ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Rus patriği Kiril, 20 Kasım 2022’de Moskova’daki Kurtarıcı İsa katedralinde yapılan doğum günü kutlamasında, yaklaşmakta olan Deccal’e karşı cemaatini tembihledi. Rusya’nın Katekhon olduğunu ve bu yüzden Deccal’ın tüm güçlerinin bu ülkeyi hedef aldığını söyledi. Patrik Kiril, daha önce verdiği bir röportajda da, “Deccal, tüm insan ırkını kontrol eden world wide web’in (www) başında olacak kişidir.” demişti. Peki; bu “Deccal” kim ve “Katekhon” ne manaya geliyor?
Tek Gözlü Hilebaz
Bir şeyi örtmek, gizlemek, üstünü boyamak manasındaki “decl” kökünden gelen “deccâl”; yalancı, hilekâr demektir. Ahir zamanda ortaya çıkacak sahtekâr bir adamın lakabıdır. Bütün ilahi dinlerde, Deccal’ın çıkacağına itikat edilir.
Yahudilikte Deccal’ın adı Armilus’tur. Şeytan’ın oğludur. Çıktığında kendisine bağlı on kral ve büyük bir ordu olacaktır. Putperestliği dünyaya yayacaktır. Yahudilere zulmedecek ve onları sürecektir. Tanrı, kaçan Yahudiler arasında bulunan ve Hazret-i Davud’un soyundan gelen Mesih’i (Maşiyah) gönderecek ve Yahudiler ilk başta ona inanmayacaktır. Fakat mucizeler gösterince ona tâbi olacaklar ve Mesih, Deccal’ı nefesiyle öldürecektir. Ardından tüm Yahudilerin döneceği İsrail krallığı kurulacaktır.
Hristiyanlıkta Deccal; anti-Krist, yani Mesih (Hazret-i İsa) düşmanı olarak bilinir. Yeni Ahid’in birçok yerinde kendisinden bahsedilmektedir. İşareti; 666’dır. 1453’te Türkler tarafından yıkılan Roma İmparatorluğu ahir zamanda bir konfederasyon olarak yeniden kurulacak ve başında da Deccal bulunacaktır. Emri altında da on idarecisi/kralı olacaktır.
Hristiyanlar, Yahudilerin beklediği Mesih’in aslında Deccal’ın kendisi, yani sahte mesih olduğuna inanırlar. Hatta Almanya’daki eski inanışına göre; Yahudilerin kayıp kabileleri, Yecüc ve Mecüc ile birlikte duvarın arkasında hapsedilmişti ve kıyamete yakın Deccal’la beraber çıkacaklardı. Almanlar bunlara, “Kızıl Yahudiler” diyordu (Bkz. Rothschild [Kırmızı Kalkan] Ailesi).
İslam’da “el-mesîhu’d-deccâl”, yani yalancı mesih olarak bilinen Deccal’ın çıkışı, kıyametin büyük alametleri arasında sayılır. Hazret-i Peygamber ﷺ, onun kıvırcık saçlı, tek gözü kör, kısır biri olduğunu ifade etmiştir. İki gözü arasında, “k, f, r” harfleri bulunmaktadır. Tanrılık ilan ederek insanları aldatan büyük bir fitnedir. Öyle ki; kendisinden önceki bütün peygamberler ümmetlerini ondan sakındırmışlardır. Hazret-i Peygamber de ﷺ, “Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir.” diyerek ümmetini ikaz etmiştir.
İslam kaynaklarından anlaşıldığına göre Deccal’a, Hazret-i Hızır’a verildiği gibi uzun bir ömür bahşedilmiştir. Öteden beri yaşamakta ve meydana çıkmak için münasip şartların oluşmasını beklemektedir. Kıyamete yakın Kudüs imar edilecek; Medine ise harabeye dönecektir. Ardından, müslümanlar 1909’da kaybettikleri İstanbul’u, Romalılarla savaşıp tekrar fethedecekler; bunun üzerine Deccal, Yahudilerin arasından ortaya çıkarak kendini gösterecektir.
Deccal’ın yerden ot bitirmek, gökten yağmur yağdırmak, gizli defineleri ortaya çıkarmak, bir genci öldürüp diriltmek gibi fevkalade güçleri vardır. Hakkı batılla karıştırarak insanları aldatır. Suyu ateş; ateşi su olarak gösterir. Bu yüzden; insanların bir kısmı onun tanrı olduğuna inanacaktır. Medine’ye girmek isteyecek; fakat melekler ona mâni olacaktır.
Nihayet; hakiki Mesih, yani Hazret-i İsa, kaldırıldığı gökten melekler vasıtasıyla Şam’a inecektir. Hazret-i Peygamberin ﷺ soyundan gelen Hazret-i Mehdi liderliğindeki müslümanlar Onun gelmesiyle kuvvet bulacaklar; Hazret-i İsa Deccal’ı Kudüs yakınlarında öldürecektir. Bundan sonra İslam dünyaya hâkim olacak ve her yerde sulh ve bereket olacaktır.
Mâni Olan Güç
İncil’in Yeni Ahit kısmında yer alan, Selaniklilere İkinci Mektup’ta, “Katekhon” diye bir tabir bulunur. “Kanun tanımaz adam”ın, yani Deccal’ın çıkmasına mâni olan şey ya da kişi manasına gelir. Bazı Hristiyan âlimler, Katekhon’un Roma İmparatorluğu olduğuna inanmışlar; Roma yıkıldığı takdirde Deccal’ın faaliyete geçeceğini söylemişlerdir.
Mısır’daki Hermetizm inancını devralan Kabalacı Yahudi ve Hristiyanlar, bilhassa Venedik, Cenova ve Floransa gibi Kuzey İtalya memleketlerindeki zengin aristokrat Hermetikler/Bâtıniler, Katekhon’un ortadan kaldırılması için gayret gösteriyorlardı. Hristiyan âlim Trabzonlu Georgius’a göre, bu Hermetikler, Deccal’ın gelişi için hazırlık yapıyorlardı. 1437’de bir heyetle birlikte Venedik’e, oradan da Floransa’ya giden Georgius, aynı heyette bulunan ve bir Yahudi’den Kabala öğrenen Georgius Gemistus Pletho adında başka bir âlim ile konuşmasını şöyle aktarır:
“Birkaç yıl içinde tüm dünyanın tek bir zihin, tek bir akıl, tek bir doktrinle aynı dini kabulleneceğini ileri sürdüğünü Floransa’da kendi kulaklarımla duydum. Ve ona, ‘Mesih’inki [İsa’nınki] mi yoksa Muhammed’inki mi?’ diye sorduğumda, ‘Hiçbiri ama bu, paganlıktan [putperestlikten] pek farklı olmayacak’ dedi.“
İsrailli Kabala mütehassısı Gershom Scholem, “Kabalacılara göre, Benî İsrail’in vazifesi kavimlere ışık olmak değil; bilakis mukaddesiyetin ve hayatın tüm kıvılcımlarını onlardan çekip almaktı.” diye yazar Sabetay Sevi hakkındaki kitabında. Çünkü; “Mesih ancak Yahudi olmayanların arasından son mukaddesiyet kıvılcımı da çıkarıldıktan sonra gelecekti.”
Yani Kabalacı Yahudi ve Hristiyanlar şöyle düşünüyorlardı: Mesih’in gelmesi için önce Deccal’ın çıkması gerekiyor. Bunun için de, çıkmasına mâni olan şeyin, yani Katekhon’un ortadan kaldırılması lazım. Binaenaleyh; ilâhi olan, iyi olan her şey yok edilmeli ve Mesih için şartlar hazırlanmalıdır. Yani; önce kaos (pergel ile sembolize edilir), sonra nizam (gönye) gelmelidir.
Yeniden Doğuş
Müslüman Türkler, 1204’te Dördüncü Haçlı Seferi esnasında Venediklilerin yağmalayarak zayıflattığı İstanbul’u 1453’te fethedip Roma İmparatorluğuna son verdiler. Bundan sonra Deccal harekete geçti mi bilmiyoruz ama tarihe baktığımızda, İtalya’da, Deccal’ın başında olacağı ve yeniden kurulacak Roma İmparatorluğu için çalışmaların başladığını görebiliyoruz.
Rönesans ile birlikte İtalya’da Spirituali gibi gizli bâtınî tarikatlar kuruldu. (Rönesans tablolarında yer alan ve orta ve yüzük parmağının birleştirilmesiyle yapılan W işaretinin bu tarikatın mensuplarına ait bir sembol olduğu ve Deccal’ı temsil ettiği iddia edilir. [Bkz. Aşağıdaki resimler]) İtalya’da klasik Roma kültürü ve Latince yeniden canlandı. İspanya sarayını finanse eden Cenovalı bankerlerin ve Venedik’in teşvikleriyle Yahudiler İspanya’dan sürüldü. “Tanrı’nın her şeyi gören gözü” olarak ifade edilen ve daha önce hiçbir misali olmayan, üçgen içinde tek göz sembolü kiliselere sızmaya başlandı. Venedik, Katolik Kilisesini içeriden reforme etmek için İsa Cemiyeti’ni, yani Cizvit tarikatını kurdurdu. Öte yandan da; Protestanlığın ve Farmasonluğun temellerini atarak, Katolik Kilisesini zayıflattı ve Avrupa’da mezhep savaşlarına giden yolu açtı.
Venedik’e bağlı Padova Üniversitesinde, Spirituali tarikatının üstadı Gasparo Contarini’nin talebesi olan Kopernik ve daha sonra bu üniversitede hocalık yapan Galileo ve Padova mezunu Venedikli asilzade Antonio Conti’ın simyacı dostu Newton vasıtasıyla Dünya, kâinatın merkezi olmaktan çıkartıldı. Böylece Hazret-i İsa’nın bedenlenmesi üzerine kurulan Hristiyan düşüncesine büyük bir darbe vuruldu. Kabala doktrinleri ile mutabakat içinde olan evrim teorisi ortaya atıldı. Avamın önüne materyalist bir fen/bilim anlayışı sunuldu. İnsanlık nihilizme, hiçliğe, boşluğa doğru sürüklenmeye başladı. Nitekim; “Şeytan’ın çevirdiği en büyük dolap, dünyayı kendisinin var olmadığına inandırmaktı.“
Bugün isimlerini bildiğimiz meşhur “bilim” adamlarının ekserisi Kabalacıydı. Mesela; modern fiziğin kurucusu kabul edilen Newton simya ve numerolojiye inanır, kıyamet ile alakalı kitaplarda gizli manalar arardı. Umberto Eco, Foucault Sarkacı isimli romanında, bu bilim adamları ile Kabala arasındaki münasebeti şöyle izah eder: “Büyü dünyasını, bugün gerçekler dünyası dediğimiz dünyadan tefrik etmek gittikçe daha zor oluyordu benim için. Mektepte, matematik ve fizik aydınlanmasının bayraktarı olarak okuduğum adamlar şimdi hurafelerin karanlığında ortaya çıkıyorlardı. Onların bir ayakları Kabala’da bir ayakları laboratuvarda çalıştıklarını keşfetmiştim.”
İtalya’daki gizli tarikatlar sadece dine ve fenne değil; ilahi nizamı temsil eden ve yeryüzündeki Tanrı’nın gölgesi olarak görülen monarşilere de savaş açtı. Venedik’i ziyaret ettikten sıkı bir cumhuriyetçi olan ve İngiltere Cumhuriyetinde (Commonwealth) devlet adamlığı yapan John Milton, Kayıp Cennet adlı eserinde Şeytan’ı övmekte ve yıkılan her kral ve kurulan her cumhuriyetin, Şeytan’ın Tanrı’dan ve ademoğlundan aldığı bir intikam olduğunu yazmaktadır. Nitekim; daha sonraki tüm modern ihtilaller de Kuzey İtalya tarafından finanse ve organize edildi. Roma İmparatorluğu yavaş yavaş yeniden doğuyordu.
Şeytan’ın Hakimiyeti
Mesih’in geliş tarihi olarak Yahudiler, Zohar’daki “Mesih’in doğum sancıları dünyaya geliyor” cümlesini ebced ile hesaplayarak 1648 yılını bulmuşlardı. Hristiyanlar da Vahiy 13:18’de yer alan “yaratığın sayısı”nı, yani Deccal’ı 666 olarak kabul ettikleri için, Mesih’i 1666’da bekliyorlardı. Kabalacılar içinden çıkan Sabetay Sevi bu beklentiden istifade ederek mesihliğini ilan etti. Yahudilikte din dışı reformlar yapmak istedi. Fakat idam ile yüzleşince geri adım attı ve takipçilerini sükuut-u hayale uğrattı. Yine de gayretleri boşa gitmedi. Kabala mütehassısı Mor Altshuler bu hareketin neticelerini şöyle izah eder: “Sabetaycı sapkınlık, geleneksel bir cemiyetin sekülerleşmesini mümkün kıldı. Sosyalizm, Komünizm ve Siyonizm gibi laik ideolojiler onların ardından ortaya çıktı. Sevi günlerinde manevi gettonun duvarları aşılmasaydı, [bunlar] Yahudi cemiyetinde kök salamayacaklardı.”
Hazret-i Peygamberden takriben bin yıl sonraya tekabül eden bu tarihlerde Yahudi ve Hristiyanların beklediği Mesih gelmese de, Osmanlı İmparatorluğunun ve Müslümanların zevali başladı. Kuzey İtalya’dan neşet eden seküler cereyanlar zamanla güçlendi. Cenovalı Giuseppe Mazzini’nin de mensubu olduğu Carboneria’nın başlattığı ihtilalci hareketler tüm Avrupa’ya ve Osmanlı topraklarına yayıldı. Krallar birer birer devrildi. İlahi din mensuplarının inandıkları, Deccal’dan önce beklenen küçük kıyamet alametleri birer birer çıkmaya başladı.
Mesihleri için “Yeni” bir dünya inşa etmek isteyen Kabalacılar, ihtilaller sonrası, ilâhi, tabii ve ahlâkî olan her şeye savaş açtılar. Mesela Eco, 19. yy. sonlarında Fransa’da başlayan Dekadan cereyanı hakkında, Güzelliğin Tarihi adlı eserinde şöyle der: “Dekadanların sapkın ‘dindarlığı’ yine başka bir yol izledi: Satanizm. Bu sebeple, sadece tabiatüstü fenomenlere duyulan heyecanlı alaka, hakiki Yahudi geleneğiyle hiçbir alakası olmayan bir Kabalacılık, sanatta ve hayatta şeytanların varlığına gösterilen fanatik bir alaka olmakla kalmıyor, hakiki büyü seanslarına katılmaya ve şeytan çağırmaya, sadistlikten mazoşistliğe her türlü ahlakî gevşekliğin yüceltilmesine, korkunç olandan tat almaya, ahlaksızlık çağrısına, sapıklığın, kaygı uyandırıcı ya da acımasız figürlerin çekici bulunmasına vardırılıyordu; kısacası gelişen kötülüğün estetiği idi.”
Sona Yaklaşırken
Günümüzde sadece LGBT, feminizm, satanizm gibi cereyanlar değil; kökleri Kabala’ya dayanan bilim, teknoloji ve dijitalleşme de hızla ilerliyor ve her şeyin kontrol edilebildiği suni bir dünya inşa ediliyor. İbranice vav [v/w] harfinin karşılığı 6 olduğu için üç vav, yani www, 666’yı, yani Deccal’ı temsil eder. Rus Patriğin dediği gibi, belki Deccal kurulmakta olan bu dijital dünyadan istifade edecek olabilir. Fakat Rus milliyetçilerin kurmak istedikleri Moskova merkezli yeni Roma İmparatorluğu kime hizmet edecek; hakikaten “ahlaksız, Şeytanî” Batı’ya karşı bir blok mu kurmak istiyorlar, yoksa Mesih’in gelmesi için yeni bir tez-antitez oyunu mu hazırlanıyor, bunu zaman gösterecek.
Bugün içinde yaşadığımız modern dünyanın mimarı, Venedik ve İtalyanlardır. İspanya’dan sürülen Yahudileri ve irtibatlarını kullanan Venedikli tüccar asilzadeler, politik ve ekonomik olarak önce tüm Avrupa’ya, sonra da dünyaya hâkim oldular. Bu muvaffakiyetlerinin sırlarından biri; kurmuş oldukları masonik ve paramasonik cemiyetlerdi.
Risorgimento
Farklı krallıkların bulunduğu İtalya’yı tek bayrak ve tek devlet altında birleştirmek için 19. yy. başında siyasi bir cereyan başladı. Bu hareketin adı; Risorgimento, yani “Yeniden Diriliş” idi. Hareketi organize edenlerin ileri gelenleri; “Illuminati’nin meşru torunları” olarak tarif edilen Carbonari idi. Yani; gizli Carboneria teşkilatına mensup Carbonaro’lardı.
Carboneria’nın 1806’larda İtalya’da doğduğu söylense de 1789’daki Fransız İhtilalinde de parmağı olduğu iddia edilir. Meşrutiyeti müdafaa eden bu teşkilat, adını ve ritüellerini kömürcüler loncasından alıyordu; fakat masonik bir teşkilattı. Zaten mensuplarının büyük kısmı masondu. Farmasonluktan farkı; faaliyetlerinin daha politik ve merasim usullerinin daha sade olması idi. Ayrıca; birbirlerine masonlar gibi “birader” demek yerine, “yeğen” diyorlardı.
1820’lerde bilhassa Güney İtalya’da ihtilalci ayaklanmalar tertipleyen Carboneria, kısa zamanda tüm Avrupa’ya yayıldı. Mesela Fransa’da Charbonnerie ismiyle ortaya çıktı. Fransa’nın başına geçen İtalyan subay Napolyon’un yeğenleri Louis Napoleon (sonradan III. Napolyon) ve Napoléon-Louis Bonaparte dahi Carbonaro idi.
Genç İtalya
Carboneria mensuplarından Giuseppe Mazzini; 1831’de La Giovane Italia (Genç/Civan İtalya) adında gizli bir hareket kurdu. İtalya’da laik bir ulus devlet kurmayı hedefleyen bu komitacı ve ihtilalci hareket, Giovane Europa adıyla tüm Avrupa’ya yayıldı. Hareketin Britanya’daki temsilcisi ise İngiltere başvekili Benjamin Disraeli idi.
“Dünya, perdenin arkasında olmayanların hayal ettiği kişilerden çok daha farklı kişilerce idare ediliyor.” diyen Disraeli, David Cameron gibi, aslen bir Venedik Yahudisiydi. Disraeli, Avusturya’nın İtalya’yı işgali esnasında, 1856’da Britanya Parlamentosunda yaptığı konuşmada Carboneria’dan şöyle bahsediyordu:
“İtalya’da, bu mecliste nadiren bahsettiğimiz bir güç var. Bu gücü düşünmeden ve anlamadan İtalya’nın pozisyonunu asla doğru olarak idrak edemeyiz. Gizli cemiyetleri kastediyorum. Meşruti hükümet bu gizli cemiyetlerin umurunda değil. Onlar mevcut cemiyetin ıslah edilmesini istemiyorlar; değişmesini istiyorlar… İnkâr etmek nafile. Çünkü Avrupa’nın büyük bir kısmının, İtalya ve Fransa’nın tamamının, Almanya’nın büyük parçasının – diğer ülkelerden bahsetmiyorum bile – bu gizli cemiyetlerin ağı ile kaplı olduğunu gizlemek imkânsız. Peki maksatları ne? Gizlemeye çalışmıyorlar. Meşruti hükümet istemiyorlar. Islah edilmiş müesseseler istemiyorlar. İl meclisleri ya da reylerin sayılmasını istemiyorlar. Toprağın mülkiyetini değiştirmek istiyorlar. Mevcut sahiplerini sürmek istiyorlar. Ve kilise teşkilatlarına son vermek istiyorlar. Bazıları daha da ileri gidebilir.”
Garibaldiyanlar
Genç İtalya hareketinde Mazzini’ye yardımcı olan en meşhur kişi; sonradan İtalya’nın babası olarak kabul edilen, tacir kaptan Giuseppe Garibaldi idi. Emri altında, kısaca Garibaldiyan olarak bilinen gönüllüler vardı. Kırmızı Gömlekliler olarak da isimlendirilen bu komitacılar ordusunda bir İngiliz birliğinin yanı sıra, Macaristan, Polonya, Fransa, Almanya, kısacası Avrupa’nın her yerinden ve hatta Birleşik Devletler’den gelen komitacılar vardı. ABD Reisi Franklin Delano Roosevelt’in babası James bile İtalya’da Garibaldi ile birlikte savaştı.
Yunan İsyanı
İtalya’yı birleştirmeyi hedefleyen Carbonari, Osmanlı İmparatorluğunu ise parçalamak gayesi güdüyordu. İngiliz Şair Lord Byron da bunlardan biriydi. Venedik’in Albrizzi gibi aristokrat ailelerin salonlarında Carbonari ile tanışan Byron, Yunan isyanında Osmanlı’ya karşı mücadeleye katıldı. Yunan âsilere (Filiki Eteria) silah tedarik eden Byron, Disraeli’nin favori şairiydi. Yahudi Başvekil, onun en çok Hebrew Melodies şiirini severdi.
Yunanistan’ı Osmanlı’dan koparan Carboneria, başına da bir Venedikliyi geçirdi. Yunan istiklalinin mimarı ve bugün sokaklarını heykellerinin süslediği modern Yunanistan’ın kurucusu kabul edilen Ioannis Kapodistrias, aslen Venedikli bir asilzadeydi ve asıl adı, Giovanni Antonio Capodistria idi.
Carbonari’nin sızdığı yerlerden biri de Mısır’dı. 1838’den itibaren birçok İtalyan Carbonaro devrimcinin gelmesiyle Mısır’da da masonluk kuvvetlendi. Mısırlı Carbonari’nin en meşhuru; İtalyan Yahudisi Yakub Sannu (James Sanua) idi. 1853’te, okuduğu Livorno’da Carboneria ile tanışan Sannu, Mısır’a dönünce, yakın dostu Cemaleddin Efgani ile birlikte Arap milliyetçiliği ve Türk düşmanlığı propagandası yaparak Halifeliği Türklerden almaya çalıştı.
Genç Osmanlılar
Genç İtalya ideolojisi, İtalyan ve Yahudi nüfuzunun kuvvetli olduğu İstanbul, Selanik ve İzmir gibi Türk şehirlerine en başından itibaren sızmıştı. İstanbul’da, İtalya Maşrık-ı Âzam’a bağlı Italia Risorta (İtalya Dirildi) locası başta olmak üzere mason locaları, Mazzini ve Garibaldi’nin fikirlerinin Osmanlı topraklarında yayılmasını sağladı.
1848 ihtilalinden kaçarak Osmanlı’ya sığınan Carbonaro’lar, yani Carbonari, 1863’de İstanbul’da Cadde-i Kebir (İstiklal) Caddesi Deva çıkmazında İtalyan İşçileri Yardımlaşma Cemiyetini kurdular. Başşehirde ulusalcılık fikirlerini ilk yayan bu cemiyet oldu. Üç yıl İstanbul’da kalan Garibaldi de bu cemiyete mensuptu.
Bu fikirlerin tesirinde kalan bazı Osmanlılar, 1865’de gizlice Belgrad Ormanında buluştu. Bu siyasi toplantıya iştirak edenlerden, Napolyon hayranı Mehmed Ayetullah Bey, Carboneria nizamnamesini anlatan bir risale de getirmişti. Bu Genç’leri, İtalyan bir Levanten ve Carbonaro olan, Courrier d’orient’ın sahibi Giampietri (Jean Pietri) finanse ediyordu. Böylece; Genç İtalya’nın Osmanlı modeli, Genç Osmanlılar Cemiyeti kurulmuş oldu.
İtalyan tarihçi Roberto Motta Sosa, Italia Risorta locası mensubu Doktor Emilio Cipriani’nin Genç Osmanlılar üzerindeki tesiri hakkında şöyle yazmaktadır:
“1848 ayaklanması sürgünü ve Garibaldi’nin yakın arkadaşı Emilio Cipriani, İttihat Terakki Komitesi ve Genç Türkler gibi yeraltı hareketlerinin çalışma tarzı üzerinde o kadar mühim bir tesire sahipti ki, [Genç Osmanlılar] sadece Carbonaro umumi teşkilat sistemini değil, aynı zamanda [onun] sloganlarını, merasimlerini ve yeminlerini de sahiplendiler.”
Genç Osmanlıların hâmiliğini yapan Mustafa Fazıl Paşa, Sultan’a İtalya kralı gibi olmasını tavsiye ediyordu. Cemiyet mensuplarından Ali Suavi, Genç İtalya modelini esas aldıklarını açıkça yazıyor ve kendilerini “Civan Türk” olarak isimlendiriyordu. İslam’ı meşrutiyetle yakınlaştırmaya gayret eden Namık Kemal de yazılarında, Garibaldi, Silvio Pellico ve Mazzini gibi Carbonaro’ları methediyordu.
İtalya’yı ve Avrupa’yı arkalarına alan Carbonari Osmanlılar, bir darbe yaparak, meşrutiyet ilanına yanaşmayan Sultan Abdülaziz’i katlettiler ve yerine Şehzade Murad’ı tahta çıkarttılar. Murad’ın hususi İtalyan doktoru L. Capoleone de bir Carbonaro idi ve darbeci “Genç” ekipte yer almıştı.
Şehzade Murad’ın aklını yitirmesi üzerine tahta geçen Sultan Hamid, Genç Osmanlıları uzaklaştırıp iktidarı tek başına ele almaya muvaffak oldu. 1877’de, Genç Osmanlıların liderlerinden Sadrazam Midhat Paşa’yı azletti. Paşanın İtalya’ya kaçması üzerine Sultan, Said Paşa’ya Genç Osmanlıları şöyle tarif etmişti:
“Bu adamlar vatan ve millete hizmet edemez. Bunlar haindirler. Zira ahlakları icabınca nefret etmek daiyesinde olduklarında Hanedan-ı Osmanî’yi gûşe-i nisyana attırıp memleketi cumhuriyet heyetine koymak ve kendileri dahi reisicumhur olmak efkârındadırlar. Onun için ahaliye suret-i hakkdan görünerek hükümetimizin hâl-i meşrutiyete münkalib olmasını arzu ederler.”
Genç Türkler
Sultan Hamid’in dağıttığı Genç Türkler, İtalya’nın desteğiyle yeniden organize oldular. Eylül 1906’da Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adında gizli bir teşkilat kurdular. Sonradan İttihat ve Terakki Komitesine dönüşen Cemiyetin kurucu on azasının hepsi de masondu. İkisi dışında hepsi, başında İtalya Yahudisi Avukat Emmanuele Carasso’nun bulunduğu, Selanik’teki Macedonia Risorta (Makedonya Dirildi) İtalyan locasına mensuptular.
Osmanlı masonları üzerine çalışmaları ile bilinen tarihçi Thierry Zarcone, bu hususta, “Jön [Genç] Türkler, Sultan II. Abdülhamid’e karşı mücadelelerinde, en çok İtalyan masonluğundan ve daha az da Fransız masonluğundan yardım görmüşlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin işleyiş sistemi Carbonaro ve mason modellerinin birleşimi gibidir.” diye yazmaktadır. Nitekim; İttihat ve Terakki cemiyetinin amblemi de Carboneria ambleminden mülhemdi.
Carasso’nun başında bulunduğu bu İtalyan locasına 1902-1908 arası 188 kişi katıldı. Bunların yirmi üçü II ve III. orduya mensup subaylardı. Sonradan, “Türkiye’nin Garibaldi’si” olarak meşhur olan Enver de bunlardan biriydi. İtalyan konsolosluğunun koruması altında bulunan loca, Genç Türklere sadece kapılarını açmadı. Onlara Carbonari ve Garibaldi’nin İtalya’daki 1821 ve 1848 ihtilalleri üzerine talim de verdi.
İmparatorluğun Sonu
İtalya ve Avrupa’yı arkalarına alan Genç Türkler, 1908’de ihtilal yaparak meşrutiyeti ilan ettirmeye muvaffak oldular. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra, İtalyan Yahudi banker Giacobbe Modiano, Selanik’te İttihat Terakki liderlerine yemek verdi. Yemekte Garibaldi ve La Marseillaise marşları çalındı.
Genç Türkler, bir sonraki sene de İstanbul’u işgal ederek Sultan Hamid’i esir aldılar ve Selanik’e götürdüler. Böylece Osmanlı İmparatorluğuna fiilen son verdiler. 1909’da kurulan “Yeni” Türkiye’nin en büyük hayranlarından olan ve İttihatçı liderlerle yazışan Venedik Yahudisi Profesör Luigi Luzzatti, İtalya ve Yeni Türkiye’yi, “Risorgimento’nun çocukları” olarak ifade ediyordu.
Sultan Hamid’den sonra Türkiye’de İttihat Terakki idaresinde bir Carbonari hükümeti kuruldu. Zarcone, bu devri “masonik devlet” olarak isimlendirmektedir: “Siyasi iktidar 1908’den 1918’e kadar [İtalya Maşrık-ı Âzam’a bağlı Türkiye mason teşkilatı] Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî’nin elindedir. Üçüncü Cumhuriyet devri Fransa’sı ile birçok benzerlik mevzubahistir. O sırada Türkiye’de mason olmak revaçtadır ve ülkenin üç güçlü adamı [Enver, Cemal, Talat] da masondur.”
Çapulcu Garibaldi
Carboneria ve Mazzini’nin kurduğu Genç İtalya, çok uluslu imparatorlukları dağıtmış ve bugünkü dünyanın doğmasını sağlamıştır. 1916-22 arası İngiltere başvekilliği yapan Lloyd George, Genç İtalya’nın kurucusu Mazzini hakkında şöyle der: “Bugün gördüğümüz Avrupa haritası, Giuseppe Mazzini’nin haritasıdır. O, hür ulusalcılığın babasıydı… O bize sadece bir milletin haklarını öğretmedi; diğer milletlerin haklarını da öğretti… O, Milletler Cemiyeti [Birleşmiş Milletler] fikrinin babasıdır.“
Peki; Carbonaro’lar hakikaten teşkilatlandıkları ülkeler için mücadele eden kahraman adamlar mıydı? Yoksa; gizli acendaları olan ve onları desteklemeyen milletlere rağmen bunları tatbik etmeye çalışan bir avuç eşkıya mıydı? Romanlarında mizahi bir üslupla resmî tarihlerin dışına çıkmayı seven İtalyan yazar Umberto Eco, Prag Mezarlığı adlı eserinde bu hususta şöyle yazar:
“Ve siz bu talihsiz raporunuzu basına ve kamuoyuna sunarak, yakında bizim askerimiz ve subaylarımız olacak olan Garibaldi yanlılarının Sicilya’yı yağmalayan – çoğu yabancı – bir çapulcu çetesi olduğunu söylememizi mi istiyorsunuz? Garibaldi bütün İtalya’nın minnet duyacağı hakiki bir kahraman değil de palavradan bir düşmanı satın alarak yenmiş bir maceraperest mi? Ve sözde son ana dek İtalya’yı bir cumhuriyet yapmak için Mazzini ile komplo hazırlayan biri mi? Nino Bixio liberallere ateş ederek, çobanlarla köylüleri katlederek mi adada dolaştı yani? Deli misiniz siz?”
Yazıyı Türkiye Gazetesinde okumak için tıklayınız.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, geçenlerde, Soğuk Savaş zamanında ABD’nin talebi üzerine Sovyetlere karşı Vehhabiliği yaymaya başladıklarını söylemişti. Peki; 9/11’den sonra radikal terör faaliyetleri ile sık sık gündeme gelen Vehhabilik neydi? Bu inancın tarihine kısaca bir göz atmakta fayda var.
Esrarlı Şahsiyet: Abdülvehhab
Vehhabilik adını, Muhammed bin Abdülvehhab’dan almaktadır. 1699’da, Arabistan’ın tam ortasında yer alan Necd’de doğdu. Mekke Medine de dahil çeşitli şehirlere seyahatler yaptı. Doğu Hindistan Şirketlerinin aktif olduğu Basra’da yıllarca kaldı. Aristo felsefesi okumak için İran’a gitti. İsmaili daisi El-Mekramî ile görüştü.
Daha sonra memleketine dönen Muhammed bin Abdülvehhab, seyahatlerinde edindiği reformcu fikirlerini meydana çıkardı. Sünniliğin dört mezhebinden biri olan Hanbelilik ile İbni Teymiyye’nin ve kendisinin fikirlerini karıştırarak yeni bir mezhep kurdu. Diriye Emiri Muhammed bin Suud ile ittifak yaparak onun himayesi altına girdi.
İslam’ın Protestanlığı
İngiltere’de Protestanlığın temellerinin atıldığı I. Elizabeth devrinde ve sonrasında yapılan reformlarla, şefaat inancına, ölüye dua etmeye, azizlere yakarmaya ve mukaddes emanetlere ehemmiyet vermeye karşı çıkılmıştı. Abdülvehhab’ın kurduğu Vehhabilik de İslam’ın Protestanlığı oldu. Bu inanca göre; Peygamberlerin ruhlarından şefaat istemek, evliya kabirlerini ziyaret edip, bunları vesile ederek dua etmek, kabirler üzerine türbe yapmak, Hazret-i Peygamberden ve evliyalardan kalan emanetlere kıymet vermek şirkti. Bunları yapan ve namaz kılmayan kafir oluyordu.
Kendisi hakkındaki ilk kaynaklara göre, Muhammed bin Abdülvehhab, Kur’an-ı Kerim gibi Mukaddes kitapların da ilahi olmadığını düşünüyordu. Danimarkalı seyyah Carsten Niebuhr, Beschreibung von Arabien (1772) adlı eserinde, Vehhabileri deist olarak tarif etmektedir. Niebuhr’un yazdığına göre, Muhammed bin Abdülvehhab, Hazret-i Muhammed’in peygamber olduğuna inanmıyor; onu büyük bir âlim olarak görüyordu. Mısır’da iken Napolyon’a sunulan raporda ise, Muhammed bin Abdülvehhab’ın dönme bir Fransız Cizvit’i olduğu yazıyordu. Kendisi bir Fransız olmasa da, Cizvitler gibi reformcu fikirlere sahip olduğu kesindi.
Suud Ailesi
Muhammed bin Abdülvehhab’dan sonra Vehhabiliğin liderliğini Suud Ailesi üstlendi. Merkezî Arabistan’da kendi devletlerini kurdular. İnançlarına göre Sünniler ve Şiiler kafir olduğu için, Muhammed bin Suud’un oğlu Abdülaziz zamanında, diğer Müslümanlara saldırarak katliamlar yapmaya başladılar.
Osmanlı İmparatorluğu o sıralar kendi iç problemleri ve Rusya ve Avrupa’dan gelen tehditler ile meşguldü. Arabistan toprakları üzerindeki hakimiyeti zayıflamıştı. Abdülaziz’in oğlu Suud, bundan istifade ederek Mekke ve Medine’yi aldı. Buradaki mezar ve türbeleri parçaladılar. Müslümanların hacca gelmesine mâni oldular.
Nihayet Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, Sultan II. Mahmud’un emri üzerine, oğlu İbrahim’i Vehhabilerin üzerine gönderdi. İbrahim Paşa, Mekke ve Medine’yi geri aldı. Vehhabiler, Necd’e geri çekildi. Fakat İbrahim Paşa bu meseleyi kökünden çözmeye kararlıydı. Necd üzerine yürüdü ve Suudların başşehri Diriye’yi ele geçirdi. Suud Ailesinin bir kısmını öldürdü. Suud bin Abdulaziz’in büyük oğlu Abdullah ise İstanbul’a gönderildi ve idam edildi.
Protestan İttifakı
Britanya İmparatorluğu, bu radikal hareketi en başından beri yakından takip ediyordu. İslam’ın Protestanları Vehhabiler, Sünni Osmanlı’ya karşı potansiyel bir müttefikti İngilizler için. İngiltere Kraliyet Coğrafya Cemiyeti’ne mensup Cizvit Gifford Palgrave, Wilfrid S. Blunt ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketi subayı Lewis Pelly gibi casuslar, zorlu seyahatlerden sonra Suud’larla irtibata geçmeye muvaffak oldular ve ittifak anlaşmaları imzaladılar.
Vehhabilere Hindistan üzerinden silah gönderen İngiltere, William Shakespear adında bir casusu Suud Ailesinin yanına gönderdi. Shakespear, Abdülaziz bin Abdurrahman El-Suud’a, yani Batı’daki meşhur adıyla İbn Suud’a askerî müşavirlik yapmaya başladı. Fakat Shakespear, Cihan Harbi başladıktan sonra 1915’de bir çatışmada rakip bir kabile tarafından öldürüldü.
Şerif Hüseyin
1909’da Sultan Hamid’in düşüşüyle Osmanlı İmparatorluğu fiilen bitmiş ve iktidar İttihat Terakki adında bir Genç Türk komitesinin eline geçmişti. İttihatçılar iktidara gelirken kendilerine büyük destek veren İngiltere’den daha sonra yüz bulamayınca, Cihan Harbine Almanya safında girdi. Sultan Hamid’e karşı Genç Türklerle iş birliği yapan Genç Araplar, harbin başlamasıyla onlarla yollarını ayırdı. Kendi istiklallerinin peşinden koşmaya başladılar.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin dindar bir adamdı. İmparatorluğu uçuruma sürükleyen Masonik İttihatçılardan hoşlanmıyordu. Beyannameler neşrederek onları ikaz etti. Fakat İttihatçılar onu dinlemedi; hatta düşmanca bir tavır takındılar. Bunun üzerine Şerif Hüseyin, Genç Araplara yaklaştı ve Arabistan’ı Genç Türklerden kurtarmak için İngilizlerle anlaştı. Osmanlı’yı ulus devletlere ayırmak isteyen Britanya, Arap istiklalini zaten öteden beri destekliyordu. Şerif Hüseyin ve çocuklarına büyük bir Arabistan devleti sözü verdi ve casus Lawrence’ı onlara müşavir tayin etti.
Casus Philby
Bir elinde Şerif Hüseyin’i tutan Britanya, diğer eliyle de Suud Ailesini iktidara hazırlıyordu. Suudların müşaviri olarak, öldürülen casus Shakespear’ın yerini John Philby aldı. Lawrence’ın arkadaşları Gertrude Bell ve Albay Gerard Leachman da kendisine destek oluyordu. John, Cambridge’de okurken hocası Edward Granville Browne sayesinde istihbarata katılmıştı. Daha sonra Cambridge Beşlisi olarak meşhur olan istihbaratçılardan Kim Philby’nin de babasıydı.
İbni Suud, Sünni Türklerden ve Şerif Hüseyin’den nefret ediyordu ve onları kâfir olarak görüyordu. Danışmanı Philby’e, “Mekke Şerifi’nin veya Mekkelilerden diğer Müslümanlardan müşrik saydıklarımızın kızlarını alamam” demişti bir keresinde. Ona, Hristiyanların İshak Peygamberden, Arapların da İshak’ın kardeşi İsmail Peygamberin soyundan geldiğini söylemiş ve bu yüzden Philby’i bir kuzen olarak gördüğünü ifade etmişti. Ona göre Türkler ise, Tatar kökenli İblis’in evladındandı.
Suudi Arabistan
Harp bittikten sonra İngiltere, çocuklarına birer devlet verse de, Şerif Hüseyin’e verdiği sözü tutmadı. İngiliz desteğiyle Mekke ve Medine’yi ele geçiren Abdülaziz İbni Suud, 1926’da Suudi Arabistan kralı ilan edildi. Philby ise Kral Abdülaziz’in ölene kadar en yakın müşaviri oldu. Amerikan petrol ve otomobil şirketlerine aracılık yaparak harpteki hizmetlerinin karşılığını aldı.
Devletin kurulmasının ardından İngiltere, işgal ettiği çoğu yerde yaptığı gibi, kendisini arka plana çekerek Arabistan’daki nüfuzunu Amerika’ya devretti. Böylece, radikal İslamcıları finanse ettiği söylenen Suudi Arabistan, Amerika’nın daimî müttefiki oldu. Kâbe’nin etrafını da Hilton Suites gibi gökdelenler çevirdi.
“Remember, remember! The fifth of November”. Çoğumuz bu sözleri, 2005 yılında çekilen V for Vendetta filminden hatırlıyoruz. Alan Moore’un aynı isimli çizgi romanından perdeye aktarılan film, geleceğin Britanya’sında geçer. Bir pandemi sonrası ülkede faşist bir hükümet kurulmuştur. Venedik usulü bir Guy Fawkes maskesi giyen kahramanımız V, halkı uyandırmak ve hükümeti devirmek için Parlamentoyu havaya uçurur. Filmde V, aslında, 1605’de vuku bulan; fakat başarısız olan Barut Suikastını tamamlamaktadır. Peki o tarihte neler yaşanmıştı?
Cizvit Komplosu
İngiltere Kralı I. James’in başvekili Robert Cecil, 4 Kasım günü Kral’a isimsiz bir ihbar mektubu gösterdi. Mektubu kendisine arkadaşı Lord Monteagle getirmişti. Lord Monteagle, bu mektubu, kayınbiraderi Francis Tresham’ın gönderdiğini iddia ediyordu. Mektupta, Tresham’ın da dahil olduğu bir grup Katolik’in, 5 Kasım’da Parlamentoyu içindekilerle birlikte havaya uçuracağı yazıyordu. Çünkü o gün Protestan Kral James, meclisin açılışına katılacaktı. Tresham, açılışa iştirak edecek eniştesine kıyamamış ve komployu haber vermişti. Mektubu okuyan Kral James, derhal Parlamentonun altının aranmasını emretti.
Parlamentonun mahzenlerinde yapılan aramada bir odanın barutla dolu olduğu keşfedildi ve içeride patlayıcı mütehassısı Guy Fawkes yakalandı. İşkenceye tabi tutulan Fawkes, arkadaşlarının isimlerini ve maksatlarını itiraf etti. Kral patlamada ölünce tahta James’in kızını çıkartacak ve onu Katolik bir asilzade ile evlendireceklerdi.
Bu itirafların ardından komploya katılanlar tek tek yakalandı ve idam edildi. İçlerinde, İngiliz Cizvitlerin reisi Rahip Henry Garnet da vardı. Bazıları ise çıkan çatışmada öldürüldü. Komployu haber veren Tresham, Tower of London’da zehirlenerek öldürüldü.
Hadiseden sonra ülkede Papa’ya, Cizvitlere ve Katoliklere karşı büyük bir nefret meydana geldi. Anglikan Kilisesinin ayinlerine katılmayanlara ve Katoliklere sert cezalar getiren kanunlar çıkartıldı. Katolikler Kraliçe Elizabeth devrinden beri zaten baskı altındaydı. Roma Kilisesinin mensuplarına gösterilen tolerans bu komplo sayesinde artık tamamen ortadan kalktı.
Katolikler bu komployu aslında Cecil ve Lord Monteagle’ın tertiplediğini iddia ettiler. Konuşmaması için Tresham’ı onların zehirlettiğini söylediler. Bu iddianın doğru olup olmadığını anlamak için, komplo ile alakalı sorulması gereken en doğru soru; Cui Bono’dur. Bunun cevabını bulmak içinse Güney’e ve biraz da geçmişe doğru uzanmamız gerekiyor.
Spirituali
16. yüzyılda İtalya’da, reform yanlısı Hermetik-Hümanist bir tarikat kuruldu. Spirituali olarak bilinen bu tarikatın merkezi, Venedik; lideri ise Venedikli asilzade ve kardinal Gasparo Contarini idi. Gasparo’nun mensubu olduğu Contarini Evi, Venedik’i kuran ve On İki Havari olarak isimlendirilen on iki aileden biriydi.
Zamanının en güçlü finans devleti Venedik, para ve istihbarat gücü sayesinde Avrupa’yı parmağında oynatıyordu. Katolik gibi gözükseler de aslında dinle pek alakaları yoktu. Onlar için mühim olan menfaatleriydi. İtalyan bir yazar, Venedikliler hakkında; “[Onlar] sütle beraber, İsa’nın doktrininden ziyade, Machiavelli’nin dinsiz doktrinini içmeye heveslidirler.” diyordu. Bir yandan İngiltere’de ve Avrupa’da Katolik Kilisesi muhalifi yeni mezhepler kurmaya; diğer yandan da Katolik Kilisesini içeriden reforme ve kontrol etmeye çalışıyorlardı.
Papa Alessandro Farnese ile birlikte bu maksatla reformlar yapan Kardinal Contarini, Venedik’ten Roma’ya gönderilen Ignatius Loyola’ya sahip çıktı. Loyola’nın başında olduğu Cizvit (İsa Cemiyeti) adındaki Katolik tarikatının kurulmasını sağladı. Böylece Venedik, Katolik Kilisesi içinde güçlü bir kola sahip olmuş oluyordu.
Kardinal Contarini’nin de mezun olduğu, Venedik’e bağlı Padova Üniversitesinde okuyan çok sayıda İngiliz vardı. Gençler burada hümanist oluyor ve memleketlerine birer reformcu olarak dönüyorlardı. Ülkelerinde Venedik menfaatlerine hizmet ediyorlardı. Kral 8. Henry’nin kuzeni Reginald Pole ve Kralın propagandacısı Richard Morrison bunlardandı. Sarayda, Prenses Elizabeth ve Prens Edward’a İtalyanca öğreten Giovanni Battista Castiglione gibi İtalyan reformcular da vardı.
Anglikan Kilisesi
İngiliz sarayındaki Hümanist İtalofiller, İngiltere’yi Roma Katolik Kilisesinden koparmak için çaba gösteriyorlardı. Kral Henry’nin, kendisine bir erkek evlat veremeyen karısı Aragonlu Catharine’den ayrılmak istemesi, bu Hümanistler için bulunmaz bir fırsat oldu.
Catherine aynı zamanda İspanya Prensesi olduğu için Roma Kilisesi evliliğin feshine izin veremiyordu. Sadık hizmetlisi Thomas Cranmer’ın tavsiyesi üzerine Kral Henry, boşanma fetvası bulması için Richard Croke adlı bir İngiliz’i Venedik’e gönderdi. Venedik, aristokrat Zorzi ailesinden Kabalacı Rahip Francesco Giorgi’yi bu işle vazifelendirdi. Giorgi, Yahudi hahamlarına danışarak fetvayı buldu. Kral Henry’nin Latin sekreteri ve sonradan Venedik elçisi Pietro Vanni de, boşanma işlerinde diplomatik rol oynadı. Henry’nin Roma’ya rağmen karısından ayrılması, İngiltere’nin Katolik Kilisesi’nden kopuşunun da başlangıcı oldu.
Hocaları sayesinde İtalyan reform fikirleri ile büyüyen Kral VI. Edward’ın sarayı, Thomas Hoby, William Thomas ve Morrison gibi İtalyanca konuşan İngilizler ile doluydu. Fakat Edward’ın Katolik kardeşi Kraliçe Mary’nin iktidara gelmesiyle bunların çoğu İngiltere’den ayrıldı ve Venedik’e gittiler. Yine de reform çalışmaları hız kesmedi. Yirmi altı sene İtalya’da kalan ve Contarini’den sonra Spirituali tarikatının lideri olan Pole, memleketine döndü. Kraliçe Mary’nin himayesinde İngiltere Kardinali oldu ve ülkede kalan William Cecil gibi İtalofiller ile birlikte Kilisede reformlar yapmaya devam etti.
William Cecil, Cambridge’de Yunanca Profesörü John Cheke’in başında olduğu ve Kral Edward devrinden beri politikada oldukça aktif olan Cambridge Connection (Cambridge Bağı) isimli Venedik taraftarı bir grubun mensubuydu. Bu gruptakilerin yakından tanıdığı Pietro Bizzarri adındaki bir casus sayesinde, Venedik ile yakın irtibattaydı.
Cecil, Kraliçe Mary’nin ölümünden sonra, tahta çıkan Kraliçe Elizabeth’in baş danışmanı oldu. Onun zamanında, İtalya’ya kaçanlar geri döndü ve nihayet Elizabeth’in başında olduğu İngiliz Protestan kilisesi kuruldu.
Venice Preserv’d
İskoç Kralı James’in James I olarak İngiltere tahtına oturduğu sıralarda, Venedik ile Roma arasındaki gerilim had safhaya ulaşmıştı. Venedik, 1604’te, devletten izin alınmadan yeni kilise kurulmasını yasakladı. Bir sonraki sene de, devletin izni olmadan dinî müesseselere gayrimenkul devrini yasakladı. Barut Suikastının olduğu aylarda Venedik, Roma’ya bağlı rahipleri tevkif etmeye başlamıştı. William’ın oğlu Robert Cecil’in ortaya çıkardığı bu komplo sayesinde İngiltere; Roma’ya düşman ve Venedik’in müttefiki oluyordu.
Tüm bu gelişmelere bakıldığında, Katoliklerin iddiasının doğru olma ihtimalinin daha yüksek olduğu görülmektedir. Yani anlaşılan; Venedik bir yandan Cizvitler, Cecil ve Lord Monteagle vasıtasıyla bir komplo tertiplemiş, sonra da yine Cecil vasıtasıyla bunu açığa çıkartmıştı. Nitekim Barut Komplosu, çeşitli İngiliz yazarlarca daha sonra oyunlaştırılmıştır. Thomas Otway’ın yazdığı Venice Preserv’d (Venedik Korundu) oyunu bunlardan biridir. Komploya ismi karışan Katolik Ben Jonson ise, yazdığı Volpone adlı komedide, patronu Cecil’i, Volpone (Kurnaz Tilki) adında şeytanî bir Venedikli olarak gösterir ve çevirdiği oyunlar yüzünden onu hicveder.
Gizlice ikili oynamak ve sonra da menfaatine uygun bir şekilde istediğini kazandırmak, Venedik’in Machiavelli siyasetinin daimî bir parçasıydı. İngiltere’yi Katolik Kilisesinden kopartarak kendi hakimiyeti altına almak için de yine bu taktiği kullanmıştı. Fakat komplonun suçlusu, Roma Kilisesi olmuştu. Venedik’ten göçme bir Yahudi olan İngiltere Başvekili Benjamin Disraeli, belki de bu yüzden, Coningsby isimli siyasi romanında şöyle yazıyordu:
” ‘Çünkü sizin tarihiniz Venedikliler tarafından yazıldı’, dedi Coningsby, ‘ve bunu gizlemek onların menfaatine.’ “
Hazret-i İdris, birçok ilmin kurucusudur. Bu yüzden, ‘İdris’, yani ‘ders verdi’ manasında anıldığı söylenir. İlk kez kalemle yazan, yani yazıyı bulan Oydu. İslam tarihi kaynaklarında, Nuh tufanından önce Bâbil’de yaşadığı yazılıdır. Halkın düşmanlığı üzerine, az sayıda müminle beraber, Mısır’a hicret etti. Burada sultanlık yaptı. Hem nübüvvet, hem hikmet, hem de hilafete sahip olduğu için, yani kendisine üç büyük nimet verildiği için, Müselles bin Ni’me olarak bilindi.
İslam âlimlerinin rivayetine göre; İdris Peygamber, hayatta iken göğe yükseltildi. Otuz yıl yedinci semada kaldı ve yeryüzüne döndü. Göklerde müşahede ettiklerini, ilm-i nücûmu insanlara öğretti. Kendisinden sonra meydana gelecek tufanı bütün tafsilatı ile anlattı. Bazı ilimleri, iki taş sütuna hiyerogliflerle işlediği ve böylece bu bilgileri tufandan koruduğuna inanılır. Bir piramit inşa ettirip, onun içine işlettirdiğini söyleyenler de vardır.
Hazret-i İdris’in, müminlerin mümtazlarına, tasavvufî ve ledünnî ilimleri de anlattığı İslâmî kaynaklarda ifade edilir. Ruhun güzel ve nurlu bir varlık olduğunu, göklerden geçerek karanlık bedene girdiğini, eğer insan bedenî ve dünyevî zevklere dalarsa hayvanlardan bile aşağı olacağını; fakat aklını kullanıp bedende bulunan nefsini kontrol ederse, ruhunun tekrar göklere yükseleceğini ve insân-ı kâmil olacağını öğretti. Kendisi de halvete çekildi; zikir, riyâzet ve mücâhede ile meşgul oldu. Terzilik yaparken iğneyi kumaşa her sapladığında Allah’ı zikrettiği rivayet edilir.
İdris Peygamber, yeryüzünün meskûn yerlerini dört kısma ayırdı. Her birine vekil tayin ettikten sonra Mısır’dan ayrıldı. Aşure gününde dördüncü semaya; yani Güneş feleğine alındı. Bazı alimlere göre, Hazret-i İsa gibi, ölmeden göğe kaldırılmıştı. İslam öncesi kaynaklarda, göğe alınırken bir aleve dönüştüğü ve bu esnada gök gürültüsü gibi bir ses çıktığı yazılıdır.
Altın Buzağı
Meşhur İslam âlimi İmam-ı Rabbani, Allah’ın feyizlerinin, iyi ya da kötü, herkese geldiğini yazar. Fakat kötü insanlar bundan istifade edememektedir. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara aynı şekilde parlamakta olduğu halde, adamın yüzünü karartmakta; fakat çamaşırları beyazlatmaktadır. Yani bir kimse kör ise, güneşin suçu yoktur. Hazret-i İdris’in mirası bâtınî ilimler de ehli olmayan kişiler eline geçince yanlış tabir ve tahrif edildi. Tarih boyunca, heterodoks mezheplerin doğmasına yol açtı.
İdris Peygamberin göğe alınmasından sonra Mısırlılar, Güneş feleğinde bulunan Hazret-i İdris’e Thoth dediler ve ilahlaştırdılar. Yunanların Heliopolis (Güneş Şehri) dedikleri, Mısır’daki eski bir şehirde bulunan bazı tarikatların mensupları, Ra adını verdikleri Güneş tanrısına tapmaya başladı. Doğarken ve batarken Güneş’e doğru dönüyorlar ve kollarını göğüslerinde çapraz tutarak ona ibadet ediyorlardı. Mısır’ın sultanları firavunlar da, Ra’nın soyundan geldiklerini iddia ederek kendilerini ilah ilan ettiler.
Güneş Şehrindeki tarikatlar boğayı Güneş’in yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüler. Onun hareketlerine göre kehanetlerde bulundular. Boynuzları arasında Güneş diski taşıyan boğa heykellerine tapmaya başladılar. Bu putlara Apis dediler. Son Peygamber Hazret-i Muhammed bununla alakalı; “Güneş şeytanın boynuzları arasından doğar [ve batar] ve o vakitte kâfirler ona secde ederler.” buyurmuş ve Güneş doğarken ve batarken namaz kılmayı yasaklamıştır.
Mısır’ın Güneş kültü, İran’daki Zerdüştîlerin ateşinden Hindistan’da ineğe gösterilen hürmet ve Budistlerin güneş rengi kıyafetlerine kadar dünyanın her yerine yayıldı. Mısır’ın müttefik ve sınırdaşı olan Hititler de bu inancın tesirinde kaldı. Eskiden Ankara Belediyesi’nin amblemi olan ve hâlâ bu şehirde heykeli bulunan boynuzlu Hitit Güneşi de Apis’i temsil eder.
Hazret-i Yakub’un çocukları, yani İsrailoğulları, Hazret-i Yusuf ile beraber Mısır’a yerleşti. Yahudiler, Hazret-i İdris’i Ahnûh (Hanûh) adıyla bildiler. Güneşe kulluk edenin taşlanarak öldürüleceği bildirilmesine rağmen, Güneş kültü Yahudiler arasında da revaç buldu. Hazret-i Musa Yahudileri Mısır’dan Filistin’e götürürken Tur Dağına çıktığında, Sâmirî adında bir Yahudi, altın takıları eritip bir Apis yaptı. Yahudilerin bir kısmını ona taptırdı. Hazret-i Musa dönünce Sâmirî’yi kovdu.
İskenderiye
Yunanlar Hazret-i İdris’e, âlim manasında Hermes dediler. Lakabı olan ‘Müselles bin Ni’me’ de ‘Trismegistos’; yani ‘Üç Kere Büyük’ (Hermes) olarak tercüme edildi. Ona atfedilen, tahrif edilmiş ilimlere Hermetizm denildi. Pisagor ve Eflatun gibi filozoflar uzun yıllar Mısır’da kalarak buradaki tarikatlardan dersler aldı. Böylece Yunan felsefesi doğdu. Pisagorcuların matematikleri, Eflatun’un etik ve teolojisi, Aristo’nun fizik anlayışı hep Hermetizme dayalıdır.
Roma’dan evvel dünyanın en büyük şehirlerinden olan İskenderiye, Büyük İskender tarafından kuruldu. Memfis’ten sonra Mısır’ın yeni merkezi oldu. Şehirde bir Serapis mabedi inşa edildi. Serapis tarikatı, Apis tarikatının Yunan versiyonuydu. Tarikatın mensupları tarafından, Hermetizmi anlatan ve adına Hermetica denilen risaleler yazıldı.
Hazret-i İsa yeryüzünde kısa bir zaman kaldığından ve kendisine inananlar çok az olduğundan, tebliğ ettiği din tam olarak bilinemedi. Hazret-i İsa’nın göğe alınmasından sonra İsevilik Hermetizmle karıştı. Ortaya Hristiyanlık adında bambaşka bir din çıktı. Mesela; her feleğin bir günü vardır. Güneş feleğinin günü de Pazar’dır. Bu yüzden, Hristiyanlıkta Pazar (Dies Solis/Güneş Günü/Sun-day) mukaddes gün kabul edildi. Kiliselerin kıblesi Güneş’in doğduğu Şarka çevrildi. Hermetizm’deki teslis, baba-oğul-kutsal ruh olarak Hristiyanlığa geçti. Günün geceyi geçtiği 25 Aralık, Hazret-i İsa’nın doğduğu tarih kabul edildi.
Kadim Felsefe
İslam devrinde Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbni Rüşd gibi filozoflar Hermetizmin tesirinde kaldılar. Her gün Güneşe karşı durup, Melek Tâvus adındaki Şeytana dua eden Yezidiler de bu inanca mensuptur. Hermetizm, İslam topraklarında İsmâiliyye gibi bâtınî fırkaların doğmasına yol açtı. Bâtınîler, Hermetizmde yer alan hikmete, Ezelî Hikmet, yani Kadim Felsefe dediler. Fakat bunu vahye dayalı ilâhî bir hikmet olarak değil; tarih öncesine uzanan eski bir felsefe olarak gördüler. Peygamberlerin, dinlerini bu felsefe üzerine kurduğuna inandılar. Yani; dinlerin bâtınî kısmı esastı; şeriatler ise zamana göre tatbik edilen kaidelerden ibaretti.
Haşhaşiler gibi Hermetikler ile, Son Peygamberin şeriâtine tâbi olan Sünni tasavvuf tarikatları arasında mücadeleler yaşandı. Fakat Hermetikler zamanla bu tarikat ve tekkelerin bazılarına sızarak onları da tahrif etti.
Vaftizci Yahya
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden Hazret-i İlyâs, bugün Lübnan hudutları içinde yer alan Balbek’te tebliğde bulundu. Yunanlar buraya da Heliopolis derdi. Çünkü halkı, Ba’l dedikleri Apis putuna tapıyordu. İslam öncesi kaynaklarda, Hazret-i İlyâs’ın ateşten bir ata binerek, Hazret-i İdris gibi göğe alındığı yazılıdır.
Yahudi ve Hristiyan Hermetikler, İlyâ (Elijah) dedikleri İlyâs Peygamberin Hazret-i Yahya, yani Vaftizci Yahya olduğuna inanırlar. Onlara göre; Hazret-i Yahya da aslında Hazret-i İdris’di. Yani; Hazret-i İdris, İlyâ olarak da bilinen Vaftizci Yahya suretinde yeryüzüne inmişti. Vaftiz de yeniden doğuşu sembolize ediyordu.
Hazret-i Yahya, Irak ve İran civarında yaşayan Sâbiîler tarafından da son peygamber olarak görüldü. Vaftiz olmak, en büyük ibadet sayıldı. Güneşe tazim ettiler. Bunların Filistin’den kaçan heteredoks Yahudiler, yani Sâmirî’nin takipçileri olduğu rivayet edilir.
Haçlı seferleri ile İslam topraklarına yerleşen Tapınak Şövalyeleri de Hermetikti. Vaftizci Yahya adına çok sayıda kilise kurdular. Tarikatları yasaklanınca mülkleri, Kudüs’teki Sen Jan (Aziz Yahya) Şövalyelerine geçti. Aziz Yahya tarikatı, Vaftizci Yahya adına Kudüs’te kurulmuştu. Tapınakçıların inancını devam ettiren ve Osmanlı İmparatorluğu ile mücadele eden bu şövalyeler, daha sonra Kıbrıs’a, oradan Rodos’a ve nihayet Malta’ya kaçtılar. Tarikat günümüzde hâlen Malta Şövalyeleri olarak devam etmektedir.
Evliya Çelebi, Haçlıların Hazret-i Yahya’nın cesedini Nablus yakınındaki bir köyden alıp Rodos’a, oradan da Malta’ya götürdüklerini söyler. Fakat mübarek başının altın bir kâse içinde Şam’da Ümeyye Camiinin altında olduğunu yazar. Bazı Batılı kaynaklar ise, Tapınakçıların, Baphomet dedikleri bu başı ele geçirdiğini ve ona taptıklarını iddia eder. (Baphomet’in boynuzlu bir şeytan putu olduğunu söyleyenler de vardır.)
Kanatlı Aslan
Güneş hiyerogliflerde, merkezinde nokta olan bir daire şeklinde tasvir edilir. Çünkü Güneş, yedi kat göklerin kutbudur. Bu şekil bir pergel vasıtasıyla çizilebildiği için, pergel, Avrupalı Hermetiklerin sembolü oldu. Güneş piramitlerde bazan da aslan olarak tasvir edilir. Çünkü aslan burcunun unsuru, ateş; feleği ise Güneş’tir.
Kudüs Müslümanlar tarafından geri alınınca, Tapınakçıların yeni merkezi Venedik oldu. Ülkenin bayrağı olarak kanatlı aslan seçildi. Venedik piskoposunun evi olan San Pietro’nun kulesi de İskenderiye feneri şeklinde inşa edildi.
1460’da Floransa’ya gelen bir keşiş yanında Hermetica külliyatını getirdi. Cosimo de Medici’nin Eflatun tercümesi ile beraber 1463’te Venedik’te basıldı. Böylece İtalya’da Rönesans (Yeniden Doğuş) devri ve Hümanizm cereyanı başladı. Antik Mısır’da Güneş tanrısına adanan dikilitaşlar, Rönesans devrinde Hermetizm sembolleri olarak kullanıldı.
Bu devirde, Hermetizm ile Katolik Kilisesi arasında mücadele başladı. Avrupalı Hermetikler, İspanya’da Alumbrados (Illuminati) ve İtalya’da Spirituali gibi tarikatlar kurdular. Kilise’ye sızmaya, hatta Papa çıkarmaya muvaffak oldular. Vatikan’da Papa Alessandro’ya ait Appartamento Borgia’da, Borgia ailesinin sembolü olan boğa, Apis olarak resmedilmiştir ve bugün dahi durmaktadır.
Aydınlanma
Avrupa’da o zamanlar Dünya merkezli bir kâinat anlayışı vardı. Venedik’e bağlı Padova Üniversitesinde okuyan ve bir Hermetik olan Kopernik buna karşı çıktı. Merkezde Güneş’in olduğunu iddia etti. Rönesans tarihçisi Frances Yates, bununla alakalı, “Kopernik’in keşfi, Hermes Trismegistos’un o meşhur eserinden yapılan, Hermes’in Mısırlıların kendi sihirli dinlerinde Güneşe tapmalarını izah eden bir iktibasla birlikte gün yüzüne çıkmıştır” diye yazar. Hermetik Newton’ın büyük kütleli Güneşi merkeze alan yer çekimi nazariyesi de, Kopernik’in iddiasını kuvvetlendirdi. Böylece modern ‘bilim’ doğdu.
Hermetikler 16. yy’da Venedikli aristokrat Morosini’lerin evinde Giovani (Genç/Civan) adında gizli bir cemiyet kurdular. (Yahya da İtalyanca Giovanni olarak yazılır. Genç [Jön] Türklerin menşei de bu cemiyete dayanır.) Cemiyetin sözcüsü, Paolo Sarpi adında ateist bir rahipti. Ekipte, Kopernik’in izinden giden Galileo’nun yanı sıra, filozof Giordano Bruno da vardı. Kilise tarafından öldürüldüğü için, Bruno bugün bir ‘bilim şehidi’ olarak lanse edilir. Fakat aslında, taraftarları Calabria’da Güneş Şehri adında bir cumhuriyet kurmak için ihtilal hazırlığı yaparken yakalanmış ve Bruno bu yüzden idam edilmişti.
Katolik Kilisesini içeriden reforme etmek isteyen Venedik, Katolik görünüşlü Hermetik Cizvit tarikatını kurdurdu. Diğer yandan da, farmasonluk gibi Kilise muhalifi ‘Aydınlanmacı’ tarikatlar meydana getirdi. Mısır sembolleri ile dolu farmasonlukta, Vaftizci Yahya, kurucu aziz kabul edildi. Masonlar kendilerine, ‘Yahya’nın adamları’ dediler. Onun doğduğu tarih kabul edilen 24 Haziran’ı da festival olarak kutladılar.
Monarşileri deviren ihtilallerle beraber Hermetikler tüm dünyaya hâkim oldu. Londra ve New York’da bulunan dikilitaşlar Mısır’daki Güneş Şehri’nden getirtildi. İskenderiye Fenerini bugün Washington’ın masonik abidelerinden New York’taki iş kulelerine, her yerde görmek mümkündür. Günümüzde Hermetikler, Yeni Dünya Nizamı ve Kadim Felsefeye dayalı tek bir dünya dini için çaba sarf etmektedir.
İtalyan ihtilalci Mazzini’nin kurduğu Genç İtalya modelinin izinden giden Genç Türkler, Genç Araplar, Genç Ermeniler (Daşnakçılar) ve Genç Yahudiler, yani Siyonistler, Sultan Abdülhamid’i devirmek için işbirliği yapmışlardı. 1908’de Selanik’te ihtilal yaparak Meşrutiyetin ilan edilmesini sağladılar ve 1909’da İstanbul’u işgal ederek Sultan Hamid’i tahttan indirdiler. Artık tüm gruplar kendi ulusal devletlerini kurmak için yollarını ayırmaya başlayacaktı.
1908’deki ihtilalden itibaren Filistin’de Arap-Yahudi çatışmaları başladı. Yahudiler Hashomer (Gözcü) adında silahlı bir teşkilat kurdular. Teşkilatın kurucuları; Israel Shochat ve Yitzhak Ben-Zvi idi. Shochat, 1886’da Rusya’da, bugünkü Belarus topraklarında doğmuştu. Ben-Zvi ise 1884’te Ukrayna’da. Her ikisi de Po’alei Zion (Siyon İşçileri) adında sosyalist-siyonist bir teşkilata mensuplardı ve baskıdan kurtulmak için Filistin’e kaçmışlardı.
Aynı ekip, Filistin’deki Yahudi ziraat işçilerine hitap eden Ha-akhdut (İttihad) adında bir gazete çıkartıyordu. Gazete ismini, Genç Türklerin kurmuş olduğu İttihat Terakki Komitesinden alıyordu. Gazetenin sosyalist yazarlarından biri de; David Yosef Gruen olarak 1886’da Polanya’da doğan Ben-Gurion idi.
Ben-Gurion, Shocat ve Ben-Zvi, Siyonistlerin Genç Türklerle olan dostluklarından istifade etmeye karar verdiler. Yeni Türkiye’de yaşayan Yahudileri teşkilandırmak için İstanbul’da hukuk okuyacaklardı. Böylece Filistin’de Yahudi yurdu davasını İstanbul’daki meclise taşıyabilecekler ve Arapların anti-Siyonist propagandasına mâni olacaklardı.
Ben-Gurion’un İstanbul’da okuyabilmek için Türkçe öğrenmesi gerekiyordu. Fakat maddi vaziyeti iyi değildi. Bu yüzden, İstanbul’a kıyasla daha ucuz olan Selanik’e gitmeye karar verdi. Hem de bu sayede İttihat Terakki’nin doğduğu ve çok sayıda Yahudi’nin yaşadığı Selanik’te işçiler arasında propaganda yapabilecekti. Nitekim; Ben-Zvi 1909’da Selanik’e gitmiş ve burada Yahudilerin kurduğu Federasion Sosialista Lavoradera de Saloniko’nun misafiri olarak dersler vermişti.
Ben-Gurion 7 Kasım 1911’de Selanik’e geldi. Limanda gördüğü çok sayıdaki Yahudi işçi onu şaşırttı. Selanik ona göre, “Dünyada bir eşi daha olmayan, Yahudi işçi şehri” idi. Fakat bir sürprizle karşılaştı. Buradaki Yahudiler Ladino konuşuyordu. Rusça dışında dil bilmeyen Ben-Gurion evinde kaldığı kadın ile bile anlaşamıyordu. Joseph Strumsa adında bir hukuk talebesinden Türkçe dersleri almaya başladı. Strumsa ona Türkçe öğretiyor; Ben-Gurion da ona Siyonizmi anlatıyordu.
Zeki bir talebe olan Ben-Gurion Türkçe’yi sekiz ay gibi kısa bir zamanda söktü. Hatta üç ay içinde Tanin gazetesini okuyabilecek hale gelmişti. Ben-Zvi gibi, Yahudi işçilere sosyalizm-Siyonizm dersleri de veriyordu. Bir keresinde Strumsa ile birlikte bir tiyatroya gittiler. Oyunda Türk ordusunun yenildiği sahneler de vardı. Ben-Gurion, bu sahneler esnasında yanındaki bir Türk subayın hıçkırarak ağladığını gördü. “Bu çok ayıp,” diye fısıldadı Strumsa’ya; “Ağlamak yerine düşünüyor olmalıydı.”
Temmuz 1912’de Ben-Gurion, üniversiteye girebilmek için imtihanlarını muvaffakiyetle geçti. Fakat Rusya’dan kaçarak geldiği için elinde bir pasaportu ve talebe kaydı yoktu. Kayıt işini Ben-Zvi üzerine aldı. Poltava’da bu işleri halledecek bir ağı vardı. Pasaport ise hala problemdi. Türk pasaportu alabilirdi; fakat bu seferde orduya askere alınacaktı. Üniversiteye kayıt yaptıranlar askerlikten muaf olduğu için şansını denemeye karar verdi ve 14 Ağustos’ta İstanbul’a gitti.
Akademik yıl 29 Ağustos’ta başlıyordu. Fakat Ben-Gurion’un üniversite kayıt parası bile yoktu. Tatile gittiği Filistin’den hâlâ dönmediği için Ben-Zvi’den de borç alamadı. Parayı bulduğunda da kayıtlar bitmişti. Fakat o sırada patlak veren Balkan Harbi imdadına yetişti. Türk ordusunun mağlubiyeti ve yaralı askerlerin üniversite binalarına dolması yüzünden derslere ara verilmişti. Bu fırsattan istifade Ben-Gurion da Filistin’e döndü.
Mart 1913’e kadar Filistin’de kalan Ben-Gurion, bu arada sahte lise diploması işini de halletti. Ben-Zvi ile birlikte tekrar İstanbul’a döndüler. Savaşa ara verildiğinden Nisan ayında üniversite tekrar açıldı. Ben-Gurion da, 134411094 talebe nosuyla Victor Efendi oğlu David Gruen Efendi olarak kaydını yaptırdı.
Ben-Gurion ve Ben-Zvi’nin hukuk fakültesindeki talebeliği, Cihan Harbi başlayana kadar yaklaşık iki yıl sürdü. Beyoğlu Topcular Sokak’taki bir pansiyonun ikinci katındaki küçük bir odada kaldılar. Hatta bir arada Ben-Gurion’un Selanik’teki Türkçe hocası Strumsa da onlara katıldı. Yastıkları bile olmadığından gazeteleri yastık yapıyorlar ve odada sadece Türkçe konuşuyorlardı.
Kendisi gibi hukuk okuyan Shochat ve Ben-Zvi’nin notları kötü olmasına rağmen Ben-Gurion’un dersleri çok iyiydi. En kötü notu 8’di. Hatta ceza hukuku dersinde hocası verdiği cevaplara hayran olmuş ve, “Ne kadar talihsiziz ki Gruen Efendi seviyesinde çok fazla talebemiz yok. Gruen gibi on tane olsaydı Türkiye çok daha farklı olurdu.” demişti.
Tevrat dersleri verdiği için Ben-Zvi’nin mali vaziyeti biraz daha iyi idi; fakat babasından da para gelmediği için Ben-Gurion, İstanbul’da çok mali sıkıntılar çekti. Yakalandığı sıtma hastalığı da cabası oldu. Hatta bir buçuk ay Şişli’deki Rus Hastanesinde tedavi gördü. Buna rağmen, ileride İsrail’in kurulmasında büyük rol oynayacak bu Siyonist gençler hayatta kalmayı başardılar.
Ben-Gurion ve Ben-Zvi 1914 yaz tatilinde Filistin’e giden bir gemide yol alırken Cihan Harbi patlak verdi. İstanbul’daki akademik hayatları da böylece son bulmuş oluyordu. İstanbul’u ise tekrar görmeleri yıllar alacaktı.
İslam dünyası ile Japonya arasında ilk münasebetler, Shogunate devrinin sonlarında başladı. 1868’de başlayan İmparator Meiji devri ile birlikte bu münasebetler hız kazandı. Japonya’nın irtibata geçtiği Müslüman devletlerden birisi de Osmanlı İmparatorluğu oldu. İki devlet arasındaki ilk resmi görüşme, 1887 yılında Japonya Kraliyet Ailesinden Prens Komatsu Akihito’nun İstanbul’a ziyareti ile gerçekleşti. İki yıl sonra, Sultan Hamid’in, bu ülkeye iade-i ziyarette bulunulmasını istemesi üzerine bir heyet tertip edildi. Temmuz 1889’da Ertuğrul Firkateynine binen heyet, Japonya’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı.
Çeşitli ülkeleri ziyaret eden Ertuğrul, biraz gecikmeli olarak Haziran 1890’da Yokohama’ya vardı. Kafile kumandanı Osman Paşa, Sultan Hamid’in gönderdiği mektubu, imtiyaz nişanını ve hediyeleri İmparatora takdim etti. Üç ay boyunca Japonya’da temaslarda bulunan heyet, 15 Eylül’de İstanbul’a dönmek için Yokohama’dan yola çıktı. Fakat Ertuğrul, ertesi gün, Kobe yolu üzerinde iken hava şartlarından dolayı kayalıklara çarparak battı.
Ertuğrul faciası Japon basınında büyük yer buldu. Gazeteler hayatta kalan altmış dokuz denizci için yardım kampanyaları başlattı. Bu, yabancı kazazedeler için Japonya’da tertip edilen ilk kampanya idi. En çok yardım toplayan gazete, toplam 4.248.976 yen ile, ülkenin en büyük gazetelerinden Jiji Shinpo oldu.
Kazazedelerin Hiei ve Kongo adında iki Japon savaş gemisiyle İstanbul’a gönderilmesine karar verildi. Denizciler için toplanan paralar da bu şekilde Osmanlı Hükümetine ulaştırılacaktı. Bu mühim vazife için, Jichi Shinpo’da çalışan Shotaro Noda seçildi. Noda, 1868’de Samurai sınıfına mensup bir ailede doğmuştu. 1886’da okumak için Tokyo’ya gelmiş ve mezun olduktan sonra Jiji Shinpo için çalışmaya başlamıştı.
Noda kazazedelerin toplandığı Kobe’ye geçti ve gemiler 11 Ekim sabahı yola çıktı. 2 Ocak 1891’de İstanbul’a vardılar. 6 Ocak’ta Naval Minister Hasan Paşa ile buluşmak için Bakanlığa gelen Noda’yı görmek için büyük bir kalabalık toplanmıştı. Noda, 88.497 kuruş tutarındaki tüm yardım paralarını, kazazedeler için kurulan yardım cemiyetinin reisi Rıza Hasan Paşa’ya teslim etti. Bu hadise, ertesi gün tüm İstanbul gazetelerinde yer aldı.
Noda İstanbul’da iken gazetesi için makaleler yazmaya devam etti. Bir Japon olarak çok alaka çektiği için, Avrupalı ve mahalli gazetelere röportajlar verdi. Gemiler ayrılacağı zaman Sultan Abdülhamid, Japon bir subayın, hem Türkçe öğrenmesi hem de Osmanlı subaylarına Japonca öğretmesi için İstanbul’da kalmasını talep etti. Bu talep üzerine, bir subay yerine, Gazeteci Noda’nın kalmasına karar verildi. Osmanlı Hükümeti de bunu kabul etti.
Kendisine üçüncü derece imtiyaz madalyası verilen Noda, Harbiye Mektebinden iki subay ve altı talebeye Japonca öğretmeye başladı. Subaylar da ona Türkçe öğretiyordu. Talebeleri Japoncayı çok kısa zamanda öğrendi. Hatta bunlardan Mustafa Asım Efendi, Türkçe-Japonca-Fransızca olarak üç dilli bir lügat hazırladı.
Noda, İstanbul’a gelen, geleceğin başbakanı Kiyoura Keigo için tercümanlık yaptı. Tercümanlık yaptığı vatandaşlarından biri de; Torajiro Yamada idi. Yamada da Japonya’da yardım kampanyası tertip etmiş ve muhtemelen o da toplanan paraları teslim etmek üzere, kendi çabaları ile Nisan ayında İstanbul’a gelmişti. Foreign Minister Sait Paşa ile görüşmek üzere konağına gitmiş ve Paşa’nın bir tercümana ihtiyaç duyması üzerine Noda çağrılmıştı. İkili bu vesileyle tanışmışlardı.
Osmanlı ile Japonya arasında ticari münasebetler kurmaya çalışan Yamada, bir yandan da Japonca derslerinde Noda’ya yardımcı oldu. Ardından Temmuz 1892’de Japonya’ya döndü. Yamada, memleketinde bir yıl kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a dönecek ve Pera’da Japon malları satan bir dükkân açacaktı. Yaklaşık on yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunda kalacak ve 1905’de Rus-Japon Savaşının başlaması üzerine Japonya’ya kesin dönüş yapacaktı.
1891-1892 yılları arasında Harbiye Mektebinde yaklaşık iki yıl ders veren Noda, diğer yandan İslam ve Osmanlı İmparatorluğu tarihi çalıştı. İslamiyet hakkında kitaplar okudu ve bu din hakkında bilgi topladı. Kendisine gösterilen güzel muameleden de müteessir olan Noda, 21 Mayıs 1891’de Müslüman oldu. Abdülhalim adını aldı ve sünnet oldu. Böylece bilinen ilk Müslüman Japon olarak tarihe geçti. Noda’nın müslüman olması İstanbul’da sevinçle karşılandı ve Osmanlı gazetelerinde fotoğrafları basıldı.
Yamada’nın ayrılmasından sonra muhtemelen vatan hasreti çekmeye başlayan Noda, 1892 sonunda Türkiye’den ayrıldı. Avrupa ve ABD üzerinden Tokyo’ya döndü. 5 Şubat 1893’te Sultan Hamid’e bir mektup yazdı ve aldığı Türkçe dersleri için teşekkür etti. Japonya’da gazetecilik mesleğine devam eden Noda, 27 Nisan 1904’de genç yaşta vefat etti.
İngiliz yazar H. G. Wells’in Efendi Uyanıyor adlı distopyasında, bir Viktorya devri adamı olan Graham uykuya dalar. Tekrar gözlerini açtığında tam iki yüz yıl geçmiştir aradan. Her yerde kreşler görür. “Ne çok yetim var” diye düşünür kendi kendine. Sonra anlar ki, bu çocuklar aslında yetim değil; anneleri çalıştığı için buradalar. Ve hasretle eski dünyayı hatırlar: “Bir zamanlar bir aile ideali vardı. Ağırbaşlı, sabırlı bir kadın; evinin hanımı; anne ve aynı zamanda erkeğin en büyük destekçisi.”
Hermetizm
Hermetizmin, yani Bâtınîliğin, binlerce yıl evvel Mısır’da ortaya çıktığı söylenir. Hermes adında efsanevi bir kişiye atfedilen ve Hermetica olarak bilinen muhtelif risalelere dayanmaktadır bu inanç. Hermes’in kim ve anlattıklarının aslında ne olduğu; insanlara öğrettiklerinin sonradan tahrif edilip edilmediği tam olarak bilinmez. Fakat Hermetica risalelerinin, merkezleri, İskenderiye şehrinin olduğu yerde bulunan Serapis mezhebinin mensuplarınca yazıldığı düşünülmektedir.
Güneş kültü temelli Serapis mezhebi, ilâhî dinlerin zâhirî kısmını, yani şeriat ahkamını reddediyordu. İnsanın bu emir ve yasaklar olmadan, sadece bâtınî yolla aydınlanabileceğini iddia ediyorlardı. Bu inanış, Hazret-i Musa ile birlikte Mısır’dan ayrılan İsrailoğullarına (ki Hazret-i Musa, boynuzları arasında Güneşin yer aldığı altın bir buzağı heykeli yapan Sâmirî’yi kovmuştur), eski Yunan’a ve Roma’ya, sonra da Hristiyanlığa tesir etti. Öyle ki kiliselerin kıblesi, Güneşin doğduğu şarka çevrildi ve Dies Solis (Güneş Günü/Sun-day), yani Pazar günü tatil ilan edildi. İslam coğrafyasında Hasan Sabbah gibi adamların tarih sahnesine çıkmasına sebep olan Bâtınîlik, Rönesans ile beraber İtalya’da yeniden canlandı. Güneş, kâinatın merkezi kabul edildi. Mısır sembolleri ile dolu gizli tarikatlar kuruldu. Ve nihayet, kralları deviren ihtilallerle birlikte Hermetikler global bir güç haline geldi.
Sosyalizm
Hermetiklerin ütopyası; Yeni Dünya Nizamı’dır. Bu, mülkiyet sahipliğinin, cinsiyet farklılıklarının ve aile müessesinin olmadığı sosyalist bir dünya devleti tasavvurudur. Bâtınîler, insanın ilk yaratıldığında ölümsüz ve biseksüel, yani çift cinsiyetli olduğuna inanırlar. Onlara göre insan, erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsiyete ayrılınca ölümlü olmuştu. Binaenaleyh; tekrar ölümsüz olabilmek için, cinsiyet farklılığının ortadan kalkması gerekiyordu. 1945’de Mısır’da bulunan, Bâtınî üsluba sahip Tomas İncilinde ve İskenderiyeli Klement’in risalesinde, güya Hazret-i İsa’ya, Krallık ne zaman gelecek diye sorulur. O da der ki: “İki, bir olduğunda. Dışarısı içerisi gibi olduğunda. Erkek kadın olduğunda ve artık erkek ve kadın olmadığında.”
Bâtınîlerin idaresindeki bu dünyada cinsiyet eşitliği olacağına göre aile de lüzumsuzdu. Nitekim; Bâtınî Mısır felsefesinin tesirinde kalan Yunan filozoflardan Eflatun, hayalindeki devleti anlattığı Cumhuriyet adlı eserinde, çekirdek ailenin ortadan kaldırılmasını arzular. Böylece fertler, yani vatandaşlar, cemiyet halinde birliğe ulaşacaktı. Bu idealde, cemiyetin ihtiyacı olan çocuklar en iyi erkeklerle kadınların bir araya gelmesiyle elde ediliyordu. Yani kadın; âşık olunacak, sevilecek karşı bir cins değil; bir çoğalma vasıtasıydı sadece.
Bâtınîlerin aileyi ortadan kaldırma projesi, bu müessesenin en kritik cüzü olan kadın üzerine kuruldu. Bu yüzden olsa gerek, “feminizm” tabirini ilk kullanan kişi de bir sosyalist oldu: Fransız Charles Fourier (ö. 1837). Çekirdek ailenin ortadan kalkmasını ve çocukların anne-baba tarafından değil, kolektif olarak yetiştirilmesini isteyen bu Fransız’a göre, dünyada feminizm ve sosyalizm diktatörlüğü kurulacak ve diktatör İstanbul’da oturacaktı.
Tez+Antitez=Sentez
Diyalektik, Kabala’da Hesed ve Gevura ile izah edilir. Heykeltıraşın sağ eli, yani Hesed, taşı yontarken, sol eli, yani Gevura, taşı sabit tutar. Sağ ve sol el, zıt cihetlere güç tatbik ederken aslında aynı maksada hizmet eder. Bâtınîler de Sosyalist Yeni Dünya Nizamı hedefine bu usulle ilerlemektedir. Mesela; radikal dincilerin faaliyetleri nasıl dinler arası diyalogcuları besliyorsa, tez-antitez olarak görülen kapitalizm ve komünizm de sosyalizm sentezi için aslında birbirini böyle destekler. Bu yüzden hem komünizm hem kapitalizm, kadını evden ve aileden kopartarak iş hayatına çekmeye çalışmıştır.
Komünist Manifesto’nun yazarlarından Engels, Ailenin Başlangıcı adlı eserinde, “Kadının kurtuluşu için ilk şart, kadınların tümüyle tekrar kamu iş hayatına sokulmasıdır; bu ise sosyoekonomik bir ünite olarak münferit ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirecektir” der ve şöyle devam eder: “İmalat vasıtalarının müşterek mülkiyete geçmesi ile münferit aile cemiyetin ekonomik birliği oluncaya kadar erir. Hususi ev idaresi bu suretle cemiyetin ekonomik birliği olarak son bulur ve sosyal endüstri mahiyetini alır. Çocukların bakım ve eğitimi kamuya ait bir iş olur ve cemiyet bütün çocuklara, meşru olsun, gayrimeşru olsun, aynı şekilde ihtimam gösterir.”
Bugün tüm dünyada kutlanan 8 Mart Milletlerarası Kadınlar Günü, 1922’de, Alman feminist Clara Zetkin’in yardımıyla Lenin tarafından bir komünist bayramı olarak başlatılmıştır. Fakat kapitalistler de kadınların hislerine hitap etmekte onlardan geri kalmaz. Hatta, komünizmde olduğu gibi, kadınları fabrikalarda, kolhozlarda cebren çalıştırmazlar. Bunun yerine, “güçlü kadın“, “We Can Do It!” gibi tatlı propaganda yollarına müracaat ederler. Fransız filozof Frédéric Lordon’ın kapitalizmi tenkit ettiği Kapitalizm, Arzu ve Kölelik adlı kitabında da söylediği gibi; işletme sistemleri, çalışanı “kendi kendini gerçekleştirme” ve “güçlendirme” gibi tutkulu ifadelerle yakalar.
İhtilal ve Kadın
Hermetikler, Yeni Dünya’daki Yeni Hayat ve Yeni Kadın mefkuresine ulaşmak için, her yerde ihtilalleri müteakip çalışmalar başlattı. Neticede milliyetçilik hareketi çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı imparatorlukları uluslara ayrılabiliyorsa, feminizm de aileyi fertlere ayrılabilirdi. Halkın babası kabul edilen krallar indirilebiliyor ve idaresindeki milletler ‘hürriyete’ kavuşturulabiliyorsa, ailenin babası da indirilebilir ve kadınlar ‘hürriyete’ kavuşturulabilirdi.
Osmanlı İmparatorluğunun başına gelenler de bunun misallerinden biriydi. Bâtınî localarda organize olan Genç (Jön) Türkler, 1909’da Sultan Abdülhamid’i indirerek Osmanlı İmparatorluğuna son verdi ve yerine İttihat Terakki idaresinde Yeni Türkiye’yi kurdular. Fakat insanları değiştirmek, rejimi değiştirmekten çok daha zordu. Genç Türklerin ideologlarından Ziya Gökalp, bununla alakalı, “Biz siyasî inkılâbı yaptıktan sonra ikinci bir vazifenin önünde kaldık: İctimaî [sosyal] inkılâbı hazırlamak!” diye yazıyordu. Yine de İttihat Terakki’nin kadın kolları çalışmalara hemen başladı. Kadın kongreleri tertipleniyor, basının üzerindeki kontrolün kalkmasıyla feminizm propagandası yapılıyordu.
“Hürriyet”, “müsavat” sloganlarının havada uçuştuğu Yeni Türkiye’nin Meşrutiyet devrinde, kadın hürriyetinin temel göstergesi kıyafet oldu. Geniş etekli çarşafların yerini, vücut hatlarını belli eden “meşrutiyet çarşafı” almaya başladı. Fakat bu bile Genç Türklere kâfi gelmedi; İttihat Terakki’nin yayın organı Yeni Mecmua ve Abdullah Cevdet’in İctihad mecmuası tesettüre karşı savaş açtı. İslam’da tesettürün olmadığını, bu adetin Rumlardan geçtiğini iddia ediyorlardı.
1917 tarihli bir İngiliz raporunda, “Türk kadınının oy kullanma hakkını müdafaa eden bir Yahudi” diye tarif edilen Halide Edip, Yeni Türkiye’nin en meşhur feministiydi. Kadınların cemiyetteki rolünü değiştirmek için romanlar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Cihan Harbi esnasında erkekler cephede olduğu için, kadınlar iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalmışlardı. Bir yazısında Halide Edip bu hususta şöyle diyordu: “Türk kadınları peçelerini atmakla kalmayıp erkeklerin yerini de tutmuşlardır. Ailelerini doyurmak için çalışmışlar ve boş yerleri işgal etmişlerdir. Türk kadınları bankalara, mağazalara, nezaretlere girdiler. Bu suretle Türk kadınları öyle bir hürriyet kazanmışlardı ki harpten avdet eden kocaları buna nihayet verememişlerdir.”
Bütün romanlarında feminist mesajlar veren Halide Edip, Yeni Turan adlı romanında da, cinsiyet eşitliğini işlemişti. Romanın başkarakteri Oğuz, kendisine, “Siz bize kadın olduğumuzu hissettireceksiniz” diyen bir kadına şöyle cevap veriyordu: “Kadın mı? Tanrım esirgesin, sırf sizi kadınlık kılığından çıkarmak için yeni bir politika icat ettim.”
Yeni Kadın
Günümüzde istatistikler, kadın istihdamının arttığı ülkelerde, boşanmaların da arttığını gösteriyor. Evlenmek ve aile kurmak her geçen gün biraz daha zorlaşırken, evlilik dışı münasebetler küçük yaşlardan itibaren teşvik ediliyor. Üstelik Eski Dünya’da olduğu gibi; kadın ve erkek birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine ihtiyaç duyan iki farklı parça olarak görülmüyor artık. Kadınlar, Halide Edip’in ifadesiyle, ‘kadınlık kılığından’ çıktığı için, erkeklerle aynı ve eşit bir parça kabul ediliyor. Peki; Hermetiklerin bu Yeni Dünyası kadınlara saadet getirdi mi? Kadınlar artık daha mı mutlu? Bunu iddia etmek ne yazık ki çok zor. Yapılan araştırmalar, tahsil ve gelir gibi hususlarda cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Norveç gibi ülkelerde tecavüz ve şiddet nispetlerinin çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.
All About Eve (1950) filminde Broadway yıldızı Margo şöyle der: “Komik iş, bir kadının kariyeri. Merdivenin basamaklarını çıkarken daha hızlı hareket edebilmek için bıraktığın şeyler. Kadın olmaya geri döndüğünde onlara tekrar ihtiyacın olacağını unutuyorsun. Son tahlilde, akşam yemeğinden az evvel ya da yatakta döndüğünde bakınıp da bir erkeği görmedikçe hiçbir şeyin tadı yok. Bunsuz bir kadın değilsin.”
Kim bilir, belki de ‘güçlü kadın’ aslında, ‘kendi ayakları üzerinde duran’ ya da “Çocuk da yaparım kariyer de!” diyerek çocuklarını bakıcıya ya da kreşlere terk eden değil; Eski Dünya’da olduğu gibi, evinde çocuklarını kendisi yetiştiren, terbiye eden ve erkeğine destek olan kadındır.
1918 yılı Kasım ayı.. Avusturya elçisi Giovanni Pallavicini, Beyoğlu’nda bulunan Venedik Sarayı’nı terk etmek için son hazırlıklarını yapıyordu. Bir zamanlar Venedik balyosunun evi olan bu elçilik binasına 1908’de taşınmıştı. Aslında bir İtalyan asilzadesiydi. Venedik’e bağlı Padova’da doğmuştu. Fakat Viyana’da okumuş ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun İstanbul büyükelçisi olarak yıllarca bu devlete hizmet etmişti. Cihan Harbine Türkiye’nin yanında girmişler ve şimdi mağlup olmuşlardı. Türkiye’nin başşehri İstanbul, rakip Müttefikler tarafından işgal edilmişti. İtalyan Kont Carlo Sforza, Venedik Sarayı’nın önünde, onun binayı terk etmesini bekliyordu. Galip Avrupalı güçleri şehirde yüksek komiserler temsil ediyordu. Kont Sforza da, İtalya adına bu vazifeyi yürütecekti.
Kont Sforza
Kont Sforza’nın Venedik Sarayı’na girince yaptığı ilk iş, binanın ön cephesine Venedik Aslanını asmak oldu. Kırk altı yaşındaki Kont, Milano dükü Sforza hanedanının bir ferdiydi. Ailesi, İtalya’daki Medici, Orsini gibi diğer Kara Asalet aileleri ile olduğu gibi, Pallavicini ailesi ile de akrabaydı ve onlar gibi Venedik’e sadıklardı.
İstanbul’a ilk gelişi değildi Kont Sforza’nın. İlk defa Temmuz 1901’de gelmişti. 1907 başından, 1909 Temmuzuna kadar yine İstanbul’daydı. Bir diplomat olarak, Serkildoryan’ın (Cercle d’Orient) müdavimlerindendi. Eşi ile bu şehirde tanışmıştı. Kaimpederi, Belçika’nın İstanbul elçisiydi. Habsburg Hanedanı ile akrabalıkları olan eski bir Belçikalı aileydi.
Hem 1908’de Selanik’te İttihatçı Genç Türklerin ihtilalini, hem de 1909 Nisan’ında Türklerin Sultanı Abdülhamid’in, Genç Türklerin kurduğu Hürriyet (Hareket) ordusu tarafından esir alınışını görmüştü. Genç İtalya’nın kurucusu Mazzini’nin hayranıydı Sforza. Onun gibi bir farmasondu. Bu yüzden, Genç İtalya modeline göre teşkilatlanan Genç Türklere sempati duyuyordu. Fakat meşrutiyet için ayaklanan bu İttihatçıların, meşrutiyetin ne manaya geldiğini bilmediklerini düşünüyordu. İtalya’nın oldukça aktif olduğu “Selanik’in gizli cemiyetlerinin localarında Fransız İhtilalinin tarihini” öğrenmişlerdi sadece. Yirmi sekiz yaşında genç bir subay olan M. Kemal’i de o zamanlar tanımıştı (C. Sforza, Fifty Years of War and Diplomacy in the Balkans). İşte şimdi İstanbul’da bir kez daha onların yanındaydı.
Yunan İşgali
İttihat Terakki komitesinin liderleri Enver, Talat ve Cemal yurtdışına kaçtığı için, İttihatçı Genç Türkler başsız kalmıştı. Esir alınan Sultan Hamid’in Selanik’te kapatıldığı villanın sahibi, İtalyan Yahudisi Allatini ailesi idi. İttihatçılar, bu aileye ait Selanik Bankası’nın İstanbul’daki Galata şubesinde toplandılar. Yaptıkları toplantıda, İttihat Terakki’nin başına, Filistin Cephesinden dönen Mustafa Kemal Paşanın geçmesini teklif ettiler.
Kont Sforza, Almanlardan hoşlanmadığını bildiği bu Paşa ile kendi evinde buluştu. M. Kemal’in iddiasına göre, Sforza kendisi ile görüşmek istemişti. Sforza’ya göre ise, onu Malta’ya sürmek isteyen İngilizlere karşı destek için M. Kemal kendisine gelmişti. İlk teklif kimden gelmiş olursa olsun Kont Sforza ile irtibata geçmek Paşa için büyük bir şanstı.
M. Kemal Paşa ile Kont Sforza en az iki defa bir araya geldiler İstanbul’da. Görüşmelerin ilki, M. Kemal Paşanın İstanbul’a gelişinden kısa bir zaman sonraydı. Yanında arkadaşı Fethi Bey de vardı. Sforza, Dışişleri’ne gönderdiği 11 Aralık 1918 tarihli raporda, isim vermeden, “iki Türk subayını elde ettiğini” iddia ediyordu. 17 Aralık’taki raporunda ise, Fethi ve M. Kemal ile görüşmesinin detaylarını veriyordu (Mevlüt Çelebi, Türk-İtalyan İlişkileri, Atatürk Araştırma Merkezi). Sforza onlara, İzmir ve havalisinin Yunanlılarca işgal edileceğini, bu istilaya karşı ulusal silahlı bir direniş teşkil etmeleri gerektiğini anlattı. İtalya’nın kendilerine her türlü silah ve malzeme desteği vereceğini vaat etti. Teşkilatın başına, arkadaşları M. Kemal’i tavsiye ediyordu. Paşaya, “İtalyan elçiliğinde bir dairenin hizmetinde olduğunu” söyledi. M. Kemal ve Fethi Beyler ise buna karşılık, İttihat Terakki’nin Türkiye’nin geleceğinde de devam etmesini, ‘Türkiye Birleşik Devletleri’ni meydana getirmek istediklerini ve iktidara gelirlerse İtalya’nın desteğini temin etmek istediklerini ifade ettiler (Mevlüt Çelebi, Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa-Kont Sforza Görüşmesi).
İtalyan komiserin desteği, Filistin Cephesinden mağlup dönen Paşa’ya büyük bir güç kaynağı oldu. Hatta bir gün, Paşanın Şişli’deki evi İtalyan bir birlik tarafından aranmak istendiğinde, M. Kemal telefonla komiserliği aradı ve birlik arama yapmadan orayı terk etti. Ertesi gün de kendisine, İtalyan kumandanlığından, eve kimsenin tecavüz edemeyeceğine dair bir kart verildi (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün Bana Anlattıkları).
Sforza, Wilson prensiplerine inanıyordu. Sömürgecilik için toprak işgal etme devrinin, Cihan Harbi ile beraber sona erdiğini biliyordu. İtalyan tesiri için askerî gücün bir faydası yoktu; uzun vadeli ticarî menfaatler için ulusal bir hareket desteklenmeliydi (Sforza, Makers of Modern Europe). 11 Şubat 1919’da, Ege Denizindeki Doğu Akdeniz İtalyan Seferi Kuvvetleri’nin başında bulunan General Vittorio Elia’ya bir mektup yazdı.* Ona, Suriye’de ve diğer yerlerde istiklal peşinde koşan Arapları misal gösterdi. İngilizlerin ve Fransızların, mütehassıs casusları vasıtasıyla, buralarda İngiliz-Fransız taraftarı istiklal hareketleri organize ettiklerini anlattı. İtalya’nın işgal ettiği yerlerde de, “çok acil” bir şekilde, benzer bir hareketin organize edilmesi gerekiyordu. Sforza’ya göre bu, “hayatî bir menfaat” idi. Bu ulusal istiklali elde etmek için birkaç Türk’e güveniyordu. Bu Türklere, müstakil bir devlet meydana getirmenin, Avrupalı bir gücün desteği olmadan imkansız olduğunu söylemişti ve İtalya “en münasip” tercihti (Prof. Luca Micheletta & Prof. Massimo Bucarelli, Carlo Sforza and Diplomatic Europe 1896-1922).
İstiklal Harbi
İşgalci Komiserler, şehrin ve ülkenin idaresi ile alakalı meseleleri görüşmek için haftada bir kez toplanıyordu. Kont Sforza, Yunan komiserin bu toplantılara katılmasına izin vermemişti. Komiserler, 20 Kasım 1918’de yaptıkları toplantıda; Trabzon, Samsun ve Sinop mevkiindeki sahil emniyetinin İtalyan donanması tarafından sağlanmasına karar vermişlerdi.
Yunan ordusunun İzmir’e çıkmasının hemen ardından M. Kemal Paşa, kendisini tarihe geçirecek yolculuğa başladı. Kont Sforza’nın talebi üzerine İngilizlerin verdiği vizeyle İstanbul’dan ayrılarak gemiyle Samsun’a ulaştı ve buradaki İngiliz birlikleri tarafından karşılandı. Görünüşteki vazifesi; 9. Ordu müfettişliği idi. Bu vazifeye tayin edilerek Anadolu’ya gönderilmesinde de yine Kont’un parmağı vardı (Alexander A. Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922)).
Paşa’nın resmi vazifesi ordu müfettişliği olsa da, asıl niyeti, Yunan Ordusuna karşı direnişi organize etmek ve yeni bir devlet kurmaktı. İlk olarak, Doğu illeri adına Erzurum’da toplanan kongreye iştirak etti. Kongrede, Kuva-yi Milliye tek kuvvet olarak tanındı. Paşa, Doğu Anadolu’daki müdafaa-i hukuk cemiyetlerini temsil eden Heyet-i Temsiliye’nin başına seçildi. Sonra da, tüm yurt adına toplanan diğer kongreye katılmak üzere Sivas’a geçti. İtalyan işgali altındaki Antalya’ya birkaç kez gelen İtalyan Prof. Biagio Pace, Şubat 1920’de yazdığı makalede, M. Kemal Paşa’nın katıldığı Sivas Kongresini, “Eylül Devrimi” olarak isimlendiriyor ve devrimin maksadını, “sulh konferansının muhtemel kararlarına direnen yeni bir devlet kurmaktır” diye izah ediyordu.
Anadolu’nun Lawrence’ı
Yunan işgaline mukavemetin organizasyonunda, İzmir’de sıkılan ilk kurşuna varıncaya kadar, İtalya’nın büyük katkısı vardı. İtalyanlar, Yunandan önce Anadolu’da işgale giriştiği halde onlara karşı silahlı bir direniş olmamış; Yunan’a karşı ise daha ilk günden itibaren silahlı bir mücadele başlatılmıştı.
İtalya, Antalya başta olmak üzere Akdeniz havzasını işgal etmişti. Kısaca “Arma” olarak bilinen İtalyan Carabinieri, yani jandarma teşkilatı, işgal edilen bu bölgede vazife yapıyordu. Anadolu’ya getirilen bu birliklerden en aktif olanı, Kuşadası’ndaki 379. Jandarma Takımı idi ve başında Teğmen Ugo Luca bulunuyordu.
Anadolu’daki İtalyan istihbarat teşkilatının şefi olan Luca, Türkçe biliyordu. Gerilla savaşında oldukça mahirdi. Sonradan, “Anadolu’nun Lawrence’ı” olarak meşhur olacaktı. Yunan’a karşı ilk müdafaa cemiyetleri ve Kuva-yı Milliye çeteleri, Luca’nın başında bulunduğu teşkilatın gayret ve destekleriyle kuruldu. Kuva-yı Milliyeciler ve silahları İtalyan torpidoları ile taşınıyordu.
Luca’nın yanında mücadele eden en meşhur Kuva-yı Milliyeciler, Şükrü (Saraçoğlu) ve Mahmut Esat (Bozkurt) idi. Şükrü ve Mahmut Esat, Cenevre’de okumuşlardı. Buradaki Türk Yurdu cemiyetinde çalışırlarken bir İtalyan gemisiyle Türkiye’ye getirilmişlerdi. Bu iki Genç Türk, Kuva-yi Milliye’nin teşkilatlanmasında çalıştılar. Teğmen Luca ile birlikte, küçük teknelerle Rodos’tan silah getiriyorlardı (Fabio L. Grassi, 1920 ve 1923 Yılları Arasında İtalya’nın Türkiye’deki Politikası ve Gizli İşleri). Hatta bazan Luca, zeybek kıyafetleri giyiyor ve Kuva-yı Milliyeci çetelerle birlikte Yunan birliklerine taarruz ediyordu (Türkiye İçin Dövüşen İtalyan Generali, Milliyet Gazetesi, 4-16 Ocak 1959).
Karakol Teşkilatı
İtalya, İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve insan kaçırılmasına da göz yumuyordu. 17 Ocak 1919’da Osmanlı polis teşkilatı, Müttefiklerce idare edilen Kontrol Komitesine bağlanmıştı. Şubat ayında bu komitenin başına, İtalyan Carabinieri’den Albay Kont Balduino Caprini getirilmişti. Caprini, bu işlerde tecrübeliydi. Daha evvel, Osmanlı’dan koparılan Girit’te vazife yapmıştı. Yunan ordusunu Anadolu’ya sokan Giritli komitacı Venizelos’u ta o yıllardan biliyordu. Sonra da, 1904’de tesis edilen ve İttihat Terakki’nin kurulmasında büyük rol oynayan Makedonya Jandarma teşkilatında, İtalyan General Emilio De Giorgis’in yardımcısı olarak çalışmıştı. 1911’deki İtalya-Türkiye savaşına da katılmıştı. Yani; İttihatçı Genç Türkleri yakından tanıyordu.
Başşehir İstanbul’un işgali ile neticelenen Cihan Harbi, Avusturya-Macaristan Prensinin Gavrilo Princip adlı bir tetikçi tarafından öldürülmesiyle başlamıştı. Princip, Mazzini’nin Genç İtalya modeline göre kurulan Genç Bosnalılar mensubuydu ve “Kara El” teşkilatı için çalışıyordu. İstanbul’daki Genç Türkler de benzer bir teşkilat kurmuşlardı: Karakol. Albay Caprini, bu teşkilatın çalışmalarına; Anadolu’ya silah ve insan kaçırmalarına müsaade ediyor ve onları kolluyordu. İngilizlerce tevkif edilmek istenen Karakol mensubu Memduh Şevket Bey, bir İtalyan gemisiyle İtalya’ya kaçmıştı. Karakol liderlerinden Kara Kemal de İtalyanların yardımıyla Malta’dan kaçarak Anadolu’ya geçmişti.
İtalya, Ankara’ya sadece silah ve insan değil; İstanbul’daki hadiseleri de aktarıyordu. Mart 1920’de İstanbul’da meclisin işgal edileceğini önceden bildirdiler. Dedikleri gibi; Müttefiklerce İstanbul’da büyük bir operasyon başlatıldı. Meclis basıldı ve İttihatçı Genç Türklerin bir kısmı, İngiliz idaresindeki Malta’ya sürüldü. Ankara’daki Heyet-i Temsiliye, bu işgali, Antalya’daki İtalya temsilciliğinin istasyonunu kullanarak, milletlerarası arenada protesto etti. Fakat Müttefiklerin bu sert müdahalesi Ankara’ya yaradı. M. Akif, İsmet İnönü, Halide Edip gibi Genç Türkler, Albay Caprini’nin mesuliyeti altında bulunan Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi üzerinden Ankara’ya geçtiler. İstanbul’dan kaçanlar sayesinde Heyet-i Temsiliye, Büyük Millet Meclisi’ne dönüştü.
Buz’dan Jozef
M. Kemal Paşa Anadolu’ya geçtikten sonra Sforza, İtalya’ya geri çağrılmış ve yeni kurulan hükümette hariciye müsteşarı yapılmıştı. Venedikli bir asilzade olan arkadaşı Salvatore Contarini de hariciyenin umumi sekreteri olmuştu. Contarini ile birlikte Kemalistleri desteklemeye devam eden Sforza, diğer yandan da İtalya ve Sovyet Rusya arasında ilk resmî görüşmeleri başlattı. Rusya’da ihtilal yaparak Çarlığı deviren Bolşevikler, kendileri gibi devrimci olan Ankara’ya silah ve para yardımında bulunuyordu. Çünkü Komünist liderlerin yolu bir zamanlar İtalya’dan geçmişti. Stalin, 1907’de Venedik’te Aziz Lazarus adasındaki Ermeni manastırında zangoç olarak çalışmıştı. Bu manastır, Sivas Ermenisi Mekhitar tarafından kurulan tarikata aitti. Tarikatın modeli, Venedik’in kurdurduğu Cizvit tarikatı ile aynıydı. Osmanlı Ermenilerine milliyetçilik fikirleri bu ada üzerinden empoze edilmişti. Gençliğinde Tiflis’te Cizvit ilahiyat mektebinde okuyan Stalin’in Venedik’teki lakabı; “Buz’dan Jozef” idi. Yani: Soğuk memleketten gelen Yahudi. Belki de biraz da bu yüzden olsa gerek, Bolşevikler İtalyanlarla beraber Ankara’nın yanında yer alıyorlardı.
Ankara’nın Yükselişi
İtalya, istiklal mücadelesi veren Genç Türklerin en büyük yardımcısıydı. Ankara Hükümetinin ilk gayriresmî yurtdışı temsilciliği bu yüzden Roma’da Piazza dell’Esquilino’da açıldı. İstanbul’daki hükümeti iyice gözden düşüren Sevr anlaşmasının gözden geçirilmesini müdafaa eden ilk devlet adamı yine Kont Sforza oldu. Giovani Turchi’nin dostu Sforza’nın Ankara’ya yardımları bunlarla da mahdut kalmadı. Şubat 1921’de tertip edilen Londra Konferansına, sadece İstanbul Hükümeti davet edilmişti. Gayriresmi bir hükümet olan Ankara’nın çağrılması mümkün değildi. Fakat Kont Sforza, Ankara’yı da davet ederek Ankara Hükümetine milletlerarası resmiyet kazandırdı. Bu sayede, Ankara Hükümetini temsil eden Kemalist heyet, önce Antalya’ya gitti. Buradan bindikleri bir İtalyan torpidosuyla İtalya’ya geçtiler. Kont Sforza ile görüşüp, gerekli talimatları aldıktan sonra Londra’ya gittiler.
Kont Sforza, Ankara’da meclisin açılmasının ardından, Malta’ya sürgüne gönderilen İttihatçı Genç Türklerin serbest bırakılması için de diplomatik teşebbüslerde bulundu ve bunda da muvaffak oldu. İtalya üzerinden Türkiye’ye dönen bu Genç’ler, Ankara Hükümetine katıldılar ve İstanbul’a karşı Ankara’yı güçlendirdiler.
İtalyan Silahları
1919’da Giritli Venizelos’un gazına gelerek İzmir’e adım atan Yunan Ordusu, Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemesine rağmen, 1920’de Venizelos’un istifasının ardından İngiltere’nin desteğini kaybetmişti. Buna karşılık Ankara, İtalya’daki temsilciliği vasıtasıyla yurtdışından silah satın alarak güçleniyordu. Venedikli işadamı Volpi’nin gayretleriyle, Banca Commerciale Italiana, yani İtalyan Ticaret Bankası, silah almaları için, Mart 1921’de Ankara’ya 10.000.000 £ kredi açmıştı. Yazar Grassi’nin aktardıklarına göre, İtalyan tüccar Mario Pellegrini, Kemalist orduya, yani Ankara ordusuna çamaşır, silah ve mühimmat tedarik ediyordu. Üstelik Pellegrini Ankara’ya, Kemalist orduda savaşmak üzere, İtalya’dan gelen gönüllülerin Kuşadası’nda indiğini bildirmişti. Yazar Grassi’nin, kitabına aldığı bu iddiaya göre, bu İtalyan gönüllüler, İnönü Harbinde Yunan’a karşı Ankara’nın ordusu ile birlikte mücadele etmişlerdi.
Ve Zafer!
Yunan Ordusu, İtalya, Fransa, ABD ve Rusya’nın desteklediği Ankara’nın karşısında tutunamadı ve Anadolu macerasına bir son vererek Eylül 1922’de Türk topraklarını terk etti. Yunan Genelkurmayına göre, Ankara’nın savaşı kazanmasının sebebi, İtalyanların Kemalistlere yardım etmesiydi. İtalyanların verdiği uçaklar, Yunan hava kuvvetlerini felce uğratmıştı (Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri ile Sakarya’dan İzmir’e). Galip Ankara, var olma mücadelesi verdiği zor zamanlarında kendisine yapılan bu iyilikleri elbette unutmadı. Yunan ordusunun İzmir’i terk etmesinin ardından, 11 Eylül’de Fethi Bey, yabancı gazetelere şöyle beyanatta bulunuyordu:
“Türkiye, İtalya’nın insaniyet adına haklarımızı savunmasından dolayı memnundur. Mütarekeden hemen sonra varlığımızı devam ettirmemiz gerektiğini ilk olarak İtalya savunmuştur. Kont Sforza unutulmayacaktır.”
“İSTANBUL YÜKSEK KOMİSERİ SFORZA’DAN EGE’DEKİ İTALYAN KUVVETLERİ KUMANDANI ELIA’YA
İstanbul, 11 Şubat 1919
Ortak şifrelerimizin gizliliğinin olmaması, bu mektubumu size bir savaş tayyaresiyle göndermeye giderek beni daha fazla ikna ediyor.
Bunları ne hakkında olduğuna dair kısa formüllerle hülasa ediyorum; hepsini çok iyi göreceksin.
Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa müdahalesinin ardından, Akdeniz Güçlerinin Asya Türkiye’sindeki menfaatlerinin milletlerarası temayülünde bir değişiklik oldu [işgal, müstemleke devri kapandı].
Artık mesele ilhaklar ya da idari bölgeler değil. Mesele; ulusal bir hükümet tercih etmekte serbest olması gereken yerli halklara [mesela Türklere] taraftar olmakla alakadar olan Güçler [İtilaf Devletleri] tarafından bölgesel bir bölünmeye göre yapılacak yardım meselesi.
İngilizler ve Fransızlar için arzularını Wilson prensipleriyle uyumlu hale getirmek kolay olacak. Çünkü sabık anlaşmalarla kendilerine düşen Arap bölgelerinde eşraftan, cemiyetlerden, aşiretlerden, belediyelerden ve diğer müesseselerden kendi yardımları lehine tahrik edici konuşmalar ve dilekçeler geliyor. Araplar arasında mutlak istiklale dair temayüller varken, İngiltere ve Fransa’nın Suriye’de ve başka yerlerde o kadar ispatlanmış ve tecrübeli müşteri ve casusları var ki, Fransa ve İngiliz yanlısı bir “muhtariyet [istiklal]” hareketi kolayca sahnelenebilir.
Her halükârda ve büyük bir aciliyetle, benzer bir şeyin, arzu edilen zamanda, [Anadolu’da] İtalyan emelleri için ayrılan bölgede hayata geçmesini sağlamak gerekiyor. Bu bizim için hayati bir menfaat. İtalya’nın az çok bariz rakiplerinin, suni bir şekilde Wilson prensiplerine dayanarak ve Asya Türkiye’sinin hiçbir nüfusunun İtalya’dan “yardım” istemediğini öne sürerek iddialarımıza karşı çıkmasına mâni olmak icap ediyor.
Fakat bunu düzeltebiliriz ve Hükümet sana çok itimat ediyor sevgili Elia.
Buraya geldiğimden beri Türk kavmine karşı bir sempati politikasına dikkat çektim. Türklerin Yunanlıların kendilerine bir nebze hâkim olabileceği fikrinden duyduğu korku ve tiksinti, işin geri kalanını hallediyor.
Venizelos, Paris’ten resmi olarak tüm İzmir Vilayetini (Denizli kazası hariç) ve diğer bölgeleri de istedi. Türkler bunu öğrenmeye başlıyor. Burada onları [Türkleri] Yunanlılardan kurtarmanın tek yolunun İtalyanlardan yardım istemek olduğuna ikna etmem kolaydı. Benim için kolaydı; çünkü gerçek bu: Başka can simidi yok.
İşin pratik kısmıyla alakalı, Baron Sonnino’nun az önce Paris’ten bana telgrafla gönderdiği şey şudur. “Ekselanslarından rica ediyorum: 1) İstenilen anda eşraftan, halktan vs. kıta [Anadolu] kıyılarından İtalya’nın yardımı lehindeki adresler ve dilekçeler. General Elia, kıyıdaki bazı yerlerle dostane münasebetler kurduğunu bize zaten bildirdi. 2) Kıyıdan RR vasıtasıyla tertiplenmesi. Konsolosluk makamları ve gayri resmi ve icap ettiğinde inkâr edilebilir casuslar göndererek, Fransa ve İngiltere ile yapılan anlaşmalarla İtalya’ya atfedilen bölgede sizin bildiğiniz benzer bir faaliyet. 3) Ekselanslarına ve General Elia’ya bu maksat için lazım olacak meblağın bana bildirilmesi: derhal karşılanacak. 4) Bu maksatla İtalya’dan hangi vazifelilerin ve casusların gönderilmesini istediğinizi bana ifade etmeniz; mesela Dr. Insabato’yu gönderebilirim. 5) Bu faaliyette, maksadı tehlikeye atabilecek kamu kazalarından kaçınmak için, tatbikat hızıyla birlikte, en büyük sağduyu ve kurnazlığın kullanılması gerektiğini unutmayın.”
Sizin için her şeyi yazıya döktüm; ancak n.2’de bahsedilen bölge için faydalı bir hizmet sunacağını umduğum iyi Türk ve Arnavut unsurlar bulduğumu da ekliyorum. Onlara (ceplerine koyacakları büyük yüzdeye rağmen), Türk kitleleriyle hiçbir zaman doğrudan temas kuramayacak olan İtalyan casuslarından daha fazla itimat ediyorum. Bununla birlikte, Insabato’nun kararsız bir adam değil, daha çok bir Arapçı olduğunu da eklemek isterim. Faydalı olabileceğini düşünüyorsanız, sorması yeterli.
Bununla birlikte, muhtemelen, zaten gönderecek veya harekete geçirmek için sahada uygun insanlara [casuslara] sahipsiniz. Antalya Sancağını bilhassa tavsiye ediyorum çünkü burada [İstanbul’da] meydana getirmekte olduğum teşkilatın [Karakol teşkilatı] orada bir karşılığı olmayacak. Bu nedenle İzmir vilayetiyle ilgilenecek daha az şeyiniz olduğunu düşünmeyin. Casusların gizli, çok ihtiyatlı olması, herhangi bir kazadan kaçınması ve -mümkün olduğu kadar- Türk davasına ve Türk kavmine hizmet ettiklerine -gerçekte olduğu gibi– Türklerin inanması gerekeceğinden, tüm inisiyatiflere izin var.
Meseleyi emanet ettiğim [anlattığım] iki üç Türk şahsiyete [M. Kemal, Ali Fethi] Türkiye’ye hizmet etmeleri gerektiğini açıkça söyledim. “Müstakil olmak istiyoruz; ancak bize, aslında gelecekteki istiklalimizi garanti edecek yardıma ihtiyacımız olduğu için, bu yardımın İtalya’dan gelmesini tavsiye ediyoruz. Ki bu bizim için her cihetten daha uygundur” diye söylemeleri gerektiğini anlattım; belki de böyle söylemelerini sağladım.
Sırf paraları olmadığı ve Babıali’nin de parası olmadığı için, onlara seyahat ve propaganda masrafları için ihtiyaçları olanı sağlıyorum.
Adresler, dilekçeler vb. vermek için psikolojik an [mesela Yunan’ın İzmir’e çıkması] hakkında, Patronumdan haber alır almaz sizi bilgilendireceğim. Talep edilen ana kadar, başkaları tarafından bir karşı taarruz uyandırmamak için azami ihtiyat ve gizlilik gerekli olacaktır.
Bu mektuba dayanarak, anlaşılma tehlikesi olmadan, artık bana fonlar, casuslar vb. hakkında telgraf çekebilirsiniz. Daha sonra doğrudan Roma’ya telgraf çekmesi gerekiyorsa, “Paris’ten Sforza’ya İkinci Sonnino irtibatı” gibi bir ifade veya başka bir benzer ifade kullanmalı. Çünkü büyük ihtimalle Müşavir henüz tüm bunların farkında değil.
Dövüşçü, senin cevabını bana hemen getirme emri aldı. Birliğin ihtiyaçları için de bir an önce buraya dönmesi iyi olacaktır. Fakat elbette, faydalı ve kesin bir cevap verebilmek için ihtiyaç duyduğunuz iki veya üç gün boyunca onu tutmanız gerekebilir.”
Kaynak: Ministero Degli Affari Esteri, I Documenti Diplomatici Italiani, Sesta Serie: 1918-1922, Cilt: II, Istituto Poligrafico e Zecca Dello Stato, Roma 1980.
Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.” (Hucurât-6) buyurulmaktadır. Bugün “Bilim” dediğimiz sahada, deliller ile ispat edilen fennî hakikatleri anlatan hakiki fen adamları olduğu gibi, bu isim ve sıfatlar altında, dinin esaslarına saldırmak maksadıyla, kendi ideolojik görüşlerini aktaran, kendi sahası dışında konuşan sahtekarlar da bulunmaktadır. Bu yüzden, “bilim” adına önümüze sunulan her şeye, sorgulamadan, körü körüne inanmamak gerekir. Bununla alakalı, İmam-ı Gazali’nin el-Münkizu Mine’d Dalâl eserinden şu kısmı aktarmanın faydalı olacağını düşündüm:
“Riyaziye; matematik, geometri ve astronomi ilimlerinden ibarettir. Bunların hiçbirinin ne müsbet ne de menfi cihetten, dinî meselelerle bir alakası yoktur. Bunlar, aklî deliller ile ispat edilen şeylerdir. Anlaşılıp öğrenildikten sonra, inkâra yer kalmaz. Fakat bu ilimlerden mahzurlu bir vaziyet ortaya çıkmıştır. Bu ilimlerle iştigal eden kimse, bunlarda gördüğü incelikleri ve delilleri hayretle karşılar. Bu sebeple, felsefecilere [bilim adamlarına] karşı takdir hissi uyanır. Felsefecilerin bütün ilimleri açık ve kuvvetli delile dayanmak cihetinden bu ilimler gibidir zanneder. Sonra, felsefecilerin Allah-ü Teala’yı inkâr ettiklerini, küfürlerini, maneviyata kıymet vermediklerini, sağdan soldan işitir ve sırf onları taklit etmek sebebiyle kâfir olur. Kendi kendine, din hak bir şey olsaydı, matematik ilminde bu kadar ilim sahibi olan büyük insanlarca mâlum olurdu, onlara gizli kalmazdı, der. Onların inkârını işitince, dini inkâr etmenin doğru olduğuna kanaat getirir. Başka hiçbir dayanağı olmadığı halde, sadece böyle bir düşünce ile doğru yoldan ayrılmış nice kimseler gördüm. Onları taklit ile doğru yoldan ayrılan bir kimseye: ‘Bir ilimde mahir olan kimsenin diğer ilimlerde de mahir olması icap etmez. Fıkıh ve kelâm ilimlerini iyi bilen bir kimsenin, tıp ilminde de mütehassıs olması icap etmez. Diğer taraftan, aklî ilimleri bilmeyen bir kimsenin, nahv ilimlerini de bilmediği iddia edilemez. Her ilmin erbabı vardır ve o ilimde ilerlemiştir. Diğerlerini geçmiştir. Bunlar bazan başka ilimlerde cahil vaziyetine düşerler. Eskilerin matematiğe dair sözleri delile dayanır. Fakat ilâhiyata dair sözleri tahmine dayanır. Bunu ancak onunla meşgul olup, tecrübe eden anlar.’ diyerek izah edilse bunu anlamaz ve kabul etmez. Nefsinin ağır basması, kendini akıllı göstermekten hoşlanması ve tembellik arzuları gibi haller, o kimseyi bütün ilimlerde felsefecilere iyi gözle bakmaya ve bunda ısrar etmeye sevk eder. Bu hal ise, büyük bir felakettir.”
X
XXXXXXXX
“HOKUS-POKUS!” Bilim ve teknoloji bizi büyülüyor mu?
24 Kasım 2019 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
mehmethasanbulut@gmail.com
İllüzyonistler mümkün olan bir şeyi imkânsız gibi göstererek insanları aldatırlar. Onları izleyen insanlar da aldatıldıklarını bilirler ve eğlenirler. Fakat imkânsız bir şey mümkünmüş gibi gösterildiğinde insanlar aldanırlar ama aldatıldıklarını anlamazlar. Bu usulde sadece hileyi yapan sihirbaz eğlenir!
İnsanda üç idrak kuvveti vardır: His organları, akıl ve kalp. Elektriğin ampulde bulunması gibi yürekte bulunan kalp, en üstün kuvvettir. Hissin vazifesi, akla; aklın vazifesi de kalbe varana kadardır. His organlarının anlayamadığını, akıl; aklın anlayamadığını kalp anlar. Hakikati içinde barındıran İslamiyet, Allah’ın elçisinden gelen nakle dayanır ve akılüstü (suprarationel) bir dindir. Hasta olmayan kalbe ve selim olan akla uygundur; fakat kalbi yanlışa bağlı olanlar ve sıradan akıllar, anlayamadığı şeyi akıldışı (irrationel) zannederler.
Ateist Rahip Paolo Sarpi ve ekibi ile birlikte Venedik’te doğarak Avrupa’ya, oradan da dünyaya yayılan diğer anlayışa göre ise hakikate giden yol kalpten değil pozitivist-ampirik bir şekilde hislerden geçer. Hakikatin sadece göz, kulak gibi idrak kapıları vasıtası ile tecrübe ederek anlaşılabileceğini kabul eden bu anlayış, günümüzde hemen hemen her sahaya hâkimdir. Fakat içinde büyük bir tehlike barındırmaktadır: İmajlara ve seslere dayalı hisler aldatılabildiğine göre, önünüze sunulan hakikat, bir illüzyondan ibaret olabilir.
Hollywood’da çalışan Harvard’lı illüzyonist David Kwong, illüzyonun aslında seyircinin zihninde meydana geldiğini söylemektedir. Yani sihir; inanılan şey ile bilinen şey arasında tahakkuk etmektedir. Bize söylenenlere inanırız ve inandığımızı teyit eden şeyleri görürüz. Sihrin temel prensibi budur.
Bizler tembel varlıklarız ve alışkanlıklarımız kuvvetlidir. Beynimiz bir şeyi idrak ederken kısa yolları tercih ettiği ve kaostan hoşlanmadığı için belli kalıplar kullanır. Bilmediği şeyleri, bildikleriyle kıyaslayarak boşlukları doldurur. Sihirbazlar işte bu kalıplardan ve sebep-netice münasebetlerinden istifade ederler. Mesela; bozuk paralar birbirine çarptığında metalik bir ses çıkartır; bu sebep-neticeyi hepimiz biliriz. Böylece, aslında elinde bir tane bozuk para olan bir illüzyonist, elini sallarken para sesi çıkartırsa, avucunda birden fazla para olduğunu düşünürüz. Ve elini açıp avucundaki tek parayı gösterdiğinde diğer parayı nasıl yok ettiğine hayret ederiz.
Kalıplar İhdas Etmek
Sihirbaz ve sihir tarihçisi Peter Lamont, “Neyin imkânsız olduğunu anlamadan önce, neyin mümkün olduğunun kaidelerini öğrenmemiz lazım. Bu mümkün değil diye bir şeye şaşırmadan evvel, kesin kaideler koyan bir dünya görüşü meydana getirmeliyiz. O zamana kadar, her şeyin mümkün olduğu, fakat hiçbir şeyin sıra dışı olmadığı bir dünyada yaşarız” der. Nitekim bebekler sihirbazlık gösterilerine şaşırmaz ve reaksiyon göstermezler. Fakat insanları küçük yaşlarda mekteplere alıp onları bazı şeylere inandırır ve sonra onlara medya vasıtasıyla bazı görüntüler sunarsanız, insanların zihinleri öğretilenlere göre aradaki boşlukları kapatacaktır.
Mesela Willy Ley’in yazdığı bilim-kurgu hikâyelerinin, ölümüyle (1969) kurgu-bilime dönüşmesi gibi Hollywood, Mars’ta geçen feza filmleri çekse, sonra Hollywood ile iş birliği yapan NASA, Mars’a gittik diye medyaya filmdekine benzer görüntüler servis etse herkes buna inanacaktır. Yani önce kalıpları meydana getirirseniz, gerisini beyin halledecektir. Öyle ki fezada araba sürdüğünüzü ve hatta Dünya’yı Marslıların işgal ettiğini iddia etseniz bile insanlar buna inanacaktır. 1969’daki Apollo 11 aya seyahat macerasından bir sene evvel vizyona giren “2001: Bir Uzay Destanı” filminin senaristlerinden İngiliz yazar Arthur C. Clarke’ın dediği gibi: “Yeterince ileri herhangi bir teknoloji, sihirden tefrik edilemez.”
İyi Bir Senaryo
İnsanlar, süper güçleri olan siyah pelerinli kahramanları; garajda kurulan, sıfırdan büyüyen şirket hikâyelerini, Ay'a gidecek ve nükleer bomba atacak gücü olan devletleri sever. İllüzyonda en tesirli hikâye ise dövüş filmlerinde ya da yakın tarihimizde olduğu gibi ortaya önce bir problem koymak, kahramanın bunu çözmek istedikçe meselenin büyümesi fakat ümitlerin sona ermek üzere olduğu son anda kahramanımızın bu meseleyi çözmesidir. Yine de senaryoyu yazarken dikkat edilmesi icap eden mühim bir husus vardır: “İllüzyon umumiyetle hakikati büker; fakat anlattığı hikâye asla apaçık bir yalana da dayanmamalıdır.”
Müzik ve söz gibi sesler ve imajlar, göz ve kulak gibi his kapılarından geçerek, insanda cazibe, öfke ve sevinç meydana getirir. Eğer seyreden kitleye uygun doğru imaj ve sesler kullanılırsa, kitlenin zihni ve ruhu kontrol altına alınabilir. Mesela; komünist bir memlekette zorla kolhozlarda çalıştırılıp, çocukları ideolojik bir mektebe götürülse isyan edecek olan bir kadın, kapitalist cemiyette kulağına gelen “güçlü kadın” ve “kendi ayakları üzerinde dur!” gibi sihirli kelimeler sayesinde kendisi isteyerek çalışmakta, çocuğunu da kendi elleriyle kreşe teslim etmektedir.
Hür İrade
Kendi verdiğimiz kararlarda ya da bir şeyi kendimiz keşfettiğimizde daha çok sahiplik ve heyecan hissederiz. Sihirbazlar da, bu yüzden, demokrasilerde ve istiklal savaşlarında olduğu gibi seyirciyi hikâyeye, senaryoya dâhil etmeyi sever. Seyirciye iskambil kartları içinden bir kart seçmesini söyleyen sihirbaz, seyircinin düşüncelerini kendisinin daha evvel seçtiği karta sevk eder ya da çeşitli taktiklerle kendisinin daha evvel ayarladığı kartı seçtirir. Fakat bu illüzyon için seyircinin, bunun kendi kararı olduğuna, kendisinin serbest seçme hakkı olduğuna kesinlikle inanması gerekmektedir.
Etrafımız, dikkatimizi çekmeye çalışan çok sayıda münebbih (uyarıcı) ile doludur. Beynimizin bu kadar münebbihi işlemesi imkânsızdır. Dikkatimiz sahnedeki spot ışıklar gibidir; dikkatimizi tevcih ettiğimiz nokta ve çerçeve dışındaki yerlere, yani illüzyonistin gizli hareketleri yaptığı noktalara karşı kör ve sağır oluruz. Rubin’in Vazosundaki gibi; yüzleri görürsek vazoyu göremeyiz; vazoyu görürsek, yüzleri. Üstelik “Ne kadar yakından bakarsan, o kadar az görürsün.”
Binaenaleyh; illüzyonlarda seyircinin dikkatinin, gördükleri çerçevenin idaresi, manipülasyonu, çok mühimdir. Seyircinin dikkati, illüzyonistin kullandığı mekanizmalardan ya da hile usulünden, illüzyonun meydana getireceği, hisleri harekete geçirecek o neticeye çekilmelidir. Bir skandalı gizlemek isteyen politikacılar da gündemi değiştirirken bu taktiklerden istifade eder. Resmî tarihçiler de çerçeveyi ayarlayarak, diğer asıl mühim kısımların gözükmemesini sağlarlar. Televizyonun çerçevesi, yani kameraların görüş zaviyesi belli olduğu için TV karşısında bu işler çok daha kolaydır.
Acil Çıkışlar
İllüzyonistler, mümkün olan bir şeyi imkânsız gibi göstererek insanları aldatırlar. Onları izleyen insanlar da aldatıldıklarını bilirler ve eğlenirler. Fakat imkânsız bir şey mümkünmüş gibi gösterildiğinde insanlar aldanırlar ama aldatıldıklarını anlamazlar. Bu usulde sadece hileyi yapan sihirbaz eğlenir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi, “Bir hakikati başka bir hakikatte göstermektir” diye tarif eder sihri. Kur'ân-ı kerimde mealen buyurulduğuna göre Şeytan, Allahü tealaya, “And olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim" diyerek, insanları âdeta sihirbaz hileleri ile aldatacağına ve hakikatten saptıracağına yemin etmiştir. Belki de dünyada Şeytan’ın izinden giden bâtınî kuvvetler vardır. Kendileri Eflatuncu oldukları hâlde, insanlara öğrettikleri Aristocu pozitivist-ampirik anlayış sayesinde dünya çapında bir illüzyonla insanları kandırıyorlardır.
Hâl böyleyken hisler vasıtasıyla hakikate ulaşmak, “akıl” kârı mıdır? Kur'ân-ı kerimde mealen “Size bir fâsık bir haber getirdiğinde onu tahkik edin” buyurulduğu hâlde her gördüğüne ve duyduğuna inanmak, her görmediğini de inkâr etmek, akıllı bir adamın yapacağı bir iş midir? Eğer “değil” diyorsanız; Mekteplerde yerleştirilen Inception’dan küresel ısınma, evrim vs. “bilimsel” teorilerine, El-Kaide ve DEAŞ gibi terör teşkilatlarından zaferlerle dolu resmî tarihlere, bizim faydamız için tanzim edilen alışveriş kampanyalarından kimsenin bir şey anlamadığı ama “duayenlerin” övdüğü modern sanatlara kısacası 'Yeni Dünya’daki tüm sahalarda inançlarımızı ve gördüklerimizi tekrar sorgulamanın ve aralarındaki boşluklara dikkat etmenin zamanı gelmiş demektir…
.
CHURCHILL NE YAPMIŞTI? Çanakkale Harbi’ndeki ‘gizli el’
21 Temmuz 2019 02:00
A -
A +
MEHMET HASAN BULUT
mehmethasanbulut@gmail.com
Araştırmacı Yazar
Lord Alfred Douglas “Gelibolu seferi mükemmeldi ve Türkler İstanbul'u koruyan kaleleri teslim etmeye mecbur kalmışlardı. Fakat 'Gizli El'in her ofiste ajanları vardı ve sadece 13 top mermisi kalan Türkler tam da beyaz bayrak çekmişken İngiliz güçlerine geri çekilmeleri için 'esrarengiz' bir emir verildi" demişti.
Birinci Cihan Harbi'nin en meşhur savaşlarından biri olan Çanakkale Harbi, yakın tarihimizdeki en hazin savaşlardan biridir. Binlerce gencimizin can verdiği, âdeta yetişmiş bir neslin ortadan kaldırıldığı bu savaş, günümüzde bir zafer olarak kutlanmaktadır. “Çanakkale geçilmez!” diye Türkiye tarihine yazılan Çanakkale Boğazı, bu savaştan üç sene sonra geçildi. Neticelerinin tesiri günümüzde dahi devam eden Çanakkale Harekâtına bir de, bu savaşın başaktörlerinden olan Winston Churchill’in gözünden bakmakta fayda var. Nitekim tarihî hadiselere farklı cihetlerden bakmak, çoğu zaman insanın ufkunu açmaktadır.
LORD ROTHSCHILD VE BANKER CASSEL
İngiliz devlet adamı Lord Randolph Churchill, mektepte çok da parlak bir çocuk olmayan on sekiz yaşındaki oğlu Winston’ın elinden tutup, yakın dostu Lord Nathan Meyer Rothschild ile tanıştırdı. Rothschild ailesi, Venedik’in aristokrat aileleri sayesinde dünyanın en zengin ailelerinden biri olmaya muvaffak olmuş Yahudi banker bir aileydi. Bu ailenin İngiltere’deki koluna mensup olan Lord Rothschild, kendisine emanet edilen genç Churchill’in himayesini, adamı Sir Ernest Cassel’e havale etti. Banker Cassel, Randolph’un ölümünden sonra Churchill’e âdeta babalık yaptı ve Winston bu işlerden pek anlamadığından olsa gerek, tüm servetini onun adına idare etti. Dünya yakın tarihini şekillendiren bu ailelerin network’leri yani irtibatları olduğundan, ileride İngiltere’nin başvekili olacak ve tarihe geçecek genç Winston’ın yükselişi de böylece başlamış oldu.
İtalya başta olmak üzere Avrupalı güçlerin desteğini alan Balkan çeteleri, 1909’da İstanbul’u işgal etti ve Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdiler. Böylece Osmanlı İmparatorluğu fiilen tarihe karışmış ve yerine, Genç Türkler olarak bilinen İttihat Terakki Komitesi’nin liderliğinde, ‘Yeni Dünya’nın bir parçası olan Yeni Türkiye kurulmuş oldu. Churchill’in hâmisi Banker Cassel, Turkish Petroleum Company'i, yani Türk Petrol Şirketi’ni kurarak İttihatçılardan Yeni Türkiye topraklarındaki tüm petrol imtiyazını aldı. Diğer yandan da, kendisi gibi Yahudi olan arkadaşı Jacob Schiff ile beraber, Rusya’da Çarlığı devirmek için ihtilal hazırlıkları yapmaya başladı. Kahramanımız Churchill de 1911’de İngiltere’nin Bahriye Nazırı oluverdi.
Churchill donanmanın başına geçince ilk iş olarak sadece petrolle çalışan Queen Elizabeth sınıfı yeni gemiler inşa ettirdi. Bununla da kalmadı; İngiltere Hükûmetinin, 1909’da kurulan Anglo-Persian Oil Company (İngiliz-İran Petrol Şirketi, bugünkü BP) şirketindeki hisselerin %51'ini almasını sağladı.
GELİBOLU HAREKÂTI
Derken 1914’te, beklenen Cihan Harbi başladı. İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya müttefikti. Yeni Türkiye ise Almanya safında harbe girdi. İngiltere Harbiye Nazırı Lord Kitchener, Kafkasya'da sıkışan müttefik Rusları rahatlatmak istiyordu. Churchill'den Türklerin dikkatini batıya; Gelibolu'ya çekmesini istedi. Bunun üzerine Churchill, donanmanın dretnotlardan sonra modası geçen, kömürle çalışan eski gemilerini alarak Gelibolu'ya saldırdı. Operasyona katılan tek yeni gemi, HMS Queen Elizabeth idi; o da test için getirilmişti. Operasyonda kara desteği yoktu. Çünkü İngiltere’nin asıl hedefi İstanbul değil, İstanbul’a giden yolu kapatan Çanakkale’nin kaleleri idi.
İngiliz gemileri Çanakkale önlerine gelince Queen Elizabeth hiçbir riske girmeden uzaktan kaleleri dövmeye başladı. İngilizlerin İstanbul’a yürüdüğünü düşünen ve başkentlerini tehlike içinde gören İttihat Terakki içindeki Enver muhalifleri, yani Anglofil kanat, İngilizlerle gizli görüşmeler yapmaya başladı. Onlara, İstanbul’daki hükûmeti devirip münferit sulh imzalamayı teklif ettiler. Fakat nafile! İngilizler, henüz savaştan istediklerini elde edememişlerdi. Bu teklifi reddettiler. Anglofil İttihatçılar, tekliflerini 1917’de de tekrarlayacak fakat yine aynı cevabı alacaklardı.
Çanakkale’nin kaleleri bir bir susuyordu. Gariptir motorların bozukluğu, pilotların tecrübesizliği gibi komik bahanelerle, saldırıda uçaklar kullanılmıyordu. Üstelik Churchill’in zaman zaman talebine rağmen donanmaya kara desteği de verilmiyordu. Donanmanın başındaki Amiral Carden, 18 Mart’ta İstanbul üzerine yürümeye karar verdi fakat saldırıdan iki gün evvel adı hasta listesine yazdırılarak vazifeden alındı. Yerine yardımcısı John de Robeck geçirildi.
Carden’ın vazifesinde hiç kayıp vermeyen donanmada Robeck’in başa geçmesiyle işler değişiverdi. 18 Mart saat 13.45 itibarıyla kaleler artık ateşe karşılık veremiyordu. İstanbul’a giden yol açılmıştı. Fakat Robeck garip bir karar aldı ve mayınların temizlenmesini beklemeden gemileri ileri sürdü. Hâliyle gemiler mayınlara çarptı ve Inflexible, Irresistible ve Ocean gemileri sulara gömülüverdi. Böylece İngiltere’nin deniz harekâtı sona erdi ve gemiler ikinci bir saldırıda bulunmayarak geri çekildiler.
İSTANBUL İÇİN GELMEDİLER
İstanbul'daki Amerika Birleşik Devletleri Sefiri Morgenthau, Müttefik donanmasının niye çekildiğini anlayamamıştı. Hâlbuki İttihatçıların mühimmatı bitmek üzereydi ve Türk halkı İttihat Terakki’den ve Almanlardan nefret ettiği için hükûmet sallantıdaydı. Morgenthau bu mevzuyu, Genç Türklere duyduğu sempati ile bilinen Alman von der Goltz Paşa ile konuştu. Paşa, İngilizlerin İstanbul'u almak gibi bir niyeti olmadığını, Ruslara söz verdikleri için, şehri alırlarsa İstanbul’u Ruslara teslim etmek mecburiyetinde kalacaklarını söyleyerek sefiri aydınlattı.
Goltz Paşa haklıydı. Rusya'yı İstanbul'dan ve Boğazlardan uzak tutmak, İngiltere'nin daimi politikasıydı. Rusya bunu bildiği ve İngiltere’nin verdiği sözden şüphelendiği için 18 Mart’tan iki hafta evvel Londra ve Paris'e telgraf çekmiş ve Çar'ın İstanbul ile Boğazları istediğini İngiltere ve Fransa’ya tekrar bildirmişti. Churchill ise şiddetle buna karşı çıkmış ve hükûmetine Gelibolu sonrası menfaatlere odaklanmayı tavsiye etmişti: "İngiliz tarihi bu savaşla bitmeyecek."
GENÇ MÜNEVVERLER CEPHEDE
İngiltere, deniz harekâtının ardından kara harekâtını başlattı. Sultan Abdülhamid’in yetiştirdiği binlerce münevver genç, Alman subayların idaresinde, İttihatçılar tarafından cepheye sürüldü. Canlarını dişlerine takarak Boğaz’ı müdafaa eden bu gençlerin bedenleri Çanakkale topraklarına cansız düştükten sonra kara harekâtı da sona erdi. Üstelik yaklaşık dokuz ay süren bu harekât sırasında mayınlar temizlenmedi ve gemiler Boğaz’ı geçmek için herhangi bir teşebbüste bulunmadı.
Çanakkale Savaşı, İngiltere cihetinden bir muvaffakiyetsizlik gibi görünse de, Gelibolu'da batan ya da hasar gören Irresistible, Majestic, Ocean, Triumph, Inflexible, Goliath gemilerinin hepsi, şehit düşen Müslüman gençler gibi, artık ihtiyaç duyulmayan eski sınıfa aitlerdi. Churchill ve hâmileri, bir taşla binlerce kuş vurmuştu.
Sırasıyla 1905 ve 1908 ihtilallerinden sonra meşruti idareye geçen Rusya ve Türkiye’ye son şeklini vermek için Cihan Harbini başlatanlar, Rusya’da yeni ve nihai bir ihtilale adım adım yaklaşıyorlardı. Çar ve taraftarları zor vaziyetteydi. Harbiye Nazırı Lord Kitchener, Çarlığı devirmeye çalışan komünistlerle savaşmaları için müttefik Rus ordusunu yeniden organize etmek ve güçlendirmek için yola çıktı. Fakat gemisi, 5 Haziran 1916'da bir patlamayla sulara gömülüverdi. Zavallı Kitchener’ın cesedi bile bulunamadı. Suç da bir Alman mayınına atıldı.
1918’de Cihan Harbi sona erdi. Harbin maksatlarına ulaşılmıştı. Rusya’da desteksiz kalan Çarlık devrilmiş ve Bolşevikler iktidara taşınmıştı. Yahudilere bir devlet sözü veren İngiltere, Gelibolu'da yorulan Türkiye'yi Suriye cephesinde rahatça yenerek Kudüs’ü ve Arap petrollerini ele geçirmiş, Türkiye’nin elinde sadece Anadolu topraklarını bırakmıştı. Üstelik Çanakkale’deki kaleleri ortadan kaldıran Müttefikler, üç sene sonra ellerini kollarını sallayarak Boğaz’dan geçmiş ve Sultan Vahideddin’in oturduğu İstanbul’u işgal etmişlerdi.
Çanakkale operasyonundan sonra harbiye nazırlığından istifa eden Churchill, Cihan Harbinden sonra Koloniler Nazırı yapıldı. Bu vazifede iken Parlamentoda, Bolşevik ihtilalini yapan Rus Yahudilerini Filistin’e doldurduğu için tenkit edilince, Cihan Harbini Amerikan ve Rus Yahudileri sayesinde kazandıklarını izah etti ve milletvekillerine Siyonizm’i desteklediğini anlattı. Kudüs’te bir devlet, Yahudilerin hakkıydı artık!..
Anadolu’daki Yunan işgalinde Ankara’ya karşı Yunanları desteklediği için Lloyd George hükûmeti 1922’de düşünce Churchill de açıkta kaldı. Hristiyan İngiliz halkı Yahudi menfaatlerine hizmet eden Churchill’den nefret ediyordu. Bu yüzden iki yıl boyunca seçilemedi. Elbette o da boş durmadı ve vaktini hükûmetle Yahudi petrol şirketleri arasında aracılık yaparak geçirdi.
Bu arada Lord Alfred Douglas adında bir İngiliz asilzadesi, Churchill’in Yahudilere çalıştığını ve İngiltere’yi dolandırarak onları zengin ettiğini iddia etti. Bu iddia üzerine Douglas ve Churchill mahkemelik oldular. Dava sadece sekiz dakika sürdü ve neticede Douglas tahkikat yapılmadan hapse atıldı. Geriye mahkûm Douglas’ın Çanakkale ile alakalı şu enteresan cümleleri kaldı:
“Gelibolu seferi mükemmeldi ve Türkler İstanbul'u koruyan kaleleri teslim etmeye mecbur kalmışlardı. Fakat 'Gizli El'in her ofiste ajanları vardı ve sadece 13 top mermisi kalan Türkler tam da beyaz bayrak çekmişken İngiliz güçlerine geri çekilmeleri için 'esrarengiz' bir emir verildi..."
.
.
Küresel ‘ısıtma’nın arka planı!
19 Ocak 2020 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
NASA’nın Kasım 1966 tarihli bir raporunda, ziraat başta olmak üzere çeşitli maksatlarla iklimin değiştirilmesi tavsiye ediliyordu. UNESCO’nun kurucusu Julian Huxley de yeni su kaynakları elde etmek için kutupların atom bombası ile eritilmesi fikrini ileri sürmüştü.
Avustralya’daki yangınlar sonrası, küresel ısınma ve buzulların erimesi meselesi tekrar gündeme geliyor. Peki, daha düne kadar, “Küresel soğuma var!” diyerek ortalığı yıkanların, bugün “Küresel ısınma var!” diyerek dünyayı ayağa kaldırmalarının arka planında ne var acaba?
“Buzların Sfenksi”, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”, “Seksen Günde Devriâlem”, “Dünyanın Merkezine Seyahat” ve “Ay'a Seyahat” gibi hikâyeleriyle çocukluğumuzdan beri tanıdığımız Fransız yazar Jules Verne, Dünya’yı keşfetmeye, yeryüzünün altındaki sırları öğrenmeye ve bâtınî mevzulara meraklı bir adamdı. Onun Türkiye’de bizim pek bilmediğimiz bir eseri daha var: “Kuzey Kutbunun Satın Alınması”... Diğer kitapta Ay’a seyahat eden ekip, bu macerada Dünya’nın eksenini düzelterek kutupları eritmek istiyor. Ana gayeleri, Dünya’nın iklimini sabitlemek ama bir hedefleri daha var: Buzlar eridikten sonra bu toprakların altındaki kömür madenlerini ele geçirmek!..
NASA, İKLİMİ DEĞİŞTİRMEYİ TAVSİYE EDİYORDU
İnsan eliyle iklimi değiştirmek, sadece bilim kurgu hikâyelerinde kalan bir heves değil ne yazık ki. Ekranlarda Ay’a ve Mars’a seyahat maceralarını izlediğimiz ABD’ye ait Millî Havacılık ve Feza İdaresi’nin, yani NASA’nın Kasım 1966 tarihli “Hava Değişikliği Hakkında Tavsiye Bir Millî Program” başlıklı raporunda, ziraat başta olmak üzere çeşitli maksatlarla, iklimin değiştirilmesi tavsiye ediliyordu. NASA’nın kuruluşu (1958) ile Antarktika Anlaşmasının imzalanmasının (1959) hemen hemen aynı zamanlarda olması da garip bir tesadüf olsa gerek.
Aslında kutupların eritilmesi fikrini ilk ortaya atan kişi Baron Kelvin’di. Yani Kelvin ölçüsüne de adını veren mühendis William Thomson. İngiltere Kraliyet Cemiyeti azası olan Baron’un, bu cemiyetteki arkadaşlarından biri de “Darwin’in Köpeği” olarak bilinen T. H. Huxley idi. NASA’nın Ay’da bir kratere adını verdiği Huxley’in Julian adında bir torunu vardı. Julian Huxley, UNESCO’nun kurucusudur. Kardeşi Aldous ise bugün bir şekilde içinde yaşadığımız “Cesur Yeni Dünya” adlı distopyanın meşhur yazarıdır. Torun Julian, Hiroşima ve Nagazaki'ye bombalar düşerken, yeni su kaynakları elde etmek için kutupların atom bombası ile eritilmesi fikrini ileri sürmüştü.
“SOĞUK” SAVAŞ
İklime insan eliyle müdahale etmek, Rusya ve ABD arasındaki Soğuk Savaş devrinde de popüler bir mevzu idi. Her iki taraf da iklimi değiştirerek rakibine zarar vermenin yollarını arıyordu. Bunun dışında Sovyetler Birliği, 1950’lerde, Rusya ve Amerika (Alaska) arasındaki Bering Boğazı'na bir baraj inşa etmeyi düşünüyordu. Böylece okyanus akıntılarının istikameti değişecek ve bu da buzulları eritecekti. Bu sayede yeni toprak ve kaynaklar elde edilecekti. Rusya, bugün de Arktik Denizi üzerinden petrol ihraç edebilmek için buzların erimesine ihtiyaç duymaktadır.
Soğuk Savaş zamanı ABD tarafında iklim değişikliği üzerine çalışan en popüler isim meteorolojist Harry Wexler idi. Wexler, kutupları eritmek için termonükleer patlamalar tavsiye ediyordu. Bu patlamalar neticesinde Dünya’da sıcaklık takriben 1,3 derece artacaktı. Wexler, 1955’de Rockefeller Vakfı’nın finanse ettiği atomik radyasyon üzerine bir projede de yer almıştı. Bu şaşırtıcı değildi. Çünkü Antarktika’da isimlerini taşıyan bir plato bile bulunan Amerikalı Rockefeller Ailesinin Antarktika’ya hususi bir alakası var. Vakfın, İtalya Bellagio’daki merkezinde 5-8 Mart 1979 tarihli, “Antarktika’da Petrol ve Diğer Mineraller” raporu da vakfın Antarktika’ya olan alakasının sebebini biraz da olsa göstermektedir.
Amerikan Hava Kuvvetleri’nin 1990’da başlayan HAARP programı da Antarktika’yı unutmamıştı. Programda, iyonosfere elektromanyetik dalgalar gönderilerek hava sahası üzerine araştırmalar yapılıyordu. Program dâhilinde Ukrayna’nın Antarktika istasyonuna ısı dalgası pompalanmıştı. Isı dalgası göndermek için, Antarktika’nın seçilmesi enteresan bir tercih gibi duruyor.
Aslında Jules Verne’in yerin altına dair merakı boşuna değildi. Avama dar ve materyalist bir “dünya” görüşü ve eğitimi sunan elit sınıfın kendisi, avamın bâtıl inanç, hurafe olarak gördüğü mevzulara büyük bir alaka göstermektedir. Bu sınıfa ait insanların bir kısmı, Dünya’nın içinde, yani yerin altında Agarta ya da Şambala adında bir krallık olduğunu iddia etmektedir. Yerin altındaki bu krallığa da kutuplardan girildiğini düşünüyorlar. Üstelik NASA’nın ilham aldığı ve Ay’da bir kratere adı verilen Cizvit rahibi Athanasius Kircher gibi fen adamları da Agarta’ya inanıyordu.
ISINMA DEĞİL; ISITMA
Günümüzde, NASA’ya bağlı fen adamları tarafından Antarktika’da çok sayıda çalışma yürütülmektedir. Mesela, gökte ararken kutuplarda bulduğumuz NASA, keşfedilecek yeni seyyarelerde kullanacağını iddia ederek, tekâmül ettirdiği cihazlarla Antarktika’da buz altı araştırmaları yürütmektedir. Burada çalışan fen adamları, dünyanın su kaynaklarının azaldığını, yeni kaynaklar elde etmek için bu araştırmaların yapıldığını söylüyorlar. Yani; bu çalışmaların maksadı ister Agarta’ya ulaşmak olsun, isterse yeni kaynaklar bulmak, neticede kutupların erimesinin aslında bazı kimselerin istediği bir felaket olabilir. O hâlde, bir yandan kutupları eritip diğer yandan da “küresel ısınma var” diye bağırmak; bir yandan kadınları ucuz iş gücü ve reklam malzemesi olarak sömürürken, diğer yandan, “kadınlar kocaları tarafından sömürülüyor” demek gibi garip bir davranış şekli sanki
FATİH SULTAN MEHMED’İN ÖLÜMÜNDE VENEDİKLİLERİN ROLÜ ‘Büyük Kartal’ ve ressam Bellini
31 Mayıs 2020 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
Araştırmacı Yazar
Venedikli ressam Bellini, İstanbul’u terk ettikten kısa bir zaman sonra Fatih Sultan Mehmed sır gibi sakladığı yeni bir sefere çıktı. Ancak yolda rahatsızlanan Sultan’ın ağzından ve burnundan kanlar geliyor, “Bana kıydılar” diyordu. Haftalar sonra Venedik’e ulaşan bir elçisi ise “La Grande Aquila è morta!” diye haykırıyordu...
Bugün adını sadece turistik bir şehir olarak duyduğumuz Venedik, bir zamanlar tarihin en zengin ve en kudretli devletlerinden biriydi. Cumhuriyetti ama halkın idarede hiçbir sözü yoktu. Hükûmet, bugün dahi güçlerini ve zenginliklerini muhafaza eden tüccar aristokrat bir sınıfın elindeydi. Büyük Meclis’e de sadece bunlar girebiliyordu. Devlet, başında “doç” denilen bir bey bulunduğu için monarşiye de benziyordu ama Venedik’in iplerini asıl elinde tutan bu bey ve Büyük Meclis değil istihbaratın bağlı olduğu Onlar Meclisi idi. On aristokrattan müteşekkil olduğu için bu isimle anılan bu Meclis, devletin beyni mesabesindeydi.
Meclis azaları kişileri muhakemesiz infaz etme salahiyetine sahiplerdi; devletin istikrarı ve menfaati için aristokratları bile idam edebiliyorlardı. Sessizce ortadan kaldırmak istedikleri kişilerin üzerine suikastçılar gönderirlerdi. Ama en sevdikleri usul, kurbanı zehirlemekti. “Bırakın celladın işini zehir yapsın. Bu, daha az mide bulandırıcı ve daha kârlı” derlerdi. Meclis’e ait kayıtlarda, zehirleme işini nasıl oyladıkları, nasıl planladıkları ve zehirleyecek kişiye verilecek ücretler mevcuttur. Venedik'e bağlı Padova Üniversitesindeki botanikçiler, bu maksatla çok sayıda zehir imal ediyorlardı. En çok kullanılan zehirler civa klorür, beyaz arsenik, arsenik trisülfit ve arsenik triklorür'dü. O zehirler, Venedik’in büyük düşmanı Fatih Sultan Mehmed’in şahadetine de sebep olmuş muydu?..
AVRUPA’DA KENDİ AĞLARINI ÖRDÜLER
Venedikliler Katolik’ti ama asla dindar değildi; sadece kendi menfaatini düşünürlerdi. Yahyacı Tapınakçıların tarikatı yasaklandığında olduğu gibi Papalık ile defalarca savaşın eşiğine gelmişlerdi. Venedik idarecileri, kurdurdukları Cizvit tarikatı üzerinden bir yandan Katolik Kilisesini reforme ediyor, diğer yandan da farmasonluğun temellerini atarak Avrupa’da kendi ağlarını örüyordu. Engizisyondan kaçan herkese kucak açıyordu. Nüfuzu altına aldığı İngiltere’yi Roma’dan koparmış ve Protestanlara sahip çıkarak mezhep savaşlarını körüklemişti.
Venedik’i tanıyanlar için Doç Dandolo’nun liderliğindeki Haçlıların, İslam topraklarına yürümek yerine, 1204’te İstanbul’u ele geçirip tarihte görülmemiş bir şekilde yağmalaması şaşırtıcı olmadı. Venedik’in, Fransızları da yanına alarak, Roma İmparatorluğu’nun başşehrini işgal etmesine Papa karşı çıksa da Venedik onu ciddiye almamıştı.
Roma İmparatorluğu’na bir sonraki ve nihai darbe, Şark’taki savaşçı bir milletten, yani Müslüman Türklerden geldi. Venedik’in işgalinin ardından eski ihtişamına bir daha kavuşamayan Konstantiniyye, 1453’te Hazreti Peygamber’in müjdesine nail olmak isteyen Osmanlı Sultanı II. Mehmed’in askerlerine teslim oldu. Müslümanlara karşı Venedikli askerlerin Rum İmparatoru’na verdiği destek bir işe yaramamıştı. Üstelik fetihten sonra Venedik balyosu yani elçisi ve oğlu, Türkler tarafından idam edilmişti.
EN BÜYÜK RAKİP: GENÇ PADİŞAH
İstanbul’un yeni sahipleri ve onların Genç Sultanı, Venedik’in en büyük rakibiydi artık. Nitekim 1463’te Venedik ve Osmanlılar arasında yıllarca sürecek büyük bir savaş patlak verdi. Daha evvel Selânik’i alan Türkler, Venedik müstemlekelerini birer birer ele geçirerek İtalya’ya doğru hızla ilerliyorlardı. Gözünü İtalya’ya dikmiş bu “kartal” derhâl ortadan kaldırılmalıydı.
Onlar Meclisi, hemen kolları sıvadı ve Sultan II. Mehmed’i öldürmek üzere suikastçılar aramaya başladı. Savaş başladıktan bir sene sonra Manuel Cerda adında bir İspanyol, kardeşi vasıtasıyla bir teklifte bulundu. Onlar Meclisi, İspanyol’a 10 bin düka altını vadetti ama suikast muvaffak olamadı. 1475'de Piove'li Salomon adında Yahudi bir tefeci, Sultan Mehmed’i öldürmek üzere İstanbul'a Valchus adında Yahudi bir doktor göndermeyi teklif etti. Fakat ansızın Salomon’un kendisi öldü. Bunun üzerine oğlu teklifi yineledi. Karşılığında Venedik'te ticaret izni ve beş banka kurmak istiyordu. Teklif kabul edildi mi bilmiyoruz ama Valchus, saraya kadar sokulmayı başarsa da suikast yine neticesiz kaldı.
GAETALI YAKUP
Onlar Meclisine en heyecan verici teklif, 1471’de, Sultan’ın doktoru Yakup Paşa’dan, diğer adıyla Jacopo da Gaeta’dan geldi. Kayıtlarda “Messer Jacomo Medego” olarak da geçen Yakup Paşa, bu işin karşılığında tek seferlik bir ödeme, vergi muafiyeti ve vatandaşlık talep ediyordu.
İtalya’da Napoli yakınlarındaki Gaeta şehrinde doğan Jacomo’nun, Venedik'e bağlı Padova Üniversitesinde okuduğu söylenir. Tıp tahsili gören Jacomo, genç yaşta Edirne’ye gelmiş ve Fatih’in babası Sultan Murad’ın gözüne girmeye muvaffak olmuştu. Sultan II. Mehmed’le beraber İstanbul’a gelmiş ve onun hususi hekimi olmuştu. Müslüman olarak Yakup ismini alan Jacomo, Onlar Meclisinin adamı Yahudi David Mavrogonato ile irtibattaydı.
Venedik vatandaşı Yahudi Mavrogonato’nun Fatih’le arası açılan, Rum asıllı Sadrazam Mahmud Paşa ile arası iyiydi. Venedik, bu yüzden, Osmanlı ile sulh yapmanın yollarını ararken Mavrogonato’yu da kullanıyordu. Fakat Mavro, 1470’de dördüncü defa İstanbul’a geldiğinde öldürüldü. Yakup Paşa da suikast teklifini müteakip sene yaptı. Arşiv kayıtlarına göre Onlar Meclisi, Yakup’a itimat ediyordu ve teklifini ciddiye almışlardı. Fakat Sultan yaşamaya devam etti. Üstelik Mahmud Paşa da 1474’te idam edildi.
VAZİFELİ RESSAM BELLINI
Osmanlı ile yıllardır savaş hâlinde olan Venedik, Arnavutluk gibi çok stratejik toprakları ve Ege adalarının büyük kısmını Türklere kaptırmıştı. Osmanlı akıncıları Venedik’in dibine kadar gelmişlerdi. Türklerin kapıya dayandığını gören Venedik panik içerisineydi. Savaşın sona ermesi için mütemadiyen teşebbüslerde bulunuyorlardı. Ve nihayet emellerine ulaştılar.
İtalya’ya güneyden girerek Roma’ya yürümeyi planlayan Fatih, Venedik ile savaşı sona erdirmek istedi. 1479 başında Venedik’e bir ahitname gönderdi. Böylece Osmanlı ile Venedik arasında yıllardır süren savaş sona erdi. Napoli Krallığı ile savaşa girmeden evvel Venediklileri yanına çekmek isteyen Sultan Fatih, Venedik Doçu’nu, oğlunun düğünü için İstanbul’a davet etti. Yeni tamamlanan Topkapı Sarayı’nın odalarının ve duvarlarının süslemesi için bir de iyi bir ressam talep etti. (Ressamın gönderilmesini, sulh anlaşmasını imzalayan Venedikli nazır Giovanni Dario’nun teklif ettiği de söylenir.)
Bu sulh devri ve ressam talebi, Venediklilerin yıllardır bir türlü beceremedikleri işi tamamlamak yani Fatih’i ortadan kaldırmak için büyük bir fırsattı. Venedikliler, Doç’u düğüne göndermeyi kabul etmedi ama İstanbul’a yeni saraya gönderilmek üzere en iyi ressamları Jacopo’nun oğlu Gentile Bellini’yi seçtiler.
Baba Jacopo, Giorgione ve Titian gibi ressamları yetiştirerek Venedik sanatına çağ atlatmış bir sanatçıydı. Babasının stüdyosunda yetişen Gentile, kardeşi Giovanni gibi iyi bir ressam değildi ama bir diplomat karakterine sahipti. Venedik’i ziyaret eden Kutsal Roma İmparatoru III. Frederick tarafından 1469’da kendisine şövalye unvanı verilmişti. İstanbul’a gönderileceğini haber aldığında Dukalık Sarayı’ndaki Büyük Meclis’in duvarlarını boyuyordu. Venedik’in resmî ressamı ilan edilen Gentile, işi tamamlaması için yerine kardeşi Giovanni’yi bıraktı. İki yardımcısı ile beraber, Osmanlının haracını götüren elçinin mahiyetinde 1479’un Eylül ayında İstanbul’a yelken açtı.
SULTAN FATİH TABLOSU
Günümüzde Sultan Fatih’i, İtalya’dan sanatçıları sarayına davet ederek onlara sahip çıkan hümanist bir Rönesans prensi gibi göstermek için gayret gösterenler olsa da hakikat böyle değildir. Samimi bir dindar olan Sultan, sanıldığı gibi portresinin yapılması için bir ressam istememiş ve portre için poz vermemişti. Bellini ile görüşüp görüşmediği bile belli değildir. Bellini’nin İstanbul ziyareti ile alakalı Osmanlı arşivlerinde bir vesika bulunmamaktadır. Angiolello ve Ridolfi gibi yazarlara ait, Fatih’in, Bellini’nin çizdiği deli derviş resmini tetkik ettiği ve ona kesik kafanın nasıl göründüğünü göstermek için bir kölenin kafasını kestiği gibi iddialarsa komik İtalyan efsaneleridir. Üstelik 1916’da Londra’daki Millî Galeri’ye konan meşhur Sultan Fatih portresi, büyük ihtimalle Bellini’ye bile ait değildir. İngiliz arkeolog ve diplomat Austen Henry Layard, tabloyu 1865’de Venedik’te yaşayan bir İngiliz’den satın aldığını iddia edene kadar tablodan kimsenin haberi yoktu.
‘BÜYÜK KARTAL’IN VEFATI
Gentile Bellini, saraydaki boyama vazifesi bitince on altı ay kaldığı İstanbul’dan 1481 yılının başında ayrıldı. Pek itimat edilir bir yazar olmasa da Giorgio Vasari, Bellini’nin İslam’da yasak olduğu hâlde Sultan’ın portresini yapmaya teşebbüs ettiği için gönderildiğini söyler. Sultan’ı resmetmeye başladıysa dahi, izin verilmediği için Bellini’nin bunu döndükten sonra tamamladığı anlaşılmaktadır. Sultan II. Mehmed’in ayrılırken kendisine, mezarı Ayasofya'da bulunan Venedik Doçu Dandolo'nun zırhını ve kılıcını verdiği de rivayet edilir.
Bellini fırçasıyla Topkapı Sarayı’nın duvarlarını boyarken Osmanlılar, 1480 yazında Napoli Krallığı’na bağlı Otranto’yu fethederek İtalya’ya güneyden girmişti. Bütün İtalya ve Avrupa panik hâlindeydi. Bellini İstanbul’u terk ettikten kısa bir zaman sonra, nisan sonunda Sultan Fatih yeni bir sefere çıktı. Üsküdar’a geçti. Sultan, çok iyi sır sakladığı için seferin nereye olduğunu kimse bilemiyordu. İstikametin Mısır olduğu söyleniyordu ama Doğu’ya doğru gidiyormuş gibi yapıp İtalya’ya Yahyacı şövalyelerin üzerine gideceği ve başladığı işi bitireceği de dedikodular arasındaydı.
Sefere çıktıktan sonra rahatsızlanan Sultan Fatih, Gebze yakınlarında Hünkâr Çayırı’na otağını kurdurdu. Aniden ortaya çıkan bir karın ağrısıyla kıvranmaya başlamıştı. Ağzından ve burnundan kanlar geliyor, “Bana kıydılar” diyordu. İstanbul’u fethederek Roma İmparatorluğu’nu tarihe gömen koca Sultan, 3 Mayıs’ta otağında acılar içinde ruhunu teslim etti. Henüz 49 yaşındaydı. Haberi alan Yeniçeriler, Gaetalı Yakup Paşa’yı parçalayarak öldürdüler. İstanbul’daki Venedik elçisi “müjdeli” haberi derhâl Venedik’e ve Roma’ya gönderdi. Haberci 19 Mayıs’ta Venedik’e ulaştığında Doç ve Meclis toplantı hâlindeydi. Elçi salona daldı ve sevinç içinde bağırdı: “La Grande Aquila è morta!” (“Büyük Kartal öldü!”)
.
NİZÂMÜLMÜLK Bâtınîliğin karşısında bir çınar
11 Ekim 2020 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
Araştırmacı Yazar
mehmethasanbulut@gmail.com
Nizâmülmülk; Mu’tezile ve İsmaililik gibi bâtıl fırkalarla mücadele ederek, Hazret-i Peygamber ve Eshabının yolu olan Sünniliği, cemiyette hâkim hâle getirmiştir. Yazdığı Siyasetname kitabı da, devletin bekası için temiz ve doğru itikadın ehemmiyetini göstermektedir. Nizâmülmülk eserinde bâtıl itikatlıların bir Türk’ün huzuruna çıkmaya cüret ve cesaretleri olmadığını ifade eder.
Tarih, nur ile ateşin, iman ile küfrün, hak ile bâtılın mücadelesinden ibarettir. Allah’ın kendilerine zâhiri ve bâtınî ilimler verdiği Peygamberler, insanlığın üzerinde birer güneş gibi doğmuştur. Nurlarıyla kalpleri ve ruhları aydınlatmışlardır. Şeytanın askerleri, yani bâtıl yolun mensupları ise, bu hak ve mukaddes dinlere, mefhumlara, sembollere, tarikatlara, tekkelere sızarak onları tahrif etmiş; bunları kendi maksatları için kullanmıştır. Bilhassa bâtınî ilimlerin gayelerini tersine çevirmişlerdir. Peygamberlerin nurları ve şeriatları olmadan da aydınlanabileceklerini iddia etmişlerdir. Nuru taklit ederek insanları aldatan bu ateşin sahte ışığı, ele geçirdiği yerleri ve insanları aydınlatmamış; bilakis onları küfrün karanlığına gömmüştür. Bu mücadelenin tarihteki en meşhur misallerinden biri de Türklerle Haşhaşiler arasındaki mücadeledir.
HAŞHAŞİLİĞİN DOĞUŞU
Şiiliğin bir kolu olan İsmailîler, Sünni İmam Cafer-i Sâdık hazretleriın oğlu İsmail’in adını kullanırlar. Sünni Abbasilerle mücadele ederek büyüdüler. Kendi davalarını, "dâî" adını verdikleri misyonerlerle yayıyorlardı. 909’da Kahire merkezli Fatımi devletini kurdular. Fatımi imamı Müstansır-Billah’ın 1094’te ölümünün ardından bölündüler. Tahta oturan kardeşine isyan ederek öldürülen, Müstansır-Billah’ın büyük oğlu Nizar’ın taraftarları, yani Nizarî İsmailîler, diğerlerinden ayrıldı. Bunlar, İran ve Suriye’de ekseriyette idiler.
Hasan Sabbah, Kum’da Şii bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Bir Müslümandan ziyade, İran milliyetçisiydi. Ailesi ile taşındığı Rey’de İsmailî inancı ile tanışarak onlara katıldı. İsmailî dâîsi olarak faaliyetlere başladı. Mısır’a giderek dersler aldı ve Nizar taraftarı oldu. Gazneli ve Karahanlı hanedanlarıyla başlayan ve Selçuklularla zirveye çıkan İran’daki Türk hâkimiyetinden nefret ediyordu.
İran’a dönen Hasan Sabbah, Selçuklu Türkleriyle mücadele için, ayaklanma ve suikasta dayanan yeni taktikler geliştirdi. Müthiş bir teşkilatçıydı. Topladığı adamlar ile beraber, karargâhını kurmak üzere bir üs aramaya başladı. İslam öncesi Zerdüştlüğün hâkim olduğu ve Selçukluların menzili dışında kalan Deylem’de karar kıldı. Buradaki Alamut Kalesi'ni ele geçirecekti. Dâîlerini propaganda için bu beldeye göndererek taraftar toplamaya başladı.
Hasan Sabbah’ın faaliyetleri, Selçuklu devlet adamı Nizâmülmülk’ün dikkatinden kaçmamıştı. Rey valisi olan damadı Ebu Müslim’e, Hasan Sabbah’ı tevkif etmesini emretti. Fakat Hasan kaçıp saklandı. 1090’ın Eylül ayında da Alamut Kalesi'ne sızdı ve kendisine bağlı İsmailîler ile beraber kaleyi Şii kumandandan teslim aldı. Böylece, daha Fatımi imamın ölümünden dört yıl evvel, bir Nizari İsmailî devleti kurulmuş oluyordu.
YILANIN KARŞISINDAKİ ADAM: NİZÂMÜLMÜLK
Selçuklu veziri Nizâmülmülk, "fedai" adını verdiği dâîleri ile terör saçan bu yılanın başını küçük iken ezmek istiyordu. Rudbar ve Kuhistan’a yayılan Haşhaşilerin üzerine bir ordu göndermesi için Sultan Melikşah’a tavsiyede bulundu. Emir Arslan Taş’ın kumandasında yola çıkan ordu, Hicri 485 yılının cemaziyelevvel ayında Alamut’a ulaştı ve kaleyi kuşatma altına aldı. Civardaki İsmaililerin Hasan Sabbah’a yardıma gelmesiyle kuşatma uzadı.
Hasan Sabbah en büyük düşmanının Nizâmülmülk olduğunu ve o ortadan kaldırılırsa üzerlerindeki baskının da kalkacağını biliyordu. Nitekim, ramazan ayında bir fedaisini, Sultan Melikşah ile beraber İsfahan’dan Bağdat’a gitmekte olan Nizâmülmülk’ün üzerine saldı. Bir derviş kılığında kafileye sokulan Bâtınî fedaisi bu genç, Nihâvend yakınlarında, iftardan sonra çadırına çekilmekte olan hedefini kalbinden hançerledi. Nizâmülmülk ağır yaralı olarak çadırına kaldırıldı. Bu büyük çınar, suikast haberini alınca çadırına gelen Sultan Melikşah’in okuduğu Ku’rân-ı kerimi dinleyerek ruhunu Hakk’a teslim etti.
VEZÎR-İ KEBÎR
İsfahan’da kendi inşa ettirdiği medreseye defnedilen Nizâmülmülk’ün asıl adı, rakibi gibi, Hasan’dır. Künyesi, Ebû Ali’dir. 1018’de Tûs’da doğdu. Küçük yaşta annesini kaybetti. Doğduğu şehir başta olmak üzere, Nişabur, Buhara, Gazne ve Horasan’da ilim tahsil etti. Hasan Sabbah ile aynı sınıfta okuduğu iddia edilse de bu bir efsaneden ibarettir. Çeşitli memuriyetlerde vazife aldı. Merv’de, Sultan Alparslan’ın babası Çağrı Bey’in yanında kâtip olarak çalıştı ve onun muhabbetini kazandı.
Nizâmülmülk, İslam ve Türk dünyasının en büyük devlet adamlarından biridir. Selçuklu Sultanı Alparslan’a ve oğlu Sultan Melikşah’a yirmi dokuz yıl vezirlik yaptı. Malazgirt zaferinin kazanılmasında büyük tesiri oldu. Melikşah’ın tahta geçmesinde de büyük payı olduğu için Sultan, kendisini bir baba olarak görmüştür. Onun sayesinde Selçuklu ordusu zamanın en güçlü ordusu hâline geldi. Saray ve merkezî hükûmet teşkilâtını, İslâm esaslarına dayalı mahkemeleri, toprak sistemini yeniden tanzim etti. Hastaneler, câmiler, medreseler ve tekkeler inşa ettirdi.
SİYASETNAME
Nizâmülmülk’ün en meşhur eseri, Siyasetname’dir. Türk-İslâm devletlerinin idâri, mâlî, siyâsî, askerî, sosyal ve kültürel cihetlerini ele alarak idarecilere nasihat vermektedir. Eserinde “Dünyada Allahü teâlânın kulları üzerine hüküm sürenlerden her biri, kıyâmet gününde elleri bağlı olarak getirilir. Eğer âdil davranmışsa, onun adâleti ellerini çözer ve Cennete girer. Eğer zulmetmiş ise, elleri bağlı hâlde Cehenneme atılır” hadis-i şerifini nakleden Nizâmülmülk, mülkün, zulüm ile payidar olmayacağını söyler.
Nizâmülmülk; Mu’tezile ve İsmailîlik gibi bâtıl fırkalarla mücadele ederek, Hazret-i Peygamber ve Eshabının yolu olan Sünniliği, yani Ehl-i Sünnet itikadını cemiyette hâkim hâle getirmiştir. Kitabı da, devletin bekası için temiz ve doğru itikadın ehemmiyetini göstermektedir. Nizâmülmülk eserinde, Sultan Mahmud, oğlu Mesud, Sultan Tuğrul ve Alparslan’ın Hristiyanlara, Zerdüştlere, Şiilere, Râfizilere ve Bâtınîlere makam ve kendilerine ulaşmaları için yol vermediklerini, bu bâtıl itikatlıların bir Türk’ün huzuruna çıkmaya cüret ve cesaretleri olmadığını yazar. Ardından Sultan Alparslan’ın şu sözlerini nakleder: “Irak ahalisi ekseriyetle, kötü mezhepli, kötü dinli, kötü itikatlı ve Deylem taraftarı olurlar. Türk ile Deylem arasındaki düşmanlık ve ihtilaf bugüne ait değildir. Aziz ve celil olan Allah, Deylemlilere musallat oldukları için Türkleri yüceltmiştir. Aziz ve celil olan Allah'ın lütfu ile Türkler, temiz dinlidirler. Onlar [Deylemliler] hevâ ve bidat ehli ve kötü mezheplidirler. Türkler karşısında aciz kaldıkları müddetçe, itaat gösterirler. Türklerin işlerinde zayıflık zuhur ederse, onlar kuvvet kazanırlar, Türklerden öç almaya çalışırlar.”
NİZÂMİYYE MEDRESELERİ
Devlet adamlığı ön planda olsa da Nizâmülmülk, aynı zamanda hâfız, fıkıh ve hadis âlimidir. Kuşeyrî gibi büyük âlimlerden hadis dersleri almıştır. Rey ve Bağdat’ta kurduğu ilim meclislerinde devrin en büyük âlimlerini bir araya toplamıştır. Ehl-i sünnet akîdesini güçlendirmek ve devletin ihtiyaç duyduğu vazifelileri yetiştirmek için çeşitli şehirlerde medreseler kurmuştur. Nişâbur’daki medreseyi, Şafii âlimi İmâm-ül-Harameyn Cüveynî için inşa ettirdi. Çok hürmet ettiği Ebû İshâk-ı Şîrâzî için de Bağdat’ta, kendi adıyla anılan Nizâmiyye Medresesini bina ettirmiştir. Kendisinin çok ileri görüşlü bir âlim olduğunun en büyük delili de; Ebû Hâmid el-Gazâlî’yi, yani İmam-ı Gazali hazretlerini keşfedip, bu medreseye müderris tayin etmesidir.
Nizâmülmülk öğleye kadar devlet işleri ile meşgul olur; öğleden sonra da halkın maruzatını dinlerdi. İnsanlara karşı çok merhametliydi. Bir gün, ihtiyaç sahiplerinden biri, elindeki mektubu Nizâmülmülk’e doğru atmış; mektup vezirin divitine isabet etmiştir. Çarpmanın neticesinde, ağzına kadar mürekkep dolu divit dökülmüş; Nizâmülmülk’ün sarığı ve elbisesine isabet etmiştir. Fakat bu hadise karşısında yüzünde kızgınlık ifade eden en ufak bir değişiklik olmamıştır.
DUA ORDUSU
Gençliğinde bir emîrin yanında çalışırken bir derviş Nizâmülmülk’ün yanına gelerek, “Sana faydası dokunacak kimselere hizmet et. Yarın köpeklerin parçalayacağı kimselere hizmet etme” der. Nizâmülmülk adamın ne demek istediğini anlamaz. Fakat aynı akşam emîr sarhoş olup bahçeye çıktığında kendi köpekleri tarafından parçalanınca, dervişin vermek istediği mesajı alır. Kendisine mürşid aramaya başlar. Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr gibi tasavvuf büyüklerinin sohbetlerine katılır.
Nizâmülmülk’ü irşat eden asıl hocası, sadece zahirî ilimlerde değil, manevî ilimlerde de zamanın bir tanesi ve Horasan’ın en meşhur şeyhi olan Ebû Ali Fârmedî hazretleridir. Nizâmülmülk, hocası kendisini ziyarete geldiğinde, onu diğer şeyhler gibi, misafir koltuğuna değil, bizzat kendi makamına oturtur, kendisi de önünde diz çökerdi. Ebû Ali Fârmedi, onun için, “Hasan fitnelere mâni ve Müslümanlara müşfiktir” demiştir.
Hocası sayesinde zahidane bir hayat süren Nizâmülmülk, ulema ve meşayıha devamlı yardımlarda bulunmuştur. Öyle ki bir gün, Sultan Melikşah'ın hazinedarı, fakihlere ve sûfîlere her yıl 300 bin dinar verdiği için Nizâmülmülk'ü Sultan'a şikâyet eder. Melikşah da vezirinden sebebini sorar. Nizâmülmülk şöyle cevap verir:
"Sen her yıl askerlere bunun iki mislini sarf ediyorsun; hâlbuki bunların en kuvvetlisi ve en nişancısının attığı ok bir milden ileriye gitmez. Bunlar ellerinde bulunan kılıçlarıyla yalnız kendi yakınında bulunan kimseleri öldürebilirler. Ben ise sarf ettiğim bu para ile öyle bir ordu teçhiz ediyorum ki, onların duaları ok gibi tâ arşa kadar gider ve Allah'a vasıl olmak için ona hiçbir şey mâni olamaz."
Bu sözler üzerine Melikşah ağlayarak, kendisinden bu orduyu çoğaltmasını talep etmiştir. Nitekim Selçuklu devleti yıkılmış; fakat Nizâmülmülk’ün desteklediği bu ordu, Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerini atmıştır. Türkler, felsefe bulaştırmadıkları o halis Ehl-i sünnet inançlarıyla dünyanın en güçlü devleti olmuş ve Roma İmparatorluğunu tarihe gömmüştür
.
Osmanlının enkazında Chicagolu bir milyoner
24 Ekim 2021 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
Kendini imparatorlukları dağıtarak milletleri ‘hürriyet’e kavuşturmaya adayan Amerikan iş adamı Charles R. Crane, İstanbul’a doğru yola çıkarken karısına yazdığı mektubunda “Türkiye’yi yontmaya gidiyoruz” ifadesini kullanır.
İngiliz istihbaratçı ve devlet adamı John Buchan’ın, “Greenmantle” adında meşhur bir romanı vardır. Eser, Birinci Cihan Harbi’nde, Almanların ve Genç Türklerin İslam dünyasında İngilizlere karşı ayaklanma organize etmesini ele alır. Romanın kahramanı, Richard Hannay ve arkadaşlarıdır. Kahramanlarımız bu iddiayı tahkik etmek için Türkiye’ye giderler ve macera başlar. Hannay’ın arkadaşlarından biri de John S. Blenkiron adlı Amerikalı bir casustur. Üstelik ABD başkanlık seçimlerinde parmağı olan, zengin biridir. İşte bu karakter aslında Chicagolu milyoner Charles R. Crane’den başkası değildir!
CRANE ŞİRKETİ
Charles R. Crane, Chicagolu zengin bir iş adamının en büyük oğlu olarak 1858’de hayata gözlerini açar. Babası ölünce, soyadlarını taşıyan şirket, Charles ve kardeşlerine kalır. İki yıl sonra Charles, hisselerini en büyük kardeşine satarak şirketten elini eteğini çeker. Zira kendini imparatorlukları dağıtarak milletleri ‘hürriyet’e kavuşturmaya adamıştır!
Bir Amerikalı savaş muhabiri, Crane’ı şöyle tarif eder: “Dünyanın ezilen halklarını hürriyete kavuşturmak fikrine kafayı takmış eksantrik bir Amerikalı kapitalist… Bu kahraman, katı iş prensiplerine bağlı kalarak dünyanın her yerinde ihtilaller organize etmek için sadece devasa servetini değil, parlak Amerikan usulü iş yapma kabiliyetini de kullanan biri olarak tarif ediliyor. Bu işi biraz heyecan, biraz da kendisine verilen paranın dünya çapında insanları hürriyete kavuşturan kişi rolünü oynamak için verildiğine inandığı için yapıyor.”
YOLCULUK BALKANLARDAN BAŞLADI
Crane, Osmanlı İmparatorluğu idaresindeki milletleri “hürriyete” kavuşturma çalışmalarına Balkanlardan başlar. Zira Avrupa’nın “Hasta Adam” olarak gördüğü Osmanlı İmparatorluğu hakkında, “hasta adam erken bir tabii ölüm ile ölmeli” diye düşünmektedir. 1903 yılında Bulgaristan’a varır ve dağıttığı paralarla Bulgar ihtilalini gerçekleştirmeye çalışır.
Crane, bir yandan Arnavutluk’ta da faaliyetlerde bulunur. İngiliz casus Aubrey Herbert ile birlikte Arnavut isyanı başlatmak için çaba gösterirler. Crane, burada çalışan kadın casus Edith Durham’ı finanse eder. Ayrıca Arnavut milliyetçisi Kristo Dako’yu 1911’de Arnavutluk İsyanının patladığı sırada Amerika’dan İstanbul’a getirir.
Charles R. Crane, Time dergisinin kapağında (1931)
KING-CRANE KOMİSYONU
Crane İstanbul’a geldiğinde ise Robert Koleji’nin misafirhanesinde kalır. 1910’dan itibaren de Robert Koleji’nin ve Amerikan Kız Koleji’nin mütevellisi olur. Fırsat oldukça her sene gelip mezuniyet merasimlerine katılır. Bu sayede, mektepte ders veren, Amerikan Kız Koleji mezunu Halide Edib’i yakından tanıma imkânı bulur. Fakat Halide ile asıl yakınlaşması, 1919’da King-Crane Komisyonu ile gelişinde olur.
Cihan Harbi sonrası Paris’teki konferansta, mağlup devletler Almanya, Avusturya ve Türkiye’nin istikbali konuşulmaktadır. ABD Başkanı Wilson’un talebi üzerine Türkiye’ye bir komisyon gönderilmesine karar verilir. Komisyonun vazifesi, İtilaf Devletlerinin işgali altındaki Türkiye topraklarının geleceği hakkında bir rapor hazırlamaktır.
“TÜRKİYE’Yİ YONTMAYA GİDİYORUZ”
Crane, 1912 yazında kendi evinde tanıştığı New Jersey Valisi Wilson’un seçim kampanyasına en büyük desteği vermiş ve 1913’te ABD başkanı olmasını sağlamıştır. Belki de bu yüzden, Wilson’ın gönderdiği Komisyonun başına, Oberlin Koleji’nin rektörü Henry King ile birlikte Crane de seçilir. Crane, Paris’ten İstanbul’a doğru yola çıkarken seyahatlerinin maksadını karısına şöyle yazar: “Türkiye’yi yontmaya gidiyoruz…”
Komisyon, Barış Konferansı devam ederken mayıs ayı sonunda yola çıkar. Türkiye’den ayırmayı düşündükleri Suriye, Filistin, Mezopotamya, Kilikya ve Ermenistan asıl hedefleridir. 1919 Temmuz’unda İstanbul’da toplanırlar. Bu arada; Yunan ordusu İzmir’e çıkmış ve Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya gönderilmiştir. İttihatçı Genç Türkler ise Anadolu’nun her yerinde müdafaa dernekleri kurmuştur. Komisyon, bu derneklerin temsilcileri ile görüşür. Halide Edip de dernek temsilcileri ile Komisyon arasında tercümanlık yapar.
MANDA SESLERİ
Crane ve Halide Edip, komisyon daha İstanbul’a gelmeden mektuplaşmaya başlar. Halide, Anadolu’da şekillenmeye başlayan müdafaa hareketinin liderinin M. Kemal Paşa olduğunu ona yazar. Ağustos ayının başında da ona Crane’den bahseder; Millî Hareket için Amerikan yardımının çok faydası olacağını söyler.
Halide, İstanbul’daki Sultan’ın hükûmetine karşı olanları tek tek anlattığı 10 Ağustos tarihli mektubunda, Crane’e, Paşa’yı şu ifadelerle tarif eder: “Eğitimli bir adam ve çok cesur bir subay; Çanakkale’nin kahramanlarından biri. Enver’in şahsi ve siyasi düşmanı. Son beş yıldır, öyle ya da böyle, hareketin ileri gelenlerini siyasi faaliyetlerin dışında tutmaya kararlıydı. Beyanatları makul, vatanseverce ve tüm fırkaların münevverleri üzerinde iyi bir intiba bırakıyor… Liderlerin diğerleri, üç aşağı beş yukarı, ondan sonra geliyor...”
İttihatçıların müdafaa dernekleri Sivas’ta bir kongre organize etmişlerdir. Kongre reisi de M. Kemal’dir. Paşa’nın kendisi ile görüşmek istemesi üzerine Crane, Chicago Daily News gazetesinin muhabiri Louis Edgar Browne’yi Sivas’a gönderir.
Türkiye’yi idare etmenin mali yükünü ABD’ye yıkmak isteyen Britanya, Wilson’a manda teklifinde bulunur. Bunu öğrenen Sivas Kongresi azaları, bir dilekçeyi Browne’ye verirler. Milletler Cemiyeti adına ABD’nin Türkiye’yi idare etmesini isterler ve tetkiklerde bulunmak üzere bir heyet talep ederler.
Wilson, Eylül 1919’da Paris’ten döner. ABD Senatosunun manda himayesine sıcak bakmadığını bilmektedir. King-Crane Komisyonu da Türkiye’nin parçalanmasına karşıdır. Sadece Ermenistan içinse manda masraflarına değmez. Böylece manda fikri rafa kaldırılır. Bunu haber alan M. Kemal Paşa da hâlâ mandayı savunanları sert bir dille tenkit eder.
Böylece Amerikan politikası, yıllardır himaye ettiği Ermenileri kendi başlarına bırakır ve eski İttihatçılardan müteşekkil ‘Ankara’yı destekler. Komisyon, Ermeni nüfusunun azlığından dolayı Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devletinin uygun olmayacağına karar verir. Crane’nin Ermenilere tek faydası, 1915 yılında İttihatçılar tarafından sürüldüklerinde, Near East Relief adında bir yardım cemiyeti vasıtasıyla yetim Ermeni çocuklarını Amerika’ya getirmek olur. Halide Edip de bu cemiyet için çalışmıştır.
HALİDE EDİP’LE BİTMEYEN DOSTLUK
Şubat 1920’de Crane tekrar İstanbul’a gelir. Bir sonraki ay, Halide Edip, Hilal-i Ahmer’de çalışan kocası Dr. Adnan ile birlikte, yeni bir hükûmetin kurulmaya başladığı Ankara’ya geçer. Mayıs ayında Başkan Wilson, Crane’i elçi olarak Çin’e gönderir. Fakat Crane ve Halide Edip, İstanbul’daki Amerikan Elçiliği ve burada vazife yapan Amerikalı Amiral Bristol vasıtasıyla mektuplaşmaya devam ederler.
Halide’nin iki oğlu İstanbul’da kalmıştır. Crane’den onlarla alakadar olmasını rica eder. Bunun üzerine, Crane’in New York’taki ofisi, çocukları Amerika’ya getirtir ve Illinois Üniversitesine yerleştirir. Böylece Halide’nin gözü arkada kalmaz ve Ankara Hareketinin basın sözcüsü olur.
Yunan Ordusunun yenilip, İzmir’i aldıktan sonra Crane, Kasım 1922’de tekrar İstanbul’a gelir. Ankara Ordusu İstanbul’a girdiğinde de oradadır. Bu arada, “İslamcılık” hareketinin kurucusu farmason Cemaleddin Efgani’nin şehirdeki kabrini araştırıp bulur ve şık bir mezar yaptırır üstüne.
Halide Edip ile dostlukları Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam eder. Crane, hanım dostunun yazdığı kitapları finanse eder, yurt dışına gittiğinde de dersler vererek para kazanmasını sağlar.
AYASOFYA’NIN MÜZE YAPILIŞI
1924'te yeni cumhuriyetin ricası üzerine Crane, eğitimci John Dewey'i Türk maarif sistemini dizayn etmesi için Ankara’ya gönderir. Fakat Crane’nin hükûmete yaptığı en büyük “yardım”(!) Ayasofya’yı müzeye çevirmek olur! Arkeolog Thomas Whittemore, 12 Haziran 1929’da İstanbul’da Tokatlıyan Otel’de bir akşam yemeği verir. Mevzu; Türkler için fethin sembolü olan Ayasofya’yı müze yapmaktır. Yemeğe katılanlar arasında Charles R. Crane’in oğlu Richard T. Crane de vardır.
Whittemore, Rockefeller ve Crane gibi zengin aileler için tarihî nadide parçaları Amerika’ya kaçıran bir profesördür.
Whittemore, Rockefeller Ailesine ait Standard Oil’in hissedarlarından birinin oğlu olan George Pratt ile yakın dosttur. Pratt, meşhur ressam Osman Hamdi Beyin kardeşi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Halil Edhem Bey ile Ayasofya meselesini görüşür. Halil Bey de, J. P. Morgan’ın kuzeni ve Amerikan sefiri olan Joseph C. Grew ile konuşur ve Ankara’dan Ayasofya’nın restorasyonu için izin almasını ister. İznin alınmasının ardından 1930’da Bizans Enstitüsü kurulur. Crane, dostu Rockefeller ile birlikte, bu enstitünün finansörlerinden olur.
Bizans Enstitüsü’nün Müdürü Whittemore, 1931 yılında Ayasofya’da restorasyon çalışmalarına başlar. Ertesi sene, Amerikan Koleji mezunu Zehra Kemal ile birlikte Ankara’ya gider ve Ayasofya’daki çalışmalarını hükûmete anlatır. 1934 yılında da Ayasofya müzeye çevrilir.
ARAP PETROLÜ
Bolşeviklerin dışında Libya’da İdris Es-Senusi, Yemen’de İmam Yahya, Arabistan’da Şerif Hüseyin, Irak’ta Faysal, kısacası neredeyse bütün modern liderleri yakından tanıyan Crane, bu modern devletlerdeki kalkınma projeleri ile de yakından alakadar olur. 1925’te New York’ta Institute of Current World Affairs (Güncel Dünya İşleri Enstitüsü) vakfını kurar.
1931’de Kral Abdülaziz ile ekonomik iş birliklerini görüşmek için Suudi Arabistan’a gider. Kendisini İbn-i Suud’a, krala danışmanlık yapan İngiliz casusu John Philby tavsiye etmiştir.
Crane, Kral Abdülaziz ile dört uzun görüşme yapar. İbn-i Suud, Amerikalının kendi memleketi hakkında ne kadar çok şey bildiğine şaşırır. Crane ise İbn-i Suud’un bir Hristiyan’dan daha çok Hristiyan olduğunu düşünür.
İbn-i Suud, Crane’nin Arabistan’da su ve maden arama teklifini kabul eder. Fakat ne kadar şaşırtıcı ki Amerikalılar burada su bulamazlar. Onun yerine petrolü keşfederler. Bunun üzerine İbn-i Suud, Rusya’da Bolşeviklerin yaptığı gibi, Standard Oil ile anlaşma imzalar.
ARAP İHTİLALİ
Crane, Kudüs Müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni ile de tanışır. El-Hüseyni, harpten sonra Filistin’in Yahudi müfettişi Herbert Samuel tarafından Kudüs Müftüsü tayin edilmiştir. El-Hüseyni’nin başını çektiği 1936-39’daki Arap İsyanını Crane finanse eder. Hatta Crane, Almanya’ya gider ve El-Hüseyni’nin çok sevdiği Hitler ile görüşür
Güneşten sıçrayan ateş: Hermetizm
25 Temmuz 2021 02:00
A -
A +
M. Hasan Bulut
Mısır’ın güneş kültü, İran’daki Zerdüştîlerin ateşinden Hindistan’da ineğe gösterilen hürmet ve Budistlerin güneş rengi kıyafetlerine kadar dünyanın her yerine yayıldı. Mısır’ın müttefik ve sınırdaşı olan Hititler de bu inancın tesirinde kaldı.
Hazreti İdris, birçok ilmin kurucusudur. Bu yüzden, “İdris”, yani “ders verdi” manasında anıldığı söylenir. İlk defa kalemle yazan, yani yazıyı bulan oydu. İslam tarihi kaynaklarında, Nuh Tufanı’ndan önce Bâbil’de yaşadığı yazılıdır. Halkın düşmanlığı üzerine, az sayıda müminle beraber Mısır’a hicret etti. Burada sultanlık yaptı. Hem nübüvvet hem hikmet hem de hilafete sahip olduğu için, yani kendisine üç büyük nimet verildiğinden “Müselles bin Ni’me” olarak bilindi.
İslam âlimlerinin rivayetine göre; Hazreti İdris, hayatta iken göğe yükseltildi. Otuz yıl yedinci semada kaldı ve yeryüzüne döndü. Göklerde müşahede ettiklerini, ilm-i nücûmu insanlara öğretti. Kendisinden sonra meydana gelecek tufanı bütün tafsilatı ile anlattı. Bazı ilimleri, iki taş sütuna hiyerogliflerle işlediği ve böylece bu bilgileri tufandan koruduğuna inanılır. Bir piramit inşa ettirip, onun içine işlettirdiğini söyleyenler de vardır.
Hazreti İdris’in, müminlerin mümtazlarına, tasavvufî ve ledünnî ilimleri de anlattığı İslâmî kaynaklarda ifade edilir. Ruhun güzel ve nurlu bir varlık olduğunu, göklerden geçerek karanlık bedene girdiğini, eğer insan bedenî ve dünyevî zevklere dalarsa hayvanlardan bile aşağı olacağını; fakat aklını kullanıp bedende bulunan nefsini kontrol ederse, ruhunun tekrar göklere yükseleceğini ve insân-ı kâmil olacağını öğretti.
Hazreti İdris, yeryüzünün meskûn yerlerini dört kısma ayırdı. Her birine vekil tayin ettikten sonra Mısır’dan ayrıldı. Aşure gününde dördüncü semaya; yani Güneş feleğine alındı. Bazı âlimlere göre, Hazreti İsa gibi ölmeden göğe kaldırılmıştı. İslam öncesi kaynaklarda, göğe alınırken bir aleve dönüştüğü ve bu esnada gök gürültüsü gibi bir ses çıktığı yazılıdır.
Meşhur İslam âlimi İmam-ı Rabbani, Allah’ın feyizlerinin, iyi ya da kötü, herkese geldiğini yazar. Fakat kötü insanlar bundan istifade edememektedir. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama hem de çamaşırlara aynı şekilde parlamakta olduğu hâlde, adamın yüzünü karartmakta fakat çamaşırları beyazlatmaktadır. Hazreti İdris’in mirası bâtınî ilimler de ehli olmayan kişiler eline geçince yanlış tabir ve tahrif edildi. Tarih boyunca, heterodoks mezhepler böylece ortaya çıktı.
ALTIN BUZAĞI’NIN DOĞUŞU
İdris Peygamberin göğe alınmasından sonra Mısırlılar, Güneş feleğinde bulunan Hazreti İdris’e “Thoth” dediler ve ilahlaştırdılar. Yunanların “Heliopolis” (Güneş Şehri) dedikleri, Mısır’daki eski bir şehirde bulunan bazı tarikatların mensupları, “Ra” adını verdikleri Güneş tanrısına tapmaya başladı. Doğarken ve batarken güneşe doğru dönüyorlar ve kollarını göğüslerinde çapraz tutarak ona ibadet ediyorlardı. Mısır’ın sultanları firavunlar da, Ra’nın soyundan geldiklerini iddia ederek kendilerini ilah ilan ettiler.
Güneş Şehri’ndeki tarikatlar boğayı güneşin yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüler. Onun hareketlerine göre kehanetlerde bulundular. Boynuzları arasında güneş diski taşıyan boğa heykellerine tapmaya başladılar. Bu putlara “Apis” dediler. Son peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselam da bununla alakalı “Güneş şeytanın boynuzları arasından doğar [ve batar] ve o vakitte kâfirler ona secde ederler” buyurmuş ve güneş doğarken ve batarken namaz kılmayı yasaklamıştır.
Mısır’ın güneş kültü, İran’daki Zerdüştîlerin ateşinden Hindistan’da ineğe gösterilen hürmet ve Budistlerin güneş rengi kıyafetlerine kadar dünyanın her yerine yayıldı. Mısır’ın müttefik ve sınırdaşı olan Hititler de bu inancın tesirinde kaldı. Eskiden Ankara Belediyesinin amblemi olan ve hâlâ bu şehirde heykeli bulunan boynuzlu Hitit Güneşi de Apis’i temsil eder.
Hazreti Yakub’un çocukları, yani İsrailoğulları, Hazreti Yusuf ile beraber Mısır’a yerleşti. Yahudiler, Hazreti İdris’i “Ahnûh” (Hanûh) adıyla bildiler. Güneşe kulluk edenin taşlanarak öldürüleceği bildirilmesine rağmen, güneş kültü Yahudiler arasında da revaç buldu. Hazreti Musa, Yahudileri Mısır’dan Filistin’e götürürken Tur Dağı’na çıktığında, Sâmirî adında bir Yahudi, altın takıları eritip bir Apis yaptı. Yahudilerin bir kısmını ona taptırdı. Hazreti Musa dönünce Sâmirî’yi kovdu.
YUNAN FELSEFESİNDEKİ HERMETİZM
Yunanlar Hazreti İdris’e, âlim manasında “Hermes” dediler. Lakabı olan “Müselles bin Ni’me” de “Trismegistos” yani “Üç Kere Büyük” (Hermes) olarak tercüme edildi. Ona atfedilen, tahrif edilmiş ilimlere “Hermetizm” denildi. Pisagor ve Eflatun gibi filozoflar uzun yıllar Mısır’da kalarak buradaki tarikatlardan dersler aldı. Böylece Yunan felsefesi doğdu. Pisagorcuların matematikleri, Eflatun’un etik ve teolojisi, Aristo’nun fizik anlayışı hep Hermetizme dayalıdır.
Roma’dan evvel dünyanın en büyük şehirlerinden olan İskenderiye, Büyük İskender tarafından kuruldu. Memfis’ten sonra Mısır’ın yeni merkezi oldu. Şehirde bir Serapis Mabedi inşa edildi. Serapis tarikatı, Apis tarikatının Yunan versiyonuydu. Tarikatın mensupları tarafından, Hermetizmi anlatan ve adına Hermetica denilen risaleler yazıldı.
Hazreti İsa yeryüzünde kısa bir zaman kaldığından ve kendisine inananlar çok az olduğundan, tebliğ ettiği din tam olarak bilinemedi. Hazreti İsa’nın göğe alınmasından sonra İsevilik Hermetizmle karıştı. Ortaya Hristiyanlık adında bambaşka bir din çıktı. Mesela her feleğin bir günü vardır. Güneş feleğinin günü de pazardır. Bu yüzden, Hristiyanlıkta pazar (Dies Solis/Güneş Günü/Sun-day) mukaddes gün kabul edildi. Hermetizmdeki teslis, baba-oğul-kutsal ruh olarak Hristiyanlığa geçti. Günün geceyi geçtiği 25 Aralık, Hazreti İsa’nın doğduğu tarih kabul edildi.
KADİM FELSEFE
İslam devrinde Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbni Rüşd gibi filozoflar Hermetizmin tesirinde kaldılar. Her gün Güneşe karşı durup, Melek Tâvus adındaki Şeytana dua eden Yezidiler de bu inanca mensuptur. Hermetizm, İslam topraklarında İsmâiliyye gibi bâtınî fırkaların doğmasına yol açtı. Bâtınîler, Hermetizmde yer alan hikmete, “Ezelî Hikmet” yani “Kadim Felsefe” dediler. Fakat bunu vahye dayalı ilâhî bir hikmet olarak değil, tarih öncesine uzanan eski bir felsefe olarak gördüler. Peygamberlerin, dinlerini bu felsefe üzerine kurduğuna inandılar. Yani dinlerin bâtınî kısmı esastı; şeriatler ise zamana göre tatbik edilen kaidelerden ibaretti.
Haşhaşiler gibi Hermetikler ile, Son Peygamberin şeriâtine tâbi olan Sünni tasavvuf tarikatları arasında mücadeleler yaşandı. Fakat Hermetikler zamanla bu tarikat ve tekkelerin bazılarına sızarak onları da tahrif etti.
VAFTİZCİ YAHYA
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden Hazreti İlyâs, bugün Lübnan hudutları içinde yer alan Balbek’te tebliğde bulundu. Yunanlar buraya da Heliopolis derdi. Çünkü halkı, “Ba’l” dedikleri Apis putuna tapıyordu. İslam öncesi kaynaklarda, Hazreti İlyâs’ın ateşten bir ata binerek, Hazreti İdris gibi göğe alındığı yazılıdır.
Yahudi ve Hristiyan Hermetikler, “İlyâ” (Elijah) dedikleri İlyâs Peygamberin Hazreti Yahya, yani Vaftizci Yahya olduğuna inanırlar. Onlara göre; Hazreti Yahya da aslında Hazreti İdris’di. Yani Hazreti İdris, İlyâ olarak da bilinen Vaftizci Yahya suretinde yeryüzüne inmişti. Vaftiz de yeniden doğuşu sembolize ediyordu!
Hazreti Yahya, Irak ve İran civarında yaşayan Sâbiîler tarafından da son peygamber olarak görüldü. Vaftiz olmak, en büyük ibadet sayıldı. Güneşe tazim ettiler. Bunların Filistin’den kaçan heteredoks Yahudiler, yani Sâmirî’nin takipçileri olduğu rivayet edilir.
Haçlı seferleri ile İslam topraklarına yerleşen Tapınak Şövalyeleri de Hermetikti. Vaftizci Yahya adına çok sayıda kilise kurdular. Tarikatları yasaklanınca mülkleri, Kudüs'teki Sen Jan (Aziz Yahya) Şövalyelerine geçti. Aziz Yahya tarikatı, Vaftizci Yahya adına Kudüs'te kurulmuştu. Tapınakçıların inancını devam ettiren ve Osmanlı İmparatorluğu ile mücadele eden bu şövalyeler, daha sonra Kıbrıs'a, oradan Rodos'a ve nihayet Malta'ya kaçtılar. Tarikat günümüzde hâlen Malta Şövalyeleri olarak devam etmektedir.
Evliya Çelebi, Haçlıların Hazreti Yahya'nın cesedini Nablus yakınındaki bir köyden alıp Rodos'a, oradan da Malta'ya götürdüklerini söyler. Fakat mübarek başının altın bir kâse içinde Şam'da Ümeyye Camii’nin altında olduğunu yazar. Bazı Batılı kaynaklar ise, Tapınakçıların, “Baphomet” dedikleri bu başı ele geçirdiğini ve ona taptıklarını iddia eder.
KANATLI ASLAN
Güneş hiyerogliflerde, merkezinde nokta olan bir daire şeklinde tasvir edilir. Çünkü Güneş, yedi kat göklerin kutbudur. Bu şekil bir pergel vasıtasıyla çizilebildiği için, pergel, Avrupalı Hermetiklerin sembolü oldu. Güneş piramitlerde bazen de aslan olarak tasvir edilir. Çünkü aslan burcunun unsuru ateş, feleği ise güneştir.
Kudüs, Müslümanlar tarafından geri alınınca, Tapınakçıların yeni merkezi Venedik oldu. Ülkenin bayrağı olarak kanatlı aslan seçildi. Venedik piskoposunun evi olan San Pietro'nun kulesi de İskenderiye feneri şeklinde inşa edildi.
1460’da Floransa’ya gelen bir keşiş yanında Hermetica külliyatını getirdi. Cosimo de Medici’nin Eflatun tercümesi ile beraber 1463’te Venedik’te basıldı. Böylece İtalya’da Rönesans (Yeniden Doğuş) devri ve Hümanizm cereyanı başladı. Antik Mısır’da Güneş tanrısına adanan dikilitaşlar, Rönesans devrinde Hermetizm sembolleri olarak kullanıldı.
Bu devirde, Hermetizm ile Katolik Kilisesi arasında mücadele başladı. Avrupalı Hermetikler, İspanya’da Alumbrados (Illuminati) ve İtalya’da Spirituali gibi tarikatlar kurdular. Kilise’ye sızmaya, hatta Papa çıkarmaya muvaffak oldular. Vatikan’da Papa Alessandro’ya ait Appartamento Borgia’da, Borgia ailesinin sembolü olan boğa, Apis olarak resmedilmiştir ve bugün dahi durmaktadır.
AYDINLANMA
Avrupa'da o zamanlar dünya merkezli bir kâinat anlayışı vardı. Venedik’e bağlı Padova Üniversitesinde okuyan ve bir Hermetik olan Kopernik buna karşı çıktı. Merkezde Güneş’in olduğunu iddia etti. Rönesans tarihçisi Frances Yates, bununla alakalı “Kopernik’in keşfi, Hermes Trismegistos’un o meşhur eserinden yapılan, Hermes’in Mısırlıların kendi sihirli dinlerinde Güneş’e tapmalarını izah eden bir iktibasla birlikte gün yüzüne çıkmıştır” diye yazar. Hermetik Newton'ın büyük kütleli Güneşi merkeze alan yer çekimi nazariyesi de, Kopernik'in iddiasını kuvvetlendirdi. Böylece modern ‘bilim’ doğdu.
Hermetikler 16. asırda Venedikli aristokrat Morosini’lerin evinde Giovani (Genç/Civan) adında gizli bir cemiyet kurdular. (Yahya da İtalyanca Giovanni olarak yazılır. Genç [Jön] Türklerin menşei de bu cemiyete dayanır.) Cemiyetin sözcüsü, Paolo Sarpi adında ateist bir rahipti. Ekipte, Kopernik’in izinden giden Galileo'nun yanı sıra, filozof Giordano Bruno da vardı. Kilise tarafından öldürüldüğü için, Bruno bugün bir ‘bilim şehidi’ olarak lanse edilir. Fakat aslında, taraftarları Calabria’da Güneş Şehri adında bir cumhuriyet kurmak için ihtilal hazırlığı yaparken yakalanmış ve Bruno bu yüzden idam edilmişti.
Katolik Kilisesini içeriden reforme etmek isteyen Venedik, Katolik görünüşlü Hermetik Cizvit tarikatını kurdurdu. Diğer yandan da, farmasonluk gibi Kilise muhalifi ‘Aydınlanmacı’ tarikatlar meydana getirdi. Mısır sembolleri ile dolu farmasonlukta, Vaftizci Yahya, kurucu aziz kabul edildi. Masonlar kendilerine, ‘Yahya’nın adamları’ dediler. Onun doğduğu tarih kabul edilen 24 Haziran’ı da festival olarak kutladılar.
Monarşileri deviren ihtilallerle beraber Hermetikler tüm dünyaya hâkim oldu. Londra ve New York’da bulunan dikilitaşlar Mısır’daki Güneş Şehri’nden getirtildi. İskenderiye Fenerini bugün Washington’ın masonik abidelerinden New York’taki iş kulelerine, her yerde görmek mümkündür. Günümüzde Hermetikler, Yeni Dünya Nizamı ve “Kadim Felsefe”ye dayalı tek bir dünya dini için çaba sarf etmektedir
.
Yeni Dünya’nın yeni kadını
13 Haziran 2021 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
Araştırmacı Yazar
Bâtınîlerin aileyi tasfiye projesi, bu müessesenin en kritik cüzü olan kadın üzerine kuruludur. Bu yüzden olsa gerek, “feminizm” tabirini ilk kullanan kişi de bir sosyalist olan Fransız Charles Fourier’dir. Çekirdek ailenin ortadan kalkmasını ve çocukların anne-baba tarafından değil, kolektif olarak yetiştirilmesini isteyen Fourier’ye göre, dünyada feminizm ve sosyalizm diktatörlüğü kurulacaktır.
İngiliz yazar H. G. Wells’in “Efendi Uyanıyor” adlı distopyasında, bir Viktorya devri adamı olan Graham uykuya dalar. Tekrar gözlerini açtığında tam iki yüz yıl geçmiştir aradan… Her yerde kreşler görür; “Ne çok yetim var” diye düşünür kendi kendine... Sonra anlar ki, bu çocuklar aslında yetim değil, anneleri çalıştığı için buradalar… Ve hasretle eski dünyayı hatırlar: “Bir zamanlar bir aile ideali vardı. Ağırbaşlı, sabırlı bir kadın; evinin hanımı; anne ve aynı zamanda erkeğin en büyük destekçisi.”
HERMETİZMİN KÖKENİ
Hermetizmin, yani Bâtınîliğin, binlerce yıl evvel Mısır’da ortaya çıktığı söylenir. Bu inanç, Hermes adında efsanevi bir kişiye atfedilen ve “Hermetica” olarak bilinen muhtelif risalelere dayanmaktadır. Hermes’in kim ve anlattıklarının aslında ne olduğu, insanlara öğrettiklerinin sonradan tahrif edilip edilmediği tam olarak bilinmez. Fakat “Hermetica” risalelerinin, merkezleri, İskenderiye şehrinin olduğu yerde bulunan Serapis mezhebinin mensuplarınca yazıldığı düşünülmektedir.
Güneş kültü temelli Serapis mezhebi, ilâhî dinlerin zahirî kısmını, yani şeriat ahkâmını reddediyordu. İnsanın bu emir ve yasaklar olmadan, sadece bâtınî yolla aydınlanabileceğini iddia ediyorlardı. Bu inanış, Hazreti Musa ile birlikte Mısır’dan ayrılan İsrailoğullarına (ki Hazreti Musa, boynuzları arasında güneşin yer aldığı altın bir buzağı heykeli yapan Sâmirî’yi kovmuştur), eski Yunan’a ve Roma’ya, sonra da Hristiyanlığa tesir etti. Öyle ki kiliselerin kıblesi, güneşin doğduğu şarka çevrildi ve Dies Solis (Güneş Günü/Sun-day), yani pazar günü tatil ilan edildi. İslam coğrafyasında Hasan Sabbah gibi adamların tarih sahnesine çıkmasına sebep olan Bâtınîlik, Rönesans ile beraber İtalya’da yeniden canlandı. Güneş, kâinatın merkezi kabul edildi. Mısır sembolleri ile dolu gizli tarikatlar kuruldu. Ve nihayet, kralları deviren ihtilallerle birlikte Hermetikler global bir güç hâline geldi.
SOSYALİZMDEKİ “YENİ DÜNYA”
Hermetiklerin ütopyası; “Yeni Dünya Nizamı”dır. Bu, mülkiyet sahipliğinin, cinsiyet farklılıklarının ve aile müessesinin olmadığı sosyalist bir dünya devleti tasavvurudur. Bâtınîler, insanın ilk yaratıldığında “ölümsüz” ve “biseksüel”, yani çift cinsiyetli olduğuna inanırlar. Onlara göre insan, erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsiyete ayrılınca ölümlü olmuştur. Binaenaleyh; tekrar ölümsüz olabilmek için, cinsiyet farklılığının ortadan kalkması gerekiyordur! 1945’te Mısır’da bulunan, Bâtınî üsluba sahip Tomas İncilinde ve İskenderiyeli Klement’in risalesinde, güya Hazreti İsa’ya, “Krallık ne zaman gelecek?” diye sorulur. O da der ki: “İki, bir olduğunda. Dışarısı içerisi gibi olduğunda. Erkek kadın olduğunda ve artık erkek ve kadın olmadığında.”
LÜZUMSUZ AİLE!
Bâtınîlerin idaresindeki bu “Yeni Dünya”da cinsiyet eşitliği olacağına göre aile de lüzumsuzdu. Nitekim Bâtınî Mısır felsefesinin tesirinde kalan Yunan filozoflardan Eflatun, hayalindeki devleti anlattığı “Cumhuriyet” adlı eserinde, çekirdek ailenin ortadan kaldırılmasını arzular. Böylece fertler, yani vatandaşlar, cemiyet hâlinde birliğe ulaşacaktır. Bu idealde, cemiyetin ihtiyacı olan çocuklar en iyi erkeklerle kadınların bir araya gelmesiyle elde ediliyordur. Yani kadın; âşık olunacak, sevilecek karşı bir cins değil, sadece bir çoğalma vasıtasıdır.
Bâtınîlerin aileyi ortadan kaldırma projesi, bu müessesenin en kritik cüzü olan kadın üzerine kuruldur. Bu yüzden olsa gerek, “feminizm” tabirini ilk kullanan kişi de bir sosyalist olur: Fransız Charles Fourier (ö. 1837). Çekirdek ailenin ortadan kalkmasını ve çocukların anne-baba tarafından değil, kolektif olarak yetiştirilmesini isteyen bu Fransız’a göre, dünyada feminizm ve sosyalizm diktatörlüğü kurulacak ve diktatör İstanbul’da oturacaktı.
TEZ+ANTİTEZ=SENTEZ
Diyalektik, Kabala’da Hesed ve Gevura ile izah edilir. Heykeltıraşın sağ eli, yani Hesed, taşı yontarken, sol eli, yani Gevura, taşı sabit tutar. Sağ ve sol el, zıt cihetlere güç tatbik ederken aslında aynı maksada hizmet eder. Bâtınîler de “Sosyalist Yeni Dünya Nizamı” hedefine bu usulle ilerlemektedir. Mesela radikal dincilerin faaliyetleri nasıl dinler arası diyalogcuları besliyorsa, tez-antitez olarak görülen kapitalizm ve komünizm de sosyalizm sentezi için aslında birbirini böyle destekler. Bu yüzden hem komünizm hem kapitalizm, kadını evden ve aileden kopartarak iş hayatına çekmeye çalışmıştır.
“Komünist Manifesto”nun yazarlarından Engels, “Ailenin Başlangıcı” adlı eserinde, “Kadının kurtuluşu için ilk şart, kadınların bütünüyle tekrar kamu iş hayatına sokulmasıdır; bu ise sosyoekonomik bir ünite olarak münferit ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirecektir” der ve şöyle devam eder: “İmalat vasıtalarının müşterek mülkiyete geçmesi ile münferit aile cemiyetin ekonomik birliği oluncaya kadar erir. Hususi ev idaresi bu suretle cemiyetin ekonomik birliği olarak son bulur ve sosyal endüstri mahiyetini alır. Çocukların bakım ve eğitimi kamuya ait bir iş olur ve cemiyet bütün çocuklara, meşru olsun, gayrimeşru olsun, aynı şekilde ihtimam gösterir.”
WE CAN DO IT!
Bugün tüm dünyada kutlanan 8 Mart Milletlerarası Kadınlar Günü, 1922’de, Alman feminist Clara Zetkin’in yardımıyla Lenin tarafından bir komünist bayramı olarak başlatılmıştır. Fakat kapitalistler de kadınların hislerine hitap etmekte onlardan geri kalmaz. Hatta komünizmde olduğu gibi, kadınları fabrikalarda, kolhozlarda cebren çalıştırmazlar. Bunun yerine, "güçlü kadın", “We Can Do It!” gibi tatlı propaganda yollarına müracaat ederler. Fransız filozof Frédéric Lordon’ın kapitalizmi tenkit ettiği “Kapitalizm, Arzu ve Kölelik” adlı kitabında da söylediği gibi; işletme sistemleri, çalışanı “Kendi kendini gerçekleştirme” ve “güçlendirme” gibi tutkulu ifadelerle yakalar. Böylece kadınlar, çocuklarını kreşe kendi elleriyle teslim etmekte ve güçlü bir kadın oldukları için seve seve çalışmaktadırlar.
İHTİLAL VE KADIN
Hermetikler, “Yeni Dünya”daki “Yeni Hayat” ve “Yeni Kadın” mefkûresine ulaşmak için, her yerde ihtilalleri müteakip çalışmalar başlattı. Neticede nasyonalizm hareketi çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı imparatorlukları uluslara ayrılabiliyorsa, feminizm de aileyi fertlere ayrılabilirdi. Halkın babası kabul edilen krallar indirilebiliyor ve idaresindeki milletler ‘hürriyete’ kavuşturulabiliyorsa, ailenin babası da indirilebilir ve kadınlar ‘hürriyete’ kavuşturulabilirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun başına gelenler de bunun misallerinden biriydi. Bâtınî localarda organize olan Genç (Jön) Türkler, 1909’da Sultan Abdülhamid’i indirerek Osmanlı İmparatorluğuna son verdi ve yerine İttihat Terakki idaresinde bir ülke kurdular. Fakat insanları değiştirmek, rejimi değiştirmekten çok daha zordu. Genç Türklerin ideologlarından Ziya Gökalp, bununla alakalı, “Biz siyasî inkılâbı yaptıktan sonra ikinci bir vazifenin önünde kaldık: İctimaî [sosyal] inkılâbı hazırlamak!” diye yazıyordu. Yine de İttihat Terakki’nin kadın kolları çalışmalara hemen başladı. Kadın kongreleri tertipleniyor, basının üzerindeki kontrolün kalkmasıyla feminizm propagandası yapılıyordu.
“MEŞRUTİYET ÇARŞAFI”
“Hürriyet”, “müsavat” sloganlarının havada uçuştuğu Meşrutiyet devrinde, kadın hürriyetinin temel göstergesi kıyafet oldu. Geniş etekli çarşafların yerini, vücut hatlarını belli eden “meşrutiyet çarşafı” almaya başladı. Fakat bu bile Genç Türklere kâfi gelmedi; İttihat Terakki’nin yayın organı Yeni Mecmua ve Abdullah Cevdet’in İctihad mecmuası, tesettüre karşı savaş açtı. İslam’da tesettürün olmadığını, bu “âdet”in Rumlardan geçtiğini iddia ediyorlardı.
1917 tarihli bir İngiliz raporunda, “Türk kadınının oy kullanma hakkını müdafaa eden bir Yahudi” diye tarif edilen Halide Edip, Yeni Türkiye’nin en meşhur feministiydi. Kadınların cemiyetteki rolünü değiştirmek için romanlar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Cihan Harbi esnasında erkekler cephede olduğu için, kadınlar iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalmışlardı. Bir yazısında Halide Edip bu hususta şöyle diyordu: “Türk kadınları peçelerini atmakla kalmayıp erkeklerin yerini de tutmuşlardır. Ailelerini doyurmak için çalışmışlar ve boş yerleri işgal etmişlerdir. Türk kadınları bankalara, mağazalara, nezaretlere girdiler. Bu suretle Türk kadınları öyle bir hürriyet kazanmışlardı ki harpten avdet eden kocaları buna nihayet verememişlerdir.”
Bütün romanlarında feminist mesajlar veren Halide Edip, “Yeni Turan” adlı romanında da, cinsiyet eşitliğini işlemişti. Romanın başkarakteri Oğuz, kendisine, “Siz bize kadın olduğumuzu hissettireceksiniz” diyen bir kadına şöyle cevap veriyordu: “Kadın mı? Tanrım esirgesin, sırf sizi kadınlık kılığından çıkarmak için yeni bir politika buldum.”
“YENİ KADIN” MUTLU MU?
Günümüzde istatistikler, kadın istihdamının arttığı ülkelerde, boşanmaların da arttığını gösteriyor. Evlenmek ve aile kurmak her geçen gün biraz daha zorlaşırken, evlilik dışı münasebetler küçük yaşlardan itibaren teşvik ediliyor. Üstelik eskinden olduğu gibi kadın ve erkek birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine ihtiyaç duyan iki farklı parça olarak görülmüyor. Kadınlar, Halide Edip’in ifadesiyle, ‘kadınlık kılığından’ çıktığı için, erkeklerle aynı ve eşit bir parça kabul ediliyor. Peki, Hermetiklerin bu “Yeni Dünyası” kadınlara saadet getirdi mi? Kadınlar artık daha mı mutlu? Bunu iddia etmek ne yazık ki çok zor. Yapılan araştırmalar, tahsil ve gelir gibi hususlarda cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Norveç gibi ülkelerde tecavüz ve şiddet nispetlerinin çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.
“All About Eve” (1950) filminde Broadway yıldızı Margo şöyle der: “Komik iş, bir kadının kariyeri. Merdivenin basamaklarını çıkarken daha hızlı hareket edebilmek için bıraktığın şeyler… Kadın olmaya geri döndüğünde onlara tekrar ihtiyacın olacağını unutuyorsun. Son tahlilde, akşam yemeğinden az evvel ya da yatakta döndüğünde bakınıp da bir erkeği görmedikçe hiçbir şeyin tadı yok... Bunsuz bir kadın değilsin...”
Kim bilir, belki de ‘güçlü kadın’ aslında, eski dünyadadır
.
1984 ve Jön Türklerin ‘Yeni Lisan’ı
20 Şubat 2022 02:00
A -
A +
Mehmet Hasan Bulut
Ziya Gökalp, “Yeni Hayat” için dilin de değişmesi gerektiğine inanıyor ve bu projeye “Yeni Lisan” diyordu. Gökalp, aslında Orwell’in “Yenikonuşma”sının Türkiye modeli olan bu projeyi, “Yapmak için yıkmak dünyada en meşru bir keyfiyettir. Yeni lisanla yakın zamanda edebiyatımıza tiyatro, roman gibi her güzel şey girecektir. Yeni lisan mutaassıp (tutucu) değildir” ifadeleriyle anlatıyordu.
Ziya Gökalp’e göre, Türkçede Türkleri Şark’a bağlayan Arapça ve Farsça kelimeler atılmalı ve yerlerine yeni kelimeler uydurulmalıydı.
“Yeni Lisan” projesi Genç Türklerce tatbik edildi ve muvaffak oldu.
Türkiye’de lisanda yapılan sadeleştirme, yıkıcı tesirleri bugüne kadar devam eden ve enteresan irtibatları olan bir yenilikti… Zaman zaman politikanın da gündemine dâhil olan mevzu hakkında geçtiğimiz haftalarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da “Dilde sadeleştirme niyetiyle çıkılan yolda Türkçemiz tarihimizin büyük kelime katliamına maruz bırakılmıştır” dedi. Peki, Türkçedeki bu sadeleştirme macerasının kökenleri nereye dayanıyordu?
ORWELL’İN DÜNYASI
Asıl ismi Eric Arthur Blair olan George Orwell, 1903’de, Hindistan’a bağlı Bengal’de doğdu. Fabian Cemiyeti mensuplarının olduğu bir çevrede büyüdü. Eton Koleji’nde okurken, Fabian olan George Bernard Shaw ve H. G. Wells’e ait neredeyse bütün eserleri okudu. Daha sonra kendisi de bu cemiyete katıldı. Yeni Hayat Kardeşliği adlı cemiyetten ayrılan bazı İngiliz sosyalistlerin 1884’te kurduğu Fabian Cemiyeti’nin mensupları, sosyalist “Yeni Dünya Nizamı”nın ve “Yeni Hayat”ın ihtilâllerle değil, inkılâplarla geleceğine inanıyorlardı. Halkları yeni nizama hazırlayacak bu inkılapları hükûmetler ve eğitim vasıtasıyla tatbikata koymak istiyorlardı. Fabianlar bir yandan da, bu “Yeni Dünya”yı tasavvur eden ütopik eserler ortaya koyuyorlardı.
Orwell, karısının erken yaşta ölümü üzerine, şehir hayatından kaçarak İskoçya’da bir çiftlik evinde inzivaya çekildi ve meşhur ütopik eseri “1984”ü yazmaya koyuldu. Fakat daha önce yakalandığı veremi tekrar nüksetti ve aylarca sanatoryumda kaldı. Yine de ölmeden evvel, adını muhtemelen Fabian Cemiyeti’nin kuruluşunun 100. yılından alan eserini, 1949’da tamamlamaya muvaffak oldu.
“1984” ROMANI DOĞARKEN
Dünya, “1984” romanında üç süper devlete ayrılır; Okyanusya, Avrasya ve Doğuasya. Roman, Okyanusya’nın Londra şehrinde yaşayan Winston adında bir adamın başından geçenleri anlatır. Devlet, başında Büyük Birader’in bulunduğu sosyalist bir “Parti” tarafından idare edilmektedir. Bir ihtilâl neticesi iktidarı ele geçiren Parti, şahsî mülkiyeti kaldırmıştır. Her şey Parti’ye ait ve onun kontrolü altındadır. Parti, iç ve dış olmak üzere iki kısımdan müteşekkildir. İç Parti, devletin beyni; Dış Parti ise onun eli ve koludur. Winston, Dış Parti mensubudur ve piramit şeklinde parlak beyaz bir betondan yapılmış olan Hakikat Nezareti’nde (Hakikat Bakanlığı) çalışır.
Okyanusya’daki her nezaret (bakanlık), adı ile zıt işler yapmaktadır: Sulh Nezareti savaşları organize eder, Sevgi Nezareti korku salarak kanunların tatbikini ve nizamı sağlar. Aynı şekilde, Winston’un çalıştığı Hakikat Nezareti’nin vazifesi de, Parti’nin arzuları doğrultusunda hakikatleri değiştirerek yok etmektir.
Hakikat Nezareti’nde çeşitli daireler vardır. Okyanusya vatandaşlarının, yani Parti mensupları dışındaki proleterlerin okuyacağı gazeteler, ders kitapları, romanlar, izleyecekleri filmler, programlar, dinleyecekleri müzikler vs. buralarda hazırlanır. Bu neşriyatın muhteviyatı tamamen halkı uyuşturmak üzere dizayn edilmiştir: Spor, cinayet haberleri, hisli şarkılar, pornografik mecmualar, seks sahneleriyle dolu filmler vs.
YENİKONUŞMA: DÜŞÜNCENİN UFKU DARALSIN!
Nezaretin bir diğer vazifesi de eski kelimelerin yerine yenisini uydurmaktır. Bu sayede eski edebiyatı ortadan kaldırmaktadırlar. Meydana getirdikleri bu yeni dile, “Newspeak” (Yenikonuşma) denmektedir. Aynı nezarette bu işle uğraşan, Winston’un arkadaşı Syme, Yenikonuşma lügatinden şöyle bahseder:
“Dile son şeklini veriyoruz; başka bir lisan ile konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı şekli. Lügati tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri icap edecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni kelimeler bulmak olduğunu sanıyorsunuz. Oysa alakası yok! Kelimeleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On birinci baskıda 2050 yılından önce eskiyecek tek bir kelime bile bulunmayacak.
Yenikonuşma’nın tüm maksadının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda tüm düşünce suçunu imkânsız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir kelime bile kalmayacak. İhtiyaç duyulabilecek her mefhum, manası kesin olarak ifade edilmiş, tüm yan manaları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir kelimeyle dile getirilecek… Kelimeler her yıl biraz daha azalacak, şuur sahası her yıl biraz daha daralacak.”
ZİYA GÖKALP’İN YENİ DÜŞÜNCELERİ
Orwell’in “Yenikonuşma”sı aslında o sırada başka bir ülkede zaten tatbik edilmekteydi. Çünkü proje, Genç [Jön] Türklerin ve İttihatçıların mason ideoloğu Ziya Gökalp tarafından çok daha evvel dile getirilmişti. Aslen Kürt olan Gökalp, ateistliği ile meşhur Doktor Abdullah Cevdet ile tanıştıktan sonra Genç Türklere katılmıştı. 1910 yılında İttihat ve Terakki Komitesi’nin Selanik’teki büyük kurultayına Diyarbakır delegesi olarak iştirak etmiş ve Merkez-i Umumi’ye seçilerek parti içinde hızla yükselmişti.
Gökalp, 1911’de Genç Kalemler mecmuasına yazdığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” adlı bir makalesinde âdeta bir İngiliz Fabian gibi “Yeni Hayat”ı tarif eder. 1908’de Sultan Abdülhamid’e karşı ihtilal yapıp, Eski Türkiye’ye son verdikten sonra Genç Türklerin daha zor bir vazifeyle; Türk milletini “yeni”leme vazifesiyle karşı karşıya kaldıklarını ifade eder: “Biz siyasî inkılâbı yaptıktan sonra ikinci bir vazifenin önünde kaldık: İctimaî (sosyal) inkılâbı hazırlamak!.. Siyasî inkılâp, meşrutiyet mekanizmasının hükûmete tatbiki demek olduğu için istihsali (elde edilmesi) pek kolaydı. Fakat ictimaî inkılâp, mihanikî (düşünmeden yapılan) bir fiille değil; uzvî (canlı) bir tekâmülle (evrimle) hâsıl olabileceği için gayet güçtür. Yeni hayat demek yeni iktisat, yeni aile, yeni bedâet (estetik), yeni felsefe, yeni ahlâk, yeni hukuk, yeni siyaset demektir. Eski hayatı değiştirmek, iktisadî, ailevî, bediî (sanatlı), felsefî, ahlâkî, hukukî, siyasî husûsiyetleriyle yeni bir yaşayış meydana getirmekle kâbil olabilir.”
YENİ DEVLET, YENİ LİSAN
Gökalp, “Yeni Hayat” için lisanın da değişmesi gerektiğine inanıyor ve bu projeye “Yeni Lisan” diyordu. Aslında Orwell’in Yenikonuşma’sının Türkiye modeli olan bu projeyi, yine aynı mecmuadaki başka bir makalesinde âdeta Syme gibi şöyle anlatır: “Şunu da iyi bilmelidir ki ibdâ (gelişme) devresinde tarihle alâkayı kesmek, teceddüd (yenilik) zamanında eski kıymetleri ğayzla (öfkeyle) baltalamak lâzımdır. Bu bir feyizli sekir (sarhoşluk) hâlidir ki geçer ve her ihtilâlin, her inkılâbın, her teceddüdün (yeniliğin) bu zarûrî yıkıcılık safhasından müruru (geçmesi) tabiîdir. Bundan korkmayalım, çünkü marazî (hastalık) değil, ğarîzîdir (tabiidir). Yapmak için yıkmak dünyada en meşru bir keyfiyettir.
Yeni lisanla yakın zamanda edebiyatımıza tiyatro, roman gibi her güzel şey girecektir. Yeni lisan mutaassıp (tutucu) değildir. Ve yeni lisancılar kuru bir terakki dâvâsıyla kalmamak içindir ki Avrupa'nın edebi, felsefî, ictimaî, siyasî, hukukî en güzel eserlerini kendi lisanlarına nakletmek üzere bir heyet teşkîl ettiler, çalışıyorlar; yakında kapitülasyonlardan azâde, ıstılahlarıyla (terminolojisiyle), yeni kelimeleriyle, gayet zengin bir ‘Türk Lisanı’ göreceksiniz. Hakîkî Türk edebiyatı bu samimî ve büyük lisanın metin ve zarif zemini üzerinde yükselecektir.”
ARAPÇA KELİMELER ATILSIN!
Gökalp’e göre, Türkçede Türkleri Şark’a bağlayan Arapça ve Farsça kelimeler atılmalı ve yerlerine yeni kelimeler uydurulmalıydı:
“Eski lisanda Arapça ve Acemce terkîbler (tamlamalar) ve cemilerde (çoğullarda) müstâmel olduğu (kullanıldığı) için bu lisanlara ait kelimeler, Türkçenin tecvidinden (telaffuzundan) âzâde (uzak) kalmışlar, eski kavmiyetlerini (millî hususiyetlerini) muhafaza etmişlerdir. Eski lisanda Arapça ve Acemcenin yalnız kâideleri değil, tecvîdleri, bedâatleri (orijinalitesi) de hâkim olmuştur. Bunun için kelimelerde yeni makûs (uğursuz) taklit cereyanı mevcuttur. Onlar bir avam lisanında Türkçenin âhenklerine ittibaa (uymaya) çalışırken, öte taraftan âlimlerin sunî dilinde Arapça ve Acemcenin tecvidine imtisâl (uyma) zaruretinde kalmıştır. Bundan dolayı ‘gardeş, elma’ gibi bazı Türkçe kelimeler ‘kavmî âhenk’lerini kaybederek Arap ve Acem tecvidlerine mahkûm olmuşlardır. ‘Ordu, sencâğ, ümmîd’ gibi kelimeler Fârsî terkîplere de dâhil olarak büsbütün Acemleşmişlerdir. Bu hâl devam etse ihtimâl ki Türkçenin bedâati büsbütün zâil olacak. Lisanımız Araplaşmış, Acemleşmiş, uydurma ve çirkin bir lisan şeklini alacaktır. Yeni Türkçenin Eski Türkçeden hem daha güzel, hem daha faydalı olduğu şimdiye kadar gösterilen misâllerden tamamıyla anlaşıldı. İlmin, felsefenin bütün bu teminlerine istinâd ederek (dayanarak) biz şiddetle iddia ediyoruz: İstikbâl Yeni Lisanındır!”
B. LEWIS: “OSMANLI TÜRKÇESİ
ESRARLI BİR DİL OLDU”
Gökalp’ın “Yeni Lisan” projesi Genç Türklerce tatbik edildi ve muvaffak da oldu. Bugün Türkiye’de Osmanlı devri kelimelerini anlayabilen insan yok gibidir. İnsanlar birçoğu uydurukça olan çok az sayıda kelime ile hayatlarını idame ettirmektedirler. Bernard Lewis, “Notes On A Century” (Bir Çağ Üzerine Notlar) adlı eserinde, bu hususu şöyle izah eder:
“Arap alfabesi, Latin alfabesinin modifiye edilmiş bir versiyonu ile değiştirildi ve Arapça ve Farsça kelimeleri eski ya da yeni uydurulmuş Türkçe kelimelerle değiştirmeye müteveccih bir çabaya girişildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında yürütülen geniş dil reformları, Osmanlı dilini, modern Türk okurlar için bile antika ve esrarlı bir dil hâline getirdi. Meydana gelen değişimi anlamak için İngilizcedeki tüm Fransızca ya da Latince menşeili kelimelerin terk edildiği ve diriltilen ya da yeni uydurulan Anglo-Sakson kelimelerle değiştirildiği ve aynı zamanda da alfabenin tamamen yeni bir alfabeye yerini bıraktığı bir inkılap hayal edin