MEVLANA-SEMAZEN.NET
MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 1 (1-700 Beyitler)
1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.
15. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.
* * *
Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?
20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini…
Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.
Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!
25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.
Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış!
Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ( sırlarına tahammül edecek bir hemdem bulsaydım) ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim.
Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.
Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.
30. Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür.
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?
Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?
Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!
Padişahın bir halayığa âşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri
35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir.
Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti.
Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken.
Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.
40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış.
Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.
Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermanım o.
45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).”
Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.
Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.
”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.
50. Hey gidi nice inşaallah’ı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.
İlâç ve tedavi nev’inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.
O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü.
Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.
Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.
Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kalmalarını padişahın anlaması, Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir uluyu rüyada görmesi
55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.
Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.
Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
“En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.
Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.
60. Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.
Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.
Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.
O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.
65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olunca… güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:
Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.
Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;
Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!
Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu.
Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.
75. Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.
Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.
Muvaffakıyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakıyet ve bütün ahvalde edebe riayet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fena zararları
Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lûtfundan mahrumdur.
80. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.
Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarmısak, mercimek” dediler.
Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı.
Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.
O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.
Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.
İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
120. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.
Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır.
Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi
Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.
Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.
95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum.
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün mânası,
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin.
Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.
100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse…”
O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.
Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi
Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.
105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.
İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur.
Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır.
Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.
Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.
115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , âşıklığı yine aşk şerh etti.
Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.
Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.
Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).
Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.
Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.
125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!
“Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).
“Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu öğmekten âcizim.
Ayık olmayan kişinin her söylediği söz — dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın — yaraşır söz değildir.
130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!
Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.
135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!
Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… gizli anmaktan iyidir.
Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!
140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.
O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi
(Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.
145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!
Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.
155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.
Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
“Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.
165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:
170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;
175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
Altın ve gümüş gizli olmasalardı… madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.
180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar.
Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır.
O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi
Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
*Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.
185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yollaması
O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler.
Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
1120. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!
195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü;
Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver;
Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”
200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti.
Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.
205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur.
Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim sâf kanımı dökmüştür.
210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.
Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.
Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.
O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.
220. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.
Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.
Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı
O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı.
Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.
Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.
225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.
Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, nâibdir eli Tanrı elidir.
İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.
Ki Ahmed’in pâk canı, Ahad’la nasıl ebediyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın.
Âşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.
230. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak!
Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.
235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu.
Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.
O kadar nur ve hünerle beraber Mûsâ’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!
O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma!
Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!
240. Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Tanrı hası.
Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker, yüceltir.
Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lûtuf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?
Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.
245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.
Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak!
Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi
Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu.
Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
*Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
*Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan,
250. Dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.
Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.
Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı.
Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi.
255. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda otururken,
Ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken,
Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu.
260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?! “
Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan mânasına gelen) şîr, (süt manasına gelen) şîre benzer.
Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı Abdallarından az kişi agâh oldu.
265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.
“Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.
270. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör!
Bu, yer; ondan pislik çıkar… o, yer; kâmilen Tanrı nuru olur.
Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder… o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir.
Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
275. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.
Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.
Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.
280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var.
Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.
O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?
Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!
285. O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler.
Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.
İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
2120. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir.
Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir.
Ona münafık dersen… o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.
Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var?
295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kab” dan değildir.
Harf kabdır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar.
Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü!
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin.
300. Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlaşır.
Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar, sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni.
Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) .
305. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir.
Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
* Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mâna aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır.
Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir.
Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış… ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir.
310. Kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı’’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.
Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.
Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru.
315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür.
Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek lâyık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.
Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır.
Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler), Ebu Museylim’e Ahmet lâkabı verirler.
Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi.
O, Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı; halis misktir. Âdi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
Yahudi padişahın hikâyesi
Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı.
325. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Mûsâ’nın canı oydu, onun canı Mûsâ.
Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsâzını birbirinden ayırdı.
Usta, bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”
330. Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!”
Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.
335. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp inleyen mazlûmdan nasıl ayırtedebilir?
Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman!
Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlûm mümin öldürttü.
Vezirin padişaha hile öğretmesi
Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi.
Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler.
340. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki!
Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.”
Padişah : “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde bulunalım, çaresi ne?
Ne yapalım ki dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi
Vezir dedi ki: “Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır!
340. Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin.
Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.
Vezirin Hıristiyanlara hilesi
Bu halde diyeyim ki: ben gizli Hıristiyanım; ey sır bilen Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin!
Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.
350. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim.
Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.
Dedi ki: “ Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var.
Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.”
Eğer İsa’nın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine beni parça parça ederdi .
355. İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüz binlerce minnet bilirim.
İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiden iyiye vâkıfım.
O pâk dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.
Tanrı’ya, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk.
Belimizi zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten kurtulduk.
360. Ey halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”
*Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamiyle giderdi.
Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı.
Onu Hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü.Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.
Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları
Yüz binlerce Hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.
O, onlara gizlice İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.
365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.
Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Eshab, Peygamber’den, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;
“ Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.
Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar;”Apaçık ayıp hangisidir?”diye kötü huyları sorarlardı.
Gülü, kerevizden fark edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis hilesini tanır, bilirlerdi.
370. Eshab’ın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana hayran olurlardı.
Hıristiyanların vezire uymaları
Hıristiyanlar tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar.
O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’dı. Ey Tanrı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
Ey Tanrı, yüz binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz.
375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurg olalım.
Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!
Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.
Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.
Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur.
380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!
O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”
Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı nerde?
Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?
Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.
385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.
Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.
*İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?
Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!
Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin.
Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi,ne de mahkûmu olmayarak feragate ulaşırlar.
3120. Geceleyin zindandakilerin izndandan haberleri yoktur, sultana mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.
Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.
395. Tanrı, ârifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı (gaflete dalıp ârifi anlamadılar).
Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte, bedenleri de.
Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydine düşürürsün.
*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca,
Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan sûret âlemine getirir;
Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.
400. Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.
Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.
Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.
Keşki Eshâb-ı Kehf gibi, yahut Nûh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı.
Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.
405. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir.
Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?
Halifenin Leylâ’yı görmesi
Halife, Leylâ’ya dedi ki:”Sen o musun ki Mecnun, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
Sen başka güzellerden güzel değilsin. ” Leyla, “Sus, çünkü sen Mecnun değilsin” diye cevap verdi.
Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.
410. Canımız Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan, faydadan, elden çıkarma, kaybetme korkusundan.
Ne temizliği kalır, letâfeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak yolu!
Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;
Uykuda Şeytan’ı Hûri gibi görür, sonra şehvetle Şeytan’a erlik suyu döker.
415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayalde ondan kaçar.
O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!
Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.
Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar.
O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!
420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.
Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi!
Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır.
Tanrı’ya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir.
Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki âhir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.
425. Tanrı gölgeyi nasıl uzattı (âyeti) evliyanın nakşidir. Çünkü velî , Tanrı güneşi nurunun delilidir.
Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi “Ben batanları sevmem ” de!
Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış!
Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!
Haset, yolda gırtlağına sarılırsa… bil ki İblis’in tuğyanı hasettedir.
430. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır… Kutlulukla haset yüzünden savaşır.
Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir.
Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale düşer.
Ten haset evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.
“Evimi temizleyin” “âyeti” beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir.
435. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır.
Tanrı erlerinin ayakları altına toprak ol! ,bizim gibi sen de hasedin başına toprak at!
Vezirin haset etmesi
O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!
O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları tâ canlarından zehirliye.
Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.
440. Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.
Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.
Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir.
Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!
Vezir gibi sermayeyi, yol vuruculuktan edinme. Tanrı kullarını namazdan menetme.
445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak karıştırmıştı!
Vezirin hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması
Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.
O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.
Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.
Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale hale gelir.
450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karanlığa bak!
Yıldırım, bakışta sâf bir nurdan ibaret görünür; (fakat) göz nurunu çalmak (gözü kamaştırmak) onun hassasıdır.
Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı (onun sözlerini kabul etmişler,ona uymuşlardı).
Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penah oldu.
Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can feda ediyordu.
Padişahın vezire gizlice haber göndermesi
455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vahitlerde bulunuyordu.
*Nihayet muradının hâsıl olması, hıristiyanların toprağını yele vermesi için.
Padişah “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar”diye mektup yazdı.
Vezir de “Padişahım; işte şimdicik İsâ dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.
Hıristiyanların on iki kısmı
Hükümetleri zamanında, İsâ kavminin on iki emîri vardır.
Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.
460. Bu on iki emîrler kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.
Hepsi, onun sözüne itimad ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.
O, öl, der demez her emîr hemen o anda ölürdü.
Vezirin İncil ahkâmını karıştırması
Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.
Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.
465. Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış.
Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.
Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”
470. Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.
Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.
Öbüründe, “Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır.
Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”
475. Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir.
Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.
Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin.
Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n Mecnun olur!
Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”
480. Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış.
Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.
Eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.
485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola.
Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez.
Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey getirmez.
O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.”
4120. Bir tomarda da; “Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.
Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.
Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”
495. Bir diğerinde; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.
Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun!
Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.
O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.
İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil
500. O, İsâ’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün mizacından huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, İsâ’nın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı.
Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.
Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!
505. Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.
Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi.
Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.
Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.
Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.
510. Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi ona nur saçmıştır.
İlkbahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?
O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu bir cemada , kuru yeryüzüne vermiştir.
Fâzıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.
Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!
515. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lûtfiyle yeşim taşına döndü.
Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simya ne oluyor ki?
Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.
Onun varlığına karşı yok olmak gerektir: onun huzurunda varlık nedir? Mânasız bir şeyden ibarettir!
Varlık kör olmasaydı… Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır, anlardı.
520. Bu zâhiri vucudun Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.
Vezirin bu hilede ziyana uğraması
Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Tanrı ile pençeleşiyordu.
Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.
Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.
Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.
525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.
Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve sûret, o mânaya settir, mâniadır.
Firavun’un yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asâsıyla kırdı.
Yüz binlerce Câlînus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsâ’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve âr haline geldi.
530. Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin*
Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
Akıl ve zekâda kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
Hey gidi hey… Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze (vezire) maskara oldular.
Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.
535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.
Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?!
Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.
540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!
Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.
Niceye dek “ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.
O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.
545. O, aslı olmayan hayelleri, tamamıyla hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.
O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî gibiyim!
Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması
O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.
550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı.
Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.
Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki büklüm olmuştu.
Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur?
İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma!
555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.
Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
“Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de.
Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.
560. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.
Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma!
Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar?
Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!
Ey zamanede nazîri olmayan zat ! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”
Vezirin müritleri defetmesi
565. Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri vaizleri arayanlar!
Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrciî – Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.
Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!
570. Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde olur.
Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden) doğdu; can İsâ’sı, ayağını denize attı.
Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı.
Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra…
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?
575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.
Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”
Müritlerin, halveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları
Hepsi dediler ki: “Ey bahane arayan hakîm bu cefayı bize reva görme!
Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et!
580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri (bütün olarak) yutabilir?
Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!
Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.
Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur.
Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.
585. Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin lûtuf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir.
Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibarettir. Madem ki deniz sensin, kurumuz da denizdir!
Ey (sekizinci gökteki) Simak burcundan (denizin dibindeki) balığa kadar her şey, kendisinden nurlanmış olan!
Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz. Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukayese edilebilsin?
Göklerin sûreta yüksekliği var. Mâna yüzünden yükseklik, temiz ruhundur.
5120. Sûreta yükseklik, cisimlerindir, fakat mâna huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.
Vezirin “ Halveti terk etmem “ diye cevap vermesi
Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can ve gönülden dinleyiniz.
Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!
Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor?
Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.”
Müritlerin vezire yalvarması
595. Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir.
Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta!”
Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi… Fakat boyuna ağlar durur!
Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!
Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden.
600. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim!
Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.
605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır.
Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık eylemiştin!
O İn’am ve ihsanın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!
Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder?
Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!
610. Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lûtfun bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.
Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.
Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.
Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.
Gergefin eli yok ki onu def’ için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar hususunda ses çıkarsın.
615. Sen beytin tefsirini Kur’an’dan oku Tanrı “Attığın zaman sen atmadın” dedi.
Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan Tanrı’dır.
Bu “cebir” değil, cebbarlığın mânasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak Tanrı’ya tazarru ve niyaz içindir.
Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.
Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne?
620. Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
Eğer sen: “O, cebirden gafildir. Hak’ka mensup olan ay, bulutta yüzünü gizliyor” dersen,
Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdik eder, bana tâbi olursun:
Hasret ve figan, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamı ile uyanıklık zamanıdır.
Hasta olduğun zaman günahından istiğfar eder durursun.
625. Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.
Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmiyeyim diye ahdeylersin.
Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık, bahşediyor.
Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana ermiştir.
Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.
630. Hak’kın cebrinden agâh isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görüşün hani?
Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl hürlük eder?
Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan.
Gayrı sende âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife âcizlerin huyu ve tabiatı değildir.
Madem ki görmüyorsun; Tanrı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?
635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun;
Hangi işe meylin ve isteğin yoksa… Bu, Tanrı’dandır diye kendini Cebrî yaparsın!
Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.
Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.
Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!
640. Kâfirler “Siccin” cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.
Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine doğru gitmişlerdir.
Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım:
Vezirin, halveti terk etmede müritleri ümitsiz bırakması
Vezir içerden seslendi: “Ey müritler, benden size şu malûm olsun.
Ki İsâ bana “Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,
645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye vahyetti.
Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.
Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.
Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım.
Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsâ’nın yanında oturacağım.”
Vezirin her emîri ayrı ayrı veliaht yapması
650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.
Her birine “İsâ dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin,
Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti.
Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at.
Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma.
655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına kalkışma.
İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete tasih bir tarzda oku!” dedi.
O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naib yoktur!”
Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi.
Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu.
660. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.
Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.
Vezirin halvette kendini öldürmesi
Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.
Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü.
Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.
665. Arap’tan ,Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Tanrı bilir.
Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine derman gördüler.
Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı.
İsâ Aleyhisselâm ümmetinin emîrlere “ İçinizde veliaht kimdir? “ diye sorması
Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir.
Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.
670. Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok.
Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir.
Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!
Ulu Tanrı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk’ın vekilleridir.
Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan (bu) hatadır, iyi bir şey değil.
Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise birdir.
675. Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.
Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırdedilemez.
Bütün peygamberler doğrudur. “ Tanrı peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz
Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.
Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.
680. Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir olur.
Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz.
Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut (ona meylet), sûret serkeştir.
Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.
Eğer sen eritmezsen onun (Tanrı’nın) inayetleri, esasen onu eritir. Ey gönlüm, kulu olan Tanrı!
685.O, hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin hırkasını diker.
Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık;
Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık… su gibi.
O güzel ve lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.
Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.
6120. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, (bundan) korkarım.
Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç!
Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten utanç gelmez.
Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters okuyan birisi, aykırı mâna vermesin.
Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakârlığından bahse geldik:
695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil istedilerdi.
Emîrlerin veliahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri
O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti.
Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim.
İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”
Öbür emîrde pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da bunun dâvası gibiydi.
700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1 – 700 )
B. 1-18. En eski Mevlevi kaynaklarına göre Çelebi Husameddin; Mevlâna’dan Mesnevi’yi yazmasını rica edince Mevlâna, “Bu daha önce bizim gönlümüze doğdu” diyip sarığının arasından bu on sekiz beyti yazdığı kâğıdı çıkarmış. Çelebi’ye sunmuştur. Bu suretle bu beyitleri, bizzat Mevlâna yazmış. Mesnevi’nin mütebaki kısmını Çelebi Hüsameddin’e yazdırmıştır. Mevleviler, bu on sekiz beyte büyük bir ehemmiyet verir, bu beyitleri. Mesnevi’nin fatihası (başlangıcı) sayarlar ve bütün Mesnevi’nin bu beyitlerde olduğunu söylerler. Hattâ Kur’an’ın ilk suresi olan “Fatiha” suresinin Besmele ile, Mesnevi’nin de “Bişnev – dinle, duy!” diye “B” ile başladığını uzun uzuzadıya anlatırlar. Hemen her şerhte bu tafsilâta raslanır. Ayrıca bu on sekiz beyit için şerhler «de yazılmıştır. Mevlevilerde nezir ve niyaz sayısı on sekizdir. Yani bir Mevlevi dervişine, bir tekkeye, bir yoksula para verecek olan Mevlevi; bu parayı, on sekiz .kuruş, on sekiz yarım lira, on sekiz lira… gibi daima on sekiz sayısına riayetle verir. Mevleviler on sekiz sayısının “Ebcet hesabında Tanrı adlarından “Hay-Diri” adına uyduğunu söylerler. Fakat bu “Nezr-i Mevlâna” sayısında Mesnevi’nin ilk on sekiz beytinin tesiri de olsa gerekir. Eski Türklerde dokuz sayısının kutlu olduğu ve on sekizin bu sayının iki misli bulunduğu da dikkate değer.
B. 9. “Kimde bu ateş yoksa yok olsun.”Bu cümlede; görünüşte bir ilenme varsa da sofilerde “Yokluk-Fark, Fena”, zahiri varlıktan geçmek olduğundan “Yok olmak”, hakiki olmıyan varlıktan geçip Tanrı varlığıyle var olmaktır. Hattâ “Yokluk tamamlanınca Tanrı kalır. Tanrı varlığı meydana çıkar” mealinde Arapça bir söz de vardır ve bu söze tasavvuf kitaplarında daima raslanır. Bu bakımdan “Kimde bu ateş yoksa yok olsun” cümlesinin mânası, “o da bu ateşle yansın, erisin, yok olarak hakikî varlığa ulaşsın” demektir ve bir hayır duadır.
B. 25. 26. Musa, Tanrı’dan görünmesini dilemiş. Tanrı, göremiyeceğini, fakat dağa tecelli edeceğini, dağ yerinde durabilirse görmesi ihtimali olduğunu söyleyip Tûr’a tecelli etmiş. Tur, zerre zerre olmuş, Musa da düşüp bayılmış, kendisine gelince tövbe etmiştir. 26 ncı beytin ikinci mısraı:
Tür mest-u hane Musa saikadır ki “Ve harre Musa saika — Musa da baygın bir halde yere yığıldı” cümlesi, aynen Kur’an’dan alınmadır (Sure: 7 — A’râf, âyet: 143).
B. 35. ten itibaren. Hikâyede “Hakikatta o, Bizim bugünkü halimizdir” deniyor. Padişah bir halayığa âşıktır, halayık da başka birisini sevmekte. O sırada Tanrı tarafından bir hekim geliyor. Bu veli hekim, halayığın hastalığını anlayıp rakibi ortadan kaldırıyor, padişah da nihayet mecazi aşktan kurtulup hakikata ulaşıyor. Acaba Mevlâna, birisine âşıktı da Şemseddin-i Tebrizî, o sırada mı geldi? Bu gelen veli hekimin Şems’e işaret olması çok mümkün. Nitekim 118 inci beyitten itibaren açıkça Şemseddin öğülmekte. 123 üncü beyitte adı da geçiyor.
B. 47 Mesih, Kur’an’ın 3 üncü suresi olan Al-i İmran suresinin 45 inci âyetinde, 4 üncü suresi olan Nisa suresinin 171 ve 172 nci âyetlerinde, 5 inci suresi olan Mâide suresinin 17 ve 75 inci âyetleriyle 9 uncu suresi olan Tevbe suresinin 31 inci âyetinde İsa Peygamber, bu adla anılır. Çok gezen, yüce ve şerefli, yahut vaftiz eden mânalarına geldiğini söyliyenler vardır.
B. 48. 49, 50. “İnşallah — Tanrı isterse” demektir, Kur’an’da, hiçbir şeyin. Tanrı dilemedikçe olmıyacağı, onun için bir şey hakkında yarın yaparım denmemesi, bu sözün de söylenmesi bildiriyor (Sure: 18 — Kehf. âyet: 23 24). Bu âyetten alınan “İnşaallah” sözü halk arasında kullanılagelmişir. Anadolu’da, birçok yerlerde “Allah izin verirse” denir ki tam bunun karşılığıdır.
B. 53. Sirkencübin, Farsça Sirkengübin sözünün Arapçalaşmış şeklidir. Sirke ile baldan yapılan buzlu. bir şerbettir. Yazın sıcak günlerde içilir, harareti keser. Aynı beyitte bademyağının da kuruluk verdiği. yani. aksi bir tesirde bulunduğu söylenmektedir. Eski tıpta bademyağı yumuşatıcı bir ilâç olarak kullanıldığı gibi bugün de yine kullanılmaktadır.
B. 54. Halk dilinde helile denen halilenin karası, mülâyimlik vermek, sarısı ishali kesmek için kullanılır. Nebati bir ilâç olan helilenin Lâtincesi Terminaliadır.
B. 80-82. İsrailoğullarına çölde bulut gölgelik etmiş, gökten pişmiş, kebap olmuş kuşla kudret helvası yağmıştır (Sure: 2 — Bakara, âyet: 57). İsrailoğulları Musa’dan sarmısak, mercimek, soğan ve saire isteyip bir çeşit yemekten bıktıklarını söylemişler, bunun üzerine yokluğa, alçaklığa düşmüşler. Tanrı’dan gazap olarak veba hastalığına uğramışlardır.(aynı sure âyet:61)
B. 83-87. Havariyy un’un ricası üzerine İsa’nın duasiyle gökten yemek indiği Kur’an’da hikâye edilmektedir. (Sure: 5 — Mâide. âyet: 112-114).
B. 88. Peygamber’in “Yağmur yağmadığını gördünüz mü bilin ki halk zekât vermemektedir. Tanrı da rahmetini onlardan esirgemektedir. Veba çıktığını gördünüz mü bilin ki dünyada zina çoğalmış, etrafa yayılmıştır” dediği rivayet edilmiştir.
B. 92. Azâzil, Şeytan’nın eski adıdır. Melekler arasında Tanrı’ya ibadet edip dururken. Âdem yaratılmış. Tanrı emrini dinlemeyip kendisini, ateşten yaratıldığı için daha hayırlı görmüş, Adem’e secde etmemiş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır. Kur’an’ın birçok yerlerinde
(o cümleden olarak sure: 18 — Kehf, âyet: 50, 7 — A’raf. 11). Adem – Şeytan hikâyesi tekrarlandığı gibi Mesnevi’de de sırası geldikçe tekrarlanmaktadır.
B. 96. “Sabır, genişliğin anahtarıdır” mealinde bir hadîs rivayet edilir.
B. 100. İkinci mısrada Kur’an’ın 96 ncı suresi olan Alâk suresinin 15 inci âyetinin ilk kısmı aynen alınmıştır. Bu ve bu âyetten önceki 14 üncü âyetin manaları şudur: “Ebucehil acaba Tanrı’nın onu görmekte olduğunu bilmez mi? Hayır, hiç de öyle değil; bilir. Bilir de bu işten vazgeçmezse biz onu alnındaki perçemden yakalarız.”
B. 107. Eski tıpta insanın vücudunda “Ahlat-ı erbaa” -birbirine karışmış dört şey- vardır, bunlar da kan, balgam, safra ve sevdadır. Bu dördünün kâfi miktarda oluşundan mizaç, yani sıhhat meydana gelir. Hastalık, bunlardan birinin fazlalaşmasiyle başlar.
B. 110. Usturlap, üstüne gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir alettir. Bununla gökteki yıldızların mevkii ve bilhassa güneşin doğuş ve batışiyle zeval vaktinin saati tâyin edilir.
B. 121. Esir, havanın bulunmadığı boşluğu dolduran, havadan lâtif gözle görünmez, elle tutulmaz ve fevkalâde kuvvetli olan bir vasattır. Ziyanın, boşluktan geçip gelebilmesi için böyle bir vasatın lâzım olduğu düşünülmüştür.
B. 125. “Can” diye Çelebi Hüsameddin’e hitabediliyor. Bu beyitten 143 üncü beyte kadar olan konuşma, Mevlâna ile Çelebi Hüsameddin arasında geçmektedir.
B. 125. Yakup Peygamber’in Yusuf’tan ayrılınca ağlamadan gözlerine ak düşmüş, sonra kardeşleri Mısır’a gidince orada maliye veziri olan Yusuf, onlara kendini tanıtıp babasına gömleğini göndermişti. Kafile, Kenan eline yaklaşınca Yakup, Yusuf’un kokusunu almıya başlamış, nihayet gömlek, yüzüne, gözüne sürülünce, gözleri görmeye başlamıştı (Sure: 12 — Yusuf, âyet: 93 — 96). Bu yüzden büyük bir müjde, bir vuslat haberi, çok defa Yusuf gömleğiyle ve bu gömleğin kokusiyle ifade edilegelmiştir.
B. 133. Sofi “İbn-al Vakt — Vakit oğlu” dur. Yani geçmişle, gelecekle uğraşmaz. İçinde bulunduğu zaman, neyi icabediyorsa onu yapar. Bu suretle de Tanrı’nın tecellisine uymuş, hükmüne itiraz etmemiş olur.
B. 142. Bizce. Şems-i Tebrizî’nin şehit edildiğine delildir.
B. 144-181. Aşkın bu tarzda teşhis edilmesi, XII nci asır büyüklerinden Nizâmî-i Arûzî’nin “Çar Makale” sinde “İbn-i Sina”ya atfedilmektedir (Layden-11209 hikâye V. S. 76-80. haşiye 50-249. İbn-i Sina: Kanun, Bulak basması C. 2. S. 71- 72).
B. 175. “Muradınızı elde etmek için işlerinizi, hareketinizi gizli tutun. Çünkü nimete erişen herkes, hasede uğrar.” Hadîs (Feyz-al Kadir. Mısır 1356-1938. I. 493).
B. 224. Kur’an’ın 18 inci suresinin (Kehf) 65-82 nci âyetlerinde Musa Peygamber’le Hızır arasında geçen vaka hikâye edilir: Musa, Tanrı’dan. kendisine bilgi ihsan edilmiş olan Hızır’la buluşur, onun bilgisini elde etmek ister. Hızır, sabredemiyeceğini söylerse de Musa ısrar edince, kendisi anlatıncaya kadar göreceği şeyleri sormamasını şart koşar. Bir gemiye binerler. Hızır, gemiyi deler. Musa itiraz edince Hızır “Sabredemezsin demedim mi?” der. Musa derhal özür diler. Kıyıya çıkarlar. Hızır, rasladıkları küçük bir çocuğu tutup öldürür. Musa, yine itiraz edince Hızır “Demedim mi” der, Musa da yine özür diler. Tekrar yola düşerler. Bir köye gelip yiyecek isterler. Köylüler vermezler. Hızır, yolda yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Musa bu sefer “Buna karşılık bir ücret alabilirdin” deyince Hızır der ki: “Artık ayrılmamız lâzım. Yalnız sana sabretmediğin şeylerin içyüzünü anlatayım: Gemi, çok yoksul kişilerindi. İleride bir padişah var, yeni gemileri zaptediyor. Bu gemiyi delik görünce almazlar, onun için deldim. Çocuğun anası, babası müslüman ve temiz insanlar, halbuki çocuk kâfir olacak; bundan korktum, öldürdüm. Tanrı onlara daha iyisini verir. Duvara gelince: Köydeki iki yetimin olan o duvarın altında bir define var. Onların büyüyüp defineyi meydana çıkarmaları için duvan tamir ettim. Yıkılsa zayi olacaktı.” Bu batini bilgiye, anlattığımız hikâyeye telmihan ve Kehf suresinin 65 inci âyetindeki “Ledün” sözünden alınarak “İlm-i Ledün “ Tanrı’ya ait bilgi” demişlerdir. Tasavvuf kitaplarında bu hikâye çok geçer ve Musa gibi ulu bir peygamberin bile batıni bilgiyi, Hızır’dan öğrenmek istemesi delil getirilerek herkese bir mürşit lâzım olduğu söylenir. Mevlâna. bu hızır ve gemi hikâyesini. Mesnevi’nin ikinci cildinin sonlarında da anlattığı gibi Sultan Veled “Veled-Nâme” de yine bundan bahseder.
B. 227. İbrahim Peygamber, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu (İsmail yahut İshak) Tanrı’ya kurban etmeye kalkmış, o sırada gönderilen bir koçu, yine Tanrı emriyle keserek rüyada aldığı emri yerine getirmiş sayılmıştır (Sure: 37 — Sâffât, âyet: 100-105).
B. 236. Hızır – Gemi, 224 üncü beytin izahına bakınız.
B. 240. “Kötü kişi öğülürse Tanrı gazaba gelir ve bu yüzden arş titrer” Hadîs (Feyz-al Kadir I. 441).
B. 259. Cevlâki: Cevlâk, Burhan’a göre Cevlah kelimesinin Arapçalaştınlması şeklidir ve bir cins yün dokumaya denir ki yoksul kişilerle derviş ve kalenderler, bundan kalçın yaparlar. Arapçada Caelk, baş tıraş etmeye denir. Her halde bu kelime, her iki kelime ile de münasebetlidir. Cevlâkî ve Cevâlıka, Kalenderilere denir. XIII üncü asırda Anadolu’ya ve sonradan Rumeli’ye yayılan ve ekseriyetle toplu bir halde davul, nefir, kudüm, ve bayraklarla gezen bu derviş taifesi Çâr-darb olurlar, yani saçlarını, bıyık, sakal ve kaşlarını ustura ile tıraş ettirirlerdi. Hattâ bu yüzden dilimizde saçlan ustura ile taraş ettirmiye “cascavlak olmak” denmiştir.
B. 264. Sofiler, Tanrı velilerinde dereceler, rütbe ve makamlar kabul ederler. Velilerden yedi. yahut kırk kişi vardır ki bunlar, bir anda birçok yerlerde görünebilmek kudretindedirler. Meselâ kendileri bir yerdeyken başka bir yerde, yahut bir çok yerlerde görünürler, kendilerine bedel, birçok cesetler gösterirler. Bu yüzden bunlara Abdal, yahut Büdelâ denmiştir. Halk arasında bu mertebe sahipleri “Yediler” yahut “Kırklar” diye anılır. Ayrıca “Rum Abdalleri,. yahut sadece “Abdallar” diye anılır taife vardır ki Kalenderîlere. çok benzerler. Anadolu ve Rumeli’de XVII nci asra kadar tesadüf edilegelen bu dervişler zümresini Bektaşilik temsil etmiş, bu suretle abdallar, ortadan kalkmıştır. Mevlânâ’nın kastettiği. Tanrı velileri olan Abdalleridir.
B. 266. Müşriklerin Peygamber’e “Bu ne biçim Peygamber? Yemek yiyor, sokaklarda geziyor. Bir melek gönderilseydi, onunla beraber halkı korkutsaydı ya. Yahut kendisine bir hazine verilseydi, yahut da meyvalarından yiyeceği bir bağı. bahçesi olsaydı” dedikleri Kur’an’-da hikâye edilmektedir (sure: 25 — Furkan. âyet: 7-8).
B. 278-279. Musa’nın mucizesine karşılık sihirbazlar. Firavun’un huzurunda ipleri, sopaları yere atmışlar, iplerle sopalar yılan şeklinde görünmüş. Musa’nın attığı asa da bir büyük yılan şekline girerek öbür yılanları yutmuş, sonra Musa. yılanı eline alınca sopa olmuş öbür iplerle sopalar ortada görünmez olmuş, bunun üzerine sihirbazlar îmana gelmişlerdi. Tevrat’tan alınan bu vak’a Kur’an’ın birçok surelerinde hikâye edilmektedir (sure: 26 — Şuarâ, âyet: 10-68. 42-47).
B. 296. Ümm-ül Kitap Kur’an’ın 13 üncü suresi olan Ra’d suresinin son âyeti olan 45 inci âyetinde “Ve kâfir olanlar, sen peygamber değilsin derler. De ki: benimle sizin aranızda şahit olarak Tanrı, bütün mukadderatın hakikatini ve aslını bilen zat kâfidir” demektedir. Yine aynı surenin 39 uncu âyetinde “Tanrı, takdir ettiği şeylerden dilediğini bozar, dilediğini yapar. Takdirin aslı ve hakikati ona malûmdur” deniyor. Bu âyetlere nazaran beyitteki mâna denizi, Tanrı’dır. Fakat sofilerce “Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık” olan. yani hiçbir suretle, hiçbir vasıfla kayıtlanamıyan Tanrı için mertebeler vardır. Tanrı’nın ilk mertebesi, zatını bilmesidir ki buna “Zuhura olan meyil” ve “îktiza-yı Zatî. Akl-ı Evvel, Kalem…” gibi adlar verirler. Bu mertebe; diğer mertebeleri yani Tanrı’nın ilminde sabit olan hakikatları, Tanrı adlarını, Tanrı sıfatlarını meydana getirmiştir. Bunların zuhuru da kâinattır. Bu bakımdan kâinat, kâinat olarak yoktur, fakat Tanrı ilminde sabit olan hakikatların zuhuru olmak bakımından vardır. Her şey, Tanrı’nın zuhura olan meylinde, yani ilminde mevcut olduğundan o mertebeye “Ümm-ül Kitab — Kitabın, takdir edilen şeylerin aslı, anası” dedikleri gibi “Hakikat-ı Muhammediyye” de derler. Bu mertebeye, her zaman âlemde tek bir kişi sahiptir ki bu zat. yeryüzünde Tanrı halifesidir. Buna “Kutb-Gavs” denir.
B. 297. “Tanrı, biri tatlı, öbürü acı iki denizi akıttı. O iki deniz, birbirine ulaştı. Aralarında bir mania var.. Birbirlerine tecavüz edip taşmazlar.” (sure: 55 -Rahman, âyet: 19). Mevlâna burada olduğu gibi bilhassa yine bu ciltte bu iki denizin hak ve bâtıl ehli, cennetlik ve cehennemlikler olduğunu söylemektedir (2570 inci beyitten itibaren 2603 üncü beytin sonuna kadar bu âyet tefsir edilmektedir).
B. 3I5. “Cennet ve cehennem ehlinin arasında bir perde vardır. O sınırın en yüce yerinde (A’raf) ta öyle erler vardır ki onlar, herkesi yüzlerinden tanır, bilirler… (Sure 7 — A’raf, ayet 46) Ali’nin “Biz A’raf erleriyiz,, dediği de rivayet edilir. Sofilerin bir kısmı, herkesi yüzünden tanıyan Araf erlerini, cennete ve cehenneme bağlı olmıyan Tanrı erleri olarak kabul ederler.
B. 321. Zaman zaman, dilenme için türlü türlü tarzlar icadedilmistir. Bir tepsiye mumlar dikip yakarak dilenmek, sırta vurulan, yahut bele takılan meşin torbadan tos tos su dağıtarak, mersiye okuyarak dilenmek, ilâhiler okuyup kapı kapı gezerek dilenmek gibi. Acaba o zamanlar yünden bir aslan yapılıp bununla maskaralıklar ederek de dilenme var mıydı? Biz, böyle anlıyoruz. Yine bu beyitteki Ebu Müseylim. H. Muhammedin son zamanlarında Peygamberlik dâvasına kalkışan “Müseylemel-ül Kezzâb — Yalancı Müseyleme” dir ki birinci halife Ebûbekir zamanında üzerine asker çekilerek savaşta mağlûp edilmiş ve öldürülmüştür.
B. 373. Deccal. son zamanlarda çıkıp halkı azdıracak tek gözlü bir Yahudidir. Peygamber, bu fitneden Tanrı’ya sığınmıştır.
B. 375. Simurg yahut Anka. mevhum bir kuştur. Yüzü insana benziyen bu kuşun boynu pek uzunmuş. Renk renk tüyleri varmış, vücudunda her hayvandan bir alâmet bulunurmuş.
Bütün hayvanları avladığı gibi insanlara da musallat olduğu için zamanın peygamberi dua etmiş. Tanrı da bu kuşu, dişisiyle beraber bir yıldırımla helak etmiş. Simurg. Rüstem’in cerrahı, babası Zâl’in de dadısıdır. Halk. bu kuşa Zümrüdü Anka der, masallarımıza kadar girmiştir.
B. 381. Peygamber’in “Huzuru kalb olmadıkça namaz da olmaz” dediği rivayet edilir ki bu huzur, yani hiçbir şeyle meşgul olmayış, namaz kılmanın değil, namazın tam namaz oluşunun şartıdır.
B. 332. “Sen onları uyanık sanırsın amma onlar uykudadır. Biz. onları sağa, sola çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını yere dayamış olarak mağara kapısında uyumaktadır. Onları görsen yüzünü çevirir, kaçardın, yüreğin korkuyla dolardı.” (Sure: 18 — Kehf, âyet: 18) Eshab-ı Kehf denilen bu kişiler, altı kişiymisler. Artlarına bir de çoban takılmış, çobanın köpeği de peşlerini bırakmamış. Zamanlarındaki padişah, halkı bir puta taptırıyormuş. Bunlar bu kötülüğü yapmamak için kaçıp bir mağaraya sığınmışlar, orada tam üç yüz dokuz yıl uyumuşlar. Bu köpeğin hareketi, şairlerimize ilham kaynağı olmuş ve sadakat sembolü olarak söylenegelmiştir. Mevlana, 1022 nci beyitte bilhassa bu köpekten bahseder.
B. 400. “Uyku ölümün kardeşidir. Cennettekilerse ölmezler.” Hadis (Feyz’al Kadir, VI 300).
B. 403. 392 nci beytin izahına bakınız. Bilhassa 2185 inci beyitten itibaren yine bunlardan bahsetmektedir. Yine bu beyitte Tufandan bahsedilmektedir. Nuh Peygamber zamanında, onun bedduası üzerine yerden sular fışkırmış, gökten yağmurlar yağmış, herkes boğulmuş, yalnız Nuh’a inanıp gemisine girenler kurtulmuştur. Kur’an’ın 71 inci suresi olan Nuh suresinde Tufan ve Nuh Peygamberin ahvali anlatılmaktadır.
B. 422. Tanrı gölgesi, bütün varlığını Hak’ta yok etmiş ve Tanrı varlığiyle var olmuş kâmil veli. Gölgenin varlığı, gölgeyi meydana getirenin varlığındandır. Bütün hareketleri de onun hareketine tâbidir. Kâmil veli de. Tanrı’ya nispetle aynı bir gölge gibidir.
B. 424. Kıyamete yakın birçok “fitne – imtihan” lar olacağı hadîslerde bildirilmiştir. Bu fitnelerin en büyüğü, asıl büyük Deccal’ın ve ondan önce çıkacak Deccalların fitnesidir.
B. 425. “Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı. Dileseydi onu sabit kılardı. Sonra gölgeye güneşi delil ettik, sonra da onu kolaycacık aldık yok ettik” (25 inci sure — Furkan, âyet: 45-46) Sofilere göre gölge kâinattır, güneş de Tanrı.
B. 426. Kur’an’da İbrahim Peygamberin Zühre yıldızını görüp “Rabbim budur” dediği, yıldız batınca “Ben batanları sevmem” deyip ondan vazgeçtiği, ay doğunca “Rabbim budur” dediği, o da batınca “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, şüphe yok yol azıtanlardan olurum” dediği, güneş doğunca bu sefer “Bu daha büyük, Rabbim bu” dediği, fakat o da gurubedince “Ey kavim”ben sizin Tanrı’ya ortak ettiğiniz şeylerden vazgeçtim. Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndüm, ihlâsla ancak ona yöneldim, şirk koşanlardan değilim” diyerek doğru yolu bulduğu hikâye edilmektedir (Sure: 6 — En’am. âyet: 75-79).
B. 343.”İbrahim ve İsmail’den, evimi, tavaf edenlere, orada oturup ibadet eyliyenlere, rukûda, sucutta bulunanlara temiz tutun diye ahd aldık.” (Sure: 2 — Bakara, âyet: 125) Sofilerce asıl Kabe ve Tanrı evi kalbdir.
B. 500 – 510. İsa Peygamber’i, Anası Meryem, bir boyacının yanına çırak olarak vermiş. O vakitler daha çocuk olan İsa’ya bir gün ustası “buradaki elbiselerin her birinde bir nişan var.
O nişana göre ne renge boyanacaksa boyarsın” deyip bazı işlerini görmek üzere gitmiş. İsa, bütün elbiseleri bir tek küpe sokmuş. Ustası gelip bunu görünce “Eyvah, elbiseleri berbadettin” deyip telâşlanırken İsa, elbiseleri birer birer çıkarmaya başlamış Her elbise, sahibinin istediği renge boyanmış olarak çıkmış. Bu mucizeyi görenler, İsa’ya inanmışlar ki “Havariyyun” bunlarmış.
B. 516. Kimya, eski telâkkiye göre civayı; gümüş, bakır ve sair madenlerle karıştırıp “İksir” denen şeyi de ilâve ederek altın elde etme sanatıdır. Simya, gözbağcılıkla, bakanlara hakikatta olmıyan bazı şeyleri göstermektir.
B. 518. Mor renk eski İran’da yas rengidir. Bu renge “Duhanî — duman rengi” de denir Mevlâna Celâleddin’in de Şems’in son defa olarak kaybolmasından, yahut şehidedilmesinden sonra bu renkte hırka giydiği ve bu renk sarık sarındığı en eski kaynaklarda yazılıdır.
B. 528. Calinus, Bukrat’tan sonra en büyük hekimdir. Milâdın 131 inci yılında Bergamada ölmüştür. Bu hekimin birçok eserleri Arapçaya çevrilmiştir.
B. 529. Kur’an’ın 7 nci suresi olan A’raf suresinin 157 ve 158 inci ayetleriyle 62 nci suresi olan Cumua suresinin 2 nci âyetinde H. Muhammed’in “ümmi” yanî anadan doğduğu gibi kalmış, okuma yazma öğrenmemiş olduğu bildirilmektedir. Böyle olduğu halde Kur’an gibi birçok yerleri hakikaten fevkalâde bir kitabı tebliğ etmesi, zamanındaki şairleri şaşırtmış; kendisine “kâhin. şair..” demişlerdi. 6 ncı sure olan En’âm suresinin 92 nci âyetinde Mekke’ye “Ümm-ül Kura — Köylerin, şehirlerin anası, aslı” dendiğine nazaran “ümmi”nin “Mekkeli” mânasına geldiğini de Peygamberin bir hocadan okumamış olmakla beraber okuma yazma bildiğini söyliyenler de vardır.
B. 535. Hârut, Mârut adlı iki melek, insan oğullarının kötülüklerini görüp Tanrı’ya şikâyette bulunmuşlar. Tanrı, onlara “Onlardaki şehvet sizde de olsa daha beter olursunuz” demiş. Fakat bu melekler, isyan etmeyeceklerini söylemişler. Bunun üzerine Tanrı, bunlara şehvet verip Bâbil’e inmelerini buyurmuş. Bâbil’de hâkimlik ederlerken gayet güzel bir kadın bir iş için geliyor. Melekler kadına meftun oluyorlar. Fakat kadın, ya kocasını öldürmelerini, yahut puta tapmalarını, yahut da şarap içmelerini, aksi takdirde onlara ram olmıyacağını söylüyor. Şarap içmeyi ehven bulup içiyorlar, bunun üzerine kadın “Her gece ism-i âzam okuyup göke çıkıyorsunuz. o ismi bana da öğretin” diyor, öğretiyorlar. Kadın, göke çıkınca Tanrı onu bir yıldız şekline sokuyor. Zühre yıldızı bu kadınmış. Meleklere de dünya azabiyle ahret azabından birini kabul etmelerini söylüyor. Dünya azabını kabul ediyorlar. Tanrı, bunları Bâbil kuyusuna baş aşağı astırıyor, orada kıyamete kadar azap çekmekteler. Kur’-an’da 2 nci surenin (Bakara) 12 nci âyetinde bu iki meleğin Bâbil’e indikleri, halka sihir öğrettikleri, kendilerine müracaat edenlere sihir öğretmeden “Biz Tanrı tarafından size bir imtihan olarak geldik. Sihir öğrenip kâfir olmayın” dedikleri hikâye edilmekte, yukardaki vak’a anılmamaktadır. Hârut, Mârut, esas itibariyle Ermenilerin iki mabudundan bozmadır. Mevlâna birinci ciltte 3320 nci beyitten 3359 uncu beyte kadar yine bu hikâyeden bahseder.
B. 547. İbrahim, putları kırdığı, onları tahkir ettiği için Nemrut tarafından ateşe atılmış, fakat ateş İbrahim’i yakmamıştır. (Sure: 21 — Enbiyâ, âyet: 51-70, Kur’an’da başka yerlerde de bu hikâye vardır). Bu ciltte S. 76, B. 7120 ve S. 83, B. 861 de de yine bu vakaya işaret edilmektedir.
B. 548. Sofist’ler, eski yunan filozoflarının biı .kısmıdır. Eski kitaplar bunları “İndiye, İnadiye, Lâedriye” diye üçe ayırırlar. Bunların birleştikleri nokta ve felsefelerinin esası, duygularımıza inanmaktır. İndiye, duygularımızla idrâk ettiğimiz kâinat, idrakimize tâbidir; var dersek vardır, yok dersek yoktur der. İnadiye, kâinatı da hayallerden, vehimlerden ibaret olarak kabul eder. Lâedriye ise her hususta şüpheyi esas tutarak, kâinatın ve bizim varlığımızı ne biliyoruz, ne bilmiyoruz; hattâ şüphe ettiğimize de şüphemiz var der. Asıl sofistler de bunlardır. Sofistler, eski septiklerdir.
B. 568. “Ey tamamiyle inanmış, emin olmuş nefis, Tanrı’dan razı olarak ve Tanrı’nın razılığına nail olmuş bulunarak Rabbine dön, sonra da kullarımın arasına katılarak cennetime gir!” (sure: 89 — Fecr. âyet: 27-30).
B. 574. Abıhayat, Türkçede Bengisu denen muhayyel bir sudur. Karanlıklar diyarında olan bu suyu, İlyas Peygamber’le Hızır Peygamber bulmuşlar, içmişler ve ebedî hayata nail olmuşlar.
B. 602. Sofilerin büyük bir kısmına göre Tanrı, zatiyle var olan ve hiçbir şeyle mukayyet bulunmayan “Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık” tır. Her şey, ondan var olduğu için asıl var odur ve varlık onundur. Tanrı’nın bu mertebede hiçbir taayyünü yoktur, yani hiçbir suretle zahir değildir. Bilinmesine de imkân bulunamaz. İlk taayyünü bilgisidir. Bilgisinde bütün eşyanın hakikat ları sabit, olmuş, bunların zuhuru da kâinatı meydana getirmiştir. Kâinatın varlığı, onunla, vardır, hakikatta ise yok olan bir varlıktır. Ancak bu sözlerden; Tanrı vardı, sonra kendisini bildi, sonra bilgisinde eşya sabit oldu, bundan sonra da kâinatı meydana getirdi gibi bir şey anlaşılmamalı. Burada zaman, bahis mevzuu olamaz. Bunlar, mutlak varlığın mertebelerinden ibarettir, yani Tanrı, zatı itibariyle mutlaktır. Zatının iktizası, kendisini bilmesidir. Bu bilgide eşyanın hakikatleri sabittir. Bu sübut kâinatı izhar eder. Bu, her an böyledir (296 ncı beytin izahına bakınız).
B. .615, Bedir harbinden bahsedilirken Kur’an’da. “Onları siz öldürmediniz. Tanrı öldürdü.
Ok attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı” denmektedir (sure: 8 — Enfâl, âyet 17).
B. 617. Cebir, kulda irade ve ihtiyar olmadığına, her şeyin Tanrı tarafından yaptırıldığına inanmaktır ki bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine “mezhep – gidilen yol” olarak kabul edenlere “Cebrî” denir..
B. 618. İhtiyar, kulun her şeyi kendi dileğiyle, kendi iradesiyle yaptığına inanmaktır. Bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine mezhep edinenlere “Kaderiye denir. Bunlar, kulların işledikleri işlerde kaderi, inkâr ederler. Kader, Tanrı bilgisidir. Fakat bu bilgi, bizi o işi yapmaya mecbur etmez derler. Mutezile bu. mezheptedir. Sünnilere göre kulda cüz’i bir irade vardır. Kul, iradesini sarfeder. Tanrı o işi yaratır.
B. 640. Sicciyn, daimî olan şey demektir. Cehennemde bir vadinin adıdır ve burası cehennemin en. kötü yeridir. Kur’an’da kötülük edenlerin hesap defterinin burada olduğu bildirilmektedir (sure: 83 — Mutaffifîn, âyet: 7-9).
B. 641. İlliyyîn, yedinci kat gökte bir yerin adı, Cennetlerin en yüksek ve iyi yeridir. Bir rivayete göre de yedinci kat gökün, yahut insanın iyilik ve kötülüğünü yazan meleklerin divanlarının adıdır. Kur’an’da iyilik edenlerin hesap defterlerinin burada olduğu bildiriliyor (sure: 83 — Mutaffifîn. âyet: 18-21).
B. 676.’dan sonraki başlıktaki cümle Kur’an’ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 285 inci âyetinden alınmıştır. Peygamberleri, bu birbirinden ayırt etmeyiş Peygamberlik bakımındandır. Çünkü aynı surenin 253 üncü âyetinde Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu bildirilmektedir.
B. 686. Cevher, kendi kendine var olan şeydir ki araz karşılığıdır. Araz kendi kendine var olmayıp varlığı için bir cevhere muhtaç olan şeydir. Meselâ cisim, cevherdir. Cismin sekli, rengi, hali, sayısı, bulunduğu yer, yaptığı iş ve saire arazdır.
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 1 (701 – 1400 Beyitler)
Diğer emîrler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca dâvaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.)
Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.
Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.
Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.
705. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.
Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha malik oldu.
Ancak ten nakşına ait olan öldürmek ve ölmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir.
Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz.
Esasen mânası olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvay olur, gider.
710. Ey sûrete tapan! Türü, mânayı elde etmeye çalış! Çünkü mâna sûret tenine kanattır.
Mâna ehliyle düş, kalk ki hem atâ ve ihsan elde edesin, hem de fetâ olasın.
Bu cisimde mânasız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.
Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.
Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah-ü figane düşmemek için önce bir kere kontrol et;
715. Eğer tahtadansa, yürü… başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!
Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundandır. Onları görmek, size kimyadır.
Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: bilen âlemlere rahmettir.
Nar alıyorsan gülen (çatlak) narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.
O ne mübarek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.
720. Mübarek olmayan gülme, lânetin gülmesidir: Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.
Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.
Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.
Temizlerin muhabbetini tâ… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.
Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.
725. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.
Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!!!
Mustafa salâvatullahi aleyh’in İncil’de anılan iyi vasıflarını ululamaları
İncil’de Mustafa’nın, o Peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı;
Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı.
Hıristiyan taifesi, o da, o hitaba geldikleri zaman sevap için.
730. Yüce adı öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi.
Bu söylediğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emindiler.
Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emin olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.
Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.
Hıristiyanlardan Ahmed adını hor tutan diğer fırka,
735. Fitnelerden ve o tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hale geldi.
Mânaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!
Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur?
Ahmed adı sağlam bir kapı olunca o emin ruhun zatı ne olur?
Vezirin belâsı yüzünden yoldan çıkmış olan o nasihat kabul etmez padişahtan sonra.
İsâ dinini mahva çalışan diğer bir Yahudi padişahının hikâyesi
740. İsa kavminin dinini mahv için aynı Yahudinin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı.
Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessemâi zatülburûc” sûresini oku.
Birinci padişahtan doğan kötü âdete bu padişah da ayak uydurdu.
*Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Tanrı, günahını artıksız, eksiksiz ilk zâlimden sonra, arar.
Kim fena bir âdet koyarsa ona her an lânet gider durur.
İyiler gittiler, güzel usul ve âdetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lânetler!
745. Kıyamete kadar o kötülerin cinsinden kim vücuda gelse yüzü o kötülüğedir.
Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sûr üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur.
İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasıdır? “Evrensel kitap” mirası.
Dikkat edersen görür anlarsın ki taliplerin dileği Peygamberlik cevherinin şûleleridir, o şûleleri dilerler.
Şûleler, mücevherlere tâbi olarak parıldar ve dönerler. Şûle, nereden çıkıyorsa, madeni neredeyse oraya gider.
750. Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyası da evin etrafında döner dolaşır.
Kimin bir yıldızla alâka ve merbuyeti varsa o; kendi yıldızıyla döner, dolaşır, o yıldızın tesiri altındadır.
Talihli Zühre ise şevkı, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.
Kan dökücü huylu Mirrih’e mensup ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.
Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz.
755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde seyir ve hareket ederler.
Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Tanrı nurlarının ışığında dururlar.
Her kimin talihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zatı, kâfirleri taşlayıp yakar.
Onun hışmı, bazen galip gelen, bazen mağlûp olan ve tesiri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.
Galip nur, noksandan ve karanlıktan emindir. Tanrı nurunun iki parmağı arasındadır.
760. O nuru, canlara Hak saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.
O nur saçısını bulan yüzünü Tanrı’nın gayrısından çevirmiştir.
Kimin aşk eteği yoksa o nur saçısından nasipsiz kalmıştır.
Cüzülerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.
Öksüzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!
765. İyi renkler, temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.
O lâtif rengin adı “Sıbgatullah-Tanrı boyası” dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Tanrı lânetidir.
Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.
Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!
Yahudi padişahının ateş yaktırması, ateşin yanına, kim puta secde ederse ateşten kurtuldu diye bir put diktirmesi
O köpek Yahudi, bak, ne tedbirde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti.
770. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.
O, bu nefis putunun cezasını vermeyince nefis putundan, başka bir put doğdu.
Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.
Nefis; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
Fakat taş ve demir (çakmak), su ile söner mi? Âdemoğlu’nda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur?
*Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işleyemez, tesir edemez.
*Irmak suyundan haricî ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer*
*Küpün ve testinin suyu fânidir. Lâkin pınarın suyu daima taze ve bâkidir.
*Ateş ve dumanın aslı demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin fer’idir.
775. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil.
O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır.
Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.
Put kırmak kolay, gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir.
Ey oğul, nefsin misal ve sûretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku!
780. Nefsin her anda hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş!
Mûsâ’nın Tanrısına ve Mûsâ’ya kaç; Firavun’luk ederek îman suyunu dökme!
Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehl’inden kurtul!
O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmağa teşvik eylemesi
O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.
Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.
785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.
“Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.
Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır.Fakat hakikatte mâna yakasından baş çıkarmış, zuhur etmiş bir rahmettir.
Ana, gel de Tanrı’nın burhanını gör ki bu suretle Hak haslarının zevk ve işaretini de göresin.
Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!
7120. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.
Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.
Halbuki senden doğunca havası hoş, reni güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.
Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.
Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsâ nefesi var.
795. Şekli yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret.
Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.
Ana, gel, gir… tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.
O köpeğin kudretini gördün. Gel de bir de Tanrı’nın lûtuf ve kudretini gör.
Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zaten seni kayıracak halde değilim.
800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.
Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir.
Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.
O, cemaat ortasında böylece bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.
Bunun üzerine kadın, erkek kendilerini, ihtiyarsız, ateşe atmağa başladılar.
805. Hem de memur olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.
Nihayet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye menetmeye başladı.
O Yahudi, yüzü kara ve mahcup bir hale geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.
Zira halk, imana eskiden olduğundan daha ziyade âşık, kendilerini feda etmekte daha fazla sadık oldular.
Şükrolsun ki, Şeytan’ın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, Şeytan da kendisini yüzü kara gördü!
810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamıyla o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.
O, pervasızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.
Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzının çarpık kalması
Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.
Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, Min ledün ilminden lûtuflara mahzarsın.
Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeğe lâyık ben oldum” dedi.
815. Tanrı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ta’netmeye meylettirir.
Tanrı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.
Tanrı, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve munacatta bulunmak meylini verir.
Onun için ağlayan göz ne mübarektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.
Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübarek bir kuldur.
820. Akar su neredeyse orası yeşerir; nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur.
İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.
Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nailolmak istersen zayıflara merhamet et!
O Yahudi padişahının ateşe itap eylemesi
Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede?
Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassan? Yoksa bizim talihimizden niyetin mi değişti?
825. Sen ateşe tapana bile lûtfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?
Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebep ne, kadir mi değilsin?
Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?
Seni birisi büyüledi mi, yoksa bu simya mı? Yahut tabiatının değişmesi bizim talihimizden mi?
Ateş dedi ki: “Ey Şaman! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim hararetimi gör!
830. Benim tabiatım da değişmedi, unsurum da. Ben Tanrı kılıcıyım, izinle keserim.
Türkmenin köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,
Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden aslancasına hamleler görür.
Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Tanrı da hayat ve kudrette bir Türkten aşağı kalmaz.
Tabiat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.
835. Tabiat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.
Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emriyle tesir eder.
Tanrı isterse bizzat gam, neşe… bizzat ayakbağı, azatlık ve hürriyet olur.
Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.
Ateş, Tanrı huzurunda daima emre hazırdır, âşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.
840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım (senin çakmağı çakmanla değil), Tanrı fermanıyla dışarıya ayak basar.
Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi çocuk meydana getirirler.
Taş ve demir, sebepten ibarettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!
Çünkü bu sebebi o sebep olmaksızın zuhura getirmiştir. Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?
Enbiyaya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.
845. Bu sebebi müessir bir hale getiren o sebeptir. Bazen da olur ki semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.
Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyadır.
Bu sebep kelimesinin Türkçesi nedir? Denirse iptir diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.
Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.
850. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme,
Ki felek gibi bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!
Rüzgâr Hal’kın emriyle ateş olur; her ikisi de Tanrı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.
Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün.
Rüzgârın canı Hak’ka vâkıf olmasaydı, Âd kavmini(müminlerden) nasıl ayırt ederdi?
Hûd Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi
Hûd, müminlerin bulunduklarıyerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir halde esiyordu.
855. Çizgiden dışarıda olanaların hepsini, havada parça parça ediyordu.
Şeybân-ı Râî de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.
Cuma günü, namaz vakti Cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.
Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.
860. Tanrı erinin dairesi, kurdun hırs yeline de set ve mânia olmuştu, koyunun hırs yeline de.
Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoştur.
Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Tanrı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?
Din erbabı da şehvet ateşinden yanmaz; halbuki başkalrını tâ yerin dibine geçirmiştir.
Deniz dalgası Tanrı fermanıyla koşunca Mûsâ kavmini Kıptilerden ayırt etti.
Tanrı fermanı erişince toprak, Karun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.
865. Su ile toprak, İsâ’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.
Tanrı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan cesedinden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibarettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.
Tûr dağı, Mûsâ nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfi oldu, noksandan kurtuldu.
Dağ bir aziz sûfi olursa şaşılacak ne var? Mûsâ’nın cismi de bir kemik parçasından ibaretti.
Yahudi padişahının bu söze ehemmiyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasihat edenlerin nasihatlerini kabul etmemesi
O Yahudi padişahı bu acip mucizeleri gördü. Fakat ancak taan ve inkârda bulundu.
870. Nasihatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.
Nasihatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı (biteviye ve daha fazla zulmeder oldu).
“Madem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.
Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkil etti ve o Yahudileri yaktı.
Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.
875. Zaten zümre ateşten doğmuştu. Cüzüler kül tarafına yol alır, o tarafa giderler.
Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini kendi ateşleri çörçöp gibi yaktı.
Anası(mayası) Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviyedir.
Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka feri’leri izler.
Su, havuz içinde zindanda mahpus gibidir ama hava onu çeker. Zira su, erkâna mensuptur (dört erkân denen havuz, ateş, su ve topraktandır. Havanın feri’dir).
880. Onu havuzdan kurtarır azar azar dünya hapishanesinden de öyle çalar.
Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.
Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak beka yurduna yücelir.
Sonra ululuk sahibi Tanrı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir;
885. Sonradan kul nail olduğu şeylere bir daha nail olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.
İşte böylece en güzel sözleri söyledikçe hep böyle sözlerin çıkmakta, Tanrı rahmeti inmektedir ve bu iki hal sende daimîdir.
Fârisî söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir.
Her kavmin gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.
Yakînen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüz’ün zevki kendi küllünden olur.
8120. Yahut o şey, bir cinse katılma kabiliyetinde olur da ona erişince o cinsten oluverir.
Su ve ekmek gibi ki bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vücudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı.
Su ve ekmeğin sûreta bizimle cinsiyeti yoktur ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.
Eğer, bizimle cins olanlardan başka bir şeyden zevk alıyorsak o da ancak bizimle cinsiyeti olana benzer bir şeydir.
Cinse benzeyenden alınan zevk, dimî değildir. O zevk âriyettir. Âriyet nesne ise âkibet baki kalmaz.
895. Kuşa, ıslıktan zevk gelirse de cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider.
Susuz kimseye seraptan zevk gelir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar.
Müflisler kalp altından hoşlanırlarsa da, o altın darphanede rüsvay olur.
Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkomasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin!
Kelile’den bu hikâyeyi oku ve o kıssadan hisse almaya bak!
Av hayvanlarının aslana, tevekkül edip çalışmayı terk etmesini söylemeleri
1200. Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap içindeydiler.
Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fena geliyordu.
Hileye başvurdular; aslanın huzuruna geldiler. “Biz sana gündelikle yiyecek verip doyuralım,
Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak, bize zehrolmasın” dediler.
Aslanın av hayvanlarına cevap verip çalışmanın faydasını söylemesi
Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan, bundan çok hileler görmüşümdür.
1205. İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çık ısırılmışım.
İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.
Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti.”
Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih eylemeleri
Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakîm! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.
Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkl, hepsinden iyidir.
910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.
Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hak hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”
Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslimiyete tercih etmesi
Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebüs de, Peygamber’in sünnetidir.
Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.
“Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir” işaretini dinle: tevekkülden dolayı esbaba teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.
Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri
915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden, harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.
Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka teslim olmadan daha sevgili ne var?
Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar,
İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi!
Kapıyı kapadı , halbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.
920. O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.
Mademki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!
Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.
Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omzuna biner.
Fakat kuvvetlenip küstahlaşınca, elini, ayağını şuraya, buraya salmağa başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.
925. Halkın canlar; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.
Vakta ki “İniniz” emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
Biz Hak’kın ayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Tanrı ayalidir” dedi.
Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kadirdir” dediler.
Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi
Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Tanrısı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.
930. Dama doğru basamak basamak çıkmalı , burada Cebrî olmak ham tamahtır.
Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?
Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.
Bel gibi olan el de, Tanrı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibareleridir.
Tanrı’nın işaretlerini canına nakşederek ve o işarete vefakârlık ederek can verirsen.
935. Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.
Şimdi yük altındasın; Tanrı seni yükler, bindirir… Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vâsıl olursun.
Tanrı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.
Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır.
940. Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!
Ey dikkatsiz Cebrî! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.
Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?
Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!
945. Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!
Zira şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine kadar çeker götürür.
Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Tanrı’ya dayan!”
Av hayvanlarının tekrar tevekkülü çalışmaya tercih eylemeleri
Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler…”
Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?
950. Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;
O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.
Tanrı, onların hile ve tedbirlerini “O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye öğdü.
(Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…
Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.
955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”
Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı
Sâf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.
Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.
O “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi
Süleyman “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret;
960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”
İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.
Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farzet!
Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.
Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrâil’e dedi ki:
*”O Müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat!
965. Acaba bu işi, o adamı hanümanından avare etmek için mi yaptın?
*Azrâil, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.
Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.
Çünkü Hak bana “Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
Taaccüple “Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.”
İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!
970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet!
Yine aslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi
Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.
Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nail oldular; Tanrı onların mücahedesini zayi etmedi.
Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.
Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tanmamen sayıldı.
975. Ey ulu kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!
Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.
Bir kimse îman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kâfirim!
Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!
Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hal aramış oldu.
980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise caizdir, emredilmiştir.
Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.
Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar!
Dünya nedir? Tanrı’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.
Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “ne güzel mal” demiştir.
985. Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.
Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı.
Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti.
İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.
Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.
9120. Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”
Çalışmanın tevekküle tercihi
Aslan bu yolda birçok deliller getirdi. O Cebrîler, aslanın cevabına kandılar.
Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.
Bu bîatte ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular:
995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.
Kur’a kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslim olurdu.
Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “Niceyedek bu zulüm?”
Aslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itiraz etmeleri
Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır biz ahdimize vefa ederek can feda ettik.
Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebebolma, aslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”
Tavşanın av hayvanlarına cevabı
1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.
Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalsın.
Her Peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.
Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.
Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”
1005. Hayvanlar ona “Ey eşek , kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!
Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.
Ya gugurlandın, yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nerden yaraşacak?” dediler.
Tavşanın av hayvanlarına cevabı
Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rye ve tedbire nail oldu.
Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan ve ejderha bilemez.
1010. Arı, teritaze balla dolu petekler yapar. Tanrı, ona, o ilimde kapı açtı.
Hak’kın, ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?
Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı;
Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu;
Altı yüz bin yıllık zâhidin, o buzağının ağzını bağladı;
1015. Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mâni oldu.
Duygu ehlinin, yalnız zâhire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emenler için ağız bağıdır.
Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile verilmemiştir.
Ey sûrete tapan! Niceyedek sûret kaygısı? Senin mânasız canın sûretten kurtulmadı gitti.
Eğer insan, sûretle insan olsaydı Ahmed’le Ebucehil müsavi olurdu.
1020. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer. Bak, sûret bakımından nesi eksik*
O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü, o nadir bulunur cevheri ara;
Eshab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.
Canı, nur denizinde garkolduktan sonra ona, kötü ve çirkin sûretin ne ziyanı var?
Kalemler sûreti öğmezler. Kitaplara da adamın sûretine ait vasıflar değil, “âlim, adalet sahibi” gibi zatına ait vasıflar yazılır.
1025. Bilgi ve adalet sahibi… Hep mânadır, onları önde, artta… bir yerde bulamazsın,
Zata ait sıfatlar Lâmekân elinden cana şûle vermektedir, can güneşi, göklere sığamaz” dedi.
Tavşanın bilgisi, bilginin fazileti ve faydaları
Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver, tavşan hikâyesini anla!
Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!
Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup edişini gör!
1030. Bilgi, Süleyman mülkünün hâtemidir; bütün âlem cesettir, ilim candır.
Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.
O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzdeb ovada, dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.
O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân tutmuşlardır.
İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi, akıllıdır.
1035. Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlûkat vardır ki onlar, daima gönül kapısının çalıp dururlar.
Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir;
Gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.
Vahiy ve vesveselerin ıstırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.
Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;
1040. O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin, görürsün.
Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları
Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!
Ey bir aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!
Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.
Peygamber “ Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.
Tavşanın, sırrını onlardan gizlemesi
1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!
Aynanın berraklığını, yüzüne karşı öğersen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.
Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.
Bir iki kimseye söyledin mi, artık o sırra veda et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.
1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahbus kalırlar.
Üstü örtülü, güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi.Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı.
Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi.
Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.
Tavşanın aslana oyun edip onunla başa çıkması
1055. Tavşan, aslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli aslanın yanına gitti.
Aslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi:
“Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahitleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.
Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?
Tedbirsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.
1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde mâna kıt.
Sözler, yazılar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün kumudur.
İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!
*Ey oğul! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hak’a ulaşmıştır.
*Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.
*Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.
*Hakîm olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.
Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.
Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyzalır.
1065. Önce aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.
Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım!
Sen beni bırak, bundan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı! Benim haddim bu karardır” der.
Tembellik yüzünden şükür ve sabırda mahrum kalan, ancak şunu bilir: Ayağını “cebir” tutmuştur. (Bana bunu Tanrı vermiş demektedir).
Cebir iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihayetle hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.
1070. Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihayet mum gibi söner gider” dedi.
Cebir ne demektir? Kırık sarmak, yahut kopmuş damarı bağlamak.
Mademki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını neye sardın?
Çalışma yolunda ayağı kırılana derhal Burak geldi, ona bindi.
Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi… Ferman kabul ediciydi, makbul oldu.
1075. Şimdiye kadar Padişahın fermanını kabul eder, o fermana uyardı, bundan sonra askere ferman verir!
Şimdiye kadar talih yıldızı ona tesir ederken bundan sonra o zat yıldızı üzerine emredici olur.
Eğer sen bundan şüphelenirsen o halde “Şakk-ı Kamer” den de şüphelisin.
Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın.
Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, îman kapısının kilididir.
1080. Bakir sözü tevil etmişsin; sen kendini tevil et, Kur’an’ı değil.
İsteğine göre Kur’an’ı tevil ediyorsun. Yüce mâna, senin tevilinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!
Sineğin gevşek tevilinin değersizliği
* Senin ahvalin o tuhaf sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı.
* İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini, güneş görmüş.
* Doğan kuşlarının öğüldüğünü işitmiş; “Şüphe yok ki ben vaktin ankasıyım” demişti;
O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp,
“Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.
İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyefli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanın” dedi.
1085. Deniz üstünde salını sürüp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.
O sidik, sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte, onu olduğu gibi görecek göz nerede?
Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!
Bâtıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman çöpüdür.
Eğer sinek kendi reyiyle saplandığı tevilden geçse, baht o sineği hümâ yapar.
10120. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, sûrete lâyık olmayacak derecede yüksek bir zat olur,
Tavşanın geç gelmesinden aslanın incinmesi
Aslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine lâyık olur?
Aslan, hiddetle: “Düşman, altadıcı sözlerle gözümü kapattı.
Cebrîlerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vücudumu yordu.
Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!
1095. Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir!” diyordu.
Deriden maksat nedir? Renk renk lâflar… su üstündeki, durmalarına imkân olmayan menevişler gibi.
Bu söz deri gibidir, mâna onun içi; bu söz, ceset gibidir, mâna, can.
Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısıyla Gayb âlemi.
Kalemin rüzgârdan, kağıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.
1100. Mânasız söz, su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olur).
Rüzgâr, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi karlı, ondan haber alırsın.
Tanrı’nın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedîdir.
Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir, baki kalmaz.
Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Tanrı’dandır.
1105. Paralara padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hâkkederler.
Ahmed’in adı, bütün Peygamberlerin adıdır. Yüz ,elimizde olunca doksan da bizde demektir.
Yine tavşanın hilesi ve gitmede gecikmesi
Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.
Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.
Akıl diyarında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir!
1110. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer.
İçi dolu olmadıkça kab, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar.
Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından, yahut ıslaklığından ibarettir.
Sûret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz; sûreti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.
Gönül kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe.
1115. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur!
O yiğit, atını kaybolmuş sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla koşturmuştur!
O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar, sorar:
“Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?
Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!
1120. Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir.
Kırmızı, yeşil ve sarı… bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?
Fakat senin akılın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nurunu görmene engel oldu.
Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın.
Haricî nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir.
1125. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.
Gözünün nurunun nuru da gönüldür. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.
Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur.
Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.
1130. Tanrı; bu zıddiyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı.
Şu halde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hak’kın zıddı olmadığından gizlidir.
Evvelâ nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar.
Sen nuru, zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır, gösterir.
Varlık âleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.
1135. Hulâsa gözlerimiz onu idrak edemez; o bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Mûsâ ile Tûr kıssasında gör!
Sûretle mânayı; aslanla orman, yahut ses ve sözle düşünce gibi bil!
Bu söz, bu ses; düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilmezsin.
Ama lâtif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.
Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mâna, söz ve sesten bir sûret düzdü.
1140. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti.
Sûret sûretsizliktençıktı, yine sûretsizliğe döndü. Zira biz yine Tanrı’ya döneceğiz.
Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir andan ibarettir” buyurdu.
Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Tanrı’ya gelir.
Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.
1145. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimîlik gösterir.
Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimî bir şekilde görünür.
Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür.
Bu ömür uzunluğunu da Tanrı’nın tez tez halketmesindendir.
Tanrı’nın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun e daimî gösterir.
Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim bile olsa (kendiliğinden bilemez, ona de ki: işte Husâmeddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren)
Tavşanın aslan huzuruna gelmesi, aslanın ona kızması
1150. Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.
Korkusuz ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta.
Çünkü mütessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.
Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı: “Bire adam evlâdı olmayan!
Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek aslanların kulağını burmuşum;
1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına atsın!
Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın kükreyişini dinle!”
Tavşanın mazeretini söylemesi ve aslana yaltaklanması
Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var.”
Aslan “Ey ahmaklardan arta kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir?
Sen vakitsiz öten horozsun başını kesmeli. Ahmağın mazereti dinlenmez.
1160. Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehridir.
Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki kulağıma sokasın” dedi.
Tavşan “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mazeretine kulak ver!
Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!
Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır.
1165. Deniz, bu kereminden dolayı eksilmez; ihsanı yüzünden aşağılaşmaz” dedi.
Aslan dedi ki: “Ben yerinde ve lâyık olana kerem ve ihsanda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”
Tavşan “Dinle, eğer lûtfa lâyık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap!
Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum.
Arkadaşlarımla, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmiştiler.
1170. Bir erkek aslan, kulunuzun kanına kasdetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı.
Ben ona “Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız” dedim.
Dedi ki: “Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olamayanın adını anma!
Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.”
“Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim” dedim.
1175. Dedi ki: “Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.”
Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı.
Arkadaşım hem şişmanlık ve letafetçe, hem de güzellik ve irilik bakımından benim üç mislimdi.
Bundan böyle o aslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden, Padişahım, yol bağlıdır.
Bundan sonra tahsisattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.
1180. Sana tahsisat lâzımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervasızı oradan kaldır!” dedi.
Aslanın tavşana cevap vermesi ve onunla gitmesi
Aslan dedi ki : “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme!
Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”
Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü.
Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Aslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı.
1185. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebaz, saman altından su yürüten bir tavşan!
Su bir saman çöpünü ovaya götürür ama bir dağı nasıl sürükler acaba?
Onun hile tuzağı aslana kemenetti. Ne tuhaf tavşan ki bir aslanı avlıyor!
Bir Mûsâ, Firavun’u askeriyle, başındaki kalabalıkla Nil nehrinde öldürür;
Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervasızca başın beynini yarar.
11120. Düşman sözü dinleyenin hali budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör!
Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, Şeytan’ı dinleyen Nemrûd’un hali budur.
Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil!
Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lûtufta bulunursa onu kahır bil!
Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.
1195. Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!
“Rabbim, sen gaipleri bilirsin. Günahtan dolayı bizden intikam alma” diye yalvar, yakar!
“Ey aslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze aslanı saldırma!
Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letafini verme!” diye niyaz et!
Yarabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen yok olan şeylere varlık sûretini verir, onları var gibi gösterirsin.
1200. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görecek derecede gözün bağlanması, görmemesidir.
Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacı göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!
Kaza gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi
Süleyman’ın büyük divan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.
Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna canla, başla bir bir koştular.
bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasih bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.
1205. Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hindli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.
Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir.
Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz bimlerce tercüman zuhur eder.
Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri.
1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için öğünüyorlardı.
Bu öğünmek kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye öğünüyordu.
Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arzeder.
Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.
Hüthüdün hünerini arzetme sırası geldi; sanatını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.
1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arzedeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”
Süleyman “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüthüt, “Gayet yükseklerde uçtuğum zaman,
Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.
O su nerededir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.
Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.
1220. Süleyman da “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.
Karganın, Hüthüt’ün dâvasını kınaması
Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a “Hüthüt aykırı ve kötü söyledi.
Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa.
Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi?
Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir halde kafese girerdi?” dedi.
1225. Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüthüt! Daha ilk kadehte böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?
Ayran içen! Kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”
Hüthüt’ün karganın kınamasına cevap vermesi
Hüthüt dedi ki: “Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın söylediği sözü dinleme!
Eğer ettiğim dâva yalansa işte başımı koydum, boyumu vur! Kaza hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir.
1230. Sende “kâfirler” sözünden bir “kef” harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa kadının ferci gibi şehvet yerisin, pis pis kokarsın.
Eğer kaza gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm.
Fakat kaza gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.
Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkâr edenin inkârı bile, bil ki kaza ve kaderdendir.”
Âdem Aleyhisselâm’ın hikâyesi, açıkça emre uyup tevili terk etmede gözünü kaza ve kaderin bağlaması
“Allemelesmâ” ya bey olan, her damarında yüz binlerce ilim bulunan insanlar atası,
1235. Her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agâh olmuştu.
O, eşyaya ne lâkap verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmamıştır.
Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kâfir olacak adam da ona belli oldu.
Her şeyin adını, bilenden işit; “Allemelesmâ” remzinin sırrını duy!
Bize göre her şeyin adı, görünüşüne tâbidir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Tanrı’ya göre içyüzüne, hakikatine tâbidir.
1240. Mûsâ’ya göre sopasının adı asâ; Yaratan yanında ejderha idi.
Bu âlemde Ömer’in adı puta tapındı; halbuki tâ “Elest” te onun ismi mümindi.
Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hak yanında şu benlikle zahîr olan sûretti.
Bu meni, yokluk âleminde vardı; eksiksiz, artıksız aynen Tanrı’nın ilminde mevcuttu.
Hâsılı Tanrı indinde sonumuz ne olacaksa hakikatte adımız o olmuştur.
1245. Tanrı, insana âkıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!
Âdem’in gözü Tanrı’nın pâk nuru ile gördüğünden adların hakikati ve içyüzü ona ayan oldu.
Melekler onda Hak nurunu görüce hepsi, ona yüzüstü secdeye vardılar.
Adını andığım şu Âdem’i kıyamete kadar öğsem, vasıflarını saysam yine öğmekten âcizim!
Âdem bunların hepsini bildi. Fakat kaza gelince nehyi bilme yüzünden hataya düştü.
1250. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?
Gönlünce tevili üstün tutunca kendisi hayretteyken tabiatı, buğdaya doğru koştu.
Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvabını çalıp kaçtı.
Âdem hayretten kurtulup tekrar yola gelince gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş!
“ Rabbena İnnâ zalemnâ” deyip âh etmeye başladı. Yani “karanlık bastı, yol kayboldu” dedi.
1255. Bu kaza, güneşi örten bir buluttur. Aslan ve ejderha bile ondan feryat ve figan etmektedir.
“Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bo yolda cahil olan yalnız ben değilim ya!”
Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi me kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.
Eğer kaza, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur;
Yüz kere canına kasdederse yine sana can veren derdine derman olan kazadır.
1260. Bu kaza yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar.
Seni eminlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inayet bil!
Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla aslan hikâyesini dinle!
Kuyuya yaklaşınca aslanın yanında, tavşanın geri çekilmesi
Kuyu yanına gelince aslan, tavşanın geri kaldığını gördü.
Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme, ileri gel!”
1265. Tavşan “Ayağım nerede? Elim ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor, yüreğim yerinden oynadı.
Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.
Tanrı yüze “bildirici” demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır.
Renk ve koku, çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcudiyetini bildirir.
Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.
1270. Peygamberinsanları ayırtetmek hususunda “insan, sözünde gizlidir” dedi.
Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı, sevgi kalbinde tut!
Kırmızı yüz, sahibinin refah ve saadetine delâlet eder, sarı yüz, sahibinin meşakkat ve belâ içinde olduğunu bildirir.
Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım.
Önüne geleni kırma, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım.
1275. Adamları, hayvanları, cemadat ve nebatatı mat edene rastladım.
Bunlar cüziyattır, külliyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur.
Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler, gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır;
Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar;
Göklerde pırıldıyan yıldızlar; zaman zaman ihtiraka uğrarlar;
1280. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur;
Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür;
Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi dağılıvermişlerdir!
Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir, ufunetlenir:
Ruhun kızkardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale gelir;
1285. Azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!
Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!
Tanrı rızasını arayıp duarn başı dönmüş feleğin hali de oğullarının hali gibidir:
Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!
Ey külliyat ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et!
12120. Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzülerinin yüzü nasıl sararmaz?
Hele birbirlerine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…
Koyunun kurttan kaçmasına şaşaılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun kurda gönül vermesidir!
Sağlık, zıtların sulhüdür; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!
Tanrı’nın lûtfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefakârlık hususunda bir ülfet vermiştir.
1295. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fâni olmasına şaşılır mı?”
Tavşan aslana bu çeşit nasihatler verip “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.
Tavşanın ayağını geri çekmesindeki sebebi, aslanın ciddiyetle sorması
Aslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak da şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadım o.”
Tavşan, “O aslan, bu kuyuda oturuyor; bu kalenin içinde bütün âfetlerden emin!” dedi.
Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül sefaları halvetler.
1300. Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişememiştir.
Aslan “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak, o aslan oarad mı? “ dedi.
Tavşan “Ben o ateşten bir kere yanmışım. Sen beni kucağına alırsan,
Ey kerem madeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.
Aslanın kuyuya bakıp kendinin ve tavşanın aksini görmesi
Aslan onu kucağına aldı. O da aslanın himayesinde kuyuya kadar vardı.
1305. Kuyunun içine, suya bakınca aslanın ve onun aksi, sı içinde parıldadı.
Aslan su içinde parıldayan aksini gördü. Suda bir aslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü.
Su içinde düşmanını görünce, tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.
Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm, kendi başına geldi.
Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler:
1310. Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet “daha kötüye, daha kötü ceza verilir” buyurmuştur.
Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.
İpekböceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari kararlıca kaz!
Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’an’dan “İza câe nasrullah” ı oku
Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.
1315. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.
Sen birisini dişinle ısırıp ta kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?
Aslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi.
Kendi aksini kendi düşmanı sandı, hulâsa, kendisine kılıç çekti.
Ey adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulümler, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun.
1320. Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir.
Sen o sun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lânet ipliğini kendine, kendin dokuyorsun!
O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin, candan düşman olurdun.
Ey ahmak! Kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun.
1325. Ahlâkının künhüne erişir, hakikatını anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin.
Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ibaret olduğu kuyu dibinde zâhir oldu.
Bir zayıfın dişini söken, o ters gören aslanın işini işlemektedir.
Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!
“Müminler birbirinin aynasıdır.” Bu haberi Peygamber’den rivayet etmediler mi?
Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.
1330. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de, başkasına deme!
Eğermümin, Tanrı nuruyla bakmamış olaydı; gaip mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü?
Fakat sen Tanrı nuruyla değil, Tanrı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gafil oldun;
*İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gafil oldun, iyilikten de.
Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.
Ya Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamıyla nur olsun.
1335. Denizin suyu hep ferman altındadır; ya Rabbi su da senindir, ateş de!
Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir.
Bizim şu niyazımızı a yine sen ilham etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsanındır.
Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsiz ihsanlarda bulundun.
Tavşanın, av hayvanlarına “aslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi
Tavşan kurtulduğunda sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.
1340. Aslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru döne oynıya gitmekteydi.
Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş, el çırpmakta, dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.
Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.
Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın tâ üstüne çıkarlar.
Her meyva ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder;
1345. Bizim aslımızı, ihsan sahibi Tanrı yetiştirdi, nihayet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de.
Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir halde.
Tanrı aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hale gelirler.
Tenleri oynayıp durur, ya canları ne haldedir? Sorma! Tamamıyla can olanlara gelince: onları hiç sorma (anlatmağa imkân yok!)
Tavşan, aslanı zindana soktu. Aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı!
1350. Böyle bir ayba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki bir de kendisine Fahreddin lâkabını takmalarını ister!
Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?
Senin tavşan nefsin sahrada yeyip içmekte, zevk ve sefa etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin!
O aslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.
müjde, ey zevk u sefaya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiğ cehenneme gitti.
1355. Müjde! Tanrı o can düşmanının dişlerini söktü!
Pençesiyle nice başalr ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.
Av hayvanlarının tavşanın etrafına toplanıp onu öğmeleri
O zaman, bütün hayvanlar, sevinçli bir halde gülüp oynayarak, onun yüzünü öptüler,
Etrafına halka oldular. O, çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahradakiler, ona secde ettiler.
“Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır, ne meleksin, ne peri! Sen ,erkek aslanların Azrâilisin
1360. Ne olursan ol; canımız sana kurban olsun! Ona galip geldin, elin, kolun sağ olsun!
Tanrı bu suyu, senin arkından akıttı; eline, koluna aferin!
Bir daha söyle! Onu hile ile nasıl inandırdın; o zalimi, düzenle nasıl kahrettin?
Bir daha söyle ki hikâyen dertlere derman, canlara merhem olsun!
Bir daha söyle ki o sitemkârın zulmünden canlarımızda yüz binlerce yaralar var” dediler.
1365. Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Tanrı yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim oluyor ki?
Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi; cenneti, huriyi kucağıma attı.
Üstünlükler, Hak’tan gelir, hallerin değişmesi de ondandır.
Tavşanın av hayvanlarına “buna sevinmeyin” diye nasihat etmesi
Hak; bu kuvvet kudreti zan ve yakîn ehline nöbetle göstermektedir:
Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama!
1370. Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.
Nöbetten üstün olanlar, bâki padişahlardır; onlar daima ruhlara sâkidir.
Bir iki gün su içmeyi terk edersen ağzını ebediyet şarabına daldırır, o hakikat şarabını içersin
“ Küçük muharebeden büyük muharebeye döndük “ sözünün tefsiri
Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var.
Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan; öyle tavşan maskarası olmaz.
1375. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez.
Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.
Taşlar, taş yürekli kâfirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler.
Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
“Doydun mu” denir. O, kurt ve sırtlan gibi “Hayır, doymadım” der. İşte sana ateş, işte sana hararet!
1380.Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu” diye bağırır.
Nihayet Hak, onun üstüne Lâmekân âleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir.
Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzüler daima küllün tabiatındadır.
Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’kın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir?
Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır.
1385. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok.
Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum.
Biz şimdi küçük muharebeden döndük; Peygamber’le beraber büyük muharebedeyiz.
Tanrı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu Kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım.
Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır, asıl aslan, nefsini mağlup edendir. “
*Bunun hakkında sen bir hikâye dinle de sözümden hisse al:
Rum Kayseri elçisinin, Emîrülmü’minin Ömer’e – Tanrı ondan razı olsun – gelip Ömer’in kerametini görmesi
13120. Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi.
Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.
Halk, dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.
Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.
Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!
1395. Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet.
Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür.
Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü.
Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça “Semme vechullah”ı nasıl bilebilirsin?
Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür.
1400. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür.
[divide style=”2″]
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 701 – 1400 )
B. 711. Fetâ, yiğit, delikanlı ve cömert mânalarına gelir. Orta çağlarda Anadoluda ve bütün müslüman memleketlerinde iktisadî bir teşekkül olan Ahilik’te “Fütüvvet” yani cömertlik esastır. Bu mesleği, anane bakımından Ali’ye götürürlerdi. Zaten Ali hakkında “La seyfe illâ Zülfekar ve la fetâ illâ Ali” yani, yiğit ve cömert ancak Alidir, kılıç da ancak onun kılıcı olan Zülfekardır diye de bir söz vardır.
B. 741. Kur’an’ın 85 inci suresi olan ve “Burçları olan göke andolsun” diye başlıyan “Buruc” suresinde, 796 ncı beyitten 811 inci beytin sonuna kadar olan iki bahis, anlatılmaktadır.
B. 746. Sûr, boynuzdan yapılma nefir, boru demektir. Ulu meleklerden İsrafil, kıyamette sûru üfürecek, herkesin ruhu cesedinden çıkacak ve kıyamet kopacak, ikinci sûr üfürülünce ruhlar, cesetlere girecek ve herkes dirilecektir. Sûr üfürülmesi, kıyamet mânasını ifade eder.
B. 747. “Sonra Kur’an’ı kullarımızdan seçtiğimiz kişilere miras olarak verdik…” (sure: 65 — Fâtır, âyet: 32). Bu beyitteki “Evrensel kitap — kitabı miras olarak verdik” sözü bu âyetten alınmadır.
B. 751 – 753. Eskiden yıldızların dünyaya ve dünyadakilere tesir ettikleri kabul edilirdi. Âlemin merkezi olan arzın etrafında sırasiyle “Kamer, Utarit, Merih, Şems, Zühre, Müşteri, Zühal” vardır. Bunlara “Seb-a-i Seyyare — Yedi dönen ve yürüyen yıldız” denirdi. Bunlardan Zuhal, hayırsız, yömsüz bir yıldız olduğundan ve hayırlı olduğu zaman pek az bulunduğundan “Nahs-i Ekber — En büyük hayırsız yıldız” adını almıştı. Merihe de hayırsız olmakla beraber hayırlı zamanlan da bulunduğundan “Nahs-ı Asgar — küçük hayırsız yıldız” adı verildi. Bunların ikisine birden “Nahseyn — iki uğursüz, hayırsız yıldız”, bunlara karşılık Müşteri ile güneşe de “Sa’deyn — iki uğurlu, hayırlı yıldız” denirdi. Müşterinin kutsuz saati az olduğundan “Sa’d-i Ekber — en büyük hayırlı, uğurlu kutululuk yıldızı”, güneşin kutsuz, saatleri bulunduğundan güneşe de “Sa’d-i Asgar — uğurlu küçük kutluluk yıldızı” denirdi. Öbür yıldızlar bazan. kutlu, bazan kutsuz sayılırdı. Bu yedi yıldızın her biri haftanın bir gününe hâkim olduğu gibi yirmi dört saatten her saatte sırasiyle bir yıldızın hâkim olduğu kabul edilirdi. Bir saate hangi yıldız hâkimse o saatte o yıldızın tabiatına uygun olan iş rasgelirdi. Onun için işlerde muvaffakiyet elde etmek üzere her iş, o işe uygun yıldızın zamanında yapılırdı. Aynı zamanda bir çocuk doğunca “İlm-i Nücum — yıldız bilgisi” ile uğraşanlar, o anda gökyüzünün haritasını yaparlar, yıldızların vaziyetlerine-göre yedi yıldızdan hangisinin hâkim olduğunu bulurlardı ki bu hâkim yıldız, çocuğun yıldızı sayılır,
o yıldızın gökteki vaziyetlerine göre o adamın maddî hayatında inkılâplar olur, sanılırdı. Kozmoğrafyamn bu çocukça, telâkkisine “Astroloji” derler. Mevlâna’nın bu beyitlerinde. Astronomi bildiği fakat meselâ 540 ıncı beyitten ve burada 574 üncü beyiten itibaren on beyitten, yine üçüncü cildin başlangıcından da Astroloji’ye ehemmiyet vermediği anlaşılmaktadır.
B. 754. İhtirak ve Nahis: ihtirak, ay müstesna olmak üzere diğer yıldızların güneşle bir derecede bulun-malardır. Nahis, kutsuz, bir yıldızın hâkim olmasına denir. İkisi de Astroloji’ye göre kötüdür.
B. 755. Yedi yıldızın bulunduğu her gök, bir kattır. Bu suretle yedi kat gök vardır. Bu yedi kat gökü kuşatan gökte sabiteler, yani burçlar vardır. Bu gökü de bir kat gök kaplar ki bu gökte hiçbir şey yoktur. Onun. için bu göke “Atlas” denir. Bu suretle yedi kat gök dokuz olur.
751-753 üncü beyitlerin izahına bakınız.
B. 756. Kur’an’ın 15 inci suresi olan Hicr suresinin 16-18 inci âyetlerinde göklerin yıldızlarla; süslendiği ve şeytanların göklere çıkması menedildiği anlatılıp “Meleklerden haber çalmak üzere göklere çıkmak istiyen şeytanı da ardından apaçık bir şahap gelip yakar” denmektedir.
B. 759. “Şüphe yok ki kalpler. Tanrı parmaklarından iki parmak arasındadır, onları dilediği gibi çevirir” hadîs (Feyz-al Kadir II. 379).
B. 760-762. “Tanrı, halkı karanlıkta yarattı, sonra onlara nurunu saçtı. Bu nur, kime rasladıysa o, bugün doğru yolu bulmuştur. Kime raslamadıysa doğru yoldan sapmıştır” hadîs (Feyz-al Kadir II 230).
B. 764. “İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında” diye söylenegelen meşhur Türk ata sözünü hatırlatmaktadır.
B. 766. Kur’an’m 2 nci suresinin (Bakara 138 inci âyetinde “Tanrı boyası. Tanrıdan daha iyi renk veren, boyıyan kim var? Biz, ona ibadet edenleriz” denmektedir.
B. 779. “Şüphe yok, cehennem onların hepsinin buluşacağı yer. Cehennemin yedi kapısı var, her kısım cehennemlik bir kapıdan girer” (sure: 15 — Hicr, âyet: 42-43).
B. 813. Min Ledün, 224 üncü beytin izahına bakınız.
B. 829. Şaman: Kafiye dolay isiyle semen tarzında okunması lâzım gelen bu kelime Rudegi, Sa’dî, Selman, hattâ Firdevsî’de puta tapan mânasına kullanılmaktadır. Mevlâna’da da geçen bu söz, Türkçe midir, şamanizm ruhanilerine verilen bir ad mıdır. Erbabı incelesin.
B. 856. Şeybân-ı Râî: Ulu arif ve zahitlerdendi. Gazâlî, “İhyâ-al Ulûm” da Şafiî’nin bu zatın huzurunda mektep çocuğu gibi oturduğunu, hattâ ona suallerde bulunduğunu, bu hali görüp şaşanlara “O Tanrı bilgisine mazhardır” dediğini kaydediyor. Cuma namazına giderken, güttüğü sürünün etrafına bir çizgi çekermiş, Mevlâna’nın anlattığı gibi koyunlar bu çizgiden dışarı çıkamadığı gibi kurt da içeri giremezmiş. Mısır’da ölmüş. Şafiî’nin mezarı yanına gömülmüştür (Abdurrauf-al Menavi. Al Kevâkib-al Dürriyye fî Terâcim-al sâdât-al Sofiyye. Kahire 1357, 1938, s. 123-124). Abu Naim-al Isfehâni de Hilyet-al Evliya ve Tabekat-al Asfiyâ’sında bu. zattan bahseder (Kahire 1338. 1922. VIII. 317).
B. 863. Musa Peygamber, İsrailoğullarını Mısırdan çıkardıktan .sonra Şapdenizi’nin kıyısına gelmişler, Musa asâsiyle denize vurmuş. Deniz bölünmüş, ortadan açılan on iki yoldan İsrailoğullarınm on iki kabîlesi geçmişti. Firavun, askeriyle peşlerine düşmüş, denize açılanı yollara dalmışlar, bu sırada deniz kavuşmuş, hepsi boğulmuşlardı. Tevrat’ta uzun uzadıya anlatılan bu vak’a. Kur’an’ın birçok surelerinde (Meselâ 20 nci surede — Tâhâ, âyet: 76. 77 ve 26 ncı surede — Şuarâ. âyet: 63-67) anlatıldığı gibi Mesnevi’nin de birçok yerlerinde geçer.
B. 864. Karun: Musa’nın kavminden ve bir rivayete göre amcası olan bu zat pek zenginmiş. Hazinelerinin anahtarlarını kırk tane güçlü kuvvetli adam güçlükle taşırmış. Böyle olduğu halde zekât vermediğinden Tanrı, hazineleriyle beraber kendisini de yere batırmış. (28 inci sure — Kasas, âyet: 76-82).
B. 865. İsa Peygamber’in toprağı kuş şeklinde yoğurduğu, sonra ona üfleyince canlanıp kuş olduğu, anadan doğma körlerin gözlerini açtığı alaca illetine-tutulmuş olanları iyileştirdiği ve ölüyü dirilttiği bildirilmektedir (sure: 5 — Mâide. âyet: 110).
B. 877. Hâviye, cehennem demektir. Kur’an’ın. 101 inci suresi olan Karia suresinin 8 -11 inci âyetlerinde “Fakat kimin terazisinde iyilikleri hafif gelirse yeri Hâviyedir. Hâviyenin ne olduğunu sana kim anlattı? O. çok pek çok yakıcı bir ateştir” denmektedir.
B. 879. Erkân: direkler, esaslar. Eskiler maddeyi dört unsur denen toprak, hava, su ve ateşten meydana gelmiş sayarlardı. Her şeyin aslı olan bu dört şeye “Erkân’ı erbaa — dört rükün” de derler.
B. 882. Kuran’ın 35 inci suresi olan Fâtır suresinin 10 uncu ayetinde “Temiz sözler, Tanrı’ya çıkar, iyi işleri o temiz sözler. Tanrı’ya yüceltir” denmektedir. Buradaki temiz sözden murat. Tanrı’nın birliğini ve H. Muhammed’in Peygamberliğini ikrar etmektir ki bu, yani iman olmadıkça iyi işler kabul edilmez.
B. 882 — 886. Bu beyitler Arapçadır. 887 nci beyitten itibaren yine Farsça başlar.
B. 899. Kelîle ve ‘Dimne: Aşağı yukarı milâttan yirmi asır önce Vişno şamara adlı bir Hintli tarafından hayvanlara ait hikâyeler yazılmış ve beş kısım üzerine tasnif edilmiştir. Bu kitap sonradan Pehlevi diline, Abbasoğullarından Al Mansur zamanında ibn-i Mukaffa tarafından Arapçaya çevrilmiş, sonra Farsçaya tercüme edilen bu kitap, XVII nci asır büyüklerinden Vasi Alisi diye şöhret kazanmış olan Kınalızade Ali Efendi taralından “Hümayunamen” adiyle Türkçeye nakledilmiştir. İşte “Kelile ve Dimne” diye anılan kitap, bu Hintlinin yazdığı eserin Farsçaya tercümesidir. Biz. bu kitabın müellifine Bîdpâ yahut Pîlpa deriz. Şark edebiyatındaki “Hamse — Beş hikâye” de bu kitabın tesiriyle meydana gelmiştir.
B. 1207. Bu beyitteki sözler hadîstir. (Feyz-al Kadîr, VI 345).
B. 913. Bu da hadîstir (Aynı kitap II 7).
B. 914. Bu söz, hadîs olarak nakledilegelmiştir.
B. 919-920. Kur’an’ın 28 inci suresi olan Kasas suresinin 6-13 üncü âyetlerinde Firavun’un, İsrailoğullarmdan korktuğundan yeni doğan çocuklarını öldürttüğü, Musa’nın anasının da, oğlunu öldürmelerinden ürküp Musa’yı Tanrı emriyle bir sepete koyarak Nil nehrine attığı, Firavun’un karısının bu çocuğu bulup saraya götürdüğü, Musa’nın hiçbir kadının memesini almayıp nihayet anasının sütnine olarak saraya müracaat ettiği, hulâsa bu suretle Firavun saltanatını yıkan Musa’nın Firavun’un sarayında yetişip büyüdüğü anlatılmaktadır.
B. 926. Âdem’le Havva, Şeytan’a uyup yememeleri emredilen ağacın meyvasından yemişler, bunun üzerine Tanrı “ihbitû — ininiz” emriyle onları cennetten çıkarmıştır. Bu hikâye Tevrat’ta ve Kur’an’da anılır (sure: 2 — Bakara, âyet: 36).
B. 927. (Feyz-al Kadîr III 505).
B. 952. Sure: 14 — İbrahim, âyet: 46.
B. 956 – 970. Bu hikâyenin, Kazı-i Bayzavî tefsirinde Kur’an’ın 31 inci suresi olan Lokman suresinin son âyetinin tefsirinde yazılı bulunduğunu Ankaravi söylüyor (İstanbul. Matbaa-i Amire, c. I, s. 220). Ferideddîn-i Attâr’ın İlâhi-Nâme’sinde de “Hikâyet-i Azrail ve Süleyman Aleyhisselâm ve an merd” başlığı altında vardır (Prof. Ritter tab’ı 1940 Maarif Matbaası, S. 101 -102).
B. 984. Peygamber’in “İyi adamın iyi malı ne güzeldir” dediği rivayet edilir.
B. 1014. Asıl adı Azâzîl olan ve cin taifesinden bulunan Şeytan, rivayete göre Âdem Peygamber yaratılmadan önce altı yüz bin sene ibadet etmiş, hattâ meleklere hocalıkta bulunmuştur. (92 nci beytin izahına da bakınız).
B. 1030. Süleyman Peygamber’in bir yüzüğü olduğu ve bu yüzükte “İsm-i Âzam — Tanrı’nın en ulu adı” kazılı bulunduğu, kurda, kuşa, insanlara, cinlere bu yüzden hüküm geçirdiği rivayet edilegelmiştir. Hattâ bir aralık, nasılsa bir şeytanın bu yüzüğü çaldığı ve bir müddet Süleymanlık ettiği, sonra yüzüğün yine Süleyman’ın eline geçtiği de rivayet edilir.
B. 1064. Levh-i Mahfuz: Levh, üstüne yazı yazılan düz şey, Levh-i Mahfuz, korunmuş, Levh mânalarına gelir. Tanrı’nın âlemleri yaratmadan önce bir Levh ve kalem yarattığı, her olacak şeyi Kalemle o Levhe yazdığı rivayet edilmiştir ki sofilerce her şeyin hakikatının Tanrı bilgisinde sabit oluşundan, yani mukadderattan kinayedir. (296 ncı beytin izahına bakınız).
B. 1066. Miraç gecesi, H. Muhammed, Cebrail’le göklerde “Sidret-ül müntehâ — En son ağaç, sınır ağacı” denen yere kadar gitmiş, orada Cebrail “Bir parmak ileri gidersem yanarım” diye geri çekilmiş H. Muhammed ilerlemiştir.
B. 1077. Peygamber zamanında, Mekkeliler kendisinden mucize istemişler, o da parmağiyle aya işaret etmiş, ay ikiye ayrılmış, sonra iki parçası birbirine kavuşup bitişmiştir. (Sahîh-i Buhari, Bulak 1312, cüz: 4, s. 206-207). Kur’an’ın 54 üncü suresi olan Kamer suresinde de buna işaret edilmektedir. (âyet: 1-2).
B. 1094. Gulyabani, yolcuların yollarını azıtan cin taifesidir. İkinci ciltte bunlar hakkında tafsilât var.
B. 1125. Sure: 6 — En’am, âyet: 103 te “O gözleri görür, idrak eder; onu gözler idrak edemez. O lâtiftir. Her şeyden haberdardır” denmektedir.
B. 1142. ”İlk yaratıştan âciz kaldık mı ki ikinci yaratıştan âciz kalalım? Fakat onlar, ikinci yaratılıştan şüphe içindedirler.” (sure: 50 — Kaf, âyet: 15) Sofiler bu âyetin son kısmına “Hattâ onlar daima yaratılmaktadırlar. Daima yeni bir yaratılışla yaratılıyorlar” tarzında mâna verirler. Onlarca bütün âlem, her an Tanrı’dan zuhur etmekte, her an yine Tanrı”ya rücu etmektedir. Mevlâna da bu beyitte ve müteakip beyitlerde bu inanışı gösteriyor.
B. 1189. İbrahim Peygamber’i ateşe atan Nemrud’a Tanrı bir sivrisineği musallat etmiş, bu sinek, burnundan girip beyninde büyümüş, bundan meydana gelen baş ağrısından muztarip olan Nemrud, kafasını tokmaklatmaya başlamış, nihayet beyni patlayıp ölmüş.
B. 1234. Allemelesmâ, Tanrı Âdem’e adları belletti demektir .Allah Âdem’i yarattığı sırada melekler insanların yeryüzünde fesad çıkaracaklarını, kan dökeceklerini söylemişler Tanrı da “Siz benim bildiğimi bilmezsiniz” deyip Âdem Peygamber’i yaratmış, ona bütün adları belletmiş, sonra meleklere bu adların hakikatlarını sormuş, bilememişler, bunun üzerine hepsinin Adem’e secde etmesini buyurmuş, Şeytan’dan başka bütün melekler secde etmişlerdir. (sure: 2 — Bakara, âyet: 31). Sofilerce bu adlar. Tanrı adlarıdır. Âlemde her şey. Tanrının bir adına mazhardır, bu yüzden kâinat Tanrı sıfatlarının zuhurudur. Halbuki Âdem, bütün adlarına, zatına mazhardır.
B. 1241. “Elestü” değil miyim? demektir. Tanrı, Âdemoğullarının ruhlarına, kendileri yaratılmadan “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, onlar da tasdik etmişlerdir.
Bu ahde “Elest bezmi. Elest demi” gibi adlar verilegelmiştir (sure: 7 A’râf, âyet: 171).
B. 1250 – 1255. Âdem ile Havva, meyvasını yememeleri emredilen ağacın meyvasından yeyip Şeytan’a uyunca yeryüzüne sürülmüşlerdi. Bu Tevrat hikâyesi, Kur’an’ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 35-39 uncu âyetlerinde anlatılmaktadır. Aynı zamanda 7 nci sure olan A’raf suresinin 18-25 inci âyetlerinde de bundan bahsedilmekte ve Âdem’le Havva’nın “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Bizi yarlıgamaz, bize acımazsan ziyankârlardan oluruz” dedikleri 23 üncü âyette anlatılmaktadır. 1254 üncü beyitte buna işaret edilmektedir.
B. 1267. 315 inci beytin izahına bakınız.
B. 1313. Kur’an’ın 110 uncu suresi olan ve Nasr suresi diye anılan sure “İzâ câe nasrullahi” diye başlar. 3 âyetten ibaret olan bu surenin mealen mânası şudur: “Tanrı’nın yardımı erişip Mekke fethedilince halkın bölük bölük Tanrı dinine girdiğini gördün. Rabbini, hamdederek tesbih et ve ondan yarlıganma dile. Şüphe yok o. tövbeleri kabul eder.”
B. 1314. H. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib zamanında Yemen’de vali olan Ebrehe, San’a’da yaptırdığı mabedi ziyaret ettirmek ve bu suretle memleketinde alışverişi ilerletmek için Kabe’yi yıkmak üzere Mekke’ye gelmiş, fakat ordusu bir sâri hastalık yüzünden kırılmış, mahvolmuştu. Bu orduda bir de fil bulunduğundan bunlara “Eshab-ı Fil — fil sahipleri” denmiş, bu vakaya da “Fil vak’ası” adı verilmiştir H. Muhammed’in, bu vak’adan elli üç gün sonra doğduğu rivayet edilir. Kur’an’da bu vak’a hakkında 5 âyetlik bir de sure vardır.
(105 inci sure — Fil suresi).
B. 1331. “Müminin anlayışından sakının. Çünkü Mümin, Tanrı nuriyle bakar.” Hadîs (Feyz-al Kadîr VI. 256).
B. 1350. Bu beyitte meşhur teisir sahibi Fahreddîn-i Râzi’ye tariz vardır. Bu zat Mutezile ve Hükema inanışlarına uyduğu, Mehmed Hârzemşâh da ona tâbi olduğu için Mevlâna’nın babası sultan-al Ulema Muhammed Bahâeddin Veled, daha Belh’teyken vaızlarında bunların aleyhinde bulunurdu. Nihayet bu fikir ayrılığı ve Sultan-al Ulema’nın açık sözlülüğü. kendisinin ve kendisine uyanların Belh’ten hicretiyle neticelendi. Eflâki, bir gün Mevlâna’nın semada vecde gelerek ahlar çektiğini ve “nice zaman oldu ki bir gönül sahibinin gönlü sıkıldı, hâlâ zavallı Horasan, onun gücünü çekmekte.. Harap olmaya yüz tuttu, katiyen bir mamurluk görünmemekte” dediğini, semâdan sonra Çelebi Hüsameddin’in sorması üzerine Sultan-al Ulema’nın Belh’ten hicretini önden sona kadar anlattığını kaydedip bu vak’ayı, duyduğu gibi naklediyor. Fahr-i Râzî’nin. Abbasoğulları halifelerine de muhalif olup hilâfetin Peygamber, evlâdına ait olduğuna dair fetva verdiğini, bu fetva üzerine Harzemşah’ın Bağdad’a yürümiye karar verdiğini, hattâ, bir seyyidi hilâfete diktiğini “Cihan – Kuşa” tarihinden anlıyoruz. Fahr-i Razı, 606 hicride ölmüştür (1149).
B. 1375. Bu beyitteki başlıkta bulunan söz, hadîs olarak rivayet edilmektedir.
B. 1379 – 1381. Âyet (sure: 50 — Kaf. âyet: 30), Peygamber’in “Kıyamet günü cehennem, daha yok mu? der durur. Nihayet Tanrı, ayağını cehennemin üstüne kor da cehennem sakinleşir” dediği rivayet edilmiştir.
B. 1397 – 1391. “Doğu da Tanrı’nındır, batı da. Şu halde nereye dönerseniz dönün. Orada Tanrı’nın yüzü var.” (sure 2— Bakara, âyet: 115).
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 1 (1401 -2100 Beyitler)
Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et!
Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında.
Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
Nûh’un ümmeti, Nûh’a “Nerede sevap?” dediler. Nûh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.
1405. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi.
İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.
İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir. ”
Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı.
Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.
1410. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.
“Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.
Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.
Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ;
Elçinin Emîrülmü’minin Ömer’i – Tanrı ondan razı olsun – bir ağaç altında uyur bulması
Hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi.
1415. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.
O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi.
Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.
Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum.
Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.
1420. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.
Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca
Bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.
Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne?
Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.
1425. Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.
Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.
Ömer’in uykudan uyanması ve Kayser elçisinin ona selâm vermesi
Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “önce selâm sonra söz” demiştir.
Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.
Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar.
1430. “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır.
Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı;
Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.
1435. Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.
Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
1440. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından,
Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.
1445. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.
Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali
Elçi “ ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.
1450. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.
Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi.
Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.
O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.
1455. Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir.
Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der.
İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.
Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma,
1460. Ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin.
Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhiri duygudan gizli söz.
Can kulağı ile can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.
Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr yahut takyid eyledi.
Halbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil… Bu, ayın tecellisidir bulut değil.
1465. Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir.
Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar.
Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir.
Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.
Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler.
1470. Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.
Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme!
Bu bakır, dışarıda âdi ve bayağı bir şeyken iksîrin içinde nasıl altın olmuş da deme!
İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir.
Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir.
1475. Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.
Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?
İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.
Dağ yaran (Ferhâd) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.
Âdem Aleyhisselâm’ın “ Rabbenâ zalemnâ “ diye hatayı kendisine isnadetmesi, İblîs’in “ Bimâ agveyteni “ diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi
1480. Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda.
Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.
Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut mânayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?
İnsan, konuşurken mânayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez.
1485. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?
Madem ki can, harfi ve mânayı bir anda ihata edemez, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?
Ey oğul! Tanrı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.
Şeytan, “Bima ağveytenî ” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.
Âdem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildi;
14120. Günah ettiği halde edebe riayet ederek Tanrı’ya isnad etmedi. Tanrı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.
Âdem, tövbe ettikten sonra Tanrı, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?”
O benim taktirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.
Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Tanrı, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.
Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer.
1495. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!
Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın:
Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el…
Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkân yoktur.
İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?
1500. Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.
Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.
Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.
Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.
Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.
1505. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.
Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (Onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.
Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktazî kalmadı. Bir gören kişinin.
Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.
Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?
“ Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm “ âyetinin tefsiri
1510. Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.
Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.
Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.
Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!
Elçinin Ömer’den – Tanrı ondan razı olsun – , ruhların bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması
* Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi.
* Sual de mahvoldu cevapta… Hatadan da kurtuldu, doğrudan da.
* Aslı anladı, ferilerden geçti. Ancak bir hikmete erişip, faydalanmak için sormaya başladı:
1515. Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?
Duru su, toprakta gizlenmiş; sâf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi nedir?” dedi.
Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ mânayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin).
Serbest olan mânayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledin.
Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da.
1520. Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez?
Mânanın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun?
Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış!
1525. Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek, şükür değildir.
Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!
Mânayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mâna, sapan gibi… istenen yere gitmesine imkan yok.
“ Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun “ sözünün mânası
Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!
1530. Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu.
Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı, ekin oldu.
Ekmek Âdem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu.
Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.
1535. Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!
Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’an’ına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda !).
1540. Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!
Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
1545. Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir!
Zaten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”
Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması
Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.
1550. Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vadetti.
Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.
Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrı’nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur.
Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.
1555. Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim.
Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde.
Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!
Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnun olursa.
1560. Ey güzel endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı?
Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç! İçerken bu yerlere serilmiş düşkün âşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!
Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?
Bu kulun ayrı düşmesi, fena kulluktansa… kötüye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark kalır?
1565. Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, sema’dan, çengin nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.
Ey cefası devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber!
Ateşin bu… acaba nurun nasıl? matem, bu olunca düğünün nice?
Cevrinde öyle tatlılıklar var ki…malik olduğun letafet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz.
Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.
1570. Kahrına da hakkıyla âşığım, lûtfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim.
Tanrı hakkı için bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryat ederim.
Bu ne şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!
Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte!
Güle âşık, halbuki esasen kendisi gül, kendisine âşık, kendi aşkını aramakta!”
İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsafı
1575. Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem olan kişi?
Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman, askeriyle ordu kurmuş olsun!
Şükür yahut şikâyetle feryat edince yere, göğe zelzeleler düşsün!
Her demde ona Tanrı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Ya Rabbi” deyince Hak’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!
Hatası, Tanrı indinde ibadetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!
1580. Öyle kişiye her nefeste hususi miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce hususi taç koyar.
Cismi topraktadır, Canı Lâmekân Âleminde, O Lâmekân Âlemi, saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.)
O Lâmekân Âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.(ne idrâk edebilirsin, ne tahayyül !)
Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbi ise mekân âlemiyle Lâmekân Âlemi de, o âlemin hükmüne tâbidir.
Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.
1585. Dostlar biz yine kuş, tacir ve Hindistan hikâyesine dönelim:
Tacir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul etti.
Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi
Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.
Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi.
O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.
15120. Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım,
Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.
Bu işi neye yaptım, o haberi neye verdim? Bu münasebetsiz sözle biçareyi yaktım, yandırdım.”
Bu dil, çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.
Mânasız yere gâh hikâye yoluyla, gâh laf olsun diye çakmak taşıyla demirini birbirine vurma!
1595. Zira ortalık karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?
Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.
Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder.
Canlar aslen İsâ nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar.
Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesih’i’ sözü gibi tesir ederdi.
1600. Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, haris olma , bu helvayı yeme!
Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.
Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!
Ferideddîn-i Attâr’ın – Tanrı ruhunu takdis etsin – sözünün tefsiri
“Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle sahip olan kişi , zehir bile yese o zehir bal olur.”
Gönüle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyan gelmez.
Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip (kemale ermemiş salik), henüz hararet içindedir.
1605. Peygamber buyurdu ki:”Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlûp ile mücadele etme!”
Sende Nemrûd’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!
Madem ki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci… aklına uyup kendini denize atma!
Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyanlardan bile bir hayli fayda elde eder.
Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir.
1610. O gerçek er, Tanrı’ya makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.
Nâkıs kimsenin eli ise Şeytan’nın, ifritin elidir. Çünkü Şeytan’nın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.
Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir.
İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil kâfir bile olsa o küfür, din ve şeriat haline gelir.
Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanmayacak , onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!
Sihirbazların “ Ne buyurursun, asâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım? “ diyerek Mûsa Aleyhisselâm’a hürmey edip onu ağırlamaları, Mûsâ’nın da “ Siz atın “ demesi
1615. Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar Mûsâ ile kin güderek mücadeleye giriştiler.
Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar.
Zira ona “Ferman senin. İstiyorsan önce sen asânı at” dediler.
Mûsâ “ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.
Mûsâ’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet , din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi.
1620. Sihirbazlar Mûsâ’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.
Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; madem ki sen kâmil değilsin yeme ve sükût et!
Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.
Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir.
Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir.
1625. Kulak vermezse “ti ,ti “ diye mânasız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar.
Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?
Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.
Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!
Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Tanrı’nın sözüdür.
1630. Tanrı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.
Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada tâbidir, örneğe muhtaçtır.
Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök!
Çünkü Âdem, Tanrı itabından ağlamakla kurtuldu; tövbekârın nefesi ıslak göz yaşlarıdır.
Âdem, yeryüzüne, ağlamak için, daima feryadetmek, inlemek ve mahzun olmak için gelmiştir.
1635. Âdem, Firdevs’ten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en âdi yere, tâ kapı dibine, özür dilemek için gitti.
Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!
Gönül ateşiyle göz yaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.
Sen gözyaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek âşığısın!
Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun.
1640. Önce can çocuğunu Şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.
Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melûn Şeytan’la süt kardeşisin!
Nur ve kemali arttıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!
İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir.
1645. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!
Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası olduğunu gördün mü?
Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. ; lokma denizdir, incileri fikirlerdir.
Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağıza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.
Tacirin Hindistan dudularından gördüğünü duduya söylemesi
Tacir alışverişi bitirip muradına nail olarak evine geri geldi.
1650. Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu.
Dudu “ Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.
Tacir, “Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,
Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hâlâ pişman olup durmaktayım” dedi.
Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?” dedi.
1655. Tacir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.
İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.”
Ben “Ne yaptım da bu sözü söyledim” diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?
Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.
Oğul, o ok gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.
1660. Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.
Yapılan işin Gayb Âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tâbi değildir.
Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından yaratılmıştır.
Meselâ Amr’e Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’i kaplan gibi yaralar.
Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır, insan değil.
1665. Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yahut ölümüme kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,
O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!
Hepsi, Tanrı’nın icadı ise de o ağrıları Zeyd’e nispet et!
Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri hep Hak’ka mutîdir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzuğa düşüren, doğurtan yahut bunların aksini meydana getiren Hak’tır).
Velîlerde Tanrı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri çevirirler.
1670. Tanrı velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz bırakır). Fakat bunu, Tanrı eliyle yapar.
Tanrı kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir halde ki ne şiş yanar ne kebap!
Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.
Ey ulu kişi! Sana delil ve huccet gerekse “Min âyetin ey nünsiha” âyetini oku.
“Ensevküm zikrî ” âyetini de oku velîlerin kalplere nisyan koyma kudretini anla!
1675. Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin gönlüne hâkimdirler.
Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.
Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız ama Kur’an’da “Ensevküm” âyetini bir okuyun!
Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır.
Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin fer’idir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir.
1680. Ben bunu, tamamı ile söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men ediyorlar.
Madem ki halkı unutması, ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o, erişir.
O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz binlerce iyi ve kötü hâtırayı giderir;
Gündüzün gönülleri, yine o hâtıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hale getirmektedir.
Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrı’nın hidayetiyle sahiplerini tanırlar.
1685. Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.
Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mal olmaz.
Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi sahibine döner.
Güzel olsun, çirkin olsun… bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir;
16120. Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.
Dudunun, duduların hareketlerini duyması ve kafeste ölümü, tacirin ona ağlaması
Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.
Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külâhını yere vurdu.
Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.
Dedi ki: “ Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hale geldin?
1695. Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım.
Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!
Süleyman’ın böyle kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı?
Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım!
Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?
1700. Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin?
Can, ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryad etmektedir.
Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan bir dertsin!
Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enisisin!
Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun.
1705. İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla!
Ya bana cevap ver, yahut insafa gel, yahut da bana neş’e ve sevinç sebeplerinden birini an!
Eyvah benim karanlığı yakıp mahfeden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!
Vah benim güzel uçan; tâ sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!
Cahil insan ilelebet mihnete âşıktır. Kalk, “Fî kebed” e kadar “Lâ uksimü” yü oku!
1710. Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım.
Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayaliyledir.
(Bu kuşun ölümüne sebep) Tanrı’nın gayreti (kıskanması) idi. Hak’kın hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Tanrı’nın hükmünden yüz parça olmamış olsun!
Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Tanrı gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).
Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!
1715. Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!
Rızkını vereyim, vermeyeyim… benim enisimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım benimle ezelî bir âşinadır.
O öyle bir duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana gelmeden önceydi.
O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini görmüşsün.
O, kuş senin neş’eni alır, fakat yine sen ondan neş’elenirsin. Onun yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.
1720. Ey ten uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.
Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlensin, yaksın!
Kav, ateş alma kabiliyetindendir, şu halde ateşi cezbeden kavı al!
Vah vah vah; yazıklar olsun… öyle bir ay bulut altına girdi!
Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı çıldırdı, kan döker bir hale geldi.
1725. Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?
Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir aslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.
Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme!
Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.!
1730. Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım!
Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim.
Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı,
Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Tanrı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”
Biz (mâ) kelimesi, lûgatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delalet eden bir kelime. Halbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim (yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da denemez).
1735. Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim.
Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.
Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür.
Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.
Dilberler; âşıkları, canla, başla ararlar. Bütün mâşuklar âşıklara avlanmışlardır.
1740. Kimi âşık görürsen bil ki mâşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber mâşuk tarfından sevildiği cihette mâşuktur da.
Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.
Madem ki âşık odur, sen sus artık. Madem ki o, kulağını çekmekte, sen tamamıyla kulak kesil !
Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar.
Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harebenin altında padişah hazinesi var!
1745. Hakka dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.
Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun.
Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi?
Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir!
1750. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.
Ey âşık ! âşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.
Yüzlerce nâz ü işveyle gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.
“Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma!
Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?
1755. Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın!
Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.
Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
Ben, o aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil!
Lep (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı) dır; Lâ (hayır) dersem muradım illâ (ancak, evet) dir.
1760. Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim.
İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın;
Bu söz, her kulağa girmesin. Onun için yüz ledün sırrından ancak birini söylemekteyim.
Hakîm-i Senâî’nin “ Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman…Seni dosttan uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… ikisi de birdir” sözü ve Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vessellem’in “ Sa’d,çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı ise benden de kıskançtır.Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir “ hadîsi
Hak kıskançlıkta bütün âlemlerden ileri gittiği içindir ki bütün âlem kıskanç oldu.
O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.
1765. Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Tanrı’nın zatı, cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.
Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.
Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.
Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.
Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.
1770. Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.
Tanrı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.
Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Tanrı kıskançlığının fer’idir.
Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin cefasından şikâyet edeyim.
Feryadedeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna gidiyor. İki âalemden de ona ancak feryat ve figan lâzım.
1775. Onun macerasından acı acı nasıl feryad etmiyeyim ki sarhoşlarının halkasına dahil değilim.
Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?
Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. O gönül inciten sevgilime canım feda olsun!
Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da âşığım, derdime de.
İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim.
1780. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.
Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.
Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.
Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mâna âleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerede?
1785. Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.
Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.
Bu suretle “ben” ve “sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.
(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulâsa) söylediklerimin hepsi vardır, vâkıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!
17120. Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?
Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar.
Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!
Âşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.
1795. Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pare pare olan canı şerh et, onu anlat (dedim!).
Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.
Kanımı bile dökse ona helâal ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.
Mademki topraktakilerin feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?
Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak ta, zuhur etmekte buldu.
1800. Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler buluyorsun?
Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale gelmiş olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!
Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün halini anlat!
Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir; aklımız irfanımız, hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.
Nadir bulunur bir halettendir; inkâar etme ki Hak’kın kudreti pek büyüktür.
1805. Sen bu hali insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde kalma!
Cevir, ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hak onlara vâristir.
Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden Hüsâmettin’den sen özür dile!
Aklı-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.
1810. Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!
Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın fakiridir.
Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil… Beden bizden var oldu, biz ondan değil!
Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri bal mumu gibi göz göz ev ev yapmıştır.
Bu bahis çok uzundur, tacirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.
Tacir hikâyesine dönüş
1815. Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu.
Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyaz eyliyor; gâh hakikat aşkını, gâh mecaz sevdasını ifade ediyordu.
Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.
O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.
Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.
1820. Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryat ve figan etmesi, şaşılacak şeydir!
Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n “ buyurdu.
Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!
Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder.
Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun… bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!
Tacirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması
1825. Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.
Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.
Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp kaldı.
Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de bir nasip ver!
Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.
1830. Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak;
Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi. Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.
Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.
Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol. Goncayı sakla damdaki ot ol.
1835. Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.
Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır.
Düşmanlar kıskançlılarından onu parça parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.
Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin!
1840. Tanrı lûtfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce lûtuflar döktü.
Tanrı’nın lûtfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin olur.
Nûh’a ve Mûsâ’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi?
Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman çıkartmadı mı?
Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi?
Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.
Dudunun tacire veda edip uçması
1845. Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi.
Efendisi dedi ki: “Allah selâmet versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.
Tacir, kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol.
Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”
Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü
Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.
1850.Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der.
Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”
Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tâbidir.”
O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar.
Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!
1855. Dünyanın lûtfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!
Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.
Sen “Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben, onu anlarım” deme!
Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle gönlün, günlerce yanar.
Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğu halde,
1860. O sözler, gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak!
Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebebolur.
Fakat bu tesir, zâhiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür.
Kınanmak, kaynatılmış ilâç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.
Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.
1865. Zâhiren uzun sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla!
Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çıban çıkar.
Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakîr ol; ululuk taslama!
Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!
Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.
1870. Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler;
Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler.
Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.
Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen Şeytan’dan da betersin.
1875. Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.
Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden Şeytan da kaçmaktadır.
Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!
“ Mâşâllahu Kân “ sözünün tefsiri
Bunların hepsini söyledik ama Tanrı inayetleri olmadıkça Tanrı yolunda hiçiz, hiç!
Tanrı’nın ve Tanrı erlerinin inayetleri olmazsa…melek bile olsa defteri kapkaradır.
1880. Ey Tanrı, ey ihsanı hacetler reva eden! Sana karşı hiçbir kimsenin adını anmak lâyık değil.
Bu kadarcık irşat kudretini de sen bağışladın, şimdiye kadar nice ayıplarımızı örttün.
Ezelde bağışladığın irfan katrasını, denizlerine ulaştır.
Canımdaki, bir katra ilimden ibarettir; onu ten havasından, ten toprağından kurtar!
Bu topraklar, onu örtmeden; bu rüzgârlar, onu kurutmadan önce sen halâs et!
1885. Gerçi rüzgârlar, onu kurutsa, mahvetse bile sen, onlardan tekrar kurtarmağa ve almağa kâdirsin.
Havaya giden, yahut yere dökülen katra, senin kudret hazinenden nasıl kaçabilir?
Yok olsa, yahut yokluğun yüz kat dibine girse bile sen onu çağırınca başını ayak yapıp koşar.
Yüzbinlerce zıt, zıddını mahveder; sonra senin emrin yine onları varlık âlemine getirir.
Aman ya Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüz binlerce kervan gelip durmakta!
18120. Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o ucsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar.
Yine sabah vakti, o Tanrı’ya mensup ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.
Güz mevsiminde o yüz binlerce dallar, yapraklar; bozguna uğrayıp ölüm denizine giderler.
Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek bağlarda, yeşilliklerin matemini tutar.
Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar ferman çıkar.
1895. “Ey kara ölüm; nebattan, ilâç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” (diye emredilir) Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var.
Gönül bahçesinin yemyeşil, terütaze, goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör!
Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.
Akl-ı Külden gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur.
11200. Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp çoştuğunu hiç gördün mü ki?
Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni tâ ebedî Cennete ve kevser ırmağına götürür.
Koku, göze ilâçtır, nurunu artırır. Yakub’un gözü, bir kokudan açıldı.
Kötü koku gözü karartır. Yusuf’un kokusu ise göze nur verir.
Yusuf değilsen bile Yakup ol; onun gibi matlûbuna erişmek için ağla!
11205. Hakîm-i Gaznevî’nin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul:
“Naz için gül gibi bir yüz gerek. Öyle bir yüzün yoksa kötü huyun etrafında dönüp dolaşma, nazlanma!
Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.
Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakub’casına niyaz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!
Dudunun ölümünün mânası niyazdı. Sen de niyaz ve yoksullukta kendini ölü yap!
1910. İsâ’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin!
Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.
Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol!
Tanrı razı olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çenk çalan ihtiyar çalgıcının hikâyesi
(Bilmem) işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çenk çalan bir çalgıcı vardı.
Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı.
1915. Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı.
Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı.
Yahut İsrafil’e yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı.
İsrafil, birgün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.
Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.
1920. Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir.
İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.
Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir.
Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.
Rahman Sûresinden “Yâ ma’şaralcinn” âyetini oku; “Tenfüzû testa’tîû “ nun mânasını iyice bil!
1925. Velîlerin içi nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzüleri!
Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!
Ey Kevn ü fesat âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”
O nağmelerden pek az, pek cüzi bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.
Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok.
1930. Agâh ol ki velîler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.
Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar
Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir.
Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.
Tanrı sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsin…Cebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir.
1935. Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!
O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir.
Tanrı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,
Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin.
Sen mademki hayret âleminde “Lillâh” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Tanrı’nın olursa Tanrı onun olur.”
1940. Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.
Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün âlemin müşkülleri hallolur.
Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.
Âdem evlâdına esmasını bizzat gösterdi. ( Âdem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Âdem’den açıldı.
Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan…şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!
1945. Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi ( zâhiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir.
Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.
Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.
Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.
İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan…hiç fark yok.
1950. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.
“ Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın “ hadîsinin tefsiri
Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek,
O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.
Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti… Dilediğine can bağışlayıp geçti.
Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.
1955. Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lûtfu ile hoş bir hale geldi.
*Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giyindi.
Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.
Eğer bu ebedî nefha, yere göğe nazil olsa… yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi.
Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” âyetini oku da gör.
Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfakne minhâ” denir miydi?
1960. Bu Tanrı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı.
Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman’ın sırası; ey lokma sen çekil.
Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman’ın ayağına batan dikeni çıkarın.
Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz.
Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok görgüsüzsün!
1965. Lokmanın canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin.
Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.
Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
Halbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?
Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?
1970. Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin?
Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu, gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimînî yâ Humeyrâ” dedi.
“Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin” buyurdu.
Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana müennes demişlerdir.
1975. Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla!
Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki.
Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.
Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale getiremez.
Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.
1980. Fakat fazla vefakârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkânı var mı?
Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).
Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça Şeytandır.
Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.
1985. Varlıktan fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter.
Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl bizi dinlendir ferahlandır;
Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.
Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu.
Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’rîs gecesinde namazı kaçtı.
19120. O mübarek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi.
Ta’rîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.
Aşk ve can… her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrıya gelin dediğim için beni ayıplama.
Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.
Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.
1995. Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp görür mü?
Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle değil.
Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.
Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir.
Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap… ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.
2000. Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır.
Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, suretleri de.
Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı.
O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslâhat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur.
2005. Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!
Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can?
Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun.
Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.
Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pâ padişahın nuruyla aç!
2010. Sen madem ki zâhiri önü, sonu düşünmektesin… Ancak ve ancak bu gam ve neşe âlemindesin. Ey hakikatte yok olan! Yok olan nerede ön, nerede son?
Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil! Tanrı yağmurlarından.
Ayşe’nin -Tanrı ondan razı olsun- Mustafa Sallâllahu aleyhi vessellem’e “ Bugün yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin halde niçin elbisen ıslak değil? “diye sorması
Mustafa, bir gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.
Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yeraltında diriltti.
Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan çıkarıp;
2015. Halka doğru yüz türlü işaretlerde bulunurlar, duyana söz söylerler.
Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları anlatırlar.
Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler…Karga gibiyken tavus haline gelmişlerdir.
Tanrı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus haline getirir.
Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip yapraklandırır, yeşertir.
2020. Münkirler der ki: “Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Tanrı’ya isnad edelim?”
Onların körlüğüne rağmen Tanrı, dostların gönüllerinde bağlar, bahçeler bitirmiştir.
Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar.
Onların kokuları, münkirlerin burunlarını yere sürtmek için perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.
Münkirler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler; dayanamazlar. Yahut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye benzerler.
2025. Kendilerini meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini yumarlar.
Göz yumarlar ama, onların bulundukları makamdaki göz değildir ki. Göz odur ki bir sığınak görsün.
Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddîka’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı.
Sıddîka’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne,
Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.
2030. Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı.
Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.
Peygamber “O sırada başına ne örtmüşsün, baş örtün neydi? Diye sordu. Ayşe senin ridanı başıma örtmüştüm”dedi.
Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz Hatun! Tanrı onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”
O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.
Hakîmi Senâî’nin “ Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var “ beyitlerinin tefsiri
2035. Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır.
Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri “ Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”
Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi perişan etmek için yağar.
Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.
Bahar yağmuru, bağı nazü naim ile besler, yetiştirir. Güz yağmuruysa bozar, sarartır.
2040. Kış, yel ve güneş de böyledir; bunların tesirleri de zamanına göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala!
Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyan.
Abdâlin bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.
Onların nefesleri, talihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesiri yapar.
Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama!
2045. Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesirini candan kabul etti.
“ Bahar serinliğini ganimet bilip istifade edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar v.s hadîsinin mânası
Peygamber, “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin.
Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesir ederse sizin hayatınıza da öyle tesir eder.
Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar “dedi.
Bu hadîsi rivayet edenler, zâhirî mânasını vermişler ve yalnız zâhirî mânasıyla kanaat etmişlerdir.
2050. Onların halden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki madeni görmemişlerdir.
Tanrı’ya göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir.
Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara!
Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir.
Binaenaleyh hadîsin mânası teville şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.
2055. Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme çünkü o sözler, dininin zâhirîdir.
Sıcak da söylese, soğuk da söylese, hoş gör ki sıcaktan, soğuktan ( hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın.
Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakînin ve kulluğun sermayesidir.
Çünkü can bahçeleri, onun sözleri ile diridir. Gönül denizi, bu cevherlerle doludur.
Eğer gönlün bahçesinden cüzi bir zevk ve hal eksilse aklı başında olan kişinin gönlünü, binlerce gam kapladı.
Sıddîka’nın –Tanrı ondan razı olsun- “ Bugünkü yağmurun sırrı neydi? “ diye sorması
*Sıddîka’nın aşkı çoşup edebe riayetle Peygamber’e sordu:
2060. “Ey şu varlığın hülâsası, vücudun zübdesi! Bu günkü yağmurun hikmeti neydi?
Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi yağıyordu, pek yüce, pek azametli Tanrı’nın adaletinden miydi?
Bu yağmur, bahara ait lûtuflardan mıydı, yoksa âfetlerle dolu güz yağmuru muydu?”
Peygamber dedi ki: “Bu yağmur musibetler yüzünden insanın gönlüne çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.”
Eğer Âdemoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyadesiyle harabolur, eksikliğe düşer, ( hiçbir şey yapamaz bir hale gelir) di.
2065. O anda bu dünya harap olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı.
Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.
Akıllılık o âlemdendir, galip gelirse bu âlem alçalır.
Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu âlem kirdir.
Dünyada hırs ve haset kükremesin diye o âlemden akıllılık, ancak sızar, sızıntı halinde gelir.
2070. Gayb âleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne de ayıp.
Bu bahsin sonu yoktur. Başlamış olduğun söze dön, tekrar çalgıcının, hikâyesine devam et.
Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu
O, öyle çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hallere düşüyorlardı.
Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.
Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.
2075. Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.
Onun cana can katan lâtif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek tırmalayıcı geldi.
Zühere’nin bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine benzedi.
Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.
Ancak Sûr’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir.
2080. Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır.
Her fikrin, her sesin kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o gönüldür. İlham, vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir.
Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç hale geldi.
Dedi ki: “Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lûtuflarda bulundun.
Yetmiş yıldır isyan edip durdum. Benden bir gün bile ihsanını kesmedin.
2085. Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”
Çengi omuzlayıp Tanrı aramağa yola düştü; ah ederek Medine Mezarlığına doğru yollandı.
“Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o kendisine karşı halis olan kalplere kerem ve ihsanıyla eder” dedi.
Bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.
Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da bırakıp sıçradı.
20120. Sâf bir âleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.
Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı.
Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.
Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yedim.
Felek sakinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.
2095. Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhanlar devşirirdim…
Çalgıcı, bir su kuşuydu; bu âlem de bir bal denizi. Bu bal Eyyub Peygamber’in içtiği ve yıkandığı pınardı.
Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pirüpak oldu.
Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile olsa yine bu âlemin, hattâ küçük bir cüz’ünü ihata edemezdi.
Halbuki çok geniş olan o yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça etti.
2100. Bu bir âlemdir ki bana rüyada göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı.
[divide style=”2″]
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1401 – 2100 )
B. 1404. -1405. Nuh Peygamber diyor ki: “Ben, onları yargılamam için ne vakit çağırdıysam parmaklarını kulaklarına tıkadılar; elbiselerini başlarına çektiler, libaslarına büründüler; inatlarında ısrar ettiler; inadettikce ettiler, ululandıkça ululandılar.” (Sure: 71 — Kur, âyet: 7).
B. 1427. (Feyz-al Kadir IV. 149).
B. 1479. dan sonraki başlık: Adem’le Havva. Tanrı tarafından yemişinden yememeleri emir buyurulan ağacın yemişini Şeytan’a uyup yeyince suçlu oldular ve Tanrı’dan “Rabbena zalemnâ — Rabbimiz. biz nefsimize zulmettik” diye yarlıganma dilediler (1250 – 1255) inci beyitlerin izahına bakınız). Şeytan’sa Kur’an’ın 7 inci suresi olan A’raf suresinin 16 ve 17 nci âyetlerinde bildirildiği veçhile “Febimâ agveyteni — Beni iğva ettiğin, rahmetinden uzaklaştırdığın için kullarını senin doğru yolundan azdıracak, sonra önlerinden, artlarından, sağlarından, sollarından gelip onları yoldan çıkaracağım…” demiş ve bu suretle suçu Tanrı’ya bulmuştur. Bu başlık altında bilhassa bundan halledilmektedir.
B. 1495. “Pis şeyler pislerin, pisler de pis şeylerindir. Temiz şeyler temizlerin, temizler de temiz şeylerindir…” (Sure: 24 — Nur, âyet: 26).
B. 1507. Lâzım, melzum, nâfî, muktazi. Bunlar aklî delillerdir. Lâzım olan, yani gereken şeyler bir melzum, yani gerekli aranır. Meselâ iyi insanda iyilik gereklidir, iyilik için de iyi insan gerektir. Nâfi ile muktaziye gelince: Bunlar birbirinin karşılığıdır. Her muktaziye bir muktaza lâzımdır. Meselâ yapılan bir işte muktazi, yani o şeyi iktiza ettiren, yaptıran arandığı gibi yapılan, meydana gelen iş de iktiza etmiş de vücut bulmuştur. Yapılmadığı takdirde o işin yapılmamasına sebebolan bir nâfî vardır, yapılmıyan, meydana gelmiyen şey ise menfidir, vücut bulmamıştır.
B. 1508. den sonraki başlıktaki cümle, Kur’an’-ın 57 nci suresi olan “Hadid” suresinin 5 inci âyetindendir.
B. 1528. den sonraki başlıkta bulunan söz hadîs değildir. Peygamber zamanında sofi ve tasavvuf sözleri yoktu. Nitekim Mevlâna da bunu hadîs olarak söylemiyor. Fakat muahhar tasavvuf kitaplarının bazılarında bu sözün hadîs olduğu yanlış olarak kayıtlıdır.
B. 1564. Hayyâm’m şu rubaisini hatırlatır:
No herde günâh der cihan kist bigu
Van kes ki güneh nekerd çün zîst bigu
Men bed kunem-u tu bed mükafat kuni
Pes fark-ı miyan-ı men-u tu çist bigu
(Dünyada günah etmiyen kimdir? Söyle. Günah etmiyen kişi nasıl doğdu? Anlat. Ben kötülük eder, sen de kötülüğüme karşı bana kötülük verir, azabeylersen… Peki. söyle, benimle senin aranda ne fark var?) Abdullah Cevdet tab’ı, s. 368.
B. 1(03. Başlıkta söylendiği gibi Ferideddin-i Attâr’ın bir beytidir.
B. 1615. Ve sonraki beyitler. Kur’an’ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 65 inci âyetinden alınmadır.
B. 1622. “Kur’an okununca dinleyin ve susun de merhamet edilmişlerden olasınız.”
(Sure: 7 — A’raf. âyet: 204) bu beyitteki “Ansitû — susun” sözü, bu âyetten alınmadır.
B. 1628. “Evlere ardından girmek iyi değildir. İyilik, Tanrı’dan korkan ve haramdan çekinen kişinin işidir. Siz, evlere kapılarından girin. Tanrı’dan çekinin ki kurtulasınız.”
(sure: 2 — Bakara, âyet: 189).
B. 1673 – 1676. “Bir âyetin hükmünü değiştirir, -yahut o âyeti unutturursak yerine ondan daha hayırlı bir âyet, yahut ona benzer bir âyet getiririz. Tanrı’nın her şeye kaadir olduğunu bilmez misin” (Sure: 2 Bakara, âyet 106), 1673 teki arapça sözler bu âyetten alınmadır. .
B. 1674. “Siz. iman edenlerle alay ettiniz. Nihayet size beni anmayı unutturdum. Siz, müminlere gülerdiniz” (Sure 23 — Müminun – âyet: 110) bu beyitteki Arapça cümle, bu âyetten alınmadır.
B. 1709. Kur’an’ın 120 inci suresi olan ve Beled suresi denen bu surenin “fi kebed” e kadar olan 1-4 üncü âyetlerinin meal bakımından mânası şudur: “Bu şehre (Mekke’ye) ant olsun ki sen, bu şehirlisin. Babaya <Âdem Peygamber’e) ve oğula (Peygamberlere) ant olsun ki biz, insanı zahmet ve meşakkat için yarattık.”
B. 1732. Halil, dost manasınadır ve İbrahim Peygamber’in lâkabıdır.
B. 175S. La ve İllâ’dan murat “La ilahe illallah — ister elle yapılma olsun. İster vehimle icadedilmiş bulunsun, ibadete lâyık hiçbir mabut yoktur. İbadete lâyık mabut, ancak Tanrı’dır” sözündeki nefiy ve ispattır.
B. 1762. nci beyitten sonraki başlıktaki şiir, Hakim-i Senâî’nindir.
B. 1807 – 1809. Bu beyitlerden apaçık anlaşılıyor ki Mevlâna, bu bahisleri sabaha kadar söylemiş. Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Burada Mevlâna, gün ışığını görünce Çelebi’yi uykusuz bıraktığından üzülüyor ve kendisinden tatlı bir dille özür diliyor. 1809 daki adı geçen Mansur, Abâ-al Mugıys Huseyn-ibn-i Mansûr al Hallac’dır ki hicrî 309 (922) de Bağdad’da idam edilmiştir. Şeriata aykırı sözleri yüzünden idam edilen Mansur, birçok sofilerce makbul sayılmıştır. Aynı zamanda bu beyitteki “Senin Mansur şarabın” sözünde iham da vardır. Çünkü “Mansur” yardım edilmiş; mânasına geldiğinden “Mansur şarabın” yardım edilmiş şarabın, feyzin ve lütfün mânalarına da gelir Mansur’la en fazla meşgul olan L. Massignon’ dur. Onun hakkında “Al-Hallaj, Martyr mystique de l’İslâm” adlı bir eser yazdığı gibi (Paris 1922) ayrıca “Ahbâr al Hallaj’ı (Paris 1936 ve Mansur’un “Kitâb al-Tavvâsîn”ini de bastırmıştır (Paris 1913).
B. 1877. den sonraki başlık. “Tanrı’nın dilediği olur, dilemezse olmaz” diye bir hadîs rivayet edilir.
B. 1898. Akl-ı Küll, Akl-ı Cüzi karşılığıdır. Akl-ı Cüzi, dünya işlerine eren akıldır ki buna geçim aklı mânasına “Akl-ı Maaş” da denir. Aynı zamanda akl-ı Küll, Hükema felsefesince yaratıcı kudretin faal tecellisidir. Bu faal tecelliye karşılık bir de münfail tecelli vardır. Buna da Nefs-i Kül derler. Akl-ı Kül’le Nefs-i Külden felekler ve anasır meydana gelmiş, feleklerle unsurların birleşmesinden üç çocuk (Mevlâlîd-i Selâse) yani cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur. Tasavvufu Hükema felsefesiyle birleştiren sofilerce Akl’ı Kül şeriat dilinde Cebrail’dir.
B. 11205. Hakîm-i Gaznevî, Senâî’dir ve bu beyitten sonraki iki beyit onundur.
B. 1924. Bu beyitteki cümleler., Kur’an’ın 55 inci suresi olan Rahman suresinin 33 üncü âyetinden alınmadır. Âyetin mânası şudur: “Ey cinler ve insanlar, göklerin ve yeryüzünün sınırlarından dışarı çıkabilirseniz çıkın! Çıkamazlar, ancak Tanrı kudretiyle.”
B. 1934. Tanrı, Cebrail’i Meryem’e göndermiş, Cebrail de Meryem’in yakasından üfürmüş, Meryem bu suretle gebe kalmış ve İsa Peygamber’i doğurmuştur. İncil’de de aşağı yukarı aynı olan bu rivayet, Kur’an’ın birçok surelerinde vardır. Hattâ 19 uncu suresi, bilhassa İsa Peygamber’i ve doğumunu anlatır. Bu yüzden de “Meryem suresi” adiyle anılır.
B. 1938. “Kul farzlardan başka ibadetlerle meşgul oldukça bana yaklaşıp durur. Nihayet ben, onun kulağı gözü. dili, eli ayağı olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür” diye bir Hadis-i Kudsî rivayet edilir ki sofiler, buna bilhassa ehemmiyet verirler. Bu mertebeye “Kurb-i Nevafil — Nafileler yüzünden Tanrı’ya yakın olmak” mertebesi derler.
B. 1939. H. Muhammed’in “Bir kişi, Tanrı’ya mal olur, kendisini Tanrı’ya verirse.. Tanrı da onun için, olur” dediği rivayet edilmiştir.
B. 1953 – 1959. Bu iki beyitteki Arapça sözler. Kuran’ın 33 üncü suresi olan Ahzâb suresinin 72 nci âyetinden alınmıştır. Âyetin manâsı şudur: “Şüphe yok. ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik.. yüklenmekten çekindiler, ondan korktular.. İnsan yüklendi, yüklendi ama çok zalim ve bilgisiz.” 1959 daki “Feebeyne en yahmilnehâ” yüklenmekten çekindiler; “Eşfakne minhâ” da ondan korktular demektir.
B. 1972. “Ey beyaz kadıncağız, benimle konuş!” H. Muhammed’in Ayşe’ye böyle dediği rivayet edilmiştir. Sofilere göre Peygambere ruhaniyet galebe edince dünya ile meşgul olmak, oyalanıp o halden kurtulmak için. zevcesine böyle hitabeder, onunla konuşur görüşürdü. Beşeriyet galebe edince de müezzinleri olan Bilâl’e “Ezan oku, bizi ferahlandır” derlerdi.
1986 ncı beyitte de buna işaret edilmektedir.
B. 1973. Eskiden sihirle uğraşanlar, birisinin sevgisini kazanmak için bir nala sevgilisinin adını yazıp ateşe korlar, bazı şeyler okurlardı. Güya bu suretle sevgilinin kararı kalmaz, âşıka ram olurmuş. “Nalı ateşe-koymak” edebiyatta sevgiye delâlet eder. Bu beyitteki söz, hadîs, yani H. Muhammed’in sözü değildir.
B. 1986 – 1988. 1972 nci beytin izahına bakınız.
B. 1989 – 1991. H. Muhammed’in bazı savaşlarda bütün gece yürüdüğü, sabaha karşı, sabahleyin konaklayıp uyuduğu, bu suretle gün doğup kuşluk çağı geldiği ve sabah namazı vaktinin geçtiği, uyandıktan zaman namazı cemaatle kaza ettikleri rivayet edilmiştir. Yolcunun sabaha kadar yürüyüp sabaha karşı uyku ve istirahat için konaklamasına Arapça “Ta’ris” denir.
B. 2004. Arapçada milh tuz demektir. Melâhat de tuzluluktur. Yemeğe tuz çeşni verdiği cihetle Melâhat güzellik ve alım mânalarına kullanılagelmiştir. Biz, Melâhat kelimesini kullandığımız halde “tuzluluk” kelimesini güzellik, şirinlik mânalarına kullanmayız. Azerîlerde ise “tuzlu kişi” güzel ve melih adam yerine kullanılır H. Muhammed’in “Ben, kardeşim Yusuf’tan daha melihim, Yusuf benden daha güzeldi” dediği rivayet edilmiştir.
B. 2096. Eyyub Peygamber, Tanrı tarafından sınanıp birçok belâlara uğradıktan sonra hastalanmış, vücudu yaralar, bereler içinde kalmıştı. Sonra ona “Ayağını yere vur. Şu yıkanacak soğuk çeşme; şu kaynak da içilecek su” denmiş (sure: 73 Sâd, âyet: 42). O da ayağını yere vurmuş, yerden çıkan iki kaynağın birinde yıkanmış, vücudundaki hastalıklar iyileşmiş, öbüründen içmiş, içindeki hastalıklar geçmişti.
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 1 (2101 – 2800 Beyitler)
Bu âlemle bu âlemin yolu meydanda olsaydı dünyada pek az kimse, ancak bir lâhzacık kalırdı.
İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamah etme, mademki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte.
Canı ise orada, Tanrı’nın rahmet ve ihsanı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.
Hâtif’in ruyada Ömer’e “ Beytülmalden şu kadar mal al, mezarlıkta yatan o adama ver “ demesi
O sırada Hak Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı.
2105. “Bu mûtat bir şey değildi. Bu uyku, gayb âleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı.
Başını koydu, uyudu. Rüyasında hak tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu.
O ses öyle bir sesti ki her sesin nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aksi sedadır.
Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır.
Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun… o sesi dağlar taşlar bile işitmiştir.
2110. Her dem Tanrı’dan “ Elestü” sesi gelir, cevherlerle arazlar da o sesten var olmaktadırlar.
Gerçi bunlardan zâhiren “Belâ” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Belâ” demeleridir.
Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikayeyi dinle!
“ Cemaat çoğaldı, vâzettiğin zaman mübarek yüzünü göremiyoruz “ diye Peygamber Sallâllahu Aleyhi vesellem için mimber yaptıkları vakit (evvelce dayanıp vâzettiği) Hannâne direğinin inlemesi ve Peygamber’le sahabenin o iniltiyi işitmeleri, Mustafa Sallâllahu Aleyhi vesselem’in o direkle açıkça sual ve cevabı
Hannâne direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.
Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi.
2115. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Mimberin üstüne çıktın” dedi.
*Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!
Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
Yahut Tanrı, seni o âlemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal” dedi.
Hannâne “Daim ve baki olanı isterim” dedi. Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!
Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.
2120. Bunu duy da bil ki Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.
Kim, Tanrı’dan tevfika mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.
Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasibi olmazsa cemadın inlemesini nasıl tasdik eder?
Evet, der ama yürekten değil. Kendisine münafık demesinler diye tasdik edenlere uyar, zâhiren tasdik eder.
Eğer cemadat Tanrı’nın “Kün-ol” emrine vakıf olmasalar ( ve bu emri duyup, bu emre uyup, varlık âlemine gelmemiş bulunsalardı) bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.
2125. Yüz binlerce taklit ve istidlâl ehlini, pek cüzi bir vehim, şüpheye düşürür.
Çünkü taklitleri de istidlâlleri de, hattâ bütün kolları, kanatları da zanla kaimdir.
O aşağılık Şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepe takla düşerler.
İstidlâlcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek karasızdır.
Sebatiyle dağları bile hayran eden ve basiret sahibi olan zamanın kutbu ise böyle değildir. (İstidlâle değer vermez).
2130. Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır sopa.
Askerin, yani din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir! Gören padişah!
Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine gözlükler sayesinde.
Dünyada gözlükler ve padişahlar olamasaydı bütün körler ölürlerdi.
Körlerin elinden ne ekmek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kâr ve kazanç.
2135. Tanrı onlara merhamet ve inayet kılmasaydı onların istidlâl değnekleri hemencecik kırılırdı.
Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Tanrı!
Sopa, mademki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!
O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz.
Ey körler güruhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!
2140. Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Âdem Peygamber istidlâl ve isyan yüzünden neler çekti?
Mûsâ ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfan sahibi oldu?
Sopa yılan şekline girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhar için günde beş kere ilân ederler.
Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hacet var mıydı?
Akıl akla uygun olan her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder.
2145. Bu bâkir yolu, akla aykırı (akıl hududundan hariç, kıyas ve istidlâle sığmaz) gör ve bu görüş, her devlet sahibine makbuldür; buna da dikkat et.
Şeytanlarla canavarlar, nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere kaçtılarsa,
Münkirler de Peygamberlerin mucizelerinden korkup başlarını otların içlerine sokmuşlar.
Bu suretle müslümanlık ediyle anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını sana bildirmemek istemişlerdir.
Kalpazanlar, kalp paraya nasıl gümüş sürerler ve üstüne padişahın adını kazırlarsa,
2150. Onları sözlerinin dış yüzü de tevhit ve şeriattir; fakat iç yüzü, ekmekteki delice tohumuna benzer.
Felsefecinin, dini inkâra, yahut din ehliyle mübahaseye kudreti yoktur. Böyle bir şeye girişirse Hak din, onu mahveder.
Onun eli, ayağı cansızdır. Canı ne derse ikisi de fermanına uyar, dediğini yapar.
Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkâr ederlerse de elleriyle ayakları, bunun imkânına şehadet edip durur.
Peygamber Aleyhisselâm’ın mucizesi, Ebucehil Aleyhillâne’nin elinde taş parçalarının dile gelerek Muhammed Sallâllahu Aleyhi Vesellem’in doğruluğuna şehadet etmeleri
Ebucehl’in elinde taş parçaları vardı. Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle!
Mademki göklerin sırlarına vâkıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?”
Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru olduğumuzu söylesin, bizi tasdik etsinler; hangisini istersin? Dedi.
Ebucehil “Bu ikincisi daha garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Tanrı ondan daha ilerisine de kadirdir.”
Derhal Ebucehl’in avucundaki taşların her biri, şahadet getirmeye başladı.
“İbadete layık hiçbir şey yoktur, ancak Tek Tanrı’ya tapılır” dedi ve “Muhammed, Tanrı elçisidir” incisini deldi.
2160. Ebucehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu.
Çalgıcı hikâyesinin sonu ve Emirülmüminîn Ömer’in –Tanrı ondan razı olsun kendisine Hatifin söylediğini alıp ulaştırması
Bunu bırak da yine çalgıcının hikâyesine kulak ver. Çalgıcı, beklemekten bunalınca.
Ömer’e yine ses geldi! “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar!
Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyar et.
Ey Ömer, kalk. Beytülmâlden yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say!
2165. O parayı huzuruna götürüp “O parayı huzuruna götürüp “Ey makbulümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mazur gör.
Bu kadarcık para sana ancak ibrişim (kirşi) parasıdır. Harcet, bitince yine buraya gel” de.
Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı.
Koltuğu altında para kesesi olduğu halde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığa yüz tuttu.
Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi.
2170. “Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihayet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi.
Kendi kendisine “Hak, bana dedi ki: bizim sâf, makbul ve mübarek kulumuz var;
İhtiyar bir çalgıcı, nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!”
Ava çıkan aslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı.
Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “ karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.
2175. Gelip edebe fazlasıyla riayet ederek oraya oturdu. Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı.
Ömer’i görünce şaşırdı, kaldı. Gitmek istedi, fakat titremeğe başladı.
İçinden dedi ki: “Yarabbi senin elinden elemân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesip geldi, çattı.”
Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış çehresini sararmış görünce,
“Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim.
2180. Tanrı, senin huylarını o derece methetti ki nihayet Ömer’i, senin cemaline âşık etti.
Otur şöyle önüme; uzaklaşmağa kalkışma. Kulağına devlet ve ikbal âleminden bazı sırlar söyleyeyim.
Tanrı sana selâm söylüyor; halini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden, ne haldesin? Buyuruyor.
Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!
İhtiyâr, bunu işitince kendini yerden yere vurup ellerini ısırmağa, elbisesini yırtmaya başladı.
2185. “Ey naziri olmayan Tanrı! Ziyade utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmağa koyuldu.
Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihayet çengi yere çalıp parça parça etti.
Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!
Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden!
İhsan ve vefa sahibi Tanrı, cefalarla, suçlarla, geçen ömrüme sen acı!
21120. Tanrı bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.
Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim.
Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.
Eyvallah olsun ki Kûçek makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.
2195. Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!
Ey, Tanrı, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikâyetim en çok kendimden…
Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var.
Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”
Birisi sana para verse, altın saysa sen ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.
Ömer’in –Tanrı ondan razı olsun- ihtiyar çalgıcının nazarını varlık âlemi olan istiğrak âlemine çevirmesi
Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder.
2200. Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.
Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Tanrı’ya perdedir,geleceğin de.
Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?
Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.
Sen, kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbeye gelmiş sayılırsın?
2205. Haberlerin haber vericiden bihaberdir; tövben günahından beterdir.
Ey geçen hallerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gâh zir nağmesini kıble edinirsin; gâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.”
Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı.
Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi.
2210. O zaman gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten de ( bütün âlemi unuttu).
Ona arayıp tarama hududu ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan söyle!
Halden de öte, kaalden de ileri şöyle bir hale, öyle bir kaale erişti; ululuk sahibi Tanrı’nın cemaline dalıp kaldı.
Ama tek bir kurtuluş imkânı bulunsun… Yahut denizden başka onu bir tanıyan, gören olsun… Hayır bu çeşit dalış değil.
Bu sözler, her an zuhura gelmeseydi, durmadan zuhur ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep olmasaydı aklı cüzi, külle ait sözler söylemezdi.
2215. Fakat birbiri ardınca durmadan zuhur ettikçe zuhur ediyor. Bundan dolayı da denizin dalgaları buraya gelip durmakta.
İhtiyar çalgıcının hikâyesi buraya varınca ihtiyarda yüzünü perde arkasına çekti, ahvali de.
İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak yarım bir söz kaldı.
Bu ayşü işreti düzüp koşma uğrunda yüz binlerce can feda edilse değer.
Can ormanındaki avcılıkta doğan ol; cihanın güneşi gidip canla oyna!
2220. Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla ) doldururlar.
Ey mânevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster.
İnsanın vücuduna akıl ve ruh, gayb âleminden akar su gibi gelmekte.
Her Pazar yerinde “ Yarabbi, muhtaçları doyuranların her birerine verdiklerine karşılık mükâfat ihsan eyle. Yarabbi, vermeyip saklayanların mallarını da telef et, onları zararlandır” diye dua eden iki meleğin dualarını tefsir ve o verici kişinin Tanrı yolunda mücahit olduğu, heva ve heves yolunda müsrif olmadığı
Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nida ederler:
Ey Tanrı, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüz bin ihsan et!
2225. Yarabbi, malını esirgeyenlere de ziyan içinde ziyandan başka bir şey verme!”
Fakat nice esirgemeler vardır ki vermeden iyidir. Tanrı malını Tanrı’nın buyurduğu yerden gayriye verme,
Ki hadde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kâfirlere, küfranı nimet edenlere katılmayasın.
Kâfirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban edenlerdi.
Tanrı emrini, Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz.
2230. (Yersiz ihsan), âsi bir kölenin, gûya adalet ediyorum, ihsanda bulunuyorum diye padişahın malını âsilere dağıtmasına benzer.
Kur’an’da “onların bütün ihsanları hasretten ibarettir” diye gaflet ehlini korkutan bir âyet vardır.
Şu âsinin adlü ihsanı, onu padişahtan daha ziyade uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.
Mekke ulularının Peygamberle harp ederken kurban kesmeleri de , Tanrı tarafından kabul edilir ümidiyleydi.
İşte bunun için mümin tevfika mazhar olamamak korkusundan daima namazda “İhdinas sıratal mustakim” der.
2235. O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esasen âşıkın vergisidir.
Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler.
Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona yapraksızlık azığı bağışlar.
Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi?
Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur.
2240. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.
Bu cihan tamamiyle fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mâna âleminde dile!
Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!
Eğer bu kapıdan bunu almaya kudretin yoksa bari şu hikâyeyi dinle!
Zamanında Kerem ve ihsanda Hatemi Tai’yi geçen ve nazirî bulunmayan Halifenin hikâyesi
Eski zamanda bir halife vardı ki, Hâtem’i cömertliğine köle etmişti.
2245. İhsan ve adalet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı.
Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hale gelmiş lûtuf ve ihsan Kaf’tan Kaf’a yayılmıştı.
O padişah, topraktan ibaret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İn’am ve ihsan sahibi Tanrı’nın vericiliğine mazhardı.
Deniz ve maden, onun ihsanına karşı zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kafile kafile gelip duruyordu.
Kapısı, hacet kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikle bütün âleme yayılmıştı.
2250. Onun vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı,Rum da. Türk de hayrete dalmıştı, Arap da.
Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmişti. Acem de!
Yoksul Arap bedevisinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçen şey
Bir gece bir bedevi karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:
“Bütün bu yoksulluğu, bu cefayı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir haldeyiz.
Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve haset… Testimiz yok suyumuz gözyaşı.
2255. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyası… Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.
Açlığımızdan değil mi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.
Yoksullar bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.
Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı… herkes, bizden kaçıyor.
Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize “Sus, geber, babalar çıkarasıca!” diyor.
2260. Arabın iftiharı, savaş ve ihsandır. Sence Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.
Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!
İhsan nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarını sokup kanını emmekteyiz.
Hele bize misafir gelsin… Geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!
Muhtaç ve müştak müritlerin yalancı, düzenci dâvacılara aldanmaları ve onları Hakk’a ulaşmış, yüce şeyh sanmaları, veresiyeyi peşinden, hileyle yapılmış çiçeği hakikî, bitmiş ve yeşermiş çiçekten farketmemeleri
Bundan dolayı bilenler, hikmetle dediler ki: ihsan ve kerem sahiplerine konuk olmak gerek.
2265. Halbuki sen, öyle birisinin müridisin ki hasisliği yüzünden kendisi galip değil, seni nasıl galip edecek?
Sana nur vermesi şöyle dursun… bilâkis kapkara bir hale koyar.
Kendisinin nuru yok, onunla görüşüp konuşanlar nereden nurlanacak?
Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilâç çeker ama zararlı ilâçtan başka bir şey çekemez ki.
Yoksulluk ve meşakkatta bizim halimiz de böyledir. Bize aldanıp da hiçbir konuk gelmez.
2270. On yıllık kıtlığı mücessem olarak görmedinse gözünü aç da bize bak!
Görünüşümüz dâvacı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şâşaalı!
Tanrı’dan onda ne bir koku var, ne bir eser. Fakat dâvası Şit’ten de ileri, Âdem’den de!
Hattâ ona, Şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu halde o “Biz Abdallardanız, hattâ daha ileriyiz “ der durur.
Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır.
2275. Söz söylerken lâfı Bayezid’den ziyade inceler, onu bile kusurlu bulur. Halbuki onun içyüzünden Yezid arlanır.
Gökyüzünün ekmeğinden, sofrasından nasipsizdir. Hak, önüne bir kemik bile atmamıştır.
O ise “Sofrayı yaydım, Hakk’ın vekiliyim, halife oğluyum” diye bağırıp durmaktadır.
“ Ey aşağılık sâf kişiler, gelin… gelin de ihsan keremimin sofrasından, kimse mâni olmaksızın yeyin” demektir.
Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsan istedikçe yalancı şeyh “ Yarın” der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz.
2280. Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkabilmek için uzun zamanlar lâzımdır.
Tek duvarın altında define mi var, yoksa yılan karınca ejderha yuvası mı?
O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar tâlibin de ömrü tükenmiş olur: artık anlamanın ne faydası var?
Bazen bir mürit, dâvacı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadkatle inanır, itikat eder. Bu itikat yüzünden öyle bir makama erişir ki şeyhi, o makamı ruyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Halbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu. nadirdir
Fakat nadir olarak tâlibin itikadındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı tâlibe faydalı olur.
Şeyhi, can sanır, ceset çıkar ama tâlip, kendi iyi niyeti yüzünden öyle bir makama erişir ki…
2285. Hali, tıpkı gece ortasında kıble arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı caizdir.
Dâvacı ve yalancı şeyhin can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda.
Niçin bunu, dâvacı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı halde utanıp arlanarak can çekişelim?”
Bedevinin, karısına sabretmesini buyurması ve ona sabır ve yoksulluğun faziletini söylemesi
Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar gelir ve mahsul arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki? Çoğu geçip gitti.
Akıllı kişi, artığa, eksiğe bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer.
22120. Sel ister sâf olsun, ister bulanık… Mademki baki değildir, ondan bahsetme?
Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız, hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir.
Üveyk kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı halde ağaçta Tanrıya şükreder.
Bülbül “Ey duaya icabet eden Tanrı, rızık hususunda itimadımız sana” diye Tanrıya hamdeyler.
Doğan, rızkını padişahın elinden umduğundan bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir.
2295. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Tanrı ailesidir; Hak da ne güzel aile reisi.
Gönlümüzdeki bütün bu gamlar, heva ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir.
Bu kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. Bu böyle oldu kuruntuları da vesveselerimizdir.
Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çaresi varsa, ölümün bir cüz’ünü kendinden kov!
Ölümün bir cüz’ünden bile kaçamadığın halde onun hepsini başından aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!
2300. Ölümün cüz’ü olan hastalık sana taht geliyorsa bil ki Tanrı küllü, yani ölümü de sana tatlılaştırır.
Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!
Tatlı yaşayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.
Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besli ise onu keserler.
Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın?
2305. Gençken daha kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, halbuki sen önceden altındın.
Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?
Meyvanın günden güne daha tatlı olması lâzım.İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!
Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır.
Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
2310. Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.
Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun çift olduğunu hiç gördün mü?
Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde doğru duramaz.
Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”
Bedevi karısının, kocasına “ Lime tekulûne mâ lâ tef’alûn denmiştir.Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler doğru olmakla beraber bu tevekkül makamı, senin makamın değildir. Makamından ve işinden yukarı söz söylemek, sana ziyan verir. “ Kebüre makten indallah “ hükmü zuhur eder, diye nasihat vermesi
Kanaatkâr adam ihlâsla, yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.
2315. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayri bir şeyi olmayan, artık bundan fazla senin afsununu istemem.
Yürü git. Gayri bu davadan bahsetme; kibir ve azamete dair saçma sapan şeyler söyleyip durma!
Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi halini, kendi işini gör de utan!
Kibir çirkindir ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün ortalık kar… Bir de elbise ıslak olursa…
Ey örümcek ağı gibi evi olan! Ne vakte kadar dava, çalım; Ne vakte kadar kibir, azamet!
2320. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad öğrendin.
Peygamber “Kanaat nedir? Hazinedir” dedi. Sen hazineyi mihnet ve
meşakkatten ayırt edemiyorsun.
Bu kanaat daimî bir hazineden başka bir hazineden başka bir şey değildir. Ey gönüle gam ve elem veren artık beyhude sözlere dalma!
Yürü bana “Eşim” deme, az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.
Neden padişahtan, beyden dem urup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile avlamaktasın.
2325. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş ney gibi inleyip durmaktasın.
Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim.
Kendi aklını benden fazla görüyorsun; Ya şu az akıllı olan beni nasıl gördün? ( Büsbütün aşağı değil mi?)
Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!
Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir, yılan ve akreptir.
2330. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!
Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem afsuncu… Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!
Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.
Afsuncu düşman gibi, yılana afsun okur, yılan da onu afsunlar.
Yılanın afsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın afsununa aldanır, onunla meşgul olur muydu?
2335. Afsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini afsunladığını anlamaz.
Yılan “ Ey afsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim afsunumu gör!
Sen beni Hak’kın adıyla afsunladın, bu suretle de beni halka rüsvay etmek istedin.
Beni Hak’kın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!
Senden benim hakkımı Tanrının adı alacak. Ben canımı da Tanrı adına ısmarladım, tenimi de.
2340. Tanrı adı, beni yaraladığın için ya can damarını koparsın, yahut seni de benim gibi mahsup etsin!” der.
Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.
Erkeğin, karısına “ Yoksullara hor bakma, Tanrı’nın işine noksan isnadetme, kendi yoksulluğunla vehimlenip hayallenerek yoksulu ve yoksulluğu kınama “ diye nasihat etmesi
Bedevi dedi ki: “ Ey kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk, benim için iftihar edilecek bir şeydir; başıma kakma!
Mal ve para başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir.
Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince: külâhı giderse ona daha hoş gelir.
2345. Tanrı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.
Esirci, esiri satarken ayıp örten elbiseyi soyar.
Esirin bir kusuru olursa hiç onu soyar mı? Soyması şöyle dursun, bir hile ile ne yapıp yapar, onu elbiseyle gösterir.
“Bu; iyiden, kötüden, olur olmaz şeyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker” der.
Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalmıştır: fakat malı vardır ve mal ayıbını örter.
2350. Tamahkâr tamahı yüzünden zengin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar.
Yoksul, halis altın gibi sevilse yine kumaşı, dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.
Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; yoksulluğa hor bakma;
Çünkü yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Tanrı’dan pek büyük bir rızıkları vardır.
Ulu Tanrı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz biçarelere zulmederler?
2355. Birisine nimet, mal, matrah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?
Böyle bir iş, Tanrı’dan, iki cihanı yaratan umulur mu?
“Elfakru Fahri” hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?
Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Halbuki sen bir yalancı, afsuncusun dedi.
Yılan tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başı ezilmekten kurtarırım.
2360. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.
Ben asla tamahtan afsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.
Tanrı göstermesin… Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var. Sen armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.
Biraz dönersen başın dönmeğe başlar; evi dönüyor görürsün… Halbuki dönen sensin!
Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makama göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.
2365. Ebucehil, Ahmed’i görüp “Beni Hâşim’den çirkin bir çehre zuhur etti” dedi.
Ahmet ona dedi ki: “ Haddini tecavüz ettinse de doğru söyledin.”
Sıddîk görüp “Ey güneş! Ne doğudasın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır” dedi.
Ahmet dedi ki: “Ey aziz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.”
Orada bulunanlar “ Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söz söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin… “Neden?” diye sordular.
2370. Peygamber “Ben Tanrı eliyle cilâlanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sûreti görürler” dedi.
Kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan bu kadınca arayıştan yüksel!
Kanaate dair söz söylemek, tamaha benzer ama hakikatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?
Sen de bir iki günceğiz yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör.
Yoksulluğa sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Tanrı’nın yüceliği yoksulluktur.
2375. Sirke satmada kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş binlerce can gör.
Yoksulluk acılığı çeken yüz binlerce cana bak… Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle lezzetlenmişler.
Ah yazık; sende kavrayacak kabiliyet olsaydı da, canımdan gönül şem’ası zuhur etseydi!
Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.
Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vâzeden ölü bile olsa söyler.
2380. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.
Kapımdan içeri namahrem girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.
Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeleri açarlar.
Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.
Çengin zir ve bem nağmeleri, nasıl olurda sağır kulak için terennüm edilir?
2385. Tanrı, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.
Hak, yeri, göğü yaratmış, aralarında da bir çok nur ve nâr yüceltmiştir.
Bu yeri yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır.
Aşağılık kişi yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.
Ey kapalı örtünüp bürünmüş kadın, sen hiç kör için süslendin mi?
23120. Dünyayı en değerli incilerle doldursan nasibin yoksa ne yapayım?
Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak!
Ben, iyiyle, kötüyle, kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun; gönlüm barışlardan bile ürkmekte.
Susacaksan ne âlâ; yoksa öyle bir iş yaparım ki şu anda hemen kalkar, evimi, barkımı bırakır, giderim.”
Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfar eylemesi
Kadın onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.
2395. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.
Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.
Cismim, canım, nem varsa senindir; hüküm de senin, ferman da!
Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.
Sen, bana dertli zamanlarda deva oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.
2400. Canın için, bu kendim için değil. Bu ağlayış bu inleyiş hep senin için.
Ben, Tanrı hakkı için varlığımı her nefeste huzurunda feda etmek isterim.
Canım sana kurban olsun… Ne olurdu ruhun bana vâkıf olsaydı.
Fakat sen hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.
Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de( artık ikisi de gözümde değil).
2405. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu halde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.
Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.
O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.
Bu kul sana tâbidir; gönlü, senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi “pişir, hazırla” dersen hemen “pişti, yandı bile” derim.
Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı…
2410. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbi oldum.
Senin şahane huyunu takdir edemedim. Huzuruna küstahça eşek sürdüm.
Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirazı bıraktım.
Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!
Acı ayrılıktan gem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!
2415. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.
Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.
Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”
Bu suretle güzel, açık açık söylerken kadına bir ağlamadır geldi.
Ağlaması bile yüzünün güzelliğiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür ağlaması haddinden aşınca.
2420. O gözyaşı yağmurundan bir yıldırım zuhur etti, o naziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.
Adamın, güzel yüzüne kul olduğu dilber, kulluğa başlarsa hal ne olur, insan ne hale gelir?
Azametinden yüreğini oynatan, kibirinden seni tir tir titreten sevgili, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hale girersin?
Naz ve istiğnası ile can ve gönülleri kan haline getiren güzel, niyaza girişirse hal ne olur?
Cevrü cefası, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkışırsa biz ne mazeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?
2425. Züyyine linnâs, hükmünce Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?
Tanrı; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?
Kişi yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.
Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimîni ya Humeyrâ” derdi.
Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.
2430. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.
Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.
Böyle bir hassa ancak Âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.
Kadınlar, akıllı kişiye galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur
Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar.
Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.
2435. Onlarda acıma, lûtfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında hayvanlık üstündür.
Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse… hayvanlık vasfıdır.
Kadın, Hak nurudur, sevgili değil… Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir!
O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirazını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen bir şeyi bir döndürenin bulunduğu, her bilene göre alken sabittir
Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevî de söylediğine pişman oldu.
“Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.
2440. Aklımız baştan ayağı fark etmesin diye kaza geldi mi, gözümüzü örtüyor.
Kaza geçince, insan kendisini yemeğe başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.
Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kâfir olmuşsam bile müslüman olmaktayım.
Sana karşı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma!”
İhtiyar kâfir, pişman olursa özür getirmeye başlar ve müslüman olur.
2445. Tanrı tapusu, rahmet ve keremlerle dopdoludur. Varlık da ona âşık yokluk da.
Küfür de o ululuk sahibi Tanrı’ya âşıktır, iman da; bakır da o kimyanın kuludur, gümüş de!
Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Tanrı dileğine müsahharsa Mûsâ ve Firavun da Tanrı dileğine müsahhardır. Firavun’un, şerefine halel gelmemesi için Tanrı’ya yalnızca münacatı
Mûsâ’nın da mâna cihetinden bir yolu vardır, Firavun’un da. Fakat, zâhiren Mûsâ yolludur, Firavun yolsuz.
Mûsâ , gündüzün Tanrı huzurunda ağlayıp inledi; Firavunda gece yarısı ağladı,
Dedi ki; “Ey Tanrı, boynundaki bu demir zincir nedir? Boynumda demir zincir olmasa kim “ Ben, benim” der (asılsız dâvaya. Benliğe kalkışır? )
2450. Şüphe yok ki Mûsâ’yı nurlandıran iradenle beni de karanlıklara daldırdın.
Mûsâ’yı, ay yüzlü bir hale getirten dileğinle canımın aynı kara yüzlü bir hale getirdin.
Yıldızım aydan daha iyi, daha talihli değil ki. Tutulursa ne çarem var?
Halk, benim nöbetimi Tanrı diye, Sultan diye tutuyor ama doğrusu ay tutulmuş, tas çalıyorlar!
Onlar tas çalıp gürültü ediyorlar ama o gürültüyle ayı rüsvay etmektedirler.
2455. Ben ki Firavun’um, şöhretten elâman! “Enerabbüküm-ül â’lâ demem de beni rüsvay eden tas gürültüsüdür.
Mûsâ’da, ben de aynı kapının kuluyuz. Fakat senin ormanında senin baltan işliyor; dalları senin baltan kesmektedir;
Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor.
Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer! Hiç dal baltanın elinden kurtulabilir mi?
Balta senindir, o kudret hakkı için kereminden bu eğrilikleri doğrult!”
2460. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece “Ey Rabbimiz” diye yalvarmıyor muyum?
Yalnızken mütevazi bir hale geliyor, düzeliyorum. Neden Mûsâ’ya karşı öyle oluyorum?
Kalp altının rengi halis altından on derece daha parlak olsa ataşe karşı nasıl yüzü kara bir hale gelir!
Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman, beni iç haline kor, bir zaman kabuk haline.
Bir zaman beni ay haline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın işi, bundan başka nedir ki?
2465. Ekin ol der beni yeşertir. Çirkinleş der, sarartır.
Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.
Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsâ öbür Mûsâ ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsâ ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.
Bu nükte yüzünden hatırına “renk, nasıl olur da kıylü kalden kurtulur?
Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhura geldiği halde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?
2470. * Yağın aslı sudandır ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıt olur?
Mademki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıt oldu?
Gül dikenden meydana meydana gelmiştir, diken de gülden… böyle olduğu halde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse (bil ki bu)
Ya hakikatta savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır;
Yahut ne savaş ne hikmet…Hayretten ibarettir. Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek.
2475. Sen define sandığın şey yüzünden, o vehminden defineyi kaybediyorsun.
Sen vehmi de, tedbirleri, düşünceleri de mamure bil, mamur yerlerde define olmaz.
Mamur yerlerde varlık, didişmek olur. Yok olan, varlıklardan utanır, arlanır.
Varlık, yokluktan feryad etmemiştir. Yokluk, o varlığı, kendisinden uzaklaştırmış, gidermiştir.
“Ben yokluktan kaçıyorum” deme. Hakikatte o, senden yirmi kere daha fazla kaçmakta!
2480. Görünüşte seni kendisine çağırmaktadır ama içinden seni reddetme sopasıyla sürmektedir.
Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un, Mûsâ’dan nefretini, sen Mûsâ’dan bil.
” Hasiret dünya vel âhire “ hükmünce şakilerin, iki cihanda da mahrumiyetlerinin sebebi
Tabiata inananlar; gök bir yumurtadır, yer de onun sarısı diye itikat etmişlerdir.
Birisi, “Bu yeryüzü, yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?
Havaya asılmış bir kandil gibi ne aşağıya gitmekte, ne yukarı çıkmakta” dedi.
2485. O hakîm, “Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.
Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır” diye cevap verdi.
Öteki hakîm de “Sâf gök, kara toprağı kendisine çekmez.
Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallâkta kalmıştır” dedi.
Kemâl ehlinin gönülleri de firavunların canlarını böyle defeder de, onlar dalâletde kalırlar.
24120. Onları bu cihan da defeder, o cihan da. O yolsuzlar da bu yüzden o cihandan da mahrum kalırlar, bu cihanda da.
Ululuk sahibi Tanrının kullarından, velîlerden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar.
Onların kehlibarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler.
Kehlibarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler.
Hayvanlık mertebesi nasıl insanlığa esir ve mağlûpsa.
2495. İnsan mertebesinin de Tanrı velîlerinin elinde hayvan gibi mağlûp olduğunu anla ey yoksul!
Ahmed, irşadederken halka “Kullarım” dedi. Tanrı bütün âlemi “ Kul yâ ibâdî” diye çağır” buyurdu.
Senin aklın deveciye benzer, sen de devesin, Akıl, seni, ister istemez hükmünce çekip durmaktadır.
Velîler, akılların aklıdır. Akıllar da ta en sonuncusuna kadar develere benzer.
Onlara ibretle bak: bir kılavuz, yüz binlerce can!
2500. Ne kılavuzu ne deveciyi! Sen, güneşi gören gözü bul da sonra bak!
Bütün cihan, gece içinde kalmış, karanlıklara mıhlanmış, güneşi ve gündüzü bekleyip durmakta.
İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek aslan.
İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana şüphe ile ayak basma!
Ama yol gösterici hakkında içe gelen şüphe, Tanrı rahmetidir.
2505. Her peygamber dünyaya tek gelmiştir. Tektir ama içinde yüzlerce âlem gizli.
Âlem-i Kübra, kudretle sihir yaptı da cirmini, küçücük bir suret içinde gizledi.
Ahmaklar onu tek ve zayıf gördüler. Hiç padişahın dostu olan zayıf olur mu?
Ahmaklar, “O, ancak bir tek kişiden ibaret!” dediler. Vay âkıbeti düşünmeyen!
His gözünün Salih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Tanrı, bir orduyu helâk etmek isterse, düşmanları, galip olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir “ Ve yukallilüküm fî a’yünihim liyakdiyallahu ermen kâne mef’ûlâ “
Salih’in devesi görünüşte deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.
2510. Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helâk olup mezarı doyurdular).
Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler.
Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
Neticede” Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!
Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.
2515. Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir.
Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı yaralanmaz.
Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.
Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı’nın nuru, kâfirlere mağlup olmaz.
Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.
2520. Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir.
Tanrı bütün âleme penah olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.
*Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.
Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Tanrı’dan azap erişecek.
Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır:
2525. Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz.
İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrı’nın kahrı gelir, çatar.
Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.
*Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar.
2530. Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
*Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Tanrı’ya kaçıp gitmekteydi.
Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.
2535. Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar.
İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
2540. Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök!
Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
2545. Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
2550. Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu.
Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.
2555. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
2560. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı?
Neye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi?
Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?
2565. İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Tanrı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!
Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri…
Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl pîrinin başına ayak bastılar.
Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.
Tanrı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi…”
Tanrı iki deniz yarattı,birbirlerine kavuştukları halde aralarında bir perde vardır,birbirlerine karışmazlar“ âyetlerinin mânası
2570. Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.
Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında Kaf dağı çekilmiştir.
Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
Bu, bir dizide hakikî inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak;
2575. Diğer yarısı, yılan zehiri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.
Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.
2580. Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?
Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir.
Akıbeti gören göz, doğruyu görebilir. Âhiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir.
2585. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder.
Şeytan “Yiyin” diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder.
Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.
Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve Sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.
25120. Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.
Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır.
Lâlin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.
Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.
Yüce ve Ulu Tanrı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am sûresinde anlatmıştır.
2595. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin… Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun!
Bu söze söz deme, âbıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli.
Bir yer olur ki bu yılan zehri, Tanrı’nın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
Bir yerde zehirdir, bir yerde ilâç… Bir yerde küfürdü, bir yerde tam lâyık ve yerinde.
2600. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir.
Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.
Sonra küpün içine girince acır, haram olur…Sirke olunca ne güzel katıktır!
Müridin, küstahlık ederek kâmil vlî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyan vermez ama hastaya ziyan verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “ Liyağfire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve ma teahhar “ haline gelmemiştir
Velî, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar.
Süleyman ”Rabbi hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.”
2605. Yahut benden başkasına bu lûtufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
Lâ yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.
Hattâ o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir.
Baş korkusuyla can ve din korkusu… Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.
2610. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.
Şefaat edip ”Bana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver.
Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim” dedi.
2615. Bunu anlatmak farzdır. Ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.
Arapla eşine ait hikâyenin sonu
Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin neticesini istemekte.
Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil.
Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.
Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.
2620. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.
Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevazu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir.
Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.
Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.
Eğer yalnız mânaya ait anlatış kifayet etseydi âlem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur giderdi.
2625. Sevgi, düşünce ve mânadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhiri suretleri de kalmaz, yok olurdu.
Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder.
Çünkü, ey ulu kişi, zâhiri iyilikler gizli sevgilere şahittir.
Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoş, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!
2630. Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür.
O murai de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir. Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri, yalancı alâmeti,doğrusundan ayırt edelim.
Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.
2635. Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi…Akrabalık sevgiyi bildirir.
Fakat imam ve muktedası Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden kurtulur.
Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu bütün kâinata yaymıştır.
Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilât var ama sen ara.
2640. Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak!
Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.
Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
O Arabın, karısının dileğine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye yemin etmesi
Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.
Ne dersen ben sana tâbiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü… ona bakmam.
2645. Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.”
Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.
Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safi’yi yaratan Tanrı hakkı için (Seni seviyorum).
Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.
Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesmâ” sından ders verdi, öğretti.
2650. Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler.
Âdem’in yüzünden nail oldukları fütuhata, göklerde bile erişememişlerdir.
Âdem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı.
Peygamber “Tanrı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil.
2655. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.
Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”
Arş, bile o nuriyle, o genişliğiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânaya karşı suret nedir ki?
Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.
2660. Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.
Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi?
Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.
2665. Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.
Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.
O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek “Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?
Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.
2670. Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi söyleyin.
Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım;
Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açamasın.
2675. Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.
O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkidir dedi.”
Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.
İşte o köpük hakkı için, o sâf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir lâf değil.
Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkı için.
2680. Bu hevesim, sence sınamadan ibaretse bu sınamamı sına.
Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!
Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.
Fakat nasıl edeyim; elimde ne çare var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?
Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi
Kadın dedi ki:”Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.
2685. O Tanrı vekili, Tanrı halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.
O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?
İkbal sahiplerinin dostluğu kimya gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
Ahmed’in gözü Ebubekir’e değince o bir tasdik yüzünden Sıddıyk olmuştur.”
Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun yanına nasıl giderim?
26120. Buna bir münasebet, bir vesile gerek. Hiçbir sanat aletsiz meydana gelir mi?
Mecnun gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.
Eyvah, dedi; bahanesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hale gelirim?
Keşke hazık bir hekîm olaydım…O vakit Leylâ’ya koşa, koşa giderdim.
Tanrı, bize “Ya Muhammed, gelin de” buyurdu da bu davet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.
2695. Gece kuşlarının gözleri ve kabiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.
Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi, vesileden mahrum oluş, vesilenin aynı oldu.
Çünkü alet, vesile… dâvaya düşmektir, varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır.”
Arap “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?
Müflisliğime de bir delil gerek ki padişah halime acısın.
2700. Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.
Çünkü sözden ve kötü hileden ibaret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecruhtur.
Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın (halini arzetmeden hali anlaşılan)” dedi.
Arabın, orada su kıtlığı var sanarak çölleri aşıp Bağdat’a, halifeye bir testi yağmur suyu hediye götürmesi
Kadın dedi ki: “Doğruluk varlığından tamamı ile çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.
Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret.
2705. Bu su testisini al, git; padişahlar padişahın huzuruna var, armağan götür.
De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.
Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su az bulunur.
O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.
Ey Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığına iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazıl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!
2710. Bu beş duygudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her türlü murdar şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut.
Bu suretle şu testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla huylansın.
Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.
Ondan sonra da artık testinin suyu nihayetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.
Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Tanrı” Gözlerinizi heva ve hevesten yumun” buyurdu.
2715. Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakikaten bu armağan, öyle bir padişaha lâyık diye gururlanmaktaydı.
Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle akıp durmakta.
Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.
Padişahın huzuruna var da şevketi, azameti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!
O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katradan ibarettir.
Arabın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve ağzını kapatması
2720. Arap, evet, dedi. Testinin ağzını kapa, hakikaten armağan, bize faydalı.
Keçeye sar, sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.
Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu halis şarap, zevk ve sefa kaynağı!
Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır.
Durağı, yatağı acı subaşı olan kuş; sâf berrak suyu ne bilsin?
2725. Yurdun acı su kaynağı; Şatt’ı, Ceyhun’u nereden bileceksin?
Ey şu fâni konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!
Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivayet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.
Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânası yok.
Hulâsa, Arap testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı.
2730. Testiye bir ziyan gelecek diye korkusundan titreyerek çölden ta… şehre kadar götürdü.
Kadın da evde seccadesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte;
“Suyumuzu, bayağı kişilerden koru…Ya Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır.
Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur.
Cevher dediğin de nedir ki… Bu su Kevser suyudur. İncinin aslı, bunun bir katrasıdır” diyordu.
2735. Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü bereketiyle,
Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup dinlenmeksizin ta Hilâfet Şehrine kadar götürdü.
Orada bir tapu gördü ki nimetlerle dolu. Haceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar?
Zaman, zaman her tarafta bir haceti olan o tapudan ihsana nail olmuş, hil’atler elde etmiş.
O kapı; kâfire, Müslüman’a, güzele, çirkine güneş gibi… Hattâ cennet gibi.
2740. Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.
Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, neşe içinde… Hepsi Sûr üfürülmüş te dirilmiş canlar gibi.
Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar… İç yüzüne ehemmiyet verenler, mâna denizini bulmuşlar.
Himmetsizler, himmete erişmiş… Himmet sahipleri nimete erişmiş!
Yoksul, nasıl ihsana ve ihsan sahibine âşıksa ihsan sahibi de yoksula âşıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsan sahibi onun kapısına gelir. İhsan sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı, kemalidir, ihsan sahibinin sabrı ise noksanı
Kapıdan ses gelmekteydi: Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.
2745. Cilalı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar.
Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsan ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.
Bundan dolayı Hak “Vedduhâ” sûresinde “ Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.
Mademki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı buğulandırır.
Tanrı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsanda bulunur.
2750. Şu halde yoksullar, Tanrı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.
Bu iki çeşit yoksuldan başkaları (yani varlığı olmayanlarla varlıktan geçenlerden başkaları) esasen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki, nakıştan, suretten ibarettir.
Tanrı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Tanrı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark
O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.
O, Tanrı fakiri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.
Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.
2755. O evde beslenen kuştur, havada uçan Sîmurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir.
Yemek, içmek için Tanrı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.
Tanrının zatına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zat değildir; vehmi, esma ve sıfâtın verdiği vehimdir.
Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hak ise doğmamıştır, doğurmaz.
Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Tanrı âşıklarından olacak?
2760. O vehme âşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür.
Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.
Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.
Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.
Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa…
2765. Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!
Kâğıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.
Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münasebeti yoktur.
Gönülde bir haletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı bu dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama nispetle resimden ibarettir.
Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mânanın doğrulması, hakiki gamı anlaman içindir.
2770. Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.
Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!
Halife adamlarının bedeviyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri
Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar değildir.
O bedevi Arap uzak çöllerden Hilâfet Şehrinin kapısına vardı.
Kapıcılar, bedeviyi karşılayıp üstüne lûtuf gülsuyunu serptiler.
2775. Bedevi söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsan etmekti.
Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi diyardansın, yolla, yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.
Bedevi dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim var ne yüzüm!
Ey yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Câferi altından daha hoş kişiler!
Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet… hepsi feda olsun!
2780. Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!
Kimya gibi olan bakışı nızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz.
Ben garibim, padişahın lûtfunu umarak çöllerden geldim. Onun lûtfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lûtfiyle canlandı.
Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.
2785. Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi.
Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.
Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âbıhayat içen bedevi gibi…
Mûsâ ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti.
İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı.
27120. Buğday başağı, Âdemin tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu.
Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur.
Çocuk, babası lûtfedecek, kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe gider.
Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi aydınlatan bir bedir haline gelir.
Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti.
2795. Öyle olduğu halde o ve evlâtları, hilâfet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o makama şeref verdiler.
Ben, bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde baş köşe oldum, yüceldim.
Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni ta cennetin baş köşesine kadar çekti, götürdü.
Ekmek, bir Âdem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı.
Melek gibi sudan da vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyarsız dönmekteyim.
2800. Âşıklarının cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş yoktur. Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”
[divide style=”2″]
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 2101 – 2800 )
B. 2110. 1241 inci beytin izahına bakınız.
B. 2112 – 2119. “Peygamber, hutbe okurken bir hurma ağacı dalına dayanırdı. Mimber yapılınca Peygamber, üstüne çıkıp oturduğu zaman mescidin direklerinden olan o hurma dalından bir inilti çıkmıya başladı. Nihayet Peygamber mimberden inip elini direğe koyunca direk sustu.” (Sahîh-i Buhari, Bulak tab-ı 1312, Kitab-al Cumua, C. 2, S. 9). Bu hadis, biraz daha mufassal olarak da rivayet edilmiş ve Peygamberi’n direği koçtuğu, direğin ağlarken susturulan bir küçük çocuk gibi kesik kesik inlemiye başlayıp sonra sustuğu, Peygamber’in Tanrı zikrini duyardı. Ondan ayrıldığı için ağladı” dediği de ilâve olunmuştur (Ankaravi şerhi, Matbaa-i Âmire tab’ı, s. 426).
B. 2138. Kıyas, herhangi bir şeyle diğer bir şeyi mukayese etmek, istidlal de mukayeseden bir delille netice elde eylemektir. Kıyası, şer’î hüccet bilenler, yani dinî bir hükmü, kıyas üzerine verenler olduğu gibi kıyası kabul «etmiyenler de »ardır. Mevlâna, bir müçtehit olduğundan kıyas ve istidlali kabul etmez, münasebet düştükçe onların çürüklüğünden bahseder.
B. 2207. Sazın alt perdesine “zir”, üst perdesine “bem” denir.
B. 2222. den sonraki başlıktaki söz hadîstir (Buhârî ve Müslim: Ankaravî, S. 444).
B. 2231. 8 inci sure — Enfâl, âyet: 36.
B. 2244. Hâtem-i ‘Tâî, Abdullah-ibn-i Sa’d’in oğuludur ve Tay kabîlesindendir. Cömertliğiyle meşhur olduğu gibi yiğitliği de ilerideydi. Yol kaybedenler gelsin, kendisine misafir olsun diye geceleri civardaki tepelere ateşler yaktırırdı. Hicretten aşağı yukarı 17 yıl önce (604) ölmüştür.
B. 2258. Kur’an’ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 84-98 inci âyetlerinde Musa Peygamber, Tûr’day-ken Sâmirî’nin İsrailoğullarını yoldan çıkardığı, onların, altınlarından bir buzağı yapıp “İşte bu, sizin Tanrınız ve-Musa’nın tanrısı, dediği ve hepsinin o buzağıya tapmıya başlayıp Harun’u dinlemedikleri, bu buzağının ses vermesi, inanışlarını büsbütün kuvvetlendirdiği, nihayet Musa’nın gelip Sâmirî’yi sorguya çektiği, onun da Cebrail, Mısırlıları denize gark etmek üzere gelirken görüp ayağının bastığı yerden aldığı bir avuç toprağı buzağının altınına karıştırdığını, o yüzden ses verdiğini söylemesi, Musa’nın Sâmirî’yi hudut haricine sürüp buzağıyı da ateşe atması hikâye edilmektedir.
B. 2272. Şit, Adem Peygamber’in oğullanndandır. Şîs de denir.
B. 2275. Bâyezîd-i Bistâmî, Melâmetîlerden büyük bir sofidir. Hemen bütün tarikatlar, silsilelerini bu zata bağlarlar. Adı Tayfur’dur. Bir rivayete göre Hicri 261 de (876), diğer rivayete göre de 234 te (848) vefat etmiştir. Yezid, Emevi Hanedanını kuran Muaviyye’nin oğlu ve Emevî halifelerinin ikincisidir. Hicrî 60 ta (679) halife olmuş, senesinde Kerbelâ vak’ası vukubulmustur. Yine bu adamın zamanında Medine isyanı üzerine Peygamber’in camii ve türbesi birkaç gün ahır olarak kullanılmış, şehirde birçok zulüm ve ahlâksızlıklar yapılmış, sonra Mekke muhasara edilmiş ve Kabe yakılmıştı. Mekke zap-tedilmeden 64 tarihinde (683) Yezid ölmüş, Mekke de kurtulmuştu.
B. 2314. ten sonraki başlıkta bulunan sözün mânası “Yapmadıklarınızı niye söylersiniz?” dir. Aynı başlıkta ikinci Arapça cümle “Bu, Tanrı yanında büyük bir gazaba uğramanıza sebebolur” mânasına gelir. Her iki cümle de 61 inci surenin (Sâff) 2-3 üncü âyetlerindedir.
B. 2357. “Yoksulluk, benim öğünmemdir. Öbür peygamberlere onunla öğünürüm” diye bir hadîs rivayet edilir. Sofiler, bu hadîse çok ehemmiyet verirler ve Buradaki yokluk ve yoksuzluğu mevhum varlıktan soyunmak. Tanrı varlığiyle var olmak mânasına alırlar.
B. 2363. Bu beyit, bir hikâyeye dayanmaktadır; Kadının, biri, sevgilisini bahçede bir otluğa gizlemiş, kocasiyle gezmiye çıkmış. Otluğa yaklaşınca “Dur, canım şu armut ağacına çıkmak istiyor” deyip ağaca çıkmış. Ağaçtan kocasına “O yanındaki kadın kim? Onunla gözümün önünde sevişmekten utanmıyor musun? diye bağırmıya başlamış. Adam, her ne kadar “Öyle bir şey yok” demişse de kadın feryadı basmış. Kocası aşağı inip bakmasını söylemiş, kadın inmiş “Hakikaten bir şey yok. Sen de çık bakalım, bir şey görecek misin?” diye adamı çıkarmış ve sevgilisiyle oynaşmağa koyulmuş. Bu sefer adam bağırmağa başlamış. Kadın bir müddet sonra “hele aşağı in de bak, bir şey var mı” demiş. Adamcağız aşağı ininceye kadar oynaşı kaçıp gitmiş. Bunun üzerine asağıda karısından başka kimseyi göremiyen adam, bu ağaçta bir sır olduğuna kani olmuş. Birisi bir şeyi doğru görmezse Farsça “Armut ağacından in de şüphen kalmasın” derler. Bu bir atalar sözü olup kalmıştır.
B. 2365. Hâşim. H. Muhammed’in dördüncü atasıdır. Kureyş kabilesinin Hâşim soyundan gelenlere-“Beni Hâşim — Hâşimoğullan” denir.
B. 2367. Sıddıyk, tamamiyle inanan, tasdik eden demektir. Ebubekir’in lâkabıdır.
B. 2425. “Kadınlardan, oğullardan, altın ve gümüşe ait toplanmış mallardan, damgalanmış atlardan, diğer hayvanlarla ekim biçimden olan şehvetlere meyil ve sevgi, insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar, dünya yaşayışına ait kanaatlerdir. Dönülecek iyi makam ise Tanrı indindedir.” (Sure: 3 — Âl-i İmran. âyet: 14) Bu beyitteki “Züyyine linnâs — İnsanlar için ziynetlendirildi, onlara güzel gösterildi” cümlesi, bu âyetin başlangıcıdır.
B. 2427. Zâloğlu Rüstem, İran’ın meşhur esatiri kahramanıdır. Hamza, Peygamber’in amcasıdır. ve kahramanlığiyle meşhurdur. Uhud harbinde şehit düşmüştür.
B. 2428. 1972 nci beytin izahına bakınız.
B. 2453. Ay tutulunca halk sahan, fincan gibi şeyler çalarlar. Hattâ tüfek, tabanca atarlardı.
Bu suretle ayı tutan şeytan korkup kaçarmış!
B. 2455. “Ene Rabbüküm-ül a’la” ben, sizin en yüce Tanrınızım demektir. Kur’an’ın 79 uncu suresi olan. Nâziât suresinin 15-26 ncı âyetlerinde Firavun’un kötülüğü anlatılırken 24 üncü âyette böyle dediği de hikâye edilmektedir.
B. 2481. den sonraki başlıktaki cümle “Dünyada da ziyan eder. Ahrette de” demektir. 22 nci surenin (Hac) 11 inci âyetinden alınmadır. Ayetin mânası şudur: “İnsanların bazısı Tanrı’ya dille ibadet eder; bir hayra uğrarsa inanır, bir sınanmaya düşerse dinden yüz çevirir. Bu çeşit adam dünyada da ziyan eder, ahrette de, işte görünür ziyankârlık budur.”
B. 2508. den sonraki başlıktaki cümle 8 inci surenin (Enfâl) 44 üncü âyetinden alınmaktadır. “Sizi de onların gözlerine az gösterdi. İşler, nihayet Tanrı’ya döner, onun dediği olur” demektir. Âyetin tamamının mânası şudur: “An o zamanı ki Tanrı’nın takdir ettiği şey, yerine gelsin diye düşmanla karşılaştığınız vakit Tanrı, onları sizin gözünüze azlık gösterdiği gibi sizi de onların gözlerine az gösterdi. İşler, nihayet Tanrı’ya döner, onun dediği olur.”
B. 2513. ten itibaren Salih Peygamber’den ve mucizelerinden bahsedilmektedir. Bu bahis, bilhassa Kur’-an’ın 91 inci üresi olan Şems suresinin 10-15 inci âyetlerinde vardır. 2513 üncü beytin ikinci mısraı, bu surenin 13 üncü âyetinden aynen ve lâfzen alınmıştır.
B. 2539. Bu kelime “diz çökmüşler” manasınadır. Kuran’da Semud kavminin helaki anlatırken “Salih Peygamber’in gönderdiği Semud kavmini yer deprentisi ve korkunç bir ses, tamamiyle helak etti. Onlar, evlerinde diz çökmüş olarak öldüler ve bu suretle sabahladılar” deniyor (7 nci sure — A’râf, âyet: 78).
B. 2558. “Zalim kavmin ardından…” Şuayb Peygamber, kavminin helakinden sonra böyle demiştir
(7 nci sure — A’râf, âyet: 93).
B. 2569. dan sonraki bahis, 297 nci beytin izahına bakınız.
B. 2594. “Tanrı, öyle bir Tanrı’dır ki sizi topraktan yaratmış, sonra belli olmıyan bir müddet hayatta kalmanızı takdir etmiştir. O müddetin, yani ecelinizin ne vakit ve ne suretle geleceğini ve kıyametin ne vakit kopacağını Tanrı bilir. Siz bunları bilirsiniz de sonra •yine şüpheye düşersiniz.”
(Sure: 6 — En’âm, âyet: 3).
B. 2692. den sonraki başlıktaki Arapça söz. 48 inci surenin (Feth) 2 nci âyetinden alınmadır ve “Tanrı, suçlarından yapılıp geçmiş onları da yarhgar, geleceklerini de” demektir.
B. 2604. “Süleyman, Rabbim, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanat ver ki benden sonra hiç kimseye nasibolmasın. Sen, şüphe yok, verici Tanrısın dedi” (38 nci sure — Sâd. âyet: 35). Bu beyitteki Arapça cümle “Rabbim, bana ver” demektir. 2606 ncı beyitteki cümle de “nasibolmasın” manasınadır. Her iki cümle de aynen bu âyetten alınmada.
B. 2610 – 2611. Süleyman Peygamber’in, kendisine gösterilen atlara dalıp ibadet zamanını geçirdiği 38 inci surenin (Sâd) 31-33 üncü âyetlerinde bildirilmektedir.
B. 2654. “Ben yerime, göğüme sığmadım ama bana inanmış, benden korkan temiz ve haramdan çekinen kulumun gönlü beni aldı, oraya sığdım.” Kudsi hadîs.
B. 2656. 568 inci beyitin izahına bakınız.
B. 2694. “Ya Muhammed. de ki: gelin…” Bu cümle birkaç âyette vardır (3 üncü sure — Âl-i İmran. âyet: 64, 6 ncı sure — En’âm, âyet: 151.
B. 2709. 9 uncu sure — Tevbe, âyet: 111.
B. 2714. 24 üncü sure — Nur, âyet: 30.
B. 2728. Arap alfabesindeki 28 harf iki türlü tertibe tâbidir. Birincisi yazı bakımından birbirine benzer harfler yanyana getirilerek yapılmıştır. İkincisi harflerin terkiplerinden meydana gelmiştir. Ebc (e) d, H (e) v (ve) z… gibi. Bu ikinci tertibe “Epçet” denir. Epçet hesabı da bu harflere göredir. Bu harflere, yani Epçede mâna verenler ve Adem Ataya inen sahifelerin bunlar olduğunu söyliyenler de vardır.
B. 2734. Kevser, fazla nesil ve zürriyet, bir de cennette H. Muhammed’e mahsus bir havuzdur. Kur’an’-ın 108 inci suresinin adı da Kevser suresidir.
B. 2747. Kur’an’ın 93 üncü suresi “Vedduhâ — kuşluk çağına and olsun” diye başlar ve “Duhâ suresi” diye anılır. Bu beyitteki âyet, bu surenin onuncu âyetidir.
B. 2758. Kur’an’ın 112 nci suresi olan İhlâs suresinin 3 ve 4 üncü âyetlerinden alınmadır.
B. 2787. Yusuf Peygamber’i kardeşleri kuyuya atmışlar, bir kafile geçerken kuyudan su çekmek üzere kuyuya kova salmışlar, Yusuf bu suretle çıkmıştır. (12 nci sure, Yusuf, âyet: 19).
B. 2788. Musa Peygamber. Şuayb Peygamber’in kızını ve kendisine verilen hayvanları alıp bir yurt kurmak üzere giderken Eymen – Tuvâ vadisinde karşıdan bir ateş görmüş, yol sormak yahut ısınmak üzere biraz ateş almak için oraya doğru gidince çalılardan, ağaçlardan ateş çıktığını, fakat çalılarla ağaçların yanmadığmı görmüş, ilerleyince ateşin de ilerlediğini, gerileyince ateşin de gerilediğini görerek şaşırmış bir haldeyken bir ağaçtan “Ben senin Rabbinim, sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin, çıkar ayakkabılarını!” diye bir ses gelmiş. Asasının ejderha olması, koynuna soktuğu elin parıl parıl yanar bir hale gelmesi (Yed-i Beyzâ) mucizeleri, kendisine burada verilmiştir. Tevrat’ta anlatılan bu vak’a, Kur’an’ın da birçok surelerinde geçer (meselâ sure: 20 — Tâhâ, 9 uncu âyetten itibaren).
B. 2794 – 2795. Bu beyitlere göre Mesnevi’nin birinci cildi yazılırken Bağdad’da henüz Abbasoğulları halifeliğinin bulunduğuna hükmetmek icabeder. Bağdad, Hulâgû tarafından hicrî 656 da zaptedilmiş, Abbasoğulları imparatorluğu bu suretle tarihe karışmıştır. Buna nazaran Mesnevi’nin birinci cildi, nihayet 656 (1258) yılında ve bu beyitlerin, cildin sonlarında olduğuna göre herhalde Bağdad’ın zaptından önce tamamlanmıştır. Mevlana, ikinci cildin başlarında, bu cilde 662 recebinin on beşinci günü başlandığını ve birinci cildin bitmesinden sonra Mesnevi yazılmasının bir müddet durakladığını bildirir. Eflâki, bu duraklamanın. Çelebi Hüsameddin’in karısının ölümü ve yeniden evlenmesi yüzünden olduğunu ve iki yıldan ibaret bulunduğunu söylerse de ikinci cilde, birinci cildin bitmesinden aşağı yukarı altı sene sonra başlandığı yukardaki hesaptan açıkça meydana çıkmaktadır. Salih Ahmet Dede, “Mecmua-al Tavârîh-al Mevleviyye” de birinci cilde 659 cümadelâhırası sonlarında başlandığını, hiçbir kaynak göstermeden söyler. Herhalde bu hesabı, Eflâkî’nin iki yıl duraklama kaydını gözeterek ve nihayet bir cildin bir yılda biteceğini tahmin ederek yapmıştır. Halbuki arzettiğimiz gibi birinci cildin sonlarında henüz Abbasoğulları İmparatorluğu vardır. Şu halde bu kayıt da tamamiyle yanlıştır.
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 1 (2801 -3500 Beyitler)
Dünyaya âşık olan kişi, üstüne güneş vurmuş bir duvara âşık olur. Bu parlaklığın, bu ziyanın duvardan olmayıp güneşten olduğunu anlamak için hiç zihnini yormamış ve gönlünü tamamıyla duvara vermiş olan kişiye benzer; güneşin ziyası, güneşe kavuşunca ebediyen mahrum kalır. Ve hîle heynehüm ve beyne mâ yeştehûn
Kül âşığı olanlar, bu cüz’e müştak olmazlar, Cüz’e müştak olan, külden mahrum kalır.
Cüzü, cüze âşık olunca mâşuku, çabucak küllüne gider, âşık ayrılığa düşer.
Cüz’ü seven, maskaralaştı, başkalarına kul oldu. Denize düştü, boğulmak üzere; eline geçen ota yapışmakta.
O zayıf mâşuk, hakim değildir ki âşığın derdine derman olsun. Efendisinin işini mi görsün, kendi işini mi?
Arapların atasözü: Zina edersen bari hür kadınla zina et (halayıkla değil), çalarsan bari inci çal
2805. “Zina edersen hür kadınla et” sözü bu yüzden ata sözü olup kaldı. ”Çalacaksan inci çal” sözü de neye meyledeceksen en iyisine meylet mânasına geldi.
Kul yani mâşuk; efendisinin, Tanrı’sının yanına gitti. Âşık ağlayıp inler bir halde kaldı. Gül kokusu, güle gitti; o, hor hakir kala kaldı.
Dileğinden uzaklaştı… Çalışması zayi oldu. Çektiği eziyet hiçe gitti, ayağı yaralandı.
Gölge avlayan avcıya benzedi. Hiç gölge ona sermaye olur mu?
Adam kuşun gölgesini sımsıkı tutmuş. Kuş da ağacın dalında ona şaşmakta ve.”
2810. Bu akılsız adam neye seviniyor?” demekte… İşte sana bâtıl, işte sana çürümüş sebep!
Eğer cüzü külle muttasıldır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme. Diken de gülden ayrılmaz.
Cüz’ü kül’e ancak bir yüzden bağlıdır. Yoksa Tanrı’nın peygamberleri göndermesi abes olurdu.
Çünkü peygamberler, kulları Tanrı’ya ulaştırmak için gelmişlerdir. Herkes bir tenden ibaretse, Tanrı ile kul, kül ile cüz ise birbirine bağlıdır; kimi kime ulaştırırlar?
Oğul bu sözün sonu yoktur. Gün sona erdi, hikâyeyi tamamla!
Arabın, su testisini halifenin kullarına vermesi
2815. Su testisini sunup tapuya hizmet ve tâzim tohumunu ekti.
Dedi ki:” Bu armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan kurtarın!
Tatlı, lezzetli su…Yağmur sularından biriken gölden toplanmıştır. Testi de güzel, yepyeni.”
Padişah kullarının bu söze gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can gibi kabul ettiler.
Çünkü basiret sahibi padişahın tabiatındaki lûtuf, bütün saray erkânına da sirayet etmişti.
2820. Padişahların huyu halka da tesir eder. Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir.
Padişah bir havuza benzer. Maiyetini de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar.
Lülelerden akan suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve tatlı su akıtır.
Eğer havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden aynı su akar.
Çünkü her lüle havuza muttasıldır. Sen bu sözün mânasına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün!
2825. Yurdu olmayan padişahlar padişahı can da, bak, bütün bedene nasıl tesir etmiştir.
Tabiatı, soyu sopu hoş aklın lûtfu da, bak, bütün bedeni nasıl müeddep bir hale getiriyor.
Kararı, sükûnu olmayan şuh ve şen aşk da bütün bedeni nasıl cünuna sürüklüyor?
Kevser gibi olan deniz suyunun letafeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci ve mücevherdir.
Usta hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şöhret bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler ,o hünerde meşhur olur.
2830. Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul okur;
Fakîh üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder.
Nahiv üstadının talebesi nahiv üstadı olur.
Hakikat yolunda mahvolan üstadın talebesi ise üstadının sayesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.
Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.
Nahivciyle gemici hikâyesi
2835. Bir nahiv âlimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye dönüp,
“Sen hiç nahiv okudun mu?” demişti. Gemici “hayır” deyince demişti ki : “Yarı ömrün hiçe gitti.”
Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi.
Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı:
“ Yüzmeyi bilir misin, söyle!” Nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama”
2840. Deyince “Nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak.
İyi bil burada mahiv bilgisi lâzım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!
Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak?
Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor.
Ey âlim, sen halka eşek diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın.
2845. İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi.
Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik.
Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim!
O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Tanrı bilgisinin Diclesi.
Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz!
2850. O Arap, bari o hususta ma’zurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı.
Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi.
Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.
Halifenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armağanı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi
Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsanda bulunup.
Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı.
*O Ulu padişah, o ihsan dünyası, o adalet denizi, adamlarından birisine.
2855. “Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür.
Çöl yolundan buraya gelmiş. Halbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.
Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı.
“Bu ihsan sahibi cömert padişahın lûtfuna şaştım. Daha ziyade şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı.
O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.
2860. Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil.
Fakat bu ilim ve güzellik, fevkâlade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin (zuhuru, zatının muktazası olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Tanrı’nın ) Dicle’sinden bir katradır.
O, gizli bir defineydi. Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti.Toprağı, göklerden daha parlak bir hale getirdi.
Gizli bir hazineyken coştu; toprağı atlas giyen bir sultan haline soktu.
O Bedevi, Tanrı’nın Dicle’sinden bir katrayı görseydi hakikatte bir deniz olan o katranın önünde testisini atardı.
2865. Onu görenler, daima kendilerinden geçmiş bir haldedirler. Bu yokluk halinde testilerini taşlayıp kırmışlardır.
Ey himmet edip testiyi kıran! O testi, kırılmakla daha iyi yapılmış olur.
Küp kırılır ama içindeki su dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır.
Küpün bütün parçaları oynamakta, hallenmektedir. Fakat Akl-ı Cüz’î, bunu imkânsız görür.
Bu halette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
2870. Mâna kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan haline getirsinler.
Fikir kanadı, çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeğe alışmışsın; onun için toprak, sana can gibi geliyor.
Ekmek et… Bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.
Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı kötü bir köpek oluyorsun.
Karnın doyunca murdarlaşıyor, ayak üstünde duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun.
2875. Şu halde sen bir zaman pis, murdar bir hale geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun. Aslanların yolunda nasıl yürüyebilecek, nasıl koşup seğirteceksin?
Sana avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az miktarda kemik at!
Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyade serkeşleşir. Bu serkeşlikle ava istediğin gibi gider mi?
O Bedeviyi, oraya yoksulluk çekiyordu. Nihayet o kapıyı, o devleti gördü.
O penahı olmayan yoksula padişahın ihsanını hikâye etmiştik.
2880. Âşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur.
Fıkıhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir.
Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese sözleri, yakîni anlatmış olur.
Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki doğruyu süsler.
Doğruluk denizinden zuhur eden o eğri köpük, feridir. Sâf asıl, o fer’i de sâflıkla bezemiştir.
2885. O köpüğü sâf ve makbul bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say.
Âşığın, pek de istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür.
Şekeri, ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti vardır, ekmek lezzeti bulunmaz.
Bir mümin, altından yapılmış bir put bulsa hiç onu Şamanlara bırakır mı?
Bırakmadıktan başka alır, ateşe atar. Onun ariyet şeklini bu suretle eritip bozar.
28120. Altında put şekli kalmaz. Çünkü suret, ibadete mânidir, yol vurucudur.
O putun hakikati, yani altın; Tanrı’nın bir ihsanıdır. Sonradan put şekline sokulmuştur. Altın, Tanrı ihsanı olup altınlık nasıl bu ihsan için âriyet bir suretse put şekli de altın için ârızi bir surettir.
Bir pire için yepyeni kilimi yakma. Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zayi etme.
Surette kalırsan putperestsin. Her şeyin suretini bırak, mânaya bak.
Hacca gidersen hac yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap.
2895. Onun şekline rengine bakma; azmine ve maksadına bak.
Rengi kara bile olsa değil mi ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz de.
Bu hikâye parça buçuk söylendi (araya sözler karıştı, başka hikâyeler girdi.) Âşıkların işi gibi başsız, ayaksız nakledildi.
Fakat hakikatte başı yoktur, ezel gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebedle eş!
Hattâ su gibidir; her katrası hem baştır, hem ayak… Hem de başsız, ayaksız koşup gider.
21200. Haşa, bu hikâye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü halimizdir, dikkat et!
Kuvvet ve kudret sahibi olan sofilerin yanında geçmiş anılmaz.
Arap da biziz, testi de biziz, padişah da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrum olanlar, bunu anlamaktan mahrum kaldılar.
Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve tabiattır. Bu ikisi zulmete mensup ve münkirdirler; akıl ise ışıktır
Şimdi dinle, asıl inkâr neden meydana geldi, Şundan: küllün çeşit çeşit cüzileri vardır.
21205. Bu küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi değildir (terkip kabul etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu gibi de değildir.(cüzülenmez. Bu cüz ve kül itibaridir).
Yeşilliğin letafeti güldeki güldeki letafetin (itibari olarak) cüz’ü olduğu gibi kumrunun sesi de (yine itibari olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür.
Eğer bu husustaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam susamışlara ne vakit su vereceğim?
Eğer sen, burada müşkül vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır.
Sakın, endişelerden sakın! Fikir aslan ve yaban eşeğidir, gönüller de ormanlıklar.
2910. Perhizler, ilâçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu arttırır.
Perhiz, şüphe yok ki ilâcın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et de can kuvvetini gör!
Sen, kulak gibi bu sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım.
Küpe de ne? Altın madeni olursun Aya, Süreyya’ya kadar yükselirsin.
Önce şunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya” ya kadar olan harfler gibi muhteliftir.
2915. Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur.
Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir yüzden tamamı ile faydalı ve ciddîdir.
Kıyamet günü her şeyin Tanrı’ya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister.
O görünüş günü; Hindû gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvay olmak nöbetinin gelip çattığı gündür,
Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü peçe gibi örten geceyi ister.
2920. Dikeninde bir gül yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman kesilmiştir.
Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki aydın gözdür.
Mânadan mahrum olan diken, gül bahçesiyle bir arada bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini!
Çünkü güz, hem gülün öğünecek halini, hem dikenin ayıbını örter. Bu suretle sen de onun rengiyle bunun halini görmezsin.
Şu halde güz, dikenin hayatıdır, baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür.
2925. Ama bahçıvan, gülü güzün de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden iyidir.
Zaten Cihan o bir kişiden ibarettir. Geri kalanlar, hep onun tâbileridir, hep onun yüzünden geçinenlerdir.
Onun için bütün güzel çiçekler “ Müjde, müjde; işte bahar gelmekte “ deyip dururlar;
Çiçekler, akarsu zinciri gibi parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler.
Baharda çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harap olunca can görünür.
2930. Meyve mânadır, çiçek onun sûreti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti!
Çiçek döküldü mü meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür.
Ekmek kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur mu?
Helile, ilâçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilâçlar, nereden sıhhati arttıracak?
Pîr kimdir? Pîrin sıfatları
Ey Hak Nuru Hüsâmeddin! Bir iki kağıdı fazla al da pîrin sıfatlarını anlatayım.
2935. Gerçi vücudun nazik ve çok zayıf , fakat sensiz cihanın işi yoluna girmiyor.
Gerçi ışık ( gibi nurlu, lâtif) ve sırça ( gibi ince ve nazik) oldun. Fakat gönül ehlinin başısın, onlara muktedasın.
Mademki ipin ucu senin elindedir, senin isteğine tâbidir; gönül gerdanlığının incileri de senin ihsanındır.
Yol bilen Pîrin ahvalini yaz; Pîri seç, onu yolun tâ kendisi bil.
Pîr, yaz mevsimidir; halk ise güz ayı…Halk, geceye benzer, Pîr aya…
2940. Genç ve terü taze talihe Pîr adını taktım. Fakat o, Halk tarafından Pîr olmuştur, günlerin geçmesiyle değil.
O öyle bir Pîrdir ki iptidası yoktur, ezelîdir. Öyle tek ve eşsiz inciye eş yoktur.
Eski şarap esasen kuvvetlidir, hele “ Min ledünn” şarabı olursa…
Pîri bul ki bu yolculuk, Pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur.
Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın.
2945. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın yol göstericiden baş çevirme!
Ey nobran! Pîrin gölgesi olmazsa gulyabani sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır.
Gulyabani, sana sana zarar verir, yolundan alıkor. Bu yolda nice senden daha dahi kişiler kaybolup gittiler.
Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu İblis’in onlara neler yaptığını Kur’an’dan işit!
Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırçıplak bıraktı.
2950. Onların kemiklerine, kıllarına ( onlardan kalan eserlere) bak da ibret al; eşeğini onların yoluna sürme.
Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür.
Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever.
Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır.
Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir.
2955. Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur.
Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular.
Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir.
Cihanda bu heva ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.
Peygamber –Sallâllahu Aleyhi Vesellem – in, Ali’ye –Tanrı ondan razı olsun – “ Herkes bir çeşit ibadetle Tanrı’ya yaklaşmayı diler, sen akıllı ve Tanrı’ya ulaşmış kulla sohbet yüzünden yaklaşmaya çalış ki o kulların en ileri gideni olasın “ diye nasihat etmesi
Peygamber, Ali’ye dedi ki: “ Ey Ali! Tanrı aslanısın, kuvvetlisin, korkmazsın, yüreklisin.
2960. Fakat aslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın!
Hiç kimsenin rivayetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir.
Yeryüzünde onun gölgesi Kafdağı gibidir, ruhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta.
Kıyamete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama.
Güneş, insan suretiyle yüzünü örtmüştür, insan suretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
2965. Ya Ali! Sen, Tanrı yolundakini bütün ibadetler içinde Tanrıya ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç.
Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı.
Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın.
Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir.
Bu suretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun.
Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol; Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü.
2970. Ey münafıklık nedir, bilmeyen! Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır” Haydi git, ayrılık geldi” demesin.
Gemiyi kırarsa ses çıkarma; çocuğu öldürürse saçını başını yolma.
Mademki Hak, onun eline “kendi elimdir” dedi; “Yedullahi fevka eydîhim” hükmünü verdi;
Şu halde Tanrı eli, onu öldürse de yine diriltir. Hattâ diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.
Bu yolu, nadir olarak yapayalnız aşan bile yine Pîrlerin himmetiyle aşmış, varacağı yere onların sayesinde ulaşmıştır.
2975. Pîrin eli, kısa değildir, gaiptekilere de erişir. Onun eli, Tanrı kabzasından başka bir şey değildir ki.
Gaipte bulunanlara böyle bir hil’ati verirlerse huzurda bulunanlar şüphesiz gaiptekilerden daha iyidir.
Gaiptekileri bile doyururlar, onlara bile ihsan ederlerse artık konuğun önüne ne nimetler koymazlar?
Huzurlarında hizmet kemeri bağlanan nerede, kapı dışında bulunan nerede?
Pîri seçip ona teslim oldun mu, nazik ve tahammülsüz olma; balçık gibi gevşek ve sölpük bir halde bulunma.
2980. Her zahmete, her meşakkate kızar, kinlenirsen cilâlanmadan nasıl ayna olacaksın?”
Vücuduna aslan resmi döğdürmek isteyen, fakat iğne acısından dolayı pişman olan Kazvinlinin hikâyesi
Rivayetçiden şu hikâyeyi de dinle: Kazvinlilerin âdetleridir;
Vücutlarına, kol ve omuzlarına, kendilerine zarar vermeksizin iğne ile mavi dövmeler dövdürürler.
Bir Kavzinli, tellâğın yanına gidip “Bana bir döğme yap; fakat canımı acıtma” dedi.
Tellâk “ Söyle yiğidim; ne resmi döveyim?” diye sorunca “ bir kükremiş aslan resmi döv” dedi;
2985. “Talihim aslandır, onun için aslan resmi olsun. Gayret et, dövmeyi adamakıllı yap!”
Tellak “Vücudunun neresine döveyim?” dedi. Kavzinli “ İki omzumun arasına”” dedi.
Tellak, iğneyi saplamaya başlayınca yiğidin sırtı acımaya başlayıp,
“ Aman usta, beni öldürdün gitti. Ne yapıyorsun?”diye bağırdı.
29120. Usta “ Aslan yap dedin ya” dedi. Kazvinli sordu:” Neresinden başladın?
Usta “ Kuyruğundan” dedi. Kazvinli dedi ki:” Aman iki gözüm, bırak kuyruğunu.
Aslanın kuyruğu ile kuyruk sokumum sızladı, nefesim kesildi, boğazım tıkandı.
Aslan, varsın kuyruksuz olsun. İğne yarasından yüreğime fenalık geldi, bayılacağım.”
Usta, “Kavzinliyi kayırmadan, merhametsizce aslanın bir başka tarafını dövmeye başladı.
Yiğit yine bağırdı “Burası neresi?” Usta: “Kulağı” dedi.
2995. Kazvinli “ Bırak, kulaksız olsun. Orasını da yapma” dedi.
Usta bu sefer başka bir yerine başlayınca Kazvinli yine feryat etti:
“Bu üçüncü iğne de neresini dövüyor?” Usta:”Azizim, karnı” dedi.
Kazvinli “Fena acıyor, iğneyi bu kadar çok batırma, bırak, karınsız olsun” deyince
Tellâk şaşırdı, hayli müddet parmağı ağzında kaldı.
3000. İğneyi yere atıp “ Âlemde kimse böyle bir hale düştüm mü ki?
Kuyruksuz, başsız, karınsız aslanı kim gördü? Tanrı bile böyle bir aslan yaratmamıştır” dedi.
Kardeş, iğne yarasına sabret ki gâvur nefsin iğnesinden kurtulasın.
Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da.
Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tâbidir, bulut da.
3005. Gönlü ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.
Tanrı; doğması, batması muayyen olan güneş hakkında “Doğduğu ve battığı zaman onların mağaralarına vurmaz; o mağara hiç güneş yüzü görmezdi”demiştir.
Bir cüzü, külle ulaşırsa o cüz’ün yanında diken bile, gül gibi baştanbaşa letafet kesilir.
Tanrı’yı ululamak, yüceltmek, nasıl olur? Kendini, varlığını horlamak, toprak mesabesinde tutmakla.
Tanrıyı tevhid etmeyi öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek.
3010. Gündüz gibi şûlelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!
Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol)
Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmış ( yokluğu ve birliğe ulaşmış) sın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor.
Ava giden aslan, kurt ve tilki
Bir aslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler.
Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı.
3015. Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.
Aslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu.
Böyle bir padişaha maiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat bu “Topluluk rahmettir” deyip onlara uydu.
Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmeden utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsan etmek için bulunur.
Reyine, tedbirine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbir bulunmamakla beraber yine Peygamber’e “ Şâvirhum” emri geldi.
3020. Terazide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icabetmez.
Ruh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur. (kalıp, ruhu korumaktır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur.
Bunlar; kudretli, şevketli aslanın maiyetinde dağa doğru gittikleri zaman
İşleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.
Savaşçı aslanın maiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz.
3025. Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke çeke ormana getirince,
Kurt ve tilki padişahlara lâyık bir adaletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamahlandılar.
İkisinin de tamahı, aslana aksetti, o tamahın sebebini anladı.
Sırların aslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir.
Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzurunda kötü düşüncelerden sakın!
3030. O bilir, o anlar, eşeği sükût içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.
Aslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu.
Fakat kendi kendine “Yoksul hasisler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben!
”Size benim hükmüm kâfi gelmedi mi? Benim ihsanım hususunda zannınız bu mu?
Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsanlarımdandır.
3035. Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır.
Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, arı asıl sizsiniz.
Tanrı hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir.
Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikâye, dünya durdukça söylenip dursun dedi.
Aslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Aslanın gülümsemelerine emin olma.
3040. Dünya malı, Tanrının gülümsemeleridir. Bizi bu suret sarhoş, mağrur ve perişan etmiştir.
Ey Kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihayet tuzağını kurar, seni düşürür!
Aslanın kurdu imtihan ederek “ Kurt, huzuruma gel, bu avları aramızda payet “ demesi
Aslan “Bunları payet. Ey koca kurt, adaleti tazele!
Pay etmede benim vekilim ol da ne mahiyettesin, meydana çıksın” dedi.
Kurt “Padişahım, yaban öküzü senin payın. O büyük, sen de büyük, iri ve çeviksin.
3045. Keçi orta boyda, orta irilikte, onun için benim. Tilki, sen de tavşanı al. Tavşan tam sana münasip” dedi.
Aslan dedi ki: “Ey kurt, hele bir daha söyle, ne dedin? Ben varken sen pay istiyorsun ha!
Kurt, ne köpek oluyor ki benim gibi misli, naziri bulunmayan bir aslanın huzurunda kendisini görüyor, varım sanıyor!
Kendini beğenen eşek, ileri gel!” Kurt ileri gelince bir pençe vurup onu parçaladı.
Onda akıl ve isabetli bir tedbir görmeyince cezasını verip derisini yüzdü.
3050. Mademki beni görmek, seni kendinden geçirmedi, huzurumda yok olmadın. Böyle cana inleyerek ölmek gerek.
Mademki huzurumda mahvolmadı, boynunu vurmak farz oldu.
Tanrı’dan başka her şey fânidir. Mademki onun zatında fâni değilsin, varlık arama!
Bizim hakikatimiz de yok olana “Her şey fânidir” cezası yoktur.
Çünkü o “İllâ” dadır, “Lâ” dan geçmiştir. “İllâ” da fâni olmaz.
3055. Kapıda dolaşan, Ben’den, biz’den dem vuran kapıdan sürülür, “lâ” makamında dolaşıp durur.
Birisinin, bir dostun kapısını döğdüğü zaman içeriden “ Kimsin “ sözüne “Benim “ demesi üzerine dostun “ Mademki sen, sensin, kapıyı açmıyorum. Çünkü dostlardan kimseyi tanımıyorum ki o, ben olsun” demesi
Birisi, bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu “Kapıyı çalan kim?” deyince.
“Benim” diye cevap verdi. Dostu “Git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz.
Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan ne kurtarabilir? “ dedi .
Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı.
3060. Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı.
Kapıya varıp ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku ile edepli edepli halkayı çaldı.
Sevgilisi “Kim o?” deyince “Gönlümü alan sevgili sensin” diye cevap verdi.
Sevgili “ Mademki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor dedi.
İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Mademki birsin, bu iğneden geç!
3065. İpliğin iğne ile münasebeti vardır, geçer. Fakat deve, iğne yordamından geçmez ki.
Devenin vücudu riyazat ve ibadet maksadından başka bir şeyle incelir mi?
Bu işe Tanrı eli kudreti gerektir. Çünkü Tanrı, her hayali, bir iradesiyle var eder.
Her olmayacak şey, onun eliyle mümkün olur; her serkeş onun kokusuyla sakinleşir.
Anadan doğma kör ve alaca illetine tutulmuş kişiler nedir ki? Onları bir tarafa bırak; ölü bile o aziz Tanrı’nın afsuniyle dirilir.
3070. Ölüden daha ölü yokluk bile, onun var etme avucunda muztar kalır, (varlığa bürünür).
Külle yevmin hüve fi’şe’n âyetini oku da onu katiyyen işsiz, güçsüz bilme.
En az işi bu dünyaya her gün üç bölük asker yollamasıdır.
Bir bölük asker, rahimde (çocukların) yetişip yeşermesi için babaların bellerinden analara gider.
Bir bölük asker, dünyayı erkek ve kadınla doldurmak üzere rahimlerden bu yeryüzüne sefer eder.
3075. Bir bölüğü de herkesin yaptığı işin karşılığını görmesi için yeryüzünden ecel tarafına yürür.
Bu sözün sonu yoktur. Kendine gel de iki temiz dostun hikâyesine dön!
”Benim” diyen kişinin pişman olarak suçuna karşılık tövbe ve istiğfar için bir yıl riyazat çekmesi ve o tövbekârın, tekrar dönüp o eve gelince ev sahibinin “Kim o” demesine “Sensin” diye cevap vermesi
Sevgilisi “Ey tamamı ile ben olan, içeri gir. Yeşillikteki gül ve diken gibi aykırı değilsin.
İplik bir oldu, artık ey yanlışlık, ortadan kalk! Kâf ve Nûn harflerini iki görürsen de hakikatte birdir” dedi.
Yokluğu, büyük ve müşkül işleri cezbetmek için Kâf ve Nûn çekicidir.
3080. İş yapma hususunda bir olmakla beraber halat, surette iki kattır.
İster iki ayak olsun, ister dört… Yol yürür. Makasa benzer, iki ağızlı olduğu halde birden keser.
Bez yıkayan iki arkadaşa bak. Görünüşte o, buna aykırı iş görmekte.
Birisi bezi suya sokar, öbür arkadaşı kurutur.
Sonra yine öteki ıslatır. Sanki birbirlerine aykırı iş görürler.
3085. Fakat, ey genç! Görünüşte birbirlerinin zıddına iş görür gibi olan bu iki arkadaşın gönülleri de birdir, yaptıkları iş de.
Her Peygamberin, her velînin bir mesleği vardır. Fakat değil mi ki hepsi halkı Hak’ka ulaştırıyor, birdir.
Dinleyenler, onların sözlerinden uykuya daldılar mı… Değirmenin taşlarını su götürdü demektir.
Bu suyun akışı, değirmen için değildir, değirmene sizin için gitmektedir.
Fakat değirmene ihtiyacınız kalmadığı için değirmenci, suyu yatağına koyuverdi, asıl dereye akıttı.
30120. Söz söyleme kudreti, öğretmek için ağza gelir; yoksa o sözün ayrı bir mecrası vardır.
Sessizce, akışı tekerrür etmeksizin, bir akan cüz’ü bir daha akmaksızın ta… altında nehirler akan gül bahçelerine kadar akıp gider.
Tanrı, harfsiz söz beliren o makamı, canımıza sen göster.
Ki pâk can, başını ayak yapıp yokluğun o uzak ve geniş sahasına koşsun.
Yokluk âlemi, pek geniş ve hudutsuz bir âlemdir. Bu hayal ve varlık, o âlemden yüzlerce gıda alır, o âlemden belirir, beslenir.
3095. Hayaller, yokluk âlemine nispetle dardır. Onun için hayal, darlık ve sıkıntıya sebep olur.
Varlık da hayalden daha dardır. O yüzden aylar, bu âlemde hilâl gibi görünür.
Duygu ve renk âleminin, yani bu dünyanın varlığı ise… yokluğa, hayale ve varlığa nispetle büsbütün dardır, âdeta daracık bir zindandır.
Âlemdeki terkip ve sayı, darlığa sebeptir. Fakat bizi duygularımız, terkip âlemine çekip durmaktadır.
O duygularla birlik âlemini bil, eğer birlik âlemini diliyorsan o tarafa yürü.
3100. Kün emri, bir tek iş yapar, fakat sözde Kâf ve Nûn harflerinden meydana gelmiştir. Mânası, yine tek ve sâftır.
Bu söze nihayet yoktur. Dön de o kurdun o savaşta ne olduğunu anlat.
Pay etmede edebe riayet etmediği için aslanın kurdu tedibetmesi
O yüce aslan; iki baş, iki üstünlük kalmasın diye kurdun başını kopardı.
Koca kurt! Mademki padişahın huzurunda kendini ölü saymadın, cezanı gör. İşte” Fentekamna minhüm?” budur.
Sonra yüzünü tilkiye dönüp “Hadi, bunları yememiz için pay et” dedi.
3105. Tilki secde edip dedi ki: “Bu semiz öküz, ey emin padişah, kuşluk yemeğin.
O keçiden de bahtı aydın padişaha gün ortasında yemesi için bir yahni olur.
Tavşan da lûtuf ve kerem sahibi padişahın akşam yemeğidir.”
Aslan “Tilki, adaleti parlattın, apaydın bir hale getirdin. Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin?
Ey ulu kişi! Bu pay edişi nereden belledin? “ deyince Tilki dedi ki
“ Padişahım , kurdun halinden!”
3110. Bunun üzerine aslan “ Mademki sen bizim aşkımıza kendini rehin ettin; üçü de senin olsun, üçünü de al, git.
Ey tilki, sen baştanbaşa bizim oldun, seni nasıl incitebilirim? Mademki sen, biz oldun;
Biz de seniniz, bütün avlar da. Ayağını yedinci kat göğün üstüne bas, yüksel.
Alçak kurttan ibret aldığın için artık sen, tilki değilsin, benim aslanımsın” dedi.
Akıllı o kişidir ki çekinilen belâda dostların ölümünden ibret alır.
3115. O zaman tilki “ Aslan, bana bunu kurttan sonra teklif etti” diye yüzlerce şükürde bulundu.
“ Eğer önce bana, bunu pay et, diye teklif etseydi, ondan canımı kurtarmama imkân mı vardı? “ diye şükürler etti.
Şu halde bizden de Tanrı’ya şükürler olsun ki, bizi ancak helâk olanlardan sonra dünyaya getirdi.
Bu suretle Hakk’ın, geçmiş zamanlarda gelip geçen kavimleri nasıl helâk ettiğini duyduk.
Nihayet, o önce gelip geçen kurtların halini duyup da tilki gibi kendimizi koruyabiliriz.
3120. İşte Tanrı’nın o Hak Peygamberi, o sözü doğru peygamber, bize bu yüzden “Acınmış ümmet” adını taktı.
Ey ulular, o kurtların kemiklerini, tüylerini apaçık görün de bu halden ibret alın!
Akıllı, bu varlığı, bu kibir ve gururu terkeder; çünkü Firavun’un halini hatıra getirir.
Eğer ululanmayı bırakmaz, ibret almazsa onun azgınlığından başkaları ibret alır!
Nuh’un kavmini, “Benimle uğraşmayın. Çünkü ben, Tanrı’nın hicabıyım. Ey ziyankâr merdutlar, hakikatte Tanrı ile uğraşıyorsunuz” diye tehdit etmesi
Nuh “Ey serkeşler! Ben, ben değilim. Ben, canımdan öldüm, varlığımı terk ettim. Tanrı ile diriyim.
3125. İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için Tanrı bana duyuş, anlayış, görüş oldu.
Çünkü ben, ben değilim. Bu nefes ondandır. Bu sözün karşısında söz söyleyen, inkârda bulunan kâfirdir” dedi.
Bu tilki suretinde aslan gizlidir. Bu tilkinin bulunduğu yerde yiğitlik taslamağa gelmez.
Sûretine bakıp aslan olduğuna inanmıyorsan ondan aslan kükreyişini de duymuyor musun?
Nuh’ta Tanrı’dan bir kudret yoktu da bütün dünyayı neden birbirine vurdu?
3130. Bir vücutta yüz binlerce aslan vardı. O, ateş gibiydi, âlemse bir harman.
Harman, onun onda bir hakkını gözetmeyince o da harmana böyle bir şûleyi saldı, yakıp kül etti.
Kim, bu gizli aslanın önünde kurt gibi ağız açıp edepten dışarı konursa,
Aslan, kurdu nasıl paraladıysa onu da paralar, ona nasıl “ Fentekamna” âyetini okuduysa buna da okur.
Aslandan pençeyi yer. Aslanın önünde yiğitlik satanın aklı yoktur.
3135. Keşke o yara yalnız vücuda gelseydi de gönül ve iman selâmette kalsaydı…
Söz buraya gelince kuvvetim kesildi. Bu sırrı nasıl açayım?
O tilki gibi siz de boğazınızı az düşünün, onun huzurunda hileye az sapın.
Huzurunda bütün bizi, beni terk edin… Mülk, onun mülküdür; mülkü ona teslim edin.
Doğru yola yoksulca gelirseniz aslan da sizindir, aslanın avladığı av da sizin.
3140. Çünkü o, paktır; Sübhan, onun vasfıdır. O, batınî şeylerden de müstağnidir, zâhiri şeylerden de.
Ondaki her türlü av, her çeşit ikram ve ihsan o padişahın kulları içindir.
Padişahın hiçbir şeye tamahı yoktur, O, bütün bu devleti halk için düzüp koşmuştur; ne mutlu anlayana!
Dünyanın ve ahiretin devletleri; devleti, dünyayı ve ahireti yaratan kişinin ne işine yarar?
Şu halde Süphan’ın huzurunda gönlünüzü koruyun ki sonra kötü düşünceden utanmayasınız.
3145. Çünkü o; halis sütün içindeki siyah kıl gibi bütün gizli şeyleri, düşünceleri arayıp taramayı…her şeyi görür.
Suretten geçip gönlünü arıtan kişi, gayp suretlerine ayna olur.
Şüphe yok, sırrımızı anlar; çünkü mümin, müminin aynasıdır.
Nakdimizi mehenge urunca derhal yakîni şüpheden ayırt eder.
Canı, nakitlerin mehengi olunca elbette ayarı sağlam olanı da görür, kalp olanı da.
Padişahların ârif sofileri karşılarına oturtması
3150. Hatırlarsan duymuşsundur; padişahların böyle bir âdeti vardı:
Sol taraflarında yiğitler, bahadırlar dururdu, çünkü kalp vücudun sol tarafındadır.
Defterdarlarla hesap memurlarının ve kalem ehli olanların makamı sağ taraflarındaydı. Çünkü yazı yazmak ve bir şeyi tespit etmek sağ elin işidir.
Sofilere karşılarında yer verirlerdi. Zira onlar, can aynasıdırlar, hattâ aynadan da iyidirler.
Gönül aynasının fikir suretleri kabul etmesi o aynada bu görülmemiş suretlerin görünmesi için kalplerini zikirle, fikirle cilâlamışlardır.
3155. Yaratılış sulbünden temiz ve güzel doğan kişinin önüne ayna koymak gerektir.
Güzel yüz aynaya âşıktır. Güzel yüz, aynaya âşık olduğu gibi cana cilâ, kalplere de temizlik verir.
Bir konuğun Yusuf-u Sıddıyk’a gelmesi, Yusuf’un ondan bir armağan istemesi
Uzak yerlerden bir merhametli dost, Yusuf-u Sıddıyk’a konuk oldu.
Çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı. Eskiden beri âşinalık yastığına yaslanmışlardı.
Konukla, Yusuf’a kardeşlerinin yaptığı cefayı, onların hasetlerini konuştular. Yusuf “o haset ve cefa, zincirdi; biz de aslandık.
Aslanın zincire vurulması ayıp değildir. Bizim Tanrı’nın kaza ve kaderinden şikâyetimiz yok.
3160. Aslan, boynunda zincir bulunmakla beraber bütün zincir yapanlara beydir” dedi.
Dostu Yusuf’a “Zindanda ve kuyuda ne haldeydin?” dedi. Yusuf cevap verdi:
“Ay, bedir halinden çıkar ve eski ay haline gelir ya… işte öyle.”
Eski ay görünmez, sonra hilâl olur da iki büklüm bir halde görünür. Fakat sonunda yine gökte bedir haline gelmez mi?
İnci tanesini havanda döverler ama kadri yine yücedir, ya ilâç olarak göze çekilir, yahut macun haline getirilir, kalp ferahlığı için yenir.
3165. Buğdayı toprak altına attılar ama sonradan topraktan başaklar çıktı.
Ondan sonra değirmende öğüttüler, değeri arttı, cana can katan gıda oldu.
Sonra ekmeği bir kere daha diş altında ezdiler; akıllı kişiye akıl ve idrâk oldu.
Daha sonra da o can, aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsûl verdi, ekincileri hayrete düşürdü.
Bu sözün sonu gelmez. Sen, o iyi adamın Yusuf’a ne dediğini anlatmaya başla.
Yusuf-u Sıddıyk’ın konuktan armağan istemesi
3170. Yusuf, başından geçenleri anlattıktan sonra “ Eh…bize ne armağan getirdin, bakalım?” dedi.
Ey ulu kişi! Dostları görmeye eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer.
Ulu Tanrı bile mahşer günü, halka “ Kıyamet günü için armağanın nerede;
Bize yapayalnız, azıksız, âdeta sizi yarattığımız gibi geldiniz.
Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne hediyeniz var, ne getirdiniz?
3175. Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz, size bugünün vâdesi bâtıl mı göründü ki? der.
Ona konuk olacağımızı inkâr ediyorsan bu mutfaktan ancak toprak ve kül alabilirsin.
İnkâr etmiyorsan niçin böyle elin boş. O sevgilinin kapısına böyle nasıl ayak atacaksın?
Yemeyi, uyumayı biraz azalt da onunla görüşmek için bir armağan götür.
Geceleri az uyuyanlardan seher çağlarında istiğfar edenlerden ol.
3180. Sen de rahimdeki çocuk gibi az oyna da sana da nurları gören duygular bağışlasınlar.
Rahim gibi olan dünyadan çıkınca yeryüzünden daha geniş bir sahaya dalacaksın.
“ Tanrı yeri geniştir” derler ya; o geniş yer, bil peygamberlerin gidip daldıkları sahadır.
O geniş sahada gönül daralmaz; yaş ağaç, orada kuru dal haline gelmez.
Şimdi duygular, sen de. Fakat bir gün yorgun, bitkin, baş aşağı bir hale geleceksin.
3185. Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk, bitkinlik gider, eziyetten, sıkıntıdan kurtulursun.
Sen uyku halini, velîlerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çeşni bil.
Be inatçı; velîler, Eshab-ı Kehf’dir. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar.
Tanrı, onları, kendilerinin haberi olmadan işletir; sağa sola çevirir.
O sağa çevrilme nedir? İyi iş. Ya sola çevrilme? O da bedene, varlığa ait işler.
31120. Bu iki hal de peygamberlerden, dağdan ses gelir gibi zuhur eder. Onların, her ikisinden de haberleri yoktur.
Dağ, hayır olsun, şer olsun… Senin sesini sana verir, duyurur. Fakat ikisinden de bihaberdir.
Konuğun, Yusuf-u Sıddıyk’a “Sana armağan olarak ayna getirdim. Ona her baktıkça güzel yüzünü görür beni hatırlarsın” demesi
Yusuf “Hadi, armağanını çıkar” deyince konuk, bu istekten utanıp âdeta figan ederek.
”Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim, lâyık görmedim.
Bir habbeyi alıp da madene, bir katrayı alıp da ummana nasıl götürebilirim?
3195. Sana gönül ve can bile getirsem Kirman’a kimyon götürmüş sayılırım.
Senin, misli olmayan güzelliğinden başka bir tohum yoktur ki bu ambarda olmasın.
Sana gönül nuru gibi bir ayna getirmeyi lâyık gördüm.
Ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün.
Gözümün nuru, sana ayna getirdim, ona bakıp yüzünü gördükçe beni hatırlarsın” dedi.
3200. Koynundan aynayı çıkarıp sundu. Güzeller, aynayla meşgul olurlar.
Varlığın aynası nedir? Yokluk. Ahmak değilsen yokluğu ihtiyar et.
Varlık, yoklukta görünebilir. Zenginler, yoksula cömertlik edebilirler.
Ekmeğin saf aynası açtır; kav da çakmak taşının aynasıdır.
Bir yerde yokluk ve noksan oldu mu…bu, bütün sanatların güzelliğine aynadır.
3205. Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?
Budaklar yontulmamış olmalı ki marangoz onu yontsun, rendelesin… Ondan asla, yahut fer’e ait bir şey yapsın.
Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gider.
Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür?
Ey ulu kişi! Bakırların bayalığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder?
3210. Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır.
Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Ondan dolayı bal, sirke ile görünür, (sirkengebin olur)
Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar.
Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Tanrı’nın yolunda uçamaz.
Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.
3215. Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de!
İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım” demesiydi. Bu hastalık, her mahlûkta vardır.
Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse bile sen onu, altında pislik olan sâf su bil!
İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır.
Ey yiğit! Irmak sana sâf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var.
3220. Yol bilen anlayışlı pîr, Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır.
Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Tanrı bilgisiyle fayda verir.
Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster.
Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!
3225. Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir.
Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi
Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.
3230. Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.
Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.
3235. Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin?
Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.
3240. Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır!
Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
“Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez.
O dikilen mânianın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.
3245. Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte…mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mâni olmaktadır.
Nice kâfirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların mâniaları, halleridir.
Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar…
Demir bağı kırmak, kaldırmak ne de olsa yine mümkündür. Fakat gayptan bağlanan bağa kimse çare bulamaz.
Bir adamı arı sokarsa tabiatı, derhal o kötülüğü gidermek için uğraşmaya başlar.
3250. Bu da arı sokmasıdır ama kendi varlığından, senden meydana gelmedir. Böyle olunca da gam kuvvetlenir, illet bir türlü geçmez.
İçimden bunu açmak, iyice anlatmak geliyor ama ümitsizlik verir diye korkuyorum.
Hayır , ümitsizlenme, sevin o feryada erişen Tanrı’ya feryat et!
Ey affetmeyi seven Tanrı, bizi affet! Ey eskimiş nasır illetinin bile hekimi, bizi bağışla!
Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.
3255. Kardeş sana akıp duran hikmet “ Tanrı Abdâli’ndendir, sana âriyettir.
O kendisinde bir nur bulmuştur ama o nur, padişahların eşiğinden vurmuştur.
Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak as ve hiç kendini görme.
Yüz binlerce ah ki bu âriyet hal, ümmetleri ümmetlikten uzaklaştırdı.
Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım.
3260. Adamın bir gün evine varabilmesi için bir çok konakları terk etmesi lâzımdır.
Demir kıpkırmızı oldu ama hakikatte kızıl değildir ki. Bu kızıllık, bir ocağın demire verdiği âriyet kızıllıktır.
Penceredeki cam, yahut ev; nurlanırsa, ışık verirse onu parlak sanma , anla ki parlaklık güneştedir.
Her kapı, duvar “ Ben parlağım, başkasının nuruyla parlamıyorum. Parlayan benim” diyebilir.
Fakat güneş “Ey ham! Hele ben bir batayım da ne olduğun meydana çıkar” der.
3265. Yeşillikler “ Biz kendimizden yeşerdik, sevinç içindeyiz, gülümseyip duruyoruz, ta ezelden beri bu yücelik bizde var” diyebilirler.
Fakat yaz mevsimi, onlara “ Ey ümmetler, ben geçeyim de o vakit kendinizi görün” der.
Vücut güzellikle öğünür, nazlanır durur. Çünkü ruh, kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir.
Vücuda der ki: “Ey süprüntülük! Sen kim oluyorsun ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın:
Nazın işven dünyaya sığmıyor? Hele dur, bekle; ben senden çıkayım da gör.
3270. Seni o ziyadesiyle sevenler, mezara tıkarlar; karıncalara, yılanlara gıda ederler.
Çok defalar senin önünde ölüme razı olan yok mu? İşte o, senin pis kokundan burnunu tıkar!”
Söz, göz, kulak… Hep ruhun ışığıdır. Suda coşan pırıldayan, ateşin parıltısıdır.
Canın ışığı nasıl tene vuruyorsa Abdâl’ın ışığı da benim canıma vurmakta.
Canın canı olan o Abdâl’ın ışığı candan ayak çekti mi…Ten, cansız ne hale gelirse o hale gelir. Şunu bil ki,
3275. Ben kıyamet günü bu sözüme şahit olsun diye yere baş koyuyorum.
Yerlerin şiddetle sarsıldığı kıyamet gününde bu yeryüzü, insanların hallerine şahit olur.
Gizlediği haberleri apaşikâr söyler. Yeryüzü ve dikenler söze gelir.
Filozof; kendi fikrince, kendi zannınca bunu inkâr eder. Ona de: Sen var, başını o duvara vura gör!
Gönül ehlinin duyguları; suyun, toprağın, çamurun sözünü duyar durur.
3280. Filozof, Hannâne direğinin inlemesini inkâr eder. Çünkü velîlerin duygularından haberi yok, onlara yabancı.
Der ki: “ Halkta sevdanın aksi, birçok hayaller yaratır, onlara gösterir”
Halbuki bu fikir, onun fesat ve küfrünün aksidir. Bu inkâr hayali; ona fikrinden, inanışındaki bozukluktan gelmiştir.
Filozof; cini, şeytanı inkâr eder; fakat inkâr eder etmez bir cinin, bir şeytanın maskarası olmuştur.
Ey filozof, eğer şeytanı görmedinse kendine bak!( Başını duvara vurup çürütmüşsün, gömgök olmuş) Deli olmadan alın böyle göğerir mi?
3285. Kimin gönlünde şüphe, vesvese varsa felsefeye inanmıştır, gizli münkirdir.
Bazen dine inanır ama bazı ,bazı da o filozofluk damarı yüzünü kapkara eder.
Sakının müminler; o felsefeye inanış sizde de vardır. Sizde nice sonsuz âlimler var.
Bütün bu yetmiş iki din ve şeriat sendedir. Senden zâhir olduğu gün eyvah haline!
Kimde o aykırı inanıştan bir yapracık varsa o günün korkusundan yaprak gibi titrer.
32120. İblis’e cine, kendini iyi adam gördüğünden güldün.
Fakat can, postunu ters giyer , içindekini dışarı verirse din ehlinden ne kadar ahlar vahlar çıkar.
Dükkânda altın gibi görünen madenlerin hepsi güler. Çünkü imtihan taşı gizlidir.
Ey ayıpları örten Tanrı! Perdemizi kaldırma; imtihan zamanında bize yardım et, bizi kurtar!
Geceleyin kalp altın, hakiki altınla yan yanadır. Altın ise gündüzü bekler.
3295. Hal diliyle der ki: “ Yalancı, hele bir dur. Herkesin meydana çıkacağı gün bir gelsin!”
Lânetlenmiş İblis; yüz binlerce yıl Abdâl’ dendi, müminler beyiydi.
Naz ve istiğnası yönünden Âdemle savaştı, kuşluk vakti kokmaya başlayan pislik gibi rüsvay oldu.
Temsil yoluyla Bâûr’un hikâyesi
Dünya halkı, Bâûr oğlu Bel’am’a zamanın İsa’sına mağlûp oldukları gibi mağlûp ve zebun olmuştu.
Ondan başka kimseye secde etmezlerdi. Afsunu, hastalara şifa verirdi.
3300. Kendisini beğendiği, ulu gördüğü için Musa ile savaştı. Sonra hali, duyduğun gibi oldu.
Dünyada yüz binlerce İblis ve Bel’am vardır ki gizli, açık hep bu hale düşmüşlerdir.
Tanrı, diğerlerine misal olsun diye bu ikisini meşhur etti;
Bu iki hırsızı darağacına çekti, yükseltti. Yoksa kahrına uğramış daha nice hırsız var!
Bu ikisini aşikâre kahredip şöhretlendirdi; yoksa onun kahrıyla ölenler sayılamayacak kadar çok!
3305. Nazeninsin, nazlısın, ama haddince Allah aşkına olsun haddini aşma!
Eğer kendinden daha nazenin birisine çatarsan seni yerin yedi kat dibine sokar.
Âd ve Semud kavminin hikâyeleri ne için söylenip duruyor? Peygamberlerin nazik, nazenin olduklarını bilmen için.
Yere batma, başlarına taş yağma, bir sesle canlarının alınışı…Hep bu vakalar, nefs-i natıka sahiplerinin yücelerini bildirmek içindir.
Bütün hayvanları insan için öldür, fakat bütün insanları da bir akıllı kişi için öldür. ( hiç beis yok!)
3310. Akıl dediğin nedir? Akıl sahibinin akl-ı Küll’ü. Cüzi akıl da akıldır ama pek arıktır.
İnsanlardan kaçan vahşi hayvanların hepsi, ehlî hayvanlara nispetle aşağılıktır.
Vahşi hayvanların kanı mübahtır. Çünkü yüce akıldan kaçmaktadırlar. Akılları yoktur.
İnsanın emrine uymuyor diye vahşinin yüceliği bu dereceye düşmüştür.
Şu halde ey garip adam! Aslandan kaçan yaban eşeklerine benzedikten sonra senin ne şerefin var ki?
3315. Eşek, işe yaradığı için öldürülmez. Fakat yaban eşeği olursa kanı mübahtır.
Eşeğin kendisini kötülükten koruyan iyiliğe sevk eden bir bilgisi olmadığı halde Tanrı onu mâzur tutmuyor.
Ey yüce sevgili! İnsan (akıllı olduğu halde) o nefesten, ( Peygamberlerin, velîlerin sözlerinden)kaçar, vahşileşirse nasıl mâzur olur?
Hulâsa oklar ve süngüler önünde kâfirlerin kanı mübahtır. Çünkü onlar, işe yaramaktan uzaktırlar.
Onların karıları ve çocukları da esir sayılır. Çünkü akılları yoktur, merdut ve aşağılık kişilerdir.
3320. Artık bir akıl, aklın aklından kaçarsa akıllılar taifesinden hayvanat zümresine geçmiştir.
Hârût, Mârût Hikâyesi
(Aklın aklından kaçan, peygamber ve velîlere uymayan kişi) meşhur Hârût’la Mârût’a benzer. Onlar da gururları yüzünden zehirli ok yediler.
Mukaddes yaradılışlarına, melek olduklarına itimat ettiler. Fakat bu itimat, su sığırının aslana itimadı gibidir. Manda, aslana ne kadar itimat edebilir?
Onun yüz tane boynuzu olsa ve bu boynuzlarla korunmaya çalışsa yine aslan, onun boynuzunu değil; boynuzunun boynuzunu bile parça parça eder.
Kirpi gibi baştan aşağı diken olsa, aslan, yine onu çaresiz öldürür.
3325. Kasırga, birçok ağaçları kökünden sökerse de alçacık bir ota ihsanda bulunur.
O sert rüzgâr, otun zayıflığına acır. Gönül, artık sen de kuvvetten dem vurma.
Balta; ağaçların, dalların çokluğundan, sıklığından hiç korkar mı? Hepsini paramparça eder, kesip biçer.
Fakat bir ota saldırmaz. Neşter yaradan başka yere vurulmaz.
Aleve, odunun çokluğundan ne gam? Kasap koyun sürüsünden kaçar mı?
3330. Mânaya nispetle suret nedir? Çok zayıf, çok âciz. Kötüyü baş aşağı tutan ondaki mânadır.
Dolap gibi dönüp duran gökten kıyas tut. Onun dönmesi nedendir? Onda müdebbir olan akıldan.
Oğul, siper gibi olan bu kalıbın dönüşü, hareketi de gizli ruhtandır.
Bu rüzgârın hareketi onun mânasından ( o suretle zâhir olan mânadan, Tanrı kudretinden) dir değirmen çarkına benzer; çark, ırmak suyunun esiridir.
Bu nefesin alınıp verilmesi, girip çıkması da hevesli candan başka kimdendir?
3335. Can, o nefesi, nefesle çıkan sözü, bazen cim haline kor; bazen de ha ve dal haline ( bu suretle de inkâr da bulunur). Gâh o sözü barış sözü yapar, gâh savaş sözü.
*Can, o nefesi bazen sağa götürmektedir, bazen sola ..Bazen gül bahçesine koymaktadır, bazen diken haline.
Yine böyle Tanrı’mız, bu rüzgârı Âd kavmine ejderha yaptığı halde, Yine aynı rüzgârı; müminlere rahmet, hayat ve emniyet verici bir hale getirmişti.
Âlemlerin Rabbinin mânalar denizi olan bin Şeyhi, “ mâna Allah’dır” dedi.
Bütün yerler, gökler; o yürüyen denizde, o can deryasında çör çöp gibidir.
3340. Suda çör çöpün saldırması, oynaması, suyun dalgalanmasındandır.
İnat eder de onları hareketsiz bırakmayı dilerse kıyıya atıverir.
Kıyıdan dalgalandığı yere, kendisine çekti mi… ateş, ota ne yaparsa deniz de onlara onu yapar (hepsini siler, süpürür, yok eder).
Bu söze de son yoktur. Ey genç sen yine Hârût Mârût hikâyesine dön.
Hârût, Mârût hikâyesinin sonu ve onların, dünyada Bâbil Kuyusunda cezalandırılmaları
Bu iki melek, cihan halkının günahını, kötülüğünü görünce,
3345. Hiddetlerinden ellerini ısırıyorlardı. Fakat gözleriyle kendi ayıplarını görmüyorlardı.
Bir çirkin, aynada kendisini görünce yüzünü çevirmiş, kızmış.
Kendisini gören kendisini beğenen; birisinde bir suç gördü mü…İçinde cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar.
O, bu kibre din gayreti adını takar; kendi kâfir nefsini görmez.
Din gayretinin başka alâmeti vardır. O ateşten bütün bir dünya yeşerir, hayat bulur.
3350. Tanrı; Hârût’la Mârût’a “ Eğer siz, nurdan yaratılmış, mâsum melekseniz aldanmış, ziyankâr suçluları görmeyin.
Ey gökyüzünün askerleri, benim kullarım! Şükredin ki şehvetten ve cinsi temayülden kurtulmuşsunuz.
Eğer size de şehvet versem, artık gök, sizi kabul etmez.
Sizdeki mâsumluk, benim ismetimin, benim korumamın aksindendir.
O mâsumluğu benden bilin, kendinizden değil. Kendinize gelin, kendinize… Lânetlenmiş Şeytan, size galip gelmesin” dedi.
3355. Nitekim Peygamberin vahiy kâtibi de hikmeti kendisinde gördü, kendine de vahiy geliyor zannetti.
Tanrı kuşlarının sesi, kendinde de var sandı, o kötü ıslık, o kuşların sesi gibi güzeldir zannına düştü.
Sen, kuşların seslerini övüp dururken nereden kuşun muradını anlayacaksın.
Bülbülün sesini öğrensen, tanısan da gül ile ne yapıyor, ne işi var? Nereden bileceksin?
Kıyas ve şüphe yoluyla bildiğini farz edelim… O biliş sağırların, dudak oynamasından anladıkları kadar bir anlayış ve bilişten ibarettir.
Sağırın hasta komşusuna hatır sormaya gidişi
3360. Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi bir sağıra “ komşun hasta” diye haber verdi.
Sağır, kendi kendisine dedi ki: “ Bu sağır kulakla ben onun sözünü nereden anlayacağım.
Hele hasta olur, sesi pek çıkmazsa… Fakat mutlaka da gitmek lâzım.
Dudağını oynar görünce ne dediğini kıyas yoluyla kendiliğinden düşünür, bulurum.
Ey benim mihnete düşmüş dostum, nasılsın? Derim. O, elbette iyiyim, yahut hoşum, diyecek.
3365. Şükürler olsun diye cevap verir, ne çorbası yedin diye sorarım. O meselâ, mercimek çorbası diye cevap verir.
Afiyet olsun der, hekimlerden kim geliyor, kendini hangisine tedavi ettiriyorsun? derim.
O, filan deyince derim ki: ayağı çok kutludur. Geldi mi işin yoluna girdi demektir.
Biz de onun kademini denedik. Nerede vardıysa dilek hâsıl oldu.”
O iyi adam, kıyas yoluyla tasarladığı bu cevapları düzüp koşarak hastaya hal hatır sormaya gitti.
3370. “Nasılsın “dedi. Hasta “öldüm” deyince dedi ki: “ Çok şükür!” Hasta, bu sözden hiddetlendi, canı pek sıkıldı.
“ Bu ne biçim şükür? O bizim kötülüğümüzü istiyormuş, anlaşıldı” diye düşündü. Sağır bir sözdür, tasarladı ama yanlış düştü.
Sonra “Ne yedin ?diye sorunca hasta “Zehir” dedi. Sağır “ Afiyet olsun” der demez hastanın kahırlanması fazlalaştı.
Sağır, bundan sonra da “ Tedavi için hekimlerden kim geliyor?” diye sordu.
Hasta “ Hadi be, defol, Azrail geliyor!” diye cevap verdi. Sağır “ Ayağı pek kutludur, sevin, neşelen!”dedi.
3375. Sağır; şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup komşuluk hakkını gözettim diye sevinerek dışarı çıktı.
*Sağır, eşekliğinden tamamı ile aksini sandı, ziyanın ta kendisi olan o işi kâr zannetti.
Hasta ise “Bu, bizim canımıza düşmanmış, onun cefa madeni olduğunu bilmiyormuşuz” diyordu.
Hatırına yüz türlü kötü şeyler geliyor, ona türlü ,türlü haber göndermeyi kuruyordu.
Kötü bir yemek yiyenin o yemeği kusuncaya kadar gönlü bulanır.
İşte hiddeti yenmek budur; onu kusma ki karşılık tatlı sözler duyasın.
3380. Sabrı olmadığı için hasta kıvranmakta, “ nerede bu kötü sözlü köpek ki.
Söylediklerinin hepsine karşılık vereyim. O zaman tamamı ile hastaydım, aslan gibi olan aklım uyumuştu, hatırıma bir şey gelmedi.
Hal hatır sorma, gönül almak ve teselli etmek içindir. Halbuki bu, hatır sorma değil, düşmanlık!
Düşmanını zayıf ve bitkin bir halde görüp memnun olmak istemiş” diyordu.
Nice ibadetten vazgeçmiş, kulluktan çıkmış kişilerin gönüllerinde Tanrı’nın rızasını almak, sevaba nail olmak vardır, bunu umarlar.
3385. Halbuki bu, esasen gizli bir günahtır. Nice bulanık şeyler vardır ki sen, onları sâf ve berrak sanırsın.
O sağır gibi…Sağır, iyilik yaptım sanmıştı, halbuki aksi zuhur etti.
O, bir hastaya iyilikte bulundum hatırını ele aldım, komşuluk hakkını ele getirdim diye rahatça oturmuştu.
Halbuki hastanın gönlünde bir ateş alevlenmiş, kendisini de yakmıştı.
Yaktığınız ateşlerden korkun. Siz, onu günahlarınızla çoğalttınız, günahınız yüzünden alevdesiniz.
33120. Peygamber bir riyakâra namaz kıldığı halde “ Ey yiğit kalk, namaz kıl, çünkü senin kıldığın namaz değil” dedi.
Bu korkular yüzünden her namazda “ ihdinassırâtal müstakîme- sen bizi doğru yola hidayet et” denir.
Yani “ Ey Tanrı! Bu namazımı yolunu azıtmışların, riyakârların namazıyla karıştırma.”
O sağır adamın seçtiği kıyas yüzünden on yıllık konuşma hiç olup gitti.
Ulu kişi, hele bu kıyas, tavsif edilemeyecek vahiyde aşağılık duygusunun kıyası olursa…
3395. Senin duygu kulağın harfleri anlayabilirse de bil ki gaybı duyan kulağın sağırdır.
Nas karşısında ilk olarak kıyası ileri süren İblis’ti
Tanrı nurlarına karşı bu kıyasçıkları ileri süren ilk kişi, İblisti.
Dedi ki: “ Şüphe yok, ateş topraktan daha iyidir. Ben ateşten yaratıldım Âdem kapkara topraktan.
Şu halde fer’i, asla nispetle mukayese edelim: O zulmettendir, biz aydın nurdan.”
Tanrı “ Hayır, soy sop yok. Zâhitlik ve şüpheli şeylerden çekinmek, faziletin mihrabıdır.
3400. Bu, fâni dünyanın mirası değildir ki soy sop yüzünden onu elde edesin. Bu can mirasıdır.
Hattâ Peygamberlerin mirası. Bunun vârisi şüpheli şeylerden sakınan müminlerin canıdır.
O Ebucehl’in oğlu, açıkça müslüman oldu; şu Nuh Peygamberin oğlu yolunu yanılanlardan.
Topraktan yaratılan, ay gibi nurlandı. Ateşten yaratılan sen, yüzü kara oldun, defol!” dedi.
Bu kıyaslar, bu araştırmalar; bulutlu günde, yahut geceleyin kıbleyi bulmak içindir.
3405. Fakat güneş doğmuş, Kâbe de karşıdayken bu kıyası, bu araştırmayı bırak, arama!
Kıyas yüzünden Kâbe’yi görmezlikten gelme, ondan yüz çevirme. Doğruyu Tanrı daha iyi bilir.
Tanrı kuşundan bir ötüş duyunca ders beller gibi yalnız zâhirini beller, hatırında tutarsın.
Sonra da kendinden kıyaslar yapar, hayalin ta kendisini hakikat sanırsın.
Abdâllerin ıstılahları vardır ki sözlerin, onlardan haberi yok.
3410. Sen, kuş dilini, yalnız ses bakımından öğrendin; yüzlerce kıyas ve hevesler ateşledin.
Fakat o hastanın incindiği gibi senden de gönüller incindi, kederlendi. Halbuki sağır, kendi zannına kapılıp, isabet ettiğini sanıp sevincinden sarhoş oldu.
O Vahiy Kâtibi de kuşun sesini duyup kendini de o kuşla eşit sandı.
Fakat kuş, bir kanat vurup onu kör etti işte… Onu ölümün ve elemin ta dibine kadar götürdü.
Kendinize gelin, sizde bir akis, yahut zan yüzünden göklerdeki duraklarınızdan düşmeyesiniz.
3415. Hârût’la Mârût’sanız da, “ Biz sana saf saf ibadet ediyoruz” damının üstünde herkesten ileriyseniz de.
Kötülerin kötülüklerine acıyın. Benliğin kendini görüp beğenmenin etrafında dolaşmayın.
Kendinize gelin. Tanrı gayreti, pusudan çıkmayı görsün; baş aşağı yerin dibine gidersiniz.
İkisi de dediler ki: “ Tanrı, ferman senin,senin ihsanın, senin koruman olmazsa nerede bir ihsan, nerede bir koruyan?”
Hem bunu söylemekte, hem de yeryüzüne inip hükmetmek için yürekleri oynamaktaydı. “ Bizden kötülük gelir mi? Biz ne güzel kullarız!” diyorlardı.
3420. Bunların bu gurur ve istekleri, kendilerini rahat bırakmadı: nihayet bunları kendilerini beğenmiş bir hale soktu.
“Ey toprağa, suya, yere, ateşe mensup insanlar, ey ruhanilerin temizliğinden haberi olmayanlar.
Biz şu gökyüzünün üstünde perdeler dokuyor, yeryüzüne inip şadırvanlar kuruyoruz.
Adalet yapar, ibadet eder; her gece yine göklere uçar gideriz.
Bu suretle de şu devrin şaşılacak büyükleri olur, yeryüzüne adalet ve emniyeti yayarız” diyorlardı.
3425. Gökyüzü ahvalini yeryüzüne kıyas ettiler, fakat bu kıyas, doğru değil… Arada büyük bir fark var!
Halini, neşe ve sarhoşluğunu cahillerden saklamak lâzımdır
Perde altına girmiş olan Hakîmin sözünü dinle: Şarap içtiğin yere baş koy, yat.
Meyhaneden çıkıp yol, yanılan sarhoş, çocukların maskarası ve oyuncağı olur.
Her tarafa, her yola, çamurların içine düşer, her ahmak da ona güler.
O bu haldeyken onun sarhoşluğundan, içtiği şarabın neşe ve zevkinden haberleri olmayan çocuklar peşine takılırlar.
3430. Tanrı sarhoşundan başka bütün halk, çocuktur. Heva ve hevesinden kurtulmuş kişiden başka baliğ yoktur.
Tanrı “ Dünya kuru bir istek, faydasız bir oyuncaktan ibarettir, siz de çocuklarsınız.” Dedi. Tanrı doğru buyurur.
Oyuncağı terk etmedikçe çocuksun. Ruh arınmadıkça nasıl temiz olabilirsiniz?
Dünyada daima istenen, peşinde koşulan, bir türlü terk edilemeyen bu şehvet; bil ki çocukların cimaı gibidir.
Çocuğun cimaı nedir ki? Bir Rüstem’in, bir yiğidin cimaına nispetle oyundan ibaret.
3435. Halkın savaşı da çocukların savaşı gibidir. Tamamı ile mânasız, esassız ve hor!
Hepsi sopadan kılıçlarla savaşırlar. Hepsi faydasız bir şeyle uğraşıp dururlar.
Hepsi, bu bizim Burak’ımız Düldül yürüyüşlü atımız diye bir sopaya binmiştir.
Sırtlarında yük var, fakat bilgisizliklerinden kendilerini yüksek görüp ata binmiş, yol gidiyor sanırlar.
Hele dur… halk atlıları, bir gün atlarını sürerek dokuz kat gökten geçsinler de bak!
3440. O gün ruh ve melek Tanrı’ya yücelir. Ruhun yücelmesinden gök titrer!
Siz ise umumiyetle çocuklar gibi eteğinize binmişsiniz… Ata binmiş gibi eteğinizin ucunu tutmuşsunuz!
Tanrı’dan “ Şüphe yok ki zan fayda vermez” hükmü gelmiştir. Zan merkebi nerede gökler koşacak?
İki türlü zan olursa kuvvet hangisindeyse o tercih edilir. Fakat güneş zuhur etti mi… onun varlığında ve parlaklığında inat edilmez.
İşte o zaman bindiğiniz şeyleri görürsünüz; anlarsınız ki ancak ayaklarınıza binmişsiniz…
3445. Vehmi, fikri, duyguyu, anlayışları sopa gibi çocuk atı bil!
Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.
Gönle uran, adamı gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim yükten ibarettir.
Tanrı “ Yahmilü esfâra-Tevrat’ı bilip onunla amel etmeyen kitap taşıyan eşeğe benzer” dedi. Tanrı’dan olmayan bilgi yüktür.
Tanrı’dan vasıtasız olarak verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz, uçup gider.
3450. Fakat bu yükü iyi çekersen yükünü alırlar, rahat ettirirler.
Heva ve heves uğrunda o bilgi yükünü taşıma ki içindeki ilim ambarını göresin.
İlmin rahvan atına bindikten sonra sırtından yükü alırlar.
Tanrı kadehi olmadıkça heva ve heveslerden nereden geçeceksin? Ey Tanrı’ya ait yalnız “Hu” ismine kani olan!
Sıfattan, addan ne doğar? Hayal! O hayal, sahibine ancak vuslat delili olur.
3455. Medlulü olmayan bir delalet edici hiç gördün mü? Yol olmadıkça katiyen gül de olmaz…
Hakikatı olmayan bir adı hiç gördün mü; yahut Kâf ve Lâm harflerinden gül topladın mı?
Mademki ismi okudun; var, müsemmayı da ara. Ayı gökte bil derede değil!
Addan ve harften geçmek istersen hemencecik kendini tamamı ile kendinden arıt (yok ol!)
Demir gibi demirlikten çık, renksiz bir hale gel. Riyazatta tozsuz passız bir ayna ol!
3460. Kendini kendi vasıflarından arıt ki asıl kendi sâf, pak zatını göresin.
O vakit kitap, müzakereci ve üstat olmaksızın gönlünde peygamberlerin ilimlerini görür bulursun.
Peygamber “ ümmetimden öyleleri vardır ki onlar, benimle aynı yaratılıştadırlar, benimle aynı himmete sahiptirler.
Ben onları hangi nurla görüyorsam onların canları da beni mutlaka aynı nurla görür” dedi.
Bunlar Peygamberi, Sahîhayn kitapları, hadîsler, hadîsi rivayet edenler olmaksızın, bunlara hacet kalmaksızın abıhayat kaynağında (gönüllerinde) görürler.
3465. “Kürt olarak yattık” sırrını bil, “ Arap olarak sabahladık” sırrını oku!
Gizli ilme dair bir misal istersen Rum halkıyla Çinlilere ait hikâyeyi söyle:
Rum halkıyla Çinlilerin ressamlıkta bahse girişmeleri
Çinliler “ Biz daha mahir ressamız, dediler. Rum halkı da dedi ki: “ Bizim maharetimiz daha üstündür.”
Padişah “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz dâvasında haklı” dedi.
Çinlilerle Rum diyarı ressamları hazırlandılar; Rum diyarı ressamları ilimlerine daha vakıf kişilerdi.
3470. Çin ressamları “ Bize bir hususi oda verin, bir oda da sizin olsun” dediler.
Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çin ressamlar aldı. Öbürünü de Rum ressamları.
Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Yüce padişah bunun üzerine hazinesini açtı.
Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi.
Rum ressamları “ Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne boya!” dediler.
3475. Kapıyı kapatıp duvarı cilâlamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, sâf ve berrak bir hale getirdiler.
İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay.
Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.
Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler.
Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalâde güzel şeylerdi.
3480. Ondan sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mâni olan perdeyi kaldırdı.
Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilâlanmış duvarına vurdu.
Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, âdeta göz alıyordu.
Oğul Rum ressamları sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri kitapları yoktur.
Ama gönüllerini adamakıllı cilâlamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır.
3485. O aynanın sâflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir.
Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür.
O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz.
Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur.
Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu : Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?
34120. Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir nakşın aksi geçip gider, ebedî değildir.
Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecilli eder.
Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.
Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır.
Düşünceyi bırakmışlar, âşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır.
3495. Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir.
Kimse onların gönlüne galip gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil.
Onlar fıkhı ve nahvı terk etmişlerdir ama mahvolmayı ve yokluğu ihtiyar etmişlerdir.
Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönül levhine vurur, orada tecelli eder.
Tanrı’nın doğruluk makamında oturanların, orasını yurt edinenlerin derecesi; arştan da yücedir, kürsüden de, boşluktan da!
Peygamber Aleyhisselâm’ın, Zeyd’e “Bugün nasılsın, nasıl kalktın?” diye sorması, onun da “Mümin olarak ey Tanrı elçisi diye cevap vermesi
3500. Peygamber bir sabah Zeyd’e “ Ey temiz ve sâf arkadaş, sabahı nasıl ettin? Diye sordu.
[divide style=”2″]
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 2801 – 3500 )
B. 2962. Kafdağı, eskilerce dünyayı kuşak gibi kuşatan bir dağdır ki zümrüdüanka kuşunun yuvası da buradadır. Sofiler Kafdağına türlü türlü mânalar vermişlerdir ki bu beyitten de anlaşılır.
B. 2972. Beyitteki cümle, 48 inci surenin (Feth) 10 uncu âyetindedir ve “Tanrı’nın eli, onların ellerinden üstündür” demektir. Tekmil âyetin mânası şudur: “Şüphesiz, sana biat edenler, Tanrı’ya biat etmişlerdir. Tanrı’nın eli, onların ellerinden üstündür. Bu biatten dönen, kendisine zarar etmiştir. Tanrı ile ahdettiği şeye vefa edene gelince: Tanrı, ona pek büyük bir ecir ve mükâfat verecektir” Peygamber, haccetmek için eshabiyle Mekke’ye hareket etmiş, fakat Mekkeliler, henüz şehir kendilerinde olduğundan buna müsaade etmemişlerdi. Bunun üzerine Hudeybiye denilen yerde bir ağaç altına oturup eshaba ölünceye kadar savaştan dönmemek üzere kendisine biat etmelerini buyurmuş, sahabe de bu suretle biat etmişti. Aynı surenin 18 inci âyetinde biatte bulunanlardan Tanrı’nın razı olduğu bildirildiğinden bu biate “Biy’at-ür Rıdvan — Razılık Biati” denmiş, bir ağaç altında biat edildiği için ağaca da “Şeceret-ür Rıdvan — Razılık ağacı” adı verilmiştir. Sofilerin mürşitlerine biatleri, bu esasa bağlanır. Onlarca mürşidin eli, şeyhten şeyhe, Peygamber’e kadar gider. Peygamber’in eliyse Tanrı eli demektir. Hattâ bunu ‘El ele, el Hakk’a” diye anlatırlar.
B. 3006. Eshab-ı Kehf, mağaralarında uyurlarken beyitte, âyetten alınarak söylendiği gibi güneş, üstlerine vurmaz, doğunca mağaranın sağına, batarken de soluna dokunurdu
(Sure: 18 — Kehf, âyet: 17. 392 nci beytin izahına da bakınız).
B. 3019. “Şâvirhüm” onlarla danış, onlarla meşverette bulun demektir. 3 üncü surenin (Âl-i İmran) 159 uncu âyetinde geçer.
B. 3065. Bu mesel, yani devenin iğne yordamından geçmesi meseli, Kur’an’da da geçer
(Sure: 7 — A’raf, âyet: 40).
B. 3071. “O, her gün ve her an bir iştedir.” (Sure: 55 — Rahman, âyet: 29).
B. 3078 – 3079. “Ol, emrinin Arapçası “kün” dür. Bu kelimede Arap imlâsınca iki harf vardır: K, N. Bu harfler, “Kâf, Nün” diye okunur. Tanrı’ iradesiyle her şeyin olacağını bildirirken “Söz budur, bundan ötesi yok: Tanrı, bir işi murat etti mi ol der, o iş de olur” der. (sure: 36 — Yâsîn, âyet 82. 3100 üncü beyte de bakınız).
B. 3103. Beyitteki Arapça cümle, onlardan öç aldık demektir. 15 inci surenin (Hicr) 78-79 uncu âyetlerinde “Şuayb’ın kavmi olan Eshab-ı Eyke, şüphe yok zâlimdi. Onlardan öç aldık. Sedum ve Eyke şehirleri, yol başında ve konuklara aydın iki şehirdi” denmektedir.
B. 3120. “Benim ümmetim, acınmış, günahları yarlıganmış, tövbesi kabul edilmiş bir ümmettir (Feyz-al Kadir II. 185).
B. 3133. 3103 üncü beytin izahına bak.
B. 3140. Sübhan, noksan ve lâyık olmıyan sıfatlardan arı demektir.
B. 3178. 6 ncı surenin (En’âm) 94 üncü âyetinden alınmadır.
B. 3179. 51 inci surenin (Zâriyât) 17 ve 18 inci âyetlerinden alınmadır.
B. 3187 – 31120. 1314 üncü beytin izahına bakınız.
B. 3195. Kirman’da kimyon çok olur. En fazla ve en iyi kimyon, bu memlekette yetişir. Bu münasebetle Farsçada “Kirman’a kimyon, denize katra götürmek” ihtiyacı olmıyan bir adama, yahut bir yere bir şey götürmek yerinde kullanılır bir atalar sözüdür. Eski Farsça kitaplarda bu söze çok raslanır.
B. 3216. 92 nci beytin izahına bakınız.
B. 3227. den sonraki bahiste adı geçen Vahiy kâtibi, üçüncü Halife Osman’ın süt kardeşi Abdullah-ibn-i Sa’d-ibn-i Ebîserh’dir. Mekke fethinden önce müslüman olmuş ve hicret etmişti. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştu. Sonra dinden dönüp müşrik oldu ve Mekke’ye kaçtı. “Ben ne istersem Muhammed’e onu söyletirdim. Ne dersem doğrudur der, yazdırırdı” diye iddiada bulundu. Peygamber, Mekke fethedilince öldürülmesini buyurdu. Osman araya girdi, bu suretle kurtuldu. Mısır fethine iştirak etmiştir. (İbn-i Abdülbirr: Al İstîâb fî Ma’rifet-il Ashâb, Haydarâbâd, 1318, c. I, s. 393).
B. 3242 – 3243. Her iki beyitteki âyet de 36 ncı sure olan Yâsîn suresindedir (8-9).
B. 3255, 3273. 3274. 264 üncü beytin izahına bakınız.
B. 3297. den sonraki bahiste adı geçen Bâûr oğlu Bel’am’ın hikâyesi. Kur’an’ın 7 inci suresi olan A’râf suresinde geçer (âyet: 175-176).
B. 3308. Yere batan Karun’dur, başlarına taş yağan kavim, Lût ve Hûd’ Peygamberlerin kavimleridir. Cebrail’in bağırmasiyle helak edilenler de Semûd kavimleriiyle Medyenlilerdir (29 uncu sure — Ankebut, âyet: 40). Nefs-i Natıka, insandaki idrâk ve natıka kabiliyetiyle tecelli eden mâneviyettir ki maddeden mücerret ve Tanrının hususî bir lütuf ve tecellisi olarak kabul edilmiştir.
B. 3320. den sonraki bahis. 535 inci beytin izahına bakınız.
B. 3335. Arap alfabesinde “c, h, d” harfleri “cahd” kelimesini meydana getirir ki inkâr etmek, hayırsız olmak ve kalbi daralmak mânalarına gelir. Bu suretle “can, nefesi, yani ağzımızdan çıkan sözü bazan inkâra delâlet eder bir hale kor, gah barış vesilesi yapar, gah kavga ve savaş” diyor.
B. 3338. Din Şeyhi. Sürûrî ve Semi, bundan maksat Sadreddin-i Konevî’dir demişlerdir. Sarih Anka-ravi, “Tahsise delilleri yoktur. Pes anlar da olsa kabil veyahut kibardan bir ahar kimse de olsa kabil. Belki Şeyh-i Ekber olsa da bait değildir. Zira bu mazmun üzere anın kelâmı çoktur ve sarahaten bu “El mâ’na hüvallah — Mâna Tanrı’dır” bu iki kâmilin mütedavel kitaplarında yoktur” diyor. Mevlevilerin hemen hepsi, bu beyitteki “Din Şeyhi” söziyle Muhyiddîn-i Arabi’nin kastedildiğini söylemişler, hattâ Veled Çelebi İzbudak “Al Seyf-al Katı” adlı kitabında Muhyiddîn’in buna benzer bir sözünü bulup tevile kalkışmışsa da bu, apaçık hatadır. Çünkü, Mevlâna’nın hiçbir gazelinde ve Mesnevi’nin hiçbir yerinde Muhyiddîn-i Arabi’den bahis olmadığı gibi Şeyh-i Ekber de hiçbir eserinde Mevlâna’yı anmamıştır. Mevlâna’nın “Dımışkıyım” redifli gazelini de, bilhassa:
Endeı Cebel-i Sâliha kâîst zi gevher
Zan gevher-i mâ garka-i derya-yı Dımışkıyım
yani “Sâliha dağında bir inci madeni var. O inci yüzünden Dımışık denizine gark olmuşuzdur” beytinde Muhyiddin-i Cebel-i Sâliha’da metfun olması dolayısiyle Şeyh-i Ekber’in kastedildiğini sananlar vardır. Halbuki Mevlâna; Bu gazeli, Şemseddîn-i Tebrizi’yi aramak üzere üçüncü defa olarak Şam’a girerken söylemiştir. Nitekim on üç beyitten ibaret olan bu gazelin on ikinci beytinde bunu
Ez Rûm betâzîm sevum bâr suy-i Şam
Kez turra-i çün şâm-ı mutarrâ-yı Dımışkıyım
Yani “Dımışk’ın gece gibi mutarra turreleri yüzünden, Rum ülkesinden Şam diyarına üçüncü defa olarak bir kere daha koşalım” beytiyle anlatmakta ve bu beyitten, sonraki son beyitte
Mahdum-i Şems-ül Hak-ı Tebriz ger ancâst
Mevlâ-yı Dımışkıym çı mevla-yı Dımışkıym
Yani “Eğer Tebriz’in Hak güneşi (Şemseddin) orada ise biz Dımışk’ın kölesiyiz, ama ne köle!” diye Şam’a ne yüzden gittiğini apaçık söylemektedir. (Hicrî 759 [1357-1358] de yazılmış ve asli nüsha ile karşılaştırılmış, düzeltilmiş nüsha, Konya Müzesi, No. 67, yaprak 228. Yine Konya Müzesi Kütüphanesindeki 68 – 69 numaralı divanın, ikinci cildinin 136 ncı yaprağı). Şu halde Celeb-i Sâliha’da olduğu duyulan İnci madeni, ancak Şems’tir. Apaçık anlaşılıyor ki Mevlâna, Şems’in oralarda bir handa, bir kervansarayda olduğunu duymuştur.
Esasen Mevlâna’nın Muhyiddîn-i Arabi’den bahsetmesi imkânsızdır. Çünkü Mevlâna ile Muhyiddîn’in meşrepleri tamamiyle birbirine aykırıdır. Mevlâna, aşk ve-cezbeyi sülûke esas olarak kabul ettiği halde Muhyiddin, bu yolda ilimle yürümüştür. Mevlâna felsefeye muarız, olduğu halde Muhyiddîn’in bilgisi felsefeyle meşbudur. Eflâkî, müntesiplerin bir gün “Fütûhât-ı Mekkiyye” den bahsederek “Acayip bir kitab, ne dediği anlaşılmadığı gibi söyliyenin de neden söylediği belli değil” dediklerini, bu sırada Zeki adlı bir Kavvâl, yani hanendenin gelip okumıya başladığını, Mevlana’nın “Şimdi fütûhat-ı Zeki, Fütûhat-ı Mekkî’den daha yeğ” deyip semaa kalktığını, söyler (üçüncü fasıl). Görülüyor ki Mevlâna, Muhyiddin’in en mühim kitabına bile ehemmiyet vermemektedir. Şems de tamamiyle Mevlâna meşrebindedir. Mevlâna* Şemsten bahsederken “Mevlâna Şemseddin, cin ve insan taifesini teshirde, Tanrı’nın mukaddes adlarındaki sırrı ve eşyanın esrarını bilmede Musa’nın Yed-i Beyzâsına malikti. Nefesi de şüphesiz, Mesih nefesiyle hemdemdi. Kimya ilminde eşi yoktu. Dâvet-i Kevakiple riyaziyat, ilahiyat, hikemiyat, nücum ve mantık ilimlerinde âfakta ve enfüste benzeri bulunmazdı. Fakat tanrı ile sohbet edince hepsini La ceridesine kaydedip külliyattan da mücerret oldu, mücerredat ve müfredattan da. Tecrit, tefrit ve tevhit âlemini ihtiyar etti” demektedir. (Dr. F. Uzluk nüshası, s. 291). Bu derece âlim olduğu halde ilme hiç ehemmiyet vermiyen, bilgiyi bir gaye değil, bir vasıta telâkki eden ve hele felsefeye hiç ehemmiyet vermiyen Şems de bir gün Mevlâna’nın medresesinde ve Mevlâna’nın huzurunda Fahr-i Râzi’den bahsedip onun, hattâ kâfir olduğunu söylemiş, sonra söz gelimini Muh-yiddîn’e getirerek “Nitekim Şeyh Muhammed-ibn-i Arabî de Dımışk’ta Muhammed bizim perdecimizdir diyordu. Dedim ki: kendinde gördüğünü neden Muhammed’de görmüyorsun? Herkes kendisinin perdesidir. İbn-i Arabî, Marifetin hakikati sabit olunca orada dâva olur mu? Yap, yapma nerde kalır” dedi. Ben, o mâna Muhammedindi. Bu diğer fazilet de fazla olarak yine ona aittir. Sense bu suretle inkâr ediyorsun, hadi git. Bu tasarruf değil, iddianın ta kendisi. Hem dâvaya kalkışıyor, hem dâvaya düşmemek gerektir diyorsun, dedim. Şeyh Muhammed iyi hemdertti. iyi munisti, büyük adamdı. Fakat şeriata mütebaatı yoktu. Birisi, kendisi mütabaatın ayniydi dedi. dedim ki: Hayır, mütabaatta bulunmadı. Şeyh Muhammed. bir zamanlar namaz kılar, rükû ve sucutta bulunur, şeriat ehlinin kuluyum derdi, fakat hakikatte şeriate mütabaatı yoktu. Ondan çok faydalandım, fakat sizden (Mevlâna’dan) faydalandığım kadar değil. Sizinki asla ona benzemez. Arada inciyle taş parçaları kadar fark var!” diyor (aynı nüsha, Şems’in Maarif ve kelimatı bahsinde, s. 316). Bir kere de “Şeyh Muhammed’in sözlerinde filân hata etti, filân yanıldı sözleri yoktu. Onu gördüm mü sen hata ettin demektir. Bir zamanlar ona baş indirmeyi gösterdim, tevazuu öğrettim…” demiştir (s. 316).
ilk zamanlarda Mevlâna ile Muhyiddîn-i Arabi’nin oğulluğu ve tarikatının naşiri olan Sadreddin arasındaki açıklığı da Sipehsâlar Menakıbiyle Eflâkî’den öğreniyoruz. Mevlâna’nm Sadreddin ve müntesipleri, yani Muhyiddin mensupları hakkındaki telâkkisini gösteren şu sözleri de dikkate değer: “Cerrâh-ı Mesihî dedi ki: Sadreddin’in eshabından benim nezdimde su içip böyle dediler: İsa Aleyhisselâm sizin za’mettiğiniz gibi Allah’tır. Hâşa, biz bunun Hak olduğunu biliriz. Lâkin muhafa-zaten ilimle kasden ketmedip inkâr eyleriz. Mevlâna Radıyallahu anh cevaben buyurdular: Allah’ın düşmanı yalan söyledi. Hâşa lillâh bu kelâm, Allah’ın indinde matrut ve müzil ve zelil ve kıylükal bulunan Şeytan’ın şarabından, sarhoş olan kimsenin kelâmıdır. Yahudilerin nekrinden bir mahalden bir mahalle kaçan ve kameti iki arşından daha az bulunan bir şahsın yedi kat gökleri hıfzetmesini nasıl tecviz edersin? Halbuki her bir göğün sihanı beş yüz yıllık ve her biri arasının mesafesi keza beş yüz yıllık yoldur…” (Fîhi mâ Fîh, Ahmed Avni tercümesi, Osman Ergin’deki nüsha, 60 a).
Hulâsa buradaki “Din Şeyhi” nin Muhyiddîn, yahut Sadreddin olmasına hiçbir surette imkân yoktur. İhtimal Şemseddin’i, yahut babası Sultan-al Ulema’yı Seyyid Bürhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî’yi, yahut çok hürmetkar olduğu Senâî veya Ferideddin-i Attâr’ı kesdetmiştir. Maalesef bu saydığımız zevatın kitapları, makaleleri matlap düşürülerek, yeni tâbirle elenip taranarak okunmamış ve ekserisi de basılmamıştır. Bu eserler, ilmî bir surette basılır ve tetkik edilirse “Mâna Tanrı’dır” sözünü» kime ait olduğu katî surette meydana çıkar.
B. 3343. Cüvan: genç. Ankaravi, bu kelimenin Arapça feta (Türkçe akı-ahı) karşılğı olduğunu ve Çelebi Hüsameddin’e hitabedildiğini söylüyor. Hüsameddin’in Ahıtürkoğlu olduğu düşünülürse çok doğrudur (711 inci beytin izahına bakınız).
B. 3391 – 3392. “Bizi doğru yola hidayet et; onlara nimet olarak verdiğin doğru yola Gazabettiğin kişilerin yoluna, dalâlette kalanların yoluna değil” (1 inci sure — Fatiha, âyet: 6-7).
B. 3395. den sonraki bahis Mevlâna’nın mezhepte müçtehit olup kıyası hüccet olarak kabul etmediği, gerek bu bahisten, gerek kıyasa ait diğer sözlerinden, apaçık anlaşılıyor. İmamiyye’nin dört hadîs kitabından biri ve en muteberi olan “Kâfi” nin usul kısmında “Bâb-al bidai ver re’yl vel mekayîs — Bid’atler, rey ve kıyaslar babı”ndan İmam Câ’fer-al Sâdık’ın Ebu Hanife’ye “Ya Eba Hanife, bana kıyasla amel ettiğini söylediler” dediği, Ebu Hanife’nin tasdiki üzerine “Amel etme. Çünkü önce kıyasla Amel eden İblis’tir. Beni ateşten yarattın, onu topraktan dediği zaman kıyas yapmış, ateşle toprağı mukayese etmişti. Âdem’deki nuraniyeti ateşin nuraniyetiyle mukayese etseydi iki nurun arasındaki fazileti, rüçhanı ve birinin öbüründen daha arı olduğunu bilir, anlardı” dediği kayıtlı olduğu gibi yine aynı kitapta İmam Cafer’in İblis, kendini Âdem’le mukayese ederek beni ateşten yarattın, onu topraktan dedi. Eğer Tanrı’nın Adem’i yarattığı cevheri ateşle mukayese etseydi bu cevherin ateşten daha nurlu ve parlak olduğunu anlardı” dediği zikredilmektedir.
B. 3402. Ebu Cehl’in oğlu Akreme, sahabedendir. Nuh Peygamberi’n oğullarından Kenan ise Tufanda babasına uymamış, bir dağa çıkıp kurtulmıya çalışırken boğulmuştur (11 inci sure — Hûd, âyet: 42-43, 45-47).
B. 3410. “Kuş dili — Mantık-al Tayr” Kur’an’ın. 28 inci suresi olan Neml suresinin 16 ncı âyetinde bildirildiğine göre Süleyman Peygamber’e öğretilmiştir. Ferideddin-i Attar’ın da (vefatı 618 – 1221 – hicrîden sonra) bu adda, Mesnevi vezninde ve Mesnevi tarzında bir kitabı vardır. Esasen tasavvuf ıstılahlarına ve tasavvufa bu adın verilmesinde de bu eserin tesiri olsa gerektir.
B. 3426. Perde ardında bulunan hakimden maksat, Hakîm-i Senâî’dir.
B. 3431. “Bu dünya yaşayışı, aslı olmıyan bir şeyden, bir oyundan başka bir şey değildir. Ahirete gelince: bilseler asıl hayat odur.” (29 uncu sure — Ankebût, âyet: 64).
B. 3440. “Meleklerle ruh, miktarı elli bin yıl olan günde, yani kıyamet gününde Tanrı’ya yücelirler.” {70 inci sure — Maâric, âyet: 4).
B. 3442. 10 uncu sure — Yunus, âyet: 36.
B. 3452. 62 nci sure — Cumua, âyet: 5.
B. 3453. Hu, o demektir. Birçok âyetlerde Tanrı sıfatlarını bildiren adlar “Allah” adına izafe edilmiştir. Allah bilir, görür, duyar, kudret sahibidir… gibi. Allah adı da “O, öyle bir Allahtır ki” diye “O — Hû” adına bağlandığından sofilerin bir kısmı, bu işaret adını da Tanrı adı saymışlar, hattâ “İsm-i Âzam — en ulu ve şerefli ad” olarak kabul etmişlerdir. Ali’nin “Ey D — Yâ Huve” diye dua ettiği de rivayet edilmektedir. Şârih-i Ankaravî, Ali’den rivayet edilen sözleri, bu beyti şerh ederken almıştır.
B. 3464. Sahîhayn, iki doğru ve sahih kitap demektir. Ehl-i Sünnet, altı tane hadîs kitabını doğru sayar. Bu altı kitaba “Sıhah-ı Sitte — altı doğru kitab” adı verilir. Bu altı kitabın içinden Buhari (vefatı 256, 869-870) ve Müslim’in (vefatı 261, 874-875) kitaplarına bilhassa “Sahîh-i Buhâri” ve “Sahih-i Müslim” denir.
B. 3465. “Kürt olarak akşamladım, Arap olarak kalktım.” Bu sözü Tâc-al Ârifîn Abû-al Vefa-yı Kürdî söylemiştir, Hicrî 501 de vefat eden (1107) bu zat, rivayete göre okuma yazma bilmezmiş. Kendisinden va’zetmesini istemişler. O da ertesi günü va’zedeceğini vadetmiş. O akşam rüyada H. Muhammed’i görmüş. Peygamber’in, kendisine ilmin talim edildiğini müjdelemesi üzerine ertesi günü mimbere çıkıp va’za bu cümle ile başlamış. Bu zatın. Çelebi Hüsamedd’in ceddi olduğunu, Mesnevi’nin başlangıcından anlıyoruz.
B. 3433. Sofiler, yakîn mertebelerini üçe ayırırlar: llm-el yakin, bilgi bakımından inanmaktır. Ayn-el yakîn, bu bilgiyi görgü haline sokmak, Hakk-al yakîn de bilgiyle birleşmek, tahakkuk etmektir. Bu üç dereceyi şu misalle aydınlatabiliriz. Yiğitliği duyup inanmak birinci derecedir. Bir yiğidin bahadırlığını görmek ikinci derece, yiğitliğin kendisinden zuhuru da üçüncü derecedir. Hacı Bayram-ı Veli, bir ilâhisinde; bu üç dereceyi “bilmek, bulmak, olmak” sözleriyle Türkçeleştirmiştır:
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendü oldu
Sen seni bil, sen seni
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 1 (3501 – 4000 Beyitler)
Zeyd: “ Mümin bir kul olarak” deyince “ İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi.
Zeyd dedi ki: “ Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım.
Mızrak kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. (onlar beni tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı.)
Ondan dolayı bence bütün şeriatler, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.
3505. Ezelle ebed birleşti. Fakat akıl, kabiliyetsizliğinden buraya yol bulamaz.”
Peygamber “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışınca, bu diyar akıllılarının harcına getirdiğin bir hediye var mı, nerede? Çıkar bakalım!” dedi.
Zeyd dedi ki: “ halk, gökyüzünü nasıl görürse ben de arşı, arştakilerle beraber öyle görüyorum.
Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem, şaman önündeki put gibi apaçık ve meydanda.
Halkı, değirmende buğdayı arpadan fark edercesine teker ,teker tanıyorum.
3510. Cennetlik kim, yabancı nerede? Bence yılan ve balık gibi apaşikâr.
“ Kıyamet günü, bazı yüzler ak olur, bazıları kara…” Sırrı, şimdiden meydana çıktı. Bu halkın bir kısmının yüzü ak, bir kısmının kara.”
Hakikatte bazı ruhlar, bundan önce de ( dünyaya gelmeden de) ayıplıydı. Fakat ana rahminde olduğu için hali, halka gizliydi.
Şakî, ana karnında şakî olur (fakat bilinmez) Cisim âlemindeyse cisimdeki hallerden, ruhun halleri de anlaşılır.
Vücut da ana gibi can çocuğuna gebedir. Ölüm, doğmak derdi ve kıyamettir.
3515. Bu dünyada geçmiş canların hepsi, “ O ferahlı can acaba nasıl doğacak?” diye beklemektedirler.
Zenciler, o mutlaka bizdendir derler. Beyazlar da, imkânı yok… O çok güzel olacak, derler.
Vücudun canı, ahiret âlemine doğunca artık beyaz, kara ihtilafı kalmaz.
Kara ise Zenciler alıp götürürler, beyazsa kendi cinslerinden olan bu çocuğu, beyazlar alıp götürürler.
Fakat doğmadıkça anlamak, âlemdeki müşkül işlerdendir. Çünkü henüz doğmamış çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır.
3520. Bunu anlayan kişi, ancak Tanrı nuruyla bakıp gören kişidir. Böyle olan zat, bâtına da nüfuz edebilir.
Nutfenin aslı beyaz renkli ve hoştur. Fakat beyaz kişinin canının aksi;
Nutfeye renk verir, onu en güzel şekle sokar; kara kişinin canının aksi de bir kısım halkı, en aşağılık bir renge, en bayağı bir şekle sürer, götürür.
Bu söze nihayet yoktur. Sen yine atını sür de biz kervandan geri kalmayalım.
Bir gün her zümrenin önünde, saman çöpü müsün , dağ mı. Hindu musun, Türk mü? Meydana çıkar.
3525. Hindu ile Türk, ana karnında belli olmaz. Fakat doğunca zayıf mı kuvvetli mi… herkes görür anlar.
Zeyd’in Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’e “Halkın ahvali bence gizli değildir, apaçıktır” diye cevap vermesi
Zeyd “ Ben halkı, kadın, erkek… Herkesi, kıyamet günündeymiş gibi apaçık görüyorum.
Hemen şimdicik söyleyeyim mi? Yoksa kapayayım mı?” dedi. Mustafa, dudağını ısırarak sus demek istedi.
Zeyd dedi ki: “Ey Tanrı Peygamberi, haşir sırrını söyleyeyim de bugün dünyada kıyameti koparayım mı?
Müsaade et bana, perdeleri yırtayım da aslım, mahiyetim güneş gibi parlasın;
Güneş benim nurumdan tutulsun… Hurma ağacı (gibi meyveliler) ile söğüt ağacını (gibi meyvesizleri) göstereyim.
3530. Kıyamet sırrını açayım, halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.
Elleri kesik Eshab-ı Simal-ı küfür rengiyle al rengi…
Tutulmayan, gidilmeyen ayın ziyasında yedi nifak deliğini…
Şakîlerin pırtıl elbiselerini göstereyim. Peygamberlerin davullarını, nöbetlerini duyurayım.
3535. Cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki A’raf’ı apaçık olarak kâfirlerin gözlerinin önlerine getireyim.
Kevser Havuzunun çoşmakta olduğunu… suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta. “İç, İç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte bulunduğunu…
Susuzların, havuzun etrafında koşup durduklarını apaçık göstereyim.
Onların omuzları omuzlarıma sürünmekte, naraları kulağıma gelmekte.
İşte gözümün önünde… Cennet ehli, dilekleriyle birbirlerini kucaklamışlar;
3540. Birbirlerinin ellerini ziyaret ediyor, musafahada bulunuyorlar, dudaklarından buseler yağmalıyorlar.
Aşağılık kişilerin hasret naralarından, “ ah, ah” diye bağrışmalarından kulağım sağır oldu.
Bu söylediklerim ancak işaretlerden ibarettir. Daha derin söylerim ama Peygamberi incitmekten korkuyorum.”
Zeyd, böylece sarhoş, harap bir surette söyleyip duruyordu. Peygamber, yakasını büktü.
Dedi ki: “ Kendine gel, atın pek hızlı gidiyor, yuları çek. “Tanrı haya etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı.
3545. Aynan, kılıftan çıktı. Ayna ve terazi yalan söyler mi?
Ayna ile terazi, kimse incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı?
Ayna ile teraziye yüzlerce yıl hizmet etsen onlar yine doğrucu ve kadri yüce mihenklerdir.
Sen benim sırrımı sakla, doğruyu gizle; sen de eksik gösterme, fazla göster, ( diye yalvarsan bile)
3550. Onlar sana “ Kendini maskara etme ayna, terazi nerede; hile düzen nerede?
Tanrı, hakikatlerin bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti.
Eğer bu doğruluğumuz olmasaydı ne değerimiz olurdu; iyilerin yüzünü nasıl ağartırdık?” derler.
Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki Tanrı tecellisi vurduysa bile yine aynayı koynuna koy!”
Zeyd, “ Tanrı güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı?
Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.
3555. Peygamber dedi ki: “ Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu… dünyayı güneşsiz görürsün.
Bir parmak bile, aya perde oluyor. İşte bu padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.
Bu suretle bir nokta ( gibi olan parmak), cihanı örter; bir sürçme de güneşi küsufa uğratır.
Dudağını yum, denizin dibine bak. Tanrı, denizi, insana mahkûm etmiştir.
Nitekim Selsebîl ve Zencebîl ırmakları da Tanrı’nın cennete koyduğu kulların hükmü altındadır.
3560. Cennetin dört ırmağı bizim hükmümüzdedir.
Fakat bu gücümüzden, kuvvetimizden değil…Tanrı emriyle böyledir.
Bu ırmaklar, büyücülerin hükümlerine uyan büyüler gibi bizim hükmümüzdedir; onları nereye istersek oraya akıtırız.
Bu akıp duran ve gönlün hükmü altında, canın fermanına tâbi bulunan iki göz çeşmesi gibi…
Gönül dilerse gözler; zehrin, yılanların bulunduğu tarafa gider; gönül dilerse baktığı şeylerden ibret alır.
Gönül dilerse görülen şeylere bakar; gönül dilerse örtülü , gizli şeylere akar.
3565. Gönül dilerse, gözleri külliyat tarafına sevk eder; gönül dilerse cüziyatta hapseyler.
Bu beş duygu da ( çeşmelerdeki lüleler, nasıl çeşmeye tâbi ise) aynı tarzda gönle tâbidir. Onun muradınca ve onun emrine göre iş görür.
Gönül ne tarafı işaret ederse beş duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.
Musa’nın elindeki sopa nasıl Musa’ya tâbi ise el, ayak da apaçık gönlün emrine tâbidir.
Gönül isterse ayak, raksa girer, yahut yavaş yürürken hızlı yürümeye başlar.
3570. Gönül isterse el, parmaklarla hesaba girişir, yahut kitap yazar.
El, gizli bir elin hükmündedir. O gizli el içerdedir, dışarıya teni dikmiş, kendisine onu vekil etmiştir.
Gönül dilerse el, düşmana bir ejderha kesilir. Gönül dilerse sevgiliye yardımcı olur.
Gönül dilerse el, yemek için kepçedir, on batmanlık gürz.
Acaba gönül, bunlara ne söylüyor ki? Bu ne şaşılacak vuslat, bu ne gizli sebep!
3575. Gönül, acaba Süleyman Mührünü mü ele geçirdi ki bu beş duygunun yollarını istediği gibi işaret etmekte!
Beş zâhirî duygu dışarıda kolayca onun mahkûmu olmuş, beş bâtınî duyguda içeride onun memuru…
On duygu bunlardan başka yedi endam… Daha da dille söylenmeyecek kadar çok kuvvetler… Gayri sen say.
Gönül mademki ululukta sen de bir Süleyman’sın…Parmağındaki saltanat yüzüğüyle perilere, şeytanlara hükmet!
Bu saltanatta hileye sapmazsan o üç şeytan, senin parmağından yüzüğü alamaz.
3580. Gayri adın, sanın, bütün dünyayı tutar. Cismin gibi iki cihan senin hükmüne uyar.
Fakat şeytan elindeki yüzüğü alırsa padişahlık bitti, bahtın öldü demektir.
Tanrı kulları, eğer iş böyle olursa bundan böyle kıyamete kadar ancak ve ancak “ Ah hasretlik!” der, durursunuz.
Hadi, tutalım, kendi hileni inkâr edersin; canını teraziyle aynadan nasıl kurtaracaksın?”
”Getirdiğimiz turfanda meyveleri o yedi” diye kölelerle kapı yoldaşlarının, suçlarını Lokman’ın üstüne atmaları
Lokman, efendisinin hizmetinde bulunan köleler arasında hor, hakîr görünmekteydi.
3585. Efendi rahatça yesin, eğlensin diye kullarını meyve getirmek üzere bağa gönderdi.
Lokman, kullar içinde, âdeta onlara tâbi bir kuldu. İçi mânalarla dolu, görünüşü gece gibi kapkaranlıktı.
Köleler topladıkları meyveleri, tamah edip bir iyice yediler.
Efendilerine de “ Lokman yedi” dediler. Efendi, Lokman’a yüzünü ekşitti, ağır bir tavır takındı.
Lokman bunun sebebini araştırıp anlayınca efendisine dargın bir tarzda ağzını açıp.
35120. “ Efendi; hain kul, Tanrı yanında, onun rızasını kazanmış bir kul olmaz.
Ey kerem sahibi! Hepimizi imtihan et. Bize fazlasıyla sıcak su içir.
Ondan sonra beni büyük bir sahraya çıkar. Sen atlı olarak koş, bizi de yaya olarak koştur.
O zaman kötülük yapanı gör, sırları açan Tanrı’nın işlerini seyret” dedi.
Efendi, kullara sâki oldu, sıcak suyu içirdi. Onlarda korkularından içtiler.
3595. Sonra onları ovalarda koşturmaya başladı. Kullar aşağı yukarı koşup duruyorlardı.
Nihayet iyice yoruldular, kusmaya başladılar. İçtikleri su yedikleri meyvelerin hepsini çıkardı.
Lokman’ın da gönlü bulandı, o da kustu. Fakat onun karnından halis su geldi.
Lokman’ın hikmeti bunu göstermeyi bilirse, varlığın Rabbi olan Tanrı’nın hikmeti nelere kadir değildir?
Kıyamet gününde bütün sırlar çıkacak, bilinip görülecek. Sizin de bilinmesini istemediğiniz sır meydana çıktı.
3600. Sıcak suyu içtikleri gibi kendilerini rüsvay edecek sırları tamamı ile açığa vurulmuş oldu.
Taş; ateşle sınanacağı ( ateş içinde parçalanıp yumuşayacağı, eriyebileceği) için kâfirler, ateşe atılırlar, onların azabı ateşle olur.
O taş gibi gönle biz kaç kereler yumuşak sözler söyledik, fakat öğüt almadı.
Damarda da kötü yara olursa oraya kötü ilâç konur, eşeğin başına köpeğin dişi lâyıktır.
“Habîs olan şeyler habîsler içindir” hükmü bir hikmettir. Çirkine münasip olan çirkin eştir.
3605. Şu halde sen de hangi eşi dilersen yürü, onu al. Tanrı’da mahvol, onun sıfatlarını kazan!
Nur istersen nura istidat kazan; Tanrı’dan uzaklık istersen kendini gör, uzaklaş!
Yok, eğer bu harap zindandan kurtulmaya bir yol istersen sevgiliden baş çekme, secde et de yaklaş!
Zeyd’in, Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’e cevabı, bu hikâyenin sonu
Bu sözün sonu yoktur. Zeyd; kalk, natıka Burak’ını bağla!
Söz söylemek kabiliyeti ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar.
3610. Tanrı, nice yerlerde gaybı ister. Şu davulcuyu sür, yolu kapa.
Atını hızlı sürme, yuları çek. Sırların gizli kalması, herkesin gizli zannından mesrur olması daha iyi.
Hak kendisinden ümit kesenlerin de bu ibadetten yüz çevirmemelerini istemektedir;
Onlar da bir ümide kapılsınlar, birkaç gün o ümidin maiyetinde koşup dursunlar;
Tanrı’nın merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki o rahmet, herkesi aydınlatsın.
3615. Her bey, her esir, ümit ve korkuyla Tanrı’dan çekinsin.
Bu ümit ve korku: herkes bu perdenin ardında beslenip yetişsin diye perde ardına girmiştir.
Ümit ve korku perdesini yırttın mı… Gayb, bütün şâşâasıyla ortaya çıkar.
Bir genç dere kıyısında balık tutan birisini görüp, “Bu balıkçı Süleyman olmalı” diye zanna düştü.
Süleyman’sa neden yalnız ve gizlenmiş; değilse nasıl oluyor da bu derece Süleyman’a benziyor?”
3620. Süleyman tekrar müstakil bir padişah oluncaya kadar gönlünde bu şüphe vardı.
Dev, onun tahtından, diyarından yıkılıp gitti; baht kılıcı, o şeytanın kanını döktü.
Yine yüzüğünü parmağına taktı dev ve peri askerlerini yine başına topladı.
Halk, seyretmek için tapuya geldiler, düşünceye kapılmış olan genç de onların arasına katılıp huzura vardı.
Süleyman’ın parmağında yüzüğü görünce düşüncesi, kuruntusu tamamı ile geçti.
3625. Vehim, işin gizli, kapalı olduğu zamandadır. Bu araştırma görünmeyen şey içindir.
Ortada olmayan şeyin kuruntusu, büyüdükçe büyür. Fakat gaypta olana şey, meydana çıktı mı, kuruntu geçer.
*Gerçi bir şeyin hakikatini izhar etmek esasen kemaldir ve canları kuruntudan kurtarır;
*Fakat gayba imanın, görünen şeye inanmaya nispetle bire yüz fazileti vardır. Bunu iyice bil de şüphe ve tereddütten kurtul!
Nurlu gökyüzü yağışsız olmaz ama kara yeryüzü de nebatatı yetiştirmeden vazgeçmez.
Bana gayba iman edenler gerek… Onun için bu fâni konağın penceresini örttüm.
Nasıl izhar eder de gökleri yarar, açarım; eğer hakikatleri meydana korsam, nasıl “ Bunda bir ayıp, bir noksan gördün mü?” diyebilirim?
3630. Bu karanlıkta arayıp taradıkça herkes, yüzünü bir tarafa çevirir;
İşler bir zaman aksine gider; hırsız, polisi dar ağacına sürükler…
Böylece bir nice sultan, bir nice yüce himmetli, bir müddet kendi kuluna kul olur.
Kul, efendisinin huzurunda değilken de kulluğunu korur, itaatten çıkmazsa bu kulluk iyi ve hoş bir kulluktur.
Bu padişahın önünde onu öğen kişi nerede, padişah yokken bile ondan utanıp çekinen nerede.
3635. Memleket ucunda, padişahtan saltanat sayesinden uzak bir kale dizdarı;
Kaleyi düşmanlardan korur, orasını sayısız mal ve para verse bile satmaz,
Padişah orada değilken, hudut boylarında, padişahın huzurundaymış gibi vefakârlıkta bulunursa;
O dizdar; elbette padişahın yanında, huzurunda bulunan ve can feda eden kişilerden daha değerlidir.
Şu halde yarı zerre miktarı, fakat gaibane emir tutmak; emredicinin huzurunda kulluk etmek ve emrine uymaktan yüz binlerce defa üstündür.
3640. Kulluk ve iman, şimdi makbuldür. Fakat ölümden sonra her şey meydana çıkınca inanmak, bir işe yaramaz.
Hakikatın kapalı, örtülü olması ve gayba inanmak daha iyi, daha makbul olunca ağzın kapalı, dudağın yumuk olması elbette iyidir.
Kardeş, sözden el çek ki bizzat Tanrı, sende Ledün ilmini meydana çıkarsın.
Güneşin varlığına delil kendisi yeter. Tanrı’dan daha ulu şahit kimdir?
Hayır… söyleyeceğim çünkü Kur’an’da şahadet hususunda hep beraberce Tanrı da anılmıştır, melek de âlimler de.
3645. Tanrı da şahadet eder, melekler de, bilgili kişiler de: Şüphe yok ki Rabb, ancak daimî Tanrı’dır…
Hak, şahadet edince melek kim oluyor ki şahadette Tanrı ile müşterek olsun!
Çünkü ziyaya tahammül edemeyen zavallı gözlerle biçare gönüllerin güneşin nuruna ve güneşe takatleri yoktur.
Bu çeşit gözler, böyle gönüller, yarasaya benzerler. Yarasa güneşin ışığına, güneşin hararetine tahammül edemez, ümidini keser ( güneşten mahrum kalır)
Gökyüzünde cilve eden güneşe şahadette, melekleri de bize dost, bize eş bil!
3650. “ Biz o tek güneşten nurlandık, güneşin halifesi gibi zayıfları nurlandık” diye şahadet ederler.
Her melek; yeni ay, yahut üç günlük ay, yahut da dolunay gibi kemal, nur ve kudret sahibidir.
O şûle; üçer, dörder kanatlı meleklerin her birine, mertebelerine göre vurmakta, onları nurlandırmaktadır.
Meleklerin kanatları insanların akıl kanatlarına benzer. İnsanların akılları arasında da çok fark vardır.
İyilikte olsun, kötülükte olsun her insana kendisine benzer bir melek arkadaştır.
3655. Gözü tahammül edemediği için çipile, yıldız ışık verir, o da bu suretle yol bulur.
Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’in Zeyd’e “Bunun sırrını faşetme; gözet!” demesi
Peygamber “ Sahabem yıldızlar gibi yola gidenlere ışık, şeytanlara taştır” dedi.
Herkes uzaktan görebilseydi gökyüzündeki güneşle nurlanırdı.
Ve ey aşağılık kişi, güneşin nuruna delalet etmek üzere yıldıza ne lûzum kalırdı?
Ay; buluta, toprağa ve gölge der ki: “Ben de sizin gibi insanım. Ancak bana vahiy geliyor.
3660. Ben de yaratılışta sizin gibi karanlıktım. Fakat vahiy güneşi, bana böyle bir nur verdi.
Güneşlere nispetle biraz karanlığım, fakat insanların karanlıklarına nispetle nurluyum.
Tahammül edebilesin diye nurum zayıf. Çünkü sen parlak güneşin eri değilsin.
Balla sirkeden meydana gelen sirkengebin gibi ben de nurlu zulmetten meydana geldim ve bu suretle kalp hastalığına yol buldum, faydalı oldum.
Hasta adam hastalıktan kurtulunca sirkeyi bırak bal yiye gör.”
3665. Gönül tahtı, heva ve hevesten arındı; gönülde “Er Rahmânu alel arşistevâ” sırrı zuhur etti.
Bundan sonra Hak, gönle vasıtasız hükmeder. Çünkü gönül bu rabıtayı buldu.
Bu sözün de sonu yoktur. Zeyd nerede? Ona rüsvay olmak iyi değildir, diyeyim!
Zeyd’in hikâyesine dönüş
Artık Zeyd’i bulamazsın, o kaçtı; kapı yanındaki son saftan fırladı, papuçlarını bile bıraktı!
Sen kim oluyorsun? Zeyd bile, üstüne güneş vurmuş yıldız gibi kendisini kaybetti, bulamadı!
3670. Ondan ne bir nakış bulabilirsin, ne bir nişan… Hattâ ne de saman uğrusu yoluna gidebilmek için bir saman çöpü!
Duygularımızla sonu gelmeyen sözümüz, sultanımızın bilgi nurunda mahvoldu.
(Bu mazhariyete erenlerin) duygularıyla akılları iç âlemde “Ledeynâ Muhdarûn” denizinde dalgalanmakta, dalga dalga üstüne, çoşup durmaktadır.
Fakat gece olunca gene teklif ve icazet vakti gelir; gizlenmiş yıldızlar işlerine, güçlerine koyulurlar.
Tanrı akılsızların akıllarını kulaklarında halka halka küpeler olduğu halde geri verir.
3675. Hepsi hamdüsena ederek ayaklarını vurur, ellerini çırpar, nazlı nazlı “Rabbimiz bizi dirilttin bize hayat verdin” derler.
O çürümüş deriler, dökülmüş kemikler, yerden tozlar koparan atlılar kesilir;
Kıyamet günü, şükrederek, yahut kâfir olarak yokluktan varlığa hamle ederler.
Niçin başını çevirir, görmezlikten gelirsin? Önce yoklukta da böyle baş çevirmemiş miydin?
“Beni nerede yerimden tedirgin edecek? Deyip yoklukta da böyle ayağını diremiştin.
3680. Tanrı’nın sun’u; görmüyor musun? Nasıl seni alnındaki perçemden tutup çekerek:
Evvelce hatırı hayalinde olmayan bu çeşit hallere uğrattı.
O yokluk da daima Tanrı’ya kuldur. Ey dev, kulluk et. Süleyman diridir!
Dev, havuzlar gibi kâseler yapmakta; kudreti yok ki bu işi yapmaktan vazgeçsin, yahut emredene bir cevap versin!
Bir kendine bak, yok olmaktan nasıl titreyip durmaktasın? Yokluğu da aynen böyle tir tir titrer bil!
3685. Dünya mansıplarını elde etsen bile yine kaybetme korkusundan canın çıkar.
En güzel olan (Güzeller güzeli ) Tanrı’nın aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir, hattâ şeker yemek bile!
Can çekişme nedir? Ölüme yaklaşmak, abıhayatı elde edememek.
Halkın iki gözü de toprağa ve ölüme saplanmıştır. Abıhayat var mı, yok mu, bunda yüz türlü şüpheler var.
Sen cehdet de bu yüz şüphen de sana düşsün. Geceleyin yürü ,yol al… Uyudun mu gece gitti gider!
O gündüzü geceleyin ara; karanlıkları yakan o aklı, kendine kılavuz yap!
36120. Kötü renkli gecede çok iyilikler vardır. Abıhayat, karanlıkların eşidir, karanlıktadır.
Böyle yüzlerce gaflet tohumunu ekip durdukça başını uykudan kaldırabilir misiniz?
Ölü uyku, ölü lokmaya dost oldu; efendi uyudu, geceleyin iş gören hırsız da hazırlığa koyuldu.
Senin düşmanın kimlerdir? Bilmiyorsun. Ateşten yaratılanlar, topraktan yaratılmışların varlığına düşmandır.
3695. Ateş suyun ve oğullarının düşmanıdır. Nitekim su da ateşin canına düşmandır.
Suyun ve çocuklarının düşmanı olduğundan su da ateşi öldürür, söndürür.
Bütün bunlardan sonra ( şunu da bil ki) bu ateş, şehvet ateşidir, günahın suçun aslı ondadır.
Dış âlemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.
Şehvet ateşi, su ile sakin olmaz. Çünkü azap ve elem bakımından cehennem tabiatlıdır.
3700. Şehvet ateşine ne çare var? Din nuru. Müminler ;nurunuz kâfirlerin ateşini söndürdü.
Bu ateşi ne söndürür? Tanrı nuru. Bu hususta İbrahim’in nurunu kendine usta yap.
Ki öd ağacına benzeyen bu cismin, Nemrut gibi olan nefis ateşinden kurtulsun!
Şehvet ateşi yanmakla eksilip bitmez. Yanmakla güzelce eksilir, nihayet yok olur.
Bir ateşe odun attıkça o ateş nereden sönecek?
3705. Fakat odun atmazsan söner. Çünkü bu çekinme ateşe su serper.
Yüzüne, kalplerin haramdan çekinmesinden kızıllık süren kişinin güzel yüzü, hiç ateşten kararır mı?
Tanrı ondan razı olsun, Ömer zamanında şehre ateş düşmesi
Ömer’in zamanında bir yangın oldu. Ateş, taşları bile kuru ağaç gibi yakmaktaydı.
Yapıları, evleri yakmağa, hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını bile tutuşturmağa başladı.
Alevler şehrin yarısını sardı. Su bile ondan korkmakta, şaşırmaktaydı!
3710. Akıllı kişiler, ateşe kovalarla su ve sirke döküyorlar.
Yangın inada gelip alevini artırıyordu. Ona Tanrı yardım etmekteydi.
Halk Ömer’e yüz tuttular, koşa koşa gidip “Yangınımız suyla sönmüyor?” dediler.
Ömer “O yangın, Tanrı alâmetlerindendir. Sizin hasislik ateşinizden bir şûledir.
Suyu bırakın yoksullara ekmek dağıtın. Eğer bana tâbi iseniz hasisliği terk edin” dedi.
3715. Halk, Ömer’e “ Bizim kapılarımız açık. Cömert kişileriz, mürüvvet ehliyiz, dediler.
Ömer dedi ki: “ Siz, âdet olduğu için yoksullara ekmek verdiniz, Tanrı için eli açık olmadınız.
Öğünmek, görünmek, nazlanmak için cömertlik etmektesiniz; korkudan. Tanrı’dan çekinmeden, ona niyaz etme yüzünden değil!”
Mal tohumdur, her çorak yere ekmek; kılıcı her yol vurucunun eline verme!
Din ehlini kin ehlinden ayırt et; Hakla oturanı ara, onunla otur!
3720. Herkes, kendi kavmine ( meşrebine uygun kimselere) cömertlik gösterip mal, mülk verir, Nâdan kişi de bu suretle bir iş yaptım sanır.
Düşmanın, Ali –Keremallahu vechehunun yüzü- ne tükürmesi üzerine Emîr-ül Müminîn Ali’nin elinden kılıcı atması
İbadetteki ihlâsı Ali’den öğren, Tanrı aslanını hilelerden arınmış bil.
Savaşta bir yiğiti atletti, hemen kılıcını çekip üstüne saldırdı.
O, her peygamberin, her velînin öğündüğü Ali’nin yüzüne tükürdü.
Bir yüze tükürdü ki ay, secde yerinde o yüze secde eder.
3725. Ali, derhal kılıcı elinden attı, onunla savaşmadan vazgeçti.
O savaşçı er, bu işe, bu yersiz af ve merhamete şaşıp kaldı.
Dedi ki: “Bana keskin kılıcını kaldırmıştın, neden kılıcı indirdin ve beni bıraktın?
Benimle savaşmadan daha âlâ ne gördün de beni avlamadan vazgeçtin?
Ne gördün ki bu derecede kızgınken kızgınlığın yatıştı; böyle bir şimşek çaktı, sonra sönüverdi?
3730. Ne gördün? O gördüğün şeyin aksi bana da vurdu; gönlümde, canımda bir şûle parladı.
Kevinden, mekândan yüce, candan daha iyi neydi o gördüğün ki bize can bağışladı?
Yiğitlikte Tanrı aslanasın, mürüvvette kimsin, bunu kim bilir?
Mürüvvette Tih sahrasında Musa’nın bulutusun. O bulutta eşi görülmemiş nimetler, ekmekler yağar.”
Bu bulutlar, çalışıp çabalar, buğday bitirirler. Halk onu pişirip bal gibi tatlı bir hale koyarl.
3735. Halbuki Musa’nın bulutu rahmet kanadını açar, halka zahmetsizce pişmiş ve tatlı nimetler verir.
O bulutun rahmeti, kerem sofrasında pişmiş yemek yiyenler için âlemde bayrak açmıştır.
O vergi ve o ihsan, niyaz ehlinden tam kırk yıl, bir gün bile eksik olmadı.
Nihayet onlar, bayağılıklarından kalkıp pırasa, tere ve marul istediler; onun üzerine kesildi.
3740. Ahmed’in yüce ümmeti için o yemek kıyamete kadar bakidir.
Peygamber’in “Rabbime misafir olurum” demesi ortalığa yayılınca, “O beni doyurur, su verir” sözü, bu mânevi yemekten kinaye oldu.
Bunu, hiç tevil etmeden kabul et ki boğazına bal ve süt gibi lezzetli gelsin.
Çünkü tevil ihsan edilen şeyi geri vermektir. Çünkü tevilci hakikatı hata görür.
Halbuki bu hata görmesi, aklının zayıflığındandır. Akl-ı Küll içtir, Akl-ı Cüz’i ise deridir.
Kendini tevil et, hadîsleri değil; kendi dimağına kötü de, gülbahçesine değil!
3745. Ey baştanbaşa akıl ve göz olan Ali! Gördüğünden bir parçacık söyle.
Hilim kılıcın canımızı parça parça etti; ilim suyun toprağımızı arıttı.
Açıver; biliyorum, bu Tanrı sırlarındandır.
Çünkü kılıçsız adam öldürmek, ancak onun işidir.
Tanrı, aletsiz, uzuvsuz bir yapıcıdır. Artıp duran bu hediyelerin vericisi odur.
Akla yüz binlerce şarap tattırır ki onlardan ne iki gözün haberi vardır, ne kulağın!
3750. Ey arşta hoş bir surette evlanıp duran doğan! Bu anda Tanrı’dan ne gördün? Açıkça söyle.
Senin gözün gayb idrakını öğrenmiştir. Orada bulunan başkalrının gözleriyse kapalıdır.
Birisi ayı apaçık görür, öbürüyse dünyayı kapkaranlık.
Diğer birisi de bir yerde üç tane ay görür. Evet, bu üç kişi bir yerde oturmuşlardır:
Üçünün de gözü açık, kulakları duymakta… Fakat bunlar, senin eteğine yapışmışlardır, senin adamlarındır (Hallerini sen bilirsin), benden kaçıyorlar (ben bunları bilemem).
3755. Bu hal, acaba gabya mensup bir sihir mi, yoksa gizli bir lûtuf mu? Sende bir kurt sureti mi var, bende de Yusuf sureti mi?
Âlem on sekiz bin, hattâ daha fazla olsa bunların on sekizi bile her göze görünmez.
Ey Aliyyel Mürtezâ, ey kötü kaza ve kaderden sonra güzel kaza ve kader, sırrı aç;
Ya sen akılına geleni söyle, ya ben gönlüme doğanı söyleyeyim.
Bu sır, senden parladı, bana vurdu; nasıl gizleyebilirim? Ay gibi, söylemeden nur saçmakta.
3760. Fakat ayın kursu, söze gelirse gece yol alanları hemencecik yola sokar.
Yanlış yola gitmekten de emin olurlar, yoldan çıkmadan da. Ayın sesi, gulyabani sesinden üstün olur.
Ay, söylemeksizin yol gösterirse, söyleyince ne yapmaz, dünyayı ışığa boğar!
Madem ki sen ilim şehrine kapısın, mademki sen hilim güneşine şûlesin;
Ey kapı, kapı arayanlara açıl ki kabuklar içlensin (zâhir ehli, hakikate erişsin)!
3765. Ey rahmet kapısı, ey eşi, naziri olmayan Tanrı dergâhı, ebede kadar açık kal!”
Her istek, her zerre bir penceredir, fakat kör gönül nasıl olur da “Orada bir kapı vardır” der.
Gözcü, bir kapı açmadıkça gönle, orada kapı olmak ihtimali bile gelmez.
Fakat bir kapı açıldı mı, şaşırır. Tamah ümidinin kuşu uçup gider.
Akıllı bir kişi, bir viranede ansızın define buldu, onun için her viraneye koşuyor.
3770. Sen, yoklukta bir inci bulamadıysan gayri orada ne diye inci arıyorsun?
Zan, yıllarca kendi ayağıyla koşsa burnunun direğinden ileriye geçemez (olduğu yerde sayar, durur).
Burnuna gayptan bir koku gelmedikçe, söyle… burnunun ucundan başka bir şey görebilir misin?
O kâfirin, Ali –Keremmallahu Vechehu- ye “Bana üstün gelmişken niçin elinden kılıcını attın?” diye sorması
*Bunun üzerine o yeni Müslüman velî sarhoşluk ve lezzetle.
Ali’ye dedi ki: “Ya Emîrel Müminîn, buyur da can; tende, ana karnındaki cenin gibi canlansın, oynasın.
Ey can, yedi yıldız; ana karnına düşen her çocuğu, muayyen müddetlerde ve nöbetle terbiye eder.
3775. Ceninin canlanma zamanı gelince ona yardım eden güneştir.
Cenin, güneşin tesiriyle harekete gelir. Güneş, ona derhal can bağışlar.
Cenine güneş doğmadıkça, güneşin nuru, ona vurmadıkça öbür yıldızların tesiriyle canlanmaz. Onlar, ancak suretine hizmet ederler.
Cenin, ana rahminde güzel yüzlü güneşle bu alâkayı hangi yoldan kazandı?
Bizim duygumuzdan gizli olan bir yoldan gökyüzündeki güneşe nice yollar var.
3780. Bir yol var; yakut, o yolla güneşten gıdalanır…Bir yol var; o yolla ve güneşin tesiriyle yakut olur.
Bir yol var, güneş o yola lâli kızıllaştırır. Bir yol var, o yolla nala kıvılcım saçma hassasını verir.
Bir yol var, güneş o yolda meyveleri oldurur… Bir yol var, o yolla korkaklara yürek verir.
Ey kandı aydınlanmış, padişahla ve padişahın koluyla ^şina olmuş doğan, açık söyle!
Ey padişahın ankayı bile avlayan doğanı, ey askerle değil, bizzat ve tek başına ordular kıran,
3785. Sen, tek başına bir ümmetsin, fakat yüzbinlerce er sayılırsın. Ey bu kulu, himmet doğanına av eden!
Kahır zamanında bu merhamet neden? Ejderhayı elden bırakmak kimin yolu?”
Emîr-ül Müminîn Ali –Kerremallahu Vechehu- nun, cevap vermesi ve o sırada kılıcı elinden atmasının sebebi ne olduğunu söylemesi
Ali dedi ki: “Ben kılıcı Tanrı için vuruyorum. Tanrı kuluyum ten memuru değil!
Tanrı aslanıyım heva heves aslanı değil… İşim, dinime şahittir.
37120. Ben “Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı” sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir.
Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Tanrıdan gayrısını yok bildim.
Bir gölgeyim sahibim güneş… Ona hacibim hicap değil.
Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem.
Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgâr nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir?
Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi?
3795. Bir rüzgârla yerinden kımıldanıp kopan bir çöpten ibarettir. Çünkü muhalif esen nice rüzgârlar var!
Hışım, şehvet ve hırs rüzgârı, namaz ehli olmayan kişiyi silip süpürür.
Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hattâ saman çöpüne benzesem bile rüzgârım, onun rüzgârıdır.
Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Tanrının aşkıdır.
Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir.
3800. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Tanrı hışmıysa bence rahmettir.
Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprak atası ( Ebu Turab) oldumsa da bahçe kesildim.
Savaşırken içime bir vesvese, bir benlik geldi; kılıcı gizlemeyi münasip gördüm.
Bu suretle “Sevgisi Tanrı içindir” denmesini diledim; ancak Tanrı için birisine düşmanlık etmeli.
Cömertliğimin Tanrı yolunda olmasını, varımı yine Tanrı için sakınmamı istedim.
3805. Benim sakınmam da ancak Tanrı içindir. Vermem de… Tamamı ile Tanrınınım, başkasının değil.
Tanrı için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum.
Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Tanrı eteğine yapıştım.
Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri.
Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum.
3810. Halka bundan fazla söylemeye imkân yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.
Akılların alacağı kadar aşağı mertebeden söylemekteyim. Bu, ayıp değil, Peygamberin işidir.
Garezden hürüm ben; hür olan kişinin şahadetini duy. Kul, köle olanların şahadetleri iki arpa tanesine bil değmez!
Şeriatte dâva ve hükümde kulum şahitliğinin kıymeti yoktur.
Senin aleyhinde binlerce köle şahadet etse şeriat onların şahadetlerini bir saman çöpüne bile almaz.
3815. Şehvete kul olan, Tanrı indinde köleden, esir olmuş kullardan beterdir.
Çünkü köle bir sözle sahibinin kulluğundan çıkar,hür olur. Şehvete kul olansa tatlı dirilir, acı ölür.
Şehvet kulu, Tanrı’nın rahmeti, hususi bir lûtuf ve nimeti olmadıkça kulluktan kurtulamaz.
Öyle bir kuyuya düşmüştür ki bu kuyu, onun kendi suçudur. Ona cebir değildir, cevir de değil!
Kendisini kendisi, öyle bir kuyuya atmıştır ki ben o kuyunun dibine varacak ip bulamıyorum.
3820. Artık yeter… Eğer bu sözü uzatırsam ciğer ne oluyor? Mermer bile kan kesilir.
Bu ciğerlerin kan olmaması katılıktan, şaşkınlıktan, dünya ile uğraşmadan ve talihsizliktendir.
Bir gün kan kesilir ama bu kan kesilmesinin o gün faydası yok. Kan kesilme işe yararken kan kesil!
Mademki kulların kölelerin, şahadeti makbul değildir, tam adalet sahibi, o kişiye derler ki gulyabani kölesi olmasın.
Kur’an’da peygambere “Biz seni şahit olarak gönderdik” denmiştir. Çünkü o, varlıktan hür oğlu hürdür.
3825. Ben, mademki hürüm; hiddet beni nasıl bağlar, kendisine nasıl kul eder? Burada Tanrı sıfatlarından başka sıfat yoktur, beri gel!
Beri gel ki Tanrı’nın ihsanı seni azat etsin. Çünkü onun rahmeti gazabından üstün ve arıktır.
Beri gel ki şimdi tehlikeden kurtuldun, kaçtın kimya seni cevher haline soktu.
Küfürden ve dikenliğinden kurtuldun, artık Tanrı bahçesinde bir gül gibi açıl!
Ey ulu kişi, sen bensin, ben de senim. Sen Ali’ydin, Ali’yi nasıl öldürürüm?
3830. Öyle bir suç işledin ki her türlü ibadetten iyi bir anda gökleri bir baştan bir başa aştın.
O adamın işlediği suç ne kutlu suç! Gül yaprakları dikenden bitmez mi?
Ömer’in Peygambere kastedişi suçu, onu ta kabul kapısına kadar çekip götürmedi mi?
Firavun; büyücüleri, büyüleri yüzünden çağırmadı mı?
Onlara da bu yüzden ikbal yardım etmedi mi, bu yüzden devlete erişmediler mi?
Onların büyüsü, onların inkârı olmasaydı inatçı Firavun, onları huzuruna alır mıydı?
3835. Onlar da asâyı ve mucizeleri nereden göreceklerdi? Ey isyan eden kavim! Suç, ibadet oldu.
Tanrı ümitsizliğin boynunu vurmuştur. Çünkü günah ve suç ibadet olmuştur.
Çünkü Tanrı, şeytanların rahmine suçları ibadete, sevaba tebdil eder.
Bundan dolayı Şeytan, taşlanır; hasedinden çatlar, iki parça olur.
Şeytan bir günah meydana getirmek ve onunla bizi bir kuyuya düşürmek ister.
3840. “ O günahın ibadet olduğunu gördü mü?” işte o an, Şeytan’a yomsuz bir andır.
Beri gel; ben, sana kapı açtım; sen benim yüzüme tükürdün, bense sana armağan sundum.
Cefa edene bile böyle muamelede bulunur, aleyhime ayak atanların ayağına bile bu çeşit baş korsam,
Vefa edene ne bağışlarım? Anla! Cennetlerde ebedî mülkler ihsan ederim
Peygamber Aleyhisselâm’ın Emîr-ül Müminîn Ali –Kerremallâhu Vechehu- nun seyisinin kulağına “Ali’nin şahadeti senin elinle olacak, sana haber veriyorum” demesi
Ben öyle bir erim ki kanlıma, katilime bile lûtuf şerbetim, kahır zehri olmadı.
3845. Peygamber, hizmetkârımın kulağına, bu başımı boynumdan onun ayıracağını söyledi.
Peygamber, sevgilinin vahyiyle nihayet ölümümün onun eliyle olacağını haber verdi.
O, daima “ Beni önce öldür de benden bu kötü ve yanlış iş zuhur etmesin” demekte;
Ben de “Mademki ölümüm senden olacak, ben kaza ve kadere karşı nasıl hile edebilirim?” demekteyim.
O, daima önümde yerlere kapanarak “Ey Kerem sahibi, beni Tanrı hakkı için ikiye böl,
3850. Ki bu kötü akıbete uğramayayım. Bu yüzden canım yanmasın” der;
Ben de daima “Yürü, git. Kader kalemi, bunu yazdı, yazının mürekkebi de kurudu. Olan oldu. Kader kaleminden nice bayraklar, baş aşağı olur.
Gönlümde, sana hiçbir düşmanlık yok. Çünkü bunu, ben senden bilmiyorum ki.
Sen Tanrı aletisin; yapan, Tanrı’nın eli. Hakkın aletini nasıl kınayayım, Hakkın aletine nasıl itiraz edeyim?” derim
O, “Öyle ise kısas niçin?” dedi. Ali cevap verdi: “ O da Hak’tan, o da gizli bir sır.
3855. Eğer Tanrı, kendi yaptığı işe itiraz ederse bu itiraz yüzünden bağlar, bahçeler yeşertir.
Kendi yaptığı işe itiraz, ancak onun kârıdır. Çünkü kahırda da tektir, lûtufta da.
Bu hâdiseler şehrinde bey odur, memleketlerde tedbir onundur,
Aletini kırarsa kırılanı tekrar iyileştirebilir.”
Ulu kişi, “ Hiçbir âyeti değiştirmedik ki ardından daha hayırlısını getirmeyelim” remzini bil.
3860. Tanrı hangi şeriatın hükmünü kaldırdıysa âdeta otu yoldu, yerine gül bitirdi demektir.
Gece, gündüz meşguliyetini giderir, bitirir. Akıl ermeyen şu uykuya bak!
Sonra tekrar gündüzün nuruyla gece ortadan kalkar, bu suretle de o yalımlı ateş yüzünden donukluk, uyku yanar, gider.
O uyku, o duygusuzluk zulmettir ama abıhayat, zulmette değil mi?
Akıllar, o zulmetle tazelenmiyor mu? Hanendenin bestedeki duraklaması sese kuvvet vermiyor mu?
3865. Zıtlar, zıtlardan zuhur etmekte… Tanrı, kalpte ki süveydada daimi bir nur yarattı.
Peygamberin savaşı sulha sebep oldu. Bu âhir zamandaki sulh o savaş yüzündendir.
O gönüller alan sevgili ( Peygamber), âlemdekilerin başları aman bulsun diye yüz binlerce baş kesti. Bahçıvan, fidan yücelsin, meyve versin diye muzır dalları budar.
Sanatını bilen bahçıvan, bahçe ve meyve gelişsin diye bahçedeki otları yolar.
3870. Sevgilinin ağrıdan, hastalıktan kurtulması için hekim, çürük dişi çekip çıkarır.
Noksanlarda nice fazlalıklar var. Şehitlere hayat yokluktadır.
Rızk yiyen boğaz kesildi mi “Onlar Rablerinden rızıklanır, ferahlarlar” nimeti hazmedilir.
Hayvanın boğazı kesilince insanın boğazı gelişir. O hayvan, insan vücuduna girer, insan olur, fazileti artar.
İnsanın boğazı kesilirse ne olur, fazileti ne dereceye varır? Artık agâh ol da onu bununla mukayese et.
3875. Öyle bir üçüncü boğaz doğar ki o, Tanrı şerbetiyle, Tanrı nurlarıyla beslenir, gelişir.
Kesilen boğaz, bu şerbeti içer ama “Lâ” dan kurtulmuş “Belâ” da ölmüş boğaz!
Ey kısa parmaklı, himmeti kesik kişi! Ne vakte dek canının hayatı ekmek olacak?
Beyaz ekmek için yüzsuyu döktüğünden dolayı söğüt ağacı gibi meyven yok!
Duygu canı, bu ekmeğe sabredemiyorsa kimyayı elde et de bakırı altın yap!
3880. Elbiseyi yıkamak istiyorsan bez yıkayanların mahallesinden yüz çevirme!
Ekmek orucunu bozduysa kırıkçıya yapış, yücel!
Onun eli, mademki kırıkları sarar, iyileştirir… Şu halde onun kırması şüphe yok ki yapmaktır.
Fakat sen kırarsan der ki: “Gel yap bakalım.” Elin ayağın yok ki yapamazsın.
Şu halde kırmak, kırığı sarıp iyileştiren adamın hakkıdır.
3885. Dikmeyi bilen yırtmayı da bilir. Neyi satarsa yerine daha iyisini alır.
Evi yıkar, hâk ile yeksan eder; fakat bir anda da daha mamur bir hale getirir.
Bir bedenden baş kesti mi yerine derhal yüz binlerce baş izhar eder.
Canilere kısas emretmese, yahut “Kısasta hayat var” demeseydi,
Kimin haddi vardı ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin!
38120. Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir.
O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur.
Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!
Âdem Aleyhisselâm’ın İblis’in sapıklığına şaşması ve ululanması
Âdem Peygamber, ansızın esasen şakî olan İblise hor baktı.
Kendisini beğenip, kendisini ulu görüp melun şeytanın yaptığı işe güldü.
3895. Tanrı gayreti bağırdı: Ey tertemiz adam! Sen gizli sırları bilmiyorsun.
Eğer Tanrı kürkü ters giyerse dağı bile ta kökünden temelinden söker.
O zaman, yüzlerce Âdem’in perdesini yırtar, yüzlerce yeni müslüman olmuş suçsuz, günahsız iblis yaratır!
Âdem “Bu hor görüşten tövbe ettim. Bir daha böyle küstahça düşünceye düşmem” dedi.
Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver. Bilgilerle, zenginlikle öğünmeye imkân yok.
31200. Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma; takdir ettiğin kötülükleri bizden defet;
Kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi Tanrı’ya razı olan kardeşlerden ayırma!
Senin ayrılığından daha acı bir şey yok… Sana sığınmazsak sen esirgemezsen işimiz, gücümüz ancak kargaşalıktır.
Zaten malımız mülkümüz; malımızın, mülkümüzün yolunu kesmekte… Zaten cismimizi soyup çırçıplak bırakmakta!
Elimiz, ayağımıza kastettikten sonra artık kim, senin lûtfun olmadıkça canını kurtarabilir ki?
31205. Bu pek büyük tehlikelerden canını kurtarsa bile kurtardığı şey ancak idbar ve tehlike sermayesi kesilir.
Çünkü can, canana ulaşmadıkça ebediyen kördür… ebediyen yaslıdır.
Esasen senin inayetin olmazsa can, âdeta bir tutsaktır; seninle diri olmayan canı ölü farz et.
Sen kullara darılır,kulları kınarsan, Ey Tanrı hakkındır, yaparsın.
Aya, güneşe kusurlu, nursuz… Servinin boyuna iki büklüm;
3910. Feleğe, arşa hor ve aşağı… madene, denize yoksul dersen,
Kemaline nispetle yaraşır. Çünkü yokluklara kemal verip onlara eriştirme kudreti ancak senindir.
Çünkü sende yokluk ve ihtiyaç yoktur; yokları icat eden, onları ihtiyaçtan kurtaran sensin.
Yetiştiren, yakmayı da bilir; çünkü yırtık söken, dikmeyi de bilir.
Her güz; bağı bahçeyi yakıp yandırmakta. Sonra yeniden bahçeleri renklere boyayan kırmızı güllere boyayan kırmızı gülleri yetiştirmektedir.
3915. “ Ey yanıp yakılan, zuhur et, yenilen; tekrar güzelleş, güzel sesli bir hale gel” diye hepsini yeniden yaratır.
Nergisin gözü körleşir, o, tekrar açar… Kamışın boğazını keser, sonra yine kendisi tekrar okşar, ondan nağmeler çıkarır.
Biz mademki masnu’uz, sâni değiliz… Şu halde ancak zebunuz, ancak kanaatkârız.
Hepimiz “Nefsim, nefsim” deyip durmakta, hepimiz yalnız kendimizi düşünmekteyiz. Sen buna lûtufta bulunmazsan şeytanız.
Sen bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı Şeytandan kurtulduk.
3920. Kim hayattaysa değnekçisi, yol gösteren sensin. Değneğin, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki, ne yapabilir ki?
Senden gayrı hoş olsun, hoş olmasın… Her şey, insanı yakar, ateşin aynıdır.
Kim ateşe dayanır, ateşe arka verirse hem Mecusidir, hem Zerdüşt!
Tanrı’dan başka her şey bâtıldır, asılsızdır. Tanrı’nın ihsanı, yağmuru kesilmeyen bir buluttur.
Ali Kerremallâhu Vechehu hikâyesine dönüş, Ali’nin katilini hoş görmesi
Tekrar Ali ve katilinin hikâyesine dön; katiline fazlasıyla gösterdiği kerem ve mürüvveti anlat.
3925. Ali dedi ki: “Ben düşmanımı gözümle görmekte, gece gündüz ona bakıp durmaktayım. Böyle olduğu halde hiç kızmıyorum.
Çünkü ölümüm, bana can gibi hoş geliyor; dirilmemle âdeta bir.
Ölümsüzlük ölümü bize helâl olmuştur; azıksızlık azığı, bize rızk ve nimettir.
Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir; ölümün görünüşte sonu yoktur, hakikatte ise ebedîliktir.
Çocuğun rahimden, doğması bir göçmedir; fakatta cihanda ona yeni baştan bir hayat var.
3930. Ecele doğru meylimiz, ecele aşkımız olduğundan “Nefislerinizi elinizle tehlikeye atmayın” nehyi asıl bizedir.
Çünkü nehiy, tatlı şeyden olur, acı için nehye zaten hacet yok ki.
Bir şeyin içi de acı olur dışı da acı olursa onun acılığı kötülüğü esasen nehiydir.
Bana da ölüm tatlıdır. “Onlar ölmemişlerdir, Rablerinin huzurunda diridirler” âyeti benim içindir.
Ey inandığım, itimat ettiğim kişiler! Beni kınayın ve öldürün. Şüphe yok, benim ebedî hayatım öldürülmemdedir.
3935. Ey yiğit! Hayatım, mutlaka ölümdedir. Ne zamana kadar yurdumdan ayrı kalacağım?
Bu âlemde durmaklığım, ayrılık olmasaydı (öldüğümüz zaman) “Biz, şüphe yok, Tanrı’ya dönenleriz” denmezdi.
Dönen kişi; ayrıldığı şehre tekrar gelen kişidir; zamanın ayırışından kurtulup birliğe erişendir.
Seyisin Emir-ül Müminîn, beni öldür ve bu kazadan kurtar” diye ayaklarına kapanması
Seyis tekrar gelerek “Ya Ali, beni tez öldür ki o kötü vakti, o fena zamanı görmeyeyim.
Sana helâl ediyorum, kanımı dök ki gözüm o kıyameti görmesin” dedi.
3940. Dedim ki: Eğer her zerre bir kanlı, bir katil olsa da elinde hançer olarak senin kastına yürüse.
Yine senin bir tek kılını kesemez. Çünkü kader kalemi böyle yazmıştır; sen beni öldüreceksin.
Fakat tasalanma, senin şefaatçin benim. Ben ruhun eri ve sultanıyım, ten kulu değil!
Yanımda bu tenin kıymeti yok; ten kaydına düşmeyen bir er oğlu erim.
Hançer ve kılıç, benim çiçeğim; ölüm meclisim… bağım, bahçemdir.”
3945. Tenini bu derece öldürüp ayaklar altına alan kişi, nasıl olur da beylik ve halifelik hırsına düşer?
O, ancak emirlere yol göstermek, emirliği belletmek için zâhiren makam işleriyle ve hükümle uğraşır;
Emirlik makamına yeni bir can vermek, hilâfet fidanını meyvelendirmek için bu işle meşgul olur.
Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem’in, Mekke’yi ve diğer yerleri fethetmek istemesi, dünya mülkünü sevdiğinden değildi; Tanrı emriyleydi. Çünkü “ Dünya cifedir” buyurmuştu.
Peygamber, Mekke’yi fethe uğraştı diye nasıl olurda dünya sevgisiyle ittiham edilir?
O öyle bir kişiydi ki imtihan günü ( yani Miraç’ta) yedi göğün hazinesine karşı hem yüzünü yumdu, hem gönlünü kapadı.
3950. Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur.
Hepsi kendilerini, onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerede ki:
O, Tanrı ululuğuyla, Tanrı celâliyle öyle dolmuştur ki bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz.
“Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, hattâ ne de ruh” dedi. Artık düşünün anlayın!
“Göz Tanrı’dan başka bir yere şaşmadı, meyletmedi” sırrına mazharız, karga değiliz; âlemi renk renk boyayan Tanrı sarhoşuyuz; bağın bahçenin sarhoşu değil” buyurdu!
3955. Göklerin, akılların hazineleri bile Peygamber’in gözüne bir çöp kadar ehemmiyetsiz görünürse.
Artık Mekke, Şam ve Irak ne oluyor ki onlar için savaşsın, onlara iştiyak çeksin!
Ancak gönlü kötü olan, onun işlerini kendi bilgisizliğine, kendi hırsına göre mukayese eden kişi onun hakkında böyle bir şüpheye düşer.
Sarı camdan bakarsan güneşin nurunu sapsarı görürsün.
O gök ve sarı camı kır da eri ve tozu gör!
3960. Atlı bir er, atını koştururken tozu dumana katar, etrafta bir tozdur kalkar. Sen, tozu Tanrı eri sanırsın.
İblis de tozu gördü, “Bu toprağın fer’idir. Benim gibi ateş alınlı birisinden nasıl üstün olur?” dedi.
Sen azizleri insan gördükçe bil ki bu görüş İblis’in mirasıdır
Be inatçı, İblis’in oğlu olmasan o köpeğin mirası nasıl olur da sana düşer?
Ben köpek değilim, Tanrı aslanıyım. Tanrı aslanı suretten kurtulandır.
3965. Dünya aslanı av ve rızk arar, Tanrı aslanı hürlük ve ölüm!
Çünkü ölümde yüzlerce hayat görür de varlığını pervane gibi yakıp yandırır.
Ölüm isteği, doğru kişilerin boyunlarına bir halkadır. Çünkü bu istek, yahudîlere imtihan oldu.
Tanrı Kur’an’da “Yahudîler, doğrulara ölüm; fütuhat, sermaye ve ticarettir.
Sermaye ve ticaret isteği var ya; ölümü istemek ondan daha iyidir.
3970. Ey yahudiler; halk içinde namusunuzu korumak istiyorsanız bu dileği, bu ölüm temennisini dile getirin” dedi.
Muhammed, bu bayrağı kaldırınca bir tek yahudi bile bu istekte bulunmaya cüret edemedi.
Peygamber “Eğer bunu dillerine getirirlerse dünyada tek bir yahudi bile kalmaz” dedi.
Bunun üzerine yahudiler ; “Ey din ışığı, bizi rüsvay etme! Diyerek mal ve haraç verdiler.
Bu sözün sonu görünmez. Mademki gözün sevgiliyi gördü, ver elini bana!
Emîr-ül Müminîn Ali Kerremallâhu Vechehu’nun, arkadaşına “Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, savaşımda ihlâs kalmadı. Seni öldürmeme mâni buydu” demesi
3975. Emirül Müminin, o gence dedi ki: “Ey yiğit! Savaşırken.
Sen benim yüzüme tükürünce nefsim kabardı, hiddet ettim, huyum harap berbat bir hale geldi.
Öyle bir hale geldim ki o anda savaşımın yarısı Tanrı içindi, yarısı nefsim için. Tanrı işinde ortaklık yaraşmaz.
Sen Tanrı nakışısın: Seni, o, kudret eliyle yarattı, bezedi. Onunsun, benim değil.
Tanrı’nın nakışını yine Tanrı eliyle kır; sevgilinin camına sevgilinin taşını at!”
3980. Kâfir bu sözü işitti, gönlünde öyle bir nur zuhur etti ki zünnarını kesti.
“Ben, cefa tohumunu ekmiştim, seni başka türlü sanıyordum.
Halbuki sen Tanrı huylu bir teraziymişsin, hattâ her terazinin oku senmişsin!
Meğer sen benim soyum sopummuşsun; meğer çırağımın, dinimin aydınlığı senmişsin!
Ben o görür göz arayan çırağın kulu, kölesiyim ki senin çırağın da ondan nurlanmış, aydınlanmıştır…
3985. Ben, o nur denizinin kulu, kurbanıyım ki böyle bir inci izhar eder.
Bana kelime-i şahadeti söyle, bende söyleyeyim ki seni zamanın en yücesi gördüm” dedi.
Onlar beraber akrabasından, kavminden elli kişiye yakın kimse de
âşıkçasına dine yüz tuttular, müslüman oldular.
Ali, ilim kılıcıyla bu kadar boğazı, bu kadar halkı kılıçtan kurtardı.
Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hattâ yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür.
39120. Yazıklar olsun ki iki lokmacık yendi de bu yüzden fikir çoşkunluğu dondu, yatıştı.
Bir buğday tanesi, Âdem Peygamberin güneşinin tutulmasına… arzın, güneş ile ay arasına girmesi , dolunayın kararmasına sebep oldu.
İşte sana gönlün letafeti! Bir avuç balçıktan (bir iki lokma ekmekten) ay darmadağın bir hale gelmekte!
Ekmek mânevi olursa yenmesinde fayda var. Fakat bildiğimiz ekmeğin faydası yok, kalbi daraltıyor.
Mânevi ekmek, yeşil diken gibi… deve yiyince yüz türlü fayda, yüzlerce lezzet bulmakta.
3995. Fakat yeşilliği gitti de kurudu mu, onu çölde deve yiyince;
Damağını avurdunu yırtar, paralar. Yazıklar olsun; öyle yetişmiş gül kılıç kesildi.
Ekmek de mânevi oldukça o yeşil dikendi. Fakat şimdi zâhiri ekmek olduğundan kupkuru bir hale geldi, sertleşti.
Ey nazlı nazenin varlık (ey Husâmeddin), bundan önce onu yemeğe alışmıştın.
O alışkanlıkla bu kuru ekmeği de alıp yemek istiyorsun ama gayri mâna, yerle karıştı;
4000. Toprakla karışık, kaskatı, dili damağı yırtar bir hale geldi. Ey deve, şimdi otu yeme, ondan çekin!
Söz, toprakla pek karışık bir hale geliyor, su bulandı… Kuyunun ağzını kapa.
Ki Tanrı onu yine sâf, yine hoş bir hale getirsin. Onu bulandıran, durultur da.
Maksada sabırla erişilir, aceleyle değil. Sabret, doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
BİRİNCİ CİLDİN SONU
.
MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 2 (1 – 700 Beyitler)
Bu ikinci cildin gecikmesinde bazı hikmetler vardır.İşin faydalarına dair Tanrı hikmetleri, kula tamamiyle malûm olsa kul,o işi yapamaz,âciz kalır. Tanrının sonsuz hikmetleri;idrakini yıkar,harabeder. Kul o işe koyulmaz. Ulu Tanrı ,o sonsuz hikmetlerden pek az bir miktarını, kula yular yapar,onu o işe çeker. O işin faydasından hiç haber vermese kul hiç harekete gelmez. Çünkü hareket,insanların faydası içindir ve biz o yüzden işe koyuluruz.O işin hikmetini tamamiyle bildirse kul yine harekete gelemez. Nitekim devenin yuları olmasa yürümez.Fakat yular ağır ve büyük olsa yine gidemez,çöküverir. ”Hiçbir şey yoktur ki hazineleri bizde olmasın. Fakat onu ancak mâlum bir miktarda indiririz. ”Toprak susuz kerpiç olmaz. Fakat “Tanrı gökyüzünü yüceltti,ölçülü yaptı. ”Her şeyi de ölçülü verir;sayısız,ölçüsüz değil. Ancak halk ve beşeriyet âleminden geçen kişiler, ”Tanrı,dilediğini sayısız bir surette rızıklandırır” hükmüne mahzar olanlar ve tatmayan bilmez sırrına erenler,bundan müstesnadır.
Birisi “Âşıklık nedir? Diye sordu.
Dedim ki:Benim gibi olursan bilirsin.
Aşk,sayıya sığmaz,ölçüye gelmez sevgidir.
Bundan dolayı,hakikatte Halk sıfatıdır,kula nispet edilmesi mecazidir demişlerdir.”Tanrı onları sever” sözü nerede kaldı?
Tanrı Peygamberine daimî ve çok salâtü selâm olsun.
MESNEVİ II. Cilt
Bu Mesnevi bir müddet gecikti. Kanın süt olması için bir zaman lâzımdır.
Bahtın yeni bir çocuk doğurmadıkça kan, tatlı süt haline gelmez. Bunu güzelce duy.
Hak Ziyası Hüsamettin, göğün yücesinden tekrar dizgin çevirince yine Mesnevi’ye başlandı.
Hakikatler miracına gitmişti, o yüzden onun baharı olmadığı cihetle koncalar açılmamıştı.
5. Denizden tekrar kıyıya dönünce Mesnevi şiirinin çengi de düzeldi, çalınmaya başlandı.
Ruhların cilâsı olan Mesnevi’ye, yeniden recebin on beşinci günü başlandı.
Bu alışverişe başlayış tarihi, (Hicri) 662 tarihiydi.
Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı.
Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın.
10. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur.
Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O âleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.
Ey ağız, sen esasen cehennemin bir alevisin! Ey cihan, sen zaten bir berzaha benzersin!
Baki nur, aşağılık dünyanın ardındadır. Saf süt, kan nehirlerinin ardındadır.
Oraya ihtiyarsız bir attın mı… sütün karışır, kan haline gelir.
15. Âdem peygamber, nefis zevkine bir adım attı, cennetin baş köşesinden ayrılma zinciri, boğazına geçti.
Melek, Şeytandan kaçar gibi ondan kaçmaya başladı. Bir lokma ekmek için ne kadar gözyaşı döktü.
Gerçi cüret ettiği suç bir kıl kadardı. Fakat o kıl iki gözde bitmişti.
Âdem,kadim nur’un gözüydü.Gözde kıl,büyük bir dağ kesilir.
Eğer Âdem, o hususta meşverette bulunsaydı pişman olup özürler serdetmezdi.
20. Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşti mi; kötü işe, kötü söze mani olur.
Fakat nefis, başka bir nefisle dost olursa cüzi akıl muattal olur, bir işe yaramaz.
Yalnızlıktan ümitsizliğe düşünce güneş gibi bir sevgilinin gölgesi altına gir.
Yürü, tez bir Tanrı dostu ara. Böyle yaptın mı, Tanrı, senin dostun olur.
Halvette oturup gözünü yuman da bunu yine dosttan öğrenmiştir.
25. Ağyardan halvet etmek gerek, yardan değil. Kürk, kışın işe yarar, baharın değil.
Akıl başka bir akılla birleşti mi nur artar, yol meydana çıkar.
Fakat nefis, bir başka nefisle sevinir, gülerse karanlık çoğalır, yol gizlenir.
Ey avcı, dost senin gözündür. Onu çerçöpten arı tut.
Sakın dil süpürgesiyle ona toz kondurma. Göze tozu toprağı hediye götürme.
30. Zira mümin, müminin aynası olunca yüzü buğulanmadan kurtulur.
Mahzunluk zamanında dost, can aynasıdır. Aynanın yüzünü nefesle buğulandırma.
Nefesinden buğulanıp yüzünü senden örtmemesi için her nefeste soluğunu tutman lâzım.
Topraktan aşağı mısın ki ? Toprak bile sevgiliyi bulunca bir bahar yüzünden yüz binlerce çiçeğe kavuştu.
O yaş ağaç, sevgiliyle buluşunca hoş bir hava yüzünden baştan ayağa açıldı, donandı.
35. Fakat gözün aykırı bir dost görünce başını, yüzünü yorgana çekti.
“ Kötü dostla ünsiyet, belâya bulaşmaktır. Mademki o geldi, bana uyumak düşer.
Uyuyayım da Eshabı Kehf’ten olayım. O sıkıntıda o minnette mahpus kalmak, Dıkyanus’tan iyi” dedi.
Eshabı kehf’in uyanıklığı,Dıkyanus’a kulluk etmekti. Fakat uykuları; şereflerini, haysiyetlerini korumuş oldu.
Bilgiyle uyumak uyanıklıktır. Vay bilgisizle oturan uyanık kişiye !
40. Kargalar, güz mevsimi otağlarını kurdular mı, bülbüller gizlenir ve susarlar.
Çünkü gül bahçesi olmayınca, bülbül sükût eder. Güneşin kayboluşu, uyanıklığı öldürür.
Ey güneş ! Sen yeraltını aydınlatmak üzere bu gül bahçesini terk ediyorsun.
Fakat marifet güneşi, bir yerden bir yere gitmez, o güneş dolunmaz. Onun tanyeri akıl ve candan başka bir yer değildir.
Hele işi gücü ; gündüz olsun gece olsun, âlemi aydınlatmak olan o cihanın kemal güneşi hiç kaybolmaz.
45. İskender’sen gün doğusuna gel. Ondan sonra nereye gidersen nurlusun, kuvvetlisin!
Ondan sonra nereye varsan orası doğu olur; doğrular senin batına âşık kesilir.
Senin yarasa duygun batıya doğru koşmakta, inciler saçan duygun da doğuya doğru akmakta.
Ey atlı ! Duygu yolu, eşeklerin yoludur.Ey eşeklere karışan, utan!
Bu beş duygudan başka beş duygu daha vardır. O duygular kırmızı altın gibidir, bunlar bakır gibi.
50. Tanıyışta, anlayışta mahareti olanlar, o pazarda nasıl olur da bakır duyguyu altın duygu gibi alırlar?
Bedenlerin duygusu, zulmet gıdası yemekte, can duygusuysa bir güneşten çerezlenmekte.
Ey duygularını derleyip toplayarak gayp âlemine götüren! Musa gibi elini koynundan çıkar.
Ey sıfatları marifet güneşi olan! Bu âlem güneşi, bir sıfatla mukayyettir.
Halbuki sen gâh güneş olursun, gâh deniz. Gâh Kafdağı kesilirsin, gâh Anka.
55. Fakat hakikatte sen ne bu olursun, ne o. Ey vehimlerden uzak, ey ilerden ileri!
Ruh; ilimle, akılla dosttur. Ruhun Arapça’yla, Türkçe’yle ne işi var?
Ey nakşı, sureti olmayan! Bunca nakışlar, bunca suretlerle, sana hem müşebbih hayran olmuştur, hem muvahhit!
Gâh müşebbihi muvahhit yapmakta, gâh suretler muvahhidin yolunu kesmekte.
Gâh sarhoşlukla sana Ebül Hasen der, gâh ey yaşı küçük, ey bedeni taze ve yumuşak güzel diye hitabeder.
60. Bazen de kendi suretini viran eder ve bunu, sevgiliyi tenzih etmek için yapar.
Duygu gözünün mezhebi, İtizaldir. Akıl gözüyse vuslata kavuşmuştur, Sünnî’dir.
İtizale uyan, duyguya kapılmıştır. Fakat sapıklıktan kendini Sünnî gösterir.
Duyguda kalan kişi, Mutezilî’dir. Sünnî’yim dese de cahillikten der.
Duygudan çıkan kişi Sünnî’dir. Gören göz, izi hoş akıl gözüdür.
65. Hayvan duygusu padişahı görseydi öküzle eşek de Tanrıyı görürdü.
Sende hayvan duygusundan başka, heva ve hevesten dışarı bir duygu olmasaydı.
Âdem oğulları; nasıl olurda mükerrem, nasıl olur da hayvanla müşterek duygu ile sırra mahrem olurlardı?
Sen suretten kurtulmadıkça Tanrıya surete sığmaz, yahut sığar demen, aslı olmayan bir sözden ibarettir.
Tasvire sığar, yahut sığmaz bahsi; tamamiyle iç olmuş, suretten kurtulmuş adamın harcıdır.
70. Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.
Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar.
Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün.
Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.
Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta.
75. Tanrı’ya şükür olsun ki o zahir olunca can, onun hayalinden, kendi hayalini gördü.
Kapısının toprağı, gönlümü teshir etti. Senin toprağına karşı ululananın toprak başına.!
Dedim ki; Eğer güzelsem bu güzelliği onun lûtfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinlikler bile bana güler!
Çaresi şu: Kendime bakayım kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona lâyık mıyım, değil miyim?
O güzeldir, güzelliği sever. Taze bir delikanlı, kart bir ihtiyarı nasıl seçer?
80. Temizler, kimlerindir? Temizlerin. Şu meydandadır: Güzel, güzeli sever, güzeli ister.
Şunu bil ki güzel, güzeli cezbeder. “ Temizler,temizler içindir” âyetini oku!
Âlem de her şey, bir şey cezbeder. Sıcak sıcağı çeker , soğuk soğuğu.
Aslı olmayan, aslı olmayanları çekmektedir, bakilerde bakilerden sarhoş olmakta.
Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları cezbeder. Nura mensup olanlar, ancak nura mensup olanları ister.
Gözünü yumdun mu canın kopuyormuş gibi bir eleme, bir ıstıraba düşersin. Gözün, gündüzün nurundan ayrılmaya sabrı yoktur.
85. Gözünü yumdun mu tasalanır, gama, gussaya düşersin. Gözün nuru, gündüzün nurundan ayrılamaz.
Senin tasan, gam ve gussan; hemencecik gündüzün nuruna kavuşmak isteyen göz nurunun cazibesinden ileri gelir.
Gözün açıkken de tasalanırsan bil ki gönül gözünü yummuşsundur,onu aç!
Bil ki sıkıntı gönlünün iki gözü de kapalı olduğundandır. Gönül gözü kıyasa sığmaz bir ziya arayıp durmaktadır.
O iki ebedî nurun firkati, seni tasalandırmaktadır. Onu koru!
120. O madem ki beni çağırmakta, ben de kendime bakayım. Onun cazibesine lâyık mıyım, yoksa çirkin miyim?
Bir güzel, peşine bir çirkini takarsa onunla alay ediyor demektir.
Acaba yüzümü nasıl göreyim? Ne renkteyim ki, gündüz gibi miyim, gece gibi mi?
Diye can suretimi hayli zamandır arayıp duruyordum. Fakat suretim kimseden görünmüyordu.
Nihayet dedim ki, ayna neden icadedilmiş, ne güne yarar? Herkes nedir, kimdir, kendisini bilsin diye değil mi?
95. Demirden yapılma ayna suretler içindir. Can yüzünün aynasıysa çok pahalı, çok değerlidir.
Can aynası ancak sevgilinin yüzüdür. O sevgilinin yüzü ki, o diyardan.
Dedim ki: Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Denize git, ırmaktan iş bitmez!
Kul, bu istek yüzünden civarına geldi. Meryem’i hurma fidanına derdi çekti.
Gönlüm, gözünü görünce o görmemiş göz yok oldu; gönlüm gözün ta kendisi kesildi.
100. Seni ebedî olarak küllî bir ayna gördüm. Gözünden kendi suretimi müşahede ettim.
Nihayet ben, beni buldum, iki gözünde aydın bir yol gördüm, dedim
Vehmin; kendine gel, o senin hayalindir. Kendini hayalinden ayırdet dedi.
Suretim gözünden seslendi: Birlikte ben senim, sen de bensin.
Hayal bu zevali olmayan aydın gözdeki hakikatlerden nasıl yol bulur da girer?
105. Suretini, benden başkasının gözlerinden görürsen onu hayal bil, onu reddet!
Çünkü benden başkası, gözüne yokluk sürmesi çekmekt, e hakikatte yok olan şeylerle gözünü sürmelemekte… Şarabı, Şeytanının tasvirinden tatmaktadır.
Onun gözü hayal ve yokluk evidir. Hulâsa o, yokları var görür.
Benim gözüme ululuk sahibi Tanrı’nın sürmesiyle sürmelenmiştir. Varlık evidir, hayal evi değil.
Gözünde bir tek kıl olsa hayalinde gevher, yeşim taşı gibi görünür.
110. Hayalinden tamamıyla geçersen o vakit yeşim taşını,gevherden ayırt edebilirsin.
Ey gevher tanıyan kişi, bir hikâye dinle de meydanda ve apaçık olan şeyi kıyastan fark et.
Tanrı razı olsun, Ömer zamanında birisinin, hayalini hilâl sanması.
Ömer zamanında oruç ayı geldi. Birkaç kişi bir dağın tepesine koştu.
Oruç ayının hilâlini görüp kutlulanmak,onu hayra yormak istiyorlardı. Birisi “ Ey Ömer, işte hilâl” dedi.
Ömer gökyüzüne baktıysa da ayı göremedi. “ Bu ay senin hayalinden meydana geldi.
115. Yoksa ben, gökleri senden daha iyi görürüm.Tertemiz hilâli nasıl olur da görmem?
Elini ısla da kaşını sıvazla. Ondan sonra hilâle bak!” dedi.
Adam elini ıslayıp kaşını sıvazlayınca ayı göremedi. “ Padişahım, ay yok görünmez oldu” dedi.
Ömer dedi ki: “Evet, kaşının kılı seni şüphelendirdi; yaydan sana bir ok attı”.
Onun yolunu bir eğri kıl kesti, o yüzden ayı gördüm diye davaya kalkıştı.
120. Bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa bütün vücudun eğri olunca halin ne olur?
Her cüz’ünü doğrulara uyup doğrult. Ey doğru yola giden,o eşikten baş çekme!
Teraziyi, terazi doğrulttuğu gibi terazinin değerini azaltan da yine terazidir.
Doğru olmayanlarla tartılan eksikliğe düşer, aklı şaşar kalır.
Yürü, kâfirlere karşı şiddetli ol; ağyarın dostluğuna toprak saç!
125. Ağyarın başına kılıç kesil; kendine gel; tilkilik etme, aslan ol.
Ki dostlar gayretleri yüzünden senden kesilmesinler! Çünkü o dikenler, bu güle düşmandır.
Ateşe üzerlik tohumu serper gibi kurtların başına ateş serp; çünkü o kurtlar, Yusuf’un düşmanlarıdır.
Kendine gel, Şeytan sana “ babasının canı” der bu suretle o lain seni aldatır.
Bu kara yüzlü, babana da bu şeytanlığı yaptı. Âdem’i de mat etti.
130. Bu kuzgun, satranç başın da çeviktir. Yarı uykulu gözle kuzgunu doğan görme!
Çünkü o kadar çok oyunlar bilir ki boğazında bir çöp gibi kalakalır.!
Onun çöpü boğazlarda durur. O çöp nedir? Mevki ve mal sevdası.
Ey kararsız kişi, mal çöpten ibarettir. Ama boğazındaysa Abıhayatı içirmez.
Malını, düzenbaz bir düşman çalacak olsa bir yol keseni, başka bir yol kesen dolandırmış demektir.
Bir yılancının başka bir yılancıdan yılan çalması
135. Bir hırsızcağız, bir yılan oynatıcısının yılanını çaldı. Aptallığından onu ganimet saymaktaydı.
Yılancı, yılanın zehirlemesinden kurtuldu. Yılan da hırsızını ağlatıp inleterek öldürdü.
Yılancı, o ölü adamı görüp tanıdı, “Onu benim yılanım öldürdü,canından etti.
Hırsızı bulayım da yılanımı ondan alayım diye dua edip duruyordum,gönlüm yılanımı bulmayı istiyordu.
Tanrıya şükürolsun ki o dua kabul edilmedi. Ben duamın kabul edilmeyişini ziyan sandım ama bana faydaymış” dedi.
140. Nice dualar vardır ki ziyanın, helâk olmanın ta kendisidir. Pak Tanrı, onları kereminden kabul etmez.
İsa Aleyhisselâm’ın yoldaşının İsa’dan kemikleri diriltmesini istemesi
İsa ile bir ahmak yoldaş oldu.Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince,
Yoldaş,ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı,
Bana da mutlaka öğret de bir ,y,l,kte bulunayım,o adı okuyup kemiklere can vereyim” dedi.
İsa dedi ki:”Sus! Bu senin işin değil.Senin nefeslerinin,senin sözünün harcı değil!
145. Nefesin yağmurlardan daha arı,duru olması, o nefes sahiplerinin melkelerden daha idrakli bulunması lâzımdır.
Âdem,ömürlerce yandı,yakıldı da arındı;felekler hazinesine emin oldu.
Sen de sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede,Musa’nın eli nerede,”
O ahmak,”Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı bu kemiklere sen oku!” dedi.
İsa dedi ki: “Yarabbi,bunlar ne sırlardır?Bu ahmağın bu mücadeleye girişmesi nedendir?
150. Bu hasta, nasıl oluyor da kendi derdiyle uğraşmıyor? Bu murdar herif neye kendi canının derdine düşmüyor?
Kendi ölüsünü bıraktı da yabancı ölüyü diriltmeye kalkıştı!”
Tanrı,”Gerilemede gerilemeyi arar.Diken eken ancak yeşermiş taze diken elde edebilir.
Dünyada diken eken kişi,sakın ektiğin dikeni gül bahçesinde arama!
O, eline gül bile alsa diken olur.Bir dost varsa dost,yılan kesilir.
155. O şaki kötülüklerden çekinen kişinin kimyası hilâfına zehir ve yılan kimyasıdır(her şeyi zehirler,her şey ona karşı yılan haline gelir).
Sofinin hizmetçiye hayvanı tımar ettirmesini söylemesi,hizmetçinin de “Lâhavle” demesi
Bir sofi seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu.
Bir hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın baş köşesine geçip oturdu.
Arkadaşlarıyla murakabeye daldı. Murakabede sevgilinin huzuru, adamın önünde bir defter haline gelir (Tanrının manevi huzuruna varılır, bütün hakikatler o huzurda okunur)
Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür.
160. Alimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak izleri!
Sofi; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izleyen avcıya benzer.
Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir.
Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma o yol alma yüzünden muradına ulaşır.
Misk kokusunu duyup bir konak yol almak, iz izleyerek yüz konaklık yol almadan, yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir.
165. Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere “kapıları açılmıştır” sırrıdır.
Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci!
Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür.
Pir olanlar o kişilerdir ki bu alem yokken onların canları, kerem denizinde vardı.
Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler,ekmeden önce meyveler devşirdiler!
170. Nakıştan, suretten evvel canlandılar,deniz yarılmadan inciler deldiler!
Tanrı’nın mahlukatı yaratmak hususunda meleklerle müşaveresi
Tanrı, âlemi ve Âdemi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu.
Melekler,buna mani olmak istedikleri zaman, gizlice meleklere ıslık çalıyorlar,onlarla alay ediyorlardı.
Bu nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı.
Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce Ekmeği görmüşler;
175. Akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız galip gelmişlerdi.
O apaçık anlayış,onlara nispetle düşünüştür. Yoksa haddi zatında, bu sırdan uzakta kalanlara göre görüşün ta kendisidir.
Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hal olur
“Ruh üzümden şarabı,yoktan varı görür”
Onlar da keyfiyete düşecek olan her şeyi keyfiyetsiz görmüşler,madenden önce sağlamla kalpı fark etmişlerdir.
180. Üzüm yaratılmadan önce şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardır.
Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin ziyasında gölgeyi görür.
Üzümün gönlünde şarabı,tamam yoklukta bütün varlığı müşahede ederler.
Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer.Güneş, ancak onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer.
Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem birdir, hem altı yüz bin!
185. Onların sayıları dalgalar gibidir. Onlar rüzgâr,zahiren çoğaltır.
Halkın can güneşi, halkın pencerelere benzeyen bedenlerinde taaddüt eder,çoğalır.
Fakat güneşin kursuna bakarsan birdir.Bedenlerle mahcup olan kişi şüphededir.
Çokluk, ruhu Hayvanidedir, Ruhu insani ise birdir.
Hak, onlara madem ki nurundan saçtı, Hakk’ın nuru, artık ayrılmaz .
1120. Yoldaş, bir müddet usanmayı bırak da o güzelin tek benini sana anlatayım.
Onun güzelliği anlatılmaz, iki âlem de nedir? Onun yüzündeki benim aksi!
Onun güzel benini anlatmaya başladım mı söz, tenimi yarmak, parçalamak istiyor.
Ben bu harmanda bir karınca gibi memnun geçinip gidiyorum,hatta kendi cirmimden, kendi haddimden fazla yük çekmekteyim.
Dinleyen,hikâyenin zahirini istediğinden içyüzünün söylenmemesi,kapalı kalması
O aydınlığın bile haset ettiği güzel, beni bırakır mı ki söylenmesi lâzım ve farz olan sırları söyleyeyim.
195. Deniz köpüklenir, köpükle örtülür, köpüğü ileri sürer. Sonra da köpüğünü çeker, açılır, kendisini gösterir.
Şimdi dinle, hikâyenin içyüzünü anlatmama ne mani oldu? Dinleyenin gönlü başka bir yere gitti.
Hatırına o konuk olan sofinin hali geldi. Boğazına kadar o sevdaya daldı.
Onun için bu sözü bırakıp ona başlamak hali anlatmak için o hikâyeyi söylemek icap ediyor.
Fakat ey aziz, sofiyi,suret sofisi sanma! Ne vakte kadar çocuklar gibi cevize,üzüme düşüp kalacaksın?
200. Oğul, bizim cismimiz cevizle üzümdür. Ersen bu ikisinden de geç!
Eğer sen geçmezsen Tanrı’nın lütfu, Tanrı’nın keremi seni dokuz kat gökten geçirir.
Şimdi hikâyenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır ha!
Hizmetçinin,hayvana bakmayı kabul etmesi, sonra da vaadini yapmaması
O zevk ve huzur dileyen sofilerin zikir ve mürakabeleri, vecit ve şevkle sona erince.
Konuğa yemek getirdiler. Konuk, o zaman hayvanı hatırladı,
205. Hizmetçiye”Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi.
Hizmetçi dedi ki :“ Lâhavle… Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.”
Sofi “Önce arpayı ısla. Çünkü eşek karttır,dişleri sağlam değil” dedi.
Hizmetçi “ Lâhavle. Ey ulu, bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler” dedi.
Sofi “Önce semerini indir,sırtına da ilâç koy” dedi.
210. Hizmetçi “Lâhavle ey hakîm, benim senin gibi yüz binlerce konuğum geldi;
Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.”Konuk bizim canımızdır,bizdendir” dedi.
Sofi “Suyunu ver ama ılık olsun” deyince hizmetçi “ Lâhavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi.
Sofi “Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “ Lâhavle. Bu sözü kısa kes artık” dedi.
Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi.
215. Hizmetçi “Lâhavle, a babam, lâhavle de! Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!” dedi.!
Sofi “Eşeğin sırtını tımar et” dedi. Hizmetçi “ Lâhavle. Baba, artık utan.!” dedi.
Bunu deyip eteğini sıkıca beline doladı. “işte gittim,önce arpa,saman getireyim”dedi.
Gitti ama ahır aklına bile gelmedi. Yalnız sofiyi aldattı.
Birkaç hazelenin yanına gitti, Sofinin sözlerine gülmeye, onunla alay etmeye koyuldu.
220. Sofi uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı,rüya görmeye başladı:
Eşeği bir kurda sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu paralıyordu.
Uyanıp “Lâhavle. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?” dedi.
Yine daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gâh, bir kuyuya, gâh bir çukura düşüyor gördü.
Türlü , türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen Fatiha suresini, bazan Karia suresini okuyordu.
225. “ Çare ne ? Dostlar kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi.
Yine “O Hizmetçiceğiz, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki ?
Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine o bana neden kinlendi ki?
Her düşmanlığa bir sebep olur. Yoksa aynı cinsten oluş insanı vefakâr eder” diyordu.
Sonra tekrar “ Lütuf ve ihsan sahibi Âdem, iblis’e bir cefada bulundu mu ki?
230. İnsan; yılana, akrebe ne yaptı ki onlar,daima insanı sokmak öldürmek isterler.
Kurdun huyu yırtıcılıktır. Bu haset de nihayet yaradılışta vardır demekte”,
Sonra yine “ Böyle kötü zanna düşmek hatadır.. Neye kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum?” diye söylenmekteydi.
Yine dönüp diyordu ki: “ Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?”
Sofi vesvese içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da, dilerim böyle olsun!
235. Zavallı eşek; taş toprak içinde,semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştur.
Yol yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz.. gâh can çekişmekte,gâh ölüm haline gelmekteydi.
Bütün gece “Yarabbi,arpadan vazgeçtim, bir avuçcağızdan da az saman olsa” diye sayıklıyordu.
Hâl diliyle “Ey şeyhler,bir merhamet edin,bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu.
O eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş,sele kapılırsa çeker duyar!
240. Nihayet biçare eşek, açlık illetinden o gece seher çağına kadar yan üstü yattı.
Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti,sırtına vurdu.
Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa eşeğe onu yaptı.
Eşek dayağın,şiddetinden sıçradı,kalktı. Dili yok ki halini söylesin!
Kervan halkının Sofinin eşeğini hasta sanmaları
Sofi, merkebe binip yola düzülünce merkep,her an yüzüstü düşmeye başladı.
245. Halk,merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta sanıyordu.
Birisi kulağını burmakta,öbürü yara var mı diye damağını yoklamakta,
Diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu görmekteydi.
Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün,şükür olsun,bu eşek kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler.
Sofi (Geceleyin “Lâhavle” yiyen eşek, ancak böyle gider.
250. Merkebin azığı geceleyin “Lâhavle” olur,Geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de secde eder) dedi.
İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma!
Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına pek kulak asma!
Şeytan’ın ağzından çıkan “Lâhavle”ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer.
Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa,
255. O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir.
Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör,emniyetle yürüme.
Yüz binlerce “ Lâhavle” okuyan Şeytan’a bak; ey Âdem, iblisi gör,bak nasıl yılanda gizlenmiş!
Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitap eder.
Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!
260. Ağlatıp inleterek kanını dökmek için kasap gibi ayağın baş kor,sana hitaplarda bulunur.
Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını daterket,akrabanın yaltaklanmasını da!
Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir.
İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör yabancı kişinin işini değil!
Yabancı kişi kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir.
265. Tene yağlı, ballı şeyleri verdikçe cevherini,hakikatini semirmiş göremezsin.
Teni miskler içine yerleştirsen yine ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar.
Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Tanrı’nın adı.
O münafık, miski tene sürer de ruhu, külhanın ta dibine sokar.
Dilin de Tanrı adı, canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokular!
270. Onun zikretmesi külhanda biten yeşilliğe, aptes bozulan yerde yetişen gül ve süsene benzer.
O yeşillik orada ariyettir. O gülün yeri oturulan işret edilen yerdir.
Temiz şeyler temizlere aittir; pisler de pis şeylere… kendine gel!
Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin o küll’ün cüz’üdür, dinin de düşmanı.
275. Mademki sen cehennemin cüz’üsün; aklını başına al cüzü, küllünün yanında karar eder.
Ey adı sanı duyulmuş kişi! Cennetin cüzüysen zevkin de cennet gibi ebedidir.
Acı, mutlaka acılara katılır. Bâtıl söz nasıl olur da Hakk’a ulaşır?
Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin.
Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana lâyıksın.
Gül suyu isen seni başa sürer, koyuna serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.
280. Koku satanların tablalarına bak.Her cinsi, kendi cinsinin yanına korlar.
Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler.
Fakat mercimek,şeker arasına karışırsa onları birer, birer ayırırlar.
Tablalar kırıldı,canlar döküldü de iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
Tanrı, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi.
285. Peygamberler,gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt… Zahiren hepsi birdi.
Alemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamiyle geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk.
Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
Rengi göz ayırt edebilir; lâl’i, taşı göz bilebilir.
İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.
2120. Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır.Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır.
Çünkü gündüz,kuyumcu ve sarraf,altını fark etsin diye altına aynadır.
Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Tanrı, kıyamete Gün lâkabını taktı.
Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
Gündüzü,Tanrı erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
295. Tanrı onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
Tanrı, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Tanrı’nın sözüne girmesi lâyık olur mu?
Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu tanrı nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
“Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.
300. Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.
305. “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan!
Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Tanrı’nın o yüce adını belletmedi.
Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?
Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın.
310. Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Tanrıdır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Tanrıda şüphe yoktur.
İki diyenler,üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler.
Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler de bir derler.
Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgânının etrafında dön dolaş!
Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.
315. Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilâç ver!
Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider.
Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar.
Hikmeti istediğin kadar tekrarla… ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak!
İster yaz, belle… İster bahset, söyle!
320. O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar.
Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde,alışmış kuş haline gelir.
Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz.!
Padişahın,doğanı ihtiyar kadının evinde bulunması
Doğanın padişahtan kaçıp un eleyen kocakarının evine gitmesi, bilgisizliğindendir.
O kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirmeye savaşırken o cinsi güzel, kendisi hoş doğanı görünce,
325. Tutup ayacığını bağladı, kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu.
”Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış.
Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!” dedi.
Arkadaş, cahilin sevgisini de böyle bil. Cahil yolda daima çarpık, daima yampiri gider.
Padişahın günü,doğanı aramakla geçti, nihayet o kocakarının çadırına yöneldi.
330. Ansızın orada doğanı, toz duman içinde gördü. Ona bakıp ağlamaya başladı.
Dedi ki: “Her ne kadar, bize dosdoğru vefakarlıkta bulunmadığın için bu hâl sana lâyıktı.
Çünkü cehennem ehliyle cennet ehlinin müsavi olmadığından gaflet ederek cennetten kaçtın, cehennemde karar ettin.
Halinden haberdar olan padişahtan sersemce bu kokuşuk kocakarının evine kaçağın layığı budur”
Doğan kanadını padişahın eline sürmekte, hal diliyle “Ben günah ettim”;
335. Ey kerem sahibi, sen iyilerden başkasını kabul etmezsen kötü nereye varsın da halini arz edip ağlasın?
Padişah, her kötüyü iyi ettiğinden onun lütfü cana bu cüreti vermekte, bu cinayetleri yaptırmaktadır” demekteydi.
Yürü, çirkin işlerde bulunma ki bizim iyiliklerimiz bile o güzel sevgilimizin huzurunda çirkin görünmektedir.
Halbuki sen ettiğin hizmeti ona lâyık sandın da cürüm bayrağını onun için yücelttin.
Sana onu anmaya, Onu çağırmaya izin verdiler de o yüzden günlüne gurur düştü.
340. Kendini Tanrı ile konuşur gördün. Halbuki niceler vardır ki bu şüphe yüzünden ondan ayrı düşer.
Gerçi padişah seninle beraber yerde oturur ama sen kendini tanı, haddini bil de daha iyi, daha edepli otur!
Doğan dedi ki: “Padişahım, pişmanım, tövbe ettim, yeniden müslüman oldum.
Sarhoş ederek aslanı bile tutacak derecede kuvvet ve cüret sahibi ettiğin kişi sarhoşluk yüzünden yolunu sapıtırsa özrünü kabul et.
Tırnağımı kestilerse de sen beni kabul eder, benden yüz çevirmezsen ben, güneşin bile perçemini koparırım.
345. Kanadım gittiyse de beni okşarsan, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur.
Bana kuvvet kemerini bağışlarsan dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım.
Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya… Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, tarumar ederim.
Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir.
Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım; kurşunum, yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder.
Taşım nohut kadarsa da savaşta ne baş bırakır,ne miğfer!
350. Musa, savaşa bir tek sopasıyla gitti ama o sopayla Firavun’u da, kılıçlarını da kırdı geçirdi.
Her peygamber, o kapıyı yalnızca döğmüş, bütün dünyaya tek başına saldırmıştır.
Nuh, ondan kılıç isteyince Tufan dalgası, Tanrı kudretiyle kılıç kesilmiştir.
Ey Ahmet, yeryüzünün askeri kim oluyor ki? Aya bak,ayın bile alnını yar!
Bu suretle yıldızların yomlu, yomsuz olduğuna inanan bihaberler, bu devrin senin devrin olduğunu,kamerin devri olmadığını anlasınlar.
355. Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı.
Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhurunu gördü de;
“ Yarabbi, o ne rahmet devri… o devir, rahmetten de ileri … o devirde rüyet var.
Musa’nı denizlere daldır da Ahmet’in devrinde izhar et’’ dedi.
Tanrı dedi ki : “ Sana o devri onun için gösterdim, o halvetin yolunu onun için açtım”
360. Ey Kelîm, sen o devirden uzaksın; ayağını çek, çünkü bu iklim uzundur.
Ben kerem sahibiyim. Tamaha düşüp ağlasın diye mahluka ekmek gösteririm.
Ana, çocuk uyansın da gıdasını istesin diye çocuğun burnunu ovar.
Çünkü çocuğun, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.
“Ben gizli rahmet olan bir hazineydim, hidayete erişmiş bir ümmet gönderdim.”
365. Can ve gönülle dilediğim bütün keremleri sana Tanrı gösterdi de sen onlara tamah ettin.
Ahmet, ümmetler “ Yarab” desinler diye dünyada nice put kırdı.
Ahmet’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın.
Ahmet’in ümmetler üzerindeki hakkını bil, başın puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu.
Söylersen bu puta tapmadan kurtulmanın şükrünü söyle de Tanrı, seni bâtın putundan da kurtarsın.
370. O, nasıl, başını putlardan kurtardıysa sende o kuvvetle gönlünü kurtar.
Dini babadan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükretmeden çevirdin.
Miras yedi,mal kadrini ne bilsin? Rüstem can verdi, Zâl bedava şeref kazandı!
Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşanda nimetime erişir.
Birisine bir şeyi vermek istemezsem o isteği göstermem. Fakat gönlünü kapattım mı artık açmam.
375. Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi, kabarmaya,dalgalanmaya başlar.
Tanrı, aziz sırrını takdis etsin, şeyh Ahmed-i Hıdraveyh’in Tanrı ilhamıyla borçlular için helva satması
Bir şeyh vardı.Cömertlikle anılmıştı,o yüzden de daima borçluydu.
Büyüklerden on binlerce lira borç almış,âlemdeki yoksullara harcetmişti.
Borçlu bir de tekke kurmuş, canını da ,malını da,tekkesini de Tanrı uğruna feda etmişti.
Tanrı, Halil’e nasıl kumu un etmişse onun da borcunu her taraftan öderdi.
380. Peygamber dedi ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder.
Ey Tanrı,sen verenlere,ihsan edenlere fazlasıyla ver;nekes malını da telef et!
Bilhassa canını bağışlayan,kendisini Tanrıya kurban eden,
İsmail gibi boynunu veren kişiye fazlasıyla ver! “Hiç o boyna bıçak işler mi?
Şehirler de bu yüzden diridirler,bu yüzden zevk ve safa içindedirler.Sen kâfir gibi yalnız kalıba bakma!
385. Çünkü Tanrı,onlara karşılık olarak ebedi ve gamdan,mihnetten,kötülükten emin bir can vermiştir.
Borçlu Şeyh,yıllarca bu işte bulundu,vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta,halka vermekteydi.
Ölüm gününde ulu bir bey olmak için ölümüne kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.
Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetlerini görünce,
Borçlular etrafına toplandı.Şeyh ,mum gibi kendi kendisine eriyip gidiyordu.
3120. Borçluların ümidi kesildi,suratları ekşidi,dertlerine dert katıldı.
Şeyh,”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Tanrı’nın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.
Bu sırada dışardan bir çocuk ,birkaç para kazanmak ümidiyle “Helva” diye bağırdı.
Şeyh,hizmetçiye,”Git helvanın hepsini al,
Borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı,acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti.
395. Hizmetçi,helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı.
Helvacıya ,”Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu.Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.
Hizmetçi,”Yoo,Sofilerden çok isteme.Sana yarım dinar veriyorum,artık söylenme!” dedi.
Helvayı bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip Şeyh’in önüne koydu.Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!
Borçlulara ,”Buyurun ,şu mübarek helvayı helâlinden bir güzelce yeyin”diye işaret etti.
400. Tabak boşalınca, çocuk tabağını aldı,”Ey kâmil kişi ,paramı ver” dedi.
Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Ben borçlu bir adamım,aynı zamanda ölüyorum!”
Çocuk derdinden tabağı yere vurdu,feryat ve figana başladı.
Eleminden hayhayla ağlamaya koyuldu,”Keşke iki ayağım da kırılaydı,
Keşke külhan’a gideydim de tekkenin kapısından geçmez olaydım” diyordu.
405. Boğazına düşkün, yemeye alışkın sofiler,köpek gönüllüdürler,fakat kedi gibi yüzlerini yıkarklar,temiz görünürler.
Çocuğun feryadından hırlı,hırsız birçok kişi başına toplandı.
Çocuk,”Ey kötü Şeyh,beni ustam muhakkak öldürür.
Eğer yanına eli boş gidersem beni keser,buna razı mısın?” diyordu.
Borçlular da inkâra düşüp Şeyh’e yüz çevirerek “Bu ne oyun ki?
410. Bizim malımızı yedin,borçlu gidiyorsun.Böyle olduğu halde neden başka bir zulümde daha bulundun?” diyorlardı.
Çocuk ikindi namazı vaktine kadar ağladı.Şeyh’e gelince,gözlerini yummuş,ona hiç bakmıyordu.
Bu cefaya,bu aykırı işe aldırış etmemekteydi.Ay gibi yüzünü yorganın içine çekmişti.
Ezelle hoş,ecelle sevinçli..havas ve acamın kınamasından,dedikodusundan el ayak çekmiş!
Can, bir adamın yüzüne gülerse, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar.
415. Can birisini öperse,felekten,feleğin hışmından gam yer mi?
Mehtaplı gecede ay, Simâk burcundayken köpeklerden,köpeklerin havlamasından ne korkusu olur?
Köpek vazifesini yerine getirir,ay da ışığını yere döşeyip durur.
Herkes kendi işceğizini görür.Su,bir çöp için durulduğunu terk etmez.
Çöp, çöpçesine su üstünde yürür durur,sâf su da bulanmadan akıp gider.
420.Mustafa,gece yarısı ayı ikiye böler;Ebulehep, kininden saçma sapan söylenir!
İsa ölüyü diriltir; Yahudi,hiddetinden sakalını yolar.
Köpeğin sesi ayın kulağına girer mi? Hele o ay, Tanrı hası olursa..
Padişah ,sabaha kadar musiki âlemi yapar,su kenarında şarap içer, kurbağaların seslerinden haberi bile olmaz.
Çocuğun parası,orada bulunanlara müsaviyen takdim edilseydi herkese birkaç akçe düşerdi,çocuk da parasını alırdı.Fakat Şeyh’in himmeti bu cömertliği de bağladı.
425. Bu suretle kimse çocuğa bir şey vermedi. Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.
İkindi vakti oldu.Hizmetçi, Hatem gibi cömert birisinin verdiği bir tabak altını getirdi.
Mal sahibi halli bir kişi, Şeyh’in halini biliyordu,ona hediye göndermişti.
Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar vardı,bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar.
Hizmetçi gelip Şeyh’i ağırladı,o misli bulunmaz Şeyh’in önüne o tabağı koydu.
430. Tabağın üstünden örtü kaldırılınca halk Şeyh’in kerametini gördü.
Hepsinden de feryat yüceldi: “ Ey şeyhlerin de başı, şahların da , bu neydi?
Bu ne sır, bu ne sultanlık ? Ey sır sahiplerinin efendisi !
Biz bilemedik, affet ; saçma sapan, uluorta hayli söylendik.
Körcesine sopa sallamaktayız, elbette kandilleri kırarız.
435. Sağırlar gibi bir tek söz duymadan kendi aklımızca cevap vermeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk.
Biz Musa’dan da ibret almadık. O bile Hızır’ı kınadı da yüzü sarardı.
Hem gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere bile nüfus ettiği halde !
Ey zamanın Musa’sı değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı “ dediler.
Şeyh “ Bütün o sözleri size helâl ettim.
440. Bunun sırrı şuydu,ben Tanrı’dan bunu diledim, Tanrı da bana doğru yolu gösterdi.
O dinar gerçi az bir paraydı. Fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı.
Helva satan çocuk ağlamasaydı,rahmet denizi coşmazdı” dedi.
Kardeş , çocuk, senin cisim çocuğundur. İyice bil ki muradına erişmen de ağlamana bağlı.
O libası elde etmek istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat !
Birisinin bir zahidi az ağla ki kör olmayasın diye korkutması
445. Bir zâhide ,çalışıp ,savaşan bir dostu “Az ağla ki gözün bozulmasın “ dedi.
Zâhit dedi ki: “İş iki halden dışarı olamaz.Göz, ya yüzü görür, ya görmez.
Eğer Tanrı nurunu görürse ne gam? Tanrı visaline erişmek içiniki gözden olmak pek değersiz bir şey!
Yok,eğer Tanrı nurunu, Tanrı ziyasını görmeyecekse böyle kötü gözün kör olması daha iyi!”
Gözden dolayı gam yeme ki İsa, senindir.Eğri yürüme de sana iki doğru göz bağışlasın.
450. Ruhunun İsa’sı senin yanındadır,ondan yardım dile.Çünkü o, yardım etti mi adamakıllı eder.
Fakat ey temiz can, kemiklerle dolu olan tenle İsa’nın gönlüne saldırma, onun gönlünü çiğneme!
Doğru kişilere anlattığımız hikâyedeki ahmağa benzeme.
İsa’ndan ten diriliği arama,Musa’dan Firavunluk muradı dileme!
Gönlüne geçim kaygısını az koy,sen kapıda oldukça rızkın azalmaz.
455.Bu beden , ruha bir otağdır. Yahut da Nuh’un gemisine benzer.
Türk sağ oldukça mutlaka kendisine bir otağ bulur, hele Hak kapısının azizi olursa.
Bütün kemiklerin İsa Aleyhisselâm’ın duasıyla dirilmesi
İsa ,o gencin isteğiyle kemiklere Tanrı adını okudu.
Tanrı’nın hükmü, o çiğ herif için o kemikleri diriltti.
Aradan bir kara aslan da dirilip sıçradı,ahmağa bir pençe vurup öldürdü.
460. Kellesini kopardı,hemen beynini yere akıttı.Kafasında ceviz içi kadar beyin bile yoktu.
Zaten beyni bile olsaydı o kırılmakta, o helâk olmakla ancak bedeni zail olur,ruhu kalırdı.
İsa aslana ,”Neden derhal onu paraladın?” dedi.Aslan,”Sen ondan sıkılmış,perişan bir hale gelmiştin de ondan “ diye cevap verdi.
İsa, “O halde niçin kanını içmedin?” deyince de dedi ki: “O benim rızkım değildi.Bana nasip olmamıştı.”
Nice kişiler vardır ki ,o kükremiş aslan gibiavını yemeden dünyadan gitmiştir.
465. Kısmeti bir saman çöpü bile değilken hırsı dağ kadar..Tanrı’ya yüzü yok.Âlem yanında kadir kıymet kazanmış!
Ey bize güç şeylari kolaylaştıran Tanrı! Bizi abes ve boş şeylerden kurtar.
Bize rızık diye gösterdin,halbuki tuzakmış.Bize her şeyi olduğu gibi göster.
O aslan ,”Ey Mesih,bu avlanma ancak ibret içindi.
Eğer benim dünyada rızkım olsaydı ölülerle ne işim vardı,nasıl olurdu da ölürdüm?
470. Fakat berrak suyu bulup da eşek gibi içine işeyenin lâyığı budur.
Eşek o ırmağın kadrini bilse ayağını sokacağı yerde başını kaldırırdı.
Hayat veren bir suya sahip öyle bir peygamber bulur da,
“Ey Âbıhayat sahibi,bizi, ol, emriyle dirilt.” Deyip nasıl ölmez?” dedi.
Sen de kendine gel,köpek nefsini diriltmeyi isteme.Çünkü o nice zamandır senin düşmanındır.
475. Bu köpeği can avından alıkoyan kemiğin başına toprak!
Köpek değilsen neden kemiğe âşıksın,sülük gibi neden kanı seviyorsun?
O ne biçim gözdür ki görmez,sınamalarda ancak rüsvay olur!
Zanlarda bazen hata olur; fakat bu ne biçim zandır ki yoldan kör olarak gelmektedir!
Ey başkalarına ağlayan göz,gel,bir müddetçik otur da kendine ağla!
480. Dal,ağlayan buluttan yeşerir,tazeleşir. Çünkü mum,ağlamakla daha aydın bir hale gelir.
Nerde ağlıyorlarsa orda otur,çünkü sen,ağlamaya daha lâyıksın!
Çünkü gönülde taklit nakşı var;yürü bendini göz yaşıyla yık!
Taklit, her iyiliğin afetidir. Sağlam bir dağ bile hakikatte samandan ibarettir.
485. Köre; kuvvetli, ve tez kızar olsa bile bir et parçasıdır,gözü yok!
Kıldan ince söz söylese bile gönlünün, o sözden haberi olmaz.
Kendi sözüyle sarhoş olur ama onunla şarap arasında ne kadar yol var!
Irmağa benzer, su içemez ki…su ,arktan su içecekler için akıp gider.
Onun içindir ki su ,arkta durmaz;su susamış değildir ki,su içemez ki!
4120. Taklide düşen ney gibi feryat eder ama ancak o feryadı dinlemek isteyen için.
Mukallit ,söz söylerken ağlasa bile habîsin maksadı ,ancak tamahtır.
Ağlar da yanık sözler söyler. Fakat kendisinde yanan yürek nerde,yırtılan etek nerde?
Muhakkikle mukallit arasında çok fark vardır. Bu Davut gibidir,öbürü ses gibi!
Bunun sözleri yanıklıktan doğar,öbürüyse söylenmiş köhne sözleri belleyip nakleder.
495. Kendine gel,kendine! O hüzünlü sözlere kapılma.Öküzün üstünde yük var,kağnı da feryat edip ağlıyor!
Ama mukallit da sevaptan mahrum değildir.Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler.
Kâfir de Tanrı der,mümin de.Fakat ikisinin arasında adamakıllı fark var.
O yoksul,ekmek için Tanrı der,haramdan çekinense candan, gönülden.
Eğer yoksul,söylediği sözü bilseydi,gözünde ne az kalırdı ne çok!
500. Ekmek isteyen yıllardır Allah der,fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer.
Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu.
Şeytan’ın adı büyü yapmaya yara, sen de Tanrı adıyla mangır elde edersin!
Köylünün karanlıkta öküzü sanıp aslanı okşaması
Köylünün biri, öküzünü ahıra bağlamıştı. Aslan gelip öküzü yedi,yerine geçip oturdu.
Köylü geceleyin ahıra gidip köşeye, bucağa el atarak öküzü aramaya koyuldu.
505. Elini aslana sürmekte, sırtını yağrısını yukarı aşağı okşamaktaydı.
Aslan “ Aydınlık olaydı ödü patlar, yüreği kan kesilirdi.
Fakat şimdi pervasızca beni okşuyor, kaşıyor. Çünkü gece vakti beni öküz sanıyor demekteydi.
Hak da “Ey mağrur kör, Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı?
Eğer biz kitabımızı dağa indirseydik dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi.
510. Eğer Uhud Dağı, beni anlasaydı o dağdan ırmak, ırmak kan akardı.” deyip duruyor,
Sen bu adı babandan,anandan işittin de onun için bu ada gafilce yapıştın.
Bu sırrı taklitsiz anlasan Tanrı lütfüyle nişansız bir hale gelir, hâtife benzersin.
Tehdit için söyleyeceğimiz şu hikâyeyi duy da taklidin zararını bil!
Sofilerin,sema için konuğun eşeğini satmaları
Bir sofi yoldan gelip bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra çekti.
515. Eliyle sucağızını, yemceğizini verdi. Bundan önce söylediğimiz hikâyedeki gibi yapmadı. İhtiyatlı davrandı, fakat kaza gelince ihtiyatın ne faydası olur?
Sofiler, yok, yoksul kişilerdi. Yoksulluk, az kala helâk edici bir küfür ola yazdı.
Ey zengin, sen toksun, sakın o dertli yoksulun aykırı hareketine gülme!
O sofiler, acizlikten umumiyetle birleşip merkebi satmaya karar verdiler.
520. Zarurette murdar da mubahtır. Nice kötü şeyler vardır ki zarurette iyi ve doğru olur.
Hemencecik o eşekceğizi sattılar, yiyecek aldılar. Mumlar yaktılar.
Tekkeye, bu gece yemek var,sema var diye bir velveledir düştü.
“ Bu sabır niceye dek, bu üç günlük oruç ne vakte kadar, bu zembil taşıyıp dilenme ne zamana sürüp gidecek?
Biz de halktanız, bizim de canımız var. Bu gece devlete erdik, konuk geldi” dediler.
525. Hakikatte can olmayanı can sandıkları için batıl tohum ektiler.
O konuk da uzak yoldan gelmiş, yorulmuştu. O iltifatı,
Sofilerin kendisini birer, birer ağırladığını, güzel bir surette izzet ve ikram tavlasını oynamakta bulunduklarını,
Kendisine olan meyil ve muhabbetlerini görünce “ Bu gece eğlenmeyeyim de ne vakit eğleneyim?” dedi.
Yemek yediler sema’ya başladılar. Tekke, tavanına kadar toza, dumana boğuldu.
530. Bir taraftan mutfaktan çıkan duman, bir taraftan o ayak vurmadan çıkan toz,bir taraftan sofilerin iştiyak ve vecitle canlarıyla oynamaları ortalığı birbirine katmıştı.
Gâh el çırparak ayak vuruyorlar,gâh secde ederek yeri süpürüyorlardı.
Dünyada tamahsız sofi az bulunur. O sebepten sofi hayli hor, hakirdir.
Ancak Tanrı nuruyla doyan ve dilenme zilletinden kurtulmuş olan sofi, bundan müstesnadır.
Fakat sofilerin binde biri bu çeşit sofilerdendir. Öbürleri de onun sayesinde yaşarlar.
535. Sema, baştan sona doğru varınca çalgıcı bir Yörük semai usulünce taganniye başladı.
“ Eşek gitti, eşek gitti”,demeye koyuldu. Bu hararetli usule hepsi uyup,
Bu şevkle seher çağına kadar ayak vurup el çırparak “Ey oğul, eşek gitti, eşek gitti” dediler.
O, konuk olan sofi de onları taklit ederek “Eşek gitti” diye bağırmaya başlamıştı.
O aysuişret, o sema ve safa çağı geçip sabah olunca hepsi vedalaşıp gitti.
540. Tekke boşaldı,sofi kaldı. Eşyasının tozunu silkmeye başladı.
Nesi var, nesi yoksa hücreden dışarı çıkardı. Eşeğe yükleyip yola çıkmaya niyetlendi.
Alelacele yoldaşlarına yetişip ulaşmak üzere eşeği getirmek için ahıra gitti, fakat eşeğini bulamadı.
“ Hizmetçi suya götürmüştür. Çünkü dün gece az su içmişti.” dedi.
Hizmetçi gelince sofi, “Eşek nerede?” dedi. Hizmetçi “ sakalını yokla!” diye cevap verdi, kavga başladı.
545. Sofi, “Ben eşeği sana vermiştim onu sana ısmarlamıştım.
Yollu yordamlı konuş, delil getirmeye kalkışma. Sana ısmarladığım eşeğimi getir.
Sana verdiğimi senden isterim. Onu iade et.
Peygamber dedi ki. “Elinle aldığını geri vermek gerek”
Serkeşlik eder de buna razı olmazsan mahkeme işte şuracıkta, kalk gidelim” dedi.
550. Hizmetçi “ Sofilerin hepsi hücum etti, ben mağlup oldum, yarı canlı bir hale düştüm.
Sen bir ciğer parçasını kedilerin arasına atıyorsun, sonra da onu aramaya kalkışıyorsun.
Yüz açın önüne bir parçacık ekmek atıyor, yüz köpeğin arasına zavallı bir kediyi bırakıyorsun!” dedi.
Sofi dedi ki: “ Tutalım senden zulmen aldılar ve benim gibi yoksul birisinin kanına girdiler.
Ya niçin bana gelip de söylemiyor, biçare, eşeğini götürüyorlar, demiyorsun?
555. Eğer söyleseydin eşeği kim aldıysa ondan alırdım, yahut da parasını aralarında paylaşırlar, o paraya razı olurdum.
Onlar o vakit buradaydılar. Yüz türlü çare bulunurdu. Halbuki şimdi her birisi bir tarafa gitti!
Kimi tutayım? Kime gideyim? Bu işi başıma sen açtın, seni kadıya götüreyim de gör!
Niçin gelip de “ Ey garip, böyle bir korkunç zulme uğradın” diye haber vermedin”
Hizmetçi “ Vallahi kaç kere geldim, sana bu işleri anlatmak istedim.
560. Fakat sen de “ Oğul, eşek gitti” deyip duruyordun. Hatta bu nağmeyi hepsinden daha zevkli söylemekteydin.
Ben de “ O da biliyor, bu işe razı, ârif bir adam” deyip geri döndüm” dedi.
Sofi “Onların hepsi hoş, hoş söylüyorlardı, ben de onların sözünden zevke geldim.
Onları taklit ettim, bu taklit beni ele verdi. O taklide iki yüz kere lânet olsun!
Hele böyle ekmek için yüzsuyu döken saçma adamları taklide!
565. Onların zevki bana da aksediyor, bu akis yüzünden gönlüm zevkleniyordu” dedi.
Dostlardan gelen akis, sen denizden akse muhtaç olmaksızın su almaya iktidar kesbedinceye kadar hoştur.
İlkönce gelen aksi taklit bil. Sonradan birbiri üstüne ve biteviye gelirse anla ki hakikîdir.
Hakikî akse erişinceye kadar dostlardan ayrılma. Sedefi terk etme, o katra daha inci olmadı ki.
Gözün, aklın ve kulağın sâf olmasını istiyorsan o tamah perdelerini yırt.
570. Çünkü sofiyi yoldan çıkaran tamahtır. Yoldan çıkarır da sofinin hali tebah olur, ziyan içinde kalır.
Yemeğe, zevk ve sema’ya tamah ediş, hakikate akıl erdirmesine mani olur.
Ayna bir şeye tamah etseydi bizim gibi münafık olur, her şeyi olduğu gibi göstermezdi.
Terazinin mala tamahı olsaydı tarttığını nasıl doğru tartardı?
Her peygamber, kavmine açıkça “ Ben sizden peygamberlik için ücret istemiyorum.
575. Ben delilim, müşteriniz Tanrı’dır. Tanrı, benim tellâllığımı iki baştan da verdi.
Benim ücretim dosta kavuşmaktır. Ebubekir kırk bin dinar verdi ama.
Onun kırk bini benim ücretim değil ki. Hiç boncuk, Aden incisine benzer mi?” demiştir.
Bir hikâye söyleyeyim, can kulağıyla dinle de tamah, adamın kulağına nasıl perde oluyor, anla!
Kimde tamah varsa dili tutuk bir hale gelir. Nasıl olur da tamahla göz ve gönül aydınlanır, buna imkân var mı?
580. Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir.
Fakat Hak’la dolu olan sarhoş bundan müstesna. Ona hazineler de versen yine hürdür.
Sevgiliye kavuşma devletine eren kişinin gözünde bu dünya murdar bir şeyden ibarettir.
Fakat bu sarhoşluktan uzak olan sofi, nihayet hırs yüzünden nursuz, pirsiz bir hale gelir.
Hırsa düşkün olan, yüzlerce hikâye dinler de haris kulağına girmez.
Kadı tellâllarının,bir müflisi şehirde dolaştırarak halka bildirmeleri
585. Evsiz barksız, kimsiz,kimsesiz bir müflis vardır. Zindana düşmüş, amansız bağlara giriftar olmuştu.
Bir bahane bulup zindandakilerin yiyeceklerini yerdi. Tamahı yüzünden halkın gönlüne Kafdağı gibi ağır gelmekteydi.
Şerrinden kimsenin bir lokma ekmek yemeye kudreti yoktu. Çünkü hemen ucundan tutup kapardı.
Tanrı davetinden uzak olan, sultan bile olsa gözü açtır.
O adam da mürüvveti ayak altına almıştı. O lokma kapıcının yüzünden bir cehennem kesilmişti.
5120. Bir rahata kavuşurum ümidiyle nereye kaçsan orada önüne bir âfet çıkar.
Âfetsiz, felaketsiz hiçbir köşe yoktur. Tanrının halvet yerinden başka hiçbir yerde dinlenmek, rahata kavuşmak mümkün değildir.
Kurtulmaya hiçbir çare olmayan bu dünya zindanının ayakbastı parası alınmayan, hapishane dayağı atılmayan bir bucağı yoktur.
Vallahi fare deliğine girsen yine bir kedi pençeliye çatarsın.
Ademoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır.
595. Yok… Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider.
Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Tanrı, seni güzel hayallerle avutursa,
Yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü , hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır.
Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin.
O kurtuluş ümidi, içteki imandan gelir. İman zayıflığından da ümitsizliğe, iç sıkıntısına uğrarsın.
600. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Bundan dolayıdır ki sabrı olmayanın imanı da yoktur.
Peygamber “Tanrı, gönlünde sabrı olmayana iman da vermemiştir.” dedi.
O, senin gözüne yılan gibi görünür ama ötekinin gözüne güzel görünür.
Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var, halbuki dostun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte.
Görüyorsun ya.. Bu bir kişide iki iş de var. Gâh balık oluyor, gâh olta!
605. Yarısı mümin, yarısı kafir. Yarısı hırs, yarısı sabır!
Tanrın “ İçimizde mümin var de var, kâfir ve eski putperest de” dedi.
Öküz gibi… yarısı kara, yarısı ay gibi bembeyaz.
Bu yarısını gören onu almaz, öbür tarafını gören almak ister, üstüne düşer.
Yusuf, kardeşinin gözünde canavar gibiydi, fakat yine o Yusuf, Yakup’un gözüne huri gibi geliyordu.
610. Fer’e ait göz, kötü hayal yüzünden onu çirkin gördü, asli gözse ortada yoktur.
Zahiri gözü, o asli gözün gölgesi bil. O ne görürse bil ki, bu da onu görür.
Sen bir mekândasın, aslın Lâmekândır. Bu dükkânı kapa da o dükkânı aç.
Altı cihete kaçma, çünkü o cihetlerde altı kapı vardır. Tavlada altı kapı da alındı mı karşıda ki mat olu! Mat.
Zindandakilerin, kadı’nın vekiline o müflisi şikayet etmeleri
Zindandakiler, kadı’nın anlayışlı vekiline şikâyet ederek dediler ki:
615. “ Hemen bizim selâmımızı kadıya götür, bu aşağılık adamdan incindiğimizi söyle.
O, boşboğaz, obur ve muzır herif, bu zindanda kalıp duruyor.
Kötü ve çirkin huyu yüzünden sinek gibi çağrılmadan selâmsız,sabahsız her yemeğe konmada.
Altmış kişinin yemeği ona yetişmiyor. Ne kadar söylesek vurdumduymazlıktan geliyor.
Yüzlerce hileli tedbirlerle sofraya oturdu mu zindandakilere bir lokma bile kalmıyor.
620. Sofra serildi mi o cehennem boğazlı herif hemen gelip oturuyor. Delili de şu: Tanrı, yiyin dedi!
Üç yıllık kıtlığa benzeyen bu adamdan elaman . Efendimizin ömrü ebedî olsun!
Ya bu sığırı zindandan defolup gitsin, yahut doyması için vakıftan bir maaş tayin edilsin.
Ey hem erkeğin, hem kadının memnuniyetini kazanan, bize imdat eyle imdat!”
Tatlı sözlü vekil, kadı’nın yanına gelip halkın şikayetlerini bir ,bir anlattı.
625. Kadı, o adamı zindandan çağırttı. Kendi adamlarından da işi tahkik etti.
Zindandakilerin şikayetlerinde haklı olduklarını anladı.
“ Hemen zindandan git; sahipsiz kalası herif, var evine yıkıl!” dedi.
Herif dedi ki: “ Benim evim, barkım, senin ihsanından ibaret. Kâfir gibi, zindanın bana cennettir.
Eğer beni zindandan sürersen yoksulluktan, ihtiyaçtan öldüm gitti!
630. İblis gibi, Yarabbi, beni kıyamete kadar yaşat.
Ben bu dünya zindanında rahatım. Beni yaşat da düşmanımın evlâdını tepeleyeyim.
Kimin imandan nasibi varsa , kimin yol için bir lokma ekmeği mevcutsa,
Ondan, o azığı, o ekmeği gâh hile, gâh hud’a ile alayım da pişmanlıktan feryada başlasın.
Onları bazen yoksullukla korkutayım, bazen güzelliğin saçlarıyla, benleriyle gözlerini bağlayayım. dedi.
635. Bu zindanda iman azığı azdır. Bu azığa sahip olanlar da köpeğin korkusundan ıstırap içindedir.
Namazdan, oruçtan, yüz türlü çaresizlikten meydana gelen zevk azığını da gelip birden alır, götürüverir.
Tanrı Şeytanından Tanrı’ya sığınırım; ah, onun azgınlığından helâk olup gittik!
Bir köpek ama binlerce kişiye saldırmada, kime saldırır, kimin kanına girerse o adam da Şeytan kesiliverir.
Kim seni haktan, hakikatten soğutursa bil ki Şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir.
640. Böyle bir adamın içine girip, böyle bir adamın suretine bürünüp seni aldatmazsa hayaline girer de seni o hayalle kötülüğe sevk eder.
Seni gâh gezip eğlenme, gâh dükkân açıp alışveriş etme, gâh ilim öğrenme, gâh ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma hayallerine düşürür.
Kendine gel hemen “ Lâhavle” de. Ama sade dille değil; candan gönülden!
Müflis hikâyesinin sonu
Kadı “ Müflisliğini ispat et” dedi. Adam, “ İşte bütün zindandakiler tanık” deyince.
Kadı “ Onlar, senden şikayetçi. Senden kaçıp kurtulmak istiyorlar, senin elinden kan ağlıyorlar.
645. Senden kurtulmak istedikleri için yalan yere şahadette bulunabilirler” dedi.
Mahkemede bulunanların hepsi “Biz onun hem müflisliğine,hem kötülüğüne şahidiz”dediler.
Kadı, o adamı kime sorduysa “Efendim, bu müflisten elini yıka,bundan hayır gelmez” dedi.
Kadı dedi ki: “ bu müflis fazlasıyla da dolandırıcı bir adam diye şehri alenen dolaştırın.
Tellallar, yer ,yer bağırıp onun müflisliğini her tarafta ilân etsinler.
650. Kimse ona veresiye bir şey satmasın, kimse ona bir mangır bile borç vermesin.
Birisi hilesine uğrar da o yüzden davaya kalkışırsa artık onu hapse atmam.
Çünkü iflası bence sabit olmuştur. Elinde ne parası var,ne pulu!” dedi.
Ademoğlu da iflası sabit oluncaya kadar bu dünya hapishanesinde kalır.
Tanrımız da İblisinin müflisliğini Kuran’la bize bildirmiş, her tarafa yaymıştır.
655. O hilekâr,müflis ve kötü sözlüdür. Onunla hiçbir suretle ortak olma, oyuna girişme.
Alışverişe girişirsen kâr edemezsin, çünkü o müflistir, ondan nasıl olur da bir şey elde edebilirsin? diye anlatmıştır.
İş bu dereceye gelince odun, satan bir Kürdün devesini getirdiler.
Zavallı Kürt, hayli feryat etti, hatta memura para verdi, fakat kâr etmedi.
Devesini çağından akşama kadar aldılar. Feryat ve figanına aldırış etmediler.
660. O müthiş kıtlığı deveye bindirdiler. Deve sahibi de devenin ardından gitmekteydi.
Taraf, taraf, yer, yer gezdirip bütün halka teşhir ettiler.
Her hamamın, her çarşının önünde biriken halk ona bakıyordu.
Türk, Kürt, Rum, Arap ve sair milletlerden sesi gür olan tellallar da kendi dillerince,
“ Bu müflistir, hiçbir şeyi yoktur. Ona hiçbir kimse bir pul bile ödünç vermesin.
665. Zahiren, bâtınen bir habbesi bile yok. Müflisin biri, kalpın biri, kötü adamın biridir; bir hile, hud’a kabıdır.
Kendinize gelin, aklınızı başınıza alın, onunla arkadaşlık etmeyin. Size satmak için bir öküz bile getirse mutlaka çalmıştır,öküzü hemen tutup bağlayın.
Eğer aldanır da bu herifi davaya kalkışırsanız ben bu ölü herifi zindana atmam.
Bu herif, tatlı sözlüdür, boğazı da pek boldur. Üstündeki libas yenidir ama içindekiler paramparça.
Hile için o elbiseyi giyerse bilin ki kendisinin değildir, halkı aldatmak için giymiştir” diye bağırıyorlardı.
670. Ey temiz kalpli, hakîm olmayan kişinin dilindeki hikmet sözünü de iğreti elbise bil!
Hırsız, bir güzel elbise giyse bile o eli kesik, senin elini nasıl tutar, sana nasıl yardım edebilir?
Akşam vakti müflis deveden inince Kürt dedi ki: “ Evim uzak, vakit de geç.
Kuşluk çağından beri deveye bindin. Arpadan vazgeçtim,hiç olmazsa bir avuçtan az bile olsa biraz saman ver!”
Müflis “ Şimdiye kadar niçin gezip dolaştık? Aklın nerede? Hiç anlamadın mı?
675. Müflis olduğuma dair davul çaldılar, sesi yedinci kat göğe kadar vardı; duymadın mı?
Kulağın galiba ham tamahla dolu. Tamah insanı sağır ve kör eder.
Bu sözleri kerpice, taşa kadar her şey işitti. “ Bu kaltaban müflistir, müflis” diye bağırıp durdular.” dedi.
Bu sözü akşama kadar söylediler de devecinin kulağı tamahla dolu olduğundan duymadı.
Kulakta, gözde Tanrı mührü var; işitmiyor,duymuyor.
Yoksa hicaplarda nice suretler var, sesler var!
680. Tanrı güzellikten, kemalden, cilveden hangisini isterse göze onu gösterir;
Güzel sesten, müjdelerden,coşkun ve neşeli sözlerden hangisini dilerse kulağa onu duyurur.
Sen şimdi, ondan gaflettesin ama ihtiyaç vaktinde Tanrı onu izhar eder.
Peygamber “Kadri yüce Tanrı, her derde bir derman yarattı” demiştir.
Fakat sen, onun fermanı olmadıkça o dermandan derdine yarayacak bir renk göremez, bir koku duyamazsın.
685. Ey çarelere başvuran, ölünün gözü nasıl cana bakarsa sen de gözünü Lâmekân âlemine çevir, aklını başına al.
Varlık âlemi çarelerle doludur da Tanrı, bir yere perde çıkmadıkça yine çare yok!
Bu cihan, cihetsiz Lâmekân âleminden meydana gelmiş, bu cihana Lâmekân âleminden bir mekân verilmiştir.
Tanrı’yı candan gönülden istiyorsan varlıktan yokluğa dön.
Bu yokluk, gelir yeridir; ondan kaçınma. Bu varlık da çok olsun az olsun, gider yeridir!
6120. Tanrı sanatının tezgâh evi, mademki yokluktur… O halde tezgâh evinin dışında ne varsa değersizdir.
Ey hilim sahibi Tanrı; bize, duyanın insafa gelip kabul edeceği ince sözler hatırlat.
Dua da senden, icabet de. Emniyet de senden korku da.
Yanlış söylediysek düzelt. Ey söz sultanı,düzeltme de senden.
Öyle bir kimyan var ki onu değiştirebilir, kan ırmağıysa Nil haline getirirsin.
695. Bu çeşit tebdil edişler, senin işin, bu türlü iksirler senin sırlarındır.
Suyu toprağı birbirine kattın; sudan topraktan âdem teninin suretini düzdün.
Sonra onu karıya,dayıya,amcaya,binlerce düşünceye, neşeye ve gama kattın.
Daha sonra da bazılarına hürlük verdin; bu gamdan, bu neşeden kurtardın:
Kendisinden, soyundan hâlâs etti, her güzeli, gözüne çirkin gösterdin.
700. Böyle adam, his alemine mensup ne varsa reddeder, görünmeyene dayanır
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 2 (701 – 1400 Beyitler)
701. Aşkı meydandadır da maşuku gizli. Zahiri sevgili de, cihanda o gizli maşukun bir imtihanından ibaret.
Bunu bırak, surette olan aşklar mutlaka surete ve güzel kadına değildir.
İster bu cihanın aşkı olsun ister o cihanın aşkı . Hakikî maşukta suret yoktur.
Hakikaten surete âşıksan sevgili ölünce onu niye terk ediyorsun?
705. Sureti yine yerinde, bu terk ediş neden? Âşık, iyice ara, maşukun kim?
Sevgili, hisle idrak edilseydi her hisle idrak edilene âşık olurdum.
Vefa, aşkı artıyorsa,suret nasıl olur da vefayı değiştirir?
Güneşin ziyası duvara vurdu, duvar kendinden olmayan bir parlaklık, bir ziya elde etti.
Ey temiz ve sâf kişi neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedi olan bir aslı iste.
710. Ey kendi aklına âşık olan ve kendisine surette tapanlardan üstün gören!
Hissine hâkim olan, akıl ziyasıdır. Bunu, bakırının üstündeki altın bil.
İnsanlardaki güzellik, altın yaldızdır. Öyle olmasaydı nasıl olurdu da sevgilin kart bir eşek haline gelirdi?
Melek gibiyken Şeytana döndü ya. Elbette çünkü o güzellik ona ariyetti.
O güzelliği yavaş ,yavaş alıyor, taze fidan gitgide kuruyor. ,
715. Var, “Yaşattıkça kuvvetlerini azaltır” ayetini oku da gönül iste, kemiğe gönül verme.
Çünkü o gönül güzelliği, baki güzelliktir. O güzellik devleti, Abıhayata sâkidir.
Esasen abıhayat da kendisidir, saki de kendisi, sarhoş da.Tılsımın bozuldu mu üçü birleşir.
Fakat bu birliği kıyas yoluyla bilemezsin. Kulluk et ey kendini bilmez, saçma sapan söylenme.
Senin mâna sandığın surettir, eğretidir. Sen kendince övünüp seviniyorsun!
720. Mâna odur ki seni senden alır; suretten müstağni kalır.
Seni kör ve sağır eden, insanı, surete bir kat daha âşık eyleyen, mâna olamaz.
Köre nasip olan, ancak gam arttıran hayallerdir. Gözün nasibi bu fâni hayallerden ibarettir.
Körler, Kuran’ın harflerini ezberlemişlerdir. Eşeği görmezler de semeri dövüp dururlar!
Gözün açıksa kaçan eşeği gör; ey puta tapan, niceye dek semercilik?!
725. Eşeğin oldukça semer de mutlaka bulunur.Canın oldukça ekmeğin mutlaka az çok gelir.
Eşeğin sırtı hem dükkândır, hem mal, hem mal kazanılacak yer. Kalbinin incisi, yüzlerce kalbe sermayedir.
Ey boşboğaz, eşeğe çıplak bin. Peygamber, çıplak binmedi mi?
Peygamber, çıplak eşeğe bindi. Yaya yürüdü de denmiştir.
Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla. Ne zamana kadar işten, yükten kaçacak?
730. İster yüz yıl olsun, ister otuz yıl. Mutlaka sabır ve şükür yükünü yüklemeli.
Hiç bir suçlu başkasının suçunu çekmedi. Hiçbir kimse ekmeğini biçmedi.
Ekmeğini biçmeyi dilemek ham tamahtır, oğul, o ham tamaha kapılma. Ham şey yemek insana hastalık verir.
Birisi bir define buluverir; ben de onu istiyorum., dükkânla,alışverişle ne işim var? der.
Baht işi bu, fakat nadirdir. Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek.
735. Çalışıp kazanmak define bulmaya mâni değil ya. Sen işten kalma da nasibinde varsa define de arkandan gelsin.
Böyle yap ki “ Eğer” illetine uğramayasın, “ Eğer şunu yapsaydım, yahut bunu yapsaydım” deyip tereddüde düşmeyesin.
Çünkü halkla hoş geçinen peygamber “ Eğer” demeyi menetti, “ Onu söylemek münafıklıktandır” dedi.
O münafık da “eğer” derken, işi şarta bağlarken öldü, bu şarta bağlayıştan öbür dünyaya ancak hasret götürebilirdi!
Temsil
Bir yabancı adam, acele bir ev arıyordu. Bir dostu onu harap bir eve götürüp
740. “ Eğer tavanı olsaydı benim yanı başımda ev sahibi olur, otururdum.
Evde bir oda daha olsaydı çoluğun çocuğun rahat ederdi” dedi.
Adam dedi ki: “Evet, dostlara bitişik komşu olmak iyi, fakat “ Eğer” de oturmaya imkân yok!”
Bütün âlem, hoşluğu ister, bu yüzden de ateş içindedir.
İhtiyar olsun, genç olsun herkes altın ister. Fakat herkesin gözü kalp parayı altından fark edemez ki.
745. Halis altın kalp akçaya bir ziya, bir parıltı vermiştir. Fakat ayar olmadıkça zan ile altını seçmeye kalkışma.
Ayarın varsa altın seç, yoksa yürü, kendini bilen bir kişiye teslim et.
Yahut da ruhundan mihenk olmalı. Bilmiyorsan yapayalnız yola düşüp ilerleme.
Yolda gulyabaniler vardır, sesleri bildik sesine seni mahvetmeğe çeken tanıdık sesine benzer.
“ Ey kervan halkı, buraya gelin; işte yol, iz buracıkta” diye bağırırlar.
750. Gulyabani kervan halkını yok etmek, onları da yok olanlara katmak için birer, birer adlarıyla çağırır.
Çağrılan kişi, oraya varınca bir de bakar ki karşısında kurt, aslan. Ömrü zayi olmuş, yol uzun, gün de geçiyor.!
Ey iyi huylu kişi, gulyabani sesi nasıldır? “Mal isterim, mevki isterim, şeref, isterim!” işte böyle.
İçimden bu sesleri menet de sırlar keşfedilsin.
Tanrı’yı an da gulyabanilerin seslerini mahvet. Nergis gibi olan gözünü bu gergese karşı kapa.
755. Subhu sadıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki.
Bu sabır ve sebatla şu yedi renkli zâhiri gözden başka bir göz elde edersin.
O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün.
Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin.
İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.
760. Madem ki iş,sahibine bir hicap olmuştur?Şu halde onu işinden başka bir yerde göremezsin.
Madem ki iş yurdu; iş sahibinin mekânıdır, dışarıda kalan gafildir.
O halde iş yurduna, yani yokluğa gel ki sanatı da sanatkârı da bir arada göresin.
Madem ki iş yurdu;apaçık görüş yeridir, tabii iş yurdundan dışarısı da hicap mahallidir.
İnatçı Firavun, varlığa yüz tuttu çünkü, onun yerini görmüyordu.
765. Hulâsa kaderi değiştirmek istiyor, kazayı savuşturmak arzusunda bulunuyordu.
Kaza da o hileciye bıyık altından kıs, kıs gülmekteydi.
O,Tanrı’nın hükmünü, Tanrı’nın takdirini bozmak için yüz binlerce çocuk öldürttü.
Bu suretle Musa Peygamber’in zuhuruna mâni olmak istiyordu, boyuna binlerce zulüm aldı, binlerce kana girdi.
O kadar kan döktü ama Musa, yine doğdu ve onu kahretmek için hazırlandı,
770. Eğer zevali olmayan Tanrı’nın sanat yurdunu görseydi eli, ayağı kurur, hile yapamazdı.
Musa, onun evinde rahatça yaşadığı halde o, dışarıda beyhude yere çocukları öldürüp durmaktaydı.
Tenini besleyip yetiştiren; nefsine hizmet eden, sonra da başkalarının kendisine haset ettiğini,düşmanlıkta bulunduğunu sanan kişi gibi.
Bu, benim düşmanım, şu bana haset ediyor, der durur, halbuki kendisine haset eden, kendisine düşman olan o tendir,kendi nefsidir.
O, adam Firavun’a benzer, bedeni de Musa’ya. Böyle olduğu halde dışarıda “ Nerede düşman?” diye koşmaktadır. Nefsi ten evinde nazla, naimle beslenmektedir.
775. Nefsi ten evinde nazla,naimle beslenmektedir,kendisi başkalarına kin güdüp elini ısırmakta.
Halkın,bir töhmet yüzünden anasını öldüren kişiyi kınaması
Birisi, kızgınlıkla anasına hançerleyerek, döverek öldürdü.
Biri ona “ Huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin.
Çirkin herif, ananı neden öldürdün! niye söylemiyorsun, o sana ne yaptı ki?” dedi.
Adam “ Çok ayıp bir iş işledi,bende onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün” diye cevap verdi.
780. Kınayan “Be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin”deyince dedi ki: “Her gün başka birisini mi öldüreyim?
Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum; halkın boğazını keseceğime onu boğazladım, bu daha iyi!”
O kötü huylu ana, fesadı her tarafta zâhir olan nefsindir.
Her an onun için bir azize kastedip duruyorsun; kendine gel, onu öldür!
Onun yüzünden bu güzel dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Tanrı ile de savaşıyorsun, halkla da.
785. Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın olmaz.
Bir kimse peygamberlerle velileri düşünüp sözümüzden şüpheye düşer.
“Peygamberlerin nefisleri helâk olmamış mıydı? Onların neden düşmanları vardı, onlara niye haset ediyorlardı?” derse,
Ey doğru söz arayan, kulağını aç! Bu şüpheye, bu tereddüde vereceğimiz cevap şu:
O münkirler, kendilerinin düşmanlarıydı; onlar kendilerini yaralıyorlardı.
7120. Düşman, ona derler ki cana kastetsin. Kendi kendisine can çekişene düşman demezler.
Yarasacağız, güneşin düşmanı değildir, hicaba girmiş,kendi kendisine düşman olmuştur.
Güneşin ziyası onu öldürür; fakat güneş, yarasanın zahmetini hiç çeker mi, yarasa güneşe bir kötülükte bulunabilir mi?
Düşman, ona derler ki ondan bir azap,bir eziyet gelsin; kabiliyeti olan taşın güneş tesiriyle lâl olmasına mümanaat etsin!
Halbuki kâfirlerin hepsi de peygamberlerin cevherlerindeki ziyadan kendilerini men ederler.!
795. Halk, nasıl olur da o tek kişinin gözüne perde olur? Bilâkis kendi gözlerini kör eder, kendi gözlerini kötü bir hale sokarlar.
Efendisiyle inada girişip kinlenerek kendisini öldüren Arap köle gibi!
Köle, sahibine ziyan vermek için kendisini damdan baş aşağı yere atar,helâk olup gider!
Hasta, doktora düşman olmuş; çocuk, kendisini terbiye edene düşmanlık beslemiş;( zarar kime?)!
Hakikatte hasta da, çocuk da kendi yolunu vurmakta, kendi akıl ve canının yolunu kesmektedir.
800. Bez yıkayan, güneşe kızar; balık, denize hiddet ederse,
Bir bak,ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?
Tanrı seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!
Ayakkabın olsa bile taşlığa gitme. İki boynuzun varsa dört boynuzlu olma!
Sen “ Ben filân kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor” diye haset ediyorsun ama,
805. Esasen haset de başka bir noksan, başka bir ayıp. Hattâ bütün aşağılıklardan daha beter!
Şeytan da aşağı olmadan arlandı, bunu ayıp telâkki etti de kendisini yüzlerce kötülüğe düşürdü.
Hasedinden yücelmek istedi. Fakat yücelik nerede? Kanlara bulanıp kaldı.
Ebucehil, Muhammet’e uymaya utandı,hasedinden kendisini yüceltmeye,ondan yüksek olmaya çalıştı.
Adı Ebül Hakem’di. Ebu cehil oldu. Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden naehil olup kalmışlardır!
810. Ben, bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.
Fazileti, mahareti,hüneri bir tarafa bırak. Bu yolda hizmet ve iyi huy işe yarar.
Tanrı,mihnet ve ıstıraplarla hasetler meydana çıksın diye peygamberleri vasıta etti.
Çünkü Tanrıdan kimse arlanmaz, Tanrıya kimse hasedetmez.
Fakat, halk, Peygamberi de kendisi gibi bir adam sanır, o yüzden ona hasededer.
Fakat peygamberin büyüklüğü tahakkuk etti mi, artık ona kimse haset edemez, ona herkes uyar.
815. Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir.
Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
820. Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır.
Çünkü Tanrı nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.
825. İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve âfettir.
Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
Demiri, yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
Halbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.
830. O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır.
Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere; yahut tava lâzımdır.
Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.
835. Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır.
Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Tanrı’nın nazargâhı da gönüldür, ten değil!
Sonra bu cüzi olan gönüller de hakikî maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir.
840. Bu söz, çok misal ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum.
Bu suretle iyiliğimiz kötülük olmasın.. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım, bu söylediğim de ancak kendimde olmadığından,ihtiyarım elimde bulunmadığından.
Çarpık ayağa çarpık ayakkabı daha iyi, yoksulun eli ancak kapıya varır.
Padişahın,yeni aldığı iki köleyi sınaması
Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu.
Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder.
845. Ademoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir.
Bir rüzgâr esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.
O evde inci mi var, buğday mı.. altın hazinesi mi var, yoksa yılan ve akreplerle mi dolu?
Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz.
Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.
850. Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu…
Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile bâtılı ayırır.
Kuran’ın nuru da Hak ile bâtılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir.
O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik.
Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.
855. Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu!
Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der.
Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hâl sahibidir, kulaksa dedikoduda!
Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir.
860. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma.
Yanmadıkça o bilgi,Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal.
Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.
Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı,onu anlat!
Padişahın o kölelerden birini bir yere yollayıp öbüründen bazı şeyler sorması
Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “Beri gel”diye emretti.
865. Buradaki sevgiye ve acımaya delâlet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğul’a “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz.
İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de kapkaraydı.
Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
“ Bu şekilde, bu pis kokulu ağızla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme.
Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın.
870. Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin, ben de hünerli bir doktorum.
Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil.
Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikâye söyle de aklın nasıl bir göreyim” dedi.
O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı.
Huzurundaki köleye “Aferin, sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil.
875. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu.
Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir,şöyledir, böyledir demişti.” Dedi.
Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
Doğru söyleme, yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem.
O iyi düşünceli adamı ben kötü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.
880. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir.
Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?
Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.
885. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Tanrı görüşüdür.
Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle,
Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:
8120. Kusuru; sevgi, vefa, insanlık.. doğruluk, zekâ ve dostluktur.
En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
Tanrı bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.
895. Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen,
Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.” dedi.
Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz.
1200. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.
Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur.
Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.”
Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma.
Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.
Kölenin, iyi zannı yüzünden arkadaşının doğruluğuna ve vefakârlığına yemin etmesi
1205. Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Tanrı’ya ant olsun…
Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen,
Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan.
Onları topraktan yaratılmış mahlûkatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan,
Ateşten sâf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan,
910. Nurlara doğan, nurları aydınlatan nuru yaratan, Âdem peygamberin feyiz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren,
Âdem’den bitip Şîs’in devşirdiği nuru, Âdem’in görüp Şîs’i yerine halife ettiği nuru.
Nuh’un feyiz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene ant olsun.
İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.
915. Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.
Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı.
Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tâbirinde o kadar uyanık hale geldi.
Asâ, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti.
920. Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.
Ömer, o mâşuka âşık oldu da gönül gibi, hakkı bâtılı ayırt etti.
Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnûreyn oldu.
925. Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vâdisinde Tanrı aslanı kesildi.
Cüneyt, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu.
Bayezid, onun ihsanına yol bulunca Tanrıdan “ Kutbül Ârifin” adını duydu.
Kerhî, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri tanrı nefesi haline geldi.
Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca âdil sultanların sultanı oldu.
930. Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti.
Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.
Tanrı, her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi.
O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere ant olsun…
O nura ve o denizi,denizin canı desem de lâyık değil.O âleme yeni bir ad aramaktayım.
935. O Tanrı’ya ant olsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zâhirdir.
Ant olsun o Tanrı’ya ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.
Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim?”
Padişah dedi ki : “ Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun, bunun halini anlatacaksın?
Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinden ne inciler getirdin?
940. Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yâr olsun?
Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı?
Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı?
Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin?
Şart, iyilik etmek değil, iyilikle gelmek, bu iyiliği Tanrı’ya götürmektir.
945. İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu ârazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki?
Bu namaz ve oruç arazlarını Tanrı’ya nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır.
Arazları götürmeye imkân yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler.
Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi.
Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır.
950. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir.
Kadını nikâhlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlât cevheri meydana geldi.
Atı, deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek.
Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir.
955. Aynayı cilâlamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir.
Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme.
Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir.
Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder.
960. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş bâtıl olur, sözler manâsız bir hale gelirdi;
Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur. Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı, sürüye lâyık kişidir.
Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz suretinin de bir nöbeti.
Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hâsıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin?
965. Evlere köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvuratından ibaretti.
Güzel olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev ,(mühendisin zihnindeydi).
Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi (ev yapılıp meydana çıktı.)
Her hünerin aslı, esası, hayâlden,arazdan, düşünceden başka nedir ki?
Dünyanın bütün cüzilerine, fakat garazsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir.
970. Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil.
Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar.
İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir.
Gerçi dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut bulur.
Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlâk” sırrına mazhar oldu.
975. Bu sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun içindir.
Bütün âlem,esasen arazdı. “ Hel Etâ” suresi, bu mânayı izah için geldi.
Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden.
Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere.
İlk âlem, imtihan âlemidir. İkinci âlem şunun bunun yaptıklarının mükâfat ve mücazatını görme âlemidir.
980. Padişahım, kulun hain olsa o araz, yani hainliği, zincir ve zindan olmakta.
Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte.
Bu arazla cevher, kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta.”
Padişah, köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi.
Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası, gayp âlemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir.
985. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kâfir ve mümin,yalnız Tanrıyı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi.
Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana çıkar,alında yazılırdı.
O takdirde nasıl olurdu da bu âlemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı.?
O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi.
Padişah “ Tanrı bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil.
9120. Ben bir emîri tuzağa düşürmek dilersem emîrlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem.
Hak bana işlerin mükâfat ve mücazaatını, amellerden yüz binlercesinin büründüğü suretleri gösterdi.
Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir” dedi.
Köle, madem ki olanı ,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? deyince.
Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Tanrının ilmindekileri izhar etmektir.
995. Bildiğini izhar etmedikçe âlemdeki zahmet ve meşakkatleri belirtmez.
Senden bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hattâ bir an bile duramazsın.
Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının açığa çıkması içindir.
Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik eğirme âletine benzeyen tenin işlemez?
Tasalanman, dertlenmen; gönlünün o çekişine, isteğine âlamettir. O işi yapmamak da sana açıkça can çekişmedir, ölümdür.
1000. Bu âlem de daimî olarak doğurur, o âlem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir.
Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep haline gelir.
Bu sebepler, nesilden nesile yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lâzım dedi” dedi.
Padişah, onunla konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alâmet gördü mü , görmedi mi? Bilmem.
Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alâmet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil. Fakat gördüğünü söylemek için bize izin yok.
1005. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı.
“Sıhhatler olsun,daimi âfiyetler olsun. Ne de lâtif, ne de zarif, ne de güzelsin.
Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu?
O zaman yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi” dedi.
Köle dedi ki: “ Padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!”
1010. Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre sen görünüşte bir deva, fakat hakikatte bir dertmişsin”dedi.
Köle, dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık denizi köpürdü.
Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı.
Dedi ki : “ O evvelce benimle dosttu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.”
Çan gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini ağzına götürüp “ Kâfi” dedi.
1015. “Bu sınamayla onu da anladım, seni de. Senin canın kokmuş, onun ağzı.
Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O âmir olsun, sen onun memuru ol!”
Ulular bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındadır” dediler.
“ Riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi!
Güzel ve iyi suret, bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez!
1020. Bil ki zâhiri suret yok olur, fakat mâna âlemi ebedidir, kalır.
Testinin suretiyle ne vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü.
Suretini gördün ama mânadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci seç, çıkar.
Âlemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can denizinden diriyse de,
Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her birinin içine bak!
1025. Onda ne var, bunda ne var? Onu anla. Çünkü o değerli inci nadir bulunur.
Surete talip olursan (bu şuna benzer:) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından lâl’in yüzlerce mislidir.
Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden yüzlerce defa daha büyüktür.
Fakat iki gözün, bütün âzadan daha kıymetli olduğu meydandadır.
Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider.
1030. Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar.
Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkûmdur.
Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir.
Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar ,alıp götürür.
Âlem de her hünerin fikirle kaim olduğunu,
1035. Evlerin, köşklerin, şehirlerin,dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini,
Denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de, denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu madem ki görmektesin.
Neden kör gibisin, neden ahmaklık ediyorsun, neden sence ten Süleyman gibi oluyor da fikir karınca gibi?
Gözüne dağ, büyük görünüyor da fikri fare gibi küçük, dağı kurt gibi büyük sanıyorsun.
Âlem, gözünde pek korkunç, pek büyük görünmekte… Buluttan, gökten,gök gürlemesinden ürküp korkuyor,tir, tir titriyorsun.
1040. Halbuki ey eşekten aşağı kişi, fikir âleminden emin ve gafilsin, bir taş gibi o, cihandan haberin yok!
Çünkü suretten ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir eşek sıpasısın!
Bilgisizlikten gölgeyi adam görüyorsun da insan o yüzden sence bir oyuncaktan ibaret, değersiz bir şey.
O fikir, o hayal örtüsüz bir surette kol kanat açıncaya kadar dur.
O zaman dağları yumuşak pamuk gibi görürsün, bir de bakarsın ki bu soğuk, sıcak yeryüzü yok oluvermiş!
1045. O zaman ezelî ve ebedî hayata ve muhabbete sahip olan Tanrı’dan başka ne göğü görürsün ne yıldızı!
Bir misal, ister doğru olsun, ister yanlış… doğrulukları aydınlatsın da.
O has köleye padişaha mensup adamların haset etmeleri
Padişah, lütfüyle bir köleyi bütün adamların içinden seçmiş, onlardan üstün etmişti.
Elbisesinin pahası, kırk emirin maaşına bedeldi. Onun kazandığı kadir ve kıymetin onda birini, hattâ yüz vezir bile görmemişti.
Talihin yaverliği, bahtının müsait oluşu yüzünden yücelmiş, âdeta bir Eyaz olmuştu. Padişah da sanki zamanın Mahmut’uydu.
1050. Ruhu padişahın ruhîyle birdi. Bu ten âleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine âşina olmuştu.
Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç!
İş ârifindir. Çünkü ârif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.
Buğday mı ekildi, arpa mı? Gece, gündüz gözü ondadır. Gece, neye gebeyse onu doğurur.
Bunu menetmek için yapılan hileler, başvurulan tedbirler havadan ibaret!
1055. Tanrı’nın takdirini, kendi tedbirinden üstün gören kişi, nasıl olur da kendi tedbirleriyle gönlünü avutabilir?
Aklına, tedbirine güvense tuzak içinde olduğu halde tuzak kurar, fakat canına andolsun, ne bu kurtulur,ne o!
Yüzlerce çayır, çimen bitse de, dökülse de sonun da yine Tanrının ektiği çıkar!
Ekilmiş ekinin üstüne ekin ekerler ama bu ikincisi fânidir, ilki doğrudur,ilki yerindedir.
İlk ekin kemal bulur, seçilip toplanır. İkinci tohumsa bozulur, çürüyüp gider.
1060. Sevgilinin huzurunda tedbirini terk et; filvaki tedbiri de onun tedbirinden, onun kaderinden doğmadır ya!
Hakk’ın yücelttiği iş,işe yarar. Nihayet biten, ilk ekilendir.
Madem ki sevgiliye esirsin, ey âşık ektiğini onun için ek!
Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç!
Kıyamet günü gelmeden, gece hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç.
1065. Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan adamın boynunda kalır.
Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da.
Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kâfi bulurlar ama bir çöp parçası rüzgâra nasıl dayanabilir?
Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam?
Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim?
1070. Eğer bir çok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise?
Cihan, bir cihetten faydasız, başka bir cihetten faydalarla dopdoludur.
Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa.. mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma.
Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti,lüzumsuzdu.. Fakat bütün bir âleme faydalıydı.
Davut’un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi.
1075. Nil nehrinin suyu, Âbıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi. Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı.
Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme!
Âlemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle.
Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır.
Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.
1080. Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı,kendisine gıda sanır ama,
Asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur.
Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir.
İnsanın asli gıdası Tanrı nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!
Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir.
1085. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu?
O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız âletsiz yenir.
Güneşin gıdası, Arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası ferş dumanından!
Tanrı, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak!
Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.
10120. Her insanın sureti,bir kâseye benzer.Göz de suretinin mânasına ait bir duygu âletidir.
Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi,taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
1095. İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır,gamı gider, neşelenir.
Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
Rengin kızarması karanlıktandır.Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.
1100. Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez.
Bir şeyin bir şeyle birleşmesi,kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
Bu mânalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
Halbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır,bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır,hoşlanır!
1105. On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.
Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.
1110. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı!
Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!
1115. Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan,varlıktan başka bir yerde otlar mı?
Bütün varlıklar bu bahçede yayılır…İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.
O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der.
1120. Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir.
Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazen dümdüz dikilmekte, bazen iki kat olmuş gibi eğilmektesin.
Şemsettin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık!
Ey Hak ziyası Hüsâmettin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!
Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.
1125. O ilâç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir.
Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkâr eden hasetçiyi tedavi etmek.
Hattâ, sana haset eden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama.
Güneşe haset eden, güneşin varlığından incinen kişi yok mu?
Ah, işte sana devası olmayan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediyen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi!
1130. O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkan var mı?
Doğan’ın viranede baykuşlar içine düşmesi
Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır.
Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasıda kaldı.
O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti;
Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.
1135. Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar.
Baykuşlar arasına “Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü.
Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.
Doğan, “ Ben baykuşlara lâyık mıyım? Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım.
Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.
1140. Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim.
Bu harabe, sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor, bana değil. Benim naz ettiğim yer, padişahın koludur” diyordu.
Baykuş ise “ Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor.
Hile ile bizi yurdumuzdan ayırmak, yuvamızdan etmek niyetinde.
Bu hileci tokluk gösteriyor ama Tanrı hakkı için bütün harislerden beterdir.
1145. Hırsından balçığı pekmez gibi yer. Ayıya kuyruğunuzu kaptırmayın.
Bizim gibi saf kişileri yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden dem vurmakta.
Bir kuşcağız, hiç padişahla düşüp kalkar mı? Bir parçacık aklınız varsa dinlemeyin bu sözü,
O, padişahın cinsinden mi, vezirin cinsinden mi? Hiç sarımsakla badem helvası yenir mi?
Padişah, adamlarıyla beni arıyor demesi de hilesinden, fendinden.
1150. Bu, kabul edilmeyecek bir malihulya. Bu, olmayacak bir lâf, ahmak aldatmak için kurulmuş bir tuzak!
Kim buna inanırsa ahmaklığından inanır . Zayıf bir kuşcağızın padişahla ne münasebeti olabilir?
En aşağı bir baykuş , onun beynine vursa ona padişahtan yardımcı gelecek ha! Hani, nerede?” demekteydi.
Doğan dedi ki: “ Benim bir tüyüm bile kopsa padişah, baykuş yuvasının kökünü kazır.
Baykuş kim oluyor ki? Bir doğan bile beni incitir, gönlümü kırar, bana cefa ederse,
1155. Padişah; her yokuşta her inişte doğan başlarından harmanlar yapar, tepeler yüceltir.
Benim bekçim, onun inayetleridir. Nereye varırsam padişah arkamdadır.
Hayalim, padişahın gönlündedir. O, bensiz duramaz.
Padişah beni uçurunca onun ziyası gibi gönül yücelerinde uçarım.
Ay gibi güneş gibi uçup gök perdelerini aşarım.
1160. Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir.
Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin.
Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, Yüz binlerce mahpusu azadetti.
Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı.
Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar; talihi yâr olur da sırrımı anlar.
1165. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın!
Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.?
Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz.
Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğini yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu çalmakta,nöbetimi vurmakta.
Benim davulumu döğen “İrciî” sesidir. Benimle dâvaya girişenlerin rağmine şahidim, Tanrıdır.
1170. Padişahın cinsinden değilim, hâşa… bunu iddia etmiyorum. Fakat onun tecellisiyle, onun nuruna sahibim.
Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır.
Rüzgâr, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgârın cinsi demektir. Nihayet şarap,tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir.
Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu.
Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi!
1175. Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var.”
Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın.
Sizi şeklimin aldatmaması için sözümü dinlemeden şarabımı için, mezemi yiyin.
Nice kişiler var ki suret, onların yolarını kesti. Surette kastettiler, Allah’a çattılar.
Bu can da, bedenle birleşmiştir ya. Fakat hiç can bedene benzer mi?
1180. Göz nuru iç yağıyla eş olmuştur, gönül nuru bir katre kanda gizli.
Neşe ciğerin kızılındandır, gam karasında; akıl bir mum gibi beynim içinde.
Bu alâkadar keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği bilmede âcizdir.
Külli can, cüzi cana alâkalandı; can ondan bir inci alıp boynuna koydu.
Meryem nasıl gönüller alan Mesih’e gebe kaldıysa can da onun gibi koynuna aldığı o inciden gebe kaldı.
1185. Fakat o Mesih, kuru ve yaş üstünde, yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir. O Mesih’in şanı seyahatten yücedir.
Can, canlar canından gebe kaldı ya. İşte cihan, böyle candan gebe kalır.
Cihan da başka bir cihan doğurur. Bu mahşer de başka bir mahşer gösterir.
Kıyamete kadar söylesem, saysam bu kıyameti anlatamam.
Bu, sözler, mâna bakımından “ Yarab” nidasına benzer. Harfler, bir tatlı dudaklının nefesini avlamağa tuzaktır.
11120. Kulun “Yarab” sözüne Tanrının “Lebbeyk” cevabı geldikten sonra, nasıl olur da “ Yarab” demekte kusur eder?
Fakat bu “ lebbeyk” öyle bir “Lebbeyk” tir ki onu işitemezsin ama baştan aşağıya kadar bütün vücudunla tadabilirsin.
Susuz birisinin duvarın üstünden ırmağa taş,topaç atması
Bir ırmak kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde dertli bir susuz duruyordu.
Suya erişmesine o duvar mâniydi. Susuz adam, âdeta su için balık gibi çırpınmaktaydı.
Birden suya bir kerpiç parçası attı. Suyun sesi bir göz gibi kulağına geldi.
1195. O ses, tatlı bir sevgilinin sesi gibiydi. O ses, adamı şarap gibi sarhoş etmişti.
O minhetlere düşmüş adam, suyun temiz sesinden hoşlanıp duvardan kerpiç kopararak suya atmaya başladı.
Su sanki “Ey adam, bana taş atmadan ne fayda elde ediyorsun ki?” diye bağırmaktaydı.
Susuz dedi ki. “ Ey su, iki fayda var. Onun için ben bu işten el çekmem.
Birinci fayda şu: Su sesini duymak, susuzlara rebap dinlemek gibi.
1200. Su sesi İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten hayat bulmada.
Yahut bu ses, bahar günlerindeki gök gürültüsü sesini andırıyor.
Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler, ne kadar güzelleşiyor, çiçeklerle dolar.
Yahut yoksula zekât zamanını geldiği söylenmiş, mahpusa kurtuluş müjdesi verilmiş gibi.
Muhammet’e Yemen’den gelen ve ağızsız söylenen Rahman nefesine.
Yahut âsilere şefaate gelen Ahmed’in,
1205. Yahut da zayıf Yakub’un canına erişen güzel ve lâtif Yusuf’un kokusuna benziyor.
Öbür faydası da duvardan koparıp tertemiz suya attığım her taş, her kerpiç parçası,
Yüksek duvarı biraz daha alçaltıyor, her defasında duvar biraz daha inmiş oluyor.
Duvarın alçalması, suya yaklaşmama sebep olmakta.Duvarın ortadan kalkması vuslata çare bulmakta.”
Duvardaki o taşları, kerpiçleri koparmak “Secde et de yaklaş” âyetindeki yakınlığı mucip olan secdedir.
1210. Duvarın boynu yüksekken bu baş indirmeğe mânidir.
Bu toprak bedenden kurtulmadıkça Âbıhayata secde edemem.
Duvar üstündekilerden en fazla susuz kimse; taşı, topacı en çabuk koparıp atan da odur.
Suyun sesine en fazla âşık olan duvardan en büyük taşı koparıp atar.
O adam, suyun sesinden, âdeta boğazına kadar şaraba batmışçasına neşelenir.
Yabancı kişi ise kerpicin suya düşünce bluk diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.
1215. Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder.
Kudretli olduğu günlerde sıhhatli, güçlü, kuvvetli bulunduğu zamanlarda bu işi başarır.
Çünkü gençlik çağı, yemyeşil,terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyveleri yetiştirir.
Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri akıp durur. Bedenin zeminini onlarla yeşertir.
Gençlik; mamur, tavanı adamakıllı yüksek, dört duvarı sapasağlam bir eve benzer.
1220. Ne mutlu o kişiye ki ihtiyarlık günleri gelip çatmadan, boynunu liften yapılmış iple bağlamadan…
Toprak çoraklaşıp akmadan, kaymadan işini başarmıştır. Çünkü çorak yerden güzel nebatat asla yetişmez.
İhtiyarın gücü, kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur. Kendisinden de faydalanmaz, başkalarına da faydası dokunmaz.
Kaşları eyer kuskunu gibi aşağı düşer, gözü yaşarır, görmez olur.
Yüzü buruşur, kertenkele sırtına döner. Söz söyleyemez, tat alamaz olur, dişleri bir şey kesmez bir hale gelir.
1225. Gün geçip gitmiş, akşam çağı gelip çatmış,leş gibi beden topallamakta, yolsa uzun.. İş görülecek yer yıkık iş işten geçmiş..
Kötü huyların kökleri kuvvetlenmiş, onu kökünden söküp çıkarma kuvveti de azalmış!
Valinin,yola diken ekene “Yola diktiğin dikenleri sök” diye emir vermesi
Bu iş, o tatlı sözlü, fakat kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer.
Yoldan geçenler ona darılmaya başladılar, bu dikenleri sök diye bir hayli söylediler, fakat fayda etmedi.
Her an o dikenler çoğalmakta, halkın ayağı dikenler yüzünden kanamaktaydı.
1230. Halkın elbisesi dikenlerden yırtılmakta, yoksulların ayakları paramparça olmaktaydı.
Vali, ona “Mutlaka bunları sök” dedikçe. “ Evet, bir gün sökerim” diyordu.
Bir müddet “Yarın, yarın” diye vâde verip durdu. Bu müddet için de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi.
Vali, bir gün “ Ey va’din de durmayan, beri gel, emrettiğimiz işi sürüncemede bırakma” dedi.
Adam dedi ki: Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın!”Vali “ Hayır,acele davran, işi savsaklama.
1235. Sen bu işi yarın görürüm diyorsun ama şunu bil ki gün geçtikçe,
O dikenler daha ziyade yeşeriyor, dikeni sökecek de ihtiyarlayıp âciz bir hale geliyor.
Diken kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecekse ihtiyarlamakta, kuvvetten düşmekte.
Diken her gün, her an yeşerip tazelenmekte.Diken her gün perişan bir hale gelmekte, kuruyup kalmakta!
O daha ziyade gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, zamanını geçirme” dedi.
1240. Her kötü huyunu bir diken bil; dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte.
Nice defalardır kötü huyunu bir diken bil; Dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte.
Nice defalardır kötü huydan perişan bir hale düştün. Fakat duygun yok ki. Pek duygusuzlaştın.
Çirkin huyundan başkalarını ,zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden,
Gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına!
Ya baltayı al, ercesine vur, Ali gibi bu Hayber kapısını kopar.
1245. Yahut bu dikeni gül fidanına ulaştır, sevgilinin nurunu nâra kavuştur?
Da onun nuru senin ateşini söndürsün; vuslatı, dikenini gül bahçesi haline getirsin.
Sen cehenneme benziyorsun, o ise mümindir. Mümine ateşi söndürmek imkânı var .
Mustafa, cehennemin sözünü naklederek buyurdu ki: “ Cehennem, korkusundan mümine yalvararak,
“Padişahım, çabuk geç, Nurun, ateşimi söndürecek” der.
1250. Şu halde ateşi helâk eden, müminin nurudur. Çünkü bir şeyi zıddından başka bir şeyle gidermek imkânsızdır.
Adalet gününde ateş, nurun zıddıdır, zira, ateş kahırdan meydana gelmedir, nur, ihsan ve fazıldan.
Ateşin şerrini defetmek istiyorsan ateşin gönlüne rahmet suyunu saç!
O rahmet suyunun kaynağı mümindir.Âbıhayat , ihsan sahibinin pâk ruhudur.
Nefsin ondan kaçmakta. Çünkü sen ateştensin, o su, ırmak suyu.
1255. Ateş, sudan söndüğündendir ki sudan kaçmaktadır.
Senin duygun, fikrin hep ateşten. Şeyhin duygusu ve fikri ise o güzel nur.
Onun nur suyu ateşe damladı mı ateşten cız ,cız sesi çıkmaya başlar.
O cızladıkça sen ona “ Öl, bit” de ki, bu nefis cehennemin sönsün.
Sönsün ki senin gül bahçeni yakmasın; senin adalet ve ihsanını söndürmesin.
1260. O söndükten sonra ne dikersen biter… Lâleler , ak güller, marsamalar çıkar.
Yine doğru yoldan alabildiğine gidiyoruz. Hocam, dön geri, yolumuz nerede?
Şunu anlatıyorduk: Hasetçi adam, senin eşeğin topal, konak yeri de adamakıllı uzak.
Yıl geçti, ekin vakti değil. Yüz karalığından, kötü işten başka da mahsul yok.
Ten ağacına kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak lâzım.
1265. Yolcu, kendine gel, kendine… vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu.
Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını Hak yoluna sarf et.
Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin.
Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele.
Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti.Ekin zamanı tamamıyla geçmesin ,agâh ol!
1270. Nasihatimi dinle: Ten , kuvvetli bir bağdır. Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun!
Dudağını yum, altın dolu avucunu aç. Ten nekesliğini bırak, cömertliği ele al.
Cömertlik, şehvetleri, lezzetleri terk etmedir. Şehvet yüzünden düşen kalkmamıştır.
Bu cömertlik, cennet selvisinin bir dalıdır. Yazıklar olsun böyle bir dalı elinden bırakana.
Bu heva ve hevesi bırakma, sapasağlam bir iptir.Bu dal, canı göğe çeker.
1275. Ey güzel yollu, cömertlik dalı seni yukarı çeke, çeke aslına eriştirdi mi,
Güzellik Yusuf’un, bu âlem kuyu gibidir. Bu ip de Tanrı emrine sabretmedir.
Ey Yusuf, ip sarktı, iki elinle yapış. İpten gafil olma, vakit geçiyor.
Tanrıya hamdolsun ki bu ipi sarkıttılar, fazıl ve rahmeti birbirine kattılar.
Bu ipe yapış da yeni bir can âlemi apaşikar, fakat görünmez bir âlem göresin.
1280. Hakikatte yok olan şu cihan var gibi görünmekte, hakikatte var olan cihan da adamakıllı gizlenmede.
Rüzgâr esti mi toz toprak görünür, uçup savrulur, rüzgâr görünmez. Toz toprak kendisini gösterir, rüzgâra perde olur.
Zâhiren iş işleyen, hakikatte işsizdir, deriden ibarettir. Gizli olan içtir; asıl odur.
Toprak, rüzgârın elinde bir alete benzer. Asıl toprağı yüce ve tabiatı yüksek bil.
Toprağa mensup gözün bakışı da toprağa düşer. Rüzgârı gören göz başka bir çeşittir.
1285. Atı at bilir; at, atın eşitidir.Binicinin ahvalini de binici bilir.
Duygu gözü attır, binici Hak nuru. Binici olmadıkça at, zaten işe yaramaz ki.
Şu halde ata terbiye ver, kötü huyunu terk ettir. Yoksa padişah onu kabul etmez.
Atın gözüne yol gösteren, padişahın gözüdür. Padişahın gözü olmadıkça at, bir şey göremez.
Atların gözleri, ottan, otlaktan başka bir yerde değildir. Onları buralardan başka nereye çağırsan “ gelmem, niye geleyim” derler.
12120. Tanrı nuru, duygu nuruna binmiştir de ondan sonra can, Tanrıya rağbet etmiştir.
Binici olmayan at yol gitmeyi ne bilir? Doğru ve ana caddeyi bilmek için padişah lâzım.
Nuru, binici olan duyguya doğrul. O onur, duyguya ne güzel bir sahiptir.
His nurunu bezeyen, Tanrı nurudur. Bu suretle “Nur üstüne nur” âyetinin mânası zuhur eder.
His nuru adamı yere çeker, Hak nuru Kevser ırmağına götürür.
1295. Çünkü duygularla idrak edilen âlem, çok aşağılık bir âlemdir. Tanrı nuru bir denizdir, duygu ise bir çiğ tanesi gibi.
Fakat duyguya binmiş olan meydanda değildir, iyi eserlerinden, güzel sözlerinden başka bir şey görünmez.
Duyguya mensup olan nur bile, kesif ve cismani olmakla beraber gözlerin karasında gizlidir.
Öfkenden sen duygu nurunu bile görmüyorsun, dine mensup nuru nasıl görürsün?
Duygu nuru, bu kadar kesafetiyle beraber gizli olursa ap-arı olan bir ışık nasıl olur da gizli olmaz?
1300. Bu cihan, gayp rüzgârının elinde bir saman çöpüne benzer,tamamıyla âcizdir. Gayp âleminin dileği,
Onu gâh yüceltir, gâh alçaltır. Gâh doğrultur, gâh kırar.
Gâh sağa götürür, gâh sola… gâh gül bahçesi haline kor, gâh diken haline.
El gizlidir, yazı yazan kalemi gör. At oynayıp seğirtmekte, binici meydanda değil.
Fırlayıp giden oka bak, yay gizli. Canlar meydanda da canların canı görünmüyor.
1305. Oku kırma. O padişah okudur. Yaydan çıkan ok değildir, her şeyi bilenin şastından atılmıştır.
Hak, “ Mâ remeyte iz remeyte” dedi. Tanrı’nın işi, bütün işlere örnektir, misaldir.
Kendi kızgınlığını kır, oku kırma. Senin kızgın gözün sana sütü kan gösterir.
O kanlara bulanmış, senin kanınla ıslanmış oku alıp öp de padişaha götür.
Meydanda olan âcizdir, bağlanmıştır, zebundur. Görünmeyense pek kuvvetli ve galip.
1310. Biz avlardan ibaretiz, kimin böyle bir tuzağı var? Çevgânın önünde toplardan başka bir şey değiliz, çevgânı idare eden nerde?
Yırtıyor, dikiyor, nerde bu terzi? Üflüyor, yakıyor, nerde bu ateşi yakan?
Bir an içinde sıddıkı kâfir eder, bir an içinde zındıkı zâhit.
Onun içindir ki ihlâs sahibi, varlığından tamamıyla halâs olmadıkça tuzağa düşmek tehlikesindedir.
Çünkü yoldadır, yol kesicilerse sayısız.Ancak Tanrı amanında olan kurtulur.
1315. Aynası tamamıyla arınmayan, henüz ihlâs sahibidir. Kuş tutmayan henüz avla meşguldür.
Fakat ihlâs sahibini Tanrı ihlâs makamına ulaştırırsa ihlâs sahibi kurtulur, emniyet makamına varır.
Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline dönsün.
Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline gelmez.
Piş, ol da bozulmadan kurtul. Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol.
1320. Kendinden kurtuldun mu tamamıyla Burhan olursun. Kul yok oldu mu sultan kesilirsin.
Bunu apaçık görmek istersen Salâhaddin gösterdi, gözleri görür bir hale getirdi, açtı.
Tanrı nuruna sahip olan her göz, fakrı onun gözünden dersler verir.
Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür. Müritlere sözsüz dersler verir.
Gönül, onun elinde mum gibi yumuşaktır. Mührü, gönle gâh ayıp, gâh şeref damgasını basar.
1325. Mumundaki mühür,bir yüzüğe âlamettir, onu hatırlatır, ya asıl o yüzük de ki nakış kimin âlametidir, kimi hatırlatmaktadır?
O nakış, efkârının her halkası, öbürüne geçmiş, bu suretle birbirine zincirlenmiş olan o Zerger’in fikrini anlatır.
Gönül dağlarındaki bu ses kimin? Bu dağ, gâh sesle dopdolu, gâh bomboş ve sessiz.
Ev sahibi, nerde olursa olsun hâkim ve üstatdır,yaptığı iş yerli yerindedir. Bu gönül dağı, onun sesinden hâli kalmasın!
Dağ vardır, sesi iki misli aksettirir… Dağ vardır, yüz misli.
1330. Dağ; o sesten ,o sözden yüz binlerce halis ve sâf kaynaklar sızdırır.
Fakat dağdan o lütûf kesildi mi sular, kaynaklarında kan kesilir.
O kadehi kutlu padişahlar padişahı yüzünden Tûr dağı lâl haline geldi.
Dağın cüzileri canlandı, akıllandı. Ey halk biz bir taştan da aşağı mıyız ki ?
Ne candan bir çeşme coşmakta, ne beden yeşiller giymiş ruhanilere katılmakta…
1335. Onda ne bir iştiyak sahibinin sesi var, ne sâkinin bir yudum şarabının neşesi!
Nerde hamiyet ki böyle bir dağı; keserle, çapayla, neyle olursa kökünden yıksın.Belki cüzilerine bir ay parıltısı vurur, belki ay ışığı, ona yol bulur!
Kıyamette dağlar yerlerinden sökülecek… Senin bir davranman da ne vakit böyle bir keremde bulunacak?
Bu kıyamet, o kıyametten nasıl olur da aşağı sayılır? O kıyamet yaradır, bu, merheme benzer.
1340. Bu merhemi gören yaradan kurtulmuştur. Bu güzelliği gören kötü kişi bile ihsan sahibidir.
Ne mutlu o çirkine ki güzele eş, arkadaş oldu; vah eşi kış olan gül yüzlüye!
Ölmüş eşek cana eş olunca dirilir, canın ta kendisi olur.
Kara odun ateşe eş olur, karalığa gider, baştan başa nur kesilir.
Ölmüş eşek tuzluya düşünce eşekliği, murdarlığı bir tarafta kalır.
1345. Tanrı gününün rengi Tanrı boyasıdır. Onda her şey bir renge boyanır.
Birisi küpe düşse de sen, ona kalk desen neşesinden “ Beni kınama. Küp benim” der.
O “ Ben küpüm” demek “ Ben, Hakkım” demektir. Demir demirdir ama ateş rengine girmiş, o renge boyanmıştır.
Demirin rengi, ateşin renginde mahvolmuştur. Sükût eder gibi görünmekle beraber ateş olduğundan da dem vurmaktadır.
Madendeki altın gibi kızarınca sözü; ağızsız, dudaksız “ Ben ateşim” sözüdür.
1350. Ateşin rengiyle, ateşin tabiatıyla ululanmıştır da der ki: “ Ben ateşim ,ben ateş!
Sen şüpheye düşsen de ben ateşim, istersen bir tecrübe et, elini sür.
Ben ateşim, eğer şüphe ediyorsan bir an olsun yüzünü bana koy ! ”
Âdemoğlu, Tanrı’dan nurlanırsa seçilir de meleklerin mescudu olur.
Canı melek gibi azgınlıktan ve şüpheden kurtulan kişi de âlemde secde eder.
1355. Ateş nedir, demir nedir? Dudağını yum. Bu benzetişte bulunanla alay etme.
Ayağını denize pek basma, denizden çok bahsetme… dudağını ısırarak susup kıyısında dur!
Benim gibi yüzlercesi bile denize tahammül edemezler. Fakat yine de denizde boğulmaktan korkmuyor, ona dalmadan duramıyorum.
Canım da denize feda olsun, aklım da. Canın da kan diyetini bu deniz vermekte, aklın da.
Ayağım oldukça denizde yürürüm, ayağım kalmazsa yine su kuşları gibi denize dalarım.
1360. Huzur da bulunan bîedep kişi huzurda bulunmayan kişiden daha hoştur. Halka da eğridir ama nihayet kapıda değil mi?
Ey teni bulaşmış, pisleşmiş kişi, havuz kenarında dön dolaş. İnsan, havuzun dışındayken nasıl temizlenir?
Havuzdan uzak düşen kişi nasıl temiz olur? O adam bâtın temizliğinden bile uzak düşmüştür.
Bu havuzun temizliğinin haddi yoktur. Cisimlerin temizliği ise pek az bir miktarda olabilir.
Çünkü gönül havuzdur ama gizli. Bu havuzun, denize gizli bir yolu var.
1365. Senin muayyen miktardaki temizliğin yardım ister. Yoksa sayılı şey harcandıkça azalır.
Su, pis adama “ Bana koş” der. Pis adamsa “ Sudan utanıyorum” der.
Su der ki: “ Bu utanma, bensiz nasıl zail olur, bu pislik, bensiz nasıl temizlenir?”
Bulaşık ve pis adam; sudan utanır, gizlenirse bu utanma, “Hayâ, imana mânidir” sözünün tahakkukuna sebep olur.
Gönül, ten havuzunda çamura bulandı ama ten, gönül havuzunda arındı.
1370. Oğul, gönül havuzunun çevresinde olan, ten havuzundan sakın!
Ten deniziyle gönül denizi birbirine bitişiktir, fakat aralarında bir berzah var, birbirlerine karışmazlar.
İster doğru ol, ister eğri. O gönül havuzuna doğru gel, geri kalma.
Padişahların huzurunda can tehlikesi var ama himmetleri yüce kişiler can korkusu yüzünden padişahtan çekinmezler.
Padişah, şekerden daha tatlı olunca canın tatlılığına gitmesi de daha hoş, daha doğru.
1375. Ey beni kınayan, sen sağ esen ol. Ey selâmet arayan, sen beni bırak!
Benim canım ocaktır, ateşten hoşlanır, ocağa ateş yurdu olmak yeter.
Bana ocak gibi aşka yanmak düştü. Bundan kör olansa zaten ocak değildir.
Azıksızlık azığı sana azık olursa baki olan canı buldun,ölümden kurtuldun demektir.
Gamdan neşe artmaya başladı mı can bahçen güllerle, süsenlerle dolar.
1380. Başkasının korktuğu şeyler, sana emniyet verir. Su kuşu, denizden kuvvet bulur, ev kuşuysa perişan olur.
Ey tabip, ben; yine divane oldum.. Sevgili, ben yine kara sevdalara uğradım.
Zincirinin halkalarından her halkanın başka, başka fenleri var. Her halka, başka bir delilik vermede.
Her halkanın eseri, başka, başka fenler. Onun için her an başka deliliklerim var.
Darbı meseldir, delilikler; fen, fen , çeşit çeşittir. Hele böyle ulu bir beyin zincirine bağlanmış kişide olursa!
1385. Bağımı, öyle bir divanelik kopardı ki bütün divaneler bana nasihat verirler!
Zünnun’un hatırını sormak üzere dostlarının tımarhaneye gelmeleri
Bu çeşit delilik, Zünnun’u, Mısri’nin de başına geldi. Onda yeni ,yeni coşkunluklar, cezbeler meydana gelmekteydi.
Coşkunluğu âdeta göğün üstüne erişecek bir dereceyi buluyor, ciğerler acısı bir hale geliyordu.
Kendine gel ey çorak toprak, kendi coşkunluğunu bu işe sahip olan temiz kişilerin coşkunluğu ile bir tutma!
Halk onun deliliğine tahammül edemez bir hale geldi.Ateşi, âdeta halkın sakalını tutuşturmaktaydı.
13120. Avamın sakalına ateş düşünce onu körlüklerinden, inatlarından tutup bağladılar.
Halk, bu yolda umumiyetle dara düşse de yine yuları geri çekmeye imkân yoktur.
Bu padişahların hepsi, halktan can korkusuna düştüler. Çünkü bu güruh kördür, padişahların da nişanı yok!
Hüküm külhaniler eline geçince nihayet Zünnun zindana düştü.
Bir tek ulu padişah, tek başına atına binmiş, gitmekte.. ardına düşen, ona uyan yok. Böyle bir eşi bulunmaz inci, çocukların eline düşmüş.. kadrini bilen anlayan yok.
1395. İnci de nedir ki? Bir katrada gizlenmiş bir deniz.. bir zerreye sığmış güneş!
Öyle bir güneş ki kendisini zerre gösterdi de yavaş, yavaş yüzünü açtı.
Bütün zerreler,onda yok oldu. Âlem, onun yüzünden sarhoş oldu, onun yüzünden kendisine geldi.
Fakat kalem, bir gaddarın elinde oldu mu şüphe yok, Mansur, dâra çekilir.
Bu hüküm, bu hükümet, kötü kişilerin elinde oldukça elbette peygamberleri öldürmek lâzım.
1400. Yol azıtmış kavim, aptallıklarından peygamberlere “ Biz, sizi şom bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor” dedi
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 2 (1401 – 2100 Beyitler)
Hıristiyanların cehaletine bak ki asılan bir Tanrıdan medet ummaktadır.
Çünkü onlarca İsa’yı Yahudiler asmıştır. Peki.. iş böyleyse ona kim imdat etsin?
O padişahın yüreği, onların yüzünden kan olunca “ Sen, onların içinde oldukça Tanrı onlara azap göndermez” hükmü nasıl olur da sürüp gider?
Hain kalpazandan, halis altınla kuyumcu, daha fazla korkar.
1405. Yusuflar, çirkin kişilerin hasedinden korkup gizlenirler. Güzeller, düşman korkusundan ateş içinde yaşarlar.
Yusuflar, kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyuya düşmüşlerdir. Çünkü o kardeşler, hasetlerinden Yusuf’u kurtlara verip dururlar.
Hasetten Mısır Yusuf’unun başına neler geldi? Bu haset, pusuya yatmış büyük bir kurttur.
Hulâsa halîm Yakup, Yusuf’a bir şey yapmasın diye bu kurttan daima korkar.
Zahiri kurt, Yusuf’un etrafında dönüp dolaşmadı. Fakat bu haset, işlediği işle kurtları da geçti!
1410. Bu haset kurdu, Yusuf’u yaraladı da “ Biz onu elbiselerimizin başında bırakmış, gitmiştik, kurt kapmış” diye tatlı sözlerle özür serdetti.
Bu hile, yüz binlerce kurtta bile yok Hele dur, bak, bu kurt sonunda nasıl rüsvay olur!
Ondan dolayı herkesin yaptığı kötülüğün zararını göreceği gün hasetçiler, muhakkak kurt şeklinde haşredileceklerdir.
Hırsla dolu aşağılık ve haram yiyici kişi, o sayı günü domuz şeklinde,
Zina edenler,avret yerleri kokarak, şarap içenler, ağızları kokarak dirilirler.
1415. Gönüllerin duyduğu o gizli koku, mahşerde açığa çıkar, duyulur.
İnsanın varlığı bir ormana benzer. O deme agâhsan çekin bu varlıktan çekin!
Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz.. temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var.
Herhangi huy galipse hüküm, onundur. Maden de altın bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır.
Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir.
1420. İnsan da bir an olur, kurtluk zuhur eder, bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir.
İyiliklerle kinler gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır.
Hattâ insandan, öküzle eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır,hüner elde eder.
Serkeş at, rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selâm verir.
Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av, avlar yahut sürüyü korur.
1425. Eshabı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Tanrı’yı aramaya koyuldu.
Kalpte her an bir çeşit şey baş gösterir.. insan bazen şeytanlaşır, bazen melekleşir.. bazen tuzak kesilir, bazen yırtıcı hayvan!
Aslanların bildiği o acayip ormandan, gönüller tuzağına gizli bir yolu bulunan o meşelikten,
İçten içe hırsızlık et, can mercanını çal! Ey köpekten aşağı, âriflerin gönüllerinden o mercanı elde et.!
Madem ki hırsızlık ediyorsun, bari lâtif inciyi çal! Mademki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen!
Müritlerin, Zünnun’un deli olmayıp mahsustan öyle göründüğünü anlamaları
1430. Dostlar Zünnun’un bu işinde düşünceye daldılar, zindana gittiler, bu hal hususunda konuşup fikirlerini söylemeye başladılar:
Dediler ki: “Bunu herhalde kasten yapıyor. Bunda bir hikmet var. O bu dinle bir kıbledir, bir delildir.
Ona delilik hükmetsin, o çaldırsın.. imkân mı var? Böyle bir şey onun deniz gibi hudutsuz aklından ne kadar uzak!
Hâşa delilik bulutu, onun ayını örtsün.. böyle bir şey onun ulu makamının kemalinden değildir.
O halkın şerrinden bir bucağa sindi. Akıllılardan utandı da divane oldu.
1435. Tane tapan sersem akıldan usanmış da bu yüzden mahsus kendisini deli göstermiştir.”
Maden de der ki: “Yiğit , beni bağla.. öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile başıma, sırtıma vur.. fakat deşeleme!
Kamçı yarasından hayat bulayım.Musa’nın öküzü yüzünden dirilen maktul gibi dirileyim.
Öküz kuyruğundan yapılma kamçının açtığı yaradan iyileşeyim, Musa’nın mucizesiyle dirilen o öldürülmüş adam gibi canlanayım.
O öldürülmüş adam öküz kuyruğu kamçısının açtığı yaradan dirildi. Bakır gibi kimya yüzünden altın oldu.
1440. Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi.
Beni bunlar öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti diye açıkça söz söyledi.
Bu ağır beden de öldürüldü mü sırları bilen ruh varlığı dirilir.
O adamın canı cenneti de görür, cehennemi de.. bütün sırları da tanır, bilir.
Kanlı şeytanları, hile ve hud’a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir.
1445. Kuyruğunun açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol şartlarındandır.
Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin, akıllansın.
Onlar, ahvali anlamak üzere Zünnun’un yanına yaklaşınca Zünnun onlara bağırdı: “ Hey, kimlersiniz? Sakının!”
Onlar, edepli, edepli “ Biz dostlardanız. Buraya canla başla hal hatır sormak için geldik.
Nasılsın ey hünerli, marifetli akıl denizi? Akıllı olduğun halde niye kendini deli gösteriyorsun, bu ne bühtan?
1450. Güneşe külhanın dumanı erişir mi? Anka, kargaya zebun olur mu?
Bizden çekinme, şunu anlat.Biz seni sevenleriz. Bize bu işi etme.
Sevenleri, kendinden uzaklaştırmak yaraşmaz. Onlardan işi gizlemek onları hileyle aldatmak doğru değildir.
Padişahım, sırrı açığa vur. Ey ay yüzlü, yüzünü bulutla gizleme.
Biz seni seviyoruz,sana sadığız, âşığız. İki âlemde de gönlümüzü sana verdik” dediler.
1455. Zünnun, sövüp saymaya başladı, delicesine saçma sapan sözler söyledi.
Sıçrayıp onlara taş topaç yağdırmaya, sopa sallayıp fırlatmaya koyuldu. Hepsi yaralanıp ezilmek korkusundan kaçtılar.
Zünnun, kahkahayla gülüp başını salladı. Dedi ki: “ Şu dostların heva ve hevesine bak.
Dostlara bak! Hani dost olanların nişanesi? Dostlara zahmet can gibi sevimlidir.
Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
1460. Dostluk nişanesi belâdan, âfetlerden, minhetlerden hoşlanmak değil midir?
Dost altın gibidir. Belâ da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir”
Efendisinin Lokman’ı sınaması
Tertemiz bir kul olan Lokman, gece gündüz kullukta çevik ve gayretli değil miydi?
Efendisi, onu ileri tutar, oğullarından üstün görürdü.
Çünkü lokman, filvaki kul oğluydu ama efendiydi, heva ve hevesten hürdü.
1465. Bir padişah, konuşma esnasında bir şeyhe dedi ki: “ Benden bir şey dile”
Şeyh “ Padişahım, bana böyle söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel!
Benim iki kulum var. Onlar hor hakîr kişilerdir ama ikisi de sana hükmederler, ikisi de emrederler” dedi.
Padişah “ Bu söz hatalı bir söz. O iki kul kimler ?” deyince ,şeyh “ Birisi kızmak, öbürü şehvet” dedi.
Padişahlıktan feragat edeni padişah bil. Onun nuru ayla güneş olmaksızın da parlar durur.
1470. Mahzene sahip olan, zatı mahzen olmuş kişidir. Varlığa, mağlûp olan, varlığa düşman olan kişidir.
Lokman’ın efendisi, görünüşte onun efendisiydi ama hakikatte Lokman’ın kuluydu.
Bu ters dünyada benzerler pek çoktur. Onların nazarında bir gevher, çöp parçasından da bayağıdır.
Her çöle, geçip kurtulunacak yer adı verilmiştir. Ad ve suret, halkın akıllarına tuzaktır.
Bir güruhu, elbisesi tanıtır. Onu o libasla görünce avamdan derler.
1475. Mürailik sureti de bir güruhun adını zâhitliğe çıkarmıştır.Halbuki kendisi riyaya boğulmuştur.
Taklitten, kapıp kaçmadan arınmış nur gerek ki, onu, sözünü dinlemeden, işini görmeden tanısın.
Bu nura sahip olan , akıl yoluyla onun kalbine girer, nakdini görür, nakil ve rivayete bağlanmaz.
Gaybı adamakıllı bilen Tanrının has kulları can âleminde kalp casuslarıdır.
Hayal gibi gönle girerler. Gizli şey ve hal, onların önünde apaçıktır.
1480. Serçenin vücudunda ne kuvvet, ne kudret vardır ki sırrı, doğanın aklından gizli kalsın?
Tanrı sırlarına vakıf olan kişinin önünde mahlukatın sırrı nedir ki?
Göklere çıkan adama yeryüzünde yürümek güç gelir mi?
Be zâlim, Davut’un elinde demir mum haline gelir,erirdi, artık onun avucunda mum ne oluyor?
Lokman, kul şeklinde bir efendiydi. Kulluğu, yalnız zahiri bir görünüşten ibaretti.
1485. Meselâ, efendi tanımadık bir yere giderse kuluna elbisesini giydirir.
Kendisi de o kölenin libaslarını giyer, köleyi kendisine efendi yapar.
Kullar gibi onun ardından yürür. Bu suretle kendisini kimseye tanıtmaz.
Ey kul, sen baş köşeye otur. Ben, eski bir kul gibi ayakkabılarını götüreyim.
Sen sertlik et, bana söv, hiçbir suretle ağırlama.
14120. Şimdi hizmetin, bence bana hizmet etmeyi bırakmadan ibarettir. Ben, bu suretle gurbet diyarında bile tohumu ekeceğim” der.
Efendiler, kendilerini kul sanılsınlar diye kulluğu kabul etmişlerdir.
Onların gözleri toktur, efendiliğe doymuşlardır, kendilerine lâzım olan işi yapa gelmişlerdir.
Halbuki bu heva ve heves kulları, onların aksine kendilerini akıl ve can efendisi gösterirler.
Efendi kulluk edebilir. Fakat kuldan kulluktan başka bir şey zuhur edemez ki.
1495. Şunu bil ki o âlemden bu âleme böyle tersine akseden nice şeyler vardır.
Lokman’ın efendisi bu gizli hali biliyordu, ondan bir nişane görmüştü.
Sırrı bildiği için o yol gösterici,iş başarmak için eşeğini güzelce sürmekteydi.
Lokman’ı daha önceden azat ederdi ama hoşnutluğunu diliyordu.
Çünkü Lokman’nın muradı buydu. O aslan, o yiğit, istiyordu ki kimse sırrına ermesin.
1500. Sırrını kötülerden gizlemen, şaşılacak bir şey değil; şaşılacak şey kendinden de saklaman,kendinden de gizlemendir.
Fakat sen, işini gözünden bile gizle de işine kötü göz değmesin.
Kendini ücret tuzağına teslim et de sonra kendinden, kendiliğin olmaksızın bir şey çal.
Yaralıya, vücudundan temreni çıkarabilmek için afyon verir, uyuturlar.
Ölüm vaktinde de adama elem ve ıstıraplar verirler. O halde meşgulken canını alıverirler.
1505. Şu halde anlıyorsun ya, gönlünü herhangi bir düşünceye verdin mi, gizlice senden bir şey alacaklardır.
Her ne düşünür, her ne elde edersen hırsız, emin olduğun yerden gelip çatmaktadır.
Binaenaleyh bari en iyi işe koyul da hırsız, senden hiç olmazsa en bayağı, en aşağı bir şeyi alıp götürebilsin.
Tacirin yükü suya düşerse ondan daha iyi bir kumaşa el atar.
Senin de madem ki suya bir şeyin düşecek, mahvolacak.. en aşağı şeyi terk et de daha iyisini bul.
İmtihan edenlerce,Lokman’ın fazilet veferasetinin meydana çıkması
1510. Lokman’ın efendisi, kendisine yemek getirdiler mi, Lokman’a adam gönderip çağırtır,
Önce o yemeğe Lokman el sunar, efendisi de ondan sonra yerdi.
Bu suretle onun artığını afiyetle yer, bundan zevk alır, onun yemediğini ise dökerdi.
Hattâ yese bile gönülsüz, iştahsız yerdi. İşte asıl sonsuz dirlik, birlik budur.
Bir gün Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçiye “ Git, oğlum Lokman’ı çağır” dedi.
1515. Lokman gelince, efendisi, karpuzu kesip ona bir dilim verdi. Lokman, o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi.
Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman’ın efendisi, ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle, böyle karpuzu tekmil yedi;
Yalnız bir dilim kaldı. Efendisi “ Bunu da ben yiyeyim; bir göreyim,bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir karpuz” dedi .
Çünkü Lokman, öyle lezzetle,öyle zevkle,öyle iştahlı,iştahlı yiyordu ki görenlerin de iştahı geliyordu.
Efendisi, o dilimi yer yemez karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı.
1520. Bir eyyam acılığından âdeta kendisini kaybetti. Sonra “ A benim canım, efendim,
Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı, tatlı yedin, böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın?
Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Sanki canına kastın var?
Niye bir şey söylemedin, niye biraz sabret şimdi yiyemem demedin?” dedi.
Lokman dedi ki: “ Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki utancımdan âdeta iki kat olmuşumdur.
1525. Elinle sunduğun bir şeye ; ey marifet sahibi; bu acıdır demeğe utandım.
Çünkü vücudumun bütün cüzileri senin nimetlerinden meydana geldi. Ben senin tanene, tuzağına gark olmuştum;
Bu kadarcık bir acıya dayanamaz, feryat edersem vücudumun bütün cüzileri Hak ile yeksan olsun!
Şekerler bağışlayan elinin lezzeti bu karpuzdaki acılığı hiç bırakır mı?
Sevgiden acılıklar tatlılaşır,sevgiden bakırlar altın kesilir.
1530. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.
Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki?
Noksan bilgi nerden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.
Noksan bilgi sahibi, cansız bir şey de dilediği şeyin rengini görünce âdeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.
1535. Noksan bilgi, fark ve temyize malik değildir. Nihayet şimşeği güneş sanır.
Bu yüzden peygamber, noksanı olan kişiye melûn dedi. Fakat bu noksan, tevil de akıl noksanıdır.
Teninde noksan bulunan acınır, acınan kişiye lânet etmek böyle bir adamı yaralamaksa hiç de yaraşır bir şey değil.
Kötü hastalık, lânet edilmesi icap eden, uzaklığa lâyık olan illet, akıl noksanıdır.
Zira noksan akılları tamamlamak, yani akıllanmak mümkündür, fakat bedendeki noksanı tamamlamaya imkân yok.
1540. Tanrı’dan uzak düşen her kötü kişinin kâfirliği, Firavunluğu, umumiyetle akıl noksanından ileri gelmiştir.
Beden noksanı için Kuran’ da “ Köre teklif yok” diye bir genişlik var.
Şimşek çabucak sönüp gider, pek vefasızdır. Sen aydın ve parlak olmayan geçici şeyi baki olandan ayırt edemiyorsun.
Şimşek güler o kişiye. Kime biliyor musun ? Onun nuruna gönül bağlayana.
Felek nurlarının sonu yoktur. O nurlar, şarkta ve garpta bulunmayan Tanrı nuruna benzer mi hiç?
1545. Şimşek, bil ki göz nurunu alır, baki nur da, bil ki gözlere yardımcıdır.
Deniz köpüğü üstüne at sürmekle şimşek ziyasıyla mektup okumak,
Hırs yüzünden âkıbeti görmemek, kendi gönlüne, kendi aklına gülmektir.
Aklın hassası, işin sonunu görmektir. Âkıbeti görmeyen akıl, nefistir.
Nefse mağlûp olan akıl, nefis haline gelmiştir. Müşteri, Zuhal tesiri altında kalırsa Zuhalleşir.
1550. Sen bu yomsuzluk içinde gözünü döndür de sana bu nuhuseti verene bak!
Bu cezirle meddi gören kişi, yomsuzluktan kurtulur, saadete erer.
Tanrı, bir halden bir hale döndürme esnasında her şeyi zıddıyla meydana çıkararak seni halden hale döndürür durur.
Bu suretle de Eshabı Şimalden olmaktan korkar durur, erler gibi de Eshabı Yemin’in lezzetini umarsın.
Bir yandan korkuya, bir yandan ümide düştün mü iki kanadın olur. Bir kanatlı kuş kat’iyen uçamaz, âcizdir.
1555. Ya beni bırak, hiç söylemeyeyim, yahut da izin ver tamamıyla söyleyeyim.
Yoksa ne bunu istiyor, ne onu istiyorsan yine ferman senin. Kim ne bilir ki maksadın ne, muradın nerede?
Can, İbrahim canı olmalı ki nuruyla ateş içinde cennetler, köşkler görsün.
Derece, derece aya, güneşe kadar yücelsin; halka gibi kapıya kalmasın.
Halil gibi yedinci kat gökten de geçsin.. Çünkü ben batanları, geçenleri sevmem.
1560. Bu ten âlemi, şehvetten kurtulan kişiden başkasını yanılta gelmiştir, yanılta gider.
Hüthüdün küçücük vücudunu görünce,Belkıs’ın kalben Süleymen Âleyhisselâm’dangelen haberi ulu bulması
Belkıs’a yüzlerce rahmet olsun. Tanrı, ona yüzlerce erkeğin aklını vermişti.
Bir hüthüt kuşu, Süleyman’dan birkaç satırdan ibaret bir mektup getirdi.
Belkıs okudu. Elçinin getirdiği o şümullü nükteleri hor görmedi.
Gözü, hüthütü gördü, gönlü onun Anka olduğunu anladı. Duygusu onu bir köpekten ibaret gördü, gönlüyse bir derya.
1565. Nasıl olur da bir görür, ikisini de yetiştirmek için zahmet çeker, hele gözü her şeyin sonunu görüp dururken buna imkân mı var?
O iki ağaç, filvaki şimdi görünüşte bir görünüyor ama ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi?
Tanrı nuruyla gören, sondan önden agâh olan şeyh;
Âhiri gören gözü Tanrı uğrunda yummuş, menzile ulaşma hususunda sonu gören gözü açmıştır.
O hasetçiler, kötü ağaçtır.Yarattıkları acı, bahtları kötüdür.
1570. Hasetten coşarlar,ağızları köpürür durur, gizlice hileler kurarlar.
Bu suretle has kölenin boynunu vurmak, dünyadan kazımak dilerler.
Canı, padişahın canı olan kişi, nasıl fâni olur? Birisinin gönlünü Tanrı korursa o adam nasıl yok olur?
Padişah o sıralara vâkıftı, fakat Ebubekr-i Rebabi gibi ses çıkarmıyordu.
Yaratılışları kötü, ahlâkları fena kişilerin gönüllerini görüyor, o testicilerle gizlice alay ediyordu.
1575. Hileciler, hile düzüp koşuyorlar,padişahı çömleğe sokmak istiyorlardı.
O kadar büyük bir padişah, a eşekler, nasıl bir çömleğe sığar?
Padişah için bir tuzak ördüler ama nihayet bu hileyi de ondan öğrendiler.
Ne kötü talebedir o talebe ki hocasıyla baş koşar, onunla kendisini bir görür.
Hem de hangi hocayla? Huzurunda gizli, aşikâr bir olan cihan hocasıyla.
1580. Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır.
O talebe, eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hâkimin önüne gerer.
Halbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur.Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.)
Hoca , talebeye der ki; “ Ey köpekten de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok?
Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör.
1585. Fakat canına, gönlüne yardımım da mı dokunmadı? Sana ben olmadıkça bir feyiz bile akmıyor.
Şu halde görüyorsun ya, gönlüm, senin bahtının tezgâhı. Be doğru düzen olmayan, bu tezgahı niye kırarsın? Çakmağı gizlice çakıyorum dersen kalpten, kalbe pencere yok mu ki?
Gönül, nihayet senin fikrini de pencereden görür, andığın şeye şahadet eder.
Tut ki kereminden yüzüne vurmuyor, yüzünü yerlere sürtmüyor, ne söylersen gülüp “ Evet, evet” diyor.
15120. Fakat senin hilene, hud’ana gülmüyor. Kötü huyuna, yaptığın şeylere gülüyor.
Hile edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden ibarettir. Büyük testiyi vur kır, küçük testiyi al iç. İşte lâyığın bu! Eğer o senden razı olur, bu yüzden gülerse sana yüz binlerce gül açılır.
Gönlü senden razı olursa bil ki o, Hamel burcunda bir güneş kesilir.
O yüzden hem gündüz güler hem bahar.Çiçeklerle yeşillikler birbirine karışır.
1595. Yüz binlerce bülbülle kumru ötüşmeye başlar; sessiz cihanı sesle doldurur.
Ruh yaprağını sararmış,kararmış bir halde görüyorsun da padişahın gazabından yine haberin yok.
Padişahın güneşi itap burcunda olunca yüzleri kebap gibi karartır.
O Utarit’in sayfaları , bizim canımızdır; o sayfalardaki beyazlık, karalık, bizim mizanımız.
Sonra ruhları; sevdadan, âcizlikten kurtarsın diye tekrar kırmızı ve yeşil bir ferman yazar.
1600. Hulâsa ilkbaharın yazıp çizdiği şeyler de kavsikuzah gibi kırmızı ve yeşil sayılır”.
Padişah adamlarının o has köleye haset edişlerine dair olan hikâyenin sonu
Padişah beylerinin hikâyesi,o ebedî sultan kölelerinin has köleye hasetleri,
Söz, sözü aça, aça hayli geri kaldı. Yine o hikâyeye başlamak, onu tamamlamak gerek.
İkbâl sahibi ve bahtlı melek bahçıvan, nasıl olur da ağacı ağaçtan fark etmez?
Acı ve kötü ağaçla, bire yedi yüz meyve veren meyveli ağacı.
1605. Akıl, bu iki renkli tılsımlar yüzünden Muhammet’le, Ebucehil’lerin savaştığı gibi duygu ile savaşır durur.
Kâfirler, Ahmet’i beşer gördüler. Çünkü onun ayı böldüğünü görmemişlerdi.
Hisse ait gözüne toprak serp. His gözü, akla da düşmandır, dine de.
Tanrı duygu gözüne kör dedi, putperest dedi, bizim zıddımız dedi.
Çünkü o, köpüğü gördü de denizi görmedi. Bu demi gördü de yarını görmedi.
1610. Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup durur da o, hazineden bir pul bile görmez.
Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir.
Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.
Bir avuç toprak bile onun yüzünden çevikleşirse felekler, o, bir avuç toprağın önüne baş koyar.
Âdemin toprağı Tanrıdan çevikleşince Tanrı melekleri o toprağın önünde secde ettiler.
1615. Göğün yarılması nedendi? Toprakla olan münasebeti kaldıran, müşkülleri halleden bir gözden.
Toprak, kesafeti yüzünden suyun dibine gider. Öyle olduğu halde toprağa bak ki çevikleşti, süratle Arşı bile geçti.
Bil ki o letafet sudan değildir, ancak Verici ve Eşsiz, Örneksiz Yaratıcının ihsanından,.
Dilerse havayı, ateşi aşağılatır, dilerse dikeni gülden üstün eder.
Tanrı hükmedicidir, dilediğini yapar.Derdin ta kendisinden deva yaratır.
1620. Havayı, ateşi aşağılatırsa onları karartır, bulandırır, ağırlaştırır.
Yeri ve suyu yüceltirse kâinat yolunu ayaklarıyla arşınlarlar, yürürler.
Gayrı tamamıyla anlaşıldı ki dilediğini yüceltir, toprağa mensup olana “Kanatlarını aç” der.
Ateşe mensup olana der ki: “ Yürü, İblis ol, yedinci kat yerin altında şeytanlık et.
Ey topraktan yaratılan adam, sen de yürü, Süha yıldızını bile geç.Ateşten yaratılan İblis, sen de yerin dibine git.
1625. Ben dört tabiat ve illet-i şlâ değilim. Her şeyi tasarruf etmede Baki ve Daimîyim .
İşim illetsiz, sebepsiz ve dosdoğrudur. Ey kötü düşünceli; takdirim, sebebe bağlı olamaz.
Bir vakit olur,âdetimi değiştirir.. bir vakit olur, bu tozu yatıştırırım.
Denize “ Durma, hemencecik ateşlerle dol” derim. Ateşe “ Haydi, gül bahçesi kesil” diye emrederim.
Dağa derim ki: “ Pamuk gibi hafifleş!” Göğe derim ki: “Göze baş aşağı görün”
1630. Güneşe “ Ey güneş, ayla birleş” der, ikisini de iki kara bulut haline getiririm.
Güneş çeşmesini kurutur, kan çeşmesini, sanatımla misk haline getiririm”
Tanrı, güneşle ayın boyunlarına boyunduruk vurur, onları iki kara öküz gibi bağlayıverir.
Filozofun “İn asbaha mâüküm gavra”yı inkar etmesi
Kuran okuyan biri, Kuran’dan “ Mâüküm gavra” yani “ Suyu kaynağından keser,
Yerin derinliklerinde gizler, kaynakları kurutur, kupkuru bir hale getirirsem,
1635. Benim gibi ihsanda, ululukta misalsiz olan tek Tanrıdan başka kim vardır ki suyu tekrar kaynağına getirebilsin?” âyetini okuyordu.
Bir hor, hakîr felsefeci, bir aşağılık mantıkçı, mektep yanından geçerken,
Bu âyeti duyup hoşuna gitmedi. Dedi ki: “ Suyu külünkle biz çıkarırız.
Belin, kazmanın darbesiyle ta yerin dibinden kaynatırız”
Gece uyudu, rüyada aslan gibi bir adam gördü. O adam felsefeciye bir tokat vurdu. İki gözünü de kör etti.
1640. Dedi ki: “ Ey kötü kişi, eğer doğrucuysan, gözün doğruysa bu iki göz kaynağını da, haydi kazma ile nur landır”
Gündüzün felsefeci sıçrayıp uykudan kalktı. Gördü ki iki gözü de kör olmuş, iki gözünün nuru da sönmüş!
Eğer ağlayıp inleseydi, eğer tövbe ve istiğfar etseydi mahvolan nur, Tanrı keremiyle yine zuhur ederdi.
Fakat istiğfar etmek de elde değildir. Tövbe zevki, her sarhoşun mezesi olmaz.
Yapılan işlerin çirkinliği, küfür ve inkârın şomluğu, onun gönlüne tövbe gelmesine mani oluyordu, tövbe yolunu bağlamıştı.
1645. Gönlü, katılıkta taşa dönmüştü. Tövbe onu ekin ekmek için nasıl yarabilir?
Nerede Şuayb gibi biri ki duasıyla dağı, ekin ekmek üzere toprak haline getirsin.
Halil’in niyazı ve inanışı yüzünden güç ve olmayacak iş mümkün oldu.
Yahut Mukavkıs’ın Peygamberden dilemesi üzerine taşlık yer, gayret güzel bir tarla haline geldi.
Bunlar gibi o kötü adamın inkârı da aksine olarak altını bakır haline getirir, sulhu savaş yapar.
1650. Bu kötü kişi, çarpma kehribarıdır. Kabiliyetli toprağı bile taş topaç yapar.
Her gönle secde için izin yok, her ücretlinin ücreti rahmet değil.
Kendine gel de “ Tövbe eder, Tanrıya sığınırım” diye cürümde bulunma, günah etme.
Tövbeye de bir parlaklık gerek. Tövbeye de bir şimşek bir bulut şart.
Meyvenin olması için hararet ve su lâzımdır. Bunun için de bulut ve şimşek icabeder.
1655. Gönül şimşeğiyle iki göz bulutu olmadıkça tehdit ve hışım ateşi nasıl yatışır?
Vuslat zevkinin yeşilliği nasıl yetişir, kaynaklardan arı, duru su nasıl coşar?
Gül bahçesi; yeşilliğe nasıl sır söyler, menekşe nasıl olur da yaseminle ahdedebilir?
Çınar, dua için nasıl el açar, ağaç havada nasıl baş sallar?
Çiçek bahar mevsiminde ( renklerle, kokularla dolu olan) eteğini nasıl serper?
1660. Lâlenin yüzü nasıl kan gibi kızarır? Gül, kesesinden nasıl altın saçar?
Nasıl olur da bülbül gülü koklar; üveyik kuşu, bir istekli gibi “Kû-kû- nerede, nerede” diye öter?
Nasıl olur da leylek “ lek, lek – senin sesin” sesini canla, başla çıkarır. Ey yardımı dilenen Tanrı, senin de ne demek? Zaten her şey senin mülkünden ibaret.
Nasıl olur da toprak, içteki sırları gösterir? Nasıl olur da bahçe gökyüzü gibi aydınlanır?
Bu güzel ve ağır elbiseleri nereden getirdiler? Hepsini de kerem sahibi Tanrıdan.. hepsini de merhamet sahibi Tanrıdan!
1665. O letafetler, bir güzellik nişanesidir, o nişane de ibadet edici bir erin ayak izi.
Padişahtan nişane gören sevinir. Görmeyene gelince, uyanıp kendine gelemez.
Elest deminde Rabbini görüp sarhoş olarak kendinden geçen kişinin ruhu bu gün de Rabbini görür, kendinden geçer.
Şarap kokusunu şarap içen tanır. Şarap içmeyen şarap kokusunu ne bilsin?
Hikmet, müminin kaybolmuş devesine benzer, Hikmet, teşrifatçı gibi adamı padişahla görüştürür.
1670. Rüyada güzel yüzlü birisini görürsün, o sana vâde verir, alâmetler söyler.
Muradın olacak, nişanesi de bu: Yarın sana filân kişi gelecek.
Onun bir alâmeti atlı oluşudur. Bir alâmeti de şu: Seni görünce kucaklayacak.
Bir alâmeti de seni görünce gülmesi; diğer bir nişanesi de sana karşı el kavuşturmasıdır.
Diğer bir alâmeti de şudur ki: Heveslenip bu rüyayı yarın hiç kimseye söylemeyeceksin.
1675. Bu alâmet, Yahya’nın babasına da gösterilmiş, ona da “ Üç güne kadar kimseye bir söz söylemeye muktedir olamazsın.
Üç geceye dek iyiden kötüden bahsetme, sus. İşte bu senden Yahya adlı bir çocuk olacağına alâmettir.
Üç gün konuşma. Bu susmak senin maksadına erişeceğine delâlet eder.
Kendine gel, bunları dile getirme. Bu sözü gönlünde gizli tut” denmişti.
Sana da bu alâmetleri şeker gibi tatlı, tatlı söyler. Hattâ bunlar nedir ki?Daha yüzlerce nişaneler var.
1680. Bu rüya; durmadan dinlenmeden biteviye Tanrı’dan dilediğin saltanata, istediğin makama erişeceğine alâmettir.
Olması için uzun gecelerde ağlayıp inlediğin, seher çağlarında niyaz ettiğin muradına;
Eline girmedikçe günlerini karartan, boynunu iğ gibi incelten maksadına erişeceğine delâlet eder.
Temiz erler nasıl varını, yoğunu verirlerse sen de onu elde etmek için varını,yoğunu verdin;
Malını, mülkünü, uykunu feda ettin, yüzünün rengi kaçtı, hatta başından bile geçtin, bir kıl gibi kaldın;
1685. Nice demdir ödağacı gibi ateşlere atıldın.Kaç kereler miğfer gibi kılıç önüne gittin!
Bunlar gibi, yüz binlerce biçarelikler, âşıkların huyudur. Bunlar, sayıya gelmez ki!
Geceleyin bu rüyayı görünce gündüz oldu mu o ümitle günün aydınlanır.
O alâmetler nerede acaba diye gözünü sağa, sola çevirir durursun.
Eyvah, gün geçer de o alâmetler zuhur etmezse diye yaprak gibi titrersin.
16120. Mahallelerde, pazarlarda buzağısını kaybetmiş adam gibi koşarsın.
Birisi “ Baba, hayrola, ne koşup duruyorsun? Burada bir şey mi kaybettin, kaybettiğin ne? ” dese,
“ Hayırdır ama bana. Benden başka kimsenin bilmesi caiz değil.
Söylersem bana gösterilen nişaneler kaybolur. Onlar kayboldu mu ben, öldüm gitti” dersin.
Her atlının yüzüne dikkatle bakarsın. Baktığın adam, sana “ Bana deli gibi bakma be”der.
1695. Ben, bir sahip kaybettim. Onu aramaya yüz tuttum.
Ey atlı, devletin daimî olsun. Âşıklara acı, onları mazur tut” dersin.
Madem ki gayretle aradın dikkatle baktın, bu işe adamakıllı sarıldın.. elbette bulursun. Bir işe ciddi bir suretle sarılan yanılmaz demişler.
Ey iyi bahtlı, ansızın atlı gelir, seni sımsıkı kucaklar.
Sen kendinden geçer, dostlarından ayrılırsın. Bu işten haberi olmayan da “ İşte sana riyakâr, işte sana münafık!” der.
1700. Ne bilsin o, kendisinden geçen kişinin coşkunluğu nedir? Bu kimin vuslatı, nişanesi? Bilmez ki.
Bu nişane, gören kişinin hakkındadır. Başkasına bu nişane nereden zuhur edecek?
Âşığa her an, ondan bir nişane görünmekte, canına can katılmaktadır.
Sanki çaresiz kalmış balığın önüne su gelmiş.. bu nişaneler, o kitabın delilleridir.
Peygamberlerde olan nişaneler de âşina olan cana mahsustur.
1705. Bu söz noksan kaldı, bir karara bağlanmadı. Gönlüme malik değilim ki mazur gör.!
Zerreleri kim sayabilir ki? Hele saymaya kalkışan, aklını aşka kaptırmış bir adam olursa!
Bağdaki yaprakları, keklik ve karganın ötüşlerini sayabilir miyim?
Bunlar sayıya gelmez ama ben, sınanmış adamı ir şadetmek için sayıyorum.
Zuhal yıldızının nuhusetiyle Müşterinin saadeti, saymaya kalkışan da sayıya sığmaz.
1710. Fakat böyle olduğu halde bu ikisinin bazı tesirini, yani zarar ve faydalarını anlatmak yine lâzımdır.
Bu suretle kaza ve kaderin eserlerinden cüzi bir miktarı saadet ve nuhuset ehlince anlaşılmış olur.
Talihi Müşteri olan kişi, neşesinden, ululuğundan sevinir;
Talihi Zuhal olan da şer işlere düşmemek için yaptığı şeyler de ihtiyat etmek lüzumunu anlar.
Yıldızı Zuhal olan kişinin ahvalini tamamıyla söylesem zavallı,o yıldızının ateşinden yanar.
1715. Padişahımız, bize “ Tanrı’yı anın” diye ruhsat ve müsaade verdi; bizi ateş içinde gördü de nur ihsan etti.
Dedi ki: “ Filvaki ben, sizin beni anmanızdan müstağniyim. Beni tasvir etmek, övmek, anmak lâyık değil.
Fakat tasvire, hayale kapılan, bizim zatımızı misalsiz, tasvirsiz anlayamaz”
Cisme mensup anış, nâkıs bir hayaldir. Padişahlara lâyık olan tavsif, cismani anışlardan arınmıştır.
Birisi padişaha, “ Çulha değildir” dese bu ne biçim metih? Yoksa padişahın çulha olmadığını bildirmiyor mu ki?
Musa Aleyhisselâm’ın çobanın münacatını hoş görmeyip reddetmesi
1720. Musa, yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip duruyordu: “ Ey kerem sahibi Tanrı!
Neredesin ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım.
Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım.. Ulu Tanrı, sana süt ikram edeyim.
Elceğizini öpeyim ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim.
Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yâdınladır Tanrım!”
1725. O çoban, bu çeşit saçama sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa “Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu.
Çoban, “ Bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle” diye cevap verince,
Musa dedi ki: “ Vah ,vah, sen sersemlemişsin. Daha Müslüman olmadan kâfir oldun,
Bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzına pamuk tıka.
Küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün, din kumaşını yıprattı.
1730. Çarık, dolak,ancak sana yaraşır. Bir güneşe bu çeşit şeylerin ne lüzumu var?
Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, halkı yakar.
Zaten ateş gelmedi de bu duman ne?Can niye kapkara bir hale geldi, ruh merdutlaştı?
Tanrının her şeye kadir ve her hususta âdil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun?
Akılsız dost, zaten düşmandır. Ulu Tanrı, bu çeşit hizmetlerden ganidir.
1735. Sen bunları kime söylüyorsun. Amcana, dayına mı?Tanrı sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı?
Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer.
Eğer bu dedikodu, kulu içinse… Tanrı, onun hakkında da “ O, benim” dedi. Yine beyhude ve bâtıl.
Tanrı, onun hakkında, “ Hastalandım da yine halimi hatırımı sormadın? Yalnız o hastalanmadı, ben de hasta oldum” demiştir.
Bu çeşit sözler, “ Benimle duyar, benimle görür” haki katına erişen kişi içinde bâtıldır.
1740. Tanrı haslarıyla edepsizce konuşmak gönlü öldürür amel defterini kapkara bir hale koyar.
Sen bir erkeğe Fatma desen; erkekle kadın, hep bir cinsten olmakla beraber,
İmkân bulursa kanına kasteder, isterse haddi zatında halîm ve mülâyim olsun!
Fatma sözü, kadınlar için övünçtür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi tesir eder.
El ayak.. bizim için övünç vesilesidir; fakat Tanrının arılığına nispetle kusur.
1745. “ Doğmaz, doğurmaz” vasfı ona lâyıktır . Babayı da halk eden o, oğlu da.
Doğma, cisim olanın vasfıdır. Doğan, ırmağın bu yüzüne mensuptur.
Çünkü doğan, Kevnü Fesat âlemindendir, aşağılıktır, sonradan olmadır. Elbette onu bir meydana getiren lâzım.”
Çoban, “ Ya Musa ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın” dedi;
Elbisesini yırtıp yana ,yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü.
Ulu Tanrı’nın Musa’ya çoban yüzünden darılması
1750. Musa’ya Tanrı’dan şöyle vahiy geldi: “ Kulumuzu bizden ayırdın.
Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı?
Kaadir oldukça ayrılığa ayak basma. Bence en hoşlanılmayan şey ayrılıktır.
Ben, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim.
Ona metih olan söz, sana zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir!
1755. Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de!
Kullara ibadet edin diye emrettimse bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye.
Hintlilere, Hintlilerin sözleri metihtir. Sintlilere, Sintlilerin.
Onların beni tespih etmeleriyle münezzeh, mukaddes olmam. Bu tespih incilerini saymakla kendileri temizlenirler.
Biz; dile, söze bakmayız; gönle hale bakarız.
1760. Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın!
Çünkü gönül cevherdir.. söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, âriyettir,maksat cevherdir.
Mânası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit lâflar, ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak.O ateşe düş!
Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver!
Musa, edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış âşıklar başka.
1765. Âşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç, âşar alınmaz.
Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma.
Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış sözde yüzlerce doğrudan yeğ!
Kabenin içinde kıbleden eser yoktur, dalgıcın ayağında dolak olmazsa ne gam!
Yürü, sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbisesi paramparça olana yamadan bahsetme.
1770. Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.
Lâlin, lâl olduğunu ispat eden bir damgası olmasa da ne çıkar? Aşk, gam denizinde gamlanmaz ki!
Musa Aleyhisselem’a o çobanın mazur olduğuna dair vahiy gelmesi
Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi;
Musa’nın gölüne sözler döktüler.. görmekle söylemeyi birbirine karıştırdılar.
Nice defa kendisinden geçti, nice defa kendisine geldi.. kaç kere ezelden ebede uçtu!
1755. Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum.Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir.
Söylesen akıllar hayran olur. Yazsam birçok kalemler kırılır!
Musa Tanrıdan bu azarı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koştu.
O hayran âşığın izini izledi, çöldeki otların tozunu silkti.
Âşık ve hayran adamların ayak izleri, başkalarının izlerinden ayrılır, hemen belli olur.
1780. Âşık, Ruh gibi bir ayağını yukardan aşağıya atar; bir ayağını fil gibi eğri büğrü basar.
Bazen bir dalga gibi bayrak diker, yücelir.Bazen balık gibi suyun içinde gider, görünmez.
Bazen de remilcinin remil dökmesi gibi ahvalini toprak üstüne yazar.
Musa nihayet onu bulup gördü. Dedi ki: “Müjdemi ver! Tanrı’dan izin geldi.
Hiçbir sebep ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle!
1785. Senin küfrün, din, dinin can nuru.. Sen emniyete erişmişsin; bütün bir cihan da senin yüzünden amanda.
Ey “ Tanrı dilediğini yapar” sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; pervasızca yürü, dilini aç!
Çoban “ Ey Musa, ben o halde, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım.
Ben Sidret-ül Müntehâ’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öte gitmişim.
Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, kâinatı aştı.
17120. Nâsutumuzun mahremi Lâhut’u olsun artık.Aferin eline koluna!
Şimdi benim halim, söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil.
Ayna da bir suret görürsün ya.. fakat o senin suretindir, aynanın değil.
Neyzen, ney üfler. Fakat bu nefes ve bu nefesten çıkan ses, neyin midir, neyzenin mi.. Bu ses, neyin harcı mı, neyzenin harcı mı?” dedi.
Kendine gel, kendine! Tanrı’yı övsen de bu övüşünü, çobanın lâyık olmayan övüşü gibi bil, öyle tanı.
1795. Senin övüşün, çobanın övüşüne nispetle daha iyidir. Ama Tanrı’ya nispetle onun da değeri yok, onun da sonu gelmez.
Ne vakte dek ben Tanrı’ya hamlederim deyip duracaksın? Perde kaldırılınca oldu sanılan nice şeylerin olmamış bulunduğu meydana çıkar.
Tanrı’yı anışımın mâkul olması Tanrı rahmetindendir.Âdeta istihaze olan kadının namaz kılması gibi bir ruhsattan ibarettir.
Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Tanrıyı anışına da benzetiş ve zannediş bulaşmış!
Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler vardır ki,
1800. Tanrı’nın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksilmez.
Keşke secdende kıbleden yüzünü çevirmiş olaydın da tek “ Sübhane rabbiyel A’lâ”’nın mânasına ereydin!
“Tanrım secdem de varlığın gibi sana lâyık değil. Sen, kötülüğe iyilikle mukabele et” diyeydin.
Bu yeryüzünde Hakk’ın hikmetinden eser vardır. Ondan dolayı pislikleri giderir, çiçekleri bitirir.
Bizim pisliklerimizi örter, karşılığın da ondan koncalar biter.
1805. Kâfir vergide, cömertlikte topraktan daha aşağı, daha verimsiz olduğunu görüp,
Varlığından çiçek ve meyve bitmediğini, hattâ bütün temizlikleri bozup pislemekten başka bir şey yapmadığını anlar da
“ Ben aykırı anlamış, yanılmışım, yazık, keşke toprak olsaydım;
Keşke topraktan sefer etmeseydim,keşke bir avuç toprak gibi ben de bir tane düşürüp yetiştirseydim..
Topraktan sefere düştüm ama beni yol imtihan etti, bu yolculuktan ne armağan getirdim ki?” der.
1810. Kâfir yolculuğundan bir fayda görmez, ondan dolayı da bütün meyli toprağadır.
Adamın yüzünü geriye çevirmesi, hırstan tamahtandır…yüzünü yola çevirmesi; doğruluktan niyazdan.
Büyümeye meyli olan her ot, büyüyüp durur, yaşar günden güne gelişir!
Fakat başını yere eğdi mi de günden güne küçülür, kurur, noksan bulur, mahvolur!
Ruhunun meyli, yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır.
1815. Aksine olarak başını yere eğdin mi battın gitti, Hak “ Ben batanları sevmem” demiştir.
Musa Aleyhisselâm’ın Ulu Tanrı’dan zâlimlerin galip gelmelerindeki sırrı sorması
Musa, “ Ey kerem sahibi, ey her işi yapan, ey bir an zikri, uzun bir ömre bedel olan Tanrı!
Bu balçık âleminde eğri büğrü bir iz gördüm. Gönül melekler gibi itiraz etti.
“ Bir nakış yapıp ona fesat tohumunu ekmekteki maksat nedir?
Zulüm ve fesat ateşini alevlendirip mescidi de, secde edenleri de yakmakta ne hikmet var?
1820. Bir yalvarış için kan ve irin kaynağını coşturmak neden?” dedim.
Ben bunların aynı hikmet olduğunu biliyorum. Fakat maksadım, bu hikmetin büsbütün açığa çıkması ve benim açıkça görmem.
O yakîn bana “Sus” dediği halde görme hırsı “ hayır, coş!” demekte.
Sen, Meleklere sırrını gösterdin. Böyle bir lezzet, kahır ve minhete değer!
Âdemin nurunu Meleklere açıkça arz ettin, müşküllerini halleyledin.
1825. Ölümün sırrını hasredilmen söyler, yaprağın hikmetini meyveler anlatır!
Kanın, meninin sırrı da insanın duygusudur; her artmanın sonu da nihayet eksilme!
Yazan kişi önce yazı yazacağı tahtayı yıkar, temizler; sonra ona harfleri yazar.
Tanrı da önce gönlü kan eder, hor hakir gözyaşıyla yıkar, sonra o gönle sırları kaydeder.
Yıkamakla, o levhi bir defter yapmak istediklerini bilmek, anlamak gerek.
1830. Bir evin temelini atacakları vakit oradaki eski ve evvelki yapıyı yıkarlar.
Sonunda arı duru su çıkarmak için önce yerden toprak çıkarırlar.
Çocuklar, hacamattan ağlarlar. Çünkü işin hikmetini bilmezler ki.
Halbuki adam, hacamatçıya para verir, kan içen hançere iltifatlarda bulunur.
Hamal ağır yükün altına koşar, yükü, başkalarından kapar.
1835. Yük için hamalların savaşlarına bak.Din işinde çalışma da böyledir.
Rahatın aslı zahmet olduğu gibi acılıklar da nimetin önüdür.
Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur.
Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır.
Zindan da mihnetlere düşen adam, bir lokmanın, bir zevkin yüzünden düşmüştür.
1840. Bir köşkte devlete erişen de bir savaş, bir mihnet karşılığı olarak o devleti bulmuştur.
Kimi altına, gümüşe sahip olmuş, zenginlikte naziri olmayan bir dereceye erişmiş görürsen, bil ki o, kazanma zahmetine sabretmiştir.
Gözü açık olan bunları sebepsiz, Tanrı hikmeti olarak görür. Fakat madem ki sen duygu âlemindesin, sebeplere kulak as!
Sebeplere yapışmamak, onları görmemek makamı; ruhu tabayi âleminden kurtulmuş olanındır.
Bu çeşit adam, peygamberlerin mucizeleri çeşmesini sebepsiz görür.Onları, sudan, ottan meydana geliyor bilmez.
1845. Bu sebep, doktorla hasta, kandille fitil gibidir. Gece kandiline yeni bir fitil bük, fakat güneş kandilini bunlara muhtaç sanma.
Yürü, aşevinin damı için samanlı balçık hazırla. Fakat bil ki kâinatın damı, buna muhtaç değil.
Ah.. sevgilimiz, gamımızı yakıp mahvedince gece yalnızlığı bile geçti, gündüz oldu.
Ay, ancak geceleyin cilve eder.Gönlün istediği sevgiliyi gönül derdinden başka bir şey de arama.
1850. Fakat sen, İsa’yı bıraktın da eşeği besledin. Hulâsa eşek gibi perdenin ardında kaldın gitti!
Bilgi ve irfan, İsa’nın talihidir, ey eşek sıfatlı, eşeğin talihi değil!
Eşeğin anırmasını duyar, acırsın. Halbuki bilmezsin ki eşek, sana eşeklik telkin ediyor.
İsa’ya acı, eşeğe değil.. tabiatı aklına baş etme.
Bırak tabiatını, ağlaya dursun.. sen, ondan al, canın borcunu öde!
1855. Yeter artık yıllarca eşeğe kul oldun. Çünkü eşeğe kul olan , eşeğin ardından gider.
“ Onları artta bırakın” dan murat nefsindir.
Nefis geride, aklın ilerde gerek.
Ama bu aşağılık akıl da eşekle aynı mizaçta. Çünkü bütün fikri onu nasıl elde ederimden ibaret.
İsa’nın eşeği gönül mizacına malik olmuş, akıllar makamında yer tutmuştur.
Çünkü akıl galebe çalmıştı, eşekse zayıftı.Eşek, şişman ve kuvvetli biniciden zayıflar.
1860. Ey eşek değerli; aklının azlığından bu eşek, ejderhalaştı.
Gönlün İsa’dan hastalandıysa yine ondan iyileşir, sıhhat yine ondan gelir, onu bırakma.
Ey nefesi hoş Mesih, cihanda yılansız hazine olmaz.. eziyetlerle nasılsın?
İsa, Yahudileri görünce ne hale gelir; Yusuf, hasetçi kardeşler elinde ne olur?
Sen, gece gündüz bu azgın kavmin ardından koştukça, nasıl olur da gece gibi, gündüz gibi ömre medet bağışlar, yardım edersin?
1865. Ah safra illetine tutulmuş o hünersiz kişilerden! Safradan ne hüner meydana gelir? Ancak baş ağrısı.
Sen, hemen doğu güneşinin yaptığını yap. Bizse nifak hile, hırsızlık ve riya içinde yüzelim!
Sen dünyada da balsın, dinde de.. Bizse sirke. Safraya ancak sirkengübin iyi eder, giderir.
Halbuki biz karın ağrısına tutulmuş olduğumuz halde boyuna sirkeyi artırıp duruyoruz. Sen keremi terk etme de balı artır!
Bizden bu lâyıktı, bunu yaptık. Kum, gözde ancak körlüğü fazlalaştırır.
1870. Fakat ey aziz sürme, senden her değersiz şey, değer bulur, bir şey olur; sana bu lâyıktır.
Bu zâlimlerin ateşinden gönlün kebap olduğu halde daima “ Yarabbi, kavmime hidayet et” diye hitap ediyordun.
Sen, öd ağacı madensin. Seni ateşe atsalar, bu âlem, ıtırla, fesleğen kokusuyla dolar.
Sen o öd ağacı değilsin ki ateşte yansın, eksilip bitsin. Sen o ruh değilsin ki gama esir olsun.
Öd ağacı yanar ama madeni yanmadan uzaktır. Rüzgâr, nurun aslına nasıl hamle edebilir.
1875. Ey göklere saflık veren, ey cefası vefadan daha iyi olan!
Çünkü akıllıdan bir cefa gelse o cefa, cahillerin vefasından daha iyidir.
Peygamber, “ Akıllının düşmanlığı, cahilin sevgisinden yeğdir” dedi.
Bir emîrin,ağzına yılan kaçan birisini incitmesi
Akılı birisi, atına binmiş geliyordu. Uyumakta olan birisinin ağzına da bir yılan kaçmak üzereydi.
Atlı onu görüp adamcağızı kurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak için koşmaya başladı. fakat fırsat bulamadı.
1880. Aklı, kendisine yardım ettiğinden, pek akılı kişi olduğundan o uyumakta olan adama şiddetlice birkaç topuz vurdu.
O şiddetlice vurulan topuzun acısı, adamı bir ağaç altına kadar kaçırdı.
Oraya bir hayli çürük elma dökülmüştü. Adama “ Ey dertli kişi, bunları ye” dedi.
“ Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var?
1885. Eğer bana hakikaten bir kastın varsa vur kılıcı, birden kanını dök!
Sana çattığım saat ne menhus saatmiş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene!
Dinsizler bile kimseye suçsuz, günahsız, az çok bir şey yapmadan böyle sitem etmezler, bu sitemi caiz saymazlar” diyordu.
Söz söylerken ağzından kan geliyordu “ Yarabbi cezasını sen ver!” diye bağırmakta,
Her an ona kötü söylemekte, lânet etmekteydi. Atlı ise “ bu ovada koş”diye onu dövüyordu.
18120. Adam, topuz acısıyla atlının korkusundan yel gibi koşmağa başladı. Hem koşuyor, hem yüzüstü düşüyordu.
Karnı toktu, uykulu ve gevşemiş bir haldeydi. Ayağında, yüzünde yüz binlerce yara vardı.
Atlı o adamı akşam çağına kadar çekiştirip durdu. Nihayet, adamın safrası kabardı, kusmağa başladı.
İyi, kötü yediklerini kustu. Bu kusma esnasında yılan da içinden dışarı çıktı.
O yılanı görünce kendisine iyilik eden atlıya secde etti.
1895. O kapkara çirkin ve heybetli yılanı görünce bütün dertlerini unuttu.
Dedi ki: “ Sen, bir rahmet Cebrailisin, yahut da velinimet Tanrı’sın
Ne kutlu saatmiş ki beni gördün.Ölüydüm, bana yeni bir can bağışladın.
Sen, beni analar gibi aramaktayken, ben eşekler gibi senden kaçıyordum.
Eşek, sahibinden eşekliği yüzünden kaçar. Halbuki sahibi, iyiliğinden dolayı onun peşine düşer.
11200. Onu, bir fayda elde etmek, bir ziyandan kurtulmak için aramaz. Kurt, yahut yırtıcı bir canavar paralamasın diye arar.
Ne mutlu yüzünü görene, yahut ansızın senin bulunduğun yere ulaşana!
Pak ruh bile seni övmüş.. halbuki ben, sana ne kadar kötü ve saçma şeyler söyledim.
Fakat efendim, padişahlar padişahı sultanım, onları ben söylemedim, bilgisizliğim söyledi.
Bir parçacık olsun bu hali bilseydim, böyle abes sözler söyleyebilir miydim?
11205. Ey iyi huylu, eğer bana bu hali kinaye ile bile olsa çıtlatsaydın seni bir hayli överdim.
Fakat sükut ederek kızgın göründüm. Hiçbir şey söylemeksizin kafama vurmaya başladın.
Başım sersemleşti, aklım gitti. Hele benim bu başım.. zaten aklı da kıt!
Ey yüzü de güzel, işi de güzel adam, affet. Deliliğimden söylediğim sözleri bağışla!..
Atlı “ Eğer ben, bunu biraz çıtlatsaydım derhal yüreğin su kesilir, ödün patlardı.
1910. Yılanı anlatsaydım, korkudan canın çıkıverirdi.
Mustafa “ Canınızdaki düşmanı size, olduğu gibi anlatsam.
Yiğitlerin bile ödü patlar.. ne yol yürümeğe takatları kalır, ne bir işin tasasına düşerler!
Ne kimsenin gönlünde niyaz etmeğe kudret kalır, ne tenin de oruç tutmaya, namaz kılmaya kuvvet” buyurdu.
Bunu duyan, kedi önündeki sıçan gibi yok olur; kurt önündeki kuzu gibi mahvolur..
1915. Ne uyku uyuyabilir, ne yemek yiyebilir. Onun için ben sizi, bunu söylemeden terbiye etmekte, yetiştirmekteyim.
Ebu Bekr-i Rebabi gibi susmakta, Davut gibi demire el vurmaktayım.
Bu suretle de olmayacak şey, benim elimde mümkün olur, bir hale yola girer, kanadı yolunmuş kuşun bile kanadı çıkar.
Çünkü Tanrı’nın eli, insanların ellerinden üstündür. Tek Tanrı da bizim elimize “ Benim elim” demiştir.
Şu halde şüphe yok ki benim kolum uzundur;her yere,her şeye erişir. Ta yedinci kat gökten bile aşar.
1920. Elim gökte bile hünerler göstermiştir. Ey Kuran okuyan “İnşakkal Kamer” âyetini okuyuver!
Bu övüş de akıllar zayıf olduğu içindir. Zayıf olanlara kudreti anlatmaya imkân mı var?
Uykudan başkaldırırsan anlarsın.Bu iş böyledir işte.. doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
Eğer sen içinde ki yılanı bilseydin ne elma yemeğe kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusmağa!
Sen beni sövüyordun, ben de seslenmiyor, fakat atımı sürüyordum. Gizlice de Yarabbi, sen işimi kolaylaştır demekteydim.
1925. Sebebi söylememe izin yoktu, fakat seni kendi haline bırakmaya da kaadir değilim.
Her an gönlümdeki dert yüzünden, Yarabbi, kavmime yolu sen göster, çünkü onlar bilmiyorlar, demekteydim” dedi.
Derdinden kurtulan adam, secdeler etmekte “ Ey bana saadet, ikbal ve hazine olan!
Ey yüce kişi! Tanrı’dan hayırlar bul! Bu zayıfın sana şükretmeye kudreti yok.
Mükâfatını Tanrı versin. Ağzım, dilim, sana şükretmekte âciz” demekteydi.
1930. İşte akıların düşmanlığı bu çeşittir. Onların zehirleri bile cana neşe verir.
Ahmağın dostluğu ise eziyettir, sapıklıktır. Misal olarak birde hikâyeyi dinle:
Bir adamın, ayının vefakârlığına güvenmesi
Bir ejderha bir ayıyı yakalamıştı. Yiğidin biri, giderken ayının bağırmasını duydu.
Âlemde düşkünlere yardımcı erler vardır. Onlar, mazlumlar feryat ettiler mi derhal yetişirler.
Mazlumların seslerini her yerden işitirler, Hak rahmeti gibi o tarafa koşarlar.
1935. Âlemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan.. gizli dertlerin tabibi bulunan o erler;
Muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler.Onlar, Hak gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir.
Onlardan birine “ Can ve gönülden ettiğin bu yardım için, neden yardım ediyorsun?” denilse ancak “ yardım isteyenin gamından, çaresizliğinden” der.
Erin avı merhamettir. İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.
Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar.
1940. Sana da rahmet suyu gerekse yürü, alçal da sonra rahmet suyunu iç, sarhoş ol.
Ta başa kadar rahmet içinde rahmet var. Oğul, bir tek rahmete dalma, bir tek rahmete kani olma.
Ey yiğit, gökyüzünü ayak altına al, feleğin üstünden nağme seslerini duy!
Kulağından vesveseler pamuğunu çıkar ki, kâinat’ın cuş’u huruşunu duyasın.
Gözlerini ayıp kılından arıt ta gayp bağını,gayp selviliğini gör.
1945. Burnundan, beyninden nezleyi gider de Tanrı kokusu burnuna gelsin.
Sıtmadan, safradan hiçbir eser bırakma da âlemden şeker lezzetini bul.
Sen yüz türlü güzel yüzlü evlât olması için erlik ilâcını kullan, erlikten kesilmiş olarak koşup tozma.
Can ayağından ten bukağısını çıkar da meclis etrafında dönüp dolaşsın.
Hasislik zincirini elinden, boynundan at, eski felekte yeni bir baht bul.
1950. Lütuf Kâbesine uçmaya kanadın yoksa çare bulana arz et.
Ağlayıp inleme kuvvetli bir sermayedir; külli rahmet, pek güçlü bir dadıdır.
Dadı ve ana, çocuk ne vakit ağlayacak diye bahaneler ararlar.
Tanrı da sizin hacet çocuklarınızı, ağlasın da süt meydana gelsin diye yarattı;
“Tanrı’yı çağırın” dedi; ağlayıp inlemeyi bırakma ki Tanrı’nın merhamet sütleri coşsun.
1955. Rüzgârın sesi de bizim gamımızı teskin etmek içindir, bulutun süt yağdırması da. Hele bir an sabret.
“ Rızkınız gökyüzündedir” âyetini duymadın mı? Neden bu aşağılık yere saplanıp kaldın?
Korkunu, ümitsizliğini gul sesleri bil. Onlar, seni aşağılıkların ta dibine kadar çekerler.
Seni yücelere çeken her ses, bil ki yücelerden gelmektedir.
Sana hırs veren her sesi de adamları paralayan bir kurt sesi bil.
1960. Bu yücelik, mekân bakımından değildir.. bu yücelikler, akıl ve can yücelikleridir.
Her sebep eserinden yücedir.Çakmak, kıvılcımdan üstündür.
Birisi, azametli birinin alt yanına otursa bile hakikatte üst tarafına oturmuş sayılır.
Çünkü orasının üstünlüğü şeref bakımındandır. Baş köşeden uzak olan yer, alçaktır.
Kıvılcım çıkarmak için taş ve demir gerek. Bunların varlığına lüzum olduğundan bu ikisi, kıvılcımdan üstün sayılabilirse de.
1965. Çakmaktan maksat taş ve demirden meydana gelen kıvılcım olduğundan, kıvılcım onlardan çok ileridedir.
Taş ve demir evvel, kıvılcım sonra. Fakat bu ikisi ten, kıvılcım can.
Kıvılcım, zaman itibariyle çakmaktan sonra ise de değeri bakımından ondan üstündür.
Zaman bakımından dal, meyveden öncedir, fakat hüner bakımından daldan üstün.
Çünkü ağaçtan maksat meyvedir; şu halde meyve evveldir, ağaç sonra gelir.
1970. Ayı, ejderhadan feryat edince o er, ayıyı onun pençesinden kurtardı.
Hile ile babayiğitlik birleşti, er de ejderhayı bu kuvvetle alt edip öldürdü.
Ejderhanın gücü vardır ama hilesi yoktur. Senin hilen var ama hilenden üstün hile de var!
Hile ve tedbirini görünce yürü, o hile, o tedbir nereden geldi? O başlangıç tarafına dön, o tarafa yönel.
Aşağılık âlemde bulunan her şey yücelikten gelmiştir. Haydi var, gözünü yüceliklere dik.
1975. Yücelere bakmak, önce gözü alır, kamaştırır ama sonra bakışa bir aydınlık bağışlar.
Gözünü aydınlığa alıştır.Yok.. eğer yarasaysan karanlıklara baka dur!
Âkıbeti görme, nurunun nişanesidir, bu şehvete düşmense senin mezarın.
Yüz türlü oyun görüp, yüz türlü tecrübe geçirip âkıbeti gören kişi, bir tek oyun görene benzemez.
Bir oyun gören, o tek oyuna öyle mağrur oldu ki ululanması yüzünden üstatlardan uzak kaldı.
1980. Sâmirî gibi.. o, kendisinde bir hüner görünce ululanıp Musa’dan baş çekti.
Halbuki o, hünerini Musa’dan öğrenmişti. Öyle olduğu halde öğretmeninden gözünü yumdu.
Hulâsa Musa da başka bir oyun etti ; onun oyununu kapıverdi, kendisini de!
Başta dönüp dolaşan nice hünerler, nice bilgiler vardır ki insan onlarla baş oluncaya kadar, baş elden gider!
Başının gitmemesini istersen ayak ol, rey ve tedbir sahibi Kutb’a sığın!
1985. Şah bile olsan kendini ondan üstün görme.Bal bile olsan onun otundan başka bir şey devşirme.
Senin fikrin surettir, onun ki can . Senin paran kalptir, onunki maden.
O, sensin. Kendini onda ara. “Kû, Kû- Nerede, nerede?” diye onun civarında bir üveyik ol!
Sefa ehline hizmet etmek istemezsen ejderha ağzına düşen ayıya benzersin.
Belki bir üstat seni kurtarır, tehlikelerden çekip çıkarır.
19120. Madem ki gücün kuvvetin yok.. ağlayıp inle! Madem ki körsün.. yol görenden baş çekme!
Ayıdan daha aşağı mısın ki derdinden ağlayıp inlemiyorsun.? Ayı feryat ettiği için dertten kurtuldu.
Ey Tanrı, bizim taş yüreğimizi mum gibi yumuşat; kerem et de feryadımıza acı!
Kör bir dilencinin “Bende iki körlük var” demesi
Bir kör vardı, derdi ki: “Ey zamane ehli, elâman.. benim iki körlüğüm var.
Şu halde bana iki kat acıyın. Çünkü iki kat körüm, bu iki körlüğe birden müptelâyım”
1995. Birisi “ Bir körlüğünü görüyoruz. Öbür körlüğün nedir? Göster” dedi.
Kör dedi ki; “ Sesim çirkin, avazım bed. Ses çirkinliği ve körlük iki kat körlüktür.
Çirkin sesim halka keder vermekte. Halkın acıması, sesim yüzünden azalmakta.
Kötü sesim nereye varırsa hiddet, gam ve kin meydana gelmekte.
İki körlüğe siz de iki kat acıyın. Böyle hiçbir yere sığmayan kişiyi gönlünüze sığdırın, hoş görün”
2000. Bu şikâyet, bu sızlanma yüzünden sesinin çirkinliği kalmadı. Halkın hepsi ona acımaya başladı.
Sırrını söyleyince gönlünün güzel sesi, sesini güzelleştirdi, sesindeki çirkinlik gitti.
Fakat birisinin gönül sesi de çirkin olursa o adamda üç ebedî körlük vardır.
Fakat sebepsiz illetsiz hacetleri reva edenler, olabilir ki onun çirkin başına bir el korlar.
O dilencinin sesi hoş ve acınacak hale gelince taş yüreklilerin yüreği bile muma döndü.
2005. Kâfirin sesi çirkin olduğundan icabete eş olamaz.
“ Susun” emri, kötü ses hakkındadır. Çünkü o ses, halkın kanından köpek gibi sarhoş olmuştur.
Ayının feryadı bile acındıracak bir ses olur da senin feryadın olmazsa bu çok kötü bir şeydir!
Bil ki sen Yusuf’a kurtluk etmişsin, yahut bir suçsuzun kanını içmişsin.
Tövbe et içtiğini kus.. Eğer yara eskidiyse yürü, dağla!
Ayıyla,onun vefakârlığına güvenen ahmağın hikâyesi
1210. Ayı, ejderhadan kurtulup o babayiğit erden o keremi görünce,
Eshâb- Kehf’in köpeği gibi onun peşine takıldı.
O Müslüman, hastalanıp yastığa baş koyunca da ayı, ona bağlanmış, gönül vermiş olduğundan bırakmadı, başın da beklemeye başladı.
Birisi oradan geçerken “ Halin nasıl? Kardeş, bu ayıyla ne işin var” dedi.
Er, ejderha hikâyesini nakletti. O adam “ Ayıya güvenme be ahmak.
2015. Ahmağın dostluğu düşmanlıktan beterdir. Ne suretle olursa olsun sürülmesi gerek” dedi.
Er dedi ki; “Vallahi bunu hasedinden söyledin, yoksa sen ayıya ne bakıyorsun, sevgilisini gör!”
Adam, “ Ahmakların sevgisi aldatıcı bir sevgidir, benim bu hasedim, onun sevgisinden iyidir.
Be adam, gel benimle bir ol da o ayıyı sür, defet.Hemcinsini bırakıp ayıya güvenme” dediyse de
Er, “Git, git hasetçi herif, kendi işine bak” dedi. Adam “İşim buydu ama sana nasip değil.
2020. Yüce kişi ben bir ayıdan daha aşağı değilim ya. Onu bırak da eşin dostun ben olayım.
Başına bir şey gelecek diye yüreğim titriyor. Böyle bir ayı ile ormanlığa gitme.
Yüreğim asla olmayacak şeyden titremedi. Bu seziş Tanrı nurundandır, saçma değil.
Ben müminim “ Mümin Tanrı nuruyla bakar” sırrına mazharım. Kendine gel, kendine! Bu ateşgedeyi bırak!” dedi.
Bu sözler, erin kulağına girmedi. Suizan adama kuvvetli bir settir.
2025. Ayının elini tuttu, adamın elini bıraktı. Adam da “ Senin aklın başında değil, gidiyorum” dedi.
Er dedi ki: “ Git benim kaydıma kalma. Boş boğaz herif, o derece bilirlikten dem vurup durma”
Adam tekrar “ Ben senin düşmanın değilim. Peşimden gelirsen kendine lütfetmiş olursun” dedi.
Er “ Uykum geldi. Bırak beni işine git”dedi. Adam “ Yahu, ne olur bir dosta uy da,
Akıllı birisinin himayesinde, gönül sahibi bir dostun civarında uyu” dedi.
2030. Babayiğit, o adamın ısrarından hayallenip kızıverdi, yüzünü çevirip,
“ Bu galiba bir katil, bana kastetmeye geldi; yahut bir şey umuyor, dilenci ve külhani herifin biri!
Yahut da beni bu ayıyla korkutma hususunda evvelce dostlarıyla bahse girişmiş olmalı” dedi.
İçinin kötülüğünden hatırına iyi bir şey gelmedi.
Bütün hüsnü zannı ayıyaydı. Sanki ayıyla aynı cinstendi!
2035. Bir köpek uğruna bir akılıyı itham etti, ayıyı muhabbet ve merhamet sahibi bir dost bildi!
Musa Aleyhisselâm’ın öküze tapana “Nerde düşüncen,nerde ihtiyatın,tedbirin?” demesi
Musa bir hayal sarhoşuna dedi ki: “ Ey kötülükten, sapıklıktan fena düşüncelere saplanmış kişi,
Benden bunca bürhan görmene ne benim bu derece güzel huyuma rağmen, peygamber olup olmadığıma dair yüzlerce şüphen vardı.
Benden yüz binlerce mucize gördüğün halde hayalin yüz kat artmakta, o derece şüpheye,zanna düşmekteydin.
Hayalden, vesveseden daraldın, Peygamberliğime ta’nedip durmaya başladın.
2040. Seni Firavuna uyanların şerrinden kurtarmak için denizden apaçık toz kopardım.
Gökten kırk yıl kâselerle yemek geldi, duam bereketiyle taştan ırmak coştu.
Bu ve buna benzer nice yüzlerce mucize, senin vehmini azaltmadı, eksiltmedi.
Fakat sihirli bir buzağı ses verdi.Tanrım sensin diye derhal secde ettin.
O vehimlerini Nil götürdü, o soğuk anlayışın uykuya daldı.
2045. Onun hakkında da niye kötü bir zanna düşmedin? Ey kötü suratlı, onun önüne nasıl baş koydun?
Niçin onun hilesinden şüphelenmedin, onun ahmakları aldatan sihrinden niye işkillenmedin?
Be aşağılık kişiler, Sâmirî kim oluyor ki âlemde bir Tanrı düzüp koşsun.
Onun bu hilesine nasıl oldu da kapıldın, nasıl oldu da ona uydun, onunla aynı fikirde bulundun?Nasıl oldu da bütün şüpheleri attın,kurtuldun?
Sence öküz, bir lâfla Tanrılığa lâyık oluyor da sonra benim peygamberliğimde şüpheye düşüyorsun ha?
2050. Bir öküze eşeklikten secde ettin, aklın Sâmirînin sihrine av oldu.
Ululuk sahibi Tanrı’nın nurundan göz yumdun. İşte sana adamakıllı bilgisizlik, işte sana sapıklığın ta kendisi!
Yuf olsun sendeki akla, irfana. Senin gibi bilgisizlik madenini öldürmek gerek.
Altından yapılan öküz ses verdi de ne dedi ki, ahmaklar ona bu derece rağbet ettiler?
Ben size daha ziyade şaşılacak pek çok şeyler gösterdim. Fakat aşağılık kişiler, nasıl olur da hakkı kabul ederler?
2055. Bâtılları ne cezbedebilir? Ancak bâtıl! Tembellere ne hoş gelir tembellik!
Çünkü her cins, kendi cinsini çeker. Öküz nasıl olur da erkek aslana yüz tutar?
Kurt neden Yusuf’a âşık olacak? Ancak hile ile onu sever görünür, sonra da onu parçalayıp yer.
Fakat kurt, kurtluktan kurtulursa Yusuf’a mahrem olur.Eshab-ı Kehf’in köpeğin gibi âdemoğullarından sayılır.
Ebubekir, Muhammet’ den bir koku alınca “Bu yüz yalancı yüzü değil” dedi.
2060. Fakat Ebu cehil, dert sahiplerinden olmadığı için yüzlerce Şakkı Kamer gördü de yine inanmadı.
Leğeni damdan düşen, şöhreti âleme yayılan dertliden Hakk’ı gizledik, fakat gizlenmedi gitti.
Cahil olan ve Tanrı derdinden uzak bulunan kişiye de hakikat sırlarını nice defalar gösterdiler de o görmedi.
Gönül aynası sâf olmalı ki orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin”
Nasihatçının,ayıya kapılan kimseyi,bir çok nasihat verdikten sonra terketmesi
O Müslüman, kızarak ve içinden “ Lâ havle” diyerek ahmağı bırakıp gitti.
2065. “ Benim ona ciddiyetle nasihat vermemden, üstüne düşmemden, gönlündeki hayaller attı, büsbütün vehimlendi.
Demek ki nasihat yolu kapandı” dedi. “ Fa’rıd anhum” emrine bağlandı.
Verdiğin ilâç derdi arttırırsa sen de sözü isteyene söylet. Abese suresini okusana.
Tanrı “ Kör, Hakk’ı diliyorsa onun yoksulluğu yüzünden gönlünü kırmak yaraşmaz.
Sen, halk, ulularından öğrensin diye uluları irşat etmek istiyorsun ama,
2070. Ey Ahmet, büyüklerin bir kısmı seni dinlemeye koyulunca hoşlandın,belki,
Bu ulular, dine güzelce yardımcı olurlar, bunlar Arab’a Habeş’e reistir.
Bunların yüzünden İslam dininin şöhreti Basra’yı Tebük’ü aşar. Çünkü halk, padişahlarının dinindendir.
Diye düşündün, bu yüzden de hidayet isteyen körden yüz çevirdin, onun sohbetinden sıkıldın.
“ Bunlar her vakit ele geçmez. Sen dostlarımızdansın, vaktin de geniş.
2075. Bu dar vakitte işime mâni olma.Bunu sana darılarak, kızarak söylemiyorum, nasihat yollu söylüyorum” dedin.
Fakat Ey Ahmet , Tanrı indinde bu bir tek kör, yüzlerce Kayserden, yüzlerce vezirden yeğdir.
İnsanlar madenlerdir, sözünü hatırına getir. Öyle maden olur ki yüz binlerce madenden daha değerlidir.
Gizli kalmış lâl ve akik madeni, yüz binlerce bakır madeninden değerlidir.
Ey Ahmet, burada malın faydası yok.Aşkla, dertle, dumanla dolu gönül lâzım.
2080. Gönlü aydın kör gelince kapıyı kapama. Ona nasihat ver, nasihat onun hakkıdır.
İki üç ahmak seni inkâr etse neden acılaşırsın, sen zaten şeker madenisin.
İki üç ahmak seni itham etse bile Hak, sana tanıklık eder” dedi.
( Muhammed dedi ki:) “ Âlemin ikrarından fariğim. Birisine Tanrı tanık olursa gayrı ona ne gam!
Yarasa, güneşi göremez.Görüyorum dese bile gördüğü güneş değildir.
2085. Yarasaların nefretinden de anlaşılıyor ki ben ulu Tanrı’nın parlak bir güneşiyim.
Bir gül suyuna bokböcekleri rağbet etseler bu, onun gül olmadığına delâlet eder.
Kalp akça mihenk istese, mihengin mihenk oluşunda şüphe hâsıl olur.
Bil ki hırsız geceyi ister, gündüzü değil.Ben gece değilim, cihanda parıldayan gündüzüm.
Bey ayırıcıyım. Benden bir saman çöpü bile geçmesin diye kalbur gibi her şeyi eler, ayırt ederim.
20120. Bunların nakışlardan, suretlerden ibaret olduğunu, onlarınsa can bulunduğunu göstermek üzere unu, kepekten ayırırım.
Ben, dünyada Tanrı terazisiyim.Hafif olan her şeyi ağırdan tefrik eder, gösteririm.
Öküz, elbette bir buzağıyı Tanrı tanır. Eşek müşteri olup bir şey alsa, elbette ham kavun alır.
Ben öküz değilim ki, beni buzağı satın alsın. Ben, diken değilim ki beni deve yesin!
O, bana cevrettim sanır, halbuki hakikatte âdeta aynamı siler, cilâlar.”
Bir delinin Calinus’a yaltaklanması,Calinus’un bundan korkması
2095. Calinus, eshabına “ Bana filân ilâcı verin” dedi.
İçlerinden birisi dedi ki: “ Ey her fenni bilen üstat, bu ilâcı delilik için verirler.
Delilikse, senin aklından uzak. Bu sözü bir daha söyleme!” Calinus, “ Bana bir deli baktı.
Bir müddet güzelce yüzümü seyretti. Bana göz kırptı; sonra yenimi yakamı yırttı.
Eğer benim, onunla bir münasebetim olmasaydı o çirkin suratlı nasıl olur da bana yüz çevirirdi?
2100. Eğer bende kendisiyle bir cinsiyet, bir münasebet görmeseydi nasıl olur da bana gelip çatardı? Nasıl olur da kendi cinsinden olmayana musallat olurdu?
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 2 (2101 – 2800 Beyitler)
İki kişi birbiriyle uzlaştı, birbirine sataştı mı, hiç şüphe yok, aralarında bir kadr-i müşterek vardır.
Kuş ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar. Kendi cinsinden olmayanla sohbet âdeta mezara girmedir” diye cevap verdi.
Bir kuşun kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçup yayılmasındaki sebep
Bir hakîm dedi ki: “ Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraberce koşup uçmakta olduğunu gördüm.
Hayret ettim, bakalım aralarındaki kadr-i müştereke ait emare bulabilir miyim, diye hallerini araştırmaya koyuldum.
2105. Hayretle yanlarına yaklaşınca gördüm ki ikisi de topal!”
Hele Arşa mensup bir doğanla ferşin malı olan bir yarasa nasıl olur da beraber bulunur?
Biri İlliyîn’in güneşi, öbürü Siccîn’in yarasası.
Biri her ayıptan arınmış tertemiz bir nur, öbürü her kapının dilencisi bir kör.
Biri Pervin burcuna ziya veren bir ay , öbürü fışkıda debelenen bir kurt.
2110. Biri Yusuf yüzlü, İsa nefesli.. öbürü bir kurt, yahut çıngıraklı bir eşek.
Biri Lâmekân âleminde uçmakta.. öbürü köpekler gibi samanlıkta kalakalmış!
Gül, hâl diliyle bokböceğine şu sözleri söyleyip durmaktadır: “ Ey koltuğu kokmuş,
Gül bahçesinden kaçıyorsun ama bu nefretin gülistanın kemaline delâlet eder.
Benim gayretim, senin başına dikilmiş bir yasakçıdır.Ey bayağı mahlûk, buradan uzak ol.” Gül bokböceğine şöyle bağırmaktadır:
2115. “ Ey aşağılık mahlûk, sen benimle ihtilât edersen benim madenimdesin diye bir şüphe hasıl olabilir.
Bülbüllere çayır, çimen yaraşır. Bokböceğine vatan da pisliktir.
Tanrı, beni pislikten murdarlıktan arıttı. Başıma bir murdarı dikmesi lâyık mıdır?
Benim de bir damarım onlardandı, fakat Tanrı o damarı kesip attı.Artık o kötü damar bana nasıl hükmedebilir?
Âdem’in bir nişanı ezelde şuydu: Melekler, ona secdeye lâyık olduğu için baş indirdiler, secde ettiler.
2120. Başka bir nişanı da İblis’in “Şah ve ulu benim” diye baş indirmemesiydi.
Fakat İblis de Âdem’e secde etmiş olsaydı Âdem , Âdem olmazdı, başka birisi olurdu.
Her meleğin ona secde etmesi, Âdem’in Âdemliğine delil olduğu gibi o düşmanın, İblis’in inadı da bir delildir.
Meleğin ikrarı, ona bir şahit olduğu gibi o köpeğin inkârı da bir şahittir”
O aldanmış kişinin,ayının vefasına güvenmesi
Adam uyudu, ayı sinek kovalamaktaydı. Sinek, kovulunca kalktı, fakat inadına gene kalktığı yere gelip kondu.
2125. Ayı, o gencin yüzünden kaç kere sineği kovdu. Fakat sinek gene derhal kalktığı yere gelip konmaktaydı.
Ayı, sineğe kızıp, gitti dağdan kocaman bir taş yakalayıp getirdi.
Sineğin gene uyuyan adamın suratına konmuş olduğunu görünce,
O koca değirmen taşını alıp, sineği ezmek için adamın suratına fırlattı.
Taş, uyuyan adamın suratını paramparça etti. Bu mesele de bütün âleme yayıldı;
2130. Aptalın sevgisi şüphesiz ayının sevgidir. Kini sevgidir, sevgisi kin.
Ahdi gevşek, zayıf ve bozuk.. sözü büyük, vefası artık.
Ant içse bile inanma. Eğri sözlü adam andını da bozar.
Madem ki yeminsiz sözü yalan. Hilesine yeminine de inanma.
Onun nefsi beydir, aklı esir.. farz et ki yüz binlerce defa Mushaf’a yemin etmiş olsun!
2135. Mademki yeminsiz ahdi bozuyor, yemin etse onu da bozar.
Çünkü nefsi, ağır yeminle bağlanan nefis, bundan daha ziyade daralır, perişan olur.
Bu, bir esirin hâkimi bağlanmasına benzer. Hâkim o bağı koparır,o bağdan kurtulur.
Kızgınlıkla o bağı, kölesinin kafasına fırlatıp atar.Nefis de o yemini, kendisine esir olan adamın suratına vurur.
Sen onun “Ahitlerinize vefa edin” hükmünden el yıka. “ Yeminlerinizi koruyun, ahitlerinizde durun” hükmünü ona söyleme.
2140. Kiminle ahdettiğini bilen tenini iplik haline kor, o ahdin etrafında dolanır, o ahdi örer durur.
Mustafa Aleyhisselâm’ın bir hasta sahabenin hatırını sormaya gitmesi,hasta halini,hatırını sormasının faydası
Sahabeden biri hastalandı, o hastalık yüzünden zayıfladı, iplik gibi inceldi.
Mustafa halini, hatırını sormaya geldi. Çünkü Peygamber’in huyu tamamıyla lütuf ve keremden ibaretti.
Hastanın halini, hatırını sormaya gitmekte fayda vardır. Faydası da gene sanadır.
Birinci faydası şudur; O hasta adam, bir kutup, bir ulu şah olabilir.
2145. Mademki inatçı adam, gönlünün iki gözü de yok, odunu ödağacından ayırt edemezsin.
Âlemde hazineler var. Beyhude üzülme, yorulma. Yalnız hiçbir viraneyi de definesiz bilme.
Her dervişe ne olur, ne olmaz diye mülâzemette bulunadır, bir nişane buldun mu da artık onun etrafında adamakıllı dön, dolaş!
Mademki sende o can gözü yok, her vücutta define var san!
Kutup olmasa bile belki bir yol dostudur, padişah değilse bile bir atlı askerdir.
2150. Kim olursa olsun, ister yaya, ister atlı.. yol dostlarıyla buluşmayı, onların halini sormayı, hatırlarını ele almayı lâzım bil.
Hattâ o adam, düşman bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden düşman bile adama dost olur. ;
Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü ihsanda bulunmak, kine âdeta merhemdir.
Bundan başka daha nice faydaları var ama ey iyi adam, sözü uzatmadan korkuyorum.
Sözün hülâsası şu: Topluluğa dost ol. Hattâ bir dost bulamazsan put yapan Amad gibi taştan bir dost yont, onu sev!
2155. Zira kalabalık ve kervan halkının çokluğu yol vurucuların belini kırar, onları kahreder.
Ulu Tanrı’nın Musa Aleyhisselâm’a “Niçin
hastalığımda benim halimi,hatırımı sormağa
gelmedin?” diye vahyetmesi
Tanrı’dan Musa’ya şu hitap geldi: “Ey koltuğundan ayın doğduğunu gören!
Seni Tanrı’lık nurunun doğusu haline getirdiğim halde ben ki Tanrı’yım, hastalandım da niçin halimi hatırımı sormaya gelmedin?”
Musa, “ Tanrı” sen kusurdan münezzehsin. Bu ne remizdir, Yarabbi, bunu bildir” dedi.
Bunun üzerine Tanrı, yine “ Hastalığımda kerem edip niçin halimi sormadın?” buyurdu.
2160. Musa, “ Yarabbi, senin bir noksanın olamaz. Aklım şaştı, bu sözün hakikatını anlat” dedi.
Tanrı, “ Evet, has ve seçilmiş bir kulun hastalanmıştı. İyice bir bak hele.. o, benim.
Onun özür serdetmesi benim özür serdetmemdir. Onun hastalığı benim hastalığımdır” buyurdu.
Tanrı ile oturup kalkmak isteyen kişi veliler huzurunda otursun.
Velilerin huzurundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen küllü olmayan bir cüzüsün.
2165. Şeytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz, kimsesiz bir hale kor, o halde de bulunca başını yer, mahvedip gider.
Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki Şeytan’ın hilesinden ibarettir.
Bağcının,sofi,fakîh ve alevîyi birbirinden
ayırıp yalnız bırakması
Bir bahçıvan , bahçesine üç tane hırsızın girdiğini gördü.
Bu üç kişinin birisi bir fakîh,birisi bir şerif, bir tanesi de bir sofi idi. Üçü de hafif meşrep ve vefasız kimselerdi.
Bahçıvan, kendi kendine “Bunlara karşı söyleyeceğim nice sözler, bunları ilzam için getireceğim yüzlerce deliller var. Fakat bunlar, bir topluluk. Topluluksa kuvvettir,
2170. Tek başıma bu üç kişinin hakkından gelemem, Önce onları birbirinden ayırmak lâzım.
Her birisini, öbüründen ayırayım. Ondan sonra birer ,birer saçlarını, sakallarını yolarım” dedi.
Hile edip arkadaşlarıyla arasını açmak üzere önce sofiyi yola vurdu.
Sofi gidince öbür iki arkadaşıyla yalnız kaldı.
Sofiye “ Eve git, bu arkadaşlar için bir kilim getir” dedi.
Fakîhe “ Sen fakîhsin, bu da ünlü bir şerif.
2175. Biz, senin fetvanla ekmek yemekte, senin bilgi kanadında uçmaktayız.
Bu da bizim şehzademiz, sultanımız. Seyit ve Mustafa’nın soyundan, sopundan.
Bu pisboğaz, bu hasis sofi kim oluyor ki sizin gibi padişahlarla düşüp kalkıyor.
Gelince onu savın gitsin. Siz de tam bir hafta benim bahçemde, çayır çimenliğimde kalın.
Hatta bağ da nedir ki? Canim bile sizin.Siz benim sağ gözüm mesabesindesiniz” dedi.
2180. Onları vesveselendirip kandırdı. Ah, arkadaştan ayrılmamak gerek.
Sofi gelince onu savdılar. Bu sefer bahçıvan, koca bir sopayla ardından seğirtti.
Dedi ki : “ Ey köpek sofi, demek sen cüret edip benim bağıma giriyorsun ha!
Sana bu hususta Cüneyt mi yol gösterdi, Bayezid mi? Bu sana hangi şeyhin, hangi pirinden kaldı?
Sofiyi yalnız bulunca bir iyice dövdü, âdeta yarı canlı bir hale koydu, başını yardı.
2185. Sofi “ benim nöbetim geçti.Fakat arkadaşlar, bir iyice sıranızı gözetin.
Beni ağyar bildiniz. Fakat bilin ki bu kaltabandan daha ağyar değilim.
Benim yediğimi siz de yiyeceksiniz. Bu çeşit şerbet, her aşağılık kişiye lâyıktır.
Bu âlem dağdır, senin sözlerin, yine ses vererek sana gelir” dedi.
Bahçıvan sofiden kurtulunca yine o çeşit bir bahane kurdu.
21120. Şerife “ Ey şerif, eve git de kuşluk öğünü için, yufka ekmeği pişirmiştim,
Evin kapısını vur.Kaymaz’a söyle, o yufka ekmeğiyle kazı getirsin” dedi.
Şerif gidince, fakîhe dedi ki: “ Ey işi yerinde, güneş görmüş her şeyi anlar bilir adam, den fakihsin, bu meydanda.
O şerif, mânasız bir iddiada bulunuyor. Anasının ne iş ettiğini kim bilir ki?
Karıya ve karı işine gönül bağlıyor, hem kadınlar nâkıs akıllıdır diyor, hem de onlara itimat edemiyorsunuz.
2195. Zamanede nice ahmaklar, Ali’ye Peygambere nispet iddia ederler.”
Zinadan ve zina edicilerden olan herkes, Tanrı mensupları için işte bu zanda bulunur.
Dönen ve bu yüzden başı dönmüş olan kişi elbette evi de kendisi gibi döner görür.
O edepsiz bahçıvanın söylediği sözler, kendi haliydi. Evlâdı Resulden o işler, uzaktır.
O bahçıvan mürtetlerin dölü olmasaydı Peygamber hanedanı hakkında böyle söyler miydi?
2200. Afsunlar okudu, fakîh de bunları dinledi. Bunun üzerine o sitemkâr fakîh şerifin ardından gidip,
“ Ey eşek, bu bağa seni kim davet etti? Hırsızlık sana Peygamberden mi miras kaldı?
Aslan yavrusu, aslana benzer, sen söyle bakayım, Peygambere ne yüzden benziyorsun?” dedi.
O zâlim herif, şerife, Haricî Âl-i Yâsîn’e ne yaparsa onu yaptı.
Hattâ şeytan ve gul, Âl-i Resul’e Yezid ve Şimir gibi nasıl kin tutarlarsa o da öyle kin tuttu, öcünü aldı .
2205. Şerif, o zâlimin zulmünden harap oldu, fakîhe “ Ben sudan çıktım.
Ayağını tetik bas, şimdi yapayalnız kaldın. Davula benze, boyuna karnına tokmak ye!
Şerifliğimi bir tarafa bırak. Hattâ tut ki arkadaşlığa da lâyık değilim, fakat sana karşı bu çeşit bir zâlimden de aşağı değilim ya” dedi.
Bahçıvan ondan da kurtulup fakîhe geldi ve dedi ki: “ Ey fakîh! Ne fakîhi, ey her sefih kişinin bile arlandığı herif!
Ey eli kesilecise, bağlara gir de, caiz midir? Emir var mı bile deme. Fetvan bu mu senin?
2210. Böyle bir ruhsatı Vasît’temi okudun? Yoksa bu mesele Muhit’te mi var?”
Fakîh “ Vur, vur, hakkın var. Fırsat ele geçti. Dostlardan ayrılanın lâyığı budur” dedi.
Hastanın ve Peygamber Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem’in hasta sahabeyi dolaşıp hatırını sorması hikâyesine dönüş
Hastanın hatırını soruş, dostluğu, birliği temin etmek içindir. Bu birlik, bu dostluk da yüz türlü sevgi doğurur.
Naziri olmayan Peygamber, hastayı dolaşmaya, hatırını sormaya gidince o sahabeyi ölüm halinde gördü.
Velilerin huzurundan uzaklaşırsan hakikatte Tanrı’dan uzaklaşırsın.
2215. Yoldaşlardan ayrılmanın sonu bile gam olursa padişahlardan ayrılık nasıl olur da ondan daha aşağı olur.
Her an durma, padişahların gölgesini ara bul ki o gölgede güneşten de iyi bir hale gelesin.
Sefere çıkarsan bu niyetle çık, oturuyorsan yine bundan gafil olma!
Bir şeyhin Ebu Yezid’e “Kâbe benim,benim etrafımda tavaf et” demesi
Ümmet Şeyhi Bayezid, hac ve umre için yola düşmüş, Mekke’ye doğru koşa, koşa gidiyordu.
Hangi şehre varıyorsa önce o şehirdeki azizleri arıyor,
2220. Bu şehirde basiret sahibi, gönül gözü açık kim var diye dolaşıp araştırıyordu.
Tanrı, “ Sefer esnasında nereye varırsan önce bir er araman gerek” dedi.
Hazine elde etmeye çalış, çünkü kâr, zarar, işin ardından gelir, sen bunları feri bil.
Biri buğday elde etmek için ekin ekerse sonunda saman da elde eder.
Fakat saman ekersen buğday elde edemezsin ki. İnsanların gözbebeği olan insanı ara, insanların gözbebeği olan insanı, insanların gözbebeğini!
2225. Hac zamanı gelince Kâbe’yi ziyaret etmeye niyetlen. Oraya vardın mı Mekke’yi de görürsün.
Miraçtan maksat dostu görmekti. Bu arada Arş da görüldü,melekler de.
Hikâye
Yeni bir mürit günün birinde bir ev yaptırdı. Pir gelip evini gördü.
Şeyh, o yeni müridini, o iyi düşünceli kişiyi imtihan etmek maksadıyla dedi ki:
“ Yoldaş, eve niçin pencere açtın?” O da şöyle cevap verdi: “ Işık gelsin diye”
2230. Şeyh “ O feridir. Şunu niyaz etmek gerek: Bu pencereden ezanı duyasın” dedi.
Bayezid, seferde vaktin Hızır’ı olan kişiyi bulmak için uğraşmakta, böyle bir er araştırmaktaydı.
Vücudu hilâl gibi incelmiş bir pir gördü; onda erlerin halini, kalini buldu.
Pirin gözü görmüyordu, fakat gönlü güneş gibiydi. Âdeta rüyasında Hindistan’ı görmüş bir file benziyordu
Gözünü yummuş, uyumakta.. fakat yüzlerce zevk ve neşe âlemi görmekte.Gözünü açarsa nasıl olurda görmez? Şaşılacak şey!
2235. Rüya deyince şaşılacak şeyler açığa çıkar. Gönül uykuda pencere kesilir.
Uyanık olduğu halde güzel rüya gören âriftir.Sen onun bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek.
Bayezid o pirin huzuruna varıp oturdu, halini sordu ; onun hem fakir, hem de aile efradı çok olduğunu anladı.
Pir, “ Ey bayezid nereye gidiyorsun gurbet pılı pırtısını nereye kadar çekip sürüyeceksin” dedi.
Bayezid “ Hac mevsimi.. Kâbe’ye gidiyorum” diye cevap verdi. Pir dedi ki : “ Yol masrafı olarak yanında ne var?”
2240. Bayezid “ İki yüz dirhem gümüşüm var. Ridamın ucuna sımsıkı bağladım işte.” deyince,
Pir, “ Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil.
O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver.Bil ki hac ettin muradın hâsıl oldu.
Umre ettin ebedi ömre nail oldun, sâf bir hale geldin, Safa’ya koştun, Saiy erkânını yerine getirdin.
Canının gördüğü Hak hakkı için ki o, beni kendi evinden daha üstün, daha makbul etmiştir;
2245. Kâbe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi.
Tanrı, Kâbe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Halbuki bu eve, benim vücuduma, o ebedi diri olan Tanrı’dan başka kimse gelmedi.
Beni gördün ya, bil ki Tanrı’yı gördün; doğruluk Kâbe’sinin,hakikî Kâbe’nin etrafında tavaf ettin.
Bana hizmet, Tanrıya itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakkı benden ayrı sanma.
Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki beşerde Tanrı nurunu göresin” dedi.
2250. Bayezid, o nükteleri dinledi, altın bir küpe gibi kulağına taktı.
Bu yüzden derecesi yükseldi, fazileti arttı. Hakikat yolunun sonuna erişmiş olan Bayezid, artık ondan sonra bir son tasavvur edilemeyecek olan bir makama vardı.
Peygamber’in o şahsın hastalandığına,duada küstahlık
etmesinin sebep olduğunu bildirmesi
Peygamber, o hastayı görünce halini hatırını sordu, o hakikî dosta iltifatlarda bulundu.
Adam, Peygamber’i görünce dirildi, sanki o anda yeniden yaratılmıştı.
Sahabe, “ Hastalık beni bu bahta eriştirdi; bu sultan sabah çağında beni dolaşmaya geldi.
2255. Bu suretle bana sıhhat erişti, saltanatına bir hudut olmayan bu padişahın kademi bereketiyle iyileştim.
Ne güzel, ne mübarek ağrı, sızı.Ne mutlu, ne kutlu hastalık hararet, dert ve gece uykusuzluğu!
İşte Tanrı bana bu kocalığımda lütuf ve kereminden böyle bir hastalık, böyle bir illet verdi.
Arka ağrısı ihsan etti de her gece yarısı uykudan uyandırdı.
Bütün gece manda gibi uyumayayım diye Hak, lütfetti, bana dertler ihsan etti.
2260. Bu sınıklıktan da padişahların merhameti coştu. Cehennem de beni tehdit etmeden vazgeçti, sukût etti” dedi.
Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir. Rahmetler ondadır. Deri yırtıldı mı iç tazelenir.
Kardeş, karanlık yere, soğuğa, gama, kırıklığa ve hastalığa sabretmek,
Âbıhayat kaynağı ve sarhoşluk kadehidir. Çünkü yücelikler, hep aşağılıktadır.
Baharlar güz mevsiminde gizlidir, güz mevsimi de baharda.Kaçma ondan!
2265. Gama yoldaş o, vahşetle ünsiyet kesbet. Ölümünden uzun bir ömür isteyip dur!
Nefsinin “ Bu kötü” dediğine kulak asma. Çünkü onun işi hep zıddınadır.
Onun dediğinin zıddını yap. Âlemde peygamberlerin de vasiyetleri böyledir.
Sonun da az pişman olasın diye yapacağın işlerde müşaverede bulunmak vâciptir.
Ümmet “ Kiminle meşveret edelim?” dediler de, peygamberler “ Mukteda olan akılla” diye cevap verdiler.
2270. Hattâ soran adam “ İyi ama ya hiçbir tedbiri, isabetli aklı olmayan bir çocuk, yahut kadın gelirse.. onunla da meşverette bulunalım mı? deyince,
Peygamber, “ Onunla da meşverette bulun, fakat ne derse onun zıddını yap, ona aykırı yola git” dedi.
Nefsini kadın bil, hattâ kadından da beter. Çünkü kadın cüzüdür, nefsinse şerrin küllü!
Nefsinle meşveret edersen o aşağılığın dediğine uyma, aksini yap;
Hatta sana namaz kıl, oruç tut diye emretse bile, nefis hilecidir, o emriyle bile sana bir hile kuracaktır.
2275. Yapacağın işde nefsinle meşveret etmek ve ne derse aksini yapmak kemaldir.
Onunla başa çıkamaz, onun inadına karşı koyamazsın. Yürü, bir dost kazan, onunla uzlaş!
Akıl, başka bir akıldan kuvvet bulur.Şeker kamışı, şeker kamışından kemal kazanır.
Ben, nefsimin hilesinden neler gördüm neler.. sihriyle akıl ve temyizi bile giderir!
Sana yeniden yeniye vaatlerde bulunur da binlerce kere bozar.
2280. Ömrün, sana yüzlerce yıl mühlet verse nefis, her gün yeni bir bahane bulur, sana mÂni olur;
Soğuk vaatleri sıcak bir surette söyler.O öyle bir sihirbazdır ki insanı kıskıvrak bağlar.
Ey hak ziyası Hüsamettin, gel.. bu çoraklıkta sensiz ot bitmiyor.
Bir velinin gönlünün kırılması yüzünden nefse uyanların önüne bir perde çekilmiştir.
Bu kazaya yapılacak ilâcı yine kaza bilir. Halkın aklı kazaya pek şaşkındır.
2285. Yola düşmüş bir kurt gibi olan o kara yılan, ejderha kesilmiştir.
Fakat ejderha da, yılan da senin elinde asâ kesilir, ey Musa’nın canını bile sarhoş eden, ey Musa’yı bile kendisinden geçiren!
Tanrı, sana “ Onu al, korkma, ejderha elinde asâ haline gelecek” hükmünü vermiştir.
Ey padişah, haydi, Yedi Beyzâyı göster.Kara gecelerden yepyeni bir sabah meydana getir.
Bir cehennem yandı, alevlendi. Ona üfür ey nefesi, denizin nefesinden üstün ve artık olan!
22120. Deniz, hilebazdır, sana bir köpük gösterir; cehennemdir, sana bir hararet izhar eder..
Onun için de gözüne ehemmiyetsiz görünür, bu suretle onu zebun görürsün, hışmın tepreşir.
Nitekim kalabalık askerde Peygamberin gözüne pek az göründü.
De Peygamber, tehlike görmeksizin onlara hücum etti. Eğer fazla görseydi çekinirdi.
Ey Ahmet o bir inayetti ve sen onun ehliydin. Yoksa gönlün kötüleşir bozulurdu.
2295. Tanrı, o zâhiri ve bâtınî savaşı ona da ehemmiyetsiz gösterdi, eshabına da.
Bu suretle de kolay şeyi ona kolaylaştırdı, güçten de artık yüz çevirmez oldu.
Düşmanı ona ehemmiyetsiz göstermek kutlu bir şeydi.Çünkü ona dost olan, yol yordamı öğreten Tanrı’ydı.
Fakat zafer için yardımcısı Tanrı olmayan kişiye gelince: Ona tavşan bile erkek aslan görünür!
Vay uzaktan yüzü bir görür de gururlanarak, savaşa girişirse!
2300. Zülfikâr bir harbe gibi, erkek aslan da bir kedi gibi görünür de,
Ahmak, yiğitçesine savaşa girişir, bu hileyle pençeye düşer.
Bu suretle ateşe tapanlar, ateşgedeye kendi ayaklarıyla gelmiş olurlar.
O iş sana bir saman çöpü gibi görünür. Hemencecik onu üfler, yerinden uçururum sanırsın.
Halbuki kendine gel, o saman çöpü, dağları bile yerinden söker. Onun yüzünden âlem ağlamaktadır, o ise gülmekte!
2305. Bu ırmak suyunun dibindeki topuk da görünür ama Uc-ibn-i Unuk gibi yüzlercesi onda boğulup gitmiştir!
Kan dalgası, misk tepesi.. deniz gibi, kuru toprak görünür.
Kör Firavun da o denizi kuru gördü de erlik gösterip içine at sürdü.
Fakat içine dalınca denizin dibini boyladı. Firavun’un gözü nasıl olur da görür?
Göz Tanrı yüzüyle görür. Hak, nerede her ahmağın sırdaşı olacak?
2310. Şeker görür ama o gık demeden öldüren zehir kesilir. Yol sanır, fakat yol gösteren esas, esasen gul sesinden ibarettir!
Ey felek, âhır zaman fitnelerine pek sıkı sarıldın, nihayet bir an mühlet ver!
Sen, bizim kastımıza çekilmiş keskin bir hançersin; bizi hacamat etmek için zehirli bir hacamat aletisin.
Ey felek, Tanrı’nın merhametinden merhamet öğren. Yılan gibi, karıncaların gönlünü yaralama!
Bu yapının üstünde senin çarkını döndüren hakkı için.
2315. Kökümüzü söküp çıkarmadan biraz da başka türlü dön, merhamete gel..
Emriyle önce dadılığımızı yaptığın, fidanımızı sudan, topraktan bitirdiğin Tanrı hakkı için;
Seni sâf yaratan, sen de bu kadar meşaleler meydana getiren padişah hakkı için.
O seni o kadar mamur ve baki bir hale soktu ki, Dehrî, nihayet senin evveline evvel yok sandı.
Şükür olsun ki senin evvelini bildik. Peygamberler sırrını söyledi.
2320. İnsan olan bilir ki o, sonradan yapılmalıdır. Fakat evde ağ kuran örümcek ne bilsin!
Sivrisinek ne bilir, bu bağ kimin? Baharın doğar, kışın ölür.
Tahta içinde sınık bir halde doğan kurt, tahtanın fidanlık halini bilir mi?
Bilse bilse o vakit mahiyeti itibariyle akıl sahibi olur, isterse sureti kurt olsun.
Akıl, kendini renk, renk, çeşit,çeşit gösterir, ama peri gibi o suretlerden fersahlarca uzaktır.
2325. Hatta peri de nedir ki? Melekten bile üstündür. Fakat sen sinek kanatlısın da onun için aşağılarda uçuyorsun.
Gerçi aklın, seni yüceliklere çekmekte; ama taklit kurşun aşağılıklarda yayılmakta.
Taklitten doğan bilgi canımızın vebalidir, iğretidir. Bizse o bizim malımızdır diye oturup kalmışız.
Bu çeşit akıldansa cahil olmak daha iyi.. deliliğe vurmak daha yeğ!
Faydanı nede görüyorsan ondan kaç. Zehir iç, Âbıhayatı dök!
2330. Seni öveni söv, kazancını, sermayeni müflise borç ver!
Eminliği bırak, korku yerine var. Namusu terk et, apaçık rüsvay ol!
Ben uzun uzadıya ilerisini düşünen aklı denedim. Bundan böyle divaneliğe vuracağım!
Seyyid’in “Niçin orospuyu aldın?” demesi üzerine Delkak’ın mazereti
Seyyid-i Ecel, bir gece Delkak’a “ Hemencecik bir orospuyu neden aldın?
Bunu bana söylemeliydin. Sana namuslu bir kız alırdık” dedi.
2335. Delkak “ Dokuz tane namuslu, temiz kadın aldım, hepsi orospu oldu. Derdimden eridim, bittim.
Bunun üzerine bu hiçbir işe yaramaz orospuyu aldım. Görelim bakalım, bunun sonu ne olacak?” dedi.
Ben, birçok defalar aklı sınadım. Bundan sonra bir tarla arayacak, oraya delilik tohumu saçacağım!
Birisinin kendisini deli gösteren bir uluyu hile ile söyletmesi
Birisi” Bir akıllı arıyorum, onunla meşverette bulunacağım, bir müşkülüm var, ona söyleyeceğim” dedi.
Bu sözü duyan da “ Şehrimizde kendisini deliliğe vuran birisi var, ondan başka akıllı yok.
2340. İşte bir sopaya binmiş, çocuklarla beraber koşup duruyor.
Rey ve tedbir sahibi, ateş parçası gibi bir adamdır.
Kadri gök gibi yüce, yıldızlar yağdırıcı bir zattır.
Kudreti, parlaklığı, Kerrûbilere can olmuştur. O, kendisini bu divanelikte gizlemiştir.” dedi.
Fakat her divaneyi kendine can sayma.. Sâmiri gibi buzağıya secde etme.
Bir veli sana gayb’a ait yüz binlerce şeyi, yüz binlerce sırrı apaçık söylese bile,
2345. Sen de o anlayış, o bilgi olmadıkça yine fışkıyı ödağacından ayırt edemezsin.
Veli, kendisine deliliği perde etti mi, ey kör, sen onu nasıl tanıyabilirsin?
Eğer yakîn gözün açıksa bak da her taşın altında bir erin gizli olduğunu gör!
Yol gösterici ortada, göz önünde; her Kelîm’in bir kilime bürünmüş olduğu meydandadır.
Veliyi meşhur eden yine velidir. Veli, kime dilerse nasip verir.
2350. Fakat deliliğe vurdu mu kimse akıl edip de onu anlayamaz.
Bir hırsız, körden bir şey çaldı mı kör, onu bulabilir mi hiç?
Hırsız, gelip ona çatsa bile kör, hırsız kimdir? Ne anlasın?
Köpek, kör yoksulu ısırsa bile kör, kendisini dalayan köpeği nereden bilecek?
Köpeğin kör bir dilenciye saldırması
Bir köpek, mahallede bir kör bir dilenciye savaş aslanı gibi saldırdı.
2355. Ay bile yoksulların izi tozunu gözüne sürme gibi çektiği halde, köpek, kızgınlıkla yoksullara saldırır.
Kör, köpeğin sesinden korktu, âciz oldu. Ona tâzim etmeye başladı:
“ Ey avcılar beyi, ey av aslanı, el senin elin (hüküm senin hükmün), benden el çek” demeye başladı.
Hakîmin biri de zaruret yüzünden eşeğin kuyruğunu ağırlamış, o kuyruğa Kerim lâkabını takmıştır.
Kör de zora gelince köpeğe “ Ey aslan, benim gibi arık birisini avlayıp da ne yapacaksın?
2360. Dostların çölde yaban eşeği avlamaktalar, sense mahallede kör avlıyorsun, bu ne kötü şey!
Dostların avda yaban eşeği arıyorlar, sen sokakta hile düzüp kör arıyorsun” dedi.
Bilgili köpek yaban eşeği avlar, bilgisiz köpekse köre kasteder.
Köpek bile, ilim öğrenince azgınlıktan kurtulur, ormanlarda helâl hayvanlar avlar.
Köpek bile âlim olunca savaşta çevikleşir.. köpek bile ârif olunca Eshâb-ı Kehif’ten olur.
2365. Köpek bile avcıları kimdir, anlar, tanır. Yarabbi, her şeyi tanıtan o nur nedir ki?
Körün tanıyamaması, gözü olmadığından değildir; bu, onun bilgisizlikten sarhoş olması yüzündendir.
Kör, bu yeryüzünden de daha gözsüz değil ya! Halbuki bu yer bile Tanrı inayetiyle düşmanı tanıdı!
Musa’nın nurunu gördü, ona iltifat etti, Karun’u ise tanıdı yere geçirdi.
Benlikte bulunan her kişiyi helâk etti, Tanrının “ Ya ard ublai” emrini anladı.
2370. Toprak su, yer ve kıvılcımlı ateş.. bizimle her şeyden habersiz fakat Tanrı ile her şeyden haberdardırlar.
Bizim ise onun aksine Hak’tan gayrı her şeyden haberimiz var da Hak’tan haberimiz yoktur. Tehditçilerden bihaberiz!
Hülâsa onların hepsi Tanrı emanetini yüklenmekten korktular, çekindiler. Fakat hayvanla karışınca bu çekinmeleri, bu çalışmaları körleşti, neticesiz bir hale geldi!
“ Hepimiz de halkla diri, Hak’la ölü bir hale gelen bu hayattan bîzarız” dediler.
Birisi, anası babası öldü mü yetim olur. Hak’la ünsiyet için kalb-i selim gerek!
2375. Hırsız, bir körden bir kumaş çaldı mı kör, bilmeden feryada başlar.
Fakat hırsız ona “Senin malını ben çaldım,ben hilebaz bir hırsızım” demedikçe,
Kör, hırsızı nereden bilecek? Gözünün nuru, gözünün ışığı yok ki!
Ama sesini duydun mu onu sımsıkı tut, koy verme de çaldığı şeyleri söylet.
Hırsızı yakalayıp, sıkıştırmak, çaldığını çırptığını söyletmek cihadı ekberdir.
2380. O , önce senin gözünün sürmesini çaldı. Onu elde ettin mi, yine gözlerine nur gelir.
Gönül’ün kayıp malı olan hikmet kumaşı, ehli dilden elde edilir.
Kör olan gönül, canı, kulağı,gözü olsa bile hırsız Şeytan’ın izini bulamaz, onu elde edemez.
Şeytanın izini bulmayı, hırsızı elde etmeyi, gönül ehli olanlardan um, bu işi onlardan iste; taştan topraktan değil. Çünkü halk, gönül ehline nispetle taş, topaç gibidir, âdeta cansızdır.
Danışacak adam arayan da o deliliğe vurmuş delinin huzuruna geldi, dedi ki : “ Ey kendini çocuk gösteren baba, bana bir sır söyle.”
2385. Veli dedi ki: “ Git bu halkayı çalıp durma. Kapı kapalı. Bu gün sır söylenecek gün değil, başka vakit gel.
Eğer Lâ mekân âleminde mekâna yer olsaydı ben de şeyhler gibi dükkânda oturur, alışverişe koyulurdum”
Muhtesibin,harap bir halde yere yıkılmış sarhoşu zindana dâvet etmesi
Muhtesip gece yarısı bir yere uğradı. Duvar dibinde bir adamın uyuduğunu gördü.
“ Hey, sarhoş musun,ne içtin? Söyle”dedi. Adam dedi ki: “ Testidekinden içtim!”
Muhtesip “ Söyle, testide ne var?” diye sordu. Adam, “İçtiğim şey” diye cevap verdi. Muhtesip, “ Bu gizli bir lâf.
23120. Ne içtin, içtiğin ne ?” diye sordu. Adam “ Testide gizli olan şey işte” dedi.
Bu sual cevap, birbirine ulanıp gitti.Muhtesip de eşek gibi çamura saplanıp kaldı.
Ona, “ Gel de bir ah de bakalım” dedi. Sarhoş söz söylerken “ Hu, hu” dedi.
Muhtesip, “ Ben sana ah dedim, hu, de demedim,sen hu diyorsun” deyince, adam, “ Ben neşeliyim, sen gamdan iki büklüm olmuşsun.
Ah; dertten , gamdan, zulümden olur. Sarhoşların bu hu’larıysa neşedendir.” dedi.
2395. Muhtesip, “ Ben şunu,bunu bilmem,kalk.Marifet satıp durma. Bu dırıltıyı bırak”dedi.
Adam, “Yürü be.. sen neredesin, ben nerede?” deyince, Muhtesip, “ Hadi kalk, zindana gel” dedi.
Sarhoş dedi ki: “ Be Muhtesip, beni bırak da yürü işine. Çıplak adamdan rehin alabilir misin sen?
Eğer benim yürümeye kuvvetim olsaydı burada yatar mıydım. Evime giderdim.
Eğer benim de aklım olsaydı, imkânını bulsaydım şeyhler gibi dükkân başında bulunurdum.”
Adam’ın halini anlamak için o ulu zatı ikinci defa olarak konuşturması
2400. O, büyük adamın ahvalini öğrenmek isteyen adam “ Ey sopayı at edinip binen atlı, bir an için olsun atını bu tarafa sür dedi.
Adam, “ Çabuk söyle, atım çok serkeştir, pek huyludur.
Çabuk ol ki seni tepmesin. Ne soracaksan açıkça sor bakalım” diyerek sopasını o tarafa sürdü.
Adam gönlündeki sırrı söylemeye imkân bulamadı. Ondan vazgeçip veliyi alaya aldı.
Dedi ki: “ Bu sokakta oturan kadınlardan birini almak istiyorum. Benim gibi bir adama acaba hangisi lâyık?”
2405. Veli, “ Dünyada üç türlü kadın vardır. İkisi zahmet ve mihnetten ibarettir, biri dâimi bir hazinedir.
Onu alırsan tamamıyla senin olur. İkincisinin yarısı senin olur, yarısı senden ayrı kalır.
Üçüncü ise hiç sana mal olmaz. Bunu duydun ya. Hadi şimdi yürü, ben gidiyorum.
Sen de durma atım seni tepelemesin. Yoksa bir düştün mü, bir daha kalkamazsın!” dedi.
Şeyh, sopasını sürüp çocukların arasına katıldı.O genç adam ona tekrar bağırdı.
2410. “ Gel de hiç olmazsa şunu etraflıca anlat. Bu söylediğin üç çeşit kadın kimlerdir? Onu bir söyle!”
Şeyh, yine onun yanına at sürüp dedi ki : “ Bakir, tamamıyla sana mal olur, gamdan kurtulursun.
Yarısı senin olan da duldur. Fakat hiçbir suretle sana mal olmayan, evlâdı olan kadındır.
İlk kocasından evlâdı olursa sevgisi de, bütün hâtıraları da oraya gider.
Hadi git, atım seni tepmesin.Uzaklaş, yoksa serkeş atımın nalı seni ezer!
2415. Şeyh yine hay huy edip sopasını sürdü, yine çocukları yanına çağırdı.
Adam tekrar bağırdı : “ Ey ulu padişah, bir sualim kaldı, gel!” dedi.
Şeyh tekrar o tarafa gelip “ Çabuk söyle, nedir? Çok duramam, çünkü o çocuk meydandan topumu kaptı!” dedi.
Adam “ Ey Padişah, bu kadar akla, edebe sahip olduğun halde bu ne divanelik, bu ne iş. Şaşılacak şey!
Sen söz söylerken Aklı Küllünde ötesindesin; bir güneş olduğun halde nasıl delilikle gizleniyorsun” dedi.
2420. Şeyh dedi ki:”Bu külhanbeyleri beni bu şehre kadı yapmaya karar verdiler.
Reddettim, imkânı yok. Senin gibi âlim , fâzıl kimse yok.
Şeriatta da senden aşağı birisini kendimize ulu yapmamıza müsaade yok.” dediler.
Bunun zoruyla kendimi deli gösterdim, deliliğe Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı eriyordum. Fakat hakikatte evvelce ne idiysem yine oyum benim ben.
2425. Aklım hazinedir, ben viraneyim. Deliyim hazineyi gösterirsem!
Divane odur ki divane olmadı, divane odur ki bu bekçiyi gördüğü halde evine girmedi.
Benim bilgim cevherdir, araz değil.Bu değerli bilgi, bir maksada erişmek için değil ki.
Ben şeker madeniyim, şeker kamışıyım, hem benden yetişmekte, hem ben yiyorum.
Bir bilgiyi işiten kişi beğenmez, kabul eylemez, feryat ederse o bilgi taklit bilgisidir, öğrenilerek elde edilmiştir.( adama mal olmamıştır.)
2430. Çünkü geçim elde edilmiştir, gönül aydınlatmak için değil. Bu ilim de, tâlibi gibi aşağılık dünya ilmidir.
Bazı adamlar, havas ve avama görünmek için ilim öğrenmek ister, bu âlemden halâs olmak için değil.
Böyle adam fareye benzer; her tarafı deler ama vuslat nurlarından gafildir.
Nuru, sahraya yol bulamadığı için ona bu karanlık kuyusu, hoş bir meskendir.
Fakat Tanrı, ona akıl kanadını ihsan ederse farelikten kurtulur, kuşlar gibi uçar.
2435. Kanat aramazsa yerin dibinde kalır, Simâk burcuna yol bulmaktan ümitsiz bir hale düşer.
Söze gelen ilim, cansızdır; satın alıcıların yüzüne âşıktır.
Münakaşa ve mübahase zamanı o ilim, büyük görünür ama alıcısı olmayınca ölür gider.
Halbuki benim müşterim Tanrı’dır. Beni o yüceltir, o satın alır.
Benim kanımın diyeti ululuk sahibi Tanrı’nın cemalidir. Ben kendi kan diyetimi yemekteyim, bu bana helâl bir kazançtır.
2440. Bu müflis alıcıları bırak. Bir avuç toprak, ne satın alabilir ki?
Toprak yeme, toprak alma, toprağı arama. Çünkü toprak yiyenin yüzü daima sapsarıdır.
Gönül ye de daima genç kal. Benzin, tecelliden erguvana dönsün!”
Yarabbi , bu ihsan bizim işimiz değil. Senin lûtfun, gizli lûtfe yol göstericidir.
Ey düşkünlerin ellerini tutan, elimizi tut. Bizi al.. perdeyi kaldır, perdemizi yırtma.
2445. Bizi bu murdar nefisten kurtar. Çünkü bıçağı kemiğimize kadar dayandı.
Ey tacı,tahtı olmayan padişah, bizim gibi biçarelerden bu kuvvetli bağı kim çözebilir?
Ey muhabbet ihsan eden muhabbetli Tanrı, böyle sağlam bir kilidi, senin fazlından başka kim açabilir?
Biz kendimizden vazgeçer, yüzümüzü sana tutarız.Çünkü sen, bize bizden yakınsın.
Bu dua da senin öğretmenledir, senin ihsanındandır. Yoksa külhanda nasıl olur da gül bahçesi yetişir?
2450. Kan ve bağırsak arasında kalmış olan anlayış ve akıl senin ikramından başka bir şey nakletmez ki,
İki parça yağdan çıkan bu ruhani nurun nurani dalgası göklere vurmakta..
Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta..
Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte.
Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Âlemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret.
2455. Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen “ O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar” âyetini oku artık.”
Peygamber Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem’in hastaya nasihat etmesi hikâyesinin sonu
Peygamber, o hastayı dolaştı, o ağlayıp inleyen zavallının halini hatırını sordu. Sonra dedi ki :
“ Acaba sen bir çeşit dua mı ettin, bilmeyerek bir zehirli aş mı yedin?
Hele bir hatırla bakayım, nefsin, hilesinden coşunca ne çeşit duada bulundun?”
Hasta “ Hiç hatırıma gelmiyor. Himmet et de hatırlayayım” dedi.
2460. Mustafa’nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı.
Her yanı aydınlatan Peygamber’in himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı.
Hakla bâtıl arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden parladı.
Dedi ki : “Ya Resulallah, bir hezeyandır ettim, şimdicek duamı hatırladım.
Daima günaha giriftar olup duruyordum. Denize düşenin yılana sarılması gibi önüme ne gelirse sarılıyordum.
2465. Sen, suçluları çok şiddetli azaplarla tehdit etmiştin.
Istıraba düştüm, çarem kalmadı. Bağ pek sıkı, kilit kapalıydı.
Ne sabredebiliyordum. Ne kaçacak, kurtulacak yer vardı. Ne tövbe etmeye bir ümidim kalmıştı, ne dayanmama imkân.
Elemden Harut’la Marut gibi ah ederek dedim ki : Ey yaratan Tanrı’m.
Harut’la Marut tehlikeden kurtulmak için Bâbil Kuyusunu dilediler.
2470. Gürbüz, akıllı, hatta sihirbaza benzer, her şeye muktedir oldukları halde onlar bile ahret azabını o kuyuda çekmek istediler.
İyi de ettiler, tam yerinde bir işti. Dumandan çekilen zahmet ateşe nispetle elbette kolaydır, ehemmiyetsizdir.
Ahiret âzabını tavsife imkân yoktur. Onun yanın da dünya azabının ehemmiyeti olamaz.
Ne mutlu o kişiye ki savaşır, çabalar, bedenine azap eder.
O cihanın azabından kurtulsun diye bu azap çekme ibadetine katlanır.
2475. Ben de, Yarabbi, bana o azabı hemencecik burada çektir de,
O âlemde rahat edeyim diye dua edip durmaktaydım. İstek kapısının halkasını bu suretle çalışıyordum.
Derken bu hastalığa tutuldum. Canım zahmetten âramsız bir hale düştü.
Zikrinden, evradımdan kaldım. Kendimden de haberim yoktu, iyiden, kötüden de.
Yüzünü görmeseydim; ey kutlu, ey kokusu güzel ve mübarek Peygamber ;
2480. Hayat kaydından tamamıyla sıyrılacaktım. Bana padişaha lütfedip derttaş oldun da bu gamdan kurtardın”
Peygamber, “ Ne yaptın? Sakın bir daha bu duada bulunma. Kendi kökünü kendin kazıp sökme.
Ey zayıf karınca, senin ne takatin var ki böyle bir yüce dağı yüklenmeye kalkışıyorsun ! ” dedi.
Adam dedi ki : “ Sultanım, tövbe ettim. Bir daha böyle bir cürette bulunmam, böyle bir lâf etmem.”
Bu cihan bir çöldür, sen Musa’sın. Biz de günahımız yüzünden çölde iptilâlara uğramış kişileriz.
2485. Yılarcadır yol görüyoruz, fakat sonunda yine ilk konakta esiriz.
Musa’nın kavmi bir hayli yol aldıkları halde sonunda yine kendilerini ilk adım attıkları yerde buldular.
Musa’nın gönlü bizden razı olsaydı, bu çöle bir yol, bir uç bulunurdu.
Fakat bizden tamamıyla usanmış olsaydı hiç yemeğimiz gökten gelir miydi?
Bir taş parçasından kaynaklar coşar mıydı, çölde canımızı kurtarabilir miydik?
Hattâ bundan vazgeçtik, yemek yerine üstümüze ateş yağar, konduğumuz bu konakta alevlenir, yanardık.
24120. Musa, bizden hem hoşnut, hem değil.. gâh dostumuz, gâh düşmanımız.
Hışımı; pılımızı, pırtımızı ateşlemekte.. hilmi belâya siper olmakta.
Nasıl olur da hem hilimle muamele eder, hem hışımla? Fakat ey aziz Tanrı, bu senin lütfundan, bu lütuf, az görülmüş, bir şey değil ki.
Adamın karşısında bulunan kimseyi yüzüne karşı methetmesi hoş bir şey değil. Onun için Musa’nın adını mahsus anıyorum.
Yoksa değil Musa, kim olursa olsun.. senin karşında başka birinden bahsetmem yaraşır mı?
2495. Bizim ahitlerimiz yüzlerce, binlerce defa bozuldu. Fakat senin ahdin dağ gibi , yerinden bile oynamıyor.
Bizim ahdimiz saman çöpüne benzer, her çeşit rüzgâra karşı zebundur. Senin ahdinse dağ gibi, hattâ yüzlerce dağdan da kuvvetli.
O kuvvet hakkı için ey renklere sahip olan, bizim renkten renge girişimize bir acı!
Kendimizi de gördük, rüsvay oluşumuzu da.Padişahım, bizi fazla imtihana çekme.
De ey kerem sahibi ve yardımı istenen Tanrı, öbür ayıplarımızı, öbür kötülüklerimizi gizli bırak.
2500. Sen cemalde, kemalde sonsuzun; biz eğrilikte sapıklıkta sonsuz!
Şu bir avuç aşağılık kişililerin kötülükteki sonsuzluğunu sonsuz lütfunla, cemal ve kemalinle ört.
Aman elbisemizden zaten bir tek iplik kaldı. Bir şehirdik, tek bir duvarımız yerinde.
Ey sahibimiz, şu kalanı koru, şu kalanı koru da Şeytan, tamamıyla sevinmesin.
Bizim hatırımız için değil, suçluları yine arayıp kayırdığın o kadim lütfun hakkı için Yarabbi.
2505. Madem ki kudretini gösterdin, merhametini de göster,ey et ve yağ parçalarına merhametler ihsan eden Tanrı.
Eğer bu dua gazabını arttırıyorsa ulu Tanrı, sen bize bir dua öğret.
Nitekim Âdem cennetten çıkınca ona tövbe etmeyi nasip ettin de kötü Şeytan2dan kurtuldu.
Şeytan da kimdir ki Âdemden üstün olsun, böyle bir düzenle oyunu kazansın, onu alt etsin.
Bunların hepsi de hakikatte Âdem’in faydasını temin etti. Şeytan’ın hilesi, düzeni, o hasetçiye lânet edilmesine sebep oldu.
2510. Şeytan, bir oyunu gördü de iki yüz oyunu göremedi. O yüzden kendi evinin direğini kendisi kesti.
Gece vakti başkalarının ekinini ateşlemek istedi, fakat yel, ateşi kendi ekinine sürdü.
Lânet, Şeytana bir gözbağı oldu, bu yüzden hileyi düşmanı olan Âdem’e ziyan sandı.
Lânet dediğin de işte insanı böyle ters görüşlü yapar. Hasetçi, kendini görür, beğenir, kindar bir hale gelir.
Nihayet kötülüğün, sonunda dönüp kötülükte bulunana geleceğini, ona ziyan vereceğini anlamaz.
2515. Kendisini mat edecek şeylerin hepsini aksine görür. Halbuki mat olan kendisidir, kendisi ziyan eder!
Çünkü kendisi bir hiçten ibaret olduğunu görse, yarasının öldürücü ve şiddetli olduğunu bilse,
Böyle görüş, böyle biliş ,adamın gönlünü dertlendirir. Dert de onu hicaptan çıkarırdı.
Anaları doğum ağrısı tutmasa çocuk doğmaya hiçbir yol bulamaz.
Bu emanet gönüldedir, gönülde gebe.Bu nasihatlerse ebeye benzer.
2520. Ebe “ Kadının ağrısı yok, ağrı lâzım, ağrı çocuğa yoldur” der.
Dertsiz kişi yol vurucudur, dertsizlik “Enel Hak- ben Hakk’ım” demektir.
Bu “Ene” sözünü vakitsiz söylemek; lânete düşmektir, “ Ene” yi vaktinde söylemek rahmettir.
Mansur’un “ Ene” deyişi, şüphe yok ki rahmetten ibarettir; fakat Firavunun “ Ene” deyişine bir bak, lânetin ta kendisi!
Hulasa vakitsiz öten her horozun ibret için başını kesmek gerekir.
2525. Baş kesmek nedir? Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek.
Bu da öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesini çıkarmak gibidir.
Taşla tepelenme belâsından kurtulsun diye yılanın zehirli dişini sökersin ya!
Nefsi, pirin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. O nefis öldürenin eteğine sımsıkı sarıl.
Eteğini sıkıca tuttun mu , bu, Tanrı tevfikidir. Sende beliren her kuvvet, onun seni çekişinden, dileyişinden meydana gelir.
2530. “ Ma remeye iz remeyte” iyi bil. Canın nesi varsa canlar canındandır.
Elini tutan, yükünü yüklenen odur. Her an, her nefes, o anı, o nefesi ondan um!
Onun feyzine geç mazhar olduysan gam yeme. Bilirsin ki ihmal etmez, imhal eder.
Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an seninledir.
Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen adamakıllı düşünerek “Vedduha” suresini okuyuver!
2535. Eğer sen kötülükler de ondandır dersen öyledir ama bundan onun kemaline noksan mı gelir ki?
Bu kötülük ihsanı da onun kemalindendir. Dinle ulu kişi, sana bir misal getireyim:
Meselâ ressam iki türlü resim yapar: Güzellerin resimleriyle,çirkin resimleri.
Yusuf’un, yaratılışı güzel hurinin resmini de yapar, ifritlerin,çirkin iblislerin resmini de.
İki türlü resim de onun üstatlığının eseridir.Bu,ressamın çirkinliğine delil olamaz, bilâkis üstatlığına delildir.
2540. Çirkini gayet çirkin olarak yapar, o derecede ki bütün çirkinlikler, onun etrafında döner, örülür.
Bu suretle de bilgisindeki kemal meydana gelir, üstatlığını inkâr eden rüsvay olur.
Eğer çirkinin resmini yapmayı bilmezse ressam, nâkıstır. İşte bu yüzden Tanrı hem kâfirin yaratıcısıdır, hem müminin.
Bu yüzden küfür de Tanrı’lığına şahittir, iman da. İkisi de ona secde eder.
Fakat bil ki müminin secdesi dileyerektir. Çünkü mümin, Tanrı rızasını arar, maksadı onun rızasını almaktır.
2545. Kâfir de istemeyerek Tanrı’ya tapar ama onun maksadı başkadır.
Padişahın kalesini yapar amam beylik dâvasındadır.
Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer.
Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki sahibi olmak için değil.
Çirkin, “ Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de yaratmaya kaadirsin, çirkini de” der.
2550. Güzel de “ Ey güzellik padişahı, beni bütün ayıplardan arıttın” der.
Peygamber Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem’in nasihat etmesi ve hastaya dua öğretmesi
Peygamber, o hastaya dedi ki: “ Sen, şunu söyle; Tanrı, sen bize güçlükleri kolaylaştır.
Dünya yurdunda bize iyilik ver, ahiret yurdunda da.
Yolumuzu gül bahçesi gibi lâtif bir hale getir, ey Yüce Tanrı, konağımız zaten sensin.”
Müminler mahşerde derler ki; “ Ey melekler, cehennem müşterek bir yol değil miydi?
2555. Mümin de oraya uğrayacaktı, kâfir de. Fakat biz bu yolda ne duman gördük, ne ateş.
İşte burası cennet, emniyet yurdu. Peki o aşağılık uğrak nerede?”
Melekler derler ki: “ Hani geçerken filân yerde gördüğümüz o yemyeşil bahçe vardı ya.
Cehennem, o şiddetli azap yurdu, işte orasıydı. Fakat size bağlık, bahçelik, yeşillik bir yer oldu.
Siz, bu cehennem huylu, kötü suratlı, ateş meşrepli nefsi.
2560. Çalışıp, çabalayıp tertemiz bir hale getirdiniz; Tanrı için ateşi söndürdünüz:
Şulelenip duran şehvet ateşini takva yeşilliği, hidayet nuru haline soktunuz; Hırs ateşiniz hilim, bilgisizlik karanlığı ilim oldu;
Hırs ateşini attınız; o ateş diken gibiydi, gül bahçesine döndü..
Mademki siz kendinizdeki bütün ateşleri bizim için söndürdünüz, bu suretle de zehir, bal haline geldi.
2565. Madem ki ateşe mensup olan nefsi bir bahçe yapıp oraya vefa tohumları ektiniz,
Oradaki zikir ve tespih bülbülleri, yeşillikte, ırmak kıyısında güzel bir tarzda ötüşmeye koyuldular.
Tanrı’ya, çağırana icabet ettiniz, nefis cehennemine su serptiniz.
Bizim cehennemimiz de size yeşillik, gül bahçesi, ağaçlık haline geldi.”
Oğul, ihsanın karşılığı nedir? Lütuf, ihsan ve en değerli sevap.
2570. Siz, biz kurbanız, varlık, iyilik vasıflarına karşı fâniyiz:
Kalleşsek de, divaneysek de o sâkinin, o kadehin sarhoşlarıyız;
Onun hükmüne, onun fermanına baş koymakta, tatlı canımızı ona peşkeş sunmaktayız.
Sevgilinin hayali, gönüllerimizde oldukça; işimiz, kulluk ve can vermedir, demediniz mi?
Nerede bir belâ çırağı uyandırdılarsa orada yüz binlerce âşığın canını yaktılar.
2575. Evin içinde ki âşıklar, sevgilinin cemali çırağına pervanedirler.
Gönül, seninle nurlanan yere, belâlardan sana siperlerden olanların meclisine,
Sana canlarında yer verenlerin, seni şaraplarla dopdolu bir kadeh haline getirenlerin yanına git!
Onların canlarında yurt kur; ey aydın dolunay, gökyüzünde mekân tut!
Onlar, sana sırları belirtmek için Utarit gibi gönül defterini açarlar.
2580. Madem ki yerin yurdun yok.. bildiklerin yanına var, ay parçasıysan kâmil ve tamam bir aya yüz vur!
Cüz’ün, küllünden çekinmesi de ne oluyor? Muhalifle bu kaynaşma da ne?
Cinse bak, bir nev’ile karışınca, o cinsin nev’i olmuş.. gayıpları gör, ayn’ın nuru ile ayn kesilmiş.!
Be akılsız, karı gibi işvelendikçe, yalana işveye kalkıştıkça, nasıl üst olacaksın?
Halkın seni övmesini, sana yaltaklanmasını, halkın tatlı ve kandırıcı sözlerini alıyor, altın gibi cebine indiriyorsun!
2585. Sana Padişahların sövmesi, vurması, sapıkların övmesinden daha iyidir .
Padişahların tokadını ye de aşağılık kişilerin balını yeme.. bu suretle er olanların ikbali yüzünden sen de bir er ol.
Çünkü onlardan hil’at gelir, devlet gelir. Onlar, ruhun penahında cesedi, can haline getirirler.
Nerede bir çıplak, bir yoksul görürsen bil ki bir kâmilden kaçmıştır.
Gönlünün dilediğini yapmak, o kör, o kötü ve sermayesiz gönlün istediğini yerine getirmek için bir üstattan firar etmiştir.
25120. Eğer ustanın dilediğine uysaydı kendisini de bezerdi, akrabasını da .
Dünyada kim ustadan kaçarsa, devletten kaçar; bunu böyle bil.
Ten kazancında bir sanat öğrendin, din sanatına da bir el ur!
Dünyada elbisen var, zenginleştin; fakat bu âlemden gidince nasıl edeceksin?
Ahiret için de bir sanat öğren ki mağfiret kazancını elde edesin.
2595. O cihan da pazarla, kazançla dolu bir şehirdir. Zannetme ki kazanma yalnız bu âlemdedir ve bu kazanç kâfidir!
Ulu Tanrı “ Bu cihanın kazancı, o kazancın yanında çocuk oyuncağıdır” dedi.
Hani bir çocuk, öbür çocuğun üstüne yürür, onunla konuşuyor birleşiyor gibi hareketlerde bulunur ya..
Çocuklar, dükkâncılık oynarlar ya.. fakat zaman geçirmeden başka, ellerine bir şey girmez.
Gece gelip çatar, çocuk evine aç döner, Öbür çocuklar giderler, tek başına kalakalır.
2600. Bu âlem oyun yeridir, ölüm de gece. Geri döner gidersin, fakat kese bomboş,sen de yorgun argın!
Be serkeş herif, din kazancı; aşktır, gönül cezbesidir, Hak nuruna kabiliyettir.
Bu aşağılık nefis, senden fâni kazanç ister. Fakat niceye bir aşağılık şeyleri kazanıp duracaksın, bırak artık, yeter.!
Aşağılık nefis eğer senden yüce bir kazanç dilese bile bu dilekte hile ve düzen vardır.
İblis’in Muaviye’yi “Kalk,namaz vakti geldi” diye uyandırması
Rivayet ederler : O Muaviye köşkünde bir bucakta uyumuştu.
2605. Köşkün kapısı içerden kilitliydi, çünkü Muaviye halkın gelip gitmesinden yorulmuştu.
Ansızın birisi onu uyandırdı. Muaviye gözünü açınca adam gözden sır oldu.
Kendi kendisine, “ Köşke kimse giremez. Bu küstahlıkta, bu cürette bulunan kim acaba?” dedi.
Etrafı dolaştı, gizlenen adamdan bir nişan bulmak için her tarafı araştırdı.
Kapı ardında bir herif gördü. Adam kapıya sinmiş, yüzünü perde ile örtmüş gizlenmişti.
2610. Muaviye “Hey sen, kimsin, adın ne ?” diye sordu. Adam “ Adım açıkça söyleyeyim, Şaki İblis” diye cevap verdi.
Muaviye “ Niye gayret ettin, beni niçin uyandırdın? Bana doğru söyle, aykırı konuşma” dedi.
İblis’in Muaviye’yi eşekten düşürmesi,kapalı konuşup bahaneler etmesi,Muaviye’nin ona cevap vermesi
Şeytan “ Namaz vakti geldi. Hemen mescide koşmak gerek.
Mustafa, mâna incisini delerek “ Acele edin, ibadetleri vakti geçmeden yapın buyurdu” dedi.
Muaviye “ Hayır, hayır senin böyle bir maksadın olmaz. Bana hayra delil olasın, imkânı mı var?
2615. Hırsız, evime gizlice giriyor da “ Bekçilik ediyorum” diyor.
Ben o hırsıza nasıl inanayım? Hırsız, sevabı, ecri ne bilir” dedi.
Yine İblis’in Muaviye’ye cevap vermesi
Şeytan dedi ki: “ Biz, evvelce melektik. İbadet yoluna canla başla düzülmüştük .
Yol saliklerine mahremdik, Arş sakinlerine hemdem,
ilk sanat gönülden çıkar mı? İlk sevgi nasıl olurda unutulur?
2620. Seferde Rum diyarı ehlinden birisini, yahut Huten’li birisini görmekle vatan sevgisi kalbinden çıkar mı?
Biz de bu şarabın sarhoşlarındandık, biz de kapısının âşıklarındandık.
Göbeğimizi onun sevgisiyle kestik, sevgisini canımıza ektiler.
Zamanede güzel günler gördük, baharda rahmet suları içtik.
Bizim varlığımızı da “ Onun fazıl” ve ihsan eli ekmemiş midir? Bizi de yoktan yaratan o değil mi?
2625. Ondan nice lûtuflar görmüşüz, rıza gülistanında nice dolaşmışız.
Başımıza rahmet elini koyar, bize de lûtuf çeşmelerini izhar ederdi.
Ben daha çocukken, süt emiyorken beşiğimi kim salladı? O!
Onun sütünden başka kimden süt emdim, onun tedbirinden başka beni kim yetiştirdi?
Vücuda sütle giren huyu, çıkarmaya kimin iktidarı vardır?
2630. Kerem denizi bir itapta, bulunsa bile, kerem kapılarını kapalı bırakır mı?
Onun, asıl peşin ihsan ettiği para, lûtuf ve vergisidir.Kahırsa, o paranın üstüne konmuş arızi bir tozdan ibarettir.
Âlemi lûtfetmek için yarattı. Zerrelere, onun güneşi riayetlerde bulundu.
Ayrılık bile, onun kahrından doğmakla berber vuslatın kadrini bilmek içindir.
Bu suretle diler ki ayrıldığı, canın kulağını bursun, onu tedibetsin de can, vuslat günlerini bilsin.
2635. Peygamber “ Tanrı, âlemi yaratmadan maksadım, ihsan etmekti.
Yarattım ki benden bir fayda görsünler, balıma parmaklarını bansınlar.
Ben bir fayda göreyim, çıplak adamdan bir libas elde edeyim diye yaratmadım, dedi” buyurmuştur.
Birkaç gün oldu ki beni huzurundan kovdu. Fakat yine gözüm onun güzel yüzünde.
Böyle bir yüzden bu çeşit kahra uğramak şaşılacak şey.Herkes sebeple meşgul olup durmakta.
2640. Halbuki ben sebebe bakmam. Çünkü sebep sonra meydana gelen bir şeydir. Sonradan meydana gelen bir şeyin varlığına sebep olur.
Ben ezeli lûtfa bakar, sonradan meydana geleni yırtar, iki parça ederim.
Tutalım, Âdem’e secde etmemem hasettendi. Ama o haset de aşktan meydana geldi; inattan, inkârdan değil.
Her haset, şüphesiz dostluktan meydana gelir. Sevgiliyle başkaları bir arada oturunca haset baş gösterir.
Aksırana “ Çok yaşa “ demek dostluktan olduğu gibi, kıskançlık da dostluğun şartıdır.
2645. Onun oyununda bundan başka bir oyun yoktu ki? Oyna dedi, ben ne bilirim ki ona katayım?
Bir tek oyunum vardı, oynadım, kendimi kaldırıp belâya attım.
Belâda da onun lezzetlerini tatmak istedim, ona mat oldum, ona mat oldum, ona mat oldum!
Ey ulu kişi, bu altı cihetli âlemde kim, kendisini altı duygu kapısından kurtarabilir ki?
Altının cüz’ü, nasıl olurda küllünden kurtulur? Hele keyfiyetsiz Tanrı onu eğri yaratmışsa!
2650. Bu altı cihet içinde ateşe dalmış kişiyi ancak altı ciheti yaratan Tanrı kurtarabilir.
Küfür olsun, iman olsun.. onun eliyle dokunmadır, onundur.”
Muaviye’nin tekrar İblis’e İblis’in hilelerini anlatması
Emîr ona dedi ki: “ Bunlar doğru. Fakat bunlardan senin payın eksik.
Sen, benim gibi yüz binlerce kişinin yolunu urdum delik deldin, hazineye girdin!
Hem ateş ve neft olasın, hem yakmayasın, buna imkân var mı? Kimdir ki senin elinden elbisesi yırtılmamış olsun!
2655. Ey, ateş senin tabiatın yakmaktır, bir şeyi yakmaman mümkün değil.
Tanrı seni yakıcı bir hale getirmiş, bütün hırsızların üstadı etmiştir. İşte lânet budur.
Tanrı ile yüz yüze konuştum. Ey düşman, senin hilene karşı ben kim oluyorum?
Senin marifetlerin, ıslık sesi gibidir, kuşların seslerine benzer, fakat kuş avlar.
O, yüz binlerce kuşun yolunu urmuştur. Kuş,âşina bir kuş geldi sanıp aldanmıştır.
2660. Havada uçarken ıslık sesini duyunca havadan iner, burada esir olur.
Nuh’un kavmi senin hilenden feryada düşmüşler, gönülleri yanmış, göğüsleri paramparça olmuştur.
Cihanda Âd kavmine rüzgârı sen yolladın, onları azaplara, mihnetlere sen düşürdün.
Lût kavminin başına taş yağmasına sen sebep oldun. O kara suyun içinde, senin yüzünden boğuldular.
Nemrut’un beyni, senin yüzünden döküldü binlerce fitneler meydana getiren Şeytan!
2665. Filozof, zeki Firavunun aklı körleşti, senin yüzünden bir şey anlamaz oldu.
Ebulehep de senin yüzünden naehil,oldu.Ebülhakem de senin yüzünden Ebucehil kesildi.
Ey bu satrançta nam için yüz binlerce ustayı mat eden!
Ey müşkül oyunlarıyla gönülleri yakan ve gönlüne merhamet gelmeyen!
Sen hile denizisin, halk bir katradan ibaret. Sen dağ gibisin, selim kalpli insanlara ancak bir zerre!
2670. Ey düşmanlık edip duran Şeytan, senin hilenden kim kurtulabilir? Hepimiz tufana gark olmuşuz. Ancak Tanrı’nın koruduğu müstesna.
Nice saadetli yıldız, senin yüzünden ihtiraka düşmüştür. Nice askerler, nice topluluklar, senin yüzünden darmadağın olmuştur!”
İblis’in Muaviye’ye cevap vermesi
İblis Muaviye’ye dedi ki: “ Bu bağı çöz. Ben, kalpla halis için mehenğim.
Hak, beni aslanla köpeği imtihan etmek için yarattı, halisle kalpı ayırt etmek için halk etti.
Ben, kalpın yüzünü ne vakit karartmışım.Kuyumcuyum ben, ona daima değerini verdim.
2675. İyilere yol gösteririm, kuru dalları keserim. Bu otları niye ortaya koyarım?Hayvan hangi cinstendir, meydana çıksın diye.
Kurt, ceylândan bir yavru doğursa onun kurt, yahut ceylân oluşunda şüphe edilir.
Önüne otla kemik koy. Bakalım hangisine tezce adım atacak, hangisine meyledecek?
Eğer kemiğe gelirse köpektir, ota meylederse şüphe yok, ceylân cinsindendir.
2680. Kahırla lûtuf, birbirine eş oldu. Bu ikisinden bir hayır ve şer âlemi doğdu.
Sen otla kemiği göster, nefis ve can gıdasını arz et.
Nefis gıdasını isterse aşağılıktır, ruh gıdasını isterse serverdir.
Tene hizmet ederse eşektir. Can denizine dalarsa inci bulur.
Gerçi bu ikisi birbirine aykırı, hayır ve şerdir ama ikisi de bir iş başındadır.
2685. Peygamberler, ibadetlerini arz ederler, düşmanlar şehvetlerini.
Ben iyiyi nasıl kötüleştirebilirim? Tanrı değilim ya! Ben bir davetçiyim, onları yaratan değil!
Güzeli çirkin yapabilir miyim? Rab değilim ki. Güzele çirkine bir aynayım.
Hintli, bu, adamı kara suratlı gösteriyor diye aynayı yaktı.
Ayna dedi ki: suç benim değil. Benim yüzümü cilâlayana kabahat bul!
O beni gammaz yaptı, çirkin kimdir, güzel kim? Söyleyeyim diye o, beni doğru sözlü etti.
26120. Ben şahidim, şahidi zindana atmak nerede görülmüş? Zindan ehli değilim. Tanrı şahidimdir.
Ben de nerede meyveli bir ağaç görürsem onu dadı gibi besler, yetiştiririm.
Fakat nerede bir acı ve kuru ağaç görürsem fışkı, miskten kurtulsun diye keserim.
Kuru ağaç, bahçıvana “ Yiğit, suçsuz,günahsız niye benim başımı kesiyorsun?” der.
Bahçıvan der ki: “ Sus, kötü huylu. Kuruluğun suç olarak yetmez mi?”
2695. Kuru ağaç “Ben doğruyum, eğri değil. Niçin suçum yokken beni kesiyorsun der?” der.
Bahçıvan der ki: “ Kutlu bir şey olsaydın da keşke eğri olsaydın, fakat yaş olsaydın!
Öyle olsaydın Âbıhayatı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun.
Tohumun kötüymüş, aslın kötüymüş, güzel bir ağaca ulaşamamışsın.
Güzel bir ağaç dalı, kötü bir ağaca aşılansa o güzellik, kötü ağacın tabiatını da güzelleştirir.”
Muaviye’nin Şeytan’a kızıp sert muamelede bulunması
2700. Emîr, Şeytana dedi ki: “ Ey yol urucu, delil getirme. Beni kandırmağa yol bulamazsın, yol arama.
Sen bir dolandırıcısın ben de garip bir tâcirim. Getirdiğin her elbiseyi nasıl alabilirim?
Kâfirlik edip pılımın, pırtımın etrafında dolaşma. Sen hiç kimsenin malına müşteri değilsin.
Dolandırıcı müşteri olamaz. Müşteri gibi görünse bile bu, hileden, düzenden ibarettir.
Kim bilir, bu hasetçinin kabağında ne var? Tanrı, bu düşmanın elinden bizi kurtar, feryadımıza yetiş!
2705. Bir kere daha bana üfürür, beni bir kere daha afsunlarsa bu hırsız, hırkamı kaptı gitti!
Onun bu sözü duman gibidir. Ey Tanrı, elimi tut, yoksa kilimim elden gider.
Bir delil getirmekle İblis’e üst olamam.Çünkü o, her yüce, her aşağılık kişinin fitnecisi, imtihancısıdır.
“ Allemel esma” ya bey olan Âdem bile bu köpeğin yıldırım gibi koşuşuna karşı yaya kalmıştır.
Şeytan,onu bile cennetten yeryüzüne atmıştır. Âdem bile Simâk burcundayken balık gibi onun oltasına düşmüş,
2710. “ Rabbenâ, zalemnâ” diye ağlayıp feryat etmiştir. Onun hilesine, düzenine nihayet yoktur.
Onun her sözünde bir şey vardır, her sözünde yüz binlerce sihir gizlidir.
Erlerin erliklerini bir nefeste bağlar; kadının erkeğin hevesini bir nefeste arttırır.
Ey halkı yakıp yandıran fitneci İblis, niçin beni uyandırdın? Doğruyu söyle!
Şeytan, “ Kötü zan sahibi olan kişi, yüz nişan da olsa doğruyu işitmez.
2715. Bir gönül, hayale düştü mü delil getirsen bile hayali artar.
Söz, o gönülde illet haline gelir; gazinin kılıcı hırsıza âlet olur.
Bu takdirde, öyle adama verilecek cevap susmaktan ibarettir.Ahmakla konuşmak deliliktir.
Ey ahmak, benim şerrimden Tanrı’ya ne ağlayıp sızlanıyorsun? Sen, o aşağılık nefsinin şerrinden ağla, sızlan!
Sen helva yersin, çıban olur; sıtmaya tutulursun, sıhhatin bozulur.
2720. Sonra da İblis’e suçu yokken lânet edersin. Niçin o şeytanlığı kendinde görmezsin?
Bu, ey azgın, İblis’ten değil,sendendir. Tilki gibi kuyruk peşinde koşup durmaktasın.
Yeşillikte bir kuyruk gördün mü o tuzaktır, bunu niye bilmiyorsun?
Bilmiyorsun, çünkü kuyruğa meylin seni bilgiden uzaklaştırdı, gözünü, aklını kör etti.
Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder; düşmanlığa kalkışma, bu cinayeti, kara nefsin işledi.
2725. Bana suç bulma , aykırı görme.Ben, kötülükten de bizarım, hırstan da, kinden de!
Bir kere kötülük ettim, hâlâ pişmanım; gecem gündüz olsun diye bekleyip duruyorum.
Halk arasında müttehim oldum, herkes, kadın olsun erkek olsun kendi işini bana isnat ediyor.
Zavallı kurt, aç bile olsa uyduruyor diye itham edilir.
Zayıflıktan yol yürümeye kudreti olmasa bile çok yemeden imtilâ olmuştur derler” dedi.
Muaviye’nin tekrar İblis’e ısrarı
2730. Muaviye dedi ki: “ Seni doğruluktan başka bir şey kurtaramaz. Adalet, seni doğruluğa davet etmekte.
Doğru söyle de elimden kurtul. Hile , savaşımın tozunu yatıştıramaz.”
Şeytan, “Ey hayal kuran, düşüncelere dalan, doğruyu, yalanı nasıl anladın?” dedi.
Muaviye, “ Peygamber, nişanesini bildirmiş, kalpla sağlamı anlamak için mehenk vermiş;
“ Yalan kalplerde şüphe uyandırır, doğru kalplere emniyet ve neşe verir “demiştir.
2735. Gönül, yalan sözden istirahat bulmaz.Suyla yağ karışık olursa çırağ aydınlık vermez.
Doğru söz kalbe istirahat verir. Doğru sözler, gönül tuzağının taneleridir.
Gönül hasta olur, ağzı kokarsa ancak o vakit doğruyla yalanın tadını almaz.
Fakat gönül ağrıdan illetten salim olursa, yalanla doğrunun lezzetini adamakıllı bilir, anlar.
Âdem’in buğdaya hırsı artınca bu hırs, gönlünden sıhhati, selâmeti kapıp götürdü.
2740. Senin yalanına, işvene kulak astı, aldanıp öldürücü zehri içti.
O anda akrebi buğdaydayken ayırt edemedi. Hevesle mest olan kişinin temyizi uçup gider.
Halk, arzu ve heva sarhoşudur. Onu için senin yalanını dinler.
Fakat hevadan vazgeçen, gözünü sırlara âşina etmiştir.
Kadı’nın kadılıktan şikâyeti,naibinin ona verdiği cevap
Birisini kadı yaptılar. Ağlayıp inlemeye koyuldu. Naip “ Kadıya bu ağlama nedir diye?
2745. Ağlamak, feryat etmek zamanı değil.. sevinecek, kutlanacak zamanın “ dedi.
Kadı, bir ah edip dedi ki: “ Gönlüne hâkim olmayan, işin iç yüzünü bilmeyen kimse nasıl hükmedebilir? O, işin hakikatini bilen iki kişi arasında bir cahilden başka bir şey değildir ki.
O iki hasım , ne yaptıklarını bilirler.Zavallı, kadı o iki kişinin hilesini ne bilsin?
Hallerini bilmez, gafildir. Böyle olduğu halde kanlarına, mallarına nasıl hükmedecek?”
Naip “ Hasımlar, bilgili ama illetlidir. Halbuki sen, cahilsin ama şeriat mumusun.
2750. Çünkü sende bir kasıt ve illet yok. İşte şu illetsizlik yok mu? Gözlerin nurudur.
O iki bilgiyi, garazları kör etmiştir. Bilgilerini de kasıtları, illetleri mezara tıkmıştır.
Kasıtsızlık, bilgisizi âlim yapar, kasıt ve garaz, ilmi aykırı bir hale sokar, zulüm haline koyar.
Sen rüşvet almadıkça kör değilsin, fakat tamah ettin mi körsün, kul köle kesilirsin” dedi.
Ben hevadan vazgeçmişim, şehvet lokmalarını az yemişim.
2755. Gönlümün tat alma duygusu aydın.. doğruyu yalandan ayırt eder.
Muaviye’nin İblis’i söyletmesi
Sen niçin beni uyandırdın? Be hilebaz, sen uyanıklığa düşmansın.
Sen, afyona benzersin, daima uyutursun. Şaraba benzersin, aklı, bilgiyi giderirsin.
Seni çarmıha gerdim. Haydi doğru söyle. Ben doğruyu bilir, anlarım, hileye sapma.
Ben herkesten, tabiatında, huyunda ne varsa, neye sahipse onu ararım.
2760. Sirkeden şeker lezzetini aramam. Karı tabiatlı erkeği asker yerine saymam.
Gâvurlar gibi, bir putun Hak oluşunu, yahut Hak’tan bir alâmet, bir nişan buluşunu ummam.
Fışkıdan misk kokusunu istemem. Irmak içinde kuru kerpiç araştırmam.
Ağyar olan Şeytan’dan beni hayır için uyandırmayı ummam.”
İblis, birçok hileye, düzene kalkıştıysa da Emîr, onun inadını, inkârını dinlemedi.
İblis’in ,hilesini Muaviye’ye doğru söylemesi
2765. Bunun üzerine sözü ağzının içinde geveleyerek dedi ki: “ Ey Muaviye, ben seni şunun için uyandırdım:
Cemaate yetişesin, devletli Peygamber’in ardında namaz kılasın.
Eğer namaz fevt olsaydı, vakit geçseydi bu cihan, sana nursuz, kapkaranlık kesilecekti.
Bu ziyandan bu dertten dolayı ağlayacak, gözlerinden âdeta kâselerle yaş dökecektin.
Herkes, ibadetten bir zevk alır, bu yüzden de bir an bile sabredemez, ibadette bulunur.
2770. Fakat o dert, o gussa yüzlerce namaza değer. Nerede namaz, nerede o niyazın ışığı?”
İhlâs sahibi birisinin cemaati kaçırdığından dolayı tahassür ve iştiyakı
Birisi mescide girerken baktı ki halk mescitten çıkıyor.
Cemaat dağıldı mı ki herkes acele,acele mescitten çıkıyor?” diye sordu.
Birisi, “Peygamber, cemaatle namazını eda etti, duasını bile bitirdi.
Ey ham adam, nereye gidiyorsun? Peygamber, çoktan selâm verdi” dedi.
2775. Adam bir ah çekti ki ahının dumanı göründü.Bir vah etti ki gönlünden kan kokusu geldi.
Cemaatten biri “Sen bu ahı bana ver, ben o namazı sana bağışlayayım” dedi.
Adam “Verdim, namazı da kabul ettim” dedi. Öbürü o ahı, yüzlerce niyazı aldı.
Gece rüyasında hâtif ona “ Sen Âbıhayatı, derde dermen olan ameli aldın,
O ahı seçmen, o âşıklar zümresine girmen yüzü suyu hürmetine de bütün cemaatin namazı kabul edildi” dedi.
İblis’in Muaviye’ye hilesini söylemesi hikâyesinin sonu
2780. Bunun üzerine Azazil dedi ki: “ Ey emîr, artık hilemi açığa vurayım.
Eğer namazın fevt olsaydı gönlüne dert düşecek, ah ve figana başlayacaktın.
O teessüf, o figan, o niyaz, yüzlerce zikirden, namazdan üstün olacaktır.
Böyle bir ah, hicapları yakmasın diye korktum da seni, onun için uyandırdım.
İstedim ki öyle bir ah etmeyesin, bu suretle de o yola sahip olmayasın.
2785. Ben hasetçiyim, işte böyle bir hasette bulundum.Düşmanım; işim, gücüm, hile ve kinden ibarettir”
Muaviye, bunun üzerine “ İşte şimdi doğruyu söyledin, senden bu beklenir, lâyığın budur.
Sen örümceksin, ancak sinek tutabilirsin. Halbuki ben sinek değilim, zahmet etme a köpek!
Ben ak doğanım, beni padişah avlar. Örümcek, etrafımızda nasıl olur da ağ örebilir?
Kudretin varken yürü, sinek avla, sinekleri bir ayran tası civarına çağır!
27120. Onları bala çağırsan bile bu çağırış, şüphe yok yalandır, çağırdığın şey de yine ayran!
Sen beni uyandırdın ama o uyandırış, uykunun ta kendisiydi. Bana gemi gösterdin ama gösterdiğin gemi, girdaptan ibaretti.
Sen beni, daha iyi bir hayırdan mahrum etmek için hayra sevkettin” dedi.
Ev sahibinin ,hırsızı yakalamak üzereyken birisinin seslenmesi yüzünden kaçırması
Bu, şuna benzer: Bir adam, odasında hırsız görüp kovalamaya başladı.
Birkaç kere peşinden dolaştı, iyice terledi.
2795. Nihayet son saldırışta hırsıza yaklaştı. Bir sıçrasa tutacaktı.
Biri “Buraya gel de belâ nişanelerini gör!
Çabuk ol savaş eri, çabuk gel de burada ki ahvali bir gör” diye bağırdı.
Adam, herhalde orada da bir hırsız olacak,hemen gitmezsem başıma belâ kesilecek,
Çoluğuma ,çocuğuma el uzatacak. O vakit bunu tutmaktan ne faydam olur?
2800. Bu Müslüman, kerem edip beni çağırıyor.Hemencecik gitmezsem herhalde bir kötülüğü düşeceğim deyip.
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 2 (2801 – 3500 Beyitler)
O iyilikçi Müslüman’ın şefkatine güvenerek hırsızı bıraktı yola düzüldü.
Varıp “ Aziz dost ne var? Böyle kimin elinden feryat ediyorsun ?” dedi.
Adam “ İşte, hırsızın ayak izine bak. Hırsız çalacağını çalıp bu tarafa gitmiş.
İşte o kaltabanın ayak izi. Yürü, bu izi izle, ardından koş!”dedi.
2805. Adam “ Be ahmak, sen ne söylüyorsun?Ben onu tutmuşum.
Sen bağırınca koyuverdim. Sen bir eşekmişsin meğerse. Bense seni adam sandım.
Bu ne herze, bu ne hezeyan? Ben kendisini tutmuştum, ayak izini ne yapayım?” dedi.
Sen bir hilebazsın, yahut aptalın birisin. Hattâ belki de hırsızın ta kendisisin ve bu işi de mahsus yaptın.
Öbürü “ Ben ayak izini gösteriyorum. İşin haki katından âgahım” dedi.
2810. Adam dedi ki: “Sen ya düzenbazsın, ya ahmak, belki de hırsızın ta kendisisin de işi biliyorsun.
Ben hasmımı çeke, çeke yakalamak üzereydim. İşte ayak izi diye sen koyuverttin. Sen cihetten bahsediyorsun, bense cihetlerden çıkmış, kurtulmuşum. Vuslatta delil ve âlamet olur mu?”
Sıfatlarla perdelenmiş olan kişi, ancak sıfat görür. Zatı kaybeden kişidir ki sıfatlarda kalır.
Oğul, Tanrı’ya ulaşanlar, zata gark olmuşlardır. Artık onlar sıfatlara nazar ederler mi?
Başın ırmağın dibinde oldukça renge bakabilir misin?
2815. Suyun rengine bakmak için dipten çıktın mı?Güzel bir halıyı bırakmış, köhne bir kilimi almış olursun.
Avamın ibadeti, havasın günahıdır. Avamın vuslatı bil ki havasın hicabıdır.
Padişah bir veziri muhtesip yapsa, onun dostu değildir, düşmanıdır.
Mamafih o vezir belki suç işlemiştir. Böyle birden bire muameleyi değiştirmek elbette sebepsiz olamaz.
Çünkü önce muhtesip olan kişiye baht ve devlet nasip olmuş demektir.
2820. Fakat önceden padişaha vezir olanı, sonra muhtesip yapmak kötü bir iş yaptığından olabilir.
Fakat padişah, seni eşikten huzuruna çağırmış, sonra tekrar eşiğe sürmüşse,
Şüphe etmeksizin bil ki bir suç ettin. Bilgisizlikle cebre yapışır.
Kısmetim buymuş dersen neden önce o devlet kısmetin olmuştu?
Bilgisizlikle kendi kısmetini kendin teptin. Halbuki ehil olan kişi kısmetini artırır.
Münafıkların Mescid-i Dırâr yapmaları
2825. Aykırı gidişe Kuran’dan getireceğimiz başka bir misal de dinlesen yerindedir.
Münafıklar, buna benzer bir çift- tek oyununu da Peygamberle oynamışlardı.
“Ahmet dinini yüceltmek için bir mescit yapalım” dediler. Halbuki bu mürtetlikten başka bir şey değildi.
Bu çeşit aykırı bir oyuna girişerek Peygamber’in mescidinden başka bir mescit yaptılar.
Döşemesini, tavanını, kubbesini düzdüler.Fakat bununla cemaati ayırmak diliyorlardı.
2830. Yalvararak Peygamber’in yanına geldiler, deve gibi huzuruna çöktüler.
“ Ey Tanrı Peygamberi, lûtfedip o mescide kadar bir zahmet etsen;
Kademlerinle kutlasan.. günlerin kıyamete kadar ter-ü taze olsun!
Topraklı, bulutlu günün, zaruret ve yoksulluk gününün mescidi işte.
Diledik ki oraya bir garip gelirse yer bulsun, bu hizmet konağında bolluğa ersin.
2835. Bu suretle de din şiarı çoğalsın, etrafa yayılsın, dostlarla olunca acı yemiş bile hoştur.
Bir an orayı şereflendir, bizi tezkiye et ,diğer sahabeye bildir.
Mescide, mescittekilere iltifat et..sen aysın, biz de gece. Bir an olsun bizimle ol da.
Gece cemalinle gündüze dönsün, ey cemali, geceleri aydınlatan güneş.!” dediler.
Ah ne olurdu bu sözleri gönülden söyleselerdi de muratları olsaydı.
2840. Gönül istemeden ağza gelen lâtif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer dostlar.
Uzaktan bak, geç. Yavrum onlar yemeye kokmaya değmez.
Vefasızlara gitme. Onlar; iyi dinle, yıkık köprüdür.
Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.
Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa, iki, üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.
2845. O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri de, işte tam dost diye ona güvenirler.
Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir. Onun kaçışı senin mânevi kuvvetini de kırar.
Bu bahis, uzundur. Uzadıkça uzar, maksat da gizli kalır, geçelim.
Münafıkların Peygamber’i Mescid-i Dırâr’a götürmek için kandırmaya çalışmaları
Halk Peygamber’e masallar okumakta; yalan dolan atını sürmekteydiler.
O merhametli, şefkatli Peygamber gülümseyerek ancak “ Peki” diyebildi.
2850. O cemaatin teşekkür edilmesi icap eden işlerini anladı, icabet edeceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi.
Onların hileleri gözünün önünde görünüp duruyor, o hileleri süt içinde kıl görür gibi birer, birer görüyordu.
Fakat o lûtuf sahibi Peygamber, kılı görmemezlikten geliyor, o zarif kimse sütü övüyordu..
Yüz binlerce hile ve hud’a kıllarına o an gözünü yummuştu.
O kerem denizi doğru buyurmuştu: “ Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim,
2855. Ben âdeta dehşetli surette alevlenmiş, yalınlanmış bir ateşin kıyısına oturmuş bir adama benzerim.
Siz pervane gibi o tarafa koşuyorsunuz. Ben de iki elimle pervane koymaktayım”
Münafıkların dileği üzerine Peygamber, o tarafa yürüyünce Tanrı gayreti haykırdı: “ Gul sesini dinleme,
Bu habisler hile ettiler, söyledikleri sözlerin hepsi aykırıdır.
Maksatları kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlarla Yahudiler, en hayırlı dini nasıl olur da aralar?
2860. Cehennem köprüsü üstüne bir köprü kurdular, Tanrı’ya tavlada hileye giriştiler”
Maksatları Peygamber’in sahabesinin arasını bozmaktı. Her herzevekil Hakk’ın fazıl ve ihsanını nasıl tanır?
Şam’dan buraya bir Yahudi getirmek niyetindeydiler. Yahudiler, o Şam’lı Yahudi’nin va’zından sarhoş olmuşlardı.
Peygamber, “ Gelmeğe gelirim ama şimdi yol üstündeyiz. Savaşa gidiyoruz.
Savaştan dönünce o mescide giderim” buyurdu;
2865. Onları defetti; savaşa gitti. O kötü, o yalancı kişileri bu suretle avuttu.
Dönünce münafıklar, tekrar gelip evvelki va’dini hatırlattılar.
Tanrı, “ Peygamber, açıkça söyle. Neticesi savaş bile olsa onların hıyanetlerini açığa vur” dedi.
Peygamber de “ Ey hilebaz Kavim,susun da sırlarınızı söylemeyeyim”
Deyip sırlarından birkaçını söyleyiverdi. Derhal halleri kötüleşti.
2870. Münafıkların elçileri ,hemen “Hâşa, hâşa” demeğe başladılar.
Her münafık, koltuğuna bir Mushaf urup hile ile Peygamber’e koştu;
Yemin etmeye koyuldu. Çünkü yemin etmek siperdir, ve yemin etmek,yalancı kişilerin âdetidir.
Yalancı, dolancı adam, dinde vefakâr olmadığından her an yeminini bozar.
Doğruların yemin etmeğe ihtiyaçları yoktur. Onların gözleri aydındır.
2875. Ahdi, misakı bozmak, ahmaklıktandır.Yeminine vefa etmek ve yemininde durmaksa temiz kişinin işidir.
Peygamber dedi ki : “Sizin yemininize mi inanayım, Tanrı’nın yeminine mi?”
Münafıklar, yine ellerin de Mushaf olduğu halde güya ağızlarının orucuyla yemin etmeye giriştiler.
“ Bu doğru ve temiz kelâm hakkı için o mescidi kurmamız Tanrı rızası içindir.
Bu hususta hiçbir hilemiz, düzenimiz yok. Orada ancak Tanrı’yı anacak, doğru bir yürekle Tanrı’ya ibadet edeceğiz” dediler.
2880. Peygamber dedi ki : “ Tanrı’nın sesi, kulağına diğer sesler gibi gelmekte.
Hak, kulaklarınızı mühürledi de Tanrı sesini duymuyorsunuz.
İşte apaçık kulağıma Tanrı sesi gelip duruyor. Âdeta tortuyu saftan süzmekteyim”
Nitekim ey bahtı kutlu, Hak sesi, Musa’ya da bir ağaçtan gelmişti.
“ Ben Tanrıyım” sesini bir ağaçtan duymuştu. O sesle beraber nurlar belirmiş, parlamıştı.
2885. Vahiy nuruna karşı aciz kalınca yine yemin etmeye koyuldular.
Tanrı yemine siper demiştir. Savaşçı ,siperi elden bırakır mı?
Peygamber, yine apaçık onları yalanladı ve fasih bir surette onlara “ Şüphe yok, yalan söylüyorsunuz” dedi.
Sahabeden birisinin inkâr düşüncesine düşüp ”Peygamber Sallâhü Aleyhi Ve Selem ne için ayıpları örtüyor” diye düşünmesi
Peygamber, va’dinden dönünce sahabeden birisinin gönlüne inkâr düşüncesi düştü.
Peygamber böyle ak sakallı, kâmil, koca kişileri utandırıyor.
28120. Nerede kerem, nerede ayıp örtmek, nerede hayâ? Hani Peygamberler, yüz binlerce ayıbı örterlerdi?
Dedi; derhal yine bu itiraz, yüzümüzü saratmasın, mahcup düşmeyeyim diye gönlünden istiğfar etti.
Münafık kişilerle dost olmanın şomluğu mümini de onlar gibi çirkinleştirdi, âsileştirdi.
Yine “ Ey gizli şeyleri bütün inceliğiyle bilen Tanrı, beni küfrümde ısrar eder bir halde bırakma.
Bakışım nasıl elimde değilse, gönlüm de elimde değil. Yoksa bu an hışımla gönlümü yakardım” dedi.
2895. Bu düşünceyle uykuya daldı, münafıkların mescidini fışkı ile dolu gördü.
Mescidin taşları pislik içinde harap olmuştu. Onlardan kara dumanlar tütüyordu.
Çıkan dumanlar, adamın boğazına girdi, boğazı yandı. O acı dumanın kokusundan uyandı.
Hemen yüzüstü kapanıp ağlamaya başladı. Tanrı, bunlar, münkirlik nişanesi.
Kahır ve gazap, beni iman nurundan ayıran böyle bir şefkatten daha iyi” diyordu.
21200. Mecaz ehlinin çalışıp çabalamasını araştırsan görürsün ki soğan gibi kat, kattır.
Fakat her katı, öbüründen daha içsiz, daha boş. Halbuki doğruların her işi öbüründen daha iyi, daha yerindedir.
Münafıklar, ziyneti libaslarının üstüne. Kubâ Mescidini yıkmak için yüzlerce gayret kemeri kuşanmışlardı.
Onlar, Eshab-ı Fil’e benziyorlardı. Habeşistan’da bir Kâbe yapmışlardı da Tanrı, Kâbelerine ateş vurmuştu.
Bunun üzerine öç almak için Kâbe’yi yıkmaya niyetlendiler. Halleri nice oldu, Kuran’ı oku, anla!
21205. Dinde kara yüzlü olanların hileden düzenden,savaştan başka bir şeyleri yoktur.
Her sahabe, mescit hakkında apaçık bir rüya gördü, bu suretle münafıkların o mescidi yapmaktaki maksatları meydana çıktı.
Bu rüyaları bir, bir söylesem şüphe edenlerce de hakikat apaçık anlaşılır.
Fakat sırlarını açmaktan ürküyorum. Çünkü peygamberler nazenindirler, onlara naz yaraşır.
Onlar şeriatı, taklide uymaksızın kabul etmişler, o peşin parayı mehenge vurmadan almamışlardır.
2910. Kuran’ın hikmeti müminin kayıp malıdır. Herkes kaybını bilir, tanır.
Kaybolmuş devesini soran kişinin hikâyesi
Meselâ bir deven olsa da kaybetsen, araştırmaya koyulsan bulunca, senin deven olduğunu nasıl bilmezsin?
Arapça da “ Dalle” kaybolmuş, elinden kurtulup kaçmış, bir yere gizlenmiş deveye derler.
Kervan, yükü yüklemeğe gelmiş. Seninse deven kaybolmuş, ortada yok.
Dudağın kupkuru.. o yana bu yana koşup durmaktasın; kervan da uzaklaşıyor, gece de yakın.
2915. Pılı pırtı kokulu yerde, toprak üstünde kalmış, sen deve peşinde şuraya buraya dönüp dolaşıyorsun.
“ Müslümanlar; sabahleyin ahırdan bir deve kaçtı göreniniz var mı ?
Kim söylerse, kim haber verirse şu kadar para veririm” demeye başlarsın;
Herkesten sorup soruşturursun. Her aşağılık adam, sana bıyık altından güler.
Biri “ Bir deve gördük, şu tarafa, çayıra doğru gidiyordu” der.
2920. Öbürü “ Ha ,ha.. kulağı da kesikti” der, bir başkası da der ki: “Üstünde nakışlı bir çuval vardı.”
Diğer biri “ Gördüm, tek gözlüydü” der, bir diğeri de der ki “ Uyuzluktan tüyü filân da kalmamıştı..
Müjde almak için her bayağı adam, yüzlerce nişan söyler durur.
Birbirine aykırı mezhepler arasında mütereddit bir hale geliş ve onlardan kurtuluş yolu
Bu şuna benzer: Herkes marifet hususunda gayp mevsufunu bir sıfatla över.
Filozof onu başka bir çeşitte anlatır. Mübahase eden, onun sözünü cerh eder.
2925. Başka biri her ikisini de kınar. Bir başkası da riya ile can çekişir.
Halk, bunları da o köyün adamı sansın diye her biri, bu yola ait deliller söyler.
Hakikatten şunu bil ki bunların hepsi hak değildir. Fakat bu sürünün hepsi de sapık değil.
Çünkü hak olmadıkça, bâtıl meydana çıkmaz. Ahmak, kalp altını, altın kokusunu duyar da alır.
Âlem de sağlam ve geçer akçe olmasaydı kalpı nasıl harcayabilirdin?
2930. Doğru olmasaydı yalan olur muydu hiç? O yalan, doğrudan nurlanır.
Doğru ümidiyle eğriyi de alırlar. Zehri şekere dökerler de öyle içerler.
Güzel ve tatlı buğday olmasaydı, buğday gösterip arpa satan ne yapardı?
Şu halde bütün bu sözler bâtıldır. Bâtıllar hak ümidiyle gönüle tuzaktır.
Ama hepsi hayalden, sapıklıktan ibarettir de deme. Çünkü âlemde hakikatsiz hayal olmaz.
2935. Tanrı Kadir gecesidir. Kadir gecesi, insan her geceyi ibadetle geçirsin diye geceler içinde gizlidir ya Tanrı da öyle gizli.
Ey genç, her gece Kadir gecesi değildir ama bütün geceler de ondan hâli değil.
Hırka giyenler arasında bir Tanrı fakiri vardır. Sana da haksa ona yapış!
Nerede anlayışlı bir mümin ki padişahtan yoksulu ayırt etsin.
Âlemde her şey ayıpsız olsaydı, ticaret edenlerin hepsi aptal olurdu.
2940. Bu taktirde kumaş tanımak pek kolaylaşırdı. Madem ki ortada ayıp yok, ehil ne oluyor, nâehil ne oluyor?
Fakat eğer her şey de ayıplı olsaydı bilginin ne faydası olurdu? Mademki hepsi odun, burada ödağacı yok demektir.
Her şey hak demek ahmaklıktır, fakat her şey bâtıl diyen de şakîdir.
Peygamberlerin tacirleri kâr ettiler; renk ve koku tacirleriyse ziyan!
Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de ovuştur da iyice bak!
2945. Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavunla Semud kavminin ziyanını gör!
Hayır ve şerri anlaşılsın diye her şeyi sınama
Şu göğe defalarca bak. Çünkü Tanrı “ Ona bir kere daha dön de bak” buyurdu.
Bu nurani tavana bir kere bakmakla kani olma, defalarca bak, “ Bir çatlak görebilir misin?”
Tanrı, sana “ Bu güzel göğe ayıp arayan kişi gibi defalarca bak” dedi.
Gök hususunda böyle olunca ya, bu kara yeri görmek, fark edip anlayarak beğenmek için bilir misin. Ne kadar bakmak gerek!
2950. Tortuyu süzmek, sâfı meydana getirmek için aklımızın ne kadar zahmetler çekmesi lâzım.
Kış ve güz imtihanlarıyla yazın harareti, can gibi olan bahar,
Yeller, bulutlar, şimşekler, hep hâdiselerin zuhur etmesi;
Rengi toprak olan yerin, yeninde, yakasında bulunan lâlle, âdi taşı meydana çıkarması içindir.
Bu abus suratlı toprak, Hak hazinesinden, kerem deryasından ne çalmışsa,
2955. Takdir şahnesi, hadi der, doğru söyle..aldığın neyse bir kılına kadar anlat!
Hırsız, yani toprak “ Hiçbir şey almadım, hiçbir şey” derse de şahne, onu durmadan çekiştirip durur, eğip büker.
Şahne, ona gâh şeker gibi lâtif sözler söyler; gâh onu asar, en kötü işkencelerde bulunur.
Bu suretle kahırla, lûtufla, korku ve can ateşinin tesiriyle o gizli şeylerin açığa vurulmasına gayret eder.
O baharlar, Kibriya, şahnesinin lûtfudur. Hazan da Tanrı’nın korkutması, tehdit etmesidir.
2960. Kış da “ Ey gizli hırsız, meydana çık” diye mânevi bir çarmıhtır.
Savaş erinin gönlü bir zaman ferahlar, bir zaman daralır; derde, gıllıgüşa düşer.
Çünkü bedenlerimiz olan bu su ve toprak, bu balçık, münkirdir.Canların ziyasının hırsızıdır.
Ulu Tanrı, ey yiğit; sıcağı soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havale etmiştir.
Bütün bunlar, korku, açlık,malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir.
2965. Vaitlerle tehditler, bu birbirine karışmış olan iyi ve kötüyü ayırt etmek içindir.
Hakla,bâtıl birbirine karıştığından, sağlam parayla kalp akçayı bu hareme döktüklerinden dolayı,
Ayırt etmek için hakikatları sınamış, görmüş bir mehenk gerektir ki,
Bu hileleri fark etsin, şu tedbirlerin esası olsun.
Ey Musa’nın anası, Musa’ya süt ver, belâya düşeceğini düşünme, suya at!
2970. Kim, Elest gününde o sütü emmişse Musa gibi sütü fark eder.
Çocuğun fark ve temyiz sahibi olmasını cidden istiyorsan, ey Musa’nın anası, hemen şimdi onu emzir de,
Anasının sütündeki lezzeti anlasın, yaratılışı kötü dadılara teslim olmasın.
Devesini arayan adamın hikâyesinin faydası
Ey itimada lâyık adam, sen bir deve kaybetmişsin, herkes sana devenden bir nişan vermekte.
Sen devenin nerede olduğunu bile bilmiyorsun ama o söylenen nişanların yanlış olduğunu biliyorsun.
2975. Devesini kaybetmeyen de taklitle devesini kaybeden kişi gibi bir deve arar.
“ Ben de devemi kaybettim. Kim bulursa müjdesini vereceğim” der.
Deve aramakta seninle yoldaşlık eder, deveye tamah ettiğinden böyle bir oyuna girişir.
Sen, kime “ Bu söylediklerin yanlış” dersen o da sana uyup aynı sözü söyler.
O, yanlış nişaneyle doğrusunu ayırt edemez ama senin sözün, o mukallidin asâsıdır, ona dayanır.
2980. Doğru ve benzer bir nişane verirlerse inanırsın, şüphen kalmaz.
O nişane, hasta canına şifa olur, benzinin rengi yerine gelir, iyileşir, kuvvetlenirsin.
Gözün ışıklanır, ayağın tutar, yürür.. cismin can olur, canın tamamıyla ruh kesilir.
“ Doğru söyledin ey emniyetli kişi, bu nişaneler, tamamıyla deveme ait.
Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.. bu nişaneler, devemi gördüğüne delâlet etmekte, âdeta Berat ve Kadir, âdeta kurtuluşun ta kendisi”
2985. Der, bu nişaneleri vereni “ Haydi, önden yürü. Yürüme vakti, sen öne düş de,
Ben senin ardınca geleyim. Doğru sözlü kişi, devemin kokusunu aldın, şimdi de nerede, göster” diye onu öne salarsın.
Fakat deve sahibi olmayıp bu araştırmada taklide uyan kişinin,
Bu doğru nişanelerle yakını artmaz, ancak hakikaten devesi kaybolanın inanışı ona da akseder.
Onun ciddiyetinden, tahassüründen bir koku alır, anlar ki onun bu yelip yortması saçma değil, elbette bir aslı var!
29120. Bu deve arayışı doğru değil ama o da bir deve kaybetmiştir.
Başkasının devesine tamah edişi onun yüzünü örter de kendi kaybını unutturur.
Devesi kaybolan nerelerde koşarsa bu da koşar, tamahından dertliye dost ve yoldaş olur.
Yalancı da doğrucuyla yoldaş olunca yalanı, ansızın doğru olur.
Devenin koştuğu o ovada yalancı da kendi devesini buluverir.
2995. Onu görünce devesini hatırlar; dostunun, arkadaşının devesinden tamahını keser.
Devesini orada otlar görür de mukallitten muhakkik olur.
Deveyi orada aramadığı halde bulunca o an hakikaten deveye talip kesilir.Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.
Ondan sonra yalnızca yürümeye başlar, gözünü kendi devesine açar.
Asıl deve arayan “Beni bıraktın mı, halbuki şimdiye kadar arkadaşlık ettik” deyince,
3000. “ Şimdiye kadar abes bir şeyle meşguldüm,tamahtan sana yaltaklanıp duruyordum.
Bu arayışta senden zâhiren, cismen ayrıldım ama asıl şimdi seninle derttaş oldum.
Şimdiye kadar devenin evsafını senden çalmıştım . Halbuki şimdi canım, benimkini gördü, artık gözüm doydu.
Onu görmedikçe aramadım, istemedim. Fakat şimdi bakır mağlûp oldu, altın üst geldi.
Bütün suçlarım, şükür olsun,ibadet oldu, alay fena buldu, doğruluk kaldı.
3005. Suçlarım, Hakk’a vesile oldu. Gayri suçlarımı kınama, onlara dokunma.
Seni, doğruluğun arayıcı etmişti. Bana da ciddiyetim ve araştırmam doğruluk kapısını açtı.
Seni, doğruluğun aramaya sevk etti, beni de aramam doğruluğa çekti.
Alay olsun diye, iş olsun diye yere devlet tohumu ekiyordum.
Halbuki onun aslı varmış, hakikî kazancımmış.. ektiğim her taneye bedel yüzlerce tane çıktı” diye cevap verir.
3010. Hırsız, bir eve girmeğe kalkışır, girince görür ki girdiği kendi eviymiş!
Ey soğuk, hararetlen ki ısınasın, sertliğe alış ki yumuşayasın.
O iki deve değildir ki.. bir devedir. Fakat söz dar, mâna ise pek geniş!
Söz mânaya daima kifayetsiz. Onun için Peygamber” Tanrıyı bilenin dili tutulur” dedi.
Söz, hesapta usturlaba benzer. Usturlap, göğü güneşi ne kadar bilebilir ki?
3015. Hele bu gök olursa.. bu öyle bir gök ki, gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş,o güneşe nispetle bir zerre!
Her an bir Mescidi Dırâr var
Münafıkların yaptıkları mescidin hakikî bir mescit olmayıp hile yurdu, Yahudi tuzağı olduğu anlaşılınca,
Peygamber “ Onu yıkın! Süprüntülük, küllük, gübürlük yapın” buyurdu.
Mescidin sahibi de mescit gibi kalptı. Tuzağa saçtığın taneler, cömertlik sayılmaz ki.
Oltandaki et lokması, balığı avlamak içindir. Öyle bir lokma ne ihsandır, ne cömertlik!
3020. Kubâ’lıların Mescidi, taştan, topraktan ibaretken yine kendisinin naziri olmayan Mescid- i Dırar’ın vücuduna meydan vermedi.
Taşa toprağa bile böyle bir zulüm ve sitem yapılmadı. Adalet emîri olan Resulullah, Kubâ mescidine benzemeyen o mescide şûle vurdu, onu yakıp yıktı!
Asılların aslı olan hakikatların da, bil ki, farkları, ayrılıkları vardır.
Ne hayatı onun hayatına benzer, ne mematı onun mematına.
Hattâ kabrini bile öbürünün kabri gibi sanma. O cihanın farkını ben nasıl söyleyeyim?
3025. Ey iş eri, sen işini mehenge vur da bir Mescid’i Dırâr da sen yapma.
Sen o mescit yapanları kınıyor, onlarla alay ediyorsun ama gözünü çevirip baksan görürsün ki sen de onlardansın!
Bir iş için savaşan, fakat kendisinin de o hale müptelâ olduğından haberi olmayan Hintli
Dört Hintli bir mescitte Tanrı’ya ibadet için namaza durmuşlar, rükû ve sücuda koyulmuşlardı.
Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılmaktaydı.
Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından bilâihtiyar bir söz çıktı; “ Müezzin, ezanı okudun mu, yoksa vakit var mı?”
3030. Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde “ Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.” dedi.
Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki : “Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!”
Dördüncü “ Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim” dedi.
Hulasâ dördünün de namazı bozuldu. Âlemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder.
Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür.Kim birisinin ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur.
3035. Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan! Madem ki başında onlarca yara var, merhemini başına vurmalısın.
Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sınık bir hale düştü mü “ Bir kavmin azizi zelil oldu mu acıyın ona”hadîsine mazhar olur.
Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birin de o ayıp, senden de zuhur edebilir.
Tanrıdan “ Emin olmayın” sözünü duymadın mı? Peki o halde neden müsterih ve emin oluyorsun?
3040. İblis, yıllarca iyi adla anılarak yaşadığı halde nihayet bak, nasıl rüsvay oldu, adı ne oldu?
Yüceliği âlemde tanınmıştı; aksiyle tanındı, yazık!
Emin değilsen, tanınmayı isteme. Yürü, yüzünü korkuyla yıka da sonra göster.
Güzelim, sakalın çıkmıyorsa başka sakalsızları kınama.
Şu işe bak: Şeytan, belâlara düştü de sana ibret oldu.
3045. Sen belâya uğrayıp ona ibret olmadın.. o zehri içti, sen şerbetini iç,(ibret almana bak!).
Oğuzların,birini korkutmak için başka birini öldürmeye kalkışmaları
Kan dökücü Oğuz Türkleri, malları yağma etmek üzere bir köye girdiler.
O köyün eşrafından iki kişi yakalayıp birini öldürmeye niyet ettiler.
Öldürmek üzere elini bağladıkları zaman dedi ki : “ Padişahlar, yüce erler.
Niye benim kanıma kastediyorsunuz. Neden benim kanıma susadınız?
3950. Öldürülmemde ki maksat, garaz ne? Görüyorsunuz ya, gördüğünüz gibi yoksulum, çırçıplak bir adamım”
Oğuzların biri “ Arkadaşın korksun, ürksün de altınları çıkarsın diye öldürüyoruz” dedi.
Adam “O benden yoksul” deyince Oğuz, “ Haber verdiler onun altını var” dedi.
Adam dedi ki : “Madem ki bizim ikimizden bir şey umuyorsunuz,
Evvelâ onu öldürün de ben korkayım, altınların yerini göstereyim!”
3055. Şimdi sen de Tanrı’nın keremine bak ki biz âhir zamanda geldik.
Zamanlardan sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadîste “ Ahirûnes Sâbikun” denmektedir.
Merhamet sahibi Tanrı, Nûh ve Hûd kavimlerinin helâkini bize gösterdi;
Biz korkalım, ibret alalım diye onları kahretti. Ya aksi olsaydı vay haline!
Kendisine tapanların–peygamber ve velilerin– Aleyhimüsselâm—varlıkları nimetken buna şükretmeyenlerin hali
Peygamberlerden hangisi, suça, ayıba dair bir şey söylediyse taş gibi katı gönül’e, kapkara cana,
3060. Tanrı fermanlarına ehemmiyet vermemeye, yarın ki ahret gününü düşünmeyip rahatça keyfine bakmaya,
Bu aşağılık dünyaya heves etmeye,bu aşağılık dünyaya âşık, karılar gibi nefse zebun olmaya,
Nasihat edenlerden kaçmaya, temiz kişilerle buluşmaktan çekinmeye,
Gönül’e, gönül ehline karşı yabancı durmaya, padişahlara hile düzmeye, onlara karşı tilkilik yapmaya kalkışmaya,
Gözü tok kişileri yoksul sanmaya,onlara haset edip gizlice düşman olmaya dair söyledi.
3065. Onlardan biri verdiğin bir şeyi kabul ederse yoksul dersin, kabul etmezse riyakâr ve mürai!
İnsanlara karışırsa tamahkâr dersin. Karışmaz, çekingen davranırsa kibirli!
Yahut da münafıklar gibi “ Çoluğun, çocuğun nafakasını kazanmaya uğraşıyorum,
Ne başımı kaşımaya vaktim var , ne din kaydına düşüp ibadet etmeğe!
Lûtfet, bizi himmetle bir an da sonunda biz de velilerden olalım” diye mazeret serdedersin.
3070. Fakat bu sözde, dertten, aşktan değildir. Âdeta uyuyan bir adamın bir aralık uyanıp sayıklayarak tekrar uykuya dalmasına benzer.
“Ayalimin rızkını kazanmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ne çare? Dişimle, tırnağımla çalışıp çabalıyor, helâlinden kazanıyorum” dersin.
Ey sapıklara karışan, ne helâli? Senin kanından başka helâl göremiyorum.
Çare Tanrı’dandır. Lokmandan değil.. çare dindendir puttan değil!
Ey aşağılık dünyaya bile sabredemeyen, bu yeryüzünü güzel bir tarzda döşeyen Tanrı’ya nasıl sabredebiliyorsun?
3075. Ey naz ve nimete bile sabredemeyen, kerim Tanrı’ya nasıl sabredebiliyorsun?
Ey temize, pise bile sabırsız, Yaradanına nasıl sabredebiliyorsun?
Nerede bir Halil ki mağaradan çıkıp ayı görünce “ Bu benim Rabbim” dedikten sonra battığını görünce kendisine gelip “ Nerede kâinatı yaratan Tanrı?” desin.
Ben, bu iki meclis sahibini görmedikçe iki âlemi de görmek istemem.
Tanrı sıfatlarını görmedikçe ekmek bile yesem boğazımda kalır.
3080. Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü , gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner?
Tanrı’yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşek!..
Hayvan gibi olanlar, hatta ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar, hileyle dolu olsa bile yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir.
Böyle kişinin hilesi de baş aşağı olmuştur, kendisi de. Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur.
Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbir şeyi yoktur!
3085. “ Ben de bu düşüncedeyim” dese bile bu da o nefsin hilesinden,masalındandır.
“ Tanrı yargılayıcıdır, merhametlidir” demesi de aşağılık nefsin hilesinden başka bir şey değildir.
Ey elimde ekmeğim yok diye gamdan ölen, Tanrı yargılayıcı ve merhametliyse ya bu korku ne?
İhtiyar bir adamın hastalıklardan doktora şikayeti,doktorun cevabı
İhtiyarın biri, bir doktora “ Dimağım yorgun, aklım yerinde değil” dedi.
Doktor dedi ki . “ O akıl zayıflığı ihtiyarlıktandır.” İhtiyar, “ Gözüm de kararıyor” dedi. Doktor “Koca ihtiyar, ihtiyarlıktan” dedi.
30120. Doktor,”Koca ihtiyar,ihtiyarlıktan” dedi.Adam, “ Arkam dehşetli ağrıyor” deyince,
Doktor dedi ki: “A zayıf ihtiyar, ihtiyarlıktan!” Adam, “ Ne yiyorsam hazmedemiyorum” dedi.
Doktor “ Mide zayıflığı da ihtiyarlıktan” dedi. Adam, “ Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var” dedi.
Doktor dedi ki: “Evet, nefes darlığı da ihtiyarlıktan. İhtiyarlayınca insanda iki yüz türlü illet peyda olur.”
İhtiyar kızıp, “ Be ahmak, lâfın hep bu mu, sen doktorluktan yalnız bunu mu belledin?
3095. Be herif, Tanrı her derde bir derman verdi, bunu bilemiyor musun?
Sen ahmak bir eşeksin,bilgin de kıt, aklın da. Ayağın kısa olduğundan yeryüzünde kalakalmışsın” dedi.
Doktor cevap verdi: “ Ey yaşı altmış, işi bitmiş adam, bu kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktan!”
Vücudun bütün cüzileri, zayıflar, yıpranır, sabır da azalır.
İki çift söze bile tahammül edemez, haykırır. Bir yudum suyu bile hazmedemez, kusuverir!
3100. Ancak Tanrı sarhoşu olan ihtiyar müstesna. O tertemiz bir yaşayışa sahiptir.
Zâhiren ihtiyardır ama hakikatte çocuk. Zaten o veli ve nebi nedir ki?
Eğer iyinin, kötünün yanında zâhir olmasalar bu aşağılık kişilerin onlara şu hasedi neden?
Onlar yakîn ilmini bilmiyorlarsa onlara karşı bu buğuz, bu hilekârlık, bu kin ne?
Onlara düşman olanlar ölümden sonra dirilmeyi ve kıyamet gününü bilselerdi kendilerini keskin kılıcın üstüne nasıl atarlardı.
3105. O pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var.
Cennet, cehennem.. hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün.
Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu? İşte Tanrı odur.
İçinde kim olduğunu biliyorsa, evin kapısındaki küstahlık neden?
Ahmaklar Mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır.
3110. Halbuki o mecazidir be eşekler, bu hakikat. Uluların gönülden başka Mescidi yoktur.
Herkesin secdegâhı olan velilerin gönül mescitlerinde Tanrı vardır.
Tanrı erinin gönlü derde düşmedikçe Tanrı, hiçbir milleti rüsvay etmemiştir.
Peygamberlerle savaşa girişenler, onları cisim görüp kendileri gibi insan sanmışlardır.
Sende o ilk gelenlerin ahlâkı var. Nasıl oluyor da sen de onlar gibi helâk olmaktan korkmuyorsun?
3115. Onlardaki nişanelerin hepsi sende de var. Madem ki onlardansın, nerde kurtulacaksın?
Cuha ile babasının cenazesi önünde feryat eden çocuk
Çocuğun biri, babasının tabutu önünde ağlamakta, başına vurmaktaydı.
“ Baba, seni nereye götürüyorlar? Nihayet seni toprağın altına yatıracaklar.
Öyle bir dar, öyle bir elemli eve götürüyorlar ki orada ne halı var, ne hasır.
Ne geceleyin bir ışık var, ne gündüzün bir dilim ekmek.. ne yemek kokusu var, ne yiyecekten eser..
3120. Ne mamur bir kapı var, ne damında bir yol.. ne de sığınılacak bir komşu!
Halkın öptüğü cismin o elemli yurda nasıl gidecek?
Amansız bir ev, dar bir yer.. orada ne bet kalır, ne beniz” demekte.
Bu suretle o evin vasıflarını sayıp gözlerinden kanlı yaşlar saçmaktaydı.
Cuha, babasına dedi ki: “ Babacığım, vallahi bu adamı bizim eve götürüyorlar.”
3125. Babası , Cuha’ya “ Ahmak olma” dedi. Cuha, “ Baba, şu nişaneleri dinle.
Birer ,birer saydığı bu nişanelerin hepsi, şeksiz şüphesiz bizim evin nişaneleri.
Ne hasır var, ne ışık var, ne yemek. Ne kapısı mamur, ne içi, ne damı!”
Halkta da bu suretle kendilerine ait yüzlerce alâmet olduğu halde azgınlar, bu nişaneleri görmezler.
Kibriya güneşinin şuanından mahrum ve ışıksız olan gönül evi,
3130. Yahudilerin canı gibi dar ve karanlıktır; muhabbet ihsan eden Tanrı’nın zevkinden mahrumdur.
Ne güneşin o gönüle ışığı parlar, ne o gönlün sahası genişler, ne kapısı açılır.
Sana böyle bir gönülden mezar yeğdir. Gönül mezarından çık artık!
Ey şuh ve neşeli can, dirisin, diri oğlusun. Bu dar gönül mezarında nefesin daralmıyor mu?
Sen vaktin Yusuf’usun, gökyüzünün güneşi. Bu çölden, bu zindandan çık yüzünü göster!
3135. Yunus, balık karnında pişti. Yunus Peygamber, bu belâdan ancak tespihle kurtuldu.
Balık karnında tespih etmeseydi kıyamete kadar o hapiste, o zindan da kalırdı.
Yunus, balıktan Tanrı’yı tespih ederek halâs oldu. Tespih nedir? Elest gününün nişanesi.
Eğer can tespihini unutursan şu balıkların tespihini dinle.
Tanrı’yı gören Tanrı’ya mensuptur; o denizi gören, o balıktır.
3140. Bu cihan denizdir, ten balık.. ruh da sabah nurundan mahcup Yunus.
Yunus Tanrı’ya tespih ettiği için balıktan kurtuldu, yoksa hazmolur, yok olup giderdi.
Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında uçuşup duruyorlar.
O balıklar, sana kendilerini çarpmaktalar. Gözünü aç da apaçık gör.
Balıkları görmüyorsan bile bari kulağın, tespihlerini duysun.
3145. Sabretmek, canının tespihleridir. Sabret, asıl doğru tespih odur.
O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabret, asıl doğru tespih odur. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabret, “ Sabır, sıkıntının, darlığın anahtarıdır.”
Sabır, sırat köprüsüne benzer, cennet se öbür tarafta. Her güzelin bir çirkin lalası vardır.
Laladan çekinirsen vuslata imkân yok.Çünkü lala,gözlerden ayrılmaz.
Ey azıcık bir şeyden kırılan sırça gönüllü, sen sabrın zevkini ne bilirsin? Hele o Çikil güzeline ulaşmak için çekilen sabrın lezzetini!
3150. Savaş zevki, kudret ve kuvvetli ere göredir, karı tabiatlı adamsa ancak zekerden zevk alır.
Zekerden başka ne dini vardır, ne zikri; o düşünce , o adamı ta aşağılık yere kadar çekip götürür.
Gökyüzüne bile çıksa korkma ondan.Çünkü o, ancak aşağılık aşkıyla ders öğrenmiştir.
Çanı yukarılarda çalınsa, Çan sesi yukarılardan gelse bile atını aşağıya doğru sürüp durur.!
Yoksulların âlemlerinden korkulur mu? O âlemler lokma elde etmek için bir yoldur.
Oğlanın iriyarı adamdan korkması.adamın ”Korkma çocuğum,ben er değilim” demesi
3155. Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı.
Adam dedi ki “ Güzelim, emin ol.. sen benim üstüme bineceksin.
Ben korkunç görünsem de aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür”
İnsanların suretleriyle mânaları da işte böyledir. Dışardan adam görünürler, içerden melûn Şeytan!
Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun.
3160. Tilki, hava ile dolu tulum gibi bir davul yüzünden avını yele verdi.
Davulda bir can olmadığını, içinin hava dolu olduğunu görünce dedi ki: “ Domuz bile şu bomboş tulumdan yeğ!”
Davul sesinden tilkiler korkar, fakat akıllı kişi onu öyle döver ki deme gitsin!
Ormana dalan süvariden korkan okçu
Bir atlı cins ata binmiş, pür silâh, heybetle bir ormana dalmış, gidiyordu.
Usta bir okçu görüp korkarak yayını çekti.
3165. Onu vurmak isterken atlı bağırdı: “Ben cüssece iriyim ama hakikatte zayıf bir adamım.
Sakın benim iriliğime bakma, savaş zamanı kocakarıdan da aşağıyım.”
Okçu “ haydi git, iyi ki söyledin, yoksa korkumdan seni vuracaktım” dedi.
Nice adamlar vardır ki erkek olmadıklarından ellerinde kılıç olduğu halde karşıdakini silâhla tepelenmişlerdir.
Rüstemlerin silâhını bile kuşansan ehli olmadıktan sonra canından olursun.
3170. Oğul, kılıcı bırak da can siperini ele al. Bu padişahtan ancak başsız olan başını kurtarır.
Senin silâhın; hilen, düzenindir.Hem senden doğar hem canına kast eder.
Bu hilelerden madem ki bir fayda elde edemedin, hileyi bırak da devletlere kavuşasın.
Madem ki hileden bir meyve elde edip yiyemedin, bırak hileyi, Tanrı’yı ara!
Bu bilgiler, sana madem ki kutlu değil, kendini ahmak yerine koy, şom şeyi terk et!
3175. Melekler gibi “ Tanrım, bizim bilgimiz, ancak senin bildirdiğin bilgidir, başka bir şey bilmiyoruz” de!
Bedevinin çuvala kum doldurması ve filozofun onu kınaması
Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lâfa tuttu.
Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi.
Sonra dedi ki: “ O iki çuvalda ne dolu? Doğruca söyle!”
3180. Bedevi “ Bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil! ” dedi.
Adam “ Neden bu kumu doldurdun” diye sordu.Bedevi cevap verdi: “ O çuval boş kalmasın diye”.
Adam; “ Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy.
Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü “ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “ Ey akıllı ve hür hakîm,
Böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?”
3185. Dedi. O iyi kalpli bedevi, hakîme acıdı, onu deveye bindirmek istedi.
Tekrar “ Ey güzel sözlü hakîm, birazcık halinden bahset.
Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin, ya padişah. Doğru söyle!” dedi.
Hakîm dedi ki: “ İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime, elbiseme baksana!”
Bedevi “ Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.Hakîm cevap verdi: “ Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!”
31120. Bedevi, “ Peki, bari dükkânındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Hakîm dedi ki “ Benim dükkânım nerede, yerim yurdum nerede?
Bedevi, öyleyse paranı sorayım: sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlarda bulunuyorsun, ne kadar paran var?
Âlemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!” dedi.
Hakîm, “ Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok.
Yalınayak, başı kabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum.
3195. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince;
Arap dedi ki : “ Yürü, yanımdan uzaklaş.. senin nuhusetin benim başıma da çökmesin.
O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün, zamane halkına şom.
Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim.
Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız!
3200. Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım perhizkâr!”
Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın.
Tabiattan doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Tanrı nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir.
Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi artırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır.
Âhir zamanın âdi ukalâsı, kendilerini evvelce gelenlerden üstün görürler.
3205. Hileler öğrenip ciğerler yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir.
Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı, cömertliğiyle vermişlerdir.
Fikir ona derler ki bir yol açsın.. yol ona derler ki önüne bir padişah çıkagelsin.
Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil.
Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet’in pâk dininin yüceliği gibi ebedîdir.
Tanrı rahmet etsin,İbrahim Ethem’in deniz kıyısında gösterdiği keramet
3210. İbrahim Ethem’den rivayet edilmiştir: Bir yerde deniz kıyısında oturmuş,
O can sultanı, hırkasını dikmeğe koyulmuştu. Ansızın oraya bir emîr geldi.
O emîr, Şeyh’in kullarındandı. Şeyh’i tanıyıp hemen secde etti.
Şeyh’in hırka dikmekte olduğunu görüp şaşırdı. Şekli de değişmişti, huyu da!
Emîr, kendi kendisine “ Öyle bir ulu sultanlığı terk etti de şu yoksulluğu ihtiyar etti. Bu ne acayip iş!
3215. Yedi iklim padişahlığını kaybetsin de yoksullar gibi kendi hırkasını diksin” diyordu.
Şeyh, onun düşüncesini anladı.Şeyh aslana benzer,gönülleri ormana.
Şeyh, ümit ve korku gibi gönüllere girer, yürür. Cihan esrarı ona gizli değildir.
Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun!
Ten ehlinin yanında edep, zâhiri muameleden ibarettir. Çünkü Tanrı, onlardan gizli şeyleri örtmüştür.
3220. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, bâtıni bir muameledir. Bâtına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.
Sen ne aykırı iş yapıyorsun. Körlerin yanına bir makam kapmak hevesiyle gidiyor, huzur ile edebe riayet ederek ta kapı yanında oturuyor.
Gözlülerin yanındaysa edebi terk ediyorsun. Onun için şehvet ateşine odun oldun ya!
Madem ki anlayışın yok, hidayet nurundan mahrumsun.. körler için yüzünü cilâla, süsle dur.
Gözlülerin huzurunda da yüzüne pislik sür; sonra da bu kokmuş halinle nazlan!
3225. Şeyh, derhal iğnesini denize attı ve yüce sesle iğneyi istedi.
Yüz binlerce Tanrı balığı, her birinin ağzında birer altın iğne olduğu halde,
Ey şeyh Tanrı’nın iğnelerini al, diye Tanrı denizinden baş çıkardı.
İbrahim Ethem, yüzünü o emîre dönüp dedi ki; Ey emîr, gönül saltanatı mı iyi, öyle bayağı bir saltanat mı?
Bu zâhiri bir işaretten ibaret, bir hiç bile değil. Bâtın âlemine varırsan bunun yirmi mislini görürsün.
3230. Şehre bahçeden bir dal getirirler. Fakat bağı bostanı oraya nasıl götürsünler?
Hele bu gökyüzü, ancak bir yaprağı olan bir bağ olursa.. hatta o âlem bir içtir, hakikattir de şu cihan, onun kabuğuna benzer.
Sen, o bağa doğru adım atamıyorsun. Fazla koku kokla da nezleni gider!
Bu suretle o koku, canını çeksin de gözlerinin nuru olsun.
Yakup Peygamberin oğlu Yusuf, bu koku hakkında “ Gömleğimi alın, götürüp babamın yüzüne koyun” dedi.
3235. Ahmet, bu koku için vaizlerinde daima “ Gözüm namazda ışıklanır” buyurdu.
Beş duyguda birbirleriyle birleşmiştir.Çünkü beşi de bir asıldan meydana gelmedir.
Bu beş duygudan biri kuvvetlense öbürleri de kuvvetlenir; birisi her birisine sâki olur.
Gözün görüşü, söz söyleme kabiliyetini artırır. Gözdeki aşk da doğruluğu.
Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır, bu suretle duygulara zevk, munis olur.
Ârifin gaybı gören nurla nurlanması
3240. Sülûkta bir duygu, bağını çözdü mü öbür duyguların hepsi birden değişir.
Bir duygu, zâhiri duygularla idrâk edilemeyecek şeyleri duydu, gördü mü, gayba ait şeyler bütün duygulara aşikâr olur.
Sürüden bir koyun yürüyüp dereyi atlayınca öbür koyunlar da birer, birer o tarafa atlarlar.
Sen de duygu koyunlarını sür, Tanrı yazısında yay, otlat.
Da orada sümbül ve ağustos gülü yesinler, hakikat bahçelerine yol bulsunlar.
3245. Öbür duyguların hepsi birer, birer o cennete ulaşsın diye her duygun, duygulara peygamberlik eder.
Duygular, senin duyguna dilsiz, dudaksız, hattâ hakikatten de öte, mecazdan da öte sırlar söyler.
Çünkü bu hakikat dediğin türlü, türlü tevil edilebilir. Bu vehimlenme de hayaller doğurur durur.
Halbuki âyan âlemine mensup olan hakikatse hiçbir suretle tevil edemez.
Her duygu, senin duyguna kul olunca gayri felekler bile senden ayrılamaz.
3250. Bir derinin sahibi kimdir diye dâva çıksa, deri kiminse içi de onundur.
Bir saman denginin kime ait olduğunda nizaa düşülse buğday kimin? Sen ona bak! (çünkü saman da buğday sahibinindir.)
Felek kabuktur, ruhun nuru iç. Bu görünürde o görünmez. Ayağın kaymasın, sallanma, kendine gel!
Cisim zâhiridir, ruhsa gizli. Cisim yen gibidir, ruh el gibi.
Akılsa ruhtan daha gizlidir. Duygu, ruhu çabucak anmalı.
3255. Meselâ bir hareket gördün mü anlarsın ki o hareket eden diridir. Fakat akıllı mı acaba? Bunu bilemezsin.
Mevzun hareketlere başlar, bakırın kimya ile altın oluşu gibi o da hareketlerini bilgisiyle tanzim ederse,
Ele benzeyen ruhun o münasebetli, o muntazam hareketlerinden anlarsın ki aklı vardır.
Vahiy kabul eden ruhsa akıldan da gizlidir. Çünkü o gayptır, gayp âlemindendir.
Ahmed’in aklı kimseden gizli değildir, herkes onun akıl ve kemal sahibi olduğunu bilirdi. Fakat vahiy ruhunu her can anlayamadı.
3260. Vahiy ruhuna münasip şeyler de var,fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir.
Akıl, o ruhun işlerine gâh delilik diye bakar, gâh şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmaya bağlıdır.
Hızır’a göre alelâde olan işler Musa’nın aklını şaşırttı, Musa onları görünce bulandı.
O işler Musa’ya aykırı göründü. Çünkü Musa o hale sahip değildi.
Musa’nın aklı bile gayp işlerine ermezse, ey ulu kişi, bir farenin aklı nedir ki bu işlere ersin!
3265. Taklit bilgisi, satış içindir, bu bilgi sahibi, müşteri buldu mu, bilgisini güzelce satar.
Fakat hakikat bilgisine müşteri, Tanrı’dır. Bu bilgi sahibinin pazarı daima işler, daima parlar.
Alışveriş ederken mest bir halde ağzını yumup oturur. Fakat müşterisi Tanrıdır.
Âdemin dersine melek müşteridir, o derse dev ve peri mahrem değildir.
Âdem, senin dersin her şeyin adını haber vermektir. Haydi, Tanrı sırlarını kıldan kıla anlat.
3270. Kısa görüşlü, daima halden hale giren, renkten renge boyanan ve temkini bulunmayan,
Kişiye fare dedim, çünkü yeri, yurdu topraktır. Farenin de geçim yeri topraktan ibarettir.
Yolları, izleri bilmez değil, bilir ama yer altındakileri bilir. O , her yanda toprağı delmiş, delik deşik etmiştir.
Fare gibi nefis, ancak lokma ufalar. Tanrı fareye de miktarınca akıl vermiştir.
Çünkü yüce Tanrı, hiç kimseye, ihtiyacından artık bir şey vermez.
3275. Eğer âlemin yeryüzüne ihtiyacı olmasaydı âlemlerin Rabbi, yeri yaratmazdı.
Bu titreyip duran yeryüzü, dağlara muhtaç olmasaydı Tanrı, o heybetli dağları halk etmezdi.
Göklere de ihtiyaç olmasaydı yedi kat göğü yoktan meydana getirmezdi.
Güneş, ay ve şu yıldızlar, ancak ihtiyaç yüzünden zuhura geldi.
Şu halde varlıkların kemendi,( yoklukları çekip varlık âlemine getiren) ihtiyaçtır. Tanrı’nın ihsanı, ihtiyaç miktarınca zâhir olur.
3280. Yürü, çabuk ihtiyacını arttırır da Tanrı’nın kereminden cömertlik denizi coşsun.
Şu yol üstünde dilenen, şu dilenciliğe düşmüş olan yoksullar, halka ihtiyaçlarını arz ederler.
Kör , sakat, hasta, illetli olduklarını gösterir, bu suretle halkın merhametini coşturmak isterler.
“ Ey halk, ekmek verin. Benim de ambarım var, benim de malım, benim de sofram var” derler mi hiç?
Köstebeğin yemek içmek için göze ihtiyacı yoktur. Onun için Tanrı onu gözsüz yarattı.
3285. Köstebek, gözsüz de pekâlâ yaşayabilir. Ter-ü taze toprakta göze ne ihtiyacı var?
Zaten ancak hırsızlık etmek için topraktan çıkar, başka bir iş için değil, Tanrı, onu bu hırsızlıktan arıtsa,
O da kanatlanır, kuş olur; melekler gibi göklere uçup gider.
Tanrı’nın gül bahçesinde her an bülbül gibi yüzlerce nağme çıkarır.
“ Ey beni çirkin sıfatlardan kurtaran, ey cehennemi cennet haline getiren,
32120. Bir yağ parçasına aydınlık bahşetmekte, bir kemiğe işitme kabiliyeti vermektesin ey gani Tanrı.
Fakat o maanınin cisimle ne alâkası var?Eşyanın adlarıyla,anlayışın ne münasebeti var?
Söz yuva gibidir,mâna kuş gibi.Cisim ırmak gibidir, ruh akıp giden su gibi.
O ırmak akıp gitmektedir, fakat sen ona duruyor dersin.. o koşup gelmektedir, sen onu bir yere kımıldamıyor sanırsın.
Eğer su, yerden yere gitmiyorsa, eğer su akıp durmuyorsa üstündeki yeniden, yeniye görünen çerçöp nedir ki?
3295. Senin çerçöpün de fikrî suretlerindir. Aklına her an yeniden yeniye el dokunmamış düşünceler gelmektedir.
Düşünce ırmağın yüzü de güzel ve sevimsiz çerçöpten halî değil.
Bu kadar suyun üstünde görünen kabuklar, gayp bağı meyvelerinin kabuklarıdır.
Bu kabukların içini suda ara. Çünkü su ırmağa bağdan kaynamakta, bağdan gelmektedir.
Âbıhayatın akışını görmüyorsan ırmağın üstündeki dalların, yaprakların,çerçöpün akışına bak.
3300. Su, yeğin akarsa üstündeki kabuklar ve çerçöp de daha çabuk sürüklenip gider.
Bu feyiz şiddetle zuhur etti mi gayri âriflerin gönüllerine gam gelmez, o gönüllerde elem eğleşmez olur.
Nitekim ırmak da, dopdolu olur, pek hızlı akarsa üstünde çerçöp eğlenmez!
Halden bigâne birisinin bir şeyhi kınaması ve müridin şeyhe cevap vermesi
Birisi, şeyhin birini “ Kötü adam, doğru yolda değil.
Şarap içiyor, mürai ve pis herif. Böyle adam nereden müritlerin imdadına yetişecek?” diye kınadı.
3305. Başka biri de ona dedi ki “ Edebe riayet et. Büyükler hakkında böyle zanda bulunmak yaraşmaz.
Onun sâf seli, bulanıversin.. bu ondan ve onun sıfatlarından ne kadar uzak!
Hak ehline böyle bühtanlarda bulunma. Bu, senin hayalinden ibaret, çevir yaprağı!
Böyle bir şey olmaz ya.. şayet olsa bile ey toprakta uçan kuş, bahrimuhite pislikten ne zarar!
O, iki testiden az, yahut küçük bir havuz değil ki.. bir katracık pislik onu nasıl bulandırır, nasıl kirletir.?
3310. Ateş, İbrahim’e bir ziyan veremedi. Kim Nemrutsa sen ona de : Kork ateşten!
Nefis Nemrut’tur, akılla can da Halil. Ruh, işin tam içindedir. Kılavuza ihtiyaç yok.. kılavuza muhtaç olan nefistir.
Kılavuz yolcuya, çöllerde her an kaybolana lâzımdır.
Menzile ulaşanlara gözden, ışıktan başka bir şey lâzım değil. Onlar kılavuzdan da kurtulmuşlardır, çölden de.
Eğer o vuslat eri bir delil getirirse henüz mücadele içinde bocalayanlar anlasınlar diye getirir.
3315. Baba, küçük çocuğuna onun dilince “ Ti, ti” der, aklı, âlemi ölçüp biçse bile!
Üstat “ Elifte bir şey yok” dese fazileti eksilmez, yücelikten düşmez.
Henüz söz bilmez cahile bir şeyler öğretmek için kendi dilini terk etmek,
Onun dilince konuşmak gerek. Ancak bu suretle senden bir bilgi, bir fen öğrenebilir.
Bütün halk da şeyhin çocukları mesabesindedir. Nasihat verdiği zaman pîre, onların seviyesine inmek lâzım”
*Şeyhin müridi, o kötü sözlüye, o küfürle, sapıklıkla dopdolu kişiye dedi ki:
*“Kendini keskin kılıç üstüne atma. Aklını başına al, padişah ve sultanla savaşa girişme.
*Havuz ,deryaya omuz vurur, onunla boy ölçüşmeye kalkışırsa mahvoldu gitti.
*O, öyle bir deniz değil ki ucu, kıyısı bulunsun da sizin pisliğinize bulansın!
3320. Küfrün de bir haddi, hududu var. Fakat şeyhe ve şeyhin nuruna bir kenar, bir had yok!
Haddi hududu olmayanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Tanrı’dan başka her şey fanidir.
Onun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman.Çünkü, o içtir, küfürle imansa deri.
Bu yokluklar, yüze perdedir.O, leğen altında gizli ışığa benzer.
Hulâsa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir şeye yaramaz.
3325. Kâfir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan!
Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim, daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır.
Canımız hayvan canından daha üstündür, neden? Çünkü daha fazla biliyoruz.
Meleklerin canı da bizim canımızdan üstün.Çünkü onlarda Hissi Müşterek yoktur.
Ehil olanların canlarıysa meleklerin canlarından üstündür, şaşkınlığı bırak!
3330. Melekler, Âdeme secde ettiler; çünkü onun canı, meleklerinkinden üstündür.
Üstün olmasaydı secde ederler miydi? Üstün olanın daha aşağı mertebede bulunana secde etmesini emretmek doğru bir şey değil değildir, yaraşmaz.
Tanrı’nın adaleti, Tanrı’nın lûtfu bir gülün dikenine secde etmesini hoş görür mü?
Bir can, oldu da son mertebeyi de aştı mı artık her şeyin canı, ona mûti olur;
Kuş, balık, in,cin,insan.. hepsi ona itaat eder. Çünkü o üstündür, öbürleri noksan.
3335. Balıklar, hırkasını diksin diye ona iğne getirirler. Bu, ipliğin iğneye tâbi olmasına benzer.
–Tanrı rahmet etsin—İbrahim Ethem hikâyesinin sonu
O emîr, balıkların İbrahim Ethem’in emrini yerine getirdiklerini, balıkların ağızlarında iğneyle sudan baş çıkardıklarını görünce vecde geldi.
Bir ah çekip “ Balık bile pîri tanıyor. Yuh olsun o tapudan sürülen tene!
Balıklar bile pîri biliyorlar da biz ondan uzağız. Biz, bu devletten mahrumuz da onlar erişmiş” deyip,
Secde ederek ağlaya ,ağlaya perişan bir halde yola düzüldü; bu kerametin aşkından divaneye döndü.!
3340. Hey yüzünü yıkamamış pis herif, neredesin sen ? kiminle kavgaya girişiyor, kime haset ediyorsun?!
Sen aslanın kuyruğuyla oynamakla, meleklere saldırmaktasın.
Hayırdan ibaret olana neden kötü söylüyorsun. Kendine gel, o alçalışı yücelme sayma.
Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır, Şeyh kimdir? Ucu, sonu olmayan kimya!
Bakır, kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değilse kimya, bakır yüzünden bakırlaşmaz ya!
3345. Kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş kişi, şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi.
Ateşi daima su ile korkuturlar. Fakat suyu hiç ateşle korkutabilirler mi?
Sen ayın yüzünde ayıp noksan buluyor, cennette diken topluyorsun.
Ey diken arayan, cennete gitsen bile orada senden başka bir diken göremezsin.
Güneşi balçıkla sıvıyor, kâmil bedirde gedik arıyorsun.
3350. Âlemde parlayıp duran güneş bir yarasa için nasıl gizlenir?
Ayıplar, pîrler ret ettiğinden ayıp oldu.Kayıplar onların hasedi yüzünden kayıp kesildi.
Huzurdan uzaksan bari dost ol, çabucak nedamet getir, işe güce koyul,
Da o yoldan sana da bir rüzgâr essin. Rahmet, suyuna neden hasetle mani oluyorsun?
Uzaktaysan bile bulunduğun yerden o tarafa yönel, “ Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün!”
3355. Eşek bile hızlı yürüyeyim derken balçığa saplandı mı oradan kurtulmak için anbean oynar durur.
Orada kalmak için yerini düzeltmeğe kalkışmaz, bilir ki orası geçim yeri değildir.
Duygun, eşek duygusundan daha aşağı mı ki gönlün bu balçıktan sıçramadı bile.
Balçığın içinde tevile ruhsat vermektesin.Çünkü oradan gönlünü almak istemiyorsun ki.
“ Bana bu lâyık..ihtiyarım elimde değil. Allah kerimdir. Bir âcizi de suçlu tutacak değil ya” dersin.
3360. Ey sırtlan gibi kötülüğe giriftar olmuş kişi, sen gafletinden bu muahezeyi görmüyorsun.
Sırtlanı mağaranın içinde değil, dışarıda arayın derler,
De mağarayı kapatırlar, halbuki sırtlan “ Benden haberleri yok.
Bu düşmanlar, benden haberdar olsalardı sırtlan nerede, hani ya? diye bağırırlar mıydı” der.
Birinin Ulu Tanrı günah yüzünden beni suçlu tutmuyor,bana ceza vermiyor diye iddiaya girişmesi ve Şuayb aleyhisselâm’ın ona cevap vermesi
Şuayb zamanında birisi, “Tanrı benden nice ayıplar gördü.
3365. Nice suçlarda bulundum. Böyle olduğum halde kereminden bana ceza vermiyor,beni muahaze etmiyor” dedi.
Ulu Tanrı, Şuayb’ın kulağına dedi ki. “ Ona gayp âleminden fasih bir dille cevap ver:
Sen, ben ne kadar suç işledim, öyle olduğu halde Tanrı kereminden suçuma bakmıyor, bana mücazat etmiyor dedin ama,
Ey aykırı düşünceli, ey sersem, ey yolu bırakıp da çölü tutmuş!
Seni nice kereler cezalandırdım. Fakat senin haberin yok. Ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmışsın.
3370. A kara kazan, isin, pasın kat,kat; için, yüzün berbat!
Gönlünde is üstünde is, kurum üstünde kurum. Bu is ve kurum bir derecede ki nihayet gönlün, bütün sırlara karşı kör olmuş.
Eğer o is, kurum, yeni bir kazana ursa bir arpa tanesi kadar küçük bile olsa eseri görünür.
Çünkü her şey, zıddı ile meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı ütünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir.
Fakat dumanın tesiriyle kazan karardı mı artık onun üstünde isi, kurumu kim görür a inatçı?
3375. Demirci zenci olursa yüzü, dumanla isle aynı renktedir.
Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer ,yer kararır, kızarır.
Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlamaya başlar ve “ Aman Yarabbi” demeye koyulur.
Fakat bir adam ,günahta ısrar eder,kötülüğü kendine sanat edinir,düşünce gözüne toprak saçarsa,
Artık tövbe etmeyi bile aklına getirmez; o suç gönlüne tatlı gelir;böyle böyle nihayet dinsiz olur gider.
3380. O pişman oluş,o “Yarabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter.
Paslar, demirini yemeye gevherini yok etmeye başlar.
Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur.
Yazılı kâğıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir.
Çünkü o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı her iki yazı da körleşir, hiçbir mânası kalmaz.
3385. O kâğıda üçüncü defa bir şey yazarsan kâfirlerin canı gibi tamamıyla kapkara olur.
Şu halde her şeye çare bulan Tanrı’ya sığınmaktan başka ne çare var? Bakırın ümitsizliğine iksir, ancak onun nazarıdır.
Ümitsizlikleri ona arz edin de devasız derdinizden kurtuluverin!”
Şuayb ona bu nükteleri söyleyince Şuayb’ın nefesleri yüzünden adamın gönlünde güller açıldı.
Canı, gökyüzünden gelen vahiy sesini duydu. Dedi ki. “ Eğer bizi cezalandırdıysa nişanesi nerede?”
33120. Şuayb “ Yarabbi, beni kabul etmiyor. Bu muhazeye, bu cezaya nişane aramakta” dedi.
Tanrı “ Ben ayıpları örtücüyüm, sırlarını söylemem. Ancak iptilâsına dair şu tek remzi söyleyeyim:
Onu cezalandırdığımın bir nişanesi şu: Oruç tutmak da dua etmekte..
Namaz kılmakta, zekât vermekte.. başka ibadetlerde bulunmakta. Fakat ruhu bir zerre bile zevk duymuyor.
Ne güzel ibadetler ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor. Fakat bir parçacık bile tat yok.
3395. İbadeti kışırdan ibaret, iç, yok. Cevizler çok ama içleri boş!
İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek.. tohumun ağaç olması için iç gerek!
İçsiz tohum, fidan olur mu? Cansız surette hayalden başka bir şey değil.
O hale âşina olamayan müridin şeyhi kınaması hikâyesinin sonu
O habis, şeyh hakkında hezeyanlarda bulunmaktaydı. Eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür.
“ Ben, onu bir mecliste gördüm, takvası yok, bir müflisten ibaret.
3400. İnanmıyorsan bu gece kalk da şeyhinin fıskını apaçık gör” dedi.
Geceleyin o adamı bir pencere başına götürdü, dedi ki : “ Fasikliğe bak, işreti gör”
Gündüzün riyasiyle gecenin fıskını seyret. Gündüz Mustafa gibi, gece Ebuleheb gibi!
Gündüz adı Abdullah ,gece elinde kadeh, nezübillâh!”
Pîrin elinde dolu bir kadeh vardı. Mürit bunu görünce “ Şeyhim, sen de mi aldatıcısın?
3405. Sen, “Şeytan, şarap kadehine hemencecik işeyiverir” demez miydin?” dedi.
Şeyh dedi ki: “Benim kadehimi öyle doldurdular ki içine tek bir üzerlik tohumu bile sığmaz.
Bir bak hele.. buraya bir zerre bile sığar mı? Sen sözü yanlış anlamışsın, aldanmışsın.
Bu zâhiri şarap, zâhiri kadeh değil ki. Onu, gaybı bilen şeyhten uzak bil.
Be ahmak, şarap kadehi, şeyhin varlığıdır. Oraya Şeytan’ın sidiğine asla yol yok!
3410. O varlık, Tanrı nuruyla dolu, hem de dudağına kadar. Ten kadehi kırılmış, mutlak nur kalmıştır.
Güneşin nuru, pislik üstüne düşmekle pislenmez ya, yine aynı nurdur”
Şeyh bu sözleri söyledikten sonra “ Bu, ne kadehtir, nasıl şarap, bir gel de bak be hey münkir” dedi.
Mürit gelip baktı, gördü ki halis bal. O mânasız düşmansa kör oldu, bir şey göremedi.
O zaman pîr müridine dedi ki: “ Yürü ey ulu mürit bana şarap bul,
3415. Bir hastalığım var, şarap içmek zaruretindeyim. Hastalıktan ölüm haline geldim, hattâ bu halden de ileri bir hale düştüm.
Zaruret vakti her pis, temiz sayılır. İnkâr edene lânet, başına toprak!
Mürit, meyhaneleri dönüp dolaşmaya,şeyh için her küpten şarap taşımaya başladı.
Fakat küplerin hiç birin de şarap bulamadı. Hurma şarabıyla dolu olan küpler, balla dolmuştu.
“ Rintler, bu ne hal, bu ne iş? Hiçbir küpte şarap bulamıyorum” dedi.
3420. Bütün Rintler, ağlayıp ellerini başlarına vurarak Şeyhin yanına geldiler.
“ Ey ulu Şeyh, sen meyhaneye geldin, bütün şaraplar, kudümünün hürmetine bal oldu.
Şarabı arıttın, bizim canlarımızı da kötü huylardan arıt, tebdil et “dediler.
Cihan, baştanbaşa ağız, ağıza kanla dolu olsa Tanrı kulu yine ancak helâl yer.
Tanrı razı olsun,Ayşe’nin Mustafa Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem’e “Sen seccade yaymadan her yerde namaz kılıyorsun” demesi
Bir gün Ayşe, Peygamber’e dedi ki. “ Ey Tanrı Resulü, sen aşikâr, gizli,
3425. Neresini bulursan orada namaz kılmaktasın. Halbuki evde pis adamlar da gezip tozuyor.
Sen de bilirsin ki pis çocuklar, nereye varırsa orasını pislerler.”
Peygamber, “Şunu bil: Tanrı, büyükler pis şeyleri temiz etmiştir.
Hakk’ın lûtfu, bu yüzden secdegâhımı, ta yedinci kat göğe kadar arıttı” diye cevap verdi.
Kendine gel, kendine. Padişahlara hasede kalkışma. Terk et hasedi.Yoksa âlemde sen de bir iblis olursun.
3430. Veli,zehir yese bal olur.. sen bal yesen zehir kesilir.
O, varlığını Tanrı varlığına tebdil etmiştir. İşi de eşyayı tebdil etmedir.O, lûtuftan ibaret bir hale gelmiştir, her türlü ateşi de nur olmuştur.
Ebabil kuşlarında Tanrı kuvveti vardı. Yoksa bir kuşcağız nasıl olurda bir fili helâk edebilirdi?
Koca bir orduyu birkaç kuş kırıp geçirdi. Bak da bu kudretin Tanrı’dan olduğunu bil.
Eğer bundan şüpheye düşersen yürü var, Eshabı fil suresini oku.
3435. Onunla inada kalkışır, beraberlik dâvasına girişirsen, yok mu? Eğer onlardan başını kurtarabilirsen beni de kâfir bil sen!
Farenin deve yularını çekmesi ve kendi kendisine gururlanması
Bir fareceğiz, bir devenin yularını eline aldı, kurula, kurula yola düştü.
Deve , tabiatındaki mülâyimlik yüzünden onunla beraber yürümeye koyuldu. Fare “ Ben, ne de pehlivan, ne de yiğit ermişim” diye gurura düştü.
Düşüncesinin ışığı deveye aksetti. “ Hele hoşindi. Ben sana gösteririm!” dedi.
Gide, gide bir büyük ırmak kenarına geldiler. Öyle büyük, öyle derindi ki ulu bir fil bile o ırmakta zebun olurdu.
3440. Fare orada duru, kaskatı kesildi. Deve “ Ey dağda, ovada bana arkadaş olan,
Bu duraklama ne, niye şaşırdın? Irmağa ercesine ayak bas, gir suya!
Sen kılavuzsun, benim öncümsün. Yol ortasında durup susma” dedi.
Fare dedi ki: “ Bu su, pek büyük, pek derin bir su. Arkadaş,ben boğulmaktan korkuyorum.”
Deve “ Hele bir göreyim, ne kadarmış bu su ?” deyip hemen ayağını attı.
3445. Dedi ki: “ A kör sıçan, su diz boyuymuş. A hayvanların kusuru, neden şaşırdın?”
Fare, “ Sana karınca ama bize ejderha! Dizden dize fark var.
Ey hünerli deve, sana diz boyu ama benim tepemden yüz arşın geçer.” dedi.
Deve dedi ki: “ Öyleyse bir daha küstahlık etme de cismin, canın yanıp yakılmasın.
Sen, kendin gibi farelerle boy ölçüş. Deveyle sıçanın sözü yoktur.”
3450. Fare, “ Tövbe ettim, Tanrı hakkı için beni bu helâk edici sudan geçir.” dedi.
Deve acıdı, “ Haydi hörgücüme sıçra, otur.
Bu geçiş, benim işim. Seni de, senin gibi yüzlercesini de geçiririm” dedi.
Madem ki peygamber değilsin, yola düş de günün birin de kuyudan kurtulup yüce bir makama erişesin.
Sultan değilsen yürü, raiyet ol. Kaptan değilsen gemiyi öyle alabildiğine yürütme.
3455. Ticarette kâmil değilsen yalnız başına dükkân açma; yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir.!
“ Susun, dinleyin” emrini işit, sükût et. Madem ki Tanrı dili olamadın, kulak kesil.
Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de itiyat yüzündendir.
Kötü huy, âdet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir. Seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.
3460. Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın.
Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır.
İblis, ululanmayı huy edinmişti de eşekliğinden Âdem’i kendisinden aşağı gördü.
“ Benden daha ulu başka birisi yok ki. Benim gibi bir kişi, ona secde eder mi?” dedi.
Ululuk zehirdir. Ancak, ta ezelden panzehire sahip olan ruh müstesna.
3465. Dağ, yılanla dolu ise içersinde panzehir yeri bulundukça korkma.
Kafana ululuk yerleşmiş, onun için kim seni kırarsa onu ezelî düşman sayarsın.
Birisi huyuna aykırı söz söylerse ona bir hayli kinlenirsin.
Beni huyumdan çevirecek, şakirt haline sokacak, kendisine tâbi kılacak dersin.
Böyle adamın kötü huyu serkeş olmasa, o huya aykırı şeylere niye ateşlenir, kızar;
3470. Yahut muhalife müdana eder, onun gönlünde bir yer kazanır?
Çünkü kötü huyu adamakıllı kuvvetlenmiştir.Karınca gibi olan şehvetti, itiyat yüzünden adeta ejderha kesilmiştir.
Şehvet yılanını önceden öldür. Yoksa hemencecik ejderhalaşır.
Fakat herkes, yılanını karınca görür. Sen kendini bir gönül sahibine sor!
Bakır, altın olmadıkça bakırlığını; gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.
3475. Bakır gibi sen de iksire hizmet et.Gönül, dildarın cevrini çek.
Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehli dildir. Çünkü ehli dil olan, gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta, âlemde eğleşmemektedir.
Tanrı kulunun ayıbını az söyle, padişahı hırsızlıkla az kına.
Gemide bir dervişi hırsızlıkla töhmet altına almaları
Bir gemide bir derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı.
Gemide bir kese altın kayboldu.O, uyuyordu.Herkesi aradılar. Birisi onu da gösterip,
3480. “ Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden onu da uyandırdı.
“ Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu arayıştan sen kurtulamazsın.
Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.
Derviş “Yarabbi, şu aşağılık kişiler, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını eriştir” dedi.
Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her tarafından,
3485. Yüzbinlerce balık baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci vardı. Ama ne inci?
Her tanesi bir memleket haracı. Tanrı’dan geliyor, elbette eşi bulunmaz.
Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı âdeta kendisine bir taht edip oturdu.
Padişahlar gibi tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu.
O, havanın yücesinde, gemi de onun önünde!
34120. Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul bir hırsız sizinle bir arada olmasın!
Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek!
O,ne beni hırsızlıkla töhmet altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”
Gemidekiler dediler ki: “ Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?”
Derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakîr bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden.
3495. Hâşa, bu yüzden değil. Ululara tâzim ettiğimden. Çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim.
Onlar öyle lâtif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Tanrı’dan “ Abese” suresi geldi.
Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir.
Nasıl töhmet altına alabilirim ki. Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi.
Töhmetli nefistir;yüce akıl değil.Töhmetli duygudur; lâtif nur değil.
3500. Nefis Sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil.
.MESNEVÎ-İ ŞERİF Tercümesi
Çeviren: Veled Çelebi (İzbudak)
CİLT 2 (3501 – 3810 Beyitler)
Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: O bir hayaldi.
Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu.
Halbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz.
O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi?
3505. Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben, yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar!
Sofilerin,şeyhin huzurunda çok söz söyleyen sofiyi kınamaları
Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek,
Şeyhe “ Ey ulumuz, medet.. bu sofiden öcümüzü al”dediler.
Şeyh “ Sofiler, şikâyetiniz neden” diye sorunca birisi “ Bu sofinin üç kötü huyu var;
Söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.
3510. Yattı mı uyudu mu Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler.
Şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru.
“ İşlerin hayırlısı orta hallisidir” diye haberde bile var. Vücuttaki Ahlât itidal yüzünden faydalı.
Bunların biri herhangi bir ârızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir.
Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur.
3515. Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi.
O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi, git.. sen çok söylüyorsun.. gayri ayrılık geldi, çattı!
Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş.. Yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
Yok.. eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi.
Meselâ namazda ansızın yellensen , biriside sana git yeniden aptes al dese,
3520. Gitmez, orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat kalk.. be şaşkın, zaten namazın gitti!
Yürü, seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.
Bekçi, uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var?
Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti Tanrı tecellisidir.
Ya çıplakları bırak, bir yana çekil.. yahut onlar gibi elbiseden vazgeç!
3525. Yok.. eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!”
Fakirin şeyhe özrünü arzetmesi
Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi.
Şeyh’in sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi.
Nitekim Kelîmin suallerine Hızır’ın Alîm Tanrı’dan verdiği cevaplarlarla;
Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır, Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi.
3530. Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti.
Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir.
Su, deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi.
Birisinin dört ekmeğe ihtiyacı olurda iki, yahut üç tanesini yerse bu, orta bir yiyiştir.
Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki. O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur.
3535. Birisinin on ekmeğe iştahı olsa da altısını yese bu orta sayılır.
Fakat benim elli ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki.
Sen on rekât namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekât namaz kılsam usanmam.
Birisi, ta Kâbe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar kendisinden geçer.
Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.
3540. Bu orta halli oluş, sona göredir; önü, sonu olan şeye nispetledir.
Bir şeyde evvel, âhir olmalı ki ortası tasavvur edilebilsin.
Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl olur.. önü, sonu olmayanın ortası nasıl bulunur?
Tanrı, “ Deniz mürekkep olsa biterdi de Rabbimin kelimeleri bitmezdi” dedi. Kimse Tanrı tecellisinin evvelini, âhirini göremedi.
Hattâ yedi deniz, tamamıyla mürekkep olsa gene biteceğini umma.
3545. Bağ, orman baştanbaşa kalem olsa bu söz, yine eksilmez.
O mürekkebin, o kalemlerin hepsi biterde sonu olmayan bu söz yine kalır.
Benim halim uyuyan adamın haline benzer. Gören sapık, beni uyuyor sanıyor.
Halbuki bil ki gözüm uyur, gönlüm uyanıktır. Bil ki işsiz güçsüz gibi duruyorum ama işimde var, gücüm de!
Peygamber “ Gözlerim uyur ama Tanrı lûtfuyla kalbim uyumaz” dedi.
3550. Senin gözün açık, kalbin uyuyor; benim gözüm uyuyor, gönlüme kapı açılmış!
Gönlün ayrı beş duygusu var, gönül duygusuna iki cihan da pencere.
Sen, kendi zayıflığınla bana bakma.. sana gece çağı ama o gece, bana kuşluk vakti.
Sana zindan, fakat o zindan bana bahçe gibi. Meşguliyetin ta kendisi bana istirahat hali.
Senin ayağın balçıkta, bana balçık gül kesilmiş .. sana yas, bana düğün, dernek davul zurna !
3555. Seninle yeryüzünde oturup duruyorum ama Zuhal yıldızı gibi yedinci kat göğün üstünde koşup durmaktayım.
Seninle oturan ben değilim, benim gölgem. Mertebem, düşüncelerden üstün.
Çünkü ben düşüncelerden, vesveselerden geçtim, onların dışında koşup gezmekteyim.
Ben endişelere hâkimim, mahkûm değil. Usta, binaya hâkimdir.
Bütün halk, endişelere, vesveselere mahkûmdur. O yüzden hepsinin gönlü hasta, hepsi gamlı, gussalıdır.
3560. Onların arasından çıkıp kurtulmak istersem kendimi mahsustan endişeli gösteririm.
Ben, yücelerde uçan bir kuşum, endişe sinek! Sinek nasıl olurda beni elde edebilir?
Ayakları kırık olanlar da benimle buluşsunlar, konuşsunlar diye göğün yücelerinden kasten aşağıya inerim.
Aşağılık sıfatlardan usandım mı melekler gibi uçuveririm.
Benim kanadım, kendinden çıkmadır. Vücuduma iki kanat yapıştırmadım ben.
3565. Cafer-i Tayyar’ın kanadı kendindendir, Cafer-i Tarrar’ın kanadı ise iğreti.
Tatmayan adama göre bu, dâvadan ibarettir. Fakat makamı yüce kişilere göre dâva değil, mânadır.
Bu söz,kargaya göre lâftan, kuru iddiadan ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir.
İçinde lokma gevher olduktan sonra çekinme muktedir olduğun kadar ye!
Şeyhin biri bir gün, halkın kötü zannını gidermek için leğene kustu, leğen inciyle doldu.
3570. Bu suretle o basiret sahibi pir, halkın az akıllılığına acıyıp ancak akılla anlaşılır inciyi gözle görülür inci haline getirdi.
Fakat midende temiz de pis murdar bir hale geliyorsa boğazını kilitle, anahtarı da sakla.
Lokma, kimde ululuk nuru haline gelirse ne dilerse yesin.. Ona helâl!
Doğruluğuna kendisi tanık olan iddia
Eğer benim canıma âşina isen bilirsin ki şu mânalı sözüm boş dâva değildir.
Gece yarısında bile senin yanındayım; kendine gel.. geceleyin korkma; ben senin adamınım, hısmınım dersem,
3575. Bu iki iddia da, eğer hısımlarının sesini tanırsan sence doğrudur.
Yanında olmak da, hısmın bulunmak da iddiadır ama iyi anlayan kişiye göre ikisi de mânadan ibarettir ve doğrudur.
Sesinin yakından gelişi de şehadet eder ki bu nefes, bir sevgilinin yanından gelmekte.
Hısımların seslerindeki tat da o hısmın doğruluğuna şahittir.
Fakat Tanrı ilhamına mazhar olmayan ve bilgisizliğinden yabancı sesiyle akraba sesini birbirinden ayırt edemeyen ahmağa göre,
3580. Bu adamın sözü dâvadan ibarettir. Bu ahmağın bilgisizliği, inkârına sebep olur.
Fakat gönlünde Tanrı nurları olan akıllı, anlayışlı kişiye göre bu ses, mânanın ta kendisidir ve doğrudur.
Bu, şuna benzer: Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese,
Onun Arapça bilirim demesi dâvadır ama Arapça söyleyişi de mânadır, dâvasının ispatıdır.
Yahut bir kâtip, kâğıdın üstüne “ Ben kâtibim, yazı okuyabilirim, yüce bir kişiyim” diye yazsa,
3585. Bu yazı filvaki dâvadır ama, yazılan şeyde dâvanın doğruluğuna şahittir.
Yahut da bir sofi “ Dün akşam rüyada birisini gördün ya.. hani omuzun da seccade vardı.
İşte o benim. Rüyada sana nazardaki feyizleri anlatmıştım.
Onları kulağına küpe et. O sözü aklına rehber yap, sözlere uy” dese,
Bu söz, sana rüyayı hatırlatır. Yeni bir mucize, eski bir altındır.
35120. Bu söz, dâva gibi görünür ama rüyayı görenin ruhu” Evet” der. Tasdik eder.
Hikmet, müminin kaybolmuş malı olduğundan kimden duysa inanır, kabul eder.
Fakat kendisini hikmetin yanında bulursa nasıl şüphe edebilir. Nasıl yanılabilir?
Susuz birisine “ Acele et, çabuk, kadehteki suyu al iç” desen,
Susuz, “Bu bir dâvadan ibaret. Yürü ey dâvacı benden uzaklaş”
3595. Yahut “Kadehtekinin su, o içilen güzel, berrak su olduğuna dair bana bir delil göster!””der mi?
Ana, süt emer çocuğuna “Gel yavrum, süt em, ben senin ananım” dese,
Çocuk “Ana, sütünü emersem karnım doyacak mı bir delil göster!” der mi?
Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir.
Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder.
3600. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır.
O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Tanrı’ya yaklaşır.
Yahya aleyhisselâm’ın,anasının karnındayken İsa aleyhisselâm’a secde etmesi
Yahya’nın anası, Meryem’e hamlini vazetmeden az önce gizlice dedi ki:
“ Karnında bir padişah var. Ülülazm ve her şeyi bilen bir peygamberdir. Ben bunu yakinen gördüm.
Sana rastlayınca karnımda ki çocuğum hemen secdeye vardı.
3605. Karnımdaki çocuk, karnındaki çocuğa secde etti. Secdesinden bedenime titreme düştü”
Meryem de “Ben de karnımdaki çocuğun secde ettiğini hissettim” dedi.
Buna karşı şüphe
Ahmaklar derler ki: “Bırak şu masalı. Yalan, yanlış.
Meryem, doğuracağı zaman yabancıdan da uzaktı, akrabadan da.
O güzel hatun şehirden dışarı çıktı. Doğurmadıkça şehre girmedi.
3610. Doğurunca yavrusunu kucağına alıp, bağrına basıp soyunun, sopunun yanına geldi.
Yahya’nın anası, onu nerede gördü de bu hikâyeyi anlattı, bu sözü söyledi?”
Bu şüpheye verilen cevap
Bunu ilhama mazhar olan, afakta, gayp âleminde bulunan şeyleri yanındaymış gibi bilen kişi anlar.
Yahya’nın anası, uzakta olmakla beraber Meryem’in yanında bulunabilir.
Vücut, göz göz olunca gözler kapalı olduğu halde de sevgilinin yüzü görülebilir.
3615. Mamafih baş gözüyle de göremediğini,can gözüyle de göremediğini farzet, ne çıkar? Ey düşkün, sen kısadan hisse almaya bak!
Kıssaları duyup” Nakış” kelimesine “ Ş” harfinin eklendiği gibi o kıssaların suretine bağlanan, dış yüzüne kapılan kişiye benzeme.
Dilsiz Dimne, Kelile’ye nasıl söz söyler?Söz söylemekten ‘aciz Dinme,Kelile’ye meramını nasıl anlatırdı?
Tutalım, bunlar, birbirlerinin sözlerini anladılar, söz söylemeden meramlarını ifade eden bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir?
Dimne, aslanla öküz arasında nasıl bir elçi oldu, ikisini de nasıl kandırdı?
3620. O akıllı öküz nasıl aslana vezir oldu. Fil ayın aksinden nasıl korktu?
Bu Dimne ve Kelile hikâyesinin hepsi yalan. Yoksa karganın leylekle ne alışverişi olur,nasıl leylekle savaşır?” deme.
Kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer, mâna içindeki taneye.
Akıllı kişi taneyi alır, ölçek var mı, yok mu ? Ona bakmaz.
Aralarında sözden eser yok, fakat bülbülle gülün macerasına dinle!
Hâl diliyle söz söyleyiş ve anlaşılması
3625. Mumla pervanenin başından geçenleri duy, bunların mânasına vâkıf ol güzelim.
Aralarında bir söz yok ama sözün sırrı, mânası var ya. Agâh ol, yücelere uç, baykuş gibi aşağılarda uçma.
Birisi “ Burası satrançta ruh hanesi” demiş. Bu sözü duyan “ O, evi nereden elde etmiş?”
Satın mı almış, yoksa mirasa mı konmuş?” diye sormuş. Ne mutlu mâna anlayana!
Nahivcilerden biri “ Zeyd, Amr’ı dövdü” diye bir misal getirmiş. Dinleyen “Suçu yokken neye dövmüş?
3630. Amr’ın ne suçu varmış ki o çiğ Zeyd, onu köleler gibi suçsuz dövüyor?” der.
Nahivci, “ Bu, mâna ölçeğinden ibaret. Sen buğdayı almaya bak, ölçeğe lüzum yok.
Zeyd’le Amr, irap için kullanılan misallerde geçer, onlar yalan olsa bile sen irabı düzeltmeye çalış!” derse de,
Öbürü “ Ben onu,bunu bilmem. Zeyd, Amr’ı suçsuz,sebepsiz nasıl dövdü”deyince,
Nahivci naçar kalır,alaya başlar:Amr,, fazla olarak bir “V” çalmıştı.
3635. Zeyd, anlayınca o hırsızı dövdü. Çünkü Amr, haddi aşmıştı, tabii haddini bildirmek lâzım!
Bâtıl gönüllerin bâtıl sözü kabul etmesi
Bunun üzerine o adam “ Hah, doğru.. şimdi bunu canla başla kabul ettim” der. Doğru bile eğrilere eğri görünür.
Bir şaşıya “ Ay birdir” desen “ İkidir, bir olmasında şüphe var” der.
Birisi alay eder, güler ve “ Sahi, iki” derse bu sözü doğru olarak kabul eder. Kötü huyun lâyığı budur.
Yalancılar yalanla konuşurlar “Pis şeyler, pislere aittir” sözü ışık verip durmaktadır.
3640. Gönlü açık olanların elleri de açık olur. Körlerin taşlık erde düşmeleri de pek tabiîdir.
Birisinin,meyvesini yiyenin ölümden kurtulup ebedî hayata ulaşacağı ağacı aramaya kalkışması
Bilgili biri, hikâye yollu “Hindistan’da bir ağaç vardır.
Meyvesini yiyen ne ihtiyarlar, ne ölür!” der.
Bir padişah bunu duyar, doğru sanıp o ağaca ve meyvesine âşık olur.
Bu ağacı bulmak, meyvesini getirmek üzere divan adamlarından bilgili birisini Hindistan’a yollar.
3645. Adamcağız yıllarca Hindistan’da o ağacı arar, tarar.
Bulmak için şehir şehir gezer, ne ada bırakır, ne dağ bırakır, ne ova bırakır!
Kime sorduysa “ Bu ne arıyor, deli mi, ne?” diye güler, alay eder.
Niceler alaya alıp döverler, niceler istihza edip “Akıllı,
Senin gibi zeki ve temiz kişinin bu arayışında elbette bir esas var, hiç boş olur mu?” derler.
3650. Ona alay yollu ettikleri bu riayet de ayrı bir tokat hattâ bu eni konu tokattan da beter!
Bazıları alaya alıp “ Ey ulu kişi pek korkunç, pek geniş bir iklim olan filân iklimde,
Falan ormanda yemyeşil bir ağaç vardır. Pek yüce, pek korkunç.. her dalı koskocaman” derler.
Padişah adamı, kimden ne duyarsa aramak için gayret kemerini kuşanır.
Orada nice yıllar gezip tozar. Padişah da ona mallar yollar durur.
3655. Gurbet diyarında bir hayli zahmetlere uğrar, nihayet âciz kalır.
Ne maksudundan bir eser görünür, ne de sözden başka bir şey!
Ümit ipi üzülür, aradığını aramaz olur, usanır.
Padişah yanına dönmeye niyet eder, ağlaya, ağlaya yola düşer.
Şeyhin o mukallit talibe,o ağacın sırrını anlatması
Meğerse o nedimin ye’se kapılıp geriye döndüğü memlekette kerem sahibi, kutuplardan âlim bir şeyh varmış.
3660. Nedim ümitsiz bir halde “ Önce onun tekkesine gideyim de oradan yola düşeyim.
İstediğimi bulamadım, ümidim kesildi. Bâri duası yoldaşım olsun” der;
Gözleri yaşlı bulut gibi yaş döke, döke Şeyhin huzuruna varır.
“ Şeyhim,acımanın, esirgemenin tam zamanı. Ümidim kesildi.. lûtfedecek an, bu an!” der.
Şeyh, “ Ümitsizsen bile söyle. Matlûbun ne? Neye yüz tutun?” diye sorar.
3665. Nedim, “ Bir padişahım var, beni bir ağaç aramak üzere gönderdi.
Ama nasıl ağaç? Âlemde bulunmaz bir şey. Meyvesi, Âbıhayatın aslı.
Yıllardır aradım bir nişanesini bile bulamadım, ancak bu sarhoşlar, benimle eğlendiler, beni alaya aldılar.. işte o kadar!” der.
Şeyh gülümser de der ki: “Ey sâf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir.
Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi Âbıhayattır!
3670. Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânayı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun.
Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut!
Hulâsa o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassası, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır.
Tektir ama binlerce eseri, nişanesi var. O bire sayısız adlar gerek.
Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur.
3675. Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir.. diğer birine lûtfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir.
Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen âmadır, öbür vasfını bilmeyebilir.
Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır. Onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur.
Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin?
Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.
3680. Halkın ihtilâfı addan meydana gelir. Fakat mânaya ulaşınca rahatlaşırlar.
Birbirlerinin dediğini anlamayan dört kişinin üzüm için kavgaya tutuşmaları
Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi, Adamlardan birisi “Ben bu parayı “engûr’a” vereceğim” dedi.
Öbürü Araptı, Lâ dedi, “Ben “İnep” isterim herif, engûr istemem.”
Üçüncü Türk’tü, “ Bu para benim “ dedi, “ Ben inep istemem, üzüm isterim.”
Dördüncüde Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lâfları, biz İstafil isteriz.”
3685. Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler.
Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar.
Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı.
Onlara “ Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.
Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar.
36120. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur.
Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir.
Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım.
Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret.
İğreti hararetin tesiri yoktur. Fakat insanın kendisinden olan hararet müessirdir.
3695. Sirkeyi ateşte ısıtsan da yiyince yine bürudeti arttırır.
Çünkü o hararet, iğretidir. Asli tabiatında bürudet ve keskinlik vardır.
Oğul, pekmez buz tutsa da yine yiyince ciğerdeki harareti fazlalaştırır.
Şu halde şeyhin riyası, bizim ihlâsımızdan daha yeğ. Çünkü o riya basiretten meydana gelmedir,bu ihlâs körlükten!
Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hâtır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika.
3700. Süleyman, Tanrı tecellisine uğrayınca bütün kuşların dillerini öğrenmiş oldu.
Onun adalet devrinde ceylân, kaplanla uzlaşmış, savaşı bırakmıştı.
Güvercin doğanın pençesinden emindi, koyun kurttan çekinmiyordu.
Süleyman, düşmanlar arasında meyancılık etti, bütün kuşların arasında birlik husule geldi.
Sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup durmaktasın. Fakat behey azgın. Süleyman buracıkta, sen ne arıyorsun?
3705. Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder.
Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktur.
Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü giderir.
“Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir korkutucu olmasın” âyetini oku.
Tanrı “ Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Tanrı halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın” dedi.
3710. O halife, onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi sâflıktan hiçbir gıllügışları kalmaz.
Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara “Tek bir nefis” demiştir.
Onlar Tanrı Resulü yüzünden tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir düşmandı.
Resul Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem’in yüzünden Ensarın arasındaki aykırılık ve düşmanlığın kalması
Medine’lilerin iki kabîlesi vardı, birine Evs, öbürüne Hazrec denirdi. Âdeta bir kabile öbürünün kanına susamıştı.
Mustafa’nın yüzünden o eski kinleri İslâm ve sâflık nuruyla mahvoldu.
3715. Önce o düşmanlar, bağdaki üzümler gibi kardeş oldular.
“ Şüphe yok, söz bundan ibaret; Müminler kardeştir” nasihatiyle de, bu nefesle de kardeşliği bıraktılar,tek bir ten oldular.
Üzümlerin suretleri kardeştir. Fakat sıktın mı tek bir üzüm suyu olur.
Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir dost olur.
Koruk halinde kalan üzüme Tanrı ezelden kâfir demiştir.
3720. Değil kardeşim değil.. artık o tek bir nefis olamaz. Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir.
Ondaki gizli şeyleri bir söylesem âlemde fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur.
Kör gâvurun sırrının anılmaması daha iyi. Cehennem dumanın İrem bağından uzak oluşu daha hoş!
Ne de olsa üzüm olmaya kabiliyetli korukların gönülleri, ehli dilin nefesleriyle birdir.
Hepsi üzüm olmaya koşarsa, sonunda ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz.
3725. Hepsi de üzüm olup derilerini yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik olur.
Dost, düşman ikiliktedir. Fakat hiç, bir olan, kendisiyle savaşır mı?
Aferin, üstat Aklı Küll’e, yüz binlerce zerreye birlik bahşetti.
Yerde topak, topak dağınık topraklara benzerlerken testici, hepsini de birleştirdi, bir testi yaptı.
Gerçi suyla toprağın birleşmesi, nakıstır, can, buna benzemez.
3730. Fakat burada apaçık bir misal getirsem korkarım aklın karışır.
Süleyman şimdi de var ama biz uzağı görme neşesiyle onu göremiyoruz.
Uzağa bakış, insanı kör eder. Sarayda uyuyanın sarayı görmediği gibi.
Biz ince sözlere dalmışız, onlarla uğraşıp duruyoruz. Düğümleri çözme sevdasına tutulmuşuz.
Düğümleri bağlayıp çözdükçe şüpheye düşmeyi, cevap vermeye kalkışmayı uzatıp gideriz.
3735. Tuzağın bağını gâh çözüp bağlayan, bu suretle bu işte maharet kazanan kuş gibi..
Böyle kuş sahradan, çayırdan mahrumdur, ömrü düğümü açıp çözmede harcolur gider!
Filvaki hiçbir tuzağa zebun olmaz ama günden güne kanatları tutulur, uçmaz olur.
Bağ çözüp bağlamakla az uğraş da kanatların tutulmasın, uçmadan kalmayasın.
Yüz binlerce kuşun kanadı kırıldı da yine o ârızalı yerlerdeki tuzakları gidermedi.
3740. Kuran’da onların ahvalini oku haris adam: “Bütün şehirlerde gezip dolaştılar, her tarafı elde ettiler.” Bak hele “ Bir kurtuluş var mı?”
Türk, Rum ve Arabın kavgasından engûr ve inep şüphelerine düşmekten başka bir şey çıkmaz.
Mânevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz.
Kavgacı kuşlar, hepiniz doğan gibi şehriyarın şu davulunu duyun!
Aranızdaki ihtilâfı bırakın da ruhunuzu her yandan şâdedin.
3745. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün.O Süleyman, sizi kendine teveccühten men etmedi ki.
Fakat kör kuşlarız, terbiyeden hayli uzağız. O Süleyman’ı bir an bile tanımadık gitti!
Baykuşlar gibi doğanlara düşmanız, hulâsa viranelerde kalmışız.
Bilgisizliğimiz, körlüğümüz son derecede. Bu yüzden de Tanrı azizlerini incitmeye kastediyoruz.
Süleyman’dan aydınlanan kuşlar, nasıl olur da suçsuz, sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar?
3750. Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar, âcizlere yem verirler. O kuşlarda aykırılık ve kin yoktur. Hoş kuştur onlar, hoş kuş!
Onların hüthüteleri kutlulamak üzere yüzlerce Belkıs’ın yolunu açar;
Kargaları surette kargadır, hakikatte himmet doğanı “ Mâzâga” sırrına mazhardır onlar.
Leylekleri “lek, lek “ der ama şüpheye birlik ateşini salar;
Güvercinleri, doğanlardan korkmaz. Hattâ doğan, o güvercinlerin önünde baş kor.
3755. Bülbülleri, insana vecit ve halet verir; gülistanları, kendi gönüllerindedir.
Duduları, şeker kaydında değildir. Ebedî şekeri, kendi içlerinde bulurlar.
Tavusların ayakları bile, bakılsa, öbür tavusların kanatlarından daha güzel görünür.
Hakan kuşlarının kuru bir sesten ibaret kuş dilleri nerede, Süleyman kuşlarının söyledikleri kuşdili nerede?
Sen ne bilirsin kuşların seslerini? Bir an olsun Süleyman’ı görmedin ki!
3760. İnsana sesi neşe veren o kuşun kanadı meşrıktan da hariç, mağripten de.
Her ahengi, Kürsi’den ta yere kadar bütün âlemi doldurur. Azameti yeryüzünden Arşa kadar bütün cihanı istilâ eder.
Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa âşıktır. Yarasaya benzer.
Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma.
Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin.
3765. Irgalaya bocalaya topal ,topal bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan da!
Tavuktan çıkan kaz palazları
Seni tavuk yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine kaz palazısın.
Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu, dadın bu kuruluğa tapardı.
Gönlündeki denize olan meyil yok mu.. o tabiat, sana anandan mirastır.
Fakat kuruluğa olan meylin de dadından geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü, isabetsiz!
3770. Dadıyı karada bırak,yürü, kazlar gibi mâna denizine koş, dal denize!
Anan seni sudan korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş!
Sen kazsın, karada da yaşarsın, denizde de. Kümes hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir hayvan değilsin ya.
Sen “Kerremnâ” hükmünce bir padişahsın ki hem karaya ayak atabilirsin, hem denize!
“ Ve hamelnâhüm fil berri vel bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt!
3775. Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok.
Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün,hem gökte.
Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm, vahye kabiliyetli.
Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark urup durmakta.
Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.
3780. Hulasâ Süleyman denizdir,biz kuşlara benzeriz. Ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz.
Süleyman’la gel , ayağını denize bas ki su, Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın.
O Süleyman, meydanda, herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü.
O bizim önümüzde.. bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız.
Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır.Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak!
3785. Onun gözü akar suda.. gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok!
Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı.
Fakat müsebbibi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?
Hacıların ,çölde tek ve tenha ibadet eden bir zâhidin kerametine hayran olmaları
Çöl ortasın da bir zâhit vardı. Abbadiye kabîlelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti.
Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zâhit gördüler.
37120. Zâhidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, âdeta ona ilâç kesilmişti.
Hacılar, onun yalnızlığına ,o âfetler içinde selâmette oluşuna şaştılar.
Kum üstünde namaza durmuştu. Kum, öyle bir kumdu ki hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.
Halbuki dersin ki o,sanki bir yeşillikte bir gülistanda, yahut Burak’a ,Düldüle binmiş!
Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli ona sabah rüzgârından daha hoş!
3795. O namaz kılarken hacılar beklediler. Zâhit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti.
Neden sonra istiğraktan ayıldı, kendisine geldi. Hacıların içinde gönül gözü açık birisi,
Gördü ki, zâhidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi aptes suyundan ıslak.
“ Bu su nereden?” diye sordu. Zâhit , elini kaldırıp “Gökten” diye cevap verdi.
Adam, “ Kuyu” ip yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı?
3800. Ey din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim.
Sırlarından bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım” dedi.
Zâhit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların duasına icabet et.
Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten kapı açtın.
Ey Lâmekân âleminden mekân izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan eyleyen!”
3805. ZÂhit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir lÂtif bulut peyda oldu.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi.
Bulut, tulumlar gibi gözyaşı döküyordu.Hacıların hepsi mataralarını açtı.
İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler.
Bir bölüğünün de bu hayret edilecek şey yüzünden yakini arttı. Tanrı, doğru yolu daha iyi bilir.
3810. Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedî nâkıs olarak kaldı, söz de burada bitti.
-İKİNCİ CİLDİN SONU-
.
|
Bugün 274 ziyaretçi (514 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
. |
|
.
|