|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Lale Devri'ni sona erdiren darbe hamamda planlanmıştı
24.01.2010
Erhan Afyoncu
Patrona Halil ve arkadaşları sarayın dikkatini çekmemek için darbe planlarını hamamda yapmışlardı...
Lale Devri’nin sonlarında İran seferlerinde yaşanan başarısızlık üzerine İstanbul’daki hava bozulmuştu. Üçüncü Ahmed, Sadrazam İbrahim Paşa’yı serdar olarak İran üzerine gönderirken kendisi İstanbul’da kalmaya karar verdi. Ancak günler geçmesine rağmen ordunun bir türlü Üsküdar’dan ayrılmaması Sadrazam İbrahim Paşa muhaliflerine bekledikleri fırsatı verdi.
DARBE ŞARTLARININ OLGUNLAŞMASINI BEKLEDİLER
Aslında 1730’dan birkaç sene önce de devlet adamları arasında bir isyanın patlak vereceği tahmin ediliyordu. Hatta 1722’de İran ve Rusya tarafındaki olumsuz gelişmeler yüzünden İstanbul’da bir isyan çıkabileceği ihtimalinin olduğunu Venedik elçi raporları kaydeder. Ancak Sadrazam İbrahim Paşa çoğu zaman aleyhine olan durumları lehine çevirecek bir yol bulmuştu. Sadrazamın olayları lehine çevirebilme yeteneğinde İstanbul’da halk ve asker arasındaki gelişmeleri casusları vasıtasıyla yakından takip etmesi de etkiliydi.
Sadrazam İbrahim Paşa’nın sıkı takibatı ve aldığı önlemler yüzünden isyan 1730’a kadar hayata geçirilememişti. Asiler, 1730 isyanı için sekiz ay öncesinden hazırlıklara başladılar. Güçlerini ölçmek için belirlenen tarihten daha önce Sadâbâd’da bostancılarla bir kavga bile başlattılar ama henüz isyan için şartların olgunlaşmadığını gördüler. Şartlar ancak Eylül 1730’da uygun hale geldi.
İsyan için seçilen kişilerin kimlikleri, seçilen gün ve slogan zaten isyanın çok daha önceden planlandığının göstergesiydi. İsyan için 28 Eylül 1730 Perşembe’nin seçilmesi önemliydi. Çünkü devlet adamlarının büyük bir kısmı İstanbul dışındaydı. Ordu da İran seferi için Üsküdar’a geçirildiğinden şehirde kendilerine direnecek fazla bir güç yoktu. Olanlar da daha önce gizli toplantılarda kazanılmıştı.
HAMAMDA YAPILAN TOPLANTI
Patrona Halil ve arkadaşları dikkat çekmemek için 25 Eylül 1730’da hamamda yaptıkları toplantıda 28 Eylül Perşembe günü isyan etmeyi kararlaştırdılar. 28 Eylül Perşembe sabahı Bayezid Camii önünde toplandılar. Bunlar, “Şerle davamız vardır. Ümmet-i Muhammed’den olan dükkânlarını kapayıp, bayrak altına gelsin” diyerek önce Kapalıçarşı’ya yöneldiler. Üç bayrak altında üç gruba ayrılan asiler Kapalıçarşı’ya üç koldan girerek propagandaya başladılar.
Şeriatı tatbik etmek için çarşı halkını kendilerine katılmaya davet edip, zorla dükkânları kapattırdılar. Bitpazarı’na geldiklerinde buradaki silah satan dükkânların camlarını kırarak içerdeki silahları aldılar. Çarşıdan çıkan asiler kendilerine katılanlarla birlikte Divanyolu’ndan Etmeydanı’na yürüdüler. Zorla kapıları açtırıp, oradaki yeniçerileri de kendilerine katılmaya ikna ettiler. Ayrıca buradaki birinci bölüğün çorba kazanını alarak meydana getirdiler.
Bu, isyan ettiklerinin sembolik bir ifadesiydi. İsyanın ilk saatlerinde padişah ve devlet ileri gelenleri İran seferi için Üsküdar’daydılar. İstanbul oldukça tenhaydı ve şehirde isyanı bastırabilecek durumda ancak birkaç görevli bulunuyordu. Onlar da tereddütleri yüzünden isyana müdahale etmediler ve isyanın büyümesine sebep oldular. Padişah ve sadrazam Topkapı Sarayı’na geçerek halkı asilere karşı mücadeleye çağırdı ancak gelen olmadı. Çağrıya şehir halkının rağbet göstermemesi bundan sonrası için iyi şeylerin olmayacağının da işaretiydi. Bostancılar da asiler üzerine yürümeye “Biz Müslümanlar ile savaşmayız” diyerek itiraz ettiler.
Bunun üzerine İbrahim Paşa, Üçüncü Ahmed’den içağalarını silahlandırmasını istedi fakat padişah bunu kabul etmeyince sadrazam zor durumda kaldı. Donanma askeri kazanılmak istendi fakat burada da kontrol Patrona Halil’deydi.
CESETLERİ ASTILAR
Bu arada asilerin sayısı cumartesi günü ilerleyen saatlerde halkın da katılımıyla giderek artmış, binlere ulaşmıştı. Asilerin istediği devlet adamlarını başlangıçta öldürtmeyen Üçüncü Ahmed, bu gelişmeler üzerine sadrazam başta olmak üzere bazı devlet adamlarını öldürttü. Odun arabalarına konan üç kişinin cesedi Bâb-ı Hümâyûn önüne bırakıldı. Asiler ve şehir halkı Kaptanıderya Mustafa Paşa, Sadaret Kethüdası Mehmed ve İbrahim Paşa’nın cesetlerini Et Meydanı’na getirdiler ve burada cansız bedenleri bir kez daha astılar.
Asilerin, sadrazamın ve diğer üç üst düzey devlet ricalinin azledilmelerini sağlamalarına ve şeyhülislâm hariç, bunların idam edilmelerine rağmen isteklerinin sonunun gelmemesi üzerine Üçüncü Ahmed de artık daha fazla direnemeyerek tahtı Birinci Mahmud’a bıraktı.
SAVAŞ İÇİN HAZIRLIK YAPTIM BOŞA GİTMESİN
Türk batılılaşmasının başlangıcı olarak görülen “Lâle Devri”ni kapatan Patrona isyanı 28 Eylül 1730 Perşembe günü sözde, şeriatın gereğini yerine getirmek için başlatılmıştı ama bu isyanı tetikleyen farklı sebepler vardı. Mali durumun bozulması, vergi yükünün artması, üst düzey devlet adamları arasındaki güç mücadeleleri, İran savaşlarındaki olumsuz gelişmeler bunların başlıcalarıydı.
Özellikle İran seferi için büyük hazırlıklar yapılmasına rağmen Üçüncü Ahmed ile sadrazamın sefere gitmek istememeleri ve halk arasında seferin iptal edildiği dedikodusunun yayılması isyanı tetikleyen gelişmelerdi. Çünkü sefer için esnaf ve asker ağır malî yüklerin altına girmişlerdi. Bunlardan biri de Patrona Halil’di. Patrona, İran seferi için bütün serveti olan 200 kuruşla silah ve elbise satın almıştı ve sefer iptal edilirse zarar edecekti. Bu yüzden hararetle sefere gidilmesini savunuyordu.
Sadrazam İbrahim Paşa’nın aşırı güçlenmesi ve rakiplerinin çoğunu baskı altında tutması da isyanın en önemli sebeplerindendi. 12 senedir sadrazam olması ve özellikle padişah nezdindeki itibarının fazlalığı yüzünden İbrahim Paşa bir hayli güçlenmişti. Paşa, üst düzey makamlara kendine yakın olanları getirtmiş ve muhaliflerini de bir yolunu bularak ya ortadan kaldırmış ya da etkisiz hale getirmişti. Üst makamlarda gözü olanlar, bu yüzden sadrazamı ortadan kaldırmadan kendilerinin yükselemeyeceğini düşünüyorlardı.
DARBE YAPACAĞINI RÜYASINDA GÖRDÜ
Bir kaynakta Patrona Halil ve arkadaşlarının isyanı nasıl planladıkları şu şekilde hikâye edilir: “En iyi şarapla bir ziyafet için icap eden şeyleri tedarik ettikten sonra itimat ettiği kimseleri ve dostlarından 12 kişiyi davet etmiş ve şarapla neşelendikten sonra rüyada vezirleri katl ve padişahı tahtından indirdiğini gördüğünü söylemiş. Bunların birçok zulüm yapmakta olduklarını ve İran’a karşı sahte bir seferberlik bahanesiyle pek çok kimseleri zarara soktuktan sonra şimdi kendilerinin zevk ve sefa ile vakit geçirmekte olduklarını açıklamıştır.
Buna binaen gayrimemnunların başına geçerek bayrak çekeceğini söyledikten sonra onlardan böyle şanlı ve şerefli bir iş için birleşmelerinden başka bir şey istemediğini, birleşmelerini teklif etmiştir. Orada bulunanlar Patrona’yı bu niyetinden dolayı takdir etmişler ve birbirlerine yardım edeceklerine dair söz vermiş ve yemin etmişler. 28 Eylül 1730 Perşembe gününü icraata başlamak üzere tayin ve tespit etmişlerdir.”
Bugün
.
İlhan Selçuk Yanılıyor! XIV. Louis 'Devlet benim' demedi
07.02.2010
Erhan Afyoncu
Başbakanımız XIV. Louis'e benzetilerek, ikisinin de "devlet benim" dediği iddia edildi. Ancak XIV. Louis "Devlet benim" dememişti.
İlhan Selçuk, "RTE XIV. Louis mi" isimli bir kitap çıkardı. Başbakanımızın XIV. Louis gibi "devlet benim" dediğini ifade ediyor. Başbakanımızın düşüncesini bilmiyoruz ancak Sayın İlhan Selçuk yanılıyor. XIV. Louis'in "L'État, c'est moi", yani "devlet benim" dediği tarihen doğru değildir.
ÇOCUK KRAL'DAN GÜNEŞ KRALA
XIII. Louis, 1743'te öldüğünde Fransa Avrupa'nın en önemli devletlerinden biri hâline gelmişti. Ancak XIV. Louis olarak tahta geçen oğlu henüz beş yaşındaydı. Devleti Başbakan Kardinal Mazarin yönetti. Ancak kral dokuz yaşındayken asiller ayaklandılar. Paris Parlement'i hükümet gelirlerini artırma teşebbüsünü reddetmiş, monarşinin gücünü kısıtlamaya çalışmıştı. Kardinal Mazarin de Parlement üyelerine baskı yapınca iç savaş çıkmıştı. Ayaklanmalar yüzünden XIV. Louis'in tahttaki ilk yılları korku içerisinde geçti. Paris'i bile terk etmek zorunda kaldı. 1648-1653 yılları arasındaki Fronde ayaklanmaları bastırıldıktan sonra Mazarin'in yardımıyla kralın otoritesi yükselmeye başladı. 1661'de Mazarin'in ölümünden sonra yönetimi tek başına eline aldı. Kendisinin Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olduğuna ve krala karşı yapılan itaatsizliğin büyük günah olduğuna inanıyordu. Tahtta 72 yıl kaldı ama fiili hükümdarlık süresi 54 yıldı.
Krallık döneminde Fransa'yı İspanya'yla, Habsburglar'la, Hollanda'yla birçok savaşa soktu. Ancak kazandığı zaferlere rağmen uzun süren savaşlardan kalıcı bir sonuç alamadı.
1685'te dedesi IV. Henry'nin yayınladığı ve Protestanlar'a inanç özgürlüğü sağlayan Nantes Fermanı'nı yürürlükten kaldırdı. Protestanlara karşı baskı dönemi başladı.
Sanatçıları koruyan XIV. Louis döneminde Fransa'nın görünümü de değişti. Versailles Sarayı onun eseridir. Yollar, limanlar yapıldı. İmalathaneler kuruldu. Fransa ekonomik olarak güçlendi. Tarihe "güneş kral" olarak geçti.
"DEVLET BENİM"
Hükümdarlığı sırasında 10'dan fazla ayaklanma çıkaran asillere boyun eğdirip, onları siyasi bir güç olmaktan çıkardı. Bir zamanlar krallara boyun eğdiren asiller artık XIV. Louis'in sarayında günlerini eğlence ile geçirir hâle gelmişlerdi. XIV. Louis de klasik çağın mutlak monarşisi idaresinin en önemli simgelerinden birisi olmuştu. Önceki kralların tersine halktan uzaklaşarak kendisini kutsallaştırmıştı.
XIV. Louis'in "devlet benim" dediği, bu sözün de krallık otoritesini gösterdiği hemen hemen her yerde söylenir. Uzun yıllar ben de bunun böyle olduğunu zannettim. Ancak Avrupa tarihiyle ilgili okumalarım sonucunda XIV. Louis'in böyle bir sözü olmadığını gördüm.
Efsaneye göre XIV. Louis, 1655'te Paris Parlement'ine (Yüksek Mahkeme/Adalet Sarayı) girerek hakimin sözünü "devlet benim" diye kesmişti. Ancak birçok tarihçi bunun doğru olmadığını ifade eder. Stephen Lee, XIV. Louis'in hiçbir zaman "devlet benim" demediğini bunun Voltaire tarafından yaratılan bir efsane olduğunu söyler.
XIV. Louis ölüm yatağındayken ise söylediği iddia edilen "devlet benim" sözünün aksine "Şimdi ben gidiyorum fakat devlet her zaman ayakta kalacak" demişti.
164 YILDA ÜÇ KRAL
XIV. Louis'in mensup olduğu Bourbon hanedanı Fransa'yı tarihte bir güç olarak ortaya çıkaran hanedandı. Valois hanedanından tahta çıkacak erkek üye kalmayınca IV. Henry, 1589'da Fransa Kralı oldu. IV. Henry ile birlikte Fransa'da Bourbon hanedanı dönemi başladı ve aile 19. yüzyıl ortalarına kadar Fransa'yı yönetti.
Bourbon krallarının en ilginç özelliği çok uzun süre tahtta kalmalarıdır. 1610'da IV. Henry'nin öldürülmesinden sonra yerine geçen oğlu XIII. Louis 1610-1643 yılları arasında hüküm sürdü. XIV. Louis, 1643-1715, XV. Louis ise 1715-1774 yılları arasında tahttaydılar. Üç hükümdar 164 yıl tahtta kalmışlar ve bu durum Fransa'ya istikrarı getirmişti. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nda ise 12 padişah görev yapmıştı.
AVRUPA'DAN 200 YIL ÖNCE
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'ya üstünlük sebeplerinden birincisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun mutlak padişah otoritesine dayanan bir devlet olması, hükümdarın iktidarını ülkedeki beylerin sınırlayamamasıdır. Avrupa'da asırlarca hükümdar otoritesini sağlamak için mücadele verildi. Kralların ve imparatorların unvanları çoğu zaman kâğıt üzerindeydi. Nitekim
Fransa Kralı ülkesinin her tarafında çok etkili değildi. XIV. Louis, çok uzun süren saltanatı sırasında, Fransa üzerinde kralın mutlak otoritesini kurabilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu'nda ise Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u almasından sonra hükümdarlar tek otorite hâline gelmişlerdi. Avrupa'dan 200 yıl önce. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'ya karşı üstünlüklerinin ana sebeplerinden biridir. Padişahların mutlak otoritelerini kurarken dayandıkları iki mekanizma vardı: Kardeş katli ve Kapıkulu sistemi. Kardeş katlinin uygulanmasıyla, hükümdarın tahttaki durumunu gölgeleyecek hanedan mensubu kalmıyordu. Böylece gerek imparatorluk içinden, gerekse dışından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı faaliyet gösterecekler, kendilerine yardımcı olacak en uygun maşalardan mahrum kalıyorlardı. Kapıkulu sisteminin, I. Murad'ın hükümdarlığı gibi çok erken bir tarihte ihdası ve Fatih döneminden itibaren de etkili bir konuma gelmesi, Osmanlı padişahlarının, imparatorluktaki beylerin nüfuzlarını kırarak, devlet yönetiminde mutlak bir otorite hâline gelmelerini sağlamıştı.
.
Avrupalılar'ın gözü 200 yıldır kör
14.02.2010
Erhan Afyoncu
Avrupa parlamentosu, Kıbrıs'ta Türkiye aleyhine bir karar verdi. Avrupalılar, 200 yıldır Yunanlılar'ı böyle şımartıyorlar.
Avrupa Parlamentosu, Kıbrıslı Rumlar uluslararası arabuluculuklara yanaşmamalarına rağmen, Kıbrıs'ta Türkiye aleyhine bir karar verdi. Başbakanımız da bu durumu "Bu AP'nin gözü kör müdür Allah aşkına? Biraz gözlerini açsınlar" diye tenkit etti. Haksız sayılmaz. Avrupalılar, kendi medeniyetlerinin temeli olduğuna inandıklarından dolayı 200 yıldır Yunan hayranlığı içindeler ve gerçekleri göremiyorlar.
AVRUPA MEDENİYETİNİN TEMELİ
18. yüzyılın sonlarında Avrupa'nın eski Yunan'ı kendi medeniyetinin temeli olarak görmesi sonucu Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Avrupa'da yeni bir düşmanlık başlamıştı. Osmanlılar, Avrupa medeniyetinin kurulduğu topraklardaki Hristiyanlar'ı idare eden despotlardı. Hristiyanlar'ın Müslüman hakimiyeti altında yaşamaya mecbur olmaları Avrupa için ayıp olarak telakki edildi.
Voltaire, Lord Byron, Victor Hugo, Thomas Hope, Andre Chenier gibi eski Yunan medeniyetinin hayranı olan şair ve yazarlar Yunanlılar'ın bağımsızlığını destekleyip, Osmanlı aleyhine yayınlar yaptılar. Avrupalı aydınlar "Evrende hareket eden ne varsa onun kaynağı Yunan'dır" diyorlardı. Bu yayınlar, Yunan milliyetçiliğini uyandırıp, bağımsızlık için Rumlar'ı cesaretlendirirken Avrupa kamuoyunda da Yunan sempatizanlığını doğurdu.
19. yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan Philike Heteiria (Dostluk Cemiyeti) Yunanistan'ın bağımsızlık yolunda ilk adım oldu. Cemiyetin başkanlığına Aleksandır İpsilanti getirildi. Sırplar'la ve Avrupalı bazı devletlerle temasa geçen İpsilanti, 1821'de Eflak ve Boğdan'da isyanı başlattı. Osmanlı İmparatorluğu'nun da asilere karşı sert tedbirler alması ve dışarıdan yardım gelmediği için isyan kısa sürede bastırıldı. Ancak Eflak-Boğdan olayları ve o sırada isyan eden Tepedelenli Ali Paşa ile ilgilenen Osmanlılar'ın, Mora'yı ihmal etmeleri sonucu buradaki ayaklanma giderek genişledi.
YUNANİSTAN'IN BAĞIMSIZLIĞI
Avrupalı devletler, milliyetçi cereyanlara karşı olmalarına rağmen, Avrupa kamuoyu Yunanlılar'ı desteklemekteydi. Ayaklananları cezalandırmak için alınan tedbirleri Heredot zamanındaki gibi özgürlüğü için savaşan Helen halkına yapılmış zulümler olarak görüyorlardı. Avrupa'nın hemen hemen her ülkesinde kurulan Helen Dostluk Komiteleri Yunanlılar'a maddi ve manevi destek sağladılar. Yunanlılar'a yardım için paralı tiyatro gösterileri yapılıp, kapı kapı para toplandı. Toplanan yardımlar asılan ilanlarla duyuruldu. İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika gibi ülkelerden gönüllüler savaşmak için Mora'ya geldiler.
Eflak-Boğdan ayaklanması sırasında Osmanlılar'ın lehine olan Avrupalı devletlerin tutumu, isyanın Mora'ya sıçraması ile birlikte olumsuz yönde değişti. Ancak Avrupalı subaylar tarafından idare edilmelerine ve Helen hayranlarının Yunanistan davası uğruna kendilerini feda etmelerine rağmen Osmanlı kuvvetleri Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın yardımıyla Rumlar'ı büyük bir yenilgiye uğrattı.
İngiltere, Fransa ve Rusya, Yunanistan'da durumun kötüye gittiğini görünce Osmanlı İmparatorluğu'na bizzat müdahale ettiler. Böylece Mora'daki Yunanlılar, Avrupalılar'ın desteğiyle Nisan 1830'da bağımsızlıklarını kazandılar. Yunanistan, daha sonra Avrupalılar'dan aldığı destekle devamlı olarak aleyhimize topraklarını genişletti.
YUNANLILAR'IN İNGİLİZ KAHRAMANI
George Gordon Byron şiirleri ile Avrupa'ya tesir etmiş önemli bir şairdi. 1788'de Londra'da bir ayağı sakat doğdu. On yaşındayken büyük amcası Lord Byron'ın miras ve unvanı kaldı. 1809'da çıktığı Akdeniz seyahati sırasında Yunanistan'a uğradı. Yunanistan seyahati şairin düşüncelerini oldukça etkiledi.
İngiltere'ye döndükten sonra çalkantılı bir hayat yaşadı. 1815'te evlendiği eşi Lord Byron'ı terk etti. Lord Byron, boşandıktan sonra İngiltere'den dönmemek üzere ayrıldı. Çeşitli ülkelerde dolaştıktan sonra İtalya'da gizli devrimci bir örgüt olan Carbonori'ye girdi. Birçok kitap yayınlayan Byron İngiltere'de kendisini ön plana çıkaracak bir eylem için fırsat kolluyordu. 1823'te Londra Yunan Bağımsızlık Komitesi, Byron'a asi Yunanlılar'a yardım için temsilcileri olma teklifini hemen kabul etti.
Yunanistan'a giderek bizzat para yardımı yaptığı gibi asilerin bir kısmının komutasını üstlendi. Yunanlılar'ı birleştirmeye çalıştı. 1824 Şubat'ında hastalandı. Bir süre sonra da Yunanistan'da öldü. Ölümüyle Byron Yunanlılar'ın milli kahramanı oldu.
CUMHURİYET'İN AYNASI OSMANLI
Türkiye'nin en önemli tarihçilerinden Prof. Dr. Vahdettin Engin'in Yeditepe yayınları arasından çıkan "Cumhuriyet'in Aynası Osmanlı" isimli kitabı tarihimizle ilgili çok önemli bir noktaya parmak basıyor. Vahdettin Engin, Anadolu'nun fethinden sonra kurulan Selçuklu, Osmanlı devletleriyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin tek bir devlet olduğuna dikkat çekiyor. Nitekim Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki bazı olayları anlatan kitapta birçok benzerliği görebiliyorsunuz.
Cumhuriyet'in Aynası Osmanlı'da hayatın içindeki birçok ilginç olay anlatılmış. Hortumculuktan cami soygunculuğuna, büyücülükten çöpçatanlığa ve aşk intiharlarına, bütçe açıklarından enflasyona ve işçi grevlerine, futboldan boğa güreşine, İstanbul'un ilk ulaşım araçları ve bunların toplumsal konumundan İstanbul'un çöplerine, tarih boyunca gündemden düşmeyen kadın-erkek çekişmelerine kadar birçok konu kitapta yer alıyor. Yazıların herbiri arşiv belgelerine ve gazetelere dayanıyor. Prof. Dr. Vahdettin Engin'i ve Yeditepe yayınlarını hem belgelere dayalı, hem de rahat okunan böyle bir eseri yayınladıkları için tebrik ediyor, herkese tavsiye ediyorum.
.
Belge sızdırmanın üstadı komünist Ruslar'dı
06.12.2010
Erhan Afyoncu
1917'de ihtilalden sonra komünist Ruslar çarlık Rusyası'nın Batılı devletlerle yaptığı bütün gizli antlaşma ve yazışmaları dünyaya ifşa etmişlerdi
WikiLeaks'in yayınladığı belgeler günlerdir tartışılıyor. Ancak tarih açısından önemli bir belge görmedik. Günlük politikaya yönelik ve bir kısmı gri propaganda belgesi olması muhtemel belgeler yayınlandı. Belge yayınladın mı bundan 93 yıl önce Bolşevikler'in yayınladığı gibi yayınlayacaksın. İhtilalden sonra Bolşevikler Çarlık Rusyası'nın gizli diplomatik belgelerini yayınlayarak Türkiye'yi ve Arap topraklarını derinden sarsmışlardı.
OSMANLI'YI PAYLAŞTILAR
Birinci Dünya Savaşı'nın başında İngiltere-Rusya ve Fransa arasında 1915 yılında yapılan görüşmeler sonucunda imzalanan Londra Antlaşması'yla Boğazlar ve İstanbul bölgesinin Ruslar'a bırakılmasına karşılık, İngiltere ve Fransa da Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bölgelerinden istedikleri yerleri alacaklardı. Ancak bu iki devletin çıkarlarının çakıştığı toprakları paylaşmaları kolay değildi.
Bu arada İngiltere Arap krallığı kurup başına geçireceği vaadi ile Şerif Hüseyin'i Osmanlı'ya karşı isyan ettirmek için görüşmelere başlamıştı. Fransa, Araplar'la İngiltere'nin görüşmesinden ancak 1915 Kasım'ında haberdar oldu. Ortadoğu'nun aralarında paylaşılması için diplomasi yürütmeye başladı.
İngiltere Fransa görüşmeleri 25 Kasım 1915'te başladı. İngiltere bu arada 1916 başlarında kabul ettiği Şerif Hüseyin-Mc Mahon Antlaşması ile Şerif Hüseyin'in isteklerinin çoğunu kabul etmişti. İngiltere ile Fransa arasındaki görüşmeler bir süre daha devam etti ve 1916 Mayıs'ında iki devlet arasında Osmanlı topraklarını paylaşan bir antlaşma yapıldı. Görüşmeleri Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Mark Sykes yürüttüğü için bu anlaşmaya Sykes-Picot Antlaşması denildi.
GİZLİ BELGELER ORTAYA ÇIKTI
Şerif Hüseyin İngiltere'ye güvenip, 1916'da isyan etti. Büyük bir Arap Krallığı'nın başına geçeceğinin hayali ile çöllerde Türk askerinin kanını döktü. Ancak 1917'de Bolşevik İhtilali ile Rusya'da Çarlığın yıkılması birçok şeyi değiştirdi.
İhtilalden sonra kurulan Sovyet hükümeti Rusya'nın Çarlık devrinde İngiltere ve Fransa ile yaptığı gizli diplomatik anlaşmaları yayınlayacağını ilan etti. Bu durum bütün Avrupa'da büyük bir heyecan yarattı. Komünistler gizli antlaşmaları Sarı Kitap adıyla neşretmeye başladılar. Lev Troçki nezaretinde Izvestia Gazetesi'nde yayınlanan belgelerin 11-24 Kasım 1917 tarihleri arasındakileri Türkiye'yle ilgiliydi. Bu belgeler Stockholm'de Fransızca'ya çevrilerek Türkiye'ye gönderildi. Osmanlı Dışişleri böylece düşmanlarının hakkındaki niyetlerini öğrenmişti.
Bolşevikler'in, Çarlık diplomasisinin gizli vesikalarını yayınlamasıyla bağımsız Arap Krallığı hayal eden Araplar'ın başlarından kaynar su dökülmüştü. Araplar'a birçok ümit veren İngiltere'nin kirli çamaşırları ortaya çıkmıştı.
Sovyetler Birliği Cumhuriyeti Dışişleri Halk Komiserliği bu vesikaları daha sonra E. Adamof'un girişi ile kitap olarak neşretti. Belgeler 1924'te Fransızca bir kitap olarak da yayınlandı. Erkân-ı Harbiye Kaymakamı (Kurmay yarbay) Babaeskili Hüseyin Rahmi Bey bu kitabı 1927'de "Türkiye'nin Taksimi" adı altında yayınladı. Kitabın alt başlığında "Eski Rusya Dışişleri Bakanlığı'nın gizli dosyalarından çıkarılan malumatla yazılmıştır" ifadesi vardı.
SYKES-PİCOT ANTLAŞMASI
Türkiye'de gizli antlaşmalarla ilgili fazla araştırma yoktur. Bu durumun istisnalarından biri Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan'ın "Osmanlı Mülkünü Paylaşım Planları Üzerine Düşünceler (Gizli Antlaşmalar 1914-1921)" isimli makalesidir.
İngiltere Fransa arasında Türkiye'nin paylaşılmasına yönelik görüşmeler 25 Kasım 1915'te başlamıştı. Görüşmeleri Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Mark Sykes yürütüyordu. Fransa Suriye'nin tamamını, Lübnan'ı, Adana ve Mersin bölgesini istiyordu. Bağdat, Basra arasında kalan Irak toprakları ile Akdeniz'e açılan Hayfa Limanı da İngiltere'nin olacaktı. Bunun dışında her iki ülke ayrıca kendilerine birer nüfuz alanı seçiyor ve Kerkük-Akkâ hattının kuzeyi Fransızlar'a, güneyi İngilizler'e ayrılıyordu. Filistin'in uluslararası bir statüde olurken, diğer Arap toprakları bağımsız olacaktı.
İngiltere ve Fransa kendi aralarında anlaştıktan sonra durumu Ruslar'a haber verdiler. 1916 Mart'ında Ruslarla görüşmeler başladı. Ancak Rusya, kendisine bırakılan İstanbul ve Boğazlar'a mukabil İngiltere ve Fransa'nın alacağı toprakların fazla olduğunu ileri sürerek Kuzey-Doğu Anadolu'dan da toprak istedi. Rusya'nın istediği topraklar, Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Muş ve Siirt gibi illerimizdi. Rusya buna karşılık Fransa'nın Kayseri'den Elazığ'a kadar olan bölgeyi almasını kabul etti. İngiltere'de bu duruma Rusya'ya bırakılan yerlerde kendisine ait çıkarlarının korunması şartıyla itiraz etmedi. Böylece Sykes-Picot Anlaşması ortaya çıktı.
.
Darbeciler darbenin keyfini süremediler
08.04.2012
Erhan Afyoncu
Lale Devri'ni sona erdiren darbeyi yapan Patrona Halil ve arkadaşları, darbenin keyfini süremeden 54 gün sonra yeni hükümdar tarafından öldürülmüşlerdi
Lale Devri, Patrona Halil ve arkadaşlarının bir darbesiyle sona ermiş, Üçüncü Ahmed tahttan indirilerek yerine 2 Ekim 1730'da Birinci Mahmud çıkarılmıştı. Ancak darbeciler, taahhütte bulunmalarına rağmen devlet işlerine müdahaleyi kesmediler. Kargaşanın önünü almanın en kestirme ve kesin yolu Patrona Halil ve diğer asi liderlerini ortadan kaldırmaktı.
İktidarın gölgesi
Yeni padişah Birinci Mahmud, ilk fırsatta fesadın kaynağı olan ve iktidarını gölgeleyen asileri ortadan kaldırmak için kolları sıvadı. Devlet ileri gelenlerinin katıldığı toplantılarda Patrona ve adamlarını ortadan kaldırmak için özel bir ekip oluşturuldu. Yapılan plana göre, 25 Kasım'da Patrona Halil ve adamları sadrazamın konağına İran harplerini görüşmek üzere çağrılacak ve burada defterleri dürülecekti. Ancak Patrona bu toplantıya adamları ile birlikte geldiği için katledilemedi ve sadece hilat giymek üzere Topkapı Sarayı'na gitmeye ikna edildi.
Patrona ve ekibini ortadan kaldırmak için görevlendirilen Pehlivan Halil Ağa da 33 adamı ile birlikte Soğukçeşme'den Topkapı Sarayı'na girip sofa bekçisinin odasında asileri beklemeye başladı. Patrona Halil ve diğer asiler sarayın birinci avlusuna kadar atlarıyla geldiler. Daha sonra teşrifat gereği atlarından indiler. Patrona ile diğer asi liderleri içeri girdiler, adamalarını ise birinci avluda bıraktılar. Patrona Halil, Muslu Beşe ve Urlu Mustafa Ağa, Revan Köşkü'ne geçtiler.
Darbeciler içeri girince Pehlivan Halil Ağa'ya Patrona ve diğer asi liderlerini öldürmeleri için işaret verildi. İşaret üzerine Pehlivan Halil ve emrindeki 30 adamı saklandıkları odalardan çıktılar ve bir anda Revan Köşkü'ne doldular.
Kılıçlara yem oldular
Pehlivan Halil Ağa, Patrona'nın yanına gelip, "Nice oldu ol kâfir Patrona, gâvur Patrona" dedi. Ne olduğunu şaşıran Patrona da, "Ne yabana söyler bu adam" diye söylendi. Tuzağa düşürüldüğünü anlayan Patrona hemen palasını çıkardı ve kendini savunmaya çalıştı. Pehlivan Halil Ağa, Patrona'nın palasına sol kolunu siper etti ve diğer elindeki kılıçla Patrona'yı yere düşürdü. Bu arada Muslu Beşe ve Yeniçeri Ağası Kel Mehmed Ağa da katledildi. Urlu Mustafa Ağa ise, yaşlı olduğu için katledilmedi ve Bostancılar Odası'na gönderildi. Asi liderleri katledilirken devlet adamları da pencerelerden yaşananları seyrediyorlardı. Sarayın kapıları kapatıldı ve Orta Kapı'da bulunan diğer asiler de, daha önce sarayın muhtelif yerlerine saklanan cebeci, topçu ve donanma askeri tarafından birer birer kılıçtan geçirildiler. Yapılan sayıma göre 18 kişi katledilmişti. Saraydaki silah seslerini duyan dışarıdaki asiler ise çoktan kendilerini kurtarmak için uzaklaşmışlardı.
İbret olsun
Saraydaki asiler temizlendikten sonra İstanbul sokaklarında tellallar dolaştırıldı ve "Padişah hazretleri isyan eden asi zorbaları tamamen kılıçlara yem etti. Her kim dükkânını kapatırsa, aman verilmeden dükkânı önüne asılacaktır. Eğer asilerden çarşı pazarda veya mahalleler arasında birisi varsa hepsini tutup Ağakapısı'na getirmek padişahın emridir" ilânı duyuruldu. Diğerlerine ibret olsun diye Patrona Halil, Muslu Beşe ve diğer asi liderlerinin cansız bedenleri, katlettikleri Sadrazam İbrahim Paşa ve iki damadının cesetleri gibi, öküz arabalarına konularak Bâb-ı Hümâyûn önüne getirildi ve orada diğer katledilenlerle beraber teşhir edildi. Akşam olduğunda sokaklara devriyeler tayin edildi ve yakalanan asiler hemen katledildi.
Okuma bilmediğinden hayatını kaybetti
Patrona Halil ve arkadaşlarını ortadan kaldırma planı gizli tutulmasına rağmen İstanbul Kadı Vekili Kudsîzâde, bir yolla bunu öğrenmişti. Patrona'ya, daha Topkapı Sarayı'nın birinci avlusundayken Hastalar Koğuşu önünde, "Benim devletlü Ağa Efendim Sultanım, mektubum size ulaştığında katiyen ama katiyen Saray-ı Hümâyûn'a gitmeyiniz. Yine bir bahane ile geri kalın. Zira meşveretler başkadır. Bugün hepinizi kılıca yem edecekler" yazılı gizli bir mektubu adamlarından biriyle ulaştırmayı başardı. Patrona, kâğıdı okumadan cebine koydu. Yanında bulunan İbrahim Efendi okumak için ısrar etmesine rağmen o buna izin vermemiş ve "Ne olacak, herhalde Kudsîzâde de bir memuriyet istiyor. Hele öncelikle şu işleri halledelim sonra o da olur" diyerek geçiştirmişti.
Aldıkları senet de kendilerini kurtaramadı
1730'da Patrona isyanı sonucunda Üçüncü Ahmed tahttan indirilip, yerine Birinci Mahmud çıkarılmıştı. Taht değişikliğine rağmen ortalık sakinleşmedi. Bu durum üzerine Birinci Mahmud, İstanbul'da bir an önce asayişi temin etmek için bu defa şeyhülislamı Et Meydanı'ndaki asi liderlerine gönderdi. Şeyhülislamın dağılmazlarsa akıbetlerinin kötü olacağı yönünde kararlı tutumu üzerine asi liderleri şeyhülislamdan müsaade istediler ve Orta Camii'de bir araya geldiler. Yaptıkları toplantıda artık hayatlarının güvencede olmadığını, bunun için İstanbul'daki bütün ulemanın imzasının bulunduğu bir hüccet, yani senet alınarak burada canlarına dokunulmayacağının belirtilmesini kararlaştırdılar ve tekrar şeyhülislamın yanına döndüler. Şeyhülislama, "Padişahımızın bizim bütün suçlarımızı affeylediğine dair senet vermesini isteriz. Hepimiz padişahtan suçlarımızı affetmesini rica ederiz" dediler. Bunun üzerine, asi liderlerinin, İstanbul ulemasının, sadrazamın ve önde gelen devlet ricalinin imzası bulunan bir hüccet hazırlandı. Daha sonra bu hüccet Birinci Mahmud'a götürüldü ve o da "ellerine verilen hüccet-i şer'iye gereği amel oluna" şeklinde bir hatt-ı hümayun yazdı.
.
|
Bugün 72 ziyaretçi (143 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
|
Bugün 185 ziyaretçi (218 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|