî, sosyal ve kültürel açıdan da oldukça önem taşıyan, bir kısmı uluslararası mahiyetteki bu panayırlarda çeşitli milletlere mensup tüccarlar ile Arap kabileleri bir araya gelirdi. Mekkeliler bu panayırlara iştirak ediyor ve önemli miktarda gelir sağlıyordu. Mekke ticaretinin ileri karakolu olan panayırların önemli bir kısmı hac mevsimi ve haram aylar dikkate alınarak kuruluyordu. Kusay ile başlayan şehirleşmenin gelişip kökleşmesinde ve Mekke’nin nüfuz ve itibarının çevredeki göçebeler arasında yayılmasında Ukaz, Zülmecâz ve Mecenne gibi süresi haram aylarıyla sınırlı olanlar ile hac mevsimi dıŞekil 1.3 Arabistan’da Kurulan Panayır Yerleri Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, III, 323. 20 İslam Tarihi ve Medeniyeti I şında Arafat, Hubâşe, Mina gibi yerlerde kurulan panayırların önemli rolü vardı. İslâm öncesinde Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde kurulan panayırların en önemlisi Ukâz’dır. Mekke’nin güneydoğusunda Tâif ile Nahle arasında hac mevsiminde zilkade ayının başından yirmisine kadar süren Ukâz Fuarı aynı zamanda edebî bir kongreydi. Şairler en güzel şiirlerini burada okurdu. Câhiliye döneminin meşhur yedi (veya on) şairine ait bu şiirler ‘el-Muallâkâtü’s-seb’a’ (Yedi Askı) adıyla bilinir. Ukâz’dan sonra zilkâde ayının sonuna kadar Zülmecâz panayırı açılırdı. Zilhicce ayının ilk sekiz gününde Mecenne’de kurulan panayırdan sonra Arafat’a çıkılırdı. Mekke’nin fethinden sonra hac ile bağlantısı kesilen bu panayırlar tedricî olarak ortadan kalktı. Arabistan ticaretinin can damarı olan panayırlarda alışveriş yapılır, ilişkiler geliştirilir, dostluklar kurulur, ihtilaflar çözüme bağlanıp antlaşmalar imzalanır, edebî konuşmalar yapılır ve şiirler okunurdu. İslâmiyet’ten önce Arabistan’da kurulan diğer panayırları araştırınız. Fil Vak’ası: Ebrehe’nin Kâbe’yi Yıkma Teşebbüsü İslâm öncesinde şehir hayatı için gerekli kaynaklara sahip olmayan Mekke, coğrafi konumu, dini ve ticari bir merkez olmasından dolayı Roma, Bizans, İran ve Habeş imparatorlarının zaman zaman dikkatini çekerek, hâkim olmak için çeşitli teşebbüslerde bulunmalarına sebep olmuştur. Çünkü Arap yarımadasını gerek siyasi ve gerekse ekonomik alanda kontrol etmenin yolu büyük ölçüde Mekke’ye hâkim olmaktan geçiyordu. Habeş Necâşîsi tarafından 525’te Eryât kumandasında Yemen’e gönderilen orduda Ebrehe el-Eşrem adlı bir asker de vardı. Yemen’e hâkim olan Eryât ile Ebrehe arasında çıkan anlaşmazlık çatışmaya dönüştü. Halkın desteğini sağlayan Ebrehe Eryât’ı öldürerek Yemen’de idareyi ele geçirdi (537). Habeş Necâşîsi tarafından valiliği onaylanan Ebrehe Yemen’i müstakil olarak idare etmeye başladı ve taassup derecesinde benimsemiş olduğu Hıristiyanlık dinini yaymak için harekete geçti. Arapların Mekke’yi ziyaretlerini engellemek için San’a’da Kâbe’nin bir benzerini yaptırmaya karar verdi. San’a’da yapılan bu kilise İslâm kaynaklarında Yunanca ekklessia kelimesinin Arapçalaşmış şekliyle Kalîs (Kulleys) şeklinde yer alır. Arabistan’daki bütün kabilelere elçiler göndererek Kâbe’nin yerine bu kilisenin ziyaret edilmesini istedi. San’a’yı dinî ve ticari bir merkez haline getirmek isteyen Ebrehe Mekkeli tüccarların giderek gelişen ticari faaliyetlerini engellemeyi de hedeflemişti. Böylece kuzeye ulaşması önündeki en büyük engel olan Mekke’yi saf dışı bırakarak Sâsânîlerle savaşan Bizans’a yardım etmesi mümkün olacaktı. Araplar Ebrehe’nin beklentisinin aksine davetine ciddî bir ilgi göstermediler. Hatta Kinâne kabilesinden birinin kiliseyi pislemesi gibi saygısızca davranışlar yapmaya başladılar. Bunun üzerine Ebrehe Kinâneliler’den San’a’ya gelerek kiliseyi ziyaret etmelerini istedi. Ancak onların bu teklifi reddederek elçisini öldürmeleri üzerine Kâbe’yi yıkmaktan başka seçeneğinin olmadığını anladı. İçinde Mahmûd adlı filin de bulunduğu büyük bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Kâbe’yi yıkma teşebbüsünden vazgeçirmek isteyenleri en sert tedbirlerle bertaraf ederek Taif ’e kadar geldi. Ebrehe ile Tâif halkı adına konuşan Mes’üd b. Muatteb Lât Mâbedi’ne dokunulmamasına karşılık itaat etmeyi, erzak ve kılavuz vermeyi teklif etti. Talepleri kabul edilen Tâifliler Ebû Rigâl adında bir kişiyi kılavuz olarak verdiler. Ebrehe’nin ordusu Mekke yakınlarında Mugammes adı verilen yere 4 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 21 kadar gelip konakladı. Bu sırada Mekke’ye doğru gönderdiği öncü süvari birlikleri şehir yakınında yayılan develeri ordugâha getirdi. İzinsiz el konulan develerden iki yüzü Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e aitti. Ebrehe, Mekke’ye elçi göndererek hedefinin sadece Kâbe olduğunu, kendisine karşı gelinmedikçe kimseye dokunmayacağını bildirerek şehrin liderini karargâhına davet etti. Mekkeliler adına Abdülmuttalib bir heyetle ordugâha geldi. Ebrehe Abdülmuttalib’in Kâbe’nin yıkılmamasını rica etmek yerine develerini istemesini garipsemişti. Bunun üzerine Abdülmuttalib kendisinin develerin sahibi olduğunu, Kâbe’yi de sahibinin koruyacağını söyledi. Develerini alarak Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, Kâbe’ye giderek Beyt’ini koruması için Allah’a niyaz ettikten sonra halka şehrin dışına çıkmalarını, dağlara ve vadilere çekilmelerini tavsiye etti. Kâbe’yi yıkmaktan vazgeçmesi için yapılan teklifleri reddeden Ebrehe, ordusuna ertesi sabah hücum emrini verdi. Fakat ordusunun önünde bulunan Mahmûd adlı büyük fil yerinden kımıldamadı ve Mekke Haremi’ne girmedi. Sonunda ordunun büyük bir kısmı, Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi, akın akın gelen ve tepelerine taş yağdıran ebâbîl kuşları tarafından mahvedildi. Böylece planları boşa çıkan ve ordusu perişan olan Ebrehe kendisi gibi kurtulabilen askerleriyle birlikte Yemen’e dönmek zorunda kaldı; kısa bir süre sonra da öldü. Ebrehe’nin ordusuyla Kâbe’ye saldırısı ve helak oluşu Fîl suresinde şöyle anlatılır:”Görmedin mi Rabbin neler etti fil sahiplerine? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü kuşlar saldı. O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Böylece onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”(Fîl 105/1-5). Burada Fil Vak’ası hakkında bilgi vermekten daha çok, Mekke müşriklerine bildikleri bir olayın acı sonucu hatırlatılarak İslâm’a ve Hz. Peygamber’e karşı düşmanca tavır sergilemeyi sürdürmeleri halinde kendilerinin de böyle bir cezaya çarptırılabileceklerine dikkatleri çekilmektedir. Bu olaya Fil Vak’ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı verilmiştir. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Arapların Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı. Mekke ve Kureyş’in yarımada içerisindeki itibarı daha da arttı. Kureyşliler Mekke’de oturdukları ve Kâbe’nin hizmetinde bulundukları için kendilerine bir takım dinî-iktisadi imtiyazlar (hums) tanıyıp kurallar koyarak şehir ekonomisinin daha da gelişmesine imkân verecek faaliyetlere giriştiler. Ayrıca Yemen’e karşı üstünlüğü tescil edilen Hicaz’da Hıristiyan hâkimiyetinin kurulması da önlendi. 22 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Arabistan’ın coğrafî durumunu tanımlayabilmek Arabistan Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasında yer alır. Doğuda Basra Körfezi ve Uman Denizi, Güneyde Arap Denizi ve Aden Körfezi, Batıda Kızıldeniz ve Akabe Körfezi ile çevrilidir. Genellikle Tihâme, Hicaz, Necid ve Yemen olmak üzere dört bölüme ayrılır. İslâmiyet’in hemen öncesinde Arap Yarımadası’ndaki meşhur şehirlerarasında Mekke, Tâif, Yesrib, Yenbû, Cüreş, San’a, Hicr, Hayber, Suhâr, Debâ, Dûmetülcendel, Fedek, Teymâ, Vadilkura ve Maknâ sayılabilir. Arabistan’ın kuzey ve güneyinde kurulan devletleri sınıflandırabilmek Arabistan’ın asıl sakinleri günümüzde dünyanın en kalabalık Sâmî kavmi olan Araplardır. Bölgede Yontma Taş ve Cilâlı Taş devirlerinden itibaren hayat olduğu bilinmektedir. Arap kelimesine ilk defa Asur Kralı III. Salmanasar’ın yıllıklarında rastlanır. Bu tarihten milattan önce VI. yüzyıla kadar Asur ve Bâbil kitabelerinde sıkça geçer. Herodotos’tan itibaren de eski Yunan ve Latin kaynaklarında yer alır. Arap Yarımadası’nın güney ve kuzeyinde İslâm öncesi dönemde çeşitli devletler kurulmuştur. Orta Arabistan’daki Hicaz bölgesinde ise İslâm dönemine kadar herhangi bir devlet kurulmamış, bölgede insanlar kabileler halinde yerleşik veya göçebe olarak yaşamışlardır. Güney Arabistan’da Maînliler, Sebeliler ve Himyerîler hüküm sürmüş, ardından bölge Habeşliler ve Sâsânîler’in eline geçmiştir. Kuzey Arabistan’da ise Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Lahmîler ve Kindeliler devlet kurmuşlardır. Hicaz bölgesi ile Mekke’nin önemini açıklayabilmek Arabistan’ın sadece İslâm tarihi bakımından değil dünya tarihi bakımından da en önemli bölgesi Hicaz’dır. Zira burası son peygamber Hz. Muhammed’in dünyaya geldiği, yaşadığı, peygamber olarak görevlendirildiği ve görevini tamamladıktan kısa bir süre sonra vefat ettiği yerdir. Mekke’nin yerleşim birimi olarak seçilip plânlanmasında belirleyici en mühim unsur merkezinde yer alan Kâbe’dir. Bunun yanında hac ibadetinin yapıldığı Mescid-i Harâm, Arafat, Mina, Müzdelife ve mîkat yerleri de Mekke ve çevresinde yer almaktadır. İslâmiyet’in ortaya çıktığı dinî ve sosyo-kültürel zemini anlatabilmek İslâm öncesinde Arap toplumunda kabile asabiyeti genel kuralları belirliyordu. Yerleşik ve göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Kahtânî ve Adnânî olmak üzere iki ana koldan gelir. Yılın belirli mevsimlerinde belirli yerlerde kurulan panayırlar ekonomik hayatın canlılığını sağlardı. Dinî ve sosyal hayat telakkileri Câhiliye geleneklere dayanan Araplarda genel anlamda putperestlik hâkimdi. Bununla birlikte Araplar tek tanrı düşüncesine sahiptiler ve putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve O’nun nezdinde şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Ayrıca çok tanrıcılık ve putperestliğin tamamen yaygın hale geldiği dönemlerde bile tevhid inancına bağlı Hanîfler diye anılan bazı kişilerin varlığı bilinmektedir. Bu dönemde hac en yaygın, köklü ve düzenli bir ibadetti. Haccın yapıldığı Kâbe ve çevresi çeşitli kabilelerin tapındıkları putların muhafaza edildiği Arabistan’ın en önemli dinî merkeziydi. 1 2 3 4 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 23 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Kuzey Arabistan’da kurulan devletlerden biri değildir? a. Kinde Devleti b. Himyeri Devleti c. Nabatî Devleti d. Hîre Devleti e. Gassâni Devleti 2. Zemzem Kuyusu’nun açılmasından sonra Mekke’ye aşağıdaki topluluklardan hangisi yerleşmiştir? a. Huzâaoğulları b. Haşimoğulları c. Cürhümoğulları d. İsmailoğulları e. Abdülmuttaliboğulları 3. Aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Mekke’ye putperestlik Huzâaoğulları’ndan Amr b. Luhay tarafından sokulmuştur. b. Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye sefer düzenlemiştir. c. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusunu açmıştır. d. Mekke ve Kâbe’nin yönetimiyle ilgili görevler Hâşim b. Abdümenâf tarafından oluşturulmuştur. e. Kur’an-ı Kerim’de Sebe Devleti’nden bahsedilir. 4. Mekke ticaretinin dışa açılmasını aşağıdakilerden hangisi gerçekleştirmiştir? a. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb c. Amr b. Luhay d. Seyf. b. Zû Yezen e. Osman b. Talha 5. Arabistan’da kurulan panayırlardan en meşhuru aşağıdakilerden hangisidir? a. Arafat b. Mecenne c. Ukâz d. Zülmecâz e. Hubâşe 6. Arabistan’a putperestliği sokan şahıs aşağıdakilerden getirmiştir? a. Ebû Cehil b. Seyf. b. Zû Yezen c. Kusay b. Kilâb d. Ebrehe e. Amr b. Luhay 7. Aşağıdaki görevlerden hangisi doğrudan Mekke’nin yönetimiyle ilgilidir? a. Hicâbe b. Rifâde c. Sidâne d. Darünnedve e. Sikâye 8. Aşağıdaki şehir gruplarından hangisi Hicaz bölgesindedir? a. Mekke-Yesrib-San’a b. Bağdat-Medine-Şam c. Yesrib-Dımaşk-Medine d. Mekke-Yesrib-Tâif e. Tedmür-Palmyra-Hîre 9. Kur’ân-ı Kerim’de Fîl suresinde aşağıdaki tarihi olaylardan hangisine işaret edilmiştir? a. Amr b. Luhay’ın Mekke’ye putperestliği getirmesine b. Huzâa kabilesinin Cürhümlüler’i Mekke’den çıkarmasına c. Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe’nin Kabe’yi yıkma teşebbüsüne d. Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i Mekke’ye getirmesine e. Abdülmuttalib’in Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusunu yeniden açmasına 10. Aşağıdakilerden hangisi Bizans İmparatorluğu’nun vassâlıdır? a. Sebe Devleti b. Lahmî Devleti c. Main Devleti d. Hîre Devleti e. Gassâni Devleti 24 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Arabistan’ın Siyasî Geçmişi ve Sakinleri” konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse “Mekke’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı” konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Kusay b. Kilâb’ın Mekke Hâkimiyeti ve Yönetimi” konusunu yeniden okuyunuz. 4. a Yanıtınız doğru değilse “Mekke’nin Ticarî Bir Merkez Olarak Yükselişi” konusunu yeniden okuyunuz. 5. c Yanıtınız doğru değilse “Arabistan Ticaretinin Can Damarı Panayırlar” konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse “Mekke’ye Putperestliğin Girişi” konusunu yeniden okuyunuz. 7. d Yanıtınız doğru değilse “Dârünnedve” konusunu yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Arabistan’ın Kalbi: Hicaz Bölgesi” konusunu yeniden okuyunuz. 9. c Yanıtınız doğru değilse “Fil Vak’ası: Ebrehe’nin Kâbe’yi Yıkma Teşebbüsü” konusunu yeniden okuyunuz. 10. e Yanıtınız doğru değilse “Kuzey Arabistan’da Kurulan Devletler” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Hz. Peygamber’in yirmi birinci göbekten atası olan Adnan’ın babası Üded, annesi Belhâ bint Ya’rub’dur. Bâbil kralı Buhtunnasr (m. ö. 604-561) zamanında Mekke’de yaşadığı rivayet edilen Adnan’ın doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. İslâm kaynaklan Adnan’ın Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan geldiği konusunda birleşir, ancak hayatı hakkında fazla bilgi vermezler. Adnan’ın Hz. İsmail’e kadar uzanan atalarının kırk, yirmi veya on beş kişi olduğu ileri sürülür. Arapların iki ana kolundan birini oluşturan Adnânîler’in Adnan’dan Hz. Muhammed’e kadar gelen ve Hz. Peygamber tarafından da teyit edilen soy kütüğü şöyledir: Adnan-Mead-Nizâr-Mudar-İlyâsMüdrike-Huzeyme-Kinâne-Nadr-Mâlik-KureyşGâlib-Lüey-Kâ’b-Mürre-Kilâb-Kusay-AbdümenâfHâşim-Abdülmuttalib-Abdullah-Muhammed. Sıra Sizde 2 İslâmiyet’in doğduğu yıllarda genel bir boşluk ve çöküntü içerisinde bulunan Çin, Hindistan’dan gelen Budizm’in etkisi altındaydı. Budizm’in çöküşe geçtiği ve çok çeşitli inanç ve kültürün hâkim olduğu Hindistan’da VI. yüzyılın başında kuzeyden gelen Akhunlar (Eftalit) başta olmak çok sayıda bağımsız oluşum ortaya çıkmıştı. Bölgede siyasi birlik yoktu. Arabistan’ın kuzey ve batısında başkenti Konstantinopolis (İstanbul) olan Bizans İmparatorluğu hüküm sürmekteydi. Arap Yarımadasının doğu ve kuzeyinde ise başkenti Irak’taki Medâin olan Sâsânî (Pers) İmparatorluğu hâkimiyeti vardı. Dönemlerinin süper güçleri olan bu iki imparatorluk sürekli mücadele hâlindeydi. İranlılar ile Doğu Romalılar arasındaki mücadeleye Kur’an-ı Kerim’de Rûm suresinde değinilir. VI. yüzyılın ilk yarısında önce Yahudilik daha sonra Hıristiyanlığın etkisi altına giren Habeşistan’a, Mekke’de İslâm’ı yaşama konusunda ciddi sıkıntılara maruz kalan Müslümanların hicret ettiklerini de hatırlamamız gerekir. Sıra Sizde 3 Câhiliye özel olarak Arapların İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terimdir. İslâm öncesi Arapları Allah’ı hakkıyla bilmedikleri, O’na şeksiz ve ortak koşmadan iman etmedikleri, gerek ferdî gerekse sosyal hayat itibariyle bilgiden, düzenden, sulh ve sükûndan uzak oldukları, güçlü ve asil sayılan- 1. Ünite - İslamiyet Öncesi Arabistan 25 Yararlanılan Kaynaklar ları daima haklı kabul ettikleri ve adaletten yoksun bir hayat yaşadıkları için bu döneme Câhiliye denilmiştir. İslâmiyet tevhid inancını getirerek putperestliğe karşı kesin tavır almış, bu inanışın eseri olan ve insan şerefine yakışmayan bütün olumsuz âdetleri ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte Hz. Peygamber Câhiliye devri Araplarının kültürel yapısını, değerlerini, telakkilerini tamamıyla reddetmemiş, İslâm’ın temel hükümlerine aykırı olmayan misafiri ağırlamak, yetimi korumak gibi güzel uygulamaların devamına izin vermiştir. Sıra Sizde 4 Arabistan’ın çeşitli yerlerinde geniş katılımlı panayırlar kurulurdu. Rebîülevvel ayının başından on beşine kadar süren Suriye-Hicaz kervan yolu üzerinde yer alan Dûmetülcendel bunlardandı. Bu panayıra Hicaz ve Yemen’den gelerek katılan tüccarlar, Kureyşli muhafızlar tarafından korunurdu. Buradan Hasâ’daki Muşakkar’a gidilir ve Cemâziyelâhir ayının tamamında açık olan bu panayıra deniz yoluyla gelen İranlılar da katılırdı. Receb ayının ilk günü buradan Uman’daki Suhâr’a hareket edilir ve 20-25 Receb günleri burada kurulan fuarda alışveriş yapılırdı. Daha sonra Uman sahilinde Hint ve Afrika’ya açılan Debâ’ya geçilirdi. Receb ayının son gününde başlayan bu panayıra sadece Arap yarımadasından değil Hindistan ve Çin’den tüccarlar katılırdı. Debâ’dan Güney Arabistan’ın Mehre şehrindeki Şâban ayının on beşinde kurulan Şıhr panayırına gidilirdi. Bunun ardından Ramazan ayının ilk on gününde kurulan Aden ile aynı ayın on beşi ile yirmisi arasında San’a panayırına iştirak edilirdi. Bunun ardından Kâbe ziyaretiyle tamamlanacak olan süreç başlardı. Cevad Ali (1968-1978). el-Mufassal fî târîhi’l-Arap kable’l-İslâm, I-X, Beyrut. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. Hitti, P. (1980). Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih Tuğ), I, İstanbul. İbn Hişâm, (1987). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Ömer AbdüsselâmTedmürî), I, Kahire. İbn Sa’d, (1990). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkâdir Atâ), I, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Adnân”, “Arap”, “Arabistan”, “Bedevî”, “Câhiliye”, Gassânîler”, “Hicaz”, “Himyerîler”, “Hîre”, “Lahmîler”, “Rifâde”, “Sâmî”, “Sebe”, “Sebe Sûresi”, “Sikâye”, maddeleri. 2 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi hayatının ana safhalarını tanımlayabilecek, Hz. Peygamber’in Câhiliye toplumunda sergilediği erdemli davranışları değerlendirebilecek, Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğe başlaması ve İslâmiyet’in Mekke dönemi üzerine fikir yürütebilecek, Hicretin sebep ve sonuçlarını tartışabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Abdullah, Abdülmuttalib, Ebû Tâlib, Âmine, Halime, Hz. Hatice • Ficâr savaşları, Hilfü’l-fudûl, el-Emîn • Vahiy, Tebliğ, Kureyş Müşrikleri, Sosyal Boykot, Dârülerkam • Habeşistan, Tâif, İsrâ ve Mirâc, Akabe biatları, Hicret İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi • HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİK ÖNCESİ HAYATI • HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ VE İSLÂM’IN MEKKE DÖNEMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİK ÖNCESİ HAYATI Soyu, Ailesi, Doğumu ve Çocukluğu İslâm Peygamberi’nin soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’e dayanır. Bu sebeple Hz. Muhammed’in de mensup olduğu Kuzey Araplarına İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler verilir. Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Adnân ile Hz. İsmail arasındaki dedelerinin adları ve sayıları konusunda ise ihtilaf vardır. Hz. Muhammed’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır. Hz. Peygamber’in baba tarafından dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim, babaannesi Fâtıma bint Amr, anne tarafından dedesi Vehb b. Abdümenâf, anneannesi de Berre bint Abdüluzzâ’dır. Hz. Peygamber’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nûru” (peygamberlik nuru) olduğu kabul edilir. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib Zemzem kuyusunu yeniden ortaya çıkarıp işler hâle getirdiği sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermiş, ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmiş; böylece Abdullah’ı kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmâil’in kurban edilmekten kurtulmasını kastederek, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir. İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 28 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş, ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir. Hz. Muhammed büyük atası Hz. İbrahim’in duası (el-Bakara, 2/128) ve kendinden önceki peygamber Hz. İsa’nın müjdesi (es- Saf, 61/6) olarak Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke’de dünyaya geldi. Araplar arasında kullanılan belirli bir takvimin olmaması ve ay takviminin güneş takvimine uyarlanarak takvime yapılan müdahale demek olan nesî uygulamasından dolayı doğum tarihi ihtilaflıdır. Genel kabule göre Hz. Peygamber Fil Vak’ası’ndan 50-55 gün sonra Rebîülevvel ayında Pazartesi günü sabaha doğru dünyaya gelmiştir. Farklı hesaplamalara göre Hz. Peygamber’in doğum tarihi 20 Nisan (9 Rebîülevvel) 571 veya 17 Haziran (12 Rebîülevvel) 569 Pazartesi şeklinde belirlenmektedir. İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair bilgiler yer alır. Âmine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi söylenmiştir. Âmine’nin doğum sancısı çekmediği de bu kayıtlar arasındadır. Hz. Peygamber sünnetli olarak doğmuş ve melekler tarafından yıkanmış ve sırtına peygamberlik mührü vurulmuştu. Abdülmuttalib torununun dünyaya geldiği müjdesini alınca onun şerefine bir ziyafet vermiş, ziyafette ona Muhammed adını koymuş, Allah’ın ve insanların onu hayırla anması için bu ismi verdiğini söylemiştir. Hz. Muhammed doğumunun ardından bir süre annesi Âmine’nin yanında kalmış, daha sonra âdet olduğu üzere sütannesine verilmiştir. Çocukların sütannesine verilmesinde temel sebep onların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında büyümelerini sağlamak, ayrıca konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkân vermekti. Mekke’nin küçük çocuklara uygun olmayan iklimi bu husustaki etkenlerdendi. Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sa’d b. Bekir koluna mensup Halime bint Ebû Züeyb’e verildi. Halime, sütanneliği yaparak geçimini sağlayan diğer bedevî kadınlarla ve kocası Hâris ile birlikte bir kıtlık yılında Mekke’ye gitmiş, ancak genellikle tercih edildiği üzere zengin bir aile çocuğu bulamamıştı. Hz. Muhammed’in yetim olduğunu öğrenince de onu almakta tereddüt göstermiş, bununla birlikte Mekke’den eli boş dönmemek için yanında götürmeye razı olmuştu. Hz. Muhammed iki yıl sonra Halime tarafından Mekke’ye getirilmiş, ancak Âmine, çöl havasının çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını olduğu için bir müddet daha Halime’nin yanında kalmasını istemişti. Hz. Muhammed dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldıktan sonra Mekke’ye getirilerek annesine teslim edildi. Hz. Peygamber’in sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeymâ idi. Halime ve Hâris, Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Ayrıca sütannesinin yanında bulunduğu dönemde ‘şakk-ı sadr’ adı verilen olayın meydana geldiği bilgisi de kaynaklarda yer alır. Buna göre iki melek gelip Hz. Muhammed’in göğsünü yarmış, kalbini çıkararak kötülüklerden arındırHz. İbrahim’den sonra uzun müddet ay takvimi kullanan Araplar, umre için receb, hac için zilhicce ayını esas alıyorlar, ayrıca umrenin yapıldığı receb ayı ile haccın yapıldığı zilhicce ve onun bir öncesi zilkade ile bir sonrası muharrem aylarını haram aylar olarak kabul ediyorlardı. Zamanla haram ayların yerlerini değiştirmek veya haccın sabit bir mevsimde yapılmasını sağlamak amacıyla nesî uygulamasına başvurmaya başladılar. Birbirinin peşi sıra gelen üç haram ayda savaşmanın yasak olması Arapların hayatını zorlaştırıyor, haccın sonunda savaş yapmak isteyen kabileler muharrem ayının haramlığının ertelenmesini istiyorlardı. Ayrıca ay takvimine göre hac zamanı yılın bütün mevsimlerini dolaşıyordu. Bu durum panayırlardaki ticari hayatı olumsuz yönde etkiliyor ve ticaretten beklenen kar elde edilemiyor, yaz aylarında seyahat daha zor oluyordu. Araplar bu sakıncaları ortadan kaldırarak ticari faaliyetlerini rahatça yapmak, yarımadanın iklim şartlarına uygun tarım ürünlerini panayırlarda pazarlamak ve kendileri için uygun mevsimde seyahat etmek amacıyla hac mevsimini sabitlemek için ay takvimini güneş takvimine uyarlayıp nesî uygulamasına başvuruyorlardı. Bir ay eklenmesiyle ay takviminde aylar on üçe çıkıyordu. Hz. Peygamber ayların sayısının on iki ve nesî yapmanın yasak olduğunu bildiren ayetleri Vedâ Hutbesi’nde tekrarlayarak bu Câhiliye adetini ortadan kaldırdı. 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 29 mış, semâvî bir suyla yıkadıktan sonra yerine yerleştirmiştir. Bu olaydan haberdar olan Halime ve Hâris’in baştan beri birçok olağanüstü yönüne şahit oldukları Hz. Muhammed hakkında, olup biteni izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başladıkları kaydedilir. Hz. Peygamber’in sütannesi, sütbabası ve sütkardeşlerinin İslâm dönemine ulaşıp ulaşmadıklarını, ulaştılarsa Müslüman olup olmadıklarını ve Hz. Peygamber’in sütannesi Halime’ye karşı tutumunu araştırınız. Hz. Peygamber altı yaşına geldiğinde annesi Âmine onu câriyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alarak Yesrib’e götürdü. Burada hem Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ziyaret ettiler. Âmine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalandı ve genç yaşta vefat etti. Annesinin ölümüyle öksüz kalan Hz. Peygamber Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi. Hz. Peygamber daha sonra hicretin altıncı yılında (milâdî 628) Ebvâ’ya uğrayıp annesinin mezarını ziyaret etmiştir. Kabri eliyle düzelten, Hz. Peygamber bu arada annesinin şefkat ve merhametini hatırlayarak gözyaşı dökmüştür. Abdülmuttalib, çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla ona baba şefkatı ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu. Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed’in bakım ve himayesini amcası Ebû Tâlib’e verdikten kısa bir süre sonra vefat etti. Ebû Tâlib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebû Tâlib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde o da amcasıyla birlikte gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarını gören Ebû Tâlib onu da yanına aldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahîra adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahîra Ebû Tâlib’e, Muhammed’in İncil’de gönderileceği vaat edilen peygamber olduğunu söyledikten sonra başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebû Tâlib bunun üzerine seyahatını yarıda kesip Mekke’ye dönmüştür. Hz. Muhammed on yaşlarında iken kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptı. Peygamberliği döneminde bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz yâ Resûlallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkelilerin koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir. Ebû Tâlib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı. İslâm’ı kabul etmesi için Hz. Peygamber’in yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte onu korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı. 1 Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed Hz. Muhammed’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Hz. Peygamber de büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını kendisi kıldırmış ve mezarına eliyle indirmiştir. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken vefa duygusunu şu sözlerle göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” 30 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Muhammed’in Gençliği Câhiliye döneminde Arap kabileleri arasında sık sık çeşitli sebeplerle savaşlar çıkardı. Hatta kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda bile savaşların yapıldığı olur ve bu aylarda cereyan eden savaşlara Ficâr adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. Müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri arasında çıkan ve Ficâr savaşlarının en şiddetlisi olan savaşın esas sebebi Benî Kinâne’den Berrâd b. Kays’ın Hevâzin eşrafından Urve b. Utbe’yi öldürmesiydi. Bu savaşta Kureyşliler kabile asabiyeti sebebiyle Benî Kinâne’nin yanında yer aldı. Harb b. Ümeyye, Kureyş ve Kinânelilerin başkumandanlığına getirildi. Kureyş’in kollarından Hâşimoğullarının reisi ve Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib haram aylarda bulundukları gerekçesiyle Hâşimoğullarının bu savaşa katılmasına razı olmadı. Hâşimoğullarının Zübeyr b. Abdülmuttalib kumandaResim 2.1 Hz. Peygamber’in şeceresi (TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 408). 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 31 sında katıldıkları savaş, Kureyş ve müttefiki Kinâne’nin zaferiyle sonuçlandı. Hz. Peygamber on dört, on beş, on yedi veya yirmi yaşında bu savaşa amcalarıyla birlikte katıldıysa da fiilen savaşmadı. Amcalarına ait eşyaları korudu, gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle onlara geri verdi. Hz. Muhammed yirmi yaşında Hilfü’l-fudûl adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı. Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd’ân et-Teymî’nin başkanlığında yapıldı. ‘Erdemli insanların yemini’ anlamına gelen bu yemin içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar birlikte hareket edeceklerine ve birbirlerine maddi destekte bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Böylece başta Hz. Peygamber olmak üzere Hilfu’l-fudûl mensupları Mekke’de birçok haksızlığın önüne geçtiler. Hilfu’l-fudûl cemiyeti mensuplarının mazluma yardım noktasında yaptığı faaliyetlere örnek veriniz. Hz. Peygamber Mekke’deki birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlamış ve amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etmiştir. Bu dönemde onun çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Mekke yakınlarındaki Ukâz panayırının yanısıra Mekke’nin güneyinde Yemen yolu üzerinde on günlük mesafedeki Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına gittiği tespit edilebilmekte hatta Habeşistan’a gittiği tahmin edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın gereklerini öğrenirken, diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasî ve sosyal durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu. Câhiliye döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanı sıra ticaret hayatında da doğruluğu ve güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-Emîn” veya sadece “el-Emîn” unvanıyla bilinmekteydi. Kus b. Sâide el-İyâdî’nin Ukâz fuarında yaptığı konuşmanın muhtevası hakkında bilgi edininiz. Hz. Hatice ile Evliliği Hz. Hatice, Kureyş’in ileri gelenlerinden Huveylid b. Esed’in kızı olup soyu, dedelerinden Kusay’da Hz. Muhammed’in nesebiyle birleşir. Hz. Peygamber’den önce iki defa evlilik yapmış olan Hz. Hatice soylu, güzel ve zengin bir hanımdı. İkinci kocasının ölümünden sonra Kureyş’in ileri gelenlerinden evlilik teklifleri almakla birlikte olumlu cevap vermemekteydi. Güvenilir bulduğu kimselerle ticaret yaparak yaşamını sürdüren Hz. Hatice, bu sıralarda bir tavsiye üzerine çevresinde üstün ahlâk sahibi ve güvenilir bir genç olarak tanınan Hz. Muhammed’le ortaklık antlaşması yaptı ve kölesi Meysere ile birlikte ticaret için Suriye’ye gitmesini istedi. Hz. Muhammed’in bu yolculuğu ticarî açıdan oldukça başarılı geçti. Bu sonuçtan memnun kalan Hz. Hatice Hz. Muhammed’in dürüst ve doğru sözlü olduğunu gördü. Meysere’nin Hz. Muhammed’in ahlâkı ve davranışları hakkında hayranlık uyandıran övgü dolu sözHz. Muhammed peygamberliği döneminde de bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde yapılan antlaşmaya katılmıştım ki, bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.” 2 Hz. Muhammed’in peygamberlikten önce katıldığı fuarlardan biri de Ukâz fuarı idi. Burada ticaretin yanında edebî konuşmalar yapılır; şairler en güzel şiirlerini okurlardı. 3 32 İslam Tarihi ve Medeniyeti I leri de dinleyen Hz. Hatice, Hz. Muhammed’e daha çok güven duydu ve ona karşı takdir hisleri gün geçtikçe arttı. Bizzat kendisi veya Nefîse bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed’e evlilik teklifinde bulundu. Beklemediği bir durumla karşılaşan Hz. Muhammed biraz düşündükten sonra teklifi kabul etti. Ebû Tâlib ve diğer amcaları, babası vefat etmiş olduğu için Hz. Hatice’yi amcası Amr b. Esed’den istediler ve alınan olumlu cevapla evlilik gerçekleşti. Hz. Muhammed Ebû Tâlib’in evinden Hz. Hatice’nin evine taşındı. Bu sırada Hz. Peygamber’in yirmi beş, Hz. Hatice’nin de kırk veya yirmi sekiz yaşında olduğu kaydedilir. Medine döneminde Hz. Mâriye’den doğan İbrahim dışında Hz. Muhammed’in bütün çocuklarının annesi Hz. Hatice’dir. Hz. Peygamber ve Hz. Hatice’nin bu evliliğinden Kasım, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Külsûm, Fâtıma veAbdullah adlı çocukları dünyaya geldi. Hz. Peygamber, ilk oğlu Kasım dolayısıyla “Ebü’l-Kasım” künyesini almıştır. Hz. Hatice ile evlendikten sonra Hz. Peygamber’in ailesine üç kişi daha katıldı. Bunlardan ilki Hz. Hatice’nin kendisine hediye ettiği ve onun da hürriyetine kavuşturup evlâtlık edindiği Zeyd b. Hârise’dir. İkincisi Mekke’de ortaya çıkan kıtlık yüzünden maddi sıkıntı ile karşılaşan amcası Ebû Tâlib’e destek olmak üzere yanına aldığı ve o sıralarda beş yaşında olduğu rivayet edilen Ali b. Ebû Tâlib’dir. Üçüncüsü ise Hz. Peygamber’in şemâilini en güzel ve ayrıntılı şekilde anlatan üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle’dir. Hz. Hatice yirmi beş yıla yakın bir süre evli kaldığı Hz. Peygamber’i maddi ve manevi açıdan daima destekledi. Hz. Peygamber’e ilk inanan kimse olup en sıkıntılı zamanlarda yanında yer aldı. Hz. Peygamber onun iyilikleri ve vefasını hiçbir zaman unutmadı. Onu her zaman hayırla anan Hz. Peygamber bir defasında şöyle demiştir: “Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir: Herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o bana inandı. Herkes beni yalanlarken o tasdik etti. İnsanlar mallarını esirgerken o malıyla bana destek oldu. Allah bana ondan çocuklar nasip etti”. Kâbe Hakemliği Hz. Muhammed’in otuz beş yaşlarında iken gerçekleştirilen Kâbe tamiri sırasında Kureyşliler arasında yaptığı hakemlik önemli bir mahiyet taşımaktadır. Kureyşliler, 605 yılında yangın ve sel baskınlarından zarar gören Kâbe’yi yeniden inşa etmek istediler. O sırada bir Bizans gemisinin Cidde yakınlarındaki Şu’aybe limanında karaya oturduğu haberi Mekke’ye ulaştı. Rivayete göre gemi Habeşistan’daki bir kilise tamirinde kullanılmak üzere mermer, kereste ve demir yüklü olup Bizans İmparatorunun emriyle Mısır’dan gönderilmişti. Velid b. Mugîre ve arkadaşları Şu’aybe’ye giderek geminin kerestelerini satın aldıkları gibi gemide bulunan marangoz ve inşaat ustası Bâkûm er-Rûmî’yi de Kâbe’nin tamiri için Mekke’ye davet ettiler. Hz. Peygamber’in de amcası Abbas’la birlikte taş taşıyıp yardımcı olduğu tamir sırasında Kâbe yeniden inşa edildi; ancak Hacerülesved’in yerine yerleştirilmesi hususunda anlaşmazlık çıktı. Bu şerefli görevi hiçbir kabile diğerine bırakmak istemedi, hatta bu yüzden savaşmayı bile göze alanlar oldu. Nihayet Kureyş’in ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Mugîre, “Benî Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk giren kimsenin vereceği karara uyulmasını” teklif etti; Kureyşliler bu teklifi benimseyip beklemeye başladılar. Kapıdan Hz. Muhammed’in girdiği görülünce orada bulunanlar “İşte el-Emîn, işte Muhammed geldi!” diyerek memnuniyetlerini ifade ettiler. Hz. Muhammed, bir örtü getirterek Hacerülesved’i onun üzerine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı, konulacağı hizaya gelince de taşı kendi elleriyle alıp yerine yerleştirdi. Böylece Kureyşliler arasında çıkmak üzere olan bir çatışmanın önüne geçilmiş oldu. 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 33 Hz. Muhammed’in Peygamberlik öncesi hayatı için C. Avcı’nın Muhammedü’lEmin adlı eserine başvurabilirsiniz. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİ VE İSLÂM’IN MEKKE DÖNEMİ İlk Vahyin Gelişi Hz. Muhammed’in Allah tarafından peygamberlikle görevlendirilişi kırk yaşında olmuştur. Kâbe’nin tamiri ve Hacerülesved’in yerine konulmasından sonra, Allah hakkında düşünmeye, O’na nasıl iman ve ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği fark ediliyordu. Mekkelilerin ve diğer birçok Arap kabilesinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed, aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığı sonucuna ulaşmıştı. Belki de tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrâhim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfler gibi düşünüyordu. Ancak neyi ve nasıl yapacağını bilememenin ıstırabını yaşarken inzivaya çekilmekten hoşlanmaya başladı ve peygamberliğinin birkaç yıl öncesinden itibaren her ramazan ayında, dedesi Abdülmuttalib ve diğer bazı Kureyşlilerin yaptığı gibi, Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve evden yiyecek alarak bazen Hz. Hatice’yle birlikte tekrar mağaraya dönüyordu. Hz. Muhammed’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde muhtemelen yirmi yedinci gece, bazı rivayetlere göre pazartesi günü sabaha karşı Cebrâil gelerek ona Allah tarafından peygamber olarak görevlendirildiğini haber verdi. Bu ilk vahyi Hz. Peygamber şöyle anlatır. O gece Cebrâil bana gelerek “Oku!” dedi. Ben okuma bilmediğimi söyledim. Bunun üzerine melek beni alarak dayanabileceğim son noktaya kadar sıktı. Ardından beni bırakıp tekrar “Oku!” dedi. Cevaben yine “Ben okuma bilmem” deyince tekrar son noktaya kadar sıktı ve “Oku!” dedi. Ben “Ne okuyayım?” diye cevap verince melek beni üçüncü defa takatim kesilinceye kadar sıktı ve bıraktıktan sonra şu ayetleri okudu: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir embriyodan yarattı. Oku! Senin Rabbin en büyük kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediklerini belleten odur” (el-Alak 96/1-5). Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed, Hira’dan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek eşi Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Hz. Hatice “Allah hiçbir zaman seni utandırıp üzmeyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetir, doğruyu söyler, acizlerin elinden tutarsın; yoksullara yardım eder, misafirleri ağırlarsın; haksızlığa uğrayanların yanında yer alırsın” demek suretiyle samimi duygularını dile getirip teselli etti ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber’i amcaoğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Kitabı Mukaddes’i bilen yaşlı bir Hıristiyan olan Varaka, onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Ardından da şunları ekledi: “Sana yalancı diyecekler; kötü davranacaklar. Sana savaş açıp bu şehirden çıkaracaklar. Ben o günlere ulaşırsam Allah için sana yardımcı olacağım.” Hz. Peygamber, hem Hz. Hatice’nin desteği hem de Varaka’nın bu açıklamalarından epeyce rahatlamış olarak evine döndü. 34 İslam Tarihi ve Medeniyeti I İlk vahyin ardından bir süre vahiy kesintiye uğradı. İlk vahyin ağırlığı ve zorluğu henüz tam ortadan kalkmamışken kesilmesi Hz. Peygamber’i endişeye sevk etti. Sık sık Hira mağarasına giderek Cebrâil’in gelmesini gözlüyor, fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Hz. Peygamber bu dönemde rabbinin kendisini terk ettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda “fetretü’l-vahy” adı verilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan başlayıp üç yıla kadar varan süreler zikredilir. Bir süre sonra Allah’ın Hz. Peygamber’i terk etmediğini belirten Duhâ suresi indi. Bu sıralarda Cebrâil Hz. Peygamber’e abdesti ve namazı da öğretmiş, o da Hz. Hatice’ye öğretip birlikte namaz kılmaya başlamışlardır. Türkçe mealli Kur’an-ı Kerim’den Duhâ suresinin içeriği hakkında bilgi edininiz. İlk Müslümanlar Hz. Peygamber bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrâil’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına yattı. Cebrâil evinde karşısına çıkarak Müddessir suresinin ilk ayetlerini okudu (74/1-5). Bu ayetlerde artık ilâhî mesajları insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifa ederken her şeyden önce Rabbine güvenmesi istenmekte, ayrıca maddi ve manevi kirlerden uzak durması talimatı verilmekteydi. Bunun üzerine Hz. Peygamber yakın çevresindeki insanları İslâm dinine davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Hz. Hatice’nin ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Hârise, kızları Zeyneb, Rukıyye ve Ümmü Külsûm Müslüman oldu. Gizli davet sırasında, Hz. Ebû Bekir’in yakın dostları Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebû Vakkas, Osman b. Maz’ûn, Said b. Zeyd, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esmâ bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Resim 2.2 Hira Mağarası 4 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 35 Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebû Seleme, Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Hâris gibi şahsiyetler de İslâm’ı kabul ettiler. Bu dönemde Hz. Peygamber evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Mescid-i Harâm’da namaz kılıyor, bazen de ibadetlerini Müslümanlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada inen Kur’an ayetlerini onlara okuyor, tek tanrıya iman ve itaati esas alan tevhid inancı, insanların dünyada yaptıklarının hesabını verecekleri ahiret günü ve iyi ahlâk üzerine sohbetler yapıyordu. Müşriklerin toplu halde bulundukları yer ve zamanlarda bir arada olmamaya ve toplu ibadet etmemeye özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile Müslümanlar, genç yaşta İslâm’ı benimseyen Erkam b. Ebü’lErkam’ın Safâ tepesinin eteklerindeki evinde bir araya geliyorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında, Müslümanların dayanışma içinde bulunmalarını ve Hz. Peygamber’le bir arada olmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler, Ömer b. Hattâb’ın Müslüman olmasına kadar sürdü. Dârülerkam adıyla ünlü olan bu ev sahabelerin İslâmiyet’i benimseyişlerini tarihlendirmek için kullanılmış ve İslâm’ın yayılıp gönüllere yerleşmesi hususunda önemli rol üstlenmiştir. Açık Davetin Başlaması Mekke’de peygamberliğin 4. yılından itibaren İslâm daveti açıktan yapılmaya başlandı. Hz. Peygamber’in ilk ve en önemli muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler Hz. İbrahim ve İsmail’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında bir imtiyaz ve itibara sahiptiler. Onlar Kâbe’yi ziyarete gelenlerden azami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Aile fertlerini ve güvendiği yakın dostlarını İslâmiyet’e davet etmeye devam eden Hz. Peygamber’i zor günler bekliyordu. Çünkü vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi kendisinden istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere erişebildiği herkesi uyarması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Hz. Peygamber, bu günlerden itibaren Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl kadar sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları kollarına mensup yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb, onun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Bu olumsuz sonuca çok üzülen Hz. Peygamber birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilerine asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz; yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz”. Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib onun sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini, ancak atalarının dininden ayrılamayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Bunun üzerine Ebû Tâlib, sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilân etti. Ebû Leheb karısıyla birlikte Hz. Peygamber’e daima muhalefet etmiş, düşmanlık göstermiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle koKur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşmanlık yapanların sözlerine, fiillerine ve hatta niyetlerine dair açık ifadeler bulunmasına rağmen Ebû Leheb dışında hiçbirinin adı zikredilmemiştir. 36 İslam Tarihi ve Medeniyeti I nuşması esnasında onu takip etmiş, söylediklerini yalanlamış, onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’an’da adının geçtiği bir sure nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (et-Tebbet 111/1-5). Mekkelileri Davet Hz. Peygamber bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere İslâmiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?”, “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur ...”. Kureyş ileri gelenleri Hz. Peygamber’in İslâm’a davetine önceleri pek karşı çıkmadılar. Ancak İslâm Peygamberi puta tapıcılığı eleştiren ayetleri okumaya, putperestlerin cehennemlik olduklarını ilân etmeye başlayınca mesajını büyük bir tehlike olarak görmeye, düşmanca tavır almaya, davetini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ayrıca onlar, bir tek yaratıcının varlığına dayanan tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin yıkılması halinde Arap kabileleri nezdindeki üstünlüklerinin, ticari imkân ve menfaatlerinin kaybolacağından da endişe ediyorlardı. Diğer taraftan kabile asabiyetinin tabii bir sonucu olarak atalar kültüne sahip bulunan Kureyşliler, atalarından intikal eden geleneklere büyük değer atfediyordu. Onlar için putperestlik mutlaka korunması gereken bir külttü. Onlar bu hususu sıkça dile getirerek atalarının inanç ve ibadetlerinden ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Kureyşlilerin ahlâkî durumları da son peygamberin davetini kolayca kabul edebilecek bir seviyede değildi. Câhiliye zihniyetinin hâkim olduğu Mekke toplumunda içki, kumar, zina, yalan söylemek gibi kötü alışkanlıkların yanında maddî güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve ezme zihniyeti egemen durumdaydı. Kur’an-ı Kerim bu çirkin davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle oluşabileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), aksi davranış sergileyenlerin ahirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu. Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar; bir süre sonra da şiddete başvurmaktan çekinmediler. Kaynaklar müşriklerin Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara uyguladıkları acımasız eza, cefa ve işkencelerden ayrıntılı olarak bahseder. Özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Velid b. Mugîre, Ukbe b. Ebû Mu’ayt ve Hakem b. Ebü’l-As gibi azılı müşriklerin yaptığı işkenceler insanlık adına utanç vericiydi. Onların yaptıklarından en çok etkilenenler Mekke’ye dışarıdan gelmiş aileler ile köle ve cariyelerdi. Bunlar aç bırakılıyor, kızgın kumlara yatırılıyor, üzerlerine kaya parçaları konularak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu işkencelerin en ağırını Yâsir ailesi yaşadı. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke’ye gelen Yâsir burada Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun Sümeyye adlı cariyesiyle evlenmişti. Bu evlilikten meşhur sahabe Ammâr b. Yâsir dünyaya geldi. Yâsir, Sümeyye ve Ammâr, ilk Müslümanlardan olup müşriklerin işkencelerine sabırla karşılık verdiler. 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 37 Sonunda Sümeyye, Ebû Cehil’in acımasız işkenceleri altında can vererek İslâm tarihinde ilk şehit unvanını kazandı. Yâsir de aynı gün işkence ile şehit edildi. Sağ kalan Ammâr, müşriklerin ağır işkencelerine tahammülü kalmadığı bir sırada Lât ve Uzza lehinde, Hz. Peygamber’in de aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz Hz. Peygamber’in yanına giderek durumu anlattı. Ammâr’ın büyük bir sıkıntı yaşadığını gören Hz. Peygamber ona bu sözleri söylerken neler hissettiğini sordu. Ammar da iman dolu kalbinde her hangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber imanını koruduğu sürece zor durumda kaldığı için böyle davranmasında bir sakınca bulunmadığını belirterek, aynı durumda kalırsa yine aynı şekilde davranmasını tavsiye etti. Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret ve Ebû Fükeyhe gibi köleler ile Zinnîre, Ümmü Übeys, Nehdiye ve Lübeyne gibi cariyeler de inançları uğruna büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Köleler içerisinde İslâm’ı kabul eden ilk kişi olan Bilâl-i Habeşî, özellikle efendisi Ümeyye b. Halef tarafından ağır işkencelere tabi tutuldu. Boynuna ip takılıp çocukların eline verilmek suretiyle Mekke sokaklarında dolaştırıldı. Ümeyye b. Halef onu öğle vakti sıcak kumların üzerine yatırıp göğsüne kızgın ve büyük taşlar koyar, tek Allah’a imandan vazgeçmesini, Lât ve Uzzâ putlarına iman etmesini isterdi. Bütün bunlara karşı Bilâl ise zor nefes alır bir vaziyette “ahad!” “ahad!” (Allah birdir) diyerek imanındaki kararlılığı vurgulardı. Varlıklı Müslümanlar da çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıldılar. Meselâ, Hz. Osman’a amcası Hakem b. Ebü’l-As tarafından baskı yapıldı ve malî harcamalarına kısıtlama konularak dinden döndürülmek istendi. Sa’d b. Ebû Vakkas annesinin direnişi ile yüz yüze geldi. Hatta bu sebeple, Allah’ı inkâra zorlayan annebabalara itaat etmek gerekmediğine dair ayet indi (Lokman 31/15). Ebû Ubeyde b. Cerrah Müslüman olduktan sonra babasının büyük düşmanlıkları ile karşılaştı. Abdullah b. Mes’ûd Kâbe avlusunda Allah’ın ayetlerini açıkça okuduğu için bayılıncaya kadar dövüldü; her tarafı kanlar içinde kaldı. Mus’ab b. Umeyr zengin bir ailenin refah içinde yetişmiş bir oğlu iken Müslüman olduğu için ailesinin şiddetli tepkisi ile karşılaşmış, hiçbir maddi ihtiyacı karşılanmadığı gibi elbiseleri bile elinden alınmıştı. Gifâr kabilesinden Ebû Zer, Müslüman olduğunu açıkladığında müşrikler tarafından üç kere bayıltılıncaya kadar dövüldü. Mekke’de itibar sahibi olan Hz. Ebû Bekir, açıkta namaz kılması ve duyulacak şekilde Kur’an okuması yasaklandığı için, evinin bahçesine kalın duvarlarla örülü bir mescid yaptırarak ibadetlerini orada yapmaya başlamıştı. Bunların ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in geçtiği yollara pislikler ve dikenler atılmış, evi taşlanmış, hatta namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılarak secdede boğulmak istenmişti. Bilhassa amcası Ebû Leheb ile Ebû Süfyân’ın kız kardeşi olan karısı Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’e çok sıkıntı verdiler. Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’in kızları ile evli olan iki oğluna baskı yaparak boşanmalarını sağladı. Müşriklerin baskı ve tehditleri, eza, cefa ve işkenceleri Müslümanları dinlerinden çevirmek şöyle dursun, imanlarını daha da kuvvetlendiriyordu. Allah yolunda Müslümanların katlandıkları sıkıntılar, mücadele azimlerini artırmakta ve imanın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu göstermekteydi. İnsanın zihnine ve gönlüne hitap eden Kur’an’ın etkileyiciliği karşısında ne yapacaklarını şaşıran Kureyşliler aleyhte bir takım sözler yaymaya başladılar. Hz. Muhammed’in kâhin, mecnun veya şair olduğunu, getirdiği bir büyü veya eskilerin masalı olan Kur’an’ı bir Hıristiyan’dan öğrendiğini iddia etmeye başladılar. Fakat Hz. Peygamber’e indirilen ayetler ve ilâhî beyanlarla sürekli olarak müşriklerin bu gerçek dışı iddiaları çürütüldü. 38 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kureyşliler, Hz. Muhammed’in İslâm’a davet faaliyetlerine engel olması amacıyla amcası Ebû Tâlib ile değişik zamanlarda üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı yatıştırıcı ve gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Hz. Peygamber’i çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” şeklinde kararlı bir cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yeğenini, “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim” sözleriyle teselli etti. Kureyşliler üçüncü defa başvurularında Ebû Tâlib’e şöyle bir teklif sundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velid b. Mugîre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim”. Ebû Tâlib bu teklifi şiddetle reddetti. Bu arada bazı Kureyşliler bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp onu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Meselâ Utbe b. Rebîa Hz. Peygamber’e gelerek “...Şayet maksadın zengin olmaksa sana mal mülk verelim. Makam ve itibar peşindeysen seni başımıza yönetici yapalım” dedi. Hatta daha da ileriye giderek “Eğer ruhsal bir rahatsızlık sonucu böyle davranıyorsan seni tedavi ettirelim” şeklinde teklifte bulundu. Utbe sözlerini bitirdikten sonra Hz. Peygamber Fussılet suresinin ilk ayetlerini okuyarak (41/1-6) Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu söyledi. Utbe ayetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden etkilenmekle birlikte Müslümanlığı kabul etmedi. Hamza b. Abdülmuttalib ve Ömer b. Hattab’ın Müslüman Oluşu Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin Müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Onlardan biri Hz. Peygamber’in amcası Hamza diğeri de Ömer b. Hattâb’dır. Nübüvvetin 6. (616) yılında, Ebû Cehil ve adamlarının Hz. Peygamber’e hakaret ettiğine şahit olan bir cariye, gördüklerini, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile orada bulunan Ebû Cehil’in başına vurdu, ardından, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilân etti. O sırada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının Müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken Müslümanların karşılaştığı zorlukları hafifletmek için büyük gayretler gösteren Hz. Peygamber, aynı zamanda İslâm’ın zaferi için bazı güç ve nüfuz sahibi şahsiyetlere hidayet nasip etmesi için Rabbine niyazda bulunuyordu. Bu şahsiyetlerden biri de Ömer’di. Rivayete göre Ömer, bir gün, Hz. Muhammed’i öldürmek üzere evinden çıkmış, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın İslâm’ı benimsediğini öğrenince önce onun evine gitmiş, Tâhâ suresinin ilk ayetlerini okuduklarını duyunca eniştesi Said b. Zeyd ve kız kardeşini dövmüştü. Fâtıma’nın kararlılığını ve kanlar içinde kaldığını görünce pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Tâhâ ve Abese suresinin ilk ayetlerinin etkisi altında kalarak Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber’in huzuruna çıkıp Müslüman olmuştu. Ömer’in Müslüman oluşuna tekbir getirerek karşılık veren Hz. Peygamber ile orada bulunanlar da tekbir getirdi ve hep beraber Dârülerkam’dan çıkıp Kâbe’ye gittiler. Habeşistan’a Hicret İslâmiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin Müslümanlara karşı tavırları da sertleşti, sözlü tepkilere fiilî müdahaleler de eklendi. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkencelere son derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 39 Hz. Peygamber, Müslümanlara, dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak Habeşistan’a gitmeyi tavsiye etti. Habeşistan’ın Hıristiyan Kralı Ashame en-Necâşî yönetimi altında yaşayanlara iyi davranan adaletli bir hükümdardı. Bu hususu Hz. Peygamber ashabına şöyle açıkladı: “Şayet isterseniz Habeşistan’a gidin. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır. Orası bir doğruluk ve dürüstlük ülkesidir. Allah bir kolaylık verinceye kadar orada kalın.” Bu tavsiye üzerine on bir erkek ile dört kadından oluşan Müslüman kafilesi, 615 yılında Şuaybe Limanı’ndan Habeşistan’a hareket etti. Kafilede Hz. Osman ve eşi Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye, Zübeyr b. Avvâm, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve eşi Ümmü Seleme gibi İslâm tarihi açısından önemli isimler yer almaktaydı. İslâm’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Hz. Muhammed’in, peygamberliğinin ilk yıllarında Afrika ile temasa geçmesini de sağlamış oluyordu. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından Müslümanların orada iyi karşılanmış oldukları anlaşıldı. Bu sebeple ikinci bir büyük kafile Ca’fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a hicret etti. Sonuçta buraya göç edenlerin sayısı 108’e ulaştı. Müslümanların sayısının gittikçe artması üzerine Kureyşliler, hicret edenlerin iadesi talebiyle Habeşistan’a bir heyet gönderdiler. Necâşî her iki tarafı da dinlemek için Müslümanların temsilcilerini de huzuruna çağırdı. Habeş muhacirleri adına Necâşî ile Ca’fer b. Ebû Tâlib konuştu. Onun sözleri İslâm’ın ilk muhataplarında meydana getirdiği değişimi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. O şöyle dedi: “Ey hükümdar! Biz Câhiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik.” Tarafları dinleyen Ashame iade isteğini reddetti. Müslümanlar Habeşistan’da bir süre kaldılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi boykotun sona ermesinden sonra (620) Mekke’ye döndü. Geriye kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, son kafile ise 628 yılında kendi isteğiyle Medine’ye gitti. Bu arada Kureyşliler, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet göndererek Müslümanların iade edilmesini istemişlerse de, Ashame bunu reddetmiştir. Kureyş’in Boykotu Kureyşliler, Hamza ve Ömer’in İslâmiyet’i benimseyişi ile güç kazanan Hz. Peygamber’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler. Bunu gerçekleştirinceye kadar Hâşimoğulları ve Muttaliboğullarıyla mevcut olan akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilân ettiler. Onlarla konuşmamaya, kız alıp vermemeye ve alışveriş yapmamaya karar verdiler. Boykotun şartlarını bir kağıda yazıp Kâbe’nin duvarına astılar. Bu sosyal boykot karşısında Ebû Tâlib, yeğenini ve mensuplarını emniyet altına almak amacıyla Şi’bü Ebû Tâlib’de (Ebû Tâlib Mahallesi) topladı. Müşrikler safında yer almayı tercih eden Ebû Leheb ve oğulları hariç, Müslüman olsun olmasın bütün Hâşimîler ve Muttaliboğulları bu mahallede üç yıla yakın bir süre (616-619) boykot altında yaşamak zorunda kaldılar. Hz. Hatice ile Ebû Tâlib bu sıkıntılı günlerde bütün servetlerini tükettiler. Ticarî faaliyetlerde bulunmak, hac mevsimi ve haram aylar dışında dışarı çıkıp alışveriş yapmak mümkün olmuyordu. Müşrikler alışveriş yapılabildiği günlerde de zorluk çıkarıyor, fiyatları artırıyordu. Sonunda aralarında Ebû Tâlib’in kız kardeşinin oğlu 40 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Züheyr b. Ümeyye ve Hişâm b. Amr gibilerinin bulunduğu bazı insaflı kimseler Kureyş’in ileri gelenlerinden Mut’im b. Adî ve Zem’a b. Esved ile konuşup desteklerini aldıktan sonra Ebû Tâlib mahallesine gittiler ve mahsur olanları oradan çıkartıp boykota son verdiler. Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin Vefatı Peygamberliğin 10. yılında, Hz. Peygamber’i her zaman desteklemiş olan amcası Ebû Tâlib ve kendisiyle yirmi beş yıl mutlu bir hayat yaşadığı hanımı Hz. Hatice (19 Nisan 620) üç gün arayla vefat ettiler. Onların ölümü Hz. Peygamber’i ve Müslümanları son derece üzdü. Bu sebeple bu yıla senetü’l-hüzn veya âmü’l-hüzn (üzüntü yılı) adı verildi. Ebû Tâlib’in vefatı üzerine Hâşimoğullarının başkanı olan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrarları sonucu, peygamberliğini kabul etmediği Hz. Peygamber’in himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra, Ukbe b. Ebû Muayt ile Ebû Cehil’in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti. Bundan dolayı Hz. Peygamber Tâif dönüşünde bir başka Kureyşli müşrikin himayesi sayesinde Mekke’ye girebilecekti. Tâiflileri İslâm’a Davet Gelişen olaylar çizgisinde Kureyşlilerin Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri sert davranışlar artış gösteriyordu. Esasen İslâmiyet’i tebliğ açısından müşriklere yapabilecek bir şey de kalmamıştı. Peygamberliğin 10. yılından (620) hicrete kadar geçen süre içinde Hz. Muhammed, başka insanlara ulaşıp davetine devam etmek üzere gözünü Mekke dışına çevirdi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakîf kabilesinin yaşadığı Tâif ’e gitti. Kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Abdüyâlîl, Mes’ûd ve Habîb’i, ayrıca kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâmiyet’e davet etti. Kureyşlilerle akrabalık ve ticari bağlantıları bulunan Sakîflilerden hiçbiri onun çağrısını benimsemediği gibi Hz. Peygamber’in hiç olmazsa davetini gizli tutmalarını istemesine de itibar etmedi. Ayrıca onu ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Hz. Peygamber’i korumaya çalışan Zeyd’in de başı yaralandı. Tâiflilerin maddî ve manevî eziyeti Hz. Peygamber’in Kureyşli Utbe b. Rebîa ve kardeşi Şeybe’nin bağına girmesine kadar devam etti. Bu zor anlarında Hz. Peygamber Rabbine sığınıp teslimiyetini ifade etmiş, onun rızasını ve yardımını talep etmiştir. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü yemeye başlarken “Bismillâh” demesi Addâs’ın dikkatini çekince konuşmaya başladılar. Addâs Ninovalı bir Hıristiyan olduğunu ifade edince Hz. Peygamber Ninova’nın Hz. Yûnus’un memleketi olduğunu söyledi. Addas, bunu nerden bildiğini sordu. Hz. Peygamber: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs İslâmiyet’i kabul etti. Hz. Peygamber bir süre dinlendikten sonra Mekke’ye dönmek üzere Tâif ’ten ayrıldı. Onun Mekke’ye yeniden girebilmesi için himayesine gireceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Bunun için Hira dağında beklerken başvurduğu pek çok kimse talebini yerine getirmedi. Nihayet Kureyşin kollarından Nevfeloğullarının reisi Mut’im b. Adî’nin himayesine girerek Mekke’ye girebildi. Çeşitli siyer ve hadis rivayetlerinde kaydedildiğine göre Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Hz. Peygamber’e sormuş, o da Tâif dönüşünü hatırlatarak sözlerine şöyle devam etmişti: O zaman şaşkınlığımın hafiflediği bir sırada başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil, istediğim takdirde Mekkelileri helâk edecek meleğin 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 41 emrime verildiğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bense, “Hayır, istemem; ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim” diye cevap verdim (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 7; Müslim, “Cihâd”, 111). İsrâ ve Mi’râc Yüce Allah son peygambere, kendisini destekleyen yakınlarının vefatı ve Tâiflilerin eziyetlerinin ardından, manevî âlemlere seyahat etme mazhariyetini lütfetti. Bir gece Hz. Peygamber Cebrâil eşliğinde Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya götürüldü; oradan da yine Cebrâil ile birlikte Sidretü’l-müntehâ adı verilen yüce makama yükseltildi. Bundan sonra Hz. Peygamber zaman ve mekân söz konusu olmaksızın Yüce Allah’ın huzuruna çıkartıldı. Bu mucize ile İslâm’ın, on yıldan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak mekânlara ve ülkelere yayılacağının işareti verilmekteydi. Çünkü Hz. Peygamber bu manevi seyahatinde, kendi döneminde ve bugün mensupları bulunan veya bulunmayan diğer semavî dinlerin peygamberlerine imamlık yaparak namaz kıldırdı. “İsrâ ve mi’rac” adı verilen seyahatin Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar olan birinci kısmı bu adla nazil olan on yedinci surenin ilk ayeti, mi’rac ise Necm suresinin ilk ayetleri (53/1-18) ve birçok hadisle sabittir. Mi’rac olayı hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesi gerçekleşmiştir. Mi’rac, Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş, müminlerin imanını kuvvetlendirmiş, müşriklerin ise düşmanlıklarını arttırmıştır. Bu gece beş vakit namaz farz kılınmış, Bakara suresinin son ayetleri (285- 286) indirilmiş, Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir. Bu gece ile ilgili olan İsrâ suresinde emredilen şu prensipler İslâm’ın bazı hususlardaki temel yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir: Allah’tan başkasına kulluk etmemek, Ana-babaya iyi davranmak, Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını vermek, Cimri olmamak ve israf etmemek, Yoksulluk endişesi ile çocukları öldürmemek, Fuhuş ve zinaya yaklaşmamak, Cana kıymamak, Yetim malına el uzatmamak, Verilen sözü yerine getirmek, Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat etmek, Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek, Yeryüzünde gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak (el-İsrâ 17/22-29). Hz. Peygamber isrâ ve mirâc olayını Mekkelilere anlattığı zaman onlar gerçek dışı bulup inkâr etmişler, Hz. Peygamber’e Kudüs ve Mekke’ye dönmekte olan bir kervanın yeri hakkında sorular sorup doğru cevap almalarına rağmen bunu sürdürmüşlerdir. Müşrikler alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebû Bekir’e de anlatıp onu zor durumda bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. Akabe Biatları Hz. Peygamber hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Peygamberliğin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen altı kişilik bir grupla Mina’nın tenha bir yeri olan Akabe’de karşılaştı ve kendilerine İslâmiyet’i tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup bu kişiler Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es’ad b. Zürâre Yesrib’e dönüp yeni dini hem kendi kabi- 42 İslam Tarihi ve Medeniyeti I lesine hem de Evslilere anlatıp bir yıl sonra yeniden Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşma sözü verdi. İslâm dinine büyük hizmetler ifa eden ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı Yesriblinin faaliyetleri sonucunda birçok kişi Müslüman oldu. Ertesi yıl (Temmuz 621) onu Hazrecli, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Hz. Peygamber’le gizlice Akabe’de buluştular. Yesribliler, “Hiçbir şekilde Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, Hz. Peygamber’in emirlerine uyacaklarına” söz verip kendisine biat ettiler. Buna ‘Birinci Akabe Biatı’ denir. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi, henüz Müslüman olmayanları dine davet etmesi ve namaz kıldırması için Mus’ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Es’ad b. Zürâre’nin evinde misafir olan Mus’ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri, Evs kabilesinin reisleri Sa’d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr da dâhil olmak üzere Yesrib ileri gelenlerinin Müslüman olmasını ve şehrin hicret yurdu haline gelmesini sağladı. Nitekim peygamberliğin 13. yılının (622) hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş Yesribli Müslüman, henüz Müslüman olmayanların da yer aldığı hac kafilesiyle birlikte Mekke’ye gelerek hacdan sonra Akabe’de, Hz. Peygamber’le gizlice buluştu. Hz. Peygamber henüz Müslüman olmayan amcası Abbas’la oraya gelmişti. Yesriblilerin kendisini şehirlerine davet etmeleri üzerine, Hz. Peygamber önce Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler okudu, kendilerini İslâm’a kuvvetli bir şekilde bağlanmaları gerektiği hususunda teşvik edici sözler söyledi. Sonra İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını şöyle sıraladı: Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli bütün Müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, iyi günlerde de sıkıntılı zamanlarda da kendisine itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, kimseden korkup çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz verip biat etmelerini söyledi. Yesriblilerin hepsi şartları kabul edip biatta bulundu. Hz. Peygamber, kendisiyle irtibat sağlayabilmeleri için aralarından on iki temsilci (nakîb) seçmelerini istedi. Onlar da dokuzu Hazrecli, üçü Evsli olmak üzere nakîblerini seçtiler. Hz. Peygamber Hazrec’ten Neccâroğulları’nın temsilcisi Es’ad b. Zürâre’yi aynı zamanda diğer onbir temsilcinin de başkanı tayin etti. İkinci Akabe Biatı savaşla ilgili hususları da kapsadığı için “bey’atül-harb” (savaş biatı) diye de anılmıştır. Medine’ye Hicret Hz. Peygamber İkinci Akabe Biatı’ndan sonra ashabına Yesrib’e hicret için izin verdi. Bunun üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Hasme buraya göç ettiler; daha sonra da diğer sahabeler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladılar. Bu arada işaret etmek gerekir ki, daha önce Mekke’den Medine’ye gitmiş birkaç sahabe vardı. Bunlar Akabe biatlarından önce Medine’ye hicret eden Ebû Seleme el-Mahzûmî ve hanımı Ümmü Seleme ile Hz. Peygamber’in Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderdiği Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm idi. Hicret umumiyetle gizlice yapılıyordu. Çünkü Kureyşli müşrikler Müslümanların Mekke’den ayrılmalarına müsaade etmek istemiyor, çeşitli zorluklar çıkartıp ellerinden geldiğince hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı Müslümanları hapsediyorlardı. Meselâ, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra çocukları Seleme’yi de yanlarına alarak Medine’ye hicret için yola çıktıklarında Ümmü Seleme’nin ailesi gitmesine izin vermedi. Bu sebeple Ebû Seleme hanımı ve çocuğunu Mekke’de bırakarak Medine’ye yalnız gitmek zorunda 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 43 kaldı. Öte yandan Ebû Seleme’nin ailesi de Ümmü Seleme’nin ailesinin yaptıklarına karşılık olarak Seleme’yi annesinin elinden aldılar. Hem kocasından hem de oğlundan ayrı kalmanın verdiği derin üzüntüyle Ümmü Seleme bir yıl boyunca gözyaşı döktü. Sonunda akrabaları insafa gelerek Medine’ye gitmesine izin verdiler. Ebû Seleme’nin ailesi de Seleme’yi annesine teslim etti. Ümmü Seleme çocuğunu yanına alarak Medine’ye gitmek üzere tek başına Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı Osman b. Talha’nın refakatinde Kubâ’ya ulaştı ve Ebû Seleme ile buluştu. Hişâm b. Âs, hicret için hazırlık yapmış, ancak babası Âs b. Vâil başta olmak üzere müşrikler tarafından zincire vurulup hapsedilmişti. Ayyâş b. Ebû Rebîa hicret için yola çıkıp Kubâ’ya kadar gelmiş, ancak burada kendisine yetişen kardeşleri Ebû Cehil ve Hâris b. Hişâm yaşlı annesinin onun ayrılığı yüzünden perişan hale geldiğini ileri sürüp Mekke’ye dönmesini sağlayarak hapsetmişlerdi. Hişâm b. Âs ve Ayyâş b. Ebû Rebîa 629 yılında müşriklerin elinden kurtulup Medine’ye gidebilmişti. Suheyb b. Sinân er-Rûmî’nin hicret edeceğinden haberdar olan Mekkeliler ona olan borçlarını ödemedikleri gibi mal varlığına da el koymuşlar, Suheyb o güne kadar elde ettiği bütün kazancını Mekkelilere bırakarak hicret edebilmişti. Hz. Ömer Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklere açıkça meydan okuyarak yola çıkan belki de tek muhacirdir. Hicret izninden sonra kısa denilebilecek bir sürede ashabın büyük bir kısmı Yesrib’e göç etmiş; geride Hz. Peygamber ile Hz. Ebû Bekir ve aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenler ile gidişleri engellenmiş olanlar kalmıştı. Bu arada Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’e müracaat ederek hicret için izin istiyor, o da her defasında “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan eder” cevabını veriyordu. Müslümanların inançları uğruna görülmemiş bir fedakârlık anlayışı içinde evlerinden, mal ve mülklerinden vazgeçip Yesrib’e hicret ettiklerini gören Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı tehlike ve tehdit oluşturacağından endişe etmeye başladılar. Gelişmeler karşısında nasıl bir yol takip edeceklerini belirlemek üzere Dârünnedve’de toplandılar. Hz. Peygamber’in mensup olduğu Hâşimoğullarından kimsenin alınmadığı toplantıda Hz. Muhammed’in sürgüne gönderilmesi veya hapsedilmesi gibi görüşler ileri sürüldü. Sonunda Ebû Cehil’in teklifiyle onu öldürmeyi, Hâşimoğullarının kan davası gütmesini önlemek için de bu işin bir kişi tarafından değil, bütün kabilelerden birer kişinin katılacağı bir topluluk tarafından yerine getirilmesini kararlaştırdılar. Bu suikast kararını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Peygamber, hemen harekete geçip Hz. Ebû Bekir’in evine giderek hicret hazırlığına başladı. Kendilerine kılavuzluk yapmak üzere Abdullah b. Uraykıt ile anlaştılar. Abdullah müşrik olmakla birlikte güvenilir ve mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Hz. Peygamber, evinden ayrıldığını müşriklere fark ettirmemek ve kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Gece yarısı yola çıkan Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir Mekke’nin güney-batısında bulunan Sevr dağındaki bir mağaraya varıp gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu geceleri gelip şehirdeki gelişmeleri onlara haber veriyordu. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in koyunlarının çobanlığını yapan Âmir b. Füheyre de sürüsünü mağaraya doğru sürerek süt ve yiyecek getirmiş, daha sonra da onlarla birlikte hicret etmişti. 44 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’in evinde onun yerine Hz. Ali ile karşılaşınca şaşkına döndüler. Hz. Ali’ye nerde olduğunu sordularsa da cevap alamayınca onu dövüp bir süre tutukladıktan sonra serbest bıraktılar. Ardından Hz. Ebû Bekir’in evine gidip kızı Esma’dan bilgi almaya çalıştılar. Ondan da istediği bilgiyi alamayan Ebû Cehil onu tartaklamaktan çekinmedi. Hz. Peygamber’i Mekke’de bulamayan ve şehirden ayrıldığını anlayan müşrikler bütün çevreyi taramaya, etrafa haberciler göndermeye başladılar. Bir ara Sevr mağarasının önüne kadar geldiler. Allah’ın emriyle mağaranın girişinin örümcek ağıyla kaplanmış olduğunu görünce içeride kimsenin bulunmadığını düşünerek geri döndüler. Müşrikler mağaranın önünde iken, fark edilecekleri korkusuna kapılan Hz. Ebû Bekir’i Hz. Peygamber Kur’an’da ifade edildiği üzere: “Korkma! Elbette Allah bizimledir” (etTevbe 9/40) buyurarak teskin etti. Mağarada geçirilen üç günün sonunda daha önce kararlaştırıldığı şekilde kılavuz Abdullah b. Uraykıt, develerle birlikte Sevr’e geldi. Buradan Yesrib’e doğru sahil istikametinde yola çıkıldı. Bir tehlikeye maruz kalmamak için kafile, bilinen işlek ve alışılmış yollar yerine farklı bir güzergâhı, zaman zaman sarp dağ geçitlerini veya çölün ortasını tercih etti. Hz. Muhammed’i bulmak için çeşitli yollara başvuran Kureyşliler onu yakalayana 100 deve ödül vaat ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Kureyşlilerin koyduğu ödülü kazanabilmek için Hz. Peygamber’i aramaya koyulan ve iz sürmekte maharetli olan Sürâka b. Mâlik kafileye ulaştı; ancak bir mucize eseri devesinin ayakları kuma gömüldü. Kurtulmaya çalıştıkça batan Sürâka Hz. Peygamber’den eman diledi ve takipten vazgeçtiği gibi yolda karşılaştığı diğer takipçileri de vazgeçirdi. Benzer bir tehlike Eslem kabilesinin topraklarından geçerken yaşandı. Kabile reisi Büreyde b. Husayb kafilenin önünü kesti; ancak Hz. Peygamber ile yapılan kısa sohbetten sonra, kendisi ve kabilesi Müslüman oldu. Büreyde, kendi topraklarından ayrılıncaya kadar kafileye eşlik etti. Hicret yoluyla kervan yolunun kesiştiği Cuhfe adlı mevkie gelince, Hz. Peygamber Mekke yolunu hatırladı ve şehre duyduğu özlemle hüzünlendi. Bunun üzerine, uğradığı zulümden dolayı hicrete mecbur bırakıldığı Mekke’ye, düşmanlarına üstünlük sağlayıp tekrar döndürüleceğini müjdeleyen Resim 2.3 Sevr mağarası (DİA, XXXVII, 6). 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 45 ayet nazil oldu (el-Kasas 28/85). Hicret kafilesi Kudeyd’de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma’bed Âtike bint Hâlid’in çadırına uğradı. Burada Hz. Peygamber, sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmele çekerek sağmaya başladı. Keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma’bed daha sonra çadıra dönen kocasına olayı anlatıp onun isteği üzerine Hz. Peygamber’i edebî bir dille tavsif etti. Onun ifadeleri hilye edebiyatına konu olmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Yesrib’de bulunan Müslümanlar Hz. Peygamber’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, gecikmesinden de endişelenmişlerdi. Her sabah Harre mevkiine çıkıp sıcağın şiddetlendiği vakte kadar yolunu gözlüyorlardı. Yine 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) pazartesi günü de böyle yapmış ve evlerine dönmüşlerdi ki, üç katlı bir evin damında bulunan bir Yahudi kızı yaklaşmakta olan kafileyi görünce, bunun beklenen misafir olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine Müslümanlar Hz. Peygamber’i karşılamak için Harre’ye koştular. Hz. Peygamber, Yesrib’e bir saatlik mesafede bulunan Kubâ’da Külsûm b. Hidm’in evine misafir oldu. Birkaç gün kaldığı bu kasabada bir mescid yaptırdı. Bu arada Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri doğrultusunda Mekke’den ayrılan Hz. Ali, gündüz gizlenip gece yol almak suretiyle Kubâ’ya gelerek Hz. Peygamber’le buluştu. Hz. Ali ile birlikte annesi Fâtıma bint Esed, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem’a, kızları Hz. Fâtıma ve Ümmü Külsûm ve Hz. Ebû Bekir’in ailesi de Kubâ’ya geldi. Hz. Peygamber beraberindekilerle birlikte 12 Rebîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Kubâ’dan Yesrib’e hareket etti. Cuma namazı vakti girince Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesine uğradı; burada ilk Cuma hutbesini okudu ve namazını kıldırdı. Namazdan sonra Medine’ye hareket eden Hz. Peygamber şehir halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Medine’de görülmemiş bir şenlik ve bayram havası yaşanıyordu. Yolun iki tarafında sıralanan yediden yetmişe herkes, kadınlar ve çocuklar büyük bir sevinç içerisinde Allah’ın yüce elçisini karşılıyordu. Bu sırada defler çalınıyor ve “Veda tepelerinden ay doğdu üzerimize/Allah’a davet sürdükçe şükretmek vacip bize/Ey gönderilen kutlu elçi/Sana itaat etmek düşer hepimize/Aramıza hoş geldin, şeref verdin şehrimize” şeklindeki mısralarla duygular dile getiriliyordu. Hemen herkes Hz. Peygamber’in kendi evlerine misafir olmasını istiyor, davette bulunup ısrar ediyordu. Hz. Peygamber Kasvâ adlı devesinin üzerinde halkı selamlayıp kendilerine teşekkür ederken, devesinin çöktüğü yere en yakın eve misafir olacağını söyleyerek şehre girdi ve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evine misafir oldu. Böylece çile ve ıstırap dolu Mekke dönemi sona erdi ve İslâm tarihinde yeni bir dönem başladı. Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkışı, Kubâ’ya varışı ve Medine’ye girişi hakkında farklı tarihler yer alır. Hz. Peygamber’in, Mekkelilerin suikast kararı aldıkları 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe gecesi şehirden ayrılarak Sevr mağarasına gittiği, 27-29 Safer (10-12 Eylül 622) günleri mağarada kaldığı, 1 Rebîulevvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü buradan yola çıktığı, 8 Rebîulevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Kubâ’ya vardığı ve 12 Rebîulevvel (24 Eylül 622) Cuma günü de Medine’ye girdiği anlaşılmaktadır. 46 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti, dünya tarihinin dönüm noktalarından biridir. Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetişen Müslümanlar, vefatından kısa bir süre sonra o gün bilinen dünyanın önemli bir bölümüne İslâm mesajını ulaştırmayı başardılar. İlk Müslümanlar, Hz. Ömer döneminde hicreti tarih başlangıcı yaparak, onun hak ile batılın arasını ayıran bir dönüm noktası olma özelliğini tescil ettiler. Hz. Peygamber’in Yesriblilerle karşılaşması, hicret esnası ve öncesinde Medine hakkında daha geniş bilgi için M. Hamidullah’ın İslâm Peygamberi ve M. S. Küçükaşcı’nın Câhiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn adlı eserlerinin ilgili bölümleriyle Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden “Hicret” ve “Muhammed” maddelerine başvurabilirsiniz. Resim 2.4 Hz. Peygamber’in hicret güzergahı (DİA, XVII, 458) 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 47 Özet Hz. Muhammed’in peygamberlikten önceki hayatının ana safhalarını tanımlayabilmek Hz. Peygamber 569 yılında Mekke’de doğdu. Babası Abdullah b. Abdülmuttalib Hz. Peygamber doğmadan önce vefat etti. Annesi, Âmine bint Vehb’dir. Dört veya beş yaşına kadar sütannesi Halime’nin yanında kaldı. Altı yaşında babasının Medine’deki mezarını ziyaretten Mekke’ye dönerken Ebvâ denilen yerde annesini kaybederek öksüz kaldı. Sekiz yaşında dedesi Abdülmuttalib vefat edince amcası Ebû Tâlib himayesini üstlendi. Bu sıralarda çobanlık yaptı ve ticaretle meşgul oldu. Mekke’de haksızlıkların önüne geçmek için kurulan Hilfü’l-fudûl cemiyetine üye oldu. Ticaret amacıyla Arap yarımadasının çeşitli yerlerinde düzenlenen fuarlara katılarak değişik ülke ve yörelerin insanlarını ve kültürlerini tanıma imkânı buldu. Yirmibeş yaşında Hz. Hatice ile evlendi. Bu evlilikten Kâsım, Abdullah, Zeynep, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma adlarında iki erkek dört kız çocukları dünyaya geldi. Otuz beş yaşında Kâbe hakemliği yaptı. Milâdî 610 yılında kırk yaşında kendisine peygamberlik verildi. Hz. Peygamber’in Câhiliye toplumunda sergilediği erdemli davranışları değerlendirebilmek Mekke’de Allah’ın birliğine dayanan tevhid inancının yerini şirk almış, tevhidin merkezi olan Kâbe putperestliğin merkezi haline gelmişti. Sosyal hayatın tamamında Câhiliye gelenekleri hâkimdi. İyilik, doğruluk, adalet ve hukuk gibi kavramlar bilinmekte ve az da olsa bu hususlara riayet eden insanlar var olmakla birlikte bu değerler toplumda etkin konumda değildi. Hz. Peygamber kırk yaşına kadar yaşadığı bu toplumda hak, hukuk, adalet, iyilik doğruluk, emanet ve emniyet gibi evrensel değerleri benimsedi. Etrafı kötülüklerin sardığı bir ortamda örnek bir insan olarak yaşadı. Tek başına da kalsa haktan ve doğruluktan ayrılmaması toplumda Muhammedü’lEmin adıyla anılmasını sağlamıştı. Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğe başlaması ve İslâm’ın Mekke dönemi üzerine fikir yürütebilmek Hz. Peygamber ilk vahiy geldikten sonra bir süre İslâm davetini gizli yürüttü. Daha sonra açıktan davete başladı. Mekkelilerin önemli bir çoğunluğu kabile asabiyeti, atalarının dinine ve geleneğe olan bağlılıkları, yeni dinin Mekke’nin ekonomik hayatında önemli bir yere sahip olan ticarete zarar verebileceği gibi sebeplerle Hz. Muhammed’in getirdiği dini kabul etmediler. Hz. Peygamber müşriklerin bütün engellemelerine rağmen İslâm’ı tebliğe devam etti. Getirdiği dinin temel inanç ilkelerinden taviz vermediği gibi, müşriklerin bu anlamdaki uzlaşma önerilerini reddetti. Mekke’de birçok kişi Müslüman oldu. Mekkelilerin baskısı karşısında Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine yüzden fazla Müslüman Habeşistan’a hicret etti. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber, akrabaları ve Müslümanlara sosyal ve ekonomik boykot uyguladılarsa da amaçlarına ulaşamadılar. Hz. Peygamber en büyük iki destekçisi amcası Ebû Tâlib ile eşi Hz. Hatice’nin vefatından sonra Taif’e gidip Sakîf kabilesi ileri gelenlerini İslâm’a davet etti. Taif yolcuğundan umduğunu bulamayan Hz. Peygamber, Mekke’ye tekrar döndükten sonra özellikle dışarıdan hac ibadeti için gelen kabileler arasında davet faaliyetine devam etti. Bu çerçevede bazı Medineliler Müslüman oldular ve Akabe’de Hz. Peygamber’e biat ederek hicret yolunu açtılar. Hz. Peygamber’in hicretinin sebep ve sonuçlarını öğrenebilmek Mekke’de İslâm’ı tebliğ için bütün imkânlarını kullanan Hz. Peygamber burada yapacağı bir şey kalmayınca hicrete karar verdi. Müslümanları Mekke’de karşı karşıya kaldıkları zor durumdan kurtarmak ve İslâm’ı daha serbest bir ortamda yaşamak için Medine’ye hicret gerekliydi. Hicret hem Müslümanlar, hem Medineliler, hem de Mekkeliler açısından önemli sonuçlar doğurdu. Müslümanlar izzetli bir şekilde dinlerini yaşama imkânı buldukları gibi tebliğin önündeki engeller ortadan kalktı. Hz. Peygamber’in Medine’ye gelişiyle şehirde barış ortamı sağlandı, Mekkelilerin Suriye taraflarına yaptıkları ticaretleri tehlikeye girdi. 1 2 3 4 48 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Hz. Muhammed’e peygamberlikten önce Mekke toplumunda sergilediği dürüst ve güvenilir kişiliğinden dolayı verilen ad aşağıdakilerden hangisidir? a. Ebü’l-Kâsım b. el-Emîn c. Tâhir d. Hanif e. Tâcir 2. Hz. Peygamber’in Hilfü’l-fudûl antlaşmasına katılma nedeni aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. Maddî gelir sağlama b. Kabile dayanışması c. İnsanların kınamasından çekinme d. Haktan, doğrudan ve mazlumdan yana olma erdemi e. Toplumda öne çıkma isteği 3. Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi Ukâz panayırında dinlediği, tevhid inancına vurgu yapan ve bir peygamberin geleceğini müjdeleyen konuşma aşağıdakilerden hangisine aittir? a. Hassân b. Sâbit b. Varaka b. Nevfel c. Kus b. Sâide el-İyâdî d. İmru’l-Kays b. Hucr e. Zeyd b. Amr 4. I. Hz. Peygamber’in Hz. Hatice ile evlenmesi II. Ebû Tâlib’in vefatı III. İsrâ ve mirâc IV. Habeşistan’a hicret Yukarıdaki olayların kronolojik olarak doğru sıralanması nasıl olmalıdır? a. I, III, II, IV b. I, IV, II, III c. II, III, I, IV d. III, I, II, IV e. IV, II, III, I 5. Hz. Peygamber, Birinci Akabe Biatından sonra İslâm’ı tebliğ için Yesrib’e aşağıdakilerden hangisini göndermiştir? a. Ebû Seleme el-Mahzûmî b. Es’ad b. Zürâre c. Erkam b. Ebü’l-Erkam d. Ca’fer b. Ebû Tâlib e. Mus’ab b. Umeyr 6. “Hüzün yılı” tamlaması aşağıdakilerden hangisi için kullanılır? a. Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib ile eşi Hz. Hatice’nin vefat ettiği yıl b. Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in vefat yılı c. Hz. Peygamber’in annesi Âmine’yi kaybettiği yıl d. Hz. Peygamber’in Tâif ’te taşlandığı yıl e. Hz. Peygamber’in vefat ettiği yıl 7. Müslümanların Habeşistan’a hicret sebebi aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. Hz. Peygamber’in Habeşistan’da bir örgüt kurmak istemesi b. Müslümanların Habeşistan’da ticaret yapmak istemesi c. Mekke’de Müslümanlara yapılan baskıların giderek artması d. Müslümanların Habeşistan’da daha zengin ve rahat bir hayat yaşamak istemesi e. Habeş hükümdarının Müslümanları davet etmesi 8. Mekkeli müşriklerin Hâşimoğullarına yönelik ambargosunun en önemli hedefi aşağıdakilerden hangisi dir? a. Mekke ticaretinin tümünü ele geçirmek b. Müslümanların hicret etmesini engellemek c. Diğer Arap kabilelerine gözdağı vermek d. Hâşimoğullarını Hz. Peygamber’e verdikleri desteği bırakmaya zorlamak e. Hâşimoğulları’nın hac ibadetinden aldıkları payı vermemek 9. Hz. Ömer’in Müslüman oluşuna kadar Hz. Peygamber İslâm’ı tebliğ faaliyetini aşağıdakilerden hangisinin evinde yürütmüştür? a. Ebû Eyyûb el-Ensârî b. Erkam b. Ebü’l-Erkam c. Hz. Ebû Bekir d. Mus’ab b. Umeyr e. Osman b. Affân 10. Cuma namazı ne zaman farz kılınmıştır? a. Mirâc gecesinde b. Boykot yılında c. Peygamberliğin onuncu yılında d. Hz. Peygamber Tâif ’e giderken e. Medine’ye Hicret sırasında 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 49 Okuma Parçası Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Kus b. Sâide El-İyâdî’nin Ukâz Panayırında Yaptığı Veciz Konuşma; “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz; dinlediklerinizi belleyiniz ve ondan faydalanınız, ders alınız. Gerçek şudur ki, yaşayan ölür; ölen yok olur. Olacak olur, yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini tutar. Sonra hepsi mahvolup gider. Olayların ardı arkası kesilmez, birbirini takip eder. Kulak veriniz, dikkat ediniz, gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var. Yeryüzü bir sarayın döşemesi, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, Allah’ın bir dini vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir; Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki, onun gelmesi pek yakındır. Gölgesi üzerinize gelmiştir. Ne mutlu o kimseye ki, ona inanıp doğru yolu bulur. Ne yazık o talihsize ki, ona karşı gelip isyan eder. Yazıklar olsun ömürleri gaflette geçenlere! Ey İnsanlar! Hani babalarınız ve dedeleriniz, hani süslü köşkler ve taştan evler yapan Âd ve Semûd kavmi? Hani dünya varlığına aldanıp da kavmine “Ben sizin en büyük rabbinizim” diyen Firavunlar, Nemrutlar! Onlar sizden daha zengin ve daha güçlü değiller miydi? Bu toprak onları değirmeninde öğütüp toz etti, yok etti. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor! Sakın onlar gibi etmeyin; onların yolundan gitmeyin. Her şey geçicidir. Kalıcı olan ancak Allah’tır ki, birdir, eşi ve benzeri yoktur. Tapılacak ancak O’dur. Doğmamış ve doğurmamıştır. Evvel gelip geçenlerden bizim ibret alacağımız şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yerleri yoktur. Büyük küçük, genç yaşlı herkes göçüp gidiyor. Giden geri dönmüyor. İyice anladım ki, herkese olan bana da olacaktır...” (Ahmed Cevdet Paşa (2006), s. 32-33). 1. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Gençliği” konusunu yeniden okuyunuz. 2. d Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Gençliği” konusunu yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Gençliği” kısmını yeniden okuyunuz. 4. b Yanıtınız doğru değilse ilgili konuları yeniden okuyunuz. 5. e Yanıtınız doğru değilse “Akabe Biatları” konusunu yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin Vefatı” konusunu yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “Habeşistan’a Hicret” konusunu yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Kureyş’in Boykotu” konusunu yeniden okuyunuz. 9. b Yanıtınız doğru değilse “İlk Müslümanlar” konusunu yeniden okuyunuz. 10. e Yanıtınız doğru değilse “Medine’ye Hicret” konusunu yeniden okuyunuz. 50 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Hz. Peygamber’in sütannesi Halime, sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeymâ İslâm dönemine ulaşarak Müslüman oldular. Hz. Peygamber ara sıra görüştüğü Halime’ye her zaman vefalı davranırdı. Her gördüğünde ayağa kalkarak “Anneciğim, anneciğim” diyerek hürmet ve muhabbet gösterir, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Sütannesinin Mekke’ye gelerek Benî Sa’d topraklarında ağır bir kıtlık ve kuraklık yaşadıklarını, birçok hayvanın telef olduğunu anlatması üzerine Hz. Peygamber Hz. Hatice ile konuşarak ona kırk koyun ve hem binek olarak hem de eşya taşımada kullanması için bir deve hediye etmişti. Sıra Sizde 2 Hilfü’l-fudûl’ün İslâm’dan önce ve sonra gerçekleştirdiği bazı faaliyetler şöyle sıralanabilir: Yemenli Zübeyd kabilesinden bir tüccar Mekke’ye mal getirmiş ve belirli bir fiyat karşılığında Mekke ileri gelenlerinden Âs b. Vâil es-Sehmî ile pazarlık yapıp malı teslim etmişti. Ancak Âs b. Vâil borcuna sadık kalmayıp oldukça düşük bir para teklif ederek satıcıyı oyalamış, daha sonrada borcunu inkâr ettiği gibi aldığı malları iade etmeye de yanaşmamıştı. Zor durumda kalan Yemenli tacir birçok kişiden yardım istediyse de kimi Âs b. Vâil’in düşmanlığından koktuğu kimi de onun dostluğunu kaybetmek istemediği için yardıma yanaşmadı. Sonunda Hilfü’l-fudûl mensupları topluca Âs b. Vâil’in yanına giderek Yemenli tüccarın alacağını tahsil ettiler. Yemenli bir tâcir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin ileri gelenlerinden Nübeyh b. Haccâc kızı zorla babasının elinden alıp evine götürdü. Adam çaresizlik içinde Kâbe’ye gidip “Yetişin ey Hilfü’l-fudûl mensupları, yardım edin!” diye bağırdı. Çok geçmeden hareket mensupları kılıçlarını çekmiş olarak geldiler ve Nübeyh’in elinde kızı kurtardılar. İslâm döneminde Erâş kabilesine mensup bir tacirin Mekke’ye getirdiği bir deve yükü malı satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. Hz. Peygamber tacirle birlikte Ebû Cehil’in evine kadar gitti ve sonucu merakla bekleyen müşrikin şaşkın bakışları arasında tacirin hakkını ondan aldı. Yemenli bir tüccarın malına oldukça düşük bir fiyat biçen Ebû Cehil diğer tüccarların da ondan alış veriş yapmasına engel oldu. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber üç deve yükü malı tacirin istediği fiyattan satın aldığı gibi, Ebû Cehil’i bularak Hilfü’l-fudûl’u hatırlattı ve aynı şeyi bir daha yapmamasını hatırlattı. Sıra Sizde 3 Ünlü hatipler yetiştiren İyâd kabilesine mensup Kus b. Sâide, Arap yarımadasında putlara tapmayan ve Hz. İbrahim’den gelen tevhid akidesine bağlı Hanîfler arasında yer alıyordu. O Ukâz’daki meşhur hitabesinde tek Allah inancına vurgu yapmış ve Hz. Muhammed de onun bu konuşmasını dinlemişti. Hicretten sonra Medine’ye gelen İyâd kabilesi heyetine Hz. Peygamber Kus b. Sâide’yi sormuş ve vefat ettiği haberini almıştı. Hz. Peygamber orada bulunanlara çok beğendiği bu konuşmayı hatırlatmıştı. Bunun üzerine orada bulunan ve Kus b. Sâide’yi o fuarda dinleyen Hz. Ebû Bekir hutbeyi ezbere okumuştu. Hutbeyi tekrar dinlemekten memnun kalan Hz. Peygamber Kus b. Sâide’yi rahmetle anmıştır. Sıra Sizde 4 Duhâ suresinin meâli şöyledir: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Kuşluk vaktine andolsun, karanlığı çöktüğü vakit geceye andolsun ki, Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. Muhakkak ki ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. Şüphesiz, Rabbin sana ihsanda bulunacak ve sen de hoşnut olacaksın. Seni yetim bulup da barındırmadı mı? Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da doğru yola iletmedi mi? Seni ihtiyaç içinde bulup da zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetimi ezme! Sakın isteyeni azarlama! Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.” (ed-Duhâ 93/1-11). 2. Ünite - İslâm’ın Doğuşu ve Mekke Dönemi 51 Yararlanılan Kaynaklar Ahmed Cevdet Paşa (2006), Peygamber Efendimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem, (nşr. M. E. Düzdağ), İstanbul. Algül, H. (2006). Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed, Ankara. Apak, A. (2006). Anahatlarıyla İslâm Tarihi I: Hz. Muhammed (s. a. v.) Dönemi, İstanbul. Avcı, C. (2008). Muhammedü’l-Emin: Hz. Muhammed’in Peygamberlik Öncesi Hayatı, İstanbul. Fayda, M. (2005) “Muhammed -Hayatı-”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 408-423, İstanbul. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (trc. Salih Tuğ), I, İstanbul. İbn Hişâm, (1955). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Musta - fa es-Sekâ v. Dğr.), I-II. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Ab - bas), I, Beyrut. Köksal, M. A. (1987), İslâm Tarihi, I-II, İstanbul. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in So - nuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Abdul - lah”, “Abdülmuttalib”, “Âmine”, “Ebû Tâlib”, “Emîn”, “Fâtıma bint Esed”, “Ficâr”, “Halime”, “Hatice”, “Hic - ret”, “Hilfü’l-fudûl”, “Mi’rac”, “Muhammed”, “Nesî”, “Tâif ” maddeleri. 3 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Peygamber’in Medine’deki dinî, siyasi ve sosyo-kültürel faaliyetlerini değerlendirebilecek, Müslümanların Mekke müşrikleri, Yahudiler, Hıristiyanlar ve komşu devletlerle ilişkileri hakkında fikir yürütebilecek, Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde vurguladığı ve hem Müslümanlar hem de bütün insanlık için önem taşıyan evrensel ilkeleri tanımlayabilecek, Hz. Peygamber’in vefatı sırasında Arap yarımadasında İslâm’ın durumu hakkında değerlendirmelerde bulunabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Muhacir ve Ensar, Gazve ve Seriyye, İslâm’a Davet Mektupları, Elçiler Yılı • Medine, Hayber, Tâif, Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Mûte, Tebük • Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza, Bizans İmparatorluğu, • Hudeybiye Antlaşması, Mekke’nin Fethi, Veda Hutbesi İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I İslâm’ın Medine Dönemi • HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE’DEKİ İLK FAALİYETLERİ • KUREYŞ MÜŞRİKLERİYLE İLİŞKİLER VE MEKKE’NİN FETHİ • DİĞER MÜŞRİK ARAP KABİLELERİYLE İLİŞKİLER • YAHUDİLERLE İLİŞKİLER • BİZANS ve DİĞER BAZI DEVLETLERLE İLİŞKİLER • ARABİSTAN’DA SİYASİ BİRLİĞİN SAĞLANMASI: ELÇİLER YILI • VEDA HACCI VE HZ. PEYGAMBER’İN VEFATI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HZ. PEYGAMBER’İN MEDİNE’DEKİ İLK FAALİYETLERİ Hicretle birlikte Hz. Muhammed Medine’de peygamberlik görevini yerine getirme ve İslâmiyet’i yaymak için uygun bir ortam buldu. Bundan istifadeyle Müslümanların gerek kendi aralarında gerekse Müslüman olmayan gruplarla birlik ve beraberlik içerisinde yaşamasını sağlamak üzere bazı dinî ve toplumsal düzenlemeler gerçekleştirdi. Müslümanların birbirleriyle kaynaşması için aralarında selâmı yaymalarını istedi. Neredeyse bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak İslâm ve iman uğruna Medine’ye hicret etmiş muhâcirler ile onlara evlerini açıp maddî imkânlarını paylaşan, Evs ve Hazrec kabilesine mensup olup ensar adı verilen Müslümanlar arasında ‘muâhât’ denilen kardeşlik antlaşması yaptı. Böylece muhacirlerin ihtiyaçları karşılandığı gibi Câhiliye dönemindeki kabile temeline dayalı kardeşlik anlayışının yerini din ve iman kardeşliği aldı. Hz. Peygamber Müslümanların bir araya gelip ibadet etmelerini ve İslâm’ı öğrenmelerini sağlamak için Mescid-i Nebevî’yi inşâ ettirdi. Mescidin bitişiğine Hz. Peygamber’in ailesi için odalar ilave edildiği gibi hem eğitim öğretim hem de kimsesizlerin barınması için Suffe adı verilen bölüm oluşturuldu. İbadet ile eğitim ve öğretim başta olmak üzere Hz. Peygamber’in hemen bütün faaliyetlerinin merkezi Mescid-i Nebevî idi. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde olduğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi reisinin idaresinde yaşıyordu. Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Benî Kaynuka’, Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç Yahudi kabilesi de burada ikamet ediyordu. Hz. Peygamber yukarıda işaret edilen muâhât ile Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı sağladıktan sonra Müslümanların ve Yahudi kabileleriyle henüz Müslüman olmamış Arapların şehirde barış ve güven içinde yaşamalarını sağlamak üzere Medine Vesikası adı verilen bir antlaşma yaptı. Medine’de Müslümanlar için bir pazaryeri yaptırdı; Bakı’ mevkiini de mezarlık için tahsis etti. Hz. Peygamber’in emriyle nüfus sayımı yapıldı. Medine’nin sınırları belirlenen belli bir alanı harem ilan edildi. İbadetler ve gündelik yaşamla ilgili bir takım düzenlemeler yapıldı. KUREYŞ MÜŞRİKLERİYLE İLİŞKİLER VE MEKKE’NİN FETHİ Mekke- Medine İlişkileri Mekke döneminde Hz. Peygamber kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapan Kureyşli müşriklere karşılık vermemiş, onlardan intikam alma yoluna gitmemiş, İslâm’ın Medine Dönemi Mekke’den Medine’ye hicret edenlere muhâcir (çoğulu muhacirûn/muhâcirîn), onlarla maddi imkânlarını paylaşarak yardımcı olan Medineli Müslümanlara da ensar denilir. Kur’an-ı Kerim’de “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenlerle bunları barındırıp yardım elini uzatanlar, işte onlar birbirlerinin gerçek dostlarıdır” (el-Enfâl 8/72) gibi birçok ayette muhâcirler ve ensardan övgüyle bahsedilir. 54 İslam Tarihi ve Medeniyeti I hakaret, işkence ve sıkıntılara maruz bırakılan Müslümanlara sabretmelerini tavsiye etmiştir. Bu dönemde inen ayetler de devamlı olarak sabır tavsiyesinde bulunmuştur. Hicretten sonra Medine’de başlayan yeni dönemin özellikle ilk yıllarının kendisine has ferahlıklarının yanında sıkıntıları da mevcuttu. Mekke müşrikleri Müslümanlara Medine’de de rahat vermiyorlardı. Medine’deki yerli halkın çoğunluğu samimiyetle Müslüman olmuşsa da içlerinde münafıklar da vardı. Şehir ve çevresinde yaşayan Yahudi kabileleri görünüşte antlaşmaya katılmışlardı, fakat hemen her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranışlar sergilemeye hazırdılar. Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef Medineli Müslümanlara gönderdikleri mektupta, Hz. Muhammed’i güven ve koruma altına alıp ona yardım etmelerinin utanılacak bir şey olduğunu, bu davranışlarından vazgeçmeleri gerektiğini, aksi takdirde bunun savaş sebebi olduğunu bildirdiler. Bu arada Medine’ye karşı bazı ekonomik baskı tedbirleri de almaya başladılar. Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının hicreti haberi Arabistan’ın hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberin davranış ve tepkilerini takip ediyor, hatta hicret etme imkânı bulamayan veya Müslümanlığını gizleyen kimseler de ortaya çıkacak gelişmeleri bekliyordu. Bu arada zulme maruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bulunmalarına izin veren ayet de indi. Medine döneminde Müslümanların can, mal, din ve namuslarını korumalarına imkân tanımak, zulmü önlemek ve İslâm’ın önündeki engelleri kaldırmak gibi temel sebeplerle cihada izin verilmiştir. İlgili ayet şöyledir: “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar ki, sadece” “bizim rabbimiz Allah’tır” dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar...” (el-Hac 22/39-40). Hz. Peygamber hicretten yedi ay sonraki (Mart 623) dönemden başlamak üzere bir yıla yaklaşan bir süre içinde, Medine’ye sığınmış bulunan Müslümanları Kureyşlilerin tehdidinden korumak, Müslümanların bir güç olduğunu onlara göstermek amacıyla Sîfülbahr Seriyyesi, Buvât Gazvesi, Ebva Gazvesi, Uşeyre Gazvesi vb. gibi sekiz kadar askerî operasyon gerçekleştirdi. Çoğuna kendisinin kumanda ettiği bu askeri birlikler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaşmışsa da herhangi bir baskın düzenlememiş, diğer kabile ve gruplara ait kervanları da rahatsız etmemiştir. Bu askerî hareketlerle esasen mücadele halinde olan Medine ile Mekke, savaş hükümlerinin yürürlükte bulunduğu bir dönemi yaşamaya başlamış ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar sürmüştür. Hicretten on yedi ay sonra (Ocak 624) Abdullah b. Cahş kumandasında Batn-ı Nahle’ye gönderilen seriyye Yemen’den dönen bir Kureyş kervanına, Mekke’nin güneyinde baskın yapmış, bir kişi öldürülmüş, iki esir alınmış ve bazı ganimetler ele geçirilmiştir. Bazı rivayetlerde asıl hedefinin istihbarat olduğu bildirilen bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermeyi hedeflemiştir. Bedir Gazvesi Başta Hz. Peygamber olmak üzere Mekkeli Müslümanların, on yıl boyunca zulüm ve işkencelerine maruz kaldığı, nihayet canlarını kurtarmak için taşınabilir hafif birkaç parça eşyalarını alarak kendilerinden kaçtığı Kureyşliler Müslümanların mallarını da servetlerine katarak yarımadanın güney ve kuzey istikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Hz. Peygamber, Ebû Süfyân’ın idaresinde Kureyşlilerden birçok kimsenin katıldığı büyük bir ticaret kervanına Suriye’den 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 55 dönerken Bedir’de baskın düzenlemeyi düşünerek harekete geçti. Ancak Ebû Süfyân Hicaz topraklarına girince Hz. Muhammed’in baskın teşebbüsünü öğrendi, yardım istemek üzere Mekke’ye adam gönderdi, kendisi de Bedir’den uzak kalıp az kullanılan sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, daha sonra kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine rağmen, Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e doğru hareket ettiler. Hz. Peygamber ve arkadaşları Kureyş ordusunun Mekke’den çıkıp Bedir’e geldiğini henüz bilmiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de Bedir’deki karşılaşmanın, iki tarafın beşerî planlarının ötesinde Allah’ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek Müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanının ise ikisinden de uzak bir yerde, sahil yolunda bulunduğu haber verilir (el-Enfâl 8/7, 42). 13 Mart 624 Cuma sabahı, 305 kişilik Müslüman kuvvetiyle, 1000 kişilik müşrik ordusu arasındaki savaşta Ebû Cehil dâhil yetmiş müşrik öldürüldü, yetmişi esir alındı. Müslümanlar ise on dört şehid verdi. Kur’an’da elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve Müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir (el-Enfâl 8/8-12; krş. Âl-i İmrân 3/123-127). Esirlere karşı iyi davranılmasını emreden Hz. Peygamber onlardan sadece ikisini, Ukbe b. Ebû Muayt ile Nadr b. Hâris’i vaktiyle Müslümanlara yaptıkları işkenceye karşılık ölüme mahkum etti, diğer esirlere yapılacak muamele konusunda da ashabın görüşünü aldı. Hz. Ebû Bekir’in teklifini benimseyerek esirler fidye karşılığı serbest bırakıldı. Bazı esirler karşılıksız, okuma yazma bilenler ise on Müslümana okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakıldı. Müşriklerden elde edilen ganimetler bir araya toplanarak savaşa katılanlar arasında eşit şekilde bölüşüldü. Bedir Gazvesi, Müslümanlara Arap yarımadasında büyük bir itibar kazandırmış ve Hz. Peygamber’e İslâmiyet’i tebliğ için geniş alanlar açmıştır. Savaşı kaybettiklerini büyük bir üzüntü ile öğrenen Mekkeliler ve Ebû Cehil’in yerine başkanlığa getirilen Ebû Süfyan Bedir’in intikamını almak için yemin etti. Uhud Gazvesi Bedir’de ağır bir yenilgiye uğrayan Kureyşliler Müslümanlardan intikam almak için reisleri Ebû Süfyân’a savaş hazırlıklarına hemen başlaması hususunda baskı yapıyorlardı. Bedir Gazvesi’ne sebep olan kervanın malları Dârünnedve’de muhafaza edilerek ve Müslümanlara karşı kullanılmak üzere Ebû Süfyân’ın emrine verilmişti. İntikam hisleri yanında, Müslümanların Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskınlar düzenlemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler, çevredeki dost ve akraba kabilelerden de yardım alarak 3.000 kişilik bir ordu topladılar ve Bedir Gazvesi’nden bir yıl sonra Medine’ye doğru yürüdüler. Hz. Peygamber, Câhiliye döneminin kin ve nefret duygularıyla Bedir’in intikamını almak isteyen Kureyş ile Medine dışında savaşmak istemiyordu. Ancak Bedir Gazvesi’ne katılmamış bazı gençler ile düşman ordusunun ekili arazi ve bahçelerini tahrip etmesine kızan ensardan bazılarının ısrarı üzerine Uhud’a gitmeye karar verdi. Yolda, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl 300 kadar adamı ile ordudan ayrılıp şehre geri döndü. Yanında kalan 700 sahabesiyle Uhud dağı eteklerine gelen Hz. Peygamber, arkasını emniyete almak için Ayneyn tepesine elli okçu yerleştirdi ve onlara, savaşın seyrine bakmaksızın kendisinden bir emir gelmedikçe yerlerinden ayrılmamalarını emretti. İki ordu 23 Mart 625 Cumartesi günü karşılaştı ve Müslümanlar başlangıçta Kureyşlileri püskürtüp çekilmeye mecbur bıraktılar. Düşmanın boMedine’nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasabadır. Bedir’de her yıl zilkade ayının başından itibaren sekiz gün devam eden büyük bir panayır kurulurdu. Halkının büyük bölümü burada konaklayan kervanlara hizmet eden ve hayvancılıkla geçinen bedevîlerdi. Münafıklar, Müslümanlardan gözüktükleri halde gerçekte Müslüman olmayan ve her fırsatta İslâm aleyhine bozgunculuk yapan kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’de münafıklara dair Münâfikûn adlı müstakil bir sûre yer aldığı gibi çeşitli sûrelerde onlarla ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. Bu grubun başını çeken Abdullah b. Übey b. Selûl, Hazrecliler’in reisi olup Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki savaşların sonunda Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere anlaşmaya varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle bu gerçekleşmemiş ve bu sebeple hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir. Şehirde yaşayan Yahudiler ile Mekke’deki müşrikler de onun bu düşmanlığını tahrik ediyordu. Abdullah b. Übey’le birlikte diğer münafıklar, hemşehrilerine muhacirlere hiçbir şekilde destek olmamalarını tavsiye ederek onların şehirden ayrılmalarını sağlamak istiyordu. 56 İslam Tarihi ve Medeniyeti I zulup kaçmaya başladığını gören okçular, kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in bütün ısrarlarına rağmen emir dinlemeyip yerlerinden ayrılarak ganimet peşine düştüler. Ayneyn tepesinin stratejik önemini tıpkı Hz. Peygamber gibi takdir eden Kureyş ordusunun süvari birliği komutanı Halid b. Velid, Müslüman okçuların yerlerinden ayrıldığını görünce, savaşın kaderini değiştirecek bir hamle ile yerinde kalan birkaç okçuyu şehid ederek İslâm ordusuna arkadan saldırdı. Müslümanların lehine gelişen savaşın kaderi değişti ve başta Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza olmak üzere yetmiş Müslüman şehid oldu. Hz. Peygamber miğferinin halkaları iki şakağına battığı için yüzünden yaralandı, alt dudağı kanadı ve dişi kırıldı. İslâm Peygamberi’nin öldürüldüğüne dair yalan bir haberin yayılması üzerine çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilerek Hz. Peygamber’in; müşrikler ise Ebû Süfyân’ın etrafında toplandılar; iki ordu birbirinden ayrıldı ve savaş sona erdi. Kureyş müşrikleri Bedir’in intikamını aldıklarını hissettiler; Hz. Muhammed’i öldürememişlerdi ama onun yakın akrabası, amcası Hz. Hamza’yı şehid etmişlerdi. Şayet Müslümanlar tıpkı Bedir gibi Uhud’da da Kureyşlilere büyük bir darbe indirmiş olsalardı, Hz. Peygamber’ın esas hedefine ulaşması, Kureyş’i İslâm’a kazandırması belki de çok zorlaşacaktı. Çünkü bu durumda Cahiliye zihniyetinin beslediği kin ve intikam duyguları daha canlı bir şekilde yaşamaya devam edecek, mesela Hudeybiye Antlaşması’nın sağladığı imkânlar gerçekleşmemiş olacaktı. Uhud Gazvesi’nden Medine’ye dönen Hz. Peygamber ertesi gün, Kureyşlilerin geri dönüp Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Bunun üzerine hem muhtemel bir baskını önlemek hem de Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek üzere Kureyş ordusunu takip etmeye karar verdi ve Uhud’a katılanlardan 500 kişilik bir kuvvetle, Medine’ye 8 mil uzaklıktaki Hamrâülesed’e kadar gitti. Durumu öğrenen Kureyşliler Medîne’ye dönmekten vazgeçip Mekke’ye gittiler. Burada beş gün kalan Hz. Peygamber 2 Nisan 625 tarihinde Medine’ye döndü. Uhud Gazvesi hakkında Kur’an-ı Kerim’de ayet var mıdır, araştırınız. Hendek Gazvesi Kureyşlilerin Medine’ye karşı son saldırı çabası olan Hendek Gazvesi, düşmanın saldırısından korunmak için Medine’nin etrafına hendek kazılması sebebiyle bu adla anılmıştır. Bu gazveye, düşman güçleri Kureyş’ten başka Gatafan, Fezâre, Süleym, Kinâne ve Sakîf gibi çeşitli Arap kabileleri ile Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza Yahudilerinin ittifakıyla oluştuğu için gruplar, zümreler anlamında ‘Ahzâb’ Gazvesi de denilmiştir. Daha önce Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudilerinin tahrikleriyle oluşturulan müttefik güçlerin sayısı 10.000-12.000, kumandanı da Ebû Süfyân’dı. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber ashabıyla yaptığı istişare sonucunda savunma savaşı yapmaya ve Selmân-i Fârisî’nin tavsiyesiyle Medine’nin, süvari birliklerinin saldırısına açık bulunan kuzey kısmında hendek kazılmasına karar verdi. Yaklaşık 5,5 km. uzunluğundaki hendek, 3000 kişilik İslâm ordusu tarafından bir haftalık süre içinde tamamlandı. Düşman askerinin sayıca üstünlüğünü göz önüne alan Hz. Peygamber, kan dökülmesini de istemediği için bir meydan savaşı yapılmasını doğru bulmadı. Kadın ve çocukların kale ve hisarlara yerleştirilmesini emretti, ordunun arkası dağa, ön tarafı da hendeğe bakacak şekilde Sel’ dağının eteklerine karargâhını kurdu. Hendeğin derin olmayan zayıf noktaları ile 1 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 57 bazı geçiş yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Onun Kureyş’e karşı uyguladığı strateji, Müslümanların gücünü göstermek, ticaret yolu dolayısıyla onların kendisine muhtaç olduklarını hissettirmek, İslâm Dini’nin ve Medine’deki yeni oluşumun varlığını kendilerine benimsetmekti. Medine çevresine gelen Kureyşliler daha önce Arabistan’da bilinmeyen hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Kuşatma sırasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. İslâm ordusu, bir yandan düşmanların başka noktalardan şehre sızmasına engel olmaya, bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Bir ara Kureyş süvarilerinden birkaçı hendeğin dar bir yerinden İslâm ordusunun bulunduğu tarafa geçti. Bunlardan biri Araplar arasında cesaret ve kahramanlığıyla bilinen Amr b. Abdüved idi. Amr teke tek mücadele olan mübarezeye bir savaşçı istedi. Karşısına henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali çıktı. Hz. Peygamber Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenler de geri çekilmek zorunda kaldılar. Yirmi gün kadar süren kuşatma sırasında bazı küçük çatışmalar olmuşsa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Şiddetli bir fırtınadan sonra çadırları alt üst olan Kureyşlilerin morali bozuldu, kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye dönmeye mecbur kaldılar (Nisan 627). İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı Müslüman şehid oldu; sekiz düşman askeri öldürüldü. Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara maruz kalmış, kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında bir gün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin hep birden kılmak zorunda kalması onun ve ashabının çok zor şartlar altında mücadele verdiklerini gösterir. Bu savaşa adını veren Ahzâb sûresinde Müslümanların müttefik ordular karşısında kapıldıkları korkudan bahsedilerek bunun bir iman sınavı olduğu belirtilmiş, Allah’ın Müslümanları görünmeyen ordularla desteklediği ifade edilmiştir (el-Ahzâb 33/9-12, 25). Hendek Gazvesi ile müşriklerin Hz. Peygamber’i ve Müslümanları ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de başarısızlıkla sonuçlandı. Düşmanın başarısız olmasında Hz. Peygamber’in Yahudiler ile onların müttefiği olan Arap kabilelerinin arasını açmak üzere uyguladığı siyaset ve diplomasinin yanında derin bir istihbarat çalışması yapmasının da önemli rolü olmuştur. Hz. Peygamber’in bu savaş sırasında düşman ittifakını bozmak için başvurduğu tedbirlerden biri Nu’aym b. Mes’ûd ile ilgilidir. Benî Eşca kabilesinin reisi olan Nu’aym yeni Müslüman olmuş, ancak bunu henüz kimse duymamıştı. Nu’aym, Hz. Peygamber’in isteği üzerine ayrı ayrı Benî Kurayza ve Kureyş’e giderek birbirleri aleyhine kışkırttı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilaf Benî Kurayza Yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu. Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Peygamber savaş stratejisini gözden geçirdi. Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan erken davranıp hücum etmenin gerekli olduğu görüldü. Bu doğrultuda Benî Kurayza üzerine sefer düzenlendi. 58 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hudeybiye Antlaşması Hz. Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar, dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacıyla ayrılmak zorunda kaldıkları vatanlarını çok özlüyor, inen çeşitli ayetlerin de vurguladığı gibi tevhid inancının yeryüzündeki mâbedi Kâbe’yi ziyaret etmeyi şiddetle arzu ediyorlardı. Hz. Peygamber rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke’ye gitmeye ve umre ziyareti yapmaya karar verdi, ashabına da umre için hazırlanmalarını emretti. Medine’nin mîkât yeri olarak belirlediği Zülhuleyfe’de ihrama girerek yanlarına sadece yolculuk silâhı alan 1400-1500 kadar sahabeyle Mart 628 tarihinde Medine’den hareket etti. Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Durumdan haberdar olan Kureyşliler, niyetlerini öğrenmek ve kendilerine engel olmak maksadıyla Halid b. Velîd’in kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevketti. Hz. Peygamber de geliş amacını anlatmak üzere Kureyşlilere Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Ancak elçi çok kötü bir şekilde karşılandı; hatta öldürülmek istendi. Bunun üzerine Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Kureyşliler arasında birçok akrabası bulunan Hz. Osman’ı gönderdi. Kureyşliler Osman’a, Müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini, ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Osman “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf etmem” diyerek bu teklifi reddedince onu tutukladılar. Bu gelişme, Hz. Peygamber’e, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Habere son derece üzülen Hz. Peygamber, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair ashabından biat aldı. Bu biata Fetih süresinde belirtildiği üzere Harita 3.1 Kaynak: Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamberin Savaşları, s. 496. Hac ve umre için Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen Müslümanların Mekke’ye belirli mesafede bulunan ve mîkat adı verilen bazı noktalarda ihrama girmeleri gerekir. Medinelilerin mîkatı şehrin güneybatısında Mescid-i Nebevî’ye 11 km. mesafedeki Zülhuleyfe olup Mekke’ye en uzak mîkat yeridir. Diğer yerler ise Şam, Mısır ve Mağribliler için Cuhfe, Necidliler için Karnülmenâzil ve Yemenliler için de Yelemlem’dir. Karnülmenâzil hizasında bulunan Zâtüırk ise Irak yönünden gelenlerin mîkatıdır. 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 59 (48/18) Allah’ın razı olduğu biat anlamında Bey’atürrıdvan, ‘semure’ denilen bir çeşit çöl ağacının altında yapıldığı için ‘el-Bey’atü’ş-şecere’, biat eden sahabelere de ağaç altında biat edenler anlamında ‘Ashâbü’ş-şecere’ adı verilmiştir. Kureyşliler, Müslümanların Hz. Muhammed’e bağlılıklarını ve onun emriyle ölümü göze alacaklarını ortaya koyan kararlılıklarını öğrenince telâşa kapıldılar. Önce Hz. Osman’ı serbest bıraktılar, sonra da Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti barış yapmak üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra bir antlaşma kaleme alındı. Söz konusu antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde üç gün kalabileceklerdi. Mekkeli biri Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den biri Mekke’ye kaçarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dâhil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak, iki taraf hâkimiyeti altındaki toprakları ticaret kervanlarının geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktı. Diğer Arap kabileleri istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı. İlk bakışta Müslümanların aleyhine gibi görünen ve bu yüzden ashabın tepki gösterdiği antlaşmada Hz. Peygamber’in hedefi Hendek Gazvesi’nde Medine’yi muhasara eden düşman ittifakını parçalamaktı. Nitekim o, bu antlaşma ile Kureyş’in Hayber Yahudileri ve Gatafân kabilesine karşı tarafsızlığını sağlamış, Hudeybiye dönüşünde Hayber üzerine yürüme imkânını elde etmiştir. Diğer taraftan o güne kadar Müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul etmiş oldular. Bu sonuç hem müşrik hem de Müslüman olan kabilelerin Hz. Peygamber’le temas kurmalarını kolaylaştırmış, İslâm davetinin kendilerine kolayca ulaşmasını sağlamıştır. Nitekim İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya devam etti; öyle ki Hudeybiye anlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki sayıyı aştı. Ayrıca çevre ülkelerin devlet başkanlarına İslâm’a davet mektupları gönderilmesi mümkün hale geldi. Bu münasebetle inen Kur’an-ı Kerim’in 48. sûresi Fetih sûresi adıyla anılmış ve sözü edilen antlaşma Allah’tan gelen bir fetih ve ilahî yardım olarak nitelendirilmiştir (el-Feth 48/1, 3). Hz. Peygamber ve sahabelerin ertesi yıl Kâbe’yi ziyaret etme imkânı bulup bulmadıklarını araştırınız. Mekke’nin Fethi Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir ile Huzâalılar arasında Câhiliye döneminden beri devam edegelen kan davası Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Bekiroğulları Kureyşlilerden de destek alarak Huzâalılara bir gece baskın düzenlemiş ve kabilenin reisi ile bazı mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den yardım istediler. Aslında Huzâalılar Hz. Muhammed’e ve onun tebliğ ettiği dine başlangıçtan itibaren sıcak bakmış, Müslümanlara özellikle istihbarat alanında önemli yardımları olmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na kadar onların tamamı İslâmiyet’i benimsemişti. Hz. Peygamber Kureyşlilere bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlâl edilmiş olması sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler hem 2 60 İslam Tarihi ve Medeniyeti I diyet ödemeyi hem de Bekiroğulları’yla olan ittifakı bozmayı reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü. Hz. Peygamber, sefer hazırlıklarına başlarken Müslüman kabilelerin bir kısmının Medine’de toplanmasını istedi, bir kısmının da yolda orduya katılmasını emretti. Ayrıca Mekke yollarını kapattı, Medine’den çıkışı da yasakladı. Askerî harekâtın hedefini gizli tuttuğundan mîkat yeri Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek yola devam etti ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. 10.000 kişilik İslâm ordusunun Mekke kapısına dayandığını öğrenen Kureyşliler Ebû Süfyân başkanlığındaki bir heyeti Hz. Peygamber’e gönderdiler. Heyeti bir gece karargâhında tutup ordusunun resmigeçidini seyrettiren Hz. Peygamber onları Müslüman olmaya çağırdı. Böyle bir orduyla savaşmayı göze alamayan Ebû Süfyân ve heyet üyeleri İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Ebû Süfyân Kâbe’nin avlusunda toplanan Kureyşlilere kendisinin Müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını, Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etti. Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini kararlaştıran Hz. Peygamber kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra hareket emri verdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber etrafındaki muhacirle ve ensarla birlikte, Allah’a hamd ve şükürler ederek şehrin yukarı kısmından Mekke’ye girdi, Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (11 Ocak 630). Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber Hacer-i Esved’i selamlayıp öptü ve Kâbe’yi tavaf etti. Yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini; hac ve Kâbe idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikâye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini, hicâbeyi Osman b. Talha’nın sikâyeyi de amcası Abbas’ın elinde bıraktığını belirtti. Arkasından umumi af ilan etti. Hz. Peygamber cezalandırma fırsatı eline geçtiği halde, yirmi yıldır kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapmış Kureyşlileri affederek insanlık tarihine malolmuş büyük bir bağış ve merhamet örneği gösterdi. Fetih günü, aynı zamanda gerçek bir ‘merhamet günü’ oldu. Kimsenin malına dokunulmadı ve esirler serbest bırakıldı. Sadece Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlık yaptıkları için daha önce can güvenlikleri kaldırılanlardan üç kişi öldürüldü. Öte yandan fetih sırasındaki kayıplar da 10.000 kişilik bir askerî harekât dikkate alındığında sınırlı sayıda idi: Şehrin güneyinden giren Halid b. Velîd kumandasındaki birliklere direniş gösteren yirmi civarında müşrik ölmüş, iki veya üç Müslüman da şehid olmuştu. Hz. Peygamber, Tevhid inancının sembolü olan Kâbe’nin içindeki ve çevresindeki putları ve diğer şirk alâmetlerini temizlettikten sonra Kâbe’nin içinde iki rek’at namaz kıldı. Bilâl-i Habeşî’den Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumasını istedi. Bilâl’ın ezanından sonra Kureyşliler, kadınlı erkekli Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek Müslüman oldular. Safvân b. Ümeyye gibi süre isteyenlere de dört ay mühlet verildi. Fetihten sonra bir süre daha Mekke’de kalan Hz. Peygamber Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin edip Muâz b. Cebel’i de yeni Müslüman olanlara Kur’an’ı ve dinî esasları öğretmekle görevlendirdikten sonra Hevâzin kabilelerine karşı aşağıda bahsedilecek olan Huneyn Gazvesi’ni gerçekleştirdi. Ardından muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, Hicaz bölgesinde İslâm’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı. Nasr sûresine ad olan yardım anla- 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 61 mındaki ‘nasr’ kelimesi bütün Araplara üstün gelmeye, aynı sûredeki ‘feth’ kelimesi de Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Aynı şekildeHadîd sûresinin 10. âyetindeki fetih kelimesi de Mekke’nin fethine işaret etmekte, İbrâhim sûresinin 13-14. ayetlerinde de Mekke’nin fethedilere Müslümanların oraya döneceği haber verilmektedir. Fetih sûresi de Hudeybiye’ye, dolayısıyla Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Hz. Peygamber Mekke’de kaldığı süre içinde bazı sahabeleri şehrin çevresindeki kabilelere ait putları yıkmak üzere görevlendirdi. Yıkılan putlar arasında Menât, Süvâ’ ve Uzzâ da bulunuyordu. Ardından yine şehre yakın bazı kabileleri İslâmiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenledi. Mekke’nin fethinin İslâm fetihleriyle ilişkisinin olup olmadığını araştırınız. Hz. Ebû Bekir’in Hac Emîri Tayin Edilmesi ve Müşriklere Son Çağrı Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi Müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslâm’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı Müslümanların müttefikiydi. Mekke fethinden sonra, Hz. Peygamber, hicretin 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca’dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i hac emîri tayin ederek 300 kadar sahabe ile Mekke’ye gönderdi. Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe sûresinin başından itibaren yirmi sekiz ayet nâzil oldu. Hz. Peygamber, bu ayetlerin hükümlerini tebliğ için Hz. Ali’yi görevlendirdi. Çünkü Arap geleneğine göre antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden biri söz sahibi olabilirdi. Hz. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplanan insanlara, Tevbe sûresinin müşriklere ‘ihtar’ mahiyetindeki ilk ayetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir. Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır”. Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile Müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi Müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmâil’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı sûrenin 29. ayetiyle başta Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslâmî anlayış uygulamaya konuldu. 3 62 İslam Tarihi ve Medeniyeti I DİĞER MÜŞRİK ARAP KABİLELERİYLE İLİŞKİLER Recî’ Vak’ası Uhud Gazvesi’nden birkaç ay sonra Adal ve Kâre kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelip Hz. Peygamber’tan kendilerine İslâmiyet’i öğretecek sahabeler göndermesini istediler. Hz. Peygamber’in gönderdiği on kişilik heyet Mekke ile Usfân arasında Recî’ suyu yanında konakladı. Bu sırada Lihyânoğulları’ndan 100 kadar silâhlı bir grup, Müslümanlara baskın düzenledi (Temmuz 625). Yedi sahabe şehid edildi, kalan üç kişiden Abdullah b. Târık yolda öldürüldü, Hubeyb b. Adî ile Zeyd b. Desine Kureyş’e satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet sonra bu iki sahabiyi de işkenceyle şehid ettiler. Bir savaş sebebi teşkil eden bu saldırı ve katliam dolayısıyla Hz. Peygamber 200 kişilik bir kuvvetle Lihyanoğulları üzerine sefer düzenledi. Ancak İslâm ordusunun gelişini haber alan Lihyanoğulları dağlara çekilmiş olduklarından Hz. Peygamber iki gün onların topraklarında kaldıktan sonra geri döndü. Bi’rimaûne Faciası Recî’ Vak’ası’ndan kısa bir süre sonra (Temmuz 625) Âmir b. Sa’saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’den İslâmiyet hakkında bilgi aldı. Kendisi Müslüman olmamasına rağmen kabilesine İslâm’ı anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber, gönderilecek kimselerin can güvenliği konusunda kesin söz aldıktan sonra Kur’an’ı iyi bilen çoğu ensar ve ehl-i Suffe’den 70 (veya 40) kişilik bir grubu Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında gönderdi. Başka bir rivayete göre ise bu heyet, Müslüman olduğunu söyleyen Zekvân, Usayye, Ri’l ve Lihyân kabilelerinin düşmanlarına karşı Hz. Peygamber’den yardım istemeleri üzerine gönderilmiştir. Heyet, Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’rimaûne’ye gelince hayatlarını garanti eden Âmir b. Mâlik’in öldüğünü haber alınca orada bir süre bekledi. Müslümanlara karşı kin duyan Âmir b. Mâlik’in yeğeni Âmir b. Tufeyl’in kışkırtmasıyla civardaki kabilelerden meydana gelen bir grup, üç kişi hariç heyet mensuplarını öldürdü. Kurtulanlardan Münzir b. Muhammed de bir süre sonra şehid edildi. Bu çok acı olayı vahiy yoluyla öğrenen ve ashabına haber veren Hz. Peygamber, hiçbir felaket karşısında hissetmediği derecede elem duymuş ve otuz veya kırk gün süreyle sabah namazında bu faciaya yol açanlara beddua etmiştir. Bi’rimaûne faciasına sebep olan Benî Âmir’in cezalandırılması amacıyla Hz. Peygamber, Şücâ b. Vehb komutası altında yirmi dört kişilik bir kuvveti Temmuz 629’da onların üzerine gönderdi. Ani bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber çok sayıda hayvan ele geçirildi. Ancak kadınlar ve onları istemeye gelen kabile mensupları Müslüman oldukları için serbest bırakıldı. Müreysî’ (Benî Mustalik) Gazvesi Başından beri Müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan ve daima Kureyş’in yanında yer almış bulunan Mustalikoğulları reisi Hâris b. Ebû Dırâr çevredeki kabileleri de kışkırtarak Medine’ye saldırmak üzere asker toplamaya başlamıştı. Onun bu faaliyetinden haberdar olan Hz. Peygamber, Şâban-Ramazan 5 (Ocak-Şubat 627) tarihinde Benî Mustalik ile savaşmaya karar vererek 30’u süvari 700 kişiden oluşan bir kuvvetle sefere çıktı. Durumun öğrenilmesi üzerine Mustalikoğulları’nın yanında toplanan kabileler dağılmaya başladı. Müreysî suyunun yanına gelindiğinde kabile mensupları İslâm’a davet edildi. Onların ok atmak suretiyle cevap vermesi üzerine savaş başladı ve Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlandı. Birçok insan 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 63 yanında çok sayıda mal ve hayvan ganimet olarak alındı. Hz. Peygamber esir ve ganimetleri paylaştırdı. Bu esnada kabile reisinin kızı Cüveyriye Müslüman oldu. Hz. Peygamber azat ettiği Cüveyriye ile evlendi. Bu evlilik üzerine bütün Müslümanlar ellerindeki esirleri serbest bıraktı. Gelişmelerden çok memnun olan Mustalikoğulları, başta kabile reisi Hâris olmak üzere topluca İslâm’a girdi. Benî Müstalik Gazvesi’nden Medine’ye dönüldükten sonra münafıkların dedikoduları yüzünden Hz. Peygamber’i, Hz. Âişe’yi ve Müslümanları üzen İfk Hadisesi hakkında bilgi edininiz. Huneyn (Hevâzin) Gazvesi Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber’i meşgul eden kabile topluluklarından biri de Hevâzinlilerdi. Birçok kola ayrılan Hevâzin, Mekke ile Necid arasında ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgelerde yaşıyordu. Kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakîfliler Tâif ’te bulunuyordu. Hevâzin kabile topluluklarıyla Kureyş arasında ticarî münasebetlerin de tesiriyle Câhiliye döneminden beri süregelen düşmanlık, Kureyş kabilesinden olan Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği İslâm’a da yönelmişti. Kabilenin bazı kolları Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlâl ettiklerinden Hz. Peygamber onlar üzerine bazı küçük seriyyeler göndermişti. Ancak kin ve düşmanlıkları artarak devam ettiği için Hevâzinliler, Mekke fethi sırasında Hz. Peygamber’ın Kureyş’ten sonra en önemli hedeflerinden biri haline gelmişti. Mekke’de bulunduğu sırada Hz. Peygamber, ele geçirilen bir casustan Hevâzinliler’in kadın, çocuk, mal ve hayvanlarını yanlarına alarak top yekün bir savaşa girişmek üzere toplandıklarını öğrendi. Diğer taraftan Sakîfliler de, Tâif yolu üzerindeki Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinliler’e katıldılar. Hevâzin ordusunun kumandanlığını otuz yaşlarındaki Mâlik b. Avf en-Nasrî yapıyordu. Hz. Peygamber, Mekkeli Müslümanlardan yeni katılan 2.000 kişi ile birlikte asker sayısı 12.000’e ulaşan ordusuyla 27 Ocak 630 tarihinde yola çıktı. 1 Şubat 630 Perşembe günü Evtâs’a yönelen Müslümanların Halid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğini Huneyn vadisinde pusu kuran Hevâzinlilerin oka tutmasıyla savaş fiilen başladı. Havanın karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerini tesbit etmek mümkün olmadı. Bunun yanı sıra ürken atların ve develerin meydana getirdiği karışıklık ve panik havası öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Öyle ki, Hz. Peygamber’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’an-ı Kerim’de bozgunun sebebi, Müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam gerçekleşmemesine bağlanmış, fakat acı tecrübeden sonra Allah’ın manevî desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu Hz. Peygamber’in uyarısı, cesur ve kararlı müdahalesiyle kısa zamanda toparlandı, şiddetli bir savaştan sonra zafer kazanıldı. Hevâzinlilerin büyük bir kısmı kumandanlarıyla birlikte Tâif’e, bir kısmı da Evtâs’a sığındı, geri kalanları Nahle’ye kaçtı. Bu savaşta dört Müslümanın şehid olurken, düşman askerinden de meşhur şair ve cengâver Düreyd b. Simne’nin de aralarında bulunduğu 70 kişi öldü. Tâif Kuşatması Huneyn Savaşı Müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslâm karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslâm’a karşı olan tavrını zaman zaman küs4 64 İslam Tarihi ve Medeniyeti I tahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve Müslümanları hicveden şairler, İslâmiyet’in aleyhine çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif ’e sığınıyordu. Hz. Peygamber Huneyn Savaşı’nın hemen ardından kendisinin başında bulunduğu bir askerî güçle Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Bir taraftan da başka yerlere kaçanların takibi için askerî birlikler düzenledi. Nitekim Evtâs’a gönderilen birlik Hevâzinlilerle yaptığı savaşta galip geldi, burada ele geçirilen ganimetler ve esirler de diğerleriyle birlikte Ci’râne’ye götürüldü. Hz. Peygamber Tâif ’e hareketinden önce Tufeyl b. Amr ed-Devsî’yi Mekke ile Yemen arasındaki Zülkeffeyn putunu yıkmak için gönderdi ve ondan kabilesinin Tâif Gazvesi’ne iştirakini sağlamasını istedi. Ardından Halid b. Velîd’i öncü birliklerin başında Tâif üzerine sevk etti. Halid’den sonra Tâif ’e ulaşan Hz. Peygamber kalelerine sığınan Sakîflileri ve Hevâzinlileri bir ay kadar muhasara etti. Tâif ’in müstahkem surları ve Sakıflilerin savunma teknikleri sebebiyle başarı sağlanamadığını gören Hz. Peygamber, başta mancınık olmak üzere çeşitli savaş tekniklerini ilk defa burada uyguladı. Ancak Tâiflilerin bir yıl kadar yetecek erzakları olması ve kalelerini iyi savunmaları üzerine bazı sahabelerle yaptığı istişarenin ardından kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. 630 yılı Şubat ayının ilk günlerinde başlayan Tâif kuşatmasında on bir sahabe şehid oldu. Ci’râne’de Ganimetlerin Taksimi Hz. Peygamber Tâif ’ten sonra Ci’râne’ye döndü ve Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetleri burada taksim etti. Mekke fethinden sonra Müslüman olmak için dört ay süre isteyen ve kaynaklarda müellefe-i kulûb diye anılan bazı Kureyşlilere gönüllerini İslâm’a ısındırmak için daha fazla hisse verdi. Bu sırada Hevâzinlilerden gelen bir heyet Müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının kendilerine iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber kendilerine esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını istedi. Onlar esirlerini tercih edince ashabın rızasını alarak isteklerini yerine getirdi. Bedevîlerden bazı Müslümanlar ellerindeki esirleri vermek istemediler. Hz. Peygamber kazanılacak ilk zaferde daha fazla hisse vereceğini vaat ederek onları ikna etti. Bu arada Hz. Peygamber’in müellefe-i kulûba fazla hisse vermesi, onun Kureyşlilere iltimas yaptığı, hatta Mekke’de kalıp ensarı terkedeceği yolunda bazı söylentilere sebep oldu. Bunun üzerine ensarı toplayan Hz. Peygamber müellefe-i kulûba niçin fazla hisse verdiğini anlattı, ayrıca ensarın faziletini dile getirerek daima ve her şartta onlarla birlikte olacağını söyledi. Yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan ensar üzüntülerini dile getirip kendisinden razı olduklarını söylediler. Hz. Peygamber Ci’râne’de ihrama girip Mekke’ye gitti; umreden sonra Medine’ye döndü. Bazı Bedevî Kabilelerin Tutumu Çok sayıda Arap kabilesinin Müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ve çeşitli kolları ile Hanîfe ve Esed gibi bedevî kabileleri arasında İslâmiyet’in tamamen yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşman olan ‘a’râb’ denilen bedevîler eleştirilmiş, onların büyük çoğunluğunun takındığı olumsuz tavırlara temas edilmiştir. Bedevîler Hendek Gazvesi’nden itibaren İslâmiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı (el-Ahzâb 33/20). Hz. Peygamber umreye giderken (628) Cüheyne, Müzeyne, Eşca’ ve Eslem gibi Medine çevresinde yaşayan bedevîlere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş, fakat onlar İslâm’a ve Hz. Peygamber’e bağlılıklarını tam olarak sindiremediklerinden iştirak etmemiş, umreden sonrada özür dilemek zorunda kalmışlardı (bk. el-Feth 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 65 48/11-12, 16). Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da olmuştu (bk. et-Tevbe 9/90, 97, 101, 120). Bedevî Gatafânoğulları’nın çeşitli kolları 624 yılından itibaren Medine çevresinde çeşitli yağmalama ve öldürme olaylarına karışmış, bu kabilenin İslâmlaşması ancak elçiler yılında (9/630-631) sathî bir şekilde gerçekleşmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından sonra Fezâre kolunun reisi Uyeyne b. Hısn irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî ile birleşti. Büyük çoğunluğu bedevî hayatı yaşayan Benî Hanîfe de İslâmiyet’ten uzak durmaya çalıştı. Bu kabilenin Seleme b. Hanzale başkanlığındaki heyeti 631 yılında Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Ancak siyasî ve ekonomik emellere sahip bu kabile mensupları, Hz. Peygamber’in rahatsızlığı esnasında, Hz. Muhammed’in peygamberliğe kendisini de ortak ettiği yalanını ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb’ın etrafında toplanarak irtidat etti. Öte yandan Benî Esed Uhud Gazvesi’nden sonra Hz. Peygamber ve Müslümanların güç kaybettiklerini düşünerek Medine’ye ani bir saldırı yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında da Tuleyha b. Huveylid kumandası altında bir birlikle düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. 630 yılında ise aralarında Tuleyha’nın da bulunduğu bir heyetle Medine’ye gelerek Müslüman görünmek zorunda kaldılar ve kıtlık sebebiyle malî yardım talebinde bulundular, Zekâtlarını kendi aralarında toplayıp dağıtmak için izin istediler. Onların bu görüşmeleri esnasında kaba tutum ve davranışlar sergilemeleri, menfaatlerine düşkün olmaları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Hz. Peygamber’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât sûresindeki ayetler indi (49/14-18). Hz. Peygamber’in rahatsızlığı günlerinde Tuleyha peygamberliğini ilân etti, ardından kendi kabilesinin dışında Fezâre, Zübyân, Tay ve Abs gibi bedevî kabilelerinden bazı kimselerin desteğini alarak Hz. Ebû Bekir döneminde irtidat etti. YAHUDİLERLE İLİŞKİLER Benî Kaynuka Gazvesi Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği sırada şehir halkının yarıya yakın nüfusunu Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabilelerinden oluşan Yahudiler teşkil ediyordu. Hz. Peygamber Yahudilere karşı hoşgörülü davrandı, Medine sakinleriyle yaptığı antlaşmaya onları da dâhil etti. Onun bu davranışı bazı Yahudiler üzerinde olumlu etki yaptı ve Benî Kaynuka kabilesinin bilgin şahsiyetlerinden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte Müslüman oldu. Ancak Yahudiler, yakın zamanda gelecek peygambere tâbi olacaklarını ve düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söyleyerek Evs ve Hazrec mensuplarını tehdit ettikleri halde bekledikleri peygamber Yahudilerden gelmediği için Hz. Muhammed’in peygamberliğini benimsemediler. Ayrıca Müslümanları dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere giriştikleri gibi, bazen Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’le alay ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatarak çeşitli fitne faaliyetlerine girişiyorlardı. Bir kısmı da İslâmiyet’e girdiklerini söyleyip aralarına katıldıklar münafıklara cesaret veriyorlardı. Müslümanların Bedir Gazvesi’nden zaferle çıkması da gerginliğin bir diğer sebebiydi. Bu gerginliğin devam ettiği günlerde alışveriş için Benî Kaynuka’ çarşısına giden Müslüman bir kadının tâcize uğraması ve yardım için gelen sahabenin tacizi yapan Yahudiyi öldürmesi, kendisinin de orada bulunan Yahudiler tarafından şehid edilmesi üzerine antlaşma bozulmuş oldu. Hz. Peygamber Nisan 624 tarihinde Benî Kaynukâ üzerine yürüdü; onları önce İslâm’a davet etti. Yahudiler bunu reddedip kalelerine çekilince kaleyi kuşatma altına aldı. On beş gün 66 İslam Tarihi ve Medeniyeti I devam eden kuşatma sonunda Yahudiler teslim oldu. Hz. Peygamber’in esirlerden, sayıları 700 civarında olan savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Kaynukâoğulları’nın kendilerinin müttefiki olduklarını belirterek bağışlanmalarını istedi. Hz. Peygamber, münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen onun ısrarıyla kabile mensuplarının tamamının Medine’den sürülmesini emretti. Ayrıca onlara şehirden ayrılmaları için üç gün süre tanındı ve alacaklarını tahsil etmelerine izin verildi. Medine’den ayrılan Kaynukaoğulları, bir ay kadar Vâdilkurâ’da kaldıktan sonra Suriye taraflarına gidip Ezriât’a yerleştiler. Benî Nadîr Gazvesi Yahudi kabilelerinden Nadîroğulları Uhud Savaşı esnasında müşriklerin karargâhına gidip onları Müslümanlara karşı tahrik etmişti. Bunun yanında zaman zaman Müslümanlarla çatışmak istemiş ve bazı suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber kendilerini uyarıp antlaşmaya riayet etmelerini istemişse de olumlu sonuç alamadı. Bi’rimaûne Vak’ası’ndan sonra Hz. Peygamber müşterek bir problemin çözümü için Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali ile birlikte onların yerleşim merkezine gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin damından taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu farkeden Hz. Peygamber yanlarından ayrılarak şehre döndü. Medine antlaşması kendileri tarafından bozulduğundan on gün içinde şehri terketmelerini istedi. Nadîroğulları Medine’yi terketmek üzere hazırlıklara başlamışken Abdullah b. Übey yardımcı olacağını söyleyerek vazgeçirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları muhasara ederek antlaşmaya davet etti (28 Ağustos 625). Önceleri direnmeye karar veren Yahudiler on beş gün süren kuşatmadan sonra yanlarında götürebilecekleri mallarıyla birlikte kadın ve çocuklarını da alarak Medine’yi terketmeye razı oldular. Büyük çoğunluğu Hayber’e bir kısmı da Suriye’ye yerleşti. Benî Kurayza Gazvesi Medine’de kalan son Yahudi kabilesi Benî Kurayza, Medine antlaşmasına göre şehri birlikte savunmaya katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi’nde buna uymamış ve Medine’den sürgün edildikten sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’le ittifak kurmuştu. Hz. Peygamber Hendek Gazvesi’nin ardından ashabına silahlarını bırakmamalarını ve o günkü ikindi namazını Benî Kurayza topraklarında kılmalarını emretti. Kendisi de zırhını giyip silahlarını kuşanarak oraya gitti (15 Nisan 627). Önce Müslüman olmaları, ardından da kalelerinden inerek teslim olma talepleri Yahudiler tarafından reddedilince savaş başladı. Müslümanlar 3.000 piyade ve otuz altı süvariden oluşurken, münafıkların teslim olmamaları ve direnmeleri için teşvik ettikleri Kurayzaoğulları savaşçıları 600-700 kişiydi. On beş veya yirmi beş gün devam eden kuşatmadan sonra eski dost ve müttefikleri Evs kabilesinden Sa’d b. Muâz’ın vereceği hükme razı olup teslim oldular. Sa’d, savaşacak güçte olanların öldürülmesi, kadın ve çocukların esir edilerek mallarının ganimet olarak alınmasına karar verdi. Hz. Peygamber, ihanetin cezasının ölüm olduğunu bildiren Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a uygun olan (Tesniye, XX/10-15) bu kararı uyguladı. Hayber’in Fethi Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması’ndan döndükten sonra, Medine’den çıkarılışlarının ardından Hayber’e yerleşen Nadîroğulları’nın arzettiği tehlikeyi düşünmeye başladı. Çünkü sözü edilen Yahudiler Hayber’deki soydaşlarıyla birlikte Medine’ye 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 67 karşı büyük bir düşmanlık faaliyeti içine girmiş, Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşarak geniş bir ittifak oluşturmuşlardı. Nihayet Hz. Peygamber 1500 kişilik bir kuvvetle Medine’den ayrılarak Hayber’e üzerine yürüdü (Haziran 628). Hayber’deki yedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü de sulh yoluyla ele geçirildi. Hz. Ali’nin büyük kahramanlık gösterdiği savaşta Yahudiler doksan üç ölü, Müslümanlar ise on beş şehid verdi. Hz. Peygamber Yahudileri Hayber’den göndermeyi düşünüyordu. Ancak onların, mühim bir hurma merkezi olan yerlerinde yarıcılık usulüyle kalmaları şeklindeki teklifleri kabul edildi. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı. BİZANS VE DİĞER BAZI DEVLETLERLE İLİŞKİLER İslâm’a Davet Mektupları Hz. Peygamber Hudeybiye’den döndükten hemen sonra kâtiplerine yazdırdığı altı adet davet mektubunu dönemin ileri gelen devlet başkanlarına gönderdi (Mayıs 628). ‘Muhammed Resûlullah’ şeklinde Allah’ın elçisi Muhammed mührünü taşıyan mektuplardan biri Dihye b. Halîfe el-Kelbî tarafından o sırada Kudüs’te bulunan Bizans İmparatoru Herakleios’a götürüldü. İmparator Busrâ valisi aracılığıyla huzuruna çıkan Dihye’ye iyi davranmakla yetindi. O sırada bölgede bulunan Ebû Süfyân ve arkadaşlarından Hz. Peygamber ve İslâm hakkında bilgi aldı. Ardından Dihye’yi hediyelerle uğurladı. İkinci mektup Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî tarafından Sâsânî Hükümdarı Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e götürüldü. Adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına kızan Kisrâ, mektubu yırttı ve San’a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed hakkında kendisine bilgi vermesini istedi. Mektubunun yırtıldığını öğrenen Hz. Peygamber üzülmüş ve bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir. Aradan fazla bir zaman geçmeden Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye gönderdi. Hz. Peygamber Hüsrev Pervîz’in, oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere bildirdi ve Bâzân’a Müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını söyledi. Ardından Bâzân ile birlikte Yemen halkı da Müslüman oldu. Böylece Yemen’in ilk Müslüman valisi Bâzân ile İslâmiyet bu bölgede yayılmaya başladı; birçok Arap kabilesi değişik zamanlarda çeşitli heyetler göndererek İslâmiyet’i benimsediklerini bildirdi. Üçüncü mektup Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Ashame İslâmiyet’i benimsedikten başka Habeşistan’da kalmış olan son muhacirleri, gelen elçiyle birlikte gemiye bindirip Medine’ye gönderdi. Dördüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Bizans’ın Mısır valisi Mukavkıs’a götürüldü. Mukavkıs Müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber’e bazı hediyeler yolladı. Beşinci mektup Şücâ b. Vehb ile Gassânî Kralı Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris kendisine böyle bir mektubun gelmesine sinirlenip onu yere attı ve Medine’ye saldırı tehdidinde bulundu. Altıncı mektup ise Selît b. Amr tarafından Benî Hanîfe kabilesinin reisi Hevze b. Ali’ye götürüldü. Hıristiyan olan Hevze Müslüman olmayı kabul etmedi. Hz. Peygamber İslâmiyet’i tebliğ amacıyla yazdırdığı bu tür mektupları Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde yaşayan birçok kabile reisine, hatta bazan şahıslara da göndermiştir. Veciz bir ifadeyle yazılan mektuplarda, kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş, kendilerini tehdit eden veya küçük düşüren ifadelere yer verilmemiş, tek Allah’a ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya davet edilmiştir. Özellikle kabile reislerine gönde- 68 İslam Tarihi ve Medeniyeti I rilen mektuplarda, kabilenin Müslüman olması halinde kendi topraklarında bırakılacaklarına, mal ve can güvenliklerinin sağlanacağına, bazı kabilelere toprak, mera veya maden yerlerinin iktâ olarak verileceğine işaret edilmiştir. Müslüman olmayı kabul edenlerin Allah’a ve resulüne itaat etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği özellikle zikredilmiştir. 630 yılında inen olan cizye ayetinden (et-Tevbe 9/29) sonra yazılan mektuplarda ise Müslümanların egemenliğini tanımakla birlikte İslâm’a girmeyi kabul etmeyen Yahudi, Hıristiyan ve Mecûsîler’den cizye alınacağına yer verilmiştir. Hz. Peygamber’in diplomatik ilişkileri ve İslâm’a davet mektupları konusunda uzun araştırmaları bulunan Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi adlı eserinden ilgili kısmı okuyunuz. Mûte Savaşı Hz. Peygamber 8. yılın başında (629) Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslâm’a davet mektubuyla birlikte Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Medine’ye hicretinden itibaren Hz. Peygamber’e düşmanlıkta elinden geleni yapan Ebû Âmir er-Râhib’in telkinleri altında bulunan Hıristiyan Gassânî Emîri Şürahbîl b. Amr kendi topraklarından geçen elçiyi öldürttü. Hâris b. Umeyr Hz. Peygamber’in öldürülen ilk ve tek elçisidir. Diğer taraftan Hz. Peygamber aynı yıl içinde (Temmuz 629) on beş kişilik bir heyeti İslâm’a davet amacıyla Belka’ya bir günlük mesafedeki Zâtuatlah’a yolladı. Ancak heyet üyeleri oka tutularak şehid edildi; içlerinden yalnızca Kâ’b b. Umeyr el-Gıfârî yaralı olarak Medine’ye dönebildi. Hz. Peygamber devletlerarası örfün açık ihlaline karşı mukabelede bulunmak üzere Zeyd b. Hârise kumandası altında 3.000 kişilik bir orduyu bölgeye sevketti. İslâm ordusu, Belka’nın köylerinden olan Mûte’de, o sırada bölgede bulunan Bizans ordusu ile Hıristiyan Arap kabilelerinin de katıldığı Şürahbîl b. Amr kumandasındaki büyük bir orduyla (100.000 veya 200.000 kişi) karşılaştı (Eylül 629). Yapılan savaşta Müslümanların kumandanı Zeyd b. Hârise ile yine Hz. Peygamber’in önceden tayin etmiş olduğu diğer iki kumandan Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Revâha şehid oldu. Bunun üzerine, bu yılın safer ayında Medine’ye gelip Müslüman olan Halid b. Velîd kumandanlığa getirildi ve onun taktikleriyle Müslümanlar âni bir saldırıdan sonra en az zayiatla çöle çekildi, sonra da Medine’ye döndüler. Hz. Peygamber, kumandanlarının arka arkaya şehid düştüklerini ağlayarak ashabına anlatmış, sonra da sancağı Halid’in aldığını ve kendisine fetih müyesser olduğunu söylemiştir. Tebük Gazvesi Hicretin 9. yılı Receb ayında (Ekim 630) Bizans İmparatoru Herakleios’un, Hıristiyan Arap kabilelerinin de desteğini alarak Müslümanlara karşı savaşa hazırlandığına dair haberlerin gelmesi üzerine Hz. Peygamber, kuraklık ve kıtlık hüküm sürmesine rağmen savaş hazırlıklarına başladı. Genellikle sefer için gideceği yeri gizli tuttuğu halde bu defa hedefin Bizans ordusu olduğunu açıkça belirtti. Çünkü gidilecek yol uzun, düşman güçlü ve büyüktü. Ayrıca mevsim çok sıcak ve ürün toplama zamanıydı. Sefer hazırlıkları sırasında Hz. Osman başta olmak üzere birçok zengin sahabe İslâm ordusunun donatımı için ciddî katkılarda bulundu. Hz. Peygamber hazırladığı 30.000 kişilik ordusuyla Medine’ye 700 km. kadar uzaklıktaki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu. On beş-yirmi gün burada kalındı, ancak Bizans ordusuna rastlanmadı. Tebük’te bulunduğu sırada Hz. Peygamber İslâmiyet’e davet amacıyla batı istikametinde çok geniş bir sahaya yayılan, çoğunMûte Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık ve başarı sebebiyle Halid b. Velîd Allah’ın kılıcı anlamında ‘Seyfullah’ lakabıyla anılmıştır. 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 69 luğu Hıristiyan ve bir kısmı da Yahudi olan Cerbâ, Eyle, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslâmiyet’i kabul etmeyeceklerini ancak cizye ödeyeceklerini bildirerek İslâm devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Hz. Peygamber bu yerleşim merkezlerinin her biri için antlaşma metni yazdırıp kendilerine verdi. Bu arada Halid b. Velîd’in kumandası altındaki askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesini sağladı. Müslümanlar için ciddi bir sınav olan Tebük seferinin ‘sâ’atü’l-usra’ yani zor bir zamanda yapıldığına işaret eden ayetten (et-Tevbe 9/117) hareketle, sefere katılan orduya zor zamanların ordusu anlamında ‘ceyşü’l-usra’ denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bu sefere katılan veya mazeretine binaen ya da mazeretsiz katılamayan Müslümanlar ile savaşa destek vermedikleri gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye çalışan münafıkların tavrı hakkında birçok ayet yer almaktadır (bk. etTevbe 9/38-106, 117-118). ARABİSTAN’DA SİYASİ BİRLİĞİN SAĞLANMASI: ELÇİLER YILI Hicretin 9. (630-631) yılı elçiler yılı anlamında ‘senetü’l-vüfûd’ diye meşhur olmuştur. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinlilerin İslâmiyet’i kabul etmesi, bir yıl sonra Tâif ’te yaşayan Sakîflilerin Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetme sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin Müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır. Arap kabileleri çok değer verdikleri ve Müslümanların en ciddi muhalifi olan Kureyş’in İslâm’ı kabul etmesiyle kendi güç ve tutumlarını gözden geçirerek Allah’ın dinine girmeye başladılar. Nasr süresinde bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi (Mekke fethi) gelip de insanların Allah’ın dinine dalga dalga girmekte olduklarını görünce Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır” (en-Nasr 110/1-3). Kabileleri adına Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşen heyetler, Müslüman olduklarını bildiriyor, kendileri ve kabileleri adına biat ediyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazen de kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Bu arada Necranlı ve Benî Tağlib kabilesine mensup Hıristiyanlarda görüldüğü üzere Müslüman olmaksızın cizye vermek suretiyle İslâm devletinin egemenliği altına girenler de vardı. Kabile heyetlerinin Medine’ye gelişleri, İslâmiyet’i anlatmak için Hz. Peygamber’e iyi bir imkân sağlıyordu. Sözü edilen heyetler Abdurrahman b. Avf, Remle bint Hâris, Ebû Eyyûb el-Ensarî ve Halid b. Velîd gibi sahabelerin evlerinde, bazan da ashâb-ı Suffe’nin yerinde veya mescidin avlusunda kurulan çadırlarda ağırlanıyordu. Hz. Peygamber heyet üyelerine değer veriyor, kendilerine Kur’an okuyup öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken çeşitli hediyelerle uğurlanan heyetlere dikkat edilmesi gereken hususlara dair bilgiler veriliyor, ayrıca vali, zekât veya cizye tahsildarı olarak ya da İslâmiyet’i öğretmek üzere görevliler tayin ediliyor, bu hususlara dair yazılı belgeler düzenleniyordu. Elçi-heyetlerin gelişi Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin Müslüman olduğunu ve Medine’nin başkent olarak benimsendiğini göstermektedir. 630 ve 631 yıllarında Arabistan’ın çeşitli yerlerinden gelen heyetlerin sayısı yetmişe kadar çıkarılır. 70 İslam Tarihi ve Medeniyeti I VEDA HACCI VE HZ. PEYGAMBER’İN VEFATI Veda Haccı Hz. Peygamber’in ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nâzil olan ayetleri okuduğu bilinmektedir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’an-ı Kerim’i iki defa tilavet ettirdi. Hz. Peygamber bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl ramazan ayında on gün itikâfa giren Hz. Peygamber yine hayatının bu son ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı. Daha sonra Hz. Peygamber hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) günü yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, muhacirler, ensar ve Medineye gelen kabilelerden oluşan Müslümanlarla birlikte buradan hareket etti, Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de (2 Mart) Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Vedâ Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı. Konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün ‘takvâ’ olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Hz. Peygamber can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün Müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’an ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Hz. Peygamber namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlâk kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Câhiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi olan ‘sikâye’ ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası olan ‘hicâbe’ (sidâne) dışında kalan, başta ayların yerlerini değiştirmek ‘nesî’ olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilân etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup onlara tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber Arafat’tan ayrılmadan önce nâzil olan ayette de dinin kemâle erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun düşen dinin İslâm olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemâle erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (el-Mâide 5/3). Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına ‘Vedâ Haccı’, hutbeye de ‘Vedâ Hutbesi’ denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir. Hz. Peygamber’in Vefatı Hz. Peygamber Vedâ haccından Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlığı günlerinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir Özellikle Ramazan ayının son on gününde bazı zaruri durumlar hariç cami ve mescitlerde kalarak ibadet ve tefekkürle meşgul olmaktır. 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 71 gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakî mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San’a üzerine yürüyen Esved, kendisine karşı çıkan buranın ilk Müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Hz. Peygamber bir mektup göndererek onu yeniden İslâm’a davet etti. Müseylime yazdığı cevabında Hz. Peygamber’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Müseylime Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinde ortadan kaldırıldı. Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Curf mevkiinde üstlendi. Bu sırada Hz. Peygamber’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti. Hz. Peygamber’in zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşi vardı. Hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını emretti ve son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçirdi. Kendisini iyi hissettiği bir gün Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. O sıralarda Hz. Peygamber’in hastalığı ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Hz. Peygamber vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında en yüce dosta anlamındaki ‘Maa’r-refîki’la’lâ’ son sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi). Hz. Peygamber’in vefatı bütün Müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahabeler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Ebû Bekir evinden gelip cenazenin yanına girdi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki, O ölümsüzdür”. Ardından şu ayeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükafatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Hz. Peygamber’ın cenazesi amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Hz. Peygamber’den naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi. Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlandı. Mescid-i Nebevî ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verildi ve burası Hz. Peygamber’in minberiyle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü oldu. 72 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Hz. Peygamber’in Medine’deki dinî, siyasi ve sosyo-kültürel faaliyetlerini değerlendirebilmek Hz. Peygamber Medine’ye hicretinden sonra Müslümanların hem kendi aralarında hem de müşrik Arap ve Yahudilerle birlikte yaşayabileceği bir sosyal yapıyı oluşturmaya çalıştı. Ensar ve muhacirleri kardeşleştirdi. Yahudiler ve Müslüman olmayan Araplar şehri dış tehditlere karşı birlikte savunmaları için Medine toplumunun ortak paydası hâline getirildi. Mescid-i Nebevî’yi inşâ ediler şehrin fiziki ve sosyal yapısının en önemli belirleyicisi oldu. Hz. Peygamber Medine pazarını kurdu. Müslümanların mal, can ve imanlarına yönelik tehlikeleri bertaraf edebilmek için mücadele etti. Medine’de Hz. Peygamber İslâm’ı insanlara tebliğ etmeye devam etmiş, aynı zamanda bir devlet başkanı, aile reisi, eğitimci, hâkim ve kumandan olarak hayatın çeşitli alanlarında örnek bir kişilik sergilemiştir. Müslümanların Mekke müşrikleri, Yahudiler, Hıristiyanlar ve komşu devletlerle ilişkileri hakkında fikir yürütebilmek Hz. Peygamber ve Müslümanlar hicretten sonra da Mekke müşriklerinin hedefi olmaya devam ettiler. Kureyş müşrikleri Medine ileri gelenlerine mektuplar yazarak Müslümanları himayeden vazgeçmelerini istediler. Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında Bedir, Uhud ve Hendek gibi İslâm tarihi açısından çok önemli savaşlar yaşandı. Medine’de yaşayan Yahudi kabileleri de Hz. Peygamberle imzaladıkları Medine vesikasına aykırı olarak Müslümanlara ihanet edip Kureyş müşrikleriyle ittifak yaptıkları için cezalandırıldılar. Benî Kaynukâ ve Benî Nadir şehirden sürgün edilirken Benî Kurayza ölüm cezasına çarptırıldı. Medine’ye hicretten altı yıl sonra Müslümanların Hz. Peygamberle birlikte Mekke ve Kâbe’yi ziyaret etmek istemeleri Müşrikler tarafından engellendi. Bu sırada imzalanan Hudeybiye Antlaşması ile Mekkeliler Medine İslâm devletini resmen tanımış oldular. Antlaşmayla sağlanan barış ortamında İslâm’ın yayılışı hızlandı. Hz. Peygamber Bizans, Sâsânî ve Habeşistan başta olmak üzere dönemin hükümdarlarına İslâm’a davet mektupları gönderdi. Müslümanların Mekke müşrikleriyle mücadelesi 630’da Mekke’nin fethiyle sona erdi. Mekkelilerin ve ardından Huneyn Gazvesi’nde mağlup olan Hevâzinlilerin İslâm’ı kabul etmesinden sonra Arap yarımadasındaki diğer müşrik Arap kabileleri Medine’ye heyetler göndererek Müslüman olduklarını bildirdiler. Benî Tağlib ve Necran Hıristiyanları gibi bazı guruplar da eski dinlerinde kalmakla birlikte İslâm devletinin egemenliğini tanıdılar. Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde vurguladığı ve hem Müslümanlar hem de bütün insanlık için önem taşıyan evrensel ilkeleri tanımlayabilmek Hz. Peygamber’in Veda hutbesinde vurguladığı birçok husus sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için önem taşımaktadır. Can ve mal dokunulmazlığı, Câhiliye adetlerinden olan ribâ ve kan davalarının kaldırılması, suçun şahsiliği, karı-koca arasında karşılıklı haklar ve sorumlulukların gözetilmesi, emanetlere riayet edilmesi, bütün insanların temelde aynı anne ve babadan gelmesi dolayısıyla ırk, renk ve sınıf üstünlüğünün söz konusu olmaması, üstünlüğün takvada aranması, zulmetmemek ve zulme boyun eğmemek, borçların ödenmesi ve kul hakkına dikkat edilmesi gibi hususlar, her zaman ve her yerde geçerli temel ilkelerdir. Öte yandan Hz. Peygamber Veda hutbesinde Müslümanların kardeş olduğunu hatırlatarak birlik ve beraberliğe vurgu yapmış, namaz, oruç, zekât ve hac gibi temel ibadetlerin yerine getirilmesini istemiş, Müslümanların Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnetine sımsıkı sarılmalarını tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında Arap yarımadasında İslâm’ın durumu hakkında değerlendirmelerde bulunabilmek Hz. Peygamber’in vefatında Arap yarımadasının bazı bölgelerinde Yahudi ve Hıristiyanlar yaşamakla birlikte onlar da İslâm devletinin hâkimiyetini tanımıştı. Dolayısıyla bu dönemde İslâm bütün Arabistan’a yayılmış bulunuyordu. Câhiliye dönemine damga vuran putperestlik başta olmak üzere gayrî ahlakî ve insanî âdetlerin egemen olduğu bir ortamda doğan İslâm dini Hz. Peygamber’in ve onun yolundan giden sahabelerin gayretleri neticesinde yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede Arap yarımadasının tümüne hâkim olmuştur. Böylece Mescid-i Harâm ve Kâbe putlardan temizlenerek yeniden tevhid inancının merkezi oldu. Hz. Peygamber’in ve sahabelerin temelde Kur’an ışığında oluşturdukları toplum düzeni İslâm tarihinde Mutluluk Çağı anlamında ‘Asr-ı Saadet’ olarak değerlendirilmiş ve daha sonraki Müslümanlar tarafından örnek gösterilmiştir. 1 2 3 4 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 73 Kendimizi Sınayalım 1. Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan ilk büyük savaş aşağıdakilerden hangisidir? a. Uhud b. Bedir c. Hendek d. Huneyn e. Benî Kaynuka 2. Muâhat terimi ile aşağıdakilerden hangisi ifade edilmektedir? a. Hz. Peygamber’in Medine Yahudileri ve burada yaşayan müşrik Araplarla yaptığı antlaşma b. Hz. Peygamber’in Medine’ye gelen Necran Hıristiyanlarıyla antlaşması c. Hz. Peygamber’in Mekke müşrikleriyle imzaladığı antlaşma d. Hz. Peygamber’in bazı muhacirleri ensardan bazılarıyla kardeş ilân etmesi e. Savaş başlamadan önce iki tarafın temsilcileri arasında yapılan teke-tek mücadele 3. Hz. Peygamber Uhud Savaşı’nın ertesi günü hangi gazve için sefere çıkmıştır? a. Bedir b. Benî Nadîr c. Hamrâü’l-Esed d. Benî Müstalik (Müreysî) e. Hayber 4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in Medine Yahudilerine savaş açmasının sebeplerinden biri değildir? a. Yahudilerin Hz. Peygamber’e cizye ödemekten kaçınması b. Yahudilerin Medine Vesikası’na aykırı davranması c. Yahudilerin Hz. Peygamber’e suikast girişiminde bulunması d. Yahudilerin müslümanlar aleyhine Mekke müşrikleriyle ittifak yapması e. Yahudilerin müslümanlarla ortak diyet ödemekten kaçınması 5. I. Hendek Gazvesi II. Hudeybiye Antlaşması III. Benî Kurayza Gazvesi IV. Mekke’nin fethi V. İslâm’a davet mektupları Yukarıdaki olayların kronolojik olarak doğru sıralanması nasıl olmalıdır? a. I, II, V, III, IV b. I, III, II, V, IV c. II, V, IV, III, I d. III, I, IV, II, V e. III, I, V, II, IV 6. Hudeybiye Antlaşması ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Antlaşma Hz. Peygamber ile Yahudiler arasında imzalanmıştır. b. Antlaşma maddeleri Müslümanların aleyhine gözükmekle birlikte Müslümanların lehine sonuçlar vermiştir. c. Antlaşma maddelerinden biri Medine’deki Müslümanlardan eski dinine dönüp Mekke’ye gidenlerin iade edilmesini ön görmektedir. d. Antlaşma tarafların diğer Arap kabileleriyle ittifak kurmasını engelleyici mahiyettedir. e. Antlaşma ile Müslümanların Kâbe’ye ziyareti süresiz olarak ertelenmiştir. 7. Mûte savaşında şehid düşen kumandan- sahabe aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. Abdullah b. Revâha b. Mus’ab b. Umeyr c. Abdullah b. Cübeyr d. Halid b. Velîd e. Hubeyb b. Adî 8. Hz. Peygamber İslâm’a davet mektubu ile birlikte Sâsânî hükümdarı II. Hüsrev’e elçi olarak aşağıdakilerden hangisini göndermiştir? a. Amr b. Ümeyye ed-Damrî b. Dihye b. Halife el-Kelbî c. Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî d. Hâtıb b. Ebû Beltea e. Hâris b. Umeyr el-Ezdî 74 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Okuma Parçası 9. Tebük Gazvesi için aşağıdakilerden hangisi söylenemez? a. Hz. Peygamber’in, sağlığında en büyük orduyla gerçekleştirdiği seferdir. b. İslâm ordusu Tebük’te Bizans ordusu ile karşılaşmış ve savaş Müslümanların zaferiyle sonuçlanmıştır. c. Bazı Müslümanlar herhangi ciddi bir mazereti olmadığı halde sefere katılmamıştır. d. Kur’an-ı Kerim’de Tevbe sûresindeki birçok ayet Tebük seferiyle ilgilidir. e. Sefer çok sıcak ve kurak geçen bir mevsimde düzenlenmiştir. 10. Mekke fethinde Hz. Peygamber’in en çok öne çıkan ahlâkî özelliği hangisi olabilir? a. Kahramanlık ve cesareti b. Cömertliği c. Yardımseverliği d. Af ve merhameti e. Doğruluk ve dürüstlüğü VEDA HUTBESİ Hz. Peygamber’in Veda Haccı sırasında ashabına yaptığı konuşmalar Veda Hutbesi adıyla bilinmektedir. Özellikle Arefe günü Arafat’ta sayıları 120.000’i aşan Müslümana hitap etmiştir. Sahâbileriyle vedalaştığı bölümler dolayısıyla “Vedâ Hutbesi” olarak isimlendirilen ve İslâm dîninin temel prensiplerini özet bir şekilde sunan hutbe, temel insan hakları bakımından eşsiz bir vesikadır. Bu hutbenin kaynaklardan yapılan bir derlemesi şöyledir: “Hamd ve şükür Allah’a mahsustur; O’na hamdeder ve O’ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet nasip ederse, artık onu kimse saptıramaz, sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidayete ulaştıramaz. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, tektir, eşi ortağı ve dengi benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammd O’nun kulu ve resûlüdür. Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Ey nas! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü taarruzdan korunmuştur. Ashâbım! Yarın Rabbinize kavuşacak ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada işitenden daha iyi anlayarak itâat eder. Ashâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Faizin her türlüsü kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Ancak borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme boyun eğiniz. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Câhiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. Câhiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamiyle kaldırılmıştır. Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınlarınızı Allah emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bü- 3. Ünite - İslâm’ın Medine Dönemi 75 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı tün Müslümanlar kardeştirler. Din kardeşinize ait olan hakka tecavüz helâl değildir. Ashâbım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır. Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük Allah’tan hakkıyla korkma, takvâ iledir. Ey inananlar! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun peygamberinin sünnetidir. Ey nâs! Devamlı dönmekte olan zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl on iki aydır, bunlardan dördü, Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb mukaddes aylardır. Ashâbım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma gücünü ebedi olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız, bu da onu sevindirir, ona cesaret verir. Dininizi muhafaza etmek için bunlardan da uzak durunuz. Ashâbım! Allah’tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekâtını verin, âmirlerinize itâat edin. Böylece Rabbinizin cennetine girersiniz. Peygamberimiz, hutbesinin sonunda ashâbına şöyle dedi: “Tebliğ ettim mi?” Bu muhteşem kalabalık hep bir ağızdan: “Evet! Ey Allah’ın Resûlü tebliğ ettin.” karşılığını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber üç defa: “Şahit ol ya Rab!” dedikten sonra, “Burada hazır olanlar, benim söylediklerimi burada bulunmayanlara tebliğ etsinler.” buyurdu. Bu veciz konuşma, dinleyenlerin tamamının işitebilmesi için gür sesli sahabeler tarafından tekrarlanmıştı. 1. b Yanıtınız doğru değilse “Bedir Gazvesi” başlığını yeniden okuyunuz. 2. d Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Medine’deki İlk Faaliyetleri”konusunu yeniden okuyunuz 3. c Yanıtınız doğru değilse “Uhud Gazvesi”konusunu yeniden okuyunuz 4. a Yanıtınız doğru değilse “Yahudilerle İlişkiler “konusunu yeniden okuyunuz 5. b Yanıtınız doğru değilse ilgili başlıkları yeniden okuyunuz 6. b Yanıtınız doğru değilse “Hudeybiye Antlaşması” başlığını yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Mûte Savaşı”konusunu yeniden okuyunuz 8. c Yanıtınız doğru değilse “İslâm’a Davet Mektupları” konusunu yeniden okuyunuz 9. b Yanıtınız doğru değilse “Tebük Gazvesi” başlığını yeniden okuyunuz 10. d Yanıtınız doğru değilse “Mekke’nin Fethi”konusunu yeniden okuyunuz 76 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Uhud Gazvesi’yle ilgili ayetler şunlardır: Âl-i İmran 3/120, 122,139-142, 156, 165. Sıra Sizde 2 Hz. Peygamber ve beraberindeki Müslümanlar Hudeybiye Antlaşmasından bir yıl sonra (Mart 629) Mekke’ye gelip umrelerini yapmış, bu sebeple bu umreye Umretü’l-kazâ adı verilmiştir. Hz. Peygamber ve beraberindekiler antlaşma şartlarına uygun olarak Mekke’de üç gün kalmışlardır. Sıra Sizde 3 Fetih kelimesinin ‘açmak’ şeklindeki anlamından hareketle Mekke’nin fethine fetihlerin fethi anlamında ‘fethu’l-fütûh’ denilmiştir. Çünkü buradaki fetih sadece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibaret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi anlamına da gelmekte, kalplerin Allah’ın dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışını ifade etmektedir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi İslâm fetihlerinin başlangıcı kabul edilmiştir. Sıra Sizde 4 İfk, “iftira, en kötü ve en çirkin yalan” demektir. Hz. Peygamber Benî Mustalik gazvesi için Medine’den ayrılırken yanına hanımı Hz. Âişe’yi de almıştı. Gazve dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket emri verildiğinde Âişe ihtiyacı için ordugâhtan uzaklaştı, dönüşte gerdanlığını düşürdüğünü farkederek aramaya koyuldu, konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini görüp beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal Hz. Âişe’yi devesine bindirip kuşluk vakti mola verdikleri bir sırada kafileye yetiştirdi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu sıradan olay, münafıkların reisi Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden huzursuzluklara yol açan önemli bir mesele hâlini aldı. Aleyhindeki konuşmaları sonradan öğrenen Âişe ile birlikte ailesi ve Hz. Peygamber çok üzüntülü ve sıkıntılı günler geçirdi. Nûr sûresinin 11. ayetinden itibaren başlayıp devam eden ilâhî beyan dedikoduların çirkin bir iftiradan (ifk) ibaret olduğunu haber vermiş ve Müslümanların bu tür konularda basiretli davranmalarının gerektiğini vurgulamıştır. Algül, H. (1986). İslâm Tarihi, I, İstanbul. Apak, A. (2006). Anahatlarıyla İslâm Tarihi I: Hz. Muhammed (s. a. v.) Dönemi, İstanbul. Fayda, M. (2005). “Muhammed”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XXX, 408-423. Hamidullah, M. (1990). İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, I-II, İstanbul. İbn Hişâm, (1955). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekâ v. Dğr.), I-II, Kahire. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-II, Beyrut. Köksal, M. A. (1987). İslâm Tarihi -Medine Devri-, I-XI, İstanbul. Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Savaşları, İstanbul. Sarıçam, İ. (2007). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Bedir Gazvesi”, “Hamrâü’l-Esed Gazvesi”, “Hendek Gazvesi”, “Hudeybiye Antlaşması”, “Huneyn Gazvesi”, “Kaynukâ”, “Kurayza”, “Mekke”, “Medine”, “Muhammed”, “Mûte Savaşı”, “Nadîr”, “Tâif ” maddeleri. Yiğit, İ. -Raşit Küçük, (2007). Hz. Muhammed, İstanbul. 4 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hicretten sonra Yesrib’deki medeni gelişmeleri tanımlayabilecek, Muhacir ve ensar kardeşliğin sosyal hayattaki yansımalarını fark edebilecek, Mescid-i Nebevî’nin Medeniyet Tarihi bakımından önemini kavrayabilecek, Hz. Peygamber’in maddi ve manevi özelliklerini açıklayabilecek, Anahtar Kavramlar • Medine ve Şehirleşme • Medine Vesikası ve Muâhât • Mescid-i Nebevî, Bakı¯ , Medine Çarşısı • Şemâil ve Hilye İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Peygamber ve Medine • HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE’NİN SİYASÎ VE SOSYAL YAPISI • MEDİNE’NİN ŞEHİR OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI • HZ. MUHAMMED’İN MÜSLÜMANLARIN İMAN, AHLAK, GÖNÜL VE AKIL DÜNYALARINDAKİ YERİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HİCRETTEN ÖNCE MEDİNE’NİN SİYASÎ VE SOSYAL YAPISI Medine’ye ilk yerleşmenin ne zaman başladığı hakkında kesin bilgi yoktur. Tarih sahnesine çıkışından itibaren Amâlika, Yahudiler ile Yemenli Evs ve Hazrec kabileleri yerleşti. Ancak bunlardan hangisinin şehre daha önce geldiği bilinmemektedir. Genellikle kabul edilen Yesrib’e ilk olarak Amâlika’nın yerleştiğidir. Yahudilerin Medine’ye gelişini Hz. Musa dönemine kadar götürenlerin yanında Suriye’nin Yunanlılar veya Filistin’in Romalılar tarafından işgaliyle irtibatlı görenler de vardır. Bir başka görüş de Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Kudüs’ü işgal edip Süleyman Mabedi’ni yıkmasından sonra (m.ö. 586) buradan çıkarılan Yahudilerin Yesrib’e gelip yerleştikleridir. İsrâiloğulları’nın yerleşmelerinde Tevrat’ta geleceği bildirilen peygamberin Yesrib’e hicret edeceğinin yer almasının etkili olduğu da ileri sürülmektedir. Yesrib’e yerleşen Yahudiler, burada kaleye benzeyen ütüm adı verilen yapılar inşa ettiler. Tarımın yanında çeşitli sanatlarla uğraşıp kısa sürede güçlendiler. Diğer unsurlara göre daha çabuk çoğalarak Amâlika ve Cürhümlüleri Yesrib’den çıkarıp şehre hâkim oldular. Yesrib’in yerleşim birimi olarak gelişmesinde Yahudi kabileleri Kurayza, Kaynukâ ve Nadîr’in önemli katkıları olmuştur. Kahtânî Araplarından Evs ve Hazrec kabileleri Arim selinden sonra muhtemelen V. yüzyılda Yesrib ve çevresine yerleşerek Yahudilere tabi olarak yaşamaya başladılar. Evsliler Kurayzaoğulları ve Nadîroğulları, Hazrecliler de Kaynukâoğulları ile ittifak kurdular. Merkezî bir otoritenin olmadığı Yesrib’in yönetiminde, sosyal, kültürel ve ahlakî alanlarda kabile gelenekleri egemendi. Bazen birbirleriyle savaşan Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde kendi mahallelerinde yaşıyorlardı. Hazrec reislerinden Mâlik b. Aclân, Gassânîler ve müttefik Arap kabilelerinden aldığı destekle Yahudilere üstünlük sağladı ve şehirde hâkimiyet Evs ve Hazrec’in eline geçti (492). Bir süre sonra Yahudilerin kışkırtmasıyla bu iki kabile birbirine düşerek Buâs adıyla aralarında mücadele ettiler. Evs ve Hazrec’in Abdullah b. Übey’i ortak başkan seçme teşebbüsleri Hz. Peygamber’in hicretiyle gerçekleşmedi. Hicret sırasında Yesrib’deki unsurlar hakkında bilgi veriniz. Hz. Peygamber ve Medine En eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî göçebe Sâmî topluluktur. Tevrat’a göre dünyanın en eski milleti olup anayurdu Akabe körfezi ile Lut gölü arasında yer alan Edom ülkesidir. İslâm tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre Kudüs’ün kurucuları ve Hicaz’ın ilk sakinleridir. Amâlika’ya dair ilk kayıtlar milâttan önce II. bin yılın ilk çeyreğine tarihlenen Hz. İbrahim devrine denk gelir. Evs ve Hazrec kabileleri arasında Medine’nin güneydoğusundaki bir vahada 120 yıl devam eden savaşların adıdır. Bunlardan sonuncusu ve en kanlısı hicretten yaklaşık beş yıl önce meydana geldi ve Evslilerin galibiyetiyle sonuçlandı. İki kabile arasında bu savaşların sebep olduğu düşmanlık hicretle ortadan kalktı ve şehirde İslâmiyet’in gelişip yayılmasına uygun bir zemin ortaya çıktı. 1 80 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Yesrib’den Medine’ye Medine’nin bilinen en eski adı şehre ilk yerleşen kişi kabul edilen Yesrib b. Vâil’den gelir. Bu isim önceleri kuzeyde ilk yerleşmenin gerçekleştiği tahmin edilen Curf ile Kanât vadileri arasında kalan alan için kullanılırken daha sonra şehrin tamamını kapsadı. Yesrib, Kur’an-ı Kerim’de Medine’nin adı olarak bir yerde geçer. Medine ise on yerde geçmekte, bunların dördünde bizzat şehrin kendisi kastedilirken diğerlerinde şehir anlamında cins isim olarak yer alır. İskenderiyeli Batlamyus ve Bizanslı Stephanus gibi yabancı kaynaklarda ise Lathrippa şeklinde yer alır. Kötü, zararlı ve fesat gibi olumsuz anlamlar taşıyan Yesrib’e hicretten sonra Hz. Peygamber hoş ve güzel anlamına gelen Tâbe, Taybe gibi adlar verdi. Bunun yanında Dârülhicre, Dârülîmân, Dârüssünne, Medînetürresûl, Medînetünnebî gibi şehrin kutsallığı, hicret yurdu, başşehir olması ve hicretten sonra gerçekleşen medenileşmeye vurgu yapan sayısı doksan yediye kadar çıkan adlar da kullanıldı. Medenîleşmeye paralel olarak hicretten önce adeta bir köy olan Yesrib yerine şehir anlamına gelen el-Medîne en meşhur adı oldu. Türkler arasında nurlu şehir anlamında el-Medînetü’l-münevvere kullanımı yaygındır. Haremeyn şehirlerinden biri olan Medine, hicret yurdu olması ve halkının herhangi bir zorlama olmaksızın İslâm benimsemesinden dolayı ‘Kur’an’la fethedilmiş’ kabul edilir. Hicretten sonra İslâm Peygamberi, “Hz. İbrahim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem yaptım” sözleriyle şehri harem ilan etti. Sınırları işaretlerle belirlenen Medine haremi, güneydeki Âir ve kuzeydeki Küçük Sevr dağları ile doğuda Vâkım, batıda Vebere harreleri arasında kalan yaklaşık 22 km. yarıçapındaki bir daireden ibarettir. Mekke gibi kendine has bir ibadet veya kurbanı olmayan Medine’nin harem ilanı şehrin tabii güzelliğinin korunmasıyla da ilgilidir. Medine vesikasıyla kayıt altına alınan şehrin haremliği Hendek ve Hayber seferlerinden sonra bütün Arap kabileleri tarafından benimsendi. Medine Vesikası ve İç Düzenlemeler Hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözülerek bazı iç düzenlemeler yapıldı. İlk olarak şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri Müslim unsurların Medine dışında yaşayanlarla iş birliğini engellemek için harekete geçildi. Hz. Peygamber’in nihai söz sahibi kabul edildiği, şehirdeki bütün unsurlarının katılımıyla Medine vesikası kaleme alındı. Böylece Hz. Peygamber’in hicretle birlikte başlayan dinî rehberliği yanında siyasi önderliği de tartışmasız hâle geldi. İslâm’ın yayılması için uygun bir zemin oluşturan belgedeki şartlar aynı zamanda iç huzuru sağlayacak her türlü düzenlemeyi kabule elverişli bir ortam da oluşturdu. Böylece bir taraftan Medine’nin iç huzuru sağlanırken, diğer taraftan da dış düşmana karşı birlikteliği sağlayacak siyasi bir yapılanma hedefleniyordu. İlk dönem kaynaklarının tamamında ‘Sahîfe’, ‘Kitâb’ ve ‘Müvâdea’ adlarıyla yer alan, 47 veya 52 madde olarak düzenlenen Medine vesikasında Evs ve Hazrec kabilelerinin kolları ve onların Yahudi müttefikleri hakkında ayrıntılı bilgi vardır. Medine belgesi daha önce siyasi bir birlikteliğin oluşmadığı şehirdeki unsurların birbirleriyle ve yabancılarla olan ilişkilerini, adli ve idari yapılarını, bireylerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağladı. Bundan dolayı bazı araştırmacılar belgeyi şekil açısından günümüzdekilerden hayli farklı olsa da maddi açıdan anayasa olarak nitelendirir. Taraflar Medine’ye saldıranlara birlikte karşı koymakla yükümlüydüler. Vesikanın ilk maddesinde açıkça Yahudilerin Mekke müşriklerine veya onların işbirlikçilerine bir yardım yahut himaye hakkı vermeleri yasaklanıyordu. Bir düşman saldırıMekke ve Medine şehirlerine iki harem anlamında Haremeyn denilir. Bu terim Osmanlı yazılı belgelerinde daha çok Haremeyn-i şerifeyn şeklinde geçer. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’den sonra en kutsal mekân kabul edilen ve Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Kudüs, bazı peygamberlerin ve ailelerinin mezarlarını barındıran Halîl şehri de bilhassa Haçlı seferlerinden itibaren Haremeyn-i şerifeyn adıyla anılmıştır. Ortaçağda Haremeyn’de adına hutbe okunan halife veya sultan buranın resmen hâkimi sayılırdı. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 81 sı hâlinde şehrin savunulması için Müslümanlarla Yahudiler ittifak yapacak, yapılan masraflar taraflarca karşılanacaktı. Fakat Medine dışında yapılacak bir savaşta hiçbir topluluk diğerine yardımda bulunma sorumluluğu taşımıyordu. Hz. Peygamber ve Müslümanlar Medine vesikasının içeriğine aykırı davranmadılar. Yahudiler, belgedeki şartları her ihlâl edişlerinde uyarıldılar. Vefasızlıkları, hileleri, Hz. Peygamber’e suikast tertiplemeleri, Evs ve Hazrec’in aralarını bozmaya çalışmaları, Kureyşlileri tahrik etmeleri gibi davranışlarıyla önce Kaynukâoğulları, sonra da Nadîroğulları Medine’yi terk etmeye mecbur oldu. Hicretten sonra Medine’de Müslümanlar muhacir ve ensar olmak üzere iki gruptan oluşuyordu. Medine’de toplumun iç dinamiklerini harekete getiren icraatlarından birisi de, bu iki grup arasında kardeşlik bağı kurulmasıdır. Mekke döneminde sahabelerin kendi aralarında, hicretten sonra da ensardan bazı kimselerle kardeş ilan edilmesine “biriyle kardeş olmak, birini kardeş edinmek” anlamında ‘muâhât’ denilir. Hz. Peygamber hicretten yaklaşık beş ay sonra muhacirlerle ensardan kırk beşer kişiyi Enes b. Mâlik’in evine çağırdı; İslâm dininde hilf yoktur, din kardeşliği vardır diyerek aralarında kardeşlik akdetti. Mekke ve Medine’de gerçekleştirilen bu uygulamayla Câhiliye döneminde kabile asabiyetine dayanan antlaşma ve ittifakların yerini İslâm kardeşliği aldı. Böylece bir Müslüman putperest akrabasıyla ilişkisini kesip, aralarında kan bağı bulunmayan, başka kabile veya ülkeyle ilişkili ya da köle olan bir sahabeyle maddi ve manevi dayanışma içine giriyordu. Muâhât, İslâm toplumunda bütünleşmeyi sağladığı gibi o günkü sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük katkı sağladı. Bütün varlıklarını Mekke’de bırakarak yurtlarından ayrı düşen muhacirlerin yalnızlık ve mahzunluğunu gidererek yeni vatanlarına intibaklarını ve Medinelilere ısınmalarını kolaylaştırdı. Her iki zümre ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde müşrik, münafık ve Yahudi fitnelerine karşı birlik oldular. Geçici mal ortaklığını da içine alan bu uygulama muhacirler ile ensarı birbirine daha da yakınlaştırdı ve kardeşler bir süre birbirlerine mirasçı da oldular. Bedir Gazvesi’nin ardından bu uygulamaya son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara mahsus kılındı. Ensarın kardeşleştirme çerçevesinde muhacirlere karşı yardımları, destek ve feragatleri Müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz sahibi olmasına da yol açtı. Hz. Ömer ile İtbân b. Mâlik örneğinde görüldüğü gibi, kardeşler iş yoğunluklarına göre Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek sohbetlerinden daha çok istifade etmeye çalışıyorlardı. Hicretten sonra ilk problemler ve çözümleri hakkında bilgi veriniz. Medine’nin İdari Yapısı ve Nüfusu Hicretten önce Medine’de idari yapıyla ilgili her hangi bir düzenleme yoktu. Her grup kendi içinde bağımsız ve kendi kurallarına göre yaşıyordu. Şehrin ekonomik hayatını ellerinde bulunduran Yahudiler zaman zaman idari alana giren bazı hususlarda Arapları kendilerine tâbi kılıyorlardı. Hz. Peygamber’in Yesrib ile ilgili ilk düzenlemesi hicrete kadar buradaki Müslümanların hayatlarını belli bir nizam içerisinde sürdürebilmeleri için Evs ve Hazrec kabilesinden on iki nakib seçmesidir. Hicretten sonra bu iki kabile arasında sürüp giden düşmanlık ortamını geleneksel kabile kurallarının yerine Hz. Peygamber’in otoritesiyle bertaraf edildi. Daha sonra birtakım idarî düzenlemeler yapıldı. Oluşan yeni siyasi-hukuki yapı içinde sosyal, askerî ve ekonomik teşkilatlanma gerçekleştirildi. Medine devletin başşehri oldu. Sözlükte akit, yemin ve antlaşma gibi anlamlara gelen hilf (çoğulu ahlâf), terim olarak İslâm öncesi Araplarda kabilelerin veya şahısların yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla yaptıkları antlaşma ve ittifaklar demektir. 2 82 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Medine’nin hicret öncesi nüfusu hakkında fazla bilgi yoktur. Hicretten sonra ilk nüfus sayımı olarak nitelendirilebilecek, muhacirler ile ensar arasında gerçekleştirilen kardeşleştirmeden 1500 Müslümanın varlığı anlaşılmakta ve gayri Müslim unsurlar buna ilâve edildiğinde, nüfus 10.000’i aşmaktadır. Hicretin ardından sürekli büyüyen ve Müslümanlar için Mekke’nin fethine kadar bir zorunluluk olan göçten dolayı şehrin nüfusu sürekli arttı. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Medine’de 30.000 sahabenin yaşadığı, Yahudilerin buradan ayrılmasına rağmen şehir ve çevresiyle birlikte bunun 60.000’e ulaştığı tahmin edilmektedir. Hicretten Sonra Diğer Bazı Önemli Gelişmeler Günümüzdeki şekliyle beş vakit namaz hicretten önce Mi’râc gecesinde (27 Receb 621) farz kılınmıştır. Klasik kaynaklardaki bilgilerden namazların önce ikişer rekât olarak farz kılındığı, hicretten kısa bir süre sonra öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzlarının dörder rekâta çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber hicreti esnasında bir süre konakladığı Kubâ’dan 24 Eylül 622 Cuma günü Medine’ye hareket etti. Yolunun üstündeki Rânûnâ vadisinde Salimoğulları’na misafir oldu. Burada öğle vakti girince ilk Cuma Namazı’nı kıldırması ve ilk hutbesini okumasıyla Cuma Namazı farz kılındı. Benî Salim yurdunda kılınan ilk namazın hatırasını yaşatmak için Ömer b. Abdülaziz Medine valiliği esnasında (706- 712) namazgâhın yanına Mescid-i Cum’a, Mescid-i Benî Salim, Mescid-i Âtike, Mescid-i Vâdî gibi adlarla anılan ve günümüze kadar gelen bir mescit yaptırdı. Hz. Peygamber Mekke’de Kâbe’yi önüne alarak Kudüs’e doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra namazlar başlangıçta Kudüs’e doğru kılınırken hicretten on altı veya on yedi ay sonra inen ayetler doğrultusunda kıble Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrildi. Hz. Peygamber’in Medine’ye gidişine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Hicretten sonra Medine’de Müslümanlar bazen bir araya toplanarak namaz vaktinin girmesini topluca bekliyorlar, bazen de namaz vakti geldiğinde Bilâl-i Habeşî sokaklarda haydi namaza anlamında ‘es-salâh es-salâh’ diyerek insanları mescide davet ediyordu. Her iki uygulama yeterli olmadı ve namaz vakitlerinin girdiğini belirten bir işarete olan ihtiyaç özellikle Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra daha da arttı. Bu ihtiyacı gidermek için yapılan görüşmelerde nâküs çalınması, boru öttürülmesi, ateş yakılması, bayrak dikilmesi gibi çeşitli teklifler yapıldı. Ancak bu teklifler nâküs Hıristiyanların, boru Yahudilerin, ateş de Mecusîlerin âdeti olduğu için Hz. Peygamber tarafından kabul görmedi. Bu sırada sahabeden Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe’ye rüyada ezan öğretilmiş, o da ertesi gün Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber vermişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sesi güzel olan Bilâl’e ezan cümlelerini öğreterek ezanda ikişer, ikamette ise birer defa okumasını emretti. Onun, Medine’deki en yüksek yer olan Neccâroğulları’ndan bir hanımın evinin damına çıkarak ilk sabah ezanını okuması ve ilk ikameti yapmasıyla uygulama başladı. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı. Hicretin ikinci yılı Şaban ayında (Şubat 624) ramazan orucu farz kılındı. Aynı yılın Ramazan Bayramı’ndan bir iki gün önce (Mart 624) Hz. Peygamber fıtır sadakasıyla ilgili hükümleri açıkladı. 1 Şevval 2’de (27 Mart 624) ilk ramazan bayramı ve 10 Zilhicce 2’de (3 Haziran 624) ilk Kurban Bayramı kutlanmaya başlandı ve ilk bayram namazları kılındı. Hicretin ikinci yılında (624) zekât farz oldu. Hıristiyanlarca günümüzdeki çan yerine kullanılan, üzerine bir çomakla vurularak ses çıkarılan tahta parçasıdır. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 83 MEDİNE’NİN ŞEHİR OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI Medine hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahipti. Bundan dolayı hicretten sonra kentleşme teşvik edilerek şehrin İslâmlaşması ile medenileşmesi arasında paralellik kurulmaya çalışılıyordu. Bu bağlamda idare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere planlandı ve bazı yapılar korundu. Gerçekleştirilen yeni yerleşme düzeninde mahallelerin sayısı artarken bazı kenar semtleri kentin bir parçası haline getirildi. Su şebekesi, kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması yolunda sürekli tedbirler alınarak şehrin fiziki yapısına sosyal ve kültürel çok amaçlı binalar ilave edildi. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin dışında bir kısmının planlanması ve kıble tespiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescitler inşa edildi. Resûl-i Ekrem, ashabından vefat edenlerin defni için Baki mevkiini mezarlık olarak şehir planına kattı ve burası Türkler arasında Cennetü’l-bakî adıyla meşhur oldu. Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra şehir planının tamamlayıcı unsurlarından biri olan çarşının yeri bizzat Hz. Peygamber tarafından belirlenerek faaliyete geçirildi. Medeni hayatın bir unsuru hâline getirilen çarşının işleyiş ve düzenine dair bazı düzenlemeler yapıldı. Kamu malı sayılan çarşıda yer edinmeye, kiralama veya bazı eşyaların sabitlenmesine izin verilmeyerek açık bir alan olarak kalmasına özen gösterildi. İslâm’ın ekonomik ve ticari hayata getirdiği değerlerin uygulamaya konulmasıyla Yahudilerin şehirdeki iktisadi hâkimiyetleri tedricen azaldı. Kardeşleştirme Müslümanların Medine’nin ekonomik hayatında söz sahibi olmalarını olumlu etkiledi. Tarım ve hayvancılık alanında bilgi sahibi olan ensarla ticaret konusunda mahir olan muhacirlerin tecrübelerinin birleştirilmesi çarşının işleyişinde güçlü bir geleneği ortaya çıkardı. Medine’nin şehirleşmesine yönelik tedbirleri araştırınız. Medine ve Mescid-i Nebevî İslâm medeniyet tarihi bakımından en önemli müesseselerin başında Medine’deki Hz. Peygamber’in mescidi gelir. Mescid-i Nebevî’nin inşası hicretten sonra Medine’de gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerden olup şehirleşmenin dönüm noktası olmuştur. Bizzat Hz. Peygamber tarafından yaptırılan diğeri Kubâ olmak üzere Resim 4.1 Baki kabristanından bir görünüş Kaynak: Küçükaşcı, M. S. (2003), s. 347. 3 84 İslam Tarihi ve Medeniyeti I iki mescitten biri olan Mescid-i Nebî Medine’deki bütün faaliyetlerinin merkezinde yer alarak fonksiyonları bakımından sonraki dönemde kurulan camilere örnek teşkil etti ve inşasıyla birlikte Mekke’deki Mescid-i Harâm gibi şehir hayatının merkezi oldu. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesiyle ilgili yapılan faaliyetler sadece Harem-i şerif ile sınırlı kalmadı; şehrin fizikî yapısında önemli değişikliklere sebep oldu. Mescid-i Nebevî’nin adı Kur’an-ı Kerim’de doğrudan geçmemekle birlikte “ilk günden takva üzerine kurulan mescit” (et-Tevbe 9/108) şeklinde dolaylı olarak yer alır. Mescid-i Nebevî fazilet bakımından Mescid-i Harâm’dan sonra gelir. Bazı bilginlere göre Hz. Peygamber’in kabri burada olduğundan Mescid-i Nebevî daha faziletlidir. Akabe’de Hz. Peygamber’e ilk biat eden Es’ad b. Zürâre, hicretten önce Medine’de bir hurma kurutma yerinin etrafını duvarla çevirerek mescit haline getirmişti. Hz. Peygamber 24 Eylül 622 Cuma günü Medine’ye girdiğinde kendisini davet edenleri kırmamak için devesinin serbest bırakılmasını ve onun çöktüğü yere en yakın evde konaklayacağını söyledi. Kasvâ’nın Mâlik b. Neccâroğulları’nın evlerinin önünde hurma kurutulan bir düzlükte çökmesi üzerine Resûl-i Ekrem buraya en yakın evin sahibi Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye misafir oldu. Hz. Peygamber Sehl ve Süheyl adlarında iki yetim çocuğa ait olan Kasvâ’nın çöktüğü arsayı mescit yapmak üzere sahiplerinden Hz. Ebû Bekir tarafından ödenen 10 dinar karşılığında satın aldı. Mescit alanı olarak seçilen arsanın zemin düzenlenmesi yapıldıktan sonra temeli törenle atıldı (Eylül 622). Temeline ilk harcı Hz. Peygamber’in koyduğu Mescid-i Nebevi yaklaşık 1022 m2’lik bir alanı kapsıyordu. Taş, kerpiç, hurma kütük ve dallarının malzeme olarak kullanıldığı inşaatta Hz. Peygamber ashapla birlikte çalışmış, bu faaliyet ensar ve muhacirin kaynaşması için iyi bir fırsat olmuştu. Nisan 623’te tamamlanan ilk bina, taş temel üzerine tek sıra kerpiçten, bir adam boyu kadar yükseklikteki çevre duvarı ile kuşatılarak üstü açık biçimde sade bir yapı olarak tasarlanmıştı. Kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından Kudüs’e yönelik olarak yapılan ve üç kapısı bulunan mescidin doğu duvarının güney kısmına Resûl-i Ekrem’in eşleri Hz. Âişe ve Sevde için iki adet oda yapıldı. Daha sonra sayıları dokuza çıkan bu odaların bir kapısı mescide açılıyordu. Kıble hicretten on altı veya on yedi ay sonra Kudüs’ten Mekke’deki Kâbe’ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Basit ve sade, ancak son derece fonksiyonel olan Mescid-i Nebevi Müslümanların sayısının artmasıyla ihtiyaca cevap veremeyince Hayber Seferi dönüşü (Haziran 628) yeni ilâvelerle genişletildi. Çevresinde bazı yerlerin kamulaştırılmasıyla kıble tarafı hariç üç tarafına ilave yapılan Mescid-i Nebevi, yaklaşık 2433 m2 ebadında kare planlı bir hâle geldi. Başlangıçta üstü örtülmeyen Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yere yağmur ve güneşten korunmak için hurma kütüğünden altı direk üzerinde bir sundurma yapıldı. Kıble Kâbe’ye çevrilince bu sundurma kısmen korunarak Suffe ehlinin barındığı bir yer oldu. Daha sonra güney duvarına paralel dokuzar adet hurma kütüğünün üç sıra halinde dizilip ahşap sütunlar üzerine oturtulduğu bir çatı yapıldı. Araları 4,44 m. olan sütunlar, hurma ağacından kirişlerle birbirine bağlanıp hurma dalı ve yaprakları, izhir ve semer otlarıyla örtülerek toprakla kapatıldı. Çok sade biçimde yapılan tavan gölgelenmeyi sağlamakla birlikte yağmurdan koruyamıyordu. Mekke’deki Mescid-i Haram gibi Mescid-i Nebevi ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa için de Harem-i şerif tabiri kullanılır. Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundan olup hicretten iki yıl kadar önce eşi Ümmü Eyyûb ile birlikte İslâm’a girdi. İkinci Akabe Biatı’nda bulundu. Hicretten sonra evinde misafir ettiği Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda gazaya katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu Müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Kuşatma devam ederken hastalanarak 669 yılında vefat etti. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik surlara yakın bir yere defnetti. Latinler 1204’te Konstantinopolis’i istilâ ettiklerinde Ortodokslara ait kilise ve kutsal yerleri yakıp yıkarken Ebû Eyyûb’ün kabri de tahrip oldu; zamanla da ortadan kalktı. İstanbul’un fethinden sonra kabri ortaya çıkarılarak türbe haline getirildi. Bundan kısa süre sonra da Eyüp Sultan Külliyesi inşa edilerek bu yörenin manevi yapısının temelleri atıldı. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 85 Hz. Peygamber’den Sonra Mescid-i Nebevî Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm’ın geniş bir alana yayılması başkent Medine’nin nüfusunun artmasını beraberinde getirdi. Her yıl İslâm dünyasının dört bir yanından Kâbe’yi ziyaret için gelenler dönüşlerinde Medine’ye uğrayarak Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret ediyorlardı; Mescid-i Nebevî’de namaz kılmayı hac ziyaretlerinin tamamlayıcı bir unsuru olarak görüyorlardı. Bütün bunlar mescidin genişletilmesi ihtiyacını ortaya çıkardı. Hz. Ömer, 638 yılında çevredeki bazı evleri mescide dâhil etmek için istimlâk etti. Kuzey duvarı biraz geriye çekildi ve ön duvar mevcut sütunların aralığı kadar ileri alınarak yanlara üçer, batı tarafında ön duvara dik ikişer sütun eklendi. Çevre duvarı yükseltilen ve kapı sayısı altıya çıkarılan Mescid-i Nebevî’nin alanı 4088 m2’ye ulaştı. Zemini Akik vadisinden getirilen küçük taşlarla kaplandı, ilk safların bulunduğu bölüme keçe döşendi. Hz. Osman döneminde Mescid-i Nebevi genişletilerek yeniden inşa edildi. 649 yılı Kasım ayında başlayıp 650 yılı Eylül ayında tamamlanan çalışmalardan sonra mescidin alanı yaklaşık 5378 m2’ye ulaştı. Binanın yapımında yontma taş ve kireç kullanıldı, her sırada bulunan aynı ebatta hazırlanmış ilk defa kullanılan tezyinatlı taşlardan oluşan sütunların sayısı on ikiye çıkarıldı. Gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman zamanında yapılan genişletme ve süsleme faaliyetleri, İslâm medeniyetinin gelişimiyle de paralellik arz ediyordu. Mescid-i Nebevî en geniş kapsamlı değişikliği Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında yaşadı. Velid, 706 veya 707 yılında Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz’den Mescid-i Nebevî’yi genişletmesini, Hz. Peygamber döneminden kaldığı için yıkılmasına izin verilmeyen hücrelerle çevredeki evleri kamulaştırıp mescide dâhil etmesini istedi. Mescid-i Nebevî’nin inşası için yapılan kamulaştırma faaliyetleri esnasında bazı problemler yaşanmış, özellikle de Hz. Peygamber’in hanımlarına ait hücrelerin yıkılması Medinelileri çok üzmüştü. Üç tarafından genişletilen ve bütün duvarlarda kesme taş kullanılan ve 710’da tamamlanan çalışmalardan sonra Mescid-i Nebevî yaklaşık 7500 m2’lik bir alana ulaştı. Hücre-i saadetin mescidin içerisine alındığı bu genişletmede minare ve şerefeleriyle niş tarzı mihrap, üç yeni unsur olarak eklendi. Ayrıca kıble duvarına celî kûfî hatla Şems süresi veya bu süreden Kur’an-ı Kerim’in sonuna kadar olan kısım yazıldı. Abbasî halifelerinden Mehdî-Billâh 777’de Medine’ye geldiğinde kapasitesini yetersiz bulduğu Mescid-i Nebevî’yi genişletmeye karar verdi. Aynı yıl veya bir sene sonra başlayan faaliyetler 165’te (781-782) tamamlandı. Sadece kuzey yönünde genişletilerek yaklaşık 9309 m2’ye ulaşan mescitteki sütun sayısı 290’a ulaştı. Süslemesine özel bir önem verilen kıble duvarının alt kısmı mermer kaplandı. Üst tarafı ise uzaktan mozaik gibi görünen altın parçalarıyla, doğu ve batı duvarlarının avluya dönük yüzleri renkli dekoratif oymalarla süslendi. Bundan sonra 1068 ve 1121 yıllarında olduğu gibi Medine ve çevresinde meydana gelen depremler veya çıkan yangınlardan dolayı zorunlu olarak veya Mescid-i Nebevî’yi güzelleştirmek için onarım ve yenileştirme faaliyetleri yapıldı. Ancak Memlükler zamanına kadar Mescid-i Nebevî her hangi bir değişikliğe uğramadı. 5 Kasım 1481’de güneydoğu köşesindeki minareye düşen bir yıldırım sebebiyle çıkan yangından Mescid-i Nebevî büyük zarar gördü. Yenilenmesi ve tezyinatının büyük kısmı 1483’te tamamlanan mescidin alanı 9429 m2’ye ulaştı. Batı duvarına bitişik Bâbüsselâm ile Bâbürrahme arasında bir medrese ile ribât inşa edildi. 86 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Medine’nin şehirlemesi ve Mescid-i Nebevî hakkında daha geniş bilgi için M. S. Küçükaşcı’nın Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn adlı eserinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri Hücre-i Saadet Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saadet adıyla anılmaya başlandı. Mescid-i Nebevî ile ilgili bütün onarım faaliyetlerinde hücre-i saadete öncelik verildi ve burası daima Hz. Peygamber’in minberiyle bütünleşerek mescidin en önemli bölümü oldu. Hz. Ömer ve Hz. Osman Mescid-i Nebevî’yi genişletirken hücre-i saadet ile diğer odaları olduğu gibi bıraktılar. Hücre-i saadetin dışındaki diğer odalar Velid zamanındaki genişletmede mescide dâhil edildi. Memlûk Sultanı Kalavun zamanında Hz. Peygamber’in kabri üzerine ilk defa ahşap bir kubbe inşa edildi. Sultan Kayıtbay hücre-i saadetin kubbesini yenileyerek Mescid-i Nebevî’de bazı düzenlemeler yaptı ve hücre-i saadetin kubbesinin yerine daha büyük bir kubbe ile Bâbüsselâm tarafına iki kubbe yapıldı (1476). Ravza-i Mutahhara Mescid-i Nebevî’nin Hz. Peygamber’in kabriyle minberi arasında kalan yaklaşık 330 m2’lik alanını kapsayan bölümüne, ‘tertemiz bahçe’ anlamında Ravza-i Mutahhara denilir. Ravza’da her biri İslâmiyet’in ilk döneminden ayrı bir hatırayı taşıyan Elçiler, Âişe, Muhallaka, Mushaf, Tövbe, Muhâfız gibi adlarla anılan sütunlar yer almaktadır. Mescid-i Nebevî’de en büyük yenileşmeyi gerçekleştiren Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid’in imarında bunların üzerine adları ve Hz. Peygamber’in mescitle ilgili sözleri yazılarak diğer sütunlardan farklı oldukları belirtilmiştir. Minber Hz. Peygamber Mescid-i Nebevî’de cemaate hitap ederken ilk zamanlarda hurma ağacından bir kütüğe dayanıyordu. Sahabelerin Hz. Peygamber’in yüzünü görememeleri ve sesini işitememeleri üzerine 628 veya 629 yılında ılgın ağacından 50 cm. eninde 1,25 m. uzunlukta, 1 m. yükseklikte, arkasında üç sütunu bulunan üç basamaklı ilk minber konuldu. İlk halifeler Resûl-i Ekrem’e saygılarından dolayı bir tahta parçasıyla kapatılan üçüncü basamağı kullanmadılar. Hz. Osman zamanında Hz. Peygamber’in minberinin üzerine kubbe yapıldı, kumaşla örtüldü ve basamakları abanoz ağacıyla kaplandı. Muâviye b. Ebû Süfyân devrinde minbere altı basamak daha eklendi. Mescid-i Nebevî’ye en son III. Murad’ın yolladığı mermer minber konuldu (1590). Osmanlı selâtin camilerinde benzerleri görülen, üzerinde zarif altın tezyinatlı kubbenin yer aldığı, yaklaşık 7 m. yüksekliğindeki bu minber süsleme ve tezyinat bakımından bir şaheser olup halen Ravza-i Mutahhara’nın batısında Hz. Peygamber’in mihrabının sağında ve minberinin yerindedir. Mihrap Başlangıçta Mescid-i Nebevî’nin bir mihrabı yoktu. Hz. Peygamber’in namaz kıldırdığı yer belliydi. Ömer b. Abdülaziz Mescid-i Nebevî’yi imar ederken ön duvara oyulmuş niş tarzında bir mihrap ilâve etti. Bu daha sonra Resûl-i Ekrem’in mihrabı olarak meşhur oldu. Velid b. Abdülmelik ve Mehdî-Billâh dönemlerinde yapılan Hücre-i saadetin üzerine yaptırılan kubbe, ‘kubbetü’lhücre’ veya ‘kubbetü’n-nûr’ adıyla meşhurdur. Haremeyn işlerine büyük önem veren Sultan II. Mahmud’un emriyle hücre-i saadetin üzerine taştan yeni bir kubbe yapıldı, kurşunla kaplanarak yeşile boyandı. Günümüze kadar gelen ve Mescid-i Nebevî’nin simgesi olan bu kubbeye renginden dolayı yeşil kubbe anlamında ‘Kubbetü’l-hadrâ’ denilir. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 87 düzenlemelerde mihraba giden revakın tezyinatına özel bir önem verildi. Çok dengeli çizgiler taşıyan, sağında imamın girmesi için bir kapısı bulunan mihrabın üstü altın tezyinatlı bir kubbe ile örtüldü. Mescid-i Nebevî’de Hz. Peygamber’in mihrabından başka mihraplar da vardı. Hz. Osman’ın mihrabı olarak bilinen maksurenin kuzeyinde Hz. Peygamber’in gece namazı kıldığı yerde Sultan Kayıtbay ve Sultan Abdülmecid devirlerinde yenilenen “mihrâbü’t-teheccüd” yer alır. Mushaf konulan ahşap dolabı dışında bugün de mevcut olan bu mihrabın üzerinde altın süslemeler ve teheccüd âyetleri yazılıdır. Gece namazı mihrabının önünde ve hücre-i saadetin arkasında maksure içinde Hz. Peygamber’in mihrabına benzer şekilde süslenen Hz. Fâtıma’nın mihrabı yer alır. Mescid-i Nebevî’de farklı mezhepler için ayrı ayrı mihraplar da konulmuştur. Mahfil Mescid-i Nebevî’ye ilk mahfili (maksure) Hz. Ömer’in namaz kıldırırken şehid edilmesini dikkate alan Hz. Osman yaptırdı. Mescid-i Nebevî’de Resûl-i Ekrem’in minberinin kuzeyinde Bilâl-i Habeşî’nin müezzinlik yaptığı yerde bulunan müezzin mahfili ‘makberiyye’ adıyla meşhurdur. İlk zamanlarda basit ve sade yapıda ahşap olan mahfil, Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından kare planlı ince ve zarif dört direkten bir kaide üzerine tamamı mermerden yapıldı. Ardından bazı tamir ve tadilâttan geçirilen müezzin mahfilinin en son tamiratı 1983’tedir. Minare Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında, Bilâl-i Habeşî’nin ezan okumak için iple tırmanarak çıktığı ‘üstüvane’ denilen bir yer vardı. Minarenin ilk şekli olarak düşünülebilecek silindir biçimindeki bu yerin dışında ezan okumak için mescidin çevresindeki bazı yüksek yerler de kullanılıyordu. Ömer b. Abdülaziz, Mescid-i Nebevî’yi genişletirken dört köşesine yaklaşık 26 m. yükseklikte dört minare yaptırdı. 716’da Emevîlerden Süleyman b. Abdülmelik’in güneybatı köşesindeki minareyi şerefesinin mesken mahremiyetine zarar verdiği gerekçesiyle yıktırmasıyla, Mescid-i Nebevî yüzyıllar boyunca üç minareli olarak kaldı. 5 Resim 4.2 Mescid-i Nebevî’nin içindeki Ravza-i Mutahhara, hücre-i saadet ve kabirlerin yerleşim planı. Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi, XXX, 431. 88 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kasım 1481’de mescidin güneydoğu köşesindeki minarenin bir kısmının yıldırım sebebiyle yıkılmasının ardından bütün minareler tekrar yapıldı. Bunlardan bugün hâlâ ayakta duran, Memlük sanatının en önemli örneklerinden olan başmüezzinin ezan okuduğu minare ‘Reîsiyye’ adıyla ünlüdür. Osmanlı döneminde 1540’ta mescidin kuzeydoğusundaki minare yıkılarak yerine 4,65 x 4,65 metrelik kaide üzerinde yaklaşık 70 m. yükseklikte Kanunî Sultan Süleyman’a nisbetle ‘Süleymâniye’ adlı üç şerefeli bir minare inşa edildi. Abdülmecid’in imarı sırasında kuzeybatıda Mecidiye, güneybatıda Bâbüsselâm, batıda ise Bâbürrahme diye anılan minareler yapıldı. Mescidin Reîsiyye dışındaki minareleri tamamen Osmanlı tarzını yansıtmaktaydı. Mescid-i Nebevî’nin 1994’te tamamlanan son imarında minare sayısı ona çıkarıldı. Kapılar Mescid-i Nebevî’nin ilk yapımında batı tarafında Bâbürrahme (Bâbüâtike), doğu tarafında Bâbücibrîl (Bâbüosman) ve güney tarafında Bâbülcenûbî adlarıyla üç kapısı vardı. Kıblenin değişmesinden sonra güneydeki kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Hz. Peygamber, hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını istediğinden bu kapı genişletmelerde korunarak mescit dışına yer altından bir geçit konuldu. Hz. Ömer zamanında kapı sayısı altıya çıkarıldı. Mescid-i Nebevî’nin kapıları, genişletmeler sırasında daha ileriye alınmaları dışında Mehdî zamanındaki imara kadar herhangi bir değişikliğe uğramadı. Bu dönemde doğu ve batı duvarlarında sekizer, güney ve kuzey duvarlarında dörder olmak üzere kapı sayısı yirmi dörttü. Kanunî Sultan Süleyman devrinde yenilenen Bâbürrahme’nin sağ ve sol tarafına Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olarak gönderildiğini belirten âyetten sonra Kanûnî’den Osman Bey’e kadar bütün Osmanlı padişahlarının adları yazıldı. Günümüzde Mescid-i Nebevînin kırk bir ana giriş ve çıkış noktası bulunmaktadır. Diğer Bölümleri İnşasından itibaren Mekke’deki Mescid-i Haram gibi şehrin gündelik hayatının merkezi olan Mescid-i Nebevî’nin ortasında kum ve çakıl dökülmüş, iki tarafına hurma ağaçlarının dikildiği, daha sonra ‘kumluk’ adıyla meşhur olan üzeri açık bir avlusu vardı. Halkın toplantı ve buluşma yeri olan bu avluda ikindiden sonra başlayan hareketlilik yatsı sonuna kadar devam ederdi. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde mescidin arka tarafında kadın ve erkeklere ait birer sofa bulunuyordu. Hz. Ömer, mescidin doğu tarafındaki avlusunun kuzeyine Butayha adı verilen bir mekân yaptırarak, sohbet etmek, serbest konuşmak ve şiir okumak isteyenlere tahsis etti. Mescid-i Nebevî’nin çeşitli yerlerine erken dönemden itibaren su getirilmiştir. 1326’da Medine’yi ziyaret eden İbn Battûta hücre-i saadetin kuzeyinde mermer bir havuz bulunduğunu, Bâbüsselâm’in yanındaki Aynüzzerkâ kaynağından gelen çeşmeye de bir merdivenle inildiğini kaydeder. Memlûk Sultanı Kalavun çeşmenin yanına bir şadırvan inşa ettirmiş, bu şadırvan 1837’de yenilenmiştir. Aynı yıl Bâbürrahme civarında I. Ahmed tarafından yaptırılan sebil ve fıskiye de onarılmıştır. Mescid-i Nebevî ilk zamanlarda hurma dallan yakılarak aydınlatılıyordu. Ashaptan Temîm ed-Dârî, Suriye’den Medine’ye gelirken beraberinde kandil ve yağ getirmesiyle mescit aydınlatılmaya başlandı. Hz. Ömer zamanında Mescid-i Nebevî’ye büyük kandiller asılarak buhurdanlıklar konuldu. Daha sonra kandil, fener, mum ve meşale gibi aydınlatma araçları kullanılarak bunlar için özel tahsisatlar ayrıldı. Mescid-i Nebevî’de ilk defa 1908 yılında elektrik kullanıldı. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 89 Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik zamanında gerçekleştirilen imarın ardından Mescid-i Nebevî’ye ilk kitabe konuldu. Abbasî Halifesi Mehdî-Billâh devrinden itibaren mescidin imarıyla ilgili her türlü faaliyet bir kitabe ile kayıt altına alınıyordu. Mescid-i Nebevî’nin Fonksiyonları Vahyin en çok geldiği mekânların başında gelen Mescid-i Nebevî, Hz. Peygamber’in ibadet ve ziyaret maksadıyla yolculuk yapılmaya değer olduğunu belirttiği diğerleri Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa olmak üzere üç mescitten biridir. İslâm’ın ilk döneminde Mescid-i Nebevî bütün resmî faaliyetlerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Hz. Peygamber’in devlet başkanı olması dolayısıyla siyasetin, muallimlik vasfı sebebiyle eğitimin, ordu kumandanı olarak askerî teşkilâtın, kadılık vasfıyla adalet teşkilâtının merkeziydi. Ayrıca Suffe başta olmak üzere bazı kişiler için barınma yeri, misafirhane ve sosyal yardım mahalli olarak da kullanılıyordu. Çeşitli Arap kabilelerine mensup heyetler Elçiler sütununda kabul edilir, bazıları mescidin içerisinde kurulan çadırlarda ağırlanırdı. Rufeyde el-Ensâriyye adlı hanım Mescid-i Nebevî’de yaralı ve hastaları tedavi ederdi. Hz. Peygamber’in hukuki problemleri çözerken oturduğu yer ‘kaza revakı’ adıyla meşhurdu. Gerektiğinde münadiler çıkarılarak halk mescide toplanır ve önemli konularda bilgilendirilirdi. Mescidin minberi sadece hutbe okumak için değil halka yapılacak konuşmalar, halifelere biat gibi merasimler için de kullanılırdı. Emevî Halifesi Abdülmelik zamanından itibaren başşehirden gönderilen Kâbe örtüsü Mescid-i Nebevî’de teşhir edildikten sonra Mekke’ye gönderilirdi. Mescid-i Nebevî’nin ilk imamı, hatip ve vaizi olan Hz. Peygamber’den sonra bu görevler halifeler, hilâfet merkezinin Dımaşk’a nakledilmesinden sonra da valiler tarafından üstlenildi. Mescid-i Nebevî’ye yapımından itibaren başta müezzin olmak üzere çeşitli alanlarda görevliler tayin edildi ve Hz. Osman zamanından itibaren maaş verilmeye başlandı. Emevîler döneminde görevlilerin sayısı arttırılarak çalışma alanları çeşitlendi. Mescidin bakım ve onarımını yapmak, burada yürütülecek dinî hizmetlerle eğitim ve öğretim faaliyetlerinin masraflarını karşılamak için Emevîler döneminden itibaren çeşitli vakıflar tesis edildi, zamanla ortadan kalkan bazı vakıfların yerine yenileri kuruldu. Resim 4.3 Medine’yi gösteren eski bir kartpostal 90 İslam Tarihi ve Medeniyeti I HZ. MUHAMMED’İN MÜSLÜMANLARIN İMAN, AHLAK, GÖNÜL VE AKIL DÜNYALARINDAKİ YERİ Adları İslâm Peygamberi, Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir ve Âkıb olmak üzere kendine özgü beş adının bulunduğunu ve bunların daha önce kullanılmadığını söylemiştir. Hz. Peygamber’in Muhammed’den sonra en çok kullanılan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu ad da ‘hamd’ kökünden türemiş olup “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bir yerde geçmekte ve burada, Hz. İsa’nın İsrâiloğulları’na kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelediği belirtilmektedir. Yuhanna İncili’ndeki Parakletos kelimesiyle de Ahmed adının kastedildiği ifade edilmektedir. Mâhî adı küfrün onun eliyle yok edileceğini, Haşir kıyamet gününde insanların onun ardından giderek haşrolacağını, Âkıb da kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğine işaret etmektedir. 300’ü aşkın isim ve sıfatı müstakil kitaplarda bir araya getirilen Hz. Peygamber’in yaygın adlarından biri de seçilmiş anlamında bir sıfat olan Mustafa’dır. Fiziki Özellikleri Hz. Peygamber’in fiziksel özelliklerini, özel hayatını ve ahlakını anlatan eserlere huy, tabiat, ahlak gibi anlamlara gelen şemâil denilir. Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini anlatan edebî eserlerle aynı konuda hüsn-i hatla yazılmış levhaların adı ise hilyedir. Hilyenin özellikle Türk edebiyat ve sanatında en güzel örnekleri verilmiştir. Peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutan Türklerin bu sevgiyi diğer milletlerde görülmeyen bir şevkle edebiyat ve sanatlarına aktarmış olmaları bunun en önemli sebebidir. Divan edebiyatında hemen her şair Hz. Peygamber’i öven bir naat kaleme almıştır. Sahabelerin Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini kendi bilgi, anlayış ve yetişmişlik dereceleri nispetinde tespit etmeye çalışmaları hilye konusunda değişik rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Buna göre, Hz. Peygamber iri yapılı ve heybetliydi. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, bazen kulak memesini geçen saçları hafif dalgalıydı. Beyaz tenli, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince ve hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürürdü. Hz. Peygamber güler yüzlüydü ve ilk bakışta insana güven veren bir görünümü vardı. Medine’ye hicret esnasında onu ilk defa gören Yahudi bilginlerden Abdullah b. Selâm bu yüzün sahibinin yalancı olamayacağını söyleyerek ailesiyle birlikte Müslüman olmuştu. Hz. Peygamber’in maddi ve manevi özellikleri hakkında daha geniş bilgi için A. Yardım’ın Peygamberimiz’in Şemâili adlı eserine başvurabilirsiniz. Eşleri ve Çocukları Hz. Peygamber’in ikisi Mâriye ve Reyhâne adlı câriyeler olmak üzere değişik zamanlarda on iki eşi oldu. Hz. Peygamber’e ilk inanan kadın olan ve İslâmiyet uğrunda bütün servetini ortaya koyarak eşini destekleyen Hz. Hatice ilk eşi ve İbrahim dışındaki bütün çocuklarının annesidir. Onun vefatından sonra Hz. Peygamber ilk Müslümanlardan beş çocuk annesi Sevde ile evlendi ve üç yıl boyunca yalnız onunla Muhammed, Hz. Peygamber’in en çok bilinen adı olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de kırk yedinci sürenin ismi de olan Muhammed dört yerde geçer. 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 91 evli kaldı. Hz. Peygamber’in bakire olarak aldığı tek eşi 624 yılında evlendiği Hz. Aişe’dir. Hz. Peygamber 625’den itibaren Hz. Ömer’in yirmi yaşında dul kalan kızı Hafsa, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme, Cüveyriye bint Hâris, Zeyneb bint Cahş, Reyhâne bint Şem’ûn, Ümmü Habîbe, Safıyye bint Huyeyy, Meymûne bint Haris ve Mâriye ile evlendi. Hatice, Zeyneb ve Reyhâne kendisinden önce vefat etti. Hayatının yaklaşık son on yılına kadar tek evli olarak yaşayan Hz. Peygamber’in sonraki evliliklerinin her biri özel sebeplere dayanır. Kocasının ölümü üzerine dul ve desteksiz kalan ve İslâm’a bağlılıkta sebat eden hanımları himayesine alarak onları ödüllendirme, Arapların içinde yerleşmiş yanlış anlayışları değiştirmeye fiilen öncülük etme, ashabın ileri gelenleriyle, köklü Arap kabileleri ve komşu topluluklarla akrabalık kurarak İslâm toplumunun bütünleşmesini sağlama ve peygamberlik konumunu güçlendirme gibi amaç ve sebepler sayılabilir. İslâm Peygamberi’nin getirdiği yeni vahiy şüphesiz erkekler kadar hanımları da ilgilendiriyordu. Onlara yönelik tebliğlerde Hz. Peygamber’in eşleri eğitici ve öğretici görevi ifa ediyorlardı. Özellikle kadınlara has olup erkeğe sormaktan kaçınacakları şeyler hususunda Resül-i Ekrem’in hanımları birer bilgi ve fetva mercii olarak hizmet görüyordu. Âişe, ensâb ilmini ve Arap edebiyatını iyi bilen Hz. Ebû Bekir’in kızı olarak ilim ve kültür atmosferinde yetişti. Müminlerin anneleri sayılan Peygamber eşleri arasında O’nun özel hayatının bilinmesine en büyük katkıyı yaparak en çok hadis rivayet eden yedi sahabe arasında yer aldı. İlim bakımından Hz. Âişe’den sonra gelen ve hanımlarından en son vefat eden Ümmü Seleme’nin rivayet ettiği hadis üç yüz yetmiş sekizdi. Sevde beş, Hafsa altmış, Cüveyriye yedi, Zeyneb yirmi, Ümmü Habîbe altmış beş, Safiyye on, Meymûne yetmiş altı hadis rivayet ederek hanımların ilimle uğraşmalarının da öncüsü oldular. Hz. Peygamber’in üçü (beş) erkek, dördü kız olmak üzere yedi (dokuz) çocuğu vardı. Peygamberlikten önce doğan ve kendisinin Ebü’l-Kâsım künyesiyle anılmasına sebep olan ilk oğlu ve ilk vefat eden çocuğu Kâsım’ın ne kadar yaşadığı belli değildir. Kâsım’dan sonra sırasıyla Zeynep, Rukiyye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma doğdu. Mekke döneminde en son doğan Abdullah ise hicretten önce vefat etti. Bu dönemde Hz. Peygamber’in Tayyib ve Tâhir adında iki oğlunun daha dünyaya geldiği, ancak bunların iki ayrı çocuk olmayıp Kâsım ile Abdullah’ın lakapları olduğu da rivayet edilmektedir. Resûl-i Ekrem’in Medine döneminde Cariyesi Mâriyetü’l-Kıbtiyye’den doğan ve iki yaşına gelmeden vefat eden İbrahim haricindeki bütün çocukları Hz. Hatice tarafından dünyaya getirilmiştir. Hz. Peygamber’in soyu kendisinden altı ay sonra vefat eden küçük kızı Fâtıma’dan olma torunlarıyla sürmektedir. Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile damadı Hz. Ali’nin çocukları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin adlı torunlarıyla onların soyundan gelenlere seyyid ve şerif denir. Hz. Peygamber’in soyundan geldiğini iddia eden sahte seyyid ve şeriflere ise müteseyyid denilir. Seyyyid ve şeriflere yönelik bazı hizmetler için nakîbüleşrâf adlı görevliler tayin edilmiştir. Bunlar seyyid ve şeriflerin şecerelerini kaydederek toplumda statü ve asaletlerinin görünürlük kazanması için çaba gösterirlerdi. Hz. Muhammed’in Misyonu ve Kişisel Özellikleri Peygamberlerin gönderilişinin başlıca amacı, gönderildikleri toplumları Allah’ın iradesi doğrultusunda zihnî ve amelî planda değiştirme ve dönüştürmedir. Çünkü peygamberler vahiy yoluyla kendilerine bildirilen inanç, ibadet, ahlak ilkelerini tebliğ etme yanında bunların anlaşılması ve uygulanması hususunda insanlara model olma sorumluluğu da taşırlar. Bundan dolayı diğer peygamberler gibi 92 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Muhammed’in görevi de sadece kendisine verilen vahyi tebliğden ibaret değildir. Kur’an-ı Kerim’de peygamberler silsilesinin son halkasını oluşturan Hz. Muhammed’in fert ve toplumları manevi arınmaya tâbi tutma, onlara kitap ve hikmeti öğreterek hak dini yaşayacak bir olgunluğa kavuşturma ve yeni bir toplum modeli oluşturma görevini üstlendiği vurgulanır. Hz. Peygamber’e bağlı olanlar da ona uyup emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğu taşıdıkları gibi onun davranışlarına tâbi olarak örnek almakla yükümlüdürler. Batı dünyasında din ile hayatın maddi alanlarını birbirinden ayıran yaygın anlayış, İslâm Peygamberi’nin sosyal misyonu ve tarihsel rolünün kavranmasında karşılaşılan ciddi zorlukların başında gelmektedir. Batı dünyası yüzyıllar boyunca mücadele ettiği rakip uygarlığın kurucusu gördüğü Hz. Muhammed hakkında Ortaçağ boyunca teşekkül eden ön yargılar ve olumsuz bakış açısından hâlâ kurtulamamıştır. Kur’an’da Hz. Muhammed 170 ayette diğer peygamberlerle birlikte çoğul olarak, 241 ayette de bizzat yer alır. Seksen altı ayette Allah ve Muhammed kastedilerek bir arada zikredilirken, on yedi ayette de ‘bizim resulümüz’, ‘O’nun resulü’ anlamındaki terkipler şeklinde geçer. Ayrıca ikinci ve üçüncü şahıs olarak Hz. Peygamber’le bağlantılı zamirlerin sayısı binleri bulmakta, doğrudan ona yönelik hitapların sayısı da üç yüzü aşmaktadır. Ezan içinde yer alan Muhammed adı yirmi dört saatin her anında Allah ismiyle birlikte anılır. Buna çeşitli vesilelerle tekrarlanan kelime-i tevhit ve kelime-i şehâdet, farz namazlardan önceki ikamet, ayrıca namaz içindeki Tahiyyat, Salli ve Bârik dualarında Hz. Peygamber’in adının tekrar edilişi eklenmelidir. Çok defa dikkat çekmeyen bu iç içe sistem Hz. Peygamber’in dindeki çok özel konumunu göstermektedir. Bu bakımdan İslâmiyet’i benimsemiş bir kimse için çok özel duygu ve düşünce içinde olması gereken Hz. Muhammed her hangi bir peygamber konumunda değildir. İslâm’da iman esasları Allah’a, peygamberlere ve ahiret gününe iman şeklinde önce üç, sonra kelime-i şehâdette belirtildiği üzere Allah’a ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman şeklinde iki, son olarak da Allah’a iman şeklinde tek bir esasta özetlenir. Buna göre Hz. Peygamber’e iman Allah’a imana ulaşmanın yoludur. Bu bakımdan Hz. Peygamber’e iman onu yakından tanımayı, şahsiyetine güven duymayı, yaptıklarını ve söylediklerini benimsemeyi ve bunları kendi dünyasına mal etmeyi gerektiren bir duygudur. İmanın arkasından Hz. Peygamber’e itaat edilmesi gelir. Allah’a itaat Peygamber’e itaatin temeli olurken, Peygamber’e itaat de Allah’a itaatin tek görünür kanıtıdır. Çünkü Allah kendisine itaatle beraber Hz. Muhammed’e de itaati emretmiştir. Bundan dolayı itaat sadece ibadet vb. alanlarda değil sosyal hayatta da söz konusu olup, kadın ve erkek tüm Müslümanların şiarıdır. İman ve itaatin ardından tâbi olma gelir. Kur’an-ı Kerim bir kimsenin Allah’ı sevip sevmediğinin ölçüsünü Hz. Peygamber’e uyup uymadığıyla ilişkilendirmekte ve bunu Peygamberi’nin ağzından söyletmektedir (Âl-i İmrân 3/31). Aynı şekilde Kur’an’da Hz. Peygamber’e salâtüselâm getirerek manevi şahsiyetinin selamlanması emredilir. Hz. Muhammed’in peygamberlik tasarrufunun sürekli ve kesintisiz olduğunu gösteren bu emirle onun buyruklarına tam anlamıyla boyun eğme ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi anlamıa gelmektedir. Bir şeye verilen değerin ölçüsünü ona karşı beslenen sevginin derecesi ortaya koyar. Her sevgi özü itibarıyla birbirinden farklıdır. Hz. Peygamber insanların Allah’ı tanımalarına ve sevmelerine aracı olduğuna göre hem yaratanı hem yaratılmışı seven bir insandır. Bundan dolayı Peygamber sevgisi, “Sizden hiçbiriniz beni babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 93 olamaz” mealindeki hadis çerçevesinde en üst tazim ve hürmet derecesinde olması gerekir. İslâm’da Peygamber sevgisine büyük önem verilmekle birlikte bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisi yer alır. Peygamber sevgisi onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve dindeki konumuyla paralel olmalıdır. Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek İslâm’ı benimseyen herkesin önemli görevlerinden biridir. Zira İslâm Peygamberi taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir. Bu bakımdan Türk kültüründe Allah sevgisi birinci sırada, Peygamber sevgisi ikinci sırada, Ehl-i beyt sevgisi üçüncü sırada ve Vatan sevgisi dördüncü sırada gelir. Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiğinden hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlakla donatılmıştır. Hz. Âişe, onun ahlakının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtirken, Hz. Peygamber de Allah tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir. İlahî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde Allah’ın yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşayan Hz. Peygamber, mükemmel imanın güzel ahlaklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir. Başkalarına tavsiye ettiği ahlak ilkelerini hayatı boyunca uygulaması bunların daha çok benimsenmesini sağlamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan doğal yaşama biçimi, ahlakının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınmasına sebep olmuştur. Endülüslü bilginlerden İbn Hazm âhiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, ahlak güzelliklerini kazanmak ve erdemlerle donanmak isteyenlerin Hz. Peygamber’i örnek almaları gerektiğini belirtir. Hz. Muhammed in davranışlarının örnek alınması sadece dinî etkenlere bağlı olmayıp Peygamber hâtırasına duyulan derin saygı ve ona karşı beslenen vefa duygusudur. Hz. Peygamber’in tebligatı ve oluşturduğu inançlı toplum, bunların tarih içinde oynadığı rol bütün insanlık için bir rahmet olarak değerlendirilmektedir. Bu özellik sadece Hz. Peygamber’e bahşedilmiştir ve onun çağrısı Asr-ı saadetteki muhatapları yanında bütün insanlığadır. Hz. Peygamber güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hafıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, hayâ, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahipti. Seçkin özelliklerinden birisi de ümmî olmasıdır. Karakteri, ahlakı, arzu ve eğilimleri farklı olan insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ihtiyaçlarını giderecek bir ruhsal ve düşünsel olgunlukla donatılmıştı. Takip ettiği siyaset de fert ve toplumları kapsayan, bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Muhammed’in, insanlık tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu rehberlik ve önderlik misyonunun bir gereğidir. Arap dilinde “ümm” ana, “ümmi” de anasından doğduğu gibi kalan okuyup yazması olmayan kimse demektir. Ümmilik sıradan kimseler için bilgi eksikliğini ifade eden bir sıfattır. Hz. Peygamber’e nispet edildiği zaman ise bir eksiklik değil yetkinlik ve eksiksizlik anlamındadır. Onun bütün bilgi ve görgüsü Allah tarafından verilmiş bir mevhibe-i ilahiyedir. İslâm Peygamberi’nin önemli mucizelerinden olan bu hususu ünlü şâir Fuzûlî şöyle özetler: Bâkî mucizeler ne hâcet vasf-ı hak isbâtına, Câhil iken el, senin ilmin yeter burhân sana. 94 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Muhammed’in Mirası Yetim olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed Mekke’de önce dedesinin, ardından da amcasının himayesinde büyüdü. Gençliğinde önce çobanlık daha sonra da ticaretle uğraşarak amcasının bütçesine katkı yaptı. Hz. Hatice ile evlendikten sonra da ticaret hayatı sürdü. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Hicretten sonra bir süre diğer muhacirler gibi ensar tarafından ağırlandı. Bedir Gazvesi’nden sonra nazil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren ayet Hz. Peygamber ve ailesinin başlıca geçim yolunu belirledi. Savaşa katılan asker sıfatıyla, gaziler arasında paylaştırılan ganimetten kendisine düşen hisseyi alan Hz. Peygamber, taksimden önce tercihine bırakılan komutanlık hakkı hususunda ise, kılıç, at, vb. gibi sembolik bir tercih yapar, hiçbir şekilde maddi değeri fazla olan bir mal almazdı. Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı. Fey adı verilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da eklendi. Zekâtın ve vergi gelirlerinin kendisi ve aile fertleri için kullanılmasını doğru bulmayan Hz. Peygamber, sadece kendisine verilen hediyeleri kabul ederdi. Son derece gösterişsiz bir hayat tarzını benimseyen Hz. Peygamber, elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazen birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Kendisi ve ailesi buğday ekmeğini pek nadir görür, çok defa arpa ekmeği yerdi. Hiçbir zaman dünyanın insanı cezbeden güzelliklerine değer vermedi. Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi. Genellikle hasırın üzerinde yatar, onun vücudunda iz bırakması sahabelerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı. Kendisini kimseden üstün görmez, herkesin yaptığı işi o da yapardı. Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, daha önce bir Yahudiye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpanın az bir kısmı kalmıştı. Tereke olarak da sadece bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç parça araziden başka geride para veya mal olarak zikredilmeye değer maddi bir miras bırakmadı. Hz. Peygamber savaşsız ele geçirilen ve hukukî bakımdan tasarrufuna bırakılan Fedek hurmalıklarını, Medine’deki bir bağı ve Hayber arazisindeki hissesini vakfetmişti. Hz. Fâtıma, babasının bu arazilerinin kendisine miras kaldığını düşünüyordu. Bu amaçla müracaat ettiği Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber’in, “Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktığımız mal sadakadır.” sözünü aktardıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi bu vakıf maldan Muhammed ailesi yiyerek istifâde edebilir. Ancak bundan fazla hakları yoktur.” Hz. Peygamber’in liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişti ve kabileler hâlinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşerek millet oldu. Bu bakımdan Hz. Peygamber, maddi bir miras bırakmamasına karşılık, bütün insanlığa, onların kurtuluşunu sağlayacak, hidayet ve selamete kavuşturacak Kur’an ve Sünnet’ten meydana gelen büyük bir manevi miras bıraktı. Bu iki kaynak etrafında şekillenen İslâm dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini aldı. Medine’de başlayan medeniyet hamlesi tüm dünyaya yayıldı. Hz. Peygamber’den geriye ne kalmıştır? Araştırınız. 4 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 95 Özet Hicretten sonra Yesrib’deki medeni gelişmeleri tanımlayabilmek Hicret esnasında tam anlamıyla şehirleşmemiş, tarıma dayalı bir ekonomik yapıya sahip olan Medine’de kentleşme teşvik edilerek şehrin İslâmlaşması ile medenîleşmesi arasında paralellik kuruldu. Olumsuz anlamlar ifade eden Yesrib adı medenîleşmeye vurgu yapan Medine ile değiştirildi. İdare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medenî hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Hz. Peygamber’in liderliğinde birtakım idarî düzenlemelerin yapıldığı Medine devletin başkent oldu. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere planlandı ve bazı yapılar korundu. Su şebekesi, kamu ve çevre sağlığı ile şehir içi ulaşımın sağlanması yolunda sürekli tedbirler alınarak şehrin fizikî yapısına sosyal ve kültürel çok amaçlı binalar ilave edildi. Türkler arasında Cennetü’l-bakî adıyla meşhur olan Baki mevkii mezarlık olarak şehir planına katıldı. Muhacir ve ensar kardeşliğinin sosyal hayattaki yansımalarını fark edebilmek Medine’de toplumun iç dinamiklerini harekete getiren icraatlarından birisi de muhacir ile ensar arasında kardeşlik bağı kurulmasıdır. Kardeşleştirme toplumda bütünleşmeyi gerçekleştirmiş ve sosyo-kültürel ve ekonomik problemlerin çözümüne büyük kolaylıklar getirmiştir. Her iki zümrenin ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde müşrik, münafık ve Yahudi fitnelerine karşı birlikteliğini sağlamıştır. Müslümanların Medine’nin iktisadi hayatında söz sahibi olmasına yol açmıştır. Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek sohbetlerinden daha çok istifade edilmiştir. Mescid-i Nebevî’nin Medeniyet Tarihi bakımından önemini kavrayabilmek İslâm medeniyet tarihi bakımından en önemli müesseselerden olan Mescid-i Nebevî’nin inşası hicretten sonra Medine’de gerçekleştirilen en önemli faaliyetlerden olup şehirleşmenin dönüm noktalarından birisidir. Medine’deki bütün faaliyetlerinin merkezinde yer alan Mescid-i Nebevî fonksiyonları bakımından sonraki dönemde kurulan camilere örnek olmuştur. Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren genişletilmesi ve çevresinin düzenlenmesiyle ilgili yapılan faaliyetler şehrin fizikî yapısında önemli değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Bazı bilginler Hz. Peygamber buraya defnedildiğinden yeryüzündeki en faziletli mescit olarak saymaktadırlar. Hz. Peygamber’in maddi ve manevi özelliklerini açıklayabilmek Hz. Peygamber iri yapılı ve heybetliydi. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Yürürken sakin fakat hızlı ve vakarlı yürürdü. Güler yüzlüydü ve ilk bakışta insana güven veren bir görünümü vardı. Gönlü, şefkat ve merhamet doluydu. Çocukları çok sever, gençlerle ilgilenir, yaşlılara, hanımlara ve özürlülere son derece nazik davranırdı. Hz. Peygamber, sadece bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç parça araziden başka maddi bir miras bırakmamıştır. Onun en büyük mirası Kur’an ve Sünnet’tir. Liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasi yapı çeyrek asır içinde değişmiş, kabileler şeklinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmiştir. Vefatından sonra takipçileri davetini daha geniş alanlara ulaştırdı; Medine’de başlayan medeniyet hamlesi tüm dünyaya yayıldı. 1 3 4 2 96 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Yahudilerin Yesrib’e yerleşmelerinin aşağıdakilerden hangisiyle ilgisi yoktur? a. Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın Süleyman Mâbedi’ni yıkması b. Filistin’in Romalılar tarafından işgal edilmesi c. Yesrib’in ekonomik bakımdan gelişmemiş olması d. Suriye’nin Yunanlılar tarafından işgal edilmesi e. Tevrat’ta geleceği bildirilen peygamberin Yesrib’e hicret edeceğinin kaydedilmesi 2. Aşağıdakilerden hangisinin hicretten önce kendilerine ait çarşıları vardı? a. Amâlika b. Evs c. Hazrec d. Kurayzaoğulları e. Kaynukaoğulları 3. Buâs Savaşı aşağıdakilerden hangisi arasında olmuştur? a. Kurayzaoğulları ile Nadiroğulları b. Evs ile Kurayzaoğulları c. Hazrec ile Kaynukaoğulları d. Evs ile Hazrec e. Nadiroğulları ile Kurayzaoğulları 4. Aşağıdakilerden hangisi hicretten hemen sonraki faaliyetlerden biri değildir? a. Muahât yapılması b. Çarşı yerinin belirlenmesi c. Mescid-i Nebevî’nin inşası d. Mezarlık yerinin belirlenmesi e. Beş vakit namazın farz olması 5. Aşağıdakilerden hangisi zamanında Mescid-i Nebevî her hangi bir değişikliğe uğramamıştır? a. Mehdî-Billâh b. Hz. Osman c. Hz. Ebû Bekir d. Hz. Ömer e. Velid b. Abdülmelik 6. Mescid-i Nebevî’ye ilk defa minare aşağıdakilerden hangisi tarafından yaptırılmıştır? a. Hz. Osman b. Ömer b. Abdülaziz c. Velid b. Abdülmelik d. Hz. Ömer e. Mehdî-Billah 7. Aşağıdakilerden hangisi Mescid-i Nebevî’nin fonksiyonlarından biri değildir? a. Spor b. Eğitim c. Adalet d. Sağlık e. Askerlik 8. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in çok evliliğinin sebeplerinden biri değildir? a. Bazı Arap kabileleri ve komşu topluluklarla akrabalık bağı kurmak b. Bazı Müslüman hanımları himaye altına alarak onları ödüllendirmek c. Dinî hükümlerinin bir kısmının eşleri vasıtasıyla topluma aktarmak d. Arapların içine yerleşmiş yanlış anlayışları değiştirmek e. O dönemde kadın sayısının erkeklerden fazla olması 9. Hz. Peygamber’in kendisinden sonra vefat eden çocuğu aşağıdakilerden hangisidir? a. Ümmü Gülsüm b. İbrahim c. Fatıma d. Kasım e. Zeynep 10. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in geçim vasıtalarından biri olmamıştır? a. Barış yoluyla ele geçirilen arazilerden elde edilen gelir b. Zekat c. Kendisine takdim edilen hediyeler d. Çobanlık e. Ticaret 4. Ünite - Hz. Peygamber ve Medine 97 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Hicretten Önce Medine’nin Siyasî ve Sosyal Yapısı” konusunu yeniden okuyunuz. 2. e Yanıtınız doğru değilse “Medine’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı “ konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Hicretten Önce Medine’nin Siyasî ve Sosyal Yapısı” konusunu yeniden okuyunuz. 4. e Yanıtınız doğru değilse “Medine’nin Şehir Olarak Ortaya Çıkışı “ ile “ Medine Vesikası ve İç Düzenlemeler” konusunu yeniden okuyunuz. 5. c Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’den Sonra Mescid-i Nebevî” konusunu yeniden okuyunuz. 6. b Yanıtınız doğru değilse “Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri” konusunu yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Mescid-i Nebevî’nin Fonksiyonları” konusunu yeniden okuyunuz. 8. e Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Eşleri ve Çocukları” konusunu yeniden okuyunuz. 9. c Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Eşleri ve Çocukları” konusunu yeniden okuyunuz. 10. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Peygamber’in Mirası” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Hicret sırasında Yesrib’de Yahudi kabileleri Kurayza, Kaynukâ ve Nadîr ile Kahtânî Araplarından Evs ve Hazrec kabileleri yaşıyordu. Şehrin yönetiminde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenekleri hâkimdi. Bazen birbirleriyle savaşan Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde kendi mahallelerinde yaşıyorlardı. Sıra Sizde 2 Hicretin ardından göçün ortaya çıkardığı ilk problemler çözülerek bazı iç düzenlemeler yapıldı. Şehri dışarıdan gelecek tehditlere karşı güvence altına almak ve gayri Müslim unsurların Medine dışında yaşayanlarla iş birliğini engellemek üzere, şehirdeki bütün unsurlarının katılımıyla siyasi birliğin temelini atan Medine vesikası kaleme alındı. Muhacir ve ensar arasında kardeşlik bağı kuruldu. Her iki zümrenin ortak bir paydada buluşarak zihniyet beraberliği içinde müşrik, münafık ve Yahudi fitnelerine karşı birlik olmaları sağlandı. Ayrıca birtakım idari düzenlemeler yapılarak oluşan yeni siyasi-hukuki yapı içinde sosyal, askerî ve ekonomik teşkilatlanma gerçekleştirildi ve Medine devletin başşehri oldu. Sıra Sizde 3 Hicretten sonra kentleşme teşvik edilerek şehrin İslâmlaşması ile medenileşmesi arasında paralellik kurulmaya çalışıldı. İdare ve savunma, ekonomi ve pazar, dinî hayat gibi medeni hayatın en önemli üç fonksiyonu sırasıyla düzenlendi. Şehir planı Mescid-i Nebevî merkez olmak üzere düzenlendi ve bazı yapılar korundu. Planlanması ve kıble tespiti bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılan mescitler inşa edildi. Baki mevkii mezarlık olarak şehir planına katıldı. Sıra Sizde 4 Hz. Peygamber’den geriye daha önce bir Yahudi’ye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpanın az bir bölümüyle, bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı bir arazi kalmıştı. Hz. Peygamber’den geriye maddi olarak zikredilmeye değer bir miras kalmamasına karşılık, bütün insanlığın kurtuluşunu sağlayacak, hidayet ve selamete kavuşturacak ve hiçbir alternatifi olmayan Kur’an ve Sünnet’ten meydana gelen büyük bir manevi miras kaldı. Yararlanılan Kaynaklar Yardım Ali (1997). Peygamberimiz’in Şemâili, İstanbul. Hamidullah, M. (2003). İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul. İbn Hişâm, (1955). es-Sîretü’n-Nebeviyye (nşr. Mustafa es-Sekâ v. Dğr.), I-II, Kahire. İbn Sa’d, (1968). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. İhsan Abbas), I-II, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Semhûdî (1955), Vefâ’ü’l-vefâ bi-ahbâri dâri’lMustafâ (nşr. M. M. Abdülhamid), I-IV, Beyrut. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Amâlika”, “Âmentü”, “Medine”, “Mescid-i Nebevi”, “Muhammed”, “Salâtü Selâm”, “Sâlim b. Avf ”, “Seyyid”, “Şemâil” maddeleri. 5 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in Müslüman oluş süreçlerini anlatabilecek, Hilafet kurumunun oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilecek, Ridde olaylarıyla ilk İslâm fetihlerini özetleyebilecek, İlk iki halife devrinde devlet organlarının gelişim sürecini anlatabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Halifelik, Sıddîk, Emîru’lmüminîn, Fârûk • Ridde Olayları, Mütenebbî • Fetih, Yermûk, Ecnâdeyn, Kâdisiye, Nihavend • Divan, Haraç, Ticaret Malları Vergisi, Fey İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) • HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN KAVRAMI • HZ. ÖMER DÖNEMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN KAVRAMI Hz. Peygamber’in biri vahiy yoluyla aldığı Kur’an-ı Kerim ayetleriyle İslâmiyet’in esaslarını insanlara tebliğ etme ve öğretme, diğeri bu esasları bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkincisini yerine getirirken hicretten sonra Medine’de kurmayı başardığı devletin başkanlığını yaptı. Bununla birlikte İslâm kaynakları, günümüzde bazı araştırmacıların Medine Şehir Devleti veya İlk İslâm Devleti dedikleri bu siyasî yapılanmaya bir ad koymadıkları gibi, Hz. Peygamber için kullandıkları çeşitli ad ve sıfatların yanında onun devlet başkanı olduğunu gösteren bir unvan veya sıfattan söz etmezler. Vefatıyla birlikte son peygamber olan Hz. Muhammed’in ilk görevi sona erdi. Ancak devam edecek ikinci görevi için yerine kimin geçeceğini toplum belirlemek zorundaydı. Bu sebeple vefatının Müslümanlar üzerinde bıraktığı büyük üzüntü ve şaşkınlık sürerken onun yerine devletin başına kimin geçeceği tartışması hemen başladı. Halife seçilen Hz. Ebû Bekir’e Hz. Peygamber’in ikinci görevini yüklenmesinden dolayı devlet başkanlığına yani emirliğe karşılık gelen Allah elçisinin halifesi anlamında ‘halîfetü Resûlillâh’ unvanı verildi. Hz. Ebû Bekir İslâm Peygamberi’nin halefi olması sebebiyle sahabe tarafından kendisine verilen bu unvana itiraz etmedi. Fakat Allah’ın halifesi anlamında ‘halîfetullah’ unvanını ise uygun görmedi. İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan (632), daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafetleriyle sürüp, Hz, Ali ile sona eren döneme Hulefâ-yi Râşidîn dönemi denilir. Hulefâ “bir kimsenin yerine geçen, onu temsil eden kimse” anlamında olup devlet başkanı için kullanılan halife kelimesinin çoğuludur. Râşidîn ise “doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş” anlamındaki râşid kelimesinin çoğuludur. Hz. Peygamber bir hadisinde kendisinden sonra yaşayacaklara hitaben, “Herhangi bir ihtilâfla karşılaştığınızda size düşen görev, benim sünnetime ve hulefâ-yi râşidînin sünnetine uymaktır” demiştir. Hadiste geçen ‘hulefâ-yi râşidîn’ ifadesinden, ilk dört halifenin kastedildiği yaygın kanaattir. Öte yandan yine Hz. Peygamber’e nisbet edilen, gerçek anlamda hilafetin otuz yıl süreceği ve daha sonra saltanata dönüşeceği yolundaki hadisten hareketle bazı bilginler, Hz. Hasan’ı, babası Hz. Ali’nin ölümünden hilafeti Muâviye b. Ebû Süfyân’a bıraktığı (661) güne kadar geçen süre için râşid halifelerin beşincisi saymışlardır. Hulefâ-yi Râşidîn dönemi hakkında yapılan akademik çalışmaların bir listesi için http://www.istem.org/tr/default.asp adresine başvurabilirsiniz. Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 100 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Ebû Bekir Dönemi Fil Vakası’ndan üç yıl kadar sonra 572’de Mekke’de doğdu. Annesi Ümmü’l-Hayr Selmâ bint Sahr, babası Ebû Kuhâfe Osman b. Amir’dir. Anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ’b’da Hz. Peygamber’in soyuyla birleşir. Resûl-i Ekrem’den iki veya üç yaş küçük olan Ebû Bekir kaynaklarda adından çok Atîk lakabıyla yer alır. Câhiliye döneminde Abdü’l-Kâ’be olan adı Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber tarafından Abdullah olarak değiştirilmiştir. Ebû Bekir’in çocukluğu, gençliği ve Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Bununla birlikte elbise ve kumaş ticaretiyle meşgul olduğu, ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e seyahat ettiği bilinmektedir. Başka lakapları da olan Hz. Ebû Bekir’in en meşhur lakabı Mi’rac olayı başta olmak üzere geleceğe dair haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Hz. Peygamber tarafından verilen, çok samimi ve çok sadık anlamına gelen Sıddîk’tir. Hz. Ebû Bekir’in nasıl Müslüman olduğu hususunda da kaynaklarda fazla bilgi yoktur. İlk Müslümanlardan olan Hz. Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu haber alınca yanına giderek İslâm’a girdiği kabul edilir. Nitekim Hz. Peygamber onun üstünlüğünden söz ederken kendisini herkesin yalanladığı bir sırada inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini belirtmiştir. İslâmiyet’in özellikle Kureyş ileri gelenleri arasında yayılmasında önemli rol üstlenen Hz. Ebû Bekir, peygamberlik görevi başlamasından itibaren daima Resûl-i Ekrem’in yanında yer aldı. Her zaman müşriklerden gelebilecek tehlikelere karşı onu korumak için büyük çaba gösterdi. Kureyşli müşriklerin ağır işkenceleriyle karşılaşan Müslüman kölelerle yabancılardan erkek, kadın, zayıf ve güçsüz pek çok kimseyi efendilerine büyük paralar ödeyerek satın alıp azat etti. Onun servetini bu şekilde harcamasından rahatsız olan babası Ebû Kuhâfe, güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli kimseleri satın almasını tavsiye edince, yaptıklarını onlardan faydalanmak için değil sadece Allah’ın rızâsı için yaptığını söyleyerek İslâm’a bağlılığını göstermiştir. Hz. Peygamber Mekke’ye gelen farklı kabilelerden insanları İslâmiyet’e davet ederken ensâb ilmini iyi bilen Hz. Ebû Bekir onun yanında bulunarak onlarla kolayca dostluk kurmasında kendisine yardımcı olurdu. Kureyşlilerin Müslümanlara işkenceyi arttırması ve özellikle kendisinin yüksek sesle Kur’an okumasına engel olmaları üzerine dayısının oğlu Haris b. Halid ile Habeşistan’a gitmek üzere Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı dostu İbnü’d-Düğunne Kureyşlilerle konuşarak dinini kimseye açıklamaması şartıyla Mekke’de kalmasını sağladı. Ancak Ebû Bekir gizlice ibadet etmeye ve Kur’an-ı sessiz okumaya uzun süre dayanamayıp Kureyşlilerle yaptığı anlaşmayı bozdu. Bunun üzerine İbnü’d-Düğunne’nin emanını geri aldığını ilan etmesi üzerine sadece Allah’ın himayesine sığındığını söyleyerek Mekke’de oturmayı sürdürdü. Medine’ye hicret başlayınca Hz. Ebû Bekir de göç için Hz. Peygamber’den izin istedi. Resûl-i Ekrem ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söylemesi üzerine, Hz. Peygamber ile birlikte hicret etme şerefine nail olacağını anlayarak beklemeye başladı. Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Hz. Peygamber bu konuşmadan dört ay sonra Hz. Ebû Bekir’e gelerek birlikte hicret edeceklerini müjdelemesinden sonra birlikte Sevr mağarasına doğru hareket ettiler. Hz. Ebû Bekir bu özel durumu sebebiyle Türk ve İran edebiyatlarında mağara dostu, can yoldaşı anlamında ‘yâr-ı gâr’ şeklinde nitelendirilmiştir. 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 101 Mekke döneminde Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer arasında kardeşlik bağı kurdu. Medine’de ise evinde misafir olduğu Hârice b. Zeyd ile arasında kardeşlik bağı kuruldu. Hârice’nin, servetini kendisiyle paylaşma teklifini kabul etmeyip hicret ederken yanına aldığı paradan artakalan 5000 dirhemle Medine’de ticarete başladı. Fakat şehrin havası sağlığına iyi gelmedi ve sıtmaya tutuldu. Oğlu Abdullah’a mektup yazarak Mekke’de kalan ailesini Medine’ye getirmesini istedi. Abdullah da kız kardeşleri Esma ve Âişe ile annesi Ümmü Rûmân, Hz. Ali, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde ile kızları Fâtıma ve Ümmü Külsüm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir’in Medine’deki ilk faaliyeti Mescid-i Nebevî’nin arsasını satın almasıdır. Mekke döneminde olduğu gibi, Medine döneminde katıldığı seriyyeler ve 631 yılında emîr-i hac tayin edildiği günler dışında Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Kumandanlığını Hz. Peygamber’in üstlendiği bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’1-kazâ ve Veda Haccı’nda bulundu. Mekke’nin fethinde İslâm ordusu şehre girdiği zaman doğruca babasının yanına gitti, onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirerek Müslüman olmasını sağladı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları İslâmiyet’i kabul eden yegâne sahabe oldu. Tebük Gazvesi hazırlıkları yapılırken bütün servetini Hz. Peygamber’in emrine tahsis eden Hz. Ebû Bekir kendisine verilen en büyük sancağı taşıdı. Hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında (Mayıs 632) rahatsızlanan Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Mescide çıkamayacak kadar rahatsızlığı artınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını istedi. Hz. Peygamber pazartesi günü kendini iyi hissederek sabah namazı için mescide giderek Hz. Ebû Bekir’in yanında namaza durarak ona uydu. Hz. Peygamber’in vefat ettiği haberini alınca başta Hz. Ömer olmak üzere şaşkınlık içinde bulunan ve bu olaya inanmak istemeyen sahabeleri ikna etme görevi de Hz Ebû Bekir’e düşmüştü. Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları Kur’an-ı Kerim’de devlet başkanının nasıl belirleneceği konusunda bir usul gösterilmemiş, Hz. Peygamber de vefatından sonra devletin başına kimin geçeceği konusunda bir şey söylememişti. Hz. Muhammed’in vefat ettiği gün onun yerine geçecek kimse konusunda kendilerini yetkili gören Medineliler Sakıfetü Benî Sâide denilen hurmalıkta toplanarak içlerinden birini devlet başkanı seçmek istediler ve Hazrec kabilesinin reisi Sa’d b. Ubâde’yi aday gösterdiler. Devlet başkanlığının ensarın elinde bulunmasını istediği için teklifi kabul eden Sa’d’ın riyasetini uygun bulmayan Medineliler olduğu gibi muhacirlerin bu duruma rıza göstermeyeceklerini düşünenler de vardı. Bu arada muhâcirler ve ensardan birer emîr seçilmesini teklif edenler de oldu. Medinelilerin halife seçmek için toplandıklarından haberdar olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’la birlikte oraya gitti. Burada yaptığı konuşmada İslâm Peygamberi’nin kabilesine mensup olan muhacirlerin ona ilk önce iman ettiklerini ve kendisine yardımda bulunduklarını, çeşitli eziyet ve işkencelere dayandıklarını anlattıktan sonra Hz. Peygamber’in dostları ve akrabaları sıfatıyla emirliğin hakları olduğunu söyledi. Bu arada ensarın faziletlerini dile getirip İslâmiyet’e ve Resûl-i Ekrem’e yaptıkları hizmetlerin inkâr edilemeyeceğini, ilk muhacirlerden sonra en şerefli kimselerin onların olduğunu belirtti. Buna göre yönetici Kureyşten, yardımcılar ise ensardan olmalıydı. Ayrıca ensar ve muhacirlerden birer emir seçilmesini isteyenlere bu görüşün doğru olmadığını, İslâm birliğini sağlamak için tek lider etrafında toplanmak gerektiğini söyledi; Hz. Ömer Gölgelik ve çardak anlamındaki sakîfe kelimesi Medine’de İslâmiyet öncesinden beri kabile mensuplarının hurma kurutmak başta olmak üzere çeşitli işlerde ortaklaşa kullandıkları ve toplantılar için bir araya geldikleri mekânları ifade eder. Sakîfetü Benî Sâide, Hazrec kabilesinin kollarından Sâideoğulları’na ait gölgeliktir. İslâm tarihi ve kültüründe Hz. Ebû Bekir’in halife seçildiği yer olması bakımından önemlidir. 102 İslam Tarihi ve Medeniyeti I ile Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı halifeliğe aday gösterdi. Ancak onlar, “Allah’a andolsun ki sen sağken bu görevi üzerimize alamayız. Çünkü sen ilk muhacirlerin en meziyetlisi, hicret sırasında mağarada bulunan iki kişiden birisi ve namaz kıldırmakta Resûlullah’ın halifesisin; uzat elini sana biat edeceğiz” diyerek ona doğru yürüdüler. Bu sırada ensardan Beşîr b. Sa. d onlardan önce davranarak Hz. Ebû Bekir’e biat etti. Onun arkasından Sa’d b. Ubâde hariç orada bulunanların hepsi, ertesi gün de Mescid-i Nebevî’de Medine’deki Müslümanların büyük bir kısmı biat etti. Hz. Ali ile diğer bazı sahabeler ise daha sonra biat ettiler. Medine’deki Müslümanların büyük bir çoğunluğunun biat etmesiyle halife seçilen Hz. Ebû Bekir, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde Müslümanların en iyisi olmadığı halde onlara başkan seçildiğini, doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve Resulü’ne itaat ettiği müddetçe kendisine itaat etmelerini istedi. Üsâme b. Zeyd Kumandasındaki Ordunun Gönderilmesi Hz. Ebû Bekir’in halife olduktan sonraki ilk icraatı, Üsâme b. Zeyd’in kumandasında sefere hazırlanan orduyu göndermek oldu. Hz. Peygamber, vefat etmeden önce Nisan 632’de Mûte Savaşı’nda şehit olanların intikamını almak için Suriye’ye göndermek üzere bir ordu hazırlamıştı. Üsâme Medine’nin kenar semtlerinden Curf ’ta karargâhını kurarak Hz. Peygamber’in emrini beklemeye başladı. Bu arada sahabelerden bazıları Resûl-i Ekrem’in Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi sahabelerin bulunduğu bir orduya âzatlı bir kölenin oğlu olan genç ve tecrübesiz Üsâme’nin komutan tayin etmesini eleştirmeye başlamışlardı. Hz. Peygamber artan rahatsızlığına rağmen Mescid-i Nebevî’ye giderek, Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı için kumandan tayin ettiği günleri hatırlatarak itirazların yersizliğini şöyle dile getirdi: “Daha önce onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız. Babası kumandanlığa nasıl lâyık ise oğlu da öyle lâyıktır.” Hz. Ebû Bekir halife olunca Hz. Peygamber’in rahatsızlığı ardından da vefatı üzerine yola çıkamayan bu orduyu göndermek için harekete geçti. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra daha da artan dinden dönme hareketlerinden çekinen bazı sahabeler Medine’nin güvenliği açısından, bazıları da Üsâme’nin çok genç ve tecrübesiz, ayrıca azatlı bir kölenin oğlu olduğu için hazırlanan bu orduyu göndermekten vazgeçmesini halifeye teklif ettiler. Hz. Peygamber’in yaptığı görevlendirmeden hiçbir şekilde vazgeçmesinin mümkün olmadığını ileri süren Hz. Ebû Bekir bütün bu teklif ve itirazları reddetti. Daha sonra Curf’taki karargâha giderek 26 Haziran 632 tarihinde Üsâme ordusuna hareket emrini verdi. Üsâme atlı, kendisi yaya olarak bir müddet birlikte yürüdü ve Hz. Ömer’in Medine’de kalması için bizzat izin istedi. Üsâme’den izin aldıktan sonra onu ve askerlerini uğurlarken İslâm fetihlerinin ruhunu aksettiren bir konuşma yaptı. Onlara Allah yolunda kâfirlerle savaşmayı, hainlik etmemeyi, sözünde durmayı, ganimet malına zarar vermemeyi, korkup çekinmemeyi, fesat çıkarmamayı, emirlere karşı gelmemeyi, çocukları, kadınları ve yaşlı insanları öldürmemeyi, meyve veren ağaçlan kesmemeyi, yemek ihtiyaçları dışında koyun, sığır ve develeri boğazlamamayı, manastırlara çekilmiş kimselere dokunmamayı, kendilerine ikram edilen yemekleri Allah’ın ismini anarak yemelerini tavsiye etti. Üsâme b. Zeyd, ordusu ile birlikte babasının şehit olduğu yere, Suriye’de bulunan Belka bölgesine kadar gitti. Üsâme ordusu kırk veya yetmiş gün içinde düşmanla sıcak temasa girmeden bazı başkaldırıcı kabileleri yola getirerek Medine’ye döndü ve onlardan bazılarının irtidat etmelerini önledi. Böylece bölgedeki kabile ve devletlere Müslümanların güçlü oldukları gösterildi; özellikle Suriye bölgesinde İslâm fetihlerinin ilk adımı atıldı. 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 103 Ridde Hareketleri ve Bastırılması Hz. Peygamber’in vefatına kadar Arap yarımadasında siyasî birlik sağlanmış olmakla birlikte, esas anlamıyla bir İslâmlaşma gerçekleşmemişti. Zira eski putperestlik inanç ve alışkanlıklarını bütünüyle terk edemeyen bazı kabilelerin İslâm’a girişleri üzerinden çok az bir süre geçtiğinden onların yeni dine inanışları yüzeysel boyutta kalmıştı. Bu durum gerçek bir İslâmlaşmadan ziyade, kabilelerin bir kısmı için Medine’ye siyasî bağlılık anlaşması aşamasından öte bir şey değildi. Hz. Peygamber’in Vedâ Haccı’ndan dönüp Medine’de rahatsızlandığı günlerde bazı yalancı kimselerin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla ridde olayları başladı. Esved el-Ansî, Hz. Peygamber’in rahatsızlığını fırsat bilip ‘’Rahmânü’lYemen’’ sıfatıyla peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Yemen’deki Ans ve Mezhic kabilelerinin desteği ve Necran bölgesinden topladığı 600-700 süvariden oluşan kuvvetleriyle San’a üzerine yürüdü. Vali Şehr b. Bâzân’ı öldürüp önce buraya, daha sonra da Yemen’in büyük kısmına hâkim oldu. Esved’i İslâmiyet’e davet etmek için Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi görevlendiren Hz. Peygamber, olumsuz cevap alınca bölgedeki vali ve ileri gelenlere mektuplar göndererek Esved’in ortadan kaldırılmasını emretti. Ebnâ’dan Fîrûz ed-Deylemî ile Esved’in taraftarlarından bazıları bu emri yerine getirmek üzere harekete geçtiler. Kocasını öldürüp kendisini zorla nikâhladığı için Esved’den nefret eden, Fîrûz’un amcasının kızı Âzâd’ın da yardımıyla Esved’i evinde öldürerek ortadan kaldırdılar (3 Haziran 632). Şair, iyi bir konuşmacı ve nüfuzlu bir kişi olan Müseylime, Hanîfeoğullarının Hz. Peygamber ile görüşmek üzere 631 yılında Medine’ye giden heyetinin içindeydi. Liderliğini pekiştirmek ve kabilesindeki etkinliğini artırmak için Hz. Peygamber’den ondan sonra hâkimiyetin kendisine geçmesini talep etti. Bu isteği kesin bir dille reddedilen Müseylime Yemâme’ye döndükten sonra, kendisinin de peygamber olduğunu ve yeryüzünün yarısının kendi kabilesine, diğer yarısının da Kureyş’e ait bulunduğunu ifade eden bir mektubu Resûl-i Ekrem’e göndererek peygamberlik iddiasını sürdürdü. Hz. Peygamber cevap olarak gönderdiği mektubunda onu çok yalancı anlamında ‘kezzâb’ şeklinde nitelendirdi ve yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, onu istediğine vereceğini bildirdi. Müseylime bu mektuptan sonra ‘’Müseylimetü’l-kezzâb’’ adıyla meşhur oldu. Hz. Peygamber ona Habîb b. Zeyd el-Ensârî’yi elçi olarak gönderdi. Müseylime, Benî Hanîfe mensuplarıyla görüşen Habîb b. Zeyd’i öldürttü ve kabilesinden Müslüman olan Sümâme b. Üsâl’i de mağlup ederek peygamberlik iddiasını sürdürdü. Hz. Ebû Bekir halife seçilince peygamberlik iddiasında bulunanlarla ve irtidat eden kabilelerle uğraşmak zorunda kaldı. Bu dönemdeki ridde olaylarında dinî olduğu kadar siyasi sebeplerin de rolü vardı. İrtidat hareketlerinde etkin olan yalancı peygamberler birer manevî önder olmaktan çok Medine’nin siyasî egemenliğine baş kaldıran maceraperest kabile reisleriydi. Onları bu anlayışa iten en önemli iki sebepten biri kendilerini siyasî açıdan Hz. Peygamber’e alternatif olarak görerek taklit etmek istemeleri, diğeri ise kabile asabiyetiydi. Nitekim sağlığında İslâm Peygamberi’ne bağlılıklarını sürdüren Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan yeni Müslüman olmuş bazı kabileler vefatından sonra Medine’le irtibatlarını keserek yeni halifeyi tanımadılar. Kabilelerinin bağımsızlığı adına Medine yönetimine başkaldıran bu isyancıların bir kısmı yalancı peygamberlere tâbi olurken, bazıları da zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Böylece ridde olayları genişleyerek geniş çaplı bir isyana dönüştü. Peygamber olduğunu iddia edenlerle savaşma konusunda bir ihtilâf bulunmamakla birlikte devlete zekât vermek istemeyenlerle mücadele konusunda farklı görüşler ortaya çıktı. Hz. Ömer, ‘lâ ilâhe illallah’ diyenlerle savaşmanın Aynı kökten gelen ridde ve irtidat terimleri Müslüman bir kişinin kendi iradesiyle İslâm dininden çıkması demektir. Dinden dönen kişiye mürted denilir. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı kimselerin unvanı ise mütenebbîdir. 104 İslam Tarihi ve Medeniyeti I doğru olmayacağı görüşünü ileri sürerken bazı sahabeler de o yıl zekât toplanmasından vazgeçilmesini teklif ettiler. Hangi sebeple olursa olsun isyan edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir namaz ile zekâtı birbirinden ayrı düşünmenin doğru olmayacağını ve zekât vermekten kaçınanlarla da savaşmanın şart olduğunu belirtti. Hz. Ebû Bekir, 632 yılı Ağustos ayında 100 kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre kabilesinin zekâtına el koyan ve Medine’ye saldırmak isteyen Hârice b. Hısn el-Fezârî’nin üzerine yürüdü. Zülkassa’daki kısa bir çarpışmanın ardından isyancılar dağıldı. Daha sonra Medine çevresinde yaşayan kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşip peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî’nin üzerine yürümeye karar verdi. Başta Hz. Ömer ve Hz. Ali olmak üzere ileri gelen sahabeler kendisinin Medine’de kalması gerektiği hususunda ısrar edince 4000 kişilik ordunun başına Halid b. Velid’i getirerek Medine’ye döndü. Halid’e Tuleyha’yı bertaraf etmesini, arkasından Secâh ile zekâtlarını vermeyen Temîm kabilesinin, daha sonra Müseylimetülkezzâb’ın üzerine gitmesini emretti. Ayrıca Yemen, Hadramut, Bahreyn ve Uman’daki isyancılarla mücadele etmeleri için valilere emir vererek destek kuvvetleri gönderdi. Halid b. Velid, 19 Eylül 632 tarihinde Zülkassa’dan Tuleyha’nın karargâhını kurduğu Büzâha’ya doğru harekete geçti. Yolda Adî kabilesi ve kollarının irtidat etmesini önleyerek bu kabileden 1000 kişilik bir birliğin kendisine katılmasını sağladı. Ardından Benî Fezâre’den Uyeyne b. Hısn 700 kişiyle desteklediği Tuleyha’nın ordusuyla karşılaştı. Yapılan savaşta isyancıların bir kısmı öldürüldü; Tuleyha karısıyla birlikte Suriye taraflarına gidip Kelb kabilesine sığındı. Uyeyne esir alınıp Medine’ye gönderildi. Savaştan sonra Esed ve Gatafân kabileleri tekrar İslâm’a döndüler. Hz. Ebû Bekir tövbe eden Uyeyne’yi cezalandırmadı. Tuleyha da Hz. Ömer döneminde Medine’ye gelip halifeye biat ederek Irak fetihlerine katıldı. Büzâha savaşından sonra Temîm kabilesinin toprağı olan Bütâh’a hareket eden Halid b. Velid orada kimseyi bulamayınca bölgenin çeşitli yerlerine müfrezeler gönderdi. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in vefatı üzerine topladığı zekât develerini sahiplerine iade eden Mâlik b. Nüveyre ile yanındaki on bir kişiyi yakalayıp Halid’e getirdi. Mâlik’i yakalayan Müslümanlar onun dinden çıkıp çıkmadığı hususunda ihtilâfa düştüler. Mâlik’in dinden çıktığına inanan Halid onu öldürttü. Hz. Ebû Bekir Mâlik b. Nüveyre’nin öldürülmesini nasıl karşıladı? Araştırınız. Temîm kabilesinde zekât konusunda ihtilâf çıktığı sırada bu kabileden Hıristiyan olan ve kâhinelik yapan Secâh bint Hâris peygamber olduğunu iddia etmeye başlamıştı. Mâlik, bir ordu oluşturacak kadar taraftar toplayan Secâh’a Temîm kabilesinden Müslüman kalanlarla savaşmasını söyleyerek onu desteklemişti. Secâh ilk olarak Müseylimetülkezzâb’ın üzerine yürümeye karar verdi. Müseylime, Müslümanlarla savaşmak mecburiyetinde kalacağından Secâh’a hediyeler gönderip kendisiyle anlaşma cihetine gitti. Bazı rivayetlere göre ise üç günlüğüne onunla evlenip peygamberlik iddiasından vazgeçmesini sağladı. Bu sırada Irak’taki kabilesine dönen Secâh, Muâviye b. Ebû Süfyân zamanında Müslüman olarak öldü. Halid b. Velid, zekât vermeyi reddeden ve Secâh’ı peygamber kabul eden Temîmlileri itaat altına aldıktan sonra Hz. Ebû Bekir’in sevk ettiği birliklerin bir başarı sağlayamadığı Müseylimetülkezzâb ile savaşmak için Yemâme’ye hareket etti. Halid Yemâme’de her iki tarafın çok ağır kayıplar verdiği şiddetli bir savaştan sonra Müseylime’yi ortadan kaldırdı (Mayıs-Haziran 633); Hanîfeoğullarıyla anlaş1 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 105 ma yaparak onların İslâm’a dönmelerini sağladı. Tuleyha, Secah ve Müseylime’nin ortadan kaldırılmasıyla Arap yarımadası büyük bir fitneden kurtulmuş oldu. Yemen ve Hadramut’taki isyanlar ise Muhacir b. Ebû Ümeyye kumandasındaki ordu ile mahallî valilerin gayretleriyle bastırıldı. Bahreyn ve Uman’daki isyanlar da aynı şekilde sona erdirildi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Necran ve Yemen’de Kays b. Mekşûh el-Murâdî’nin başını çektiği yeni bir isyan hareketi ortaya çıktı. Daha önce Esved el-Ansî’nin öldürülmesi sırasında Fîrûz ed-Deylemî ile beraber hareket eden Kays, Hz. Ebû Bekir’in Ebnâ’dan olan Fîrûz’u Yemen’e vali tayin etmesi üzerine halkı vali aleyhine kışkırtmaya başladı. Başta Fîrûz olmak üzere Ebnâ’nın ileri gelenlerini öldürmek için Esved el-Ansî’nin ordusundaki bazı kimseleri etrafına toplayan Kays, Ebnâ’dan Dâzeveyh’i katlederek onların bir bölümünü de yurtlarından sürdü. Fîrûz, bölgeden ve Medine’den gelen destek kuvvetleriyle birleşerek Kays’ı yenilgiye uğrattı ve Yemen’de başlayan ikinci isyanı bastırdı. Bu dönemde Hadramut’ta da irtidat hareketleri ortaya çıktı. Hz. Peygamber’in zekât toplamak ve İslâm’ı tebliğ etmek için Kinde kabilesinde görevlendirdiği Ziyâd b. Lebîd el-Ensârî’den zekât damgası vurduğu genç bir dişi devenin yerine başkasını alması istendi. Ziyâd’ın zekât damgası vurulan deveyi geri veremeyeceğini söylemesi üzerine, Kindeliler reisleri Eş’as b. Kays’ın önderliğinde isyan ettiler. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir, daha önce Yemen’e gönderdiği Muhâcir b. Ebû Ümeyye’ye mektup yazarak Ziyâd’a yardım için Hadramut’a gitmesini emretti. Ziyâd ve Muhâcir kumandasındaki ordu isyanı bastırdı. Bahreyn’de de yerli unsurların Vali Hutam el-Abdî liderliğinde irtidat edip kısa zamanda Hecer, Katîf ve Dârîn şehirlerini ele geçirmeleri üzerine Hz. Ebû Bekir bölgeye Alâ b. Hadramî kumandasında kuvvetler gönderdi. Mürtetler Hecer’de kuşatıldı ve reisleri Hutam öldürülerek Bahreyn yeniden Medine’ye bağlandı. İrtidad hareketi Uman’a da yansıdı. Bölge, Hz. Peygamber zamanında Müslüman olan Cülendâ’nın iki oğlu Abd ve Ceyfer tarafından yönetiliyordu. Bunları kıskanan Lakıt b. Mâlik etrafına pek çok kimseyi toplayıp Debâ şehrini işgal etti. Abd ile Ceyfer şehri terketmek zorunda kaldılar. Bu sırada zekât âmili olarak Uman’da bulunan Huzeyfe b. Yemân gelişmeleri Hz. Ebû Bekir’e bildirdi. Halife, Yemâme’de başarılı olamayan İkrime b. Ebû Cehil ve Arfece b. Herseme el-Bârikı’ye Uman’a gitmelerini emretti. Kanlı bir savaştan sonra Lakıt’in Debâ’da başlattığı isyan bastırıldı. Hz. Ebû Bekir’in ikinci önemli icraatı olan yalancı peygamberlerle savaş ve zekât vermeyenlerin cezalandırılması, devletin siyasî merkez ve güç olarak kurumlaşmasında önemli rol oynamıştır. Böylece devletin, şûra ve biat esasları etrafında müesseseleşmesi garanti altına alınmış, hızla genişleyen İslâm coğrafyası üzerinde dağınıklık ve anarşiyi engelleyecek, adalet ve dengeyi sağlayacak merkezî siyasî güç organizasyonu yani devletin etkinliği mümkün olmuştur. İslâm Fetihlerinin Başlaması Hz. Ebû Bekir, ridde olaylarını bastırdıktan sonra İslâm dinini tebliğ etme konusunda Hz. Peygamberin başlattığı stratejiyi devam ettirerek Bizans ve Sâsânîlerle mücadeleye girişti. Aslında Bizans ve Sâsânî devletlerine karşı savaşa karar vermek, onların sınırlarına ordular göndermek, çok önemli bir girişimdi. Zira bu iki devlet köklü bir savaş tecrübesine ve askerî bakımdan üstün ve nitelikli kuvvetlere sahiptiler. Buna karşılık Arapların kendilerine has bazı askerî özelliklerini taşıyan oluşum aşamasında küçük organize kuvvetlere sahip olan Müslümanlar ise, Allah’ın dini ve tevhid inancının yüceltilip bütün dünyaya yayma gayret ve inançları dışında her hangi bir güce sahip değillerdi. 106 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Arapçada açma, yol gösterme, galibiyet ve zafere ulaştırma gibi anlamları olan fethin çoğulu fütûh bunun çoğulu da fütuhat gelir. Fetih terim olarak İslâm’da meşru görülen savaşlar hakkında, Müslümanların gayri Müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer işgal ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılır. Fetih öncelikle, kalbi ve aklı İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak demektir. İslâm fetihlerinin esas gayesi i’lâ-yi kelimetullahtır. Nitekim Hz. Peygamber’e, “Allah yolunda olan kimdir? Ganimet kazanmak için harp eden mi, cesaretiyle şöhret kazanma amacında olan mı, yoksa kabilesiyle dayanışma halinde bulunduğunu göstermek isteyen mi?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Hiçbiri değildir. Sadece Allah’ın adını yüceltmek için savaşan kimse Allah yolundadır”. İslâm fütuhat tarihinde önemli bir yere sahip olan Türklere Oğuz Destanı’nda hedef gösterilen, ‘büyük nehirlere ve büyük denizlere varma’ şeklindeki kızılelma da bu milletin Müslüman olmasından sonra yeni bir şekle dönüşerek i’lâ-yi kelimetullah halini almıştır. Fetihler için ilk önce Arabistan ile Sâsânî ve Bizans imparatorlukları arasında kalan Irak topraklarını hedef alan Hz. Ebû Bekir, Sâsânîlerin elinde bulunan Fırat’ın aşağı taraflarındaki bölgelere ordu göndermeye karar verdi. Bekir b. Vâil kabilesinin önemli bir kolu olan Şeybânîlerin reisi Müsennâ b. Hârise Medine’ye gelerek İranlılarla savaşmak üzere kabilesine kumandan tayin edilmesini istedi. Hz. Ebû Bekir yaptığı istişareler ve Hz. Ömer’in tavsiyesinden sonra Halid b. Velid’i Sâsânîlerle yapılacak savaşa başkumandan tayin ederek Müsennâ’ya destek vermesini istedi. Nibâc’da Müsennâ ile buluşan Halid Basra körfezindeki önemli yerleşim merkezlerini fethetti. Daha sonra barış yoluyla teslim aldığı Hîre’de bir süre kaldı. Şehrin çevresine ve Fırat’ı geçerek Sevâd bölgesinde bulunan bazı yerlere akınlar düzenledi. Bu arada Bânıkyâ ve Bârüsmâ ile Fırat’ı Dicle’ye bağlayan iki büyük kanalın içinden geçtiği, Sâsânîlerin mühim bir erzak ve silâh ambarı Enbâr’ı barış yoluyla, ticaret kervanlarının uğradığı çok önemli bir menzil olan, Suriye-Arabistan çölünün birleştiği yerde kurulu Aynüttemr’i savaşarak fethetti. Böylece Basra körfezinden Aynüttemr’e Fırat nehri boyunca uzanan topraklar İslâm devleti sınırlarına katıldı. Hz. Ebû Bekir Hîre’de bulunan Halid’e yazdığı mektupta, Dûmetülcendel’e giderek Hz. Peygamber ile yaptığı antlaşmayı bozan Ükeydir b. Abdülmelik’in üzerine yürümesini, oradan da Suriye’ye geçmesini emretti. Halid Irak’ta yerine Müsennâ b. Hârise’yi bırakıp Dûmetülcendel’e giderek burayı ikinci defa fethetti ve Ükeydir’i öldürdü. İslâm fetihlerinden önce Suriye’de Bizans’ın vassâlı Gassânîler hüküm sürüyordu. Sâsânîler, 613 yılında Gassânîler’i yenerek Dımaşk’ı ele geçirip bölgeye hâkim oldular. Ancak Herakleios uzun süren savaşların sonunda 628’de Suriye’yi geri almayı başardı. Müslümanların Bizans İmparatorluğu ile Hz. Peygamber zamanında Mûte Savaşı’yla (Eylül 629) başlayan askerî mücadelesi, Tebük Seferi’yle (Ekim 630) devam etti. Doğu Roma ile yapılan bu savaşların hedefi bölgenin güvenliğini sağlamak, orada yaşayanların uğradığı haksızlık ve zulme son vermekti. Hz. Ebû Bekir bu amaçla 633 yılı sonbaharında her biri 3000 kişiden oluşan üç ayrı birliği Suriye’nin güney ve güneydoğu sınırlarına göndermeyi kararlaştırdı. Yezid b. Ebû Süfyân ile Şürahbil b. Hasene’yi Tebük-Maan istikametinde Suriye ve Ürdün’e, Amr b. Âs’ı Eyle üzerinden sahil istikametinde Filistin’e doğru yola çıkardı. Kısa bir müddet sonra orduların mevcudu 7500’e ulaştı. Başkumandanlığa önce Amr b. Âs, daha sonra da Ebû Ubeyde b. Cerrah getirildi; Vâdilarabe, Filistin’deki Kaysâriye 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 107 ve Gazze şehirleri fethedildi. Halifenin emriyle Suriye’ye doğru yola çıkan Halid b. Velid, Hıristiyan Gassânîler’in Dımaşk yakınlarındaki askerî karargâhları Mercirâhit’e saldırarak mağlûp etti (23 Nisan 634). Daha sonra Dımaşk’ın güneyine doğru ilerleyerek diğer kumandanlarla birleşmesiyle Busrâ’nın da içinde bulunduğu Havran bölgesi fethedildi. Halid in komutasında birleşen İslâm ordusu kuzeye doğru ilerleyerek Amr b. Âs ile Ecnâdeyn’de buluştu. Bizans İmparatoru Herakleios’un kardeşi Theodoros kumandasındaki 80.000 kişilik orduya karşı kazanılan Ecnâdeyn Savaşı’yla ile Müslümanlara Filistin ve Suriye kapıları açıldı (30 Temmuz 634). Ridde hareketleri ile İslâm fetihlerinde Halid b. Velid’in rolü hakkında M. Fayda’nın Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid adlı eserine başvurabilirsiniz. Hz. Ebû Bekir’in Kişiliği ve Yönetim Anlayışı Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştıran Hz. Ebû Bekir, 634 yılı Ağustos ayının başında hastalandı. Kızı Hz. Âişe’ye vefat edince maaşının geri kalan kısmını beytülmale iade etmesini ve Hz. Peygamber’in kabrinin yanına defnedilmesini vasiyet etti. Ecnâdeyn savaşının sonucunu öğrendikten kısa süre sonra altmış üç yaşında vefat etti (23 Ağustos 634). Cenaze namazını Hz. Ömer’in kıldırdığı Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ve oğlu Abdurrahman tarafından kabre konuldu. Güzel ahlâkı, merhameti, doğruluğu ve cömetliğiyle gerek Mekke, gerekse Medine dönemlerinde dost düşman herkesin takdir ve saygısını kazanan Hz. Ebû Bekir, kaynaklarda orta boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı, keskin bakışlı, gür saçlı, sarıya çalan beyazlıkta güzel ve ince yüzlü olarak tasvir edilir. Ahlâk ve mizaç itibariyle kendisine benzediği Hz. Peygamber’le İslâm’dan önce çok yakın bir arkadaşlık ve dostluk kurmuştu. Kızı Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evlenmesine dair hicretten önce verilen karar onların dostluğunu daha da pekiştirdi. Nitekim Hz. Peygamber’e en çok kimi sevdiği sorulunca önce eşi Hz. Âişe’nin, sonra da kayınpederi Hz. Ebû Bekir’in adını anardı. Hz. Ebû Bekir, müslümanları ilgilendiren bütün gelişmelerde Hz. Peygamber’in fikirlerine en çok başvurduğu ve çoğunlukla tekliflerini uygun bulduğu kişilerdendi. Bundan dolayı bazı kaynaklarda kendisinden ‘Peygamber’in veziri’ diye söz edilir. Vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ebû Bekir O’nun sırrını saklamayı çok iyi bilir, yanında pek edepli davranırdı. Beşerî ilişkileri düzenlemekte uzman olduğundan Medine’ye gelen elçilere Hz. Peygamber’i nasıl selâmlayacaklarını öğretir, huzurda nasıl oturacaklarını tembih ederdi. Örnek şahsiyetinin yanı sıra aynı zamanda ilim ve hikmet sahibi bir kişi olan Hz. Ebû Bekir Arap soy bilimi ‘Ensâb’ hakkında zamanının otoritesiydi. Arap kabilelerinin savaş tarihi Eyyâmü’l-Arab’ı da en iyi bilenlerdendi. Ezbere bildiği ve çok duygulu bir şekilde okuduğu Kur’an-ı Kerim ile Resûl-i Ekrem’in söz ve davranışlarını en iyi ve en süratli şekilde anlama ve uygulama kabiliyetine sahipti. 142 hadis rivayet eden Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet edenlerden, Hz. Peygamber’in sözü olduğuna dair şahit getirmelerini isterdi. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali sahabeler arasında en güzel konuşan iki hatip olarak tanınır. Onların çok tesirli konuşmaları fesahat ve belagat bakımından olduğu kadar muhtevalarının güzelliğiyle de ünlüdür. Şahsiyetinin merkezinde İslâm’a samimi inancı ve Hz. Peygamber’e derin sadakati olan Hz. Ebû Bekir halifeliği sırasında mütevazı kişiliğinin yanı sıra gerektiğinde cesaretin de en canlı örneklerini vermiştir. Fakirlere, zor durumda olanlara yar- 108 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dım eder, misafirlere ikramda bulunurdu. Az konuşur, kumandan ve valilerine de az konuşmalarını tavsiye ederdi. Başkalarının hakkına titizlikle uyardı. İdari hayattaki uygulamalarında sürekli Hz. Peygamber’i örnek alan Hz. Ebû Bekir’in kumandan ve valilerine verdiği emirler İslâmiyet’in ve Kur’an-ın evrensel esaslarına dayanırdı. Onun Hz. Peygamber’den örnek aldığı prensiplerin başında, istişare, kararlılık, hoşgörü, ehliyet ve insan haklarına saygı gelirdi. Hz. Ebû Bekir, kısa süren halifeliğinde ehil olanları yönetime getirdiği gibi, Resûl-i Ekrem’in tayin etmiş olduğu idarecileri yerlerinde tutmaya özen gösterirdi. Görevlendirmelerde ehliyet konusuna önem verdiği gibi seçtiği idarecilerinden de aynı duyarlılığı beklerdi. Bunun en güzel örneklerinden biri, Yezid b. Ebû Süfyan’a yaptığı şu uyarıdır: “Senin adına en çok korktuğum husus, iltimas meselesidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Müslümanlara ait herhangi bir işin başına geçip de iltimas eseri olarak o işe birini tayin eden kişi, Allah’ın lanetine uğrar. Allah ondan bir mazeret veya fidye kabul etmeyerek kendisini cehenneme atar”. Hz. Ebû Bekir, yönetim makamında kesin yetkiye sahip bir yönetici olmakla birlikte, bazı devlet görevlerini yakın arkadaşlarına bırakarak idarî görevlerde paylaşımın güzel örneklerini de vermiştir. Bu amaçla Medine’de davalara bakma görevini Hz. Ömer’e devretmiş, Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı hazine görevlisi tayin etmiştir. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali ve Hz. Osman’dan ise kâtiplik hizmeti almıştır. Hz. Ebû Bekir devlet işlerinde Resûl-i Ekrem’den intikal eden mührü, şahsî işlerinde ise ‘Ni’me’l-kâdiru Allah’ veya ‘Abdün zelil li-rabbin celîl’ ibaresini taşıyan mührünü kullanırdı. İslâm tarihinde ‘halife’ tabiri ilk defa Hz. Ebû Bekir hakkında kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in toplanması hangi halife döneminde olmuştur? Araştırınız. HZ. ÖMER DÖNEMİ Hz. Ömer Fil Vakası’ndan on üç yıl kadar sonra (582) veya Büyük Ficâr savaşından dört yıl kadar önce (585) Mekke’de doğdu. Annesi Mahzûm kabilesinden Hanteme bint Haşim, babası Kureyş kabilesinin elçilik görevi olan sefâret işlerine bakan Adî b. Kâ’b kabilesinden Hattâb b. Nufeyl’dir. Soyu Kâ’b b. Lüey’de Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Çocukluğu, gençliği ve Müslüman olmasından önceki hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmayan Ömer’in en meşhur lakabı hak ile batılı birbirinden ayıran anlamındaki “Fârûk”tur. Çocukluğunda babasının develerini otlatan, zaman zaman çok sert ve haşin bir şahsiyete sahip olan babasıyla problemler yaşayan, içkiye ve kadına düşkün olan Ömer’in çok iyi ata ve deveye bindiği, iyi silah kullandığı, kuvvetli ve pehlivan yapılı olduğu için güreş müsabakalarına katıldığı bilinmektedir. Arap şiirine çok meraklı olan Ömer, çok sayıda şiiri ezbere okurdu. Kabilesinin elçilik görevi dolayısıyla güzel konuşan Ömer ensâb konusunda uzman olup, diğer Kureyşliler gibi ticaretle meşguldü. Bazı Kureyşliler gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber’e ve İslâm’a karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden Müslüman olanlara işkence yapan Ömer bi’setin 6. yılında (616) Müslüman oldu. Hz. Ömer’in Müslüman oluşu Hz. Peygamber’in, “Yâ rabbi! İslâmiyet’i Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişâm ile teyit et’’ duasının bir tezahürüdür. Ömer’in İslâm’ı kabulüyle az da olsa rahatlayan Müslümanlar ilk defa Kâbe’de toplu olarak namaz kıldılar. Medine’ye hicret başlayınca Hz. Ömer de yanında ağabeyi Zeyd, karısı ve oğlu Abdullah başta olmak üzere akraba ve arkadaşlarından oluşan yirmi kişilik bir kafileyle Mekke’den ayrılıp Kubâ’ya giderek Rifâa b. Abdülmünzir’in evine misafir oldu. Hz. Peygamber bir evde toplanan ensarın erkeklerinden biat alırken kadınlardan kendisi adına 2 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 109 Hz. Ömer’in biat almasını emretti. İslâm Peygamberi, Ömer’i Mekke’de Ebû Bekir, Medine’de Benî Sâlim kabilesinden İtbân b. Mâlik ile kardeşleştirdi. Katıldığı seriyyeler dışında Resûl-i Ekrem’in yanından hiç ayrılmayan Hz. Ömer, bütün gazvelerde, Hudeybiye Antlaşması, Umretü’l-kazâ ile Vedâ haccında bulundu. Medine döneminde Hz. Peygamber’in yanında çok aktif olarak yer alan Hz. Ömer’in başka konularda da görüşlerini ifade ettiğini ve bunların bir kısmının da nazil olan Kur’an ayetleriyle teyit edilmiştir ki, buna Muvâfakât-ı Ömer denir. Hudeybiye Antlaşması’nın Fetih suresinde ‘feth-i mübîn’ olarak nitelendirilmesini anlamakta güçlük çeken Medine’ye dönme kararını bir türlü kabul edemeyen Hz. Ömer daha sonra antlaşmanın sonuçlarını görünce bu tavrından dolayı pişmanlık duydu. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber adına Kureyşli kadınlardan biat aldı. Ayrıca Kâbe’deki resimleri imha vazifesini de üstlendi. Hz. Peygamber, hastalığı şiddetlenince kâğıt ve kalem getirilip söyleyeceklerinin kaydedilmesini istedi. Bazı sahabelerle, Hz. Ömer buna gerek olmadığını Allah’ın kitabı ile Hz. Peygamber’in sünnetinin kendilerine yeterli olduğu görüşünü ileri sürdü. Tarihe ‘Vasiyetnâme’ veya ‘Kırtâs Vakası’ diye geçen bu olay özellikle Şiîler tarafından Hz. Ömer aleyhine kullanılır. Üsâme b. Zeyd komutasında oluşturulan orduda görevlendirildi. Ancak Hz. Peygamber’in rahatsızlığı, arkasından da vefatı üzerine Medine’den ayrılamadı. Bütün olaylara karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınan Hz. Ömer, bundan sonraki olaylarda tarihî roller üstlendi. Hz. Ömer’in Halife Seçilmesi Bizans ve Sâsânîlerle Mücadelenin Yoğunlaşması Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesinde etkin rol oynayan halifeliği döneminde ona müşavirlik ve kadılık yapan Hz. Ömer, aynı zamanda halifenin vekiliydi. Hz. Ebû Bekir namaza çıkamayacak derecede hastalanınca imamlık görevini Hz. Ömer’e bıraktı ve onu yerine halef tayin etmek üzere sahabelerle istişarelerde bulundu. Yapılan müzakerelerden sonra Hz. Ömer’i veliaht bırakmayı kararlaştırarak Hz. Osman’a bir ahidnâme yazdırdı. Daha sonra yanına Hz. Ömer ile Hz. Osman’ı alıp Mescid-i Nebevî’ye giderek bu durumu halka şöyle ilan etti: “Sizin için halife seçtiğim kişiye razı olur musunuz? Bir yakınımı tayin etmedim. Allah’a andolsun ki bütün gücümle düşünüp taşındım ve Ömer b. Hattâb’ı uygun buldum; onu dinleyin ve ona uyun.” Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği gün (23 Ağustos 634) Mescid-i Nebevî’de hilafeti için biat aldı ve okuduğu hutbede, “Allah sizleri benimle, beni de Ebû Bekir’den sonra sizlerle denedi. Herhangi bir işinizin halledilmesinde ben bulunmadığım zaman bu işi çözüme bağlaması için başka birine havale edin. Ancak onun doğru ve güvenilir bir kimse olmasına dikkat edin. İyilikle hareket ederlerse ben de onlara iyilikle yaklaşırım, kötülük ederlerse başkalarına ibret olacak şekilde onları cezalandırırım” dedikten sonra konuşmasını şöyle tamamladı: “Ey Allahım! Ben sertim, beni yumuşat; ben zayıfım beni güçlendir; ben cimriyim beni eli açık eyle!” Hz. Ali başta olmak üzere her hangi bir kimse Hz. Ebû Bekir’in Hz. Ömer’i halife olarak bırakmasına karşı çıkmadı. Hz. Ömer’e ilk gün biat edenler arasında yer alan Hz. Ali hilafeti süresince onu destekledi ve en büyük yardımcısı oldu. Hz. Ömer de, “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir. Irak Cephesi Hz. Ömer Bizans ve Sâsânîler ile Hz. Ebû Bekir zamanında başlayan mücadeleyi kesintiye uğratmadan sürdürdü. Halife, biat alırken Halid b. Velid’in Suriye cepheHz. Ömer’in büyük bir sezgiye sahip olduğunu gösteren bu ayetler arasında şarabın kesin olarak haram kılınması (el-Bakara 2/219), Hz. Peygamber’in evine gelen kimselerle hanımlarının perde arkasından konuşmalarının daha uygun olacağı (el-Ahzâb 33/55), Kâbe’de bulunan Makâm-ı İbrahim’in namazgâh ittihaz edilmesi (el-Bakara 2/125) ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazının kılınmaması gerektiği (et-Tevbe 9/80) gibi hususlar örnek olarak sayılabilir. 110 İslam Tarihi ve Medeniyeti I sine intikali üzerine fethedilen bölgeleri geri almak için harekete geçen Sâsânîlere karşı, halkı Irak cephesinde savaşanlara yardıma davet etti. Medine halkının çekingen davrandığı bu davete dördüncü gün ilk icabet eden Ebû Ubeyd es-Sekafî 1000 kişilik gönüllüler birliğinin kumandanlığına getirildi. Asıl kuvvetlere Nemârık’ta katılan Ebû Ubeyd, Câbân ve Merdânşah kumandasındaki Sâsânî ordusuna karşı ilk zaferini burada kazanarak bu iki komutanı esir aldı. Ardından Kesker, Sakatiye ve Hîre yakınlarındaki Sâsânî birliklerini yenerek bol miktarda ganimet ele geçirerek bölgeyi itaat altına aldı. Müslümanları durdurmak isteyen Kumandan Rüstem yeni kuvvetler ve birkaç fille takviye ettiği Sâsânî ordusunu Ebû Ubeyd’in üzerine gönderdi. Ordusunu Fırat nehri üzerindeki daha sonra adıyla meşhur olan bir köprüden düşmanın bulunduğu tarafa geçirmeye karar veren ve bu karara muhalefet edenleri de korkaklıkla suçlayan Ebû Ubeyd, ordu karşı yakaya geçtikten sonra köprüyü yıktırdı. İki ordu arasında şiddetli bir çarpışma başladı. Müslüman süvariler fillerden ürken atlarına hâkim olamadılar. Savaş meydanının darlığı ve köprünün yıkılmış olması gibi sebeplerle manevra imkânı kalmayınca çarpışma Müslümanların aleyhine gelişti. Ebû Ubeyd askerlerinin mühim bir kısmıyla birlikte şehit oldu (634). Köprü Savaşı denilen bu olay İslâm kuvvetlerinin Irak cephesinde ilk yenilgisidir. Gelişmelerden haberdar olan Hz. Ömer Irak’ta bulunan ordusuna takviye kuvvetlerin toplanmasını emredip bizzat kendisi ordunun kumandanlığını üstlenmek istedi. Ancak ileri gelen sahabelerin ısrarı üzerine Medine’de kalmaya karar vererek başkomutanlığa Sa’d b. Ebû Vakkâs’ı tayin etti. Sa’d beraberindeki kuvvetlerle yola çıkarak Zerûd ve Şerâf denilen yerlerde konaklayarak halife tarafından görevlendirilen çeşitli kabilelere mensup yeni birliklerin katılmasını bekledi. Yaklaşık üç ay süren bir hazırlıktan sonra İslâm ordusu 636 ilkbaharında Kûfe’nin 30 km. güneyinde bulunan Sâsânîlerin en önemli sınır şehri Kadisiye’ye ulaştı. İslâm ordusu yaklaşık 9.000- 10.000 iken Müslümanlar için ciddi bir tehlike teşkil eden otuz civarında file sahip Sâsânîler ise 70-80.000 kişilik bir kuvvetten oluşuyordu. Üç gün süren çok şiddetli çarpışmaların cereyan ettiği Kâdisiye Savaşı’nın kazanılması, Müslümanlara büyük bir moral ve üstünlük hissi vermiş, Irak’ın kapıları açılmış, İran’ın düşüşünün başlangıcı hazırlanmış, Sâsânîlerin başşehri Medâin’in fethi gerçekleşmişti (Mart 637). Kadisiye Savaşı’nda yenilerek Medâin’i Müslümanlara teslim etmek mecburiyetinde kalan Sâsânî kuvvetleri, Hulvân’a sığınan Kisrâ Yezdicerd’in teşvikiyle Celûlâ’da toplandılar. Şehri etrafına hendek ile siperler kazarak ve barikatlar kurarak tahkim ettiler. Ordunun başına Kadisiye Savaşı’nda öldürülen başkumandan Rüstem’in kardeşi Hurrezâd’ı getiren Kisrâ, Hulvân ve Cibâl’den asker ve silâh göndermek suretiyle ordusuna destek sağlamaya çalışıyordu. Sa’d b. Ebû Vakkâs, Hz. Ömer’den aldığı talimat üzerine onların üzerine bizzat kendisi yürümedi ve yeğeni Haşim b. Utbe’nin kumandası altında 12.000 kişilik bir orduyu sevk etti. Çok şiddetli çarpışmalardan sonra Müslümanlar büyük bir hamle ile Sâsânî ordusunu mağlûp ederek birçok ganimet ele geçirdiler (637). Ordusunun savaşı kaybettiğini öğrenen Yezdicerd Hulvân’dan ayrılarak Rey’e gitmek mecburiyetinde kaldı. Kadisiye’den sonra Celûlâ Savaşı’yla Sâsânîlere büyük bir darbe daha vuran Müslümanlar Dicle Sevâdı’ndaki bölgelerin fethini tamamladılar. Cerîr b. Abdullah elBecelî kabilesiyle birlikte katıldığı Celûlâ savaşından sonra buraya yerleşti. Burası sonraki dönemlerde Sâsânîler ile Müslümanlar arasında tampon bölge oldu. Fetihlerin bu aşamasında Hz. Ömer, Sa’d b. Ebû Vakkas’a Hîre yakınlarında Kûfe’yi, Utbe b. Gazvân’a da Basra’yı ordugâh şehir olarak kurmalarını emretti. Utbe, birçok İran şehrini içine alan Ahvaz bölgesini fethetti (638). Ancak bir yıl sonra 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 111 Hürmüzan’ın komutasındaki Sâsânî ordusu bu bölgeleri yeniden ele geçirdi. Hac dönüşü yolda vefat eden Utbe’nin yerine önce Muğîre b. Şu’be’yi, onu azledince de Basra valiliğine Ebû Musa el-Eş’arî’yi tayin etti. Ebû Musa’nın gönderdiği ordu ile Sa’d’ın Kûfe’den Numan b. Mukarrin kumandası altında gönderdiği diğer bir ordu, Ebû Sebre kumandası altında birleşerek uzun ve çetin bir mücadeleden sonra Tuster’i fethedip Hürmüzan’ı esir alarak Medine’ye Hz. Ömer’e gönderdiler (641). Celûlâ ve Hulvân’dan sonra, Sûs (638), iki yıl sonra Hûzistan, üç yıl sonra da Musul şehirlerini ele geçiren Müslümanlar (641), Nu’man b. Mukarrin’in başkumandanlığında tarihe fetihlerin fethi anlamında ‘fethu’l-fütûh’ diye geçen Nihâvend zaferiyle de Irak fetihlerini tamamladılar (642). Bu zaferden sonra, İran’da Isfahan başta olmak üzere fetihler devam etti. Kafkasya’daki en önemli geçitlerden olan ve Arapların ‘Bâbü’lebvâb’ dedikleri Derbent ile Merv, Nişâbur, Herat, Belh, Talkan ve Serahs’ı içine alan Horasan bölgesinin fetihleri de Hz. Ömer’in hilafetinin son yılında tamamlandı (644). Böylece İran Müslümanların eline geçti ve ateşperest Sâsânî İmparatorluğu tarihe karıştı. Suriye Cephesi Hz. Ömer, Bizans İmparatorluğu’na karşı Suriye cephesindeki savaşlara da ara verilmeden devam edilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir döneminde kazanılan Ecnâdeyn zaferinin üzerinden çok geçmeden yapılan Fihl Savaşı’nda Müslümanlar Bizans kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdiler (23 Ocak 635). Fihl’den sonra kazanılan Mercüssuffer Savaşı’ndan (635) sonra Dımaşk’ın fethi için herhangi bir engel kalmadı. Halid b. Velid, Mercüssuffer’den kaçan Bizans birliklerinin peşine düşerek sığındıkları Dımaşk’ı fethetti (Eylül 635). Aynı yıl gerçekleşen Mercürrûm Savaşı’nı da kaybeden Bizanslılar çok ağır kayıplar verdiler. Bu sırada Suriye Başkumandanlığı tarafından sevk edilen çeşitli birlikler tarafından Ba’lebek, Humus ve Hama şehirleri de fethedildi. Müslümanların bu başarıları üzerine Bizans İmparatoru Herakleios Hıristiyan Araplar ve Ermeniler destekli Theodoros Trithurios kumandasında 50.000- 100.000 kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bizans’ın yaptığı bu hazırlıkları öğrenen Halid b. Velid, Humus ve Dımaşk’taki birlikleri de çağırarak 25.000’i aşkın bir kuvvetle Yermûk vadisine geldi. 636 yılı yaz sıcağında iki ordu üç ay herhangi bir savaş olmaksızın bekledi. Buraya büyük ümitlerle gelen Bizans ordusu 20 Ağustos 636 günü cereyan eden savaşta ağır bir yenilgiye uğradı. Bizans ordusunun kumandanı Theodoros öldürüldü; kurtulan askerler Filistin, Antakya, el-Cezîre ve İrminiyye’ye kaçtılar. Mücadeleyi önce Humus daha sonra Antakya’da cephe gerisinden bizzat yöneten Herakleios, Yermük Savaşı’ndan sonra Antakya’dan Urfa ve Samsat’a giderek dağılan ordusunu toparlamaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Kaçanların bir kısmını takip etmekle görevlendirilen Iyâz b. Ganm Malatya’ya kadar ilerledi ve şehir halkıyla cizye ödemek üzere bir antlaşma yaparak geri döndü. O sıralarda Antakya’da bulunan Bizans İmparatoru, Malatya’ya asker gönderip şehri yaktırdı; “Ey Suriye! Sana selâm olsun. Burası düşman için ne güzel bir ülkedir” diyerek çaresizlik içinde İstanbul’a döndü (Eylül 636). Hz. Ebû Bekir’in son günlerindeki Ecnâdeyn ile Hz. Ömer’in hilafetinin ilk yıllarındaki Yermûk savaşlarından sonra Suriye’deki Bizans hâkimiyetine son verildi ve bölgenin şehirleri de çok kolay bir şekilde İslâm’a açıldı. 637’de Şeyzer, Kınnesrîn, Halep, ardından Antakya, Urfa, Rakka ve Nusaybin kısa aralıklarla Müslümanlara teslim oldu ve İslâm devletinin sınırları Toroslara dayandı. 112 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Filistin ve Mısır’ın Fethi Müslümanların Amr b. Âs’ın Hz. Ebû Bekir tarafından küçük bir askerî birliğin başında Güneydoğu Filistin’e gönderilmesiyle başlayan bölgeyle ilgileri Hz. Ömer döneminde de sürdü. Yermük Savaşı’nın ardından bölgede daha sağlam bir şekilde tutunan Müslümanlar Ebû Ubeyde b. Cerrâh kumandasında Kudüs’e ulaşarak şehri kuşattılar (637). Patrik Sophronios şehrin anahtarlarını o sırada inceleme ve görüşmelerde bulunmak için Suriye’ye gelen ve Câbiye’de bulunan Hz. Ömer’e teslim etmek istediğini belirtti. Halife Ömer Ebû Ubeyde’nin daveti üzerine Câbiye’den Kudüs’e gelerek halka güvence vererek şehri teslim aldı ve bir antlaşma yaptı (638). Daha sonra da Filistin’in sahil şehirleri Askalân (640) ile Trablusşam ve Kaysâriye (640 sonu) başta olmak üzere diğer yerleşim birimleri İslâm’a açıldı. Hz. Ömer’in, Bizans’tan gelecek saldırıların önlenmesi için Câbiye’deki ordugâhın dağıtılarak iki ayrı cephede savunma hatlarının kurulmasını belirlemesinden sonra Askalân, Cündü Filistin adıyla Lüd şehri merkezli askerî bir bölge haline getirildi. Filistin’in Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi Bizans ile karadan bağlantısı kalmayan Mısır’ın fethini kolaylaştırdı. Câhiliye dönemindeki ticarî ilişkileri sebebiyle bölgeyi tanıyan Amr b. Âs, Filistin’i İslâm hâkimiyeti altına aldıktan sonra Mısır’ın stratejik açıdan çok önemli olduğunu ve oraya sığınan Bizans kuvvetlerinin tekrar kendilerine saldırabileceğini söyleyerek Mısır seferi için Hz. Ömer’i ikna etti. Emrine verilen 4000 kişilik orduyla harekete geçen Amr, Ocak 640’ta Feremâ’yı almasının ardından Aynişems’te Bizanslılarla karşılaştı. Medine’den gönderilen Zübeyr b. Avvâm komutasında 5000 kişilik kuvvetle birleşerek Bizans ordusunu mağlup etti. Stratejik açıdan çok önemli olan Babilon Kalesi’nin fethiyle de (641) Müslümanlar bölgede tutunabilecekleri bir mevkii ele geçirerek deltanın güneyle ilişkisini kestiler. Daha sonra Amr b. Âs İskenderiye’ye yöneldi. Müslümanlara direnemeyeceklerini anlayan Bizans kuvvetleri Eylül 642’de şehri teslim ettiler. Bu esnada İslâm ordusunun diğer kısmı Feyyûm ve buradan hareketle Asvan’a kadar Yukarı Mısır’ı ele geçirdi. Böylece üç yıl gibi kısa bir sürede Mısır’ın fethini tamamlayan Amr b. Âs ‘Mısır fatihi’ unvanını aldı. Daha sonra merkezi Babilon’un biraz kuzeyinde kurulan Fustat adlı karargâh şehri olan Mısır eyaletinin valisi oldu. Hz. Ömer zamanındaki fetihlerin görünen sonuçları nedir? Araştırınız. Hz. Ömer’in Vefatı ve Kişiliği Hz. Ömer 644 yılı haccını eda edip Medine’ye döndükten sonra, Mugire b. Şu’be’nin kölesi Ebû Lü’lü Fîrûz en-Nihavendî efendisinin kendisinden fazla ücret aldığını söyleyerek azaltılmasını istedi. Halife onun demircilik, marangozluk ve nakkaşlık yaptığını öğrenince, ödediği ücretin fazla olmadığını söyledi. Aldığı cevaptan memnun olmayan Ebû Lü’lü, ertesi gün Mescid-i Nebevî’deki sabah namazında elbisesinin altında sakladığı hançerle Hz. Ömer’e saldırarak altı yerinden yaraladı. Kaçmak istemesine rağmen kurtulamayacağını anlayınca çevredekilerden birkaç kişiyi daha yaralayıp intihar etti. Ağır yaralı iken kendisini yerine geçecek kimseyi aşere-i mübeşerreden hayatta olan altı kişilik şuraya havale eden Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in ayakucuna defnedilmek için Hz. Âişe’den izin istedi. Hz. Aişe’nin kendisi için düşündüğü yeri vermesinden çok mutlu oldu ve yaralandıktan üç gün sonra 3 Kasım 644 Çarşamba günü vefat etti. Cenaze namazını devlet işlerini yürütmek ve mescitte namaz kıldırmak için vekil bıraktığı Suheyb b. Sinan er-Rûmî kıldırdı. Kaynaklarda uzun boylu, koyu buğday benizli, elleri ve ayakları güçlü, iki elini de kullandığından solak diye bilinen, yürürken adımlarını hızlı atan, gür sesli ve 3 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 113 etkileyici bir kişi olarak tasvir edilen Hz. Ömer ilk evliliğini Zeyneb bint Maz’un el-Cumahiyye ile yaptı. Abdullah ve Hafsa bu evlilikten doğan çocuklarıdır. İslâm öncesinde evlendiği Müleyke bint Amr ve Kureybe bint Ebû Ümeyye’yi Müslüman olmadıkları için müşrik kadınlarla evlenmenin yasaklanması üzerine (elMümtehine 60/10) boşadı. Hz. Ömer son evliliğini 638 yılında Hz. Peygamber’le kan bağı kurmak amacıyla Hz. Ali ile Hz. Fâtıma’nın kızları Ümmü Külsûm ile yaptı. Aşere-i mübeşşereden ve vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e en yakın sahabelerdendi. Kızı Hafsa’nın Hz. Muhammed ile evlenmesi (625) dostluklarını daha da pekiştirdi. Sert mizaçlı olan Hz. Ömer’in bu özelliğini Hz. Peygamber, ‘’Ümmetimin içinde onlara en merhametli olan Ebû Bekir, Allah’ın emri konusunda en şiddetli olan da Ömer’dir’’ sözüyle dile getirmiştir. Ancak Allah’tan korkması ve öbür dünyada yaptıklarından hesap vereceğine dair kesin inancı kişisel özellikleri arasında mesuliyet duygusunu ön plana çıkarmıştır. İmanından kaynaklanan bu duygu onu sert ve kırıcı davranışlardan uzak tutmuştur. Hz. Ömer’in diğer bir özelliği de kul hakkına riayet hususunda çok hassas olmasıdır. Halifeliği süresince devlet hazinesinden ihtiyacı dışında hiçbir şey almamış; sıradan bir Kureyşli gibi yaşamıştır. Kur’ân-ı Kerim’in Mushaf haline getirilmesi hususunda Hz. Ebû Bekir’i ikna eden Hz. Ömer, hilafeti müddetince Müslümanların onu çokça anlayarak okumalarını ve ezberlemelerini isterdi. Hz. Ömer hadislerin rivayetine çok dikkat ederdi. Tıpkı Hz. Ebû Bekir gibi, Hz. Peygamber’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet edenlerden şahit getirmelerini isterdi. Meşhur altı hadis kitabında yer alan onun rivayet ettiği hadis sayısı 539’dur. Hz. Ömer’in Yönetimi ve Kurumsallaşma Hz. Ömer devlet idaresinde büyük başarı göstermiş, yalnızca İslâm tarihine değil, dünya tarihine de damgasını vuran ölümsüz şahsiyetlerden birisi olduğunu kabul ettirmiştir. Hz. Ömer’in fıtrî kabiliyeti ve teşkilâtçılığı yanında, gelişmeleri hassasiyetle takip eden mesuliyet duygusuna ve Kur’an ahlâkına sahip olması, Hz. Peygamber’in terbiyesi altında yetişmesi karşılaştığı sorunların üstesinden gelmesini ve başarıya ulaşmasını sağlayan en mühim unsurlar olmuştur. ‘’Sana vâiz olarak ölüm yeter ey Ömer!’’ ifadesini mührüne kazıtan Hz. Ömer için İslâm tarihinde ilk defa müminlerin emîri anlamında ‘’emîrü’l-mü’minîn’’ tabiri kullanılmıştır. Hz. Ömer toplumu ilgilendiren bir konu ortaya çıkınca halkı Mescid-i Nebevî’ye çağırarak minberden onları bilgilendirirdi. Halkın soru sormasına ve haklarını aramasına imkân tanır, kendisinin de eleştirilmesini isterdi. İyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeyi prensip edinen Hz. Ömer bütün emir ve yasakları önce kendi şahsında uygular, halka verdiği emirlerin uygulamasına aile mensuplarından başlardı. Divan defterlerini yanına alarak Medine çevresindeki insanların atıyyelerini evlerine gidip bizzat kendisi dağıtırdı. Gündüzleri çarşı pazarda, geceleri de Medine sokaklarında dolaşıp asayişi kontrol eder, ihtiyaç sahiplerini gördüğünde kendisi beytülmâlden yiyecek taşırdı. Her cumartesi günü Medine’nin dışında Âliye yöresine gider, güç yetiremeyecekleri işlerde çalıştırılan kölelerin yükünün hafifletilmesini sağlardı. Aynı şekilde hayvanlara fazla yük yükletilmesine de müdahale ederdi. Fetihleri organize etmesi, orduların sevki, savaşların idaresi ve sonuçlandırması; ortaya çıkan yeni problemlerin çözümü, esirler ve gayri Müslimler hakkındaki kararları, yeni şehirlerin kurulması ve fatih askerlerinin İslâm’a açılmış çok geniş coğrafyaya yerleştirilmeleri, İslâmiyet’in tebliğ ve öğretilmesine verdiği önem gibi birçok konuda ilklere imza atmıştır. Hz. Ömer’in devlet idaresindeki becerisini gösteren ilk uygulamalarına evâil adlı kaynaklarda yer verildiği gibi bunlar özel Arapçada ilk, birinci anlamındaki evvel kelimesinin çoğuludur. Yaygın olarak ilmü’l-evâil adlı tarihî ve edebî disiplin çerçevesinde ‘tarihte ilkler’ üzerine yazılmış eserler anlamında kullanılır. Bu eserlerdeki bilgiler İslâm öncesi dönem, Asr-ı saadet ve daha sonrası olmak üzere üç bölümde ele alınır. Evâil kitapları sadece edebiyat ve ilimler tarihi bakımından değil Müslümanların kültür tarihini nasıl değerlendirdikleri konusunda da zengin bir kaynaktır. İslâm felsefecileri evâili deney öncesi ilk bilgiler veya bir ilmin dayandığı temel ilkeler anlamında kullanmışlardır. 114 İslam Tarihi ve Medeniyeti I çalışma ve teliflere konu olmuştur. Merkezden gönderilen mektup ve emirnamelerden birer nüshanın saklanmasını istediğinden Dîvânü’l-inşâ’nın kurucusu kabul edilir. İslâm öncesinde Araplar belirli bir takvim kullanmıyor, Fil Vakası gibi bazı önemli olayları tarih başlangıcı olarak kabul ediyorlardı. Ticaret hayatının canlanmasına paralel piyasada kullanımı yaygınlaşan senetler başta olmak üzere ortak bir takvime olan ihtiyaç gün geçtikçe olduğunu hisseden Hz. Ömer 637 yılı nisan ayında Hz. Ali’nin teklifiyle Mekke’den Medine’ye hicreti takvim başı olmasını kararlaştırdı. Hac dönüşü birinci ay muharremden başlamak üzere Hicrî Takvim kullanılmaya başlandı. Medine’de merkezî bir idare kurmuş olan Hz. Ömer, fetihlerden sonra şehirlerin Müslümanların hâkimiyeti altında kalabilmesi için tedbirler aldı. Ele geçirilen yerleşim merkezlerinde, tıpkı Hz. Peygamber’in Yesrib’i Medine-i Münevvere haline dönüştürürken ilk yaptığı bina olan Mescid-i Nebevi ve planını örnek alarak, öncelikle cami yaptırmalarını valilerinden istedi. Bundan dolayı fethedilen yerlere yapılan ilk binalar hep camiler oldu. Fethedilen şehirlerde bazen eski mabetler tamamen veya kısmen camiye çevrildi. Barış yoluyla ele geçen yerlerdeki eski mabetlere hiç dokunulmadı ve Mescid-i Aksâ’nın yeri tespit edilerek buraya büyük bir cami yaptırıldı. Camilerin yanına emir evi ve çarşı yapıldığı gibi, Arabistan’ın muhtelif yerlerinden gelerek fetihlere katılan çeşitli kabilelere mensup askerlerin aileleri getirilerek yerleştirildiği mahalleler kuruldu ve buralara vakit namazları için mescitler yapıldı. Bu plana uygun olarak Irak’ta Basra ve Kûfe ile Mısır’da Füstât şehirleri kuruldu. Ziraata elverişli toprakları sulanması için bentler yapılarak tarımın gelişmesi için tedbirler alındı. Kanallar açılarak yerleşim merkezlerine su getirildi. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri kıyısındaki Babilon ile Kızıldeniz sahilindeki Kulzüm (Süveyş) Limanı’nı birbirine bağladı. “Halîcü emîri’l-mü’minîn” adı verilen bu suyoluyla Mısır-Medine arasında karayolu yanında deniz yolu bağlantısı da kuruldu. Böylece Mısır ve Haremeyn ile Yemen ve Hindistan arasındaki deniz ticareti yapılması sağlandı. Mekke-Medine ve Şam-Hicaz güzergâhında ve Medine’de misafirhaneler yaptırdı ve buralarda yeni kuyular açtırdı. Hilafeti döneminde İslâm’a açılan toprakların bugün de İslâm ülkeleri olarak kalması şüphesiz Hz. Ömer’in yönetimdeki başarısının bir göstergesidir. Hz. Ömer zamanında ne tür şehirler vardı ve yerleşim nasıldı? Hz. Ömer ve Müslümanların kendilerine karşı davranışlarından son derecede memnun olan gayri Müslimler, özellikle Suriye bölgesinde, Bizans’ın durumunu, askerî hazırlıklarını casuslar vasıtasıyla öğrenip Müslümanlara haber vermişler ve onlarla işbirliği yapmışlardır. Dindaşları ve eski efendilerine karşı, onların bu şekilde hareket etmelerinde şüphesiz Bizans’ın adaletsiz davranışları gibi başka tesirlerin yanında Müslümanların onlara karşı âdil ve doğru davranışlarının önemli bir tesiri olduğu kesindir. Ayrıca dinî inanç ve adetlerinde kendilerine tam bir hürriyet verilen bu insanların ateşgede mabetleri, kilise ve havralarının da korunmaları ve yağma edilmemeleri de garanti altına alınmıştır. Bu dönemde fethedilen bu geniş topraklarda bugün bile varlıklarını devam ettiren gayri müslim unsurlarla onların mabetleri, Müslümanların başka din mensuplarına ve onların mabetlerine gösterdikleri saygının açık bir delilidir. Hz. Ömer, gayri Müslimlerin, Müslümanların toplu bulunduğu yerlerde, mescitlerin yanında haç çıkarmamalarını ve haçlarını 4 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 115 dolaştırmamalarını, ayrıca ezan vaktinden az önce ve okunurken kilise çanlarını çalmamalarını istemiş; ancak onların yılda bir defa bayram günlerinde haçlarıyla dolaşabilmelerine izin vermiştir. Hz. Ömer’in gayri Müslimlerle ilgili özellikle kılık ve kıyafet konusunda bazı kısıtlamalar koymasından amacı Müslüman ile zimmînin tefrik edilmesidir. Hz. Ebû Bekir döneminde Medine’deki kazâ işlerinin başında bulunarak tecrübe kazanmış, adalet sahasında gerçekleştirdiği icraatıyla insanlık tarihine geçmiştir. Adalet işlerine önceleri valiler bakarken zamanla Hz. Ömer, Küfe, Basra, Dımaşk, Filistin, Humus, Ürdün, Mısır ve Bahreyn’e kendisine bağlı kadılar tayin etti. Suçlular için ilk defa hapishane kurulması da Hz. Ömer zamanında oldu. Eğitim ve öğretime çok değer veren Hz. Ömer, fetihler genişleyip Arap olmayanlar ve bedeviler Müslüman olunca ve çocukların da sayısı çoğalınca okullar açılmasını emretti ve çocukların eğitim ve öğretimi için görevliler atadı. Hz. Ömer, denetim ve teftiş yanında orduların durumunu yakından takip edebilmek ve merkezle taşra arasındaki irtibatı sağlayabilmek için haberleşmeye büyük önem verdi. Bu amaçla yollara menziller (berîd evleri) yaptırdı ve valilerinden devamlı raporlar isteyerek faaliyetleri ve cephedeki durumları takip etti. Hz. Ömer valilerinin ve diğer görevlilerinin teftişine de çok önem verirdi. Teftiş maksadıyla her yıl hac mevsiminde valileri Medine’ye çağırır, bazı kimseleri de yanında getirmelerini emreder, onlardan vilayetlerinin durumuna, halkın şikâyetinin bulunup bulunmadığına, piyasa fiyatlarına, zayıf ve güçsüz kimselerin valilerinin yanma girip-giremediklerine, valilerin hastaları ziyaret edip-etmediklerine dair sorular sorar, bilgi alırdı. Eğer olumsuz cevap alırsa valiyi Medine’ye getirterek hesaba çekerdi. Ayrıca teftiş amacıyla tanınmayan bazı kimseleri de habersiz vilayetlere gönderirdi. Merkezde halife, vilayetlerde ise valilerle yönetilen bu siyasî, idarî, askerî, iktisadî ve dinî yapının iyi bir şekilde yürütülmesi gerekiyordu. Fetihler sonucunda tabiî olarak sayıları her gün artan valilerin tayinine ayrı bir önem veren Hz. Ömer, bu göreve göndermeyi düşündüğü kimselerin durumlarını iyice inceleyip sahabelerle istişare etmeye, adayları ehil kimseler arasından seçmeye itina gösterirdi. Görev yerlerine gitmeden önce valilerin bütün mal ve servetlerini kaydettirir; ileride aşırı miktarda servet artışı olanları sorguya çekerek durumlarını araştırır; bazen servetlerinin bir kısmına el koyardı. Tayin ettiği valilere uygulamaları gereken esasları bildirerek çeşitli tavsiyelerde bulunur, bazı sahabelerin de şahitlik yaparak imza ettikleri bir berat verir ve bunu gittikleri yerlerde halka okumalarını emrederdi. Vali veya âmillerinden birisinin halka zulmettiğini işitip de onu değiştirmezse halka kendisinin zulmetmiş olacağını düşünen Hz. Ömer’in şu tavsiyeleri valilerinden nasıl bir idare beklediğini gösterir: “Sizi saltanat sürmek, halka tahakküm etmek için tayin etmedim. Siz hidayet rehberi olacaksınız; herkes de size uyacaktır. Müslümanların haklarını koruyunuz; onları kötülemeyiniz ki zillete duçar olmasınlar; onları haksız yere övmeyiniz ki şımarmasınlar. Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki kuvvetliler zayıfları ezmesinler. Kendinizi Müslümanlardan üstün görmeyiniz ki haksızlığa uğramasınlar.” Hz. Ömer’in Divan Teşkilatını Kurması Hz. Ebû Bekir tarafından başlatılan fetihleri iktidarı süresince (634-644) devam ettiren Hz. Ömer zamanında Sâsânî İmparatorluğu’na tabi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na tabi Suriye, el-Cezîre, Filistin ve Mısır İslâm ülkesine katıldı. Bir kısmı yapılan savaşlardan sonra, diğer bir kısmı ise sulh yoluyla gerçekleşen bu fetihlerle birlikte, farklı millet ve dinlere mensup insanların yaşadığı, çeşitli 116 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dillerin konuşulduğu, aynı zamanda Fırat, Dicle, Âsî ve Nil gibi nehirlerin suladığı ziraata elverişli bu büyük coğrafyanın ne yapılacağı ve nasıl idare edileceği hususu, ilk fetihlerden itibaren büyük bir problem olarak Halife Ömer’in önüne çıktı. Diğer taraftan, kendi topraklarını i’lâ-yı kelimetullah aşkıyla terk edip muhtelif ülkelere sefere çıkan ve oralarda yerleşen Müslümanların siyasî, iktisadî ve medenî hayatlarının tanzim edilmesine de ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü çok süratli bir şekilde gerçekleşen bu fetihlerin, tarihte Müslümanlardan önce ve sonra beşeriyetin bildiği ve saman alevi gibi parlayıp sönen kısa süreli Atilla, İskender ve Moğol istilalarının aksine, kalıcı olmasının sağlanmasına ihtiyaç vardı. Gerek Müslümanların, gerekse gayri Müslimlerin ortaya çıkan çeşitli mesele ve ihtiyaçlarını gören Hz. Ömer, bunların halledilmesi yolunda çeşitli düzenlemelere teşebbüs ederek birçok yeni müessesenin kuruluşunu gerçekleştirmeye çalıştı. Halife işe, kazanılan ganimetlerle İslâm’a açılan bu çok büyük coğrafyada yaşayan başka dinden olan insanlar ve onların sahip oldukları toprakları ele alarak başladı. Sasânî ve Bizans imparatorluklarıyla yapılan savaşlar ve gerçekleştirilen fetihler sonucu ele geçen ganimetlerde büyük bir artış oldu. Ganimetlerin taksiminde, ordu mensuplarına beşte dört (% 80) hissenin dağıtılmasına, geriye kalan humus yani beşte bir (% 20) hissenin ise Medine’ye beytülmâle gönderilmesi uygulaması sürdürüldü. Fethedilen yerlerdeki insanlar eğer savaşsız antlaşma yapmayı kabul etmişlerse, sözlerine sadık kaldıkları sürece esir ve köle muamelesine tabi tutulmayacakları teminat altına alındı. Şayet İslâm’ı kabul ederlerse Müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklar, eski dinlerinde kalırlarsa cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne girerek can ve mal güvenliğine kavuşacakları gibi, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınıp mabetlerine dokunulmayacak, ibadetlerine de karışılmayacaktı. Buna karşılık barışı kabul etmeyenlerle savaş yapılmış, bazen esir düşen bazı savaşçılar öldürülmüş, taşınır malları ganimet olarak alınmıştır. Bununla birlikte Hz. Ömer, savaşarak ele geçirilen yerlerde yaşayanların da tıpkı sulh yoluyla ele geçirilenler gibi zimmî statüsüne dâhil edilmesini, kendi dinlerinde kalmak istedikleri takdirde cizye ödemelerini; ayrıca ziraata elverişli topraklarının ödeyecekleri haraç vergisi karşılığında kendilerine bırakılmasına karar verdi. Bu topraklarda tarıma devam edilmesini, arazilerin ekilip verimli hale getirilmesini, üç yıl üst üste toprağını ekmeyenlerin ellerinden alınmasını da kararlaştırdı. Ölü bir toprağı ekip canlandıran kimsenin bu toprağa sahip olacağını da aynı maksatla yürürlüğe koydu. Fethedilmiş toprakları savaşanlar arasında ganimet gibi dağıtmayıp haraç vergisi karşılığında ziraatı iyi bilen eski sahiplerine bırakan Hz. Ömer, böylece tecrübesiz kimselerin mülkiyeti altında ortaya çıkabilecek verim düşüşünü engellediği gibi, toplanacak haraç vergisini Müslümanlara, diğer fey gelirleriyle birlikte dağıtarak adil bir gelir dağılımı sağlamıştır. Haraca tabi ürünlerin cinsleri ve vergi miktarlarının belirlenmesinde, toprakların verimliliği, sulanabilirliği, tüketim merkezleriyle pazarlara olan yakınlığı ve ürünün cinsi gibi unsurlar dikkate alınıyordu. Hz. Ömer, fetihlerden sonraki bazı gelişmeler üzerine yine İslâm Tarihi’nde ilk defa zimmîlerden ve İslâm toprakları dışında yaşayanlar harbîlerden ticaret malları vergisi olan ‘uşûr’ alınmasını kararlaştırdı. Basra valisi Ebû Musa el-Eş’arî, Müslüman tüccarların gayri Müslimlerin yaşadığı yerlere ticaret için gittiklerinde kendilerinden onda bir oranında vergi alındığını haber verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, mütekabiliyet esasına göre, onun da harbîlerin tüccarlarından onların aldıkları onda bir miktarı kadar vergi almasını, ayrıca aynı vergiyi, yirmide bir miktarı nispe- 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 117 tinde zimmîlerden, kırkta bir miktarı da Müslümanlardan almasını emretti. Ayrıca Müslümanlardan alınanların zekât gelirlerine, harbî ve zimmîlerden alınan ticaret malları vergisinin ise fey gelirlerine dâhil edilmesini istemiştir. Hz. Ömer zamanında devlet gelirleri ve gayri Müslimlerin durumu hakkında M. Fayda’nın Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler adlı eserine başvurabilirsiniz. Hz. Ömer beytülmal gelirlerinden zekâtı Tevbe suresi 60, ganimetleri de Enfâl suresi 41. ayetlerine göre dağıtırken, İslâm devleti hâkimiyetine giren gayri Müslimlerin sulh zamanında verdikleri ve fey adı altında toplanan cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinden oluşan beytülmal gelirlerini Müslümanlara dağıtmak üzere yeni bir düzenlemeye gitmeyi kararlaştırdı. Kaynaklarda 636 yılı zikredilirse de güvenilir otoritelerin 641’de kurulduğunu ifade ettikleri divan teşkilatı ile başta muharip güçler olmak üzere, Medine’den başlanarak Kûfe, Basra, Şam ve Mısır’da yaşayan bütün Müslümanlar divan defterlerine, Arapların nesebini çok iyi bilen üç kişiden oluşan bir heyet tarafından, başta Hz. Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesinin Benî Haşim kolundan başlanmak suretiyle kaydedildi. Böylece beytülmal gelirlerinin harcama yerleri belli bir düzene bağlanarak adeta bir bütçe geleneği başlatıldı. Bazıları bu ilk divana askerî divan anlamında Divânü’1-cünd adını vermişlerse de bu doğru değildir. Kaynakların neredeyse tamamında yalnızca divan veya divanü’1- atâ şeklindedir. Hz. Ömer feyden hisse alacak Medine halkını, fetihlere önce ve sonra katılmış kuvvetler ile onların, önceleri sütten kesilince, sonradan annelerin erken sütten kestiklerini görünce doğar doğmaz çocukları dâhil bütün ailelerini divan defterlerine kaydettirirken, bunlara Arap asıllı olmayan bir kısım mevâliyi de yazdırttı. Divan defterlerine, köleler hariç, şahıs isimleriyle birlikte yılda bir defa verilecek atıyye miktarları ile köleler dâhil herkese aynı miktar ve her ay verilmesi kararlaştırılan iki cerîb erzakın da kaydedilmesi sağlanmıştır. Hz. Ömer 30 kişiyi toplayarak bir günde ne kadar yiyeceğe ihtiyaçları olacağını tespit için iki vakit yemek yedirdikten sonra, bir kişiye her ay verilecek olan erzak miktarını belirledi. Yiyeceklerin saklanacağı dârürrızk adıyla hususi yerler yaptırdı. Yıllık atıyye miktarlarının tespitinde İslâmiyet’e geçmişte yapılan hizmetlerle Hz. Peygamber’e yakınlık göz önüne alındı. Hz. Peygamber’in hanımlarından hayatta olanların her birine 10.000 dirhemle en yüksek miktarın verilmesini istedi. Bundan sonra en fazla hisse 5.000 dirhem olarak Bedir Gazvesi’ne katılanlara verildi. Bedir’e katılmamalarına mukabil Hz. Peygamber’in torunları oldukları için Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e de 5.000 bin dirhem uygun görüldü. Esma bint Umeys ve Esma bint Ebû Bekir gibi ilk muhacir kadınlara 1000 veya 3000 dirhem verilirken en az hisse ise çocuklara 100 dirhem şeklinde belirlendi. Müslümanlarla bütünleşmeyen ve cihada davet edildiğinde iştirak etmeyenlere ise, şehir veya çölde yaşamasına bakılmaksızın, fey ve ganimetten hisse verilmedi. O dönemde daha fazla vergi almak amacıyla yapılan nüfus sayımı ve defterler düzenleme işini Hz. Ömer, fey gelirlerini hakları olduğuna inandığı Müslümanlara vermek için bu orijinal teşkilatı kurarak bizzat kendisi Medine’de, taşrada ise valiler veya görevlendirdikleri amiller, yıllık atıyyeleri ve aylık yiyecekleri dağıtım işini üstlendiler. Ortaçağ İslâm dünyasında kullanılan hem alan hem de hacim ölçü birimidir. Hulefâ-yi Râşidîn, Emevîler ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde haraç vergisi yanında özellikle halife ve emirlerin iktalarının miktarının belirlemesinde alan ölçüsü olarak kullanılıyordu. Hz. Ömer zamanından itibaren cerîbin hacim (ağırlık) ölçüsü olarak da kullanıldığı görülür. Hacim ölçüsü cerîbin 29,5 litre ile 138 litre arasında değişen çeşitli miktarları ifade ettiği bölgelere göre değişiklik gösterdiği ileri sürülür. Cerîb hacim ölçüsü olarak Hz. Ömer zamanında yaklaşık 132 litreye eşdeğerdi. İslâm dünyasında kullanılan diğer ölçü birimlerinde olduğu gibi cerîb de çeşitli devirlerde bölgelere göre değişik miktarları ifade etmiştir. 118 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’in Müslüman oluş süreçlerini anlatabilmek Hz. Ebû Bekir’in Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu haber alınca yanına giderek İslâm’a girdi. Nitekim Hz. Peygamber onun üstünlüğünden söz ederken kendisini herkesin yalanladığı bir sırada inandığını ve İslâmiyet için her şeyini feda ettiğini belirtmiştir. İslâmiyet’in özellikle Kureyş ileri gelenleri arasında yayılmasında önemli rol üstlenen Hz. Ebû Bekir, peygamberlik görevi başlamasından itibaren daima Resûl-i Ekrem’in yanında yer aldı. Bazı Kureyşliler gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber’e ve İslâmiyet’e karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden Müslüman olanlara işkence yapan Ömer 616 yılında Müslüman oldu. Hz. Ömer’in Müslüman oluşu Hz. Peygamber’in, ‘’Yâ rabbi! İslâmiyet’i Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişâm ile teyit et’’ duasının bir tezahürüydü. Hilafet kurumunun oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilmek Hz. Muhammed’in biri peygamberlik, diğeri İslâm esaslarını bizzat uygulama olmak üzere iki önemli görevi vardı. İkincisini yerine getirirken hicretten sonra Medine’de kurmayı başardığı devletin başkanlığını yaptı. Vefatıyla birlikte son peygamber olan Hz. Muhammed’in ilk görevi sona erdi. Ancak devam edecek ikinci görevi için yerine toplum Hz. Ebû Bekir’i uygun gördü. Böylece hilafet kurumu ortaya çıktı. Ridde olaylarıyla ilk İslâm fetihlerini özetleyebilmek Hz. Ebû Bekir halife seçilince peygamberlik iddiasında bulunanlar ile irtidat eden kabilelerle uğraşmak zorunda kaldı. Ridde olaylarının dinî olduğu kadar siyasi sebepleri de vardı. Hz. Ebû Bekir hangi sebeple olursa olsun isyan edenlerle kararlı bir şekilde mücadele ederek tehlikenin büyüyerek daha büyük sosyal olaylara dönüşmesini engelledi. Hz. Ebû Bekir irtidat hareketlerini bastırıp Arabistan’ın birliğini sağladıktan sonra, Hz. Peygamber tarafından hedef gösterilenBizans ve Sâsânîlerle mücadeleyi başlattı. Hz. Ebû Bekir tarafından başlatılan fetihleri iktidarı süresince devam ettiren Hz. Ömer zamanında Sâsânî İmparatorluğu’na tabi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na tabi Suriye, el-Cezîre, Filistin ve Mısır İslâm ülkesine katıldı. İlk iki halife devrinde devlet organlarının gelişim sürecini özetleyebilmek Hz. Ebû Bekir ridde hareketlerini sonlandırarak devletin, şûra ve biat esasları etrafında kurumsallaşmasını temin etmiş, hızla genişleyen İslâm coğrafyasındaki dağınıklık ve anarşiyi engellediği gibi, merkezi otoritenin etkinliğini herkese hissettirmiştir. Hz. Ömer de başta divan teşkilatı olmak üzere Hz. Peygamber zamanında nüvesi olan İslâm müesseselerinin gelişim ve kurumsallaşmasının öncülüğünü üstlenmiştir. 1 2 3 4 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 119 Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdaki isimlerden hangisi Hulefâ-yi Raşidîn arasında sayılmaz? a. Hz. Hasan b. Hz. Ömer c. Muâviye b. Ebû Süfyan d. Hz. Ali e. Hz. Osman 2. Hz. Peygamber rahatsızlanınca Mescid-i Nebevide aşağıdakilerden hangisi vekil olarak görev yapmıştır? a. Hz. Hasan b. Hz. Ömer c. Hz. Ali d. Hz. Ebû Bekir e. Hz. Osman 3. Üsâme b. Zeyd kumandasındaki orduyu kimin görevlendirdiği ve kimin gönderdiği aşağıdakilerden hangisinde sırayla ve birlikte verilmiştir? a. Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir b. Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir c. Hz. Osman Hz. Hüseyin d. Hz. Ali Hz. Ömer e. Hz. Osman Hz. Hasan 4. Aşağıdakilerden hangisi Ridde olaylarının sebeplerinden biri değildir? a. Hz. Muhammed’i taklit etmek b. Zekât ödemeyi istememek c. Asabiyet duygusuna sahip olmak d. Yahudiliğe girme isteğinde olmak e. İslâmiyet’i tam anlamıyla benimseyememek 5. Aşağıdaki savaşlardan hangisi Hz. Ebû Bekir zamanında olmuştur? a. Sıffin b. Ecnadeyn c. Celûla d. Kadisiye e. Zâtüssavârî 6. Hz. Muhammed’in Mekke döneminde İslâmiyet’i kabul etmesini temenni ettiği şahıs aşağıdakilerden hangisidir? a. Ömer b. Hattâb b. Ebû Ubeyde b. Cerrâh c. Amr b. Âs d. Muâviye b. Ebû Süfyân e. Halid b. Velid 7. Hz. Ömer döneminde hangi savaş Müslümanlara Irak kapılarını açmıştır? a. Cemel b. Ecnadeyn c. Köprü d. Yermûk e. Kâdisiye 8. Mısır ve Filistin fetihlerinde rol oynayan sahabe aşağıdakilerden hangisidir? a. Halid b. Velid b. Üsâme b. Zeyd c. Talha b. Ubeydullah d. Abdullah b. Ömer e. Amr b. Âs 9. Aşağıdaki savaşlardan hangisinde Sâsânîler Müslümanlara üstün gelmiştir? a. Kâdisiye b. Ecnadeyn c. Köprü d. Cemel e. Yermûk 10. Aşağıdakilerden hangisi fey gelirlerinden biri değildir? a. Cizye b. Zekât c. Haraç d. Ticaret malları vergisi e. Humus 120 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 2. d Yanıtınız doğru değilse “Hz. Ebû Bekir Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse “Üsâme b. Zeyd Kumandasındaki Ordunun Gönderilmesi” konusunu yeniden okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse “Ridde Hareketleri ve Bastırılması” konusunu yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse “İslâm Fetihlerinin Başlaması” konusunu yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “Hz. Ömer Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 7. e Yanıtınız doğru değilse “Irak Cephesi” konusunu yeniden okuyunuz. 8. e Yanıtınız doğru değilse “Filistin ve Mısır’ın Fethi” konusunu yeniden okuyunuz. 9. c Yanıtınız doğru değilse “Irak Cephesi” konusunu yeniden okuyunuz. 10. b Yanıtınız doğru değilse “Hz. Ömer’in Divan Teşkilatını Kurması” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Mâlik ve arkadaşları teslim oldukları için öldürülmemeleri gerektiği görüşünü savunan Ebû Katâde elEnsârî, onun öldürülmesinden rahatsız olmuş ve durumu Hz. Ebû Bekir’e şikâyet etmişti. Bunun üzerine Halife, Halid’i sorguya çekmiş; Halid, Mâlik’ten işittiği bir söz üzerine onun öldürülmesinin helâl olduğuna karar verdiğini söyleyerek özür dilemesi üzerine mazeretini kabul etmişti. Hz. Ömer’in Halid’i başkumandanlık görevinden almasının bazı kaynaklarda iddia edildiği gibi bu konuyla ilgisi yoktur. Sıra Sizde 2 Yemame başta olmak üzere bazı savaşlarda hafız sahabelerin bir kısmının şehit olması Müslümanları telaşlandırdı. Bu endişeleri Hz. Ebû Bekir’e açan Hz. Ömer, onu Kur’an-ı Kerim’in toplanmasına ikna etti. Hz. Ebû Bekir, sahabeden Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyet oluşturup Kur’an’ın dağınık olarak bulunan nüshalarını bir araya toplatarak kitap haline getirilmesini temin etti. İki kapak arasındaki bu derlemeye ‘mushaf ’ denilir. Hz. Ebû Bekir tarafından muhafaza edilen bu Mushaf ondan sonra Hz. Ömer’e ondan da kızı Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Hafsa’ya intikal etti. Sıra Sizde 3 Kâdisiye’nin kazanılmasıyla Irak’ın kapıları açılarak İran’ın düşüşünün başlangıcı hazırlandı ve Sâsânîlerin başşehri Medâin fethedildi. Nihâvend zaferiyle Irak, Hz. Ömer’in hilafetinin son yılında tamamlanan Horasan fetihleriyle ateşperest Sâsânî İmparatorluğu tarihe karıştı. Hz. Ebû Bekir’in son günlerindeki Ecnâdeyn ile Hz. Ömer’in hilafetinin ilk yıllarındaki Yermûk savaşlarından sonra Suriye’deki Bizans hâkimiyetine son verildi ve akabinde Filistin ve Mısır fethedildi. Bizans ve Sâsânîlerden yüzyıllardır haksızlıklara maruz kalmış büyük halk kitleleri Müslümanlara kucak açarak eski yönetimleri tasfiye etti. Sıra Sizde 4 Yeni kurulan Basra, Kûfe ve Füstât şehirleri Arap yarımadasından fetihler için gelmiş Müslüman Arapların kabilelerine göre yerleştirilikleri mahallelere ayrıldı. Fethedilen Kudüs, Dımaşk, Antakya, Medâin ve İskenderiye gibi gayri Müslimlerin de yaşadıkları şehirler ise dine göre mahallelere bölündü. 5 Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi-I (Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer) 121 Yararlanılan Kaynaklar Fayda, M. (1989), Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müs - limler, İstanbul. Fayda, M. (1992), Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, İstanbul. Fayda, M. (2014), Hulefâ-yı Râşidîn Devri (Dört Halife Dönemi), İstanbul İbn Sa’d, (1990). et-Tabakâtü’l-kübrâ (nşr. M. Abdülkâdir Atâ), I-VIII, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in So - nuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Taberî, (ts.). Târîhu’r-rusûl ve’l-mülûk, (thk. Muham - med Ebü’1-Fazl İbrahim), I-XI, Beyrut. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Devlet”, “Ebû Bekir”, “Fe - tih”, “Halid b. Velîd”, “Hulefâ-yi Râşidîn”, “Ridde”, “Ömer”, maddeleri. Vâkıdî, (1984). Kitâbü’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jo - nes), I-III, Beyrut.
.HZ. OSMAN DÖNEMİ 576 yılında Tâif ’te doğdu. Babası Kureyş’in en zengin tüccarlarından Affân b. Ebü’l-Âs, annesi Hz. Peygamber’in halası Beyzâ’nın kızı Ervâ bint Küreyz olan Hz. Osman’ın mensup olduğu Emevî kabilesinin soyu Abdümenâf b. Kusay’da Hz. Peygamber’in nesebiyle birleşir. Hz. Osman, babasının ölmesi üzerine ailesinin ticaret işlerini yürütmeye başladı. Güzel ahlâkı ve dürüstlüğü sayesinde ticari hayatta başarı sağlayarak Mekke’nin önemli tüccarları arasına girdi. İslâmî davetin gizli olarak yürütüldüğü ilk safhasında Hz. Ebû Bekir’in aracılığıyla Müslüman oldu. Mekke’nin ileri gelenlerinden olması dolayısıyla İslâm’ı kabul edişi Kureyş içinde geniş yankı uyandırdı. Amcası Hakem b. Ebü’l-Âs onu bağlayıp dininden dönene kadar bağlarını çözmeyeceğini söyleyince şiddetle karşı koydu. Kararlılığını görüp bağlarını çözmek zorunda kalan amcasından sonra annesi de çok uğraştı, ancak onu dininden döndüremedi. Osman kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukıyye ile evlendi. 615 yılında hanımıyla birlikte Habeşistan’a hicret eden ilk kafilede yer aldı. Habeşistan’da doğan ve 625 yılında vefat eden oğlu Abdullah dolayısıyla kendisine Ebû Abdullah künyesi verildi. Bir yıl sonra Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra diğer Müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etti. Hz. Peygamber tarafından Mekke döneminde Abdurrahman b. Avf ile kardeş yapılan Osman, Medine’de evinde misafir kaldığı ensardan Evs b. Sâbit ile kardeş ilân edildi. Resûl-i Ekrem, Medine’de muhacirlere ev yapmaları için yer tahsis ettiğinde ona Mescid-i Nebevî’nin kendisinin girip çıktığı kapısının karşısına düşen arsayı verdi. Ticaretle meşguliyetini devam ettirdi ve zenginler arasına girdi. Hz. Peygamber Bedir Savaşı’na giderken Osman’ı hasta olan kızının başında Medine’de bıraktı. Zafer müjdesinin Medine’ye ulaştığı gün Rukıyye öldü. Hz. Peygamber, Bedir’e katılanlardan sayarak ganimetten hisse verdiği Hz. Osman’ı daha sonra diğer kızı Ümmü Külsûm ile evlendirdi. 630 yılında onun da vefatı üzerine evlenecek başka kızı olsaydı onu da vereceğini söyleyerek damat olarak memnuniyetini dile getirdi. Onun en meşhur lakabı Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlendiği için iki nur sahibi anlamında ‘zü’n-nûreyn’dir. Vahiy kâtiplerinden olan Hz. Osman, Hudeybiye Antlaşması öncesinde Hz. Peygamber’i temsilen Mekke’ye elçi olarak gitti. Dönüşünün gecikmesi üzerine Müslümanlar arasında onun Mekkeliler tarafından öldürüldüğü şayiası yayıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, müşriklere karşı ölünceye kadar savaşma şartıyla Müslümanlardan biat aldı. Bu sırada sağ elini sol elinin üzerine koyarak Osman adına biat aldığını gösterdi. Medine’de içme suyu sıkıntısının yaşandığı bir sırada Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 124 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Rûme Kuyusu’nu satın alarak Müslümanların istifadesine sunan Hz. Osman, Tebük Seferi hazırlıkları sırasında da, ordunun donatılması için yürütülen kampanyada en büyük yardımı yaptı. Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde kâtipliğini yaptı ve müşavirleri arasında yer aldı. En yakın danışmanları arasında yer aldığı Hz. Ömer’in Suriye yolculuğuna çıkmasına ve Mısır fethine izin vermesine karşı çıkarken fethedilen arazilerin savaşanlar arasında taksim edilmeyip fey olarak sahiplerinin elinde bırakılması görüşünü destekledi. Ebû Lü’lü tarafından hançerlenerek yaralanan Hz. Ömer, Hz. Osman’ın da aralarında bulunduğu aşere-i mübeşşereden hayatta olan altı kişiyi içlerinden birini üç gün içinde halife seçmeleri için görevlendirdi. Hulefâ-yi Râşidîn dönemi hakkında yapılan akademik çalışmaların bir listesi için http://www.istem.org/tr/default.asp adresine başvurabilirsiniz. Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları Hz. Ömer’in, halife seçmek üzere görevlendirdiği heyet, üyelerden Talha b. Ubeydullah şehir dışında olduğundan, toplantıya beş kişi olarak başladı. Bazı tartışmalar üzerine, Abdurrahman b. Avf, üyelerden birinin halife adaylığından feragat ederek, en çok istenen üyeyi halife seçmek üzere hakemlik yapmasını teklif etti. Diğer üyelerin teklifini kabul etmemeleri üzerine, razı oldukları takdirde, hakemlik görevini üstlenebileciğini söyledi. Hz. Ali, onun hakemliğini, tercih hususunda akrabalık gözetmeyeceğine ve sadece Müslümanların hayrı için çalışacağına dair söz vermesi şartıyla kabul edebileceğini söylerken, diğerleri şartsız hakemliğini kabul edeceklerini açıkladılar. Hz. Ali’nin şartını kabul ettiğini bildiren Abdurrahman b. Avf, seçeceği halifeye itaat edeceklerine dair üyelerden söz alıp çalışmalarına başladı. Şûra üyelerinin her biriyle baş başa görüşmeler yaptı. Halife seçilmek isteyip istemediklerini, istemeyenlerin hangi adayı desteklediklerini öğrendi. Görüşmelerin yapıldığı bir grup asker tarafından korunan evden dışarı çıkarak muhacirlerin ve ensarın ileri gelenleriyle görüştü. Kamuoyunu temsil eden pek çok kimseyle bir araya geldi ve onların adaylardan hangisini halifeliğe daha uygun gördüklerini öğrenmeye çalıştı. Çalışmalarını üç gün boyunca, sürdürdü. Dördüncü günün sabah namazından sonra kararını açıklamak üzere, Mescid-i Nebevî’de cemaatın huzuruna çıktı. Önce Hz. Ali’yi, ardından Hz. Osman’ı çağırıp, ikisinden de halife seçildikleri takdirde, “Allah’ın Kitabı’na ve Resulü’nün sünnetine uyma; ayrıca önceki iki halifenin siyasetlerini takip etme” hususunda söz vermelerini istedi. Hz. Ali, “gücümün ve bilgimin yettiği ölçüde bunu yaparım” şeklinde, şartlı ve çekinceli bir cevap verdi. Hz. Osman ise, herhangi bir şart ve çekince göstermeden, “evet, bunları yaparım” diye cevapladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman’ı halife seçtiğini açıklayıp ona biat etti. Onun ardından Hz. Ali ve Mescid-i Nebevî’de bulunanlar sırayla Hz. Osman’a biat ettiler. Kaynaklarda Abdurrahman b. Avf ’ın yaptığı görüşmelerde, çoğunluğun Hz. Osman’ı istediğini gördüğünü bildiren rivayetlerin yanı sıra, Abdurrahman’ın Hz. Ali’yi tercih etmek niyetinde olduğuna; ancak Hz. Ali’nin şartlı cevabı karşısında tercihini değiştirdiğine dair rivayetler de vardır. Hz. Osman’ın on iki yıl süren halifelik dönemi, ülkede huzur ve sükûnun, birlik ve beraberliğin devam etmesi sebebiyle Sükûnet Dönemi (644-650) ile III. Halife’nin şehit edilmesiyle sonuçlanan iç karışıklıkların yaşandığı Karışıklık Dönemi (650- 656) olmak üzere altışar yıllık iki döneme ayrılabilir. Medine’nin güneybatısında yer alan Akîk vadisinin aşağı kısmında yer alan bir kuyudur. Hicretten sonra Müslümanların su sıkıntısıyla karşılaşmaları üzerine Hz. Osman tarafından satın alınarak sebil haline getirilmiştir. Hz. Osman’ın İslâm’da ilk vakıf örneklerinden olan bu davranışı Hz. Peygamber tarafından öğülmüştür. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 125 Abdurrahman b. Avf ’ın, halife olarak Hz. Osman’ı tercih etmesinin sebeplerini bulmaya çalışınız. İran, Horasan ve Azerbaycan Fetihleri Hz. Osman zamanında İran fethi büyük ölçüde tamamlandı. Bahreyn üzerinden deniz yoluyla düzenlenen seferlerle Belûcistan’ın sahil bölgesine kadar ulaşıldı. Bu arada Merv’e çekilmek zorunda kalan son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd kendi adamları tarafından öldürüldü (651). Bu sırada İran’ın tamamı İslâm hâkimiyetine girmiş bulunuyordu. Bu dönemde Horasan’a etkili ve sürekli akınlar başlatıldı. 651 yılında Kirman üzerinden Horasan’a giren Ahnef b. Kays, fetihlerini Tohâristan’a kadar ulaştırdı. Basra valisi Abdullah b. Âmir de Nîşâbûr’u ele geçirerek burada Horasan’ın ilk mescidini yaptırdı. Bu iki komutanın hoşgörülü tutumları, Sâsânî valilerinin ve mahallî hükümdarların İslâm hâkimiyetini kabul etmelerine zemin hazırladı. Afganistan sınırları içinde kalan Belh, Herat, Bûşenc ve Tûs gibi önemli şehirler de fethedildi. Diğer tarafta Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan, Arrân bölgesi ve Tiflis İslâm hâkimiyetine girdi. Azerbeycan Erdebil merkez olarak vilayet haline getirildi. Kuzey Afrika ve Nûbe Bölgesindeki Fetihler Bizanslılar, 645 yılında bir çıkarma yaparak İskenderiye’yi işgal ettiler. Mısır valisi Amr b. Âs, emrindeki birliklerle İskenderiye’yi kuşatıp Bizans kuvvetlerini oradan çıkardı (646). Amr’ın yerine tayin edilen Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh, 647 yılında İfrîkıye bölgesinin fethine çıktı. Sübeytıla yakınlarında yapılan savaşta Bizans’tan bağımsızlığını ilân eden Gregorios’a karşı büyük bir zafer kazandı. Bu savaşın ardından bölge halkı İslâm hâkimiyetini tanıdı. İfrîkıyelilerin anlaşmayı bozmaları üzerine, onlar tekrar itaat altına aldı (33 veya 34/654-655). Sübeytıla zaferinden sonra fetihlerini Nil vadisi doğrultusunda güneye kaydıran Abdullah b. Sa’d, Nûbe üzerine yürüdü. Bugün Sûdan topraklarında kalan Dongola’da hüküm süren hıristiyan Makarra Krallığı ile bir antlaşma imzalayıp bu devleti, İslâm egemenliği altına aldı (652). Müslümanların Akdeniz’e Açılmaları ve Kıbrıs’ın Fethi Hz. Ömer zamanından itibaren Suriye ve Mısır valileri sahil şehirlerindeki Bizans’tan kalma tersaneleri faaliyete geçirmek ve donanma kurmak için çaba göstermeye başladılar. Dımaşk valisi Muâviye b. Ebû Süfyân, daha Hz. Ömer zamanında Kıbrıs’ın fethi için izin istemiş, ancak halife, müslümanları tehlikeye atmamak için deniz seferine izin vermemişti. Hz. Osman, sefere sadece gönüllülerin katılması şartıyla Kıbrıs fethine çıkılmasına izin verdi. Mısır valisini de sefere çağıran Muâviye, ashaptan birçok gönüllünün yanında Ubâde b. Sâmit ile hanımı Ümmü Harâm’ın da katıldığı bir sefer düzenledi. 649 yılı ilkbaharında 1700 gemiyle Akkâ’dan denize açıldı. Kıbrıs yöneticilerinin yıllık 7200 altın vergi ödemeyi kabul etmeleriyle Kıbrıs barış yoluyla fethedildi. Vergiyle ilgili yükümlülüklerin yerine getirilmemesi üzerine, 654 yılında İkinci Kıbrıs seferi gerçekleştirildi ve savaş yoluyla fethedilen adaya 12. 000 Müslüman asker yerleştirildi. Zâtü’s-savârî Savaşı 650’de Suriye sahillerine yakın Arvad (Cyzikus) adası alındı. 652’de Sicilya ve Rodos üzerine seferler düzenlendi. İskenderiye’ye çıkartma teşebbüsünde bulunan 1 Ortaçağda Arapların Mağribin doğusuna, bu günkü Tunus ve civarına verdikleri ad. 126 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Bizans donanması püskürtüldü. Daha da önemlisi bu yıllarda 200 gemilik İslâm donanması, Finike (bazı rivayetlere göre İskenderiye) açıklarında, 500 parçalık Bizans donanmasına karşı büyük bir zafer kazandı. Yelken direklerinin çokluğu sebebiyle “Zâtü’s-savârî” adı verilen bu zaferle Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki hâkimiyetine son verildi. Kaynaklarda 652 veya 655 yılında yapıldığına dair bilgilerin yer aldığı bu zafer Hulefâ-yi Râşidîn döneminin en büyük deniz savaşıdır. Kur’an-ı Kerim’in Çoğaltılması Fethedilen bölgelerdeki Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’i kendi bölgelerinde meşhur olan sahabenin mushaf ve kıraatıyla öğrenip okuyorlardı. Onların okuyuşlarındaki farklılıklar, bu farklılığın sebebini bilmeyen askerler arasında tartışmalara yol açtı. Azerbaycan ve Ermenistan cephesinde birlikte savaşan Suriyeli ve Iraklı askerler, farklı okuyuş sebebiyle birbirlerini ağır bir şekilde itham ettiler. Bundan endişeye kapılan Huzeyfe b. Yemân, Hz. Osman’ın yanına Medine’ye gelerek konuya acil bir çözüm bulunmasını teklif etti. Hz. Osman, bu ihtilafları sona erdirmek için, Hz. Hafsa’nın evinde muhafaza edilen Ebû Bekir mushafını çoğaltarak büyük merkezlere göndermeye karar verdi. Zeyd b. Sâbit’in başkanlığında, dört kişilik heyeti Kur’an-ı Kerim’i istinsah ve çoğaltmakla görevlendirdi. Kıraat farklılıkları yüzünden yaşanan tartışmalara son vermek için, bir kelimenin yazılış şeklinde ihtilâfa düştüklerinde Kureyş lehçesini esas almalarını emretti. 646-651 yılları arasında gerçekleştirilen bu çalışma sonunda yazılan yedi Kur’an nüshasından biri Medine’de bırakıldı. Diğerleri, bu nüshaları okutmakla görevlendirilen birer okuyucu ile birlikte Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyn’e gönderildi. Bundan sonra Kur’an öğretimi bu nüshalara göre yapıldı. Hz. Osman’ın bu faaliyeti büyük takdirle karşılandı ve bu işi onaylayanların başında Hz. Ali geliyordu. İÇ KARIŞIKLIKLAR VE İSYAN İlk fetihler dolayısıyla gelirlerin büyük ölçüde artması, maddi refah seviyesini çok yükseltmişti. Bu zenginleşme, halkın yeme, içme ve giyinme alışkanlıklarını da önemli şekilde değiştirdi. Ganimet gelirlerinin bol olduğu bu yıllarda, halk genelde Hz. Osman’ın yönetiminden memnundu. Hatta bu yıllarda Hz. Ömer’den daha çok sevildiği söylenir. Bu dönemde, yönetimin aleyhinde bazı şikâyetler görülmekle beraber bunlar probleme dönüşmeden halledilebiliyordu. Halk arasında ciddi bir huzursuzluk yoktu. Ancak Karışıklık Dönemi’nin başlangıcı sayılan 650 yılından itibaren, yönetim ile halk arasında ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmaya başladı. Halife ve valilerinin bazı icraatları şikâyet konusu yapıldı. Bu şikâyet ve eleştiriler sonunda İslâm âlimlerinin Müslümanların içine düştüğü ilk büyük fitne olarak kabul ettiği, etkilerini hâlâ sürdüren kanlı isyan hareketine dönüştü. Müslümanların gruplara bölünmesinin temelini teşkil eden bu isyan hareketi, İslâm tarihinin çözülmesi en zor meselesi olma özelliğini devam ettirmektedir. Bunun en önemli sebebi, iç savaşlar dönemini başlatan bu karışıklıkların, İslâm tarihi kaynaklarına çok çelişkili bir şekilde yansımasıdır. Rivayetler arasında, birbiriyle bağdaştırılması mümkün olmayan ciddî çelişkiler bulunmaktadır. Bu haberlerin ilk râvileri çoğu kere tarafsız davranamamışlar, fikrî yapılarını, siyasi tercihlerini, kabilevî ve dünyevî temayüllerini bu anlatımlara canlı bir şekilde yansıtmışlardır. Dolayısıyla önemli bir kısmı taraflı olan bu haberler, olayların gerçek mahiyetini perdelemiş, gerçeklerin anlaşılmasını neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Hz. Osman ve valilerinin bazı uygulamalarına yönelik şikâyetler halifeliğinin ikinci yarısında giderek arttı. Muhalefet hareketi, Hz. Osman’ın halifeliğinin son 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 127 yıllarında yaşanan ekonomik krizden en fazla etkilenen garnizon şehirleri Kûfe, Basra ve Fustat’ta uygun bir ortam buldu. Hz. Osman ve valilerinin bazı icraatlarını eleştirmekle işe başlayan muhalifler, eleştirilerini giderek Hz. Osman’ın ileri gelen sahabeler tarafından da tenkit edilen uygulamaları üzerinde yoğunlaştırdı. Hz. Osman’ın istismara müsait pek çok icraatı da şikâyet konularına ilave edilerek propaganda aracı haline getirildi. İnsanlar yönetime karşı işbirliği yapmaya çağrıldı. Hz. Osman’ın şikâyet konusu uygulamaları şöyle sıralanabilir: 1. Valilikler başta olmak üzere önemli devlet görevlerine sadece akrabalarını tayin etmesi, onlara ve diğer akrabalarına büyük miktarlarda bağışlarda bulunması. 2. Kendisini eleştiren Ebû Zer el-Gifârî ve Ammâr b. Yâsir gibi ileri gelen sahabeleri çeşitli şekillerde cezalandırması ve onlardan bazılarının maaşlarını kesmesi veya azaltması. 3. Kendisinden önceki halifelerin aksine, Kureyş ileri gelenlerinin Medine’den ayrılıp fethedilen bölgelerdeki şehirlere yerleşmelerine ve oralarda çok miktarda mal mülk edinmelerine göz yumması ve bazı sahabelere fethedilen şehirlerde ikta araziler tahsis etmesi. 4. Hz. Peygamber tarafından Tâif ’e sürgüne göderilen amcası Hakem b. Ebü’lÂs’ın Medine’ye dönmesine izin verip onun oğlu Mervan’ı devlet kâtibi olarak görevlendirmesi. 5. Valilerinin hatalı icraatlarına göz yumarak cezalandırmaktan kaçınması. 6. Medine civarındaki bazı arazileri beytülmal develeri için koruluk haline getirmesi. 7. Kur’an-ı Kerim’i istinsah ettirdikten sonra, önceki nüsha ve bazı sahâbilerin ellerinde bulunan şahsî nüshaların tamamını imha ettirmesi. 8. Mescid-i Nebevî’yi genişletirken önceden kullanılmayan bazı yapı malzemeleri kullandırması. 9. Hz. Peygamber’den intikal eden hilâfet mührünü Erîs Kuyusu’na düşürmesi. Tenkit edilen konuların başında, Hz. Osman’ın önemli devlet görevlerini akrabalarına tahsis etmesi geliyordu. Şöyle ki, Hz. Osman, amcasının oğlu Mervan b. Hakem’i devlet kâtibi, yine Benî Ümeyye’den olan Muâviye’yi Suriye genel valisi yapmıştı. Kûfe valiliğine önce anne bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi, onun ardından yine akrabalarından Said b. Âs’ı getirmişti. Mısır valiliğine sütkardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’i, Basra valiliğine ise dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i tayin etmişti. Hz. Osman’ın idarede birlik ve beraberliği daha kolay sağlama arzusuyla başvurduğu anlaşılan bu uygulama, Hz. Ali ve diğer ileri gelen sahabeler tarafından da eleştiriliyordu. Hz. Osman kendisini, onlardan bazılarının daha önceden görevde bulunduğunu, diğerlerinin de göreve ehil olduklarını söyleyerek savunuyordu. Halifenin valilerine karşı hoşgörülü tutumu, şikâyetleri daha da artırdığı gibi kabilecilik hareketini de tahrik etti. Kureyş oymakları içinde Benî Ümeyye ile Benî Hâşim rekabeti yeniden gündeme geldi. Daha da önemlisi, Kureyş dışındaki kabilelerin liderleri yönetimi Kureyş’in kendilerine üstünlük ve tahakkümü olarak gösteremeye ve Kureyş’e karşı kabilecilik ateşini tutuşturmaya çalıştılar. Nitekim yönetime karşı ilk ciddi muhalefet, Bekir, Rebîa, Ezd, Kinde, Temim, Kudâa gibi fetihlerde büyük katkısı olan güçlü kabile mensuplarının bir arada yaşadığı Kûfe’de ortaya çıkmıştı. Medine’de Kuba Mescidi’nin batı tarafındaki kuyunun adıdır. Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den sonra kendine intikal eden, üzerinde ‘Muhammed Resûlullah’ yazısı bulunan ve Hz. Peygamber’den beri hilâfet mührü olarak kullanılan gümüş yüzüğü bu kuyuya düşürdü (650). Kuyunun bütün suyu boşaltılmasına ve üç gün aranmasına rağmen mühür bulunamadı. Bu olay dolayısıyla meşhur olan bu kuyuya ‘Bi’rü’l-hâtem’ de denilir. 128 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Ömer, ileri gelen muhacirlerin Medine dışındaki şehirlere yerleşmelerini yasaklamıştı. Hz. Osman bu yasağı kaldırdı. Bunun üzerine onlardan bazıları, Fustat, Kûfe ve Basra gibi yeni kurulan vilayetlere giderek oralarda mal-mülk sahibi oldular. Halk Hz. Peygamber’in en yakınlarından olduğunu öğrendikleri bu sahabeler etrafında gruplar oluşturdu. Hz. Osman’dan şikâyetin yoğunlaştığı süreçte, onları halife adayı olarak görmeye başladı. Bu durum şehirlerarasında giderek şiddetlenen bir rekabete yol açtı. Tarihçi Taberî, bu durumu İslâm ümmetinin başına gelen ilk zaaf ve bütün Müslümanları etkileyen bir fitne olarak değerlendirir. Hz. Osman, ilk Müslümanlardan olan Ebû Zer el- Gifâri ve Ammâr b. Yâsir gibi ileri gelen bazı sahâbilere karşı tutumu dolayısıyla da eleştirilmiştir. Suriye’ye giden Ebû Zer el-Gifârî, Muâviye b. Ebû Süfyân’ın bazı harcamalarını ve Müslümanların ihtiyaç fazlası mallarını Allah yolunda harcamayıp biriktirmelerini şiddetle eleştiriyordu. Muâviye’nin şikâyeti üzerine Hz. Osman tarafından Medine’ye çağrılan Ebû Zer, tenkitlerini burada da devam ettirdi. Bütün çabalarına rağmen uyarılarından bir sonuç alamayan Ebû Zer, Medine’den ayrılmak için izin istedi ve kendi isteğiyle Hz. Osman tarafından Rebeze’ye gönderildi. Onun sürgün olarak gönderildiği de ileri sürülür. Hz. Osman’ın Ümeyye oğullarını iş başına getirmesi ve Ebû Zer el-Gıfârî’nin durumu, Ammâr b. Yâsir’i de halifenin aleyhine çevirmişti. Ancak onun halife tarafından şikâyet konularını ve durumu araştırmak üzere Mısır’a müfettiş olarak gönderilmesi, bu kırgınlığın önemsiz olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Ammâr b. Yâsir’in Hz. Osman hakkındaki çok ağır konuşmaları ve onun şiddetli bir şekilde dövülmesiyle ilgili haberlerin önemli bir kısmının asılsız olduğu ve isyancılar tarafından kasden uydurulduğu anlaşılmaktadır. Hz. Osman’ın amcası Hakem b. Ebü’l-Âs, bazı uygunsuz davranışları sebebiyle Hz. Peygamber tarafından Tâif ’e sürgüne gönderilmişti. Hz. Peygamber hayatta iken amcasının geri getirilmesi hususunda ondan izin aldığını ileri süren Hz. Osman, halife olunca amcasını Tâif ’ten Medine’ye çağırdı. Onun oğlu Mervân’ı da kendisine kâtip olarak görevlendirdi. Ancak bu davranışı ashap arasında iyi karşılanmadı. Mervân’ın halife adına kararlar verip birtakım yanlış uygulamalar yapması, bu memnuniyetsizliği daha da arttırdı. Hatta kendisine karşı gerçekleştirilen ayaklanmanın önemli sebeplerinden birini teşkil ettiği belirtilmektedir. Hz. Osman’ın akrabalarına yaptığı yardımlar da önemli şikâyet konuları arasındaydı. Bu konudaki haberler çarpıtılıyor, onun bu yardımları Müslümanların ortak malı beytülmalden yaptığı söyleniyordu. Çok zengin olan Hz. Osman’ın bu yardımları kendi malından yaptığını söylemesi, art niyetli muhalifleri iknaya yetmedi. Bu bağışların halifenin aleyhinde önemli bir dedikoduya sebep olduğu görülmektedir. Hz. Osman, Kur’an-ı Kerim’i istinsah ettirmesi sırasında diğer Kur’an nüshalarını imha ettirmesi sebebiyle de bazı tenkitlere maruz kaldı. Bu icraatı genelde takdir ve övgüyle karşılanmıştı. Ancak Abdullah b. Mes’ûd ve kırâatı ondan öğrenen Kûfeliler, sonradan kanaaatlerini değiştirseler de, başta buna karşı çıktılar. Kûfe’deki yönetim muhalifleri de, bundan istifade etmeye çalıştılar. Hz. Osman’ın Hz. Peygamber’den intikal eden hilâfet mührünü Erîs Kuyusu’na gayri ihtiyari düşürmesi de aleyhinde propaganda maksadıyla kullanıldı. İç Karışıklıkların Vilayetlerdeki Yansıması Yönetime karşı ilk ciddi muhalefet, daha ziyade kabilecilik hareketi şeklinde Kûfe’de ortaya çıktı. Valilerin bazı söz ve uygulamaları da, muhalif kabile liderlerinin işini kolaylaştırdı. Vali Velid b. Ukbe, 30 (650-651) yılında bir cinayetin faillerine kısas uygulaması yüzünden katillerin yakınlarının düşmanlığına hedef oldu. Onu içki içmekle itham eden (bazı rivayetlere gore içki içtiğini gören) bu şahıslar, iddialarını şahitlerle halifenin huzurunda ispat ettiler ve onun görevden 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 129 alınıp cezalandırılmasını sağladılar. Yeni vali Said b. Âs, “Sevâd-ı Irak Kureyş’in bahçesidir” diyerek, kabile liderlerinin duygularını tahrik etti. Bulundukları toplantılarda, valiyi eleştirmeye ve halkı yönetime karşı isyana teşvik etmeye başladılar. İhtilaf büyüyünce, halifenin emriyle Eşter en-Nehaî ve diğer on iki şahıs, halkı isyana teşvik yüzünden sürgün cezasına çarptırılıp, ıslah için Dımaşk’a gönderildiler (33/653-654). Muâviye b. Ebû Süfyan onları iddialarından vazgeçiremeyince, halifenin onayıyla Humus’a nakledildiler. Orada bir plan yaparak, pişmanlarını ve iddialarından vazgeçtiklerini bildirip Kûfe’ye dönmek için izin almayı başardılar. Ancak Kûfe’ye geldikten sonra yönetim aleyhindeki faaliyetlerini daha da hızlandırdılar. Yahudi asıllı Abdullah b. Sebe’nin bir süre burada kalması da, bunda etkili oldu. Hz. Osman’ın temsil ettiği Kureyş hâkimiyetini hedef alan bu kabilecilik hareketi, Irak’ın diğer büyük merkezi Basra’da da yankı buldu. Basra, Kûfe ve Mısır’ın yanısıra isyancıların üçüncü merkezi haline geldi. Karışıklıkların diğer önemli merkezi Mısır’da da, Hz. Osman ve Mısır valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh ağır bir şekilde eleştiriliyordu. Abdullah b. Sebe’nin gelmesiyle Mısır muhalefetin ana merkezi haline geldi. Hz. Osman zamanında Hicaz’da ortaya çıkan “el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l-münker” sloganını kullanarak gizli ve yıkıcı bir davet başlatan İbn Sebe, Basra, Kûfe ve Suriye’den kovulduktan sonra Mısır’a gelmişti. Muhalif grupları, buradan organize etmeye başladı. Asiler onun talimatıyla, Hz. Osman’ı ve valilerini ağır bir şekilde eleştiren mektuplar yazarak birbirlerine göndermeye başladılar. Mektuplarda Hz. Osman ve valilerinin dinin kurallarını çiğneyip zulme başvurduklarını söylüyor ve halkı yönetime karşı isyana çağırıyorlardı. Kalabalıkların huzurunda okunmasını sağladıkları bu mektuplar, başşehir Medine’ye de gönderiliyordu. Bazı rivayetlere göre Abdullah b. Sebe, vesayet inancını gündeme getirerek Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu, dolayısıyla halifelik hakkının ondan Hz. Ali’ye geçtiğini iddia ediyordu. Buna göre halifeliği gasbeden Hz. Osman’ın uzaklaştırılıp yerine Hz. Ali’nin geçirilmesi gerekiyordu. İsyancılar Haklımıydı? Yukarıda özetlenen şikâyet konularının, haklı olunan bazı hususlar bulunmakla birlikte, bunların hiçbiri isyanı haklı gösterebilecek sebepler değildir. Zaten Hz. Osman’ın bazı hatalarını kabul ettiği ve bunu isyancılara söylemekten çekinmediği bilinmektedir. Buna rağmen isyancıların hareketlerini devam ettirerek onu öldürmeleri, tarihçileri, kaynaklarda sayılan bu sebeplerin isyanın gerçek sebeplerini olmadığını düşündürmüş ve gerçek sebepleri aramaya sevk etmiştir. Bazı tarihçiler, bu isyanı, daha ziyade, o yıllarda yaşanan siyasî, iktisadî ve sosyal değişikliklere bağlamışlardır. Şöyle ki, Hz. Osman’ın halifeliğinin son yıllarında, fetihlerin duraklaması dolayısıyla ganimet geliri azalmıştı. Bu durum en fazla, Fustât, Kûfe ve Basra gibi askerî garnizon olarak kurulan ve çeşitli Arap kabilelerinin bir arada yaşadığı şehirleri etkiledi. Bu vilayetlerde yaşayan muharip sınıf, fetihlerin durması yüzünden ganimet gelirleri sona erince, geçimini vergi gelirlerinden ödenen maaşla sağlamak zorunda kaldı. Fetihlerle gelen hızlı zenginleşmenin kaçınılmaz sonucu olan ekonomik kriz sebebiyle asker maaşlarının indirilmesi, gayri memnunların sayısını daha da artırdı. Diğer yandan fetih ordularındaki askerlerin manevî değerlere bağlılığı önemli ölçüde değişmişti. Cepheye şehitlik veya gazilik için giden askerlerin sayısı azalırken, irtidat hadiselerine karışmış 130 İslam Tarihi ve Medeniyeti I bedevî kabilelere mensup, cephelere daha ziyade ganimet için koşan askerlerin sayısı artmıştı. Fetihlerin durmasıyla gelir kaynaklarını kaybeden bu bedevi Araplar, önceki ganimet gelirleri ve fethedilen araziler konusunda ileri geri konuşarak Müslümanların zihinlerini karıştırdılar. Valiler ve bazı sahabelerin büyük servetler edinmesi, onların kıskançlığını kamçıladı. Bunun neticesinde Câhiliye dönemi kabilecilik anlayışı yeniden ortaya çıktı. Bu isyanın Hz. Osman’ın miras olarak devralıp değiştiremediği gelişmelerin bir sonucu olduğu ve birinci derecede diğer kabilelerin Kureyş’e isyanını sembolize ettiği de ileri sürülü. Çünkü Kureyş’i hilâfeti tekeline almakla suçlayan bu kabileler, vergi gelirinin büyük kısmının hâlâ Medine’ye gönderilmesine karşı çıkıyorlar ve Müslümanların ortak malı olan fey gelirlerinin eyaletlerde dağıtılmasını istiyorlardı. Bütün bunlar, Müslümanları bölmek için gizli ve yıkıcı bir davet başlatan İbn Sebe ve arkadaşlarının işini kolaylaştırmış olmalıdır. Hz. Osman’a karşı başlatılan muhalefet hareketinin ana merkezlerini ve liderlerini araştırınız. Olayların İsyana Dönüşmesi ve Hz. Osman’ın Katledilmesi Hz. Osman aleyhindeki hareket güçlenmiş, isyan hazırlığı içine giren grupların iddia ve ithamları gündemin en önemli konusu haline gelmişti. Hz. Osman, once vilayetlerdeki durumu öğrenmek için müfettişler gönderdi. Müfettişler, dönüşlerinde ortalıkta dolaşan haberlerin önemli bir kısmının asılsız olduğunu ve vilayetlerde durumun normal halinde seyrettiğini bildirdiler. Bununla birlikte müfettişlerin olumlu gözlemlerine karşılık, şikâyet ve söylentiler artarak devam ediyordu. Bu durum karşısında Hz. Osman 655 yılı hac mevsiminde valileriyle Medine’de bir toplantı yaptı. Toplantıya katılan Suriye, Kûfe, Basra ve Mısır valileri, yayılan haberlerin bir tertip olduğunu dolayısıyla endişe edilecek bir durum bulunmadığını söylediler. Bu hareketin önlenmesi için, taraftarlarının savaşa gönderilmesi, elebaşılarının idam edilmesi, onlarla mücadelenin valilere bırakılması, mal ile gözlerinin doyurulması gibi çözüm teklifleri getirdiler. Onları dinleyen Hz. Osman netice olarak, fitne elebaşılarının askere alınmasını, Kûfe’deki bazı şahısların maaşlarının kesilmesini emretti. Olaylara Allah’ın emirleri çerçevesinde çözüm arayacağını belirtip valilerine de, insanları fitneden uzak tutmaya çalışmalarını, onlara karşı adil ve itidalli davranmalarını tavsiye etti. Fitne hareketinin tehlikeli bir hal aldığını gören Suriye valisi Muaviye b. Ebû Süfyân, fitne ateşi sönünceye kadar Hz. Osman’ı Suriye’ye götürmek istemişti. Bunu kabul etmeyince, Suriye’den asker göndermeyi teklif etti. Ancak Hz. Osman gelecek askerlerin Medinelileri rahatsız etmesinden duyduğu endişe sebebiyle buna da razı olmadı. İsyancılar ilk ciddi eylemlerini Kûfe’de gerçekleştirdiler. Eşter en-Nehaî ve arkadaşları, Hz. Osman’la yaptıkları toplantının ardından Kûfe’ye dönmekte olan vali Said b. Âs’ın yolunu kesip Kûfe’ye girmesini engelleyerek, yerine önceki valilerden Ebû Musa el-Eş’arî’nin tayin edilmesini istediler. Hz. Osman, olayları yatıştırmak için onların isteğini kabul etti. Ancak muhaliflerin tehditlerine boyun eğme şeklinde gelişen bu tayin, Kûfe’nin merkezî yönetimin kontrolünden çıkmasına yol açtığı gibi Mısır ve Basra’daki muhaliflere de cesaret verdi. Hz. Osman ve valilerini açıktan eleştirmeye başladılar. Bazı hatalarını abartmakla kalmayıp, onlara haksız isnatlarda bulunmaktan çekinmediler. Ayrıca Hz. Ali başta olmak üzere ileri gelen sahabelerin ağzından mektuplar yazarak onları da bu işin içinde göstermeye çalıştılar. Bütün şehirlere gönderdikleri mektuplarda, halkı cihad için 2 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 131 Medine’ye çağırdılar. Büyük yankı yapan mektuplar Medine’de de etkisini gösterdi. Hz. Osman’a yönelik kişisel kırgınlıklar da, Medine’deki muhaliflerin sayısının artmasına zemin hazırladı. İsyancıların faaliyetlerine hız verdiği bu günlerde Mısır’dan bir heyet, valilerinden şikâyet için Medine’ye geldi (Ocak-Şubat 656). Hz. Osman, Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu kalabalık bir heyetle birlikte onları dinledi. Kendisine yönelttikleri tenkit ve ithamlara cevaplar verdi. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bazı isteklerinin yerine getirileceğini söyleyip geri dönmelerini sağladı. Ancak iki ay kadar sonra, bu defa Mısır’ın yanı sıra, Kûfe ve Basra’dan sayıları 600-1000 arasında olduğu söylenen üç grup, hacı kafilelerinin arasına karışarak bölgeye geldi. Yapılan plana göre, önce Medine’ye yönelen heyetler şehrin dışında ayrı mevkilerde konakladılar. Ardından iki kişiyi halifeyle görüşmek üzere temsilci olarak Medine’ye gönderdiler. Ancak onların asıl niyeti, Medine’de kendilerine karşı koyabilecek bir askerî birliğin bulunup bulunmadığını öğrenmekti. Bu iki şahıs, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Peygamber’in eşleriyle görüştü. Mısır valisi hakkındaki şikâyetlerini aktarıp onlardan kendilerini halife ile görüştürmelerini istediler. Hiç birinin tekliflerini kabul etmemesi üzerine, konaklama yerlerine geri döndüler. Bu sırada onların Hz. Osman’a bir kötülük yapmalarından endişelenen Hz. Ali, onu durumdan haberdar etti ve oğlu Hasan’ı halifeyi korumak üzere gönderdi. Ashabın diğer büyükleri de oğullarını gönderince, evinin önünde halifeyi savunacak bir topluluk oluştu. Hz. Osman’ı halifelikten indirmekte kararlı olan asiler, onu savunmak için toplananların dağılmasını sağlamak için bir plan yaptılar. Konakladıkları yerlerden ayrılıp, geldikleri şehirlere doğru yola çıktılar. Bazı rivayetlerde ise, onların Hz. Osman ile görüşüp Mısır valiliğine Muhammed b. Ebû Bekir’i tayin ettirdikten sonra yola çıktıkları kaydedilmektedir. Onların geri döndükleri duyulunca Hz. Osman’ın evini savunmak için toplananlar evlerine gittiler. Ancak isyancılar, farklı istikametlere gittikleri halde, hep birlikte ansızın geri geldiler. Tekbir sesleriyle Medine’ye girip Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Dönüş yolunda Hz. Osman tarafından Mısır’ın eski valisine yazılan ve yeni vali Muhammed b. Ebû Bekir ile bazı liderlerinin ölümle cezalandırılmasını emreden bir mektup ele geçirdiklerini söylediler. Hz. Osman böyle bir mektup yazmadığını ve böyle bir mektuptan haberinin olmadığını bildirse de, onun sözlerine aldırmadan evini kuşattılar ve stratejik noktalarda mevzilendiler. Medine’de sayıları oldukça artmış olan köleler ve işsiz güçsüz bazı bedevîler de isyancılara katıldı. Önceden hazırladıkları senaryonun bir parçası olduğu anlaşılan bu mektubun, halifenin kâtibi Mervan tarafından yazılıp, hilafet mührüyle mühürlendiğini bildiren rivayetler de vardır. Hz. Osman, evini kuşatan asilerin bu tavrı karşısında, vilayetlere gizlice haber göndererek valilerinden yardım birlikleri göndermelerini istedi. Diğer taraftan muhasaranın ilk günlerinden itibaren evlerine kapanan Medinelilerin çoğu, mecbur kalmayınca dışarı çıkmadı. Bunun sebebi, isyancıların tehditlerinden ziyade halifenin öldürülebileceği ihtimalini düşünememiş olmalarıydı. İsyancılar yirmi gün ile iki ay arasında devam ettiği söylenen muhasaranın son on gününe kadar, Hz. Osman’ın Mescid-i Nebevî’ye çıkıp imamlık yapmasına izin verdiler. Hz. Osman, bu günlerde defalarca isyancılarla konuştu. Öldürülmeyi gerektirecek bir suç işlemediğini söyledi, yöneltilen eleştiri ve ithamlara cevaplar vererek pek çok konuda onları ikna etti. Hz. Peygamber’in kendisini cennetle müjdelediği durumları ve Müslümanlara yaptığı yardımlarını hatırlattı. Bir defasında Hz. Ali’nin tavsiyesine uyup bazı uygulamalarının hatalı olduğunu 132 İslam Tarihi ve Medeniyeti I kabul etmiş, Kur’an ve Sünnet’e uyma hususunda daha dikkatli davranacağına söz vererek sükûneti sağlamıştı. Ancak kâtibi Mervan, bunun yönetim için büyük bir taviz olduğunu, isyancıların daha cür’etkar davranmalarına yol açacağını söyledi. Hz. Osman’dan dışarı çıkıp onlara karşı sert bir konuşma yapmasını istedi. Hz. Osman’ı ikna edemeyince, onun izniyle dışarı çıkıp isyancılara aşağılayan sert bir konuşma yaparak ortalığı yeniden alevlendirdi. Bundan itibaren isyancılar muhasaranın son on gününde kuşatmayı şiddetlendirdiler. Evinden dışarı çıkmasına izin vermedikleri halifeden hilâfeti bırakmasını istediler, aksi takdirde öldüreceklerini söylediler. Evine içme suyu gönderilmesini bile yasakladılar. Hz. Ali ve Hz. Peygamber’in hanımlarından Ümmü Habibe’nin su ulaştırma teşebbüslerini sert bir şekilde engellediler. Bu sırada asilerin sadece kendisini öldürmek istediklerini anlayan Hz. Osman, halifeliği bırakmaya yanaşmadı. Evinde ve kapısının önünde kendisini savunmak için bekleyenlereri de tehlikeye atmak istemedi ve silah kullanmalarına izin vermedi ve bu konuda onlardan söz aldı. Bu esnada çevresinde bulunan 700 kişilik kuvvet izin verilmesi durumunda isyancılara üstünlük sağlaması mümkündü. Kendisi hakkındaki “bir musibetten sonra şehit edileceği” hadisini bilen Hz. Osman’ın, Hz. Peygamber’i rüyasında gördüğü ve onun birlikte iftar müjdesinden de etkilenerek, isyancılara boyun eğmeden onuruyla ölmeyi göze aldığı belirtilir. Hac mevsiminin sona ermesi dolayısıyla Mekke’den gelecek kalabalıklar asileri endişelendiriyordu. Diğer taraftan halifenin talimatı üzerine eyaletlerden gönderilen askeri birliklerin yaklaştığı da duyulmuştu. Bu yüzden acele ederek kuşatmanın son gününde halifenin evinin kapısını yakarak buradaki genç sahabelere saldırdılar. Akşam saatlerinde birkaç Mısırlı bitişikteki evden Hz. Osman’ın evine geçerek Kur’an okumakta olan halifeyi katletti (17 Haziran 656). Onu korumak isteyen eşi Naile’nin parmakları kesildi. Beytülmali yağmalayan asiler, Hz. Osman’ın defnedilmesini de engellediler. Bu yüzden onun cenazesi, ancak akşam ile yatsı arasında çok az kişi tarafından gizlice kaldırılabildi. 82 yaşında olan halife, Cennetü’l-Baki’ mezarlığı bitişiğindeki Haşşü Kevkeb denilen yere defnedildi. Muâviye b. Ebû Süfyân, halifeliği zamanında burayı Cennetü’l-Baki’ye dâhil etti. Cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Hz. Osman, halim, selim, nazik, çok merhametli, cömert ve engin bir hayâ duygusuna sahip bir şahsiyetti. Hz. Peygamber’in onun hakkında, “Kendisinden meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?” buyurduğu bildirilmektedir (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe”, 26). Hz. Osman Kureyş içinde sevilen biriydi. Özellikle akrabalarıyla yakından ilgilenirdi. Onları himaye eder, kendi malından yardım yapardı. Ev halkına karşı çok nazik davranırdı. Hz. Peygamber’in sır kâtiplerinden olan Hz. Osman, vahiy kâtipliği yanında bazı resmî vesikaları da kaleme almıştır. Hz. Osman, ilmî bakımdan da ileri bir seviyedeydi. Kur’an’ı ezberleyen ve Hz. Peygamber’in sağlığında fetva veren bir kaç sahabeden birisiydi. Hadisleri tam olarak rivayet etmeye çok önem veren Hz. Osman, Ha. Peygamber’den 146 hadis rivayet etmişti. İslâm tarihinde ilk büyük fitne olarak adlandırılan bu isyan sonucunda Hz. Osman’ın katledilmesi Medine’de büyük bir üzüntüye sebep oldu. Hz. Osman’a yeterince destek olamanın verdiği pişmanlık bu üzüntüyü daha da arttırdı. Onun ölümüne en fazla üzülenler arasında Hz. Ali vardı. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik sona erdi; Hz. Ali zamanında Cemel ve Sıffîn gibi iki önemli iç savaş yaşandı. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 133 HZ. ALİ DÖNEMİ Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu olan Hz. Ali 600 yılında Mekke’de doğdu. Mekke’de yaşanan kıtlık üzerine Hz. Peygamber’in himayesine aldığı Hz. Ali beş yaşından hicrete kadar onun yanında büyüdü. Henüz on yaşlarında iken iman ederek ilk Müslümanlardan biri oldu. Hz. Peygamber’in hicret için yola çıktığı gece, müşrikleri yanıltmak için onun yatağında yattı. O geceyi Hz. Peygamber’in yatağında geçiren Ali, kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine teslim ettikten sonra Mekke’den ayrılarak Kubâ’da Resûl-ü Ekrem’e yetişti. 624 yılında Fâtıma ile evlendi. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve ölü doğan Muhsin (Muhassin) adlı erkek, Zeyneb ve Ümmü Külsûm adlı kız çocukları oldu. Hz. Peygamber’in nesli Hz. Hasan ve Hüseyin vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali Hz. Fâtıma’nın vefatından sonra birkaç evlilik daha yapmış ve çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir. Hz. Ali, bütün gazvelere katılarak Resûl-i Ekrem’in sancaktarlığını yapmış, büyük kahramanlıklar gösterdiği bu savaşlardan Hayber’in fethinde de önemli rol oynamıştır. Tebük Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in vekili olarak Medine’de kalmıştır. Bazı seriyyelerde de kumandan olarak görevlendirilmiştir. Hz. Peygamber’e hem kâtiplik hem de vahiy kâtipliği yaptı. Hz. Peygamber vefat ettiğinde, vasiyeti üzerine cenazenin yıkanması ve diğer hizmetleri, yakın akrabalarının başında Hz. Ali yerine getirdi. Bundan dolayı Benî Sâide avlusunda ensar ve muhacirler arasında yapılan ve Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesiyle sonuçlanan toplantıdan haberi olmadı. Ona herkesle birlikte biat ettiğinin yanında halifeliğin kendisinin hakkı olduğunu düşünerek toplantıya çağrılmadığı için alınganlık gösterdiği, Hz. Fâtıma’nın vefatının ardından altı ay sonra biat ettiği haberleri de vardır. Sadece Hz. Ali değil Hâşimoğulları’ndan hiç kimse halife seçiminin yapıldığı toplantıya katılmamıştı. Bununla birlikte Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğe seçilişinden sonra hilâfet konusunda hiçbir şekilde hak iddiasında bulunmamıştır. Hz. Ali ilk üç halife döneminde ne bir idari görevde bulunmuş, ne de yapılan savaşlara katılmıştır. Medine’de ikamet edip dinî ilimlerle uğraşmayı diğer görevlere tercih etmiştir. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer özellikle fıkıh konularında sıkça fikrine başvurmuşlardır. Hz. Ömer’in 644 yılında azatlı bir köle tarafından hançerlenmesi üzerine, halife seçimi işini havale ettiği şûranın bir üyesi olan Hz. Ali, rivayetlere göre bu toplantıda halife seçileceğini düşünüyordu. Ancak Hz. Osman seçilince, bir tepki göstermeden ona biat etti. Ashabın diğer büyükleri gibi Hz. Osman’ın bazı icraatlarını tenkit etmekle birlikte, sonuna kadar ona yardımcı olmaya çalıştı. Hz. Osman’a karşı girişilen hareketleri hiçbir şekilde desteklemedi. Nitekim olayların şiddetlenmesi üzerine oğullan Hasan ile Hüseyin’i halifenin evinin önünde nöbetçi olarak bırakmış ve ona karşı baştan beri sürdürdüğü yardımlarını esirgememiştir. Hz. Ali’nin Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları Müslümanlar, Hz. Osman’ın öldürülmesi sebebiyle büyük bir sıkıntıyla yüz yüze geldiler. Medine’de hâkimiyet bütünüyle Hz. Osman’ı öldüren isyancıların eline geçmişti. İsyancılar, ortaya çıkan otorite boşluğundan istifade ederek, ashabın büyüklerinden birini halifeliğe getirmek istediler. Hz. Ali, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah, ardından Sa’d b. Ebû Vakkâs ve Abdullah b. Ömer’e halifelik teklifinde bulundular. Ancak hiç biri halkı temsil etmeyen isyancıların halifelik teklifini kabul etmedi. Bu sırada onlardan ayrı hareket eden ashabın ileri gelenleri, Hz. Ali’ye gelerek halifelik görevini üstlenmesini istediler. Hz. Ali, önce bunu kabul 134 İslam Tarihi ve Medeniyeti I etmek istemedi. Ancak ısrarlar karşısında, ortaya çıkan krizin daha da büyümesinden endişe ederek, Mescid-i Nebevî’de açık bir şekilde biat edilmesi şartıyla halifeliği kabul etmeyi uygun gördü. Bazı rivayetlerde, Hz. Ali’nin seçilmesinde isyancıların etkili olduğuna bazı sahabelerin onların tehdidiyle biat ettiğine dair bilgiler yer alır. Neticede muhacirlerin ve ensarın büyük bir kısmı doğal ve en uygun aday konumunda olan Hz. Ali’ye biat ettiler. Hz. Ali’nin ilk icraatı, Hz. Osman zamanındaki olayların en önemli sebeplerinden saydığı valileri görevlerinden alıp yerlerine yenilerini tayin etmek oldu. Vali tayinlerini bir süre ertelemesini ve özellikle Suriye valisi Muâviye’yi azilde acele etmemesini tavsiye edenleri dinlemedi. Ancak bu tayinler dolayısıyla önemli sıkıntılarla karşılaştı ve vilayetlerdeki valiler ilk üç halifede olduğu gibi Medine’de yapılan biate sadık kalmadılar. Basra valiliğine gönderilen Osman b. Huneyf el-Ensârî, küçük bir grubun Hz. Osman’ın katilleri cezalandırılmadan biat etmeyeceklerini söylemesiyle birlikte idareyi teslim aldı. Mısır valiliğine gönderilen Kays b. Sa’d da duruma hâkim oldu. Ancak Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını şart koşan bir grup ona biat etmedi. Kays, kendisinin azlinden sonra yönetimle mücadeleye giren bu muhaliflere karşı müsamahakâr davrandı ve onları biat etmeye zorlamadı. Amcası Hz. Abbas’ın oğullarından Ubeydullah’ı Yemen’e Kusem’i de Mekke valiliğine tayin etti ve bu iki merkezde de problem çıkmadı. Ancak Kûfe valiliğine tayin edilen Umâre b. Şihâb, önceki valileri Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den başkasını istemediklerini söyleyen bir grup tarafından yolunun kesilmesi üzerine Medine’ye dönmek zorunda kaldı. Bu problem, Ebû Mûsâ’nın Hz. Ali’ye biat etmesiyle çözüldü. Suriye valiliğine tayin edilen Sehl b. Huneyf elEnsârî de geri dönmek zorunda kaldı. Çünkü Hz. Osman’ın valisi Muâviye b. Ebî Süfyân’ın gönderdiği birlikler Kulzüm’de yolunu keserek onun Suriye topraklarına girmesine izin vermediler. Hz. Ali, Hz. Osman döneminde yaşanan olayların en önemli sorumluları olarak valilerini görüyor ve onları görevlerinde bırakmayı asla düşünmüyordu. Ancak makam ve servete alışmış bu şahıslar, görevlerinden alınmayı hazmedemediler. Suriye valisi Muâviye Hz. Osman’ın yakın akrabası sıfatıyla onun kanını dava ederken diğerleri de bulundukları şehrin beytülmalini boşaltarak muhalefetin merkezi Mekke’ye gittiler. Hz. Ali’nin Hz. Osman döneminde oluşan tepkileri azaltmaya yönelik önemli bir icraatı da, Hz. Ömer tarafından başlatılan ve Hz. Osman döneminde de sürdürülen, atıyyelerin hak sahiplerinin İslâm’a giriş önceliği ve hizmetlerine göre derecelendirilmesi sistemini değiştirerek eşit bir şekilde dağıtmaya başladı. Ayrıca Hz. Osman’ın bazı şahıslara tahsis ettiği arazileri geri aldı. Hz. Ali’ye Karşı Oluşan Muhalefet ve Cemel Vakası Hz. Ali’nin karşılaştığı ilk problem Hz. Osman’ın katilleri meselesiydi. Ancak ortada belirli bir veya birkaç katil yerine, katillerin içinde bulunduğu, o sırada Medine’ye hâkim olan isyancı bir topluluk söz konusuydu. Dolayısıyla isyancılarla hemen başa çıkılamayacağı açıktı. Hz. Ali bu durumda ortalığın yatışmasını beklemeyi uygun gördü. Kendisine gelerek katillerin derhal ortaya çıkarılıp cezalandırılmalarını isteyen Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’a bunu kendisinin daha fazla istediğini, ancak şartların müsait olmadığını, bunun için ortalığın yatışmasını ve istikrarın sağlanmasını beklemek gerektiğini söyledi. Talha ve Zübeyr, aralıklarla gelerek tekliflerini tekrarladılar. Hz. Ali halife seçildikten kısa süre sonra, bu mesele yüzünden iki güçlü muhalefetle karşılaştı. Biri, Hz. Âişe, 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 135 Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın önderliğini yaptıkları gruptu. Hz. Âişe, Hz. Osman’ın muhasara altında bulunduğu sırada hac için Mekke’ye gitmişti. Haccın ardından Medine’ye dönerken, yolda Hz. Osman’ın şehit edildiğini öğrenince geri döndü. Mekke’de yaptığı konuşmalarda Hz. Osman’ın mazlum olarak öldürüldüğünü söyleyerek katillerinin cezalandırılması için bir hareket başlattı. Bu arada Hz. Osman’ın şehit edilmesinin ardından Hz. Osman’ın kâtibi Mervân b. Hakem, Hz. Osman’ın çocukları Ebân ve Velid başta olmak üzere Medine’den ayrılan Emevî ailesi mensupları ile onun Basra ve Yemen valileri, Mekke’ye gelerek Hz. Âişe’ye katıldılar. Bir süre sonra da Hz. Osman’ın katillerinin ortaya çıkarılıp cezalandırılması hususunda bekledikleri bir adımın atılmadığını gören Talha ile Zübeyr de, Hz. Osman’ın öldürülmesinden dört ay sonra, umreye gitmek için Hz. Ali’den izin alıp Mekke’ye giderek Hz. Âişe’nin yanında yer aldılar. Böylece Mekke’de Hz. Âişe’nin önderliğinde, “Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını gerçekleştirmek” üzere bir hareket oluştu. Hz. Ali’ye karşı mücadele başlatan ikinci önemli muhalefet, Hz. Osman’ın Suriye valisi ve yakın akrabası Muâviye b. Ebû Süfyân tarafından başlatıldı. Hz. Ali’nin Suriye valiliğine tayin ettiği Sehl b. Huneyf ’in Suriye’ye girişini engelleyen Muâviye, kendisini Hz. Ali’ye biate davet etmek için gelen elçiye de ret cevabı vermiş ve Hz. Ali’ye biat etmeyi Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması şartına bağlamıştı. Ayrıca yakın akrabası olarak Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını talep hakkına sahip olduğu iddiasıyla halife ile irtibatını koparmış ve ona karşı bir mücadele başlatacağını ilân etmişti. Hz. Ali, Muâviye’nin bu açık tavrı karşısında onun üzerine gitmek için hazırlıklara başladı. Ancak gelen bir haber hedefini değiştirmesine sebep oldu. Mekke’de Hz. Âişe, Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’ın önderliğinde bir araya gelenler, ne yapacakları hususunda görüşmeler yaptılar. Hz. Osman’ın Basra valisi Abdullah b. Âmir’in, Basra’da Osman taraftarlarının fazla olduğunu, kuvvetlerini arttırmak için oraya gitmelerinin uygun olacağını söylemesi üzerine Basra’ya gitmeye karar verdiler. Hz. Âişe, Zübeyr ve Talha’nın niyeti, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırılmasını sağlamak suretiyle Müslümanları içinde bulundukları fitneden kurtarmaktı. Hz. Âişe’nin, iki mümin grup arasında savaş çıkarsa saldırgan taraf Allah’ın emrine dönünceye kadar onlarla savaşmayı ve sonunda tarafların arasını bulup adalet dairesinde uzlaştırmayı emreden ayetin hükmüne uyarak olaylar karşısında ilgisiz kalmadığı ve sadece iç savaşa son vererek Müslüman kanının haksız yere akıtılmasını önlemek gayesiyle yola çıktığı bildirilmektedir. Ancak onlara katılanlardan bir kısmı, farklı düşünüyorlardı. Nitekim yolda başarılı olmaları durumunda halifenin kim olacağı tartışılmaya başlandı. Bu sırada eski Kûfe valisi Saîd b. Âs, Hz. Osman’ın oğullarından birinin halife olması gerektiğini ileri sürerek taraftarlarıyla birlikte topluluktan ayrıldı. Bu gelişmeler Suriye’ye yürümek için hazırlık yapan Hz. Ali’nin hedefini değiştirmesine sebep oldu. Hz. Âişe ve taraftarlarını itaate davet için 3000 dolayındaki bir kuvvetle yollarını kesmek niyetiyle Medine’den ayrıldı. Yetişemeyince peşlerinden Basra’ya yöneldi. Hz. Âişe, yaklaşık 1000 kişilik bir kuvvetle Basra önlerine ulaştı. Hz. Ali’nin Basra valisi Osman b. Huneyf, onların Basra yakınlarına geldiğini haber alınca maksatlarını öğrenmek üzere iki elçi gönderdi. Hz. Âişe, elçilere niyetlerinin mazlum olarak öldürülen Osman’ın katillerini cezalandırmak ve Müslümanların arasını düzeltmek olduğunu bildirdi. Bu sırada Basralıların bir kısmı onlara katıldı. Bir kısmı valilerine bağlı kalırken, iki tarafa da katılmayanlar oldu. Bu arada Basra valisi Talha ile Zübeyr’in kendisine biatleri konusunda 136 İslam Tarihi ve Medeniyeti I halifeden bilgi almak için elçi gönderdi. Hz. Ali’den gelecek cevaba göre hareket edeceğini açıkladı. Hz. Ali, valisine gönderdiği mektubunda Talha ile Zübeyr’in kendisine biatleri sırasında zor kullanılmadığını bildirdi. Bunun üzerine Osman, Hz. Âişe grubunun şehre girmesine izin vermedi. Ancak bir baskınla şehir ve beytülmal ele geçirildi. Yakalanan vali ağır hakarete maruz kaldı. Hz. Ali, Kûfe’nin desteğini sağlamak maksadıyla şehre arka arkaya üç heyet gönderdiyse de, tarafsız kalmayı tercih eden vali Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin desteğini temin edemedi. Bunun üzerine Mâlik el-Eşter Kûfe’ye giderek kontrolü ele geçirdi. Hz. Ali kuvvetlerini Kûfe dışında toplayarak Basra’ya doğru hareket etti ve şehrin dışında Zâviye mevkiinde konakladı. Bundan sonra iki taraf arasında elçiler vasıtasıyla doğrudan müzakereler başladı. Hz. Ali’nin elçisi Ka’ka’ b. Amr, Basra’ya giderek Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüştü. Hz. Ali’ye katıldıkları takdirde Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmanın daha kolay olacağı hususunda onları ikna etti. Hz. Âişe ve taraftarları katillerin cezalandırılması şartıyla barışı kabul edebileceklerini bildirmişlerdi. İki tarafın Basra önlerinde Hureybe mevkiinde karşı karşıya gelmesinin ardından görüşmeler devam etmiş, Hz. Ali’nin Talha ve özellikle Zübeyr ile bizzat görüşmesi ittifak ihtimalini kuvvetlendirmişti. Her iki taraf karşıdan bir saldırı olmadan kesinlikle çatışmaya girmemelerini taraftarlarına emretmişlerdi. Gelişmeleri dikkatle takip eden ve durumun aleyhlerine döneceğini hisseden katillerin hazırladıkları bir komplo neticesinde, ertesi gün iki taraf arasında ani bir çatışma başladı. Hz. Osman’ın katline iştirak eden grubun elebaşlarının talimatıyla, sabahın alaca karanlığında başlayan saldırı, durumun ne olduğu anlaşılmadan toplu bir çatışmaya dönüştü. Hz. Âişe ile Hz. Ali çatışmayı durdurmaya çalışsalar da bunu başaramadılar. Kısa sürede şiddetlenen savaş özellikle Hz. Âişe’nin devesinin etrafında cereyan ediyordu. İçinde bulunduğu hevdece oklar yağarken onu korumaya çalışan yaklaşık yetmiş kişi burada can verdi. Hz. Âişe’nin bindiği devenin ayak sinirlerinin kesilip çökertilmesiyle bir anlamda savaş da sona ermiş oldu. Hz. Âişe, devesinin çöktüğü anda yanına koşan Hz. Ali taraftarı kardeşi Muhammed tarafından kalabalıktan uzaklaştırıldı. Adını Hz. Âişe’nin bindiği deveden (cemel) alan Cemel Vakası kısa sürede Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlandı (Aralık 656). Talha ve Zübeyr dâhil olmak üzere pek çok Müslüman hayatını kaybetti. Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan ilk iç savaş olan Cemel Vakası, etkilerini günümüze kadar devam ettirmiştir. Bu savaşta karşı taraftan ölenlere de çok üzülen Hz. Ali, defin işlerini bizzat yürüttü. Hem Hz. Âişe’ye hem de onun yanında savaşa katılanlara son derece iyi davrandı. Savaşta ölenler arasında ayırım yapmadan bizzat gömdürdü. Askerlerine yağmadan sakınmalarını ve kimseye dokunmamalarını emretti. Ebû Hanîfe’nin de belirttiği gibi Hz. Ali, muhaliflerini kendisine karşı isyan eden kardeşleri olarak görerek onlara mürted muamelesi yapmadı. Hz. Ali, Medine’ye dönmek üzere yola çıkan Hz. Âişe’yi bizzat uğurladı. Kendisine refakat edecek heyete ileri gelen Basralılardan kırk kadın, kırk kadar da erkek memur edildi. Bu sırada Hz. Âişe, yaşanan olaylardan dolayı müminlerin birbirlerini incitmemelerini, kendisiyle Ali arasında şahsi herhangi bir kırgınlık bulunmadığını, onun iyi ve seçkin bir kişi olduğunu söyledi. Hz. Âişe bu olaydan sonra siyasetten uzak bir hayat yaşadı. Onun Cemel Vakası’ndan duyduğu pişmanlık ve üzüntüyü sıkça ifade ettiği anlatılır. Sünnî kelâmcıların tamamına yakını Hz. Ali’nin haklı, karşı tarafın haksız olduğu kanaatindedir. Zira Hz. Âişe, Talha, Zübeyr ve onlara uyanlar, Müslümanlann hilâfet makamına getirdiği Hz. Ali’ye karşı tavır almış ve itaatsizlik göstermişlerdir. Ancak onların Hz. Ali’ye karşı çıkışları da İslâm âlimlerinin caiz gördüğü ictihadlarının bir sonucudur. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 137 Hz. Âişe’nin Hz. Ali’ye karşı çıkış sebeplerini araştırınız. Sıffîn Savaşı ve Hakem Olayı Cemel Savaşı’ndan sonra Kûfe’ye dönen Hz. Ali, Muâviye b. Ebû Süfyân’a tekrar elçi gönderip kendisine itaat etmesini istedi. Ancak Muâviye, ona biat etmeyi reddederek önceki cevabını tekrarladı. Bu arada Hz. Osman’ın katilleri kendilerine teslim edilirse Hz. Ali’ye biat edeceklerini bildiren bir mektup gönderdiği de rivayet edilir. Savaşın kaçınılmaz hale geldiğini gören Hz. Ali, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, Cemel Vakası’ndan sonra hilâfet merkezi yaptığı Kûfe’den Suriye’ye doğu yürüdü. Muaviye de 36 yılı sonlarında (Mayıs-Haziran 657) ordusuyla Irak’a doğru yola çıktı. Rakkalılar tarafından kurulan köprü sayesinde Fırat nehrini geçti. İki taraf savaşın yapıldığı bölgeye ulaşınca karşılıklı elçilik heyetleri gidip geldi. Muâviye’nin, Hz. Osman’ın katillerinin kendisine teslimi hususundaki ısrarı yüzünden görüşmelerden sonuç alınamadı. Sonunda iki taraf arasında Rakka ile Balis arasında Fırat nehrinin sağ kıyısında yer alan Sıffîn ovasında çatışmalar başladı. Küçük birlikler arasında yaşanan kısmî çatışmalar, Zilhicce ayı bitene kadar devam etti (Haziran 657). Muharrem ayının girmesi (19 Haziran 657) barış ihtimalini tekrar gündeme getirdi, iki taraf arasında ateşkes yapılarak elçilik heyetleri tekrar gidip gelmeye başladı Muaviye’nin, Hz. Ali’nin halifeliği terk etmesi ve Müslümanların şûrâ ile başlarına bir emir seçmeleri şartlarını da gündeme getirmesiyle, anlaşma ihtimali ortadan kalktı. Safer ayının ilk günü (19 Temmuz 657) toplu çatışmalar başladı. 27 Temmuz Perşembe günkü çatışmalar sırasında Ammâr b. Yâsir öldürüldü. Hz. Ali’nin ordusu, aynı gün Suriye birliklerine karşı kesin bir üstünlük sağladı. Çatışmalar, kılıç kalkan seslerinin çıkardığı sesler nedeniyle ‘Leyletü’l-herîr’ adıyla meşhur olan 27-28 Temmuz gecesi sabaha kadar devam etti. En fazla can kaybının verildiği bu gecenin sabahında Hz. Ali’nin ünlü kumandanı Eşter en-Nehaî, Muâviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi indirmek üzereydi. Ancak bu sıkıntılı sırada Amr b. Âs Muâviye’nin imdadına yetişti. Ona karşı tarafı, savaşı bırakmaya ve aralarındaki ihtilâfı çözmek için Kur’an-ı Kerim’in hakemliğine davet etmesini tavsiyesi etti. Onun emriyle askerleri yanlarında bulunan Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna bağlayarak, “Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun!” diye bağırmaya başladılar. Bu hareket Amr’ın beklediği tesiri icra etti. Iraklı askerleri birbirine düşürdü. Büyük bir kısmı, bilhassa kurrâ, derhal savaşın durdurulmasını istedi. Hz. Ali, bunun bir hile olduğunu söylese de askerlerine söz dinletemedi ve onların tehditleri karşısında hakem kararına başvurulması teklifini kabule mecbur kaldı. Her biri 90.000 bin civarında askere sahip olduğu söylenen iki ordunun savaş alanına gelişinden itibaren 110 gün geçmişti. Büyük bir kısmı Leyletü’l-herîr denilen gecede olmak üzere iki taraf çok sayıda kayıp verdi. Tarih kaynaklarında iki tarafın kayıpları hakkında farklı rakamlar verilmektedir. İkinci iç savaş olan Sıffîn Savaşı, İslâm toplumunun geleceğini en fazla etkileyen olaylardan biridir. İslâm tarihi ve mezhepler tarihinin yanı sıra, katılanların durumu açısından kelâm ilminin en önemli meselelerinden biri hâline gelmiştir. Çatışmaların durmasının ardından Muâviye’nin savaşa son verip tarafları temsil eden birer hakemin seçilmesi (tahkim) ve halifelik meselesinin çözümünün bunlara bırakılması teklifi kabul edildi. Buna göre Muâviye hakem olarak Amr b. Âs’ı seçti. Hz. Ali ise, kendisini Abdullah b. Abbâs veya Eşter’in temsil etmesini 3 138 İslam Tarihi ve Medeniyeti I istiyordu. Ancak savaşın durdurulmasında etkin olan Kinde kabilesi liderlerinden Eş’as b. Kays ve taraftarlarının baskısıyla, baştan beri insanları bu çatışmaların dışında kalmaya çağıran Ebû Mûsâ el-Eş’ari’yi hakem tayin etmeye mecbur kaldı. Ardından iki taraf arasında hakemlerin uyacağı kuralların belirlendiği metin demek olan tahkimnâme hazırlandı. Tahkimnâmenin okunmasından sonraki iki gün içinde ölüler defnedildi. Ardından Hz. Ali ordusuyla Kûfe’ye, Muâviye de Suriye’ye dönüş emrini verdi. İki hakem ilk toplantılarını Şubat 658 tarihinde Suriye-Irak yolu üzerindeki Dûmetülcendel’de yaptılar. Görüşmelerinde Hz. Osman’ın haksız yere öldürüldüğü hususunda görüş birliğine vardılar. Ocak 659’da Ezruh’ta tekrar buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. İkinci toplantılarında yaptıkları uzun görüşmelerinde ise, kurulacak şûra tarafından, Hz. Ali ve Muâviye dışında birinin halife seçilmesi kararını aldılar. Rivayetlerde bu kararın önce Ebû Mûsâ tarafından açıklandığı; ondan sonra söz alan Amr b. Âs’ın ise alınan karar yerine, müvekkili Muâviye’yi hilâfet makamına tayin ettiğini bildirdiği zikredilir. Tarihçi Mes’ûdî’nin naklettiği bir rivayete göre iki hakem aldıkları kararı açıklamadan birbirlerinden ayrılmış, Suriye’ye giden Amr b. Âs, Muâviye’nin tehdidi karşısında onu halife ilan etmiştir. Hakem olayı, hilâfet meselesini bir çıkmaza götürmekten başka bir işe yaramamıştır. Günümüz tarihçilerinin önemli bir kısmı, hakemler arasındaki toplantının, oluşturulacak şûra tarafından yeni bir halife seçilmesi kararının alınmasıyla sona erdiğini, bu kararın ardından hakemlerin birbirlerinden ayrıldıklarını, dolayısıyla Amr’ın Ebû Musâ’yı kandırması şeklinde nakledilen karar açıklama safhasının sonradan uydurulduğunu düşünürler. Hakem olayı neticede işi daha karmaşık hale getirdi. Hz. Ali Allah’ın kitabına ve Resulü’nün uygulamalarına uygun olmadığını söylediği kararı tanımadı ve Muâviye ile mücadeleye devam etme kararı aldı. Muâviye ise bunu fırsat bilerek Suriye’de kendisini halife ilan edince İslâm ülkesi ikiye bölündü. Ardından iki taraf yeni bir mücadele için tekrar hazırlıklara başladılar. Bu arada Hâricîler de Hz. Ali’ye karşı isyanlarını devam ettiriyorlardı. Hâricîler ile uğraşmak zorunda kalan Hz. Ali, Muâviye karşısında güç kaybına uğradı. Hâricîliğin Ortaya Çıkışı ve Nehrevan Savaşı Hâricîler, hakem tayinini kabul etmesinden dolayı Ali b. Ebû Tâlib’den ayrılanların meydana getirdiği gruptur. Hz. Osman’ın hilâfetinin son yıllarındaki ihtilalcı unsurların devamı olduklarını düşünenler de vardır. Bununla birlikte Haricîlerin müstakil bir grup olarak ortaya çıkışı, Sıffîn Savaşı sonrasına rastlar. Sıffîn Savaşı’nın sonunda işin hakemlere bırakılması için hazırlanan belge okunurken halifenin ordusunda önceden savaşın durdurulmasında ısrar eden Temimlilerden bazıları, bu defa ‘Lâ hükme illâ lillâh/Hüküm ancak Allah’ındır’ sloganıyla halifelik meselesinin iki hakemin takdirine bırakılmasına itiraz ettiler. Hz. Ali’nin işin hakeme bırakılmasını kabul etmek suretiyle işlediği hatadan tövbe etmesini ve Kur’an-ı Kerim’in buyruğuna (el-Hucurât 49/9) uyarak isyancıları Allah’ın emrine itaat ettirinceye kadar savaşmasını istediler. Hz. Ali Kur’an-ı Kerim’e göre bu anlaşmayı bozamayacağını bildirdi. Ancak çoğunluğu Temîm kabilesine mensup yaklaşık 12.000 civarındaki asker dönüş yolunda ordusundan ayrılarak Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildiler. Kendilerine bir kumandan, bir de namaz kıldırmak üzere imam seçtiler. Hz. Ali onlarla görüşmek üzere Abdullah b. Abbas’ı gönderdi. Ardından karargâhlarına kadar bizzat giderek imamları İbnü’l-Kevvâ ile ayrılmalarının sebepleri ve davranışlarının yanlışlığı hakkında bir görüşme yaptı. Neticede onların ancak yarısını ikna etmeyi başardı. Geride kalanlar Abdullah Tahkimnâmede hakemlerin Allah’ın kitabına göre karar vermeleri, Kur’an’da hüküm bulamadıkları takdirde Hz. Peygamber’in sünneti ile hükmetmeleri, verilen karara iki tarafın da uyacağı, hakemlerin ne zaman ve nerede toplanacakları, görüşmeleri takip edecek heyetlerle ilgili kararlar yer alıyordu. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 139 b. Vehb er-Râsibî’yi kendilerine emîr seçtiler ve Dicle’nin sol kıyısında Bağdat ile Vâsıt arasındaki Nehrevan kasabasına gittiler (30 Mart 658). Hz. Ali, Suriye üzerine gitmek için askeri hazırlıklara başlamıştı. Ancak Nehrevan’daki Hâricîler, tutumlarını gittikçe sertleştirdiler ve sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için ashaptan Abdullah b. Habbâb b. Eret’i ve hamile eşini öldürdüler. Hz. Osman ve Hz. Ali’yi tekfir etmeyenin kâfir olduğunu ve bu sebeple öldürülmesi gerektiğini ilân ederek, Haricî olmayan Müslümanları öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ali, onların üzerine yürümek zorunda kaldı. İki taraf arasında yaşanan şiddetli çatışmada Hâricîlerin tamamına yakını öldürüldü (17 Temmuz 658). Hz. Ali Nehrevan savaşından sonra Suriye üzerine gitmek istedi; ancak asker toplamakta güçlüklerle karşılaştı. Bu arada Hâricîler, Nehrevân savaşı yüzünden Hz. Ali’ye düşmanlıklarını daha da artırdılar. Hz. Ali, bu defa Nuhayle’de toplanan Haricî topluluğunun üzerine gitmek zorunda kaldı. İki taraf arasındaki çatışmada onların pek çoğu öldürüldü. Hz. Ali’nin 658’de Kays b. Sa’d’in Mısır valiliğinden alarak yerine Muhammed b. Ebû Bekir’i atamasından sonra burada işler karıştı. Mısır’daki Hz. Osman taraftarları onun kanını dava iddiasıyla yönetime karşı savaş ilan ettiler. Mevcut durumu fırsat bilen Amr b. Âs, Mısır üzerine yürüyerek burayı ele geçirdi (658). Muâviye, Mısır’ın ardından Hz. Ali’nin hâkimiyetindeki Irak, el-Cezîre, Hicaz ve Yemen bölgelerine birlikler sevk etti. Bu saldırılarda istediği sonucu alamasa da, Hz. Ali’yi bunaltmayı başardı. Hz. Ali’nin Vefatı ve Şahsiyeti Nehrevan ve Nuhayle savaşları, Haricîlerde Hz. Ali’ye karşı büyük bir intikam arzusu doğurmuştu. Haricîlerden üçü Mekke’de toplanarak Müslümanların içine düştüğü ihtilafı, bu yüzden çekilen sıkıntıları ve bunlardan kurtulmanın çaresini konuştular. Neticede bu fitnenin sebebi olarak gördükleri, Hz. Ali, Muâviye ve Amr b. Âs’ı öldürmeye karar verdiler. Üçüne de aynı gün ve saatte suikast düzenlemekte anlaştılar. Bu arada Hz. Ali, Muâviye’ye karşı yeni bir sefer için hazırlıklara başlamış, savaştan bıkmış askerleri toplamakta zorluklarla karşılaşsa da, 40.000 kişilik bir ordu kurmuştu. Ancak Hz. Ali’yi öldürme görevini üstlenen Abdurrahman b. Mülcem, Kûfe’ye giderek, kararlaştırdıkları günün sabah namazında Hz. Ali’ye saldırdı. Zehirli bir hançerle onu ağır bir şekilde yaraladı. Hz. Ali, iki gün sonra vefat etti ve Kûfe’de (bugünkü Necef) defnedildi (26 veya 28 Ocak 661). Hz. Ali küçük yaştan itibaren Hz. Peygamber’in yanında ve terbiyesinde yetişti. Onun ahlâkıyla ahlâklanma şerefine ulaştı. İlim, takva, ihlâs, samimiyet, özveri, şefkat, merhamet ve kahramanlık gibi yüksek ahlâk değerlerine sahip müstesna bir şahsiyettir. Hak ve adalet sahibi, insan haklarına son derece riayet eden bir idareciydi. Güzel konuşması ve üstün hitabetiyle ünlüydü. Hutbeleri, mektupları, güzel ve hikmetli sözleri günümüzde de dilden dile dolaşmaktadır. Hz. Ali sahabe arasında Kur’an, hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileriyle kendini kabul ettirmiş bir otoriteydi. Rivayet ettiği hadislerin tamamı 586’dır. Hz. Peygamber ile çoğu zaman beraber bulunması sebebiyle rivayet ettiği hadisler içinde onun şemailine, ibadet ve dualarına dair olanlar daha çoktur. Kur’an ve sünnete bağlı olup Müslümanlara da bunu öğütlerdi. Zühdü, takvası, üstün ahlakı ve Hz. Peygamber’e yakınlığı sebebiyle bütün mutasavvıflar ve tarikatların tamamına yakını kendilerini silsile olarak Hz. Ali’ye bağlamışlardır. İslâm tasavvuf edebiyatında, özellikle Türk kültüründe ayrı bir anlam ve önemle ele alınmıştır. Hz. Ali’nin Hz. Peygamber ta- 140 İslam Tarihi ve Medeniyeti I rafından verilen ‘Ebû Türâb’ lakabından başka ‘el-Murtazâ’ ve ‘Esedullâhi’l-gâlib’ gibi lakapları da vardır. Çocukluğunda puta tapmadığı için daha sonraları ‘Kerremallahu vechehü’ dua cümlesiyle anılmıştır. HZ. HASAN DÖNEMİ Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin büyük oğlu olan Hz. Hasan 1 Mart 625’te Medine’de doğdu. Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında kardeşiyle birlikte Horasan seferine katıldı. Babası tarafından Hz. Osman’ı isyancılara karşı korumak ve evine su taşımakla görevlendirilmişti. Babası hilâfete geldikten sonra Kûfelileri babasının yanında yer almaya ikna etmek için Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe’ye gitti. Cemel Vakası ve Sıffîn Savaşı’nda babasının yanında bulundu. Zehirli bir hançerle yaralanan Hz. Ali, oğlu Hasan’a biat edilmesi konusunda sorulan bir soruya, “Bunu ne emreder ne de karşı çıkarım” diye cevap vermişti. Hz. Ali’nin ölümünün ardından, aynı gün veya iki gün sonra Kûfe’de Hz. Hasan’a biat edildi. Hz. Hasan’ın, kendisinin savaş yaptığı kişilerle savaş, barış yaptığı kişilerle barış yapmaları şartıyla biat aldığı bildirilmektedir. Hz. Hasan’ın halifeliğe getirildiğini haber alan Muâviye b. Ebû Süfyân, onunla mücadele için yoğun bir faaliyet başlattı. Suriye, Filistin ve el-Cezîre kuvvetlerinden oluşan bir orduyu Hz. Osman’ın Basra valiliğini yapan Abdullah b. Âmir kumandasında Irak üzerine gönderdi. Bu durumu öğrenen Hz. Hasan da onun ordusuyla karşılaşmak üzere Kûfe’den Medâin’e hareket etti. Bu arada Ubeydullah b. Abbas kumandasında 12.000 kişilik öncü birliğini Suriye ordusuna karşı gönderdi. Ancak Hz. Hasan’ın konakladığı Medâin’in Sâbât mevkiinde askerler arasında önemli bir karışıklık ortaya çıktı. Haricîlerin görüşlerini benimseyen bir grup, orada Hz. Hasan’ın yaptığı konuşmayı beğenmedi ve “Hasan da babası gibi küfre düşmüştür” diyerek üzerine yürüdü ve altından seccadesini çekip elbisesini çekiştirmeye başladı. Hz. Hasan, Rebîa ve Hemdân kabilelerine sığınarak onlardan kurtulabildi. Medâin’e gitmek üzere hareket ettiğinde ise, kendisini öldürmeye teşebbüs eden bir haricî tarafından yaralandı. Bu sırada Muâviye’nin öncü kumandanı Abdullah b. Âmir, Medâin’e doğru gelerek şehrin dışına çıkan Hasan’ın ordusunun karşısında mevzilendi. Hz. Hasan dâhil olmak üzere askerlerinden kendisine sığınanların hayatlarının bağışlanacağını bildirdi. Bu teklif karşısında, Hz. Hasan’ın askerlerinin çoğu savaştan kaçındığını belli etmişti. Onların bu tavrı üzerine, bu askerle savaşılamayacağını anlayan Hz. Hasan, Muâviye ile sulh yapmaya karar verdi. Medâin’e dönerek hilâfeti Muâviye’ye teslim etmek için belirlediği şartları Abdullah b. Âmir’e bildirdi. Hz. Hasan, iç savaşlar yüzünden akan kanın durdurulması amacıyla, geçmişte yaşanan olaylar dolayısıyla hiç kimsenin cezalandırılmamasını ve işlenmiş suçların tamamının affedilmesini, babası Hz. Ali’nin aleyhinde konuşulmamasını şart koşmuştu. Abdullah b. Âmir Hz. Hasan’ın şartlarını Muâviye’ye götürdü. Muâviye de bunları kendi eliyle yazarak mühürledikten sonra Hz. Hasan’a iade etti. Bu arada Hz. Hüseyin ve Hucr b. Adî gibi bazı kimseler, taraftarlarını küçük düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıktılarsa da Hz. Hasan kararından dönmeyerek taraftarlarıyla ile birlikte Medâin’den Kûfe’ye gitti. Hz. Hüseyin ve diğer ehl-i beyt mensuplarıyla birlikte oraya gelen Muâviye’ye biat etti (29 Temmuz 661). Böylece Hz. Hasan’ın yaklaşık altı ay süren hilâfeti sona ermiş oldu. İslâm tarihinde hicrî 41 (661) yılına bu uzlaşmadan dolayı birlik yılı ‘âmü’l-cemâa’ denilmiştir. Hz. Ha- 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 141 san, Muâviye ile anlaşarak Müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti ve hayatının geri kalan kısmını orada geçirdi. 7 Nisan 669 tarihinde vefat etti ve Cennetü’l-Baki’de annesinin yanına defnedildi. Hz. Peygamber ile akrabalık kurmak amacıyla çok sayıda evlilik talebini karşılamak zorunda kalan Hz. Hasan’ın Yezîd b. Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca’de bint Eş’as b. Kays tarafından zehirlendiği rivayet edilir. Hz. Hasan halim selim, cömert, sakin, vakarlı, siyaset ve fitneden kaçınan bir yaratılışa sahipti. Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi ve sonuncusu kabul edilir. Hz. Hasan vefat etmeden önce kardeşi Hüseyin’e Hz. Peygamber’in yanına, bu mümkün olmadığı takdirde Cennetü’l-Baki’de annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmişti. Hz. Hüseyin’in dedesinin yanına defnedilmesine Hz. Âişe’den izin almasına rağmen, Mervân b. Hakem’in öncülüğünde Emevîler ve taraftarlarının buna karşı çıkmaları üzerine Cennetü’l-Baki’ye defnedilmişti. Hz. Hasan’ın Muâviye ile barış yapmasının sebeplerini araştırınız. 4 142 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Özet Hz. Osman’ın şahsiyetini değerlendirip halife seçilişini anlatabilmek lk Müslümanlardan olan Hz. Osman, Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlenip onun takdir ve sevgisini kazanmıştı. Malını Allah yolunda cömertçe harcamaktan çekinmeyen Hz. Osman ahlâkı, ibadet hayatı, şahsiyeti ve İslâm’a hizmetleriyle aşere-i mübeşşere arasında yer almıştır. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in halifelik dönemlerinde önemli görevler üstlenmiştir. Bundan dolayı Hz. Ömer’den sonra halife seçimi için yapılan istişarelerde Müslümanların çoğunun eğilimi ondan yana olmuş ve ittifakla hilâfet makamına gelmiştir. Hz. Osman’ın katledilmesiyle sonuçlanan isyanın sebeplerini sıralayabilmek Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında yaşanan ekonomik kriz, aynı süreçte kabilecilik taassubunun yeniden ortaya çıkışı, kardeşlik ruhunun zayıflaması vb. olumsuzluklar, İslâm toplumunu bir kargaşaya sürüklemiştir. Bütün bunlar fitne ateşini körüklemeye çalışanların işini kolaylaştırmış; halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp, Müslümanların samimi duygularını istismar eden Abdullah b. Sebe, bedevîleri peşine takmayı başarmıştır. Kureyş yönetiminden kurtulmak isteyen bazı kabilelerin liderleri, fitne ateşini tutuşturmada ona ve arkadaşlarına yardımcı olmuşlardır. Hz. Ali’nin şahsiyetini değerlendirip halife seçildiği ortamı anlatabilmek Hz. Peygamber’in yanında ve terbiyesinde yetişen, onun ahlâkıyla ahlâklanma şerefine ulaşan Hz. Ali, Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından, isyancıların Medine’de kontrollerini devam ettirdiği günlerde, Medine’deki sahabelerin tamamına yakını tarafından halife seçildi. O sırada neredeyse tek halife adayı durumundaydı, başka birinin halife seçilmesi neredeyse imkânsızdı. Seçim işine isyancıların da karıştığı şeklindeki rivayetler doğru olsa bile, bu gerçeğin görmezden gelinmesi mümkün değildir. Bu zor şartlarda halifeliği kabul etmek, Hz. Ali için büyük bir fedakârlıktı. Hz. Ali dönemindeki iç savaşların sebeplerini sıralayabilmek Hz. Ali’ye karşı başlatılan muhalefetin ana sebebini Hz. Osman’ın katilleri meselesi teşkil ediyordu. Hz. Âişe ile birlikte Talha ve Zübeyr öncülüğünde Mekke’de oluşan hareketin amacı, bu katillerin cezalandırılmasını sağlamaktı. Hz. Osman’ın akrabası ve Suriye valisi Muâviye ise, yakın akrabası olması dolayısıyla Hz. Osman’ın kanını dava etme hakkına sahip olduğunu iddia ediyor ve onun katillerinin cezalandırılmasını veya kendisine teslim edilmelerini istiyordu. Bununla da kalmayıp Hz. Ali’yi asilere yardım etmekle itham ediyordu. Sıffîn’den sonra başvurulan tahkim, meseleyi daha içinden çıkılmaz hale getirdi. Muâviye, hakem olayının ardından Suriye’de kendisini halife ilan etti. 1 2 3 4 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 143 Kendimizi Sınayalım 1. Hz. Osman ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İlk Müslümanlardandır. b. Zinnûreyn lakabını almıştır. c. Benî Ümeyye’ye mensuptur. d. Üstün bir haya duygusuna sahiptir. e. Bedir Savaşı’na katılmıştır. 2. Hz. Osman dönemindeki gelişmelerden hangisinin, yeni Müslüman olan kişilerin İslâmiyeti asıl kaynağından öğrenmelerine katkıda bulunduğu savunulabilir? a. Kıbrıs adasına Müslüman ailelerin yerleştirilmesi b. İdari ve askeri görevlere Ümeyye ailesine mensup kişilerin getirilmesi c. Kur’an-ı Kerim’in çoğaltılarak önemli vilayetlere gönderilmesi d. Kuzey Afrika, Horasan ve Kafkaslar’da fetihler yapılması e. Doğu Akdeniz’de hakimiyetin Müslümanların eline geçmesi 3. I. Kıbrıs’ın vergiye bağlanması II. Bizans donanmasının mağlup edilmesi III. Nûbe’de hüküm süren Makarra Krallığı’nın vergiye bağlanması Yukarıdakilerden hangileri Müslümanların denizcilik alanında ilerlemeye başladıklarını göstermektedir? a. Yalnız I b. Yalnz II c. Yalnz III d. I ve II e. II ve III 4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman’a karşı isyanın sebepleri arasında yer almaz? a. Hz. Peygamber’e ait yüzüğü Eris kuyusuna düşürmesi b. Kureyş’in ileri gelenlerine Medine’den ayrılıp diğer şehirlere yerleşme izni vermesi c. İdari ve askeri görevlere Benî Ümeyye mensuplarını getirmesi d. Bedir Savaşına katılmaması e. Medine’deki bazı arazileri koru ilan etmesi 5. Hz. Osman’a yapılan isyan ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Fetihlerin devam etmesi isyanı etkilemiştir. b. İsyanın önemli sebeplerinden biri ülkede yaşanan ekonomik sıkıntıdır. c. İsyanın ortaya çıkışında kabilecilik hareketi rol oynamıştır. d. Askeri sınıfta yapılan değişiklikler, isyan hareketini etkilemiştir. e. Abdullah b. Sebe örneğinde olduğu gibi Müslümanları bölmeye çalışanlar vardır. 6. Hz. Ali’nin uygulamalarına ilişkin olarak aşağıdakilerden hangisi doğru kabul edilemez? a. Hz. Osman’ın atadığı valileri görevden almak b. Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını ertelemek c. Kûfe’yi siyasî merkez yapmak d. Atıyyeleri eşit bir şekilde ödemek e. Mısır valiliğine Abdullah b. Abbas’ı getirmek 7. Cemel Savaşı’na ilişkin aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Savaş Basra yakınındaki Hureybe mevkiinde yapılmıştır. b. Hz. Aişe’nin liderliğini yaptığı topluluk yenilmiştir. c. Suriye’den yardıma gelen Muâviye yoldan geri dönmüştür. d. Hz. Ali, iki tarafın kayıplarına aynı muamelede bulunmuştur. e. Talha b. Ubeydullah savaş sırasında öldürülmüştür. 8. Aşağıdakilerden hangisi Sıffîn Savaşı’nın sonuçlarından biri değildir? a. İslâm toplumundaki bölünmenin derinleşmesi b. Halifelik meselesinin hakeme havale edilmesi c. Hâricîler’in ortaya çıkması d. Muâviye’nin bir daha Hz. Ali’ye karşı toparlanamaması e. Hz. Ali’nin ordusunun kendi içinde bölünmesi 144 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 9. Aşağıdakilerden hangisi Nehrevân Savaşı’nın sonuçlarından biridir? a. Hâricîler’in Muâviye ile işbirliği yapması b. Hz. Ali’nin Muâviye’ye karşı güçlenmesi c. Hâricîlerin tamamen ortadan kaldırılması d. Hz. Ali’nin ordusunun büyük bir zayiat vermesi e. Hâricîler ile Hz. Ali arasındaki bağların tamamen kopması 10. Aşağıdakilerden hangisi, Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye devretmesinin sebeplerinden değildir? a. Muâviye’nin vaadleri b. Kûfelilere güveninin kalmamış olması c. İç savaşı durdurma arzusu d. Ordusu içindeki karışıklıklar e. Askerlerinin savaşa karşı duydukları isteksizlik 1. e Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Osman Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse, “Kur’an-ı Kerim’in İstinsahı” konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları” konusunu yeniden okuyunuz. 4. d Yanıtınız doğru değilse, “İç Karışıklıklar ve İsyan” konusunu yeniden okuyunuz. 5. a Yanıtınız doğru değilse, “İç Karışıklıklar ve İsyan” konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Ali’nin Halife Seçilmesi ve İlk İcraatları” konusunu yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Ali’ye Karşı Oluşan Muhalefet ve Cemel Vakası” konusunu yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse, “Sıffîn Savaşı ve Hakem Olayı” konusunu yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse, “Nehrevân Savaşı” konusunu yeniden okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse, “Hz. Hasan Dönemi” konusunu yeniden okuyunuz. 6. Ünite - Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi II (Hz. Osman ve Hz. Ali) 145 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Abdurrahman b. Avf üstlendiği hakemlik görevini hakka uygun adil bir şekilde yerine getirebilmek için elinden gelen gayreti göstermiştir. Kararını verirken Allah rızasını ve Müslümanların hayrını dikkate almıştır. Yaptığı temayül yoklamasında Hz. Osman’ın daha fazla tercih edildiği anlaşılmaktadır. İki adaydan birini tercihi öncesinde sorduğu soruya Hz. Ali’nin şartlı cevap vermesi, buna karşılık Hz.Osman’ın kesin ve net bir cevap vermesi, kendisini etkilemiş olabilir. Sıra Sizde 2 Hz. Osman’a karşı yürütülen yıkıcı hareketin ana merkezleri, Hz. Ömer zamanında cephelere yakın noktalarda askerî maksatla kurulan Kûfe, Basra ve Fustât şehirleri olmuştur. Bu merkezlere yerleştirilen Arap kabilelerinden bazıları, İslâm ülkesinin idaresinde hak iddiasında bulunmaya başlamıştır. Hz. Osman’a olan şahsi kırgınlıklar da muhalefetin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Muhalefetin en önemli liderleri, müslümanlar arasında baş gösteren ihtilafları müslümanları bölme maksadıyla kullandığı anlaşılan Abdullah b Sebe ve arkadaşlarıdır. Sıra Sizde 3 Hz. Âişe’nin niyeti, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırılmasını sağlamak suretiyle Müslümanlan içinde bulundukları fitneden kurtarmaktı. Hz. Âişe’nin, iki mümin grup arasında savaş çıkarsa saldırgan taraf Allah’ın emrine dönünceye kadar onlarla savaşmayı ve sonunda tarafların arasını bulup adalet dairesinde uzlaştırmayı emreden ayetin (el-Hucurât, 49/9) hükmüne uyarak olaylar karşısında ilgisiz kalmadığı ve sadece iç savaşa son vererek Müslüman kanının haksız yere akıtılmasını önlemek gayesiyle yola çıktığı bildirilmektedir. Sıra Sizde 4 Hz. Hasan, ordusundaki karışıklıklar ve askerler arasındaki isteksizlik yüzünden, bu mücadeleden sonuç alınamayacağı kanaatine vardı. Ona gore bu askerle mücadeleyi kazanmak mümkün değildi ve can kaybını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Neticede barış yaparak iç savaşı durdurmaya yöneldi. Önceki olaylara karışanların cezalandırılmamasını şart koşarak Muâviye’ye biat etti. Algül, H. (1986). İslâm Tarihi, II, İstanbul. Apak, A. (2003). Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul. Apak, A. (2007). Anahatlarıyla İslâm Tarihi II: (Hulefâ-i Râşidîn Dönemi), İstanbul. Bakır, A. (2004). Hz. Ali ve Dönemi, Ankara. Demircan, A. (1996/a). Hâricîlerin Siyasî Faaliyetleri, İstanbul. Demircan, A. (2010). Ali-Muâviye Kavgası, İstanbul. Duri, A. (1991). İlk Dönem İslâm Tarihi: Bir Önsöz, (Çev. H. Yücesoy), İstanbul. Fayda, M. (2014), Hulefâ-yı Râşidîn Devri (Dört Halife Dönemi), İstanbul İbn Haldûn, (1979). el-İber, Beyrut. Levi Della Vida, G. “Osman”, MEB İslâm Ansiklopedisi, IX, 427-431. Taberî, (1972). Târîh (nşr. Ebü’l-Fazl İbrahim), I-XI, Beyrut. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Cemel Vakası”, “Hâricîler”, “Hasan”, “Hulefâ-yi Râşidîn”, “Osman”, “Rûme Kuyusu”, “Sıffîn Savaşı”, maddeleri. 7 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Emevî Devleti’nin kuruluş sürecini ve Muâviye b. Ebû Süfyân’ın bu süreçteki rolünü tanımlayabilecek, Hilâfetin saltanata dönüşmesini tartışabilecek, Abdülmelik b. Mervan dönemine kadar gerçekleştirilen fetihleri değerlendirebilecek, Emevîlerin ilk döneminde yaşanan olayların ve bazı uygulamaların devletin yıkılış sürecindeki etkisi üzerinde fikir yürütebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Muâviye b. Ebû Süfyân, I. Yezid, II. Muâviye, Mervan b. Hakem, Abdülmelik b. Mervan, Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr • Süfyânîler, Mervânîler, Ehl-i Beyt, Haricîler, Tevvâbûn • Dımaşk, Vâsıt, İstanbul, Kayrevan, Suriye • Hucr b. Adiy, Muhtâr es-Sekafî, İbnü’l-Eş’as, Mugîre b. Şu’be, Ziyâd b. Ebîh, Ubeydullah b. Ziyâd, Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî, Ukbe b. Nâfi • Kerbelâ Vakası, Harre Savaşı, Mercirâhit Savaşı, Deyrülcemâcim Savaşı, Deyrülcâselik Savaşı İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler • EMEVÎ DEVLETİNİN KURULUŞU • MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİ • I. YEZİD DÖNEMİ • II. MUÂVİYE DÖNEMİ • MERVAN b. HAKEM DÖNEMİ • ABDÜLMELİK b. MERVAN DÖNEMİ İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I EMEVÎ DEVLETİ’NİN KURULUŞU Hulefâ-yi Râşidîn döneminden (632-661) sonra Suriye’nin merkezi Dımaşk’ta kurulan Emevîler Devleti, adını kurucusu Muâviye b. Ebû Süfyân’ın mensup olduğu Benî Ümeyye kabilesinden almıştır. Muâviye ve ondan sonraki iki halife Ümeyyeoğullarının Süfyânîler koluna (Ebû Süfyan’a nispetle), diğer on bir halife ise Mervânîler koluna (Mervan b. Hakem’e nispetle) mensuptur. Kureyş kabilesinin önemli kollarından biri olan Benî Ümeyye adını Kusay b. Kilâb’ın torunlarından Ümeyye b. Abdüşems’ten almaktadır. Benî Ümeyye kabilesi Câhiliye döneminde Mekke idaresinde önemli bir yere sahipti. Şehrin ve Kâbe’nin idaresiyle ilgili görevlerin en önemlilerinden olan başkumandanlık ‘kıyâde’ vazifesi bu kabile tarafından yürütülüyordu. Mekke’de Kureyş’in iki önemli kolunu teşkil eden Hz. Peygamber’in kabilesi Hâşimîler ile Emevîler arasında Câhiliye döneminden itibaren bir rekabet mevcuttu. Hâşimîler yürüttükleri sikâye ve rifâde görevlerinden dolayı Arap toplumu üzerinde önemli bir manevî nüfuz sağlamıştı. Emevîler ise maddî nüfuzu temsil ediyorlardı. Bu iki kabile arasındaki rekabet İslâm döneminde farklı bir boyut kazandı. Hâşimîler genel olarak Hz. Peygamber’in yanında yer alırken Emevîler çoğunluk itibariyle karşı çıktılar ve muhalefetin başını çektiler. Ümeyyeoğullan içinde Hz. Osman gibi ilk Müslümanlar arasında yer alanlar bulunmakla birlikte bunların sayıları azdı. Mekke’nin fethine kadar (630) Müslüman olmamakta direnen Emevîlerin büyük çoğunluğu, fetih esnasında başta reisleri Ebû Süfyân olmak üzere diğer müşriklerle birlikte İslâmiyet’i kabul etti. Emevî ileri gelenleri İslâm’a katılma hususunda geç kalmış olmakla birlikte idarî konularda tecrübeli oldukları için çeşitli mevkilere getirildiler. Bir süre Hz. Peygamber’in katipliğini yapan 602 veya 603 doğumlu olan Muâviye, Hz. Ebû Bekir zamanında Suriye üzerine gönderilen dört ordudan birinin başına getirilen ağabeyi Yezid b. Ebû Süfyan’a yardımcı olarak görevlendirilmişti. Ürdün sahil şehirlerinin fethinde büyük başarı sağlayınca Ürdün ve civarına idareci olarak tayin edildi (638). Bir yıl sonra Yezid’in vebadan ölümü üzerine Hz. Ömer tarafından onun yerine Dımaşk valiliğine getirildi. Hz. Osman zamanında 645 yılında Suriye genel valisi oldu. Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar (656) Suriye valiliğini yürüttü. Muâviye’nin Suriye valiliği sırasındaki icraatlarını araştırınız. Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 1 148 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Muâviye, Hz. Osman’ın yerine Medine’de halife seçilen Hz. Ali’ye, Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırma konusunda yetersiz kaldığı gerekçesiyle biat etmedi ve mücadeleye başladı. Sonuçta Hz. Ali ve Muâviye’nin orduları Sıffın’de karşı karşıya geldi ise de kesin bir netice alınamadı ve meselenin çözümü hakemlere havale edildi (657). Başlangıçta Hz. Ali’nin ordusunda iken Hakem tayinini kabul ettiği için ondan ayrılanlar Haricîler adı verilen muhalefet grubunu oluşturdu. Hz. Ali’nin Haricîlerle mücadelesini fırsat bilerek Mısır başta olmak üzere halifeye bağlı bazı önemli yerleşim merkezlerini hâkimiyeti altına alan Muâviye, Hz. Ali’nin 661 yılında bir Haricî tarafından şehit edilmesinden sonra Suriye halkından ‘’emîrü’lmü’minîn’’ unvanıyla biat aldı. Kûfe’de Hz. Ali’nin yerine halife seçilen Hz. Hasan Irak ordusuna güvenememesi ve İslâm toplumunda daha fazla kan dökülmemesi gibi sebeplerle mücadeleden vazgeçerek halifelikten çekildi ve Muâviye’ye biat etti (29 Temmuz 661). Böylece Muâviye İslâm dünyasının tamamını hâkimiyeti altına aldı ve yaklaşık doksan yıl sürecek olan Emevî Devleti’ni kurdu. Hz. Hasan’ın ve Kûfelilerin Muâviye’ye halife olarak biat etmesiyle Hz. Ali döneminden itibaren farklı iki siyasi ve idari yapıya bölünen İslâm dünyası yeniden birleşmiş oldu. Bu sebeple İslâm tarihinde 661 yılına ‘Birlik Yılı’ denilir. MUÂVİYE b. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİ Önce Hz. Ali, ardından oğlu Hz. Hasan ile girdiği iktidar mücadelesinin sonunda başarılı olarak kılıç zoruyla halife olan Muâviye’ye iç politikada muhalif başlıca iki grup vardı: Birincisi, dinin bazı emirlerini diğer gruplardan çok farklı yorumlayan ve kendilerinden olmayan Müslümanların kanını akıtmayı dinî bir mecburiyet sayan ihtilâlci Haricîler, ikincisi, halifeliğin Hz. Ali evlâdının hakkı olduğunu iddia eden Hz. Ali taraftarları. Önemli iç savaşlardan çıkmış ve büyük ölçüde siyasete kaymış olan İslâm toplumunun başına geçen Muâviye’yi bekleyen en önemli mesele bu iki muhalefet grubunun itaat altına alınmasıydı. Her iki grubun da merkezi Irak bölgesi olduğundan Muâviye bu bölgeye büyük önem verdi. Muâviye, Hz. Ali taraftarlarının merkezi durumundaki Kûfe valiliğine Mugîre b. Şu’be’yi getirdi (661). Başarılı bir devlet adamı olan Mugîre, bu karışık şehirde müsamahakâr bir politika takip etmekle birlikte gerektiğinde güç kullanmaktan da kaçınmadı. Suriyeli birliklerin Haricîler karşısında yenilmesi üzerine onlarla mücadeleyi çeşitli baskılar uygulamak suretiyle, Hakem Vakası’na kadar beraber savaştıkları Hz. Ali taraftarlarının omuzlarına yükledi; neticede Haricîler ağır bir hezimete uğradı (663). Mugîre halifeye en büyük iyiliği, kendisi gibi Sakîf kabilesine mensup olan Ziyâd b. Ebîh’in Muâviye’ye katılmasını sağlamakla yaptı. Hz. Ali tarafından vali tayin edildiği Fars’ta direnerek tehditlere ve para vaadlerine boyun eğmeyen Ziyâd, Mugîre’nin araya girmesiyle Ebû Süfyân’ın nesebine katılıp Muâviye’nin kardeşi ilân edildi ve ardından Basra valiliğine getirildi (665). Muâviye, Mugîre’nin ölümünün ardından Kûfe valiliğini de Ziyâd’a verdi (670). Doğu vilâyetlerini sekiz yıl başarıyla yöneten Ziyâd, Haricîlere göz açtırmayacak derecede sert bir politika izledi; aynı şekilde Hz. Ali propagandasına da izin vermedi. Bu arada idarecilerin Hz. Ali aleyhindeki faaliyetlerine karşı bir muhalefet cephesi kuran Hucr b. Adî ve arkadaşlarını fitne çıkarıp itaatten ayrılmakla suçlayarak Muâviye’ye gönderdi ve idam edilmelerini sağladı (671). 673’te ölen Ziyâd’ın yerine tayin edilen oğlu Ubeydullah da babası gibi Haricî isyanlarını kanlı bir şekilde bastırdı. Muâviye, Haricîlerle mücadelede kendilerinden yararlandığı Hz. Ali taraftarlarına karşı önceleri hoşgörülü davrandı ve liderlerine yakınlık gösterdi. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 149 Ancak Haricîlerin bertaraf edilmesinden sonra ekonomik ve siyasi baskı uygulayıp onları tesirsiz hale getirdi. Hz. Ali aleyhindeki propagandalarla Hucr ve arkadaşlarının idamı gibi bazı sıkıntılı olaylara yol açmakla birlikte onları kendi döneminde isyancı bir unsur olmaktan çıkarmayı başardı. Diğer önemli bir bölge olan Mısır’da da emniyet ve asayiş önceden iş birliği yaptığı Amr b. Âs’ın başarılı idaresi sayesinde sağlandı. İslâm Fetihlerinin Yeniden Başlaması Muâviye, iç karışıklıklar dolayısıyla yaklaşık on yıldan beri durmuş olan fetih hareketlerini üç ayrı cephede yeniden başlattı. Hz. Ali ile mücadelesi sırasında vergi vermek zorunda kaldığı Bizans üzerine 662 yılından itibaren yeniden seferler düzenledi. 669’da karadan ve denizden İslâmî dönemdeki ilk İstanbul kuşatması gerçekleştirildi. Fedâle b. Ubeyd ve Süfyân b. Avf kumandasındaki birlikler Yezid b. Muâviye komutasında desteklenmekle birlikte başarı sağlanamadı. Müslümanlar çok sayıda şehit verdiler. Meşhur sahabe Ebû Eyyûb el-Ensârî bu kuşatma sırasında hastalanarak vefat etti. 670 yılında Kyzikos (Kapıdağ) yarımadası ele geçirildi ve buradan başlatılan akınlarla İstanbul dört yıl süreyle muhasara edildi (674- 678). Ancak Bizans karşısında başarı sağlanamadı. İkinci cephe olan Basra’ya bağlı Horasan ve Sind bölgelerinde de hâkimiyetten çıkan bazı merkezlerin itaat altına alınmasından sonra yeni fetihler gerçekleştirildi. Sicistan’daki merkezlerin ardından Kâbil (664), Tohâristan, Kuhistan, Buhara (674) ve Semerkant (676) alınarak bazı Doğu hükümdarları vergiye bağlandı. Üçüncü cephe olan İfrîkıye’de Muâviye b. Hudeyc bölgeyi yeniden İslâm hâkimiyetine soktu (665). Ardından Ukbe b. Nâfi’ de Mağrib fetihleri için üs olarak kullanmak amacıyla Kayrevan karargâh şehrini kurdu (670) ve harekâtını Atlas Okyanusu’na doğru genişletirken başarılı politikasıyla bölge halkı Berberilerin İslâm’a girmesini hızlandırdı. Muâviye’nin Hilâfeti Saltanata Dönüştürmesi ve Ölümü Halifeliği kabile asabiyeti temeline dayanan bir mücadeleyle ve kılıç zoruyla ele geçiren Muâviye’nin en kalıcı icraatı oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi, böylece devleti veraset kuralını esas alan bir hanedana dönüştürmesidir. Meşhur rivayete göre bunu, Kûfe Valisi Mugîre’nin tavsiyesiyle ve Müslümanların hilâfet meselesi yüzünden yeni bir anlaşmazlığa düşmelerini engellemek amacıyla yaptığını söyleyen Muâviye, Medine dışında önemli bir muhalefetle karşılaşmadı. Medine’de Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Ebû Bekir ve diğer bazı önde gelen sahabeler ve sahabe çocukları kendisine şiddetle karşı çıktı. Bunun üzerine biatlerini bizzat almak için Hicaz’a giden Muâviye tehditle problemi halletti. Onların biatlerinin ardından Mekke ve Medine halkı da Yezid’in veliahtlığını kabul etti. Muâviye’nin özellikle bu tasarrufu sebebiyle ilk İslâm tarihçilerinin çoğu tarafından yoğun biçimde eleştirildiği görülür. Sonuç olarak hilâfeti verasete dayalı mutlak bir saltanata dönüştüren Muâviye 60 yılının Receb ayında (Nisan 680) Dımaşk’ta vefat etti; aynı gün yerine oğlu Yezid geçti. Muâviye’nin Şahsiyeti Kendisiyle birlikte “Araplar’ın dâhileri’’ denilen Amr b. Âs, Mugıre b. Şu’be ve Ziyâd b. Ebîh’e büyük yetkiler vererek kurduğu devletin temellerini onların yardımıyla sağlamlaştıran Muâviye muhaliflerine anlayacakları dilden konuşarak yaklaşmaya çalışırdı. Nâdir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan ve ileriyi gören 150 İslam Tarihi ve Medeniyeti I bir idareci olarak hilim ve teenniyi ilke edinmişti; mecbur kalmadıkça kuvvete başvurmazdı. Düşmanlarının en ağır hakaretleri karşısında dahi kendini tutar ve soğukkanlılığını korurdu. İhsanlarının fazlalığı dolayısıyla hayrete düşenlere bir savaşın bundan çok daha fazlasına mal olacağını, paranın iş gördüğü yerde konuşmaya, konuşmanın iş gördüğü yerde kırbaca, kırbacın iş gördüğü yerde kılıca ihtiyaç duymadığını söylerdi. ‘’Dilimle, Ziyâd’ın kılıcıyla kazandığı başarıdan daha fazlasını elde ettim’’ derdi. Ancak valilerinin sert davranışlarına göz yummayı tercih ederdi; hatta Haricîlere ve Şiîler’e karşı ılımlı tutumu yüzünden şikâyetlere mâruz kalan Mugîre’yi valilikten almayı bile düşünmüştü. İnsanlarla bağlarını koparmamak için âzami gayret gösterir ve özellikle kabile reislerine büyük önem verirdi. Onların üzerinde kurduğu nüfuz sayesinde oğlu için biat almakta zorlanmadı. Fakat kendi kabilesinin etkisi altında kalmamaya dikkat etmiş, bunun için eyaletlere başka kabilelerden, bilhassa Sakîf kabilesinden valiler göndermiştir. Tâif, Mekke ve Medine valilikleriyle hac emirliğinde ise akrabalarını görevlendirirdi. Muâviye, valiliğinin ilk yıllarından itibaren Bizans idarecileri gibi giyinmeye ve onlar gibi yaşamaya başlamıştı. Şam’a gelen Hz. Ömer kıyafetini yadırgayıp kendisini hükümdarlara benzetince cihad ruhunu kaybetmediğini, ancak düşmana yakın oldukları için heybetli görünmek gerektiğini söyleyerek halifeyi ikna etmeyi başarmıştı. Devletini Bizans müesseselerinden faydalanarak kurmaya çalışan Muâviye zamanında merkez ve saray teşkilatında düzenlemeler yapıldı. Muâviye saldırılardan korunmak için özel muhafızlar görevlendiren ilk halifedir. Gayri müslimlere karşı iyi davranan Muâviye, müşavirlerinden Sercûn b. Mansûr ve özel doktoru İbn Üsâl gibi bazı Hıristiyanları sarayında görevlendirmişti. Bilginler, edipler ve şairlerle sohbeti sever, onlardan yararlanmaya çalışırdı. Tarihe de büyük ilgi duyardı. Yemenli tarihçi Ubeyd b. Şeriyye’yi Dımaşk’a çağırarak kendisinden Arap ve Acem meliklerinin hayatlarını anlatan bir kitap yazmasını istemişti. Hz. Peygamber’den rivayet ettiği 163 hadis çeşitli hadis kaynaklarında yer almaktadır. Muâviye dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için İ. Aycan’ın Saltanata Giden Yolda Muâviye b. Ebî Süfyan adlı eserine başvurabilirsiniz. I. YEZİD DÖNEMİ Yezid, Muâviye’nin Suriye valisi iken bölgenin en güçlü kabilesi olan Benî Kelb’den Meysûn bint Bahdal el-Kelbî ile evliliğinden 647 veya 648 yılında Dımaşk’ta doğdu. Çocukluk ve gençlik dönemini akranlarına nazaran çok iyi şartlar altında geçirdi. Bedevî bir kabileden olması sebebiyle Şam’daki şehir hayatına ayak uyduramayan Meysûn, kabilesi ve çöle olan hasretini şiirleriyle dile getirince Muaviye, onu sık sık çöldeki ailesine gönderdi. Yezid de annesiyle birlikte gitti ve çöl şartlarında yetişti. Burada atıcılık, binicilik, savaş sanatı ve yüzme, fasih Arapça ve şiir öğrendi. Bunlardan başka içki ve eğlence gibi alışkanlıklar da edindi. Oğlunun geleceği için çöldeki eğitimi yeterli görmeyen Muaviye, Yezid’i sık sık Şam’a getirtip eğitimiyle yakından ilgilendi. Ancak Yezid yetişme çağında edindiği alışkanlıklarını terk edemedi. Babasının hilafete geçtiği dönemde de söz konusu kötü alışkanlıklarını sürdüren Yezid’in toplumda kötü bir imajı vardı. Muaviye, oğlunu bu imajdan kurtararak veliahtlığa hazırlamak için bazı tedbirler aldı. İki defa hac emiri olarak görevlendirdi. İlk İstanbul kuşatması için destek kuvvetleri başında görevlendirdi ve Anadolu seferlerine gönderdi. Muâviye, oğlu Yezid’i sağlığında kendisinden sonra halife olmak üzere veliaht tayin etti. Yukarıda anlatıldığı gibi bu hususta Muâviye ciddi tepkilerle karşılaştıysa da çeşitli yollarla muhalifleri etkisiz hale getirdi. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 151 Kerbela Vakası Muâviye’nin Nisan 680’de ölümü üzerine Şam’da halifelik makamına geçen Yezid’i bekleyen en önemli problem, muhaliflerin biatlerinin alınması meselesiydi. Yezid babasının vefatının duyulmasından önce muhaliflerin biatlerini alması için Medine valisine talimat verdiyse de Abdullah b. Zübeyr ve ardından Hz. Hüseyin bir bahane ile biat etmeden Medine’den Mekke’ye geçerek Yezid ve Emevîler aleyhindeki faaliyetlerini sürdürdüler. Onların bu tutumu üzerine Muâviye zamanında kontrol altında tutulan muhalefet harekete geçti. Bu işin başını da Kûfeliler çekiyordu. Kûfeliler Mekke’ye sığınan Hz. Hüseyin’e elçi ve mektuplar göndererek kendisini Kûfe’ye davet ettiler. Davetlerini kabul edip şehirlerine geldiği takdirde kendisini halife ilan edeceklerini ve bayrağı altında Yezid’e karşı savaşacaklarını bildirdiler. Hz. Hüseyin, Yezid’e karşı bir harekete kalkışmadan önce hem durum tespiti hem de kendisine olan bağlılığın güçlendirilmesini temin için amcasının oğlu Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderdi; kendisi ise hac mevsiminden de istifade ederek Mekke’de muhalefetini sürdürdü. Müslim, Kûfe’de, vali Nu’man b. Beşîr’in müsamahalı tutumu sayesinde Hz. Hüseyin namına önemli faaliyetlerde bulunup halktan biat aldı ve ardından da Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırdı. Durumdan haberdar olan Yezid, Numan b. Beşîr’in yerine sertlik ve şiddet yanlısı Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı Kûfe valiliğine tayin ederek isyanı önlemekle görevlendirdi. Ubeydullah göreve başladıktan hemen sonra Müslim b. Akîl ve arkadaşlarını öldürttü. Diğer taraftan Kûfe’deki gelişmelerden habersiz durumun hala kendi lehinde olduğunu düşünen Hz. Hüseyin, gitmemesi yönündeki görüş ve tavsiyelere rağmen az sayıdaki taraftarı ve aile efradıyla birlikte Mekke’den yola çıktı. Yolda Kûfe’de kontrolün Ubeydullah’ın eline geçtiğini öğrendiyse de kararından vazgeçmedi. Diğer taraftan Hz. Hüseyin başkanlığındaki grubun Kûfe’ye gelmekte olduğunu öğrenen Ubeydullah, 1000 kişilik bir kuvvetle onların şehre girerek Kûfelilerle buluşmalarını engellemeye çalıştı. Hz. Hüseyin’in beraberindekilerle Kerbela mevkiine ulaştığını (2 Ekim 680) öğrenince onların Kûfelilerle buluşmalarını veya geri dönmelerini engellemek için Ömer b. Sa’d’ı 4.000 kişilik bir kuvvetle bölgeye gönderdi. Kerbelâ’da etrafı kuşatılan Hz. Hüseyin, Kûfelilerin vaat ettiği desteğin bir türlü gelmemesi üzerine bir çıkış yolu bulmak maksadıyla Ömer b. Sa’d’a Mekke’ye geri dönmek, sınır şehirlerinden birine giderek cihatla meşgul olmak veya Şam’a giderek Yezid’le görüşmek istediğini teklif ettiyse de Ubeydullah tekliflerden hiç birisini kabul etmedi. Nihayet 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) Cuma günü Kerbela’da gerçekleşen ve birbirine denk olmayan kuvvetlerin çarpışması sonucunda Hz. Hüseyin ve beraberindekilerden 72 kişi şehit edildi. Cesetleri çeşitli hakaret ve işkencelere maruz bırakıldıkları gibi başta Hz. Hüseyin’inki olmak üzere bazılarının kafaları kesilerek önce Kûfe’deki valiye, sonra da Şam’daki halifeye gönderilerek muhaliflere gözdağı verildi. Kerbela’daki elim olayları işiten Yezid’in Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine razı olmadığı, böyle bir şeyi emretmediğini söyleyerek ağladığı, böylesi bir sonuçta rolü olan Kûfe valisi Ubeydullah’a sitemde bulunduğu ve Hz. Hüseyin’in hayatta kalan diğer yakınlarına iyi muamelede bulunarak onları Medine’ye gönderdiği rivayet edilmektedir. İslâm tarihinin en acı olaylarından biri olan Kerbela Vakası, Yezid’in nefretle anılmasında, İslâm dünyasının siyasi ve itikadî açıdan bölünmesinde, önceden nazarî bir siyasî görüş durumunda olan Şiîliğin bir akide halini almasında etkili olmuş ve pek çok isyanın temel sebeplerinden birini teşkil etmiştir. 152 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hz. Hüseyin’in Kerbela’da acımasız bir şekilde şehit edilmesi Müslümanlarda nasıl bir yankı uyandırmış ve edebiyata nasıl yansımıştır? Araştırınız. Medine’deki Muhalefetin Bastırılması: Harre Savaşı Yezid, Kerbela sonrası Hicaz’da aleyhinde oluşan muhalefetin sempatisini kazanabilmek için Medine valisi aracılığıyla Medine’nin ileri gelenlerinden oluşan bir heyeti Şam’a davet etti; onları ikramlarıyla memnun etmeye çalıştı. Ancak heyettekiler Medine’ye dönünce Yezid’in eğlence ve sefahate daldığını, haramlarla meşgul olduğunu anlatarak ona isyanın dinen farz olduğunu ileri sürdüler. Anlatılanlar Medine’de infiale sebep oldu. Halk, Yezid’e olan biatını bozarak Abdullah b. Hanzala’ya biat etti. Sonra da Medine’de yaşayan ve sayıları 1000’i bulan Ümeyye ailesi mensuplarını ailenin en yaşlı ve ileri geleni Mervan b. Hakem’in malikânesinde kuşatma altına aldılar. Gelişmelerden Yezid’i haberdar eden Mervan ondan acilen yardım istedi. Yezid, Müslim b. Ukbe el-Mürrî kumandasında 12.000 kişilik bir ordu görevlendirdi. Ağustos 683’te Medine yakınlarına gelerek Müslim, asıl maksadının Mekke’deki Yezid’e biat etmeyen İbn Zübeyr olduğunu, kendilerine dokunmayacağını, isyandan vazgeçmeleri için üç gün mühlet vereceğini söylediyse de onları razı edemedi. Şehrin saldırıya müsait olan kuzey kısmına hendek kazarak savunma hazırlıklarını tamamlayan Medineliler, dört gruba ayrılarak her grubun başına kendi kabilesinden birisini geçirdiler. Medinelilerin oluşturdukları birlikler düzenli ve disiplinli kuvvetlerden oluşmadığı gibi aralarında tam bir birliktelik de yoktu. Diğer taraftan başında tecrübeli komutan Müslim b. Ukbe’nin bulunduğu Emevîlerin düzenli ordusu, muhasara sonrasında Medine’den çıkmalarına izin verilen Ümeyyelilerin verdiği savaş taktikleriyle sabah güneşini arkalarına alacak şekilde şehrin kuzeydoğusundaki Harretü Vâkım mevkiinde karargâh kurdu. Medinelilere isyandan vazgeçmeleri için verilen üç günlük mühletin sonunda saldırıya geçti (26 Ağustos 683). Savaş Medineliler’in yenilgisiyle sonuçlandı. Abdullah b. Hanzale ve çok sayıda meşhur şahsiyet öldürüldü. Yezid’in emri doğrultusunda Emevî ordusu Medine’yi üç gün boyunca yağmaladı. Yezid döneminde Kerbela’dan sonra gerçekleşen ve çoğu sahabe olmak üzere pek çok Müslümanın ölmesine yol açan Harre Savaşı ve sonrasında Medine’nin Emevî ordusunca üç gün boyunca yağmalanması, kutsal şehrin ahalisinin öldürülme, işkenceye tabi tutulup tecavüze maruz bırakılması İslâm tarihinin en feci olaylarındandır. Söz konusu facia Yezid döneminde ve onun emriyle gerçekleştiği için gerek o dönemde gerekse sonrasında onun nefretle anılmasına yol açtı. I. Yezid’in Abdullah b. Zübeyr’le Mücadelesi ve Mekke Kuşatması Kerbela olayından sonra Abdullah b. Zübeyr Yezid’e karşı muhalefetin tek lideri haline geldi ve taraftarlarının isteği üzerine Mekke’de gizlice biat almaya başladı. Yezid, Abdullah b. Zübeyr’i kendisine biate ikna etmeleri için bir heyeti Mekke’ye gönderdiyse de o buna yanaşmadığı gibi bir süre sonra Mekke valisinin namaz kıldırmasına da engel oldu. Bunun üzerine Yezid, Medine valisi Amr b. Saîd elEşdak’a ona karşı bir ordu göndermesini emretti. Valinin Abdullah b. Zübeyr’in baba bir kardeşi olan Amr b. Zübeyr kumandasında gönderdiği ordu Mekke yakınlarında yapılan savaşta, mağlup edildi (681). Abdullah b. Zübeyr’in bu galibiyeti Hicaz’daki itibarının daha da artmasına sebep oldu. Harre Savaşı’nda Medine’deki isyanı bastıran Müslim b. Ukbe bundan sonra 2 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 153 asıl hedefi olan Abdullah b. Zübeyr üzerine, Mekke’ye yöneldi. Ancak Mekke’ye varmadan yakalandığı hastalık sebebiyle Müşellel mevkiinde komutayı Yezid’in verdiği emir doğrultusunda Husayn b. Numeyr’e devrettikten sonra öldü. Husayn b. Numeyr Eylül 683’te Mekke’yi kuşattı ve şehrin etrafındaki tepelere yerleştirdiği mancınıklarla şehri taş yağmuruna tuttu. Atılan taşlar ve yanmakta olan yağlı paçavralar hem Kâbe’nin büyük oranda yıkılmasına hem de Kâbe etrafında karargâh kuran İbn Zübeyr’in taraftarlarının zor anlar yaşamasına yol açtı. İki ay devam eden kuşatma Yezid’in ölüm haberinin Mekke’ye ulaşmasından sonra kaldırıldı. Kerbelâ olayının bir başka sonucu olarak ortaya çıkan Tevvâbûn hareketini araştırınız. Yezid döneminde iç savaşlar sebebiyle fetihler nerdeyse durmuştur. Sadece kuzey Afrika’da Muaviye tarafından azledildikten sonra göreve iade olunacağına dair teminat verilen ve Yezid’in emriyle tekrar bölgeye gönderilen Ukbe b. Nâfi’, Bizans ve Berberî kuvvetlerinden bazılarını mağlup etmiştir. Ancak bu galibiyet kalıcı olmamış, Ukbe’nin Berberî reisi Küseyle’nin toparlamaya muvaffak olduğu Bizans kuvvetlerine yenilip şehit düşmesiyle fethedilen yerler tekrar İslâm hâkimiyetinden çıkmıştır. Yezid döneminde Bizans üzerine Muaviye’nin iktidarı boyunca senede iki defa düzenlenen yaz ve kış seferlerine ara verildiği gibi fetihten sonra Kıbrıs ve Rodos adalarında iskân edilen Müslümanlar geri çekilmiştir. Yezid idari alanda fazla bir değişlik yapmamış, babası Muaviye’nin politikalarını devam ettirmiştir. Özellikle babası döneminde idarede yer alan ve başarılı bulunan kişileri görevde tutmuş, o da Muaviye gibi valilerine çok geniş yetkiler vermiştir. Ziraatla ilgilenip bilhassa Şam civarında kanallar açtırarak bölgede tarıma dayalı üretimin artırılmasına katkı sağlamıştır. Yezid 10 Kasım 683’te Dımaşk yakınlarındaki Huvvârîn’de ölmüş ve Bâbussağîr mezarlığına defnedilmiştir. Devlet işlerini çoğunlukla valilerine havale eden Yezid, eğlence ve sefahate düşkün olup zamanın büyük bir kısmını şair ve musikişinaslarla geçirmiştir. İçki içen ilk halife olarak bilinir. Döneminde gerçekleşen ve etkileri günümüze kadar gelen olaylar sebebiyle Müslümanların zihninde çok olumsuz bir yer edinmiştir. İslâm tarihinde hilafetin saltanata dönüşmesi onunla başlamış, Hz Hüseyin ve yakınlarının Kerbela’da feci şekilde katledilmesi, Medinelilerin isyanının çok kanlı bir şekilde bastırılıp şehrin yağmalanması, kutsal Mekke ve Kâbe’nin muhasara altına alınıp yakılıp yıkılması onun iktidarında gerçekleşmiştir. I. Yezid hakkında ayrıntılı bilgi için Ünal Kılıç’ın Tartışmaların Odağındaki Halife: Yezid b. Muâviye adlı eserine başvurabilirsiniz. II. MUÂVİYE DÖNEMİ 663 yılında doğan II. Muâviye babası I. Yezid tarafından veliaht tayin edilmişti. Babasının 10 Kasım 683’te ölümü üzerine tahta çıktı. Bu sırada ülkede büyük bir karışıklık hâkimdi. I. Yezid’in ölüm haberini duyan Abdullah b. Zübeyr, Mekke’de halifeliğini ilân ederek biat almaya başlamış ve egemenlik alanını kısa sürede genişletmişti. Öte yandan halifeliğe bağlı vilâyetlerde de itaatsizlikler görülüyor, Selm b. Ziyâd Horasan’da, Ubeydullah b. Ziyâd Basra’da kendi adına biat alıyordu. II. Muâviye’nin ömrü ve halifeliği çok kısa sürdü. Kaynaklarda onun tahta çıktığı sırada 17-23 arası bir yaşta olduğuna dair farklı rivayetler bulunmakta, halifelik süresi de yirmi gün ile dört ay arasında gösterilmektedir. Ayrıca halifelik günlerini hasta vaziyette Hadrâ sarayında geçirdiği ve halkın huzuruna çıkamadığı, 3 154 İslam Tarihi ve Medeniyeti I devletin idaresi ve imamlık göreviyle müşaviri Dahhâk b. Kays’ın ilgilendiği belirtilmektedir. Muâviye, farklı rivayetlere göre bir hutbesinde halka halifelik mesuliyetini taşımaktan âciz kaldığını, yerini Hz. Ebû Bekir’in yaptığı şekilde Hz. Ömer gibi birine bırakmak istediğini, fakat çevresinde böyle bir kimseyi göremediğini, yahut Hz. Ömer’in yaptığı gibi halifeyi seçme işiyle bir kurulu görevlendirmeyi düşündüğünü, ancak böyle bir kurulu oluşturacak uygun kişileri de bulamadığını söylemiş ve insanlara bu makama uygun şahsı kendilerinin seçmesini tavsiye etmiştir. Yeni halife belirleninceye kadar idareyi Dahhâk b. Kays’ın yürütmesini de isteyen Muâviye, diğer bir rivayete göre bu konuşmasında dedesi Muâviye ile babası Yezid’in Hz. Ali’ye ve evlâdına karşı yürüttükleri iktidar mücadelesinde haksız olduklarını belirterek onları ağır şekilde suçlamış ve öbür dünyada bunun hesabını vereceklerine inandığını dile getirmiştir. Kaynaklarda, babasının tayin ettiği memurları görevlerinde bırakan ve hiçbir tayin yapmayan II. Muâviye’nin, devlet başkanı sıfatıyla icraat olarak sadece haraçlardan beytülmâle gönderilen miktar üzerinden üçte bir oranında bir indirim yaptığı zikredilmektedir. Hastalığının ağırlaşması üzerine yakınları, kardeşi Hâlid b. Yezid’i veliaht tayin etmesi konusunda ısrar ettilerse de o, halifeliğin hayrını görmediğini, bir de veliahtlığa getireceği kişinin hatalarının vebalini üstlenemeyeceğini söyleyerek geri çevirmiştir. Muâviye’nin ölüm şekli de ihtilâf konusu olmuştur. Yakınları tarafından zehirletildiği, akciğerlerindeki rahatsızlık sebebiyle yahut veba yüzünden veya eceliyle öldüğüne dair rivayetler vardır. 29 Şubat 684’te vefat edince Dımaşk’taki Bâbüssagır Kabristanı’nda babasının yanına gömüldü. MERVAN b. HAKEM DÖNEMİ Çocuğu olmayan II. Muâviye’nin vefatından sonra Emevî ileri gelenlerinin kararıyla Mervân b. Hakem halifeliğe getirildi. Böylece yönetim Emevîler’in Süfyânîler kolundan Mervânîler koluna geçmiş oldu. Mervan’ın Emevî tahtına çıkış süreci şöyle özetlenebilir: Daha II. Muâviye’nin sağlığında Hicaz bölgesi yanında Irak ve Mısır bölgeleri de Mekke’de halifeliğini ilân eden Abdullah b. Zübeyr’e biat etmiş bulunuyordu. II. Muâviye’nin ölümü üzerine Suriye bölgesi vilâyetlerinin yöneticileri de İbnü’z-Zübeyr’in halifeliğini tanımaya başlamışlardı; Kınnesrîn ve Humus valilerinin ardından Nâtil b. Kays liderliğinde isyan eden Filistin ordugâhı da İbnü’z-Zübeyr’e itaat etmişti. Dımaşk’ta da durum karışıktı. II. Muâviye tarafından, yerine bir halife seçilinceye kadar devlet işlerini yürütmekle görevlendirilen Şam Valisi Dahhâk b. Kays tavrını açıklamakta tereddütlü davranmakla birlikte İbnü’z-Zübeyr’e katılmayı uygun görüyordu. Bu sırada Emevî ailesi de bölünmüştü. Yezid’in dayısı olan Filistin ve Ürdün Valisi Hassân b. Mâlik Yezid’in genç yaştaki iki oğlunu destekliyor, halifeliğin onların elinde kalmasını istiyordu. Bu arada Emevî ailesinin ileri gelenlerinden Mervân b. Hakem ve Amr b. Saîd el-Eşdak’ın halife olmasını arzu edenler de vardı. Rivayete göre Mervân ve Eşdak da bu şartlar altında durumu gittikçe güçlenen İbnü’z-Zübeyr’e biat etmeyi düşünmüş, hatta bu maksatla yola dahi çıkmışlardı. Yolda karşılaştıkları eski Basra valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Mervân’a İbnü’z-Zübeyr’e katılmasının çok büyük bir hata olacağını, halifeliğin Emevî ailesinin ileri geleni olarak kendisine yakıştığını söyleyip onu halifeliği üstlenmeye ikna etti. Mervân’ın halife olmayı Hz. Osman zamanından beri düşündüğünü, Muâviye döneminde de bu niyetini ortaya koyan davranışlar sergilediğini gösteren rivayetleri göz önüne alarak onun bu işe kendisinin tâlip olduğunu söyleyenler de vardır. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 155 Henüz yirmi yaşlarında iken veliaht belirlemeden ölen II. Muâviye’nin o sırada yönetimi üstlenebilecek yaşta kardeşi de bulunmadığından, bu şartlarda Emevî ailesinin liderliğine en uygun kişi ailenin Ebü’l-Âs kolunun büyüğü Mervân b. Hakem idi. Ailenin söz sahipleri, idare merkezinin tekrar Hicaz’a geçmesinden korkmaya başlayan Suriye ileri gelenleri ve özellikle Yemen asıllı Kelb kabilesi liderleriyle durumu görüşmek üzere Câbiye’de toplandılar. Kırk gün sürdüğü bildirilen görüşmelerin sonunda II. Muâviye’nin kardeşi Hâlid b. Yezid’in yaşının küçük olması, İbnü’z-Zübeyr’e karşı iktidar mücadelesinde başarısız kalacağı şeklinde değerlendirildi. Onu destekleyen dayısı Hassân b. Mâlik’in ikna edilmesiyle Mervân’ın halife olması kararlaştırıldı. Hâlid b. Yezid birinci, bazı liderlerce desteklenen Eşdak da ikinci veliaht tayin edildi (22 Haziran 684); birincisi Humus, diğeri de Dımaşk valisi olarak görevlendirildi. Câbiye’de Mervan’ın halifeliği konusunda sağlanan ittifak Dımaşk’ta durumun istikrara kavuşmasına yetmedi. Câbiye görüşmelerine katılmaktan son anda vazgeçen Dahhâk b. Kays, İbnü’z-Zübeyr’i desteklediğini açığa vurarak emrindeki kuvvetlerle Mercirâhit denilen yerde karargâh kurdu. Toplantının uzamasından istifade edip Kınnesrîn, Humus ve Filistin ordugâhlarından temin ettiği yardımla gücünü arttırdı. Câbiye’den dönen Mervân b. Hakem, Dahhâk’ı ikna edemeyince Mercirâhit’te iki taraf arasında yirmi gün süren çok kanlı bir savaş cereyan etti. Mervân, özellikle Dahhâk’ın Dımaşk’tan ayrılmasının ardından başlattığı isyanla şehirde kontrolü eline geçiren Yezid b. Ebü’n-Nims’in erzak ve asker desteği sayesinde kesin bir zafer kazandı (Muharrem 65/ Ağustos-Eylül 684). Böylece Mervân bir taraftan Emevî saltanatının devamını, diğer taraftan halifeliğin Mervânî koluna geçmesini sağlamış oldu. Bundan sonra halifelik Emevîler’in yıkılışına kadar onun soyunda kaldı. Mervan b. Hakem’in halifeliğinden önceki hayatı hakkında bilgi edininiz. Dahhâk b. Kays’a karşı kazandığı zaferle Suriye’de kontrolü sağlayan Mervân, İbnü’z-Zübeyr’i destekleyen valiler tarafından terkedilen şehirlere yeni tayinler yaptıktan sonra Mısır’ı İbnü’z-Zübeyr’in elinden almak için harekete geçti. Dımaşk’ta oğlu Abdülmelik’i yerine bırakıp ordusunun başında Mısır üzerine yürüdü ve fazla bir zorlukla karşılaşmadan Mısır’ı ele geçirdi. Oğlu Abdülazîz’i Mısır valiliğinde bırakıp Suriye’ye dönmek için yola çıktı. İbnü’z-Zübeyr tarafından yolunu kesmek için bölgeye gönderilen orduyu da mağlûp ederek Dımaşk’a geldi. Vakit kaybetmeden iki ordu hazırlayıp İbnü’z-Zübeyr’in elinde bulunan Irak ve Hicaz’a yolladı. Hicaz’a Hubeyş b. Delce kumandasında gönderdiği ordu, Medine yakınlarında Rebeze’de İbnü’z-Zübeyr’in ordusu karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Irak’a gönderdiği ordunun başına geçirdiği Ubeydullah b. Ziyâd, el-Cezîre’ye ulaştığı sırada Mervân’ın ölüm haberini aldı. I. Mervân, Câbiye görüşmelerinde halifeliği ele geçirebilmek uğruna veliahtlıklarını kabul etmek zorunda kaldığı Hâlid b. Yezid ile Amr b. Saîd el-Eşdak’ı veliahtlıktan vazgeçmeye zorlamış ve sonunda bunu başarmıştır. Kendisinden sonra peş peşe halifeliğe geçmeleri şartıyla oğulları Abdülmelik ve Abdülazîz’i veliaht olarak tayin etmiştir. Kaynaklarda ölümünün, veliahtlıktan ayrılması için toplum önünde horlayıp küçük düşürdüğü Hâlid b. Yezid ile annesinin bir komplosu sonucu gerçekleştiği kaydedilmektedir. Buna göre Hâlid’in, babası I. Yezid’in vefatından sonra Mervân ile evlenmiş olan annesi oğluna yapılan bu hakarete tahammül edememiş ve uyuduğu bir sırada kocasını yastıkla boğarak öldürmüştür. 4 156 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Ancak bazı rivayetlerde onun vebadan öldüğü de kaydedilmektedir. Nisan 685’te ölen Mervân b. Hakem on ay gibi kısa bir süre halifelik yapmıştır. Mervân hadisle de meşgul olmuş ve Ebû Hüreyre’den bir hadis mecmuası derlemiştir. ABDÜLMELİK b. MERVAN DÖNEMİ Mervan b. Hakem’den sonra Emevî tahtına oğlu Abdülmelik çıktı. Kaynakların büyük bir kısmına göre 26 (646-647) yılında doğan Abdülmelik on yaşında iken Hz. Osman’ın evine yapılan saldırıya şahit oldu. On altı yaşında da Muâviye b. Ebû Süfyan tarafından Medine divanı reisliğine tayin edildi. Medineli birliklerin başında Bizans’a karşı yapılan bir sefere iştirak etti (42/662-663). Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinin ardından Medinelilerin Yezid’e karşı ayaklanmaları üzerine meydana gelen Harre Savaşı’na Emevî ailesi saflarında katıldı (683). Mervân b. Hakem’in ölümü üzerine (Nisan 685) Dımaşk’ta hilâfet makamına geçti. Ancak halifeliğini yalnız Suriye ve Mısır eyaletleri tanıdı. Hicaz ve Irak Abdullah b. Zübeyr’in idaresi altında bulunuyordu. Mısır’a kadar bütün Kuzey Afrika İslâm devletinden kopmuş, bu parçalanmadan faydalanmak isteyen Bizans, Suriye’ye karşı akınlara başlamıştı. Halifenin rakibi Abdullah b. Zübeyr de zor durumda idi. Mekke kuşatmasında Abdullah’ı destekleyen Haricîler, muhasaranın kaldırılmasından sonra ona karşı cephe almışlar, Necid ve Basra bölgelerinde tehlikeli isyanlar başlatmışlardı. Haricîlerin ilk büyük grubunu oluşturan Ezârika’nın Basra’yı tehdidi günden güne artıyordu. Abdullah b. Zübeyr’in Haricîler ile meşgul bulunduğu sırada Abdülmelik’in bu durumdan faydalanarak harekete geçmesi beklenirken, muhtemelen Suriye’ye tam anlamıyla hâkim olamadığı için herhangi bir teşebbüse girişmedi. Bu sırada Kûfe’de her iki halife için de tehlikeli olabilecek Muhtâr b. Ebû Ubeyd es-Sekafî’nin isyanı patlak verdi. Muhtâr es-Sekafî İsyanı Hz. Hüseyin’in intikamını almak amacıyla ayaklanan Muhtâr es-Sekafî hem Emevî yönetimine hem de Abdullah b. Zübeyr’e karşı mücadele veriyordu. Hz. Ali’nin ünlü kumandanı Eşter’in oğlu İbrahim’i kendi saflarına çeken Muhtâr es-Sekafî 19 Ekim 685 tarihinde ayaklandı ve Kûfe yönetimini ele geçirdi. Ardından İbrahim b. Eşter’i Ubeydullah b. Ziyâd’ın üzerine gönderdi. Bu sırada Kûfe’de bir ayaklanma çıkınca İbrahim geri döndü ve ayaklanmayı bastırdı. Muhtâr es-Sekafî Kerbelâ Vakasına karışan Kûfeliler’in tamamını öldürterek evlerini yıktırdı. Diğer taraftan Muhtâr, Mekke’de Abdullah b. Zübeyr elinde tutuklu bulunan Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’yi kurtardı. Muhtâr tarafından Ubeydullah b. Ziyâd üzerine gönderilen İbrahim b. Eşter Hâzir nehri kıyısında onu ağır bir yenilgiye uğratarak askerlerinin büyük bir kısmıyla birlikte kılıçtan geçirdi (Ağustos 686). Bu başarılar Muhtâr’ın şöhretini daha da artırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr kendisi için gittikçe büyük bir tehlike olan Muhtâr’la mücadele edebilmek amacıyla kardeşi Mus’ab b. Zübeyr’i Basra valiliğine tayin etti. Kûfe’den gelip ordusuna katılan Araplar sayesinde güç kazanan Mus’ab Kûfe üzerine yürüdü ve dört aylık bir kuşatmadan sonra şehri ele geçirdi. Muhtâr es-Sekafî öldürüldü (Nisan 687). Abdülmelik’in Abdullah b. Zübeyr’le Mücadelesi Irak’ta Abdullah b. Zübeyr ile Muhtâr arasındaki mücadeleler aslında Abdülmelik’in işine yarıyordu. Abdülmelik, Muhtâr’ın öldürülmesinden sonra el-Cezîre’de bulunan İbrâhim b. Mâlik el-Eşter’i kazanmak için bazı teşebbüslerde bulunduysa da geç kaldı; çünkü İbrâhim daha önce davranan Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Mus`ab tarafına geçmişti. Haricîlerin bir kolu olup Nâfi’ b. Ezrak’a (ö. 685) nispetle Ezârika adıyla bilinmektedir. 698 yılına kadar İslâm dünyasında etkili olmuşlardır. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 157 Abdülmelik’in Mus`ab’a karşı ilk askerî harekâtı 689 yılı yazında oldu. Ancak, Dımaşk’tan ayrılmasından kısa bir süre sonra geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Zira onun ayrılmasını fırsat bilen Amr b. Saîd el-Eşdak, başşehirde tehlikeli bir isyan çıkartmıştı. Derhal Dımaşk’a dönen halife, isyanı bastırdı ve Eşdak’ı idam etti. 691 yılında el-Cezîre bölgesini itaat altına almaya başlayan ve bu arada yıllardan beri Karkîsiyye’de direnen Züfer b. Hâris’i ortadan kaldıran Abdülmelik, Mus`ab’a karşı artık kesin sonucu alma kararında idi. Abdülmelik Kınnesrîn yakınındaki Butnân Habîb, Mus`ab ise Tekrit yakınındaki Bâcümeyrâ’da karargâh kurdular. Mühelleb b. Ebû Sufre ve Abdullah b. Hâzım gibi değerli kumandanlar Haricîlerle mücadele ettiklerinden Mus`ab’ın yanında bulunmuyorlardı. Diğer taraftan Mus`ab’ın kuvvetleri arasında yer alan Iraklı birlikler savaş taraftarı değillerdi. Savaş başlamadan önce Abdülmelik üstün durumda idi. Nihayet iki ordu Deyrülcâselik mevkiinde karşılaştı. Savaşın ilk anlarında İbrâhim b. Mâlik el-Eşter’in öldürülmesi Mus`ab için büyük kayıp oldu. Bazı Iraklı birlikler savaşa başlamadan kaçtılar. Mus`ab harp meydanında pek az bir kuvvetle kalmasına rağmen kahramanca savaştı; ancak savaş meydanında can vermekten kurtulamadı (Ekim 691). Abdülmelik zaferden sonra Kûfe’ye gidip halktan biat aldı. Ardından Basra halkı da onun halifeliğini tanıdı. Böylece 691 yılında Hicaz dışındaki bölgelerde Abdülmelik’in halifeliği tanınmış oldu. Artık sıra Mekke’de bulunan Abdullah b. Zübeyr’e gelmişti. Abdülmelik daha Kûfe’den ayrılmadan, Irak’a karşı giriştiği harekâtta kendini göstermiş olan Haccâc b. Yûsuf’u 2.000 kişilik bir Suriyeli birliğin başında Mekke üzerine gönderdi. Tâif’te karargâh kurarak Mekke üzerine küçük çapta akınlar yapmaya başlayan Haccâc, halifeden kesin emir alır almaz Mekke’yi kuşattı. Muhasara altı ay kadar sürdü. Abdullah b. Zübeyr daha fazla dayanamadı ve yaptığı huruç hareketi sonunda birkaç sadık adamıyla birlikte öldürüldü (1 Ekim 692). Böylece Abdülmelik İslâm devletindeki iç karışıklıklara son vermiş ve birliği sağlamış oldu. Haricî İsyanlarının Bastırılması Abdullah b. Zübeyr tehlikesinin ortadan kaldırılmasından sonra Abdülmelik’in karşısında önemli bir muhalefet kalmamıştı. Ancak İran, Irak ve el-Cezîre bölgelerinde Haricîler büyük huzursuzluk kaynağı idiler. Kûfe ve Basra kuvvetleri Necdiyye Haricîlerini Yemâme’nin Muşahhar mevkiinde 73’te (692-93) mağlûp ettiler. Hicaz Valisi Haccâc b. Yûsuf’un sıkı tedbirleri, bölgede sükûnetin sağlanmasına yardımcı oldu. Bu arada Haccâc, Mekke kuşatması sırasında tahrip edilmiş olan Kâbe’yi tamir ettirdi (694). Abdullah b. Zübeyr’in ölümünden sonra Abdülmelik tarafına geçen ve Haricîlere karşı başarılı mücadeleleriyle şöhret kazanan Mühelleb b. Ebû Sufre, Irak valisi ve halifenin kardeşi Bişr b. Mervân’dan istediği desteği alamadığı için Haricîler karşısında başarılı olamıyordu. Irak’ın bu karışık durumuna son vermek için Abdülmelik 75 (694) yılında Haccâc b. Yûsuf ’u Irak valiliğine tayin etti. Burada Emevîlere karşı isyan halinde olan Haricîler küçük askerî birlikleriyle Emevî ordularını mağlup ediyorlar, Hz. Ali taraftarları da yöneticileri uğraştırıyorlardı. Haccâc aldığı sert tedbirlerle bir taraftan Kûfe ve Basra’da kısa sürede sükûneti sağlarken diğer taraftan da Mühelleb’e takviye kuvvetleri gönderdi. Mühelleb böylece, Fars bölgesinde Kâzerûn yakınında Ezrakîler ile yaptığı savaşı kazandı (12 Ocak 695). Yenilen Haricîler doğuya çekildiler, Ezrakîler’in reisi Katarî b. Fücâ` elMâzinî, 77’de (696-97) Mühelleb ile yaptığı savaşta öldürüldü; taraftarları da dağıldı. Ezrakîler’le savaş devam ederken diğer bir Haricî grubu olan Sufrîler el-Cezîre bölgesinde isyan çıkardılar. İki defa Kûfe’ye girmeye muvaffak olan Haricî reisi Emevîlere karşı isyanların merkezi haline gelen Irak valiliğine tayin edilince Kûfe’ye giren Haccâc, Kûfe Camii’ne gidip yüzünü bir örtüyle kapatmış bir şekilde minbere çıktı ve camide toplanan halka tarihe geçen şu meşhur konuşmasını yaptı: “Ben kopma zamanı gelmiş olgun kelleler görüyorum. Onları koparacak olan da benim. Ben diş söken yiğit oğlu yiğit, başımdaki sarığı çıkarırsam kim olduğumu anlarsınız. Ey Iraklılar! Ey nifak ve ayrılıkçılar, bozguncular! Emîrülmü’minîn Abdülmelik okluğundaki bütün okları çıkarıp tek tek yokladı ve beni en kuvvetli olarak görünce size yolladı. Yolda gelirken kamçımı düşürdüm; bu sebeple sizi terbiye için kılıcımı kullanacağım. Sizler azgınlık, muhalefet, tefrika ve bozgunculukta çok ileri gittiniz. Ya doğru yola gelip itaat edersiniz ya da kellenizi kopartırım...” (Taberî, VI, 202-204). 158 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Şebîb’e karşı Haccâc, sonunda Suriye’den yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Suriye’nin en seçkin kumandanlarından Süfyân b. Ebred el-Kelbî’nin Irak’a gelerek onlara karşı harekete geçmesi, Şebîb’i zor durumda bıraktı. Bir çarpışmada mağlûp olan Şebîb, Ahvaz bölgesinde Düceyl ırmağından geçerken atından düşerek boğuldu (697). Böylece Ezrakîler’den sonra Sufrîler de tesirsiz hale getirilmiş oldu. Fetihlere Yeniden Başlanması Abdülmelik, içeride sükûneti sağladıktan sonra fetihlere başladı. Haricî isyanlarının bastırılmasında büyük başarılar göstermiş olan Mühelleb b. Ebû Sufre, 697 yılında Horasan valiliğine tayin edildi. Ancak oldukça yaşlanmış olan Mühelleb, Mâverâünnehir’i fethetmek ve bu suretle hayatını daha büyük bir başarıyla kapamak istiyordu. Onun Horasan valiliği sırasında Mâverâünnehir’e akınlar yapıldı ve bazı başarılar elde edildi; fakat istenilen netice alınamadı. 699 yılında Kiş üzerine yürüyen ve burasını karargâh yapan Mühelleb, oğullarını civar bölgelerin fethine memur ettiyse de hiçbiri tam bir başarı sağlayamadı. 702’de Mühelleb öldü, yerine oğlu Yezid geçti. Haccâc, Yezid’i kısa süre sonra azletti ve ileride Mâverâünnehir fâtihi olacak olan Kuteybe b. Müslim’i Horasan valiliğine tayin etti (704). Irak umumi valisi Haccâc, Mühelleb’i Horasan valisi tayin ettiği sırada Ubeydullah b. Ebû Bekre’yi de Afganistan’daki Türk hükümdarı Rutbil (Zunbil) üzerine göndermişti. Ubeydullah, karşısına çıkan kuvvetleri mağlûp ederek Kâbil yakınlarına kadar gitti, fakat dağlık arazide daha fazla ilerlemenin tehlikeli olacağını düşünerek Rutbil’e anlaşma teklifinde bulundu. Rutbil bu teklifi kabul etti; ancak kumandanlarından birisi âniden hücuma geçerek Müslümanları ağır bir yenilgiye uğrattı; bu arada Ubeydullah savaş meydanında hayatını kaybetti. Bu mağlûbiyetin intikamını almak isteyen Haccâc, halifenin iznini aldıktan sonra Kûfe ve Basra ordugâhlarından 20.000 kişilik bir ordu kurdu. Ordunun techizi için hiçbir fedakârlıktan çekinmedi, hatta askerlerin maaşlarını bile peşin ödedi. Son derece iyi donatılmış olan bu orduya İslâm tarihinde ‘’Tâvus Ordusu’’ denmektedir. Ordunun kumandanlığına Kûfe ileri gelenlerinden İbnü’l-Eş’as tayin edildi. 699 yılında hareket eden Abdurrahman, önceki kumandanlardan ayrı bir yol takip ederek baskınlar yerine yavaş ve düzenli bir şekilde ilerlemeyi tercih etti. Rutbil’in haraç vermek şartıyla barış yapılması teklifini kabul etmedi. Zaptedilen şehir ve kalelere, Irak ile irtibatı sağlamak gayesiyle askerî birlikler ve posta memurları yerleştirdi. Kışın yaklaşması üzerine harekâtı durdurup durumu Haccâc’a bildirdi. Ancak Haccâc hiçbir mazeret kabul etmeyerek Abdurrahman’ın ilerlemesini, aksi halde kumandayı kardeşi İshak’a bırakmasını emretti. İbnü’l-Eş’as İsyanı İbnü’l-Eş’as Haccâc’ın ilerleme emri karşısında kumandanlarını toplayarak onlarla görüştü. Iraklılar Haccâc’dan nefret ediyorlardı; ayrıca uzak ülkelerde uzun ve zor bir savaş onların işine gelmiyordu. Sonunda Haccâc’a karşı isyan bayrağının açılmasına karar verildi. Abdurrahman, Irak’a dönmeden önce Rutbil ile bir anlaşma yaptı. Sîstan’ın (Sicistan) önemli şehirleri olan Büst ve Zerenc’e kendi adına valiler tayin etti. Haccâc’ı Abdülmelik’ten ayırmanın mümkün olamayacağını bilen âsiler, Abdurrahman’a halife olarak biat ettiler. Emevî hilâfetine cephe alan Şiî, Haricî ve diğer gayri memnunlar kitlesi Abdurrahman’ın bayrağı altında toplanıyordu. Bu isyanı bastırmada Iraklılar’a güvenmeyen Haccâc’ın yanında ise halifenin gönderdiği az sayıda Suriyeli asker vardı. Kuvvetlerinin azlığına rağmen Hûzistan bölgesinde onları durdurmaya çalıştıysa da başaramadı. Basra âsilerin 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 159 eline geçti. Geri çekilmektense mağlûp olmayı tercih eden Haccâc, Basra yakınında Zâviye mevkiinde karargâh kurdu (6 Şubat 701). Haccâc’ın Süfyân b. Ebred el-Kelbî kumandasındaki kuvvetleri bir ay müddetle Abdurrahman’a mukavemet etti ve hatta 14 Mart 701 tarihinde yapılan çetin savaşta âsileri yenilgiye uğrattı. Abdurrahman bundan sonra Kûfe’ye giderek şehri ele geçirdi ve Haccâc’ın Suriye ile irtibatını kesti. Haccâc bu tehlikeli durumda paniğe kapılmadı; Fırat’ın sağ sahilini takip ederek Suriye ile kolaylıkla irtibat sağlayabileceği Kûfe yakınındaki Deyrikurrâ’da karargâh kurdu. Iraklılar da şehri terkederek Suriyeliler’in karşısında Deyrülcemâcim’de müstahkem bir ordugâha yerleştiler (Nisan 701). İki ordu arasında başlayan küçük çaptaki çarpışmalar aylarca devam etti. Suriye’de çok zor durumda bulunan Abdülmelik’i, peşine her gün yüzlerce kişinin katıldığı Abdurrahman’ın başarıları büsbütün korkutuyordu. Bir taraftan Haccâc’a yardımcı kuvvetler gönderirken diğer taraftan Iraklılar’a akla gelmedik tâvizler veriyordu. Ancak Haccâc’ın azledilmesine kadar varan bu tâvizler bir sonuç vermedi ve meselenin halli tekrar kılıçlara kaldı. Tarihe Deyrülcemâcim Savaşı diye geçen savaşta sonucu yine Süfyân b. Ebred’in kuvvetli bir süvari hücumu tayin etti. Abdurrahman’ın birlikleri sayıca çok üstün olmalarına rağmen Suriyelilerin şiddetli mukavemetlerine dayanamayarak ağır bir yenilgiye uğradılar (Temmuz 701). Haccâc, galip sıfatıyla Kûfe’ye girdi; orada silâhını bırakanların biatını kabul etti. Biat merasiminde, öldürülmekten korkan Kûfeliler Haccâc’ın arzusuna uyarak, isyan ettikleri için İslâmiyet’ten çıkmış olduklarını itiraf etmek zorunda bırakıldılar. Pek az kişi böyle bir itiraftan kaçınma cesaretini gösterebildi. Bundan sonra Iraklılar yavaş yavaş toparlanmaya başladılar. Abdurrahman, Basra’yı ele geçiren Ubeydullah b. Abdurrahman el-Abşemî’nin yanına gitti. Fakat burada fazla kalmayıp Düceyl ırmağı kenarındaki Meskin’e geçti ve her taraftan kendisine katılan birliklerle tekrar Haccâc’ın karşısına çıktı. Günlerce çok kanlı bir şekilde devam eden savaş bir Suriyeli birliğin, bölgeyi iyi bilen bir kişinin rehberliğinde bataklıklar arasından geçerek Iraklılara arkadan saldırması üzerine Abdurrahman’ın mağlûp olmasıyla sonuçlandı. Kaçanların büyük bir kısmı bataklıklarda boğularak can verdiler. Abdurrahman ise Kirman üzerinden Sîstan’a kaçtı. Fakat Büst’teki valisi onu Haccâc’a teslim etmek üzere tutukladı. İşte tam bu sırada, daha önce kendisiyle anlaşma yapmış olduğu Rutbil onu kurtardı ve Kâbil’e götürdü. Dağılan Iraklı birlikler Ubeydullah b. Abdurrahman el-Abşemî ile Abdurrahman b. Abbas el-Hâşimî’nin kumandası altında toplanarak İbnü’l-Eş`as’ı Sîstan’a çağırdılar. İbnü’l-Eş`as Sîstan’a döndü, fakat Umâre b. Temîm el-Lahmî kumandasındaki bir Suriyeli birliğin yaklaşması üzerine tekrar Rutbil’e iltica etti. Umâre bütün Sîstan’ı itaat altına aldı (702). Haccâc, Rutbil’i çeşitli vaad ve tehditlerle Abdurrahman’ı kendisine teslim etmeye ikna etti. Haccâc’ın elinde işkence ile ölmektense intihar etmeyi tercih eden Abdurrahman yolda kendisini bir uçuruma atarak can verdi. Böylece birkaç yıldan beri devam eden ve Emevî hilâfetini ciddi bir şekilde tehdit eden son büyük isyan da bastırılmış oldu (704). Kuzey Afrika Seferleri Ukbe b. Nâfi`in şehit edilmesi (682) ve merkezde hilâfet mücadelelerinin başlamasından sonra Kuzey Afrika’ya yeteri kadar önem verilememişti. Bunun sonucu olarak bu ülkedeki İslâm hâkimiyeti tehlikeye düşmüş, hatta Müslüman kuvvetleri Mısır’a kadar geri çekilmek mecburiyetinde kalmışlardı. Tunus’un sahil kısımları Bizans’ın kontrolüne geçmiş, iç kısımlar ise yarı bağımsız olarak Küseyle adlı bir Berberî reisinin idaresi altına girmişti. Bu arada Müslümanlara karşı Bizans- 160 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Berberî ittifakı kurulmuş, Kayrevan Küseyle tarafından zaptedilmişti. Halife Abdülmelik, henüz Abdullah b. Zübeyr tehlikesi ortadan kaldırılmadan, Mısır valisi olan kardeşi Abdülazîz’e yardımcı kuvvetler göndererek bu tehlikeli gidişe son vermesini istiyordu. Züheyr b. Kays kumandasında merkezden gönderilen ordu, Berka üzerinden Tunus’a doğru ilerlemeye başlayınca Berberîler geri çekildiler ve Kayrevan Züheyr tarafından geri alındı. Bunun üzerine Berberîler Kayrevan’ın batısında Züheyr’in karşısına çıktılar; yapılan savaşta Berberîler mağlûp oldu, Küseyle de öldürüldü (69/688-689). Züheyr b. Kays’ın bu ilerleyişi karşısında Bizans İmparatoru II. Iustinianos, Kuzey Afrika’da tekrar duruma hâkim olmak için İstanbul’dan bir donanma gönderdi. Sicilya’dan da takviye kuvvetleri alan Bizans donanması Kartaca’ya asker çıkardı. Batıya doğru ilerlemekte olan Züheyr geri dönerek Bizans kuvvetleriyle karşılaştı. Yapılan savaşta Müslümanlar yenildi. Züheyr b. Kays’ın da şehit düştüğü bu savaşın 76 (695-696) yılında meydana geldiği kabul edilmektedir. Müslümanların bu mağlûbiyetinden faydalanmak isteyen Berberîler isyan ettiler; ancak aralarında birlik olmadığı için Kayrevan’daki Müslüman kuvvetlerine bir şey yapamadılar. Mısır Valisi Abdülazîz b. Mervân, halifeden yeni kuvvetler isteyince Hassân b. Nu`mân el-Gassânî kumandasında kuvvetli bir ordu Kuzey Afrika’ya sevkedildi. Kartaca zaptedildi; şehir halkının büyük bir kısmı Sicilya’ya kaçtı. Bizans İmparatoru Leontios, yeni bir donanma hazırlayarak 697 yılında Kartaca üzerine gönderdi. Bu sırada Hassân, Avrâs bölgesinde Kâhine adlı âsi bir kadınla uğraşıyordu. Berberîler’i etrafında toplayan Kâhine, Hassân’ı mağlûp ederek Berka’ya kadar geri çekilmeye mecbur etmişti. Bu sebeple Hassân Bizanslılar’ın Kartaca’ya asker çıkarmalarına engel olamadı. Fakat bir süre sonra takviye kuvvetleri alıp Kartaca’yı ve Bizans’ın eline geçen diğer şehirleri kurtardı. Ardından, sıra büyük bir alanda hâkimiyet kurmuş olan Kâhine’ye geldi. Hassân, 702’de Avrâs bölgesinde yapılan savaşta Berberîler’i yenilgiye uğrattı. Kâhine’nin savaş meydanında öldürülmesi üzerine dağılan Berberîler Hassân’ın müsamahalı tutumu sayesinde kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmeye başladılar. Böylece Kuzey Afrika’da İslâm hâkimiyeti sağlam bir şekilde kurulmuş oldu. Anadolu Seferleri Abdülmelik halife olduğu zaman, iç karışıklıklar sebebiyle Bizans İmparatorluğu ile barış yapmak mecburiyetinde kalmış, Çukurova bölgesinde Masisa’ya (Misis) kadar ilerlemiş olan Bizans’ı, her yıl büyük miktarda vergi vermekle durdurabilmişti. Bu ilk anlaşmadan birkaç yıl sonra Bizans İmparatoru ile Merdeîler (Cerâcime) yüzünden yeni bir anlaşma yapmak zorunda kalmıştı (70/689-90). Muâviye zamanında İslâm devletinin hâkimiyetini tanımakla beraber huzursuzluk çıkarmaktan da geri durmayan Merdeîler, Abdülmelik’in bulunduğu güç durumdan faydalanarak Suriye’ye akın düzenliyorlardı. Bizans ile yapılan ikinci anlaşma bu akınları durdurmak içindi. İçerde sükûnet sağlandıktan sonra Abdülmelik’in kardeşi Muhammed b. Mervân kumandasındaki ordu Anadolu’ya karşı yeniden seferlere başladı. 73 (692-93) yılında Bizans ordusu Sivas yakınlarında ağır bir yenilgiye uğratıldı. Aynı zamanda Osman b. Velîd kumandasındaki ikinci bir ordu da Bizans kuvvetlerini bulundukları bölgeden çıkartmış ve bu bölge yeniden Müslümanların idaresine geçmişti. Bu sırada Sımbat adlı bir gayri müslim reisi İslâm devletine karşı isyan etti. Bizans İmparatoru II. Iustinianos, daha sonra kendisini tahttan indirecek olan Leontios kumandasında Sımbat’a yardımcı bir kuvvet gönderdi. Müslümanlar başlangıçta başarılı olamadılar ve Abdülmelik vergi vermek şartıyla Bizans ile yeniden antlaşma imzaladı, fakat bu antlaşma da uzun sürmedi. Bir müddet sonra Müslü- 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 161 manlar büyük bir zafer kazanarak Maraş bölgesini hâkimiyetleri altına aldılar (695). Bu tarihten itibaren ‘Bizans gazâları’ başladı. 79’da (698-99) Suriye’deki veba salgınının verdiği şaşkınlıktan faydalanan Bizans ordusu deniz yoluyla Antakya’ya bir akın yaptı. Ertesi yıl Velîd b. Abdülmelik Anadolu’ya başarılı bir sefer düzenledi. 81 (700-701) yılında Abdülmelik’in oğlu Abdullah Erzurum’u fethetti. Ertesi yıl ise Bizanslılar, el-Cezîre Valisi Muhammed b. Mervân’ın İbnü’l-Eş`as’ın isyanı sebebiyle Irak’ta bulunmasını fırsat bilerek Samsat’a kadar ilerlediler. İsyanın sona ermesinin ardından Abdullah b. Abdülmelik Dârende’yi kuşattı ve uzun bir muhasaradan sonra 702 yılında burasını fethetti. Ertesi yıl Misis Müslümanlar tarafından geri alındı. Abdülmelik’in Vefatı, Şahsiyeti ve Bazı Önemli İcraatları Abdülmelik yirmi yıllık halifelikten sonra altmış yaşında Dımaşk’ta vefat etti (8 Ekim 705) ve burada defnedildi. Kendisinden sonra dört oğlu halife olduğundan, ona hükümdarlar babası anlamında ‘Ebü`l-mülûk’ denilmiştir. Oğulları arasında başarılı bir kumandan olan Abdullah (ö. 132/749-751), amcası Abdülazîz b. Mervân’ın ölümü üzerine Mısır valiliğine tayin edildi. Halife Abdülmelik zamanında teşebbüs edilen ve başarıya ulaştırılan önemli işlerden biri, ilk İslâmî sikkenin bastırılmasıdır. O tarihe kadar İslâm ülkelerinde Bizans ve Sâsânî paraları tedavülde idi. Ancak bu paraların kullanılması bazı mahzurlar doğuruyordu. Siyasî ve iktisadî sahalarda ortaya çıkan bu mahzurları gidermek için Abdülmelik altın (dinar) ve gümüş (dirhem) sikkeler bastırdı; böylece İran ve Bizans paralarını tedavülden kaldırmış oldu. Abdülmelik’in kültür alanında yaptığı en önemli icraat, Arapça’yı resmî dil olarak kabul etmesidir. Onun zamanına kadar divanlardaki defterler Suriye’de Rumca, İran’da ise Farsça olarak tutuluyordu. Buna bağlı olarak memurların büyük bir kısmı da Rum veya İranlı idi. Arapça’nın divanda kullanılması için ilk teşebbüs Haccâc tarafından yapılmıştır. Haccâc’ın İranlı kâtibi Zâdenferrûh b. Pîrî’nin yardımcısı Sâlih b. Abdurrahman hesapların Arapça tutulmasını teklif etti ve bu işi üzerine aldı. Kısa bir süre sonra da Abdülmelik Dımaşk’ta da Arapça’nın kullanılmasını emretti. Süleyman b. Saîd adında bir kişi, bir yıl içinde bu konuda büyük başarı elde ederek halifeden önemli miktarda mükâfat aldı. Abdülmelik daha küçük yaşlardan itibaren kendini Kur’an, hadis ve fıkıh ilimlerine vermiştir. Halife olmadan önce Emevî sarayında Şa`bî ve İbn Şihâb ezZührî gibi bilginlerden megazî ve hadis okuduğu gibi, daha sonraki yıllarda himayesine aldığı Urve b. Zübeyr’in bilgisinden de istifade etmiştir. Bu çalışmaları sonunda fıkıh ve hadis sahasında önemli bir gelişme sağlayan Abdülmelik, Medine ulemâsından Saîd b. Müseyyeb ve Urve b. Zübeyr gibi âlimlerin ilmî seviyesine ulaşmıştır. Hz. Osman, Ebû Hüreyre, Ebû Saîd el-Hudrî, Ümmü Seleme, Muâviye, Abdullah b. Ömer ve diğer bazı sahabelerden hadis öğrenmiş; Urve b. Zübeyr, Recâ b. Hayve ve Zührî gibi muhaddisler de ondan hadis rivayet etmişlerdir. Bununla beraber rivayet ettiği hadisler az olduğu için ismi muhaddisler arasında sık geçmez. Abdülmelik hadisle ilgisini halifeliği sırasında da sürdürmüş, doğu eyaletlerinde bilinmeyen ve meşhur olmayan hadislerin ortaya çıkışıyla yakından ilgilenmiş ve 695 yılı hac mevsiminde söylediği hutbede halkı bu hadislere karşı uyararak onları Kur’an’a ve dinin kesin hükümlerine sarılmaya çağırmıştır. Abdülmelik aynı zamanda ictihadda bulunabilecek kadar İslâm hukukuna vâkıf bir fakih idi. Ayrıca şiirle ilgilendiği ve sohbetlerinde daha çok edebî konular üzerinde durduğu, Hasan-ı Basrî ve Abdullah b. İbâz gibi devrin ileri gelen simalarıyla ce- 162 İslam Tarihi ve Medeniyeti I miyetin çeşitli meselelerini tartıştığı bilinmektedir. Bilginleri daima himaye ederdi. İlme olan saygısı sebebiyle İbn Ömer, Hasan-ı Basrî ve Enes b. Mâlik’i devrin meşhur valisi Haccâc’a karşı korumuş ve öldürülmelerine engel olmuştu. Abdullah b. Zübeyr ile mücadelesi sırasında Dımaşk’ta kendisini ziyaret eden Zührî’nin bütün borçlarını ödeyerek onu sıkıntıdan kurtarmıştı. Abdülmelik devrinde imar faaliyetlerine de önem verilmiş, artık büyük bir imparatorluk haline gelen İslâm devletinin her tarafında yollar ve köprüler yapılmış, birçok eser meydana getirilmiştir. Bunların başında, İslâm dünyasındaki ilk büyük camilerden biri olan Kudüs’teki Kubbetü’s-sahre’nin inşası gelmektedir. Irak’ın Basra ve Kûfe’den sonra üçüncü ordugâh şehri Vâsıt, Haccâc tarafından onun zamanında kurulmuştur. Haccâc, aynı zamanda valisi bulunduğu bölgelerde ziraata da büyük önem vermiş, sulama kanalları açtırmış ve halkın refah seviyesini yükseltmiştir. İslâm devletinin örgütlenmesi halife Ömer zamanında başlamış, Muâviye günün şartlarına göre bu teşkilâtı daha da geliştirmişti. Fakat devletin siyasî ve iktisadî bünyesi süratle değiştiği için teşkilâtı da buna uydurmak gerekiyordu. Bu bağlamda Halife Abdülmelik, gelişen ihtiyaçlara göre devletin idari ve mali bünyesinde bir takım düzenlemeler yaptı. Abdülmelik b. Mervân Emevî halifelerinin en büyüklerinden biridir. Halife olduğu sırada iç mücadeleler sebebiyle İslâm devleti parçalanmış olduğundan, hükmü ancak Suriye ve Mısır’da geçiyordu. Halifeliği döneminde iç karışıklıkları ortadan kaldırarak İslâm dünyasında birliği sağlamış, Kuzey Afrika’yı yeniden hâkimiyet altına almış ve Bizans’a üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Öldüğü zaman oğlu Velîd’e Atlas Okyanusu’ndan Ceyhun nehrine kadar uzanan siyasî, askerî ve idarî bakımdan sağlam bir devlet bırakmıştı. Resim 7.1 Abdülmelik b. Mervan döneminde inşa edilen Kubbetü’s-sahre 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 163 Özet Emevî Devleti’nin kuruluş sürecini ve Muâviye b.Ebû Süfyân’ın bu süreçteki rolünü tanımlayabilmek Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısında başlayan fitne hareketleri ve iç karışıklıklar Hz. Osman’ın katledilmesiyle sonuçlandı. Ardından halifeliğe getirilen Hz. Ali döneminde iç karışıklıklar artarak devam etti. Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırmada yavaş davrandığı gerekçesiyle ilk müslümalardan bir grubun muhalefetiyle karşılaşan. Hz. Ali bunlarla Cemel Savaşı’nda karşı karşıya geldi ve savaş Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlandı (656). Öte yandan Suriye valisi Muâviye Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali’ye biat etmeyi reddedip önce Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılmasını istedi ve III Halife’nin yakın akrabası olduğu gerekçesiyle kanını dava etti. Muâviye’nin halifelik iddiasıyla muhalefetini gittikçe artırması üzerine iki taraf Irak-Suriye sınırındaki Sıffîn’de karşı karşıya geldi (657). Savaşın şiddetlenip Hz. Ali’nin üstünlük sağladığı bir sırada Muâviye tarafından gelen teklif üzerine halifelik meselesinin çözümü hakemlere havale edildi, ancak somut bir sonuç elde edilemedi. Hz. Ali’nin bir suikast sonucu yaralanması ve birkaç gün sonra da vefat etmesi üzerine Kûfe’de oğlu Hz. Hasan’a halife olarak biat edildi (661). Muâviye onun halifeliğini de tanımadı ve ona karşı caphe aldı. Sonuçta Hz. Hasan hem Kûfeliler’e güveni kalmadığı hem de Müslümanlar arasında daha fazla kan dökülmesinin önüne geçmek için Muâviye ile barış antlaşması imzalayarak onun lehine halifelikten çekildi. Muâviye b. Ebû Süfyan’ın halife olmasıyla Hulefâ-yi Râşidîn devri sona erdi ve doksan yıl sürecek Emevî Devleti kuruldu (661). Hilâfetin saltanata dönüşmesini tartışabilmek Muâviye b. Ebû Süfyan’ın halifeliğinde İslâm tarihinde yeni bir dönem başladı. Bu, hilâfetin saltanata dönüşmesidir. Muâviye’den önceki halifeler ilk Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’in yakın arkadaşlarından yönetime ehliyetli olup istişare yolu ile halife seçilmişlerdi. Muâviye ise siyasi mücadele sonunda kılıç zoruyla hilâfet makamını işgal etti. Öte yandan kendisinden sonra halife olmak üzere oğlu Yezid’i veliaht tayin etti ve sahabelerden önemli bir kısmının muhalefetine rağmen sağlığında oğlu için biat almaya çalıştı. Böylece halifeliğin intikalinde iştişare ve seçime dayalı ehliyet prensibi ihmal edilerek veraset esas oldu. Sonuçta hilâfet saltanata dönüşmüş ve daha sonra kurulan İslâm devletlerinde de bu sistem uygulanmıştır. Emevî halifelerinin bu makama geliş yöntemi yanında şahsî hayatlarında Müslümanların tepkisini çeken davranışları ve kuvvete dayanarak muhalifleri sert tedbirlerle sindirmeleri de tenkide konu olmuştur. Abdülmelik b. Mervan dönemine kadar gerçekleştirilen fetihleri değerlendirebilmek Emevîler döneminde çeşitli iç karışıklıklar yaşanmakla birlikte fetih harekâtına devam edilmiş ve önemli bölgeler İslâm topraklarına katılmıştır. Muâviye döneminde Suriye orduları Bizans hâkimiyetindeki Anadolu ve Ermenistan, Irak orduları Horasan. Mâverâünnehir ve Sind, Mısır orduları da Kuzey Afrika topraklarında savaştılar. Anadolu’ya yapılan seferler yaz ve kış aylarında olmak üzere yılda iki defa düzenleniyordu. Emevîler döneminde gerçekleşen üç İstanbul kuşatmasından ikisi Muâviye döneminde yapılmıştır. I. Yezid döneminde Ukbe b. Nâfi Kuzey Afrika’yı baştanbaşa geçmiş ve Atlas Okyanusu’na kadar ulaşmıştır. Abdülmelik b. Mervan döneminde Kuzey Afrika’da Bizans kuvvetleri ve Berberîlere karşı başarılı mücadeleler verilmiş bölgede İslâm ordusunun hâkimiyeti yeniden sağlanmıştır. Anadolu’da da Bizans’a karşı seferlere devam edilmiş, Irak valisi Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin Horasan valiliğine tayin ettiği Mühelleb b. Ebû Sufre bölgede itaatı yeniden sağlamıştır. Emevîlerin ilk döneminde yaşanan olayların ve bazı uygulamaların devletin yıkılış sürecindeki etkisi üzerinde fikir yürütebilmek Muâviye b. Ebû Süfyan’ın Hz. Ali ve Hz. Hasan’a karşı güç kullanarak halifeliğe gelmesi öteden beri İslâm toplumunda eleştirilen bir husus olmuştu. Muâviye’nin sağlığında oğlu Yezid’i veliaht tayin ederek hilâfetin saltanata dönüştürmesi de ciddi tepkilere sebep oldu. Muhaliflerin kuvvet kullanılarak susturulmaya çalışılması, kabile asabiyetine dayalı ırkçı politika izlenmesi, Ehl-i Beyt mensupları ve taraftarlarının baskı altında tutulması, hükümdarların takip ettiği şiddet politikası yüzünden Hucr b. Adiy, Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr gibi önemli şahsiyetlerin öldürülmesi, Harre Vakası, Kâbe’nin kuşatılıp tahrip edilmesi gibi olaylar İslâm toplumunun vicdanında derin yaralar açmış ve devletin ayakta kalış süresini azaltmıştır. 1 2 3 4 164 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Muâviye b. Ebû Süfyân Hz. Ali’ye karşı cephe aldığında aşağıdaki görevlerden hangisini yürütüyordu? a. Kuzey Afrika valiliği b. Suriye valiliği c. Mısır valiliği d. Irak valiliği e. Basra valiliği 2. Muâviye’nin İslâm siyasi tarihinde kalıcı iz bırakan en belirgin uygulaması aşağıdakilerden hangisidir? a. Stratejik öneme sahip cephelerde başarılı kumandanlar tayin etmesi b. Yeni kurduğu bir devlete yeni bir başkent seçmesi c. Oğlu Yezid’i veliaht tayin ederek hilâfeti saltanata çevirmesi d. İcraatlarını beğenmediği yönetime karşı ayaklanması e. Saray teşkilatını kurması 3. Aşağıdakilerden hangisi Muâviye’nin hükümdarlık dönemi olaylarından biri değildir? a. Kıbrıs’ın feth edilmesi b. Hucr b. Adiy ve arkadaşlarının öldürülmesi c. Mugîre b. Şube’nin Kûfe valiliğine tayin edilmesi d. Haricî isyanlarının bastırılması e. Divânü’l-berîd’in kurulması 4. Bizans başkenti İstanbul, Emevî hükümdarlarından hangisi döneminde iki defa kuşatılmıştır? a. Yezid b. Muâviye b. Abdülmalik b. Mervan c. Hişâm b. Abdülmelik d. Süleyman b. Abdülmelik e. Muâviye b. Ebû Süfyan 5. Kuzey Afrika’da Kayrevan şehrini Mağrib fetihleri için üs olarak kurup İslâm topraklarını Atlas Okyanusu’na kadar genişleten kumandan aşağıdakilerden hangisidir? a. Amr b. Âs b. Muâviye b. Hudeyc c. Müslim b. Ukbe d. Ukbe b. Nâfi e. Târık b. Ziyâd 6. Hz. Hüseyin’in şehit edildiği Kerbelâ hadisesinin tarihi aşağıdakilerden hangisinde verilmiştir? a. 10 Ekim 680 b. 29 Temmuz 661 c. 24 Eylül 683 d. 11 Kasım 683 e. 22 Haziran 684 7. II. Muâviye’nin halifeliği nasıl sona ermiştir? a. Muhalifleri tarafından öldürülmüştür. b. Muhalifleri tarafından tahttan indirilip hapsedilmiştir. c. Kendi arzusuyla halifelikten çekilmiştir. d. Halife iken eceliyle ölmüştür. e. Halifelik süresi bitince yerine başkası seçilmiştir. 8. Mercirâhit savaşı aşağıdakilerden hangisi arasında gerçekleşmiştir? a. Yezid b. Muâviye ile Hz. Hüseyin arasında b. Muâviye ile Hz. Hasan arasında c. II. Muâviye ile Abdullah b. Zübeyr arasında d. Mervan b. Hakem ile Dahhâk b. Kays arasında e. Abdülmelik b. Mervan ile Muhtâr es-Sekafî arasında 9. Aşağıdakilerden hangisi Emevîlere karşı isyan eden liderlerden biri değildir? a. Abdullah b. Zübeyir b. Muhtâr es-Sekafî c. İbnü’l-Eş’as d. Dahhâk b. Kays e. Mugîre b. Şu’be 10. Aşağıdakilerden hangisi Abdülmelik b. Mervan’ın icraatları arasında yer almaz? a. Bizans başkenti İstanbul’u kuşatmak üzere ordu sevk etmesi b. Mahallî dillerde tutulan divanları Arapça’ya tercüme ettirmesi c. Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’yi Irak valiliğine getirmesi d. Bizans’a karşı askerî seferler düzenlemesi e. İlk İslâm parasını bastırması 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 165 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 4. e Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 5. d Yanıtınız doğru değilse “Muâviye b. Ebû Süfyan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 6. a Yanıtınız doğru değilse “I. Yezid Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “II. Muâviye Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Mervan b. Hakem Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse ilgili başlıkları yeniden okuyunuz. 10. a Yanıtınız doğru değilse “Abdülmelik b. Mervan Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Muâviye, 17 (638) yılında Hz. Ömer tarafından Ürdün, ertesi yıl da Dımaşk valiliğine tayin edildi. 19 (640) yılından sonra halifenin emriyle Filistin’in sahil şehirlerinden Kaysâriye, Askalân ve Trablusşam’ı aldı, sahillere karakollar kurup asker yerleştirdi. Bu arada Bizans’tan kalma tersanelerden yararlanarak İslâm donanmasında ilk deniz birliklerini teşkil etti. Arkasından sahillere yakınlığı dolayısıyla tehlike oluşturan Kıbrıs’a sefer düzenlemek için halifeden izin istediyse de alamadı. Hz. Osman döneminde Filistin, el-Cezîre, Humus ve Kınnesrîn’in de uhdesine verilmesiyle Suriye genel valiliğine getirilen Muâviye yeni halife ile olan akrabalığı sayesinde daha rahat hareket etmeye başladı. İslâm öncesinde Suriye’ye yerleşmiş bulunan Benî Kelb’den bir kadınla evlenip bölgenin en büyük kabilesini arkasına aldı ve birkaç yıl sonra halifenin de aynı kabileden bir kadınla evlenmesini sağlayarak aralarındaki yakınlığı pekiştirdi. Böylece Kelbîler’e ve halifeye dayandırdığı güç ve itibarını gittikçe arttırdı; kendisine çok bağlı disiplinli bir ordu kurmanın yanında başarılı yönetimiyle bölge halkının gönlünü kazandı. 27 (648) yılında Kıbrıs’a bir donanma gönderilmesi hususunda Hz. Osman’ı ikna eden Muâviye, yolladığı 1700 parçalık filo ile adayı kan dökmeden yılda 7200 altın haraca bağladı; beş yıl sonra da ikinci bir sefer düzenleyip buraya 12.000 kişilik bir ordu yerleştirdi. Sıra Sizde 2 Hz. Peygamber’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da siyasi amaçlar uğruna hunharca şehit edilmesi Müslüman kamuoyunun vicdanında derin yaralar açmış ve ilk günlerden itibaren konuyla ilgili çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bunların başında “maktelü’l-Hüseyin” (Hz. Hüseyin’in şehit edilişi) adını taşıyan eserler yer alır. Özellikle Arap, Fars ve Türk edebiyatında bu türün çok sayıda örneği mevcuttur. Arap edebiyatında Ebû Mihnef ’in (ö. 157/773-74) Maktelü’l-Hüseyn adlı eseri, Fars edebiyatında Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin (1504) Ravzatü’ş-şühedâ’sı ve Türk edebiyatında Fuzûlî’nin (1556) Hadîkatü’s-süadâ’sı en meşhur eserlerdir. Ayrıca çok sayıda müstakil mersiye de kaleme alınmıştır. Sıra Sizde 3 Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinin sonuçlarından biri de Tevvâbûn hareketidir. Tevvâbûn, pişman olanlar, tevbe edenler demektir. Emevî yönetimine karşı mücadele için Hz. Hüseyin’i ısrarla Kûfe’ye davet edip giyabında biat ettikleri halde daha sonra onu yalnız bırakan ve böylece en yakınlarıyla birlikte Kerbelâ’da acımasızca öldürülmesine sebep olan Kûfeliler, yaptıklarına pişman olup büyük bir günah işledikleri kanaatiyle suçluluk duygusu içinde Hz. Hüseyin’in katillerinden intikam almak ve bu uğurda ölmek üzere muhalefet hareketi başlattılar. Kendilerine Tevvâbûn adını veren gurubun liderliğini Süleyman b. Surâd adlı sahabe yürütmekteydi. I. Yezid’in ölümüne kadar (683) faaliyetlerini gizli olarak yürüten gurup Mervân b. Hakem döneminde ayaklandı. Ancak Ubeydullah b. Ziyâd’ın gönderdiği Emevî kuvvetleriyle yapılan Aynü’l-Verde Savaşı’nda büyük bir yenilgiye uğradı. Süleyman b. Surâd öldürüldü (685). 166 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Sıra Sizde 4 Mervan b. Hakem, hicretin 2. yılında (623-24) Mekke’de doğdu. Hz. Osman’ın amcası Hakem b. Ebü’lÂs b. Ümeyye’nin oğludur. Hz. Peygamber’e karşı düşmanca bir tavır takınıp ona eziyet edenlerle birlikte hareket eden babası Hakem, Mekke fethinin ardından Müslüman olmakla birlikte olumsuz tavrını devam ettirdi. Hz. Peygamber’i taklit etmesi, evini gözetlemesi ve Müslümanların sırrını ifşa etmesi yüzünden Tâif ’e sürüldü. Hz. Ebû Bekir ve Ömer, Hakem ve ailesinin Medine’ye dönmek için yaptığı müracaatları kabul etmediler. Hz. Osman halife olunca Hakem ve ailesinin Medine’ye dönmesine izin verdi ve onlara çeşitli ihsanlarda bulundu; o sırada yirmi yaşlarında olan Mervân’ı da devlet kâtipliği gibi önemli bir göreve getirdi. Hz. Osman’ın bu icraatları bazı sahabeler tarafından eleştirilmesine sebep oldu. Kaynaklarda, halifenin bilgisi dışında onun ağzından eski Mısır valisine yazdığı söylenen mektup dolayısıyla vuku bulan üzücü olayların baş sorumlusu olarak gösterilen Mervân evinin kuşatılması sırasında Hz. Osman’ı savundu ve çıkan çatışmalar esnasında ağır şekilde yaralandı. Mervân, Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından halife seçilen Hz. Ali’ye biat etmedi. Ümeyye ailesinin diğer fertleri gibi Medine’den ayrılıp Mekke’ye gitti ve Hz. Âişe’nin yanında Cemel Vakası’na katıldı. Yenilgiye uğradıklarını farkettiği sırada Hz. Osman’ın düşmanlarından saydığı ve onun öldürülmesinden sorumlu tuttuğu Talha b. Ubeydullah’ı bir okla öldürdü. Ağır şekilde yaralandığı Cemel Vakası’ndan sonra Medine’ye giderek Hz. Ali’ye biat etti ve oraya yerleşti. Muâviye’nin Hz. Ali’ye karşı başlattığı mücadele sırasında ona açıkça destek vermekten kaçındı. Muâviye tarafından kısa bir süre Bahreyn valiliğiyle, ardından merkezi Medine olan Hicaz valiliğine getirildi. 662-669 yılları arasında bu görevi sürdüren Mervân beş yıllık bir aradan sonra tekrar bu göreve tayin edildi ve iki yıl daha valilik yaptı (674-676 veya 677). Görevden alınınca Medine’de oturmaya devam etti. Muâviye’nin ölümünden (680) sonra Mervân Yezid’den daha fazla yakınlık gördü. Yezid’in Medine valisine, Yezid’e biat etmek istemeyen Hz. Hüseyin ve Abdullah b. Zübeyr’e karşı kuvvet kullanmasını tavsiye etti. Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in katledilmesine Müslümanların gösterdiği tepki ve Medine halkının Abdullah b. Hanzale liderliğinde Emevî yönetimine karşı ayaklanması sırasında (683) nüfusları 1000 civarında gösterilen Ümeyyeoğulları ile birlikte zor durumda kaldı. Abdullah b. Zübeyr’i destekleyen muhalifler Mervân’ın mâlikânesine sığınan Ümeyyeoğulları’nı muhasara altına aldılar. Mervân Yezid’den yardım istedi. Yezid kuşatma altındaki akrabalarını kurtarmak ve muhalifleri itaat altına almak için büyük bir orduyu Medine üzerine gönderdi. Medineliler, Mervân ve Ümeyyeoğulları’nı üzerlerine gelen orduya yardımcı olmamaları şartıyla serbest bıraktılar. Ancak Yezid’in ordusuyla Vâdilkurâ’da karşılaşan Mervân ve yakınları Medineliler’e verdikleri sözden döndüler. Mervân ve oğlu Abdülmelik, şehrin durumunu Yezid’in kumandanı Müslim b. Ukbe’ye anlatarak gereken taktikleri vermek suretiyle savaşı Yezid’in ordusunun kazanmasında önemli rol oynadılar, ayrıca bu orduya katılıp Harre Savaşı’nda (Ağustos 683) onların safında yer aldılar. Bu savaşın ardından Medine üç gün boyunca yağmalandı. Harre Savaşı’ndan sonra Yezid’in davetiyle Dımaşk’a giden Mervân ikramlarla karşılandı. I. Yezid’in oğlu II. Muâviye’nin ardından Emevî halifeliğine getirildi. 7. Ünite - Kuruluşundan Abdülmelik b. Mervan’a Kadar Emeviler 167 Yararlanılan Kaynaklar Akyüz, V. (1991). Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İs - tanbul. Algül, H. (1987). İslâm Tarihi, II, İstanbul. Apak, A. (2008). Anahatlarıyla İslâm tarihi (3): Emevîler Dönemi, İstanbul. Avcı, C. (2003). İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul. Aycan, İ. (1990). Saltanata GidenYolda Muâviye bin Ebî Süfyan, Ankara. Aycan, İ.-Sarıçam, İ. (1993). Emevîler, Ankara. Hammâş, N. (1980). el-İdâre fi’l-’asri’l-Ümevî, Dımaşk. Hitti, P. H. (1980). Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi (çev. Salih Tuğ), II, İstanbul. İbnü’l-Esîr (1979). el-Kâmil fi’t-târîh, I-XIII, Beyrut. Kılıç, Ü. (2001). Tartışmaların Odağındaki Halife Ye - zid b. Muâviye, İstanbul. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in So - nuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Küçükaşçı, M. S. (2000). “Anadolu’da Arap-Bizans Mü - cadelesi ve “Sâife” Seferleri”, Türk Kültürü İncele - meleri Dergisi, II, İstanbul, s. 9-30. Ostrogorsky, G. (1991). Bizans Devleti Tarihi (Çev. Fikret Işıltan), Ankara. Shaban, M. A. (1971). Islamic History: A New Interpretation A. D. 600-750, Cambridge. Taberi (1972). Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk (nşr. Ebu’lFazl İbrahim), I-XI, Beyrut. Theophanes (1997). The Chronicle of Theophanes Confessor, Byzantine and Near Eastern History AD. 284-813 (Trans. Cyril Mango and Roger Scott), Oxford. Uçar, Ş. (1990). Anadolu’da İslâm-Bizans Mücadelesi, İstanbul. Wellhausen, J. (1963). Arap Devleti ve Sukutu (çev. Fikret Işıltan), Ankara. Yiğit, İ. (1995). “Emevîler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, XI, 87-92. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi “Abdül - melik b. Mervan”, “Harre Savaşı”, “Mervan b. Ha - kem”, “Muâviye b. Ebû Süfyan”, “Muâviye II” ve “Savâif ” maddeleri. 8 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; I. Velid zamanındaki fetihleri ve medeni gelişmeleri tanımlayabilecek, Ömer b. Abdülaziz’in İslâm tarihindeki yerini açıklayabilecek, Abbasî ihtilalinin oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilecek, Emevîlerin yıkılış süreci ve sebeplerini anlatabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • I. Velid • Süleyman b. Abdülmelik • Ömer b. Abdülaziz • II. Yezid • Hişâm b. Abdülmelik • II. Velid • III. Yezid • İbrahim b. Velid • II. Mervan • Mesleme b. Abdülmelik • Musa b. Nusayr • Kuteybe b. Müslim • Nasr b. Seyyâr • Mevalî • Abbasî Daveti • Aynülcer Savaşı • Zapsuyu Savaşı • Battal Gazi • Emeviyye Camii • Remle • Rusâfe • Harran • Humeyme, Horasan İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler • VELİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ • SÜLEYMAN b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ • FARKLI BİR EMEVÎ HALİFESİ PORTRESİ ÖMER b. ABDÜLAZİZ • YEZİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ • ÇÖKÜŞE DİRENEN HİŞAM b. ABDÜLMELİK • SON DÖNEM EMEVÎ HALİFELERİ • EMEVİLERİN YIKILIŞI VE II. MERVAN İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I VELİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ Emevî halifelerinin altıncısı olan Velid 672’de Medine’de doğdu. Babası Abdülmelik b. Mervan, annesi Gatafûn kabilesinden Vellâde bint Abbas’tır. Velid’in çocukluğu ve gençliği hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Abdülmelik çok sevdiği Velid’i iyi yetiştirmek istemiş, ancak yanından ayrılmasını da arzu etmemişti. Bundan dolayı Arapça dil kurallarını ve gramer inceliklerini öğrenmesi için Velid’i çöle göndermeyerek eğitim ve öğretimini sarayda alması için çaba gösterdi. Velid’in konuşurken fazla dilbilgisi hatası yaptığını görünce çöle göndermediğine pişman olmuş ve bunu şöyle dile getirmişti: “Velid’e olan sevgimiz bize çok ağıra patladı.” Açık ve düzgün konuşamayan Velid halife olunca Arapça gramer hocası tutarak bu eksikliğini gidermeye çalışmıştı. Yirmi dört yaşında Bizans’a karşı sefere gönderilen (696) Velid, 697’de hac emirliği görevini üstlendi. Halifeliği kendi çocuklarına bırakmak isteyen Abdülmelik daha önce babası tarafından ikinci veliaht tayin edilen Mısır valisi Abdülaziz’i bundan vazgeçirmek için bazı girişimlerde bulundu. Abdülmelik’in yakın çevresindeki bazı kimselerden destek bulamaması ve Abdülaziz’in bu teklife şiddetli bir şekilde çıkması üzerine iki kardeşin arası açıldı. Abdülaziz’in vefatı üzerine (705) rahatlayan Abdülmelik, oğullarından Velid’i birinci Süleyman’ı ise ikinci veliaht tayin etti. Abdülmelik’in vefatı üzerine (8 Ekim 705) Velid Emevî tahtına çıktı. Velid Zamanında Fetihler Devletin değişen siyasi ve iktisadi bünyesini dikkate alarak devleti yeniden yapılandıran Abdülmelik oğlu Velid’e, Atlas Okyanusu’ndan Ceyhun nehrine kadar uzanan geniş topraklara egemen, siyasi, askerî ve idari bakımdan sağlam bir devlet bıraktı. Kendisine bırakılan mirasın farkında olan Velid babasının bıraktığı yerden icraatları sürdürdü. Başta Irak genel valisi Haccâc b. Yusuf olmak üzere bu yeniden yapılandırmaya katkıda bulunanları görevlerinde bırakarak İslâm tarihinin ikinci büyük fetih harekâtını başlattı. Bu dönemde fetihler Hazar ülkesi, Orta Asya ve Hindistan, Kuzey Afrika ve İspanya ile Anadolu üzerinde yoğunlaştı. Başta Velid’in kardeşi Mesleme b. Abdülmelik olmak üzere Kuteybe b. Müslim, Muhammed b. Kasım es-Sekafî, Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyâd gibi İslâm tarihinin ünlü komutanları Emevî Devleti’ni en geniş sınırlara ulaştırdılar. Bu fetihler neticesinde, gelecekte İslâm’ın bayraktarlığını yapacak olan başta Türkler olmak üzere Arap olmayan unsurların İslâmlaşması hızlandı. I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 170 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Orta Asya Seferleri Velid zamanında Asya fetihleri Irak valisi Haccâc b. Yusuf tarafından yönetiliyordu. Ülkedeki iç karışıklıkların durulmasında önemli rol oynayan Haccâc, Velid’in işbaşına geldiği yıl Kuteybe b. Müslim’i Horasan valiliğine tayin etti. Kuteybe tıpkı Haccâc gibi muktedir bir kimse olup, orduyu sevk ve idaresi kusursuzdu. Kuteybe vilâyet merkezi Merv’e ulaşınca ilk olarak buraya komşu olan Toharistan ve Maveraünnehir’den gelebilecek tehditleri önlemeye yönelik çalışmalar yaptı. Her iki bölgede de Türkler vardı, ancak aralarında siyasi birliktelik yoktu. İlk olarak Tohâristan’ın merkezi Belh’teki isyanı barış yoluyla bastıran Kuteybe, buradaki dihkanları yanına alarak Ceyhun nehrini geçti. Daha sonra Tohâristan şehirlerinden Aherun ve Şûmân’ı hâkimlerinin barış teklifini kabul ederek fetheden Kuteybe orduyu kardeşi Salih’e bırakarak Merv’e döndü. Salih onun ardından Kâşân ve Fergana’yı fethetti (705). Merv’e gelen Kuteybe, Tohâristan’ın Türk hükümdarı Nîzek Tarhan’a elçi göndererek hâkimiyetini tanımasını ve elindeki Müslüman esirleri serbest bırakmasını teklif etti. Kuteybe önerisini kabul Nîzek ile başkent Bâdegıs’e girmemek şartıyla barış yaptı (706). Tohâristan’ın siyasi birlikteliği sağlandıktan sonra iç çekişmelerin yaşandığı ve önemli bir ticaret şehri olan Beykent Müslümanların hâkimiyeti altına alındı. Kuteybe’nin muhafız birlikleri bırakarak ayrılmasından kısa bir süre sonra Beykent halkı ayaklandı. Bunun üzerine geri dönen Kuteybe, bir ay süren kuşatmadan sonra bu defa şehri savaşla fethederek çok miktarda ganimet elde etti (706). Kışı Merv’de geçiren Kuteybe baharda Buhara seferine çıktı. Nûmişkes ve Râmisen şehirlerini barış yoluyla fethetti. Bu iki şehrin İslâm hâkimiyetine girmesi, bölgedeki Türkleri Kuteybe’ye karşı birlikte harekete etmeye yöneltti. Kuteybe Râmisen’den ayrıldığında Soğd ve Fergana halkının da katıldığı büyük bir Türk ordusuyla karşılaştı. Şiddetli bir savaştan sonra onları yenmeyi başardıysa da, Buhara üzerine gitmekten vazgeçerek Merv’e döndü (707). Bölgede siyasi istikrarın sağlanması için Buhara’nın İslâm egemenliğine girmesi gerekiyordu. Bu konuda Haccâc tarafından da uyarılan Kuteybe 708’de yeniden sefere çıktı. Ceyhun’u geçtikten sonra karşısına çıkan Soğd, Kiş ve Nesef ordularını yenerek yoluna devam etti. Ancak Buhara Hükümdarı Verdân Hudât ile yaptığı çatışmalardan bir netice alamadan Merv’e dönmek zorunda kaldı. Ertesi yıl yeniden Buhara üzerine yürüdü ve şiddetli bir kuşatmadan sonra Türk müttefiklerin mukavemetini kırdı. Kendisine askerî yardım yapılması, vergi ödenmesi, şehirdeki evlerin yarısının Müslüman fatihlere bırakılması ve kaleye Müslüman muhafızlar yerleştirilmesi şartlarıyla şehri teslim aldı (709). Buhara’nın zaptı Mâverâünnehir fetihleri için önemli bir dönüm noktası oldu; sıra diğer önemli merkez Semerkant’a geldi. Birkaç defa zaptına teşebbüs edilen fakat çeşitli sebeplerle fethedilemeyen Semerkant, fethedilmiş bölgeler için de bir güvensizlik kaynağı idi. Maveraünnehir’in tamamını ele geçirmeyi amaçlayan Kuteybe, Müslümanların egemenliği altına alınan bölgelerin yerlilerinden ordusunu sürekli takviye ediyordu. Semerkant’ın fethi için hazırlanan orduda Arap, Harizmli, Buharalı ve Horasanlı askerler vardı. Buhara’dan ayrılan Kuteybe, bir süredir kendisiyle birlikte savaşlara katılan Eftalit Prensi Tarhan Nîzek’ın isyanıyla karşılaştı. Nîzek Belh, Merverrûz, Tâlekan, Firyâb ve Cûzcân hükümdarlarına mektup göndererek onları da isyana çağırmıştı. Bunun üzerine harekete geçen Kuteybe isyanları birer birer bastırarak Nîzek’i ortadan kaldırdı (91/709-710). Kuteybe 92’de (710-711) çıktığı Sicistan seferinden Zâbulistan’ın Türk Hükümdarı Rutbîl’in barış isteğini Sâsânîler döneminde İran’da ve Orta Asya’da, sayıları hiç de az olmayan soylular sınıfına dihkan denilirdi. Ortaçağ’daki bazı İslâm devletlerinin idari örgütlerinde de köy reisi, şehir ve yöre beyi anlamında kullanılıyordu. Mâverâünnehir’de tarihî bir şehir olan ve etrafındaki çöl ve bozkırlarda ciddi oranda Türk nüfusu barındıran Buhara ilk defa 674’de Muâviye’nin Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından fethedildi. Bu sırada şehrin hükümdarı Türk hakanının eşi Bîdûn Hatun idi. Yapılan antlaşmaya rağmen burada İslâm hâkimiyeti sürekli olmadı ve şehir bazen kontrolden çıktı. Adı şehrin nispet edildiği kişi olan Semer ile Soğdca şehir anlamındaki kent sözcüğünden gelir. İlk ve ortaçağda Orta Asya’nın, hatta dünyanın en büyük şehirlerinden olan, Müslümanların ilk defa 676’da barış yoluyla fethettikleri ve hâkim olmakta zorlandıkları Semerkant’ın Türk tarihinde de önemli bir yeri vardır. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 171 kabul edip bölgeyi egemenliği altına alarak döndü. Ardından Semerkant için harekete geçen Kuteybe ilk olarak iç karışıklıklar sebebiyle kargaşa ortamının egemen olduğu Hârizm’i barış yoluyla fethetti (712). Daha sonra barışı bozan Soğd hükümdarının üzerine yürüdü; Şâş ve Fergana meliklerinin destek birliklerinin yolunu kesip Soğd’un merkezi ve Mâverâünnehir’in en müstahkem şehri olan Semerkant’ı kuşattı. Çaresiz kalan Soğd hükümdarı Emevî hâkimiyetini tanımaya ve vergi ödemeyi kabul etmeye mecbur oldu. Kuteybe böylece bir yıl içinde Hârezm’in merkezi Fîl ve Soğd’un merkezi Semerkant’ı fethedip Merv’e döndü (712). Bölgedeki fetihlere devam eden Kuteybe ertesi yıl Ceyhun’u tekrar geçerek Şâş ve Fergana’yı İslâm egemenliğine soktu. Böylece Soğd’un Buhara ve Semerkant dışında Pencikent, Varahşa, Kobudan, İştihan, Maymurg, Keş, Beykend gibi önemli şehirleri de İslâm hâkimiyetine girdi. Kuteybe Orta Asya’ya doğru fütuhatını sürdürürken en büyük destekçisi Haccâc’ın vefat haberini alınca (Haziran 714) seferlerini durdurdu. Askerinin bir kısmını terhis edip hilâfet merkezinden gelecek emirleri beklemek üzere Merv’e döndü. Halife Velid gönderdiği mektupta hizmetlerini övdü ve kendisini Irak valiliğinden ayırdığı Horasan valiliğinde bıraktığını bildirerek seferlerine devam etmesini istedi. Kuteybe’nin son seferi Çin sınırlarına en yakın şehir olan Kâşgar’dı (715). Elçiler vasıtasıyla yapılan karşılıklıklı görüşmelerde Çin hükümdarı cizye vermeyi kabul etti. Merv’e dönerken Halife Velid’in ölmesi ve yerine Süleyman b. Abdülmelik’in geçmesiyle Kuteybe’nin buradaki faaliyetleri sona buldu (715). Haccâc Fars bölgesinin merkezi Şîraz’daki öncü kuvvetlerinin başına getirdiği akrabası Muhammed b. Yusuf es-Sekafî’yi daha sonra Sind’in fethiyle görevlendirdi. Muhammed Suriyeli askerlerden oluşan kuvvetleriyle ve takviye birliklerini deniz yoluyla Deybül’e gönderdikten sonra Mekrân’a doğru yola çıktı. Mekrân’a ulaşınca (711) Kannezbûr ve Ermâil’i fethetti; daha sonra da kendisine katılan müstakbel Sind valisi Muhammed b. Harun’un ordusuyla birlikte Ermâil’den Deybül’e gidip şehri kuşattı. Üç ay süren kuşatmanın sonunda Müslümanlar tarafından Hindistan’da ilk defa kullanılan mancınıkla ünlü kulenin yıkılmasıyla şehir fethedildi (712). Muhammed emniyeti sağladıktan sonra Deybül’de bir cami yaptırdı; merkezden gönderilen 4000 kişiyi burada iskân edip Sind’deki diğer şehirlere yöneldi; Nîrûn, Sivîstan ve Bağrûr’a barış yoluyla hâkim oldu. Ardından Rûr, Brahmanâbâd ve Mültan çok sayıda esir ve bol miktarda ganimetle birlikte İslâm egemenliğine girdi. Böylece 711-715 yılları arasında gerçekleştirilen fetihlerle bugünkü Belûcistan’dan Hindistan’daki Kathiavar’a kadar bütün İndus vadisi İslâm devleti sınırları içine alındı. Bölge halkına can ve mallarının emniyet altında olduğunu bildirildi; Budist ve Hindulara din hürriyeti tanınarak tapınaklarına dokunulmadı. Mültan’ın fethinden etkilenen Bailman racası da kendi arzusuyla İslâmiyet’i benimsedi. Muhammed b. Kasım, Kannevc Krallığına karşı yürümek amacıyla hazırlık yaptığı sırada Haccâc’ın, ardından da I. Velid’in ölümü üzerine bu planını gerçekleştiremedi. Kuteybe b. Müslim ile Muhammed b. Yusuf ’un Süleyman b. Abdülmelik ile aralarının bozuk olmasının sebebi neydi? Sonları ne oldu? Araştırınız. Anadolu Seferleri Velid zamanında Anadolu’ya yapılan seferlerde özellikle Mesleme b. Abdülmelik adı öne çıkar. Babasının sağlığında Bizans cephesine kumandan tayin edilen (705) Mesleme, Misis bölgesinde bazı seferler yaptı. Ardından Kafkasların kuzeyinde Müslümanların rakibi durumundaki Hazar Devleti ile mücadeleye girişti. Kısmi başarılar elde etmesine rağmen, 1 Abdülmelik b. Mervan’ın oğludur. Sarı çekirge lakabıyla tanınır. Dört kardeşi halifelik yapmış, diğer kardeşlerinden daha lâyık olmasına rağmen annesi bir cariye olduğu için halifeliği söz konusu olmamıştır. 172 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Hazarların kuvvetli ve düzenli orduları karşısında toprak elde edemedi; ganimet ve esirlerle yetinmek zorunda kaldı. Bu bölgede ilerleme imkânı elde edemeyen Mesleme tekrar İç Anadolu’ya yöneldi. 707 ve 708 yıllarında Bizans ordusunu iki defa yenerek Pozantı çevresi, Tuvâne ve Ammûriye ile Eskişehir’i fethetti. 710’da kardeşi I. Velid tarafından, Bizans seferlerinde kendisi gibi şöhret kazanan amcası Muhammed b. Mervan’ın yerine el-Cezîre, İrmîniye ve Azerbaycan valiliğine getirildi. Aynı yıl Kafkasya cephesinde Türklere karşı düzenlediği seferlerde bazı kalelere hâkim oldu. 711 ve 712’de Anadolu seferlerini yöneten Mesleme Amasya’yı ve bölgedeki bazı merkezleri, 714’te de Kafkasya cephesinde bölgenin en müstahkem şehri Derbend ve çevresini fethettikten sonra Cerâcime (Merdeîler)üzerine gönderildi. Bu dönemde Anadolu seferlerine Abbas b. Velid, Abdullah b. Abdülmelik, Ömer b. Velid gibi Emevî hanedanına mensup kimseler de katılıyordu. Mesleme’nin Anadolu seferlerinde şöhret kazanan Abbas b. Velid, Anadolu içlerine seferler yaptı. Bizans İmparatorluğu bu esnada taht kavgalarıyla, İstanbul ve yakın çevresini korumaya yoğunlaştığından Emevîlere mukavemet gösteremiyordu. 712’de Abbas Yalvaç’a Mesleme de Amasya’ya hâkim oldu. Babasının vefatına kadar Anadolu seferlerine devam eden Abbas’ın en önemli başarılarından birisi 95’te (713-714) Bizans döneminde stratejik öneme sahip sınır kalesi Harekleia’yı (Ereğli) fethetmesidir. İmparator Herakleios tarafından İslâm ordularına karşı esaslı bir şekilde tahkim edilen Ereğli’nin fethi İstanbul kuşatmasının önemli adımlarından biri olmuştur. Kuzey Afrika Seferleri ve İspanya’nın Fethi I. Velid halife olunca İfrîkıye ve Mağrib’i doğrudan hilâfet merkezine bağlı ayrı bir eyalet haline getirdi. Kuzey Afrika ve İspanya fetihlerinde etkin rol oynayan Musa b. Nusayr’dan valilik görevini sürdürmesini istedi. Mağrib-i Evsat’ın fethini tamamlayarak bölgede istikrarı sağlayan Musa, Berberi kabilelerin merkezi Tanca’ya kadar ulaştı. Tanca’nın Müslümanların hâkimiyetine girmesi ve Musa’nın Kur’an ve dinî konuları öğretmek için görevlendirdiği bilginlerin çabaları sayesinde Berberiler arasında İslâmiyet’in yayılışı hızlandı. Musa ordusunda öncü birlikleri komutanı olarak görev yapan Tarık b. Ziyad’ı Tanca’ya vali olarak atadı. Bu arada Sardinya, Mayurka ve Minorka adalarıyla Sicilya’daki bazı şehirlerin fethedilmesi, Kuzey Afrika hâkimiyetini perçinleyen gelişmeler oldu. Kara ve denizde sağlanan bu başarı Musa’yı Mağrib-i Aksâ’yı fethetmek için harekete geçirdi (706). İki yıl içerisinde Sebte hariç Kuzey Afrika’nın tamamı Müslüman egemenliği altına alındı. İspanya’da hüküm süren Vizigotlarla ilişkileri bozuk olan Sebte hâkimi Julianos’ın teşviki, bölgedeki siyasal belirsizlik ve istikrarsızlık Musa’nın İspanya’ya yönelmesine sebep oldu. Halife Velid’den izin alan Musa, İspanya’nın güney sahillerine Tarîf b. Mâlik kumandasında 500 kişilik bir keşif birliği yolladı (Temmuz 710). Tarîf ’in başarılı bir seferden sonra bol miktarda ganimetle geri dönmesi üzerine, Tanca Valisi Tarık b. Ziyâd’ı, çoğunluğu Berberîlerden oluşan 7000 kişilik bir ordunun başında İspanya seferine çıkardı. Tarık, adını o günden beri kendisine nispet edilen karaya çıktığı yerdeki kayalıklardan (CebeliTarık) alan boğazı geçerek Algeciras’e (el-Cezîretü’l-hadrâ) hâkim oldu (28 Nisan 711). Târık Kral Rodrigo’nun kalabalık bir orduyla gelmekte olduğu istihbaratını alınca Musa b. Nusayr’dan yardım istedi. 5000 kişilik yardım birliğinin ulaşmasından birkaç hafta sonra Rio Guadalete veya Rio Barbate kıyısında Vizigotları büyük bir yenilgiye uğratan Tarık, kısa sürede Malaga, Elvira, Kurtuba, İsticce ve başkent Toledo’ya hâkim oldu. Bu esnada Toros ve Amanos dağlarında yaşayan ve Bizans İmparatorluğu’na asker olarak hizmet veren Hıristiyan topluluktur. Hz. Ömer zamanından itibaren Bizans sınırında Müslüman ordularının ilerlemesinin engellenmesinde etkin rol üstlenmiştir. I. Velid Cerâcime’nin Bizans’la iş birliği yaptığının duyulması üzerine Mesleme b. Abdülmelik’i üzerlerine gönderdi ve Amanos bölgesi kesin olarak Müslümanların eline geçti. Anadolu’ya kaçan Cerâcime topluluğu ise Bizans İmparatoru II. Iustinianos tarafından Antalya ve çevresine yerleştirildi. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 173 Musa b. Nusayr, büyük kısmı Araplardan oluşan 18.000 kişilik bir ordunun başında İspanya’ya geçmişti. Musa karaya çıktıktan sonra başka bir güzergâhı izleyerek Latin harfleriyle yazılmış adını taşıyan ilk altın sikkeyi bastırdığı Sevilla, Carmona, Niebla, Merida şehirlerini alarak Tarık b. Ziyâd’la Toledo’da buluştu (713). İki kumandan bundan sonra fetih faaliyetini İspanya’nın kuzeyine doğru iki koldan sürdürdü. Musa’nın nihai hedefi Avrupa üzerinden İstanbul’a ulaşmaktı. Kuzeydeki dağlık bölge dışında İspanya’nın tamamına yakınını fetheden Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyâd, (Temmuz-Ağustos 714) Halife I. Velid’in emriyle Dımaşk’a gitmek üzere Endülüs’ten ayrıldılar. Musa, yaklaşık iki yıldır idare merkezi edindiği İşbîliye’de vali olarak oğullarından Abdülaziz’i, İfrîkıye’de Abdullah’ı ve Mağribi Aksâ’da Abdülmelik’i bıraktı. Beraberinde, aralarında benzeri görülmemiş mücevheratın da bulunduğu bol miktarda ganimet ve İspanya eşrafından çok sayıda esir vardı. Dımaşk’a yaklaştığında önce Halife Velid’in hastalandığı haberi ardından da Veliaht Süleyman’ın mektubu geldi. Süleyman, Dımaşk’a Velid’in ölümünden sonra girmesini, getirmekte olduğu ganimet ve esirleri kendisine vermesini istiyordu. Ancak Musa bu emre uymadı ve Velid’in vefatından üç gün önce Dımaşk’a girdi. Bu yüzden Süleyman halife olur olmaz Musa’yı bütün görevlerinden azledip zindana attırdı; ayrıca büyük miktarda para ödemekle yükümlü tuttu. Ömer b. Abdülaziz’in araya girmesi ve Yezid b. Mühelleb’in ödeyeceği paraya kefil olmasıyla işkence altında ölmekten kurtuldu. 717’de kendisini affeden Süleyman ile hacca giden Musa Medine’de vefat etti. Velid devrinde gerçekleştirilen fetihler, Hz. Ömer devrinden sonra gerçekleştirilen en büyük fetih hareketi olup, sadece İslâm tarihi açısından değil dünya tarihi bakımından da önemlidir. Şekil 8.1 Emevîler Zamanından Günümüze Ulaşan Şam Emeviyye Camii (C. Tomar Arşivi) 174 İslam Tarihi ve Medeniyeti I I. Velid’in Vefatı ve Şahsiyeti Yaklaşık on yıl süren halifeliğinde Emevî Devleti’ni zamanının en büyük imparatorluğu haline getiren Velid b. Abdülmelik 23 Şubat 715’te Dımaşk’ta vefat etti. I. Velid babasının sağladığı istikrarı sürdürdüğü gibi, gündelik hayat ve toplum adına yürüttüğü çeşitli faaliyetleriyle halkın ekonomik hayatının iyileşmesine de önemli katkı sağladı. Toplumda fakir ve muhtaçlara aylık bağlanması, sağlıklı olmayan kimselere birer hizmetçi tayin edilmesi, hastalara refakatçi verilmesi gibi icraatlar özellikle ihtiyaç sahibi kimselere devlet güvencesi sağladı. Ülkenin imarına da büyük önem veren I. Velid, medeni hayatın gelişmesi için özellikle eğitim ve kültür alanında tedbirler aldı; bilimsel faaliyetler için kütüphaneler oluşturdu. Kudüs’teki Mescid-i Aksa ile Dımaşk’taki Emeviyye Camii başta olmak üzere camiler, köprüler inşa ettirdi ve yeni yollar açtırdı. Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Harâm’a daha önce görülmemiş miktarda yatırım yaparak Haremeyn’de iktidarının görünür olmasına çalıştı. Velid bütün bunları yaparken Emevî halifelerin ekserisi gibi siyasi hiziplere ve kabileciliğe âlet olmadı. Kültür başkenti olan Medine’de bilginlere zalimane davranan vali Hişâm b. İsmail’i görevden alarak yerine dindarlığıyla meşhur amcasının oğlu Ömer b. Abdülaziz’i getirdi. Bu tutumuyla, hanedanın yıkılması için çalışan muhalif hiziplere karşı gelecekte İslâm dünyasında baskın olacak anlayışı oluşturan dinî zümrenin gelişimine de katkıda bulundu. SÜLEYMAN b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ Babası Abdülmelik b. Mervan, annesi Gatafân kabilesinden Vellâde bint Abbas olan Süleyman 675-680 yılları arasında Medine’de doğdu. Çocukluğunun ilk yıllarını çölde dayılarının yanında geçirdi. Kardeşleri Velid ve Mesleme ile sarayda özel hocaların gözetiminde eğitildi. 701’de emîr-i hac olan Süleyman 704’te babası Abdülmelik tarafından ağabeyi Velid’in ardından ikinci veliaht olarak atandı. Daha sonra üstlendiği Cündifilistin valiliği esnasında Kudüs’e yaklaşık 45 km. uzaklıkta yönetim merkezi yaptığı Remle şehrini kurdu. I. Velid, dedesi Mervan ve babası Abdülmelik gibi tahtını oğluna bırakmak arzusuna kapıldı. Bunun için babasının ikinci veliaht tayin ettiği kardeşi Süleyman’ı bu makamdan uzaklaştırmak için harekete geçti. Kardeşinin veliahtlık hakkından gönül rızasıyla vazgeçmediğini görünce onu zorla yola getirmeyi düşündü. Velid, bu konuda Haccâc b. Yusuf, Kuteybe b. Müslim gibi üst düzey bürokratların desteğini sağladıysa da bunu gerçekleştiremeden vefat etti. İki kardeş arasında derin bir düşmanlığa yol açan bu girişim, Süleyman’ın Haccâc ve adamlarına duyduğu öfkeyi körükledi, halifelik kendisine geçtiğinde bunun hesabını sormaya karar verdi. I. Velid vefat ettiğinde Remle’de bulunan Süleyman, Kudüs’te biat alarak halife oldu (Şubat 715). Velid, babası Abdülmelik’ten aldığı bürokratik mirası korurken, kardeşi Süleyman bunun tam tersini benimsedi. İşbaşına gelir gelmez çoğu Haccâc’ın ekibinden olan vali ve komutanları görevlerinden alarak yerlerine yenilerini atadı. Bunlardan kendisinin tahta vâris olmasını engelleme teşebbüsüne katılarak ağabeyi Velid’i destekleyenleri cezalandırdı. Kurbanların başında Muhammed b. Kasım es-Sekafî, Kuteybe b. Müslim ve Musa b. Nusayr gibi bir önceki dönemin başarılı kumandan ve valileri geliyordu. Devlete büyük hizmeti olan kimseleri şahsi sebepler yüzünden cezalandırılması hatasına düşüldüğü Süleyman döneminde, iç siyasette ve bürokrasideki önemli değişiklikler yapılmasında Yezid b. Muhelleb etkin bir rol üstlendi. Yezid’in bu aktifliği devlet yönetiminde Yemenlilerin öne çıkmasını beraberinde getirdi. Bundan sonraki süreçte güneyli ve kuzeyli Araplar arasındaki rekabet ve mücadele Emevî Devleti’nin geleceği- 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 175 ni etkileyen ana etkenlerden biri oldu. Bundan dolayı Süleyman’ın kabilelerarası mücadelelerin arttığı üç yıldan daha az süren halifeliği, Emevî Devleti’nin duraklama döneminin başlangıcı sayılır. Irak valisi Yezid b. Mühelleb vergi toplanırken halkın tepkisi endişesiyle malî işlerle kendisi dışında birinin görevlendirilmesini istedi. Bu görevi üstlenen Salih b. Abdurrahman, Yezid’in aşırı masraflarını hazineden ödemeyi reddetti. Bunun üzerine Yezid daha önce valilik yaptığı Horasan’ın idaresini de aldı. Irak şehirlerine vekiller bırakıp Horasan’a gitti. Burada düzenlediği seferlerle Cürcân ve Taberistan’ı fethetti (98/716-717). Ardından Horasan’a yerleşerek Maveraünnehir’de bazı fetihlerde bulundu; ancak Taberistan’ın coğrafi şartları kalıcı bir otorite tesisine izin vermedi. İstanbul Kuşatması Haccâc tarafından hapsedilmiş binlerce tutuklu için genel af çıkaran, sürgünlerin yerlerine dönmesine izin veren, esirleri serbest bırakan ve halk arasında şikâyet konusu olan namazların vaktinde kılınması için emirler çıkaran Süleyman b. Abdülmelik döneminin en önemli olayı kardeşi Mesleme b. Abdülmelik tarafından gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasıdır. Süleyman’ın belki de I. Velid’in siyasetini sürdürdüğü tek olay, Mesleme’nin Anadolu’da nihai hedef olan İstanbul’un fethine yönelik çabalarıdır. Diğer taraftan özellikle Bizans’ın 711’den itibaren içine düştüğü ve uzun yıllar devam eden saray ihtilallerinin meydana getirdiği siyasi kargaşa ve istikrarsızlık fethi cazip hâle getirmişti. Bütün bunları dikkate alan Süleyman iktidara gelince I. Velid zamanında başlatılan sefer hazırlıklarını hızlandırdı. Hazırlıkları yerinde görmek ve orduyu yolcu etmek için Bizans’a yönelik seferlerde üs olarak kullanılan Halep yakınlarındaki Dâbık’a geldi. Ardından yaklaşık 100.000 kişilik ordunun başına Bizans cephesinin ünlü kumandanlarından kardeşi Mesleme’yi getirerek Eylül 715’te buradan yola çıkardı. İstanbul’u fethetme kararlılığını göstermek için İslâm ordusu Bizans başkentine girinceye kadar Dâbık’tan ayrılmayacağına yemin etti; Mesleme’ye de fethi gerçekleştirmeden veya kendisinden yeni bir emir almadan geri dönmemesini hatırlattı. Mesleme, Maraş üzerinden Afik’e geçip kışı orada geçirdi. Baharda Ammûriye üzerinden yoluna devam ederek Sardes ve Bergama’yı fethetti. Abydos (Nara) Burnu’na yönelip Çanakkale Boğazı’ndan Trakya’ya geçerek İstanbul’u kuşattı (Ağustos 716). Bir ay sonra da 1800 gemiden oluşan donanmayla Haliç’in ağzını kapatan zincirlerin karşısında demirleyerek Süleyman’ın vefatına kadar (14 Ağustos 717) kuşatmayı sürdürdü. Bizans başkenti 717’de tahta çıkan III. Leon’un gayretiyle, özellikle Grek ateşi ve şehir surlarının dayanıklılığı sayesinde bu büyük tehlikeyi atlattı. Çetin kış şartları ve Grek ateşine bir çare bulunamaması Mesleme’yi ve ordusunu çaresiz bırakmıştı. Ömer b. Abdülaziz halife olunca (Ağustos 717) ilk olarak durumu tahkik ettirdi. İstanbul önlerinde perişan durumda olan İslâm ordusunun Bizans tarafından tamamen imha edilebileceği endişesiyle seferi kaldırdı. Kaynaklarda Mesleme’nin Bizans makamlarının izniyle bir cami ve esirler için bir bina yaptırdığı kaydedilir. Batılı kaynaklarda Mesleme’nin İstanbul kuşatmasına dair ayrıntılı bilgi vardır ve III. Leon Bizans başkentini kurtaran kahraman olarak övülür. Zira III. Leon’un iktidara gelmesiyle sadece İstanbul’u değil, Anadolu’daki Bizans topraklarının da önemli bir kısmını Müslüman Arapların tehdidinden kurtarmıştır. İlk kuşatmada IV. Konstantin Müslüman Arapları İstanbul surları önünde durdurmuş (669), III. Leon ise bunları kesin olarak tardetmiştir. İç Anadolu’nun batısında İstanbul’dan Çukurova’ya giden eski Bizans askerî yolu üzerinde günümüze harabeleri ulaşan tarihî bir şehir ve kalenin adıdır. İlk defa 669’daki İstanbul kuşatmasında fethedilen bu şehrin kesin olarak İslâm egemenliğine girmesi Abbasîler dönemindedir (838). 176 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Süleyman b. Abdülmelik’in Vefatı ve Şahsiyeti Veliahtı olan oğlu Eyyûb’un kendisinden önce ölmesi üzerine Süleyman, İstanbul’a gönderdiği ordunun kumandanlarından ikinci oğlu Davud’u bu makama getirmeyi düşünürken ağır bir hastalığa yakalandı. Danışmanı Recâ b. Hayve’nin tavsiyesiyle oğulları ve kardeşleri varken halifeliği sırasında her konuda görüşüne başvurduğu en yakın danışmanı, amcazadesi ve eniştesi Ömer b. Abdülaziz’i veliaht tayin etmeye karar verdi. Bunu kayıt aldıktan kısa süre sonra da vefat etti (22 veya 24 Eylül 717). Çok gururlu olduğu ileri sürülen Süleyman güzel ve süslü elbiseler giymeyi severdi. Yeme içmeye düşkünlüğü ve darbımesel haline gelen oburluğu sıkça zikredilir. 715’te Nil’e el-Mikyâsü’l-kebir’i yaptırması ve süslemeleri bakımından Dımaşk Emeviyye Camii’ne benzetilen, Halep Ulucamii’ni tamamlattırması gibi icraatları onun imar işlerine verdiği önemi göstermektedir. Kendisinden önceki halifelerin aksine din bilginlerinin hilâfet makamı üzerindeki etkinlikleri arttı. FARKLI BİR EMEVÎ HALİFESİ PORTRESİ ÖMER b. ABDÜLAZİZ 680’de Medine’de doğdu. Babası Abdülaziz b. Mervan, annesi Hz. Ömer’in torunu Ümmü Asım’dır. Babası, çocukluğunun ilk yıllarını Medine’de geçiren ve küçük yaşta hafız olan Ömer’i Medineli meşhur bilginlerden Salih b. Keysân’a emanet etti. Medine’de Enes b. Mâlik ve dayısı Abdullah b. Ömer başta olmak üzere pek Şekil 8.2 Halep Ulucamii (C. Tomar Arşivi) 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 177 çok sahabeden faydalandı. Ubeydullah b. Abdullah ile Said b. Müseyyeb ve Urve b. Zübeyr gibi zamanının meşhur bilginlerinin derslerini takip etti. Özellikle dinî ilimler sahasında çok iyi yetişen Ömer, hadis rivayetinde bulundu, ayrıca şiir ve edebiyatla da ilgilendi. Babasının vefatına kadar (705) bir süre Mısır’da kalan Ömer, daha sonra Dımaşk’a gelerek Abdülmelik’in kızı Fâtıma ile evlendi. 706’da tayin edildiği Hicaz valiliğiyle bürokratik deneyimi başladı. Hicaz eyaletinin merkezi Medine’deki ilk icraatı, şehrin on meşhur fakihini bir araya toplayarak yönetimi paylaşacağı bir meclis kurması oldu. Yaklaşık yedi yıl süren valiliğiinde beş defa hac emirliği yaptı. Halife I. Velid’in direktifiyle Mescid-i Nebevî’yi genişletti. Hz. Peygamber’in namaz kıldığı ve bulunduğu yerleri belirleyerek onların bir kısmını mescit hâline getirdi. Irak Valisi Haccâc’ın uygulamalarını sert bir şekilde eleştirmesi üzerine görevden alındı (712). Ömer’in görevden alınmasında Velid’in Süleyman b. Abdülmelik’i veliahtlıkten azletmek istemesine karşı çıkmasının da rolü vardı. Süleyman kardeşi Velid tarafından veliahtlıktan azletme girişimine karşı direnen Ömer’i danışmanları arasına aldı ve veliaht tayin etti. Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı Süleyman b. Abdülmelik’in vefatı üzerine halife ilan edilmek istenen Ömer b. Abdülaziz, bilgisi dışında kendisine verilen bu görevden affını istedi. Ancak biat törenine katılanların ısrarları üzerine kabul etmek zorunda kaldı (22 Eylül 717). İlk iş olarak Hz. Peygamber’in ve dedesi Hz. Ömer’in yönetimle ilgili karar ve icraatlarıyla ilgili belgeleri topladı. Meşhur bilginlerden bir danışma meclisi kurdu ve çeşitli şehirlerdeki âlimlere mektuplar yazarak tavsiyelerini aldı. Ardından Müslüman ordusunun yok olacağı bilgisini alınca İstanbul’u kuşatan Mesleme b. Abdülmelik’i geri çağırdı. Daha sonra da Darende’yi boşaltıp can güvenliği kalmayan halkını Malatya’ya yerleştirdi. Bizans tarafından tahrip edilen Lazkiye şehrini yeniden inşa ve tahkim ettirdi. Mâverâünnehir’deki seferleri durdururken, sınırların korunması ve Bizans’a saldırı fırsatı verilmemesi için geleneksel yaz ve kış seferlerini sürdürdü. Ömer b. Abdülaziz, Muâviye b. Ebû Süfyân ile birlikte ortaya çıkan hükümdarlık merasim ve protokollerini ortadan kaldırarak Râşid halifeler gibi halkın içinde yaşamaya başladı. Saraydaki lüks eşyaları beytülmale verdi, köle ve cariyeleri azat etti; hutbelerde sadece halifeler için yapılan duayı halk için okunan umumi duaya çevirdi. Böylece Emevîlerin gelenekselleşen saltanat görüntüleri sona erdi. Kuruluştan itibaren Emevî hanedanı mensuplarının ve devlet adamlarının haksız olarak edindikleri malları ve kazançları belireyerek hak sahiplerine iadesine çalıştı. Bu davranışı sahip oldukları malların alınmasına dayanamayan yakınları tarafından tepkiyle karşılandı ve ölümle tehdit edildi. Bunlara aldırmadan uygulamayı sürdürerek önceki halifeler tarafından kendisine verilmiş gayrimenkulleri ve değerli eşyayı da beytülmale devretti. Çünkü Ömer’in anlayışına göre kamu malları yetim malları gibiydi, beytülmal de kendisine bırakılan bir emanetti. Bundan dolayı hazineden maaş almadı kişisel işlerini yürütürken devlete ait eşyaları kullanmadı. Ömer b. Abdülaziz işbaşına gelir gelmez devletin toplumsal temellerini sağlamlaştırmaya ve tabanda meydana gelen bölünmüşlükleri gidermeye çalıştı. Râşid halifeler dönemi anlayışını ihya ederek halkın destek ve sevgisini kazandı. Ömer b. Abdülaziz, Emevîlerin ilk dönemlerinden itibaren İslâm’ı kabul ettiği halde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören mevalîyi Arap asıllı Müslümanlarla eşit kabul etti Ülkedeki gayri Müslimlerin ihtidâsı için büyük gayret sarf etti, davet mektupları ve tebliğ heyetleri göndererek onları İslâm’a çağırdı. Berberî kabilelerinin tamamı onun gayretleriyle Müslüman oldu. Horasan ve Mısır halkı kitleler halinde İslâm’a İlk İslâm fetihlerinin ardından kendi istekleriyle Müslüman olan, çoğunluğunu doğuda İranlılar ve Türklerin, Kuzey Afrika ve Endülüs’te Berberîlerin, Mısır’da Kıbtîlerin oluşturduğu Arap olmayan Müslümanları ifade etmek için kullanılan terimdir. 178 İslam Tarihi ve Medeniyeti I girdi. Mâverâünnehir’de ve Hindistan’da bazı mahallî hükümdarlar halklarıyla birlikte İslâmiyet’i kabul ettiler. Arap olmayan insanlar arasında İslâmiyet’in bu derece yayılmasında benimsemiş olduğu mevalî politikasının büyük etkisi oldu. Ömer b. Abdülaziz muhalefet gruplarına eşit ve adaletli yaklaşarak iç barışı temin etmeye çalıştı. İslâm toplumunun bünyesinden çıkarak çeşitli huzursuzluklara neden olan Haricîler, Irak, Arabistan ve Kuzey Afrika’daki faaliyetlerini durdurarak, Ömer’i halife olarak tanıdılar. Bu durum halifenin onlara yakınlık göstererek sorunlarını dinlemesi ve ikna etmesiyle doğrudan ilgiliydi. Muaviye b. Ebû Sûfyan’ın başlattığı hutbelerde Hz. Ali’yi yerme işini kaldırdı; başta Fedek arazisi olmak üzere Ehl-i beyt mensuplarının uğradıklar haksızlıkları gidererek Hz. Ali taraftarlarının da gönlünü aldı. Benzer bir durum zimmîler için de söz konusuydu ve devletin onlara verdiği sözleri eksiksiz yerine getirmesi için uğraştı. Onların idare ve Müslümanlar aleyhindeki şikâyetlerini dikkate alarak haksız yere el konulan kiliselerini, evlerini ve diğer mallarını iade ederek mağduriyetlerini giderdi. Sorumluluk doğuran fiillerin sadece insan iradesiyle gerçekleştiğini ileri süren Kaderiye mensuplarıyla bilimsel tartışmalara girişerek liderleri Gaylân ed-Dımaşkı’yi ikna etmeyi başaran Ömer, mutaassıp Kaderiyye taraftarlarını da ülke dışına çıkarmakla yetindi. Ömer b. Abdülaziz idari alandaki icraatlarına halka zulmeden ve yolsuzluklara adı karışan valileri ve diğer bürokratları görevlerinden almakla başladı. Onların yerine hangi kabileden olduklarına bakmaksızın alanında uzman ve dürüst yeni memurlar atadı. Kötülüklerinden emin olunamayacağı gerekçesiyle çeşitli devlet dairelerinde çalışan üst düzey görevlerdeki gayri Müslimleri bu vazifelerinden uzaklaştırdı. Valilerin ticaretle uğraşmasını ve hediye almasını yasakladı. Cuma gününü mezâlim mahkemesi duruşmalarına ayırarak, bürokratlardan şikâyetçi olanların doğrudan kendisine başvurabileceğini ilan etti. Hapishaneleri ıslah ederek hükümlüleri işledikleri suçlara göre ayrı koğuşlara yerleştirdi. Bu iyileştirmeleri yapmak ve yaygınlaştırmak için idarede hiyerarşinin; Halife, Vali, Kadı ve Vergi memuru şeklinde oluşturulmasına ve iş akışının buna göre yürümesi için tedbirler aldı. Malî alanda yaptığı düzenlemelerle de dikkat çeken Ömer b. Abdülaziz başarılı bir vergi reformu gerçekleştirdi. Fethedilen toprakların Müslümanların ortak mülkü olduğu düşüncesinden hareketle 100 (718-719) yılından itibaren haraç arazilerinin satışını yasakladı. Daha önce Müslümanlara satılmış olan bu türden araziler için toprak vergisi haraç, mahsul vergisi öşür olmak üzere iki vergiyi birlikte aldı. Emevî valileri, zimmîler arasında ihtida hareketinin hızlanması üzerine devletin cizye geliri azaldığı için mevalîden de cizye almaya başlamışlardı. Ömer b. Abdülaziz Müslüman olmanın cizyeyi düşürdüğü ilkesini yeniden yürürlüğe sokarak mevalîden haksız bir şekilde alınan bu vergiyi kaldırdı. Bütün valilerine emirler göndererek hangi ırk ve kökenden olursa olsun Müslüman olanların eşit olduğunu bildirdi. Ayrıca dinî bir esasa dayanmayan bütün vergileri de kaldırdı. Deniz ticaretiyle tarımı teşvik ederek sulama işlerine önem verdi. Vergilerin mahallinde harcanmasını istedi. Yeterli geliri olmayan bölgelere ek bütçe verdi. Malî sistemle ilgili olarak aldığı tedbirlerle güçlenen devlet hazinesini savaş yapmak veya isyanları bastırmak yerine halkın refah düzeyini yükseltmek için kullandı. Ticaretle uğraşanlar dışında herkese yeterli miktarda maaş bağlandı ve böylece ülkede muhtaç kimse kalmadı. Zekât verilecek Müslümanların sayısının azalması sebebiyle artan zekât ve vergi gelirlerinin bir kısmı esirleri kurtarmak, borçlulara yardım etmek, fakir bekârları evlendirmek için kurulan fonlara aktarıldı. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 179 Ömer b. Abdülaziz döneminde bilimsel alanda da önemli gelişmeler oldu. Bunlar içinde hadislerin toplanması işi ilk sırada gelir. Ömer, sahih hadislerin tedvini yolundaki faaliyetleri resmen başlatarak sünnetin derlenmesinin öncülüğünü yaptı. Bu arada Süryânîce bazı tıp kitaplarını Arapçaya çevirterek tercüme faaliyetlerini de katkıda bulundu. Aden’de bir cami, Misis’te bir cami ve bir sarnıç yaptırdı. Önceki Emevî halifelerinin terk ettikleri İslâmî ilkelere bağlı hareket etme ve toplum menfaatini önde tutma anlayışını yeniden uygulamaya koyan Ömer b. Abdülaziz, 5 veya 10 Şubat 720 günü Humus’a bağlı Deyrsem’ân’da vefat etti. Bazı kaynaklarda Abdülmelik evladı tarafından zehirletildiği görüşü ileri sürülür. Ömer b. Abdülaziz ilk dört halifeyi örnek alan bu davranışları sebebiyle Râşid halifelerin beşincisi sayılır. Abbasî Daveti’nin Başlaması Hz. Peygamber’in amcası Abbas ve oğlu Abdullah siyasal olayların içinde yer almayarak bilimsel faaliyetlerde bulunmayı benimsemişlerdi. Abdullah’ın oğlu Ali de babasının siyasetini takip etmiş, ancak I. Velid tarafından baskıya uğrayınca Dımaşk’ı terk ederek, Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye gitmeye mecbur olmuştu (714). Ali b. Abdullah’ın Humeyme’ye gelmesi Emevîlere karşı oluşacak en büyük muhalefet hareketinin önemli bir adımı oldu. Diğer taraftan Horasan’da kuvvetli bir güç olan Hz. Ali taraftarları da faaliyet halindeydiler Hz. Muhammed’in ailesinden birinin halife olmasını isteyen ve kısaca Şiîler denilen bu grup mensuplarının büyük bir kısmı Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’in etrafında toplanmıştı. Ebû Hâşim de ikametgâhını Humeyme’ye naklederek Abbasîler ile temasa geçti. Hatta bir rivayete göre, 98’de (716-717) vefatı esnasında imâmeti Muhammed b. Ali b. Abdullah’a vasiyet etmişti. Böylece Abbasîler henüz davetin ilk aşamasında Hz. Ali taraftarlarının desteğini sağladılar. Bununla birlikte Abbasî propagandası ve yer altı faaliyetlerinin merkezi Hz. Ali zamanından itibaren Emevîlere karşı zaman zaman sert tedbirlerle susturulan ciddi bir muhalefet hareketinin oluştuğu Küfe’ydi. Şam ile Horasan’ın ortasında yer alması hareketin buradan yönlendirilmesini kolaylaştırıyordu. Emevîlere karşı muhalefet hareketlerinin öncüsü olan ve çeşitli faaliyetleri yürüten teşkilât 718’de kuruldu. Arap’tan Arap’a yapılan propagandayla başlayan ve ilk zamanlarda ağır darbelere uğrayan Abbasî taraftarları hiçbir şekilde faaliyetlerinden vazgeçmedi. Abbasî ihtilalinin hazırlık safhasında daveti yürüten yetmiş dâîden on ikisi nakib tayin edildi; bunlar büyük bir gizlilik içinde Abbasî davetini yürütüyordu. Abbasî nakîb ve dâîleri kendilerini bir iktidar isteklisi olmaktan çok, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtıyorlardı. Biat kendileri için değil, ileride Peygamber ailesinden, üzerinde sonradan ittifak edilecek bir şahıs adına alınıyordu. Abbasî davetinin propoganda sahası ise halifelik merkezine oldukça uzak olan Horasan’dı. Burada hareketin fitilini ateşleyen Hidaş adlı bir propagandacıdır. Aşırı fikirlere sahip olan Hidaş, etrafına kısa sürede kalabalık bir grup topladı. Merv’deki Şiîler de ona katıldılar. Hidaş başlangıçta bazı başarılar kazanmasına rağmen 736’da yakalanarak idam edildi. Aynı yıl, Hidaş’ın isyanından önce Abbasî ailesinden Ali b. Abdullah b. Abbas ölmüş, yerine oğlu Muhammed b. Ali geçmişti. Muhammed, Abbasî hareketinin kuvvetlenmesinde babasından çok daha fazla çaba gösterdi. Muhammed Hidaş’ı tanımadı; bütün kötülükleri ve olumsuzlukları ona yükleyerek Emevî karşıtı fikri ayakta tuttu ve taraftarlarının heyecanını korudu. İlk defa 124’te (741-742) Abbasî davetçileriyle irtibat kur’an Ebû Müslim, 180 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Muhammed b. Ali’nin vefatıyla (743) yerine geçen oğlu İmam İbrahim tarafından ‘Emîr-i Âl-i Muhammed’ unvanıyla ihtilâl hareketini yönetmek üzere Horasan’a gönderdi (745). Böylece Abbasî hareketi yeni bir döneme girdi. YEZİD b. ABDÜLMELİK DÖNEMİ 71’de (690-691) Şam’da doğan Yezid’in babası Abdülmelik, annesi Yezid b. Muâviye’nin kızı Âtike’dir. Abdülmelik Yezid’i Velid ve Süleyman’dan sonra veliaht tayin etmiş; o da Ömer b. Abdülaziz’in vefatıyla, hiçbir güçlükle karşılaşmadan tahta geçmişti (9 Şubat 720). Yezid b. Abdülmelik’in iktidarının ilk günlerinde Ömer b. Abdülaziz’i örnek aldığını söyleyerek, onun uygulamalarını devam ettirme arzusunda olduğunu belirtmesi halk tarafından sevinçle karşılandı. Ancak o kısa bir süre sonra bu tavrından vazgeçerek babası başta olmak üzere diğer Emevî halifelerinin izlediği idari, askerî ve malî politikaları yürürlüğe soktu. Aslında Ömer b. Abdülaziz’den sonraki Emevî halifelerinin meşguliyet alanları iç politika üzerinde yoğunlaşmış, devlet başkanları öncelikli olarak ülkede gün geçtikçe artan istikrarsızlığı önlemenin çarelerini bulmaya çalışmışlardı. Bunun en önemli sebebi, II. Yezid örneğinde olduğu gibi devlet yönetiminda Ömer b. Abdülaziz’den önceki toplum katmanları arasında birlikteliği sağlayamayan anlayışın yeniden hâkim olmasıydı. II. Yezid anne tarafından I. Yezid’in, eşi tarafından da Haccâc b. Yusuf ’un akrabasıydı. Bu bir anlamda Ömer b. Abdülaziz’in ortadan kaldırmaya çalıştığı kuzey ve güney Arapları arasındaki asabiyet mücadelelerinin yeniden ortaya çıkmasıydı. II. Yezid’in denge unsuru olarak tarafsız kalacağı yerde, kendisi ve bürokrasideki bazı görevlilerinin taraf olmaları ilk fırsatta çatışmaya dönüşecek rekabetin artmasına sebep oldu. Emevî halifelerinin en başarısızlarından biri olan II. Yezid’in saltanatı, devletin bünyesini sarsan, Irak’taki güneyli Ezd ve Rebîa kabileleriyle kuzeyli Temim ve Kays kabilelerini şiddetli savaşlara sevkeden Yezid b. Mühelleb isyanıyla başladı. Yezid, Süleyman b. Abdülmelik’in Irak ve Horasan valisiydi. Maveraünnehir’de yaptığı fetihlerden elde ettiği ganimetler hakkında yanlış bilgi vermesi ve hazinenin hakkını ödememesiden dolayı Ömer b. Abdülaziz döneminde valilikten azledilerek hapsedildi. Yezid b. Mühelleb, Ömer b. Abdülaziz’in hastalığının ağırlaştığı günlerde yerine halife olacak II. Yezid’in kendisini öldüreceğini düşünerek hapisten kaçarak kabilesi Ezd’in yoğun olarak yaşadığı Basra’ya gitti. Dımaşk’ta tahta çıkan II. Yezid durumdan Basra valisi Adî b. Ertât’ı haberdar etmişse de, yol boyunca taraftar toplayan Yezid Basra’ya girmeyi başardı. Ezd ve Rebîa gibi büyük kabilelerin desteğini alan Yezid b. Mühelleb asıl davasının II. Yezid ile olduğunu ve onun halifeliğini tanımadığını söyleyerek Basra valisiyle anlaşmak istedi. Tutuklu bulunan yakınlarının bırakılması ve istediği şeylerin verilmesi karşılığında şehri tahliye edeceğini bildirdi. Ancak Vali Adî bu teklifi kabul etmedi ve giriştiği mücadelede mağlûp olup hapsedildi. Basra’da kuvvet kazanan Yezid, herkesi Kur’an ve Sünnet adına mevcut idareye karşı birleşmeye ve savaşmaya çağırdı. Ancak gün geçtikçe isyanı daha geniş bir alana yayılan Yezid’in mücadelesinin dinî olmaktan ziyade kabile yönü ağır basıyordu. Bir tarafta Ezd ve Rebîa ağırlıklı Yezid’i destekleyen Güney Arapları, diğer tarafta da Temim ve Kays ağırlıklı valiyi destekleyen Kuzey Arapları isyan ateşini körüklüyorlardı. Irak’ta ortaya çıkan bu gelişmeler Yezid b. Abdülmelik’in tecrübeli bir komutan olan kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’i Yezid b. Mûhelleb’in üzerine göndermesine sebep oldu. Mesleme Kûfe yakınlarında sekiz gün süren bir savaştan sonra Yezid’in ordusunu bozguna uğrattı (24 Ağustos 720). Şiddetli çarpışmalardan 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 181 sonra bastırılan bu isyanın ardından Emevî Devleti’ne üstün hizmetler vermiş olan Mühelleb b. Ebû Sufre oğulları kılıçtan geçirildi. Bundan sonra güney ve kuzey Arapları arasındaki mücadele ve rekabet Emevî Devleti’nin temellerini sarsan bir şekilde artarak sürdü. Yezid b. Mühelleb’in Irak’taki isyanı, Maveraünnehir ve Türkistan’daki fetihlerin hızını kestiği gibi bu bölgede bulunan İslâm varlığının da zayıflamasına neden oldu; Türgiş Kağanı Sulu Han, Horasan ve İran içlerine kadar ulaşan akınlara başladı. II. Yezid döneminde fetihten ziyade ülke içi karışıklıklardan istifade ederek İslâm hâkimiyetine baş kaldıranları yeniden merkezî otoriteye bağlamak için askerî seferler düzenlendi. Bunlar Maveraünnehir, Anadolu ve Hazar bölgesinde yoğunlaşmıştı. Kuzey Afrika’dan Sicilya’ya yönelik seferler yapılırken, Endülüs’te fetih hareketini Avrupa içlerine götürme teşebbüsleri bu dönemde de sürdü. II. Yezid’in yönetim anlayışı ve siyasal tercihleri sadece Yemenli kabilelerin değil, başta Haricîler olmak üzere çeşitli grupların Emevîlere karşı muhalefetin oluşmasına zemin hazırladı. Irak’ta süratle yayılan Haricî isyanları ancak Mesleme b. Abdülmelik’in müdahalesiyle bastırılabildi. Bundan sonra Haricîler devlet otoritesinin daha az hissedildiği Kuzey Afrika ve Mağrib’e gittiler. Kuzey Afrika’da Ömer b. Abdülaziz zamanında kaldırılan Müslüman olanlardan vergi alınmamasının iptali Berberîlerin isyanına ve Haricîlerle birliktelik oluşturmalarına sebep oldu. II. Yezid’in birçok bakımdan geçmişteki Emevî halifelerinden farklı bir yaşam tarzı vardı. O ülkeyi geniş yetkilerle donattığı valileri vasıtasıyla yönetmeyi yeğlemiş ve zamanının çoğunu sarayında Habbâbe ve Sellâme adlı iki şarkıcıyla birlikte geçirmeye ayırmıştı. Sarayda sıkça düzenlenen içkili işret meclisleri Yezid’e karşı toplumda ve hatta bizzat Emevî ailesi içinde protestoların yükselmesine sebep olmuştu. Ömer b. Abdülaziz zamanında gerçekleştirilen bütün ıslahat hareketleri tersyüz edilmiş, adeta aksine uygulamaların yürülüğe sokulmasına çaba gösterilmiştir. Özellikle Habbâbe II. Yezid’i derinden etkilemiş ve bürokrasideki birtakım tayinler ve görevden almaları bizzat belirler hâle gelmişti. Yezid, Habbâbe’nin ölümüne çok üzülmüş ve günlerce defnine izin vermemişti. Ondan kısa bir süre sonra rahatsızlanarak Ürdün yakınlarında vefat etti (26 Ocak 724). Cenaze namazı kardeşi Hişâm’dan sonra veliaht olarak belirlediği oğlu Velid tarafından kıldırıldıktan sonra Şam’da defnedildi. ÇÖKÜŞE DİRENEN HİŞÂM b. ABDÜLMELİK Hişâm 691’de Medine veya Dımaşk’ta doğdu. Babası Abdülmelik b. Mervan ona Mansur adını vermişse de annesi Âişe’nin koyduğu Hişâm ismiyle tanındı. Bir süre Medine’de yaşadıktan sonra Dımaşk’a gitti. Çocukluğu ve gençliği hakkında fazla bilgi olmayan Hişâm 102’de (720-721) II. Yezid tarafından oğlu Velid ile birlikte veliaht tayin edildi. Hişâm veliaht olduktan sonra gönderildiği isyan eden Haricî lideri Ukfan’ı savaşa gerek kalmadan bundan vazgeçirdi. Hişâm b. Abdülmelik hem fetihlerin hem de iç karışıklıkların çok yoğunlaştığı bir dönemde tahta çıktı (Şubat 724). Ülkenin her yerinde mevalîye karşı Arap milliyetçiliği fikri güç kazanmış, özellikle de Arap kabilelerinden Kelbîler ile Kaysîler arasında kabilecilik taassubu had safhaya ulaşmıştı. Ayrıca Şiîlerin ayaklanması, Abbasî dâîlerinin propagandaları ve Haricîlerin devleti sarsan isyanları Hişâm’ı iktidarı boyunca tehdit edecekti. 182 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Türklerle Mücadelenin Yoğunlaşması Hişâm halife olduktan sonra Halid b. Abdullah el-Kasrî’yi Ömer b. Hübeyre’nin yerine Irak genel valiliğine tayin etti. Ardından Halid’in kardeşi Esed Horasan valisi oldu. Bu sırada Horasan’daki İslâm ordusu Fergana ve Belh istikametinde ilerliyordu; ancak Taşkent kuşatması sırasında Türgiş Hanı Sulu’nun baskınına uğradı ve ağır kayıplar vererek Hucend’e döndü. Arap kabileleri arasındaki rekabet başarısızlığı yol açtı ve 106’da (724-725) Mâverâünnehir’de üstünlük Türklere geçti. Esed b. Abdullah Tohâristan bölgesine pek çok sefer düzenledi; ancak hiçbirinde başarı kazanamadı. Kuzey Araplarına karşı sert tutumundan dolayı halkın da memnun olmadığı Esed, Hişâm tarafından 727’de görevden alındı. Bundan sonra Horasan ve Mâverâünnehir’de kargaşa ve istikrarsızlık giderek arttı. Esed’in yerine getirilen Eşres b. Abdullah es-Sülemî ise hem Müslümanlar hem gayri Müslimlerden cizye alarak mevcut ortamın daha da kötüleşmesine katkıda bulundu. Yerli halk Türklerle birleşerek muhalefet cephesini genişletti. Eşres, Ceyhun nehrini geçerken Âmül yakınlarında Türkler karşısında ağır kayıplar vermiş, ancak Hâris b. Süreyc’in gayretleriyle hayatını kurtarabilmişti (110/728-729). Buradan Buhara’ya yönelen Müslüman Araplar karşılaştıkları ani Türk baskınından ancak Cüneyd el-Mürrî kumandasında başkentten gönderilen kuvvet sayesinde kurtulabildiler (111/729-730). Eşres’in yerine vali tayin edilen Cüneyd el-Mürrî aynı yıl Beykend yakınlarında Türklerle yaptığı savaşta galip geldi; hakanın oğlu veya yeğenini esir alıp Hişâm’a göndererek ilk başarısını kazandı. Cüneyd 730 yılını bölgedeki isyanları bastırmakla geçirerek Emevî otoritesini tesis etmeye çalıştı. 730’da Türklerin Semerkant’ı kuşatması üzerine vuku bulan Geçit Savaşı’nda (Vak’atü’ş-Şi’b) Cüneyd’in ordusu ağır zayiat vermekle birlikte şehri kurtardı. Semerkant’tan istediklerini elde edemeyen Türkler bu defa Buhara üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Buhara’ya yönelen Cüneyd buradaki kuşatmayı da kaldırmayı başardı (Kasım 731). Cüneyd el-Mürrî Sind ve Horasan valiliğinde Çin ile askerî ve siyasi ilişkilere girişti. Hindistan’da iken Oğuzların ülkesine kuvvet göndererek bir şehir ve kaleyi fethetti. Horasan valiliğinin son yılında da (733) Çin’e bir elçi heyeti gönderdi. Heyet başkanı Moselan Tarkan adında bir Türk’tü. Bu heyetin ne amaçla Çin’e gönderildiği ve nasıl bir sonuç aldığı hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. 734’te Cüneyd el-Mürrî’nin Horasan valiliğinden azledilerek yerine Asım b. Abdullah’ın getirilmesi esnasındaki otorite boşluğundan istifade eden Mürcie mezhebi tanıtıcılarından Hâris b. Süreyc Arap olmayan Müslümanların haklarını savunmak için ayaklandı. İkinci sınıf insan muamelesi gören ve Müslüman olmalarına rağmen kendilerinden gayri Müslimler gibi vergi alınan mevalî bunun bir fırsat olduğunu düşünerek Hâris’in etrafında toplandı. Suğran’da harekete geçen Hâris daha sonra Fâryâb, Belh, Merverrûz ve Herat’ı ele geçirerek Tohâristan’ın tamamına hâkim oldu. Vali Asım, Hâris’i iki defa yendiyse de ortadan kaldıramadı. Bunun üzerine Irak valisi kardeşi Esed b. Abdullah el-Kasrî’yi Hâris’le mücadele etmesi için görevlendirdi (735). Esed’in kuvvetleri karşısında tutunamayacağını anlayan Hâris Türk Hakanı Sulu’dan yardım aldı; ancak yine de Cûzcân’da yapılan savaşı kaybetti (737). Halife Hişâm, Esed b. Abdullah’ın ölümünden (738) kısa bir süre sonra, bölgeyi iyi bilen Nasr b. Seyyâr’ı Horasan valiliğine getirdi. Emevîlerin Horasan’daki son valisi olan Nasr bölgedeki karışıklık ve isyanları önleyerek Maveraünnehir’de geçici bir sürede olsa devlet egemenliğini pekiştirdi. İslâm’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkıp, ılımlı ve uzlaşmacı fikirleriyle tanınan grupların ortak adıdır. Mürcie’nin ortaya çıkışına etki eden sebepler arasında Haricî zihniyeti, Emevî-Hâşimî çekişmesi, Emevîlerin muhaliflerine karşı acımasız davranışları, mevâliyi küçük görmeleri ve şehirleşme sürecinin ortaya çıkardığı toplumsal problemler sayılabilir. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 183 Zeyd b. Ali’nin Hilâfeti Emevîlerden Alma Çabası Hişâm b. Abdülmelik 738’de Irak valisi Halid b. Abdullah’ı görevden alarak yerine Yusuf b. Ömer es-Sekafî’yi getirdi. Yusuf ’un valiliği sırasında Hişâm döneminin en önemli kalkışmalarından biri gerçekleşti. Hz. Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye bırakması ve Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinden sonra çocukları ve akrabaları bir süre siyaset alanına çıkmayarak sakin bir hayat sürmeyi yeğlediler. Emevîlerin karşısındaki hareketlerin içinde yer almadıkları gibi, Ehl-i beyt adına yürütüldüğü söylenen Abbasîlerle birlikte hareket etmek konusunda da çok istekli davranmadılar. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in soyundan gelme şerefi taşıdıkları için Âl-i Fâtıma mensuplarının çevrelerinde kuvvetli bir muhalefet grubu oluştu. Bunlar hilâfetin hakkı olduğuna inandıkları Ali evlâdına dönmesi gerektiği görüşündeydiler. Bu düşünce önce Emevîlere daha sonrada Abbasîlere karşı çok sayıda siyasal hedefli harekete sebep oldu. Hz. Ali’nin torunlarından Zeyd b. Ali Hişâm zamanında hedefin ilk denemesini gerçekleştirerek halkın hoşlanmadığı Emevîlerden hilâfeti almak istedi. Zeyd’in harekete geçeceğini önceden öğrenen Irak Valisi Yusuf, bir gün önce düzenlediği baskınla Zeyd’in etrafındaki pek çok kişiyi öldürdü; Zeyd de aldığı bir ok yarasıyla hayatını kaybetti (6 Ocak 740). Kûfe ve Basralılar tarih boyunca Hz. Ali soyundan gelenlere daima yakınlık göstermişler, ancak bunu hiçbir zaman fiilî bir desteğe dönüştürmemişlerdir. Zeyd b. Ali olayı da bu şekilde gelişti. Küfeliler, çok az kişiyle Vali Yusuf ’un karşısında Zeyd’i yalnız bıraktılar; o da küçük bir taraftar grubuyla katledilmekten kurtulamadı. Hişâm’ın bu olay ve ve aileye olan düşmanca tavrından dolayı tenkit edilmiştir. Ülkede özellikle muhafazakâr çevreler tarafından desteklenen bu hareketin bu şekilde bastırılması Abbasî muhalefetini güçlendiren etkenlerden biri olmuştu. Haccâc’tan sonra Irak’ta siyasi ve idari istikrarı sağlamayı kim başarmıştır? Araştırınız. Hişâm Döneminde Mısır ve Kuzey Afrika’daki Gelişmeler Tahta çıktığında Mısır Valisi Hanzale b. Safvân’ın yerine kendi kardeşi Muhammed b. Abdülmelik’i tayin eden Hişâm kısa bir müddet sonra da Hür b. Yusuf’u bu göreve getirdi (724). Mısır topraklarının daha fazla vergi kaldırabileceğini düşünen haraç âmili Ubeydullah b. Habhâb’ın halifenin de onayını alarak vergileri arttırması üzerine Mısır’ın yerlisi Kıbtîler ayaklandı. İsyan vali Hür b. Yusuf tarafından bastırıldı (725). Ardından Hişâm’ın emriyle Mısır’a Kays kabilesine mensup birçok Arap yerleştirildi. Ubeydullah ile arası açılan Hür b. Yusuf 726’da halife tarafından görevden alındı. Hanzale b. Safvân’ın Mısır’da ikinci defa valilik yaptığı sırada ortaya koyduğu sert tutum dolayısıyla tekrar ayaklanan Kıbtîler yine bastırıldı (739). İfrîkıye ve Mağrib fethedildikten sonra buradaki yerli halk İslâmlaşarak yapılan her savaşta Müslümanların yanında yer aldı. Berberîler, Mağrib’in fethinde Araplara kılavuzluk ettikleri gibi İspanya’nın fethinde de önemli rol oynadılar; bu hizmetlerin karşılığında ganimetlerden eşit pay almaları gerekirken gayri Müslim muamelesi gördüler. Bu durumu içlerine sindirememekle beraber Arap idarecilerine de karşı gelemiyorlardı. Hişâm tahta çıktığında İfrîkıye ve Mağrib valisi kardeşi II. Yezid’in göreve getirdiği Bişr b. Safvân el-Kelbî idi. Hişâm tarafından yerinde bırakılan Bişr, bir yandan içteki karışıklıkları önlemeye çalışırken bir yandan da Korsika, Sardinya ve Sicilya adalarına seferler düzenledi. Arap ve mevalî arasında dengeli bir yönetim kurararak Haricî propagandalarını önlemeye çalıştı. Ancak bu arada Kaysîlere karşı Kelbîlerden yana bir siyaset takip ederek 2 184 İslam Tarihi ve Medeniyeti I kendisine bağlı valiliklere Kelbîleri getirmesinden rahatsız olan Hişâm, Bişr’in ölümünden sonra yerine Ubeyde b. Abdurrahman el-Kaysî’yi tayin etti (727). Bişr gibi Bizans’ın elindeki Akdeniz adalarına yönelik seferlere önem veren ve birçok ganimet ele geçiren Ubeyde, Kelb kabilesine mensup valileri Kaysîler ile değiştirip Kelbîlere zulmetmeye başladı. Böylece mevalî probleminin yanına kabilelerarası rekabet eklendi. Öbür yandan Irak bölgesinde faaliyet gösteren ve takibata uğrayan Haricîler İfrîkıye ve Mağrib’e kaçınca Araplar tarafından dışlanan Müslüman Berberîler arasında yerleşerek inançlarını yaymak için uygun bir ortam buldular. Eşitlik, adalet ve kardeşlik gibi hususlarda yaptıkları propaganda Berberîlerin Haricîliği benimsemesini kolaylaştırdı. Endülüs’ün fethinin tamamlanmasına yönelik faaliyetler Hişâm döneminde de sürdü. Abdurrahman el-Gâfikî kumandasında Pireneleri geçen İslâm ordusu, Fransa’da Tours ve Poitiers arasında Belâtüşşühedâ denilen yerde Charles Martel kumandasındaki Frank ordusuna yenildi (732). Bu mağlubiyet Kuzey Afrika’daki Berberilerin harekete geçmesine ve başta Haricîler olmak üzere Araplara karşı müttefikler bulmasına sebep oldu. Haricîliği kabul eden Berberîlerin sayısının süratle artması üzerine Hişâm, Ubeyde b. Abdurrahman’ı görevden alarak yerine Ubeydullah b. Habhâb el-Kaysî’yi getirdi (734). Fakat onun da mevalî aleyhine gelişen bir siyaset izlemeyi sürdürmesi, İfrîkıye ve Mağrib’te ilk defa Haricî-Berberî isyanı görülmesi sonucunu doğurdu. Arapların kabile taassubuyla birbirlerine karşı mücadeleye girmeleri yüzünden İfrîkıye ve Mağrib’de huzur kalmadı, bölge karışıklığa ve istikrarsızlığa sürüklendi. Ordunun önemli bir kısmının Sicilya seferinde iken Ezârika’nın lideri Abdül’alâ b. Cüreyc er-Rûmî, Mağrib’deki İbâzîlerle birlikte 13 Ağustos 740’ta ayaklandı ve Tanca Valisi Ömer b. Abdullah’ı katletti. Tanca’ya giren Haricî lideri Meysere el-Matgarî halifeliğini ilân edip halktan biat aldı. Böylece dinî mahiyette başlayan bu hareket siyasi bir karakter de kazanarak Berberî isyanlarının yaygınlaşmasını beraberinde getirdi. Meysere’nin yenildiği bir savaştan sonra taraftarlarınca öldürülmesi üzerine Haricîler Zenâte kabilesinden Halid b. Humeyd’e biat ettiler. Haricîlerin Tanca yakınlarında Emevîlere karşı kazandıkları savaştan sonra isyanlar Endülüs’e sıçradı (740). Bunun üzerine Hişâm, Ubeydullah’ı azlederek, İfrîkıye-Mağrib valiliğine Külsûm b. İyâz el-Kuşeyrî’yi getirdi (741). Fakat ertesi yıl Külsûm, Halid b. Humeyd komutasındaki Haricîlerle çarpışırken öldü; yerine Hanzale b. Safvân getirildi. Hanzale’nin burada yaptığı ilk iş valileri değiştirip Sufriyye Haricîlerinin çıkardığı isyanlarla mücadele etmek oldu. Bizans’la İlişkiler Hişâm zamanında Bizans saldırıları belirgin bir şekilde artmaya başladı. Buna mukabil Hişâm, sınırlardaki garnizonları güçlendirerek Anadolu’ya her yıl yaz aylarında düzenli seferler yapılmasını sağladı. Genellikle halifenin iki oğlu Muâviye ve Süleyman ile kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’in kumanda ettikleri bu seferlerde pek çok yer fethedildi; Güneydoğu Anadolu’ya çeşitli Arap kabileleri yerleştirildi. 726’da Kayseri’ye ulaşan Mesleme, bir yıl sonra İznik civarına kadar ulaştı. Bu seferlere Hişâm’ın oğullan Muaviye ve Süleyman da katıldılar. Hatta 737’de Muaviye bazı seferleri bizzat yöneterek Kapadokya’daki Harşana’yı ele geçirdi. 740’da Emevî ordularının Akroinon mevkiinde Bizans İmparatoru III. Leon’un kuvvetleriyle yaptıkları savaş ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. 717’den sonraki Anadolu seferlerinde kahramanlığıyla ünlü olan Battal Gazi bu savaşta şehit düştü. Battal Gazi’nin kim olduğunu, yaşayıp yaşamadığını araştırınız. 3 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 185 Hişâm devrinde Gürcistan fethedildi ve halifenin kardeşi Mesleme Dağıstan’a yaptığı akınlarla bölgede İslâm egemenliğini kurmayı başardı. 732’ye kadar Kafkaslarda bir kısım yerleşim merkezleri bazen Hazarlara bazen de Müslümanlara geçiyordu. Bu yıl Hişâm, amcasının oğlu Mervan b. Muhammed’i İrmîniyye, Azerbaycan ve el-Cezîre valiliğine tayin etti. İyi bir asker olan Mervan önce Hazarları kuzeye çekilmek zorunda bıraktı, sonra da Kafkasları geçerek Hazar ülkesine girdi (737). Ardından burada yaptığı bütün savaşları kazanan Mervan Hazar hakanıyla yaptığı anlaşmayla uzun zaman sonra Kafkaslarda sükûnet sağlandı. Hişâm’ın Bazı İcraatları ve Vefatı Hişâm’ın divan defterlerini yeniden tanzim ettirerek Horasan’daki yazışmaları Farsça yerine Arapça tutturdu. Mervanîler arasında Hişâm dönemindeki divanlardan daha sağlıklı ve daha düzenlisinin olmadığı kabul edilir. Abbasî Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansur da devlet işlerinde Hişâm’ı örnek aldığını sıkça dile getirirdi. Başlangıçta kadılık makamına bağlı olan şurtayı bağımsız hale getirerek sâhibüşşurtayı yalnız suçluların takibiyle görevlendiren Hişâm berîd teşkilâtını da yeniden düzenledi. İmar faaliyetleriyle de ilgilenen ve Emevî devri sivil mimarisinin başlıca örneklerinden olan Kasrü’l-hayri’l-garbî ve Kasrü’l-hayri’ş-şarkı gibi eserler yaptıran Hişâm hilâfet merkezini Dımaşk’tan Fırat kenarındaki Rusâfe şehrine nakletti. Tarıma önem vererek Dicle sularının taşmasını önlemek için setler inşa ettirdi. Onun zamanında Dımaşk’ta Berada nehrinden on üç kanal açıldığı gibi meşhur mühendis Hasan en-Nabatî’nin katkılarıyla Irak’ta da çeşitli kanallar açıldı, baraj ve köprüler yapıldı. Mühründe hüküm her şeyin hâkimi olanındır anlamında ‘el-hükmü li’lhakemi’l-hakîm’ ibaresi bulunan Hişâm ilme ve bilim adamlarına saygı duyardı. Ebü’z-Zinâd ve Zührî gibi âlimlere yakın ilgi gösterirken, bazı konularda farklı görüşleriyle dikkat çeken ve Emevî aleyhtarı bir tavır içerisine giren Gaylân edDımaşkı ile Ca’d b. Dirhem gibi bilginleri de idam ettirmekten çekinmemişti. Halife olmadan önce şiirle ilgilenen Hişâm, kabilelerin şecerelerini tespitle uğraşmaktan zevk alırdı. Yaklaşık yirmi yıl iktidarda kalan Hişâm b. Abdülmelik 6 Şubat 743’te Rusâfe’de vefat etti. Endülüs Emevî Devleti’nin kurucusu I. Abdurrahman onun torunudur. Klasik kaynaklarda Hişâm dönemi Emevî hanedanının üçüncü yükseliş devri olarak tanımlanır. Önemli bir devlet adamı ve iyi bir idareci olan Hişâm, bütün olumsuzluklara rağmen ülkede istikrarı bir dereceye kadar korudu. Ancak gittikçe güçlenerek mevalînin de desteğini alan Abbasî muhalefetiyle, Haricî yayılmasını engelleyemediğinden, ülke ölümünden kısa bir süre sonra kargaşa ve istikrarsızlığa sürüklendi. Öbür yandan takip ettiği malî politika dolayısıyla valilerin halktan vergi toplarken başvurdukları çeşitli yöntemler de huzursuzlukları artıran etkenlerdendi. Halkına ve gayri Müslimlere hoşgörülü davrandığı ileri sürülürse de, aşırı vergi yükünden dolayı toplumda fazla sevilmedi. Bunda Ali evlâdı başta olmak üzere muhaliflerine karşı takındığı sert ve baskın tutumu da etkili oldu. Aslında Emevîlerin mülk-devlet anlayışını temsil eden halifelerin sonuncusu olan Hişâm döneminin sonlarına doğru devletin temelleri derinden sarsılmaya başlamıştı. Hişam hakkında ayrıntılı bilgi için İ. H. Atçeken’in Devlet Geleneği Açısından Hişam b. Abdülmelik adlı eserine başvurabilirsiniz. 186 İslam Tarihi ve Medeniyeti I SON DÖNEM EMEVÎ HALİFELERİ Velid b. Yezid Hişâm’da sonra Emevî tahtına Yezid b. Abdülmelik’in oğlu Velid çıktı. Annesi II. Yezid’in siyasi hayatında etkili olan Ümmü’l-Haccâc bint Muhammed olan Velid 90 (708-709) yılında Şam’da doğdu. Çocukluğu ve gençliği hakkında fazla bilgi olmayan Velid’i babası Yezid 102 (720-721) yılında kardeşi Hişâm’dan sonra ikinci veliaht olarak belirledi. Yezid, ölümünden önce on beş yaşına ulaşan Velid’i birinci veliaht olarak tayin etmediğine pişman olmuştu. Velid Hişâm döneminin ilk yıllarında günlerini hilâfet sarayında amcasıyla birlikte geçirdi. Ancak zamanını içki âlemleri ve av partileriyle geçirmesi, halk arasında bu davranışlarının dedikodulara sebep olması üzerine Hişâm önce Velid’e bazı nasihatlarda bulundu. Daha sonra halk içinde itibarını artırması için 735’te emîr-i hac olarak görevlendirdi. Velid Mekke’de oyun ve eğlenceye dalarak vazifesini yerine getirmedi. Hacdan dönüşünden sonra Velid’i bir veliahta yakışmayan davranışlarından vazgeçirmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bunun üzerine Ümeyye ailesinin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmelerden sonra oğlu Mesleme adına biat almaya başlayarak Velid’in veliahtlıktan ayrılmasını istedi. Bu teklifi kabul etmeyen Velid Şam’dan ayrılarak başına buyruk bir şekilde yaşamaya başladı. Bu esnada Velid ile Hişâm karşılıklı mektuplaşarak birbirlerini suçladılar ve davalarında haklı olduklarını iddia ettiler. Hişâm’dan sonra Velid on birinci Emevî halifesi olarak tahta çıktı (6 Şubat 743). İktidara geldikten sonra ilk iş olarak Irak valisi Yusuf b. Ömer es-Sekafî ve Horasan valisi Nasr b. Seyyâr dışında kendisinin veliahtlıktan azledilmesinin destekleyen Hişâm’ın valilerini görevden alarak onları çeşitli işkencelere tabi tuttu. Dayısı Yusuf b. Muhammed’i Hicaz valiliğine atadı. Hişâm ve yakınlarının mallarına el koyarak halka kendini sevdirmek için geniş ihsanlarda bulundu. Hişâm’ın dolu bıraktığı beytülmali altı ayda boşalttı. Bizans ile kara ve denizde küçük çaplı mücadeleler olmuşsa da, Velid döneminde askerî alanda kayda değer bir gelişme olmadı. Hişâm döneminde ortadan kaldırılan Zeyd b. Ali’nin oğlu Yahya hapisten kaçarak Nişabur, Belh, Serahs gibi şehirlerde etrafında Emevîlere karşı ciddi bir muhalefet grubu oluşturdu. Bunun üzerine harekete geçen Horasan valisi Nasr b. Seyyâr Cüzcan’da şiddetli bir savaştan sonra Yahya’yı ortadan kaldırdı (744). Bu dönemde özellikle Ebû Müslim elHorasanî’nin Abbasî ihtilalinin başına geçmesinden sonra özellikle Horasan’daki propoganda faaliyetleri hızlandı. Her türlü kötülüğe uygun bir yapıda olduğu ve kutsal değerlerle alay ettiği nakledilen Velid, kısa bir süre sonra Emevî ailesinden pek çok kişinin de yer aldığı kuvvetli bir muhalefetle karşılaştı. Emevî ailesi ilk defa kendi içerisinde parçalandı. Öte yandan Irak’ta Yemenli unsuru destekleyen Halid b. Abdullah el-Kasrî’nin yeni Irak valisi Yusuf b. Ömer es-Sekafî tarafından öldürülmesi, Yemen asıllı kabilelerin Velid’e düşman olması sonucunu doğurdu. Velid’e karşı gittikçe yaygınlaşan bu hoşnutsuzluk, Emevî ailesinden Yezid b. Velid b. Abdülmelik’in liderlik ettiği bir isyana sebep oldu. Kendi üzerine Yezid b. Velid’in yeğeni Abdülaziz komutasında iki bin kişilik bir birliğin üzerine doğru geldiğini haber alan Velid beraberinde az sayıda kişiyle birlikte sığındığı Filistin’deki Bahrâ Sarayı’nda yakalanıp öldürüldü (17 Nisan 744). Emevî halifelerinin şiire en çok meraklı olanların başında gelen Velid Emevî saraylarının en önemlisi olan Muşattâ’yı inşa ettirmiştir. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 187 Yezid b. Velid Aile içi mücadele sonunda iktidarı ele geçiren Yezid b. Velid annesi Soğd Prensesi Şahferend adlı bir cariye olan ilk Emevî halifesidir. Yezid Kisrâ, Kayser, Hakan ve Mervan’ın torunu olduğunu söyleyerek bununla övünürdü. II. Velid’den sonra halife olan III. Yezid biat törenindeki konuşmasında Ömer b. Abdülaziz’i örnek aldığını, yönetim tarzını ve politikasını buna göre belirleyeceğini ilan etti. Zorla inşaat yaptırmayacağını, kanal açtırmayacağını, ödenemeyecek vergi yüklemeyeceğini, bir yerin gelirini başka yere harcamayacağını, askerleri gereğinden fazla ailelerinden uzak tutmayacağını, başta zayıflar olmak üzere herkesi dinleyeceğini ve zimmîlere iyi davranıp haklarını koruyacağını vaat etti. Tamamı gündelik hayatı iyileştirmeye ve iç barışı sağlamaya yönelik olan bu vaatler, Ömer b. Abdülaziz hariç diğer Emevî halifelerine sıkça yöneltilen ortak şikâyet konularıydı. III. Yezid bu vaatlerini yerine getiremezse cezalandırılması ve azledilmesinin istenebileceğini söyleyerek iktidar ile halk arasındaki kopukluğu gidermede kararlı olduğuna herkesi inandırmaya çalıştı. Çeşitli sebeplerle yurtlarından ayrılmak zorunda kalanların geri dönmelerine izin vererek işe başladı. Ancak daha işin başında kabilelerarası dengeyi sağlayamadığı gibi Kelb kabilesinin öne çıkmasını da engelleyemedi. Halkın durumunu iyileştirmek için reform vaatlerine rağmen Humus, Filistin, Şam, Yemame ve Irak gibi bölgelerdeki kargaşa ve istikrarsızlık ortamı gittkçe derinleşti. Benzer bir durum devlet otoritesinin tamamen yok olduğu Kuzey Afrika için de söz konusuydu. Horasan valisi Nasr b. Seyyâr ile İrmîniyye ve Azerbaycan valisi Muhammed b. Mervan III. Yezid’e biat etmeyi reddederek krizi daha da derinleştirdi. Yezid bütün çaba ve gayretine rağmen iç barışı sağlamaya ve devlet otoritesinin yeniden tesis etmeye güç yetiremedi. Bürokratik yapıya da tam anlamıyla hükmetmeye fırsat bulamadan ve vaatlerini gerçekleştiremeden vefat etti (25 Eylül 744). Beş aydan biraz fazla iktidarda kalan Yezid, II. Velid’in bozduğu bütçe dengelerini sağlayabilmek için maaşlarda kesintiye gittiği için halk arasında eksilten, azaltan anlamında ‘Yezîd en-Nâkıs’ adıyla anılıyordu. İbrahim b. Velid İbrahim b. Velid’de kardeşi Yezid gibi bir cariyenin oğluydu. Halife olmadan önceki hayatı hakkında bilgi yoktur. Ancak kaynaklarda yer alan bazı bilgilerden özellikle Şekil 8.3 I. Velid veya II. Velid’in Yaptırdığı Tahmin Edilen Kusayru Amre Sarayı (C. Tomar Arşivi) 188 İslam Tarihi ve Medeniyeti I hadis ilmiyle uğraştığı anlaşılmaktadır. İbrahim’in siyaset hayatı Halife III. Yezid tarafından Ürdün’e vali tayin edilmesiyle başladı ve veliaht ilân edilmesiyle sürdü. İbrahim, Yezid’in ölümünden sonra on üçüncü Emevî halifesi olarak tahta çıktı. İlk iş olarak III. Yezid’in kendisinden sonra ikinci veliaht tayin ettiği Abdülaziz b. Haccâc b. Abdülmelik’in veliahtlığını onayladı. Ancak İbrahim de kardeşi Yezid gibi meşruiyet kriziyle karşılaştı. Bazı bölgelerde halifeliği tanımadığı gibi başşehir Dımaşk’a yakın Humus halkı dahi kendisine itaat etmedi. Öldürülen II. Velid’in intikamını almak ve onun çocuklarının haklarını korumak için harekete geçen İrmîniyye ve Azerbaycan valisi Mervan b. Muhammed ile İbrahim’i tanımayan valiler en büyük sorunları oluşturuyordu. Üç ay kadar bir süre halifelik makamında kalabilen ve kardeşi gibi Kelb kabilesine dayanmak isteyen İbrahim’in bütün zamanı kargaşa ve istikrarsızlık içinde geçti. Ülkenin her tarafında iç karışıklıklar ve ayaklanmalar hız kazandı. II. Velid’in öldürülmesinden sonra şiddetlenen fitneyi bastırmaktan âciz kalan İbrahim’in döneminde ülkedeki karışıklıklar giderek arttı ve sarsılmış olan merkezî idarenin otoritesi daha da zayıfladı. Bu arada asıl amacı hilâfeti ele geçirmek olan Mervan b. Muhammed harekete geçerek el-Cezîre halkının biatını aldıktan sonra Suriye üzerine yürüdü. Kınnesrîn’e yönelerek İbrahim’in kardeşi olan Vali Bişr’in ordusunu bozguna uğratarak valiyi ve yakın çevresini esir aldı. Ardından halkı biat etmediği için İbrahim’in gönderdiği ordu tarafından kuşatma altında tutulan Humus üzerine giderek şehri işgal etti. Humus halkının biatını aldıktan sonra 80.000 kişilik ordusuyla Dımaşk’a doğru ilerledi, bunun üzerine İbrahim de ona karşı Süleyman b. Hişâm komutasında büyük bir ordu gönderdi. İki ordu Ba’lebek-Dımaşk yolu üzerindeki Aynülcer’de karşılaştı (18 Kasım 744). Savaşı kaybeden İbrahim’in kumandanı Süleyman Dımaşk’a sığındı. Şehirden kaçmak zorunda kalan İbrahim ise bir süre gizlendikten sonra Mervan’a biat edeceğini açıklayarak ondan eman istedi. II. Mervan bu isteği kabul ederek onu yakın çevresine aldı. İbrahim, Emevî hilâfetinin sona erdiği Zap Suyu Savaşı’nda (25 Ocak 750) nehirde boğularak ölenler arasındaydı. Onun daha önce II. Mervan veya Abbasîlerden Abdullah b. Ali tarafından öldürüldüğü de rivayet edilir. EMEVÎLERİN YIKILIŞI VE II. MERVAN Mervan VII. asrın sonlarına doğru el-Cezîre’de doğdu. Annesi Kürt asıllı bir cariye olan Mervan’ın babası Muhammed uzun yıllar el-Cezîre ve İrmîniye valiliği yapmış, bu görevi esnasında Bizans ve Kafkasya cephelerinde düzenlenen seferleri yönetmişti. Mervan’ın en meşhur lakabı eşek anlamındaki ‘Hımâr’ın savaşlardaki sabrından dolayı veya düşmanları tarafından hakaret amaçlı olarak verildiği ileri sürülür. Mervan’a dair ilk bilgiler, 105’te (723-724) Bizans’a karşı düzenlenen seferi komuta ederek Konya ve Kemah’ı ele geçirmesi sebebiyledir. Ardından Kafkas cephesinde savaşan Mervan, 732’de Halife Hişâm tarafından emrinde savaştığı Mesleme b. Abdülmelik’in yerine el-Cezîre, İrmîniye ve Azerbaycan valiliğine tayin edildi. Askerî bakımdan önemli olan bu bölgede kaldığı on iki yıllık süre içinde Hazarlara karşı başarılı seferler düzenledi. Mervan, Hişâm’ın ölümü üzerine yerine geçen Halife II. Velid’e gönderdiği biat mektubunda Emevî zihniyetiyle örtüşen bir üslûp kullandı. Kendisini bu önemli göreve getiren Hişâm’ı zalim olarak nitelerken yeni halifeyi överek gönlünü aldı. II. Velid’in, Emevî ailesinden Yezid b. Velid’in liderliğindeki bir isyan sonucu öldürülmesi, siyasi tecrübesini arttırmış güçlü bir vali ve kumandan olan Mervan’a taht yolunu açmıştı. Mervan, Velid’in intikamını almak ve onun iki oğlunun halifelik haklarını savunmak iddiasıyla III. Yezid’e biat etmeyi reddetti. Ordusunun başında 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 189 İrmîniye’den ayrılıp el-Cezîre’ye geldi. Ancak Derbend’de vekil bıraktığı Sâbit b. Nuaym ve emrindeki Suriyeli Yemenlilerin III. Yezid’e biat ettiğini duyunca geri dönmek zorunda kaldı. Suriye’ye götürmek vaadiyle itaatlerini sağladığı isyancı birliklerle Harran’a gitti ve onları terhis ederek Suriye’ye gönderdi. Ardından Suriye üzerine gitmek için hazırlıklarını tamamladığı sırada III. Yezid’in kendisini el-Cezîre, İrmîniye, Musul ve Azerbaycan valiliğine getirmek istediğini bildiren mektubunu aldı. Teklifi kabul edip isyandan vazgeçerek Yezid’e biat etti. Mervan, III. Yezid’in ölümünden sonra halife olan ve sadece Suriye’nin güneyindeki Yemenli kabilelerce tanınan İbrahim b. Velid’e biat etmedi. Ardından İbrahim’in ordusuyla karşılaştığı Aynülcer Savaşı’nı kazanarak (18 Kasım 744), Velid’in öldürülmesine adı karışan iki kişi hariç diğerlerini Velid’in oğulları adına biat alıp serbest bırakıp Dımaşk’a gitti. Savaştan sağ kurtulan Süleyman b. Hişâm, İbrahim ve bazı yakınları, halifeliğin II. Velid’in oğullarına kalması durumunda babalarının katillerinden intikam alacaklarını düşünerek Mervan Dımaşk’a ulaşmadan Velid’in hapiste bulunan iki oğlunu öldürmeyi kararlaştırdılar. Süleyman bu kararın uygulanmasının ardından beytülmaldeki malları askerine dağıttı ve İbrahim’i alıp Kelbîlerin merkezi Tedmür’e kaçtı. Mervan ordusunun başında Dımaşk’a girdiğinde iki kardeşin öldürüldüğünü öğrendi. Bu gelişme Mervan’ı halifeliğe bir adım daha yaklaştırdı. Emevî ailesinden Ebû Muhammed es-Süfyânî, öldürülmelerinden az önce iki kardeşle birlikte olduğunu ve kendisine Mervan lehine vasiyette bulunduklarını söyleyerek ona biatı gündeme getirdi. Bunun üzerine orada bulunanlar Mervan’ı halife ilân ettiler (7 Aralık 744). Gücünü Kuzey Arabistan kökenli kabilelerden alan II. Mervan, hilâfet merkezini Şam’dan bunların çoğunlukta olduğu Harran’a taşımak zorunda kaldı. Böylece Suriye iki parçaya ayrıldı. Haricîlerle Mücadele II. Mervan Suriye’deki isyanlarla uğraştığı sırada Irak’ta kargaşa vardı. III. Yezid’in Irak valisi Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz, Mervan’ın halifeliğini kabul etmeyip Irak valiliğine tayin edilen Nadr b. Said’e karşı bir mücadele başlattı. Yine aynı sıralarda Irak’ta Haricîlerden Sufriyye, Dahhâk b. Kays eş-Şeybânî liderliğinde isyan etmişti. Mervan Irak’a gitmek için yola çıktığında da yeni bir isyanla karşılaştı. Ordusundaki Suriyeli askerler Kınnesrîn’den geçerken orada ikamet eden Süleyman b. Hişâm’a biat etmişlerdi (745). Mervan, kısa sürede etrafında büyük bir kuvvet toplayan ve üzerine gönderdiği öncü birliklerini yenen Süleyman’ı Hufaf denilen yerde ağır bir yenilgiye uğrattı; alınan esirlerin büyük kısmını kılıçtan geçirdi. İsyancıların eline düşen Humus’a giderek beş ay kadar süren bir kuşatmadan sonra burayı ele geçirdi. Ardından muhtemel isyanları önlemek amacıyla Humus, Ba’lebek, Dımaşk, Kudüs ve diğer Suriye şehirlerinin surlarını yıktırdı. 746 yazında Suriye’yi itaat altına aldı. Bu sırada Irak’taki isyancılar da güçlerini iyice arttırdılar. Şehrizor, İrmîniye ve Azerbaycan Haricîlerinin desteğini alan Dahhâk b. Kays, birlikte hareket eden Abdullah b. Ömer ve Nadr b. Said’i yenerek Nisan 745’te Küfe’yi ele geçirdi; bir süre sonra da Musul’a hâkim oldu. Bu sırada Humus muhasarasıyla meşgul olan Mervan Dahhâk’ın üzerine oğlu Abdullah’ı gönderdi. Abdullah’ın Nusaybin civarında Haricîlere yenildiğini duyunca bizzat harekete geçti ve Kefertûsâ’da liderleri Dahhâk’ın da öldürüldüğü büyük savaşta Haricîleri bozguna uğrattı (746). İsyanlarını sürdüren Haricîlerle şiddetli savaşlar yaptıktan sonra sığındıkları Musul’u kuşatı. Dokuz ay süren bu kuşatmanın ardından şehre girerek Horasan’a kaçanları takip ettirdi. Liderleri Şeybân b. Abdülaziz’i ve pek çok askerini ortadan kaldırıp Irak’taki Haricî problemini halletti (747). 190 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Basralı Haricî lideri Ebû Hamza eş-Şârî, 746 yılı hac mevsiminde Mekke’ye giderek Tâlibül-hak lakablı Abdullah b. Yahyâ’ya biat etmiş; ikisi Hadramut’a geçip Abdullah’ın halifeliği için biat almaya başlamışlardı. Böylece Haricîler Hicaz’da da etkinlik kurmak istiyorlardı. 747’de davet için Mekke’ye gelen Ebû Hamza şehri kontrol altına aldıktan sonra aynı yılın ekim ayında Medine’yi de ele geçirdi. Bunun üzerine Mervan tarafından Medine’ye gönderilen ordu, Ebû Hamza’yı hezimete uğratarak Mekke’yi de geri aldı (748). Abdullah b. Muâviye ve Emevî İktidarı Hz. Ali’nin kardeşi Cafer-i Tayyâr’ın oğlunun torunu Abdullah b. Muâviye’nin doğumu ve hayatının ilk dönemi hakkında kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Zamanının önemli şairlerinden olan Abdullah 744 yılı sonbaharında Küfe’ye gitti. Küfe valisi Abdullah b. Ömer b. Abdülaziz ona yakın ilgi göstererek kendisine tahsisat bağladı. Bu sırada Emevî tahtına çıkan İbrahim b. Velîd’e biat etmeyi kabul etmeyen II. Mervan isyan etti. Vali bu karışık durumda başına dert açmasından endişe ettiği Abdullah b. Muâviye’yi hapsetti, fakat Mervan karşısında destek sağlamak gayesiyle de tahsisatını artırdı. Kûfe’deki Hz. Ali taraftarları Hâşimîlerin halifeliğe Emevîlerden daha lâyık olduğunu savunanların teşvikiyle Abdullah isyan bayrağını açtı (Ekim 744). Etrafında daha önce Mugîre b. Said’e bağlı bir grupla, Zeydîlerden müteşekkil oldukça kalabalık bir taraftarı vardı. Bu isyanın asıl sebebi, Hz. Ali’nin torunu Ebû Hâşim’in vefatından sonra ortaya çıkan olaylarla ilişkilendirilir. Ebû Hâşim’in vefatından sonra ona bağlı olanların bir kısmı imamet iddiasında bulundu. Bunlardan Ebû Hâşim’in, imameti Abdullah b. Amr el-Kindi’ye vasiyet ettiğini iddia edenler, Ebû Hâşim’deki ilâhî ruhun ona intikal ettiğini söylüyorlardı. Ancak Abdullah b. Amr’ın taraftarlarından biat almaması ihanet olarak görerek kendilerine yeni imam olarak Abdullah b. Muâviye’yi seçmişlerdi. Böylece siyaset alanına giren Abdullah ve taraftarları vali tarafından kuşatılınca savaş alanını terk edip Kûfe’deki iç kaleye sığındılar. Daha sonra şehri terketmeleri şartıyla kendilerine eman verildi. Abdullah, taraftarlarıyla İran’a giderek önce İsfahan’ı daha sonra da İstahr, Cibal, Kirman, Hûzistan ve Kumis’i ele geçirdi. Taraftarları arasında, başta mevalî olmak üzere her gruptan insan ve bazı Emevî ileri gelenleri vardı. Bunlar ortak düşmanları Mervan’a karşı iş birliği içindeydiler. Abdullah sağladığı bu destekle bölgedeki egemenliğini güçlendirerek kendi adına para bastırdı. Mervan, halifelik makamını ele geçirip idareye hâkim olunca kumandanlarından Âmir b. Dubara’yi ona karşı gönderdi. Yapılan savaşta mağlûp olan Abdullah Horasan’a kaçtı. Burada Abbasîler adına faaliyette bulunan Ebû Müslim’den ilgi ve yardım göreceğini umarak ona kendisini himaye etmesi için edebî değeri haiz bir mektup yazdı. Ancak umduğunu bulamadığı gibi onun emriyle hapsedildi ve bir müddet sonra da öldürüldü (747). Zap Suyu Savaşı ve Bir Dönemin Kapanışı Tahta oturduğu andan itibaren cepheden cepheye koşmak zorunda kalan II. Mervan yaklaşık üç yıl içinde el-Cezîre, Irak, Suriye, Mısır ve Arabistan’da kontrolü sağlayarak başşehir Harran’a döndü. Ancak tam bu sırada kendisini ve Emevî hanedanını ortadan kaldıracak büyük bir isyanla karşılaştı. Horasan Valisi Nasr b. Seyyâr’ın bütün ikazlarına rağmen ilgilenemediği bu tehlike Abbasî ihtilal hareketiydi. Horasan’daki Emevîlere muhalif unsurları bir araya getiren ve bilhassa İranlı mevalî Mûte Savaşı’ndaki fedakârlığından dolayı Hz. Peygamber’in Zülcenâhayn lakabı verdiği büyük dedesi Cafer-i Tayyâr’ın bu lakabına nispetle, Abdullah’ın etrafında toplanarak onu imam tanıyan gruba Cenâhiyye denilir. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 191 tarafından desteklenen Ebû Müslim el-Horasânî; 747 Haziran’ında siyah bayrağı açarak Abbasî isyanını başlattı. Ebû Müslim, II. Mervan ve Irak valisinden ciddi bir yardım alamayan Nasr b. Seyyâr’ın barış tekliflerini reddetti. İki taraf arasındaki çatışmalar sürekli Nasr’ın mağlûbiyetiyle sonuçlandı. Nasr 15 Ocak 748’de Horasan valilik merkezi Merv’i, Haziran ayında Nîşâbur’u terk etmek zorunda kaldı; Irak’tan gönderilen kuvvetler ulaşamadan sığındığı Kumis’i de kaybetti. 749 yılı sona ermeden Abbasîler Horasan’ın tamamını kontrol altına aldılar. Bir süre sonra Küfe’yi ele geçiren Abbasî ihtilalinin önderleri Ebü’l-Abbas esSeffâh’ı halife ilân ettiler (28 Kasım 749). Abbasîlerin ilk halifesi olarak biat alan Seffâh amcası Abdullah b. Ali’yi Mervan’a karşı gönderdi. Savaş hazırlıklarını tamamlayıp Harran’dan Musul’a hareket eden Mervan, Büyük Zap suyunun sol sahilinde Abbasî ordusunu karşısında buldu. 16 Ocak 750’de başlayan ve gün geçtikçe şiddetini arttıran savaş 25 Ocak Cumartesi sabahı Mervan’ın ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Askerî kabiliyetine ve daha büyük bir orduya sahip olmasına rağmen mağlûbiyeti, onun ordusundaki Mudarî ve Yemenî kabileler arasındaki rekabete, özellikle de Suriyeli askerlerin kendisine olan kırgınlıklarına bağlanır. Mervan, kumandan olarak girdiği savaşlarda aldığı bu ilk mağlûbiyetin ardından emrindeki kuvvetlerle Harran’a çekildi, ancak orada da tutunamadı. Kendisini takip eden Abdullah b. Ali’nin önünden kaçarak Kınnesrîn, Humus ve Dımaşk üzerinden Filistin’e geçti. Kaçışını Mısır istikametinde devam ettirdi ve düşman askerinin yararlanmasını önlemek için geçtiği yerlerdeki ekinleri yaktırdı. Yukarı Mısır’ın Bûsîr köyünde kendisine ulaşan Abbasî kuvvetleriyle girdiği çatışma sırasında öldürüldü (5 Ağustos 750). Vâsıt’ta direnen eski Irak valisi Ebû Halid İbn Hübeyre’nin de teslim olmasıyla Emevî Devleti tarihe karıştı. Emevî ailesi mensuplarının tamamını ortadan kaldırmak isteyen Abbasîler, Kuzey Afrika’ya kaçıp oradan Endülüs’e geçerek Endülüs Emevî Devleti’ni kur’an Abdurrahman b. Muâviye b. Hişâm dışındakileri katlettiler. Halifeliği beş yıl on ay süren II. Mervan, Harran Büyük Camii’ni (Firdevs Camii) genişleterek burada büyük bir saray yaptırdı. el-Cezîre eyaletinin merkezi haline getirip ayrı bir divan tahsis ettiği Musul şehrini genişleterek caddeler açtırdı, etrafını surlarla çevirerek büyük bir cami inşa ettirdi. II. Mervan halife olunca II. Velid’in çocuklarının katilleri başta olmak üzere muhaliflerine nasıl davrandı? Araştırınız. Emevî Devleti’nin Çöküş Sebepleri Emevî Devleti’nin çöküşünü hazırlayan ve yıkılmasına sebep olan nedenleri son dönem halifelerine, özellikle de II. Mervan’a bağlamak doğru değildir. Çünkü 661-750 yılları arasında hüküm süren Emevî hanedanının uzun ömürlü olmaması, kuruluşundan itibaren ortaya çıkan gelişmelerle doğrudan ilişkilidir. Genel kabul gören ve Emevîlerin tenkit edildikleri hususlardan da olan sebepler şu şekilde maddeleştirilebilir: 1. Emevîler istişare temeline dayanan, ehliyeti esas alan, şûra ve biat esasları etrafında kurumlaşan hilâfet sistemini değiştirdiler. Yerine kuvvete dayanan ve babadan oğula veya aileden birine intikal eden saltanat uygulamasını getirdiler. Böylece İslâm’ın ön gördüğü devlet reisliği, Arap asil sınıfına dayanan hükümdarlığa dönüşerek, evrensel İslâm devleti gitgide etnik unsura dayalı bir hâle geldi. Böylece resmen olmasa da, fiilen mutlak verasete 4 192 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dayalı bir hükümdarlığa dönüşen Emevî hilâfetinin meşruiyeti tartışılan bir konu oldu. Emevîlere karşı oluşan Şiî, Zübeyrî ve Haricî muhalefet propagandalarını hilâfetlerinin meşru olmadığı iddiasına dayanarak yürüttüler. Emevî Devleti’nin çöküşüyle sona eren meşruiyet fikrinin meyvelerini ise gizli propagandalarını çeyrek asır Hz. Ali evlâdı adına yürüten Abbasîler topladı. 2. Hilâfetin yapısında meydana gelen bu önemli değişiklik İslâmiyet’le ortadan kaldırılmaya çalışılan, Câhiliye dönemi alışkanlığı kabilecilik anlayışının yeniden ortaya çıkardı. Kabilelerarasında İslâm’dan önce görülen rekabet ve savaşlar İslâm’la birlikte büyük çapta ortadan kalkmıştı. Ancak fetihlerden sonra siyasî ve iktisadî menfaatler eski düşmanlıkları yeniden körükledi. Askerî teşkilâtın kabile temeli üzerine oturması, kabile asabiyetiyle hareket eden halifelerin iktidar hırslarıyla karşılıklı ve dönüşümlü olarak kabileleri kullanmaları, bazen iki veliahtin tayini toplumun KuzeyliGüneyli ya da Mudarî-Yemenî diye bölünmesini beraberinde getirdi. Bunun sonucunda kuzey ve güney Arapları hiç kesilmeyen rekabet ve mücadelelerini Emevî iktidarı üzerinden yürütmeye başladılar. Özellikle Emevî iktidarının temel dayanağı Yemenli kabilelerin son dönemlerde devletin aleyhine dönmesi yıkılışı çabuklaştırdı. Emevî hilafetinin meşru olmadığı iddiasına dayanan muhalefet hareketlerinin gelişerek isyana dönüşmesinde de kabilecilik anlayışı etkin bir rol üstlendi. 3. Emevî Devleti’nin en karakteristik özelliği bir Arap devleti olmasıdır. Kuruluştan itibaren bu özellik kendini hissettirmiş, ilerleyen yıllarda çok daha belirgin bir şekilde katı bir ırkçılığa dönüşmüştür. Arapçılık taassubuyla, Müslüman olsalar dahi Arap olmayan tebaa, Arapların faydalandığı birtakım haklardan mahrum edildiler. Bu durum Arap olmayan unsurların Araplara bakış açısını etkilemiş, zamanla da idareden nefret etmelerine sebep olmuştur. Bütün bunlar mevalînin yönetim aleyhtarı bütün oluşumları desteklemesine ve muhalefet hareketleri içerisinde yer almasına yol açmıştır. Haklarının verilmediğini görerek yönetime muhalif güçleri desteklemeyi kendine prensip edinen mevalînin en sonunda Abbasî davetine katılması, Emevîlerin yıkılmasını amaçlayan bu hareketin sonuca ulaşmasına önemli katkı sağlamıştır. 4. Emevî yöneticilerinin Müslümanların hafızalarında derin izler bırakan ve toplumu rahatsız eden bazı olayların içinde yer almış olmaları, halkın idareden soğumasını beraberinde getirmiştir. Başta Ali Evlâdı olmak üzere muhalifleri çok sert usullerle bastırmaları, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi, Medine’nin işgal edilmesi, Kâbe kuşatmaları gibi Müslümanların maşeri vicdanında derin yaralar açan ve ayrılıklara sebep olan olaylar toplumla devletin arasının kapanmayacak şekilde açılmasına sebep olmuş ve fikrî ihtilaflara zemin teşkil etmiştir. 5. II. Velîd’in halifelikten hal`edilmesinde aile arasında ortaya çıkan iç mücadele Emevîler döneminde bir dönüm noktasıdır. Bu olayla, yıllardan beri Emevîlerin egemen olduğu ve iktidarlarının en büyük destekçisi Suriye ikiye bölündü. Bunun üzerine II. Mervan Dımaşk’ın yerine Harran’ı hilâfet merkezi yaptı. Emevîler hakkında ayrıntılı bilgi için İ. Aycan-İ. Sarıçam’ın Emevîler adlı eserine başvurabilirsiniz. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 193 Özet I. Velid zamanındaki fetihleri ve medeni gelişmeleri tanımlayabilmek Babasının yönetim politikasını sürdürmek isteyen Velid, başta Irak valisi Haccâc olmak valileri görevlerinde bıraktı. Ardından İslâm tarihinin ikinci büyük fetih harekâtını başlattı. Velid dönemi, Mâverâünnehir fâtihi Kuteybe b. Müslim, Sind ve civarının fâtihi Muhammed b. Kasım esSekafî, Anadolu gazalarının meşhur ismi kardeşi Mesleme b. Abdülmelik, İspanya fâtihleri Târik b. Ziyâd ve Mûsâ b. Nusayr gibi ünlü kumandanlarının fetihleriyle dopdolu geçti. Ülkenin sınırları Türkistan’dan Fransa içlerine, Anadolu’dan Hindistan sınırlarına kadar genişledi. Müslümanlar dünya hâkimiyetine doğru önemli mesafe katettiler. Ülkenin imarına büyük önem veren I. Velid, Kudüs’teki Mescid-i Aksa ile Dımaşk’taki Emeviyye Camii başta olmak üzere camiler yaptırdı, köprüler inşa ettirdi ve yeni yollar açtırdı. Sağlıkla ilgili her türlü ihtiyacın karşılandığı çok amaçlı tesisler yaptırdı. Ömer b. Abdülaziz’in İslâm tarihindeki yerini açıklayabilmek İyi bir eğitim ve öğretim gören Ömer b. Abdülaziz Medine valiliği yaparak bürokratik deneyim kazandı. Kendisinden önceki ve sonraki Emevî devlet başkanlarından çok farklı bir anlayışa sahip olan Ömer ile birlikte Hulefâ-yi Râşidîn dönemindeki halifelik zihniyeti tekrar gündeme geldi. Âlimlerin görüşlerine büyük değer veren ve uyarılarını dikkate alan Ömer, halka zulmeden ve halk tarafından sevilmeyen vali ve diğer önemli devlet memurlarından büyük bir kısmını görevden alarak yerlerine bilgili, dürüst ve güvenilir kimseler tayin etti. Halife, kendisinden önce haksız yere el konulmuş eşya ve mallan hazineye devretti. Toplumun her kesimine haklarını vererek onları memnun etmek isteyen halife yönetime muhalif gruplarla barışmanın yollarını aradı. Çeşitli unsurları birbirleriyle kaynaştırmaya çalışarak, Hz. Ali evlâdına ve onları destekleyenlere karşı çok iyi davrandı. Haricîlere karşı ikna yoluyla mücadeleyi prensip edindi. Devletin kuruluşundan beri adeta ikinci sınıf insan muamelesi gören mevalîden alınan haksız vergileri kaldırarak bütün Müslümanları eşit hale getirdi. Gayri Müslimlerin hukukuna da riayet ederek haklarını vermeye çalıştı. Ülkede yaşayan diğer din mensupları arasında İslâm dinini yaymak için büyük çaba gösterdi. Bu çalışmalar sayesinde bilhassa Berberiler ve Türkler arasında İslâmiyet hızla yayıldı. Beşinci râşid halife olarak kabul edilen Ömer’in halifeliği yaklaşık iki buçuk yıl sürdü. Halifeliğe ehil olanın istişare yoluyla seçilmesi sistemini yeniden başlatmak istiyordu; ancak bunu gerçekleştiremedi. Abbasî ihtilalinin oluşum süreci hakkında bilgi sahibi olabilmek Abbasîler hilâfet makamını ele geçirmek için oluşan bütün şartları kendi lehlerine ustaca kullandılar. Ülke çapında yaygın olan memnuniyetsizlikten faydalanan Abbasîler, kısa zamanda Emevîlere karşı başlatılan harekete yön vermeye başladılar. Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın torunu Ali babası ve dedesi gibi siyasi olaylarla ilgilenmeyip ilimle meşgul oluyordu. Ancak I. Velîd’in baskısı üzerine Dımaşk’ı terk ederek 714’de, Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye giderek ihtilal hareketini başlattı. Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’i destekliyordu. Ebû Hâşim’in ikametgâhını Humeyme’ye nakletmesiyle Abbasîler Şiîlerin desteğini de sağladılar. Abbasî propagandası ve yeraltı faaliyetlerinin merkezi Kûfe olup bu faaliyetleri yürüten teşkilât 718’de kuruldu. Abbasî hareketini on iki nakîb ve bunlara bağlı yetmiş dâî büyük bir gizlilik içinde yürüttü. Biat kendileri için değil, ileride Peygamber ailesinden, üzerinde ittifak edilecek bir şahıs adına alınıyordu. Abbasî davetinin propoganda sahası ise Horasan’dı. Hidaş’la başlayan faaliyetler Ebû Müslim ile en üst seviyeye ulaştı. 1 2 ?3 194 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Emevîlerin yıkılış süreci ve sebeplerini anlatabilmek Hilâfetin saltanata dönüşmesi kabilecilik anlayışının yeniden ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Askerî teşkilâtın kabile temeli üzerine oturması, kabile asabiyetiyle hareket eden halifelerin kabileleri kullanmaları, toplumun Kuzeyli-Güneyli ya da Mudarî-Yemenî diye bölünmesine sebep oldu. Hilâfetteki bu dönüşüm Emevî iktidarının meşruiyetinin tartışılmasına sebep olduğu gibi muhalefet hareketlerine de zemin teşkil etti. Emevîler hilâfeti Arap asil sınıfına dayanan hükümdarlığa dönüştürerek devleti etnik unsura dayalı bir hâle getirdiler. Araplar giderek imtiyazlı bir sosyal sınıf durumuna gelirken İslâmiyet’i kabul eden Arap olmayan unsurlar ise ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı. Bu tutum iktidara karşı kuvvetli bir muhalefetin doğmasına zemin hazırladı. Emevî yöneticilerinin Müslümanların hafızalarında derin izler bırakan ve toplumu rahatsız eden bazı olayların içinde yer almış olmaları da, halkın idareden soğumasını beraberinde getirdi. II. Velîd’in halifelikten hal`edilmesinde aile arasında ortaya çıkan iç mücadele sonunda Suriye’nin ikiye bölünmesi Emevîlerin sonu anlamına geliyordu. Bu arada, son Emevî halifelerinin beceriksiz ve vizyon sahibi olmadıkları da unutulmamalıdır. Bütün bunların yanında diğer bir yıpratıcı güç de Abbasîler idi. Abbasîler hilâfet makamını ele geçirmek için bütün bu şartları kendi lehlerine ustaca kullandılar. 4 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 195 Kendimizi Sınayalım 1. Orta Asya’da Türklerin yoğun yaşadığı yerlerdeki mücadelesiyle öne çıkan komutan aşağıdakilerden hangisidir? a. Musa b. Nusayr b. Mesleme b. Abdülmelik c. Kuteybe b. Müslim d. Muhammed b. Yusuf e. Tarık b. Ziyâd 2. İspanya’ya ilk keşif birliği aşağıdakilerden hangisi kumandası altında gönderilmiştir? a. Tarık b. Ziyâd b. Tarîf b. Mâlik c. Kuteybe b. Müslim d. Mesleme b. Abdülmelik e. Musa b. Nusayr 3. Aşağıdakilerden hangisi Ömer b. Abdülaziz’in yönetim anlayışını benimsememiştir? a. Haricîler b. Hz. Ali taraftarları c. Zimmîler d. Emevîler e. İbâzîler 4. Aşağıdakilerden hangisi Süleyman b. Abdülmelik döneminde etkin rol oynamıştır? a. Yezid b. Mühelleb b. Haccâc b. Yusuf c. Kuteybe b. Müslim d. Ubeydullah b. Ziyad e. Musa b. Nusayr 5. Aşağıdakilerden hangisinin annesi bir cariyedir? a. Abdülmelik b. Mervan b. Yezid b. Muâviye c. Hişâm b. Abdülmelik d. Ömer b. Abdülaziz e. İbrahim b. Velid 6. Hişâm b. Abdülmelik hilafet merkezini Şam’dan nereye nakletmiştir? a. Harran b. Rusâfe c. Bağdat d. Nişabur e. Medine 7. İslâm’ın yayılışı aşağıdakilerden hangisi döneminde hızlanmıştır? a. Yezid b. Muaviye b. Süleyman b. Abdülmelik c. Ömer b. Abdülaziz d. Yezid b. Abdülmelik e. Hişâm b. Abdülmelik 8. Aşağıdaklerden hangisi Emevî tahtına çıkamamamıştır? a. Yezid b. Abdülmelik b. Velid b. Abdülmelik c. Süleyman b. Abdülmelik d. Mesleme b. Abdülmelik e. Hişâm b. Abdülmelik 9. Abbasî ihtilalinin hazırlıkları aşağıdaki şehirlerden hangisinde başlamıştır? a. Mekke b. Harran c. Şam d. Fustât e. Kûfe 10. Aşağıdaki olaylardan hangisi Emevî Devleti’nin yıkılış sebepleri arasında sayılamaz? a. Kâbe kuşatmaları b. Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi c. Harre savaşı d. Hz. Hasan’ın hilafeti Muâviye’ye bırakması e. Abdullah b. Zübeyr hareketi 196 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı Sıra Sizde Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Asya Seferleri” başlığını yeniden okuyunuz. 2. b Yanıtınız doğru değilse “Kuzey Afrika Seferleri ve İspanya’nın Fethi” başlığını yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse “Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı” başlığını yeniden okuyunuz. 4. a Yanıtınız doğru değilse “Süleyman b. Abdülmelik Dönemi” başlığını yeniden okuyunuz. 5. e Yanıtınız doğru değilse “İbrahim b. Velid” başlığını yeniden okuyunuz. 6. b Yanıtınız doğru değilse “Hişâm’ın Bazı İcraatları ve Vefatı” başlığını yeniden okuyunuz. 7. c Yanıtınız doğru değilse “Ömer b. Abdülaziz’in Yönetim Anlayışı” başlığını yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Anadolu Seferleri” başlığını yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse “Abbasî Daveti’nin Başlaması” başlığını yeniden okuyunuz. 10. d Yanıtınız doğru değilse “Emevî Devleti’nin Çöküş Sebepleri” başlığını yeniden okuyunuz. Sıra Sizde 1 Süleyman b. Abdülmelik kardeşi Velid’e bağlılıkları ve özellikle kendisinin tahta vâris olmasını engelleme hususundaki teşebbüsünde Velid’i destekledikleri için Haccâc, Kuteybe ve Muhammed b. Yusuf ’a düşmanlık besliyordu. Halife olunca veliahtlığına karşı çıkarak I. Velid’in yanında yer alan Kuteybe ile Muhammed’in görevlerinde kalmalarına izin vermediği gibi onları ortadan kaldırttı (715). Sıra Sizde 2 Hişâm, hilâfete geldikten sonra Irak valiliğine tayin ettiği Halid b. Abdullah el-Kasrî’yi devlet malını zimmetine geçirmek ve Hıristiyan, Yahudi ve Zerdüştîleri himaye etmek gibi ithamlar sebebiyle 738’de görevden aldı. Halid, on beş yıllık valiliği sırasında Irak’a en huzurlu ve müreffeh dönemlerinden birini yaşatmış, Haricî isyanları bastırdığı gibi Şiîlerin girişecekleri isyana da engel olmuştu. Ancak iç politikadaki siyasi dengeler kendisini Güney Arapları tarafını tutmaya zorlamıştır. Sıra Sizde 3 Emevîler devrinde Anadolu’da Bizans’a karşı yapılan savaşlarda ün kazanmış, Müslümanlar ve özellikle Türkler arasında büyük bir gazi-veli hüviyetiyle yüceltilip destan kahramanı yapılmış Müslüman emîrdir. Tarihi şahsiyetiyle efsanevi şahsiyeti birbirine karışan, Endülüs’ten Orta Asya’ya kadar bütün Müslüman milletlerin ortak malı hâline gelen Battal Gazi’nin gerçek hüviyetiyle efsanevî hüviyetinin birbirinden ayrı olarak ele alınması gerekir. Battal Gazi’nin savaşlarını anlatan İslâm ve Bizans kaynaklarının zikrettikleri bölge, şehir ve kasaba adlarına bakıldığında onun başta Kayseri, Afyon ve Eskişehir yöresi olmak üzere, el-Cezîre ve Suriye’de faaliyet gösterdiği görülür. Battalnâme başta olmak üzere Türk kaynakları ise onu daha ziyade Malatya yöresinde savaşmış gösterirler. Battal Gazi’nin ölümüyle ilgili de çeşitli rivayetler vardır. O, bugün Eskişehir’in güneybatısında yer alan Seyitgazi kasabasının bulunduğu antik Akroinon mevkiindeki bir muharebe sırasında şehit olmuş ve buraya defnedilmiştir (740). Sıra Sizde 4 II. Mervan tahta çıkıp biat aldıktan sonra, II. Velid’in öldürülmesinden sorumlu tuttuğu Kaderiyye mezhebi mensupları hariç önceden karşısında yer alan muhaliflerinin tamamın affetti. Kendisi aleyhine birleşen Abdülmelik evlâdına da dostça davranarak akrabalık hukukunu koruyacağını gösterdi. Halifelikten vazgeçtiğini açıklayan İbrahim b. Velid ile kumandanı Süleyman b. Hişâm’ı da bağışlayarak biatlerini kabul etti. 8. Ünite - I. Velid’den Yıkılışına Kadar Emeviler 197 Yararlanılan Kaynaklar Apak, A. (2008). Anahatlarıyla İslâm tarihi (3): Emevîler Dönemi, İstanbul. Atçeken, İ. H. (2001). Devlet Geleneği Açısından Hişam b. Abdülmelik, Ankara. Avcı, C. (2003), İslâm-Bizans İlişkileri, İstanbul. Aycan, İ.-Sarıçam, İ. (1993). Emevîler, Ankara. İbnü’l-Esîr (1979), el-Kâmil fi’t-târîh, I-XIII, Beyrut. Küçükaşcı, M. S. (2003). Cahiliye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul. Ostrogorsky, G. (1991), Bizans Devleti Tarihi (çev. Fikret Işıltan), Ankara. Taberi (1972), Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk (nşr. Ebu’l-Fazl İbrahim), I-XI, Beyrut. Uçar, Ş. (1990), Anadolu’da İslâm-Bizans Müca - delesi, İstanbul. Wellhausen, J. (1963). Arap Devleti ve Sukutu (çev. Fikret Işıltan), Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedi - si “Abbasîler”, “Battal Gazi”, “Cüneyd el-Mürrî”, “Emevîler”, “Haccâc b. Yusuf ”, “Halid b. Abdullah el-Kasrî”, “Hişam b. Abdülmelik, “İbrahim b.Velid”, “Kuteybe b. Müslim”, “Musa b. Nusayr”, “Mürcie”, “Ömer b. Abdülaziz”, “Savâif ” ve “Süleyman b. Ab - dülmelik” maddeleri. 9 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; İspanya’nın fetihden önceki durumunu ve Endülüs’ten önce Kuzey Afrika’daki İslâm fetihlerini açıklayabilecek, İspanya’nın fethinde rol oynayan sebepleri değerlendirerek fethin seyri hakkında bilgi sahibi olabilecek, Endülüs Emevî devleti hakkında genel bir değerlendirmede bulunabilecek, Endülüs’ün emîrlikten hilafete geçiş sürecini tahlil edebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • İber Yarımadası • Cebel-i Tarık • Septe • Vâdi Lekke • Kurtuba • Medînetüzzehrâ • Medinetüzâhire, • Vizigotlar • Araplar • Berberîler • Hammûdîler • Velid b. Abdülmelik • I. Hişam • I. Hakem • II. Abdurrahman • III. Abdurrahman • II. Hakem • II. Hişam • Ömer b. Hafsun • Witiza • Rodrigo • Julianus • Musa b. Nusayr • Tarif b. Malik • Tarık b. Ziyad • Ziryab • Toledo Konsili • Poitiers Savaşı • Musârra Savaşı • Rabaz İsyanı • Maliki Mezhebi İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) • MÜSLÜMANLAR İSPANYA’DA • ENDÜLÜS’TE VALİLER DÖNEMİ (714-756) • ENDÜLÜS’TE EMÎRLİK DÖNEMİ (756-929) • ENDÜLÜS’TEHİLAFETDÖNEMİ (929-1031) İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I MÜSLÜMANLAR İSPANYA’DA Hulefâ-yi Râşidîn döneminde başlayan fetih hareketleri iç siyasi olaylar sebebiyle ara sıra kesintiye uğrasa da durmaksızın sürdü. Sonuçta Müslümanlar tarafından Sâsânî İmparatorluğu’na tâbi Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na ait Suriye, el-Cezîre ve Filistin ele geçirildi. Bu dönemde hâkimiyet sahasını Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde genişleten Müslümanlar daha Hz. Ömer zamanından itibaren 640 yılında Feremâ ve Bilbays, 641’de Babilon, 642 yılında İskenderiye ve ardından 643’te Trablusgarb’ı fethetmiş; Hz. Osman zamanında Bizans’ın Kuzey Afrika bölgesi yöneticisi Georgios’un merkezi Sübeytula’yı ele geçirerek Tunus’a kadar uzanan oldukça geniş bir alanın zaptedilmesini sağlamışlardı. Emevîler zamanında da fetih hareketleri sürdü. Kartaca’nın ele geçirilmesinden sonra Halife Abdülmelik b. Mervan tarafından Ifrıkiyye Valiliğine getirilen Musa b. Nusayr’ın çabaları ile Mağrib-i Evsat (Tunus ve Cezayir) ele geçirildi ve; İslamiyet bu bölgede hızla yayılmaya başladı. Aynı zamanda Mağrib-i Aksâ’yı da (Fas ve Moritanya) fethetmek için çalışmalara başlayan Musa, Abdülmelik’ten sonra Velid b. Abdülmelik döneminde de (705-715) görevine devam etti. Septe ve birkaç yer hariç Kuzey Afrika’nın tamamını hâkimiyeti altına alan Musa b. Nusayr, ayrıca Tunus’ta yaptırdığı tersane ile donanmanın güçlenmesini sağladı ve bu sayede Sardinya, Mayurka ve Minorka adalarını fethetti. Musa Berberîlerin merkezi olan ve Afrika ile Avrupa arasında geçiş konumunda bulunan Tanca’yı ele geçirmek için komutanı ve azatlı kölesi Berberî asıllı Tarık b Ziyad’ı gönderdi ve şehir 708 yılında Müslümanların eline geçti. Bundan sonra Müslümanların gözü o dönemde İberik yarımadasının tümünü kapsayan başka bir coğrafyaya İspanya’ya çevrildi. Burası Müslümanların fethiyle birlikte Endülüs olarak adlandırılmış; Müslümanlar bu ismi bölgede yönetimleri altında bulunan bütün topraklar için kullanmışlardır. Ancak Hıristiyanların Müslümanlara ait toprakları yeniden ele geçirmek için başlattıkları Reconquista hareketi sonucu bu ad zamanla Müslümanların elinde kalan daha az bir bölgeyi ifade eder hâle gelmiştir. Bölge batıdan Atlas Okyanus’u, doğudan Akdeniz ile çevrilmiş, Pirene Dağları ile Avrupa’dan, Cebel-i Tarık Boğazı ile de Afrika’dan ayrılmış son derece önemli bir konumdadır ve Müslüman fethi sayesinde İslâm Medeniyeti’nin batıdaki temsilcisi olacaktır. Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 200 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Müslümanlardan Önce İspanya Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde bulunan bölgeye özellikle V. Yüzyıldan itibaren Vandal, Alan, Suev ve Vizigot gibi Germen kavimleri girmeye başladı. İmparatorluğun bunlara karşı koymada yetersiz kalması ve bölgeyi yeniden düzenleme çabaları sonuçsuz kalınca bu Germen kavimlerinden biri olan Vizigotların 468 yılında Kral Euric liderliğinde hâkimiyetleri başladı. Evrensel imparatorluk iddiasında bulunan Bizans İmparatoru Iustinianos’un (527-565) bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na ait bu yerleri ele geçirebilmek için giriştiği mücadeleler sonucunda bölgenin özellikle güneyi 554 yılında Bizans İmparatorluğu’na geçti. Ancak bu durum uzun sürmedi; zira Kral Leovigild (569-586) tarafından bu toprakların bir kısmı tekrar ele geçirildi. Kendisine merkez olarak Toledo’yu (Tuleytula) seçen Leovigild zamanı Vizigotların İspanya hâkimiyetine neredeyse tamamen sahip oldukları bir dönemdi. Vizigotlar Germen kavmi oldukları için kurdukları bu devlette kendilerine özgü kuralları ve kanunları uygulamış ancak başarılı olamamışlardı. Adaletsiz yaklaşım, haksız uygulamalar ve alınan yanlış kararlar kendi halkı başta olmak üzere herkesin tepki duymasına yol açtı. Bu duruma Leovigild’in oğlu Recaredo zamanında (586-601) 589 yılında yapılan III. Toledo Konsili’nde mensubu oldukları Arius mezhebini bırakıp Katolikliği seçmeleri bile çare olamadı. Zira başta din adamları olmak üzere çoğu kesim bu dini kendi çıkarları için kullandı ve bu durum da toplumda büyük huzursuzluklara yol açtı. Birlikte yaşadıkları ve hiç değer vermedikleri Yahudilere yaptıkları eziyet ve onları çıkardıkları kanunlarla din değiştirmeye zorlamaları ve hatta köle kabul etmeleri mevcut durumu daha da ağırlaştırdı. Karışıklık, isyan ve taht kavgaları ülkede hiç eksik olmadı. Bu durum Kral Witiza’ya kadar devam etti; hatta onun 709 yılında ölümünden sonra yerine geçen oğlu Agila’nın çocuk olması ve tecrübesizliği ileri sürülerek yine bir kargaşa ortamı oluşturuldu. Sonunda devlet ileri gelenlerinin isteği üzerine Agila’nın yerine kraliyet ailesine mensup olmayan Baetica dükü Rodrigo’nun (710-711) geçmesi sağlandı. Alınan bu karara Witiza’nın oğulları çok üzüldü ve tekrar tahta sahip olabilmek için çalışma yapmaya başladılar. Rodrigo’ya Septe (Ceuta) valisi Julianus da karşıydı ve bunu sonuna kadar devam ettirdi. Gerek Julianus gerekse Witiza’nın oğulları bundan sonra başlayacak olan İslâm fethinde mühim roller üstleneceklerdi. İslâm fethi öncesi İspanya hakkında geniş bilgi için B. F. Reilly’nin, The Medieval Spains ile J. F. O’Callaghan’ın, A History of Medieval Spains adlı eserlerinin ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. İspanya’nın Fethi Musa b. Nusayr, Kuzey Afrika’nın fethinden sonra sıranın İspanya’ya geldiğini düşünmeye başlamıştı. Çünkü Müslümanlar için İspanya’dan başka gidilecek elverişli bir bölge bulunmamaktaydı. İspanya’nın o an içinde bulunduğu otorite boşluğu ve kargaşa ortamı da Müslümanların lehine olabilecek bir durum arz etmekteydi. Ayrıca Kral Witiza’nın oğulları ve Septe hâkimi Julianus da rivayete göre kendisini fetih için İspanya’ya çağırmaktaydı. Sonunda Musa b. Nusayr, Emevî Halifesi Velid b. Abdülmelik’e mektup yazarak, İspanya’yı fethetmek için izin istedi. Halife de ona yazdığı mektupta Müslümanların canını tehlikeye atmamasını, bütün orduyla İspanya’ya gitmektense küçük birlikler yollayarak durumu tetkik etmesini ve ondan sonra kararını vermesini istedi. Bunun üzerine Musa, Berberî asıllı olduğu 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 201 ifade edilen Tarîf b. Mâlik komutasında 500 kişilik bir keşif birliğini İspanya’ya yolladı. İspanya’nın güneyinde Yeşil Ada’ya (Ceziretü’l-Hadra) Temmuz 710’da çıkan bu birlik durumun fetih için gayet müsait olduğunu gördü ve geri döndükten sonra izlenimleri hakkında Musa b. Nusayr’a bilgi verdi. Gelen bu haberlerle cesaretlenen Musa b. Nusayr esaslı bir fetih harekâtı için hazırlıklara başladı ve kumandanlığa Tanca Fatihi Tarık b. Ziyad’ı getirdi. Tarık, 7000 kişiden meydana gelen ve genelde Berberîlerden oluşan ordusunu kendi gemileri ve muhtemelen Julianus’un da yardımları ile karşıya geçirmeyi başardı. Ordu İspanya’nın en güney ucu Calpe’ye (Cebel-i Tarık veya Gibraltar) Nisan 711’de çıkarak karargâhını kurdu. Buradan Yeşil Ada’ya kadar olan bölgeyi kontrol altına alan Tarık ve askerleri süratle ülkenin içlerine doğru ilerlemeye başladı. Rodrigo Müslümanların harekâtı esnasında kuzeyde Pamplona ve Beşkens bölgesinde Franklarla mücadele halindeydi ve Müslümanların ülkesine girdiğini kendisine gönderilen bir haberci vasıtasıyla öğrenebildi. Hemen buradaki işlerini bırakıp Müslümanlara karşı koyabilmek için başkent Toledo’ya gitti ve süratle ordu hazırlığına başladı. Bu esnada düşman addettiği eski kral Witiza’nın çocuklarından bile yardım istedi. Onlar bu isteğe kendi gayeleri için olumlu cevap verdiler. Rodrigo tahminen 40 bin veya çok daha üzerinde olduğu ifade edilen bir orduyla Müslümanların karşısına çıktı ve ordunun sağ ve sol kanatlarının komutasını Witiza’nın oğullarına verdi. Bu esnada Müslümanların gücü Musa b. Nusayr’ın gönderdiği 5000 kişilik takviye ile 12.000 olmuştu. İki taraf Şezûne yakınlarında bulunan Rio Guadalete veya Rio Barbate Nehri civarında Lekke Vadisi’nde (Vâdi Lekke) karşı karşıya geldi. Muhtemelen 19 Temmuz 711’de başlayan ve bir günden yedi güne kadar sürdüğü konusunda değişik rakamlar verilen savaşta sağ ve sol kanada komuta eden Witiza’nın oğulları orduyu terketti. Bu davranışları Müslümanlara yardım etmekten ziyade Rodrigo’ya bırakmak zorunda kaldıkları tahtlarına yeniden kavuşabilmek içindi. Ama hiçbir şey onların istediği gibi gerçekleşmedi ve çok şiddetli geçtiği söylenen savaşın galibi Tarık b. Ziyad ve askerleri oldu. Vizigot ordusunun neredeyse tamamen imha edildiği, bu arada Rodrigo’nun da hayatını kaybettiği savaşın bitiminde İspanya’nın kapıları ardına kadar Müslümanlara açıldı. Vizigot yönetiminden memnun olmayan fakir halk ve Yahudiler, Müslümanları sevinçle karşıladı. Zaten Yahudiler fetihten sonra Vizigotlar döneminde kaybettikleri sivil ve dini hakları yeniden kazandılar. Şekil 9.1 İlk çıkarma yapılan Tarifa’dan bir görünüm (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 202 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Tarık b. Ziyad bu zaferi Musa b. Nusayr’a bildirerek önlerinde artık hiçbir engelin kalmadığını söyledi. Bundan sonra Tarık, Hıristiyanların yeniden bir araya gelerek kendileriyle mücadele etmesinden çekindiği için Julianus’un da tavsiyesiyle ordusunu üç gruba ayırarak ülke içinde ilerleyişini sürdürdü. Bizzat başında bulunduğu ana ordu Vizigotların başkenti Toledo’ya giderek buraya hâkim olurken, diğer iki birliği Kurtuba ve Elvira (İlbire) şehirlerini ele geçirdi. Tarık’ın bu fetih harekâtı sürerken sürekli haberleştiği ve kendisini bilgilendirdiği Musa b. Nusayr, Arap ve Berberîlerden müteşekkil 18.000 kişilik bir orduyla durumu yerinde görmek ve fethin devamını sağlamak için 712 yılında İspanya’ya geçti. Tarık b. Ziyad’dan farklı bir güzergâh izlemeye karar veren Musa güçlü surlarla çevrili Karmûne’yi ele geçirdikten sonra Roma İmparatorluğu zamanında eyalet başkenti olan İşbiliyye’yi ve ardından Maride’yi zapt etti. Musa b. Nusayr bundan sonra Tarık b. Ziyad ile buluşmak üzere Toledo’ya gitti. Musa’nın gelişinden haberdar olan Tarık onu daha Toledo’ya varmadan yolda karşıladı. Bundan sonra her ikisi de Endülüs’ün fethini tamamlamak için birlikte harekete geçti. İki komutan Saragossa şehrini ve civarını birlikte ele geçirdikten sonra büyük bir ihtimal ayrılarak fetihlerini sürdürdü. Musa b. Nusayr ülkenin fethedilmemiş kuzey bölgelerine doğru yönelerek Galicia (Cıllıkiye) bölgesine gitti ve ulaşılamaz yerleri hariç burayı ele geçirdi. Ardından Beşkens, Elbe (Alava), Kastilla (Kaştâle), Pamplona (Benblûne) ve Barselona fethedildi. Bundan sonra Musa, Narbone (Arbûne) ve muhtemelen Avignon’u da İslâm hâkimiyeti altına aldı. Fetih harekâtına devam etmek niyetinde olan, hatta rivayete göre hilafet merkezi Dımaşk’a batıdan doğuya doğru ilerleyip Bizans İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’u ele geçirerek inme hedefinde olan Musa, Halife Velid’in kendisini çağırması üzerine dönme kararı aldı. Tarık b. Ziyad ile bir araya gelen ve onunla Endülüs’ü terk etmeye hazırlanan Musa dönmeden önce Endülüs’te idari düzenlemeler yaptı. Oğlu Abdülaziz’i vali tayin etti. Musa ve Tarık 714 yılı sonlarında Dımaşk’a gitmek için Endülüs’ten ayrıldılar. Onların gayretleri ile bilinmeyen bir coğrafyada gerçekleşen fetihlerle İspanya artık Endülüs olma yoluna girmiş ve yerleşme süreci başlamıştı. İspanya’nın fethi ileri sürüldüğü gibi zorla ve sadece ganimet elde edebilmek için gerçekleşmiş bir harekât olmayıp Müslümanlar için gidilebilecek ideal bölge olması, ülkenin iç durumu ve oradan gelen davet gibi sebeplerin etkisi ile gerçekleşmişti. Vâdi Lekke Savaşı sonrası Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyad arasındaki ilişkilerin mahiyetini araştırınız. ENDÜLÜS’TE VALİLER DÖNEMİ (714-756) 756 yılına kadar devam eden bu süreçte sayılarının yirmi veya daha fazla olduğu ifade edilen valiler göreve geldi ve Endülüs ilk başlarda Kayrevan merkezli Ifrıkiyye valiliğine bağlı olarak yönetildi. Valiler genelde Ifrıkiyye valisi veya Endülüs’teki askerler, bazen de Dımaşk’taki Emevî halifesi tarafından seçilmekteydi. Endülüs’ün ilk valisi Musa b. Nusayr’ın oğlu Abdülaziz’di. Babasının da yönlendirmesi ile İşbiliyye’yi yönetim merkezi olarak seçen, fetih hareketini sürdüren ve Rodrigo’nun eşi Egilona ile evlenen Abdülaziz 716’da vefat etti. Onun ölümünün ardından haleflerinden Hürr b. Abdurrahman es-Sekafî veya Eyûb b. Habîb el-Lahmi zamanında İşbiliyye yerine Kurtuba Endülüs’ün idare merkezi oldu. Semh b. Malik döneminde de Endülüs, hilafet merkezi Dımaşk’a bağlı bir eyalet haline geldi ve Semh ilk resmi vali oldu. Fetih hareketini Pirenelerin ötesine götürmek isteyen Semh bu 1 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 203 düşüncesini, Narbonne üzerinden Fransa’ya Aquitania Dükü Eudes’in topraklarına kadar gelmek suretiyle göstermiş ve ilk karşılaşmada onu büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Ancak Eudes’in yeniden toparlanarak düşmanı olan Franklardan aldığı yardımla onun karşısına tekrar çıkması sonucu Toulouse civarında 721 yılında yapılan savaşta Semh şehit edilmişti. Semh ile başlayan Fransa içlerine yönelik fetih harekâtı haleflerinden Abdurrahman el-Gâfikî tarafından devam ettirildi. Ancak 732 yılında yapılan Poitiers Savaşı’nda alınan yenilgi ile bu harekât büyük bir darbe aldı. Oysa Abdurrahman oldukça kalabalık bir orduyla Roncevaux geçidinden Bordeaux’ya, buradan kuzeye doğru ilerleyerek Franklar tarafından dini bir merkez kabul edilen Tours civarına gelmiş, onun karşısında Aquitania dükü Eudes hiçbir varlık gösterememişti. Ancak Eudes’in aralarında husumet olmasına rağmen Merovenjiyen Frank Krallığı’nın üst düzey görevlilerinden Charles Martel’den yardım istemesi ve Charles’ın bu isteğe olumlu yaklaşması Müslümanların yenilgisini hazırlayan sebeplerin ilkini teşkil etti. Zira Müslümanlar ağır zırhlı ve birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş bu düşman ordusu karşısında çok zorlandı. Ardından ganimetlerinin yağmalandığı haberi Müslüman saflarının bozulması ve Hıristiyanların olanca güçleri ile onlara saldırmasına neden oldu. 732 yılı Ekim ayında Poitiers civarında meydana gelen savaş Müslümanların yenilgisi ve komutan Abdurrahman el-Gâfikî başta olmak üzere ordunun büyük bir kısmının şehit olmasıyla sonuçlandı. Belâtüşşühedâ yani Şehitler Düzlüğü, Şehitler Yolu veya Poitiers Savaşı Müslümanların kuzeye yönelik seferlerinin durmasına yol açtı. Bundan sonra onlar tamamen içlerine kapanarak kendileriyle meşgul olmaya başladılar. Bunun sonucunda da aralarında gereksiz sebeplerden mücadeleler başladı. Endülüs’ün fethinde büyük rol oynamış bulunan Berberîlere hak ettikleri değeri göstermeyen, idari görevleri onlarla paylaşmayan ve hatta toprak dağıtımında bile onlara verimsiz ve ekilmeyen toprakları veren Araplar, Berberîleri küstürerek 741 yılında ayaklanmalarına sebep oldular. Arapların hiç beklemediği bir anda çıkan bu isyanı bastırmada zorlanmaları üzerine Endülüs Valisi Abdülmelik b. Katan daha önce Kuzey Afrika’daki Berberî isyanlarını bastırmak için Suriye’den askerleri ile gelmiş olan Belc b. Bişr’den yardım istedi. Belc ve askerlerinin çabaları sayesinde Berberîlerin isyanı bastırıldı. Ancak bu seferde Endülüs’te Belc ve askerleri yüzünden sorunlar görüldü. Zira Endülüs Arapları kendi ekonomik ve sosyal durumları sarsılır korkusuyla Belc ve yanındakileri istememeye ve onların bir an önce geldikleri yere geri dönmelerini söylemeye başladı. İki taraf arasında bu sebeplerle yaşanan tatsızlıklar Endülüs’e yeni atanan Vali Ebû’l-Hattâr’ın aldığı tedbirler sayesinde çözümlendi. Endülüs’te bir rahatlama ve huzur ortamı oluştuğu anda bu sefer de Ebû’l-Hattâr’ın, soydaşları Yemenlileri koruduğu ve sahiplendiği, diğerlerine haksızlık ettiği ileri sürüldü. Bu nedenle Kays kabilesi ile Yemenliler arasında mücadeleler yaşandı. Olaylar her geçen gün kötüye gitmeye başlayınca çözüm olarak Kays ve Yemenlilerin sıra ile Endülüs’ü yönetmeleri kararı alındı. İlk yıl Kayslıların önemli simalarından Yusuf el-Fihri idareyi üzerine aldı. Ancak görev süresi bitince görevini Yemenlilere teslim etmeye yanaşmadı ve bu sebeple Endülüs’te yeniden sorunlar başladı. Valiler dönemi Endülüs’te yerleşmenin ve kökleşmenin gerçekleştiği bir dönemdi. Ancak Müslümanların birbirleriyle yaptıkları gereksiz mücadeleler, kavgalar ve kırgınlıklar yeni fetihlere engel olduğu gibi, Hıristiyanlara da toparlanma ve güçlenme ortamı hazırladı. İspanya’nın kuzey taraflarında bulunan Asturias ve Galicia bölgesindeki Hıristiyanlar güçlerini birleştirerek, Endülüs’e karşı başlatılan Recon- 204 İslam Tarihi ve Medeniyeti I quista hareketinin ilk öncüsü sayılan I. Alfonso’nun liderliğinde Asturias Krallığı’nı kurarak Müslümanlara yönelik seferlere başladılar. Endülüs toplumunda fetih yoluyla gelen Müslümanlar ile birlikte önceden beri bu topraklarda yaşamını sürdüren Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Müslümanlar; Araplar, Berberîler ve özellikle I. Hişam ve II. Abdurrahman zamanında sayılarında artış gözlenen Müvelled yani Müslüman olmuş İspanyollar ile Sakalibe’den oluşmaktaydı. Sakleb kelimesinin çoğulu olan Sakalibe, köle tacirleri veya korsanlar tarafından Avrupa’nın doğu kesimleri başta olmak üzere Lombardia ve bazı bölgelerden Endülüs’e getirilen Slav asıllı kölelerdi. Bunlar küçük yaşta geldiklerinden Müslüman terbiyesi ile yetiştirilmekte ve ileride azad edildikten sonra önemli görevlerde ve orduda yer almaktaydı. III. Abdurrahman döneminde ordu halifenin bunlara duyduğu güven sebebiyle Sakalibeden meydana gelmekteydi. Bu sınıf ilerleyen zamanlarda Endülüs siyasi hayatında etkin rol oynamış, hatta XI. yüzyılda aralarında Turtûşe’nin de olduğu Meriyye, Denia, Belensiye gibi şehirler Sakalibe’ye mensup komutanlar tarafından idare edilmiştir. Arap kültürünü benimsemekle birlikte İslâmiyet’i kabul etmeyenler de vardı ki bunlar Mustarib veya Mozarab olarak anılmaktaydı. Her türlü hakları devletin garantisi altında olan, aralarından aday gösterdikleri ve emîrin seçtiği bir temsilci (kûmis) vasıtası ile devlette temsil edilen Mozarablar, Endülüs Emevî devletine yıllık cizye vermekte olup, içlerinden devletin üst kademelerine kadar çıkanlara da rastlanmaktaydı. Vizigotlar zamanında çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veren ve onların çıkardığı pek çok kanunla din değiştirme ve köle olarak kabul edilme dahil insanlık dışı muamelelere maruz kalan Yahudiler ise Müslümanların gelmesine en çok sevinen taraf oldu. Zira onlar sayesinde hayatları değişerek Vizigotlar zamanında kaybettikleri bütün haklarına yeniden kavuştular. Bunların arasından da devlete üst düzey görevlerde hizmet edenler çıktı. Yahudiler özellikle IX. Yüzyıldan itibaren kuyumculuk ve ipek üretiminde söz sahibi oldular. Endülüs’teki valilerin fetih hareketleri esnasında karşılaştıkları ve Poitiers Savaşı’nda yenilmelerine sebep olan Franklar kimlerdir, araştırınız? ENDÜLÜS’TE EMÎRLİK DÖNEMİ (756-929) Endülüs, 756 yılında I. Abdurrahman’ın Endülüs Emevî devletini kurmasıyla siyasi bir teşekkül oldu ve 929 yılına kadar ‘emîr’ adı verilen idareciler tarafından yönetildi. Endülüs’ün ilk emîri Abdurrahman b. Muaviye Emevî Halifesi Hişam’ın torunuydu ve küçük yaşta babasını kaybettiği için dedesi tarafından yetiştirilmişti. Emevî Devleti’nin 750 yılında Abbasîler tarafından yıkılması ve onlar tarafından Emevî hanedanını hedef alan düşmanca takip ve katliamdan Abdurrahman azadlı kölesi Bedr ile kaçmayı başararak Suriye, Filistin üzerinden Kuzey Afrika’ya geldi. Buranın kendi geleceği için uygun olmadığını anlaması üzerine hem Abbasîlerin kendisini bulamayacakları hem de ideallerini gerçekleştirebileceğine inandığı Endülüs’e geçmeye karar verdi. Çünkü burada mensubu olduğu Emevî hanedanına bağlı ve kendisine her konuda yardım edebilecek pek çok kimse bulunmaktaydı. Bunun için Abdurrahman Endülüs’e gitmeden önce durumu tetkik etmesi ve kendi lehine çalışmalar yapması için azadlı kölesi Bedr’i bir mektupla Endülüs’e gönderdi. Bedr 754 yılında Endülüs’e gelerek önemli kişilerle görüşmeler yapmaya başladı. Bunlara mektupta belirtildiği gibi pek çok sıkıntılara ve katliamlara maruz kalan Emevî hanedanının burada halife torunu Abdurrahman ile yeniden başlayabileceğini ve bu nedenle onu desteklemenin doğru olacağını belirtti. 2 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 205 Endülüs’ten kendisine yardım edileceğine dair söz alan Abdurrahman gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra büyük bir ihtimalle 755 yılı Ağustos ayında Endülüs’e geçerek el-Münkeb de (Almunecar) karaya çıktı. Onun gelmesi uzun süredir Endülüs’ü idare eden Vali Yusuf el-Fihri’yi çok endişelendirdi. Çünkü kendi geleceğinin tehlikeye gireceğini düşünmüştü. Bu nedenle onu vazgeçirme yollarını aradı ama durum umutsuzdu. Sonuçta Abdurrahman ile Yusuf el-Fihri arasında 15 Mayıs 756’da Kurtuba Nehri yakınlarında Musârra’da çok şiddetli bir savaş oldu ve savaşı Abdurrahman kazandı. Yusuf el-Fihri kaçarak bir dağa saklanmayı tercih ederken, Abdurrahman Kurtuba’daki idare merkezine gelerek yönetimi devraldı. Böylece Endülüs Emevî Devleti I. Abdurrahman ile resmen başladı. Abdurrahman’ın Musârra Savaşı’nı kazanmasını bir türlü hazmedemeyen Yusuf ’un, bundan sonraki süreçte ona karşı bazı olumsuz girişimleri olduysa da başarılı olamadı. I. Abdurrahman yeni kurduğu bu devleti bir taraftan kurumsal bir statüye dönüştürmeye çalışırken diğer taraftan da kendisine ve devletine yönelik iç ve dış mihraklı isyanları bastırmakla uğraştı. Kendi akraba ve yakınlarının da yer aldığı bu isyanlar onu çok uğraştırsa da kararlı ve dirayetli yapısıyla bunların üstesinden gelmeyi başardı. Devletin geleceği açısından tehlike arzeden en önemli isyanlardan biri Endülüs’te Şii bir devlet kurmayı isteyen Şakyâ b. Abdülvahid’in isyanıydı. 769 yılında başlayıp, aşağı yukarı 10 yıl boyunca Endülüs Emevî devletini zorlayan bu isyan nihayet Şakyâ’nın kendi komutanları tarafından öldürülmesiyle sona erdi. Abdurrahman böylece büyük bir tehlikeden kurtuldu. Yine Barselona Valisi Süleyman b. Yakzân’ın, Hüseyin b. Yahya ile Saragossa’da başlattıkları isyanda ciddi boyuttaydı. Hatta Barselona valisi, Frank Kralı Büyük Karl ile anlaşmış ve onun Saragossa üzerine yürümesini sağlamıştı. Şehri kuşatan ancak kuşatmadan bir sonuç alamayacağını anlayan Frank Kralı geri çekilmek zorunda kalmış fakat geri dönerken Pirene Dağları’nda bulunan Roncevaux geçidinde saldırıya uğrayarak çok ağır kayıplar vermişti. Bundan sonra I. Abdurrahman ordusu ile Sarakusta’yı kuşattı. Bu esnada Hüseyin b. Yahya, Süleyman’ı öldürerek şehre tek başına sahip olmuştu. Hüseyin, Abdurrahman’ın gücü karşısında isyandan vazgeçti. Ancak daha sonra tekrar merkezi otoriteye karşı ayaklanması üzerine yakalanarak idam edildi. Abbasîler tarafından desteklenen Alâ b. Mugis’in isyanı da zorlu bir uğraş sonucu bastırıldı. Şekil 9.2 Kurtuba Ulu Camii (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 206 İslam Tarihi ve Medeniyeti I I. Abdurrahman zamanında kuzeydeki Hıristiyanlarla mücadele devam etti. Her ne kadar ülke içinde çıkan ayaklanma ve karışıklıklar yüzünden onlara karşı kapsamlı bir fetih harekâtı yapılamadıysa da yine de başarılı sayılabilecek seferlerde bulunuldu. Zaten bu esnada Asturias Kralı I. Alfonso’nun ölümü ile yerine geçen oğlu I. Fruela Müslümanların içinde bulunduğu durumdan yararlanarak saldırılara başlamıştı. Buna karşılık olmak üzere Bedr 767 yılında Elbe bölgesine oldukça başarılı seferler düzenledi. Endülüs’ün ilk emîri olarak her şeyde öncü olan I. Abdurrahman bir taraftan hızla devlet kurumlarını oluşturmaya çalışırken diğer taraftan da güçlü bir ordunun kurulması için uğraş verdi. Kurtuba Ulu Camii’nin inşasına başlandı ve bu bina bundan sonra gelen her emîrin katkılarıyla büyümeye devam etti. Abdurrahman ilk başlarda hutbelerde Abbasî Halifesinin adının zikredilmesine izin verdiyse de daha sonra bundan vazgeçti. 788 yılında hayatını kaybeden I. Abdurrahman sadece emîr unvanı kullandı. Ölümünden sonra yerini oğlu Hişam aldı. Babasının hareketli ve sürekli mücadele halinde olan devrinden daha sakin ve rahat bir döneme geçiş olan Hişam zamanı huzur ve barış dönemi olarak hatırlanmaktadır. Bunda adaleti ve merhameti ile ön plâna çıkan, bilinen idareci tarzından farklı bir karakter olarak beliren Hişam’ın çok büyük payı vardı. Adaleti ile meşhur Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz’i kendisine örnek alan Hişam’ın sağladığı güven ve huzur ortamı sayesinde İslâm dini ülkedeki Hıristiyanlar arasında hızla yayılmaya başlarken, âlimler de kendisinden çok fazla saygı ve himaye gördü. Fıkhi meselelerini İmam Evzai’nin görüşleriyle çözümleyen Endülüs’te Maliki mezhebinin devletin resmi mezhebi haline gelmesi de bu zamanda gerçekleşti. Çok az isyanın yaşandığı Hişam döneminde kuzeydeki İspanyol krallığına karşı önemli sayılabilecek seferler yapılarak Asturias Kralı II. Alfonso’nun yeni başkent yaptığı Oviedo ele geçirildi. Endülüs’ün en karizmatik emîrlerinden biri olan Hişam 796 yılında hayatını kaybetti ve yerine oğlu I. Hakem geçti. Endülüs mimarisinin en önemli ve en gözde yapıtlarından biri olan Kurtuba Ulu Camii İslam dünyasının üçüncü büyük camiidir. I. Abdurrahman zamanında 786 yılında yapımına başlanan bina Dımaşk’taki Emevî Camii örnek alınarak inşa edilmiş ve her gelen emîrîn katkılarıyla büyümeye devam etmiştir. Yapımında özellikle taş ve tuğlanın kullanıldığı camii, sade bir dış görünüşe fakat çok zengin iç mekân tezyinatına sahiptir. 860 sütuna oturtulan iki katlı kemerlerde kullanılan kırmızı ve beyaz taşlar estetik açıdan görünümü daha güzel ve zengin kılmakta, ayrıca süslemeler ve kûfî yazılarla bu güzellik daha da artmaktadır. Camii tezyinatında genelde bitki, yazı ve geometrik motifler kullanılmıştır. Kurtuba Ulu Camii, Kurtuba’nın 1236 yılında Hıristiyanların eline geçmesinden sonra kiliseye çevrilmiş, XVI. yüzyılda binanın orta kısmına bir katedral eklenmiştir. Şekil 9.3 Kurtuba Ulu Camii’nin içerisine eklenen katedral (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 207 Hişam’dan farklı bir karakter olarak beliren I. Hakem dönemi isyanların çok sık görüldüğü bir dönem olarak kayıtlara geçti. Amcaları da dâhil olmak üzere hemen herkesin otoriteye karşı olduğu bu dönemde en büyük tepki hiç şüphesiz âlimlerden geldi. Hişam zamanında gördükleri değeri ve elde ettikleri imtiyazları Hakem’in tahtta çıkışıyla birlikte kaybeden bu sınıf hükümdarı çok ağır eleştirmeye, onu hedef göstermeye ve halk nezdinde küçük düşürmeye başladı. Sonunda onların destek ve teşvikiyle Hakem’e karşı 805 yılında isyan için çalışmalar başlatıldı. Ancak bu teşebbüsün daha hazırlık safhasında yanlış insanlarla temasa geçilmesi gizli plânların açığa çıkmasıyla sonuçlandı ve Hakem plânda yer alanların cezalandırılmasını emretti. İsyan başlamadan sona eren bu teşebbüs çok fazla zarar vermeden halledildi ancak 13 yıl sonra 818 yılında yine âlimlerin tahrikiyle çıkan isyan bu kadar kolay atlatılamadı. Halkın bir kısmının içinde olduğu isyan Kurtuba’nın Rabaz Mahallesi’nde meydana geldi. İsyancılar Hakem’in haksız yere kendilerinden fazla vergi aldığını bu nedenle ona savaş açtıklarını ancak onun tahttan inmesi ile isyanı bitireceklerini ifade ediyorlardı. Hakem evleri ve dükkânları ateşe verdirerek son derece ciddi isyanın üstesinden gelmeyi başardı. Bu esnada çok sayıda insan öldü ve Rabaz Mahallesi’nin tamamı yıkıldı. Bundan dolayı Hakem’in lakapları arasına er-Rabazî de eklendi. Hakem isyanda yer alanların şehri terk etmelerini istedi. Bunlardan bir kısmı Kurtuba dışındaki Endülüs şehirlerine giderken, çoğunluğu Kuzey Afrika’ya gitmeyi tercih etti. Kuzey Afrika’da İskenderiye’yi tercih edenler daha sonraları Girit’e giderek burada yerleşti. Hakem döneminde Saragossa, Maride ve Toledo şehirlerinde de isyanlar görüldü. Özellikle Toledo Vizigotların başkenti olduğundan dolayı İslâm hâkimiyetini kabullenememekte ve her zaman isyan etmekteydi. Hakem bu duruma çare olsun ve şehir halkının merkezi otoriteye karşı sürekli baş gösteren isyanları sona ersin diye aslen İspanyol olan ancak Müslümanlığı kabul etmiş birini şehre vali tayin ederek halletme yoluna gitti. Bu kişinin aldığı tedbirlerle Toledo’da bir süre isyan olmadı. Hakem döneminde kuzeydeki Hıristiyanlarla mücadele sürdü ve Asturias ile Galicia bölgelerine başarılı seferler yapıldı. Ancak Franklar tarafından Barselona kenti 801’de işgal edildi. Kararlı ve disiplinli yapısıyla dikkat çeken Hakem 822 yılında hayatını kaybetti. I. Hakem’in ölümüyle yerini oğlu el-Evsat olarak tanınan II. Abdurrahman aldı. Kendisine bu isim muhtemelen daha sonraları I. Abdurrahman ve III. Abdurrahman’dan ayırt edilebilmek için verilmişti. II. Abdurrahman, babasından siyasi, dâhili ve ekonomik yönü çok güçlü bir devlet almıştı. O bu devleti çok daha ileri götürerek ülkesine düğün günleri (eyyamu’l-arus) olarak tarihe geçen huzur, refah ve mutluluk dolu bir dönem yaşattı. Tarım, dokuma, inşa ve iktisadi alanlarda ülke genelinde büyük atılımların gerçekleştiği bu süreçte ilmi ve kültürel hayatta görülen canlılık, emîrin âlimlere gösterdiği saygı ve hürmet ile daha da pekişti. Bizans İmparatorluğu başta olmak üzere Kuzey Afrika’da bulunan Salihîler ve Rüstemîlerle diplomatik ilişkiler kuruldu. Endülüs medeniyetinin tam anlamıyla oluştuğu II. Abdurrahman zamanında Hıristiyan halk arasında İslâmiyet’in hızla yayıldığı tespit edildi. Bununla birlikte bu dönemde de önceki devirlerde olduğu gibi isyanlar ve dış tehditlerin yaşandığı da oldu. Maride ve Toledo gibi şehirlerde çıkan isyanlar bastırılırken, valiler döneminde yaşanan kabileler arası mücadelelerin yeniden başlaması dikkat çekiciydi. Kays ve Yemen kabilelerinin çatışması yüzünden Tudmir’de çıkan isyan devletin bütün çabasına rağmen ancak yedi yılda bastırılabildi. II. Abdurrahman zamanında ilk kez Normanların 844 yılında Endülüs’e saldırdıkları görüldü. Bu saldırı devletin özellikle donanma ve tersane açısından hazırlıksız olduğu 208 İslam Tarihi ve Medeniyeti I bir zamana rastlamasına rağmen II. Abdurrahman’ın çabası sayesinde bertaraf edilebildi. Bundan sonra süratle donanma ve tersane yapımına başlandı. Abdurrahman kuzeydeki Hıristiyanlara karşı seferlere de devam etti. Özellikle Asturias ve Galicia bölgelerine yapılan seferler çok başarılı geçti. 840 yılında emîrîn başında olduğu ordu Asturias Kralı II. Alfonso üzerine yürüdü ve bölgedeki kalelerin bir kısmını ele geçirdi. Yine aynı dönemde Franklara karşı da başarılar kazanıldıysa da Barselona kenti alınamadı. II. Abdurrahman, Endülüs’ün filozofu olarak anılan Abbas b. Firnas’a, Endülüs’e giyim tarzını, yeme içme alışkanlıklarını getiren ve bu konularda halka örnek olan şarkıcı Ziryab’a ve şair aynı zamanda edip Yahya el-Gazzal’a değer vermekte ve bunları her zaman yanında bulundurmaktaydı. 852’de hayatını kaybeden Abdurrahman’ın yerine oğlu Muhammed geçti. Muhammed ile başlayan ve III. Abdurrahman’ın Endülüs’ün başına geçmesine kadar devam eden süreç Endülüs’ün en karışık, en huzursuz ve devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerdi. Muhammed zamanında özellikle emîrin kendisinin sebep olduğu ayaklanmalar görüldü. Zira o Suriyeli Arapları desteklemekte diğer Arap kabileleri, Berberî ve yeni Müslüman olmuş grupları dışlamaktaydı. Böylece Suriyeli Araplar emîrin yanlarında olduğunu bildiklerinden kendilerinden olmayanlara farklı gözle bakmaya ve onları her şeyden uzak tutmaya başladı. Bu da toplum düzeninin bozulmasına ve mevcut bütünlüğün zedelenmesine yol açtı. Bu dönemde Toledo başta olmak üzere ülkenin pek çok kentinde isyanlar çıktı. Toledo isyanında asiler Hıristiyan kral Ordoo’dan yardım istemekten bile çekinmedi. Ordoo ise zaten Endülüs’e saldırmak için bahane aradığından bunu iyi kullandı ve bir ordu yolladı. Ancak Emîr Muhammed’in karşısında hem Ordoo hem de Toledo halkı başarısız kaldı. Norman tehdidinin II. Abdurrahman’dan sonra yeniden ortaya çıkması bu döneme denk geldi. Normanlar 859 yılında ikinci kez Endülüs’e saldırdı. Fakat bu sefer öncekinden ders alındığından devlet hazırlıklıydı. Bu sebeple Norman tehdidi kolaylıkla atlatılabildi. Kuzeydeki İspanyol krallıklarla mücadele her zaman olduğu gibi yine devam etti. 800’lü yıllardan itibaren oluşmaya başlayan ve merkezi Pamplona olan Navarra Krallığı’na ve Galicia bölgesine yönelik seferler gerçekleştirilerek başarılar kazanıldı. 886 yılında hayatını kaybeden Muhammed’in yerini ancak 2 yıl tahtta kalabilecek olan oğlu Münzir aldı. Bu kısa süren emîrliği döneminde Münzir babası zamanından başlayarak devletin başına sorun olan asi Ömer b. Hafsun ile uğraştı. Aslında Ömer sadece Muhammed ve Münzir değil bunların ardından gelen Abdullah ve III. Abdurrahman’ı da fazlasıyla meşgul edecekti. Ömer b. Hafsun’un isyanının bu kadar uzun sürmesi ve ısrarcı olmasının temel sebebi devlet yönetiminden kaynaklanmaktaydı. Çünkü Ömer b. Hafsun, Emevîlerin yönetim tarzından şikâyet etmekte, emîrlerin bütün güzellikleri alıp kendilerini acı çekmeye zorladıklarını belirtmekte ve bu nedenle adaletli davranmaktan başka hedefi olmayan kendi davasının etrafında toplanılmasını istemekteydi. Emîr Muhammed’den itibaren başlamak üzere merkezi otorite her defasında onun üzerine ordu göndermiş hatta zaman zaman kendisini yakalamış ve eman vererek Kurtuba’da emîrin yanında yaşamasına müsaade etmişti. Ancak o bir süre sonra kaçarak yine isyan hareketine kaldığı yerden devam ederek Emevî devletini uğraştırmaya devam etti. Ömer b. Hafsun, Emevîlerle mücadelede o kadar inatçıydı ki bunun için menfaat gördüğü yerlere yaklaşmaktan, Emevîlerin düşmanı olan devletlerle temasa geçmekten çekinmedi. Mesela Abbasîlere yakınlaşarak onların davasını benimsediğini, idaresi altındaki yerlerde Abbasîler adına hutbe okuttuğunu belirterek sözde onlara bağ- 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 209 lı kalmak suretiyle bağımsız bir emîrlik kurmayı düşündü ama başaramadı. Yine kuzeyde Galicia bölgesindeki Hıristiyanlarla irtibata geçerek yardım istemiş hatta onlara yaranmak adına İslâmiyet’i bırakarak Hıristiyan olduğunu söylemiş ve ismini bile değiştirmişti. Bundan başka Fatımîlerle de müttefik olma yolunda çalışmalarda bulunduğu gibi Endülüs’teki diğer asilerle işbirliği yapmaktan da çekinmedi. Münzir zamanında ailesiyle birlikte Kurtuba’da yaşamasına izin verilmesi koşuluyla teslim olacağını belirten ve bu isteği devlet tarafından kabul edilen Ömer yine sözünde durmayarak ayaklandı ve daha uzun bir süre devlete karşı gelmeye devam etti. Münzir’in 888 yılında hayatını kaybetmesinden sonra kardeşi Abdullah Endülüs tahtına çıktı. Endülüs’ün en karışık dönemine denk gelen Abdullah zamanında devlet otoritesi ülke genelinde kalmamış, hemen her bölgede Arap, Berberî ve yeni Müslüman olmuş her kesimden insanın karıştığı çok sayıda isyan görülmüştü. İsyancılar bu kargaşa ortamını fırsat bilerek bağımsızlıklarını ilan etmeye başladı. Böylece merkezi idareye sözde bağlı veya tam müstakil çok sayıda küçük devletçik kuruldu. Bu dönem halk tarafından büyük fitne ‘el-fitnetü’l-kübra’ olarak adlandırıldı. İbnü’l-Hatib’in deyimiyle “...emîrin Kurtuba’da hutbede okunan adından başka hiçbir otoritesi kalmamıştı.” Devlet genelinde pek çok sorunun olması onun kuzeye İspanyol devletlerine karşı kapsamlı bir sefere çıkmasını engelledi. Emîr unvanını kullanan son Endülüs hükümdarı olan Abdullah ülke yönetimini torunu III. Abdurrahman’a bıraktı. Özdemir’in Endülüs Müslümanları I, ve M. İmamüddin’in, Endülüs Siyasi Tarihi adlı eserleriyle P. Hitti’nin Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi isimli çalışmasının ilgili bölümlerine başvurabilirsiniz. Endülüs Müslümanlarının mücadele ettikleri İspanyol Krallıkları hakkında neler biliyorsunuz? ENDÜLÜS’TE HİLAFET DÖNEMİ (929-1031) Endülüs’ün en seçkin ve en önemli hükümdarlarından biri olan III. Abdurrahman, küçük yaşta babasını kaybettiği için dedesi Emîr Abdullah tarafından yetiştirildi. Dedesinin himaye ve teşvikiyle tarih, edebiyat, din, harp ve siyasi konularda söz sahibi oldu. Emîr Abdullah kendisinden sonra devletin başına çocuklarının değil torunu Abdurrahman’ın geçmesini istediğinden onu veliaht tayin etti ve ölümü ile de Abdurrahman 16 Ekim 912’de Kurtuba’da tahta çıktı. III. Abdurrahman, Endülüs’ü birlik ve bütünlüğü kalmamış çok kötü bir durumdayken aldı. Ülkenin hemen hepsi isyancıların eline geçmiş, iç karışıklıklar bütün ülkeye hâkim olmuştu. Dış düşmanlar ise Endülüs’ün bu durumundan istifade etmek için beklemekteydi. Yeni emîr bu kötü duruma son vermek için hemen çalışmalara başladı. Yerel hanedanlar ve isyancılarla mücadele etti. Ömer b. Hafsun ülke için hala çok büyük tehditti ve yıkıcı faaliyetlerine bu dönemde de devam etmekteydi. Ancak öncekilerden farkı bu yeni dönemde karşısında genç, dinamik ve oldukça kararlı bir yöneticinin bulunmasıydı. Kendisi de hem yaşlı olduğundan hem de sağlık sorunları yaşadığından daha fazla direnmenin sonuçsuz kalacağını düşünerek III. Abdurrahman’dan kendisini bağışlamasını istedi. Emîr tarafından da bu istek kabul edildi ve aralarında bir anlaşma yapıldı. Ömer b. Hafsun ölünceye kadar bu anlaşmaya bağlı kaldı. Onun ölümünden sonra merkezi otorite ile çocukları uğraşacaklardı ama sonunda galip gelen devlet oldu. 3 210 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Ömer b. Hafsun’un ölümünden sonra Endülüs devleti ile mücadeleyi oğulları devam ettirdi. Onun Cafer, Süleyman, Hafs ve Abdurrahman isminde dört oğlu, bir de kızı bulunmaktaydı. Bu oğullardan Cafer babasının ölümü üzerine hareketin başına geçti. III. Abdurrahman 919 yılında Cafer tarafından idare edilen isyan merkezi Bobastro’yu (Bübeşter) kuşattı. Cafer direnemeyeceğini anlayınca barış istedi, bu istek Kurtuba’ya rehin göndermesi ve haraç vermeyi kabul etmesi şartıyla kabul edildi. Aynı yıl Ömer b. Hafsun’un diğer oğlu Abdurrahman da, hezimete uğratılarak Kurtuba’ya getirildi. Bobastro’da bulunan Cafer’in 920 yılında öldürülmesi ile yerine kardeşi Hafs geçtiyse de o bu görevi diğer kardeşi Süleyman’a bıraktı. Bununla birlikte Süleyman’ın, III. Abdurrahman’ın kuvvetleri ile 927 yılında yaptığı çatışmada öldürülmesi üzerine liderlik tekrar Hafs’a geçti. III. Abdurrahman bu duruma son verilmesi için Bobastro’yu kuşattı. Hafs direnemeyeceğini anlayınca 928 yılında eman dileyerek teslim oldu ve ailesi ile birlikte Kurtuba’ya gönderildi. III. Abdurrahman onu bağışladı ve Hafs orada yaşamaya başladı. Böylece Emîr Muhammed’den bu tarafa yıllardır devleti uğraştıran isyan III. Abdurrahman zamanında tamamen bastırılmış oldu. Bu durum emîrin nüfuz ve itibarının daha da artmasını sağladı. III. Abdurrahman döneminin en önemli iki dış tehdidi Kuzey Afrika’da beliren Fatımî Devleti ile kuzeydeki İspanyol krallıklarıydı. Şii Fatımîler kendilerini İslâm dünyasının meşru halifeleri görmekte ve kendi davalarını yeryüzüne hâkim kılmaya çalışmaktaydı. Bu sebeple aralarında Endülüs’ün de olduğu bir genişleme politikası takip etmeye başladılar. III. Abdurrahman onların tehdidine karşı donanmasını güçlendirerek 927 yılında Melila’yı ardından 931 yılında Septe’yi ele geçirdi. Deniz üssü olarak kullanacağı bu şehirlerden özellikle Septe’nin alınması Abdurrahman’ın itibarını artırdı. İki taraf arasındaki bu mücadele Fatımî Halifesi Muiz zamanında en şiddetli dönemini yaşadı ve Fatımîler Endülüs’ün Meriyye kıyılarına saldırdı. Limanda bekleyen bütün gemileri ateşe veren Fatımîlere karşı III. Abdurrahman daha fazla insan ölmesin diye önce barış içerikli mektuplar göndererek durumun daha vahim bir hale gelmesini engellemeye çalıştı. Ancak sonuç alınamayınca donanmasını komutanı Galib’in idaresine vererek Fatımî kıyılarının vurulmasını istedi. İlk saldırıda çok başarılı olmasa da 956 yılında gerçekleşen ikinci saldırı esnasında Sus, Tabarka bölgeleri yakılıp yıkıldı. Buna karşılık Muiz 958 yılında Cevher isimli kumandanını görevlendirerek tüm Magrib’i ele geçirme emrini verdi. Cevher, Tahert, Sicilmase ve Fas’ı ele geçirerek III. Abdurrahman karşısında Fatımîlerin üstün konuma gelmesini sağladı. Kuzeydeki İspanyol krallıkları bu dönemde ülke için yine ciddi sorunlar teşkil etmekteydi. Asturias Kralı III. Alfonso’dan sonra yerine geçen oğlu Garcia ile birlikte krallık Leon Krallığı olarak şekillendi ve Endülüs’e yönelik düşmanca duygular bu süreçte de devam etti. Leon Kralı Garcia’nın ölümü ile yerine kardeşi II. Ordoo geçti. Ordoo’nun Endülüs’e yönelik saldırı girişimlerine karşı Abdurrahman bir ordu göndermiş ancak iki taraf arasında 917 yılında yapılan savaşı Müslümanlar kaybederek kumandan Ahmed. b. Muhammed şehit düşmüştü. III. Abdurrahman bu yaşanan duruma çok üzüldü ve bundan sonra Hıristiyanlara karşı daha kararlı olarak mücadeleyi ele aldı. II. Ordoo, Müslümanlardan çekindiği için Navarra Kralı I. Sancho Garces ile anlaşarak birlikte hareket etme kararı aldı. Ancak III. Abdurrahman’ın gönderdiği ordu karşısında önce 918 yılında, ardından bizzat emîrin çıktığı sefer sonucunda 920 yılında büyük bir bozguna uğradı. Bu yenilgiyi Leon ve Navarra krallarının birlikte, yine emîrin kumandasındaki Müslüman ordusu karşısında aldıkları Muez yenilgisi takip etti. III. Abdurrahman üst üste kuzeye 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 211 karşı ordular göndermeyi ihmal etmedi ve hayatının sonuna kadar Hıristiyanlarla mücadeleyi sürdürdü. Ayrıca Hıristiyan krallıklar içinde görülen anlaşmazlıklarda yardımına başvurulan bir kişi oldu. Mesela 958 yılında tahttan indirilen Leon Kralı Sancho’nun yeniden hükümdar olabilmesi için III. Abdurrahman’a başvurulmuş ve o da Sancho’nun yeniden tahta çıkmasını sağlamıştı. III. Abdurrahman’a kadar Endülüs hükümdarları emîr unvanıyla yetinmişler, başka herhangi bir unvan kullanmamışlardı. Ancak III. Abdurrahman’dan itibaren bu durum değişti. Zira o Şii Fatımîlerin halifelik iddiasıyla ortaya çıkmasını, Abbasî Halifesi Muktedir’in (908-932) Fatımîlere karşı bir şey yapamamasını da düşünerek hilafet kurumuna sahip çıkmaya karar verdi. Zaten ülkesindeki durumu da kendisinin halifeliği ilan etmesi için uygundu. Bu sebeplerle III. Abdurrahman 16 Ocak 929’da kendisini halife ilan etti. Yayınladığı ve etrafa gönderdiği fermanlarla da bunun kendi hakları olduğunu belirtti. Halife III. Abdurrahman zamanında tarım, ticaret ve sanayide ülke en üst noktalara yükseldi. Bu sayede çok zengin ürünlerin Endülüs’te yetişmesine imkân verilirken, ihtiyaç fazlası olanların da ihraç edilmesi sağlandı. Ayrıca ağırlığını Sakalibe sınıfının oluşturduğu çok güçlü bir ordu kurulduğu gibi donanma da güçlendirildi. Eğitime önem verilerek, edebiyat, tarih ve diğer sahalarda yapılan çalışmalar desteklendi ve ilim insanları himaye edildi. Döneminin en karakteristik yapısı olan Medinetüzzehrâ sarayı ve şehri her gün 10 bin kişi, 1500 yük hayvanının çalışması ve Abdurrahman’ın gelirlerinin üçte birini buraya aktarması ile uzun uğraşlar sonucu inşa edildi. Bu dönemde Endülüs dünyanın en dikkat çekici ülkeleri arasına girdi. Bu sebeple Bizans İmparatoru VII. Konstantinos başta olmak üzere önemli devlet hükümdarları elçi heyetleri göndererek Abdurrahman ile dost olmak isteklerini belirtti. Endülüs’te en uzun süre yöneticilik yapan III. Abdurrahman arkasında muazzam bir devlet bırakarak 961 yılında hayatını kaybetti. Yerine oğlu Hakem geçti. Kurtuba’nın 8 km. kuzeybatısında, Cebel-i Arus (Sierra Morena) dağının güney eteklerinde kurulan Medînetüzzehrâ İslâm mimarisinin en önemli eserlerinden biridir. III. Abdurrahman’ın cariyesi Zehra’nın isteği üzerine inşa ettirilen bu eser, saray ve bu sarayın etrafında gelişen bir şehirden ibarettir. 936’da yapımına başlanan Medînetüzzehrâ’nın inşası II. Hakem döneminde 976 yılında bitirilmiştir. Şehir, el-İdrîsî’ye göre üç kademeli olarak inşa edilmiş olup; şehrin üst kısmında halifenin sarayı, harem dairesi ve kale; orta kısmında bahçe ve yeşil alanlar; en alt kısmında ise Büyük Camii ile köle ve hizmetçilere mahsus evler bulunmaktadır. Şehrin üst kısmının tabanı orta şehrin, bunun da tabanı aşağı şehrin çatıları düzeyine düşmektedir. Halife 6.250.000 dinar olduğu anlaşılan vergi gelirlerinin üçte birini buraya harcadığı gibi döneminin bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmemiştir. III. Abdurrahman 13.750 genç, 6314 kadın ve kız çocuğu, 3750 kişiden oluşan kuzeyden devşirilmiş muhafız kıtasıyla birlikte Medînetüzzehrâ’da yaşamakta ayrıca sayısı 100.000’i bulan ordusu da kendisine eşlik etmekteydi. Çeşitli ülkelerden gelen elçiler bu şehirde ağırlanırlardı. Şekil 9.4 Medinetüzzehra’nın iç kısmından bir görünüm (www. greatmirror.com) 212 İslam Tarihi ve Medeniyeti I 961-976 yılları arasında hüküm süren II. Hakem, babasından her yönü ile mükemmel bir devlet devraldığı için bu durumun devam etmesi gerektiğini bilmekteydi. Sade ve barış yanlısı bir halife olması sebebiyle tahta çıkar çıkmaz onun bu iyi halinden istifade etmeye çalışan dış düşmanlarla karşılaştı. Bunlardan ilki Leon Kralı Sancho idi. Zira o Leon Krallığı’nın devamını ve kendi tahta çıkışını III. Abdurrahman’a borçlu olmasına rağmen bunu tamamen unutmuş, yaptığı anlaşmayı ihlal etmeye başlayarak Hakem’e tavır almıştı. Halife onun bu davranışına karşılık muhalifi olan ve onu tahttan indirmek için uğraşan eski kral IV. Ordoo’yu destekleme kararı aldı. Ordoo ile yapılan anlaşma Sancho’yu tedirgin edince hemen II. Hakem’e elçiler göndererek III. Abdurrahman zamanında yaptığı anlaşmaya sadık kalacağını bildirdi. Fakat bu esnada Ordoo’nun ölümüyle fikrinden vazgeçerek Endülüs’e tekrar tavır almaya başladı. Hatta müttefikleri Navarra Kralı Garcia, Kastilya Kontu Gonzales ile birlikte II. Hakem’e karşı harekete geçti. Bu yaşananlar karşısında Hakem onların üzerine giderek büyük bir zafer kazandı. Sonunda Sancho ve müttefikleri elçiler gönderip barış talebinde bulunmak zorunda kaldı ve Hakem’in de kabul etmesi üzerine onlarla barış yapıldı. II. Hakem döneminde Kuzey Afrika’da Fatımî yanlısı İdrisîlerle mücadele edildi. Bunlar liderleri Hasan b. Gannun liderliğinde Endülüs’e karşı faaliyetlerde bulunmaktaydı. 972 yılında Hakem’in gönderdiği ilk ordu İdrisîleri zor durumda bıraktı ama sonuç alınamadı. Bunun üzerine Hakem en önemli komutanlarından biri olan Galib komutasında donanımlı bir orduyu Kuzey Afrika’ya gönderdi. Galib, İdrisî reisleri ve ordu komutanları arasında para dağıtarak onları kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı da oldu. Onlar Hasan b. Gannun’u bırakarak Endülüs saflarına katılmaya başladı. Bu yaşananlar karşısında Hasan bir süre daha Endülüs ile mücadeleye devam etti fakat daha fazla direnemeyeceğini anladığından affını isteyerek teslim oldu. Yine bu dönemde Normanların Endülüs’e yönelik üçüncü saldırısı gerçekleşti. 971 yılındaki saldırı kolayca bertaraf edildi. Endülüs’ün en parlak devirlerinden biri olan bu dönemde Kurtuba Cami genişletilmiş ve başkent Kurtuba dünyanın sayılı başkentlerinden biri olmuştu. İlim tutkusu ve kitap sevgisiyle tanınan Hakem’in İslâm dünyasının önemli merkezlerinde adına kitap satın alan görevlileri bulunmaktaydı. Bu nedenle halifenin sarayındaki kütüphane çok değerli kitaplarla doluydu. Âlimleri koruyan ve onlara değer veren Hakem Endülüs’te herkesin eğitim almasını istediğinden özellikle maddi durumları iyi olmayan ailelerin çocuklarının okuyabilmesi için yatılı okullar yaptırdı. Bu sayede Endülüs’te herkesin okuma yazma öğrenmesini sağladı. Ömrünü ülkesinin refahı ve mutluluğuna adayan Hakem daha sağlığında oğlu Hişam’ın tahta çıkmasını istediğinden devletin ileri gelenlerini bir toplantıya çağırarak bu isteğini iletti ve onlara bunu kabul ettiklerine dair bir belge imzalattı. Ardından imzalanan bu belgenin çoğaltılarak ülkenin dört bir yanına gönderilmesini ve herkesin oğlu Hişam’ı kabul etmesini sağladı. Hakem, Ekim 976 yılında vefat ettiğinde yerini sağlamlaştırdığı oğlu 12 yaşındaki II. Hişam Endülüs’ün başına geçti. Aslında onun tahta çıkmasında Hakem döneminden itibaren itibarı artan Muhammed İbn Ebû Âmir ve II. Hakem’in veziri Mushafi’nin çok büyük payı bulunmaktaydı. Zira onlar Hişam’a karşı olan başta sarayın önde gelen görevlileri olmak üzere herkesi bertaraf etmeyi başararak Hişam’ın mevkiini güçlendirdiler. Endülüs’teki bu kaos ortamı her zaman olduğu gibi yine kuzeydeki İspanyol krallıkların işine yaradı ve onların Müslüman topraklarına yönelik saldırılarını tetikledi. Hıristiyanların bu saldırılarına mani olabilmek için İbn Ebû Âmir 977 yılında son derece büyük yetkilerle onlara karşı sefere çıktı. Çok başarılı geçen bu sefer Hıristiyanları öylesine korkuttu Medînetüzzehrâ’nın en önemli kısmı sarayıdır. Burada bulunan 4300 sütunun 1013’ü Kartaca ve Tunus’tan, 140’ı İstanbul’dan, 19’u Frenk krallıklarından getirilmiş, diğer sütunlar Endülüs topraklarından temin edilmiştir. Sarayda resim, süsleme ve heykel sanatları göze çarpmakta hatta Zehra’nın bir heykeli de sarayın girişinde bulunmaktadır. Saraydaki 15.000 direk altın kaplama olup, zümrüt, yakut, mermer ve inciyle süslenmiştir. Medînetüzzehrâ II. Hişam ve hâcibi İbn Ebû Âmir döneminde değerini yitirmeye başladı. 1010 yılında Berberîler tarafından yağmalanan şehir, Murâbıtlar ve Muvahhidiler zamanlarında tahrip olmaya devam etti. Hıristiyanlar tarafından 1236 yılında Kurtuba ele geçirildiğinde burasının harabe halinde olduğu ifade edilir. 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 213 ki uzun süre onlar Endülüs’e saldırma cesareti gösteremediler. Ayrıca bu sefer İbn Ebû Âmir’in nüfuzunun daha da artmasına ve askerin kendisini daha yakından tanıyarak sevmesine vesile olmuştu. Bu ilk seferden sonra da Hıristiyanlara karşı başarılı seferleri yine devam etti ve zamanla elde ettiği zaferler sayesinde daha güçlü hale geldi. Devlet yönetiminde etkinliği günden güne artmaya başlayınca kendisine engel olabilecek herkesi bertaraf etmeye veya uzaklaştırmaya başladı. Zamanla Hişam’ın bile devlet işlerine karışmaması için her türlü önlemi alarak bütün gücü kendisinde topladı. İbn Ebû Âmir, Kurtuba’nın doğusunda Medinetüzzehra’ya benzer bir şekilde Medinetüzzâhire adlı şehri inşa ettirdi. Ailesi ve kendisine bağlı insanlarla buraya yerleşerek hükümet merkezini buraya taşıdı. Orduyu yeniden düzenledi, Arap ve Sakalibeden ziyade Berberîlere orduda daha çok yer verdi. Ayrıca Leon ve Navarra krallıklarından da ücretli asker topladı. Zamanla tamamen devlete hâkim olan İbn Ebû Âmir halifelere özgü el-Mansûr unvanını kullanmaya başladı. Cuma hutbelerinde adı halifeden sonra okunmaktaydı. İbn Ebû Âmir bu gücünü oğulları için de kullanmak istedi. 991 yılında oğlu Abdülmelik’i kendi makamının varisi olarak ilan etti ve ona hâcib unvanı verdi. Diğer oğlu Abdurrahman’ı ise vezirliğe getirdi. İbn Ebû Âmir’in asıl niyeti halifeliği elde edebilmekti. Ancak Kurtuba halkından çekindiği için bunu yapamadı. Ağustos 1002’de hayatını kaybeden İbn Ebû Âmir’den sonra yerini sırayla oğulları Abdülmelik ve Abdurrahman aldı. Halife Hişam ise geri plânda kalmayı sürdürüyordu. Babasından sonra aynı göreve yani hâciblik mevkiine gelen Abdülmelik devlete büyük hizmetlerde bulunarak ekonomi, siyaset ve idarede önemli işlere imza attı. Hıristiyanlara karşı başarılı seferlerde bulundu ve Halife Hişam tarafından kendisine el-Muzaffer unvanı verildi. Ancak onun 1008 yılında ölümünden sonra yerini alan kardeşi Abdurrahman ne babası ne de ağabeyi kadar başarılı olabildi. Hiç kimse tarafından sevilmeyen Abdurrahman, Halife Hişam’a zorla baş hâciblik makamı ihdas ettirmiş, üstelik veliaht olarak kendisini seçmesi için halifeye baskı yapmıştı. Hişam da durumu âlimlerle müzakere ettikten sonra istemeyerek onu veliaht ilan etmişti. Ancak bu durum çok geniş bir kesimi harekete geçirdi. Hişam’ın bu durumu kabullenmesine ve Âmirilerin her istediğini yapmasına şiddetle karşı çıkan bir muhalefet oluştu. Sonuçta bu muhalefet Hişam’a karşı isyanı başlattı. Halkın da bizzat yer aldığı bu isyanda asiler Emevî ailesine mensup olduğu iddia edilen Muhammed b. Hişam’ın önderliğinde Halife’nin yaşadığı Medinetüzzehra’yı işgal ettiler. Hişam isyancılara elçi göndererek hayatının bağışlanması koşuluyla hilafeti bırakacağını söyledi. Muhammed ise Hişam’ın kendisi için hilafetten uzaklaşması ve bunu resmi olarak imzalaması karşılığında kabul edeceğini bildirdi. Hişam denileni yaptı ve hilafetten ayrıldı. Bundan sonra Muhammed b. Hişam, el-Mehdi unvanını aldı ve kendisine biat edildi. İbn Ebû Âmir ve oğullarının yaşadığı Medinetüzzâhire sarayının yağmalandığı ve Abdurrahman’ın katledilerek Âmiri ailesinin sona erdirildiği bu günlerde Halife Hişam da muhtemelen el-Mehdi tarafından saklanmaktaydı. el-Mehdi iyi bir idareci olmadığı gibi nezaketten uzak hareketleri ile herkesi kısa zamanda kendinden uzaklaştırdı. Bu da ona karşı 1009 yılı Haziran ayında Berberîlerin de rol aldığı büyük bir isyanın çıkmasıyla neticelendi; fakat başarıya ulaşamadı. Bunun üzerine el-Mehdi kendisine karşı geldikleri için Berberîlerin cezalandırılmasını emretti, ancak bunun sonuçları çok ağır oldu. Berberîler el-Mehdi’ye karşı Süleyman b. Hakem’i el-Mustaîn-Billah unvanıyla tahta çıkardılar ve 1009 yılı Kasım ayında Kurtuba’ya girdiler. İki taraf arasında yapılan şiddetli savaşı kaybeden el-Mehdi ve askerleri oldu. Berberîler bu esnada Halife Hişam’ın yaşadığını öğrenmelerine rağmen tahtta Süleyman’ın kalmasını is- 214 İslam Tarihi ve Medeniyeti I tediler. Toledo’ya kaçmış olan el-Mehdi yeniden Endülüs tahtına çıkabilmek için mücadelesine devam etti hatta Hıristiyan krallardan bile yardım istemekten çekinmedi. Bu sayede 1110 yılında tekrar Endülüs’ün yönetimini üzerine alsa da bu durum uzun sürmedi ve kendisine karşı yapılan bir darbe ile görevden alınarak yerine Temmuz 1010’da II. Hişam tahtta çıkarıldı. Fakat bu sefer de Berberîler Hişam’ı istemediler ve onu görevden alarak el-Mustaîn’i yeniden halife olarak seçtiler. Ancak bu halifelik kısa sürdü. Zira Hz. Ali soyuna mensup olduklarını iddia eden Şii Hammûdîler 1016 yılında bu kargaşadan faydalanarak el-Mustaîn’i azledip tahtı ele geçirdiler. Ali b. Hammûd, II. Hişam’ın öldüğünü ileri sürerek kendisini halife ilan etti. Fakat Hammûdîler Şii olmaları sebebiyle halk tarafından istenmediler. Bu sebeple bunlara karşı III. Abdurrahman’ın torunu olduğu ifade edilen IV. Abdurrahman, el-Murtazâ unvanıyla Nisan 1018’de halife ilan edildi. Ali b. Hammûd siyasi otoriteyi kaybetmemek için el-Murtazâ ve onu destekleyenlere karşı sert davranışlarda bulundu fakat birdenbire ölümü bu hareketi bitirdi. Yerine kardeşi Kasım, el-Me’mûn unvanıyla geçti ve adaletiyle ön plana çıkarak insanların sevgisini kazandı. IV. Abdurrahman ise bu yaşananlar karşısında her geçen gün kendisine katılan taraftarlarıyla birlikte Kasım b. Hammûd’u destekleyenlerle mücadele etmeye başladı. Fakat bu mücadele esnasında onu destekleyen en yakın dostlarının bile kendisini terk ettikleri görüldü. Hatta dostları onun karşısında olanlarla birlikte hareket etme kararı aldılar. Sonuçta Abdurrahman bir savaş esnasında öldürüldü ve yönetim doğrudan Kasım b. Hammûd’a kaldı. Ancak onun zamanla Berberîlere karşı olumsuz yaklaşımı ve ailesi içindeki taht kavgaları Endülüs’teki durumuna darbe indirdi. Zamanla Kurtuba halkı da onların bu halinden şikâyetçi olmaya başladı ve 1023 yılında Hammûdîlere karşı büyük bir isyan başlatıldı. İsyan karşısında hiçbir başarı gösteremeyen Hammûdîler, Kurtuba’dan uzaklaştırıldılar. Devletin ileri gelenleri, kumandanlar ve halk yeni halifeyi seçmek için Kurtuba Ulu Camii’nde toplandıklarında çoğunluğun arzusuyla Abdurrahman b. Hişam’ın halife olmasına karar verdi. Kasım 1023 yılında el-Müstazhir unvanıyla yönetimi devralan V. Abdurrahman, kendisine muhalif grupların halkı kışkırtmasıyla çıkan isyanda tahta çıkalı iki ay bile olmadan 1024 yılında feci bir şekilde öldürüldü. Abdurrahman’a karşı başlatılan muhalefet cephesinde yer alan Emevî ailesinden Muhammed b. Abdurrahman, el-Müstekfi unvanıyla halife oldu fakat yanlış uygulamaları, aldığı isabetsiz kararlarla herkesin tepkisini üzerine çekmekte gecikmedi ve böylece kendi sonunu hazırladı. Muhammed’in öldürülmesiyle artık Endülüs sonu görünmeyen bir çözümsüzlüğe doğru süratle gitmeye başladı. Altı veya yedi ay başsız kalan devlet bu süre içinde bir danışma meclisi tarafından idare edildi. Halkın isteği yeni bir halifenin seçilmesi ve halife ile yönetimin devamı yönündeydi. Sonunda IV. Abdurrahman’ın ağabeyi Hişam’ın halife olmasına karar verildi. III. Hişam’ın halkın istediği bir yönetici olmadığı kısa sürede anlaşıldı; zira eğlenceden, hoşlanan, hiçbir işten anlamayan, kararsız bir yapıya sahipti ve sonunda tahttan indirildi. Bundan sonra Kurtuba’nın önde gelenleri halifeliğin ülkeye zarar verdiğine dair görüş belirterek bunun ilga edilmesine ve ülkenin şura ile yönetilmesine karar verdiler. Böylece Endülüs Emevî devleti 1031 yılında yıkılmış oldu. 711 yılında büyük heyecan ve umutla başlayan, 756 yılında devlet teşekkülü ile daha da belirginleşen, X. yüzyılda dünyanın sayılı ülkelerinden biri olan Endülüs Emevî Devleti sona erdi. Her ne kadar 1492 yılına kadar Endülüs’teki Müslüman varlığı devam etse de bu eskisi gibi olmayacaktı. Halife II. Hakem döneminde nüfuzu artmaya başlayan Muhammed İbn Ebû Âmir ve 4 onun temsil ettiği Âmiriler kimdir? 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 215 Özet İspanya’nın fetihden önceki durumunu ve Endülüs’ten önce Kuzey Afrika’daki İslâm fetihlerini açıklayabilmek V. Yüzyıldan itibaren Vandal, Alan, Suev ve Vizigot gibi Germen kavimlerinin Roma İmparatorluğu’nun egemenliğindeki bölgeye nüfuz etmeye başladıkları görülür. Bunlardan Vizigotlar 468 yılında Euric’in liderliğinde bölgeye hâkim oldular. Bizans İmparatoru Iustinianos zamanında bölgenin güneyi 554 yılında yeniden Bizans egemenliğine girdi. Fakat kısa bir süre sonra bu toprakların önemli bir kısmını geri alan Kral Leovigild zamanında Toledo merkezli Vizigotlar, İspanya’nın neredeyse tamamına sahip oldular. Vizigotların, adaletsiz yaklaşım ve haksız uygulamaları ayrıca aldıkları yanlış kararlar kendi halkı başta olmak üzere herkesin tepki duymasına neden oldu. III. Toledo Konsili’nde mensubu oldukları Arius mezhebini bırakıp Katolikliği seçmelerine rağmen ülkede karışıklık, isyan ve taht kavgaları hiç dinmedi ve günden güne istikrarsızlık arttı. Hz. Ebubekir ile birlikte başlayan fetih harekâtı sonra gelen halifeler zamanında da devam ederek Suriye, Filistin, Mısır, İran ve Kuzey Afrika’yı içine alacak şekilde gelişti. Hz. Osman zamanında Mısır Valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebu Serh Bizans’ın Kuzey Afrika bölgesi yöneticisi Georgios’un merkezi Sübeytula’yı ele geçirerek Tunus’a kadar uzanan oldukça geniş bir alan zapt edildi. Dört Halife döneminde başlayan fetihleri Emevîler de sürdürdüler. Halife Muaviye’nin Kuzey Afrika’nın fethiyle görevlendirdiği Ukbe b. Nafi, 670 yılında askeri bir karargâh olarak düşünülen Kayrevan şehrini inşa ettirirken, haleflerinden Hasan b. Numan Kartaca’yı ele geçirdi. Ifrıkiyye valiliğine atanan Musa b. Nusayr ise Septe ve birkaç yer hariç hemen hemen Kuzey Afrika’nın tamamını fethetti. İspanya’nın fethinde rol oynayan sebepleri değerlendirerek fethin seyri hakkında bilgi sahibi olabilmek Musa b. Nusayr, Kuzey Afrika’nın fethinden sonra İspanya’nın fethedilmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Çünkü Müslümanlar için İspanya’dan başka gidilecek coğrafi ve aynı zamanda elverişli bir bölge bulunmamaktaydı. İspanya’nın o an içinde bulunduğu otorite boşluğu ve kaos ortamı yani Vizigotlardan kaynaklanan yanlış uygulama ve adaletsizlikler Müslümanların lehineydi. Ayrıca Kral Witiza’nın oğulları ve Septe hâkimi Julianus da kendisini fetih için İspanya’ya davet etmekteydi. Bu sebeple Musa b. Nusayr, Velid b. Abdülmelik’den aldığı izinle önce Tarîf b. Mâlik komutasında 500 kişilik bir birliği ardından da Tanca Fatihi Tarık b. Ziyad komutasında 7000 kişiden meydana gelen orduyu İspanya’ya yolladı. Vizigot Kralı Rodrigo tahminen 40 bin veya çok daha fazla bir askerî kuvvetle Müslümanların karşısına çıktı. Musa b. Nusayr’ın gönderdiği 5000 kişilik takviyeyle Müslümanların gücü 12.000’e ulaştı. İki taraf Şezûne yakınlarında bulunan Rio Guadalete veya Rio Barbate Nehri civarında Lekke Vadisi’nde karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta galip gelen Tarık b. Ziyad ve askerleri oldu. Vizigot ordusunun neredeyse tamamı imha edildi ve Rodrigo hayatını kaybetti. Böylece İspanya’nın kapıları ardına kadar Müslümanlara açıldı. Endülüs Emevî devleti hakkında genel bir değerlendirmede bulunabilmek 756 yılında I. Abdurrahman tarafından kurulan Endülüs Emevî Devleti, 929 yılında III. Abdurrahman’ın ‘halife’ unvanını almasıyla emîrlikten hilafete geçti. Böylece 1031 yılına kadar sürecek halifelik dönemi başladı. Merkezi otoritenin güçlü olduğu dönemde ülkede istikrar ve huzur olduğundan bu durum ekonomik, sosyal ve kültürel her alana yansımaktaydı. Ancak merkezi yönetimin zayıf olduğu durumlarda kaos ve karışıklık ülke geneline hâkim olduğundan içte isyanlar kendini göstermekte ve devlet bütün gücüyle bunları bastırmakla uğraşmaktaydı. Bu da başta kuzeydeki Hıristiyan İspanyol krallıklar olmak üzere dış güçlere Endülüs’e saldırma imkânı sağlamaktaydı. Bu yüzden devlet iç tehdit yüzünden dış güçlere karşı kapsamlı bir mücadeleye girmekte zorlanmaktaydı. Endülüs’ün emîrlikten hilafete geçiş sürecini tahlil edebilmek III. Abdurrahman’a kadar Endülüs hükümdarları emîr unvanıyla yetinerek başka bir unvan kullanmadılar. III. Abdurrahman, Şiî Fatımîlerin halifelik iddiasıyla ortaya çıkması, Abbasî Halifesi Muktedir’in Fatımîlere karşı bir şey yapamamasını düşünerek, İslâm dünyasının siyasi ve manevi alandaki zor durumunu dikkate alarak hilafet kuruma sahip çıkmaya karar verdi. Başta Endülüs olmak üzere İslâm dünyasının tamamındaki etkin nüfuzu kendisinin halifeliği üstlenmesi için uygundu. Bu sebeple 16 Ocak 929 tarihinde kendisini halife ilan etti. Yayınladığı ve etrafa gönderdiği fermanlarla da bunun hakları olduğunu sebepleriyle açıkladı. 1 2 3 4 216 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Katolikliği seçme kararı alan Vizigot kralı aşağıdakilerden hangisidir? a. Rodrigo b. Recaredo c. Euric d. Witiza e. Leovigild 2. 711 yılında Endülüs’ü fetheden komutan aşağıdakilerden hangisidir? a. Tarık b. Ziyad b. Tarif b. Malik c. Velid b. Abdülmelik d. Musa b. Nusayr e. Abdülaziz b. Musa 3. Müslümanların Avrupa’da ilerlemelerine engel olan savaş aşağıdakilerden hangisidir? a. Vâdi-Lekke b. Toulouse c. Poitiers d. Musârra e. Muez 4. Endülüs emirlerinden hangisi zamanında âlimlerin isyan hareketinde rolü olmuştur? a. I. Abdurrahman b. I. Hakem c. Muhammed d. Abdullah e. II. Hakem 5. Ömer b. Hafsun’la ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Ömer b. Hafsun, III. Abdurrahman zamanında isyan hareketine son vermiştir. b. Ömer b. Hafsun, sadece Emîr Muhammed zamanında isyan etmiştir. c. Ömer b. Hafsun, Emîr Abdullah zamanında isyan hareketine başlamıştır. d. Ömer b. Hafsun’un isyanı kısa sürmüştür. e. Ömer b. Hafsun hiç isyan etmemiştir. 6. İlim tutkusu, kitap sevgisi ve kütüphane zenginliği aşağıdakilerden hangisi ile ilişkilendirilebilir? a. I. Hişam b. Muhammed c. II. Hakem d. II. Hişam e. Abdullah 7. I-Üçüncü Abdurrahman’ın halife olması II-Abdurrahman b. Muaviye’nin Endülüs’e geçmesi III-Endülüs Emîri Münzir’in ölümü IV-Endülüs’te Valiler döneminin başlaması Yukarıdaki olayların kronolojik sıralaması nasıl olmalıdır? a. I, III, IV, II b. II, I, III, IV c. II, III, I, IV d. III, II, I, IV e. IV, II, III, I 8. Aşağıdakilerden hangisi I. Hişam döneminde Endülüs’ün resmi mezhebi olmuştur? a. Evzai b. Hanbeli c. Hanefi d. Maliki e. Şafii 9. Aşağıdakilerden hangisi III. Abdurrahman döneminin olayları içinde yer almaz? a. Fatımîlerle kapsamlı bir mücadeleye girişmesi b. Dedesi tarafından veliaht gösterilerek tahta çıkması c. Emîrlikten hilafete geçiş sürecinin onun zamanında olması d. Devletini dünyanın en önemli ülkelerinden biri haline getirmesi e. Medinetüzzâhire Sarayı’nı inşa ettirmesi 10. Ülkesine “düğün günleri (eyyamu’l-arus)” olarak anılan bir dönem yaşatan Endülüs emîri aşağıdakilerden hangisidir? a. I. Abdurrahman b. II. Abdurrahman c. I. Hakem d. II. Hişam e. III. Abdurrahman 9. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti I (Fetihten 1031’e Kadar) 217 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Müslümanlardan Önce İspanya” konusunu yeniden okuyunuz. 2. a Yanıtınız doğru değilse “Müslümanlar İspanya’da” konusunu yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Valiler Dönemi (714-756)” konusunu yeniden okuyunuz. 4. b Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Emîrlik Dönemi (756-929) konusunu yeniden okuyunuz. 5. a Yanıtınız doğru değilse ilgili bölümleri yeniden okuyunuz. 6. c Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Hilafet Dönemi (929-1031) konusunu yeniden okuyunuz. 7. e Yanıtınız doğru değilse ilgili konuları yeniden okuyunuz. 8. d Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Emîrlik Dönemi (756-929) konusunu yeniden okuyunuz. 9. e Yanıtınız doğru değilse “ Endülüs’te Hilafet Dönemi (929-1031) konusunu yeniden okuyunuz. 10. b Yanıtınız doğru değilse “Endülüs’te Emîrlik Dönemi (756-929) konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Musa b. Nusayr’ın azadlı kölesi Tarık b. Ziyad ile arasındaki ilişkiler rivayete göre Vâdi Lekke Savaşı sonrası Tarık’ın Musa’nın sözünü dinlemeyerek fetihlere devam etmesi yüzünden sarsılmıştı. Ancak Musa’nın Endülüs’e geçmesi ve Tarık’ın onu Toledo’ya gelmeden daha yolda iken saygılı ve nazik bir şekilde karşılaması ile bu ilişkiler düzelmiştir. Her ne kadar onların bu karşılaşmasında Musa’nın Tarık’a ağır sözler sarf ettiği ve sert muamelede bulunduğuna dair görüşler bulunsa da ikisinin fetih harekâtını bundan sonrası için birlikte devam ettirme gayretleri ve sonrasındaki gelişmeler bu düşüncelerin aksini ispatlamaktadır. Sıra Sizde 2 Franklar, Roma İmparatorluğu’nun kuzey ve doğu sınır bölgelerinde yaşayan, bununla birlikte Roma hâkimiyetini kabul etmeyen Germen asıllı kavimlerdendi. Bunların III. Yüzyılın ikinci yarısında Roma topraklarına girdiği, Galya bölgesi ile İspanya’yı istila ettikleri ve zamanla Merovenjiyen Frank Krallığı’nı kurdukları bilinmektedir. Müslüman fetihleri başladığı zaman Merovenjiyen Krallığı kendi içindeki nüfuzlu ailelerin yönetimi ele geçirmek için uğraştıkları bir sürece tanık olmaktaydı. Bu durum krallıkta görevli saray nazırı Charles Martel’in Frankları birlik haline getirmesi ile sona erdi. Bundan sonra Martel bütün sorunları bir tarafa bırakıp Müslümanlarla mücadele etmeye başladı. Sıra Sizde 3 I. Alfonso’nun liderliğinde 750 yılı civarında kurulan Asturias Krallığı, 911 yılından itibaren Garcia ile birlikte Leon Krallığı olarak şekillendi ve Asturias-Leon Krallığı olarak anıldı. Pamplona merkezli Navarra Krallığı ise 800’lü yıllardan itibaren şekillenmeye başladı; ancak 905 yılından itibaren I. Sancho Garces ile resmileşti. X. Yüzyılda oluşumunu tamamlayan Kastilya Krallığı 1037’de I. Fernando zamanında Leon Krallığı ile birleşerek Kastilya-Leon Krallığı oldu ve Müslümanlara karşı başlatılan Reconquista hareketini sürdürdü. IX. Yüzyılda İspanya’nın kuzeydoğusunda Aragon Krallığı kuruldu ve bu krallık IV. Raymond Berenger zamanında Barselona Kontluğu ile birleşerek Barselona-Aragon Krallığı’na dönüştü. Sıra Sizde 4 Halife II. Hakem döneminin en önemli şahsiyetlerinden ve oğlu II. Hişam’ın hâcibi olan Muhammed İbn Ebû Amir 939 yılında doğdu. Ailesi tarafından çok iyi yetiştirildi. Kâtip olarak başlayan kariyeri II. Hakem zamanında yükselmeye başladı. 967 yılında II. Hakem’in 5 yaşındaki oğlu Abdurrahman’ın mallarının idaresinden sorumlu oldu. Ardından devlet kademelerinde önemli görevlerde bulunduktan sonra İşbiliye ve Septe kadılığına tayin edildi. II. Hakem’in oğlu Abdurrahman’ın ölümünden sonra veliaht gösterilen Hişam’ın mallarını idare etmekle görevlendirildi ve sonrasında 972 yılında şehrin asayişle ilgili birime atandı. Kuzey Afrika’da İdrisîlere yönelik harekâtın masraflarının çok olup olmadığını teftiş için II. Hakem tarafından buraya gönderildi ve bu durum onun daha da yükselmesine vesile oldu. Nitekim Halife Hişam zamanında önce vezir ardından hâcib oldu. Muhammed İbn Ebû Âmir ile başlayan ve kendisinden sonra oğulları Abdülmelik ve Abdurrahman ile devam eden bu süreç Âmiriler dönemi olarak adlandırıldı. İbn Ebû Âmir’in oğullarından Abdülmelik de babası gibi devlete büyük hizmetlerde bulundu. Ancak onun 1008 yılında ölümünden sonra yerini alan kardeşi Abdurrahman babası ve ağabeyi kadar başarılı olamadı. 218 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Yararlanılan Kaynaklar Chejne, A. (1974), Müslim Spain its History and Culture, Minneapolis. Dozy, R. (1972), Spanish Islam, London. Hitti, P. (1980), Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, (trc. Salih Tuğ), III, İstanbul. ______ (1970), Islam, A Way of Life, London, Bombay, Karachi. İbn İzârî, (1951), el-Beyânü’l-Muğrib fî Ahbâri’lEndelüs ve’l-Mağrib, (nşr. G.S. Colin-E.Levi Provençal), Leiden. İbnü’l-Kûtiye, (1982), Târîhu İftitâhi’l-Endelüs (nşr. İbrahim Ebyârî), Kahire. İmamüddin, M. (1990), Endülüs Siyasi Tarihi, (trc. Yusuf Yazar), Ankara. Küçüksipahioğlu, B. (1996), III. Abdurrahman Dönemi Endülüs Tarihi (912-961), (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul. O’Callaphan, J. F. (1975), A History of Medieval Spain, New York. Özdemir, M. (1994), Endülüs Müslümanları-I, Ankara. ____________(1997), Endülüs Müslümanları, Medeniyet Tarihi, Ankara. Provençal, L., (1950), Histoire de L’Espagne Musulmane, Leiden-Paris. ___________, (1932), L’Espagne Musulmane Au Xeme Siecle, Paris. Reilly, B. (1993), The Medieval Spains, Cambridge. Şeyban, L. (2003), Reconquista: Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, İstanbul. TDV İslâm Ansiklopedisi “Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman”, “Abdurrahman I”, “Abdurrahman II”, “Abdurrahman III”, “Abdurrahman IV”, “Abdurrahman V”, “Belâtüşşühedâ”, “Emevîler”, “Endülüs”, “Franklar”, “Hakem I”, “Hakem II”, “Hişam I”, “Hişam II”, “Hulefâ-yi Râşidîn”, “Kurtuba Ulu Camii”, “Medinetü’z-Zehra”, “Mûsâ b. Nusayr”, “Ömer b. Hafsun” maddeleri. 10 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan siyasi parçalanmanın yanında Reconquista sürecinde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri hakkında bilgi sahibi olabilecek, İspanyol krallıkları karşısında zor durumda kalan Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika ile ilişkilerini değerlendirebilecek, Endülüs’te son bağımsız İslâm devleti olan Nasrîlerin İspanyol krallıkları ve Kuzey Afrika ile ilişkilerini açıklayabilecek, 1492-1614 yılları arasında İspanyol krallıkların hâkimiyeti altında yaşayan Endülüs Müslümanlarının durumu ve buradan sürgün edilmeleri hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Mülûkü’t-tavâif • Murâbıtlar • Muvahhidler • Nasrîler • Osmanlı • Müdeccen • Morisko • Kuzey Afrika • Fransa • Venedik • Tuleytula • Kurtuba • İşbîliye • Gırnata • Kastilya Krallığı • Aragon Krallığı • Leon Krallığı • Navar Krallığı • Katalonya Kontluğu • Zellâka Savaşı • el-Erek Savaşı • İkâb Savaşı • Reconquista • VI. Alfonso • Yusuf b. Tâşfîn İçindekiler İslam Tarihi ve Medeniyeti I Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) • MÜLÛKÜ’T-TAVÂİF DÖNEMİ • (1031-1091) • MURÂBITLAR DÖNEMİ (1091-1147) • MUVAHHİDLER DÖNEMİ (1147-1229) • NASRÎLER (BENÎ AHMER DEVLETİ) DÖNEMİ (1232-1492) • 1492-1614 ARASINDA ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARI İSLAM TARİHİ VE MEDENİYETİ I MÜLÛKÜ’T-TAVÂİF DÖNEMİ (1031-1091) Endülüs’te Âmirî ailesinin 1009’da görevden uzaklaştırılmasından 1031’e kadar geçen süre Emevî hanedan mensupları arasındaki taht kavgaları ve siyasî karışıklıklarla geçti. Emevî Devleti’nin otoritesinin iyice zayıflamasına neden olan bu gelişmelerden sonra hükümet merkezinden uzak bölgelerde yaşayan nüfuzlu aileler veya buralardaki idareciler bağımsız hareket etmeye ve merkezle ilişkilerini kesmeye başladılar. 1031’de Emevî Devleti’nin yıkılmasından sonra da bunu resmileştirerek Endülüs’ün çeşitli bölgelerinde 1091’e kadar varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları bu döneme mülûkü’t-tavâif adı verilir. Mülûkü’t-tavâif döneminde ortaya çıkan bağımsız emîrlikler, bir devletten ziyade ‘devletçik’ görünümündeydiler. Bir veya birkaç şehrin idaresini elinde tutan hükümdarların topraklarını genişletmek amacıyla komşu emîrliğe saldırması, bu dönemin en dikkat çeken özelliğiydi. Bu saldırılar bazen başka bir hükümdarla ittifak kurularak gerçekleştirilmekteydi. Hatta Hıristiyan krallıklardan anlaşma yoluyla veya ücretli asker temin ederek savaşan hükümdarlar bile vardı. Emîrler askerî açıdan kendilerini güçlü hissettikleri veya rakiplerinin aciz olduklarını düşündüklerinde komşularına saldırıyorlardı. Ayrıca Endülüs’te halifenin kendi yanlarında olduğunu göstererek diğer emîrliklere karşı siyasî açıdan üstünlük sağlamaya da çalışıyorlardı. Müslümanların kendi aralarındaki mücadeleleri, uzun zamandan beri Müslümanların ellerindeki toprakları geri almak için fırsat kollayan kuzeydeki Kastilya, Aragon, Leon ve Navar Krallıkları ile Katalonya Kontluğu’nun tam da bulmak istedikleri fırsatı kendilerine verdi. Bu devletler için ‘reconquista’ düşüncesi, yani Endülüs’ü Müslümanlardan geri alma fikri, mülûkü’t-tavâif döneminde yeniden canlandı. Mülûkü’t-tavâif döneminde kendi aralarında mücadele eden Müslüman emîrler karşı karşıya bulundukları reconquista hareketinin farkına ancak Tuleytula (Toledo) şehrinin 1085 yılında Kastilya Krallığı tarafından ele geçirilmesinden sonra varabildi. Yaklaşık yirmi bağımsız emîrliğin hüküm sürdüğü bu dönemde, bazı emîrlikler güçleriyle öne çıktılar. İşbîliye’de (Sevilla) Abbâdîler, Tuleytula’da Zünnûnîler, Kurtuba’da (Cordoba) Cehverîler, Mâleka’da (Málaga) Hammûdîler, Sarakusta’da (Zaragoza) Hûdîler, Endülüs’ün batı kesiminde Eftasîler ve Gırnata’da (Granada) Zîrîler bunlardandır. Birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan bu emîrliklerin nihaî hedefleri, yıkılan Endülüs Emevî Devleti’nin topraklarına sahip olmaktı. Mülûkü’t-tavâif döneminin güçlü emîrlikleri arasında şunlar sayılabilir: Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) Genelde büyük bir devletin yıkılmasından sonra ortaya çıkan irili ufaklı siyasî birimler, özelde ise Endülüs Emevî Devleti’nden sonra ortaya çıkan yirmi civarında küçük devlet “mülûkü’t-tavâif” olarak tanımlanır. 222 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Cehverîler (1031-1070) Cehverîler’in kurucusu olan Cehver b. Muhammed, Endülüs Emevîleri döneminde vezirlik görevini üstleniyordu. Endülüs’te artan karışıklıklar karşısında çözüm bulamayan Emevîler şehir halkı tarafından Kurtuba’dan çıkarılıp Endülüs Emevî Devleti resmen ortadan kalkınca, vezirliği dönemine halkın menfaatleri ve huzuru doğrultusunda verdiği isabetli kararlardan dolayı halkın güvenini kazanan Cehver b. Muhammed, Kurtuba halkının destek ve ısrarı üzerine yönetimi üstlendi. Böylece Kurtuba merkezli bazı yakın şehirleri de içine alacak olan Cehverîler kuruldu. Cehver b. Muhammed, ilk olarak Endülüs’teki siyasi karışıklıklardan dolayı oldukça istikrarsız bir hale gelen Kurtuba’da huzur ve asayişin tekrar temin edilmesi için harekete geçti. Bunun için Kurtuba’nın önde gelen kişilerini bir araya getirerek bir şûra heyeti oluşturdu ve politikalarını bu heyetin görüşleri doğrultusunda şekillendirdi. Cehver b. Muhammed, sadece Kurtuba’da değil, Endülüs’ün tamamında barışın hâkim olması için emîrlikler arasında arabuluculuk yaparak otoritesini genişletmeye çalıştı. 1043’te ölen Cehver b. Muhammed, idarenin ehil kişiler tarafından yürütülmesini istediğinden kendisinden sonra oğullarından birini veliaht tayin etmemişti. Fakat onun yönetiminden memnun olan Kurtubalılar, yerine oğlu Muhammed’i getirdiler. O da babasının siyasetini takip etti. Muhammed’den sonra Cehverîlerin başına geçen oğlu Abdülmelik b. Muhammed’in, babası ve dedesinin halka yakın idare tarzını terk etmesi halk arasında huzursuzluğa neden oldu. Bunun üzerine Abdülmelik, işleri vezir İbrahim b. Sekkâ’ya bıraktı. İbrahim’in başarılı idaresiyle Kurtuba’da huzur yeniden tesis edildi. Fakat bu durumu kendi menfaatleri açısından hiç istemeyen Abbâdîler, İbrahim b. Sekkâ’nın Cehverîleri kendi hâkimiyeti altına almak istediği yönünde Abdülmelik’e asılsız bir haber ulaştırdılar. O da vezirini 1063’te idam ettirdi. Böylece Abbâdîlerin öncülüğünde bu yetenekli vezir ortadan kaldırıldı. Bu esnada Zünnûnîlerin Kurtuba’yı kuşatması üzerine Cehverîler Abbâdîlerden yardım istediler. Daima Kurtuba’yı ele geçirmek arzusunda olan Abbâdîler bunu bir fırsat olarak gördüler. Zünnûnîlere karşı Cevherîlere yardıma gelerek Kurtuba’yı istila yoluyla ele geçirdiler (1070). Abdülmelik b. Muhammed ve ailesinin şehirden çıkarılarak sürgün edilmesiyle Cehverîlerin siyasi hayatı sona erdi. Resim 10.1 Kurtuba Ulu Camii’nin mihrabı. (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 223 Abbâdîler (1023-1091) İşbîliye merkezli bir emîrliktir. Kurucusu Muhammed b. Abbâd Arap asıllı olup İşbîliye kadısı idi. Kendisinden sonra oğlu Mu’tadid ve onun oğlu Mu’temid emîr oldular. Kuruluş yıllarında İşbîliye, Karmûne ve Kâdis’i hâkimiyetleri altına alan Abbâdîler, ilerleyen yıllarda topraklarını genişleterek Kurtuba, Bâce (Beja), Cezîretülhadrâ (Algeciras) ve Mürsiye’yi (Murcia) topraklarına katarak mülûkü’ttavâif içerisinde en güçlü emîrliklerden birisi oldular. Eftasîler ile uzun süre mücadele eden Abbâdîler, 1091’de Murâbıtlar tarafından ortadan kaldırıldı. Eftasîler (1022-1095) Endülüs’ün batısında, Batalyevs (Badajoz) merkezli bir emîrlik olan Eftasîlerin kurucusu Berberî asıllı bir aileye mensup olan Abdullah b. Muhammed’dir. Emîrliğinin ilk yılları huzur içinde geçmişse de, özellikle Abbâdîlerin topraklarını genişletmek istemeleri, Eftasîler ile Abbâdîleri sık sık karşı karşıya getirdi. Abbâdîler 1030’da Eftasîleri Bâce’de ağır bir yenilgiye uğrattılar; 1034’te ise Hıristiyanların da desteğini sağlayan Eftasîler Abbâdîleri mağlup etti. 1045’te ölen Abdullah b. Muhammed’in yerine “el-Muzaffer” lakabını alan oğlu Muhammed geçti. Muhammed döneminde de Eftasî-Abbâdî mücadelesi sürdü. 1047’de Eftasî topraklarına saldıran Abbâdîler yenilgiye uğradılar, fakat sonraki yıllarda Eftasîlere ait bazı kale ve şehirleri ele geçirdiler. Müslümanların kendi aralarındaki mücadelelerin verdiği zararın farkında olan Cehverîler, iki emîrlik arasında barış sağlanması için arabuluculuk yaptılar ve barış sağlandı. Topraklarını genişletmek isteyen bir diğer emîrlik olan Zünnûnîlerin Eftasîlere ait topraklara saldırmaları, Eftasîlerle Zünnûnîleri karşı karşıya getirdi. İki Müslüman emîrlik arasındaki mücadeleleri fırsat bilen Kastilya Kralı Ferdinand, Eftasîlere ait Şenterîn (Santarem) şehrini kuşattı. Şehri savunacak gücü bulunmayan Muhammed el-Muzaffer barış istemek zorunda kaldı ve Kastilya’ya yıllık 5.000 dinar vergi ödemeyi kabul etti. Aradaki barış anlaşmasına rağmen, kısa bir süre sonra Kastilya bu anlaşmayı bozarak 1064’te Kulumriye’yi (Coimbra) ele geçirdi. Resim 10.2 Tuleytula Bâbü Merdüm Camii. (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 224 İslam Tarihi ve Medeniyeti I 1068’de ölen Muhammed’in yerine ‘el-Mansûr’ lakabını alan oğlu Yahya geçti. Fakat Yahya’nın ani ölümü üzerine ‘el-Mütevekkil’ lakabını alan kardeşi Ömer Eftasî emîri oldu. Müslümanların kendi aralarındaki mücadelelerden yararlanarak Müslümanlara ait şehirleri ele geçiren Kastilya, Endülüs’ün en önemli şehirlerinden biri olan Tuleytula’yı işgal için harekete geçti. Tuleytula emîri Kâdir-Billâh’ın yardım çağrısına sadece Eftasî emîri Ömer el-Mütevekkil katıldı. Fakat onun da yardımı neticeyi değiştirmedi ve Endülüs’ün en büyük şehirlerinden Tuleytula, Kastilya Krallığı’nın eline geçti. İlerlemesine devam eden Kastilya Kralı VI. Alfonso, bazı şehirlerin kendisine teslim edilmesini talep ederek Eftasîleri sıkıştırmaya başladı. Ömer el-Mütevekkil bu istekleri kabul etmedi, Müslümanların Hıristiyan tehlikesi karşısında birlikte hareket etmesi için de meşhur bilgin Ebu’l-Velîd elBâcî’yi Endülüs’ün önemli emîrlerine gönderdi. Fakat bu girişimden bir sonuç alınamadı. Bu esnada Kastilya’nın Abbâdîleri de sıkıştırmaya başlaması üzerine Müslümanlar karşılarındaki tehlikenin ciddiyetinin farkına vardılar ve çareyi Kuzey Afrika’da o dönemde güçlü bir devlet tesis etmiş olan Murâbıtlar’dan yardım istemekte buldular. Eftasîler, 1094’te Murâbıtlar tarafından ortadan kaldırıldı. Zîrîler (1025-1090) Kuzey Afrika’nın doğu kesimini hâkimiyetleri altında bulunduran Zîrîlerin bir kolu XI. yüzyılın başlarında Endülüs’e geçmiş ve Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasının ardından Zâvî b. Zîrî’nin liderliğinde Gırnata’yı kontrolleri altına almıştı. Zâvî’nin 1025’te yeniden Kuzey Afrika’ya dönmesi üzerine Zâvî’nin yeğeni Habbûs b. Maksân, ‘Seyfü’d-devle’ lakabını alarak Zîrîlerin lideri oldu. Onun ölümünden sonra yerine geçen Bâdis b. Habbûs’un döneminde Arap asıllı emîrler güçlerini iyice artırmışlar, bunların karşısında tek güç olarak Zîrîler kalmışlardı. Abbâdîlerle mücadele eden Zîrîler pek başarılı olamadılar. Bâdis’in ölümünden sonra iki torunu Zîrîlerin hâkim oldukları bölgeyi idare etti. Temîm Mâleka’ya, Abdullah ise Gırnata’ya hâkimdi. 1090’da Endülüs’e geçen Yusuf b. Tâşfîn’in ilk ele geçirdiği yerler Zîrîlerin topraklarıydı. Hûdîler (1039-1146) Sarakusta merkezli bir emîrlik olan Hûdîlerin kurucusu, Arap asıllı bir Emevî komutanı olan Süleyman b. Hûd’dur. Turtûşe (Tortosa), Tutîle (Tudela) ve Veşka (Huesca) gibi toprakları ele geçirerek sınırlarını genişletmiş olan Süleyman b. Hûd, Hıristiyanlarla anlaşma yaparak Zünnûnîlerle savaştı. Süleyman b. Hûd’un ölümünden sonra oğulları arasında taht kavgası yaşandı, neticede Ahmed b. Süleyman kardeşlerine üstünlük sağlayarak hâkimiyeti eline geçirdi. Murâbıtlar Endülüs’e geçince Hûdîler ile bir anlaşma yaptılar ve ortadan kaldırılan diğer emîrliklerin aksine Hûdîler varlıklarını devam ettirdiler. Son Hûdî hükümarı olan Ahmed el-Mustansır’ın Murâbıtlara karşı 1146’da çıkan bir isyanda ölmesiyle Hûdî hanedanı sona erdi. Zünnûnîler (1037-1097) Tuleytula ve çevresinde hüküm sürmüştür. İsmail b. Zünnûn’un uzun emîrliği döneminde (1037-1074) bazı yerleşim birimlerine hâkim oldular. İsmail’in ölümünden sonra yerine geçen torunu Yahya el-Kâdir artan Kastilya Krallığı’nın saldırılarına karşı koyamadı. Zünnûnîler, Murâbıtlar tarafından 1097’de ortadan kaldırıldı. Murâbıtlar Endülüs’e geçtiklerinde buradaki siyasî durum nasıldı? Araştırınız. 1 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 225 Endülüs tarihi hakkında genel hatlarıyla bilgi sahibi olmak için W. Montgomery Watt-P. Cachia’nın Endülüs Tarihi ile Mehmet Özdemir’in Endülüs Müslümanları I, II ve III adlı eserlerine başvurabilirsiniz. MURÂBITLAR DÖNEMİ (1091-1147) Murâbıtlar, XI. yüzyılda Kuzey Afrika’da ortaya çıkmış ve kısa sürede güçlü bir devlet tesis etmişlerdi. Özellikle 1085’te Tuleytula’nın kaybedilmesinden sonra İspanyol krallıklar karşısında zor duruma düşen Endülüslü on üç emir, imzaladıkları davet mektubunu Murâbıtların hükümdarı Yusuf b. Tâşfîn’e gönderdiler. Yusuf b. Tâşfîn, Cezîretülhadrâ’nın kendisine verilmesi şartıyla 1086’da Endülüs’e geçti. Endülüs ordularının da kendisine katılmasıyla kalabalık bir orduyla, aynı yıl Kastilya Krallığı’na karşı Zellâka’da (Sagrajas) parlak bir zafer kazandı. Bu zafer, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılmasından sonra İspanyollara karşı Müslümanların kazandıkları ilk önemli zaferdi. Yusuf b. Devletinin başşehri Merâkeş’te yerine vekil bıraktığı oğlunun ölümü üzerine Endülüs’ten ayrılarak Kuzey Afrika’ya döndü. Onun Endülüs’ten ayrılmasının ardından Endülüslü emîrler yeniden aralarında mücadeleye başladılar. Bu arada Endülüs üzerinde Kastilya baskısı da sürekli olarak artıyordu. Bunun üzerine Yusuf b. iki yıl kadar sonra yeniden Endülüs’e geçti; Kastilya ile mücadelenin ardından Kuzey Afrika’ya döndü. Endülüs’teki siyasi durum ise oldukça çalkantılıydı; emîrler, kendi siyasal çıkarları için Hıristiyan krallıklarıyla ittifaklar yapıyorlardı. 1090 yılında üçüncü defa Endülüs’e geçen Yusuf b. Endülüs’ü kendi topraklarına katmak için harekete geçti. Tuleytula’yı kuşattıysa da almaya muvaffak olamadı. Kuşatmayı kaldırarak Zîrîlerin hâkimiyetindeki Mâleka ve Gırnata şehirlerini ele geçirdikten sonra Kuzey Afrika’ya döndü. Endülüs’te bıraktığı ordular ise Abbâdîlerden Kurtuba ve İşbîliye’yi, Eftasîlerden Batalyevs’i, Zünnûnîlerden ise Belensiye’yi (Valencia) aldı. Kendileriyle anlaşma yapılan Hûdîler dışında bütün Endülüs toprakları Murâbıtların hâkimiyetine geçti. Böylece Endülüs’te Murâbıtlar dönemi başladı. Resim 10.3 Tuleytula’dan bir görünüm. (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 226 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kuzey Afrika, Endülüs ve Balear adalarında hüküm süren Berberi hanedanı ve devleti olan Murâbıtlar adlarını, din bilgini Abdullah b. Yâsîn’in Senegal nehri üzerindeki bir adada inşa ettirdiği ‘ribât’tan almışlardır. 1103 yılında oğulları Ebû Tâhir Temîm ve Ali ile birlikte Endülüs’e geçen Yusuf b. Tâşfîn, Kurtuba’da kumandan, vali ve kabile reislerini toplayarak oğlu Ali’yi veliaht tayin ettiğini ilan ederek biat etmelerini istedi. Beraberindeki orduyu da Endülüs’ün önemli şehir ve kalelerine dağıttıktan sonra Kuzey Afrika’ya döndü. 1106’da öldü. Babasının ölümünün ardından devlet idaresini eline alan Ali b. Tâşfîn, Kastilya’ya karşı 1108’de Ukliş (Uclés) zaferini kazandı. Kastilya tarafında ölenler arasında çok sayıda komutanın yanı sıra Kastilya Kralı VI. Alfonso’nun oğlu Sancho da bulunuyordu. Bu zafer Murâbıtları Endülüs’te çok güçlü bir konuma getirdi, bir süre önce elden çıkan Üşbûne (Lizbon) ve Şenterîn (Santarem) 1111 yılında geri alındı. 1112’de Tuleytula da kuşatıldı fakat ele geçirilemedi. Bir süre önce Müslümanların elinden çıkan Mayurka (Mallorca), Minorka (Minorca) ve Yâbise (Ibiza) adaları 1116’da geri alındı. Bir yıl sonra Sarakusta, Aragon Krallığı’na sığınmış olan Sarakusta emîri Abdülmelik İmâdüddevle ve Aragon orduları tarafından işgal edildi. Sarakusta’ya gönderilen Murâbıt ordusu Aragon kralı tarafından bozguna uğratıldı. Müslümanların Tuleytula’dan sonra kaybettikleri ikinci büyük şehir Sarakusta oldu. Sarakusta’nın kaybı üzerine harekete geçen Murâbıt ordusu, Ketunde (Cutanda) mevkiinde Aragon ordusuyla karşılaştı. Şiddetli savaşın sonunda Aragon ordusu Murâbıt ordusunu bozguna uğrattı; bu savaşta Murâbıtlar maddi ve manevi açıdan büyük kayba uğradılar. Kurtuba’da 1121’de çıkan isyan üzerine Endülüs’e geçen Ali b. Yusuf, aynı yıl Kuzey Afrika’da çıkan Muvahhid isyanı üzerine Endülüs’ten ayrılmak zorunda kaldı. Ali b. 1143’te öldü ve yerine oğlu Tâşfîn geçti. Onun iki yıl süren hükümdarlık dönemi Muvahhidlerle savaşmakla geçti. Fakat bütün gayretlerine rağmen Muvahhidlere karşı duramadı ve devletini yıkılmaktan kurtaramadı. 1145’te Muvahhid kuvvetleri tarafından sıkıştırılınca kaçarken uçurumdan düşerek öldü. Yerine küçük yaştaki oğlu İbrahim’e biat edildi, fakat amcası İshâk b. Ali bunu tanımadı ve Murâbıtlar içinde taht mücadelesi başladı. Murâbıtlar bu sorunla uğraşırken, Muvahhidler Fas, Miknâse ve Selâ şehirlerini ele geçirdiler. Ardından Murâbıtların merkezi Merâkeş’e de hâkim olan Muvahhidler İshâk b. Ali ve İbrâhim b. Tâşfîn’i öldürerek 1147’de Murâbıtlara son verdi. Aynı dönemde Endülüs’te yaşanan karışıklıklardan istifa etmek isteyen İspanyol krallıklar harekete geçtiler. Doğu’ya gitmek üzere hareket etmiş olan Haçlı donanmasının da desteğini alan Portekiz Krallığı, 1147’de Üşbûne ve Şenterîn’i ele geçirdi. Aynı yıl, Kastilya kralı VII. Alfonso’nun başını çektiği ve Katalonya, Navar, Pisa, Cenova ve Frank kontluklarının da katıldığı bir Haçlı ordusu, kara ve denizden yürüttüğü üç aylık şiddetli bir kuşatmanın ardından Meriye (Almería) şehrini teslim olmak zorunda bıraktı. Katalonya Kontluğu da 1148’de Turtûşe ile 1149’da Lâride’yi (Lérida) ele geçirdi. Böylece Murâbıtların son günlerinde Müslümanlar bazı önemli şehirlerini de kaybettiler. Endülüs’te mülûkü’t-tavâif döneminin çalkantılı bir döneminde Endülüs Müslümanlarının yardımına giden Murâbıtlar, bir süre sonra Endülüs’ü Kuzey Afrika’ya bağlı bir eyalet haline getirdiler ve buradaki ilk yıllarında Hıristiyanlara karşı başarılı mücadeleler verdiler. Ancak zamanla Murâbıtların Endülüs’te gördükleri desteğin azalması ve özellikle 1121’de Kuzey Afrika’da Muvahhidler tarafından çıkarılan 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 227 isyan, sadece Murâbıtların sonunu getirmekle kalmadı, aynı zamanda Endülüs için de büyük kayıpların yaşanmasına ve iç dengelerin bozulmasına sebep oldu. Kuzey Afrika’daki isyanı bastırmak için Endülüs’ün çeşitli şehirlerine yerleştirilmiş olan Murâbıt ordularının geri çekilmesi, bu şehirleri Hıristiyan krallıkların işgaline açık hale getirdi. Bu durumun neticesinde bazı önemli Endülüs şehirleri Aragon, Portekiz ve Katalonya’nın hâkimiyetine geçti. 1108’deki Uklîş zaferine rağmen Murâbıtlar Endülüs’te neden gerilemişlerdir? Araştırınız. MUVAHHİDLER DÖNEMİ (1147-1229) Murâbıtlar karşısında Kuzey Afrika’da ortaya çıkan dinî nitelikli bir isyan hareketinin sonucunda kurulan Muvahhidler devletinin temelleri, isyan hareketini başlatan din ilimlerinde sahip olduğu zengin birikiminin yanında eylemci kişiliğiyle de dikkatleri çeken İbn Tûmert tarafından 1121’de atılmış, resmen kuruluşu ise 1130’da Abdülmü’min el-Kûmî tarafından gerçekleştirilmiştir. Muvahhidler, ortaya çıkışlarından kısa bir süre sonra Merâkeş’i ele geçirerek Murâbıtların varlığına son verdikten sonra Endülüs’e doğru ilerledi ve 1147 yılında Endülüs’e de hâkim olmak için harekete geçtiler. 1157 yılında Gırnata’nın Muvahhidlere teslim edilmesiyle Endülüs’te Murâbıt varlığı sona ererek Muvahhidler dönemi başladı. Muvahhidler, Murâbıtların yanlış buldukları bazı dinî uygulamalarını durdurmak amacıyla yeni bir ıslah hareketinin temsilcisi olarak Kuzey Afrika’da ortaya çıkan, Kuzey Afrika ve Endülüs’te hüküm süren Berberi hanedanıdır. Muvahhidlerin Endülüs’e geçişinden sonra ilk faaliyetleri, daha önce kaybedilen şehirleri geri almaya çalışmak oldu. Bu bağlamda ilk olarak 1157’de Meriye geri alındı. Abdülmü’min el-Kûmî’nin Kuzey Afrika’da yürüttüğü seferler sebebiyle Endülüs’te bulunamamış olması, Doğu Endülüs’te hâkimiyeti elinde bulunduran İbn Merdenîş’e cesaret verdi. Kastilya’nın da desteğini alan İbn Merdenîş, Muvahhidlerin kontrolündeki Ceyyân (Jaén) şehrini ele geçirdi, ardından da Kurtuba’ya saldırdı. Bir süre sonra Gırnata’yı ele geçirmek üzere harekete geçti ve 1162’de Muvahhidleri ağır bir bozguna uğrattı. Bunun üzerine Muvahhidlerin hükümdarı Abdülmü’min el-Kûmî, oğlu Ebû Yakub Yusuf komutasında Endülüs’e büyük bir ordu sevk etti. Gırnata yakınlarındaki şiddetli savaşta galip gelen Muvahhidler şehre yeniden hâkim oldular. İbn Merdenîş 1172’de giriştiği mücadeleyi kaybederek kuşatıldığı kalede öldürüldü. Yusuf b. Abdülmü’min’in hükümdarlığı döneminde (1163-1184) Muvahhidler Endülüs’te bazı yerleri ele geçirdiler, ayrıca Hıristiyan krallıklar üzerine de seferler düzenlediler. Bu dönemde Hıristiyan krallıkların topraklarına düzenlenen seferler sonunda Müslümanlar bol miktarda esir ve ganimetle döndüler. Muvahhidlerin bu başarılı ilerleyişi karşısında Hıristiyan krallıklar barış imzalamak üzere Muvahhidlere elçilerini gönderdiler. 1173 yılında Kastilya ve Portekiz Krallıkları ile barış anlaşması imzalandı. Fakat barış dönemi uzun sürmedi. 1177’de Leon Kralı II. Fernando’nun Erkeş (Arcos) ve Şerîş’e (Jerez) saldırmasını Portekiz’in Bâce’ye saldırısı izledi. Muvahhidler bu saldırılara karşılık verdiler, ayrıca Müslümanları sıkıştıran ve 1147’de Üşbûne’yi de ele geçirmiş olan Portekiz üzerine 1183’te sefer düzenleyerek Üşbûne ve Şenterîn’i kuşattılar. Fakat Yusuf b. Abdülmü’min kuşatma esnasında aldığı ağır bir yara sebebiyle öldü, yerine Ebû Yusuf el-Mansûr geçti. Yusuf’un ölümü Portekiz, Kastilya ve Balear Adaları’nı elinde bulunduran Benî Muvahhidlere karşı direnen ve Doğu Endülüs’ü hâkimiyeti altında tutan lider. 2 228 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Gâniye’yi cesaretlendirdi. Benî Gâniye, Kuzey Afrika’da Muvahhidlere ait bazı toprakları ele geçirdi. Mansûr 1187’de Tunus’u geri aldıysa da Benî Gâniye’yi bölgeden tamamen çıkarmaya muvaffak olamadı. Mansûr’un Benî Gâniye meselesi ile uğraşmasını fırsat bilen Kastilya Krallığı, Endülüs topraklarına düzenlediği akınları günden güne şiddetlendirmeye başladı. Durumu Mansûr’a bildiren Muvahhidlerin Endülüs valileri, İşbîliye’ye kadar varan saldırıların ciddiyeti konusunda Muvahhid hükümdarının dikkatini karşılarındaki tehlikeye çektiler. Bunun üzerine Mansûr 1195’te kalabalık bir orduyla Endülüs’e geçti. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra İşbîliye’den hareket ederek ordusunu harekete geçirdi. Bu esnada Kastilya Kralı VIII. Alfonso da ordusunu o dönemde Müslüman-Hıristiyan sınırını oluşturan el-Erek (Alarcos) mevkiine yerleştirmişti. el-Erek’e gelen Mansûr, ordusunu ikiye ayırarak öncü birlikleri Kastilya kuvvetleri üzerine sürdü. Bir süre sonra ordusunun esas kuvvetiyle birlikte kendisi de hücuma geçti. Şiddetli bir savaşın ardından Mansûr, Kastilya ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu yenilginin ardından Kastilya barış istemek zorunda kaldı. Mansûr 1199’da öldü, yerine oğlu Muhammed geçti. el-Erek zaferi, Müslümanların 1086’da Zellâka’dan sonra kazandıkları en büyük başarıdır. Bununla birlikte bu zafer Müslümanların Endülüs’teki durumlarında ciddi bir iyileşme sağlayamadı. el-Erek’te Muvahhidlerin kazandığı zafer sonrasında Kastilya Krallığı’yla bir anlaşma imzalanmış olmasına rağmen papalığın teşvikiyle Kastilya bir Haçlı ordusu teşkil etmeye çalıştı. Bunun üzerine Muvahhidlerin hükümdarı Muhammed Nâsır-Lidînillâh 1211 yılında kalabalık bir orduyla Endülüs’e geçti. Papalığın teşviki ve Kastilya’nın da gayretiyle Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelen gönüllüler Toledo’da toplandı. Fransa, Almanya ve İtalya’dan da gelenlerle birlikte Toledo’ya ulaşanların sayısı yüz bini geçti. Muhammed Nâsır-Lidînillâh, Endülüs’ten de kendisine katılanlarda birlikte İşbîliye’den harekete geçti ve kuzeye doğru ilerlemeye başladı. İkâb (Las Navas de Tolosa) mevkiinde Kastilya öncülüğündeki Haçlı ordusuyla karşı karşıya gelen Muvahhid ordusu önceleri başarılı bir mücadele verip Hıristiyanları geri çekilmeye mecbur bırakmışken, savaşı yüksek bir noktadan izleyen Kastilya kralı Alfonso’nun özel birlikleriyle savaş meydanına inmesi savaşın gidişatını değiştirdi. Onun cesareti Aragon ve Navar kuvvetlerine de cesaret verdi ve denge Hıristiyanlar lehine değişti. Müslümanlar ağır bir yenilgiye uğradı, on binlerce Müslüman şehit oldu. Son ana kadar savaş meydanında kalan Muvahhid hükümdarı güçlükle kaçarak canını kurtardı. Muhammed Nâsır-Lidînillâh’ın ölümünden sonra yerine oğlu Yusuf el-Mustansır geçti. Onun kudretli bir hükümdar olamayışı, bir yandan bazı devlet adamlarının ve mahallî idarecilerin güçlerinin artmasına sebep olurken, diğer yandan da Kastilya, Aragon ve Portekiz Krallıkları’nın da çok sayıda Endülüs şehrini ele geçirmeleriyle sonuçlandı. Hıristiyan krallıkların ele geçirdiği yerler arasında Kurtuba ve İşbîliye gibi Endülüs’ün en önemli şehirHarita 10.1 İber Yarımadası’nda el-Erek Savaşı’nın yapıldığı yer Kaynak: (http://www. trueknowledge. com). 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 229 leri de yer almaktaydı. İkâb yenilgisinin ardından Endülüs’te Hûdîler ve Nasrîler (Benî Ahmer) gibi mahallî hanedanlıklar kurulduğu gibi, Kuzey Afrika’da Hafsîler ve Abdülvâdîler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Muvahhidleri ortadan kaldıran darbe ise Merînîler’den geldi. Muvahhidlerin hâkimiyetindeki önemli şehirlerle Mağrib’in batı kısmını (günümüzde Fas) ele geçiren Merînîler, 1269’da Merâkeş’e de hâkim oldular. Muvahhidlerin son hükümdarının yakalanarak idam edilmesiyle bir dönem kapandı. Resim 10.4 İşbîliye Alkazarı’ndan bir detay (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) Resim 10.5 İkâb Savaşı’nı temsil eden bir resim Kaynak: (http:// en.wikipedia.org) 230 İslam Tarihi ve Medeniyeti I İkâb mağlubiyetinin en önemli sonucu, Endülüs’te yıllardır süren Müslüman-Hıristiyan mücadelesinde üstünlüğün Hıristiyanlara geçtiğinin kesin olarak tescil edilmesiydi. Reconquista Sürecinde İspanyol Krallıkların Hâkimiyetinde Müslümanların Durumu Endülüs’te Müslümanlara ait bir şehrin Hıristiyanların eline geçişi, yeni birçok sosyal meseleyi de beraberinde getirdi. Endülüs’te İslâm hâkimiyetinin devam ettiği dönemde Hıristiyan krallıklara teslim edilen şehirlerde yaşamaya devam eden Müslümanlara ‘müdeccen’ adı ve statüsü verilmişti. Şehrin teslimi sırasında yapılan anlaşmalarla, o şehirde yaşayan Müslüman ve Yahudi halkın hakları yazılı olarak güvence altına alınmaktaydı. Fakat zaman içinde Hıristiyan krallıklar vermiş oldukları bu sözlerde durmadılar ve anlaşma maddelerini açık bir şekilde ihlal ettiler. Özellikle XII ve XIII. yüzyıllarda müdeccenler yoğun bir misyonerlik faaliyetine tâbi tutuldular. Bu faaliyetler öyle bir boyut kazanmıştı ki, Müslümanlara Hıristiyanlığın daha iyi öğretilebilmesi amacıyla Hıristiyan rahipler için Arapça kursları açılmıştı. 1492 yılında Müslümanların elinde kalan son toprak parçası olan Gırnata’nın Kastilya tarafından ele geçirilmesiyle reconquista sona ermiştir. 1085-1492 yılları arasındaki dönemde bazı Müslümanlar yaşadıkları şehirlerde kalmış, bazıları ise şehirlerinden ayrılarak Endülüs’te Müslümanların hâkim olduğu başka bir şehre yerleşmişlerdi. Endülüs’ten ayrılarak Kuzey Afrika’ya göç edenler de bulunmaktaydı. Resim 10.6 Muvahhidler döneminde İşbîliye Camii’nin minaresi olarak yapılan ve daha sonra çan kulesine dönüştürülen “La Giralda” (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu). 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 231 NASRÎLER (BENÎ AHMER DEVLETİ) DÖNEMİ (1232-1492) İkâb yenilgisinin ardından Endülüs’teki Muvahhid hâkimiyeti zayıflamaya başladı ve bazı kabile liderleri bulundukları merkezlerde bağımsız hareket etmeye başladılar. İbnü’l-Ahmer olarak bilinen Muhammed b. Yusuf, Gırnata’da 1238’de ‘emîrü’l-müslimîn’ unvanı ve ‘Gâlib-Billâh’ lakabıyla biat alıp Nasrîler hanedanını kurdu. Endülüs’te Müslümanların hâkimiyetindeki son devlet olan ve yaklaşık 250 yıl hüküm süren Nasrîler, kurucusuna ve kurulduğu yere nispetle Gırnata Benî Ahmer Devleti adıyla da anılır. I. Muhammed ilk olarak Endülüs’ün güneydoğusunda bulunan Vâdîâş (Guadix) ve Besta şehirlerine hâkim oldu. Fakat kuzeydeki Hıristiyan krallıkların artan saldırılarını durdurabilmek için Kastilya kralıyla 1246 ve 1267’de anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşmayla Ceyyân’ı ve bazı kaleleri Kastilya’ya bırakmayı, yıllık vergi ödemeyi ve diğer emîrlerle savaşlarında kendisine destek sağlamayı kabul etti. Endülüs mimarisinin şaheserlerinden kabul edilen Elhamra Sarayı’nın yapımı da onun döneminde başladı. İbnü’l-Ahmer’in 1273’te ölmesi üzerine yerine oğlu II. Muhammed geçti. Kastilya’ya karşı Kuzey Afrika’daki Merînîlerle ittifak kurdu, bu ittifak karşılığında ise Endülüs’ün güney kısmında bazı noktaları Merînîlere üs olarak verdi. Kuzey Afrika’dan gelen Merînî kuvvetleriyle birleşen Nasrî ordusu Kastilya karşısında bazı önemli başarılar kazandı. Merînîlerin Endülüs’te yerleşmesinden endişe eden II. Muhammed, bu defa Merînîlerin Endülüs’ten çıkarılması için Tarîf (Tarifa) şehri kendisine bırakılmak şartıyla Kastilya ile ittifak kurdu. Kastilya-Nasrî ittifakıyla Merînîler Endülüs’ten çıkarıldı. Nasrîlerin Kastilya ile birlikte hareket etmeleri, Nasrîler ile Merînîler arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden oldu. Bu arada Kastilya ittifak anlaşmasına uymadı ve Tarîf şehrini Nasrîlere vermedi. Merînîlerle ilişkileri bozulan II. Muhammed Fas’a giderek Merînî hükümdarı ile ilişkilerini düzeltti. 1304’te öldü. II. Muhammed’den sonra Nasrî hükümdarı olan oğlu III. Muhammed elMahlû’ 1306’da Merînîler’e ait Sebte’yi (Ceuta) ele geçirdi, ayrıca iç isyanları da bastırdı. III. Muhammed, kendisiyle taht mücadelesine giren kardeşi Ebü’l-Cüyûş Nasr tarafından 1309’da tahttan indirildi. Ebü’l-Cüyûş’un hükümdarlığı döneminde Merînîler Sebte’yi geri aldı, ayrıca Kastilya da 1310’da Cebelitârık’ı işgal etti. Merînî tehdidi karşısında Kastilya ile ittifak kur’an Nasrîler, Kastilya’nın işgaline uğradı. Bunun üzerine Ebü’l-Cüyûş Nasr barış istemek zorunda kaldı ve Kastilya’ya vergi ödemeyi kabul etti. Bu ise Nasrî hanedan mensupları arasında isyana neden oldu ve Ebü’l-Cüyûş Nasr tahttan indirilerek I. İsmail Nasrî hükümdarı oldu. Elhamra Sarayı hakkında geniş bilgi edinmek için Washington Irwing’in Elhamra: Endülüs’ün Yaşayan Efsanesi adlı kitabını okuyunuz. 232 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Elhamra Sarayı Gırnata’da Nasrîler döneminde I. Muhammed’in hükümdarlığı zamanında yapımına başlanmış ve sonraki Nasrî hükümdarların saraya bazı kısımlar eklemeleriyle geniş bir kompleks haline gelmiştir. I. İsmail ülkede istikrarı yeniden sağladı. 1318’de Gırnata’ya saldıran Kastilya’yı ağır bir yenilgiye uğrattı ve daha önceden elinden çıkmış olan bazı yerleri geri aldı. 1321’de Aragon ile ticaret, askerî yardımlaşma ve Aragon’da kalan Müslümanlardan isteyenlerin Gırnata topraklarına göç etmesi maddelerini içeren bir antlaşma imzalayan I. İsmail bir suikast sonucu 1325’te öldürüldü. Yerine geçen oğlu IV. Muhammed, 1329’da Kastilya’nın öncülüğünde düzenlenen bir Haçlı seferiyle mücadele etti, bu mücadelenin sonucunda bazı kalelerini kaybetti. Bu dönemde Nasrîler, gittikçe şiddetlenen Kastilya saldırıları üzerine Cebelitârık’ın Kastilya’dan geri alınması karşılığında Merînîlere Cezîretülhadra’yı bırakmak üzere Merînîlerle ittifak kurdular, 1333’te Merînî-Nasrî kuvvetleri Cebelitârık’ı geri aldı. IV. Muhammed de aynı yıl bir suikast sonucu öldürüldü. Kardeşinin yerine geçen I. Yusuf yirmi bir yıl süren saltanatını Hıristiyanlarla mücadele ederek geçirdi. Kastilya, Aragon ve Portekiz kuvvetlerinin ortak saldırıları karşısında Merînîlerden yardım istedi; ancak Kuzey Afrika’dan gelen kuvvetler 1344’te ağır bir yenilgiye uğradı. Bu savaşın ardından Cezîretülhadrâ ve Tarîf kaybedilmiş, boğaza bakan sahil kısmında sadece Cebelitârık kalmıştı. Bunun üzerine I. Yusuf, Kastilya ve Aragon kralları ile barış yaptı. Bu, Nasrîler açısından zor bir dönemin başlangıcı oldu, zira Kuzey Afrika’dan gelen yardımları Endülüs’e ulaştıracak şehirler kaybedilmişti. I. Yusuf 1354’te öldü ve yerine oğlu V. Muhammed geçti. Hükümdarlığının ilk yılları sükûnet içinde geçti fakat Nasrî hanedanı mensuplarından Muhammed b. İsmail’in başlattığı isyan karşısında tahtını kardeşi II. İsmail’e kaptırdı ve Merînî sultanına sığınmak zorunda kaldı. Ancak iki sene sonra tahtını geri alabildi. V. Muhammed yaklaşık otuz yıl süren ikinci hükümdarlığında ülkenin bütünlüğünü sağladı. Kastilya ve Aragon krallarıyla dostluk ilişkileri kurdu, Tunus ve Mısır’la temasa geçti. 1369’da Merînî hükümdarının gönderdiği donanmanın da desteğiyle 1344’te kaybedilen Cezîretülhadrâ’yı geri aldı. Bu dönem Nasrîlerin en parlak dönemi oldu. Resim 10.7 Elhamra Sarayı (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu). 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 233 V. Muhammed’in ölümünden sonra yerine II. Yusuf geçti, onun kısa süren saltanatının ardından yerine geçen oğlu III. Yusuf tahtını kardeşi VII. Muhammed’e kaptırdı. VII. Muhammed bir yandan Kastilya Krallığı ile savaşırken, diğer yandan Aragon Krallığı ile ilişkilerini geliştirdi. VII. Muhammed’in ölümünün ardından 1408’de ikinci defa tahta çıkan III. Yusuf bazı merkezleri istilâ eden Kastilya ile bir barış anlaşması imzaladı ve saltanatının son yıllarında istikrarı sağladı. Nasrîler, gerek Kuzey Afrika’daki gerekse İber Yarımadası’ndaki komşu devletlerle olan ilişkilerinde bir denge siyaseti izleyerek menfaatleri doğrultusunda ittifaklar kurdular. III. Yusuf ’un 1417’de ölümünden sonra iç isyanlar ve taht kavgaları arttı. Oğlu VIII. Muhammed, saltanatının ikinci yılında yeğeni IX. Muhammed’e bırakmak zorunda kaldığı tahtını 1427’de geri aldı. IX. Muhammed Tunus’taki Hafsîlere sığınmak zorunda kaldı. İki yıl sonra Hafsî hükümdarının verdiği birliklerle Endülüs’e geçip tahtını geri alan IX. Muhammed, taht mücadelesinde kendisini destekleyen Kastilya kralının yardımının karşılığında ağır bir masraf faturası çıkarması karşısında isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine Kastilya kralı şartları kabul eden IV. Yusuf ’un 1432’de tahta geçmesini sağladı. IV. Yusuf ’un altı ay sonra ölmesiyle IX. Muhammed üçüncü defa tahta çıktı ve on üç yıl daha hüküm sürdü. 1445’te amcasını tahttan indiren X. Muhammed Nasrî tahtına çıktı, fakat tahtını 1446’da Kastilya’nın himayesindeki V. Yusuf ’a kaptırdı. Her ne kadar tahtını kısa sürede geri almışsa da 1447’de amcası IX. Muhammed tarafından tahtından uzaklaştırıldı. Dördüncü defa tahta oturan IX. Muhammed’i 1453’te bu defa da hanedan mensuplarından Sa’d b. Ali el-Müstaîn-Billâh tarafından tahtından indirildi. Bu dönemde Nasrî toprakları üzerine saldırılarını şiddetlendiren Kastilya 1462’de Cebelitârık’ı ele geçirdi. Müslümanların Kuzey Afrika ile bağlantısını sağlayan bu stratejik şehrin kaybı Gırnata için ağır bir darbe oldu. Aynı yıl içinde V. Yusuf ikinci defa Nasrî tahtına geçti. Kısa bir süre sonra tahtı geri alan Sa’d b. Ali, ülkesini savunacak durumda olmadığından Kastilya Kralı’nın hâkimiyetini tanımayı ve ona yıllık vergi ödemeyi kabul etti. Sa’d b. Ali, 1465’te oğlu Ebü’l-Hasan Ali tarafından tahttan indirildi. Bu dönemde Ebü’l-Hasan Ali ile kardeşi XII. Muhammed arasında yaşanan taht kavgası ülkenin paylaşılmasıyla sonuçlandı. Gırnata ve civarı Ebü’l-Hasan’da, Mâleka ve civarı Zagal’da kaldı. Kastilya Kraliçesi Isabella ile Aragon Kralı Ferdinand 1469’da evlenip on yıl sonra da krallıklarını birleştirdikten sonra, Nasrîlerin hâkim olduğu şehirleri birer birer ele geçirdiler. 1478’de Nasrî ülkesine genel bir taarruz başlattılar. Bu arada Ebü’l-Hasan Ali’nin oğlu Ebû Abdullah, vergi oranlarını aşırı derecede yükseltmesi ve özel hayatındaki bazı hataları yüzünden halkı kızdıran babası Ebü’lHasan Ali’ye karşı 1482’de bir isyan başlattı. Devlet adamları ve Gırnata halkı arasında büyük destek bulan isyan sonunda Ebü’l-Hasan oğlu Ebû Abdullah ile mücadeleyi göze alamadı ve tahtı bırakıp Mâleka’ya giderek kardeşi Zagal’a sığındı. Bu sırada Zagal, Ferdinand’ın Mâleka’ya gönderdiği bir orduyu 1483’te ağır bir yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Gırnata’nın son sultanı Ebû Abdullah (XI. Muhammed), amcasının zaferinden de cesaret alarak saltanatının ikinci yılında Kastilya’ya ait Lûsinâ’ya (Lucena) saldırdı, fakat Kurtuba yakınında yenilip esir düştü. Ferdinand ve Isabella, ellerindeki Ebû Abdullah’ı hâkimiyetlerini tanıması 234 İslam Tarihi ve Medeniyeti I şartıyla bir ordunun başında amcası Zagal’a karşı gönderdiler. Gırnata’nın doğusundaki bazı kaleleri ele geçiren Ebû Abdullah 1486’da kendisini Nasrîlerin meşrû hükümdarı ilân etti. Ebû Abdullah Kastilya Krallığı ile barış ve saldırmazlık anlaşması imzaladığı yönünde haberler yayarak kendisine taraftar toplamaya çalışıyordu. Nasrîlerin kendi içlerinde bölünmesini bekleyen İspanyollar, Kastilya Krallığı için tehlike olarak gördükleri Zagal’ın gücünü kırmak için onun elinde bulunan merkezlere saldırıya geçtiler ve Levşe’yi (Loja) aldıktan sonra Mâleka’yı kuşattılar. Kuzey Afrika’daki Müslüman hükümdarlardan ve Memlüklerden beklediği yardımı alamayan Zagal devlet adamları, kumandanlar ve bilginlerin görüşünü aldıktan sonra 1487’de şehri teslim etti. Böylece 1490 yılı baharına kadar Gırnata hariç diğer şehirlerin tamamı Nasrîlerin elinden çıkmış oldu. Ferdinand ve Isabella sonunda, tahta bizzat oturttukları Ebû Abdullah’tan bütün Müslümanların sığındığı Gırnata’yı kendilerine teslim etmesini istediler. Devlet ricâli, din adamları ve kumandanlarıyla görüşen sultan bu teklifi reddederek savaşmaya karar verdi. 1490’da harekete geçen İspanyollar civardaki yerleşim merkezlerini ve ekinleri tahrip edip Gırnata surlarına dayandılar. Beklemedikleri kuvvetli bir direnişle karşılaşınca geri çekildiler ve 1491 baharında topların desteğindeki büyük ordularıyla şehri tekrar kuşattılar. Bütün zorluklara rağmen kendilerini kış mevsimine kadar savunan Müslümanlar büyük kayıplar verdiler. Son göçlerle nüfusu muhtemelen 100.000’in üzerine çıkan şehirde erzak sıkıntısı dayanılamayacak boyutlara ulaştı ve salgın hastalıklar baş gösterdi. Nihayet halkın canına, malına ve dinine dokunulmaması şartıyla şehrin teslimine karar verildi. 25 Ekim 1491 tarihli antlaşma gereği İspanyollar 3 Ocak 1492’de Gırnata’ya girdiler. Böylece Müslümanların Endülüs’teki son bağımsız devleti ortadan kalktı. Nasrîlerin komşu devletlerle olan ilişkilerini belirleyen temel etkenler hakkında neler söyleyebilirsiniz? Resim 10.8 1485’te Müslümanların elinden çıkan Runde’de (Ronda) kiliseye çevrilen caminin iç kısmından bir görünüm. Mağrib hattıyla İhlâs Sûresi yazılı (C. Ersin Adıgüzel koleksiyonu) 3 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 235 1492-1614 ARASINDA ENDÜLÜS MÜSLÜMANLARI Kastilya Krallığı’nın Endülüslü Müslümanları Hıristiyanlaştırma Politikası 1492’de Nasrîlerin yıkılmasından sonra Hıristiyan krallıkların hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlar için İspanyolca Müslüman anlamındaki ‘morisko’ tabiri kullanılmaktadır. 25 Ekim 1491’de, Gırnata’nın İspanyollara teslim anlaşması yapıldığında Müslümanlara, yani moriskolara haklarının korunacağına dair Ferdinand ve Isabella tarafından teminatlar verilmişti. Şehrin teslim anlaşması, kendilerine ‘elches’ denilen sonradan Müslüman olmuş eski Hıristiyanlar dahil bütün moriskoların kraliyet koruması altında olacaklarını, sahip oldukları bütün arazilerin mülkiyet haklarının ebediyen kendilerinde kalacağını, her türlü baskıdan uzak olarak topraklarında yaşayabileceklerini, gelenek ve göreneklerine karışılmayacağını, isteyenlerin Kuzey Afrika’ya göç edebileceğini, kendilerinin farklılıklarını gösteren bir alamet taşımalarının katiyen istenmeyeceğini, vakıf gelirleri dahil olmak üzere her türlü gelirlerinin yalnızca kendilerine ait olacağını garanti ediyordu. Ayrıca bu teslim şartnamesinde, camilere Hıristiyanların girmelerinin yasak olduğu ve camilerin moriskoların ellerinden alınmayacağı da açık bir şekilde ifade edilmişti. Bununla birlikte bu güvenceler Müslümanlar için inandırıcı olmamıştı. Bu olumsuz bakış açısını gidermek için 29 Kasım 1491’de Ferdinand ve Isabella, Allah adına söz verdikleri resmî bir bildiri yayınladılar. Bu metinde, Müslümanlara inanç, ibadet ve mülkiyet hakkı gibi konularda tam bir hürriyetin tanındığı açık bir biçimde ifade edilmekteydi. Hıristiyan İspanyol idaresi altında Müslümanların zamanla Hıristiyanlaşacakları yönündeki inançları sebebiyle Ferdinand ve Isabella Hıristiyan din adamlarına moriskoların ikna yoluyla Hıristiyanlaştırılması için talimat verdiler. Başpiskopos Talavera, kendisini yumuşak bir şekilde Müslümanlara Hıristiyanlık inancını anlatmaya adamıştı. Bu yaklaşımı zaman içinde sonuç verdi, moriskoların bir kısmı kendiliklerinden Hıristiyan olmak istedi. Fakat bu Ferdinand ve Isabella’nın istediğinin çok altındaydı, zira Müslüman olarak kalmaya devam eden moriskoların sayısının yanında Hıristiyan olanların sayısı çok azdı. Onlar daha fazla sayıda moriskonun daha kısa zaman içinde Hıristiyan olmasını istiyorlardı. Bunun için özel olarak tayin edilen Francisco Jimenez de Cisneros adlı Toledo başpiskoposu, zor kullanarak Müslümanları Hıristiyanlaştırma yoluna gitti. Müslüman din adamlarını çağırarak bütün dini kitapların kendisine teslim edilmesini istedi. Altın ve gümüş süslemeli paha biçilemez beş bin kitap getirildi. Bu kitaplar arasında tıp hakkında yazılmış birkaç kitabı Alcala’daki kütüphanesi için ayırdı, diğerlerini ise halkın gözünün önünde yaktırılmasını emretti ve bütün kitaplar insanların gözleri önünde yakıldı. Farklı zamanlarda defalarca tekrar eden bu hadise Müslümanlar arasında büyük bir öfkeye neden oldu. Kitapların yakılması esnasında yaşanan bir olay Müslümanların isyanına neden oldu. Sonradan Müslüman olmuş bir kişinin kızı zorla vaftiz edilmek için sürüklenerek kiliseye götürülürken kızın bağırarak durumu çevredeki Müslümanlara duyurması üzerine bir kalabalık toplandı. Kızı tutuklayan hâkim öfkeli halk tarafından öldürüldü. Müslümanlar, kendilerine tanınan güvencenin ihlal edilmesinden sorumlu olarak gördükleri Jimenez’in evini kuşattılar. Bu olaylar Talavera’nın araya girmesiyle sakinleştirildi, hâkimi öldürenler ise şehrin valisine teslim edildi. Bunlardan dördü idam edildi, diğerleri ise bağışlandı ve olaylar bir süre için kapandı. 236 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Bu olaylar, Müslümanlar için zor bir dönemin de başlangıcı oldu. Bu isyan mal ve can kaybıyla neticelendiğinden, Müslümanların affedilmeleri konusunda ya sürgün edilmeleri ya da Hıristiyan olmayı kabul etmeleri fikri benimsendi. İdarecileri buna Jimenez ikna etmişti. Müslümanların zorla Hıristiyanlaştırılması sürecini hızlandırmak için kendisi de bizzat gayret Ferdinand, Granada’da elBüşürât (Alpujarras) ismiyle bilinen dağlık kesimlere çekilmiş ve isyan hazırlığı yapan Müslümanlara gönderdiği mektupta, zorla din değiştirmenin söz konusu olmadığını kraliyet üzerine yemin ederek yazmıştı. Fakat kendilerine daha önce verilen sözlerin hiçbirinde durulmadığını gören Müslümanlar, Ferdinand’ın bu mektubuna inanmadılar. Ferdinand, oldukça kalabalık bir orduyla Müslümanlara karşı saldırıya geçti. İsyanı sona erdirip asileri din değiştirmeye zorladı, ayrıca para cezasıyla da cezalandırdı. İspanya’nın çeşitli yerlerinde zorla din değiştirme hadiseleri devam etti. Bazı yerlerde 11 yaşın üzerindeki bütün Müslümanlar köleleştirilirken, 11 yaşın altındaki çocuklar inançlı birer insan olarak yetiştirilmek üzere dindar Hıristiyanlara emanet ediliyordu. Müslümanların içinde bulundukları şartlar, zaman ilerledikçe daha da ağırlaştı. Engizisyon, özellikle bu dönemde Müslümanların Hıristiyanlaştırılması için bir kontrol mekanizmasıydı. Vaftiz olarak Hıristiyanlığı kabul ettiğini göstermiş olsa da ‘Yeni Hıristiyanlara’ güvenilmedi ve Hıristiyanlıklarından hep şüphe duyuldu. Çünkü moriskolar gizlice İslâm inancını ve gerekliliklerini yerine getiriyorlardı. Özellikle şarap içmeme ve domuz eti yememeye büyük hassasiyet gösteriyorlardı. Yeni doğan çocukların kilisede vaftiz zorunluluğu vardı, fakat vaftizden hemen sonra evlerinde vaftizin tesirinden çocuklarını korumak için tekrar yıkıyorlar veya daha önceden vaftiz edilmiş bir başka çocuğu götürüyorlar, Hıristiyan usullerine göre evlenme merasimi yapıldıktan sonra evlerinde İslâm inancının kabul ettiği şekilde nikâh kıyıyorlardı. Bu şekilde kendi inançlarını sürdürmeye devam ettiklerinden moriskolar üzerindeki baskı ve kontroller de artıyordu. Moriskolara evlerinin kapılarının özelliklede cuma ve bayram günlerinde açık tutma zorunluluğu getirilmiş, evlerinde dahi Arapça konuşmaları yasaklanmıştı. Arapça konuştuğu tespit edilenler cezalandırılıyor, aynı suçun tekrarında ceza daha da ağırlaştırılıyordu. Cuma günleri çalışma, Ramazan ayında gündüzleri yemek yiyip yemediklerine dikkat etme, şarap içme, domuz eti yeme gibi konularda yeni Hıristiyanlar hep takip ediliyorlardı. Bu takiplerde şüphesiz esas olan onların eski inançlarını terk edip etmediklerinin açıkça görülmek istenmesiydi. Şüpheli görülenler engizisyonda yargılanıyordu. Moriskolar üzerindeki baskısını günden güne artıran Kastilya, 1567’de çıkardığı kanunlarla moriskolar zikredilen yasaklara ilaveten çocuklarını Hıristiyan okullarına gönderilme mecburiyeti getirilmişti. Bunun sonucu olarak Müslümanların en ciddi isyanı 1568-1570 yılları arasında Granada’da görüldü. Alpujarras İsyanı olarak bilinen isyan şiddetle bastırıldı, isyancıların elebaşları ve isyana katılan çok sayıda kimse idam edildi. Kastilya’ya moriskoların silahlandıkları yönünde bilgiler gelmekte, ayrıca Valencia moriskolarının Osmanlı ile bir muhabere ağı oluşturdukları ve Osmanlı desteğini alarak bir isyan hazırlığında oldukları biliniyordu. Hatta Osmanlı ile haberleşme halinde olup da bir isyan hazırlığında olduğu anlaşılan çok sayıda morisko öldürüldü. Osmanlı kuvvetlerinin bu yıllarda İspanya kıyılarını vurması ve İspanya karşısında Osmanlı-Fransız ittifakının oluşturulmaya çalışılması da İspanyol krallıkları tedirgin ediyordu. Uzun yıllardan beri morisko meselesiyle uğraşan İspanyol krallıklar, bir türlü üstesinden gelemedikleri bu meselede kesin çözümün moriskoların sürgün edilmesi yoluyla olacağı fikrine vardılar. Nihayet bu fikir uygulamaya konuldu. III. 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 237 Philip döneminde (1598-1621) moriskoların tamamen sürgün edilmeleri için peş peşe fermanlar yayınlandı. 1609 yılında Valencia’nın yayınladığı bir sürgün fermanında, moriskoların üç gün içinde krallık topraklarından ayrılmalarını öngörüyordu. Sürgün edilen moriskoların yanlarına taşıyabilecekleri eşyaları almalarına müsaade edilecekti, 4 yaşında ve küçük çocukların kalıp kalmayacaklarına ise anne-babaları karar vereceklerdi. Moriskoların Kuzey Afrika’ya göçü ve Osmanlı Devleti’nin yardımını araştırınız. 1609-1614 yılları arasında İspanyol krallıklarının topraklarında yaşayan yüz binlerce morisko sürgün olarak topraklarından ayrıldı. Bu sayının 600 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Moriskoların bazıları kraliyet gemileriyle, bazıları ise kendi kiraladıkları yelkenlilerle Kuzey Afrika’ya geçtiler. Moriskolar bu yolculuklar esnasında çok acı felaketler yaşadılar. Kendi imkanlarıyla göç eden moriskolardan bazıları, kiraladıkları yelkenlilerin kaptan ve tayfaları tarafından ya soyuldular ya da öldürüldüler. Moriskoların büyük bir çoğunluğu ise yanlarında bol miktarda altın bulunduğunu düşünen Kuzey Afrika’nın yerli halkı tarafından öldürüldü. Kadın ve çocukların köleleştirilmesi bu dönemde moriskoların sıkça yaşadıkları bir durumdu. Salgın hastalıklar ve deniz yolculuğu esnasında gemilerin batması sonucu ölen binlerce morisko bulunmaktaydı. 1614 yılından sonra da İspanyol krallıklarında kimliklerini gizleyerek yaşamaya devam eden moriskoların varlığı bilinmektedir. Zamanla sayıları azalsa da, İspanyol belgelerinin verdiği bilgilerden moriskoların XVIII. yüzyılın sonuna kadar Kastilya’da gizlice yaşamaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika’ya Göçü ve Osmanlı Yardımı Endülüs’te Müslümanların içinde bulunduğu ağır şartlar, onları Endülüs dışından yardım istemeye zorlamış ve Nasrîlerin son yıllarına doğru Memlük ve Osmanlı Devleti’nden yardım talebinde bulunmak üzere elçiler gönderilmiştir. Sultan II. Bayezid’in huzuruna gelen Endülüs heyeti, Müslümanların Endülüs’te içinde bulundukları zor durumu arz etmiş ve Endülüslü meşhur şair Ebu’l-Bekâ er-Rundî’nin “kasîde-i ğarrâ” olarak bilinen bir ağıtını da padişaha sunmuşlardı. Bunun üzerine II. Bayezid Papalık, Kastilya ve Aragon’a elçiler göndererek diplomatik yolla durumun önüne geçmeye çalıştı. Ayrıca 1487 yılında Kemal Reis’in başında olduğu Osmanlı donanması İspanya kıyılarını vurdu. Fakat gerek Osmanlı’nın o dönemde Endülüs’e yardım ulaştıracak seviyede deniz gücüne sahip bulunmayışı ve gerekse Cem Sultan meselesinin Osmanlı’yı meşgul ediyor oluşu, istenen seviyede yardımın Endülüs’e gönderilmesine engel olmuştur. 1492’de Müslümanların Endülüs’teki son devleti olan Nasrîler yıkıldıktan sonra da Endülüs Müslümanları Osmanlı’ya yeniden bir elçi göndererek yardım talebinde bulundular. 1502’de Sultan II. Bayezid’in huzuruna çıkan Endülüslü elçi, İspanyolların Endülüs Müslümanlarına yaptıkları zulümleri anlatan bir ağıt sundu. Ağıtta, Endülüs Müslümanlarının zorla Hıristiyanlaştırılmaya çalışıldığı, namaz kıldığı veya oruç tuttuğu tespit edilenlerin ateşe atıldığı, bazı mescitlerin çöplüğe çevrildiği ve Müslümanların maruz kaldığı diğer baskılar dile getirilmektedir. Osmanlı sultanından ise, Hıristiyan krallığının 1492’de kendilerine inanç, ibadet, can ve mal emniyeti hakkındaki taahhütlerine sadık kalmaları veya Endülüslülerin mallarıyla birlikte Kuzey Afrika’ya göçmelerine izin vermelerini sağlaması konusunda yar4 238 İslam Tarihi ve Medeniyeti I dım istenmekteydi. Bunun üzerine 1505 yılında Kemal Reis’in başında bulunduğu donanma yeniden gönderilerek İspanya kıyıları vuruldu. Bu sefer dönüşünde Kemal Reis çok sayıda moriskoyu Kuzey Afrika ve İstanbul’a taşıdı. Bununla birlikte Osmanlı’nın Endülüs Müslümanlarına daha büyük yardımı, Osmanlı hizmetindeki Hayreddin (kızıl sakallı oluşundan İspanyollar tarafından “Barbaros” olarak adlandırılan) ile olmuştur. Onun 1529 yılında 70.000 moriskoyu Cezayir’e naklettiği bilinmektedir. Barbaros Hayreddin Paşa’nın bu yardımları dolayısıyla moriskolar 1541’de Kanuni Sultan Süleyman’a gönderdikleri bir mektupla teşekkürlerini bildirmişlerdir. Osmanlı’nın moriskoların iskânı konusundaki yardımları, onların sadece Kuzey Afrika’ya nakledilmelerini sağlamak için olmadı. Fransa üzerinden Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleşmiş olan moriskoların Osmanlı topraklarına ve Kuzey Afrika’ya yerleştirilmesi için de gayret edildi. Özellikle I. Ahmed zamanında elçiler gönderilerek Fransa ve Venedik’teki moriskoların güvenli bir şekilde İslâm topraklarına taşınmaları sağlandı. İstanbul, Selanik, Bursa, Adana ve Anadolu’nun diğer şehirlerine yerleştirildiler. Moriskoların yerleştikleri bölgelerin idarecilerine fermanlar gönderilerek beş sene boyunca moriskolardan vergi alınmaması emri gönderildi. Bu uygulamayla moriskoların maddi açıdan kendilerini toparlamalarının sağlanması hedefleniyordu. Son olarak, Osmanlı Devleti’nin sadece Müslümanlara değil, aynı zamanda Endülüs Yahudilerine de topraklarına yerleşme izni verdiğine işaret edilmelidir. II. Bayezid döneminde Osmanlı tarafından kabul edilen Endülüs Yahudileri, özellikle İstanbul, İzmir ve Selanik gibi şehirlere yerleştiler. O dönemde diğer ülkeler Yahudileri kabul etmek istemezken, İspanya’dan sürülen Yahudilere Osmanlılar kapılarını açtı. Endülüs Yahudileri büyük baskı gördükleri İspanya’dan sürüldükten sonra Osmanlı topraklarında tam bir hürriyet içinde yaşadılar. 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 239 Özet Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra ortaya çıkan siyasî parçalanmanın yanında Reconquista sürecinde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri hakkında bilgi sahibi olabilmek Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışından sonra sadece bir veya ise birkaç şehre hâkim olan ve sayıları yirmi kadar olan devletçik ortaya çıktı. Bunların nihaî gayeleri Endülüs’te siyasi birliği sağlamak olduğundan, bütün güçlerini birbirleriyle mücadele etmek için harcıyorlardı. Bunun sonucu olarak Müslümanlar günden güne zayıfladılar, karşılarındaki tehlikenin farkına ise ancak Tuleytula’nın kaybedilmesinden sonra varabildiler. Tuleytula’nın alınması, Müslümanların elinde bulunan diğer şehirlerin de geri alınabileceği düşüncesine İspanyol krallıkların inanmalarını sağladı. Sonraki yıllarda hız kazanan reconquista hareketinin yeniden parlaması mülûkü’t-tavâif döneminde gerçekleşti. Reconquista sürecinde Hıristiyanların hâkimiyetine geçmiş olan şehirlerde yaşamaya devam eden Müslümanlar olan müdeccenler, önceleri kendilerine tanınan haklar dolayısıyla yaşadıkları şehirlerde yaşamaya devam etmişlerse de, verilen teminatların ve sözlerin ihlal edilmesi üzerine büyük çoğunluğu ya Endülüs’ün Müslümanların hâkimiyetindeki bir şehrine ya da Kuzey Afrika’ya göç etmeye mecbur oldular. İspanyol krallıkları karşısında zor durumda kalan Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika ile ilişkilerini değerlendirebilmek Tuleytula’nın 1085 yılında Kastilya Krallığı tarafından ele geçirilmesi ve ardından Endülüs’teki Müslüman emîrleri tehdit etmesi sonucunda Müslümanlar Kuzey Afrika’daki Murâbıtlardan yardım istemek zorunda kaldılar. Murâbıtların Endülüs’e geçişleri, Endülüs Müslümanlarını Hıristiyan krallıkların bunaltan saldırılarından bir süre kurtardı. Murâbıtların yıkılmasının ardından onların yerini alan Muvahhidler de aynı şekilde Endülüs Müslümanlarının koruyucuları oldular. Fakat İkâb savaşının ardından Endülüs’te güçten düştükleri açıkça göründü. Nasrîler döneminde de Kastilya Krallığı karşısında Endülüs Müslümanlarının en büyük destekçileri Merînîler oldu. Murâbıtlar ve Muvahhidler döneminden farklı olarak Merînîler Endülüs’e hâkim değillerdi, fakat Nasrîlerle kurdukları ittifaklar sonucunda askerî destek sağlıyorlardı. Endülüs’te son bağımsız İslâm devleti olan Nasrîlerin İspanyol krallıkları ve Kuzey Afrika ile ilişkilerini açıklayabilmek İber Yarımadası’nın güney kısmında uzun bir süre varlığını sürdürme mücadelesi veren Nasrîler, bu amaca ulaşabilmek için bazen Kastilya’ya karşı Merînîler veya Aragon ile Merînîler karşısında Kastilya ile ittifaklar kurmuşlardır. Öyle anlaşılıyor ki, Nasrî hükümdarları yaşanan dönemin şartları kendileri için hangi politikanın takip edilmesinin uygun olacağını düşünmüşlerse o yönde adım atarak ittifaklar kurdular. 1492-1614 yılları arasında İspanyol krallıkların hâkimiyeti altında yaşayan Endülüs Müslümanlarının durumu ve buradan sürgün edilmeleri hakkında bilgi sahibi olabilmek 1492’den sonra Hıristiyan krallıkların hâkimiyetinde yaşayan Müslümanlar olan moriskolar, kendilerine taahhüt edilen güvencelerin ihlal edilmesi ve zorla Hıristiyanlaştırılmaya çalışılmaları üzerine bazı isyan hareketlerinde bulundular. Moriskoların zorla da İslâmiyet’i terk etmeyeceklerini düşünen Kastilya Krallığı, 1609’da çıkarılan fermanlarla ülkedeki bütün moriskoların sürgün edileceklerini ilan etmiştir. Bunun üzerine yüz binlerce morisko Kuzey Afrika ve Osmanlı topraklarına yerleştirilmiştir. 1 2 3 4 240 İslam Tarihi ve Medeniyeti I Kendimizi Sınayalım 1. Murâbıtların Endülüs’e ilk geçiş sebebini aşağıdakilerden hangisi açıklamaktadır? a. Murâbıtların, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışının hemen sonrasında bu toprakları ele geçirmek istemeleri b. Murâbıtların, mülûkü’t-tavâif arasında çıkan mücadeleri fırsat bilerek toprak kazanma istekleri c. Tuleytula’nın Kastilya tarafından ele geçirilmesinin ardından Endülüslü idarecilerin Murâbıtlardan yardım talep ederek onları Endülüs’e davet etmeleri d. Devletinin topraklarını genişletmek isteyen Yusuf b. Tâşfîn’in Endülüs’e sefer düzenlemesi e. Murâbıtların Eftasîler’e karşı Abbâdîlerle ittifak kurması 2. İkâb Savaşı aşağıdakilerden hangisi arasında yapılmıştır? a. Murâbıtlar ile Kastilya Krallığı b. Muvahhidler ile Kastilya öncülüğündeki Haçlı ordusu c. Murâbıtlar ile Muvahhidler d. Murâbıtlar ile Aragon Krallığı e. Muvahhidler ile Navar Krallığı 3. ”Reconquista” teriminin Endülüs tarihi açısından anlamı aşağıdakilerden hangisidir? a. İber Yarımadası’nın yerli Hıristiyan halkının Endülüs’ü Müslümanlardan geri alması b. Endülüs’te Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin bir arada huzur içinde yaşamaları c. 1236’da Kurtuba’nın düşmesinden sonra Müslümanların güçlerini birleştirip kaybettikleri toprakları Hıristiyanladan geri almaya çalışmaları d. Kastilya ile Aragon Krallıkları arasında devam eden siyasî ve askerî mücadeleler e. Kastilya Krallığı’na karşı Nasrîler’in Aragon Krallığı ile kurmuş olduğu ittifak 4. Mülûkü’t-tavâif döneminin en öne çıkan özelliği aşağıdakilerden hangisidir? a. Müslümanların Endülüs’te bir süredir bozulmuş olan birliği yeniden sağlamaları b. Her bir emîrliğin, topraklarını genişletmek arzusuyla diğer emîrliklerle sürekli mücadele halinde olması c. Endülüslü idarecilerin ittifak kurarak Kastilya Krallığı’na karşı mücadele etmeleri d. Murâbıtların Endülüs Emevî Devleti topraklarına sahip olma arzuları e. Doğu İslâm dünyasından Endülüs’e gelen ilim adamı sayısında görülen artış 5. İslâm hâkimiyeti döneminde, Hıristiyanların eline geçen şehirlerde yaşamaya devam eden Müslümanlara ne ad verilir? a. Müvelled b. Müdeccen c. Müsta’rib d. Morisko e. Sakâlibe 6. Endülüs’te “morisko” olarak isimlendirilen grup aşağıdakilerden hangisinde tanımlanmıştır? a. Müslüman olduktan sonra tekrar eski inançlarına dönen İberyalılar b. Endülüs’e Yemen’den getirilerek iskan edilen Müslümanlar c. Hıristiyan olmakla birlikte Müslümanlardan etkilenerek ve onlara benzeyerek yaşayan halk d. Orta ve Doğu Avrupa’dan Endülüs’e gelen halk e. 1492’den sonra Hıristiyan krallıkların hâkimiyetinde yaşamaya devam eden Müslüman halk 7. Mülûkü’t-tavâif dönemi aşağıdakilerden hangisiyle sona ermiştir? a. Murâbıtların Endülüs’e hâkim olmasıyla b. Muvahhidlerin Endülüs’e hâkim olmasıyla c. Nasrîler’in kurulmasıyla d. Abbâdîler’in diğer devletçikleri ortadan kaldırarak tek kalmasıyla e. Katalonya Kontluğu’nun Pamplona bölgesini ele geçirmesiyle 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 241 Okuma Parçası 8. Elhamra Sarayı’nın yapımına aşağıdaki dönemlerin hangisinde başlanmıştır? a. Murâbıtlar b. Muvahhidler c. Nasrîler d. Mülûkü’t-tavâif e. Endülüs Emevî Devleti 9. Gırnata’nın düşmesinden önce Osmanlı’dan yardım isteyen Endülüs Müslümanlarına Sultan II. Bayezid’in cevabı ne olmuştur? a. Osmanlı’nın iç sorunları nedeniyle yardım edilememiştir b. Nasrîlere yardım için Kuzey Afrika’dan Endülüs’e bir ordu gönderilmiştir. c. Kastilya’yı durdurmak için Osmanlı hâkimiyeti altındaki Hıristiyan halka işkence yapılmıştır d. Sorunun çözümü için Papalık ve Kastilya nezdinde diplomatik girişimde bulunulmuş, ayrıca Kemal Reis komutasında bir donanma gönderilerek İspanya kıyıları vurulmuştur e. Memlük ve Osmanlı askerlerinden oluşan bir ordu hazırlanarak Kastilya’ya savaş açılmıştır 10. Başpiskopos Talavera’nın moriskolar için izlediği yol aşağıdakilerden hangisidir? a. Zor kullanarak moriskoların Hıristiyan olmaları için çalışmıştır b. Hıristiyan olup olmamalarının, onların kendi tercihine bırakılması gerektiğini düşünmüştür c. İyilik yoluyla moriskoların Hıristiyanlığı benimsemeleri için gayret etmiştir d. Moriskoların İber Yarımadası’ndan sürülmeleri için rapor vermiştir e. Moriskolar için ayrı yerleşim yerleri kurdurarak moriskoların şehirlerden çıkarılmalarını sağlamıştır Mancebo de Arevalo adlı İspanyol Müslüman, ziyaret ettiği bir hanımefendinin tavsiyesi üzerine Gırnatalı aristokrat bir Müslümanın ziyaretine gider. Hesapta olmayan bu ziyaret -zira kendisi hac hazırlığı yapmaktadıryaklaşık iki ay sürer. Bu süre zarfında Mancebo ile Gırnatalı ev sahibi arasında konuşmanın bir kısmı şöyledir: “Bayramı kutlamak için gittiğim Gırnata’da, zilhicce ayının başında, veda etmek için (bayan) Mora de Ubeda’nın yanına gittim. Bana dedi ki: “Şimdi bize veda ediyorsun; birbirimizi bir daha haşir gününe kadar göremeyeceğiz. O yüzden bu levhayı (Kur’ân-ı Kerimi kastediyor) al ve onu kalbinde muhafaza et; çünkü onu bereketli kılan ve Muhammed’e (selam ve salavât) onun üzerine olsun) veren Cebrâil’dir. Eğer Allah’ın izniyle Mekke’ye varırsan, orada Peygamber Efendimizin kabrinde benim için de dua et. Burada son günlerini geçirdiğini biliyorum ama, senden bir ricam var: Gidip yüce Benegas’ı ziyaret et, zira kendisi sıra dışı bir insandır. Benegas, Ali Sarmiento gibi bir dil uzmanı değildir ama, büyük bir Arap âlimidir (muhtemelen kişinin dinî ilimlerde yetkin olduğu kastediliyor). Onun ziyaretine o kadar çok insan gider ki şaşırırsın. Hayal kırıklığına uğramayacağından emin olabilirsin; tersine sana söylediğimden daha fazlasını göreceksin. Kendisi Gırnata’nın dışında Cuesta de la Higuera’da yaşar ve orada Vega civarında muhteşem bir çiftliği var. Onan benim selamlarımı ilet; zira o hem bir dost hem de akrabamızdır. Orada daha fazla zaman geçirmeyi düşünmediğim halde, Mora’nın dediğini yaptım. Zilhicce ayının son günü, yüce Benegas’ın evine vardım. Beni ancak asil bir insandan beklenecek şekilde karşıladı. Karşılıklı selam alışverişinde bulunduk. Üçüncü gün, bana bir Kur’ân verdi ve ondan iki cüz okuttu. Cüzleri bitirince Kur’ân’ı aldı ve bana şöyle dedi: “Yüce Mevla seni muhafaza etsin ve seni felaha ulaştırsın.” Fakat benim hatalarımı düzeltmekten de geri durmadı. Ben de bu tashihleri memnuniyetle kabul ettim. Birkaç gün sonra, birbirimiz biraz daha yakından tanıyınca, bir Cuma günü beni çiftliğine götürdü. Küçük bir derenin kenarında oturduk ve bana şöyle dedi: “Evladım, senin Gırnata’da olup bitenlerden haberdar olmadığını biliyorum. Şimdi bazı şeyleri hatırlayıp sana anlatırsam, şaşırma. Bunlar her saniye benim yüreğimde yankılanıp duruyor. Olanların sancısını kalbimde hissetmediğim tek bir an, tek bir saat yok. Ben Yahudilerin Timola’sını, putperestlerin Faraida’sını ve yıkım ve acıyla dolu daha başka hikâyeleri okudum. Bunların hepsi çok ağırdı ve herkes 242 İslam Tarihi ve Medeniyeti I kendi kaybı için gözyaşı döktü. Fakat benim kanaatime göre Gırnata’nın evlatlarının çektiği acılar için kimse gözyaşı dökmedi. Söylediklerimden şüphen olmasın; zira ben onlardan biriyim ve olanların şahidiyim. Evli yahut bekar, asil Müslüman kadınların aşağılandığını ve üç yüzden fazla bakirenin pazarda açık arttırma ile satıldığını bizzat gözlerimle gördüm. Sana daha fazlasını söylemek istemiyorum çünkü yüreğim dayanmıyor. Dinlerini kurtarmak için mücadele ederken üç oğlumu, iki kızımı ve eşimi kaybettim. Hayatta kalan kızım, benim tek tesellim. O zaman bu kızım dört aylıktı. İşte ailemi böyle kaybettim. Her şey Allah’ın iradesiyle olur. Allah beni affetsin. Evladım, ben geçmişe ağlamıyorum; zira artık geriye dönüş yok. Ben asıl bundan sonrası için ağlıyorum; tabii eğer sana hayatını bağışlarlar da İspanya Yarımadasında olanları görebilirsen. Kur’ân’ın yüzü suyu hürmetine duam o ki, bu sözlerim boşa çıksın. Hiçbiri benim tahmin ettiğim gibi olmasın. Buna rağmen, dinimiz öylesine zayıflayacak ki insanlar “Müezzinin sesine ne oldu?” diye soracaklar. Atalarımızın dini nereye gitti, diyecekler. Kalbinde acıma hissi olan insanlar için bu o kadar ağır ve acımasız bir şey ki... Beni en çok endişelendiren şey, bir gün Müslümanlar, Hıristiyanlardan ayırt edilemez hale gelecekler; onlar gibi giyinecekler ve onların yediklerinden içtinap etmeyecekler. Allah’tan niyazım o ki, Müslümanlar en azından Hıristiyanların yaptıklarını yapmasınlar ve onların dinlerini kalplerine taşımasınlar... Bütün bunları hadiselerden çok etkilendiği için söylediğimi düşünebilirsin. Cenab-ı Hak sonsuz rahmet ve sevgisi ile bu söylediklerimi gerçek olmaktan uzak tutsun; zira böylesi bir acıyı bilmek istemem. Eğer İsrâiloğulları gözyaşı döktü diyorsak, bizim de gözyaşı dökmemiz büyük bir mesele midir?... Fakat eğer biz bu kadar kısa bir sürede ayaklarımızı yere sağlam basamıyorsak, gelecek nesiller ne yapacak? Eğer babaları dinlerini ihmal ederlerse, torunlar o dini tekrar nasıl yükseltebilirler? Eğer fetihler sultanı imanını muhafaza etmezse, onun haleflerinden ne beklenir? Sana diyorum, evladım, bizim çöküşümüz devam edecek. Yüce Mevla rahmetini bize yöneltsin ve bizi ilahî bereketiyle korusun. Akşam namazının vakti gelmemiş olsa, Benegas konuşmaya devam edecekti. Onun yanında iki ay kaldım. Yemin ederim, bu iki ay bana iki saat gibi geldi; zira hiç kimse onun kadar ince bir anlayışa sahip değildi. Zaman zaman beni azarlaması yahut emîrler vermesi dışında, söylediklerine yahut yaptıklarına hiçbir itirazım olmadı. Kur’ân, Arapça ve İbranice tefsileri (İbranice tefsirlerle ne kastedildiği açık değil) onun kadar iyi okuyup açıklayan başka birini görmedim. Sesi de mükemmeldi. Kızı ise biraz farklıydı. Çok eğitimliydi, hâfız-ı Kur’ân’dı ve muttaki bir hayatı vardı. Böylesi pür bir alicenaplığı görmek, büyük bir teselli idi. Bu baba ve kıza veda ettiğimde, iki taraf da gözyaşlarını tutamadı. Kızı bana bir yüzük, babası da küçük bir mücevher verdi ve şöyle dedi: “Evladım, sana başka hediyeler vermek isterdim; fakat varlığımız artık tükeniyor. Bu mücevheri al. Ağırlığı on bin maravedidir. 100 bin maravedi de olsa, onu yine sana verirdim.” (Kalın, (2007), s. 87-89.) Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse “Murâbıtlar Dönemi (1091-1147)” konusunu yeniden okuyunuz. 2. b Yanıtınız doğru değilse “Muvahhidler Dönemi (1147-1229) konusunu yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse “Mülûkü’t-tavâif Dönemi (1031-1091)” konusunu yeniden okuyunuz 4. b Yanıtınız doğru değilse “Mülûkü’t-tavâif Dönemi (1031-1091)” konusunu yeniden okuyunuz 5.b Yanıtınız doğru değilse “Muvahhidler Dönemi (1147-1229) konusunu yeniden okuyunuz. 6. e Yanıtınız doğru değilse “1492-1614 Arası Dönemde Endülüs Müslümanları” konusunu yeniden okuyunuz. 7. a Yanıtınız doğru değilse “Murâbıtlar Dönemi (1091-1147)” konusunu yeniden okuyunuz. 8. c Yanıtınız doğru değilse “Nasrîler Dönemi (1232-1492)” konusunu yeniden okuyunuz. 9. d Yanıtınız doğru değilse “1492-1614 Arası Dönemde Endülüs Müslümanları” konusunu yeniden okuyunuz. 10. c Yanıtınız doğru değilse “1492-1614 Arası Dönemde Endülüs Müslümanları” konusunu yeniden okuyunuz. 10. Ünite - Endülüs’te İslâm Hâkimiyeti II (1031-1492) 243 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Yararlanılan Kaynaklar Sıra Sizde 1 Mülûkü’t-tavâif adlı bu dönemde Endülüs’te siyasî açıdan parçalanmış bir yapı vardı. Kendi aralarında mücadele eden Müslüman emîrlerin topraklarını genişletmeye çalıştıkları bu dönemde Kastilya Krallığı’nın Tuleytula’yı ele geçirmesi üzerine Endülüslü Müslüman emîrlerin yardım talebiyle Murâbıtlar Endülüs’e geçtiler. Sıra Sizde 2 Murâbıtlar 1108’de kazandıkları Uklîş zaferinden kısa bir süre sonra Kuzey Afrika’da çıkan geniş kapsamlı bir isyanla uğraşmak zorunda kalmışlardı. Bu isyan kısa bir süre içinde büyüyerek Murâbıtların sonunu getirdiği gibi Muvahhidler devletinin de kuruluşuyla sonuçlandı. Ayrıca Murâbıtlar, Endülüs’te kendilerine verilen desteği de kaybetmeye başladılar. Sıra Sizde 3 Nasrîler, kendilerini emniyet altına almak ya da karşılaştıkları bir saldırıyı bertaraf etmek amacıyla komşu devletlerle çeşitli ittifaklar kurmuşlardır. Bu ittifaklarda içinde bulundukları dönemin siyasî şartlarına göre hareket ettikleri anlaşılmaktadır. Sıra Sizde 4 Moriskolar 1492’den sonra özellikle de 1609’da yayınlanan sürgün fermanının ardından Endülüs’ten Kuzey Afrika ve Osmanlı topraklarına yerleştiler. Moriskoların Endülüs’ten taşınması ve Osmanlı topraklarına yerleştirilmelerinde Osmanlı Devleti’nın önemli katkıları olmuştur.
.
|
Bugün 76 ziyaretçi (186 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|