ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebü’l-Hasen olup ismi, Ali bin Osman bin Seyyid Ali bin Abdurrahmân el-Cullâbî el-Hucvîrî el-Gaznevî’dir. Seyyid olup Hazreti Ali’nin onuncu batından torunudur. Hazreti Ali’ye kadar olan nesebi, Keşf-ül-mahcûb isimli Urduca eserinin mukaddimesinde şöyle zikredilmektedir Ali bin Osman bin Seyyid Ali (veya Ebû Ali) bin Abdurrahmân bin Şah Şüca’ bin Ebü’l-Hasen Ali bin Hüseyn Asgâr bin Seyyid Zeyd-i Şehîd bin Zeynel-âbidîn bin Hüseyn bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. (r.anhüm). Hucvîrî hazretleri Dafâ Genc-i Bahş diye de anılır. Sultan Gazneli Mahmûd zamanında 400 (m. 1009) senesinde Gazne’de doğdu. 465 (m. 1072) senesinde Lâhorda vefât etti. Doğum ve vefâtı için başka târihler de rivâyet edilmektedir. Gazne’de doğduğu için Gaznevî, bu şehrin Cüllâb ve Hucvir isimli mahallelerinde ikâmet edip yetiştiği için Cüllâbî ve Hucvîrî denilmiştir, ömrünün sonunda Lahor şehrinde yerleşip, vefâtına kadar orada kaldı. Bunun için kendisine Lâhori de denilmektedir.
Babası Seyyid Osman bin Ebî Ali, diğer dedeleri gibi herkes tarafından sevilen, hürmet edilen, âlim ve veli bir zât idi. Muhterem annesi de saliha ve Allahü teâlâdan korkan; haramlardan sakınan bir hâtun idi. Böylece Hucvîrî, haram ve şüphelilerden çok sakınan ve kıymetli bir ailenin evlâdı olarak, ihtimâm ile büyütüldü, öğrenilmesi lâzım olan ilk ilmi, tasavvufa âit hakîkatleri ve incelikleri babasından öğrendi. Bundan sonra Ebû Fadl Muhammed bin Hasen Hutlî’ye talebe oldu. Onun yanında, fıkıh, tefsîr, hadîs ve başka ilimleri ve tasavvufun inceliklerini öğrendi.
Daha sonra uzun seyahatler yaparak İslâm memleketlerini dolaştı. Suriye, Türkistan, Kazvin, Hindistan, Irak, Huzistan (İran’ın bir eyâleti), Fâris, Şam, Azerbeycan, Gürcistan, Horasan ve Mâverâünnehr ve başka yerlere gitti. Gittiği bu yerlerdeki bütün velî zâtlarla görüşüp sohbet etti. Vefât etmiş büyük âlimlerin de kabirlerini ziyâret edip, çok şeylere kavuştu. Meselâ, Suriye’ye gittiğinde Şam’da Hazreti Bilâl-i Habeşî’nin kabrini ziyâret edip, orada bir miktar istirahat etti. İstirahat ederken birara uykuya daldı. Rü’yâsında Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Yanında İmâm-ı a’zam Ebû Hanife ( radıyallahü anh ) vardı. Bu rü’yâdan, İmâm-ı a’zamın ve mezhebinin üstünlüğünü anladı. Bu seyahatlerle ilmi ve anlayışı daha çok genişledi. Bir kısmı kendisinden önce yaşamış, bir kısmı da zamanında bulunmuş olan beşyüze yakın veli zâtın hâl tercümelerini ve sözlerini eserlerinde bildirdi. Nakil ve rivâyet husûsundaki ilminin çokluğu ve kitablarında yazdığı fıkhi bilgilerden, onun fıkıh bilgisindeki üstünlüğü anlaşılmaktadır. Arabî ve Fârisî lisanlarını, birinden diğerine tercüme yapabilecek derecede, gayet mükemmel olarak bilirdi.
Hucvirî hazretleri bu uzun seyahatleri tamamladıktan sonra, hocasının işâreti üzerine Lahor şehrine geldi. Şehrin batı tarafında bulunan Reva nehri kıyısında yerleşip, orada bir mescid yaptırdı. Nakledildiğine göre bu mescidin inşâası devam ederken, ba’zıları mihrabın güneye fazla dönülmüş olarak yerleştirildiğini söyleyip i’tirâz ettiler. Bunları toplayıp, mescide götürdü. “Bu mihraba uygun olarak kıbleye dönünüz. Başınızı kaldırıp bakınız. Bakalım Kâ’be-i muazzama yönünde bir yanlışlık var mı?” buyurdu. Onlar da emredildiği şekilde hareket ederek, başlarını kaldırıp baktıkları zaman, Allahü teâlânın izniyle aradaki perde kalktı. Mescidin kıble istikâmetinde, tam karşılarında Kâ’be’yi gördüler. Bunun üzerine i’tirâzlarından vazgeçip, kendisinden özür dilediler. Evliyâya i’tirâz edilmiyeceğini daha iyi anladılar. Hucvîrî hazretleri burada bir yandan taliblere ilim öğretiyor, bir yandan da kitap yazıyordu. Binlerce talebe yetiştirdi. Oranın halkından bir çoğunun müslüman olmalarına vesile oldu. Hayatının sonuna kadar burada hizmet etti. Vefât edince, mescidinin yakınında bir yere defnedildi. Sultan Gazneli Mahmûd’un oğlu Sultan İbrâhim Gaznevî, kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırdı. Kabri ziyâret edilmekte, sevenler istifâde etmektedirler. Pakistan’da her yıl, bir hafta müddetle, Hucvîrî hazretlerini anma merasimleri düzenlenmektedir. Ali Hucvîrî, herkese karşı merhametli, cömert, eli açık bir zât idi. İhtiyâcı olanlara çok yardım ederdi.
Hucvîrî’nin ilmi şahsiyeti: Hucvîrî, zamanındaki büyük âlimlerden ilim öğrenmiştir, ilim tahsiline küçük yaşta Gazne’de başladı. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve edebiyat ve lisân öğrendi. Arabca ve Farsça dillerine tam bir hakimiyeti vardı. Hadîs, tefsîr, fıkıh gibi dinî ve şer’î ilimleri tahsil etti.
Tefsîr ilmi yönünden âyetlerin ma’nâsını anlama kudreti ve her bir âyette gizli olan derin ma’nâları ve gayeleri tesbitteki mehâreti çok güzeldi. Keşf-ül-mahcûb adlı eserinde, ikiyüzotuzaltı âyet-i kerîmenin meâli şerîfleriyle konulara açıklık getirmiştir. Hadîs ilminde de söz sahibi olan Hucvîrî, aynı eserinde konuları açıklamak gayesiyle, yüzotuzsekiz hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Rivâyet ve nakil konusundaki bilgisi de çok fazladır. Eserinde birçok Sûfîye âit sözleri de nakletmiştir. Fıkıh ilmini Hanefî mezhebine göre tahsil etmiştir. Çok iyi fıkıh tahsili gören Hucvîrî, eserinde; namaz, oruç, zekât ve hac gibi fıkhî konuları açık bir şekilde anlatmıştır.
Zamanında tasavvuf çok yanlış anlaşılmakta idi. Hucvîrî, tasavvufun mahiyetini açık açık anlatmak ve tasavvufun nazarî ve amelî kısmını açıklamak, tasavvufî esaslardan herbirini âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıklayarak, dînî emirlerin içinde saklı olan tasavvufî ma’nâları denkleştirmek için çalıştı. Böylece tasavvufa da, sûfîlere de kötülük yapan sahte mutasavvıflara karşı, bu alanda birçok eser yazdı.
Hucvîrî’de dâima hakîkati arayan bir zekâ, doğruyu bulmaya çalışan bir zihin, her alanda serbestçe düşünebilen bir akıl, sıhhatli ve doğru sonuçlara ulaşabilen bir muhakeme, fikirlerini ve hislerini rahatça açıklayabilmesini sağlayan ilmî bir olgunluk ve medenî bir cesâret mevcût idi. Hanefî mezhebine bağlı olan Hucvîrî, tasavvuf anlayışına aklı hâkim kılmıştır.
Hucvîrî’nin hocaları: Hucvîrî birçok âlimden ders almıştır. Ders aldığı âlimlerin bir kısmının hâl tercümelerini Keşf-ül-mahcûb adlı eserinde yazmıştır. Hucvîrî; Ebû Abbâs Ahmed bin Muhammed Sekkânî, Ebû Fadl Muhammed bin Hasen Hultî, Ebû Kâsım Ali Cürcânî, Hâce Ebû Ahmed Muzaffer bin Ahmed bin Hamdân ve birçok âlimin sohbetinde bulunmuş ve onlardan ilîm öğrenmiştir.
Hucvîrî’nin doğrudan talebesi olduğu âlimlerin dışında, onlardan istifâde ettiği âlimler de vardır. Bu âlimlerin başında İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri gelir. Bunun yanında Hallâc-ı Mensûr, Hâkim Tirmizî, Ebû Saîd Ebü’l-Hayr Mihenî ve Yahyâ bin Muâz Râzî’den de çok istifâde etmiştir.
Ali Hucvîrî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki:
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeylerden birisi tûl-i emel, diğeri, nefsinin arzu ve isteklerine tâbi olmaktır.”
“Küçükken beşikte konuşanların sayısı üçtür. İlki, Îsâ aleyhisselâmdır. Bunu hepiniz bilirsiniz. İkincisi, Râhib Cüreyc’in zamanındaki çocuktur. Cüreyc, Benî İsrâil’de bir râhib idi. Birgün annesi oğlunu ziyârete geldi. Kapıyı çalan annesine Cüreyc namaz kıldığı için kapıyı açmadı, ikinci ve üçüncü günlerde de aynı şekilde olunca, annesi dayanamayarak “Ey Allahım! Oğlumu rezil rüsva eyle, hakkımı ondan al” diye bedduâ etti. Cüreyc zamanında kötü yola düşmüş bir kadın vardı. Bir toplulukta ben Cüreyc’i fitneye düşüreceğim ve yoldan çıkaracağım dedi. Cüreyc’in hücresine gitti. Fakat Cüreyc ona yüz vermedi. Bunun üzerine o kadın, bir çobanla dost olarak hamile kaldı. Halkın içinde “Ben Cüreyc’den hâmile kaldım” dedi. Doğumdan sonra halk Cüreyc’in hücresine giderek, onu yakalayıp padişahın huzûruna getirdiler. Cüreyc bebeğe “Bebek söyle, baban kimdir?” diye sordu. Bebek “Ey Cüreyc! Annem sana iftira ediyor, babam filan çobandır” dedi.
Beşikte iken konuşan üçüncü bebeğin hikâyesi şudur: Bir kadının bir bebeği vardı. Kadın evinin önünde otururken, bir süvari geçti. Bunun üzerine “Yâ Rabbî! Oğlumu böyle silâhşör kıl” dedi. Bebek, “Yâ ilâhî! Beni onun gibi kılma” diye duâ etti.
Bir süre sonra ise, kapının önünden adı kötüye çıkmış bir kadın geçti. Bebeğin annesi “Yâ Rabbî! Evlâdımı bunun gibi kılma” dedi. Bebek ise, “Yâ Rabbî! Beni onun gibi kıl” diye yalvardı. Annesi bu duruma şaşırarak “Evlâdım niçin böyle konuşuyorsun?” dedi. Bebek, “O süvari zâlim, bir insan idi. Kadın ise sâliha bir hâtun idi. Fakat onun hakkında kötü şeyler söylüyorlardı. Ben zâlimlerden olmak istemiyorum, istiyorum ki sâlihlerden olayım” dedi.”
“Şüphesiz ki, Allahü teâlâ bedenlerden önce rûhları yaratmıştır.”
“Siz Allahü teâlâyı hakkıyla tanımış olsaydınız, su üzerinde gezerdiniz ve duânız sayesinde dağlar yerinden oynardı.”
“Allahü teâlâ için, tövbe eden gençten daha çok sevimli olan hiçbir şey yoktur.”
“Günahına tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.”
Eshâb-ı Kirâm birgün Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) “Yâ Resûlallah! Bize geçmiş ümmetlerin acâib ve harikulade hâllerini anlat” demişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şu hâdiseyi anlattılar “Sizden önceki ümmetlerin içinde üç kişilik bir grup vardı. Bir yere giderlerken gece olunca, geceyi geçirmek için bir mağaraya girdiler ve orada gecelediler. Gece yarısı dağdan kopan bir taş parçası, gelip mağaranın ağzını kapadı. Onlar hayrete düşerek, birbirlerine şöyle dediler; “Riyasız olarak sırf Allahü teâlânın rızâsı için, daha evvel yaptığımız işler bize şefaatçi olur ve onlardan başka hiçbir şey bizi kurtaramaz.” Bunun üzerine içlerinden biri: “Benim annem ve babam ve bir keçim vardı. Bu keçiden başka dünyâ malım yoktu. Bunun sütünü sağar, anneme-babama verirdim. Her gün dağdan getirip sattığım odunların parası ile onların ve benim ihtiyâçlarımızı karşılardım. Birgece eve geç gelmiştim. Keçinin sütünü sağdım, içine ekmek doğrayarak yemekleri hazırladım. Fakat baktım ki annem-babam uyumuşlardı. Tabak elimde kaldı; Sabaha kadar ayakta ve tabak elimde onların uyanmalarını bekledim. Sabah olunca uyandılar ve yemeklerini yediler” dedi. Sonra “Yâ ilâhî! Şayet ben bu husûsta doğru söylüyorsam ve bunda samîmi isem imdâdımıza yetiş!” diye niyazda bulundu. O anda kaya biraz kımıldadı ve bir yarık meydana geldi.
İkinci zât: “Amcamın güzel bir kızı vardı. Gönlüm sürekli olarak onunla meşgûl oluyordu. Onunla beraber olmak istiyordum. Fakat beraber olamıyordum. Birgün yalnız başımıza kalmak için ona bin dinar gönderdim. Beraber olduğumuz anda, kalbimde Allahü teâlâdan korkma hissi peydah oldu. Altınları verdiğimi unutarak elimi ondan çektim” dedi. Sonra “Yâ Rabbî! Şayet ben bu husûsta doğru söylüyorsam ve bunu ihlâs ile yaptıysam, bize bir çıkış yolu sağla”diye duâ etti. O anda kaya biraz daha kımıldadı ve yarık genişledi. Fakat bir insan geçemezdi.
Üçüncü kişi ise; “Yanımda birçok işçi çalışıyordu. Hepsinin ücretlerini ödemiştim. Fakat birisi gelmediği için parasını veremedim. Onunla bir koyun satın aldım. Bir koyun, bir sene sonra iki oldu. Her sene koyunların sayısı arttı. O kişinin malı muazzam bir şekilde artmıştı. O kimse birgün çıkıp geldi. Ben falanım dedi ve parasını istedi. Senin malın şunlardır: dedim. Sürüyü ona verdim. Adam alıp gitti.” dedi. Sonra da “Yâ Rabbî! Eğer ben bu sözde sâdık ve samîmi isem, bize kurtuluş yolu aç” diye niyazda bulundu. Bunun üzerine kaya yerinden biraz daha oynadı ve yarık genişledi. Bu üç kimse oradan çıktılar. İşte bu hâl harikulade bir olaydır.”
“Kadın, ya malı için veya güzelliği için yahûd dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için olan, malına kavuşamaz. Yalnız cemâl için alan, cemâlinden mahrûm kalır.”
Eserleri: 1- Keşf-ül-mahcûb: Hucvîrî’nin en önemli eseri Keşf-ül-mahcûb’dur. Farsça yazılan ilk tasavvuf eserlerinden biri ve şüphesiz en önemlisidir. Keşf-ül-mahcûb tasavvufun nazari ve amelî esasları hakkında yazılan ilk eserdir. Bu eser hakkında Molla Câmi’ hazretleri Nefehât-ül-üns kitabında; “Ali bin Osman Hucvîrî’nin Keşf-ül-mahcûb’u tasavvuf ilmi konusunda yazılmış meşhûr ve kıymetli eserlerdendir” demektedir. Dara Şikûh, Sefînet-ül-evliyâ adlı eserinde ise, “Keşf-ül-mahcûb meşhûr bir eserdir. Hiçbir kimse ona i’tirâz edemez. Fars dili ile tasavvuf sahasında onun gibi değerli bir eser yazılmamıştır” demektedir.
Ali Hucvîrî’nin kendisi ise, bir vatandaşın, tasavvuf yolunun esasları, sûfîlere âit söz, muâmele ve makamların açıklanması hakkında soru sorması üzerine bu eserini yazdığını belirtmektedir. Ali Hucvîrî bu eserini 435 (m. 1044) yılında Lâhor’da yazmaya başlamış, 442 yılına kadar ancak eserin yarısını tamamlayabilmiştir.
Bu eser, mukaddime ile iki kısımdan meydana gelmiştir. Mukaddime kısmı, sekiz fasıl ihtivâ etmektedir. Birinci kısım ondört babtır. Bâbların büyük bir kısmı tek fasıldan meydana gelmiştir. Fakat birinci bâb dört, ikinci, üçüncü, dördüncü ve altıncı bâblar ikişer fasıl ihtivâ etmektedir. İkinci kısım onbir bölümdür, ikinci, üçüncü, yedinci, sekizinci bölümde bir, birinci, dördüncü bölümde iki, beşinci bolümde dört, altıncı bölümde altı, on ve onbirinci bölümde on bâb vardır.
Keşf-ül-mahcûb yedi kısma ayrılmıştır. Her kısmın çok güzel bir tertîb ve son derece mükemmel bir tanzim şekli vardır. Birinci kısım; fakirlik, tasavvuf, safvet gibi tasavvufun usûlünü ve esaslarını, ikinci kısım; hırka giymek ve melâmet gibi tasavvufun mes’elelerini, üçüncü kısım; sûfilerin hâl tercümelerini, dördüncü kısım; tasavvufî fırkaları hareketleri ve cereyanları, beşinci kısım; ma’rifetullah, tevhîd ve îmân gibi dini, tasavvufî inançları, altıncı kısım; abdest, namaz, zekât, oruç ve hac gibi ibâdetleri, son kısım ise; sûfilerin âdâb ve erkânını ihtivâ eder. Bu bölümlerde anlatılan konuların bâ’zılarını Ali Hucvîrî şöyle açıklamaktadır.
İlmin fazileti: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: “İlim tahsil etmek, bütün mü’minlerin üzerine farzdır.” “İlim Çin’de olsa bile gidip,alın.” Bir müslümana amelinin sahih olmasını sağlayacak kadar her ilimden tahsil görmesi farzdır. Meselâ, vakitleri bilmek ve ona göre ibâdet etmek için astronomi, miras taksimi yapabilmek için matematik bilgisine sâhib olmak gerekmektedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde de faydasız ilimleri öğrenenleri, meâlen şu âyet-i kerîme ile zemmetmiştir“Onlar kendilerini zarara sokacak ve hiçbir fayda vermiyecek şeyleri öğreniyorlar” (Bekâra-102).
İlimsiz amel, amelsiz ilim olmaz. Kul bilmelidir ki, az ilimle birçok ameli yapabilir, İlmin amelle beraber bulunması lâzımdır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte;“Fıkıh bilmeden ibâdeteden, değirmen taşını döndüren merkeb gibidir” buyurmuştur. Fıkıh öğrenmeyi gaye edinmeden ibâdet etmeyi, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) değirmen taşını döndüren merkebe benzetmiştir. Zira bu işi yapan hayvan, durmadan aynı yerde dolanır. Hiç ilerleme kaydetmez. Fıkıh bilgisi edinmeden yapılan ibâdetin kula hiçbir faydası yoktur.
İnsan bildiğiyle amel etmeli ki, onun bereketiyle bilmediklerini öğrensin, İbrâhim bin Edhem hazretleri; “Yolda giderken yerde bir taş, gördüm. Üzerinde, beni çevir ve oku, diye bir yazı vardı. Hemen taşı çevirdim, şöyle yazıyordu: Sen bildiğinle amel etmiyorsun, nasıl olur da bilmediğini öğrenmek istersin?” buyurmuştur.
İlim, Allahü teâlânın ilmi ve halkın ilmi olmak üzere iki kısımdır. Halkın ilmi, Allahü teâlânın ilmi yanında kaybolur gider. Zira ilim, Allahü teâlânın sıfatıdır. O’nun sıfatlarının sonu yoktur, ilmin en iyi tanımı şudur “İlim; akıl sahibi bir varlığı âlim yapan bir sıfattır.”
Allahü teâlânın ilmi: Allahü teâlâ var olan ve yok olan şeyleri ilmi ile bilir. Kul, ilimde O’na ortak olamaz. Allahü teâlâ Haşr suresindeki yirmiikinci âyet-i kerîmede meâlen;“O öyle Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yok... Gizliyi de bilir, aşikârı da bilir” buyurmaktadır. Bu âyet-i kerîme Allahü teâlânın ilim sıfatının naklen delîlidir.
Kulun ilmi: insanın ilmi, Allahü teâlâyı tanıma ve O’nun ile ilgili olması lâzımdır. Yeri geldiği zaman zâhirî ve bâtınî amellerle ilgili ilmi öğrenmek kul üzerine farzdır. Hakîkat ilminin üç esâsı vardır. Bunlar ise şunlardır: “İlki; Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmak, O’nu her türlü eksik sıfatlardan münezzeh bilmektir. İkincisi; Allahü teâlânın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmektir. Sonuncusu ise; Allahü teâlânın fiillerini ve bu fiillerin hikmetini kavramaktır.” Fıkıh ilmininde üç esası vardır. İlk esası; Kur’ân-ı kerîmdir, ikincisi; sünnettir. Çünkü Allahü teâlâ Haşr sûresi yedinci âyet-i kerîmesinde meâlen; “Peygamber size ne verdi ise onu alın ve emirlerini tutun. Size neyi yasak etti ise onu da yapmayın” buyurmaktadır. Sünnet, kavl-i Resûl (Hadîs-i şerîf), fi’l-i Resûl (Peygamber efendimizin yaptığı işler), takrir-i Resûl’dür (Bir konu hakkında görüp de sükût etmesidir). Üçüncüsü; İcmâ’-i ümmettir. Ya’nî aynı asırda bulunan müctehidlerin, meselâ Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) veya dört mezheb imamlarının bir konuda söz birliği yapmasıdır.
Rızânın hakîkati: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Bugün, doğru söyliyenlerin sadakatleri kendilerine fayda vereceği bir gündür. Onlara, ağaçları altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada devamlı olarak kalıcıdırlar. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da Allahtan râzı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluş!” (Mâide-119) buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) ise bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın, Rabbi ve sahibi olduğuna râzı olan, îmânın tadını tatmıştır” buyurmaktadır.
Rızâ; Allahü teâlânın kulundan râzı olması, kulun Hak teâlâdan râzı olması şeklinde iki çeşittir. Allahü teâlânın rızâsının hakîkati; kuluna sevâb, ni’met, kerâmet ve ikram irâde etmesidir. Allahü teâlânın rızâsı, O’nun irâdesidir. Kulun rızâsı ise, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmesi ve hükümlerine boyun eğmesidir.
Allahü teâlâdan, vermiş olduğu dünyalıklardan, ya’nî mal, mülk ile râzı olan helâka ve hüsrana uğrar. Rızâsı baştan sona kadar ateş olur. Ve sonunda Cehenneme gider. Çünkü dünyânın O’nun yanında hiç kıymeti yoktur. Allahü teâlâdan dostluğu ve safâsı ile râzı olanlar, O’na âşık olanlardır. Bunların kalbleri, Allahü teâlâdan başka birşeyi düşünmez, Kalbleri halktan kopmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; Bir kimse Allahü teâlâya ve kazasına râzı olmazsa, yaptığı ibâdetin ve amelin ona bir faydası yoktur” buyurmuştur.
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya, “Allahım bana öyle bir amel göster ki, onu yaptığım sürede, sen benden râzı olasın” diye duâ etti. Allahü teâlâ “Yâ Mûsâ, senin buna gücün yetmez” buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm) bunun üzerine secdeye kapanarak yalvarmaya başladı. O anda Allahü teâlâdan Hazreti Mûsâ’ya şöyle vahiy geldi: “Yâ Mûsâ! Benim senden râzı olmam, senin, benim hükmüme ve kazama râzı olmandadır.”
Rızâ ile alâkalı olarak anlatılan şu menkıbe çok meşhûrdur “Evliyâdan bir zât Dicle nehrine düşmüştü. O zât yüzme de bilmiyordu. Bir kişi ona, “İstersen seni kurtaralım” dedi. O zât “Olmaz” deyince, soru soran kişi “Batmak ve boğulmak mı istiyorsun?” dedi. O zât “Hayır” cevâbını verince, ona, “O halde ne istiyorsun?” diye sordu Velî zat, “Hak teâlânın benim için istediğini istiyorum” dedi.
Nefsin hakîkatı ve hevânın ma’nası: Nefs, lügatte birşeyin varlığı, hakîkati, zâtı ve kendisi ma’nâsına gelir. Sûfîlere göre nefs, kötülüğün kaynağı ve temelidir. Nasıl ki âlemde Cennet-Cehennem, şeytan-melek var ve biz bunları gözlerimizle göremiyorsak, nefs ve rûh da vardır. Her ikisi de bedene tevdi edilmiştir. Fakat birisi şer yeri, biri hayır mahallidir. Nefse muhalefet etmek, yapılan bütün ibâdetlerin başıdır. Kul nefse muhalefet etmekle, Hak teâlâya giden yola kavuşur. Çünkü kul nefsinin esîri olmuşsa, helak olmuş demektir. Allahü teâlâ nefse muhalefet etmeği emretmiş ve Kur’ân-ı kerîmin Nâziât sûresi 40. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Her kim Rabbinin makâmından korkmuş ve nefsini şehvetten alıkoymuşsa, muhakkak onun varacağı yer Cennettir” buyurmuştur.
Kâmil bir insan üç unsurdan meydana gelir: İlki rûh, ikincisi nefs, üçüncüsü bedendir. Bunların her birinin ayrı ayrı sıfatları vardır. Rûhun sıfatı akıl, nefsin sıfatı hevâ, bedenin sıfatı ise histir. Müslümanın rûhu, onu Cennete da’vet eder. Zira Cennetin dünyâdaki misâli rûhtur. Nefs ise müslümanı Cehenneme da’vet eder. Çünkü Cehennemin dünyâdaki misâli nefstir. Rûhun idârecisi ve tedbir alıcısı vardır ki, o da akıldır. Nefsin sevk ve idârecisi vardır ki, o da hevâdır. Doğru yolda bulunmak isteyenler, dâima nefslerine muhalefet etmelidirler. Zira nefse muhalefet, insanın rûhunu ve aklını destekler. Bâyezid-i Bistâmi hazretleri “Nefs, kötü olandan başka bir şeyle sükûn bulmayan bir varlıktır” buyurmuştur.
Nefsinin sıfatı olan hevâ, onu sevk ve idâre eden arzusudur. Nasıl akıl bulunmayan rûh eksikse, hevâ bulunmayan nefs de eksiktir. Kula, akıldan ve hevâdan gelen iki da’vet vardır. Aklın da’vetine uyan imâna ve tevhîde kavuşur. Hevânın da’vetine uyan ise dalâlete ve küfre düşer. Hevâ iki kısımdır: Biri; lezzet ve şehvet hevâsı, diğeri; halk arasında i’tibâr ve mevki’ sahibi olma hevâsıdır. Nefsin en açık sıfatı şehvettir. Şehvet, insanoğlunun bütün a’zâlarına yayılmıştır. Kul, bütün a’zâlarını şehvetten korumalıdır. Gözün şehveti görmek, kulağın işitmek, burnun koklamak, dilin konuşmak, bedeninki dokunmak ve ellemek, dimağınki düşünmektir. Kulun kendi kendinin çobanı ve nefsine hâkim olması, gecesini gündüzünü, duyu organlarında peydah olan hevâ sebeblerini kendisinden yok edene kadar harcaması lâzımdır.
Îmân babı:Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen;“Ey îmân edenler! Allaha, O’nun peygamberlerine ve Peygamberine indirdiği Kur’ân-ı kerîme, gerek daha evvel, indirdiği kitaplara îmân edin”(Nisâ-136) buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte“Îmân; Allaha, meleklere, kitaplara, Pegamberlere ve âhıret gününe inanmaktır” buyurmuştur. İmân tarifini, bütün İslâm âlimleri şöyle yapmışlardır: îmân; kalb ile tasdik, dil ile ikrârdır. Îmân, Hak teâlânın hidâyetine kavuşmuş olan kulun fiilidir. Allahü teâlâ’nın dalâlette bıraktığı bir kimse, doğru yola ulaşamaz ve hidâyete eremez. Cenâb-ı Hakkın doğru yolu gösterdiği kimse, dalâlete düşmez. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen;“Allah kime doğru yolu gösterirse, îmâna muvaffak kılarsa, onun kalbini İslâm için açar, gönlünü genişletir. Kimi de sapıklıkda bırakmak isterse, onun da kalbini son derece daraltır, sıkar”(En’âm-125) buyurmaktadır Kalbin imânının alâmeti, tevhîd i’tikâdıdır. Gözün imânı, men edilen şeylerden gözü korumaktır. Kulağın imânı, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmi dinlemektir. Dilin imânı, doğru sözdür. Hülâsa hakiki ma’nâdaki imân, kulun bütün varlığı ile Allahü teâlâyı talebte çok gayretli olmasıdır.
Taharet ve abdest babı: imândan sonra, kulun üzerine farz olan ilk şey, namazı kılmak için abdest almaktır. Bu, bedenin necâsetten ve cünüblükten temizlenmesidir. Temizlik iki çeşittir. Biri bedenî temizlik, diğeri ise kalb temizliğidir. Beden temiz olmadan namaz sahih olmayacağı gibi, kalb temiz olmadan ma’rifet sahih olmaz. Beden temizliği ya’nî namaz abdesti ve gusül abdesti için mutlak su lâzımdır. Ya’nî mutlak su; hem temizdir, hem de temizleyicidir. Karışık, kirli ve kullanılmış su ile temizlik yapmak caiz değildir. Kalb temizliği için ise, hâlis ve saf bir tevhîd lâzımdır. Beden temizliği yapılırken, kalb temizliğine de dikkat etmelidir. Ya’nî abdest alırken el yıkandığında, kalbin de dünyâ sevgisinden uzaklaştırılmasına gayret etmelidir.
Namaz babı:Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen;“Dosdoğru namaz kılın ve zekât verin”(Bekâra-43) buyurulmaktadır. Namaz, cenâb-ı Haktan gelmiş bir emirdir. Namaza başlamadan evvel, namazın ba’zı şartları vardır. Bu şartların ilki, bedeni necâsetten, kalbi arzulardan temizlemektir, ikincisi, elbiseyi necâsetten temizlemek ve bu elbiseyi helâl yoldan sağlamaktır. Üçüncüsü, abdest almaktır. Dördüncüsü, kıbleye karşı yönelmektir. Beşincisi, namaz vaktinin girmesidir. Altıncısı, niyetin hâlis olmasıdır. Yedincisi, namaza girmek için tekbir getirmektir.
Hâtim-i Esam’a birisi, “Nasıl namaz kılarsın?” diye sordu. O da şöyle buyurdu: “Namaz vakti gelince temiz bir kalb ile niyet ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı yıkar, kalbden de tövbe ederim. Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm-ı gözümün önüne getirir, Makam-ı İbrâhim’i iki kaş arasında tutar. Cenneti sağımda, Cehennemi solumda, sıratı ayaklarımın altında, can alıcı meleği arkamda düşünür, kalbimi Allahü teâlâya ısmarlar, sonra ta’zîmle “Allahü ekber” der, hürmetle kıyâm, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû’, tazarrû ile (kendimi alçaltarak) secde, hilim ile cülus (tehıyyattaki oturuş), şükürle selâmı yerine getiririm. Benim namazım böyledir.”
Namaz öyle bir ibâdettir ki, talibleri baştan sona kadar Hak teâlânın yolunu onda bulurlar. Abdest, kul için tövbe yeridir.
Zekât babı: İslâmın şartlarından biri de üzerine zekât vermek farz olan kimsenin zekât vermesidir. İkiyüz dirhem gümüşe mâlik olan kimsenin beş dirhemini, zekât vermesi ona farz olur. Kul nisâb miktarı paraya veya mala mâlik olduktan sonra üzerinden bir sene geçmesi lâzımdır. Beş devesi olan, bir koyun zekât verir. (96 gr. altın veya bu değerde mala veya paraya mâlik olan kimse, nisaba mâlik olur. Nisaba mâlik olduktan bir sene sonra zekât vermesi farz olur.)
Edebin fazileti; Edeb birkaç kısımdır. Birinci kısım; tenhâda, yalnız iken Allahü teâlâya karşı olan edeb. Bir kimsenin yalnız iken, kendisini hürmetsizlik, edebsizlik olan şeylerden korumasıdır. Böyle bir kimsenin tenhâda yalnız iken olan ameli, hareketi, padişahların önünde iken yaptığı hareketler gibi olur. Bir defa Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bağdaş kurup oturmuştu. Bu sırada Cebrâil (aleyhisselâm) gelerek “Yâ Muhammed! Kulun oturuşu gibi otur” (Allahü teâlânın huzûrunda, bir kölenin efendisi karşısında oturduğu gibi, bir kul olarak otur) dedi. Horasan diyarının uç noktasında, Kümend denilen yerde, Edib Kümendî isminde, edeb, fazilet sahibi bir zât vardı. Bu zât, yirmi yıl (namazdaki oturmalar hariç) hiç oturmamıştı. Bu hâlinin sebebi kendisine sorulunca, “Ben, henüz Allahü teâlânın huzûrunda oturma derecesine çıkamadım” derdi. Bâyezîd-i Bistâmi hazretlerine, “Bu yüksek derecelere ne ile kavuştunuz?” diye sorulunca, “Tenhâda bile, edebe riâyet etmekle” buyurdu. Kullara lâyık olan, Allahü teâlânın huzûrunda edebe riâyet etmektir. Zeliha da Hazreti Yûsuf’u tenhâda yakalayıp, arzusuna kavuşmak isteyince, önce daha evvel kendisine ibâdet ettiği putun üzerini bir örtü ile örttü. Hazreti Yûsuf, “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Zeliha “Beni uygunsuz bir vaziyette görmesin diye yüzünü örtüyorum. Aksi hâlde, edebin şartına, hükmüne riâyet etmemiş olurum” dedi. Hazreti Yûsuf, “Sen, görmeyen, işitmeyen bir puta karşı saygısızlık etmekten haya ediyorsun da, ben, herşeyi bilen, işiten ve gören Rabbime karşı saygısızlık, hürmetsizlik yapmaktan haya etmez miyim?” buyurdu. Bu inanç ve edeblerinden dolayı, Yûsuf (aleyhisselâm) babası Ya’kûb’a (aleyhisselâm) kavuştu. Allahü teâlâ, Zeliha’nın gençliğini iade etti ve ona İslâmiyeti ve Hazreti Yûsuf’un zevcesi olmayı nasîb etti. Fakat bu sefer, Zeliha Hazreti Yûsuf’dan kaçar oldu. Yûsuf (aleyhisselâm), “Yoksa bana olan muhabbetini gönlünden sildin mi? Niçin benden kaçıp durmaktasın?” deyince, Zeliha dedi ki: “Hayır vallahi, sevgim, daha da arttı. Fakat ben, daha önce ma’bûd olarak tanıdığım ve kendisine ibâdet ettiğim putun karşısında edebli olmaya her zaman riâyet ettim. Seninle bir arada kaldığımız zamanda, benim ma’bûdum bir put idi ve ben ona saygısızlık etmemek için (gören gözü, işiten kulağı olmadığı hâlde), onun üzerini örtmüştüm. Şimdi ise, benim, herhangi bir âlete ve göze ihtiyâcı olmadan, en gizli şeyleri dahi gören, bilen, işiten bir Rabbim var. O’na karşı edebe riayetsiz bir hâlde bulunmaktan çekiniyorum” dedi.
Resûlullah da ( aleyhisselâm ) mi’râca gittiğinde edebe riâyet edip, her iki cihâna da bakmamıştı Bu edebi, âyet-i kerîmede meâlen:“Gözü meyletmedi ve aşmadı”(Necm-17) diye medholunmuştur.
“Edebin diğer kısmı ise; insanlara karşı olan edebdir ki, insanlar ile sohbet etmenin, onlar ile beraber olmanın ve güzel geçinmenin esaslarıdır, insanlarla olan münâsebetlerde ve bütün hâllerde, sünnet-i seniyyeye uymak demektir. Bu üç kısım âdabın, ayrı ayrı tarif ve izâhları yapılmış ise de, aslında bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.”
İ’sâr’ın hakîkati: Yolculukta bir arkadaşın, diğer arkadaşının hakkına riâyet etmesi, ya’nî yolculuk sırasında payından vazgeçmesi, onun rahat etmesi için meşakkati kendisinin göğüslemesidir. İ’sâr ile ilgili şöyle bir hikâye anlatılmaktadır “Tasavvuf yolunda bulunanlardan on kişi, bir çölde yolculuğa çıkmışlardı. Yollarını kaybettiler. Susuzluktan damakları kurumuştu. Yanlarında ise sâdece bir içimlik su kalmıştı. Bu bir içimlik suyu eline alan, arkadaşlarına olan muhabbet ve merhametinin çokluğu sebebiyle, yanındakilerine veriyor, kendisi tahammül ediyordu ve su böylece elden ele dolaşıyordu. Bu şekilde devam ederken, o arkadaşlardan dokuzu susuzluktan öldü ve Sonuncu kalan suyu içip yoluna devam etti: Bu hâdiseyi anlatınca, birisi kendisine, “Sen de içmeseydin daha iyi olurdu” dedi. O ise “Ben İslâmiyetin emrini böyle öğrendim. Kalan suyu içmeseydim, intihar edip, kendimi öldürmüş olurdum. Bunun için de mes’ûl olurdum” dedi. Diğer kimse, “O hâlde, o dokuz kişi intihar etmiş olmadılar mı?” dedi. “Hayır. Onların her biri, suyu diğerinin içmesi için fedâkârlıkta bulundu. Onların bu hâlleri İslâmiyete muhalif değildi. Onların hepsi vefât ettikten sonra yalnız ben kaldığım için suyu içmen lâzım oldu” dedi.”
“Benî İsrâil zamanında, kırk yıl yalnız ibâdetle meşgûl olan âbid bir zât vardı. Birgün “Yâ Rabbî! Eğer şu dağları yaratmamış olsaydın (yeryüzü düz olur) insanların seyahat edip yol yürümeleri kolay olurdu” dedi. Bunun üzerine, o zamanın Peygamberine Allahü teâlâ vahiy gönderip buyurdu ki: “O âbide şöyle söyle: “Benim mülkümde senin tasarrufta bulunman, mülküm hakkında konuşman senin ne haddîne. Sen böyle niyaz etmekle benim mülkümü kullanmağa kalkmış oluyorsun. Bunun için seni Saîdler (Cennetlikler) defterinden silip, şakilerin (Cehennemliklerin) defterine yazdık.” O Peygamber (aleyhisselâm) gelip, kendisine gelen vahyi, âbide bildirdi. Âbid bunları duyunca çok neş’elendi ve şükür secdesine vardı. O Peygamber (aleyhisselâm), “Cehennemlik olduğunu öğrenmek, şükür secdesini icâb etmez ki” buyurdu. Âbid, “Ey Allahın Nebisi Ben Cehennemlik olduğuma şükrediyorum. Senden bir hacetim var. Benim için Allahü teâlâdan şöyle iste: O beni Cehenneme göndersin. Cismimi de o kadar büyültsün ki, İmânı olan, ama günahları sebebiyle Cehenneme gidecek olanların, Cehennemdeki yerlerini ben kaplıyayım. Böylece onlar da Cennete gitsinler.” Bunun üzerine Allahü teâlâ, o Peygambere vahiy gönderip buyurdu ki: “O âbide şöyle, bu senin için bir imtihan idi. Sen ve kıyâmet günü şefaat edeceğin kimseler Cennette olsun.”
Ali Hucvîrî hazretlerinin yazmış olduğu diğer eserleri şunlardır: 1. Kitâb fî şerh-i kelâm-il-Hallâc: Hallâc-ı Mensûr ile ilgili bir eserdir. Hucvîrî bu eseri gençlik yıllarında Hallâc-ı Mensûr’a bağlı olduğundan, onunla ilgili olarak yazmıştır. 2. Kitâb-ül-beyân li ehl-il-iyân: Tasavvufla ilgilenmeye başladığı ilk yıllarda yazdığı bu eserde, Tasavvufî konuları şerhetmiştir. 3. Kitâb-ül-fenâ vel-bekâ, 4. Kitâbu bahr-il-kulûb, 5. Esâr-ül-hırak vel-mülevvenât, 6. Kitâb-ül-Îmân, 7. Er-Riâye bi hukûkillahi teâlâ 8. Sevâkıb-ül-ahbar, 9. Keşf-ül-esrâr, 10. Minhâd-üd-dîn 11. Divân. Son iki eseri, Hucvîrî daha hayatta iken kaybolmuştur.
Ali Hucvîrî Keşf-ül-mahcûb’da buyuruyor ki: Mu’tezile denilen bozuk bir mezhebin büyük bir hızla yayılması üzerine Hasen-i Basrî, Hazreti Hasen’e ( radıyallahü anh ) şu mektûbu yazdı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Ey Allah Resûlünün evlâdı ve göz bebeği Allahın selâmı, rahmeti ve bereketi, senin üzerine olsun. Siz Hâşimoğulları topluluğu, fırtınalı denizde akıp giden gemi, karanlıktan aydınlatan kandiller ve hidâyet alâmetleri gibisiniz. Kendilerine tâbi olanların kurtuldukları yolu gösteren önderlersiniz. Tıpkı Nûh’un dolu gemisi gibi ki, mü’minler ona başvurur, dine sıkı sıkıya sarılanlar orada kurtuluşu bulur. Ey Resûlullahın ( aleyhisselâm ) evlâdı. Kader hakkında senin sözün ve reyini bildir. Bildiğinizi, Allahın öğretmesi ile biliyorsunuz. O sizin üzerinize şâhiddir. Siz de hak üzerinde Allahın şahitlerisiniz, vesselâm.”
Bu mektûp Hazreti Hasen’e ( radıyallahü anh ) ulaşınca şu cevâbı yazdı:
“Bismillâhirrahmânirrahim. Senin hayretini ve bizim ümmetimizden olduğunu ileri sürdüğün kimselerin hayretini haber veren mektûbun bana geldi Benim reyim şudur- Kadere, hayrın ve şerrin Allahtan olduğuna inanmıyan kâfir olur. Bir kimse, işlediği kendi günahlarının sebebi olarak Allahü teâlâyı gösterirse günaha girer. Allahü teâlâya zorla itaat edilmez. Allahü teâlâya gâlib gelecek şekilde de âsi olunamaz. O, kullarının sahip oldukları herşeye gâlib ve mâliktir, insan ise kudretinin gâlib olduğu şeylere kadirdir, insanlar emre uyacak olsalar, Allahü teâlâ buna engel olmaz, taât ile onların arasına girmez. Şayet insanlar günah işleyecek olsalar, Allahü teâlâ da onlara lütufta bulunmak istediği için, onlarla günah arasına girebilir ve günah işlemelerine mâni olabilir. Eğer bunu yapmazsa, insanları zorla günaha sevketmiş ve zorla bu günahı onlara yaptırmış olmaz. Kullarına hak ve bâtılı tanıtması, bu husûsta onlara kudret vermesi, kendisine da’vet ettiği şeyi yapmaları için yol göstermesi ve yasak kıldığı şeyleri terketmeleri için imkân vermesi, bunun en açık delîlidir. En mükemmel delil, Allahü teâlânın delîlidir, vesselâm.”
Ali Hucvîrî hazretleri buyurdu ki: “Evliyânın baş tâcı, Allahü teâlânın muhabbetiyle yananların önderi, herkesin kendisine tâbi olduğu şerefli Peygamber Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ), kendisine Peygamberliği bildirilmeden evvel, herkes tarafından; emîn, sözüne i’timâd edilir, büyük bir şahsiyet olarak tanınırdı. Kendisine Peygamberliği bildirilip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etmeye başlayınca, insanların çoğu kendisine inanmadı. Yüz çevirdiler Yalancı, sihirbaz, şâir, deli diyenler oldu. O’nu ve O’na tâbi olanları kınadılar, kötülediler. Onlara dil uzattılar. Daha da ileri gidip, eziyet ve işkence ederek onları korkutmaya, imânlarını yok etmeğe uğraştılar. Onlar ise, mallarını, canlarını feda edip, îmânlarından dönmediler. Başkalarının kınamaları, kötülemesi, sıkıntı vermeleri mü’minleri korkutmadı. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Mâide sûresi ellidördüncü âyet-i kerîmesinde mü’minlerden bahsederken meâlen; “Dil uzatanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allahü teâlânın ihsânıdır. Onu dilediği kimseye verir. Allahın ihsânı geniştir, herşeyi bilendir” buyuruyor. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyesi şöyledir ki; kendisine îmân eden, gönül veren kimseyi levm ettirir (kınattırır). Ama kınanan kimsenin kalbini de, dil uzatanın kınamasına aldanmaktan, böyle şeylerle meşgûl olmaktan da muhafaza eder. Bu, Allahü teâlânın bir gayreti ve ihsânıdır. O, bu gayreti ile dostlarını, başkalarını düşünüp onlarla meşgûl olmaktan korur. Kendi güzelliklerini göstermek sûretiyle, onu, kendini beğenme (ucb) âfetine düşmekten muhafaza eder. Ucb iki sebebten hâsıl olur. Birincisi; insanların nazarında i’tîbâr görmek ve onlar tarafından övülmeyi arzulamaktadır, ikincisi ise; hoşa giden hâl ve hareketlerden dolayı, başkaları onu medhederler. O da başkalarının bu medhine aldanarak kendini beğenir Şöyle ki, bir kimsenin hâl ve hareketleri halkın hoşuna gider. O kimse de, halkın hoşuna giden hal ve hareketlere sahibim der ve onların fazla teveccüh ve iltifâtlarına aldanıp, kendi kendine övünmeye, kendi kendini beğenmeye başlar. Allahü teâlâ, ihsân ederek dostlarını bu belâya yakalanmaktan korumuştur. Bunlar, hâlleri ne kadar güzel olursa olsun, kendilerini beğenmek bir yana, bütün hâllerini kusurlu ve noksan bilirler ve böylece hem ucb felâketine düşmezler, hem de her an dereceleri yükselir. Bu, Allahü teâlânın bir lütfudur. Bunlar, bütün hâllerinde, Allahü teâlânın râzı olduğu şekilde bulunurlar ve insanların övmelerinin veya yermelerinin kıymetsiz olduğunu bilirler. Bunlar, Allahü teâlânın evliyâsıdırlar.”
“Bil ki, açlığın şerefi büyüktür. Açlık, bütün büyük zâtlarca medhedilmiştir. Mi’desi boş olanın hafızası, tok olandan daha kuvvetli, aklı ve zekâsı daha düzgün ve bedeni daha sıhhatli olur. Nefsin arzularına muhalefet ederek, açlıkla nefslerini terbiye edip hazırlamış olanlar, boğazına, mi’desine düşkün olmazlar. Açlık, nefse boyun eğdirir, kalbin itaat etmesine, yumuşak olmasına sebep olur. Nefsânî arzu ve istekler açlık ile yok olup giderler.”
“Tasavvuf yolunda bulunan bir kimse için en büyük sıkıntı; dostlarından ve sevdiklerinden ayrı kalmak, ya’nî yalnızlıktır.”
Büyüklere hürmet ve sevgi için buyurdular ki:
“Evliyânın sohbetinde bulunanlar, herkese, hâllerine, derecelerine göre muâmele ederler. Büyükleri ve yaşlıları baba yerinde, akranı kardeş yerinde, küçükleri de evlâtları yerinde tutarlar. Yaşlı olanlara hürmetle, emsal ve akranına samimiyetle, kendinden küçüklere ise şefkatle muâmele ederler. Kimseye kin tutmazlar, kimseyi hased (çekememezlik) etmezler. Hiç kimseye nefret ve düşmanlık etmezler. Mümkün ise nasihat ederek fâideli olmaya çalışırlar. Kendini başkalarından daha üstün ve kıymetli görmezler. Kendinden daha yaşlı birini görünce, “Bu, dünyâya benden daha önce geldi. Benden daha çok ibâdet etmiştir” diye düşünürler. Kendinden daha genç birini görünce, “Bu, dünyâya benden sonra geldi. Günahı benden daha azdır” diye düşünürler. Dolayısıyla gençler yaşlılar da birbirlerinin sayesinde saadete kavuşurlar.”
“Gaflet içinde bulunan din adamları, dünyâyı gönüllerinin kıblesi hâline getirmiş, şeriatın kolay tarafını tercih etmiş, sultanlara köle olmuş, padişahların çevrelerini tavaf yeri edinmiş, zekâlarının hilelerine kanmış, kalblerini, sözlerindeki incelik ve lafzî güzellik ile meşgûl etmiş, araştırıcı âlimler ve üstâdlar hakkında kötüleyici konuşmuş ve din büyüklerini, söyledikleri fazladan lâflarla kahretme işi ile meşgûl olmuş kimselerdir. Bunlara iki cihanı verseler doymazlar.”
“Güzel ahlâk iki çeşittir. Birisi halka karşı, diğeri Allahü teâlâya karşı söz konusudur. Allahü teâlâya karşı güzel ahlâklı olmak ise, halkla beraber olmanın verdiği ağırlığa ve sıkıntıya, Allahü teâlâ için katlanmaktır.”
“Ucb denilen kendini beğenme hâlinin aslı iki şeydir: İlki, halk arasında makam ve i’tibâr sahibi olmak, onlar tarafından methedilmeyi arzulamaktır. Ya’nî bir kimsenin hareketleri ve yaptığı işler halkın hoşuna gider de, o kimse de halkın hoşuna giden hâl ve hareketlere sahibim diye düşünürse, kendini beğenme hâline düşer. Diğeri ise; bir kimsenin hareketleri, başka bir kimsenin hareketleri, başka bir kimsenin hoşuna gider, onun için o şahsı meth-ü sena ederse, öğülen şahıs kendini beğenme hâline düşer.”
“Melekler Allahü teâlâ hakkında zarurî olarak ma’rifet sahibidirler. Çünkü onların yaradılışında meşhûr olma duygusu, gönüllerinde hırs, âfet ve riya yoktur. Gıdaları tâattır. Meşrebleri emredileni yerine getirmektir. Halbuki Ademoğlunun hamuru şöhretle yoğrulmuştur, âsi olması muhtemeldir. Dünyâ zîneti kalbine te’sîr eder. Şeytan, onun şahsına öyle musallat olmuş ve ona karşı güç kazanmıştır ki, kan gibi damarlarında dolaşır.”
Endülüs’de bulunan İşbîliyye şehrinde yetişen İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Selâm bin Abdullah bin Selâm el-Bâhilî el-İşbîlî el-Endülüsî olup, künyesi Ebû Abdullah ve Ebü’l-Hasen’dir. Bâhilî ve Ebü’l-Hasen İşbîlî diye tanınmıştır.
Hayâtı hakkında kaynak eserlerde fazla malûmat bulunamıyan Bâhilî’nin doğum ve vefât târihleri de tesbit edilememiştir. 839 (m. 1435) senesinden sonra vefât ettiği bilinmektedir.
Bilhassa ahlâkî ve edebî ilimlerde âlim olan Bâhilî, “Ez-Zehâir vel-alâk fî edeb-in nüfûsi ve mekârim-il-ahlâk” isimli meşhûr eserin sahibidir. 839 (m. 1435) senesi Zilka’de ayında tamamladığı bu kitabından, ba’zı kısımlar özetlenerek aşağı yazılmıştır.
Gıybet: En zemmedilen (kötülenen) iş, en çirkin söz, en kötü bir huy, çetin azâba sebeb olan bir hâldir. Hasede, azgınlık ve taşkınlığa delâlet eder. Gıybet, nemîmenin (söz taşımanın) girdiği yere girer. Kin ve musibetin habercisidir. Allahü teâlâ gıybeti ölü eti yemekle beraber kıldı. Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin. Sizden biriniz, hiç ölü kardeşinin etini yemeyi ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi?) O hâlde (Gıybet etmekte) Allahtan korkun...” buyuruldu.
Resûlullah efendimize, gıybetin ne olduğu suâl edildiğinde buyurdu ki: “Kardeşin hakkında onun hoşlanmadığı şeyi söylemendir. Onun hakkında söylediğin bu söz doğru ise, gıybet etmiş olursun. Söylediğin söz yalan ise iftira etmiş olursun.”
Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Üç kimse vardır ki, onlar hakkında konuşmak gıybet olmaz. Zâlim idâreci, içki içen kimse ve yaptığı kötülüğü ilân eden kimse” buyuruldu.
Allahü teâlâdan haya etmeyen açıktan günah işleyen, yaptığı kötülükleri insanlardan gizlemiyen bir kimse, haya perdelerini yırtmıştır. Artık kendisine hüsn-i zan edilmek durumundan çıkmış, kötülük işlediği kesin bir hâl almıştır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Gıybetten çok sakın. O öyle kötü bir iştir ki, ona izin yoktur.”
Edîblerden birisi oğluna dedi ki: “Ey oğlum. Yalan olmasa bile gıybet etme! Doğru söylemiş olsan bile, konuşmanı kötü yapmış olursun. Eğer yalan konuşursan, birçok kötülüğü bir araya getirmiş olursun.”
Hikmet sahipleri demişlerdir ki: “Ekmeğini insanların etleriyle (Gıybet ederek) yiyen kimse, kendini ma’nevî kirlerden korumamış olur. Selef-i sâlihînden ba’zısı, abdesti bozulunca hemen abdest aldığı gibi, ağızından gıybet olan bir söz kaçırmış olsa, hemen abdestini tazelerdi. Yine onlardan ba’zıları oruçlu iken gıybet etmiş olsalar, o günkü oruçlarını kaza ederlerdi. Fıkhî bakımdan, gıybet yapılınca tekrar abdest almak veya orucu kaza etmek lâzım olmadığı hâlde, o büyükler, emirlere bağlılıktaki yükseklikleri, günahlardan son derece kaçınmaları ve gıybetin çirkinliği sebebiyle böyle yaparlardı.
Hazreti Âişe diyor ki: “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanında, bir kadının uzun olduğunu söyledim. “Ağzında olanı çıkar!” buyurdu. Tükürdüm. Ağzımdan et parçası çıktı.” Allahü teâlâ, sıfatları, özellikleri, cisim şeklinde göstermeye kâdirdir.
Nemime (koğuculuk): Rûhu hasta, tabiatı düşük kimselerin yaptığı nemime de, zemmedilen, kötülenen huylardandır. Haya perdelerini yırtmak, sırları yaymak isteyen bayağı tabiatli kimselerin nefsleri bundan zevk alır. O, korkunç bir hastalıktır. Kanların dökülmesine, hürmet edilen kaidelerin çiğnenmesine, malların elden gitmesine sebep olabilir.
Bir hadîs-i şerîfte; “Nemmâm (söz taşıyan) Cennete giremez” buyuruldu.
Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı Kirâma; “Size en kötülerinizi haber vereyim mi?” buyurdu. Onlar da; “Evet haber ver yâ Resûlallah” dediler. Bunun üzerine; “(Onlar) söz taşıyanlar, (böylece) dostlar arasını bozanlardır” buyurdu.
Başka hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Kıyâmet gününde Allahü teâlâ katında insanların en kötüsü, şuna bir söz, buna başka bir söz getiren iki yüzlü kimselerdir.”
Kâ’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Nemîmeden sakınınız. Çünkü nemime yapan kimse, kabir azâbından kurtulamaz.”
Yahyâ bin Eksem ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Nemmâm, sihir yapandan daha kötüdür. Çünkü sihir yapanın uzun zaman uğraşıp da yapamadığını, nemmâm bir anda yapar.”
Abdullah bin Sâlih Sa’î ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Yakınında bulunan kimseler, nemime yapan kimseyi sevmezler. Uzağında bulunan kimseler de ondan sakınır.”
Denilmiştir ki: “Nemmâm ile münâsebeti olan kimsenin gammı çok olur. Nemîmede insanları birbirlerine karşı tahrik etmek ve gıybet birlikte bulunur. Her nemmâm, aynı zamanda bir mugtâbdır (ya’nî gıybet edicidir).”
Mûsâ aleyhisselâm zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duâsına çıkılmışsa da, duâları kabûl edilmedi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: “İçinizde bir koğucu vardır. O aranızda bulunduğu müddetçe duânızı kabûl etmem.” Hazreti Mûsâ; “Yâ Rabbi! Onu bildir, aramızdan çıkaralım” diye arzedince, Allahü teâlâ; “Ey Mûsâ! Ben sizi koğuculuktan men ederken, kendim koğuculuk yapar mıyım?” buyurdu. Bunun üzerine herkes tövbe etti ve yağmur yağdı.
Akıllı ve dirayetli kimseye en çok lâzım olan şeylerden ba’zıları şunlardır: Nemmâmdan korunmak, onunla konuşmaktan sakınmak, onunla beraber olmamak, onun sohbetinden, ona yaklaşmaktan yüz çevirmek, hiçbir zaman ve hiçbir husûsta ona i’timâd etmemek.
Riya: Büyük günahların en büyüklerinden ve en çirkin huylardandır. Riyakâr kimse, dâima sevimsiz, i’tibârsız, utanılacak hâlde, kendisinden hoşlanılmayan ve her hayırdan uzak olan kimsedir. Riya, hayırlı amelleri yok eder. Bütün iyi hâlleri bozar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sizde bulunmasından en çok korktuğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riya demektir.”
Hazreti Ömer bir defasında, Hazreti Mu’âz bin Cebel’i ağlıyor görünce; “Ey Mu’âz! Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da; “Resûlullahın ( aleyhisselâm ); “Azıcık bir riya şirktir” buyurduğunu işitmiştim. (Ona yakalanmak korkusuyla) ağlıyorum.” buyurdu.
İmâm-ı Mücâhid hazretleri, Fâtır sûresi 10. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır. Bunların yaptıkları tuzak mahvolur gider” şeklinde haber verileri kimselerin, riyakâr kimseler olduğunu bildirmiştir.
Eshâb-ı Kirâmdan birisi, Peygamber efendimize; “Yâ Resûlallah! Kurtuluş hangi şeydedir?” diye suâl edince, buyurdu ki: “Kulun, insanların kendisini beğenmeleri düşüncesinden uzak olarak, Allahü teâlâya itâatta bulunmasıdır.”
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Riyâkârın dört alâmeti vardır. Yalnız iken tenbeldir. İnsanlarla beraber iken gayretlidir, övüldüğü zaman daha fazla çalışır. Zemmedildiği (kötülendiği) zaman çalışmasını azaltır.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “(Kendisinde) zerre miktarı riya olan ameli, Allahü teâlâ kabûl etmez.”
“Dünyâda riya ile ibâdet edene, kıyâmet günü; “Ey kötü insan! Bugün sana sevâb yoktur. Dünyâda, kimler için ibâdet ettin ise, sevâblarını onlardan iste” denir.”
Abdullah İbni Abbâs (r.anhümâ) buyurdu ki: “Riya öyle bir istihâne (küçümseme, hakîr görme) hâlidir ki, mürâî, riya ile Rabbini istihâne eder. Çünkü riya sahibi, yaptığı amel ile insanlar arasında makam ve mevki sahibi olmayı ve diğer insanlar arasında tercih edilmeyi ister. Bu arzu ile amel yapar. Böyle bir kimse, ameline Allahü teâlâdan başkasını ortak kılan kimse gibidir. Bu yüzden Allahü teâlâ, riyayı şirk ile beraber kıldı.
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Eğer bilinmeye, meşhûr olmaya gücün yettiği hâlde tanınmıyorsan bunu yap, buna devam et, bu çok iyidir. Şöhretin zemmedileni (kötüleneni); tanınmayı istemek, şöhrete kavuşabilmek için yollar aramak, sebeblere yapışmaktır. Fakat sen, zorlanmadan, istemeden, arzu etmediğin hâlde, Allahü teâlâ sana ihsân etmiş, seni tanıtmış ise, sen böylece meşhûr olmuş isen, bu şöhret kötülenmemiştir.”
Ucb (ibâdetini beğenmek): Allahü teâlâ, kendisinde ucb bulunan kimseyi sevmez. O kimse, Allahü teâlâ indinde hor ve hakîrdir. Kendisinde ucb bulunan kimse ne zaman yükselse, Allahü teâlâ onu alçaltır. Ucb, kalb hastalıklarının en kötülerinden olup, cehâlet alâmetidir. Taşkınlık ve azgınlığın kaynağıdır. İnsanda kibir meydana getirir. Kendisinde ucb bulunan kimse, sâdece kendisini faziletli görür. Öyle kötü bir huydur ki, birçok kimsenin felâketine sebep olmuştur. Allahü teâlâ ucbu yasakladı. Âlimler; “... Kendinizi temize çıkarmayın. O (Allahü teâlâ), kendinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir” (Necm-32) meâlindeki âyet-i kerîmede ucbun yasaklandığını bildirmişlerdir.
Resûlullah ( aleyhisselâm ), ucbu büyük günahlardan sayarak; “Günah işlemezseniz, daha büyük günâha yakalanmanızdan korkarım. O da ucbdur” buyurdu.
Hazreti Âişe’ye; “İnsan ne zaman isyankâr olur?” diye suâl edildiğinde; “Kendisini muhsin (iyilik edici, sevâb işleyici) zannettiği zaman” buyurdu.
Hakim zâtlardan biri buyurdu ki: “Sahibine hased ettirmeyen ni’met tevâzu, sahibine merhamet ettirmeyen belâ ve musibet de ucbudur.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, ucb da iyilikleri yer.”
“Tevâzu, kulun yüksekliğini arttırır. Öyleyse mütevâzi olunuz ki, Allahü teâlâ da sizi yükseltsin. Af, kulun izzetini arttırır, öyleyse affedici olunuz ki, Allahü teâlâ sizi azîz kılsın. Sadaka, malı çoğaltır, öyleyse sadaka veriniz ki, Allahü teâlâ sizi ganî (zengin) eylesin.”
Ba’zıları Hazreti Ebû Bekr’i medhettikleri zaman, O, Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: “Ey Allahım! Sen, beni benden daha iyi biliyorsun. Ben de kendimi, onlardan (beni medhedenlerden) daha iyi biliyorum. Allahım, beni, onların zannettiklerinden daha iyi eyle. Onların bilmediği hatâ ve kusurlarımı affeyle. Beni, onların söyledikleri ile muaheze eyleme. Ya’nî bana; “İnsanlar senin hakkında böyle güzel şeyler düşünüp seni medhettikleri hâlde, sen şu kabahatleri işledin” diyerek beni cezalandırma.”
Hikmet sahibi zâtlar buyurdular ki: “Üç şeyden uzak olan, üç şeye nail olur. Aç gözlülükten uzak olan, zenginliğe kavuşur. Cimrilikten uzak olan, şerefe kavuşur. Kibirden uzak olan, kerâmete kavuşur.”
Kendisini ve ibâdetlerini beğenen kimse, kendi kusur ve kabahatlerini göremez. Kendisini medhedenlerin yaltaklanma ve yalanlarından lezzet alır. Çünkü medh, ucb sebeplerinin kuvvetlilerinden ve kibir sebeblerinin şiddetlilerindendir.
Ucb sahibi, çirkin olan işlerini güzel, hatâlarını doğru görür. Bu da, kendisi için lâyık olmayan şeyleri lâyık görmesine sebep olur. Hiç lâyık olmadığı fazilet ve meziyetlere kendisini lâyık ve münâsip görmeye başlar ki, bu da onun kendi aklına göre hareket etmesine, meşvereti, istişâreyi terk etmesine sebep olur. Neticede, her zaman aldanır ve yanılır. Kendisinden daha iyi bilen ve basiret sahibi olana sormaktan sakınır. Kendisinden daha kuvvetli olandan yardım istemekten çekinir. Kendisini çok büyük ve yüksek, başkalarını ise çok küçük ve aşağı görür. İblîs’in ebedi mel’ûn olmasına sebep, böyle düşünmesi olmuştur. Nitekim İblîs, kendisini üstün görerek, Allahü teâlâya i’tirâz edip; “Ben Âdem’den daha üstünüm. Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın” dedi. Bu ise, sonsuz felâketine sebep oldu. İblîs’in işlediği günâhı (ucbu) işlemekten ve Allahü teâlâya isyan husûsunda İblîs ile yarış edenlerden Allahü teâlâya sığınırız.
Dinin emirlerine çok bağlı olup, akıl, takvâ ve yakîn sahipleri kemâl mertebesinde oldukları hâlde, kendilerini dâima hatalı ve kusurlu bilmişler, bozuk düşüncelerden uzak oldukları hâlde, dâima kendi düşüncelerini değersiz görmüşlerdir. Dâima meşverete müracaat etmişler, tevâzuyu yükseklik ve büyüklenmeyi aşağılık saymışlardır.
Hased: Hased; kıskanmak, çekememek, Allahü teâlânın ihsân ettiği ni’metin ondan ayrılmasını istemektir. Fâideli olmayan, zararlı olan birşeyin ondan ayrılmasını istemek hased olmaz, gayret olur. Hased, kötü huylardan, kalb hastalıklarındandır. İnsanda, kötülenmiş olan ba’zı hâllerin ortaya çıkmasına sebep olur ki, ba’zıları şöyledir: Hased eden kimse, sebepsiz yere hased ettiği kimseye kızar. Kabahati olmadığı hâlde ona kin besler. Doğru olan ortada ve apaçık bir şekilde bulunsa bile, onu inkâr eder. Nasihatten kaçar. Her türlü çirkin yola başvurur. Kendisi muhtaç olsa bile, hased ettiği kimsenin yanındaki şeylerden fâidelenmekten uzak kalır. Hasedinden dolayı, hased ettiği kimsenin ilminden ve faziletlerinden istifâde edemez. Hased ettiği kimse, kendisinden; mal, mülk, makam, ilim v.s. bakımlardan üstün bile olsa, ona tevâzu göstermez. Ona karşı dâima kibirlilik gösterir. Ona kötülükle muâmele eder. Ancak o ni’metin, hased ettiği kimseden gitmesi ile râzı ve rahat olur. Bundan zevk alır. Ne kadar şaşılır ki, başkasında bulunan ni’metin ondan gitmesini ni’met bilmektedir. Hasedci kimse, dâima gamlı ve kederlidir. Kimse tarafından sevilmez.
Fazilet sahipleri hiç kimseyi hased etmezler. Sâdece başkalarında bulunan ilim, edeb, hayır ve tâatlar husûsunda gıbta ederler. Yâ’nî o ni’metin bulunduğu kimseden gitmesini istemezler. Bununla beraber, o ni’metin, kendisinde de bulunmasını arzu eder, isterler. Gıbta, hased değildir. Gıbta eden kimse, hased gözüyle bakmaz. Kendisi için istediğini, diğer mü’min kardeşi için de ister. Hasedci ise böyle değildir. O, kendisinde bulunan bir ni’metin, başka birinde daha bulunmasına tahammül edemez.
Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Mü’min gıpta eder. Münâfık ise hased eder” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm, Arş-ı a’lâ altında bulunan bir kimse gördü. Bu kimsenin bu ni’mete nasıl kavuştuğunu merak edip, münâcaatında Allahü teâlâya suâl etti. Allahü teâlâ, o kimsenin, kavuştuğu ni’metlerden dolayı hiç kimseyi hased etmediğini, ana-babasına karşı gelmediğini, nemime (söz taşımak) için yürümediğini, bu hasletleri sebebiyle bu dereceye yükseldiğini bildirdi.
Hased öyle bir hastalıktır ki, hased eden kimsenin dînî yönden ve yakîn bakımından zayıflığını gösterir. Hasedci kimse, kederden kurtulamaz. Kanâat sahibi değildir. Kin, hile ve düşmanlık sahibidir.
Kendisi yüzünden Allahü teâlâya ilk isyan edilen günâh, haseddir. (Hazreti Âdem’in İblîs tarafından hased edilmesi.) İblîs, hasedi sebebi ile Allahü teâlânın emrine muhalefet etti. Sonra Hazreti Âdem’in oğlu Kabil, kardeşi Hâbil’i hased edip öldürdü. Kureyş’in ileri gelenlerinden birçoğunun, Resûlullah efendimizi inkâr etmelerinin sebebi, hased ve kibirleridir. Hased, hased edenin noksan olduğunu, hased edilenin ise kâmil olduğunu gösterir.
Hased, her düşmanlığın temeli, her belânın başı, her hatânın evveli, kınanacak olan her işin sebebi, her pişmanlığın getiricisidir. Neticesi taşkınlıktır. Kimde hased bulunursa, helak olur.
Sıla-i rahm: Sıla-i rahm, akrabayı, yakınlarını gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmektir. İyi bir haslettir. Câhiller arasında pek i’tibâr edilmese de, fazilet ehli arasında bu husûsa pek riâyet edilir.
Hazreti Mu’âviye, Hazreti Ömer bin Hattâb’a mürüvvetten suâl edince; “Allahü teâlâdan korkmak ve sıla-i rahm’dir” cevâbını verdi.
Akrabayı ziyâret etmek, kerem mertebelerinin en yükseklerindendir. Muhabbeti çoğaltır, iyi neticelerin meydana gelmesine vesile olur.
Sırrı gizlemek: Sırrı gizlemek, iyi kimselerin ahlâkındandır. Sırrı gizlemek, hür olarak yapılan işlerin zarardan en uzak olanıdır.
Muhalleb bin Ebî Sufre diyor ki: “Şerefli huyların en aşağısı, sırları gizlemek; en yükseği de, kendisine sır olarak söyleneni unutmaktır.”
Sırrı gizlemek, insanın kötülüklerden uzak kalmasını te’min eder. Sırrını herkese söylemek ise, pişmanlık meydana getirir.
Hikmet sahipleri; “Sırrını dirayetli bir kimseye veren zelîl olur. Sırrını câhil bir kimseye bırakan kaybeder. Kim de sırrı ile başbaşa kalırsa, ganîmete konar” demişlerdir.
Hazreti Ali buyurdu ki: “Sırrın senin esîrindir. Onu açıklarsan, sen onun esîri olmuş olursun.”
Güzel ahlâk: Bir hadîs-i şerîfte; “Kıyâmet gününde mîzâna konacak şeylerin ilki, güzel ahlâktır” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:
“Kul, güzel ahlâkı sebebi ile, gündüzleri oruç tutan, geceleri ibâdet edenlerin derecesine ulaşır.”
Büyüklerden birisi oğluna nasihatinde buyurdu ki: “Ey oğul! Güzel ahlâka sarıl. İnsanlarla münâsebetlerin iyi olsun. İnsanlara yumuşak ve nâzik muâmele eyle. Arkadaşından gelen sıkıntılara katlan. Ona eziyet vermekten sakın.”
Güzel ahlâk, sevgi meydana getirir. Kişinin rahata kavuşmasına, insanların da ondan emîn olmalarına sebep olur. Kötü ahlâk ise, sahibinin yorulmasına, insanların da kendisinden eziyet ve sıkıntı görmesine sebep olur.
Resûlullah efendimize birisi gelerek nasihat istedi. “Nerede olursan ol, Allahü teâlâdan kork!” buyurdu. Gelen o şahıs; “Biraz daha nasihat eyle” deyince; “Bir kötülük yaptığın zaman, peşinden iyilik yap” buyurdular.
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kul, çok ibâdet edenlerden olmasa bile, güzel ahlâkı sebebiyle Cennette en yüksek dereceye ulaşır. Yine kul, çok ibâdet edenlerden bile olsa, kötü ahlâkı sebebiyle Cehennemde en aşağı dereceye düşer.”
Zâhidlerden birisi buyurdu ki: “Güzel ahlâk, insanı iyi amellere ve Cennete götürür. Kötü ahlâk ise, kötü işlere ve Cehenneme götürür.”
Güzel ahlâk, sahibini tehlikelerden ve helak olmaktan korur. Kötü ahlâk ise, sahibini tehlikelerin içine atar.
Mürüvvet: Mürüvvet, başkalarına iyilik etmesini sevmek demektir. Büyüklerden birine, mürüvvetin ne olduğu suâl edildiğinde buyurdu ki: “Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınmak ve helâl olan bir işte meslek, san’at sahibi olmaktır.”
Şu hasletleri kendisinde toplayan kimse mürüvvet sahibidir 1) İnsanlardan değil, sâdece Allahü teâlâdan korkmak. Âl-i İmrân sûresi 173. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine; “Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladı. O hâlde onlardan korkun” (dediler) de, bu söz, onların îmânlarını arttırdı ve üstelik; “Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekîldir” dediler.” 2) Belâ ve musibetlere sabretmek. Kasas sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “İşte bunlara, sabırlarından dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. Bunlar, kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayra harcarlar.” 3) Ni’metlere şükretmek. 4) Allahü teâlânın emrini, kendi nefsinin arzusuna tercih etmek. 5) insanlara yardım etmek ve fâideli olmak.
Ahnef bin Kays’a ( radıyallahü anh ), mürüvvetin ne olduğu suâl edildiğinde cevaben buyurdu ki: “Güzel dostluk, doğru konuşmak, her yerde ve her ân Allahü teâlâyı hatırlamak.”
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İnsanlarla muâmelesi olan kimse, onlara zulmetmesin. Onlara birşey anlatan kimse, onlara yalan söylemesin. Onlara va’dde bulunan kimse, va’dinden dönmesin. Böyle olan kimse, mürüvveti kemâle eren, adâleti apaçık ortaya çıkan, (müslüman) kardeşleri tarafından sevilen kimselerden olur.”
Haya: Haya, ya’nî kötü iş yapınca utanmak üç kısımdır. Birincisi; haya mertebelerinin en yükseğidir ki, takvâ sahiplerinin ve Allahü teâlânın velî kullarının hayâsıdır. Bunlar, Allahü teâlâdan haya ederler. Bu haya, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylere taşmamak, O’nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınmaktır. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan hakkıyla haya ediniz.” “Bu nasıl olur Yâ Resûlallah?” dedikleri zaman; “Kim başını ve başında bulunanları, karnını ve karnında bulunanları korur, dünyâ hayâtının süsünü terkederse, ölümü ve ölümden sonra cesedinin çürüyeceğini çok hatırlarsa, Allahü teâlâdan hakkıyla haya etmiş olur.” buyurdu.
Hayanın ikinci kısmı; insanlardan haya etmek olup, bu da güzel ahlâktandır. Hattâ, dolaylı olarak bu da Allahü teâlâdan haya etmeye dâhildir denilebilir. Mürüvvet, bu kısım ile kemâl bulur. İnsanın iyiliği, başkalarına eziyetten sakınması, doğru söylemesi, emâneti yerine teslim etmesi, iyi ve güzel yaşayışı, kalb güzelliği ve temizliği, insanlardan haya etmekle olur. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâdan korkan ve çekinen, insanlardan korkmuş ve çekinmiş olur” buyuruldu.
Alkame bin Alâse ( radıyallahü anh ), Resûlullaha ( aleyhisselâm ); “Ey Allahın Resûlü! Bana nasihatte bulun” deyince; “Kavminde bulunan heybet sahiplerinden haya ettiğin gibi, Allahü teâlâdan haya et!” buyurdu.
Kâ’b-ül-Ahbâr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Görünen hâllerinizde, insanlardan haya ettiğiniz gibi, sırrınızda da (gizli hâlinizden de) Allahü teâlâdan haya ediniz.”
Hayanın üçüncü kısmı; kişinin kendi kendisinden haya etmesidir. Bu haya da, neticede Allahü teâlâdan haya etmeye dâhildir. İnsanın kendinden haya etmesi, yalnız iken avret mahallini açmaması, bakmaması, başkalarının yanında yapmaktan sakındığı bir hareketi, yalnız başına olduğu zaman da terketmesidir.
Demek ki, insanlar ile beraber iken yapamıyacağı hareketleri, yalnız başına olduğu zaman da yapmamalıdır. Âlimlerden ba’zısı bunu murâkabeden saymışlardır.
Ba’zı hâller vardır ki, insanların yanında yapılamaz. Fakat yapılması da zarurîdir. Büyük ve küçük abdest bozmak böyledir. Bu ve bunun gibi ihtiyâçları tenhâda, bildirilen âdabına uygun olarak yapmak hayâsızlık olmaz.
Bildirilen bu üç hayadan birinde noksanlığı bulunan kimsenin dînî hayâtına zarar gelir. Sâlih zâtlardan birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâ kalblere ba’zı cezalar verir. Allahü teâlâ hiçbir kalbi, ondan hayayı çekip almaktan daha şiddetli bir ceza ile cezalandırmamıştır. Kalbinden haya duygusu gitmiş olan bir kimse, çirkin bir iş yapacağı zaman, onu bu işten alıkoyacak bir mâni kalmamıştır.”
Sâlih bin Abdülkuddûs diyor ki: “Hayası az olan bir kimsede, hiç hayır yoktur. Sen hayanı muhafaza eyle. Çünkü haya, insanın asâletine delâlet eder.”
Haya, kıymetli bir güzellik elbisesidir. Bu elbiseyi giyen kimse, çok yüksek mertebelere kavuşur.
Vefâ: İyi geçinmek, yardımlaşmaktır. Sözünde durmak, hakkını gözetmek olduğu da bildirilmiştir. Öyle güzel bir haslettir ki, çok kimse onu kaçırır, az kimse onu bulur, iyi hasletlerin en büyüklerindendir.
Birisi, büyüklerden bir zâta gelerek nasihat isteyince buyurdu ki: “Açıkta ve gizlide, Allahü teâlâdan kork. Mümkün olduğu kadar hayırlı işler yap. Sana birşey emânet eden kimsenin emânetini zayi etme. Karşındaki kimse seni sevindirse de üzse de, dâima doğru konuş. Eğer böyle yaparsan, kalbini ve bedenini istenmiyen şeylerden rahata kavuşturmuş olursun.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Eğer etrâfını başkalarının zararından korumak, hayâtın boyunca kederden uzak, rahat olmak, rızkında ve iyiliklerinde gelişme görmek istiyorsan, senin ahdini, mîsâkını muhafaza eden kimsenin ahdini zayi etme. Birisine birşeyi hibe edeceğini söyledikten sonra, bu sözünden dönme!”
Dostluk ve kardeşlik vefa ile devam eder. Safa (gönül hoşluğu), cefâ (eziyet ve incitmek) ile yok olur. Eğer övgünün, medhin meyvelerini toplamak istiyorsan, ahde vefayı kendine huy edin. Vefâsı olmayanın hayası yoktur.”
Edîblerden birisi, oğluna nasihat ederek buyurdu ki: “Oğlum! Eğer şerefin zirvesine çıkmak istiyorsan, ahde vefa göster. Vefâ ile doğruluk, ikiz kardeş gibidir. İkisinin de neticesi iyilik ve din güzelliğidir. Bir kimsede bu iki haslet birlikte bulunursa, bu iki haslet, o kimse için kötü hâllere karşı kal’a olurlar.”
Cimrilik: Allahü teâlâ cimriliği zemmedip kötülemiştir. Bu husûsta âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler çoktur.
Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Allahım! Cimrilikten sana sığınırım,” buyurmuştur.
Başka bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Cimrilik, dünyâya rağbetin, cömertlik de zühdün meyvesidir.”
Yahyâ bin Zekeriyyâ (aleyhisselâm) bir defasında İblîs’e rastladı. “Ey İblîs! Bana söyle, insanlardan en çok kimi seviyorsun ve onlardan en çok kime kızıyorsun?” deyince, İblîs şöyle cevap verdi: “Bana göre insanların en sevimlisi, cimri mü’mindir. En çok kızdığım da, günahkâr fakat cömert olan kimsedir.”
Yahyâ aleyhisselâm, İblîs’e bunun sebebini sorunca, İblîs; “Mü’minin cimriliği benim için kâfidir. Günahkâr fakat cömert olana gelince, Allahü teâlânın, onu cömert olduğundan dolayı affedeceğinden korkuyorum. Eğer bu suâli sen değil de bir başkası sorsaydı, cevap vermezdim” dedi.
Cimrilik; verilmesi îcâb edeni vermemektir. Verilmesi îcâb eden şeyi veren, cimrilikten kurtulur. Vermesi vâcib olan ve vâcib olmayan yerlerde vermeyi zor görmek de cimriliktir.
Cimri, vermesi îcâb eden yerde vermemeyi, mala düşkün olmayı tercih eder. Gönül rızâsı ve hoşluğuyla vermekten çekinir. Verdiği zaman malının tükeneceğinden, vefâtından sonra çoluk-çocuğunun aç kalacağından, hattâ ileride kendisinin bu duruma düşeceğinden endişe eder. Cimriliğin altında; mal sevgisi, uzun emel ve çoluk-çocuk sevgisi yatmaktadır.
Cimrilik, insanın parayı sevmesinden de hâsıl olabilir. Ba’zı kimseler vardır ki, çok malı, parası vardır. Çoluk-çocuğu da yoktur ki onlar için biriktiriyor denilsin. Hâl böyle iken, malının zekâtını vermez. Başka ihtiyâç sahiplerine yardımda bulunmaz. Hattâ kendi ihtiyâçları için bile harcamaz. Onun bütün rağbeti, en büyük arzusu ve en çok lezzet aldığı şey, paralarını yanında ve elinde görmektir. Kalbi bundan zevk alır. Öleceğini bilen ve bütün mallarının, mirasçılarına kalacağını bilen bir kimsenin bu derece gaflet içinde bulunmasına, mala, mülke bu kadar gönül vermesine ne kadar şaşılır.
Îsâr: Kendi muhtaç olduğu malı, muhtaç olan başkasına verip, o malın yokluğuna sabretmesidir. İyi huyların çok kıymetlisidir. Âyet-i kerîmeler ile medh olunmuştur. Cömertlik derecelerinin en yükseğidir, Îsâr hasletine sahip olan kimse, muhtaç olmakla beraber, başkasını kendisine tercih eder.
Bir defasında Resûlullah efendimize biri gelmişti. Hâne-i saadetlerinde, gelen kimseye yedirecek birşeyleri yoktu. Bunun üzerine Ensârdan bir zât, gelen kimseyi evine götürdü. Onun da evinde az bir yemek vardı. O yemeği getirdi. Yemeğe başlıyacakları sırada kandili söndürdü. Misâfir yemek yiyor, ev sahibi de elini götürüp getirerek yer gibi yapıyordu. Yemeğin hepsini misâfire yedirdi.
Diğer taraftan, Cebrâil aleyhisselâm, o Sahâbinin misâfirine yaptığı Îsârı, Resûlullah efendimize haber verdi. Sabah olup Peygamber efendimizin huzûruna geldiklerinde, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) o zâtı, yaptığı isardan dolayı tebrik edip, duâ ettiler.
Îsâr, Resûlullah efendimizin güzel âdet-i şerîfelerinden idi. Eshâb-ı Kirâmın ileri gelenlerinden Hazreti Huzeyfe şöyle anlatır: “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, güç belâ kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre!.. Kanlar içerisinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki: “Su istiyor musun?” Belli ki istiyordu. Çünkü dudakları hararetten adetâ kavrulmuştu. Göz işâreti ile de; “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında hazret-i İkrime’nin sesi duyuldu: “Su! Su! Ne olur, bir tek damla su olsun su!” Amcamın oğlu Haris, bu feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işâretleriyle suyu hemen Hazreti İkrime’ye götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehidlerin aralarından koşa koşa Hazreti İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım, İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken Hazreti Iyâş’ın iniltisi duyuldu. “Ne olur bir damla su verin. Allah rızâsı için bir damla su!” Bu feryadı duyan Hazreti İkrime, elini hemen geri çekerek, suyu Iyâş’a götürmemi işâret etti. Suyu o da içmedi. Ben kırbayı alarak şehidlerin arasından dolaşa dolaşa Hazreti Iyâş’a yetiştiğim zaman, son nefesinde Kelime-i şehâdeti söylediğini duydum. Benim getirdiğim suyu gördü. Fakat vakit kalmamıştı. Başladığı Kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi. Derhâl geri döndüm, koşa koşa Hazreti İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne göreyim! Onun da şehîd olduğunu müşâhede ettim. Bârî dedim amcamın oğlu Hazreti Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim; ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslim eyleyip şehîd olmuştu. Hayâtımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli hâlleri, gıpta ile baktığım en büyük îmân kuvveti tezahürü olarak hafızama adetâ nakşoldu...”
Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyâr kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. “Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder” diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın o anda başka elbisesi yoktu. Mübârek arkasındaki entariyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz olduğu için mescide gidemedi. Eshâb-ı Kirâm, bu hâli işitince; “Resûl aleyhisselâm o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâate gelemiyor. Biz de herşeyimizi fakirlere dağıtalım” dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin 29. âyetini gönderdi, önce Habîbine; “Hasislik etme, birşey vermemezlik yapma” buyurup, sonra da; “Sıkıntıya düşecek ve namazı kaçıracak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran” buyurdu. O gün, namazdan sonra, hazret-i Ali, Resûlullahın yanına gelip; “Yâ Resûlallah! Bugün, çoluk-çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari alınız” dedi. Resûl aleyhisselâm çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş; “Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir?” diyordu. Almış olduğu entariyi bu a’mâya verdi. A’mâ, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği herşey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A’mâ duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bu gömlek hürmetine benim gözlerini aç.” dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl aleyhisselâmın ayaklarına kapandı.
Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entari satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın almağa giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. “Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?” buyurdu. Bir yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. “Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al” dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım” dedi. Resûl aleyhisselâm, son dirhemini kıza verdi. “Bununla şişe ve yağ al, evine götür” buyurdu. Kızcağız; “Eve geç kaldığım için, yahudinin beni döveceğinden korkuyorum” dedi. Resûl aleyhisselâm; “Korkma! Seninle birlikte gelir, sana birşey yapmamasını söylerim” buyurdu.
Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahudiye olanı biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için şefaat buyurdu. Yahudi, Resûlullahın ayaklarına kapanıp; “Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskinin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine azâd ettim. Bana îmânı, İslâmı öğret. Huzûrunda müslüman olayım” dedi. Resûl aleyhisselâm, ona müslümanlığı öğretti. O da müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna-çocuğuna anlattı. Hepsi müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem güzel huylarının bereketi ile oldu.
İmâm-ı Hasen ve Hüseyn ile Abdullah bin Ca’fer (r.anhüm), Medîne-i münevvereye giderlerken yiyecekleri kalmadı. Sahrada olduklarından, yiyecek birşey alınacak yer de olmayıp, açlık ve susuzluktan iyice bunaldılar. Sonra; “Allaha tevekkül ettik” diyerek, yola devam ettiler. Biraz ilerlemişlerdi ki, ovanın ortasında bir karaltı gördüler. Ona doğru gittiler. Siyah bir çadır vardı, içinde kimse olup olmadığını anlamak için selâm verdiler. Çadırda bir kadın vardı. Kadın selâmlarını aldı. İyi karşıladı. Bu üç zâtın, dünyâya rağbetleri olmadığını anladı. Kadına; “Hiç yiyeceğin var mı?” diye sordular. “Bir keçim var. Kendiniz sağın için” dedi. Birisi sağdı. Her biri, birer çanak içtiler. Sonra kadına; “Başka yiyeceğin var mı?” diye sordular. Kadın; “Keçiyi kesin, yiyin.” dedi. Abdullah bin Ca’fer ( radıyallahü anh ), keçiyi kesti, pişirdi. Üçü beraber yediler. Allahü teâlâya hamd ettiler. Atlarına bindiler. Kadına; “Medîne-i münevvereye geldiğinde muhakkak bize uğra. Biz seyyidlerdeniz. Hâşimîlerdeniz” diyerek, yola koyuldular. Bir zaman sonra kadının kocası geldi. Keçiyi görmeyince, ne oldu diye sordu. Kadın olup biteni anlattı. Kocası üzüldü. “Biliyorsun o keçiden başka birşeyimiz yok. Şimdi ne yapacağız?” diyerek, kadını azarladı. Kadın; “Allahü teâlâ rahimdir, kullarını aç bırakmaz. Böyle kıymetli zâtlar gelip de, onları misâfir etmeden göndermek insafa sığmaz” dedi. Daha sonra kadın, kocası ile Medîne-i münevvereye birşeyler alıp satmak için gittiler. Hikmet-i ilâhî, Bâb-ı selâm önünden geçerken Hazreti Hasen’e rastladılar. Hasen ( radıyallahü anh ) kadını ve kocasını huzûruna çağırttı. Kadına; “Beni tanıdın mı?” dedi. Kadın; “Hayır” dedi. “Bir zamanlar senin evine üç kişi gelmiştik. Bize süt ikram etmiştin. Bir de keçini kesmiştik. Onlardan biri benim” dedi. Bunlara çok ikramda bulundu. Yanında fazla birşeyi olmadığından, Beyt-ül-mâl emînine bir adam gönderip, bin dirhem gümüş ve yüz koyun borç istedi. Getirdiler. Bunların hepsini kadına bağışladı. “Bizi ma’zur görün” buyurdu. Bu karı-kocanın yanlarına adam vererek, Hazreti Hüseyn’e gönderdi. Hazreti Hüseyn de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunandan ikram etti. Fazla birşeyi olmadığından, Beyt-ül-mâl emîninden bin dirhem gümüş ve ikiyüz koyun borç istedi. Hepsini kadına verip, özür diledi. Yanlarına adam verip, Abdullah bin Ca’fer’e ( radıyallahü anh ) gönderdi. Abdullah ( radıyallahü anh ); “İki İmâma uğradınız mı?” buyurdu. “Evet” dediler. “Keşke daha önce bana uğrasaydınız. Onların yanında dünyâ malı bulunmaz. Belki sıkıntı çekmişlerdir” dedi. Bunlar imamların yaptıkları ikramları söylediler. Abdullah ( radıyallahü anh ) da, ikibin dirhem gümüş ve dörtyüz koyun verdi. Mezkûr karı-koca, yediyüz koyun ve dörtbin dirhemi alıp, sevinerek evlerine döndüler.
Ebü’l-Hasen Antâkî ( radıyallahü anh ) şöyle anlatır: “Bir gece bir köyde arkadaşlarımızla birlikte oturuyorduk. Biraz ekmeğimiz vardı. Fakat hepimize yetecek nisbette değildi. Ekmekleri dilimleyip ortaya koyduk. Hepimiz ekmeklerin etrâfında oturduk. Bu sırada lâmba söndürüldü.
Biraz sonra yemek işinin tamam olduğu tahmin edilip, sofra kaldırılmak üzere lâmba yakıldığında bir de ne görelim. Herkes: “Ben yersem diğer arkadaşlar aç kalır” endişesiyle, ekmekten hiç yememişti.”
Yalan söylemek: Yalan söylemek, pek bayağı ve aşağı bir iştir. Dünyâda zilleti gerektiren şeylerin en büyüğüdür. Âhırette ise zelîl ve rüsvây olmayı îcâb ettiren pek fenâ birşeydir.
Yalan, münâfıklığın en büyük alâmetlerindendir. Ahlâkın düşüklüğünü gösteren kuvvetli bir delîldir. Yalancıya hiçbir zaman güvenilmez. Yalancı, konuştuğu zaman doğru konuşmaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Münafığın alâmetleri üçtür. Konuştuğunda yalan söyler. Bir va’dde bulunduğu zaman va’dinde durmaz, kendisine birşey emânet edildiğinde hıyânet eder.”
Hikmet sahibi büyük zâtlar, “Dilsiz olmak, yalan söylemekten iyidir” demişlerdir.
Ahnef bin Kays ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Akıllı ve şerefli bir mü’min yalan söylemez. Gıybet ve hıyânet etmez.”
Hazreti Ömer bin Hattâb buyurdu ki: “Hiçbir kimse, mizah yaparken yalan söylemeyi terketmedikçe îmânın hakîkatine kavuşamaz.”
Buhterî; “Ne ciddi ne de şaka hâlinde yalan söylemek insana yakışmaz” buyurdu.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sultan, yalancı birine bir iş verirse, bu kimsenin zararı sultânın idâresine te’sîr eder.”
Lokman Hakim oğluna nasihatinde; “Ey oğul! Kim yalan konuşursa, onun kıymeti gider” buyurdu.
Yezid bin Meysere ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ağacın dibine dökülen su, ağacı yeşerttiği gibi, yalan da kötülükleri sulayıp, onların yeşermesine ve büyümesine sebep olur.”
Meymûn bin Mihrân ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Akıllı kimse, yalancı kimsenin sevgisine aldanmasın. Onun va’dine güvenmesin. Doğru konuştuğu bilinen bir kimsenin yalan söylemesi mümkündür. Fakat yalancılıkla tanınmış birisinden doğru konuşmasını beklemek pek mümkün değildir.”
Yalan, güzelliğin ayıbı, lekesi, noksanı ve iyi ahlâkın âfetidir. Hıyânetin delîlidir. Yalan, çok kötü bir huydur. Doğru sözü az olanın, arkadaşı da az olur.
Hazreti Ali, yalanın serap gibi olduğunu bildirmiştir. Yalan ile mürüvvetin bir kişide bir araya gelmiyeceğini bildirmiştir.
Süleymân bin Sa’d ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Bir kimse benim ile arkadaşlık etse ve arkadaşlığımızın devam edebilmesi için kendisine bir şart söyleyebileceğimi başka birşey istemediğini söylese, ona yalan söylememesini şart ederdim.”
Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya niyazında; “Yâ Rabbî! Hangi kulunun ameli daha hayırlıdır?” diye suâl edince, Allahü teâlâ buyurdu ki: “Dili yalan konuşmayan, kalbi günah ile meşgûl olmayan ve zinâ yapmayan.”
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında en büyük hatâ, dilin yalan söylemesidir, en kötü pişmanlık da, kıyâmet günündeki pişmanlıktır.”
Lokman Hakim buyurdu ki: “Yalancılıkla tanınan kimsenin ilk cezası, konuştuğu zaman sözünün tasdik edilmemesidir.”
İbn-i Mugterr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Yalancı kimse ile beraber olmaktan sakın. Eğer onunla birlikte bulunmak mecbûriyetinde kalırsan, söylediklerine inanma. Bununla beraber, kendisini yalancı kabûl ettiğini de ona bildirme. Çünkü böyle yaparsan, sana biraz muhabbeti varsa onu da bırakır.”
İnsanın yalan konuşmak hafifliğinde bulunmasının sebeplerinden ba’zıları şunlardır: Bir menfaatin bulunması ve bir zararın giderilmesinin sözkonusu olması, insanı aldatıp yalan konuşmasına sebep olabilir. Düşmanından intikam almak düşüncesi de yalan söylemeye sebep olabilir. Bu kısım, yalan çeşitlerinin en şiddetlilerindendir. Çünkü bunda taşkınlık vardır. Güzel konuşmuş olmak düşüncesi de yalan konuşmayı meydana getiren sebeplerdendir. Böyle yapmak mahlûku râzı etmiş olsa bile, mahlûkâtı yaratan Allahü teâlâyı gadablandırır. Böyle bir şeyi akıl kabûl etmez, din buna müsâade etmez ve mürüvvet de bunu hoş karşılamaz.
Üç yerde yalan konuşmaya ruhsat, izin verilmiştir. Birincisi; harbde ve her zaman din düşmanlarının zararlarından korunmak ve müslümanları korumak için. İkincisi; iki müslümanı barıştırmak için, birinden diğerine iyi lâf götürmek. Üçüncüsü; hanımları idâre etmek için. Bunlara ruhsat verilmiştir. Fakat gıybet ve nemîmeye izin yoktur.
Aşağıdaki bildirilen durumların benzeri olan hâllerde de yalan söylemek caiz görülmüştür. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile Hazreti Ebû Bekr hicret ederlerken, Hazreti Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin arkalarından yürüyordu. Bir grup kimse ile karşılaştılar. O kimseler, Peygamber efendimizi tanımıyorlar, Hazreti Ebû Bekr’i tanıyorlardı. Hazreti Ebû Bekr’e; “O kim?” diye sordular. O da onun Resûlullah ( aleyhisselâm ) olduğunu söylemedi. Anlarlarsa zarar vermelerinden, O’nun mübârek kalbini incitmelerinden endişe ederek; “Bu, bana yol gösteriyor” buyurdu.
O kimseler bu sözü, normal yol göstericisi olarak anlamışlardı ve Hazreti Ebû Bekr’in sözü bu ma’nâda yalan idi. Fakat o, bu sözü söylerken; “Bize, hidâyet, kurtuluş yolunu gösteren zât” ma’nâsını kasdetmiş olduğundan, hakîkatte yalan söylememiş idi.
Yine şöyle anlatılır: Bilindiği gibi, Abbasî halîfelerinden Me’mûn, bir ara Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söyleyip, herkesi de böyle söylemeye teşvik etmiş, hattâ zorlamıştı.
Âlimlerden birini de bu şekilde zorlamıştı. O zât; “Tevrat bir, Zebur iki, İncîl üç ve Kur’ân-ı kerîm dört” dedi. Bunları söylerken de parmakları ile bir, iki, üç diye işâret ediyordu. Böylece, elinin dört parmağını göstererek; “Bunların hepsi mahlûktur” dedi. Böylece kurtulmuş oldu.
Aslında o zât, Kur’ân-ı kerîm için değil, göstermiş olduğu parmakları için mahlûktur demişti. Bunun için hakîkatte yalan söylemedi. Fakat onlar yanlış anladılar.
Me’mûn, daha sonra bu yanlış düşüncesinden tövbe edip, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk değil, kadîm olduğunu söylemiştir.
Doğruluk: Yalancılık ne kadar çirkin ve sahibini zelîl eden bir huy ise, doğruluk da o nisbette güzel, sahibini i’tibâr sahibi ve azîz eden çok iyi bir huydur. Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Doğruluk, sözün süsüdür”
Doğruluk insanı korkulardan, belâlardan korur. Yalan, insana bir anlık emniyet sağlıyor gibi görülse bile, sahibini tehlikelere götürür ve alçaltır. Yalan hastalık, doğruluk ise şifâdır. Doğru konuşmak, kardeşlerine, dostlarına yardım etmek ve her ân Allahü teâlâyı hatırlamak olup mürüvvettendir.”
Doğru konuşmak için, çok konuşmaktan sakınmalıdır. Âlimler buyurmuşlardır ki: “Kendisini ilgilendirmeyen mevzûlarda çok konuşan kimse, doğru konuşmaktan, başkalarının; “Bu kimse her zaman doğru konuşur” şeklindeki intibalarından mahrûm kalır. Çünkü yerli yersiz, doğru yanlış çok konuşan kimse, mutlaka yalan söz söyler. Hele, birşeyler konuşmuş olmak ve boş durmamak için konuşanlar, yalandan kurtulamazlar.”
Lokman Hakim oğluna buyurdu ki: “Oğlum! Doğruluğa sımsıkı yapış. Yalandan uzak dur.”
Zâhidlerden bir zât buyurdu ki: “Her kimde şu dört haslet bulunursa, Allahü teâlâ onun hatâlarını iyiliğe çevirir. Bu hasletler; doğruluk, ni’mete şükür, haya ve güzel ahlâktır.”
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsanları, doğruluktan daha güzel birşey süsleyemez.”
Sabır bütün hayırların, doğruluk kurtuluşun, ni’metlere şükretmek bereketlerin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa o en yüksek ma’nevî mertebelere kavuşur.
İbn-ül-Mugter ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Araştırma yaptığında, doğruluğun şecaatle, yalanın da korkaklık ile beraber olduğunu görürsün.”
Hilm: Hilm, rûhun sakin olması, kızmamasıdır. Yumuşak huylu olmaktır. Yüksek bir haslettir. Allahü teâlânın, insana büyük bir ihsânıdır. Hilm kimde bulunursa, onu hem dünyâda ve hem de âhırette yüksek mertebelere kavuşturur.
Resûlullaha ( aleyhisselâm ); “Hilm nedir?” diye suâl edildiği zaman; “Sabırdır” buyurdular.
Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmak, güzel ahlâktan olan sabır ile ele geçmektedir. Hilm ise, sabrın en yüksek derecesidir. Hilm, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Allahü teâlâ, kendisine karşı gelenlerin azgınlığını, kötülük yapanların kötülüğünü ve zâlimlerin zulmünü gördüğü, onlardan intikam almaya kadir olduğu hâlde, intikam almakta acele etmiyor. Pişman olup tövbe edenlerin, boyun bükenlerin hatâlarını affediyor. Kendisine sığınanları boş çevirmiyor. Çünkü O, çok ihsân ve iyilik sahibidir.
Nahl Sûresi 61. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Eğer Allahü teâlâ, zulümleri (günahları) sebebiyle insanları (hemen) hesaba çekiverseydi, yeryüzünde kımıldıyan tek bir canlı bırakmazdı” buyuruldu.
Allahü teâlâ, Peygamberlerini (aleyhimüsselâm) hilm sahibi olmakla övmüştür. Hilm.sâhibi olmak, kızmamak, yumuşak davranmak, az kimselerde bulunan çok yüksek bir haslettir. Birisi, Resûlullah efendimize gelerek; “Yâ Resûlallah! Bana nasihatte bulunun” deyince, Peygamber efendimiz; “Kızma” buyurdu. O kimse ikinci defa nasihat istedi. Yine; “Kızma” buyurdu. Üçüncü defa nasihat isteyince, bu defa da; “Kızma” buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Mü’min bir kimse, hilmi ile, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılan kimsenin derecesine ulaşır.”
Esmâî; “İnsanların en hazır cevaplısı, kızmayan kimsedir” demiştir.
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hayr; malı, çoluğu-çocuğu çoğaltmakta değil, hilmi ve ilmi çoğaltmaktadır.”
Îsâ bin Hammâd’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiğine göre, Leys bin Sa’d ( radıyallahü anh ) ilim öğrenmek isteyenlere, ilim ile meşgûl olanlara; “İlimden önce hilmi öğreniniz. Hiçbirşey, ilim ile hilmin beraber bulunması kadar güzel değildir” buyururdu.
Lokman Hakim buyurdu ki: “Üç şey, üç şey ile beraber bulunduğu zaman anlaşılır. Hilm, kızgınlık zamanında; kahramanlık, harb zamanında; doğruluk, ihtiyâç zamanında anlaşılır.”
Büyükler demişlerdir ki: “Kızgınlığın izzetinden sakın. Çünkü o, sonunda seni özür dileme zilletine düşürür. Kulun, Allahü teâlânın gadabına en yakın olduğu zaman, kızdığı zamandır.”
Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hilm sahibi kimsenin, hilminin bereketi olarak kavuştuğu ihsânların ilki; herkesin, ona sıkıntı veren kimseye karşı hilm sahibine yardımcı olmalarıdır.”
Âlimler; “Eğer hâlim (hilm sahibi) değilsen, halim olmaya gayret et. Çünkü bir kavme benzemek isteyen kimse de o kavimden sayılır.” buyurmuşlardır.
Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ), Hazreti Ali’ye; “Beni Allahü teâlânın gadabından uzak tutacak olan şey nedir?” diye sorduğunda, Hazreti Ali; “Hiç kızma” buyurdu.
Affetmenin lezzeti, kızmanın, intikam almanın lezzetinden daha tatlıdır. Çünkü affın lezzetininin sonu, güzel neticedir. İntikam lezzetinin sonu ise, kötü neticedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İlim, öğrenmekle; hilm de, hilm sahibi olmaya çalışmakla elde edilir. Kim hayrı isterse, ona hayr verilir. Kim de şerden sakınırsa, şerden korunur.”
Hazreti Ömer buyurdu ki: “Dört şeyi severim. Bunlar; bulunca iktisâd etmek, gücü yeterken affetmek, kızgınlık zamanında hilm göstermek, her zaman Allahü teâlânın kullarına yardımcı olmak.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “İlm ve adâlet, sabra götürür. İlim, adâlet ve sabır da, hilme götürür. Bütün işlerinde hilme yapış. Çünkü hikmet, hilm ile tamamlanır. Mürüvvetin şartı olan hasletlerin sende toplanması, hilm ile mümkündür. Haklı olsun haksız olsun, özür dileyenin özrünü kabûl etmelidir. Çünkü özür, pişmanlık alâmeti, pişmanlık da tövbe demektir.”
Özür dilemek, özür dileyenin haya sahibi olduğunu gösterir. Haya ise îmândandır. Bir kimsenin suçunu görmezlikten gelmek, şerefin zirvesidir, özür dilemesini istemek, hilmin âfetlerindendir. Özür dilemek, hilm sahipleri yanında ne iyi bir şefaatçidir.
Adâlet: Adâletin hakîkati, herşeyi lâyık olduğu yere koymak, lâyık olduğu yere ulaştırmaktır. Adâlet öyle birşeydir ki, kalbler ona ısınır, onu kabûl eder, onunla rahat olur, onunla huzûr bulurlar.
Nisa sûresi 135. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: “Ey mü’minler! Hak üzere durup, adâleti yerine getirmeğe çalışan hâkimler ve Allah için doğru söyleyen şâhidler olun...”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ katında kadri en büyük olan, adâletli devlet başkanıdır.”
“Rabbim bana, gizlide ve açıkta ihlâsı, rızâ ve gadap halinde adâleti, zenginlik ve fakirlikte iktisâdı tavsiye buyurdu.
Din, adâletle kuvvet bulur, insanlar huzûr içinde olur. Memleketler ma’mûr olur. İnsanların hâlleri ıslâh olur. Yardımlaşma çok olur. Yollarda korku bulunmaz. Ticâret gelişir. Rızıklar bollaşır. Umûmî ve husûsî emniyet meydana gelir. Zulümden daha sür’atli bir şekilde umûmî ahvâli bozan birşey yoktur. Yakın çevresinde âdil olan idârecinin, uzak çevresinde de durumu iyi olur. Bunun için; “Zamanın en faziletlisi âdil idârecilerin zamanıdır” denilmiştir.
İdarecilerin en hayırlısı, sabırlı olan, adâleti tercih eden, hakkı kabûl eden, insanların fâidesine olan şeyler için canla başla çalışandır. Âdil bir idâreci, ilme hürmet, âlime ikram eder. Nasihati kabûl eder. Tekebbürden uzak, tevâzu üzeredir. Cimrilik göstermez. İdârecilik emânetini yerinde ve doğru olarak kullanır. İnsanlara karşı merhametlidir. Kötü kimseleri insanlara musallat etmez.
Hikmet sahipleri, insanların en üstününün; hükümlerinde adâletli, ihsânı çok ve sözünde hikmet bulunan kimse olduğunu söylemişlerdir.
Adâlet, sâdece idârecilere, devlet başkanlarına mahsûs birşey değildir. Bilakis adâlet, herkese, her zaman lâzım olan bir sıfattır. Çünkü insan, çoluk-çocuğu, malı, akrabaları, komşuları, arkadaşları ve görüştüğü kimseler hakkında, yaptığı işlerde, alışverişinde, hâsılı bütün işlerinde adâleti gözetmesi lâzımdır.
Zulüm ve haksızlık: Fitneleri çeken, mihnetlere sebep olan, memleketleri, malı, mülkü perişan eden çok kötü bir âfettir.
Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), Hazreti Ali’ye; “Yâ Ali! Mazlûmun duâsından sakın. Çünkü mazlûm, Allahü teâlâdan hakkını ister. Allahü teâlâ ise, hiç kimseyi hakkından alıkoymaz” buyurdu.
Hasen-i Basrî hazretleri buyurdu ki: “Üç kimse vardır ki, Allahü teâlâ kıyâmet günü onlara nazar etmez ve onları tezkiye de etmez. Onlar için acı bir azap vardır. Bunlar; zâlim devlet başkanı, cimri olan zengin, kibirli olan fakirdir.”
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sizden biriniz, mazlûm bir kişinin dövüldüğü yerde durmasın. Çünkü Allahü teâlânın la’neti, o mazlûmu müdâfaa etmedikleri için, orada hazır bulunanların üzerine iner.”
Hazreti Ömer, vâlilerinden birine buyurdu ki: “Mazlûmun âhını almaktan kork. Çünkü mazlûmun duâsı kabûl olunur.”
Zühd: Zühd, şüpheli olmak korkusuyla mübahların fazlasından sakınmak, ihtiyâtlı davranmak, dünyâya düşkün olmamak demektir. Dünyâda kalb ve beden rahatının, âhırette ise saadet ve ni’metlere kavuşmanın sebebidir.
İbrâhim bin Edhem ( radıyallahü anh ), zühdün; farz, selâmet ve fazilet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, şöyle izah etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan zühd, şüphelileri terketmek. Fazilet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek miktarı alıp, birçoğunu terketmektir.”
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Dünyâya rağbet etme ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunana rağbet etme ki insanlar seni sevsin.”
“Bir kimseye susmak ve dünyâya karşı zühd (dünyâya rağbet etmemek) verildiğini görürseniz, o kimseye yaklaşınız.”
“Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayr murâd edince, onu dünyâda zâhid kılıp, âhırete rağbet ettirir ve ona nefsinin ayblarını gösterir.”
Ebû Süleymân-ı Daranî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Zühd, birçok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı Allahü teâlâdan alıkoyan herşeyi terketmektir.”
Büyüklerden birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyor ve ondan hoşlanmıyoruz. Hâlbuki o, bize mutlaka gelecektir” deyince, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme hazırlanmadınız. Dünyânızı ma’mûr, âhıretiniza harâb ettiniz. Elbette ki, ma’mûr olan yerden harâb olan yere gitmek istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm birgün mutlaka gelecek, sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız. Hakîkat bu kadar açık bir şekilde meydanda iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.”
Ver’â: İslâmiyetin yasak ettiği haramlardan ve helâl olduğu şüpheli olan şeylerden sakınıp, İslâmiyetin emri olan şeyleri, herkese fâideli işleri yapmak, kusurlu ve gevşek olmaktan sakınmaktır.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Ver’a sahibi ol ki, insanların en âbidi olursun.”
Dininizin direği, temeli, vera’dır.”
“Hiçbir şey vera’ gibi olamaz.”
Hâris-i Muhasibî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Tâatin aslı vera’, vera’nın aslı takvâ, takvânın da temeli nefs muhâsebesidir.”
Sabır: Sabır, takvâ sahiplerinin mertebelerinin en üstünü, mü’minlerin derecelerinin en yükseğidir. Kendisine yapışanları hayırlı işlere götürür. Zararlı işlerden çevirir.
Nefsin arzu ve isteklerine uymanın neticesi kötü işler olduğu gibi, sabra sarılmanın neticesi de hayırlı işlerdir. Sabır, Allahü teâlânın sıfatlarındandır.
Allahü teâlâ, sabrı yarattı. Sabrı, Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) ve velîlerine mahsûs kıldı. Sonra, Cennete girmelerine vesile olması için, kullarından dilediğine sabır ni’metinden ihsânda bulundu. Sabırlı kullarını övdü. Onlara kat kat ecir verileceğini bildirdi.
Ra’d sûresinin 22, 23 ve 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “Rablerinin rızâsını kazanmak için sabredenler, namazı (bildirilen vakitlerinde ve âdabına riâyet ederek) kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâre infâk edenler (Allah yolunda harcayanlar), kötülüğü iyilikle savanlar (var ya), işte âhıret saadeti onlar içindir. O saadet, Adn Cennetleridir. Onlar atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden (soylarından) sâlih olanlarla beraber o Cennetlere girecekler. Melekler de her kapıdan yanlarına vararak; “Sabrettiğiniz için, size selâm olsun. Âhıret saadeti ne güzeldir” diyeceklerdir.”
Bekâra sûresi 155 ve 156. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruldu ki: “... (Ey Habîbim) Sabredenlere (lütf ve ihsânlarımı) müjdele. Onlar (sabredenler) öyle kimselerdir ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman (teslimiyet göstererek); “Biz Allahın kuluyuz ve (öldükten sonra da) yine O’na döneceğiz” derler.”
Sabır öyle bir temeldir ki, iyilikler ondan dallanır. Tâat ve îmân onun üzerine kurulur.
Ali bin Ebî Tâlib ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Sabır îmândandır. Başın bedendeki durumu ne ise, sabrın da îmândaki yeri odur.”
Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: “Ey oğul! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi, kul da belâ ve musibetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nisbetinde anlaşılır.”
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâ husûsunda kendisinden aşağıdakilere, âhıret husûsunda ise kendisinden üstün olanlara bakanlar şâkir (şükredici) ve sâbir (sabredici) diye yazılır.”
Takvâ sahibi zâtlar bildirdiler ki: Sabır, ikiye ayrılır. Biri günâh işlememek için sabretmektir. İkincisi, dertlerin, belâların acılarına sabretmek, bağırıp çağırmamaktir. İslâm bilgilerini öğrenirken zahmet çekmeye ve ibâdetleri şartlarına uygun olarak yapmaya sabretmek de çok kıymetli olup, böyle sabredenlere Cennette altıyüz derece verileceğini âlimler bildirmişlerdir.
Akıllı kimse, Allahü teâlânın haram kıldığı şeyleri yapmama husûsunda sabır göstermeyi zor görmez. Çünkü haramlarda bulunan lezzet, helâl edilmiş olan mübahlarda fazlasıyla mevcûttur. Buna rağmen ba’zı kimseler haramların görünüşlerine aldanarak, onlarda lezzet var sanmakta, haramlara ve şüphelilere dalarak hakîkî lezzetten uzaklaşmaktadır.
İnsanın başına gelen sıkıntılara sabretmesi, îmânının kemâlini gösterir.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ben bir kulumun bedenine veya malına veya çocuğuna bir musibet veririm ve o kul da buna sabrederse, kıyâmet gününde onu hesaba çekmekten haya ederim.”
Sabır izzet kapısı, sabırsızlık illet kapısıdır.
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana bir musibet geldiği zaman sabretsen de, sabretmesen de Allahü teâlânın takdîri yerine gelir. Eğer sabredersen, Allahü teâlânın takdîri yerine gelir ve sen sevâb kazanırsın. Şayet sabretmezsen, Allahü teâlânın takdîri yine yerine gelir. Fakat sen hem kendini üzmüş, hem de sevâbtan mahrûm kalmış olursun. O hâlde sen her zaman sabret ki, her durumda kârlı çıkasın.”
“Amellerin en üstünü, nefsin istemediği şeylerdir. Bu da Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak ettiği şeyleri yapmamak için sabır göstermektir.”
“Sabrederek ferahlığı beklemek ibâdettir.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Sana gelen bir musibete sabırsızlık göstermen, gelen o musibetten daha ağırdır. Sabırsız kimse, dünyâda kendisini helak eder. Âhırette ise ecrini kaybeder.”
İbn-i Semmâk ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsana bir musibet gelir, o da sızlanmaya, sabırsızlanmaya başlarsa, musibeti iki tane olur.”
Allahü teâlâya itaat: Hazreti Ebû Bekr buyurdu ki: “Allahü teâlânın hoşnut olduğu işleri yapmak sûretiyle Allahü teâlâdan kork. Takvâya sarılmak sûretiyle de O’na itaat eyle.”
Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmak, dünyâ ve âhıret kazançlarının toplamıdır.”
Kulun, Allahü teâlâya olan tâatini mükemmel bir şekilde yapabilmesi için, dünyâ sevgisinden ve dünyâ ile alâkalı bağlardan kurtulması lâzımdır, insan dünyâdan uzaklaştıkça, Allahü teâlâya yaklaşır. Ma’nevî kirlerden uzaklaşıp, melekût âlemine yükselir.
Abdullah bin Mübârek ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Îmânın aslı, Resûlullah efendimizin getirmiş olduğu şeylerin hepsini tasdik etmektir. Bunları tasdik eden kimse, bunlarla amel eder. Ya’nî Allahü teâlâya itaat eder. Ebediyyen Cehennemde yanmaktan kurtulur.”
Büyük âlimler, Allahü teâlânın ni’metlerine üç şeyle kavuşulacağını, bunların; çok şükretmek, tâata yapışmak ve günahlardan sakınmak olduğunu bildirmişlerdir.
Allahü teâlâ, üç şeyi, üç şey içinde gizlemiştir. Rızâsını tâatte, gadabını günahlarda, velîleri de kulları arasında gizlemiştir. Bunun için hiçbir tâati basit görme. Olur ki o tâat, Allahü teâlânın rızâsına vesile olan tâattır. Hiçbir günâhı küçük görme. Olur ki, küçük gördüğün o günah, Allahü teâlânın gadabına sebeb olabilir. Hiçbir kimseyi de hor görme ki, o kimse de Allahü teâlânın velî kullarından biri olabilir.”
Allahü teâlâ dünyâyı, âhıret saadetini kazanma yeri yapmıştır. Âhıret yolculuğunda, dünyâ binek gibi kullanılmalıdır. Bir hadîs-i şerîfte; “Dünyâ ne güzel binektir. Ona binin, o sizi âhırete ulaştırır” buyuruldu.
Akıllı ve zekî olan herkes, gayet açık olarak anlar ve bilir ki, dünyâ, âhıret saadetini kazanmaya, âhıreti ma’mûr etmeye vesiledir. Burada ömrünü, asıl olan bu maksada uygun olarak değil de, gelip geçeceği bir yolcunun konak yeri gibi olan dünyâyı ma’mûr etmek için harcayan kimse, elbette ki âhıretteki sonsuz saadetten mahrûm olur.
Tâat işlemekte esas olan şartlardan birisi odur ki, tâat hemen yapılmalı, özürsüz olarak geciktirilmemelidir.
Resûlullah efendimiz, Hazreti Ali’ye buyurdu ki: “Dünyâdan nail olduğun (eline geçen) şeylerle sevinme, kaçırdığın şeyler için üzülme. Amel etmediği hâlde âhırette saadete ve mükâfata kavuşmak istiyenlerden, uzun emel sebebiyle tövbeyi geciktirenlerden olma.”
Kul, uzun emel sahibi olduğu müddetçe kötü ameller yapar.
Tâatın şartlarından birisi, riyayı terketmektir. Hazreti Ali; “Hiçbir hayırlı ameli riya ile yapma” buyurdu. Hazreti Ali yine buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyan, O’na itaat eder. Şeytânı tanıyan ona âsî olur. Hakkı, doğru yolu tanıyan, O’na tâbi olur. Dünyâyı tanıyan, onu terkeder. Ya’nî haramları, mekrûhları ve şüpheli şeyleri terkeder. Dünyâya kıymet vermez ve ona düşkün olmaz. Âhıreti tanıyan da, onu kazanmanın yollarını arar.” Bu hasletler pek kıymetli ise de, bunları kendinde toplayan pek azdır.
Lokman Hakim oğluna nasihatinde buyurdu ki: “Ey oğul! Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerden bahsedenlerle birlikte bulun. Eğer sen onlardan daha bilgili isen, ilmin ile onlara fâideli olursun. Onlar senden daha bilgili ise, sen onların bilgilerinden istifâde edersin. Böyle olunca, eğer Allahü teâlânın rahmetinden ve ihsânından onlara birşey gelirse, onlarla birlikte o rahmet ve ihsâna sen de kavuşmuş olursun.
Allahü teâlânın hoşnut ve râzı olduğu şeylerden bahsetmiyen kimselerle beraber olma. Böyle kimselerle beraber olma hâlinde, eğer sen âlîm isen, onlar bu ilminden istifâde edemiyecekleri için, ilimle onlara fâideli olamazsın. Şayet ilim sahibi değilsen, seni büsbütün câhil yaparlar. Bu hâllerinden dolayı, onlara Allahü teâlânın la’neti ve gadabı gelecek olursa, sen de onlarla birlikte helak olursun.”
İtaat sahibi kimsenin vasıflarından birisi de odur ki, Allahü teâlânın kazasına boyun eğer. Böyle bir kimse, kendisine gelen ve kendisinden ayrılan birşeyde nefsine pay ayırmaz. Meydana gelen herşeyin, Allahü teâlânın dilemesi ve takdîri ile olduğunu bildiği için gönlü rahattır.
Günahlardan sakınmak: Günahlar, Allahü teâlânın ni’metlerinin gidip, azâbının gelmesine sebep olur. Zarar ve pişmanlık getirir, dünyâda insanı utandırır. Âhırette azâba düşmeye sebep olur.
Günah işleyenler dâima korku ve gönül rahatsızlığı içindedirler. Emniyet ve rahat içinde olamazlar. Kötülük işleyen kimse, dâima zelîldir, azîz olamaz. Dâima kötülenir, sevilmez. Her zaman kötü bir kimse olarak tanınmaktan kurtulamaz.
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ); “Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra O’na isyanda bulunan kimseye çok hayret ediyorum” buyurmuştur.
İlim ve fazileti: ilim, pek yüksek bir kazançtır. Âlim, Allahü teâlânın isimlerinden bir isim; ilim ise sıfatlarından bir sıfattır. Fakat Allahü teâlânın ilmi, insanların ilmi gibi değildir. Aralarında sâdece isim benzerliği vardır. Çünkü insanların ilmi çalışmakla, başkasından öğrenmekle, düşünce ve tecrübe ile olmaktadır. Allahü teâlâ ise böyle şeylerden münezzehtir. O’nun ilmi ezelîdir. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ne varsa hepsini bilir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında değildir.
Peygamberlerin ilmi de, çalışmakla, başkasından öğrenmekle elde edilmiş değildir. Onların bilgileri, Allahü teâlâ tarafından kendilerine bildirilmiş olup, diğer bütün insanların ilimlerinden farklıdır.
İlim öğrenmek, her müslümana farzdır. Bunda gevşek davrananların hiçbir mazereti kabûl edilmeyecektir. Bir müslümanın, kendisine lâzım olan din ve dünyâ bilgilerini en doğru bir şekilde öğrenip, bunları tatbik etmesi elbette lâzımdır, ilim öğrenmek nasıl ki mutlaka mühim ise, o ilmin doğrusunu öğrenmek de o derece mühimdir. Bir müslümanın müslümanlığı, bunları bilip yapmakla tamâm olur.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “İlim taleb etmek, her müslümana farzdır” buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte de buyurdu ki: “Din bilgisi öğrenmek, her müslümana farzdır, öyleyse onu öğreniniz ve öğretiniz. Câhiller olarak ölmeyiniz.”
Her müslümanın, kendisine lâzım olan ilimleri öğrenmesi lâzım olduğu gibi, âlime de, ilmiyle herkese fâideli olmak için gayret etmesi lâzımdır. Kendisinden ilim taleb edeni men etmesi uygun değildir.
İlim, amelden öncedir. Birşey bilinir, bundan sonra bu bilgiye uygun amel yapılır. Bunun için, ilim amelden önce gelmektedir. Fakat îmân böyle değildir, îmân, ilimden de öncedir. Peygamberler, insanları önce îmân etmeye, bunu kabûl edenleri de, ilim öğrenip amel etmeye da’vet etmişlerdir.
İlmin kâmil olması için ba’zı şartlar vardır. Niyeti, başka niyetlerin karışmasından kurtarıp ihlâsa kavuşturmalı, bâtını ma’nevî kirlerden temizlemeli, ilme, Allahü teâlânın rızâsı için yönelmeli, ilim öğrenmek sevâbını Allahü teâlâdan beklemeli, gösterişten, övünmekten uzak durmalıdır.
Allahü teâlâ için olan, ebedi saadete kavuşturan ilimleri öğrenirken; takvâ sahibi, ilmiyle âmil olan hakîkî İslâm âlimlerini seçmeli, bunlar bulunamazsa, bunların kitaplarını okuyarak aynı şekilde istifâde etmeye çalışmalıdır. İlim için bütün gücü ve gayreti ile çalışmalı, tevâzu sahibi olmalıdır. İlim sebebiyle öne geçmek, herkesten alâka görmek ve gösteriş yapmak niyetinden vazgeçmelidir.
İlim öğrendiği âlimin huzûrunda sükût edip, edeb ile dinlemeli, suâl sorarken güzel sormalı, hocasına i’tirâzı ve onunla mücâdeleyi terk etmelidir, öğrendiği ilim ile amel etmeli, gevşeklik göstermemelidir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, bildiği ile amel edene, bilmediklerini öğrenmeyi ihsân eder.”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Din âlimleri sayı bakımından en az, fakat kadr ve kıymet bakımından en üstün kimselerdir.”
“Allahü teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, yalvarışını işitmek için ona belâ ve musibet verir.”
“Nefsler, kendilerine iyilik edene sevgi ve kötülük edene de buğz etme tabi’ati üzere yaratılmıştır.”
“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.”
“Mü’minin firâsetinden korkun. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar.”
“İstişare eden pişman olmaz.”
“İstediğin gibi yaşa. Ama mutlaka öleceksin. İstediğini yap. Ama mutlaka karşılığını göreceksin.”
“Allahü teâlâ, tevâzu eden kimseyi yükseltir, kibirli kimseyi de alçaltır.”
“Âlimler ve hikmet sahipleri ile oturup kalk. Kötülük ve günah işleyen kimselerden uzak kal.”
“Yalnız olmak, kötü kimse ile oturmaktan daha iyidir.”
“Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe, Allahü teâlâ o kuluna yardım eder.”
“Mücâhid, Allahü teâlâya itaat husûsunda nefsi ile mücâdele edendir.”
“Ey insanlar! En doğru söz, Allahü teâlânın kelâmıdır. En güvenilir tutunulacak şey, takvâdır. En hayırlı yol, Muhammed’in (aleyhisselâm) yoludur. En şerefli söz, Allahü teâlâyı anmaktır, işlerin en hayırlısı azîmetlerdir. İşlerin en kötüsü, dinde sonradan meydana çıkarılan ve dinden olmayan bid’atlerdir. En güzel yol, Peygamberlerin yoludur. En güzel ölüm, şehidlerin ölümüdür. En kötü dalâlet, hidâyete kavuştuktan sonraki dalâlettir. En hayırlı amel, faydalı olandır. En kötü körlük, kalb körlüğüdür. Veren el, alan elden hayırlıdır. Az ve yeterli olan şey, çok fakat, Allahü teâlâyı unutturan şeyden hayırlıdır. En kötü pişmanlık, kıyâmet günündeki pişmanlıktır. Hikmetin başı, Allahü teâlâdan korkmaktır. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. Kalbe ilkâ olunan (konulan) şeylerin en hayırlısı yakîn’dir. İçki büyük günahtır. En kötü kazanç ribâdır (faizdir). En kötü yiyecek, yetimin malını yemektir, işlerin özü, neticeleridir. En kötü rivâyet, yalanı rivâyet etmektir. Gelecek olan (olacağı muhakkak olan) herşey yakın sayılır. Mü’minin sövmesi fısktır. Mü’min kardeşinin etini yemek (onu gıybet etmek), Allahü teâlâya karşı gelmektir. Kim birisini bağışlarsa, Allahü teâlâ da onu bağışlar. Kim kızgınlığını yenerse, Allahü teâlâ onu mükâfatlandırır. Allahü teâlâ, kendisine âsî olana azâb eder. Ben Arabın en fasihiyim (sözü açık ve düzgün olup hatâdan uzak olan kimsesiyim). Bana cevâmi’ul-kelim (az bir söz ile çok şeyler anlatmak husûsiyeti) verildi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm cild-3, sh. 106
2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 393
3) Mu’cemü matbûât-il-Arabiyye sh. 522
4) Keşf-üz-zünûn sh. 822
5) Ez-Zehâir vel-a’lâk fî edeb-in-nüfûs ve mekârim-il-ahlâk. (Süleymâniye Kütüphânesi) Hacı Mahmûd kısmında 1725 numaralı kitap.)
.İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
Tasavvuf ehli ve halk şâiri. Hayâtı ve kimliği hakkında kesin ma’lûmat yoktur. Şiirleri, asırlar boyunca zekvle ve hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesna bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in Mihalıççık kazasına bağlı Yûnus Emre köyünde, 843 (m. 1439) senesinde vefât ettiği ve buraya defn edildiği kaynakların tetkikinden anlaşılmaktadır. Vefâtı için başka târihler ve başka yerler de bildirilmektedir.
Ankara-Eskişehir demiryolunun kenarında bulunan türbesi, 1948 de yolun genişletilmesi için kaldırılmak istendi. Fakat bir türlü bu işte muvaffak olunamadı. Hattâ bir defasında, döşenen rayların sökülüp, sekiz metre geriye atıldığı görüldü. Bunun üzerine Yûnus Emre için bir türbe yapılıp, kabrinin oraya nakline karar verildi. Yûnus Emre’nin yeni kabri, eskisinden 100 m. kadar ileride bir tepecikte yapıldı. Yeni kabrine taşıyacak beş kişilik heyet, kimseye haber vermeden ve hiçbir merasim yapmadan çalışacaktı. Karar verildiği üzere hareket edildi. Yalnız ertesi gün, Yûnus Emre’nin çevresine da’vetsiz, ilansız otuzbinden fazla insan kalabalığı toplandı.
Yûnus Emre’nin kabri i’tinâ ile açıldı. Bedeni, 700 seneden beri hiç bozulmamış bir hâlde, bir eli yüzünde, bir eli kalbinin üstünde, rahat bir şekilde uzanmış yatıyor görüldü. Mübârek bedeni oradan alındı, tabuta kondu ve kalabalığın elleri üzerinde, 100 metrelik mesafe tam üç saatte katedildi. Yeni mezarına defnedildi. Yûnus Emre’nin vasıyyeti şu idi:
“Beni Hocam’ın türbesinde, giriş yolu üzerine gömsünler!” Bundan muradı, şeyhini ziyârete gelenlerin, kendisini çiğneyip de geçmeleriydi. Bu, hocasına ne ölçüde bağlı olduğunu göstermektedir.
Yûnus Emre, bir işâret üzerine Tapduk Emre’nin yanına gitti. Otuz seneden fazla onun hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı. Hattâ ba’zı kaynaklar, Tapduk Emre’nin kızını Yûnus Emre’ye verdiğini, hem talebesi, hem de dâmâdı olduğunu kaydeder.
Yûnus Emre, Tapduk Emre’nin hizmetinde bulunurken, ma’nevî âleminde bir ilerleme olmadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düştü. Yolculuğunda birgün iki kimseye rastgeldi. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelirdi. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldi. O da duâ etti. Duâda, “Yâ Rabbî benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et!” dedi. Duâ bitince, iki sofra yemek geldi. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin?” diye sordular. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin” dedi. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik” dediler. Bunun üzerine Yûnus Emre durumunu anlayıp, tekrar Tapduk Emre’nin yanına döndü ve kapısının önüne yattı Tapduk’Emre’nin gözleri görmüyordu. Kapının önüne varıp, ayağı bir şeye takılınca; “Bu bizim Yûnus değil mi?” diye sordu ve onu kabûl etti. O andan i’tibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşüremediği ilâhileri söylemeye başladı.
Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası buyurdu ki: “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.” “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz” cevâbını verdi.
Anadolu halkı tarafından Yûnus Emre öylesine sevilmiştir ki, bu sevgi, saygı ve hayranlık zenginliği için bir başka misâl göstermek zordur. Her balamdan milletimizi birbirine bağlayan ma’nevî ibrişim olmuştur. Onda, toplumumuzun iç yapısındaki aynî hisler, duygular ve değer yargılan vardır. Onu unutturmayan sebep budur. Anadolu’da Yûnus Emre’nin dîvânının bulunmadığı, ilâhilerinin okunmadığı ev yok gibidir.
Yûnus Emre, şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin ma’nâlı, samimî ve heyecanlıdır, ilâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm mes’eleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fâniliği gibi mes’eleleri çok güzel bir şekilde şiirle anlatmıştır.
Yûnus Emre’den başka bu ismi kullanan birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; “Aşık Yûnus” ve “Derviş Yûnus”tur. Bunların şiirleri de yanlışlıkla Yûnus Emre’ye mâl edilmiştir.
Yûnus Emre’de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim -endişesi aile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve ailevî mes’elelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasihatler ve hayatın gayesi gibi insanlığa has mes’elelerdir.
Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayranıdır.
Altındandır direkleri, Gümüştendir yaprakları, Uzadıkça budakları, Biter Allah deyû deyû gibi mısralarla, insanlara önce bulutsuz bir günün ışıklarıyla aydınlanmış bir ağaç gösterir, insanlar bu altın tablo karşısında hayran hayran bakınırken, o, ağacın dış güzelliğinden iç güzelliğine akarak, budaklarının uza-yışındaki sırrı anlatır. Varlıkların her zerresinde yaratıcıyı aramakla uğraşır. Bütün Allah âşıkları gibi, sevgilisine kavuşamama endişesini taşır.
Muradıma maksûduma ermezsem, Hayıf bana, yazık bana, vah bana. Kadir Mevlâm cemâlini görmezsem, Hayıf bana, yazık bana, vah bana diye feryâd edişi bundandır. Allahtan uzak kaldıkça, kalabalıklar içinde dahî kimsesiz olan insanın sonsuz garipliğini dile getirmekte, Yûnus’un şu şiiri yeter:
Acep şu yerde var m’ola,
Şöyle garîb bencileyin.
Bağrı başlı gözü yaşlı,
Şöyle garîb bencileyin.
Bir garîb ölmüş diyeler.
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garib bencileyin.
Yûnus Emre’nin:
“Bâd-ı sabâya sorsunlar,
Cânân illeri kandedür?
Görenler haber versinler,
Cânân illeri kandedür?”
diye aradığı Allah sevgisine erdiğine, O’na yaklaştığını anlayınca;
Canlar canını buldum,
Bu canım yağma olsun.
Ballar balını buldum,
Kovanım yağma olsun!
diyerek sevincini coşkun bir şevk ile dile getirmiştir.
Onun, hiç bir yapmacığa sapmadan, bir san’at kaygısına düşmeden söylediği, sâde, külfetsiz, fakat güzel şiirlerine, bütün tasavvuf edebiyatında benzer şiirler bulmak kolay değildir. Şiirlerinde, tasavvufun söylenmesi güç fikir ve heyecanları, berrak bir su içindeymiş gibi hemen görülür.
Yûnus’un şiirlerinde İslâmî bir duyuş ve düşünüş sistemi olan tasavvuf ilmi hâkimdir. Fakat geri kalan herşey; dil, vezin, nazım şekli, hemen hemen tamâmiyle millîdir. Şiirleri tasavvufî olduğu için, yanlış ma’nâlara bile çekilmiştir. Yûnus Emre böyle şiirleri için diyor ki:
Yûnus bir söz söyledi,
Hiçbir söze benzemez.
Câhillerin içinde,
örter ma’nâ yüzünü.
Çok incelikler sezilen Yûnus Emre’nin şiirleri okundukça, insana yeniden okuma hevesi verir. Çünkü tatlı bir söyleyiş, ferahlık verici bir anlam ve kolay anlaşılır nasihatleri vardır. Temas ettikleri konular hemen hemen her insanı ilgilendirir. Yûnus Emre’nin çok şiirleri atasözü hâlini almıştır.
Dünyâ fâniliği hakkında:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Birçok şiirlerinde gönül kırmamağa dikkat edilmesini dile getirmiştir:
Durmuş kazan ye, yedir,
Bir gönül ele getir.
Yüz Kâ’beden yeğrektir,
Bir gönül ziyâreti..
İnsan gönlüne ve insanlara yakın olma, onlara hizmet etme duygusunu böyle ifâde etmektedir.
İslâm âlimlerine uyulmasını şöyle tavsiye etmektedir:
Bu yol gayet uzaktır.
Dünyâ ona tuzaktır.
Bu tuzağa uğrayan,
Komaya kılavuzun
İlimden, okumaktan maksadın Hakkı bilmek olduğunu da şöyle anlatır:
İlim, ilim bilmektir,
ilim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Bu nice okumaktır.
Okumaktan maksad,
Hakkı bilmektir.
Okuyup bilmezsen,
Nasıl okumaktır.
Verenin-alanın yalnız Allahü teâlâ olduğunu, takdîre rızâ gösterilmesini şöyle anlatır:
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşk ile avunurum,
Bana seni gerek seni.
Çok konuşmayı da şöyle özetlemiştir:
Az lâf erin yüküdür,
Çok lâf hayvan yüküdür.
Yûnus Emre’de aşk,
Gerçek insanlık yoludur.
“Bu dünyâda öldür beni,
varıp orda ölmiyeyim,
birde aşksız olmıyayım”
diye niyazda bulunur.
Velhâsıl, çileli yoldan geçmedikçe, Allahü teâlâya kavuşamıyacağını anlamıştır. Çünkü huzûra çıkış ve bağışlanmada kesin bir emniyet yok. Ümit ve korku paralel yürüyor. Ayrıca; Kitâb, Peygamber, Kâ’be, şiirlerinde büyük bir yer tutuyor. Hepsinin başında, Ehl-i sünnet inancına uygun bir îmân ve Muhammed aleyhisselâmın sevgisi vardır:
Araya araya bulsam izini,
izinin tozuna sürsem yüzümü,
Hak nasîb etse görsem yüzünü,
Yâ Muhammed, canım arzular seni.
gibi samîmi deyişlerinin yanında,
“Adı güzel, kendi güzel Muhammed”
gibi veciz anlatımları vardır. “Güzel Kâ’betullah”da, kıblegâhımız için söylenmiş nefis bir şiirdir.
Muhtevâ yönünden, Yûnus, Emre’nin şiirleri; ahenk, ma’nâ, mecaz, duygu, düşünce zenginliği ile yüklüdür. Bir kitap dolduracak derinliği ve genişliği olan sırları kolaylıkla söylemek, Yûnus Emre’de görülür:
“Ete kemiğe burundum,
Yûnus diye göründüm.”
Yûnus Emre, şiirlerinde duran, oturan, tasarlayan değil de, dâima düşünen, gezen, konuşan, seyreden, çalışan, hareketli bir insan olarak görünmektedir. Yûnus Emre, yepyeni bir mecaz örgüsü kurmuştur. Bu yoldaki bilgilerini, hislerini, müşahhas eşya ve tabiata âit unsurlarla canlı bir hâle koymaktadır. Bu tesbih, istiare ve tasvir unsurlarını, herkesin çok iyi tanıdığı hemencecik gözönüne getireceği bahçe, ev araçlarından, onlara âit isim ve sıfatlardan seçmiştir. Tarla, ekin, ağaç, çiçek, meşe, çadır, yağ, balık, arı, kova,..” gibi, yalnız tabiatı bir vâsıta olarak kullanır.
Yûnus Emre, üçbin kadar şiir söylemiş, bunlar bir divân hâlinde toplanmıştır. Bu dîvân Molla Kâsım’ın eline geçtiğinde, bir su kenarında okur. Dine uygun bulmadıklarını yırtıp yırtıp suya atar. Böylece ikibin tane kadarını imha etmişti ki, şu beyitle karşılaştı:
Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme.
Seni sigâya çeken bir Molla Kâsım gelür.
Bu beyti okur okumaz, Yûnus’un kerâmet ehli erenlerden olduğunu anlar, dîvânı öpüp başına koyar. Fakat ne çâre ki, elde bin şiir kalmıştır:
Nazar eyle ilerü,
Pazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör,
Yaradandan ötürü.
Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halifenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî asıladır. Hiçbir bani cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâki nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve san’at şeddi olmuştur. İhlâs ile, herşeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için “Dervişlik”, herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır:
Serî’at tarikat yoldur varana,
Hakîkat ma’rifet andan içerü.
diye, hakiki tasavvufu ta’rîf etmiştir. 811 (m. 1408) yılında Osmanlı Türklerine esîr düşen ve Anadolu’da 20 yıl kadar kalmış olan Transilvanyalı Mülbacher isimli Avusturyalı bir yabancı, Yûnus Emre’ye âit şiirleri, ilâhileri duymuş, öğrenmiştir. Memleketine döndüğünde, Yûnus Emre’nin şahsiyetinde İslâmı anlatmış, kitaplar yayınlamış, yazılar yazmıştır. 937 (m. 1530) yılında büyük ün sahibi Avusturyalı tarihçi Hammer de, Yûnus Emre’ye âit şiirler ve ilâhilere yer vermiş, bundan sonra da Batı ülkelerinde Yûnus ismi çok yaygınlaşmıştır.
Eserleri: Yûnus Emre’nin bilmen iki eseri vardır 1- Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz (Fâilâtün Fâilâtün Fâilün) vezniyle yazılmış, tasavvufî, ahlâki, dini bir eserdir.
2- Dîvân: Yûnus Emre Dîvânı’nın birçok yazma nüshaları vardır. Fakat bu divândaki bütün şiirlerin Yûnus Emre’nin olduğu söylenemez. Yûnus tarzında, daha sonraki şâirlerin yazdığı şiirler de karışmıştır. Taş basması nüshaları da vardır:
Yûnus Emre’nin şiirlerinden;
DOLAP
Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap,
Böyle emreylemiş Çalap,
Derdim vardır inilerim.
Ben bir dağın ağacıyım,
Ne tatlıyım ne acıyım,
Ben Mevlâya duâcıyım,
Derdim vardır inilerim.
Beni bir dağda buldular,
Kolum kanadım yoldular,
Dolaba lâyık gördüler,
Derdim vardır inilerim.
Dağdan kestiler bezenim,
Bozuldu türlü düzenim,
Ben bir usanmaz ozanım,
Derdim vardır inilerim.
Şol dülgerler beni yondu,
Her a’zâm yerine kondu,
Bu iniltim Hakdan geldi,
Derdim vardır inilerim.
Suyum alçaktan çekerîm,
Dönüp yükseğe dökerîm,
Görün beni neler çekerîm,
Derdim vardır inilerim.
Yûnus bunda gelen gülmez,
Kişi muradına ermez,
Bu fânîde kimse kalmaz,
Derdim vardır inilerim.
MEVLÂM
Dağlar ile taşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni. Seherlerde kuşlar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Sular dibinde mâhiyle,
Sahralarda âhû ile,
Abdal olup yâ Hû ile,
Çağırayım mevlâm seni.
Gökyüzünde Îsâ ile,
Tûr Dağı’nda Mûsâ ile,
Elindeki asa ile,
Çağırayım Mevlâm seni.
Yûnus okur diller ile,
Ol kumru bülbüller ile,
Hakkı seven kullar ile,
Çağırayım Mevlâm seni.”
YAĞMA OLSUN
Canlar canını buldum,
Bu canım yağma olsun. Assı (kârdan),
ziyandan geçtim,
Dükkânım yağma olsun.
Ben benliğimden geçtim,
Gözüm hicabına açtım,
Dost vaslına eriştim,
Gümânım yağma olsun.
İkilikten usandım,
Birlik hanına kandım,
Derd-i şarabın içtim,
Dermanım yağma olsun.
Varlık çün sefer kıldı,
Dost ondan bize geldi,
Viran gönül nûr doldu,
Cihanım yağma olsun.
Yunus ne hoş demişsin,
Bâl-ü-şeker yemişsin,
Ballar balını buldum,
Kovanım yağma olsun.
ŞEYH EŞİĞİNDE
Kılalım seyrân,
edelim cevlân,
Mest olup hayran,
şeyh eşiğinde.
Nice bir ülfet,
edelim uzlet,
Çekelim havlet,
şeyh eşiğinde.
Bıraktım ân,
istedim yân,
Kestim zünnârı,
şeyh eşiğinde.
Aldım himmeti,
geçtim zulmeti,
Buldum hayatı,
şeyh eşiğinde.
Yûnus’um elhak,
Dîdâr’a müştak,
Eriştim aşka,
şeyh eşiğinde.
DÜNYÂ
Bilirim seni, yalan dünyâsın,
Evliyâları alan dünyâsın.
Kaçan kurtulsa, kuş kurtulaydı,
Şahin kanadın, kıran dünyâsın.
Sevdiğim aldın, beni ağlattın,
Dönüp yüzüme, gülen dünyâsın.
Süleymân tahtın sen viran kıldın,
Ma’sûmlar boynunu buran dünyâsın.
İÇERÜ
Severim seni ben candan içerü,
Yolum vardır bu erkândan içerü.
Şerî’at tarikat yoldur varana,
Hakîkat ma’rifet andan içerü.
Beni bende demen, bende değilem,
Bir ben vardır bende, benden içerü.
Süleymân kuş dilin bilür dediler,
Süleymân var, Süleymân’dan içerü.
Tecellîden nasîb erdi kimine,
Kiminin maksudu bundan içerü.
Senin aşkın beni benden aluptur,
Ne şirin derd bu dermandan içerü.
Miskin Yûnus gözü tuş oldu sana,
Kapunda bir kuldur senden içerü.
ADI GÜZEL MUHAMMED (aleyhisselâm)
Canım kurbân olsun senin yoluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Gel şefaat eyle kemter kuluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Mü’min olanların çoktur cefâsı,
Âhırette vardır zevk-ü-sefâsı,
Onsekizbin âlemin Mustafası,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Yûnus neyler iki cihanı sensiz,
Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz,
Sana uymayanlar gider imansız,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.
EDEB
Nazar eyle ilerü,
pazar eyle götürü,
Yaradılanı hoş gör,
Yaradandan ötürü,
İlim meclislerinde
aradım kıldım taleb.
ilim geride kaldı,
ille edeb, ille edeb.
Ana rahminden
geldik pazara,
Bir kefen aldık
döndük mezara.
DEĞİL
Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmişiki millet dahî,
Elin yüzün yumaz değil.
Han erenler geldi geçti,
Bunlar yurdu kaldı, göçtü,
Pervaz urup Hakka uçtu,
Huma kuşudur kaz değil.
Yol oldur ki doğru vara,
Göz oldur ki Hakkı göre,
Er oldur ki alçakta dura,
Yüceden bakan göz değil.
Doğru yola gittin ise,
Er eteğin tuttun ise,
Bir hayır da ettin ise,
Birine bindir az değil.
Yûnus bu sözleri çatar,
Sanki balı yağa katar,
Halka mata’ların satar,
Yükü gevherdir tuz değil.
YÂ MUHAMMED (aleyhisselâm)
Arayı arayı bulsam izini,
izinin tozuna sürsem yüzümü,
Hak nasîb eylese görsem yüzünü,
Yâ Muhammed canım arzular seni.
Bir mübârek sefer olsa da gitsem,
Kâ’be yollarında kumlara batsam,
Hûb cemâlin bir kez düşte seyretsem,
Yâ Muhammed canım arzular seni.
Zerrece kalmadı kalbimde hîle,
Sıdk ile girmisem ben hak yola,
Ebû Bekr, Ömer, Osman da bile,
Yâ Muhammed canım arzular seni.
Ali ile Hasen, Hüseyn anda,
Sevgisi gönülde muhabbeti canda,
Yarın mahşer gününde ulu divânda,
Yâ Muhammed canım arzular seni.
Arafat dağıdır bizim dağımız,
Anda kabûl olur bizim duâmız,
Medine’de yatar Peygamberimiz,
Yâ Muhammed canım arzular seni.
Yûnus medh eyledi seni dillerde,
Sevilirsin bütün gönüllerde,
Ağlayı ağlayı gurbet ellerde,
Yâ Muhammed canım arzular seni.
ÖLÜM
Ey yarenler ey kardeşler,
Ecel ere ölem birgün.
işlerime pişman olup,
Kendi özüme gelem birgün.
Yanlanma kona elim,
Söz söylemez ola dilim,
Karşıma gele amelim,
Nittim ise görem birgün.
Oğlan gider danışmana,
Saladır dosta düşmana,
Sol dört tekbîr namaz ile,
Ömrüm tamam kılam birgün.
Beş karış bezdürür donum,
Yılan çıyan yiye tenim,
Yıl geçe ubrula sînim,
Unutulup kalam birgün.
Başıma dikeler hece,
Ne erte bilem ne gece,
Âlemler ümidi, hoca,
Sana ferman olam birgün.
Yûnus Emre sen bu sözü,
Dahî tamam etmemişsin,
Tek yürüyeyim neyleyim,
Üstadıma gelem birgün.
BANA SENi GEREK SENİ
Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni.
Ben yanarım dünü günü,
Bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek seni.
Aşkın âşıklar öldürür,
Aşk denizine daldırır,
Tecellî ile doldurur,
Bana seni gerek seni.
Aşkın şarâbından içem,
Mecnun olup dağa düşem,
Sensin dün-ü-gün endişem,
Bana seni gerek seni.
Sûfîlere sohbet gerek,
Ahîlere ahret gerek,
Mecnunlara leyli gerek,
Bana seni gerek seni.
Yûnus’dur benim adım,
Gün geldikçe artar odum,
İki cihanda maksudum,
Bana seni gerek seni.
BİLSE GEREK
Müslümanım diyen kişi,
Şartı nedir bilse gerek.
Allahın buyruğun tutup,
Beş vakt namaz kılsa gerek.
Tanla durup başın kaldır,
Ellerini suya daldır,
Tamudan azâdlı oldur,
Kullar azâd olsa gerek.
Öğle namazın kılasın,
Her ne dilersen bulasın,
Tamudan azâdlı oldur,
Kullar azâd olsa gerek.
Ol ikindiyi kılanlar,
Arı dirlik dirilenler,
Oladır Hakka erenler,
Dâim Hakka erse gerek.
Akşam durur üç fariza,
Dağca günâhın arıda,
iyi amellerin sana,
Şemu cerag olsa gerek.
Yatsı namazın o hâzır,
Hâzırları sever Kâdir,
Îmânın eksiğin bitir,
Îmân piş-rev olsa gerek.
Her kim müslüman olmadı,
Beş vakt namazı kılmadı.
Bu ki müslüman olmayan,
Ol tamuya girse gerek.
Görmez misin Mustafâ’yı,
Nice bekledi vefayı,
Ümmet için ol safâyı,
Ümmet ona erse gerek.
Bekler ise din gayretin,
Vermegil nefse muradın,
Yûnus Nebi salevâtın,
Aşk ile değirse gerek.
Bu şiirin açıklaması şöyledir: “Müslümanım diyen bir kişi, müslümanlığın şartının ne olduğunu bilmesi ve Allahın emrini tutarak beş vakit namazı kılması gerekir. Tan ağarırken yatağından kalkıp abdest al. Nefse uyarak yatma, o senin düşmanındır. Onu öldür. Nefsin dâima ölü olması gerekir. Sabah namazını vaktinde kılarsan. Allahü teâlâ duâlarını kabûl eder. Böylece Âhırette şeref bulur, naz makamına ulaşarak, Hakkın yakınlarından olursun, öğle namazını kılarsan, Allahü teâlâdan dilediğin her şeye kavuşursun. Allahü teâlâya gerçekten kul olanların Cehennem ateşinden kurtuldukları gibi, sen de Cehennemden kurtulursun, ikindi namazını kılanlar, temiz bir hayat geçirerek Allahü teâlâya kavuşanlardır. Onlar bunu yaptıkça, dâima Hakka ulaşacaklardır. Üç rek’at farzdan ibâret olan akşam namazı, dağlar gibi günahları eritir, iyi amellerin, mezarını aydınlatacak birer ışık kaynağı olacaklardır. Yatsı namazını kılmadan yatma. Yatsı vaktinde namaza duranları, sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâ sever, inandığını eksik bırakma, tamamla. Çünkü imânın âhırette rehberin olacaktır. Kim bu sözlerden öğüt alarak beş vakit namazını kılmazsa, bil ki tam ve gerçek müslüman olamaz. Cehenneme girer. Hazreti Peygamberin ( aleyhisselâm ) müslümanların namaz kılmaları husûsunda nasıl titizlik gösterdiğini görmez misin? Ümmetinden namaz kılanlar çeşitli ni’met ve güzelliklere erişecektir. Dindarlıktan bir fayda elde etmek istersen, nefsinin arzularına uyma! Ey Yûnus, sen de aşk ile Peygambere salevât getir.
Evliyânın büyüklerinden. İnsanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerinin onsekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn’dir. 806 (m. 1403)’da Taşkend’de doğdu. 895 (m. 1490) senesinde Semerkand’da vefât etti. Babası, o zamanın büyük âlimlerinden evliyâ bir zât idi. Annesi ise Hazreti Ömer’in soyundandır.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri doğduğunda, kırk gün annesini emmemiştir. Annesi nifasdan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Daha çocuk iken yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikir ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve evliyâ bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedalaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydüllah-i Ahrâr’ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. O yanına getirilince, beni yatağımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydüllah-i Ahrâr’ı kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: “Benim istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun âlemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı âlemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihan pâdişâhları bunun emrine itaat edecekler. Bundan zuhur edecek işler, önceki âlimlerden zuhur etmemiştir.” Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın babası Mahmûd Şâşî’ye; “Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et” diyerek vasıyyet etti.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
“Mektebe gider, gelirdim. Gönlüm dâima Allahü teâlâ ile idi. Bir ân O’nu unutmaz, bir ân O’ndan gâfil olmazdım. Herkesi de kendim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü, kırlık bir yerden geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmaya çalışırken ayakkabım düştü. O sırada bana bir gaflet arız oldu. Bu işle uğraşırken, Allahü teâlâyı anmaktan uzaklaştım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç, çift sürüyordu; “Bak, şu genç bunca eziyyet içinde Allahı düşünüyor da, sen, ayağını çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden O’nu nasıl unutursun?” diyerek, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben o zaman, herkesi kendim gibi her ân Allahü teâlâyı anmaktadır zannediyordum. Bülûğ yaşına erişinceye kadar, Allahü teâlâdan gâfil olanlar bulunduğunu anlayamamıştım. Zannediyordum ki, Allahü teâlâ, herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allahü teâlâdan gâfil olmamak, yalnız ba’zı kullara mahsûs ilâhi bir inâyet imiş. Ancak riyâzet ve nefs mücadelesiyle elde edilebilir, hattâ ba’zılarınca bununla bile elde edilemez bir keyfiyet imiş.”
Amcasının oğlu Hâce İshâk da şöyle anlatmıştır: “Ben ve öbür çocuklar oyun oynarken, aramıza katılması için ona ne kadar rica etsek, kabûl ettiremezdik. Oynar gibi görünüp, bir kenarda durur ve kendi hâllerinde olurdu.”
Yine kendisi şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda rü’yâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî’nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde Îsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp; “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” buyurdu. Rü’yâyı anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile ta’bir ettiler. Ya’nî tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu ta’bire râzı değildim. Tâ’birim şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhar büyüklere de “İsevi meşreb” denirdi Madem ki, Îsâ aleyhisselâm bu fakirin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o ma’nâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gafleti karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar.
Hâlimin başlangıcında, rü’yâda Resûlullahı ( aleyhisselâm ) gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret etti ve buyurdu ki: “Beni bu dağın başına çıkar!” Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. “Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım” buyurdu.
Yine ilk zamanlarda, rü’yâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Bâtınıma öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecal kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarf ederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, “Mübârek olsun!” buyurdular.
Ubeydüllah-i Ahrar hazretleri yirmiiki yaşında iken dayısı Hâce İbrâhim, onu ilim tahsili için Taşkent’den Semerkand’a gönderdi, iki yıl müddetle Mâverâünnehr’deki büyük âlimlerin meclisinde bulunup ilim öğrendi. Yirmidört yaşında Hirat’a gitti. Beş yıl da oradaki büyük âlimlerden ilim öğrendi. Yirmidokuz yaşında iken memleketine döndü.
Tasavvuf ilminde hocası Ya’kûb-i Çerhî hazretleridir. Onun sohbetlerinde kemâle gelip, tasavvufda yükseldi. Vefâtından sonra da hocasının yerine geçti, insanlara rehberlik edip saadete kavuşturdu.
Yine şöyle anlatmıştır: “Bir ara bende öyle bir hâl oldu ki, büyük-küçük, hür-köle, her kiminle karşılaşsam, ayağına kapanır, tam bir kırıklık ve yalvarış ile ondan bana duâ etmesini isterdim.”
İlk zamanlarımda idi. Vâlidemin bir tarlası vardı. Tarladan kalkan bir miktar buğdayı, çölde yaşayan bir Türk ile bana gönderdi. Ben buğdayı anbara koymakla meşgûl iken, buğdayı getiren o Türk, çuvallarını alıp gitmiş. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. O anda, neden bu garîb ve zavallı kimseden bir duâ almadım diye üzüldüm, içime garîb bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp, koşarak peşine düştüm. Yolun yarısında ona yetiştim. Tevâzu ile yalvararak, bana duâ etmesini istedim; “Beni gönlünüze alın! Hâlime bir inâyet nazarı ile bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhamet eder de yolum açılır” dedim. O Türk, hayret ederek bana; “Zannediyorum ki, Türk şeyhlerinin söyledikleri;
“Her kimi görsen Hızır bil,
Her geceyi kadir bil.”
sözüne göre hareket ediyorsun, ama ben çölde yaşayan bir Türk’üm ki, elimi yüzümü yıkamayı bile lâyıkı ile bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur.” dedi. Sonra “Benim yalvarışıma bakıp, öyle bir teessüre kapıldı ve ellerini kaldırıp benim için öyle bir duâ etti ki, duâsının te’sîri ile o ânda bâtınımda, kalbimde fetihler, açılmalar hasıl olduğunu gördüm.”
Yine şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vahime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki; yalnız başına evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî’nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr’un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager’in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan’ın kabrine gittim, içimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra artık hiç korkmadım. Taşkend’in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda henüz baliğ olmuştum. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr’un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı. “Sana ne oldu?” dedim. “Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helak olacağım” dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki “Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnut olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır.” Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler.
Yine şöyle anlatmıştır: “İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl’ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku verici idi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkend’de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, ta’kib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım ve murâkabemi ve oturuşumu hiç bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlıyarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Bundan sonra bizim dostlarımızdan oldu.”
“Yine bir gece, Şeyh Zeyneddîn hazretlerinin kabri başında oturuyordum. Mezar, şehir dışında tenhâ bir yerde idi. Taşkend’de bir deli vardı. İri yapılı, uzun boylu birisiydi. O günlerde Taşkend’de birini öldürmüştü. Halk ondan korkar, onun olduğu yerden uzaklaşırlardı. Ben mezar başında iken. birdenbire o deli çıkageldi. “Kalk, buradan çık git” diye haykırdı. Ben ona hiç cevap vermedim. Oturuşumu bozmayıp, murâkabeme devam ettim. O bağırmaya devam etti. Ben yine aldırmadım. Mezarın yanındaki otları ve ağaç dallarını toplayıp bir demet yaptı. Sonra yakında bulunan mescide gidip, orada yanan lâmbadan elindeki ot ve ağaç demetini tutuşturup yanıma yaklaştı. Maksadı, elinde yanan ateşi başıma atmaktı. Bunu yapmak üzere yanıma yaklaşınca, bir rüzgâr esip elindeki ateşi söndürdü. Bağırıp çağırmaya başladı, delîliği iyice arttı. Fakat ben asla aldırmayıp, halimi bozmadım. Bu hâl sabaha kadar devam etti. Sabah olup gün ağarırken ortadan kayboldu. Taşkend’e gitmiş, sabahın erken saatinde Taşkend pazarını altüst etmiş, bir kişiyi de öldürmüş. Bunun üzerine halk da sopalarla üzerine hücum edip, onu öldürmüş.”
“Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri ve talebeleri, çarşı ve pazarda dolaşırken, halkın ve satıcıların gürültülerini işitmez, kulaklarına zikir sesleri gelirmiş. Onun gibi, ilk gençlik yıllarımda Allahü teâlâyı zikir, bana öyle hâkim olmuştu ki rüzgârın sesini ve iniltisini hep zikir gibi işitirdim... Bu sırada onsekiz yaşında idim.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, ilk gençlik yıllarından sonraki hâlini de şöyle anlatmıştır: “Mirzâ Şahrûh zamanında Hirat’ta idim. Hiç param yoktu. Başımda bir tülbentim (sarığım) vardı. O da parça parça idi. Bir parçasını düğümlesem, öbürü parçalanır ve sarkardı. Birgün pazar yerinden geçerken, bir dilenci benden bir şey istedi. Param yoktu ki vereyim. Bir ahçının önüne gittim. Tülbentimi çıkarıp; “Bu tülbent eski fakat temizdir. Kapkacak yıkadıkça kurulamaya ve silmeye yarar. Bunu al, şu fakire bir yemek ver” dedim. Ahçı, fakiri doyurduktan sonra, büyük bir edeble tülbenti önüme koyup geri verdi. Fakat ben kabûl etmedim, oradan ayrıldım.”
“Çok kimseye hizmet ettim. Hiçbir şeyim yoktu. Atım ve merkebim yoktu) senede bir kaftan değiştirirdim ki, onun da pamukları dökülürdü. Her üç senede bir kürk ve bir hırka ile yetinirdim.”
“Bir kış mevsimi Mevlânâ Müsâfir ile, sokağa bakan bir evde oturuyordum. Evin tabanı sokaktan alçaktı. Yağmur, su ve çamur eve dolardı. Sabahları câmiye gidip, namazı orada kılardık. Elbise ve çamaşırlarım o kadar zayıftı ki vücûdumun yarısı hiç ısınmazdı.”
“Mirzâ Şahrûh zamanında, sarrafların başı olan bir zengin vardı. “Hâcegân” yoluna büyük bir muhabbeti vardı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin de husûsi iltifâtlarına mazhar olmuştu. Ben, şehirde kimsenin yemeğini yemezdim. Bu zâtın da bütün tekliflerini kabûl etmedim. Nihâyet Ramazân-ı şerîf geldi. O sarraf bana gelip; “Bu Ramazan’da her akşam iftarı bende yapacaksın” dedi. Özür dileyip gelemiyeceğimi söyledim. Bunun üzerine; “Eğer bütün Ramazan her akşam iftarı bende yapmazsan, zevcem üç talak ile boş olsun!” dedi. Çaresiz kalıp, o şahsın sözünü yerine getirmek îcâb etti. O kişiden çok yardım ve alâka gördüm. Benim o sırada karşılık verecek gücüm yoktu. Sonradan zengin oldum. Fakat o kimse vefât etmişti. Ben de oğluna onbin dinar verdim. Ba’zı işlerini gördüm.”
Kendisi şöyle anlatmıştır: “Dayım Hâce İbrâhim, benim zâhirî ilimleri öğrenmem için çok alâka gösterdi. Bu maksadla Taşkend’den Semerkand’a götürdüler. Bu husûsta çok dikkat gösterdiler. Fakat ne zaman bu iş için gayrete geçseler, ben bir hastalığa tutuluyordum. Hastalığım geçince, tahsile başlıyordum. Bu sefer başka bir hastalık geliyordu. Böylece zâhirî ilimleri tahsile kadir olamıyacağımı anlayıp; “Beni kendi hâlime bırakın. Eğer daha ziyâde zorlarsanız helak olacağım” dedim. Dayım bu sözden son derece etkilenip, beni serbest bıraktı. Ben bir defa daha zâhir ilmini öğrenmeye yöneldimse de, şiddetli bir göz ağrısına tutuldum. Bu hâlim kırkbes gün sürdü. Nihâyet tamamen vazgeçtim.”
Semerkand’ın meşhûr âlimlerinden Hâce Fadlullah Ebü’l-Leysî şöyle demiştir: “Biz Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kemâlini, üstünlüğünü anlıyamayız. Şu kadar biliriz ki, zâhirî ilimleri çok az okumuş. Böyleyken, Beydâvî tefsîrinden bize öyle suâller sordu ki, cevâbında âciz kaldık.”
Ubeydüllah-i Ahrâr, zâhirî ilimlerde âlim olan Mevlânâ Ali Tûsî’ye; “Sizin yanınızda bizim konuşmamız edeben hatâ olur. Siz söyleyin, biz dinliyelim.” Bu söz üzerine Mevlânâ Ali Tûsî, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine şöyle dedi: “Feyz kaynağından söz gelen bir huzûrda, asıl bizim söz söylememiz edebsizliktir!”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, ilk zamanlarında Taşkend’den Semerkand’a ve Buhârâ’ya gitti. Buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan’a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan’a gittikten sonra, bir defa daha Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetine gitti. Bundan başka Hire’de bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, hocalarından Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin (kuddise sirruh) sohbetinde bulunmasını şöyle anlatmıştır: “Ömrümde, Seyyid Kâsım Tebrîzî’den (kuddise sirruh) büyük zât görmedim. Zamanın şeyhlerinden hangisine gitsem, bana bir nisbet hâsıl oluyordu. Fakat bu nisbetler bir müddet sonra geçiyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetlerinde öyle bir te’sîr ve keyfiyet hâsıl oldu ki, elden bırakmak mümkün değildi. Huzûruna her gidişimde görürdüm ki; bütün kâinat, dâirenin merkezi misâli onun etrâfında dönüyor ve onda yokluğa kavuşuyordu. Seyyid Kâsım Tebrîzî, Hâce Behâeddîn Nakşibend hazretlerinin sohbetinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almış. Anlaşıldığına göre, “Hâcegân” yolunda idi. Bir kapıcısı vardı. Kimse ondan izinsiz huzûruna giremezdi. Kapıcıya şöyle tenbîh etmişti: “Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse, ona mâni olma! Bırak istediği zaman benim yanıma girsin.” Hergüri kapısına varırdım, izin verilmiş olduğu hâlde huzûruna iki-üç günde bir girerdim. Talebeleri, bana izin verildiği hâlde huzûrlarına niçin hergün çıkmadığıma hayret ederlerdi. Seyyid Kâsım hazretlerinin sohbetleri çok tatlı ve o kadar lezzetli idi ki, gelenler ayrılmak istemezdi. Sohbetin dağılma zamanı gelince talebelerine bir işâret verir, dağılmalarını bildirirdi. Beni hiçbir vakit huzûrundan kaldırmamıştı. Yakınlarına “Bâbu” diye hitâb ederdi. Bana; “Bâbu senin adın nedir?” diye sordu. Ubeydullah dedim, “İsminin ma’nâsını gerçekleştir” buyurdu.
Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: “Seyyid Kâsım’ın sohbetine çok devam ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince mes’elelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defasında Seyyid Kâsım’ın sohbetinde otururken, içeriye Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın her ziyârete gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-i ihtiyâri en ince mes’eleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr, Seyyid Kâsım’ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; “Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gayet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sahiblerinin temenni ettiği saadete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamanın bir hârikası, devrânının bir tanesidir. Ondan çok büyük işler, tecellîler zuhur edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır.” Seyyid Kâsım’ın bu sözlerinden, içime Ubeydüllah-i Ahrâr’ın kemâl ve olgunluk zamanına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Sa’îd zamanında, Ubeydüllah-i Ahrâr Taşkend’den Semerkand’a geldi. Hizmetine girdim. Kısa zamanda Seyyid Kâsım’in işâret ettiği üstünlükleri onda gördüm, anladım.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: “Birgün Seyyid Kâsım hazretleri bana; “Bâbu! Bilir misin zamanımızda hikmet ve hârika niçin az zâhir oluyor? Çünkü bu zamanda batının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi pek az insanda kalmıştır. Olgunluğa ulaşmak, bâtının tasfiyesi iledir. Bâtının tasfiyesi, kalbin temizlenmesi, helâl lokma yemekle mümkündür. Bu zamanda helâl lokma pek azdır. Batınını tasfiye etmiş insan da yok gibidir ki ondan ilâhî esrâr nasıl tecellî etsin?” Sonra kendisi ile ilgili olarak; “Elim tuttuğu zaman, takye diker onun parası ile geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra, babamdan kalan kütüphâneyi satarak, ticâret sermâyesi yaptım ve onunla geçinmeye başladım” dedi.
Yine şöyle anlatmıştır: “Bir gece rü’yâmda, kendim büyük bir cadde üzerinde iken, birden Şeyh Zeyneddîn Hâfî’yi gördüm. Bir yol başında duruyordu. Beni tutup; “Gel seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim” dedi. Gönlüm ana caddeyi bırakmak istemedi. Kabûl etmedim. Bu sırada ana cadde üzerinde beyaz at üzerinde Seyyid Kâsım gözüktü. “Bu cadde şehre gider, gel seni alıp şehre götüreyim” dedi. Beni atına aldı. Atının terkisine binince, şehre doğru ilerledi.”
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın sohbetinde bulunduğu zâtlardan biri de, Behâeddîn Ömer hazretleridir. Bu hocası hakkında buyurdu ki: “Bana Horasan şeyhlerinden Behâeddîn Ömer’in tavırları gayet hoş gelirdi. Ekseriyetle oturup sohbet ederler, gelenlerin hâline münâsib muâmele eder, hiçbir sûretle kendini halktan üstün tutmazdı.”
Ubeydüllah-i Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devam etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Ya’kûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı. Bu hocası ile tanışmasını şöyle anlatmıştır: “Hire’ye gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir tüccâr ile tanıştım. Hâcegân yolunda olduğu anlaşılıyordu. Bu nisbeti kimden aldığını sordum. Ya’kûb-i Çerhî’den aldığını söyledi. Bana Ya’kûb-i Çerhî’nin büyüklüğünü ve üstün hâllerini anlattı. Bunun üzerine ya’kûb-i Çerhî’nin sohbetine kavuşmak için, ikâmet ettiği yer olan Helfetû’ya gitmek üzere yola çıktım. Çiganiyân’a varınca hastalandım. Yirmi gün orada kaldım. Bu sırada Ya’kûb-i Çerhî hakkında menfî sözler işittim. Seyahatime devam edip etmeme husûsunda tereddüde düştüm. Fakat bu kadar yol aldıktan sonra, geri dönülmeyeceğim düşünerek yola devam ettim. Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin huzûruna kavuşunca, bana büyük iltifât gösterdi. Bundan sonra bir başka gün tekrar ziyâretine gittiğimde, bu sefer sert ve haşmetli davrandı. Bunun sebebini; yolda iken aleyhinde bulunanların sözlerine bakarak huzûruna gidip gitmemek husûsunda tereddüde düşmüş olmamdan dolayıdır, diye düşündüm. Aradan bir saat geçmeden, bana tekrar çok lütuf ve iltifâtta bulundu. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ile buluşmasını, sohbetine kavuşmasını ve münâsebetlerini anlattı. Sonra bana elini uzatıp; “Gel bî’ateyle” buyurdu. O anda yüzüne baktım yüzünde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Bu sebeble hemen bî’at edemedim. Bunu anlayıp, hemen elini geri çekti. Baktım, yüzü birden bire değişip, öyle güzel bir hâl aldı ki simasının güzelliğine hayran kaldım. Kalbimde hâsıl olan muhabbet sebebiyle, kucaklayıp sarılmamak için kendimi zor tuttum. Bu defa elini yeniden uzatıp; “Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri bu elleri tutup; senin elin, benim elimdir. Her kim senin elini tutarsa, benim elimi tutmuş olur” buyurdu. Sonra sesini yükselterek; “Bu el, Behâeddîn Buhârî’nin elidir, tutun!” buyurdu. Hemen mübârek ellerini tuttum. Bana, vukûf-u adedi. (tek sayı) üzere nefy ve isbât (La ilahe illallah) zikrini ta’lim etti. Sonra: “Bize hocamızdan gelen usûl budur. Eğer siz, talibleri cezbe yoluyla terbiye etmek isterseniz, edebilirsiniz” buyurdu.
Ubeydüllah-i Ahrâr, Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet aldı. İnsanları irşâd etmek (yetiştirmek) üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, rabıta şartını anlattı ve: “Bu yolu ta’lim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et. Emaneti isteklilere ve isti’dâthlara ulaştır” buyurdu.
Ya’kûb-i Çerhî, talebesi Ubeydül-i lah-i Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek.” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri yirmidokuz yaşında iken, ilim tahsilini tamamlayıp, tasavvufda yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmidokuz yaşınaan sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki, idâresi için vekîl ta’yin etti. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üçbin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekizyüzbin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; “Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyurmuştur.
Menkıbeleri ve kerâmetleri: Ubeydüllah-i Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve batınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden birşey almayıp, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; “Bu kaftanı giymek caizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defa bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin” demiştir.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir defasında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir araziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reîsi olan kimse, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; “Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da pâkdır. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim” dedi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri; “Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz” dedi. Oba reîsi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz” dedi. “Kabûl etmeyiz” buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı, önce kendisi yedi Sonra yanında bulunanların hepsine ikram ettiler.
Mevlânâ Abdullah Şergûlî şöyle anlatmıştır: “Ben küçük idim. Babam, Mevlânâ Nizâmüddîn’in muhlis talebelerinden idi. Mevlânâ Nizâmüddîn, ekseriyetle bizim eve teşrîf ederdi. Babam ona hizmet için meşgûl olurken, o ekseriyetle murâkabe yapar, başını önüne eğip otururdu. Bir defasında bu hâl üzere iken, aniden başını kaldırıp seslendi Babam hemen huzûruna koşup, bağırmasının sebebini sordu. Buyurdu ki: “Doğu tarafından bir zât zuhur etti. İsmi Hâce Ubeydullah’dır. O rûy-i zemini tuttu. O ne büyük şeyh, ne büyük zât olur.” Mevlânâ Nizâmüddîn’den onun ismini işitince, hatırımda tutmuştum. Teşrîf etmesini bekliyordum. Sultan Ebû Sa’îd devleti zamanında, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Taşkend’den Semerkand’a teşrîf etti. İlk defa karşılayıp, görmekle ve sohbetinde bulunmakla ben şereflendim. Bir müddet Semerkand’da kaldıktan sonra, Buhârâ’ya gitti.” Ubeydüllah-i Ahrâr’ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. “Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim” buyurmuştur.
Kendisi şöyle anlatmıştır: “Semerkand’da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesi’nde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Bu hizmetim devamlı olduğu için, hastalıkları bana da geçti. Ben de yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devam ettim.”
“Gençliğimde Herî’de idim. Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin hizmetinde bulunuyordum. Kendisinin bir tas yemeğini bana verdi. “Ey Türkistanlı Şeyhzâde! Bu, bize kubbe olmuştur (Bununla diğer insanlar gibi gözüküyoruz). Yakında dünyâ da sana kubbe olur (Zengin olursun ve onunla hâllerin gizlenir).” Bu sözü buyurduklarında, benim dünyalık hiçbir şeyim yoktu. Son derece fakir idim.
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bu fakir, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim, öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından birşey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim, insanlar arasında veya yalnızken, bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim.”
Otuzbeş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Sa’îd de şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Ba’zan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâima edeb ve güzel’ muâmele ile hareket ederdi.”
Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ zamanında, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand’a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: “Yatsı namazını kıldiktan sonra, bana buyurdu ki: “Emîr Mecd bizim misâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz ba’zı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et.” Dedim ki; “Eğer izin verirseniz, sizinle beraber olayım.” “Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur” buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi. Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı. Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Mir Mecd, Hâce hazretlerinin iltifât-ı şerîfleri bereketiyle az hareket etti. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mir Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında, Keş’e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetle bir yağmur başladı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; “Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim” buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri anladılar ki, kendisinin Çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girib de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istememişti. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti”
Bir defasında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikde tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak, vardı. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi vardı. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten haya ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri atını istedi. “Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum” diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, hava serinleyince talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan anladılar ki, hocaları oradan uzaklaşıp, onların gölgelenmelerini istemişti.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şöyle anlatmıştır: “Gençliğimin ilk yıllarında, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî ile Herî’de idik. Panayır yerlerine gider, güreşenleri seyrederdik. Güreşenler üzerinde himmet ve teveccühümüzü denerdik. Himmet ettiklerimiz gâlib gelirdi. Sonra yenilene himmet ederdik. Bu defa o gâlib gelirdi. Birgün yine gitmiştik. Aramızdan kimse geçmesin diye el ele vermiştik. Güreş yerinin bir kenarına durduk. Güreşçilerden biri iri cüsseli idi. Onunla güreşecek olan ise zayıf biriydi. Mevlânâ Sa’deddîn’e; “Şu zayıfın gâlib gelmesi için himmet edelim. Sen himmet göster, ben de yardımcı olayım” dedim, iri vücûdlu pehlivan, zayıf pehlivanı yerdefi yere vuruyordu. Zayıf olana himmet etmeye başladık. O ânda, zayıf pehlivanda beklenmedik bir hâl oldu. Ellerini uzatıp karşısındaki koca pehlivanı havaya kaldırdı. Sonra başının üzerinde döndürüp sülüstü yere çaldı. Seyreden halkdan, müthiş bir nâra ve ağlık koptu. Herkes, bu beklenmedik neticeden şaşırmış bağırıyordu. Kimse, te’sîrin nereden geldiğini bilmiyordu. Baktım, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî’nin gözleri yumulu. Koluna dokunup; “Artık himmeti bırak, herşey olup bitti” dedim. Sonra oradan uzaklaştık.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Hirat’dan Taşkend’e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece yatacağımız zaman bana; “Sen benim yattığım odada yat” dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Gece yarısı ismimi söyleyip; “Uyuyor musun! Uyanık mısın?” dedi. Ben de; “Uyumuyorum efendim” dedim. “Hemen kalk, kıymetli eşyalarını topla ve derhâl dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de sür’atle dışarı aktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyalarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni ta’kib edip peşimden geliniz?” dedi. Sür’atle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu ta’kib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de yanında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; “Sebeb nedir ki, geceyansı uykumuzu bölüp buraya geldik?” diyorlardı. Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmıştı. Bizimle gelmeyenler de sele kapıldılar. Kendilerini, selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harâb eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir evliyâ olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler.”
Talebelerinden Şeyh İyân da şöyle anlatmıştır: Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, birer birer sudan geçtiler. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtmaya başladı. Ben çok korktum. Karşı sahile bir ok atımı kadar mesafe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar her ân biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan adetâ eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire “Allah!” diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan artık hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana “Kalk” buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de Saîdan kıyıya indi Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, su üzerindeki sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi”
Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: “Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk, İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gayet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrâfta ise barmılacgk hiçbir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeğe başladım: “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu, içimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; “Yoksa korkuyor musun?” diye sordular. Sükût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifiri karanlık içinde kaldık.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin oğlu şöyle anlattı: “Taşkend’de iken, akrabamızdan bize komşu olan birisi vardı, hasta yatıyordu. Halam onu ziyârete gitmek istedi. Babam; “Ziyâret gerekmez” diyerek, ona engel oldu. Bu sırada Firket tarafından gitti. Halam, babamın gidişini fırsat bilip, biz ziyâret yapayım diyerek evden çıktı. Sokağa çıkar çıkmaz, karşısında babamı at üzerinde gördü. Babam; “Hastayı ziyârete mi gidiyorsun? Sana da hastalığın geçmesinden korkmuyor musun? Hemen geri dön!” buyurdu. Halam hemen geri döndü. Fakat dönmesiyle birlikte, ateşi yükselip yatağa düştü. Bir müddet sonra babam Firket’den dönünce, halama; “Sana gitme dediğim hâlde hasta ziyâretine gidip hasta olmak nene gerek?” buyurdu. Halam, irfan sahibi bir kadın idi. Tövbe etti. Babamın iltifâtlarıyla yüksek derecelere kavuştu.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri. Taşkend’den Semerkand’a göçmeden önce, hizmetkârlarından birine, Semerkand’a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gayet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafı gördü. Dükkânına gidip, onunla biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan çıkıp yola çıktı. Taşkend’e gelince, balları Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri kaşlarını çatıp, bağırarak; “Ey saadetten mahrûm kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?” dedi. Hizmetkâr; “Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!” dedi. Bunun üzerin kutuları açıp baktılar ki, şarap dolu. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: “Bir defasında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyası yüklü olarak dönerken, eşkiya yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkiyayı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esîr edilmiş olarak düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkiyaya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhafaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşünerek, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım istiyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkiya üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Bir de baktım ki, eşkiya kervanı bırakmış kaçıyordu. Hâlbuki eşkiya bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervanda bulunanlar, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ben ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan değildim. Bu işin Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki: “Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler.”
Ubeydüllah-i Ahrâr zamanında, Taşkend’de şeyhlik iddiasında bulunup, irşâd makamına kurulmuş kimseler pekçoktu. Bunlar, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Bagistan’dan Taşkend’e gelip, talibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman, orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Birgün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini te’sîr altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine dikip, te’sîr altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havale etmek istiyordu: Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de, onun te’sîrini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydüllah-i Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çini çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişan hâle düştü.
Ubeydüllah-i Ahrâr zamanında, bir kadı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu Fakat Ubeydüllah-i Ahrâr ona hiç iltifât etmiyordu. O da, gayet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin neş’eli bir ânında, yakın bir talebesi, o kadıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrûm kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydüllah-i Ahrâr ona şöyle cevap verdi: “Ben, her kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan birşey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” Talebelerinden ba’zıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kadı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reîs makamına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defasında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydüllah-i Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun?” diyerek seslenip, onu ikâz etmişti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçdi. Biraz sonra Ubeydüllah-i Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istemişti. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için göndermişti. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup’ şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırılıp içindeki döküldü. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra Ubeydüllah-i Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bir defasında, Hirat’ta talebelerinden birinin evine misâfir olmuştu. Geldiği sırada, ev sahibi, akşam yemeğini evinde bulunan misâfirler ile birlikte yemiş ve yeni sofradan kalkmışlar, yemekten sonra da bir akşam gezintisine çıkmak üzere hazırlanmışlardı. Büyüklere çok sevgisi ve muhabbeti olan ev sahibi, çok sevdiği ve büyük bir muhabbetle bağlı olduğu Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin, evine teşrîf etmesine çok sevinip, ellerine kapanarak karşıladı. Ev sahibinin Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine gösterdiği hürmet üzerine, evde bulunan misâfirler gelen zâtın kim olduğunu öğrenince, onlar da çok hürmet göstermişlerdi. Ev sahibinin, genç ve güzel yüzlü bir oğlu vardı. O akşam Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin teşrîf etmesi üzerine, gezmeye çıkamıyacaklarını düşünerek, süratim asarak yerinden bile kıpırdamadı. Edeb ve hürmet göstermedi. Ev sahibi, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine, misâfirlerin yeni yemekten kalktığını ve yemeğin bitmiş olduğunu, fakat evinde herşeyin mevcûd olduğunu arzederek, ne arzu ederseniz hazırlayalım, pişirelim dedi. Bu sırada ev sahibinin genç oğlu, gezintinin iptal edilmiş olmasından dolayı edebsiz bir tavır aldı ve; “Bu gurbetteki zâta, hazır bırşeyler getirin, yemek şimdi bitti. Bundan sonra kimsede yemek pişirecek mecal yok” dedi.
Ubeydüllah-i Ahrâr, gencin bu edebsiz hâlini görünce, yavaş bir sesle; Ey genç, güzelliğine mağrur olma!
Eğer bu akşam ben senin yüzünü kara etmezsem, vebali üzerime olsun!” dedi. Sonra da yüksek sesle; “Uzak yoldan geldim, açım, sıcak bir çorba istiyorum” dedi. Hemen mutfağa koşup, hazırlığa başladılar. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bir müddet sükût edip, o gencin gönlünü kendine çekti. Genç aniden yerinden fırlayıp, ızdırab ile yanına gelip, önünde diz çöktü. “Size ben hizmet edeyim” dedi. Ubeydüllah-i Ahrâr izin verdi. Genç hemen hizmete koyuldu. Yemek pişirmek üzere ocak başındakileri kaldırıp, kendisi ateş yaktı. Ateş yakarken, ateşin sıcaklığından yüzü kızarıp terledi. Elleri de is oldu. Yüzündeki teri silmek için elini birkaç defa yüzüne sürdü. Elindeki is karası yüzüne bulaşıp, böylece yüzü karardı. Babası ve diğer misâfirler, “Yüzün kara olmuş” dedilerse de, genç; “Nûr, o karadadır” deyip, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri için yemeği pişirip, önüne koyup ikram etmedikçe, yüzündeki karayı Bilmeyeceğini söyledi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine yemeği ikram ettikten sonra, gidip elini yüzünü yıkadı ve abdest aldı. Sonra da gelip, huzûruna oturdu, onunla birlikte yemek yedi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri Hirat’dan gidinceye kadar da yanından ayrılmadı.
Bir defasında, Ubeydüllah-i Ahrâr’in huzûruna Horasan’dan âşık bir kimse gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık i’tikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri onu azarlayıp, derhâl huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mîr Abdülevvel’in kalbinden; “Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyazla gelmiş, acaba onu neden hoşnut etmedi?” düşüncesi geçti. Ubeydüllah-i Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp, buyurdu ki: “Bu kimseyi köpek ya vı asu sûretinde gördüm ve bu sebeple kovdum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz.” Bunun üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisi imiş. O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden “Mesh” ya’nî sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, ma’nen sûretin değişmesi kaidinim amıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtınının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyan olan işlerde ısrar etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbîh ve nasihat de yapılsa gafletten uyanmaz.”
Mevlânâ Gilân Ziyâretgahî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Şeyh Şahin’in evinden çıktığı sırada, büyük birâderlerim Mevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü’l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine da’vet etti. Teşrîf etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr bana; “Sen niçin da’vet etmezsin?” buyurdu. “Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim” dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi. “Bundan fazla birşey yapma” buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sahilleri ve fakirleri, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin teşrîfini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı, iki büyük sofa, gelenlerle doldu.
İki sofa arasındaki mabeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; “Bu kadar kimse geldi” diye geçti. Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; “İki batman undan başka birşey pişirme” buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Ben bu hâlde iken, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; “Söyliyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme” buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, evde bulunan kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mabeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıda toplanmış olanlara çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sahiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı.” Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hirat’da, Mevlânâ Muhammed bin Mevlânâ Seyfeddîn adında, âlim bir komşumuz var idi. Bu zât, Mevlânâ Nizâmeddîn Şehîd’in akrabası idi. Zaman zaman ondan ilim öğrenir, istifâde ederdim. Bir Ramazan ayında, bu zât hastalanmıştı. Hastalığı o dereceye gelmişti ki, başka birinin yardımı olmadan, bir yanından diğer yanına dönemiyordu. Oğulları ve talebeleri; “Artık ölmek üzeredir” diyerek, kefen ve tabut tedârik etmeye başlamışlardı. Bir Cum’a günü, hastalığı son haddîne ulaşmış, iyice ağırlaşmıştı. O gün evlâdından ba’zısı da Cum’a namazına gitmişti. Evde bulunanlardan diğerleri de, cenâzeye hazırlık için bir işle meşgûl oluyorlardı. Herkesin bir işle meşgûl olduğu sırada, hastanın başında, bir hizmetçiden başka kimse kalmamıştı, öğle vakti yaklaştığı sırada aniden kapı çalındı. Hizmetçi gidip, kapı arasından bakınca; kırmızı yüzlü, kumral sakallı ve uzun boylu bir süvari gördü. Atından inip; “Uzak yoldan hastayı ziyârete geldim, müsâade edermisiniz?” diyerek, içeri girmek için izin istedi. Hizmetçi kapıyı açıp, onu içeri aldı. Gelen ziyâretçi hastanın başucuna varınca, hasta, gözlerini açıp baktı. Gelen zâtın üstü başı toz olduğundan, uzaktan gelen bir yolcu olduğunu anlayıp, işâretle; “Kimsin, nereden geliyorsun?” diye sordu. Gelen süvari; “Ben Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebesiyim, hocam beni sizi ziyâret etmek ve sıhhate kavuşacağınızı müjdelemek üzere gönderdi. Sabah namazını Semerkand’da hocam ile kıldım. Akşam namazında orada olacağım ve iftarı hocamla yapacağım” dedi. Hasta yatan Mevlânâ Muhammed, bu sözleri işitir işitmez kendinde bir kuvvet hissedip, kimsenin yardımı olmadan doğrulup, yatağı üzerinde oturdu. Gelen genç, odadaki dolap kenarında duran şerbeti alıp, hastaya bir bardak içirdi. Sonra veda ederek ayrıldı. Atına binip, sür’atle gözden kayboldu. Bu genç süvarinin gelip gittiği sırada, hastanın hanımı, hemen bitişiklerindeki komşunun evinde idi. Kendi evinde konuşulanları duyunca, genç atlı gider gitmez merakla evine koştu. Evine girince, ağır hasta yatan kocasının yatak üzerinde doğrulmuş oturmakta olduğunu ve önünde boş şerbet bardağını görünce hayret etti ve bunun nasıl olduğunu sordu. Kocası da, vukû’ bulan hâdiseyi anlattı. Hasta olan o âlim, o gün ayağa kalkıp, ikindi namazını ayakta kıldı. Birkaç gün sonra da, tam bir sıhhate kavuştu. Tekrar ders vermeye ve ilim öğretmeye başladı.”
Yine Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr’ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlana Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Kulan ile beraber idim. Senelerce sohbetinde ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Ba’zan sohbet sırasında bana hitâb ederek; “Niçin Horasan’a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor” buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet beraber geldiğim Hâce Kulan, Horasan’a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da; “Sen de bununla birlikte sür’atle Horasan’a anne ve babanın hizmetine dön. Benim rahatımı bozuyorlar” buyurdu. Ben de onunla beraber Horasan’a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim, ikisi birden ağlaşmaya başladılar ve; “Biz her namazdan sonra, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk” dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini istedim. Onlar da izin verdiler. İkinci defa hocamın sohbetiyle şereflendim. Artık bundan sonra bir daha, Horasan’a git buyurmadı.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini sevenlerden bir zât şöyle anlatmıştır:
Benim bir hizmetçi kölem vardı. Ondan başka hiçbir kimsem ve hiçbir şeyim yoktu. Onu Semerkand’da kaybettim. Defalarca arayıp, gezmedik dağ ve sahra bırakmadım. Fakat ondan hiçbir eser ve haber bulamadım. Aciz ve şaşkın bir hâlde kaldım. Çünkü o, benim gücüm, kuvvetim, yardımcım idi. Ona şiddetle ihtiyâcım vardı. Birgün yine arazide dolaşarak onu arıyordum. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, talebelerinden büyük bir cemâatle oradan geçiyorlardı. Yanına yaklaşıp, atının başından tutup, derin bir ızdırap ile hâlimi arzettım. Boyun büküp yalvararak ve benim işimi siz hâlledersiniz diyerek ağladım. “Ben zirâatle uğraşan kimseyim, böyle şeyleri bilmem, aramak gerekir ki bulunsun” buyurarak tevâzu gösterdi. Sonra bir müddet susup, yakınımızda bulunan bir köyü göstererek; “Bu köyde aradın mı?” dedi. “Evet o köye defalarca gidip aradım” dedim. “Sen o köye bir daha git, inşâallah onu orada bulursun” buyurdu bonra atını sürüp yola devam etti. Ben de hemen o köyün yolunu tuttum. Köye yaklaşınca, bir de baktım ki, kölem kuru bir yere oturmuş, önünde içi su dolu bir testi, şaşkın, üzgün bir hâlde duruyordu. Onu görünce, gayr-i ihtiyâri; Neredesin be çocuk!” diye bağırdım. Dedi ki: “Ben evinizden çıktığım bir sırada, bir adam beni aldatıp yanına alarak Harezm’e götürdü Sonra beni köle olarak satti. Bugüne kadar onun beni sattığı adamın yanında hizmet etmekteydim. Bugün beni satın almış olan kimseye misâfir geldi. Bana, su doldur gel dediler. Ben de bu testiyi ırmaktan doldurup çıkardığım sırada, birdenbire kendimi bu kuru yerde buldum. Rü’yâ mı görüyorum, uyanık mıyım diye hayretler içerisinde burada düşünüp duruyordum” dedi. Bunun üzerine anladım ki, bunları hep Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin Kerâmeti sebebiyle gördüm ve kölemi buldum. Hemen orada bulduğum kölemi azâd ettim, serbest bıraktım Doğruca Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin yanına gittim. Talebesi olup, sohbetlerine devam ettim. Benim ona talebe olmam bu hâdise sebebiyledir.”
Reşehât müellifi şöyle nakletmiştir Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hacca gitmesine mâni olunmuştu. Bu sebeple hacca gidememişti. Irak Şeyhülislâmı Mîr Abdullah, defalarca şöyle anlatmıştır: “Ben, Mekke’de Şeyh Abdülmu’tî’nin sohbetine kavuşmuştum. Bu zât, Kutb-ül-ârifîn Şeyh Abdülkebîr Yemenî’den sonra Harem-i şerîf ehlinin Arab ve Acemîn kendisine tâbi olduğu, feyzinden istifâde ettikleri bir evliyâ idi. Birgün Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin menkıbelerinden ve şeklinden, şemâlinden, Şeyh Abdülmu’tî’ hazretlerine biraz anlatmıştım. Bunun üzerine bana dedi ki: “Ta’rîf ve anlatmaya lüzum yoktur. Ben burada Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleriyle çok sohbet ettim. Çok huzûrunda bulundum” dedi. Sonra Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hâllerini ve menkıbelerini öyle anlattı ki, sanki senelerce berâber kalmış gibi.”
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir te’sîre sâhib idi. Sultanlara sözü geçer müslümanların rahatı için onlara nasihat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zalimlerin şerrinden korumaktır Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazîfe olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık davasında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine te’sîr altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla beraber biz, Allahü teâlânın bu husûsdaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makamımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır.” Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Birgün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini Mâtürid köyünde ziyârete gelmişti. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturmuştu. Ubeydüllah-i Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu.” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine birgün rü’yâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak.” Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emirleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamanın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand’a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsırıddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: “O zaman Semerkand’da Mirzâ Abdullah sultan idi. Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, Hâce Ubeydullah hazretlerini karşıladı. Ona dedi ki: “Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüşmektir.” Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: “Bizim Mirzâ’mız, pervasız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?” Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bu -sözden gadaba gelip buyurdu ki: “Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. Sizin Mirzâ’nız eğer pervasız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!” Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi.
“Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!” dedi. O gün Taşkend’e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan’da Mirzâ Ebû Sa’îd zuhur edip, Mirzâ Abdullah’ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu.
Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı. Bu sırada “Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ” diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Sa’îd Mirzâ’nın hiçbir yerde nâmı ve nişanı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; “Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Sa’îd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?” dedi. Buyurdu ki: “Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun teb’ası olsa gerektir.” Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan’dan Mirzâ Ebû Sa’îd’in sesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Sa’îd, rü’yâsında Ahmed Yesevî hazretlerini, görmüş. Rü’yâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Sa’îd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rü’yâsında, Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sımasını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın kim olduğunu sorup araştırdığında; “Evet, Taşkend’de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır” dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile birlikte Taşkend’e doğru yola çıktı. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr Firket’e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket’e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Sultân’ı Firket yakınlarında karşıladı. Sultân Ebû Sa’îd Mirzâ, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini uzaktan görünce; “İşte rü’yâda gördüğüm azîz!” diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de Sultân’a alâka gösterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin cazibesi ile, Ubeydüllah-i Ahrâr’dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi. “Fâtiha bir kere okunur” buyurarak, Sultân’ın gördüğü rü’yâya işâret etti.
Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Sa’îd Mirzâ’nın etrâfında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand’ı almak istedi. Durumunu Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi. Maksadını anlatıp, himmet istedi. “Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve teb’aya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir” buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve teb’aya merhamet ve şefkat gedeceğine söz verdi. Bunun üzerine; “İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir” buyurdu.
Reşehât müellifi, bu hâdisenin devamını şöyle anlatmıştır: “Ubeydüllah-i Ahrâr, Ebû Sa’îd Mirzâ’ya; “Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücum etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücum ediniz!” buyurdu. Ebû Sa’îd Mirzâ’nın ordusu, Mirzâ Abdullah’ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücum karşı tarafdan geldi. Ebû Sa’îd Mirzâ’nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücum etmek üzere hazırlandıktan sırada, Ebû Sa’îd Mirzâ’nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultan ve askerleri, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin; “Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücum etmeyiniz” buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalb-ileri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düşman üzerine hücuma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi. Sonra da başı kesilerek öldürüldü.”
Hasen Bahâdır adında bir Türkmen oymağının reîsi şöyle anlatmıştır: “Sultan Ebû Sa’îd’in Semerkand’ı fethetmek üzere harekete geçtiğinde ben de vardım. Bir su kenarında iki ordu karşılaştı. Ben, Sultan Ebû Sa’îd’in yakınında idim. Askerîmiz, aşağı yukarı yedibin kişi civârında idi. Mirzâ Abdullah’ın ordusunun, hem askeri hem de silâhları çoktu. Bu arada, bizim askerlerimizden karşı tarafa katılanlar da olmuştu. Sultan Ebû Sa’îd, bu durum karşısında büyük bir ızdırâba düştü. Hayret ve dehşet içinde bana; “Hey Hasen! Söyle ne müşâhede ediyorsun?” dedi. Dedim ki: “Sultânım, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini görüyorum, önümüzde gitmektedir.” Ben böyle söyleyince, Sultan Ebû Sa’îd; “Vallahi ben de Hâce Ubeydullah hazretlerini gördüm” dedi. Ben de Sultân’a; “Gönlünü hoş tut, düşmana karşı muzaffer olacağız” dedim. Sultan hücum emri verince, askerîmiz hepbirden hücum etti. Yarım saat içinde düşman perişan oldu. O gün Semerkand fethedildi. Mirzâ Abdullah da öldürüldü.” Bu zaferden sonra Sultan Ebû Sa’îd, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinden Semerkand’a teşrîf etmesini istirhâm etti. Sultân’ın istirhâmını kabûl edip, Taşkend’den Semerkand’a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah’ın akrabasından Mirzâ Bâbür’ün, büyük bir ordu ile Semerkand’a hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Sa’îd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; “Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?” dedi. O da, Sultân’ı teskin ve teselli edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultan Ebû Sa’îd’in yakınları, onu Türkistan’a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri durumu öğrenince celallenip, yükleri develerden indirtti. Sultan Ebû Sa’îd’e; “Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyâç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür’ü durdurmak bizim vazîfemizdir” buyurdu. Bu sözleri işitenlerden ba’zıları; “Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor” diye söylendiler. Sultan Ebû Sa’îd, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand’da kalmaya karar verdi. Beyleri; “Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?” dedilerse de, Ebû Sa’îd’i ikna edemediler. Sultan Ebû Sa’îd, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen ta’mir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür’ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücuma geçilip, perişan edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Sa’îd’in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhafaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücuma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek te’mini için gönderdiği askerlerin ba’zılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür’ün ordusunu perişan ediyordu. O sırada bir de hayvan vebası hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür’ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Ebû Sa’îd Mirzâ ile anlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için maiyetinden Mevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Ubeydüllah-i Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi; “Bizim Mirzâ’mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez” dedi. Bunun üzerine Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri şöyle dedi: “Eğer Mirzâ Bâbür’ün dedesi Mirzâ Şahrûh’un kalbimizde olan sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamanında Hirat’ta idim. Onun zamanında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!” Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür’ün yanına, anlaşmaya da’vet etti. Sultan Ebû Sa’îd, anlaşma için Ubeydüllah-i Ahrâr’ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım’ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.
Bir defasında da Sultan Mahmûd, kardeşi Sultan Ahmed Mirzâ’nın bulunduğu topraklarda gözü olduğu için savaş açtı. Bu sebeple Semerkand şehrini kuşatmak için harekete geçti. Bu haber Semerkand’da duyulunca, Ubeydüllah-i Ahrâr bir mektûp yazıp, bu işten vazgeçmeğini bildirdi Bu mektûp şöyledir: “... Büyükler, Semerkand şehri için korunmuş belde demişlerdir. Kitaplarında da böyle yazmışlardır. Semerkand’a kasdetmeniz uygun olmaz. Bu fakîr, sizi çok sevdiğimden dolayı, vazîfemi yerine getirmek için bu işten vaz geçmenizi tavsiye ederim. Bu güne kadar nasihatlerimi kabûl etmediniz. Halkın arzularına uyup, bizim ikâzlarımıza aldırmadınız! Ne garîb bir vaziyeti Halk, kendi istekleri için çalışır. Ben ise senin için çalışıyorum. Semerkand’da fakir, muhtaç ve î sâlih insan pekçoktur. Onları daha fazla darıltmak ve incitmek doğru değildir. Yanık gönüllerin neye sebeb olduğu ma’lûmdur. Sâlihlerin ve mü’minlerin gönüllerini yaralamaktan çok korkmak lâzımdır. Sırf Allah için yaptığım bu isteği kabûl ediniz! Sen ve kardeşin, karşılıklı olarak birbirinize yardımcı olun ki, Allahın rızâsını ve inâyetini kazanasınız. Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, onları korumuştur. Hadîs-i kudsîde; “Onlarla muharebe etmek, benimle cenkleşmektir” buyurmuştur. Nice Hadîs-i şerîflerde de aynı hikmet bildirilmiştir.”
Mirzâ Ebû Sa’îd’in komutanlarından olup, Mirzâ Mahmûd’a katılan bir emîre de şöyle bir mektûp gönderdi: “înâd ve muhalefetten dönünüz. Bilmez misiniz ki; yüzbin kişi, Hâce Abdülhâlık silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır. Onlara saldıranlar mağlub olur. Bu taife tasarruf sahibleridir ve Allahü teâlânın izniyle ne dilerlerse o olur.”
Sultan Mahmûd Mirzâ, bu ikâzlara rağmen Semerkand’ı muhasaradan vazgeçmedi. Büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdü. Ordusundan dört bini Türkmen muhafız idi. Semerkand Sultânı Ahmed Mirzâ, üzerine gelen bu kuvvete karşı duramayacak vaziyette idi. Kaçmak için Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinden müsâade istedi. Ubeydüllah-i Ahrâr bu sırada medresede bulunuyordu. Sultân’a; “Siz kaçarsanız, bütün Semerkand halkı başsız kalır ve esîr düşer. Yerinde dur ve gönlünü hoş tut. Biz bu işe kefiliz” dedi. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’yı medreseye alıp, kendisi çıkış kapısının yanına oturdu. Kocaman bir de hurç getirtip, içine günlerce yetecek erzak doldurttu. Ondan sonra yüzleri Sultân’a gelecek sûrette eşiğe oturup, kendisini iknâya çalıştı ve buyurdu ki: “Semerkand düşecek olursa, siz bu hurcu yanınıza alıp, ailenizle beraber, düşmanın gireceği kapının ters tarafındaki kapıdan çıkar, gidersiniz!” Sonra yakınları, Mevlânâ Seyyid Hüseyn, Mevlânâ Kâsım ve Mir Abdüleyvel ve Mevlânâ Ca’fer’i çağırttılar ve şöyle emir verdiler “Tez gidin, surların burcuna çıkın ve Sultan Mahmûd Mirzâ’nın askeri bozguna uğramadan benim yanıma gelmeyin! Faraza o asker mağlub olmazsa, siz de gelmeyin!” Mevlânâ Kâsım şöyle anlatmıştır: “Burcun üzerine çıktık ve murâkabeye vardık. Bir ân geldi ki, kendimizi göremez ve bulamaz olduk. Gördük ki, biz yokuz, ortada yalnız Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri var. Sanki âlem, Hâce hazretlerinin vücûdu ile dolmuştu.”
Muharebede bulunmuş bir sipâhi de şöyle anlatmıştır: “Biz, bir alay süvari, Sultan Mahmûd Mirzâ askeriyle muharebe etmekteydik. Üstünlük düşman tarafındaydı. Ben arada bir, surların burcunda murâkabeye varmış olan azîzlere göz atıyordum. Başlarını göğüslerine dayamış sessiz ve hareketsiz oturuyorlardı. Muharebe uzun sürdü. Az kaldı ki, karşı taraf bizi dağıtıp perişan edecekti. Şehir halkı ümitlerini kaybetmiş, ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Bu sırada birdenbire, Kıpçak Çölü tarafından korkunç bir kasırga esmeğe başladı. Sultan Mahmûd ve ordusu ne yapacağını şaşırdı. Kimse gözünü açamaz oldu. İnsanlar ve hayvanlar devrilmeğe başladı. Çadır, karargâh, sancak ve eşya havada uçuşuyor, ba’zı adamlar bile kuru yapraklar gibi havaya savruluyordu. Bu sırada Sultan Mahmûd Mirzâ ve birkaç yakını bir hendeğe atlayıp, ancak korunabilmişti. Fakat bir dağ kenarında bulunan bu hendeğin üzerine de dağdan kopan büyük bir kaya parçası düşmüş ve içindekilerden çoğunu öldürmüştü. Kaya parçasının düşüşünden öyle korkunç bir ses çıkmış ki, Türkmen süvarilerinin atları ürküp boşanmış ve sahiplerini çiğneyerek kaçmaya başlamışlardı. Herkesin birbirini çiğneyip ezeceği bir ana-baba günü olmuştu.”
Bu vaziyetten dehşete düşen Sultan Mirzâ Mahmûd, atına atlayıp kasırga istikâmetinde dört nala kaçmaktan başka çâre bulamadı. Ordusu da arkasından kaçtı. Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ, ordusunun başına geçti ve Semerkand halkı ile onların peşlerine düşüp, beş fersah kadar ta’kib etti. Ellerine geçeni kılıçtan geçirdiler. Çok mal ve silâh topladılar, İlâhî lütûfla kazanılan bu zafer karşısında, burç üzerinde murâkabeye varmış olanlar da Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin huzûruna döndüler. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de Sultan Ahmed Mirzâ’yı sarayına gönderdi. Kendisi de huzûr ve saadet içinde evine gitti.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, “Silsilet-ül-ârifîn” adlı eserinde ! şöyle bildirmiştir “Birgün Şeyh Mirzâ Ömer, Kıbçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd’dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi. Bunun üzerine Semerkand Sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydüllah-i Ahrâr’a da yanlarında gelmesini rica etti. Ubeydüllâh-i Ahrâr da orduyla beraber gitti. Halk, Sultân’ın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydüllah-i Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed’in ordusunda kaldı. Ordu, “Akkurgân” denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler. Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ’ya; “Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecalim kalmadı” dedi. Sultan Ahmed Mirzâ: “Benim bir kararım yok. Herşeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız” dedi. Bunun üzerine Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ’nın ve Sultan Mahmûd’un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh’a gittiler. Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Mahmûd’a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi, iki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştınlacaktı. Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ’nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Ubeydüllah-i Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh’a gitti. Mirzâ Mahmûd’un, bu işden memnuniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’nın hâlinde, garîb bir tutukluk ve ihtiyât vardı. Nitekim Ubeydüllah-i Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ! hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Mahmûd’u; ikâz edip, herhangi bir hileye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; “Deveni bağla, sonra tevekkül et” buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacaktı. Çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip, “Ben tek kişiyim ve ihtiyârlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık takatim kalmadı. Eğer bana i’timâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Cadın nereye kurarlarsa kursunlar” dedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; “Mâni olmayın! Cadın nerede isterlerse orada kursunlar. Benim i’timâdım Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinedir” dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri de Sut tan Mahmûd Mirzâ’yı ve Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydüllah-i Ahrâr’ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün mes’elelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahîdnâme yazıldı ve üç sultan da imzaladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri vasıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ’dan Sultan Mahmûd Mirzâ’ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu. Sultanlar birbirlerine veda edip ayrıldılar.
Ubeydüllah-i Ahrâr bu üç pâdişâhı birbirleri ile barıştırıp sulhu sağladığı sırada, talebelerinden biri orada, tasavvufda bir hâl olan gaybet (kendinden geçme) hâline girip, şöyle keşfetmişti: “Bir meydanda üç azgın deve birbirlerini ısırmak ve parçalamak üzere iken, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri bunları yularlarından tutup yakalıyor ve birbirlerini ısırmalarına mâni oluyordu.”
Bu anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve te’sîrinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufda yükselmiş büyük bir evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydüllah-i Ahrâr, Sultan Mahmûd Mirzâ’ya; “Siz Taşkend’e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım” buyurdu ve talebeleri ile Taşkend’e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlâna Muhammed Kâdı’ya şöyle buyurdu: “Bu işlere ne dersin? Bu vak’a, kitaba yazılacak şeylerdendir!”
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, ta’kib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz” buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrası denilen sahraya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip ta’kib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ile sahraya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”
Ubeydüllah-i Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bilâd-ı rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hân’ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydüllah-i Ahrâr’ın şeklini ve şemâlini ta’rîf etti ve “O zâtın beyaz bir atı var mı idi?” diye sordu. Ben de ta’rîf ettiği bu zâtın, babam Ubeydüllah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup, ba’zan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şöyle anlattı: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydüllah-i Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şeklini ve şemâlini ta’rîf ederek, şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Ben de “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm, “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum emri ver” buyurdu. Emîrlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı, İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”
Vefâtı: Talebesi ve “Reşehât” kitabının müellifi olan Ali bin Hüseyn şöyle anlatmıştır: “893 (m. 1488) senesi Rebî’ul-âhır ayının yirmidördünde, Pazartesi günü ikinci defa Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin sohbetine kavuşmakla şereflenmiştim. Sohbet sırasında; “Üç yıl dört ay sonra yaşım tam doksan olur” buyurdu. 895 (m. 1490) senesinde, Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalandığı senenin Rebî’ul-evvel ayının sonunda, Cumartesi günü vefât etti. Hastalığı seksendokuz gün sürdü. Vefâtından oniki gün önce; “Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksendokuz yaşım tamâm olup, doksana girerim. Ba’zı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir” hadîs-i şerîfinde buyurulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir” buyurdu.
Talebelerinden Mevlâna Ebû Sa’îd Ubehî şöyle anlatmıştır: “895 (m. 1490) senesi Muharrem ayının yirmisinde Çarşamba günü, Hâce Ubeydullah hazretleri “Kefşir” mahallesinden kalkıp, “Kemânkerân” köyüne gitmek üzere yola çıktı. Yolda “Geçiyân” mahallesinde konaklayıp, geceyi orada geçirdi. Perşembe sabahı Kemânkerân’a doğru yola çıktı. Hastalığı şiddetlenerek, yola devam edemedi. Cum’a sabahı Kemânkerân’a gitmek üzere yola devam etti. Yolda zaman zaman durup dinlendi. Cumartesi gecesi yatsı namazı Kemânkerân köyüne vardı. Yedigün orada kalıp, yedinci Cum’a günü, sabahtan i’tibâren akşama kadar hastalığı her saat arttı. Böylece üç ay hasta yattı. Bu hastalığı sırasında, namazlarını ilk vaktinde kılma husûsunda çok dikkat gösterdi. Hastalığının ve za’fiyetinin ağırlaşıp şiddetlendiği zamanlarda bile böyle idi.
895 (m. 1490) senesi Rebî’ul-evvel ayının sonunda, bir Cum’a günü hastalığı ağırlaştı ve can çekişme hâli Cum’a günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu. O sırada câmide olan halk; “Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine birşey oldu” diyerek, Cum’a namazından sonra herkes Semerkand’dan Kemânkerân köyüne doğru yola çıktı. Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktilar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr patladıktan sonra, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.
Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cum’a sabahı bütün devlet erkânı ile Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini son defa gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand’a getirtti, öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defn edildi.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar.
Talebeleri: Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî’dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Übeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini “Mesmû’ât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid” adlı bir kitap yazarak toplamıştır.
Oğlu Muhammed; Zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştı.
Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükselmiştir. Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekîl bırakmıştır.
Mevlânâ Seyyid Hasen; meşhûr talebelerinden olup, babası onu çok küçük yaşında iken Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydüllah-i Ahrâr ona; “Senin ismin nedir?” diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki, “Adım Bal’dır” cevâbını verdi. Ubeydüllah-i Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu çocukta tam bir kabiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal’dır dedi.” Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydüllah-i Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.
Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu husûsta örnek teşkil eden bir talebesi idi.
Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmâd olmakla şereflenmiştir. Tasavvufda yüksek derecelere kavuşmuştur.
Mevlânâ Ca’fer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.
Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkand’da parmakla gösterilen âlimlerden idi.
Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânî’nin kızkardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.
Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.
Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim idi.
Mevlânâ Ebû Sa’îd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhi’dir. Simâv-hdır. İlim edindikten sonra, Semerkand’a ve Buhârâ’ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydüllah-i Ahrâr’a intisabı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbul’a geldi.
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın bir talebesi de Abdullah-i Semerkandî’dir. Önce, Ya’kûb-i Çerhî’ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş’dan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesi’nde müderris idi.
Ubeydüllah-i Ahrâr’ın bir talebesi de Haydar Baba’dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb Câmii’nde i’tikâf etti. Kanunî Sultan Süleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında, Cezri Kâsım Paşa Câmii’ne inen yol üzerinde “Haydar Baba Mescidi”ni yaptırdı. Haydar Baba, 957 (m. 1550)’de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda, sed üstündedir.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Zamanımızda ehl-i irâdet, mürid (talebe) olma kabiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; “Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!” demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektûp yazarak şöyle cevap Vermiştir “Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer Şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!”
“Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyükleri yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi (vâlisi) idi. Önce Muhammed Hayr’ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdadî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdadî’nin akrabası olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.
Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamana kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de hela temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu ondört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”
Yine şöyle buyurmuştur: “Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, birgün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı “Allah” yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, tasavvufda her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi ma’nâlara gelen “Yâd-ı daşt” makamı üzere olmasını emretti.” “İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Ba’zıları demişlerdir ki: “O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesaba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamanı tâat, ne kadar zamanı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamanı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamanı için de istiğfar etmelidir.” Ba’zıları da şöyle demişlerdir: “Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka herşeyden çevirmesidir” demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka herşeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir.”
Bigâneler, gâfil ve anlayışsızlar ile birlikde bulunmanın zararı husûsunda şöyle buyurmuştur: “Birgün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine; “Meclisimize bir bigâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz” buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birini bulamadıklarını söyleyince; “Bastonların bulunduğu yere bakınız” dedi. Talebeleri oraya bakınca, oraya bir bigânenin asasını bırakmış olduğunu anladılar, o asayı oradan çıkarıp attılar.”
Birgün Ubeydüllah-i Ahrâr’ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası; “Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor” dedikten sonra, o talebeye dönüp; “Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?” dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.
“İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de te’sîr eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu husûsta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâ’be’de kılınan iki rek’at, başka yerlerde kılınan namazın bin rek’atına bedeldir.”
“Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: “Allahü teâlâdan başka hiçbir muradın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu muradın hâsıl olunca, işin tamamdır, isterse senden kerâmetler, hâller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir.”
“Dervişlik; herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”
“Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur.”
Yine şöyle buyurmuştur: “Birgün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî mes’eleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp; “Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?” dedi. Sonra da; “Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü.” Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş’dan bundan daha iyi bir söz işitmedim.”
“Şeyh Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr, Tasavvufu şöyle ta’rîf etmiştir “Şimdiye kadar evliyâdan yediyüz zât tasavvufun ta’rîfi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.”
“İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakîkatlerini anladığı kadardır.”
Talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginizin yirmi kerre, belki daha fazla tasarruf edildiği hâlde ve nisbet sahibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhafaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”
Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu ni’met elden giderse pişman olursunuz. Son pişmanlığın faydası olmaz.”
“Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.”
“İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir.” “İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her halükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”
“İlim iki çeşittir: Biri veraset ilmi, bin de ledün ilmidir. Veraset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah ( aleyhisselâm ); Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir.” buyurdu. İlm-i ledün ise Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir, ilâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”
“Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet etdikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makamda edeb lâzımdır. Edeb de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermanını beklemek lâzımdır.”
“Çok açlık ve çok uykusuzluk, dimağı yorar. Hakîkatleri ve ince bilgileri anlamağı önler. Bunun için, riyâzet çekenlerin keşifleri hatalı olur.”
“Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik.
Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler.”
“Bizim yolumuzda, el helâl kârda gönül ise hakîkî yârdadır.”
“Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları ta’zimi gösterememekten korkuyorum.”
“Söz, yüce bir şeydir. Zamanında ve yerinde olmalıdır.”
“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür.”
“Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Ya’nî, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”
Buyurdu ki: “Bütün hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını kalbimize yer-ileştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzelmem.”
Meşhûr Türkçe “Mevlid” kasidesinin yazarı. Bursa’da doğdu. Kaynaklarda Süleymân Çelebi’nin doğum târihine dâir bir kayda tesadüf edilmedi. Ancak, Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i 60 yaşında yazdığı ve eserin 812 (m. 1409) senesinde bittiği, en eski olarak bilinen nüshasında mevcût bir beyte istinâd etmektedir. 825 (m. 1422) senesinde vefât ettiği bilindiğine göre, onun 752 (m. 1351) senesinde doğduğu neticesi çıkmaktadır. Sultan Birinci Murâd Hân’ın vezîrlerinden Ahmed Paşa’nın oğlu, Şeyh Mahmûd Efendi’nin torunudur. Mahmûd Bey, 738 (m. 1338) senesinde Sadr-ı a’zam Süleymân Paşa ile Rumeliye sal ile geçenlerdendir. Süleymân Çelebi, Bursa’da asrının ileri gelen âlimlerinden ilim tahsil etti. Büyük bir âlim olarak, Sultan Yıldırım Bâyezîd zamanında Dîvân-ı hümâyûn İmâmı, sonra da Bursa’da onun inşâ ve ihyâ ettiği câminin İmâmı oldu. Resûlullah efendimize ( aleyhisselâm ) olan muhabbeti, “Vesîlet-ün-necât” isimli Mevlid kasidesini yazmasına vesile oldu. Eserini yazmasının sebebi olarak gösterilen hâdise hakkında; “Künh-ül-ahbâr”, “Güldeste”, “Tezkire-i Latifi” ve başka kaynaklarda geniş bilgi vardır. Süleymân Çelebi’nin vefâtı için düşürülen târih, “râhat-ı ervah”tır. Mezarı, Bursa’da Çekirge yolu üzerindedir.
İyi bir tahsil gören Süleymân Çelebi, Bursa’daki Ulu Câmi’nin baş imamlığına getirildi. Bu câmideki imamlığı sırasında, birgün İranlı bir vâ’iz, va’z ve nasihat ederken, Bekâra sûresinin ikiyüzseksenbeşinci âyet-i kerîmesinin meâl-i şerîfini; “Biz Allahü teâlânın Peygamberlerinden hiç birinin artısını ayırd etmeyiz (hepsine inanınz). “Duyduk ve itaat ettik” tefsîr ederken de, “Hazreti Muhammed ile Hazreti Îsâ arasında hiçbir farklılık, üstünlük yoktur” diye, kendi kafasına, bozuk inanışına göre tefsîr etti. Cemâat arasında bulunan bir kimse dayanamayıp, ayağa kalktı ve; “Ey câhil! Kendi kafana göre nasıl tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç Peygamberler “aleyhimüsselâm” arasında üstünlük farkı olmaz olur mu? Elbette Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yönünden fark yoktur demektir, üstünlükler, mertebeler yönünden değildir. Burada; “Birinin peygamberliğini kabûl edip, diğerini kabûl etmiyerek aralarında bir ayrılık gütmeyiz. Herbîrini kendi derecelerine göre peygamber olarak kabûl ederiz” buyurulmaktadır. Bundan, derece ve faziletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Bunun isbâtı ise, yine Bekâra sûresinin ikiyüzelliüçüncü âyet-i kerîmesidir. Burada meâlen; “Bu (sûrede sözü Keçen) peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerlerinden üstün kıldık” buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu iki âyet-i kerîme, bizim âlimlerimizin tefsîr ettiği gibi birbirlerini doğrulamaktadır. Hâlbuki, senin bozuk düşüncene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, hâşâ bu olamaz!” gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede İranlı vâ’iz, yanlış düşündüğünü kabûl etti. Bütün bunlara şâhid olan Ulu Câmi baş İmâmı Süleymân Çelebi, bu hâdiseden dolayı çok duygulanmış ve meşhûr Mevlid-i şerîfini yazmıştır. Mevlid-i şerîfinde, hep Ehl-i sünnet i’tikâdını anlatmıştır. Bu bozuk i’tikâdlı vâ’izin sözüne cevap olarak:
“Ölmeyüb Îsâ göğe bulduğu yol,
Ümmetinden olmak için idi, ol.”
beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) faziletlerini şöyle îzâh etmiştir:
“Dahî hem Mûsâ elindeki asa,
Oldu O’nun izzetine ejderhâ.
Çok temenni kıldılar Hakdan bunlar,
Kim Muhammed ümmetinden olalar.
Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.
Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.
Zira efdalliğe ol elyak durur.
Anı öyle bilmeyen ahmak durur.”
Süleymân Çelebi, Mevlid’inde; Allahü teâlânın mutlak irâdesini, yoktan var ettiğini ve Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsalsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir mü’minin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) diğer i) Eygamherlere olan bütün üstünlükleri, en kelimeler ve en veciz ifâdelerle anlatılmıştır.
Söze Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile başlayan Süleymân Çelebi, Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar bütün dedeleri olan Peygamberlerin alınlarında nûr parladığını ve bu nûrun Muhammed aleyhisselâma intikâl ettiğini anlatır. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) doğuşuna geniş bir yer ayırarak, O doğarken annesinin neler duyup, neler gördüğünü, bu ânda bütün varlıkların engin bir neş’e içinde kaldıklarını, bütün zerrelerin O’nu büyük neş’e içinde karşıladığını söyler. Mevlid’de bundan sonra, Muhammed aleyhisselâma peygamberliğinin nasıl bildirildiğini ve mi’râc hâdisesinin nasıl olduğunu anlatır. Derin üzüntü içinde yazdığı rıhlet ve daha sonra duâ ile Mevlid’ini bitirir. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ); her varlığın yaratılış sebebi, bütün yaratılmışların en şereflisi ve O’nu bütün Peygamberlere üstün kılan Allahü teâlâya şükürler etmektedir.
Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlüğü vardır. Mevlid, mesnevî şeklinden ziyâde, kaside şeklinde tertîblenmiştir. Ba’zı yerlere gazel parçaları da ilâve edilmiştir. Aruz vezni ile yazılmış, (fâilâtün, fâilâtün, fâilün) kalıbı kullanılmıştır. Yalnız bir yerde (Mefûlü, fâilâtü mefâîlü failün) kalıbına yer verilmiştir.
Kâfiyeler güzel ve sağlamdır. Süleymân Çelebi, Mevlid’in mısralarının mükemmel olması için çok titizlik göstermiş, bu sebeple Mevlid, üstün san’at sahibi dîvân şâirlerince dahî sevilip beğenilmiştir.
Mevlid’de hem olayların, hem de düşüncelerin anlatıldığı yerlerde, en kısa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatım şekli kullanılmıştır. Mevlid’de, hemen her türlü söz ve ifâde san’atına “rastlanır. Ençok cinas, teşbih ve tekrir gibi san’atlara önem verilmiştir. Bölümlerin ve kitabın bütünlüğüne titizlik gösterildiği kadar, her mısra’ın ayrı ayrı güzelliği de gözden kaçmamaktadır.
Mevlid, lirizm (içlilik) ve öğreticiliği (didaktizmi) iyice kaynaştırmış bir şiir kitabıdır. Kuruluktan uzak olduğu gibi, sırf coşkunluktan da ibâret değildir. Görünüşte kolay, fakat denendiğinde benzerinin yazılmasının çok zor olduğu görülür.
İran edebiyatında Mevlid türünde bir eser yazılmamıştır. Mevlid, Hazreti Muhammed’i ( aleyhisselâm ) medh ve sena ederek, müslümanların gönlünde O’nun sevgisini harekete geçirdiğinden ve dîne bağlılıklarını arttırdığından, bunu okumak ve dinlemek nafile ibâdet olup, çok sevâbtır. Ancak İslâmiyetin haram ve yasak ettiği şekillerde ve şarkı söyler gibi veya çalgı aletleriyle beraber okunması yasaklanmıştır.
Mevlid gecesi, dînimizin kıymet verdiği bir gecedir. Mevlid, Arabcada doğum zamanı demektir. Kameri takvimdeki aylardan Rebî’ul-evvel ayının onbirinci ve onikinci günleri arasındaki geceye Mevlid gecesi denir. Çünkü bu gece, dünyâdaki bütün insanlara en son Peygamber olarak gönderilen Hazreti Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) doğduğu gecedir, İslâmiyette bu gece, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), nübüvvetten (peygamberliğinin bildirilmesinden) sonra, her yıl bu geceye ehemmiyet verirdi. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberlerinin doğum gününü bayram yaparlardı. Bu gün de, bütün müslümanların bayramı, neş’e ve sevinç günüdür. Dünyânın her yerindeki müslümanlar, bu mübârek gecede, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdet ederek, mevlid okuyarak Allahü teâlâya yalvarırlar. Birbirlerini ziyâret ederek hediyeleşirler. Bu gece, Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. Bu gecede, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) doğum zamanı görülen hâlleri okumak, dinlemek, öğrenmek, dinimizce makbûl ve mu’teber olur. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) kendileri de bunları anlatırlardı. Eshâb-ı. Kirâm da bir yerde toplanıp okurlar, bu hâlleri anlatırlardı.
Allâme Zahîrüddîn bin Ca’fer diyor ki: “Mevlid cem’ıyyeti yapmak, dînimizin güzel saydığı şeylerdendir. Sâlihleri toplayıp; salevât okumak, fakirleri doyurmak, her zaman sevâbtır. Fakat bunlara haram karıştırmak, çalgı, şarkı, raks gibi şeyler yapmak büyük günah olur.”
Büyük âlim allâme İbn-i Battâh, el yazısı ile olan fetvâsında diyor ki: “Mevlid gecesinde sadaka vermek, müslümanları toplayıp caiz olan şeyleri yedirmek ve caiz olan şeyleri okutup dinletmek ve sâlih kimseleri giydirmek, bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızâsı için yapmak caizdir ve çok sevâb olur. Bunları yalnız fakirler için yapmak şart değildir. Fakat, muhtaç olanları sevindirmek daha sevâb olur.”
İmâm-ı Celâlüddîn Abdürrahmân bin Abdilmelik Kettânî diyor ki: “Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullahın varlığı, vefâtından sonra, O’na tâbi olanlar için kurtuluş vesilesidir. O’nun doğumu için sevinmek. Cehennem azâbının azalmasına sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebep olur. Mevlid gününün fazîleti, Cum’a günü gibidir. Cum’a günü. Cehennem azâbının durdurulduğu hadîs-i şerîfde bildirildi. Bunun gibi, mevlid gününde de azâb yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, da’vet olunan ziyâfetlere gitmelidir.”
Mevlid merasimi, daha kaide haline gelmeden önce, Mekke-i mükerremede Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) doğduğu ev ziyâret edilirdi. Mevlid merasimlerini ilk defa uygulayan tes’îd eden hükümdâr, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin eniştesi olan Erbil Sultânı Ebû Sa’îd el-Muzaffer Kükbûrî’dir. Merasim başlamadan önce, -hazırlıklar yapılırdı, İslâm ülkelerinden pekçok âlimler da’vet edilir, Rebî’ul-evvel ayı başlarında Sultân’ın huzûrunda toplanmış olurlardı. Şehrin sokakları süslenir, her taraftan gelen insanlarla şehir dolup taşardı. Herkese günlerce Sultan tarafından yemekler yedirilir, fakirlere sadakalar dağıtılırdı. Öksüzler, yetimler, evlendirilirdi. Mevlid gecesi akşam namazından sonra, Sultân’ın da bulunduğu büyük fener alayları düzenlenir, büyük bir kürsünün önünde toplanırlar, zamanın en büyük âlimleri va’z-ü nasîhat eder ve Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) anlatırlardı. Sonra Sultan Ebû Sa’îd Muzaffer, âlimleri, şanlarına uygun giydirir, çok kıymetli hediyeler verirdi. Sultan, bu gece için binlerce kese altın harcardı. Herkes bu gece bayram yapardı.
Osmanlılarda da mevlid gecesine çok hürmet gösterilir, kıymet verilirdi. O gün Sultan Ahmed Câmii’nde okunaçak mevlid-i şerîfe, daha önceki günlerde başta pâdişâh, sadr-ı a’zam, vezirler, şeyhülislâm, İstanbul kadısı, devletin ileri gelen erkânı, âlimler, evliyâ da’vet edilirdi. Mevlid gününde devlet erkânı resmî kıyâfetlerle câmide toplanırlar ve kendileri için ayrılan yerlere otururlardı. Diğer vazîfeli devlet erkânı da atlarına binerek, sarayın büyük kapısında bir düzen içinde bekleyip, pâdişâhı karşılarlar ve câmiye kadar refakat ederlerdi. Şeyh-ül-İslâm ve sadr-ı a’zamın önlerine, teşrîfatçıbaşı ve kesedar, getirdikleri buhurdanlıkları koyarlar, bu sırada câmide Kur’ân-ı kerîm tilâvet edilirdi (okunurdu). Pâdişâh gelirken, hünkâr mahfilinin penceresi açılır. Bunu gören herkes ayağa kalkar, hürmetle eğilirlerdi. Sonra herkes yerine oturunca, âlimler kürsüye çıkıp va’z ve nasihat ederler, bu arada buhurlar ikram edilir, cemâatin önlerine şekerler bırakılırdı. Va’z bitince, vâ’iz efendiye samur kürkler, kıymetli elbiseler giydirilir, sonra bir mevlidhân kürsüye çıkardı. O da bir miktar okuyup iner ve ona da hil’atlar, kıymetli elbiseler ihsân edilir, ikinci mevlidhân da bir miktar okurdu. Sonra Hicaz’dan Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) torunlarından gelen mektûp, müjdecibaşı tarafından sadr-ı a’zama takdim edilir, o da reîs-ül-küttâba verir ve pâdişâha arz edilirdi. Mektûp huzûrda okunur ve müjdecibaşına, reîs-ül-küttâba hil’atler giydirilirdi. Sonra Medîne-i münevvereden gelen hurmalar dağıtılır, hurmayı getiren ağaya ihsânlarda bulunulurdu. Üçüncü mevlidhân da kürsüye çıkınca, sadr-ı a’zamın, şeyh-ül-İslâmın, vezirlerin, ulemânın önlerine şeker dolu tabaklar koyulur, mevlid bittikten sonra tabaklar kaldırılır, pâdişâh saraya dönerdi. Bunun arkasından cemâat de önlerine bırakılan şekerleri alarak dağılırdı.
Süleymân Çelebi hazretleri, “Vesîlet-ün-necât” ismini verdiği Mevlid’ine Arabî olarak bir önsöz yazarak, şöyle buyurmaktadır “Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın ismiyle başlarım. Muhammed aleyhisselâmı bütün yaratılmışların sebebi, en şereflisi ve en azîzi yapan, makâm-ı Mahmûd ile şefaat hakkını vererek O’nu bütün Peygamberlerden üstün kılan, ismini onun ismiyle yanyana yazarak, hasedci şeytanın burnunu sürtüp, O’nun şânını yücelten Allahü teâlâya hamd-ü-senâlar olsun. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın indinde çok makbûldür. Allahü teâlânın melekleri O’nun yardımcılarıdır. Ağaçlar, toprak ve taşlar, O’nunla konuştular. O’nu ( aleyhisselâm ) sevenler dünyâda ve âhırette sevilip kurtulurlar. O’na düşman olanlar kovulup, Cehenneme atılırlar. Bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd ederim. Şeriki ve benzeri olmayan, mekândan münezzeh bulunan Allahü teâlânın bir olduğuna şehâdet ederim. O, herkesin kendisine muhtaç olduğu, ibâdet ettiği ve yöneldiği Allahü teâlâdır. O, şânı yüce, kullarını merhametle bağışlayandır. Güzel ahlâk ve cömertlik gibi pekçok meziyetleri ortaya çıkaran, va’d edilen kıyâmet gününde, her tarafta şefaati kabûl edilir bir şefaatçi olan Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlânın kulu, resûlü ve habîbi olduğuna şehâdet ederim. Allahü teâlâ, O’na seçilmişlerin en üstünleri olan temiz âline ve Eshâb-ı kirâmına sonsuz rahmet etsin.”
Süleymân Çelebi hazretlerinin “Vesîlet-ün-necât” isimli Mevlid kitabı, muhtelif nüshaları karşılaştırılıp, mümkün olduğu kadar sadeleştirilerek ve ba’zı bölümleri de kısaltılmak sûretiyle aşağıya yazılmıştır.
I. BÖLÜM
Münâcaat
Allah âdın zikr edelim evvelâ,
Vâcib oldur cümle işde her kula.
Allah âdın her kim ol evvel ana,
Her işi âsân ede Allah ona.
Allah adı olsa her işin önü,
Hergiz ebter olmaya ânın sonu.
Her nefeste Allah âdın de müdâm.
Allah adıyla olur her iş temam,
Bir kez Allah dese aşk ile lisân,
Dökülür cümle günâh misl-i hazân.
İsm-i pâkin pak olur zikr eyleyen,
Her murada erişir Allah diyen.
Aşk ile gel imdi Allah diyelim,
Derd ile göz yaş ile âh edelim.
Ola kim rahmet kıla ol pâdişâh,
Ol Kerîmü ol Rahîmü ol ilâh.
Birdir ol birliğine şek yokdurur,
Gerçi yanlış söyleyenler çokdurur.
Cümle âlem yok iken ol var idi,
Yaradılmışdan ganî cebbâr idi.
Var iken ol, yok idi. İns-ü-melek,
Arş-ü-ferş-ü-ay-ü-gün hem nüh felek.
Sun’ ile bunları ol var eyledi,
Birliğine cümle ikrâr eyledi.
Kudretin izhâr edip hem ol celîl,
Birliğine bunları kıldı delîl.
Ol dedi. bir kerre, var oldu cihan,
Olma derse mahv olur ol dem hemân.
Bari ne hacet kılavuz sözü çok,
Birdir Allah andan gayri tanrı yok.
Haşre dek ger denilirse bu kelâm,
Nice haşr ola bu, olmaya temâm.
Ger dilersiz bulasız oddan necât,
Aşk ile derd ile es-salât
Kitabı yazana duâ
Ey azîzler işte başlarız söze,
Bir vasıyyet kılarız illâ size.
Ol varıyyet kim dîrem her kim tuta,
Misk gibi kokusu canlarda tütü.
Hak teâlâ rahmet eyleye ona.
Kim beni ol bir duâ ile ana.
Her ki diler bu duâda buluna,
Fâtiha ihsân ede ben kuluna.