İnsanın İblis haline dönüşmesi
Suriyeli bir genç olan Ahmet Kanjo “Ben insanım” diyordu. Karşısında ise çok zalim ve çok cahil bir grup vardı. “Ne işin var burada?” ve “Evine git” diyecek kadar azgınlaşmışlardı. Sanki geride bir evi varmış gibi ırkçı ve faşist bir tutumla konuşuyorlardı.
Fakat Ahmet’in onurlu ve dik duruşu sayesinde insanların aklı başına gelmişti.
Karşısında İblis’e dönüşmüş insan kılıklı mahlûkların varlığını anlayabilmiştik.
Bu sokak röportajı, insanoğlunun yaratılması ile ilgili Kur’an ayetlerini düşünmemize vesile oldu. Öyle ki; bazı kişiler sözleri ile açıkça İblis’in yoldaşları olduklarını göstermişlerdi.
Şeytana bazen keyif gerekir.
Şüphesiz bu olayı seyredip oldukça keyiflenmiştir. Ne de olsa kıyamete kadar kendisine bir süre tanınmıştır. Bu süre içinde insanı kendisine benzetmeye çalışacak ve Allah’a isyan etmesini sağlayacaktır.
Şeytan ve diğer adıyla İblis’in en önemli özelliği kendi nevinin üstün olduğu iddiasıdır. İnsanlar arasında bu düşünceye “ırkçılık” veya “kavmiyetçilik” adı verilmiştir. Zaman ötesi bir kavram olan bu ahmakça düşünce; İblis’i Allah’a isyan edecek kadar feci bir duruma düşürmüştür. Bu durum üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Zira Kur’an meallerinde şu şekilde geçmektedir.
İnsanın yaratılan bütün varlıklara karşı üstünlüğü “talim-i esma” ile mümkün olmuştur. Bakara Suresi 31. Ayet’te geçen “Adem’e bütün isimleri öğretti” meselesi bunun en büyük delilidir. Bu ayet bütün insanların pederi olan Hazreti Adem’in en büyük mucizesidir. Talim-i esma ile insanoğlu; melekler de dahil olmak üzere bütün hayat sahipleri arasında en üstün mertebeye çıkmıştır. Bunu “Adem’e secde edin (Bakara Suresi 61)” ayeti ile anlıyoruz. Fakat İblis, Allah’ın emrine karşı gelerek isyan etti. Dedi ki “Ben çamurdan yarattığın kimseye secde eder miyim! (Bakara Suresi 61)”
Bütün melekler: “Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederiz! Senin bize öğrettiklerinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Muhakkak ki sen Âlim ve Hakimsin (Bakara Suresi 32)” diyerek bu talim-i esma hakikatini tasdik etmişlerdir. Fakat İblis ve ona benzemeye çalışan bazı insanlar Allah’a isyan ederek kendilerini diğer yaratılmış canlılardan üstün tutmaya devam etmişlerdir.
Ahzab Suresi 72. Ayette “Şüphesiz biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar onu yüklenmekten çekindiler ve onun sorumluluğunu yerine getirememekten korktular. Ne var ki, onu insan yüklendi. Bunca kabiliyet ve nimetlerle donatıldığı halde yüklendiği emânetin hakkını veremeyen insan ne kadar zâlim, ne kadar câhildir”. Buyurulmaktadır.
Kendi nevinin üstünlüğünü dava eden İblis ise talim-i esma hakikatını anlayamamıştır. Çünkü öyle güçlü bir kibri vardır ki; kendisini ebedi olarak azaba sokmuştur. Allah, Şeytanı lanetlemiştir (Nisa Suresi 118).
Ne yazık ki; insanoğlunun büyük bir kısmı dahi bu ayetlerin manasını anlayamamış idrak edememiştir. Allah’ın güzel isimlerini öğrenme konusunda çok cahildir. Aynı İblis gibi kendini büyük görerek; talim-i esmayı ve Kur’an’ı öğrenmek için çaba sarf etmemektedir. Hâlbuki bunun en kolay yolu ibadettir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım (Zariyat Suresi 56. Ayet)” Namaz bunun en güzel delilidir. İnsan, bütün mahlukatın üzerinde bir makama çıkaracak olan Allah’ın güzel isimlerine yapışsa ve namaz gibi ibadetler ile bunu kavramaya çalışsa; bu dünyada ve sonsuz ahiret hayatında saadete erişecektir.
Yeryüzünü insanın emrine veren Allah, hayat sahipleri içinde en yüksek makamı dahi insana vermiştir. Tin Suresi 4 ile 8 Ayet meallerinde ise “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükafat vardır. (Ey insan!) Böyle iken, hangi şey sana hesap ve cezayı yalanlatıyor? Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?”
İnsanı en güzel surette yaratan Allah’a ne kadar şükredilse yine azdır. Emaneti kübra yani insanlara verilen büyük emanet; imtihandır. İnsan, namaz kılarak, imtihanı düşünerek, tefekkür ederek ve Allah’ın güzel isimlerini öğrenerek en yüksek makama çıkabilir.
20. Yüzyılın en büyük hastalıklarından bir tanesi ırkçılık yani kavmiyetçiliktir. Sokak röportajında görüldüğü gibi bu hastalık hâlâ devam etmektedir. Bu illete karşı çok çalışmak gerekiyor. Yahudilerin bütün dünya halkları tarafından nefret görmesinin en önemli sebepleri arasında hırsları ve kendilerini üstün ırk olarak görme düşüncesi vardır. Emeviler başta olmak üzere Müslüman toplumlarda da bu hastalık belirli dönemlerde ortaya çıkmıştır ve halen de en önemli dertlerimizden bir tanesidir.
Araplar, Türkler ve İranlılar başta olmak üzere birçok topluluk bu hastalığa yakalanmış lakin İslam âlimlerinin ırkçılık ve kavmiyetçiliğin içyüzünü anlatmaları ile bu hastalık tedavi edilmiştir. Allah Resulünün (asm) ırkçılık hakkındaki beyanlarını Onun “Veda Hutbesi’ndeki” şu sözleriyle ile noktalayalım.
“Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.” Vesselam…
.
ABD’nin Truva Atı F-35 Uçakları
Karşılıksız para basarak dünyayı haraca boğan ABD, silah endüstrisinde de dost ve müttefik ülkeleri sömürmeye devam ediyor. Bunu nasıl yaptığını anlatmadan önce meseleye ışık tutacak bir acı hatıramı paylaşmak istiyorum.
Bir NATO tatbikatı sırasında Muavenet isimli muhribimiz 2 Ekim 1992 tarihinde ABD’nin Saratoga gemisinden atılan iki adet Sea Sparrow güdümlü mermisi ile vurulmuştu. Gemi komutanı Deniz Kurmay Yarbay Kudret Güngör ve beş denizcimiz şehit olmuş onlarca askerimiz ağır bir şekilde yaralanmıştı. ABD’nin kalleşçe vurduğu bu savaş gemimizle ilgili olarak bunun bir “kaza” olduğu ifade edilmiş ve olay iki ülkenin yöneticileri tarafından büyütülmeden kapatılmıştı.
Bu olaydan 9 yıl sonra gerçekleşecek olan 11 Eylül 2001 saldırısında da Dünya Ticaret Merkezi binasında birçoğu itfaiye eri olan 2977 ABD vatandaşı göz göre göre patlayıcılar vasıtası ile öldürülmüştür. Bu saldırının iddia edildiği gibi bir terör saldırısı olmadığı dikine olarak çökertilen gökdelenlerden anlaşılmıştır. Öyle ki; hiçbir uçak ve güdümlü merminin çarpmadığı World Tower 7, aynı şekilde dikine olarak patlayıcılar yardımı ile yıkılmıştır.
Bu olayı anlatmamın sebebi; ABD derin devletinin amaçlarına ulaşmak için kendi vatandaşlarının canına dahi kıymaktan çekinmediğini ifade etmek içindir. Nitekim elinde bulundurduğu propaganda araçları ve büyük askeri güç sayesinde dost devletlere hatta düşman gördüğü ülke insanlarını dahi kahpe bir şekilde öldürebilmektedir.
Muavenetin vurulması olayına dönecek olursak; 1992 yılında kesinlikle kaza olma ihtimali bulunmayan bir başka cinayet işlenmiştir. Zira ABD, olayda yaralanan ve tazminat için mahkemeye başvuran subay arkadaşımın verdiği bilgiye göre; inanılmaz bir skandala imza atmıştır. İlgili ABD makamları kaza nedeniyle Amerikalı subayların kariyerlerini meslekî yönden etkilemeyen cezalar vermiştir. Nitekim USS Saratoga’nın Komutanı Albay James M. Drager ile saldırıdan sorumlu yedi subay mahkemeye sevk edilmeyerek sadece “disiplin cezası” almışlardır.
Muavenet muhribinin İkmal subayı benim arkadaşımdı ve sağ el ve ayak bilekleri şarapnel parçası ile kesilmişti. ABD mahkemelerinden kaza nedeniyle tazminat almıştı. Fakat meselenin içyüzünü gayet iyi biliyordu. Ben de silah elektronik subayı olmam nedeni ile Sea Sparrow güdümlü mermilerinin nasıl çalıştığını gayet iyi biliyordum. Hedefi vurana kadar takip edilmesi gereken bir mermi, üstelik iki adet fırlatılmıştı. Bu olay bir kaza değil apaçık bir şekilde “Türkiye’ye gözdağı verilmesiydi”. Çünkü kazanın hemen öncesinde Türk heyeti ABD’de bulunuyordu. Türkiye’ye verilmesi planlanan gemiler “eski teknolojiye sahip olduğu” gerekçesiyle reddedilmişti.
ABD, bu karara karşı, gözü dönmüş kahpelikte zirve yapacak şekilde gemimizi vurmuştu. Sonuç olarak Türkiye’ye verilen gözdağı etkili olmuş ve buhar ile çalışan eski teknolojiye sahip 9 adet Knox sınıfı gemi Türkiye’ye verilmişti.
Aradan 30 yıl geçti. ABD artık eski pervasız ve acımasız silah pazarlama yöntemlerini değiştirmişti. Bu kalleş ve vahşi yöntem yerine gizli ve teknoloji yoğun yazılımlar kullanmaya başlamıştı. Çünkü satmış olduğu silah araç gereçleri üzerinde bulunan sistemler bir ülke için hayati derecede önemli askeri sır barındıran mahrem bilgileri ABD’nin emrine veriyordu.
İşte Rusya’dan aldığımız S-400’leri bahane ederek parasını ödediğimiz F-35’lerin Türkiye’ye verilmemesinin altında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi Türkiye’nin hava kuvvetlerinin lojistik bilgilerini ABD ile paylaşmak istemeyişinden kaynaklanmıştır.
Türkiye, kendisine karşı FETÖ ve PKK gibi terör unsurlarını semirtip büyüten ABD’ye mahrem askeri bilgilerini vermemek için F-35 alımına soğuk bakmıştır. Hâlbuki kurucu ortaklar arasında yer alan ve Aselsan, TUSAŞ-TAI gibi yedi Türk firmasının üretiminde katkısı bulunan bu uçakları almak; Türkiye’nin hakkıydı. Fakat devlet aklı, ABD’nin ipiyle kuyuya inilmeyeceğini bildiği için göstere göstere Rusya’dan S-400’leri almıştı. Bunun sonucunda ABD’nin ticari anlaşmaları haksız bir biçimde yırtıp attığını ve proje ortaklarını yarı yolda bıraktığını cümle aleme göstermeye de muvaffak olmuştu. Ticari bir skandala imza atan ABD bunun bedelini bir şekilde ödemek zorunda kalacaktır.
Türkiye, F-35 gibi pahalı fakat çok gelişmiş bir teknoloji yerine kendi Milli Muharip Uçağını geliştirmeyi ülke menfaatleri açısından çok daha fazla yararlı görülmüştü. Nitekim “5’inci Nesil Savaş Uçağı” F-35’in çok tehlikeli yönleri vardı. Zira kafa karıştıran ve adeta bir “Truva Atı” olan Autonomic Logistics Information System (ALIS) yani “Otonom Lojistik Bilgi Sistemi” kullanılmayacaktır. Türkiye’nin askeri sırları ve lojistik bilgileri hiçbir zaman ABD’nin eline geçmeyecektir. Çünkü bu sistemin amacı, çeşitli kaynaklarda F-35 savaş uçaklarının harbe hazır halde kalmalarını sağlayacak gerekli lojistik hattın ve yedek parça temininin, dünya geneline yayılmış bir internet ağı ile otonom şekilde oluşturulmasını sağlamak olduğu çok iyi bilinmektedir.
Hindistan, Türkiye gibi S-400 silah sistemini Rusya’dan aldı. Fakat ABD Temsilciler Meclisi Türkiye gibi Hindistan’a yaptırım kararı almadı. Bu çifte standart uygulaması; dost ve düşmanlarımızı tanımak açısından Türkiye’nin ne kadar doğru yolda olduğunun bir göstergesidir, vesselam…
.
15 Temmuz analizi ve Bursa Nutku
15 Temmuz 2016 darbesi ile ilgili olarak bir okuyucum kısa ve öz olarak yorum yapmış benzeri bir yazıyı da gazeteci Mehmed Göktaş yazmıştır. Şöyle diyorlar:
“15 Temmuz darbesi kaçınılmaz bir darbeydi. Bunun önüne geçilmesi ise imkânsızdı. Çünkü orduda yönetim kademesinde olan general ve amirallerin yarısı Feto örgütüne mensup idi. Bunları yargılaması ve tutuklaması gereken yargı ve emniyet teşkilatı da FETÖ’nün etkisi altına girmişti. Üniversiteler, kamu kurumları ve iş dünyası da ABD’nin güdümündeki Feto’dan talimat almaktaydı. İşte devlet yönetimi bu tehlikeli durumdan kurtulabilmek için darbeyi önlemekten ziyade en hafif şekilde atlatılması için çalışmıştır.”
Bu ifadelere katıldığım için 15 Temmuz’u Feto’nun suçüstü yakalandığı ve içyüzünün açığa çıkarıldığı bir darbe olarak ifade etmeye çalışıyorum. Elbette bu darbe ile ilgili olarak çok derinlemesine analizler yapılmalı ve darbelerin gerçek sebepleri araştırılmalıdır. Meseleyi sadece İslam düşmanlığı ile meşhur Feto’ya indirgemek kolaycılığa kaçmaktır. Konunun sosyolojik ve tarihi yönden analiz edilmesi şarttır.
İşte bu çalışmalara katkıda bulunmak maksadı ile “Bursa Nutku” olarak ifade edilen CHP Genel Başkanına ait olduğu söylenen bir metinden bahsetmek gereklidir. Zira bu metin eğitim sistemimizin kutsal metinler gibi kabul ettiği ve tartışılmasına müsaade edilmeyen ifadeler taşımaktadır.
Türkiye’de askeri darbeler ve şiddete dayalı terörün kaynaklarını anlamak istiyor isek bir dönem gençliğe Kur’an sureleri gibi ezberletilen metinlere bakmak önemlidir. Bunlardan bir tanesi de 5 Şubat 1933 tarihinde söylendiği ifade edilen budur. Bu nutuk ve konuşmanın Türkçe ezan protestolarına karşı yapıldığı söylenmektedir. 1966 yılında İzmir’de bir mahkeme; bu nutkun bildiri halinde dağıtılmasını yasaklamıştır. Fakat Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu nutkun gerçek olduğuna karar vermiştir. Daha sonra 1975 yılında Kayseri Ağır Ceza Mahkemesi de bu nutkun yargısal bir gerçek olduğuna dair kararını açıklamıştır.
İşte “hastalığın teşhisi tedavinin yarısıdır” gerçeğinden yola çıkarsak; askeri darbe ve şiddetin temeline inilecek analizlerde bu metnin önemli katkısı olacaktır. Bu nutuk, özellikle solcu gençler arasında sadeleşmiş bir biçimde aşağıdaki şekilde kullanılıyor ve dağıtılıyordu:
“Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük yâ da en büyük kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek; ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘demek adalet örgütünü düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’ diyecektir. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir’ diyecektir”.
Bu metni yorumlamaya gerek yok her şey gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir. Dünyada emsali olmayan askeri darbeler ve terör olaylarının ülkemizde akıl almaz boyutlara yükselmesinin önemli sebeplerinden bir tanesi bu taşlı, sopalı ve silahlı anlayıştır. Medeni ülkelerin hiç birisinde şiddete açık bir şekilde çağrı yapan bu ifadeler kabul edilemez.
Bazı faşist yazarlar Bursa Nutkunu inkâr edenlere şu sözlerle karşılık vermişlerdir. “1933 Bursa Nutku’nun içerik ve üslubuyla 1927 Gençliğe Hitabesi’nin içerik ve üslubu birebir örtüşmektedir. Her iki nutukta da gençlere seslenilmekte, Cumhuriyetin, devrimlerin korunmasının altı çizilmekte ve gençlerin direnişinden söz edilmektedir” demektedirler. Ayrıca “Galip gelmek için mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız” cümlesi CHP Başkanının söylev ve demeçlerinde de geçmektedir. Bu söz “amaca ulaşmak için her yol mubahtır” diyen darbeci askerlere ve şiddet taraftarı insanların şiarı olmuştur.
Elbette Meclis kürsüsünde “ihtimaldir ki bazı kelleler kesilecektir” anlayışı birçok nutuk ve söyleve yansımıştır. Buna karşı ancak ciddi bir eğitim ile karşı konulabilir. Yapılacak analizlerde bu tutum ve davranışlar ele alınmalı cesaretli bir şekilde tartışılmalıdır. Zira Feto ve teröristleri de aynı silahlı yöntemi kullanmaktadır. Her türlü kutsal değeri ayaklar altına almaktan çekinmeyen bu dehşetli terör örgütüne karşı devlet ve sivil toplum örgütlerinin daha çok çalışması gereklidir, vesselam…
.
Bahriyedeki Fetocu Mankurtlar
15 Temmuz 2016 darbesini yapan amirallerden sekiz tanesi ile Deniz Harp Okulunda birlikte okumuştuk. Bu amiral rütbesine gelmiş kişilerin nasıl mankurtlaştırıldığını ve kendi halkına silah doğrulttuğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım.
ABD istihbarat elemanları, FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’i yıllar önce tanımış bu İslam düşmanından çok yararlanabileceklerini anlamışlardı. Bu kişide çok kolay “yalan söyleyebilme” ve “Hollywood artistlerinin gıpta edeceği derecede rol yapabilme yeteneğini” keşfetmişlerdi. Öyle ki; ağlarken konuşabilecek kadar yetenekliydi.
Feto, Sabetay Sevi’nin İzmir’deki cami süsü vererek gizli bir şekilde örgütlendiği Kestanepazarı’nda kalmış burada vaiz olarak yıllarca devletten maaş almıştı. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı tarafından korunup kollanıyor her türlü fitne ve fesadın içine girebiliyordu. ABD ve Siyonistlerle işbirliği yaparak amaçlarına ulaşacağını düşünmüştü.
İşte bundan 50 yıl önce devleti ele geçirmek için silahlı kuvvetlere sızarak darbe yapmayı en kestirme yol olarak görmüştü. Fakat bir ilkokul mezunu vaizin bu işleri sadece kendi başına yapabilmesi imkânsızdı Bu maksatla kendisine yardımcı olacak kişileri bulmuş ve bunlar yardımı ile 15 Temmuz 2016 darbesini yapmaya muvaffak olmuştu.
1980’li yıllarda Bahriye mektebine girmiş burada okumaya başlamıştım. O yıllarda yani 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında askeri cunta dindar insanlara kan kusturuyordu. Bütün askeri okullarda namaz kılan öğrenciler fişlenip takip ettiriliyor eğer ibadetlerini terk etmez ise yüklü bir tazminat ödettirilerek öğrencileri askeri okullardan atıyorlardı. Bu şekilde yaşayan binlerce askeri öğrenci vardır. Bir kısmı ile tanışma fırsatı bulmuştum. Bazen çalıştığım ticari gemilerde bazen de üniversitede yüksek lisans yaparken karşılaşmıştık. Gerçekten acımasız bir muameleye maruz kalmışlardı.
Dindarlara yapılan zulmü fırsata çeviren Feto, yardım etmek istediğini söylediği askeri okul öğrencilerine tedbirli olmak gerektiği için “namaz kılmalarına gerek olmadığı” aldatmacasını çıkarmıştı. İslam’da yeri olmayan “ima ile namaz” adı altında bir çeşit şarlatanlık yaptırıyordu. Güya “kitap okurmuş gibi yaparak namaz kılınabilir” diye yüzlerce öğrencinin beynini yıkamıştı.
İşte Feto’nun insanları nasıl mankurtlaştırdığını hatta 15 Temmuz’dan sonra hapiste iken dahi kendilerini kurtaracağına ne şekilde inandırdığını anlamak için bu “ima ile namaz” konusunu iyi bilmek gerekiyor. Zira bir defa bu dehşetli zındığın sözünü dinlemeye başladın mı; arkası muhakkak daha fena şekilde geliyordu. Daha sonra oruç yasaklanıyor sırası ile içki içmek ve daha nice Allah’ın kesin bir şekilde yasakladığı fiilleri işlemek gibi dehşetli bir duruma düşülebiliyordu.
Deniz Harp Okuluna başladığım ilk sene bu mankurtlarla namaz konusunda ciddi bir tartışmamız oldu. “Bu şekilde namaz kılınmaz” dediğim için FETÖ örgütünün hedefi haline geldim. Feto’ya sempatisi olan öğrenciler benden uzaklaşmaya başladılar. Hatta bir kısmı ile ciddi kavgalarımız oldu. İşte bu konudaki bazı olayları okuyucularımla paylaşayım:
.
Deniz Harp Okuluna henüz girmiştim. Benim gibi 48 öğrenci sivil liseden mezun olarak üniversiteye gitmemiş Deniz kuvvetlerine katılmıştık. Deniz Lisesinden gelen öğrencilerle birlikte askeri intibak kampında eğitimlere iştirak ediyorduk.
Heybeliada’daki bu askeri kampta Hasan ve Mehmet isimli iki öğrenci Feto’cu diye biliniyordu. Bunlar namaz niyaz ile ilgilenmez diğer öğrencileri kendilerine benzetmeye çalışırlardı. Bunlardan başka bir de aşırı sol görüşlü öğrenciler vardı. Maocu, Leninci ve daha nice komünist fraksiyona mensup öğrencilerle tanışmıştım.
Darbeci General Kenan Evren’de elinden geldiği kadar bunlara destek oluyor hemen hemen her gün televizyon ekranlarında dine ve dindarlara hakaret ediyordu. Askeri okul öğrencileri birkaç taraftan kıskaç içinde kalmışlardı. Bir taraftan askeri cunta diğer taraftan komünistler işte şimdi de o yıllarda yeni yeni palazlanmaya başlatan Fetocular; dindar insanlarla uğraşıyorlardı. Bunlardan ilk ikisi zaman içinde tasfiye olmuştu. Fakat ABD’nin desteği sayesinde FETÖ semirtilmiş hatta 2016 yılına gelindiğinde büyük bir güç zehirlenmesine kapılmıştı. Bunu fark eden aklı başında olan insanlar; bu Mankurtlardan kurtulmanın yollarını arıyorlardı.
Feto’cu öğrenciler kendilerini “dinle işimiz olmaz” şeklinde göstermeye çalışırlardı. Bu arada yüzlerce askeri okul öğrencisi “irtica” bahanesi ile okullardan atılmaya devam ediyordu. Çocukluğumdan beri namaz kılmaya alışan benim gibi öğrenciler ise oldukça zor günler geçiriyordu. Bununla beraber “Allah kerimdir” diyerek namazlarımızı kılmaya çalışıyorduk. Benim namaz kıldığımı görünce Feto’cular hemen ikaz edip güya nasihat etmeye başlamışlardı. “Bu şekilde olmaz, okuldan atılırsın” diyerek namazı terk ettirmeye çalıştılar.
Feto’cular sureti haktan görünüp güya yardım ediyormuş gibi kendilerini göstermeye çalışıyorlardı. Fakat “dinin direği olan” namaz kılmaya engel olmak bu ikiyüzlü insanları ele veren en önemli delil olmuştu.
Şükürler olsun ki; namazlarımı daima kıldım. Lakin kaç tane sınıf arkadaşım bu Fetocular yüzünden namazını terk etti. Öyle ki; son sınıfa gelinceye kadar açıktan namazını kılan Türk öğrenci neredeyse kalmamıştı. Bununla birlikte Libyalı Salim ile beraber kimseye aldırış etmeden bütün öğrencilik yılları boyunca namazımızı kılmıştık. Rabbim kabul buyurur İnşallah!
Ertesi yıl yani 1983 yılı Ramazan ayında okul komutanı oruç tutmayı yasaklamıştı. Fakat ben ve 15-20 arkadaşım yasağa rağmen orucumuzu tuttuk. Bu öğrenciler arasında daha sonra Feto’cu olacak öğrenciler de vardı. Lakin o tarihlerde bunlara daha musallat olmamışlar kendilerini şirin gösteriyorlardı.
Bir yıl sonra “oruç tutmak” serbest bırakılınca Feto’cular ve kendine benzettikleri bu öğrencilerden bazılarını bu sefer oruç tutmamaları için ikna ettiler. “Yahu geçen sene tuttuk, yasak olsa da ibadetlerimizi yapmak ne güzel” dediysek de beni ve arkadaşlarımı dinlemediler. Namaz da olduğu gibi oruç konusunda da emir yüksekten gelmişti. Feto, bunlara kesinlikle namaz kılmayı ve oruç tutmayı yasaklamıştı. Güya akıllarınca tedbir alıyorlar kendilerini gizliyorlardı. İşte bu amiral olup darbe yapan Fetocular böyle tezgâhlardan geçip Mankurtlaştırılmışlardı.
Bazen kandil akşamlarında namaz kılan arkadaşlarım olurdu. Spor odası dediğimiz boş olan bir yerde namaz kılar, ibadet ederdik. Fakat bu mübarek gün ve gecelerde namaz kılan arkadaşlarımın sayısı zaman geçtikçe bir bir azalıyordu. Nitekim öyle bir zaman geldi ki; kandil gecelerinde dahi namaz kılan Türk öğrenci kalmamıştı. Feto’cular faşist amirallerin baskılarından ve yasaklamalardan yararlanıp birçok öğrenciyi namaz kılmaktan ve oruç tutmaktan alıkoymuşlardı. Bir taraftan baskı ve zorlama diğer taraftan fitne ve münafıklık öyle bir sonuç doğurmuştu ki; sonunda açıktan namaz kılan öğrenci kalmamıştı. Bu durum gerçekten çok çirkin olup rahatsız ediciydi.
Namazını terk eden öğrenciler arasında çok başarılı olanlar da vardı. Bir gün bunlardan birisine “bak namaz dinin direğidir, namaz kılanın bütün dünya işleri ibadet gibi olur, Kur’an’da yüzden fazla ayet namazı emrediyor” diye laf anlatmaya kalktıysam da bir türlü dinletemedim. Bana “ima ile namaz” kılmak gerektiğini söyledi. Bunun “dinen caiz olmadığını” söyleyince bana “hiç kılmamaktan daha iyidir” dedi. Ben de “Hayır, bu doğru değil. Çünkü namaz kılmamış olsan dahi eve gidince kaza edip dua edersin, Allah’tan af dilersin lakin bu şekilde namazı keyfine göre kıldığın zaman büyük bir günaha girersin” diyerek caydırmaya çalıştım. Namazın bu şekilde tağyir edildiğini yani Allah’ın emrettiğini kaldırmanın kimsenin hakkı olmadığını söyledim.
Bu öğrenci maalesef beni dinlemedi üstelik kaç kişiyi de bana karşı namaz yüzünden hatalı davrandığım gerekçesiyle arkadaşım iken düşman etti. Şöyle dediğini işittim. "Aman Vehbi’den uzak durun. Bu ahmak namaz kıldığı için okuldan atılacak, size de zararı dokunur”. Nitekim dindar görünen kaç arkadaşım “cin çarpmış” gibi benden kaçıyor konuşmaktan dahi çekiniyordu.
Okulda bir hayli sayıda komünist öğrenci vardı. Bunlar aynı Feto’cular gibi abileri tarafından beyinleri yıkanır, kendilerince örgütlenmeye çalışırlardı. Komünizmin çökmesi ile beraber neredeyse tamamı faşist olup çıktılar. Feto’cularla beraber bir de bunlarla uğraşıyordum. Önceden bu komünistlerle zaten kavgalı idik. Sayıca öylesine çoktular ki; Lenincisinden-Maocusuna, Enver Hocacısından en anarşistine kadar hepsi ile çatışıyorduk. Okul yöneticileri ve öğretmenler; komünistleri destekler bunlara toz kondurmazlardı. 1970’li yıllarda niçin anarşi ve terör eylemleri olduğunu benim nesil gayet iyi bilir. O yıllarda Filistin kamplarında yetişmiş teröristler dahi aktif bir şekilde çalışır gençlerin beynini yıkamaya çalışırlardı.
Bazen kavgalarımız söz boyutlarını aşar yumruk yumruğa dövüşürdük. Bir defasında rahmetli annem hafta sonu eve geldiğimde kavgada yediğim yumruk nedeniyle dudağımın şiştiğini görünce çok üzülmüştü. Her ne kadar bunun sebebinin başka olduğunu söylemiş inkâr etmiş isem de pek inandıramamıştım. Şimdi bunlara bir de Feto’cular ilave olmuş üstelik bu komünistlerle can ciğer kuzu sarması olmuşlardı.
Nitekim 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde de bu işbirliğini gördük. Can Dündar denilen gazeteci kılıklı kişi FETÖ’nün MİT tırları operasyonlarında başrol oyuncusu olmuş “FETÖ-Faşist” ortaklığını apaçık göstermişlerdi. Hatta 15 Temmuz darbesinde “Yurtta Sulh Konseyi” adı ile beyannameyi TRT ekranında okutmuşlar; darbecilikte ortak olduklarını aşikâre utanmadan göstermişlerdi. Ne de olsa bunlar için “amaca giden her yol mubahtır”. Marksistlerle Feto’cular arasında ortak bağ çoktur. Yalancılık, sinsilik ve takıyyecilik bunların esas karakteridir. Şiiler bunları yani Marksist-Feto’cuları görünce takıyye konusunda kendilerini beceriksiz hissedip çok utanacaklardır.
Feto’nun Silahlı Kuvvetlerde semirip bugünlere gelmesinde en önemli pay işte bu “faşist” komutanlardır. Bunların kimi öğretmen kimi bölük veya tabur komutanıydı. Ellerinden geldiğince “tek partinin faşist” nutuklarını atar hemen sonrasında “irtica” tehlikesinden dem vurmaya başlarlardı.
Bir defasında Ankara’ya tören için gitmiştik. Öğrencinin teki “Yedi Bela Bahri” lakaplı bir bölük komutanına soru sormuştu; “Askeri okullarda ve savaş gemilerinde niçin cami yok?” Diye. Yedi Bela hemen cevabı yetiştirmişti “Gemiler yeşile boyanır o zaman”. Diyerek irtica konusunda önceliklerini sıralamıştı.
Bu insanlar “Niçin namazdan korkarlar niçin dine ve dindarlara düşmanlar”, hâlâ bilemiyorum. Lakin bu tipten subayları özellikle “seçmece” olarak Bahriye mektebine atandığından hiç şüphe etmiyorum. Amaç; “dini ve dindarları ortadan kaldırmak, yok etmek” olsa gerekti. Zira Bahriye mektebinde Sabetay Yahudileri çoktu. Kendileri için en büyük tehlike dindi. İşte bu ahlaktan yoksun ve vicdansız uygulamalardan en çok istifade eden Fetoculardı. En dindar öğrenciye dahi namaz kılmaması, oruç tutmaması için baskı yapıyorlar aklınca bu zavallı öğrencileri koruyorlardı.
Devlet eğer bir daha bu FETÖ ve benzeri örgütlerin Silahlı Kuvvetlerde semirtilip büyütülmesini istemiyor ise dine ve dindarlara düşmanlık yapan her türlü unsuru temizlemek zorundadır. Aksi takdirde işte 15 Temmuz 2016’da olduğu gibi vatanına kast ederek Amerikan köpeklerinin emri altına girip darbe yapan askerlerden asla kurtulamayız.
İşte yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi bölük komutanları beni hiç sevmez ellerinden geldiğince haksız bir şekilde muamele ederlerdi. Makul taleplerime dahi müsaade etmezlerdi. Bir defasında Cuma akşamından izne çıkmak için müracaat etmiştim de bana “ahiret sualleri” sorarak böyle müracaat taleplerime engel olmaya kalkmışlardı. En küçük bir hata yapsam derhal “hafta sonu izinsizlik” cezası alırdım. Öğrencilere; aklınca benimle dalga geçmek için “Söyleyin Vehbi’ye namaz kılarken size dua etsin” diyerek benimle aklınca dalga geçmeye çalışanlar bölük komutanları da vardı.
Zorlu dört yılın sonuna gelmiştik. Artık atılmayıp mezun olacağım anlaşılınca Feto’cu öğrencilerin başı olmaya namzet bir öğrenci bana “Sen muhriplerde zabit olmayı mı bekliyorsun? Senin gideceğin en büyük gemi mayın gemisidir” diyerek; aklı sıra alay edip küçümsemeye çalışmıştı. Bu öğrenci daha sonra okulu birinci bitirmişti. Ne ilginçtir ki; ikincilik elde eden de yine Feto’cular arasından çıkmıştı. Bilmiyorum o zaman da dahi soruları mı çalıyorlardı? Veya öğretmenler bunlara yardım mı ediyordu? Her ne ise bizim sınıfın ilk 2 öğrencisi Feto’culuğu bir hayli benimsemiş ABD’ye gidip “PG Scholl” adı verilen askeri okulda yüksek lisans eğitimi almıştı.
Bunları yani Feto’cu oldukları çok açıktı. Bir tanesi ile zaten “ima ile namaz” konusunda tartışmıştık. Zira namaza karşı böyle bir uygulamayı Feto’culardan başka yapan yoktu. Şu olay gerçekleşince tam emin oldum ki; bunlar “su katılmamış Feto’cudur”. Hikayesi şu şekildedir:
Mezun olmuş artık teğmen rütbesini takmıştık. Artık namazlarımı daha rahat bir şekilde kılıyor, kimseden çekinmeden bölük komutanlarının hışmına uğramadan rahatça ibadetimi yapabiliyordum. Bu arada “görev öncesi” adı verilen kurslar açılmış Karamürsel’de bu kurslara gitmiştik. Baktım bizim Feto’cular yine eski tas eski hamam aynen tuvaletlerde abdest alıp ima ile namaz kılmaya devam ediyorlardı. İşte sınıf ikincisi olan Atilla isimli bu öğrenciyi yakalayıp sordum.
“Yahu artık bu şekilde abdest alma, hem için nasıl kaldırıyor bu pislik içinde abdest alıyorsun” diye ikaz ettim. Ayrıca dedim ki; “Fetullah Gülen’in ima ile namaz kılınmasını istediğini biliyorum. Lakin artık subay oldunuz buna ne gerek var. Hem bu adamın emri Allah’ın emri mi? Bu şekilde namazın caiz olmadığını bütün hocalar söylüyor. Eğer hâlâ çok korkuyor iseniz dışarıda ev tutun orada rahatça namaz kılarsınız” Bu söylediklerim o anda üzerinde çok olumlu etki yapmıştı. Bana; “haklısın” dedi ve yanımdan ayrıldı.
Aradan 3-4 gün geçmişti. Hafta sonu geçmiş Pazartesi günü sabahı olmuştu. Askeri birlikteki koğuşa kapıyı vurmadan sert bir şekilde girdi ve bana bağırmaya başladı ki ne olduğunu anlayamamıştım.
Geçen gün söylediklerim için “Ne namazıymış bu” diyerek az kalsın beni dövecek kadar üzerime yürümüştü. Ben biraz da uyku sersemliğinden olsa gerek “tamam, peki, özür dilerim” diyerek ne olduğunu anlamaya çalışırken bana şu sözü söylemem gerektiğini söyledi:
“Sen Fetullahçı değilsin” diye konuşmamı istedi. Ben de biraz da yatışması için “tamam değilsin” dedim. Yok, öyle olmaz “Sen Fetullahçı değilsin kelimesini birlikte söyleyeceksin” diye bağırmaya devam etti. Ben de tane tane “Sen Fetullahçı değilsin” dedim ve bu sözü duyduktan sonra kapıyı vurup çekip gitti.
İşte o gün bu FETÖ’nün ne derece dehşetli bir örgüt olduğunu anlamış oldum. Sene 1986 idi. Demek ki tam 36 yıl önce bunu fark etmişim. Bizim sınıf ikincisi olan bu öğrenci aradan yıllar geçtikten sonra amiral olmuştu.
15 Temmuz 2016 Darbe girişimi sırasında Mersin Valisi Özdemir Çakacak ile kaymakamların gözaltına alınması emri veren Atilla, Akdeniz Bölge ve Garnizon Komutanı idi. Teslim olmamak için 4 saat direndiği, 200 polisin operasyona hazırlandığı sırada sonra teslim olduğu ortaya çıkmıştı. Televizyon ekranlarında elleri arkadan kelepçelenerek götürüldüğünü görmüştüm. İster istemez 36 yıl öncesindeki bu hatıra aklıma geldi.
Demek ki; bu öğrenciler çok sıkı takip edilip FETÖ örgütünün kıskacına sokulmuştu. Normal zamanda yani kendi başlarına kaldıklarında gayet makul olup konuşabiliyor “evet haklısın” diyebiliyorken bu sefer Feto’cuların yanına gidip talimat alınca birden canavar kesiliyorlardı. Onları nasıl böylesine etkileyip bu hale getiriyorlar bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Zira her türlü manevi baskı uygulanıyor hatta parapsikolojik etki altına dahi alınıyorlardı.
Bir daha böyle alçakça darbe yapılmasını istemiyor isek bunların tezgâhlarını iyi bilmek bir mecburiyettir. Burada sadece FETÖ’nün görünen yönünü ve yaşanmış hatıraları dile getirebiliyorum. İşin içyüzünü anlamak için devletin ciddi kurumlar vasıtası ile araştırmalar yapması ve derinlere inerek gençleri nasıl büyüleyip esir aldıklarını öğrenmesi gereklidir.
İslam’ı ortadan kaldırmak ve fitneyi yaymak projesi olan Feto hareketi 40 yıldır bu amaca hizmet için çalışıyor. Hadislerde Süfyan olarak ismi geçen İslam Deccalı işte bu Feto olsa gerektir. Zira Süfyaniyetin 4 rüknü yani 4 başı vardır. Bu Feto ise dördüncüsüdür. İlk üçü için “Süfyaniyetin ileri karakolları” denilerek isimleri İslam alimleri tarafından dile getirilmiştir. Fakat o yıllarda yaşamadığı için bu Feto’nun ismi bilinmemiş sadece bunun özelliklerinden bahsedilmiştir.
Bu yazıda da yine bu fitne tuzağına düşmüş diğer askerlerden de bahsetmek isterim. Hatta aynı sınıftan olduğumuz bu kişilerden 4 tanesini devletin yüksek makamlarına bildirmiş “FETÖ örgütünün önemli bir elemanları” olduğunu söylemiştim. Sanırım çok faydası oldu.
Nitekim bizim sınıfımızdan bir denizci olmasına rağmen 15 Temmuz Darbesinin karargâhı olarak kullanılan Mürted Üssünde (Akıncı Üssü) görev yapan Faruk Harmancık isimli bu şahıs en az Adil Öksüz kadar önemli bir darbe yöneticisi olmuştur. Şu soruyu devlet yöneticileri iyice düşünüp cevaplamaları gerekiyor. “Bir deniz amiralinin darbecilerin karargâhı olan hava üssünde ne işi var?”
Bahse konu bu amiral ile aynı sınıftan mezun olmuş hatta Gayret Muhribinde görev almıştık. Ben silah elektronik subayı iken o da elektronik subayı idi. Bu zavallı öylesine büyülenmişti ki Feto’nun emirlerini namaz gibi Allah’ın emirlerinden daha öncelikli sayıyordu. Mankurt olmak işte böyle bir şeydir.
Faruk, savaş gemisinde iken hiç yemek yemezdi. Ne zaman görsem peynir zeytin ve kahvaltılık ile idare etmeye çalışırdı. Gemi limanda iken dışarıdan yiyecek getirir asla karavanadan yemek yemezdi. Bunun sebebini çok iyi biliyordum zira bir zamanlar Feto’cular asla margarin yağı yemezlerdi.
Emir aldıkları Feto öyle emretmiş. Bunlar namaz niyazı terk ederler, oruç tutmayıp alkollü içebilirlerdi lakin Feto’nun emrine sıra gelince asla taviz vermezlerdi. Bunlara sanki büyü yapılmıştı…
O tarihlerde başka manyakça işleri de vardı. Örneğin margarinden başka kola da içmezlerdi. Bu da yasaktı. Gerçi onların bu sırları deşifre olunca hemen margarin yiyip kola içmeye başladılar. Feto’da kıvırmak, inkâr etmek çok meşhurdur. Hemen yeni duruma ayak uydurmaya çalışırlar.
İşte Faruk ile gemide hiç anlaşamazdım. Namazlarımı kıldığım ve gemi komutanı ile dini konularda taviz vermediğim için çatışmaya girdiğim bir dönemde de hep aleyhimde davrandığı için aramız bozuktu. Dine ve dindarlara düşmanlık yaparak güya kendisini gizliyordu. İçki içer, namaza ve oruç gibi ibadetlere karşı çıkardı.
Gemide komünistlikten dolayı “sakıncalı” olan subaylar da vardı. Bunlar ile bazen şiddetli bir şekilde tartışırdık. Daima onlardan yana tavır sergiler bana düşmanlık ederdi. Çünkü ben namaz kılarak, oruç tutarak ve dini konularda taviz vermeyerek “Feto’nun gerekli gördüğü her türlü din dışı uygulamaya” karşı çıkıyordum. Ne yapıp edip ordudan atılmalı ve Feto’culara “bak böyle burnunun dikine gitti atıldı işte” dedirtmek istiyorlardı. Hakkımda her türlü fitne ve fesadı çevirdiler. Sonunda 28 Şubat 1997’de amaçlarına da ulaştılar. Zira eşi başörtülü olan bütün askerler, Batı Çalışma Grubu (BÇG) tarafından fişlenmişti. Bu illegal örgüt yani BÇG, Feto ile işbirliğine girmişti. O dönemde BÇG subayları ve Fetocular, amiral olmak ve yükselebilmek için “ordudan attırdıkları” dindar asker sayısına göre terfi alıyorlardı.
Deniz Kuvvetlerinde terfi için en kolay yol; “din düşmanlığı yapmak ve çok fazla sayıda namaz kılan askeri ordudan atmak” idi. Kim bu ahlaksızlığı yaparsa beğeniliyordu. Buna vicdanı elvermeyen subaylar ise “ağzı ile kuş tutsa!” dahi amiral olamıyordu. Dine ve kutsallara sövmek; Sabetay Yahudilerinin en bariz özelliklerindendir.
Feto darbesine giden yolda akıl almaz yollar denenmişti. Bir tanesi çok ilginçtir, onu da anlatalım:
Feto’cu bir yüzbaşı, Karamürsel Eğitim Merkezinde kursta iken beni yanına çağırmıştı. Yanında da bir öğretmen binbaşı daha vardı. Bana heyecanla bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Dedi ki: “Vehbi üsteğmenim bak bir ilaç çıkmış bunu alkollü içkinin içine atınca alkolü kaldırıyor, dibine çekiyor”. Yani “bunu içkinin içine atarak içebilirsin” demeye getiriyordu…
Bu yüzbaşıya uzun uzun “alkollü içki içmenin büyük günahlardan olduğunu” eğer bunu bir kez yapar isen hemen arkasından yeni tavizler geleceğini söyledim. “Böyle konularda taviz verilmez zira elini versen kolunu, kolunu versen gövdeni isterler” diyerek içki konusunda gemi komutanları ile sert tartışmalara girdiğimi ve hiçbirisinde bana içki içiremediklerini anlattım. Eğer ordudan atarlar ise “rızkı veren Allah’tır, bir kapı kapar bin kapı açar” diyerek bu tavizkar ve tehlikeli oyundan kurtarmaya çalıştım.
Söylediklerimden sonra yüzü mosmor oldu. Üstelik yanındaki binbaşı öğretmenimiz de bana hak vererek bu davranışların çok çirkin ve yanlış olduğunu söyledi. İşte Feto ve yandaşları bu şekilde askerlerin kanına giriyor onları aldatıyordu. Mankurt haline getirilen bu askerler, kim bilir nasıl bir eğitimden geçirilmişti?
Hatta Fetocu diye bilinen bir subay bu şekilde tanınmamak için “alkolik” olmuştu. Aynı sınıftan mezun olduğumuz için “belki nasihatlerimi dinler” diye çok uğraşmıştım. Fakat bir türlü beni dinlemiyor ben konuştukça bir ilahi mırıldanarak adeta benimle dalga geçiyordu. Yuvasını yıkmış dindar görünmemek için türlü türlü sefil hallere girmişti. Perişan bir durumda olduğu halde hala inat ediyor; Feto’nun büyüsüne nasıl kapıldığını yaşantısı ile ispat ediyordu.
İşte 15 Temmuz 2016 Darbesi bütün bu faşist ve Feto’cu askerleri iyice deşifre etmiştir. Darbede aktif rol alarak apaçık ortaya çıktılar. Bizim sınıf arkadaşı Faruk ise Genel Kurmay Başkanına “şu darbe bildirisini imzala hepimiz rahat edelim” diyecek kadar Mankurtlaşmıştır.
40 sene önce bu insanların büyülendiklerini görüp her türlü fitne ve fesada alet olacaklarını tahmin ettiğim için bahriye de iken bu Feto’cularla hep mücadele ettim. Faşistler ve komünistler ise “bunların tarzı işimize gelir” diyerek dindar askerleri ordudan temizleyip kolayca darbe yaparız diye FETÖ örgütüne yardımcı oldular.
Kısaca söylemek gerekirse Feto’nun bu hale gelmesinde darbeci cunta başrolü oynamış kendinden gördükleri Feto bunlara kazık atınca bir parça uyanmışlardır. Yine de büyük bir kısmı FETÖ ile beraber hareket edip “Yurtta Sulh Konseyi” adına 15 Temmuz darbesini gerçekleştirmiştir. Bütün bu yaşadığımız acı olaylardan ibret almak gerekiyor, vesselam…
.
15 Temmuz 2016 darbesi öncesinde Ahmet Davutoğlu
15 Temmuz 2016 askeri darbesi FETÖ ve işbirlikçisi faşistlerin suçüstü yakalandığı bir girişimdir. Benim gibi bazı gazeteciler, Feto ile işbirliği yapan general ve amirallerin darbe hazırlığı içinde olduklarını aylar öncesinden defalarca dile getirmişlerdir. “Kamikaze Fetullahçı Darbe” ve “Silahlı Kuvvetlerde Fetullahçı Yapılanma” başlıklı yazılarımla hükümeti uyarmış ve gerekli tedbirlerin alınmasına vesile olmuştum. Makalelerimde şöyle diyordum:
“Halkımızın bilmesi gereken çok önemli bir darbe planı var. Her ne kadar bu darbe başarısız kalmaya mahkûm olsa da ülkemize vereceği zarar pek büyüktür. Bu yüzden –kamikaze- diyorum zira bir daha kolay kolay belimizi doğrultamayız. Zaten Amerikan kökenli darbelerin asıl amacı da budur. Onlar Fetullah’ın kara kaşlarını sevdikleri için değil, güçlü ve büyük bir Türkiye’yi istemedikleri için darbeleri desteklemektedirler…”
Gazetemizde dile getirdiğim bu yazılar sayesinde uçaklar ve tanklar ile halkımıza karşı yapılan saldırılarda olabilecekten daha az kaybımız olmuştur. ABD’nin önderliğinde FETÖ başta olmak üzere bütün darbeci ve faşist unsurlar birlikte hareket etmiş ancak 254 vatan evladını şehit etmişlerdir.
Yazmış olduğumuz yazılar Ak Parti hükümetini uyandırmış olmalı ki darbe günü ve gecesinde birçok ilde halkımız organizeli bir şekilde hareket ederek zırhlı birliklerin giriş çıkışlarını kapatmaya muvaffak olmuşlardır. Hatta bir baskın ile Genelkurmay Başkanlığı darbecilerin elinden alınabilmiştir.
Zamanın Başbakanı Ahmet Davutoğlu, “geliyor görünmekte olan darbe”ye karşı gerekli tedbirleri almakta oldukça pasif kalmıştı. Yaptığı en önemli icraat; devlet bürokrasisini kilitleyerek kendi otoritesini pekiştirmeye çalışmaktı. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan göz göre göre gelen bu Fetocu darbeye karşı bazı tedbirler almıştı.
Erdoğan, darbeyi önleyebilmek için öncelikle Ahmet Davutoğlu’nu istifaya zorlamış ve devletin darbe veya bir kriz anında ayakta kalabilmesi için acil uygulamalar getirmişti. Fakat başta yargı ve silahlı kuvvetler üzerinde etkisi çok azdı. Zira 15 Temmuz darbesine katılan hâkim, savcı, general ve amiraller; darbe karşıtlarından sayıca çok fazla idiler. Nitekim darbe gecesi işlerin yolunda gitmediğini gören çok sayıda hakim, general ve amiral saf değiştirerek halkın yanında yer almışlardı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Davutoğlu yerine Başbakan seçilen Binali Yıldırım, darbeden bir müddet önce Yüksek Askeri Şûra toplantısında 750 Fetocu subayın ordudan atılacağı şayiasını çıkarmıştı. Bu nedenle paniğe kapılan FETÖ yöneticileri Kasım ayında yapılması düşünülen darbe girişimini öne aldılar.
FETÖ ve darbeci askerler arasında panik büyümüştü. Darbenin koordinatörlüğünü üstlenen Adil Öksüz ve bazı generaller sık sık ABD’ye gidip FETÖ elebaşı Gülen ile görüşüyor ve hükümetin Fetocu kıyımı başlatacağından dolayı endişelerini dile getiriyorlardı. Silahlı kuvvetlerde çeşitli kumpaslarla dindar ve vatanperver askerler bir şekilde ordudan atılmış subayların önemli bir kısmı FETÖ örgütünün oyuncağı olmuştu. Hatta bir gazeteci, “Eğer Fetocuları Hava Kuvvetlerinden atarsanız F-16’ları uçuracak pilot kalmaz” diyebilmişti.
Ak Parti hükümeti, ABD ve faşistlerin devleti ele geçirdiğinin nihayet farkına varmış devletin bu vatan hainlerinden temizlenebilmesi için her ilde tedbirler almaya başlamıştı. Bu maksatla tarihi hangi gün olacağı bilinmeyen bu darbe için sivil organizasyonlar kurulmuştu. Zaten 15 Temmuz günü darbe yapanlar; İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük iller dışında kamu kurumlarını ellerine geçirememişti. Bu illerdeki kamu yöneticileri, genellikle darbenin alacağı sonucu beklemeye başlamışlardı.
Devlet istihbarat kurumları tarafından darbe saati nihayet tespit edilmişti. 16 Temmuz 2016 sabahı erken saatlerde herkes uyurken bu hain darbe yapılacaktı. Bunun üzerine hükümet; bir plan daha yaparak darbe saatinin öne alınmasını sağlamıştı. Güya bir helikopter pilotu darbe yapılacağını Milli İstihbarat Teşkilatına gelerek bildirmişti. Bu nedenle bütün askeri birliklerde alarm verilmiş askeri uçuşlar yasaklanmıştı.
FETÖ yöneticileri iyice panik olmuş gece yarısı yapılması planlanan darbe için acil olarak akşam saatlerinde harekete geçmişlerdi. Çok aptalca bir tutumla eski adıyla Boğaziçi şimdiki adıyla 15 Temmuz Köprüsünün bir yönünü tanklarla trafiğe kapamışlardı. Bu nedenle askeri darbe erkenden deşifre olmuş darbeye karşı organize edilen kamu ve sivil organizasyonlar harekete geçmişti.
Acilen belediye araçları zırhlı birliklerin girişlerine çekilerek tankların çıkışı önlenmişti. Bazı askeri havaalanları da aynı şekilde ağır araçların park edilmesi suretiyle uçuşa kapatılmıştı. Deniz Kuvvetlerinde ise tam bir panik yaşanıyordu. Darbeci amiraller savaş gemilerine bağlandıkları limandan hareket etmeleri emrini vermişlerdi.
Silahlı kuvvetlerde darbe taraftarı olduğu halde gelişen bu durum birçok askeri rahatsız etmişti. ABD ve FETÖ menfaati için ortalığın kan gölüne döneceğini fark eden askerler halkın tarafına geçmeyi kendi menfaatlerine uygun buldular. Bu nedenle 15 Temmuz darbesine karışmadılar. Fakat hükümet tedbirlerini almış tam bir ay müddetle halkı sokağa çıkararak yeni bir darbe olmasını önlemişti.
Bu yazdığım olaylar 80 milyon halkımızın gözü önünde gerçekleşmiştir. Fakat bir türlü bu açıklıkta dile getirilmemiştir. Zaman geçtikçe bu yazdığım hususlar bir bir ortaya çıkmakta FETÖ ve işbirlikçisi kurum ve kuruluşlar net bir şekilde belli olmaktadırlar. Elbette daha dile getirilmeyen nice gizli kalmış hususlar da vardır, vesselam…
.
Dünyanın en büyük amirali Zheng He
Denizcilik konusunda kendimi çok bilgili birisi sanırdım. Meğerse ne çok bilmediğim husus varmış. Ne ilginçtir ki; denizcilik ile ilgili en önemli bilgileri son birkaç yılda öğrenmek nasip oldu. Demek ki; ilmin yaşı olmaz. Beşikten mezara kadar ilim öğrenmek gerekiyor.
Hâlbuki hayatımın çok önemli bir kısmı denizlerde geçmişti. Dünyanın neredeyse her kıyısına gitmiştim. Çok çeşitli kültür ve geleneklerden gelen insanlar ile tanışmış hatta suyolları vasıtası ile Amerika, Avrupa ve Asya kıtalarının içlerine doğru bazen birkaç gün süren yolculuklar yapmıştım.
İşte her faniye nasip olmayan bu yolculukları kitaplaştırmayı da Rabbim nasip etmişti. “Altı Ayda Altı Kıta” ve “Bahriyede 15 Yıl” isimli kitaplarımda yaşadığım ilginç olayları okuyucularımla paylaşma fırsatım oldu. Her Pazar günü bunların bir kısmı gazetemizin internet sayfasında yer alıyor. İbretli ve ilginç olanlarını öncelikle kaleme almaya çalışıyorum.
Sefer yaptığımız limanların büyük bir kısmına ilk defa gitmiş olduğum için olsa gerek bilinmeyene yolculuk yapmanın heyecanını da yaşıyordum. Fakat bu deniz yolculuklarından daha ziyade bir büyük denizcinin hayatını öğrenmek için yaptığım fikir yolculuğu beni çok etkilemiştir. Bundan başka özellikle ekonomi ile ilgili de kitaplar da yazdım. Fakat beni en çok etkileyen ve okuyucuların da dikkatini çekeceğini ve bilinmeyene yolculuk yapacağı eserim “Amiral Zheng He” olsa gerektir.
Şimdiye kadar bir tanesi İngilizce olan 11 kitap yayınladım. Fakat ilginç olan şuydu ki; bu kitaplardan 6 tanesini bir yıldan fazla kaldığım Mısır esaretinde yazmak nasip olmuştu. İşte bundan tam 600 yıl önce Zheng He’nin okyanus aşırı seyahatlerinden ve hayat hikâyesinden bahsettiğim kitabımı da burada çalıştığım gemide hazırladım ve 2021 yılında uzak diyarlarda olmama rağmen Türkiye’de yayınlama fırsatı buldum.
İnternet sayesinde dünyanın uzak bir noktasında dahi olsanız artık kitap yayınlama imkânınız var. Yayınevleri yeter ki güzel bir eser olduğuna kanaat getirsin; hiçbir masraf yapmadan size hazırladığınız bu kitapları neşretme imkânı veriyor. Konuyu daha fazla uzatmadan bilinmeyenlere yolculuk yapmış denizcilerin en büyüğü olan Müslüman Amiral Zheng He’den bahsetmek istiyorum.
Amiral Zheng He’nin (Türkçe’de “Cıng Hı” diye telaffuz edilir) ataları, Harzem Türkleri arasından gelmiştir. Onun geçmişi dünyanın en asil ailesi olan seyyitler silsilesindendir. Zira Hazreti Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ın 31. kuşaktan torunudur. Bu nedenle soy ağacına “Arap-Türk” neslinden gelmiş diyebiliriz.
Zheng He ismi aslında Çin’de soylulara verilen bir unvandır. Çin İmparatoru Yonglo, savaşlardaki başarılarından dolayı ona bu şekilde iltifat etmiştir. Onun asıl ismi Muhammed Hasan Şemsettin’dir. Bazı Müslümanlar Mahmud olarak da çağırmaktadırlar. Ma San Bao Taijian (Üç mücevherli yani tuğralı Müslüman Amiral) olarak Çin kayıtlarında yer almaktadır.
Zheng He, Pasifik ve Hint okyanusları boyunca 7 büyük sefer yapmıştır. (Doğrusu 6 sefer olmalıdır zira ikinci sefere kendi yetiştirdiği Müslüman amiraller katılmıştır. Kitapta bunun nedenleri izah edilmiştir) Öyle ki; bu seferlerde 370 gemiden ve 37 bin denizciden meydana gelen bu büyük filolara dünyada ilk defa rastlanıyordu. Nihayet İngilizler aradan ancak 500 yıl geçtikten sonra Birinci Dünya Savaşı esnasında bu sayıya ve büyüklüğe ulaşabileceklerdi.
Büyük Amiral Zheng He’ye seferleri esnasında çeşitli filolara kumanda eden Müslüman amiraller de eşlik ediyordu ve son 4 seferinde Kızıldeniz’deki Cidde limanına gelerek hac vazifesini de yapmak nasip olmuştur. Hac yolculuğunu anlatan ilginç hikâyeler de mevcuttur. Bir kısmını kitabımızdan okuyabilirsiniz.
Zheng He sayesinde “Deniz İpek Yolu’nun” korsanlardan ve yağmacı devletlerden temizlenerek yeniden açılması ile birlikte Ming hanedanı Yonglo, büyük bir prestij kazanmıştı. Çin malları dünyanın her yerine ulaşmaya başlamış bu nadide ticari mallar, büyük krallıkların göz bebeği olmuştu. Çin ipeği ve Çin porselenleri karşılığında baharat ve mücevher gibi değerli malların da ticareti yapılıyordu.
Seferlerde çeşitli devletlere mensup elçilerle birlikte Çin devleti, Müslüman dünyasına açılmıştı. Ayrıca zenginlikte emsalsiz bu filo sayesinde Hint ve Pasifik Okyanusu sahillerinde yüzlerce cami inşa edilmişti. Bu büyük amiral; gittiği her yerde törenlerle karşılanıyordu. Bazı insanlar; İslam’ın zenginlik, barış ve huzur getiren yönü ile tanışmış oluyorlardı.
Amiral Zheng He’nin devasa filosu o tarihte çok zor olan ilkleri başarmıştı. Dev okyanus dalgalarına ve Muson fırtınalarına karşı dünyanın en gelişmiş seyir cihazlarını kullanmıştı. Yıldızlardan mevki koyma usulleri ve filolarına koordineli bir şekilde emniyetle sefer yaptırması onun ne kadar büyük bir denizci olduğunu ispatlamaktadır.
Filosundaki 9 direkli hazine gemisinin boyutları ise muazzam ölçülerdeydi. 15. yüzyılda denizciliğin ulaştığı bu seviye ve teknoloji; bütün mühendisleri Amiral Zheng He’ye hayran bırakmıştır.
Afrika’nın güney ucuna kadar seyahat etmiş buradaki kavimlere İslam’ı tanıtmıştı. Avrupa’lılardan farklı olarak üstün silahları ile sömürgecilik yapmıyordu. Ticaret yapıyor fakat karşılığında değerli bir mal olmasa dahi o ülkelerde değerli sayılan zürafa, leopar ve nadir bulunan kuş türlerini Çin’e getiriyordu. Birçok ülkeden elçiler onun filosu ile seyahat ederek dünya halklarının kaynaşmasına vesile olmuştu.
Son seferini yaptığı 1433 yılında denizde vefat eden bu büyük Müslüman amiralle ilgili anlatacak çok husus var. Bunu bir makaleye sığdırmak ise mümkün değildir. Meraklılarına şu ana kadar yazılmış en geniş hacimli bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum, vesselam…
.
Türkiye üzerinde hâkimiyet mücadelesi
Türkiye’nin gerçek tarihi, resmi tarih anlatımından oldukça farklıdır. Eğitim kurumlarında Türkiye üzerinde söz sahibi olmuş ülkeler olan İngiltere ve ABD gibi ülkelerden hiç bahsedilmez. Oysa 15 Temmuz 2016 tarihine kadar bu iki emperyalist ülke Türkiye’yi baskı altında tutmuş ve adeta nefes aldırmamıştır. İşte Türkiye’nin gerçek tarihini anlayabilmek için resmi tarih ile anlatılan yalan yanlış ezberleri bozmak gerekiyor.
Türkiye, Lozan anlaşması ile İngiltere hâkimiyetine girmiş “Misak-ı Milli” adı verilen milli yeminimiz bozularak vatan toprakları komşu devletlere verilmiştir. Milli mücadele ile cephede kazandığımız başarılar ve geri aldığımız topraklar; İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Gürcistan’a bırakılmıştır. Şöyle ki:
İstanbul ve Çanakkale Boğazları elimizden alınarak “Boğazlar Komisyonu” adı verilen uluslararası bir kuruluşa devredilmiştir. Batı Trakya, hiçbir zaman Yunan toprağı olmadığı halde Yunanistan’a bırakılmıştır. Keza Boğaz önü adaları ve Türkiye sahillerine çok yakın adalar; Yunanistan’a verilmiştir.
Uşi Anlaşması ile Osmanlı Devletine geri verilmesi gereken 12 Ada ve Rodos; İtalya’ya bırakılmıştır. Kıbrıs, İngiltere’ye kiralanmış iken Lozan’da tamamen bu devlete devredilmiştir. Halep ve İskenderun Sancağı, ahalisi Türk olduğu halde Fransa’ya bırakılmıştır. Musul ve Kerkük Mondros Mütarekesi imzalandığında askerlerimizin elinde bulunduğu halde İngiltere’ye bırakılmıştır. Ayrıca Batum, Meclis’te şehit edilen milletvekili olan Halit Paşa tarafından geri alındığı halde Gürcistan’a bırakılmıştır.
Bu hali ile bir hezimet olan Lozan, Türkiye üzerinde İngiltere’nin nasıl bir otorite kurduğunun apaçık göstergesidir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganı ile misak-ı milli sınırlarımızda yeniden hak iddia etmeyeceğimizi bu şekilde İngiltere ve komşu devletlere ilan etmiş oluyorduk.
Sovyetler Birliği başta olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan devletler, Lozan anlaşmasının Boğazlar ile ilgili kısmından son derece rahatsız olmuşlardı. Çünkü bütün limanları yabancı savaş gemilerine açık bir vaziyetteydi. 1936 Yılında Montrö anlaşması yapılarak Boğazlar komisyonu kaldırıldı ve İstanbul, Çanakkale Boğazları Türkiye’nin talebi doğrultusunda yeniden kontrolümüze verildi. Bununla birlikte Boğazlardan geçecek gemilerden ücret alınmaması kararı devam ettiriliyordu.
Fransa ile anlaşmalar yaparak Hatay’ı da geri almış Lozan’da kaybettiğimiz vatan topraklarının bir kısmına yeniden kavuşmuştuk. Fakat dış ilişkilerimizde İngiltere’ye bağlılığımız devam ediyordu. Örneğin babası V. George ölünce kral ilan edilen Edward, tahta çıktıktan hemen sonra 1936’da ilk yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye yaparak, müze yapılan Ayasofya’yı teftişe gelmişti. Ayasofya bu hali ile batılı devletler tarafından egemenliğimizin sembolü haline getirilmişti.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında İngiltere’nin Türkiye üzerinde etkisi devam ediyordu. Fakat Türkiye, üzerindeki baskının hafiflediğini görerek savaş dışında kalmayı başarmıştı. Almanya ile tam yedi yıl savaşan İngitere’nin ise mecali kalmamıştı. Maddi ve manevi olarak çökmüş olan İngiltere, bu savaş biter bitmez, neredeyse bütün sömürgelerini serbest bırakmaya veya ABD›ye devretmeye başlamıştı.
21 Şubat 1947 Cuma günü öğle saatlerinde, İngiltere’nin ABD’deki Büyükelçisi’nin sekreteri olan Lord Inverchapel, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı arayarak İngiltere Büyükelçisi’nin George Marshall’a Yunanistan ve Türkiye ile ilgili çok önemli bir bilgiyi aktarmak istediğini bildirmişti.
İngiltere’nin ABD’ye verdiği bu çok önemli bilgi, İngiltere’nin bir süredir Türkiye ve Yunanistan’a vermekte olduğu ekonomik ve askeri yardımı artık veremeyeceği ile ilgiliydi. İngiltere, Türkiye’nin Batı savunması için önemini belirterek Türkiye’nin hem askeri hem de ekonomik yönden desteklenmesi gerektiğini söylüyordu. Fakat İngiltere’nin artık bu yardımı sürdüremeyeceğini ve hatta Yunanistan’daki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğunu ve dolayısıyla artık bu sorumluluğu ABD’nin alması gerektiğini ifade etmişti.
İşte 1947 yılından itibaren Türkiye üzerinde İngiltere’nin etkisi sona ermiş fakat ABD’nin hâkimiyeti bu şekilde başlamıştı. ABD önce tek partili yönetimin değişerek çok partili hayata geçilmesini istemiş sonrasında Türkiye’nin NATO’ya alınmasını sağlamıştı. 27 Mayıs 1960 darbesi ile Türk Silahlı Kuvvetlerinde büyük bir tasfiye operasyonuna girişen ABD, kendisine yakın subayların terfi ettirilerek komuta kademesine yükselmesini sağlamıştı. İlan edilen ve referandumda kabul edilen 1961 Anayasası, askeri vesayet unsurları ile doluydu. Tek partili yönetimi aratmayacak derecede askerlerin yönetime müdahale etmesini öngörüyordu.
ABD, halkın seçtiği ve iktidara getirdiği siyasetçileri kendisini dinleyen askerler vasıtası ile her 10 yılda bir yaptırdığı darbelerle keyfine göre değiştirmeye başlamıştı. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 askeri darbeleri, ABD’nin ordumuz içinde koruyup kolladığı, semirtip büyüttüğü askerler aracılığı ile yapılmıştır.
Nihayet 15 Temmuz 2016 tarihinde halkımız göğsünü siper ederek Lozan’dan günümüze kadar uzanan İngiliz ve Amerikan hegemonyasını yıkmayı başarmıştı. FETÖ ve darbeci generallerin saldırıları püskürtülmüş ve 254 şehit pahasına ABD’ye büyük bir bozgun yaşatılmıştı. Hemen arkasından Ayasofya camisinin yeniden ibadete açılacağı müjdesi gelmişti. Kısa bir zaman sonra da cami olarak Ayasofya yeniden açılmıştı.
İşte Türkiye’nin gerçek tarihi bu üç dönemden meydana gelmektedir. 1947’ye kadar İngiltere, 2016’ya kadar da ABD’nin hâkimiyetinde ve baskısı altında kalmıştık. Fakat milli mücadeleden neredeyse bir asır sonra Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın liderliğinde bütün zincirleri kırarak 2016 yılında yeniden ayaklarımız üzerinde doğrulmaya başladık, vesselam
Darbeler nasıl önlenir?
“Su uyur düşman uyumaz” demiş atalarımız. Bu nedenle her on yılda bir ABD’nin önderliğinde ülkemizde yapılan darbelere karşı uyanık olmak zorunluluğumuz vardır.
Bu nedenle ordumuzdaki darbeci yapılanmalar hakkında bilgi sahibi olmak ve bunlara fırsat vermememiz gerekiyor.
Bu maksatla Adaleti Savunanlar Derneği’nin (ASDER), 6 Temmuz 2022 tarihinde “Asker gözüyle darbeler nasıl önlenir?” başlıklı panelini baştan sona takip etme fırsatı buldum.
Panelde üç astsubayın konuşmacı olması meseleye astsubay arkadaşlarımızın da ilgi gösterdiğinin bir kanıtı durumundadır. Türkiye’de en çok haksızlığa uğrayan kesimler içinde bulunan astsubayların aktif bir çaba içerisinde olması oldukça güzel bir gelişmedir.
Çünkü 28 Şubat mağduru askerlerden haklarını alamayanlardan büyük kesimini astsubaylar oluşturmaktadır. Nitekim çoğunluğu Yüksek Askeri Şura (YAŞ) ile ordudan ayrılmış subaylar 6191 sayılı kanun sayesinde özlük haklarının bir bölümünü almış iken çoğunluğu astsubay olan re’sen emekli askerler; devletten tek kuruş bile alamamışlardır. Hâlbuki bu askerlerin de aynı Yaşzedeler gibi en büyük suçu; eşlerinin başörtülü olmasıdır.
2023 seçimlerine bir yıldan az bir zaman kaldı. Bu dönemlerde siyasi partiler halkın ayağına giderek keyfini sormaya başlıyorlar. Fırsatı değerlendirip neredeyse 25 yıldır kanayan bir yara olan ordudan atılıp zırnık dahi alamayan asker arkadaşlarımızın haklarını alması için güzel bir fırsat doğmuştur.
Haklarında hiçbir yargı kararı bulunmadan fakat darbeci generallerin keyfi olarak ordudan attırdığı askerlerin haklarını alabilmesi açısından hepimiz çalışmalıyız.
Zira son iki yılda çok önemli gelişmeler yaşanmıştır. 28 Şubat’ın darbeci general ve amiralleri suçlu görülerek hapse atılmıştır. Bu durum 10 bine yakın askerin mağdur edildiği 28 Şubat sürecinin gündeme getirilmesi ve mağdur edilenlerin haklarını alabilmesi açısından çok önemlidir.
Daha da önemlisi ise 28 Şubat sürecinde Kamu Denetçiliği Kurumunun yaptığı denetim sonucu YAŞ kararı ve re’sen emekli edilen askerlere özlük haklarının verilmesi kararıdır. Meclise ve Ak Parti hükümetine gönderilen bu kararda; re’sen emekli askerlere de haklarının verilmesi için çalışma yapması gerektiği bildirilmiştir.
Uzun uğraşılar sonucunda Ak Parti hükümeti darbeci generallere rağmen 2011 yılında çıkardığı 6191 sayılı kanun ile 28 Şubat mağduru askerlerin bir kısmına yani Yaşzedelere emekli maaşı bağlamıştır. Fakat bunun iki katı yani sayısı 3 bine yakın re’sen emekli askere zırnık dahi vermemiştir. Bu haksızlığa sebep olarak re’sen emekli askerlerin yargıya başvuru hakkı olduğu ileri sürülmüştür.
Bununla birlikte askeri idare mahkemelerinde görevli yargıç subayların büyük bir kısmının FETÖ mensubu olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten bağımsız ve adil olarak yargılama yapamayan askeri idari mahkemeleri, 2017 tarihinde kapatılmıştır. Bu nedenle re’sen emekli askerlerin müracaatlarını kaale almayan bu kurumların kapatılması, mağdurların haklarını alması açısından hükümete çok önemli bir sorumluluk yüklemiştir.
Ak Partinin Meclis’te Grup Başkan vekili olarak görev yapan Muhammet Emin Akbaşoğlu, gerekli koordinasyonu sağlamak ve mağdur vatandaşlarımızla ilgili yasa tekliflerini değerlendirmekle görevlendirilmiştir. Akbaşoğlu’nun kanayan bu yaraya çare olacağı herkesin beklentisidir. Aksi takdirde bıçak sırtında geçeceği beklenen 2023 seçimlerinin kaybedilmesi durumu bile söz konusudur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu seçimleri kazanacaktır zira karşısında rakip olacak bir aday dahi bulunamamaktadır. Tecrübeli ve kesin sonuç alması ile bilinen Erdoğan’ın ilk turda olmasa da ikinci turda ipi göğüslemesi kolaydır. Fakat meclis aritmetiği daha önceki seçimlerde olduğu gibi rahat olamayacaktır. Bu açıdan zor bir seçime doğru yol aldığımızın farkında olmak gerekiyor.
İşte bu nedenle 28 Şubat mağdurlarına haklarının verilmesi Ak Parti hükümetinin yararınadır. Cumhur İttifakının diğer üyeleri mağdurların haklarını alması açısından kendilerinden yana endişe edilmemesi gerektiğini, asıl önemli olan Ak Partili siyasetçilerin ikna edilmesi olduğunu ileri sürmektedirler.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 28 Şubat mağdurlarının durumunu çok iyi bilmektedir. Daha önce bakan olduğu dönemde 6191 Sayılı yasanın Meclis’ten geçmesinde büyük katkısı olmuştur.
Kanun çıkarıldığında herkes sevinmiş re’sen emekli askerlerin de özlük haklarını alacağı beklentisi meydana gelmiştir.
Fakat Bakan Bey görevinden alınmış yerine gelen bakanlar ise konuyla yeterince ilgilenmemişlerdir.
İşte “Darbeler nasıl önlenir” panelinde emekli Tabip Albay Hasan Hüseyin Uludağ’ın da dile getirdiği gibi cuntacı generallere karşı verilecek en büyük cezalardan bir tanesi “mağdur edilen asker ve sivillere haklarının iade edilmesi” olacaktır.
Bu sayede darbeci generaller yaptıkları zorbalık ve zulümlerin bir işe yaramadığını görüp yattıkları cezaevlerinde kahrolmaya devam edeceklerdir.
“Gözünün üstünde kaşın var” misali “eşinin üstünde başörtüsü var” diyerek askerleri ordudan atmak ve buna sadece şerh koyarak alet olmak siyasetçilerin içine düştükleri çok önemli bir açmazdır. Umulur ki; hükümet “zararın neresinden dönülürse kârdır” diyerek gerekli yasa tekliflerini Meclis Genel Kuruluna getirir, vesselam…
.
F-35 uçaklarından neden vazgeçildi?
Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere, parasını verdiğimiz iki adet kruvazöre, gönderilen denizciler tam da gemileri teslim almak üzereyken el koymuştu.
Uluslararası ticari anlaşmaları bu derece küstah bir şekilde ayaklar altına almak Anglosakson ülkelerin çirkin yüzünü göstermesi açısından iyi bir ders olmuştu.
Belki de Almanya ile beraber bu ikiyüzlü Batılı devletlere karşı savaşa girmemizin en önemli sebeplerinden bir tanesi de budur.
“Sultan Osman” ve “Reşadiye” isimli savaş gemilerinin apaçık gasp edilmesi olayı bu ülkelere güvenilmemesi gerektiğini gösteren önemli bir derstir. Şimdi 108 yıl öncesinde olduğu gibi bu sefer ABD de aynı çirkin davranışı yapmıştır. İngilizler ile aynı anlayışa sahip ve ahde vefa duygusuna sadık olmayan Anglosakson eşkıyası; parası ödenmiş F-35 uçaklarımıza el koymaktan utanmıyor ve çekinmiyor.
İşin daha ilginç olan kısmı ise F-35’lerin bir kısım parçalarını hâlâ Türk firmaları üretmektedir. Ne yazık ki; yapılan ticari anlaşma ve ortak üretim faaliyetlerinin ABD derin devleti ve Yahudi Lobisinin oyuncağı haline gelmiş ABD Başkanı üzerinde hiçbir etkisi olmuyor. Apaçık bir şekilde Türkiye için çok önemli “Hava Savunma Sistemlerini almayacaksınız” diye tehdit edebiliyorlar.
ABD’nin küstahlıkları bu kadar değil ki.
Uluslararası hukuku hiçe sayarak 15 Temmuz Darbesini yapan Feto’yu teslim etmediği gibi; devlet bankası olan Halkbank yöneticisini tutuklayıp hapislerde süründürebilmiştir.
Döviz operasyonları ile Türkiye ekonomisini çökerteceğini açıkça ilan etmekten çekinmemiştir. Ülkemizin içişlerine karışacak derecede küstah bir şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı iktidardan indireceklerini dahi söyleyebilmişlerdir. Bunlardan başka daha nice çirkinlikleri yapmaya devam edip hatta diplomatik nezaket kurallarını hiçe sayıp Türkiye’yi açıktan tehdit edecek kadar zıvanadan çıkmış bu durum; artık sürdürülemeyecek bir noktaya gelmiştir.
İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin anlayacağı dil ile konuşmaktadır. Çünkü ABD’nin küstah ve aşağılayıcı politikasını kabul etmek ülke itibarımızı yerle bir edecek bir mahiyet taşımaktadır. Eğer boyun eğersek bunun ülkemizin sosyal-siyasi konumuna ve ülke ekonomisine vereceği zararı telafi etmek mümkün değildir.
Aslında biz bu filmi bundan 40 yıl önce seyretmiş onurlu bir şekilde dik duruşumuz sayesinde savunma sanayimizin gelişmesini gözlerimizle görmüştük. 1974 Kıbrıs harekâtı sonrasında ABD’nin koyduğu silah ambargosu orta vadede ülkemizin yararına olmuştur.
Türkiye’ye uygulanan silah ambargosu nedeniyle elimiz armut toplamamış 1975 yılında; ABD’ye ait 21askeri üs ve tesis kapatılmış 5 bin ABD askeri ve sivil personeli ülkemizden kovulmuştu. Tek istisna olarak Adana’daki İncirlik ortak savunma tesisine; NATO görevi saklı kalmak kaydıyla müsaade edilmişti. Fakat burası da 26 Temmuz 1975 tarihinden itibaren durdurularak Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetimine alınmıştı.
Üstelik Kıbrıs Harekatından dolayı Batılı devletlerin düşmanca tutumu yüzünden neredeyse dünyadan dışlanmış bir Türkiye vardı. Kıbrıs’taki garantörlük anlaşmalarından doğan haklarını savunmak konusunda kararlı olan Türkiye; her ne pahasına olursa olsun geri adım atmamıştı. İşte 2019 yılında Doğu Akdeniz’de henüz keşfedilen petrol ve doğalgaz kaynaklarından istifade etmek için Kıbrıs Harekatının ne derece önemli olduğunu; şimdi daha iyi anlıyoruz.
Türkiye’nin kararlı tutumu sonrasında gittikleri yolun bir çıkmaz sokak olduğunu anlayan ABD hükümeti, geri adım kararı almak zorunda kalmıştı. Sonunda, 1978 tarihinde ABD Kongresi bu haksız kararı kaldırmak zorunda kaldı. Buna rağmen ABD askeri üs ve tesisleri hemen açılmadı.
Türkiye, sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyordu. Fakat ABD ile olan ilişkilerimiz 12 Eylül 1980 tarihinden sonra yeniden eskiye dönmüştü. Kenan Evren ve askeri cuntası, ülke menfaatlerini hiçe sayarak Yunanistan’ın NATO’ya girmesine de müsaade etmişti.
Şimdi durum çok farklıdır. Türkiye’nin dış politikası Sabetay Yahudilerinin etkisinden çıkarılmış ve ülke menfaatleri doğrultusunda yeniden şekillenmeye başlamıştır.
NATO’da her söylenen emre “başüstüne” diyen bir ülke yoktur. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme istekleri, Türkiye’nin talebi doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir.
F-35 uçaklarının Türkiye’ye verilmemesinin gelişmiş ve yüksek teknolojinin kullanılması noktasında ülkemize zararı olsa da şu noktada faydası olmuştur:
F-35 uçakları ve üzerindeki yazılım, ülke savunmasını etkileyecek düzeyde mahrem bilgilerin ABD’ye verilmesine neden olacaktı. Çünkü bu uçakların envantere girmesi ile birlikte hava limanları, mevcut cephane ve yakıt stokları güncel olarak paylaşılmak zorunluluğunu doğuruyordu.
Türkiye’ye karşı uluslararası platformlarda açıkça düşmanlık yapan ABD ve bazı NATO ülkelerine bu bilgilerin verilmesi ülke savunmasını olumsuz yönde etkileyecek düzeydedir. ABD bu uçakları satarak bir taşla iki kuş vurmaktadır.
Hem çok pahalı bir silah satmakta hem de ülkenin askeri sırlarına sahip olmaktadır.
S 400 Füze sistemlerini Rusya’dan alarak bu tehlikenin önüne geçmiş durumdayız. ABD, ticari olarak parası verilmiş olan uçakları teslim etmeyerek büyük bir skandala imza atmıştır. Yetmedi F-35 projesinin kurucu ortaklarından biri olan Türkiye’yi saf dışı bırakmak için ortaklık sözleşmesini fesh etmiştir. Yeniden kendi kafasına göre ortaklık anlaşması yapan ABD’nin bu çirkin tutumu unutulmayacaktır. Elbette güvenilir bir müttefik olarak ABD’nin tutumu birçok ülke tarafından tartışılacak ve eskiden olduğu gibi her anlaşmaya kimse kolayca imza atmayacaktır.
Kısaca söylemek gerekirse F-35 projesinden Türkiye’yi çıkarmak ABD’ye pahalıya mal olmuştur, vesselam…
.
28 Mağdurları ve MHP’nin adımı
MHP Bursa Milletvekili Mustafa Hidayet Vahapoğlu, 30 Haziran 2022 tarihinde Meclis’te yapmış olduğu konuşmada çok önemli bir soruna el attı. Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının özlük hakları ile ilgili olarak hazırlanan yasa teklifinin Meclis Başkanlığına sunulduğunu ve bir an önce Genel Kurul gündemine alınması gerektiğini söyledi.
28 Şubat 1997 sürecinde darbeci general ve amiraller başörtüsünü bahane ederek önce ordumuzda sonrasında ise tüm kamu kurumlarında büyük bir tasfiye operasyonuna girişmişlerdir. Yasa dışı bir örgüt olan ve Silahlı Kuvvetlerimizde eşi başörtülü, namazını kılan, milliyetçi ve muhafazakâr askerlerin fişlenerek ordudan atılmasını sağlayan Batı Çalışma Gurubu (BÇG), 10 binden fazla askerin emekli edilmesini sağlamıştır.
15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün gerçekleşmesi için FETÖ mensubu subayların önünü açmak gayesini de taşıyan bu BÇG örgütü, hızını alamamış kamu kurumlarında görevli bütün başörtülü hanımların memurluktan atılması için de büyük çaba göstermiştir.
İşte makalemizde bu konuya el atarak Vahapoğlu’nun gündeme getirdiği yasa teklifinin ne anlama geldiğini ve ne derece önemli olduğunu ifade etmeye çalışacağız. Çünkü 28 Şubat sürecinde orduda yapılan kıyım; Ak Parti hükümetinin ilk 10 yıllık döneminde de devam etmiştir. Sırf eşi başörtülü diye hakkında hiçbir yargı kararı bulunmayan çoğu üstün başarı sahibi askerler, 2010 yılına kadar acımasızca ordudan atılmaya devam etmiştir.
Bir dönem gelmiş Ak Partili bazı siyasetçiler şunu dahi söyleyebilmişlerdir. “Ordudan başörtüsü nedeni ile atılan asker kalmadı”. Evet, kalmadı çünkü darbeci generaller hepsini ordudan atıp FETÖ mensubu askerleri orduya yerleştirdiler. “Özrü kabahatinden büyük” diye bir söz vardır. İşte aynen bu duruma uymaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan; o dönemde Başbakan olarak görev yapıyordu. Şımarmış ve küstah bir şekilde hareket eden hatta kameralar karşısında küfürlü konuşan generallere karşı ordudan ilişik kesme belgelerine sadece “şerh düşmekle” yetinmişti. Yargı kararları olmadan işinden gücünden uzaklaştırılmayı doğru bulmamakla birlikte imza atmaktan çekinmiyordu. O tarihte Cumhurbaşkanı olan Gül de aynı tavrı göstermişti.
Hak mücadelesine girişen emekli askerler, büyük bir emek sonucunda 28 Şubat’ın darbeci general ve amirallerinin yaptıkları eylemleri yargıya taşımış ve nihayet rütbelerinin sökülerek müebbet hapis cezası ile hapse atılmalarına muvaffak olmuştu.
Uzun uğraşı ve gayretler sonucunda ordudan haksız yere emekli edilerek işsiz bırakılan ve kamu kurumlarında hatta özel ticari şirketlerde dahi çalışmalarına müsaade edilmeyen askerler, kurmuş oldukları sivil toplum örgütleri vasıtasıyla çeşitli haklar elde etmeye muvaffak olmuşlardır. Bunlardan ilki; 2010 referandumunda Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarının yargı denetimine açılması olmuştur.
2011 yılında 6191 sayılı kanun ile hiçbir tazminat alınmaması karşılığında YAŞ kararı ile emekli edilen 1200 civarındaki askere özlük haklarının bir kısmı verilmiştir. Bu yasa kapsamında 1980 yılından sonra ordudan atılan aşırı sol görüşe mensup komünist subaylar da ilave edilmiştir. Nitekim CHP Edirne Milletvekili Rasim Çakır, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ordudan atıldığını ve yaşadığı haksızlıkların kendisini siyaset yapmaya zorladığını ifade etmiş ve partisi ile beraber kanunu desteklemiştir.
Ak Parti hükümeti, kurmuş olduğu komisyonlar vasıtası ile YAŞ kararı ile ordudan ayrılan askerlerin dosyalarını inceletmiş ve içinde benim de bulunduğum askerlere emeklilik haklarını getirmiştir. Fakat sayısı 3000’i geçen kararname ile ordudan atılan re’sen emekli askerlere hiçbir hak verilmemiştir. İşin daha kötüsü kendileri tarafından “şerh düşülerek” emekli edilen askerlerin büyük çoğunluğu re’sen emekli askerler arasında yer almaktadır.
Ak Parti yetkililerine “re’sen emekli edilen bu askerlere neden özlük haklarını vermediniz?” sorusu yöneltildiğinde “onlar yargıya başvurma haklarına sahiptiler” cevabı verilmiştir. Hâlbuki askeri yargı, bütün müracaatları geri çeviriyor ve re’sen emekli askerlerin hiçbir yargı işlemine tabi olmadan ordudan atılması kararlarını adalete uygun görerek, cevaplandırıyordu. Nitekim adalet ilkesinden ayrılmış ve bağımsız yargılama yeteneğine sahip olmayan bütün bu askeri idare mahkemeleri, 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra kapatılmıştır.
Askeri mahkemelerin kapatılma sebeplerinden bir tanesi de askeri yargı mensuplarının önemli bir kısmının FETÖ örgütü mensubu olduğunun belirlenmesidir. Bundan yedi yıl öncesine kadar ABD tarafından hâlâ beslenip korunmakta olan FETÖ örgütü ve elebaşı Fetullah Gülen, silahlı kuvvetlerimize ciddi şekilde zarar vermiştir. Askeri yargı da bundan nasibini almıştır. ABD sadece FETÖ örgütünü değil silahlı kuvvetler içindeki darbe yanlısı askerleri de desteklemiştir. Namaz kılan, ibadetlerini yerine getirmeye çalışan askerler fişlenip baskı altında tutularak bir kısmı yukarıda değindiğimiz şekilde, diğer kısmı ile kendi istekleri ile emekli edilmeye zorlanmıştır. Bu sayede darbe yapmaya elverişli askerlerin önü açılarak terfi ettirilmiş ve 15 Temmuz gerçekleştirilmiştir.
28 Şubat sürecinde öylesine acımasız bir kıyım gerçekleştirilmiştir ki; 15 Temmuz 2016 darbesinde görevde olan yaklaşık 350 general ve amiralden 175 tanesinin FETÖ örgütü ile bağlantılı ve iltisaklı olduğu tespit edilmiştir. Alt rütbedeki subayları ise saymıyorum. Bu derece büyük bir operasyon darbe için gerekliydi. Ordu içinden ters yönde gelecek bir duruş istenmiyordu.
İşte yaraların sarılması açısından MHP Milletvekili Vahapoğlu’nun dile getirdiği hususlar bu açıdan çok önemlidir. Vahapoğlu, mağdur edilen askerlerin haklarına kavuşması için şu hususların altını çizmiştir:
“Üniformalı meslekler dünyanın her yerinde insan psikolojisini zorlayan hatta bazen normal dışı karar ve tepkilere sebebiyet verebilecek ilişkiler içeren mesleklerdir. Bu nedenle, seyrek olsa bile istek dışı veya meslek standartlarına uymayan tepkili davranışların yaşanabildiği şartlar söz konusu olabilmektedir. Bu kapsamda, Türk Silahlı Kuvvetlerinden re’sen emekli edilen bir grup meslek mensubu bulunmaktadır. Kuvvet Komutanlıklarında bulunan dosyaları incelenmek suretiyle üste müessir fiil, kamu malına kasten zarar vermek ya da yüz kızartıcı suç nedeniyle ilişiği kesilenler hariç diğerlerinin itibarlarının iade edilerek haksız yere töhmet altında kalmalarının önlenmesi yararlı olacaktır” demiştir. Bu maksatla hazırlanan yasa teklifleri, Meclis Başkanlığına sunulmuştur.
Ak Parti’nin hazırlanan bu yasalara katkı sunması ve kanunlaşması için çaba göstermesi gereklidir. Zira bu husus vicdani bir sorumluluktur. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “re’sen emekli edilen askerlerin” haklarının verileceğine dair sözleri vardır. Defalarca Meclis’e gelen fakat silahlı kuvvetlerde yuvalanmış bazı darbeci generallerin diretmesi sonucunda bir türlü Meclis gündemine gelemeyen bu yasa teklifleri, adaletin tesisi açısından çok önemlidir.
Her şeyden önce 28 Şubat 1997 general ve amirallerinin suç işledikleri yargı kararları ile tescil edilmiştir. Her ne kadar bunların sivil bağlantıları ile ilgili hiçbir şey yapılmış olmasa bile zarara uğrayan mağdur kişilere haklarının verilmesi bir hukuki zorunluluktur. Zira yasa dışı yöntemlerle Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçiren darbeci askerler hiçbir kanuni yetkiye dayanmadan 10 bin askeri ordudan uzaklaştırmıştır. “İrtica” suçu işlediğini delillendirmek için kullandıkları en önemli argüman “başörtüsüdür”. Öylesine çirkin ve iğrenç uygulamalar yapılmıştır ki; yazımızı çok uzatmamak ve okuyucularımın sinirini bozmamak için bunlardan bahsetmiyorum.
Re’sen emekli edilen askerlerin haklarını almaları için zorunlu olarak Ak parti hükümetinin bu yasa tasarısını ele almasını gerektiren ikinci husus ise şudur:
Kamu Denetçiliği Kurumu, sivil toplum örgütleri ve bazı şahısların girişimleri sonucu 28 Şubat sürecinde ordudan re’sen emekli edilen askerlerin dosyalarını incelemiş ve karara varmıştır. YAŞ kararı ile ayrılan askerlere tazminat verilmesi gerektiği kararı da bulunmakla birlikte asıl olan kanayan bir yara haline gelen re’sen emekli askerlerin haklarının verilmesi ve orduya dönmelerine müsaade edilmesi istenmiştir.
YAŞ kararları ile ayrılan askerlere tazminat verilmesi şu anda gündemimizde değildir. Çünkü neredeyse bu askerlerin iki katı kadar sayıya ulaşmış “re’sen emekli” askerler, haklarında bir mahkeme kararı olmamasına rağmen devletten tek kuruş dahi alamamışlardır. Üstelik kendilerini haksız yere ordudan atan general ve amiraller hapse atılmış iken dahi mağdur durumdadırlar.
Sivil toplum örgütleri bu konuda ciddi bir şekilde mücadele vermektedirler. Fakat Ak Parti hükümeti ve siyasi yetkilileri, bu konu ile bir türlü ilgilenmemektedir. Hâlbuki hükümetten bir lütuf veya bir ayrımcılık istenmemektedir. Devlet tarafından gasp edilen hakların verilmesini ve mağduriyetlerin giderilmesini istemek; tabelasında “Adalet” ismi ve kavramı bulunan bir parti için ayıp değildir.
Mağdur edilen askerlerin silahlı kuvvetlere dönmesi teknik olarak çok zordur. Zaten bununla uğraşmıyoruz. Çünkü aradan 25 yıl geçmiş hatta bu askerlerden bir kısmı Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Burada yapılacak işlem çok basit olup şudur:
28 Şubat sürecinde re’sen emekli edilen askerlerin dosyaları ilgili komutanlıklardan istenecektir. Askerliğe uygun olmayan davranışlardan ve yüz kızartıcı suçlardan emekli edilmiş insanlara özlük haklarının verilmesi gibi bir talep söz konusu değildir. Bu dosyalar incelendikten sonra herhangi bir suça bulaşmamış sırf eşi başörtülü veya namazını kılmak gibi suçlardan(!) emekli edilen askerlere özlük hakları yani emeklilik maaşları verilecektir. 6191 sayılı kanun ile YAŞ mağdurlarına verilen özlük haklarını bu insanlar için de istemek kadar doğal bir durum olamaz.
Seçim dönemleri siyasetçilerin halkın ayağına gittiği ve keyiflerini sorduğu bir zamandır. Bu nedenle Ak Parti hükümetinin ve parti organlarının tam 25 yıldır akan bu yaraya çözüm bulması şarttır. Bu konuda MHP, kanun teklifi sunarak destek olmaktadır. Başka partilerinde bu haksız gasp ve zulüm nedeni ile yasa tasarısına destek olacağı kesindir.
Ortaya çıkacak olan para yani devletin ödeyeceği maddi miktar da çok değildir. Fakat manevi kazanç çok önemlidir. Devlete, ordumuza aşkla şevkle hizmet etmiş fakat eşi başörtülü diye ordudan atılmış insanlara verilecek üç beş milyonun manevi getirisi epeyce fazladır. Akıllıca davranmak Erdoğan başta olmak üzere siyasetçilerin önemli bir sorumluluğu ve bir görevidir.
Yazımın sonunda şöyle bir olumsuz bakış açısı getirip siyasetçileri gerçekçi düşünmeye davet edeyim:
Diyelim ki; re’sen emekli askerlere özlük hakları verilmedi. Tarihe bu durum nasıl geçecektir? Ordudaki generallerden çekindiği için korkup basit bir kanunu geçiremeyen siyasetçilere iyi gözle bakılabilir mi?
Önceki hükümetler ve iktidar olduğu dönemde eşi başörtülü diye ordudan atılan askerlerin haklarını vermeyen, ısrarla karşı çıkan siyasetçilerden bunun hesabı sorulmayacak mıdır?
Hadi! Dünyada iken hesap sorulmadı diyelim. Peki, ruzi mahşerde zerre kadar bir hakkın ziyan edilmeyeceği o dehşetli günde ne cevap verilecektir? “Darbeci generaller istememişti” diyerek kendini kurtaracağını zannetmek; akıllıca mıdır?
Kıssadan hisse olarak şunu söyleyelim ki; bu dünya geçici bir hayattır. Asıl hayat sonsuz olan ahiret hayatıdır. Burada yapılan işlere göre ebedi alemde ya mükafat ya da ceza göreceğiz. O halde kul hakkı ile Rabbimizin huzuruna çıkmaktan korkmalı ve buna göre hareket etmeliyiz, vesselam
.
FETÖ ve PKK’nın sonu göründü
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonrasında uluslararası ilişkilerde büyük değişiklikler yaşanmaya başladı. Türkiye’nin stratejik, ekonomik ve sosyo-politik önemini Amerika’daki sağır başkan bile anlamaya başladı. Özellikle Batılı devletler, Türkiye ile ilişkilerini düzeltmenin kendileri için hayati önem taşıdığını anlamaya başladılar.
Türkiye ile iyi ilişkiler kurmanın zorunluluğunu en iyi anlayan ülkelerin başında İsveç ve Finlandiya geliyor. Bu ülkelerden özellikle İsveç, ABD’den sonra FETÖ’ye destek veren ülkelerin başında yer alıyor. PKK ile beraber FETÖ hainlerinin Avrupa’daki merkezi haline gelen İsveç, NATO’ya girme karşılığında Türkiye ile anlaşmak zorunda kalmıştır.
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in öncülüğünde Türkiye, İsveç ve Finlandiya Cumhurbaşkanlarının bir araya gelmesi sonunda çok önemli bir mutabakat muhtırası imzalanmıştır. 10 Maddelik bu metnin FETÖ ve PKK konusuna değinen çok önemli maddeleri var. Bu mutabakata uyma konusunda İsveç ve Finlandiya’nın gerçek tutumunu yakında göreceğiz.
Eğer şimdiye kadar olduğu gibi yüzümüze gülüp arkamızdan teröristlerle işbirliği yapan bu ülkeler tutumlarını değiştirmez iseler; cevap çok ağır olacaktır. Türkiye’nin NATO’ya yeni katılacak ülkelere uyguladığı veto hakkını kullanması bitmiş değildir. En azından Mecliste bu konu değerlendirilerek Batılı devletlerin ikiyüzlü politikalarına karşı çıkmak söz konusudur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batılı devletlere karşı uyguladığı başarılı tatlı-sert politika meyvelerini vermeye devam ediyor. İşte “veto” hakkını öne sürerek İsveç ve Finlandiya’ya uyguladığı baskı sonucunda FETÖ ve PKK terör örgütlerine karşı ilk defa uluslararası bir anlaşma metninde maddeler yazılarak çok önemli kazanımlar elde edilmiştir. Yakında bu iki dehşetli terör örgütünün sonunun yaklaştığını göreceğiz.
Anlaşma muhtırasının hemen sonrasında NATO liderler zirvesinde ABD Başkanı Biden ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yapılan ikili görüşmelerde uzlaşma konusunda olumlu sözler söylendi. Bu durum FETÖ ve PKK konusunda ABD’nin geri adım atması anlamına gelmektedir. Bundan sonra her iki terör örgütünün en büyük destekçisi olan ABD’nin yardım ve yatakçılığı sona ermek üzeredir.
Elbette bugünden yarına FETÖ ve PKK örgütleri, bıçak kesilmiş gibi birdenbire faaliyetlerini kesmeyecektir. Fakat ABD’nin desteğini resmi olarak arkalarında göremeyecekler. Örneğin ABD’nin görevlileri ve subayları PKK yetkilileri ile gazetecilere karşı kolayca poz verip resim çektiremeyecek.
ABD’nin istihbarat teşkilatının bir parçası haline gelen FETÖ, bu gelişmelerden dolayı çok rahatsız durumdadır. İsveç ve Finlandiya’da bulunan elemanlarının aynı PKK’da olduğu gibi Türkiye’ye iade edilme süreci yakında başlayacaktır. Her şeyden önce ilk defa uluslararası bir metinde FETÖ örgütü terör unsuru olarak yer almıştır. Bu husus gelecekte meydana gelecek Türkiye’nin diplomatik atakları açısından çok önemlidir.
Son gelişmeler ile ilgili olarak Türkiye’nin kazanımlarını ifade edebilmek için önemli bir hususu dile getirmek gereklidir. Kimsenin yeteri kadar üzerinde durmadığı batılı ülkelerin Türkiye’ye karşı açıkça hasmane tutumu sona ermek üzeredir. En azından resmi olarak tavır değişikliği gözlenmeye başlamıştır. Unutmamak gerekir ki; Türkiye, PKK ve DAES terör örgütlerinin Suriye sınırımızdan ileriye geçip operasyon yapmalarına engel olmak maksadıyla 30 kilometrelik bir güvenli bölge meydana getirme çabasına karşılık BM Güvenlik Konseyinden çok tehlikeli bir adım gelmişti. Batılı devletler, Türkiye’nin terörle mücadele kapsamındaki sıcak takip hakkını görmezlikten gelerek bir “kınama” kararı çıkarmaya çalışıyordu.
10 Ekim 2019 tarihinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturmak için başlattığı “Barış Pınarı Harekâtı’nı” kınama oylaması yapmıştı. Harekâtın yapılmasına karşı açıklamalarda bulunan ABD ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nin Türkiye’yi kınama kararını veto ederek Türkiye’nin kınanmasını önlemişti. Bu tutum BM tarihinde alışılagelmiş bir durum değildir.
Almanya, Belçika, Polonya, Fransa, Britanya ve Estonya, Türkiye’ye Suriye’deki tek taraflı askeri hareketlerini sonlandırma çağrısı yapmış ve harekâtın Türkiye’nin mevcut güvenlik kaygılarına cevap olmayacağını söylemişti. Yetmedi Türkiye’yi kınayarak bunu BM zeminine getirmişlerdi. Hâlbuki Suriye’deki Esed yönetimi ve terör örgütleri tarafından ölümle yüz yüze kalan milyonlarca sivil akın akın ülkemize geliyordu. Bu gerçeği görmeyen Batılı devletler, Türkiye’nin BM sözleşmelerinde yer alan sıcak takip hakkından doğan terörist örgütlerle mücadelesine karşı çıkıyordu.
“Dünya beşten büyüktür” diyerek “veto” hakkına karşı olan Türkiye, ilk defa bunun faydasını görmüştü. ABD harekâta karşı çıkmasına rağmen Rusya’nın kınama kararını veto etmesi nedeniyle ayıplı duruma düşmemek için Türkiye’nin yanında durmak gerektiğini düşünmüştü.
2019 yılında yaşayarak gördüğümüz Batılı devletlerin bu ikiyüzlü tutumu, açıkça Türkiye’ye karşı düşmanca tavır gösterdiğinin bir ispatıydı. İşte İsveç ve Finlandiya’ya karşı önce gösterilen sert ve kararlı tavır ve sonrasındaki NATO üyeliği için “dostluk şartlarına uyarsanız size yardımcı oluruz” kararı; çok önemlidir. Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde Batılı ülkeleri hizaya getirdiğinin bir göstergesidir.
Bundan böyle Batılı ülkeler, Türkiye’ye karşı daha dikkatli olmak zorunda olduklarının farkına varmıştır. Türkiye’nin daha önce hiç kullanmadığı “veto” ve benzeri haklarını gerektiğinde ülke menfaatleri doğrultusunda çekinmeden kullanacağını görmüş ve daha dikkatli olmaları gerektiğini anlamışlardır, vesselam…
.
“Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır” gerçeği!
Kanun-u Esasi yani Osmanlı Devletinin anayasası, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda esas alınmıştır. Kurucu anayasamızdır.
Kurucu ilkelerin başında da 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesi olarak “Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğu” gerçeğinden bahsetmek gerekiyor.
Bu hüküm tartışmasız olarak İslam dininin bu ülkenin kurulmasında ne derece önemli olduğunun bir göstergesidir. Hukukçu ve akademisyen olarak kamuoyunun önüne çıkan ve dinsizliği bu vatanda yaymak için çaba gösteren ahmakların gözüne bu gerçeği sokmak çok önemlidir. Çünkü bu kişiler, CHP’nin 1936 yılında ortaya çıkardığı ilkeleri “kurucu ilkeler” adı altında piyasaya sürmeye çalışmaktadır.
Kısaca CHP’nin altı oku olarak gösterilen bu ilkeler “Cumhuriyetçilik, devletçilik ve milliyetçiliktir.” İtalya’da faşist bir cumhuriyet kuran Mussolini’nin partisinden çalınmıştır.
Ne ilginçtir ki; bu partinin sembolü olan “balta ve oklar” CHP’nin de parti amblemi yapılmak istenmiştir.
Denizci asker öğrenciler karacı askerler ile yaptığı spor müsabakalarında rakiplerini küçümsemek için “balta” lakabını kullanırlar. “Balta” sembolü halk ağzında ve argoda “kaba saba, işe yaramaz” sözü yerine kullanıldığı için bunun yerine CHP sembolü olarak sadece “oklar” tercih edilmiştir. İtalyan faşistlerinden alınan bu ilkeler; çok fazla anlaşılmasın diye ilave olarak “laiklik, halkçılık ve devrimcilik” CHP’nin sembolleri olarak ortaya konulmuştur.
İşte CHP’nin ilkeleri ve siyasetinde “din” kavramı ve “demokrasi” bulunmamaktadır. Marksizm’de olduğu gibi dini; halkı uyutmak için kullanılan bir afyon(!) olarak görürler. Tamamen seküler ve materyalist bir felsefe; bu partinin kurucu esasları arasında yer almıştır.
Nitekim CHP’nin kurucu başkanı “Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” diyerek bu gerçeği ifade ettiği gibi 2022 yılında dahi CHP sözcüleri bu sözü tekrarlamaya devam etmektedir.
Elbette her siyasi partinin düşüncelerine saygı duymak gerekir. Fakat bir siyasi parti dine ve insanların kutsallarına saygı duymuyor ve bunu ısrarla dile getiriyorsa bu durum kendileri için ciddi bir sorundur. Çünkü ülkemizde din duygusu çok güçlüdür ve asla reddedilmesi mümkün olmayan bir gerçektir.
2023 seçimlerine giderken ilk defa CHP’de Genel Başkan Kılıçdaroğlu tarafından “helalleşme” adı altında bir söylem geliştirilmeye başlandı. Gerçekten de halkın değerlerine tepeden bakan seçkinci ve faşist bir siyasi partiye göre bu tavır geç olsa da önemli bir gelişmedir. Her ne kadar bu helalleşme kavramı sadece “başörtüsü” konusunda kullanılmış olsa da bunu önemli bir gelişme olarak görmek gereklidir. Fakat seçimleri kazanıp iktidar olabilmesi için yeterli değildir. Çok partili dönemde CHP’nin Türkiye’de ilk defa seçim kazanabilmesi için yapması gerekenlerin başında “Teşkilatı Esasiye” kanunundan çıkardığı “Türkiye Cumhuriyeti’nin dininin İslam olduğu” maddesini yeniden değerlendirmeye almasıdır.
Laiklik ilkesi ne yazık ki; CHP yöneticileri tarafından çarpık bir yorumla “dinsizlik” olarak ele alınmış ve bu maksatla kullanılmıştır. Hâlbuki laiklik kavramı ilk olarak Fransa’da ortaya çıktığında Katoliklerin Protestan Hıristiyanlara karşı gösterdikleri acımasız soykırıma karşı kullanılmıştır. Kimsenin dinine ve inancına karşı gelmemeyi esas almaktadır.
Buna karşılık Türkiye’de CHP ve bir kısım faşistler tarafından laiklik; “din ile ilgili bütün kurumları ortadan kaldırmak” ve Müslümanlara karşı bir şiddet aracı olarak anlaşılmış ve kullanılmıştır. Bunlardan sadece bir tanesi Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkâm-ı şer’iyenin tenfizi” yani dini hükümlerin yerine getirilmesi maddesi 1928 yılında “devletin dini İslam’dır” hükmü ile birlikte anayasamızdan kaldırılmıştır.
Bu akıl almaz değişiklik yapıldığında Mecliste sadece CHP’li milletvekillerinin bulunduğu baskıcı bir hükümet bulunuyordu. 120 vekilin teklifiyle, bu değişiklik süreci başlatıldı. Görüşmede TBMM’de toplam 316 milletvekili vardı. Bu milletvekillerinden 264’ü, kabul oyu vermiş sadece 52 milletvekili teklifi reddetmişti.
Eğer bu kadar ile kalsa yine iyiydi. İslam dininin ve Türk milletinin kutsalı olan birçok husus ortadan kaldırıldı. Hilafet makamı hükümet ve Meclisin uhdesine alınmışken tamamen yok edildi. Bin yıldan beri kullandığımız alfabemiz Latin harfleri ile değiştirildi. Geçmişimizi hatta mezar taşlarını dahi okuyamaz olduk.
Şapka kanunu çıkarılarak gayrimüslim serpuşunu giymek istemeyen bazı vatandaşlarımız idam edildi. Ayasofya başta olmak üzere camilerimiz kapatılarak inşa edilme maksadına aykırı olarak türlü türlü işlerde kullanılmaya başlandı. İslam dininin yasakladığı alkollü içki devlet eliyle üretilip özellikle kamu kurumlarında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Daha bunun gibi nice İslam’a aykırı fiil ve davranışlar acımasızca uygulandı.
İşte bütün bu hususlar orta yerde dururken sadece “helalleşme” kavramı üzerinden siyaset yapmak CHP için yeterli değildir. Öncelikle milletimizle barışmak için dini hüküm ve kavramlara karşı CHP’nin tek partili faşist dönemini kınamak gereklidir. İki kuşak önce yaşamış baskıcı yöneticilerin yaptığı insanlık dışı eylemleri kabul etmek ve bunların savunucusu olmak işte şu anda görüldüğü gibi kemikleşmiş yüzde 25’lik bir seçmen desteğini getirir. Bunun üzerinde bir oy almak CHP için ham hayaldir, vesselam
.
Fitne asrı ve eşcinsel sapkınlık
Feminist bir milletvekili, televizyonda milletin karşısına geçerek, “İstanbul sözleşmesini yapmamızın en önemli amacı kendini kadın olarak hissedenlere karşı şiddeti önlemektir” diyecek kadar ileri gitmişti. Elbette bugün Türkiye’nin her yerinde yaşanan eşcinsel sapkınlığın sorumluları arasında bu feminist kadınların rolü pek büyüktür. Sapkın ve iğrenç eşcinsellik fiilleri Türk toplumunda tarihte hiç görülmeyen bir noktaya varmıştır. Bunu temizlemek öyle hiç de kolay bir iş değildir. Malum tahrip kolay tamir zordur. Bir gemiyi bir yılda yaparsın biri gelir beş dakikada yanlış bir kumanda ile o gemiyi batırır.
O halde “zararın neresinden dönülse kârdır” diyerek, bu eşcinsel sapkınlığın ne derece tehlikeli olduğunu Kur’an ayetlerine müracaat ederek anlamaya çalışalım. Zira her konuda en yetkili söz ve mercii; Kur’an’dır.
Lut Kavmi, sapkınlıkta ve ahlaksızlıkta eşi benzeri olmayan bir topluluktur. Öyle ki; Kur’an’da Lut Aleyhisselamın bu kavme gönderildiği ve bu topluluğun bir türlü uslanmadığından bahsedilerek 12 Surede Allah bizleri uyarmıştır. Eşcinsel sapkınlığı lanetleyen Rabbimiz; 74 ayet ile bunun ne derece tehlikeli ve çirkin bir fiil olduğunu düşünen ve ibret alan Müslümanlara göstermiştir. Bu konuyu biraz daha açmakta yarar vardır:
Araf Suresi 80-84, Hud Suresi 74-83, Hicr Suresi 77, Enbiya Suresi 74-75, Şuara Suresi160-175, Neml Suresi 54-58, Ankebut Suresi 28-35, Saffat Suresi 133-138, Kaf Suresi 31-37, Necm Suresi 49-54, Kamer Suresi 33-39 ve Tahrim Suresi 10. Ayetlerinde işte bu sapkın kavim ve eşcinselliğin ne derece tehlikeli olduğu insanlara anlatılmaktadır. Her konuda rehberimiz olan Kur’an’da bu denli çok yer aldığına göre Lut kavmine ve sapkınlıklarına yer vermek ve uyanık olmak; kendisine Müslüman diyen her insanın üzerine bir borçtur.
Mesele bu kadar açık ve net olduğu halde devlet yöneticilerinde akıl almaz bir boş vermişlik ve vurdumduymazlık gözlenmektedir. Eşcinsellerin sapkınlıklarını sıradanlaştırmayı ve aileyi yok etmeyi hedefleyen türlü türlü eylemler yapılmakta ve aileyi korumakla yükümlü bakanlar ve personeli adeta uyumaktadır. Başta devlet yöneticileri şu gerçeği görmek zorundadır. Toplumu yozlaştırmak için cinsiyetsiz bir nesil meydana getirmek ve güzel ahlaktan uzaklaştırmak için başta Siyonist kurum ve kuruluşlar, gecesini gündüzüne katarak çalışmalar yapıyorlar. Dine karşıt kesim ve feminist örgütler de; kendilerine en büyük katkıyı sağlamaktadır. Özellikle CHP ve HDP bu konuda başı çekmektedirler. Bu sapkınlar başka siyasi partilerde de güçlerini devamlı surette artırmaya devam etmektedirler. Kadınlara benzemek isteyen eşcinsel sapkınları korumayı hedeflemiş zavallı siyasetçiler var. İşin kötüsü bunu söyleyenler şu anda çok önemli mevkilerde bulunabiliyorlar.
Anayasamız; aile ve çocuklarımızı korumaktan devleti sorumlu tutmuştur. Biz ne kadar bağırsak-çağırsak da sağır olup sesimizi işitilmemektedir. Nihayet Diyanet İşleri Başkanı görevi gereği bu sapkınlarla ilgili olarak uyarı yaptığı için linç girişimine tutulunca uzun zamandan beri sözlerimizin ne derece önemli olduğu bir parça anlaşılmış oldu. Hâlbuki eşcinsellik başta olmak üzere cinsi sapıklıkları önleyecek en önemli işlerden bir tanesi erkeklerin erkek gibi, kadınların da kadın gibi davranması gelmektedir.
Bu konuda Kur’an’da Lut kavminin başına gelenler zikredildiği gibi hadislerde eşcinsellik konusu üzerinde önemle durmamızı gerektirmektedir. Hadislerde “Resûlullah (asm), kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet etti.”(Buhârî, Libâs 62) buyrulmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi, Lemaat isimli eserinde “Erkekler heva ve hevesle kadınlaştıkça kadınlar da hayasızlıkla erkekleştiler” diyerek bu sapkınlığa dikkat çekmiştir. Evet erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir (kadınlaşmaktır) yakışmaz. Mert ve onurlu erkekler cilveli kadın gibi davranmamalıdır. Dinimizin bize kazandırdığı onur ve izzet, Türk tarihinin gösterdiği kahramanlık ve şecaat; bu çirkin görüntüye müsaade etmez. Devlet yöneticileri şimdiye kadar tedbir almadı ise hiç olmaz ise bundan sonra dikkatli olmalıdır.
Diyanet İşleri Başkanına yapılan saldırıların arkasında; gençlerin unisex kişiliğe ve 3.cinsiyet adı verilen apaçık bir sapıklığa yönlendiren grupları teşhis etmek gerekiyor. Lut kavminin başına gelen dehşetli eşcinsel sapıklık bugün hem Türkiye’de hem de bütün dünyada özellikle medya araçları ile sürdürülmeye çalışılmaktadır. Artık bunu görmek gerekiyor.
Küresel ahlaksızlık odakları, cinsiyetsizliği yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Bu duruma seyirci kalan hükümetimiz müzik, sinema ve moda yoluyla yaygınlaştırmaya çalışılan nötr cinsiyet, unisex kişilik veya 3. cinsiyet faaliyetlerine karşı önlem almamaktadır. Bilakis seküler yaşam adı altında sapıklık devlet eliyle zorla dayatılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı Osmanlı’daki Meşihat-ı İslâmiye gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum İslam aleminin din işleri yüksek kuruludur. Çünkü 500 yıl boyunca İslam hilafeti İstanbul’da bulunduğu için bu makamın İslam alemine karşı sorumluluğu, alâkası, nezareti ve münasebeti vardır.
Sağlam bir toplumun çekirdeğini aile teşkil eder. Devletin anayasada belirtilen görevlerinden bir tanesi nesillerini en sağlıklı ve ahlaklı şekilde yetiştirmektir. Bunun tersine olarak yapılan linç kampanyasının arka planında yatan asıl mesele ailenin sinsi kavramlar üzerinden çökertilmesi projesidir. LGBT+ isimli azgınlıkta sınır tanımayan bu Lut kavmi artıklarının iğrenç planlarını önlemek; devletin asli vazifelerinden bir tanesidir, vesselam…
.
Hürmüz Boğazı’nda su perilerinin gösterisi
Ömrümün kırk yılı denizlerde ve denizcilik ile ilgili işlerde geçti. Bunca yıl çalıştığım bu meslekte asla unutamadığım bir olaydan bahsetmek istiyorum. Böyle olayı gören bir kişi olsa kesinlikle “denizin ortasında ecinnilerle karşılaştın” demek zorunda kalacaktır.
Evet, bir başka deniz kıyısında Çanakkale Boğazı’nda cinlerin seslerini işitmiştim. Resmen doğuda “zılgıt” denilen bir sesi çıkarıyorlardı. Muhtemelen eğleniyorlardı ve beni de peşlerinden sürüklemişlerdi. Fakat ne oldu ise birden aklım başıma geldi. Kendi kendime “Yahu! Burası askeri bölge. Hiç burada eğlence olur mu? Kesin cinlere karıştım!” diyerek geri döndüm.
Gerçekten de gemimiz yakıt iskelesine bağlıydı ve çekek yeri denilen bir yerden sesler gelmişti. Yanıma elektrik subayını alarak gemimizden yaklaşık 100 metre uzakta bulunan bu noktaya birlikte gittik. Fakat bu sefer ses seda yoktu. Belli ki; cinnilerin sesleri işitilen fakat kendileri görünmeyen bir cinsine rast gelmiştim. Bunlara “hâtif” ismi verilmektedir. Ebû Saîd el-Harrâz ve Ebû Hamza el-Horasânî gibi sûfîler; hâtif denilen ve Kur’an’da bu cinlerden bahsetmektedirler. Hargûşî isimli bir yazar “Tehzîbü’l-esrâr” isimli kitabında hâtif meselesini ele almış ve bunun mümkün olduğundan bahsetmiştir. Zira kendisinin de hâtif denilen bu cin taifesinin sesini işittiğini söylemektedir.
Cezayir’de Jijel ile Collo arasında Djen Djen isimli bir liman vardır. Bu limana defalarca yük için yanaştım. Gemimizin acentesine “Djen Djen nedir?” diye sormuştum. Bana “cin nedir bilir misin?” dedi. “Evet” dedim. “Kur’an’da Cin Suresi bulunur ve insanlar ile beraber cinlerin de imtihan oldukları” ifade edilir. “Hah işte bu Djen Djen dedikleri yer işte bir zamanlar bu cinlerin çokça bulunduğu bir mekan imiş” diye cevap verdi.
Neyse, cinlerle ilgili bu bahislere ara verip bunlara benzer bir başka taifeden bahsedeyim. Zira bu olaya şahit olan ikinci kaptanımız “Süvari Bey, bu nedir?” diye şaşkın şaşkın sorular sormuştu.
Hayatım boyunca unutamadığım bu olayı “Kuleli” isimli bir kimyasal tankerde yaşamıştım. Hindistan’da yükümüzü tahliye etmiş yeni bir sefer için Birleşik Arap Emirlikleri’ne doğru yol alıyorduk. Arap Körfezinde bulunan “Cebel Ali” limanına gitmek için Hürmüz Boğazından geçmek zorundaydık.
Hürmüz Boğazı, Umman Denizini Körfeze bağlayan stratejik önemi büyük olan bir boğazdır. Kuzeyinde İran, Güneyinde ise Umman devletlerinin kıyıları vardır. Bir Nisan akşamı hem dar sularda seyir görevi hem de 8-12 vardiyasını tutmak için köprü üstüne çıkmıştım. Hürmüz Boğazı’nı geçmiş Körfeze giriş yapmıştım. Bu arada akşam namazını da kılmış tesbihatını okuyordum.
Namaz tesbihatını, kırlangıç adını verdiğimiz köprü üstünde sancak ve iskeleye doğru uzanan balkona benzeyen çıkıntıda yapmaya karar vermiştim. Âyete’l Kürsi’yi tam okumuştum ki; birden gözlerime inanamadığım bir ışık gösterisi ile karşılaştım.
Tekrar tekrar geminin bir sancağına, bir iskelesine, bir ileri, bir geriye baktım; hayır yanılmıyordum. Muazzam bir ışık gösterisi ile karşı karşıya kalmıştım. Geminin her tarafında denizin üstünü beyaz ve yeşil renk arasında bir ışık demeti kaplamıştı. Bu ışıklar sabit değil polis ikaz ışıkları gibi hareket ediyordu.
Bu ışık demetleri, arka arkaya dalgalar şeklinde bazen dairesel bazen bir yöne doğru hareket ediyorlardı. Sanki altımızda büyük bir denizaltı vardı. Denizaltının ışıkları, sualtında hareket ediyormuş gibi bir görüntü veriyordu. Etrafımızda birkaç tane balıkçı teknesi daha vardı. Fakat onlar hiçbir şey yokmuş gibi ağlarını atmış balık toplamakla meşguldüler.
25 yıllık deniz hayatımda ilk defa böyle bir olay ile karşılaşmıştım. Bunu benden başkası görse; “su perileri gösteri yapıyor” diyebilirdi. Fakat bir denizcilik dergisinde Umman Denizinde meydana gelen yakamoz olayından bahseden bir makale okumuştum. İlk başta yazıdan tam olarak bir şey anlamamıştım. Sanırım aynı zamanda kaptan olan yazar; işte tam da bu gözlerime inanamadığım ışık gösterisinden bahsediyordu.
Yakamoz olayının Umman ve çevre denizlerinde çok fazla görüldüğünü, denizin adeta bir süte benzediğini, bazı kaptan ve gemicilerin bu olaydan korkarak dümen evine kaçtıklarından bahsediyordu.
Evet, gerçekten de bu yazıyı okumamış olsam, Çanakkale’deki gibi cinlere, perilere karıştığımı zannedip ben de köprü üstüne yani içeri bölmeye kaçardım. Çünkü deniz; her yönden gelip giden ışıklarla doluydu. Fakat gözle görülmeyen küçük su canlılarının harika bir gösterisi olduğunu hemen anlamıştım.
Yine de bir test yapayım diyerek; iskele tarafının aydınlatmasını açtım. Bütün ışık gösterisi bir anda sönüvermişti. Işıkları söndürmeden sancak tarafa geçip bir de o taraftan baktım. Evet, karanlık olan bu tarafta su perilerinin gövde gösterisi aynen devam ediyordu.
Bütün ışıkları kapatıp fotoğraf makinesi ile bu manzaranın resmini çekmek istedim. Makine her fotoğraf çekiminde flaş patlatıyordu. Flaş yanınca o müthiş manzaradan geriye hiçbir görüntü kalmıyordu. Gerçekten de “yakamoz” denilen bu deniz canlılarının ışık yayma hadisesi, ışığı hiç sevmiyordu.
Yakamoz hadisesi; aslında Allah’ın biz deniz çalışanlarına bir şekilde gafletten uyanmamız için gönderdiği bir mesajdı. Aynı toprak parçası gibi denizlerde de gözle görünmeyen canlılar olduğunu, kör olmayan her insana gösteriyordu. Ben de ibretle bu olayı incelemeye devam ediyordum. Evet, deniz yüzeyini adeta bir şenlik havasına sokan bu ilginç yakamoz gösterisinin bir anlamı vardı ve yeryüzünün her noktasında canlılar bulunduğunu ispatlıyordu. İsterse, ancak mikroskop altında görülecek kadar küçücük canlılar olsun…
İşte yakamoz denilen olay; karanlık gecelerde tek hücreli canlıların (planktonların) su sıcaklık farklarından dolayı deniz yüzeyine salmış oldukları fosfor ışımasıydı. Ateş böceklerinin denizde yaşayan benzer canlılarıydılar. Yakamoz deyince çoğu insanın aklına Ay’ın sudaki yansımaları gelse de, yakamozu meydana getiren aslında mini minnacık bir planktondur. (Lingulodinium polyedrum).
Gerçekte Ay ışığı, hareket ettiğinde ışık saçan bu küçük canlıları görmeyi engeller. Yanlış bilinen noktalardan birisidir; yakamoz-mehtap ayrımı. Birçok kişi denize vuran ay ışığına “yakamoz” der. Yakamoz aslında, Dinoflagellatlar olarak bilinen, “flagella” adı verilen uzantıları sayesinde hareket yeteneğine sahip küçük su perileridir. Bunlar daha çok nehirlerin denize döküldüğü yerlerde yaşarlar. Soğuk ve tuzlu okyanus akıntıları; bu canlıların tepkisine yol açmaktadır. Onlar da akıntı, dalga veya bir geminin teması ile fosfor renkli yani yeşil bir ışık saçarlar.
Limunisans maddesini vücudunda barındıran bu canlılardan milyonlarcası bir araya geldiğinde “bir ışık hareket ediyor” gibi dalga dalga yayılmaktadır. Bir tekne ilerlerken veya bir balık sürüsü geçtiğinde; bu canlılara çarparak böylesine muazzam bir görüntüye sebep olmaktadırlar. Rızkını arayan daha büyük deniz canlıları ve balıklar, adeta burada bir savunma sistemi ile karşılaşmışlardır. Avcılar tarafından saldırıya uğrayan bu canlılar, ışık saçarak daha büyük avcıların bölgede olduğunu göstermeye çalışıp av olmaktan kurtulurlar.
Işık olmadan görüldüğünde muhteşem bir sahne ortaya çıkmaktadır. Benzer durumları Gine Körfezi’nden Güney Afrika’ya giderken de görmek mümkündür. Fırtınada meydana gelen ve her dalga tepeciğinde ayrı ayrı insanları selamlayan cinsleri de vardır. Kelimelerle anlatamayacak kadar güzel bir görüntü sunarlar. Geminin dümen suyunda bunları izlemek ise apayrı bir zevktir.
Porto Riko’da meşhur yakamoz koyları mevcuttur. Ziyaretçiler, La Parguera ve Vieques’te bulunan özel korumalı koylarda, kürekli kayıklarla gezerek bu muhteşem görüntünün keyfini çıkarabilirler.
İşte yakamoz denizlerin, aynen karalarda olduğu gibi canlı varlıklarla dolu olduğunun bir delilidir. “Ben gözümle görmediğime inanmam” diyen zavallılara gösterilecek güzel bir örnektir. Mikroskobik canlılar adeta “Ey gafil insanlar, aklınızı başınıza alın ve âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emirlerine itaat edin. Çünkü sizin ve bütün canlıların rızkını yetiştiren; Rezzak olan Allah’tır” dercesine kendine has lisanlarıyla konuşmaktadırlar. Bu müthiş gösteri; dolunaylı gecelerde ve ışığın bol olduğu denizlerde görülmez. Yakamoz, sadece karanlığı sever.
Gecenin bir yarısında cereyan eden bu olayı görsün diye ikinci kaptanı köprü üstüne çağırdım. İlk önce gözlerine inanamadı. Gözlüklerini sildi ve bir daha baktı. Biraz ürpermişti. Kendisine “böyle bir şeyi daha önce görüp görmediğini” sordum. İlk defa görüyordu ve bana “bunun ne olduğunu” sordu, kısaca anlatmaya çalıştım.
Gecenin saat 10’undan sonra yarım saat daha bu harika ışık gösterisi devam etti. Kutuplarda uzun kış geceleri meydana gelen ve “auora” adı verilen gökyüzündeki muazzam bir sinema gösterisine benzeyen bu ışık gösterisi nihayet sona ermişti.
Bu olaya benzeyen fakat insanoğlunun kirli elinin değmesi nedeni ile “müsilaj” adı verilen bazı küçük deniz canlıları da ülkemizde sık sık gündeme gelmektedir. Biyolojik arıtma yapılmadan denizlere salınan atıklar, deniz canlılarının ölümüne yol açmakta ve su yüzeyini bu canlıların bir çeşit ölü atıkları kaplamaktadır. Elbette ortaya çıkan çirkin görüntü yakamozdan çok farklıdır. Fakat gözümüzle görmesek de canlıların dünyanın her yanını kuşattığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yeri gelmiş iken “Denizlere niçin Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz gibi isimler verilmiştir. Acaba denizler renkli olduğu için mi böyle deniliyor?” sorusuna da cevap vermeye çalışalım.
Denizin rengi; bulunduğu bölgeye, mevsime, suyun kimyasal özelliklerine ve hatta içinde yaşayan canlılara göre değişkenlik gösterir. Suya rengini veren en önemli husus; gökyüzü ve gökyüzündeki renklerdir. Eğer gökyüzü mavi ise ultramarine denilen derin mavi rengi gösterir. Bazen sema gri bulutlar ile kaplı ise gri rengin her tonu; denizin rengini gösterir.
Akşam güneşin batması ile veya sabah doğarken gökyüzünün kızıla boyanması denizin renginin de değişmesine yol açar. Peki, bazı büyük denizlere verilen adlar da gökyüzünün aldığı renkten dolayı mıdır?
Pek öyle söylenemez. Zira sahillere yakın sularda ve 50 metreden daha sığ sularda hâkim renk; yeşildir. Çünkü genelde denizin dibindeki kum sarı renklidir. Sığ sularda gökyüzündeki mavi renkle dip rengi birleşince bu sefer yeşil renk ortaya çıkar. İşte sahillerdeki güzellik bu renk kaynaşması ile meydana gelir.
Yeşil ve mavi renkler “dinlendirici renk” diye tarif edilir. Gerçekten de denizlere ve ormanlara bakarak tefekkür ettikçe, insan ruhen ve zihnen dinlenmiş olur. Bu yüzden tatil köyleri ve mesire yerleri; genellikle denizle ormanın birbirine karıştığı yeşil-mavi renkli bölgelerde yapılır.
Nehirlerin denizle kaynaştığı yerlerde ise denizin rengi kahverengidir. Çünkü toprağın ve alüvyonun rengi kahverengidir. Mesela Arjantin-Uruguay arasındaki denizlerde veya Hindistan Mumbai Körfezinde, suyun kahverengi olduğunu görmek mümkündür. Bizzat bu renge bizzat şahit olmuşluğum vardır. Elbette sadece bu bölgelerde değil, birçok delta bölgelerinde de denizin rengi kahverengidir.
Denizlerde yaşayan bitkiler ve hatta planktonlar da denizin rengini farklı hale getirebilir. Örneğin Kızıldeniz’de yaşayan bir tür canlı organizma aktif olduklarında deniz; zaman zaman kızıl bir renge bürünmektedir. Bazen İzmit Körfezi’nde de benzer bir canlı türü yüzünden Körfezin kızıla boyandığına şahit olmuşuzdur.
Bazı denizlerde ve özellikle de Karadeniz’de bol miktarda sülfür bulunur. Bu nedenle özellikle sığ olan sahil kesimlerinde denizin rengi siyahlaşır. Belki de bu yüzden bu denize Karadeniz denilmiştir. Denizaltıların Karadeniz’de derinlere dalması pek istenilen bir durum değildir. Zira sülfür oranı dibe daldıkça artar ve denizaltı saçlarının aşınmasını ve korozyonunu çabuklaştırır. Şimdilerde bu sülfürün önemli bir enerji kaynağı olacağı dillendirilmektedir.
Denize renk veren en ilginç olay ise yukarıda “su perilerinin gösterisi” olarak anlattığımız yakamozdur. Eğer yakamoz görmek ister isek, mehtap ışığı veya herhangi bir ışığın olmadığı zamanları ve mekânları seçmeliyiz. Zira yakamoz, ışığı sevmez. Zifiri karanlıkta ve özellikle de nehir ağızlarında Hint Okyanusunda, Arap Denizi açıklarında çok sık görülür.
Kâinatta cereyan eden bütün olayların çok derin anlamları vardır. Adeta bütün hadiseler ve kanunlar; Rabbimizden biz insanlara gönderilmiş bir mektuptur. Aklını doğru yönde kullanabilen insanlar için bu mektuplarda anlaşılması gereken birçok mesaj vardır.
İnsanlar yanlışlıkla kâinatta cereyan eden bütün bu olaylara tabiat adını verir ve Yaratıcımızı görmezden gelmeye çalışırlar. Hâlbuki tabiat denilen şey; Allah’ın emriyle meydana gelen hadiselerdir. Her birisinin mühim hikmetleri vardır. Ne mutlu o insana ki; Rabbini tanır ve yaratılan her şeyin O’nun eseri olduğunu anlar. Ve yazıklar olsun o kimseye ki; kâinatta meydana gelen bütün hadiseleri kör tabiata, tesadüfe ve hiçbir şeyi yapmaya gücü yetmeyen sebeplere verir, dalâlete düşer.
.
Siyasi parti başkanı eleştirilemezse kim eleştirilir?
Demokrat Partinin en büyük günahı 5816 sayılı kanunu çıkarmasıdır. Bu yasa nedeni ile 31 Temmuz 1951 tarihinden itibaren yüzlerce aydınımız “CHP genel başkanını eleştirdi” diye hapis cezası almıştır.
Düşünebiliyor musunuz? Türkiye’yi ölene kadar demir bir yumrukla yönetmiş ve diğer siyasi partilerin yaşamasına müsaade etmemiş bir siyasi lideri eleştiremiyorsunuz. 5816 Sayılı kanun giyotin gibi düşünce suçu işleyen insanların başlarını kesmeye hâlâ devam ediyor. Bir Allah’ın kulu çıkıp da “Yahu bu yol çıkmaz sokak. Demokratik hukuk devletinde böyle ceza olmaz” diyemiyor.
Geçen gün, 28 Şubat mazlumlarından olan ve bu sebeple uzun süre hapis yatan Akademya Dergisi’nin Editörü ve çok değerli arkadaşım Hayreddin Soykan, Anadolu Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada, 5816 sayılı kanuna muhalefetten hapis cezası verildi. Sosyal medya paylaşımı sebebiyle görevinden uzaklaştırılan bir Polis Özel Harekat memurunu destekledi diye Soykan’a 1.5 yıl hapis cezası veren hâkimlere kimse bir söz söyleme cesareti gösteremiyor.
Öncelikle partisinin tabelasında “Adalet” yazan Ak Parti hükümetine ve hukukçu diye geçinen akademisyenlere sadece iki soru sormak istiyorum. Maksat bu sorulara cevap verilirken “adalet mekanizması nasıl çalışıyor” bir görsünler. Umulur ki; 21. Yüzyılın ilk çeyreği dolarken ülkemizi medeni ülkeler seviyesine çıkaracak bir hukuk sistemi kurulmuş olsun. Aksi takdirde 1951 yılında çıkarılan ve suiistimal edilerek yüzlerce aydınımızın hayatını karartan bu kanun sayesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki yargılamalar sonucunda milyonlarca lira tazminat ödemeye devam edeceğiz.
Ülkemiz, halkın huzuruna çıkan bazı yasakçı siyasetçiler, gazeteciler hatta darbeci generallerin küfürleri ile adeta bir lağım çukuruna dönüşmüşken; 5816 sayılı kanun ileri sürülerek bir siyasi parti liderini eleştirdi diye aydınlarımızı hapse atmak vicdanınızı hiç sızlatmıyor mu?
Hakaret, kanunlarımıza göre bir suçtur. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu örneğinde olduğu gibi Cumhurbaşkanımıza küfür etmekten dolayı yüz binlerce lira para cezası verilmektedir. Bu kanun orta yerde dururken siyasetçi bir kişiyi eleştirenlere “hakaret manası var” diyerek ceza vermek; dünyanın hangi ülkesinde görülmüştür?
Tekrar yazmak lüzumu doğdu. Zira burada yazacağım hususlardan dolayı siyasetçiler, gazeteci ve generaller ceza almamıştır. Bu hakaretler öyle bir iki kişi arasında söylenmiş sözler değildir. Basın ve kameralar önünde hiç utanıp sıkılmadan ve yüzü kızarmadan sarf edilmiştir. Buna karşılık “adalet” adını sık sık kullanıp konuşabiliyorlar. Varın hangi seviyeye düştüğümüzü siz hesap edin.
Meral Akşener, kendi partisine ait bir milletvekilinin şehit yakınına söylediği küfürden dolayı bu küfürbazı korumaya kalkmış; yetmedi şehit yakınına “ya..ak ya..ak konuşuyor” diyerek kendisi de küfür etmeye başlamıştır. Hem de Meclisteki grup toplantısında bir kadına yakışmayacak seviyedeki bir üslup ile bu çirkinliğe imza atmıştır.
Aslında 28 Şubat 1997 sürecinde İçişleri Bakanı olan Akşener aslında kendisine yakışanı yapmaktadır. Zira Orgeneral Çetin Saner, İçişleri Bakanı Akşener hakkında “ileri geri konuşmasın, geldiğimizde İçişleri Bakanlığı önüne koyduğumuz bir yağlı kazığa kendisini oturturuz” diyecek kadar iğrenç konuştuğu halde Akşener, bu çirkin hakarete karşı bir dava dahi açmamıştır.
Osman Özbek isimli bir küfürbaz general, halkın oyları ile başbakan olmuş Erbakan’a “p…nk” diyecek kadar iğrençleşmiş karşılığında ceza almadığı gibi rütbesi tümgeneralliğe yükseltilmiştir. Bir özür dahi dilemeden hâlâ paşa paşa gezmektedir.
Fatih Altaylı denilen bir gazeteci, başörtülü kadınlara radyodan “fa..şe” demiş yetmedi bunu haber yaparak terfi üstüne terfi almıştır. Bu küfürbaz kişi özür dilememiş hiçbir ceza almamış ve halkın karşısına geçip hâlâ pişkin pişkin sırıtmaktan çekinmemiştir. Onu bu seviyeye getiren medya patronları ve hukukçular utansın!
28 Şubat’ın destekleyicisi olan ve dindar insanlar üzerinde büyük hukuk skandallarının yaşandığı bir devrin Cumhurbaşkanı olan Demirel, bu küfürbaz darbeci generallerin Milli Güvenlik Konseyi ve Yüksek Askeri Şûralarda yapılan hakaretlerine ses çıkarmadığı gibi daha büyük bir skandala da imza atmıştır. Başbakan Çiller’in bu generallerin cezalandırılması için talepte bulunulduğu bir zamanda “Bu bir boşalmadır” diyerek küfürbazların önünü açacak çirkin bir tutum sergilemiştir. Bu iğrençliği “Başörtülüler Arabistan’a gitsin” diyecek kadar ileri seviyelere götüren Demirel’den güç alan nice siyasetçi, ortalığı necasete ve lağım çukuruna çevirmiştir.
İşte 5816 Sayılı Yasa sayesinde hâkim ve savcılar hukuka aykırı öylesine kararlara imza atıyorlar ki; vicdanı olan hiçbir insan bu durumu kabul edemez. Zaten AB ilerleme raporunda ifade özgürlüğüne engel kanunlar arasında kabul edilen “5816 Sayılı Kanun’a muhalefet” sebebi ile ülkemiz defalarca mahkûm edilmekte ve insan haklarına karşı itibarımız yerle bir olmaktadır.
5816 Sayılı yasaya karşı çıkanların arasında DP Milletvekili Halide Edip Adıvar da vardı. Diyordu ki; “Yeni bir kanun yapmayı bir şark zihniyetinin yeni bir mahsulü diye telakki ederim”. CHP Mardin Milletvekili Kamil Boran da itirazî bir konuşma yapmıştır. Sonuçta 5816 Sayılı Kanun yasalaşmış ve bu kanuna muhalefetin cezası acımasızca uygulanarak yüzlerce vatandaşımız hapse atılmıştır, vesselam
.
53 yıllık insanlı Ay yolculuğu yalanı
Yalanlarla her yere gidebilirsiniz fakat asla geri dönemezsiniz. İşte 53 yıl önce öne sürülen ABD’nin insanlı Ay yolculuğu yalanı, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra yeniden tartışılmaya başlanmıştır.
ABD’nin uzay çalışmalarından sorumlu olan kurum olan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi orijinal ismi ile National Aeronautics and space Administration (NASA) öylesine büyük bir sahtekârlık yapmıştır ki; bu feci durumdan geri dönme imkânı her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Çünkü NASA yetkililerine sorulan can yakıcı sorulara verilen cevaplar kurum yetkililerini zor durumda bırakmaktadır. En çok sorulan ve cevap verilemeyen soru şudur: “Madem 1969-1972 yılları arasında tam altı kez Ay’a insanlı yolculuk yaptınız, şu anda teknolojinin ulaştığı seviyeye rağmen niçin yeni bir insanlı yolculuk yapamıyorsunuz?”
“Kem, küm” eden NASA yetkilileri, 2024 yılında insanlı Ay yolculuğunun gerçekleştirileceğini söylemek zorunda kalmış fakat devamlı surette bu yolculuğu da ertelemek zorunda kaldıklarını itiraf etmişlerdir. Zira 2022 yılında dahi insanlı bir Ay yolculuğu büyük bir cesaret isteyen çok zor bir iştir.
İnsanlı yolculuklarda bilim adamlarının ileriye sürdüğü en büyük zorluk; Dünya’nın manyetik kuşağı dışına çıkıldığında korumasız kalan canlı organizmaların koruyucu zırhlarla donatılmasıdır. Çünkü Güneş radyasyonları Van Allen adı verilen manyetik alan dışında çok güçlüdür. Radyoaktif ışımalar canlı organizmalara nüfuz ettiğinde atom yapısını bozarak çok ciddi hastalıklara neden olmaktadır.
Ay yüzeyinde insanlı yürüyüşün yapılabilmesi için manyetik alanın bulunmaması nedeni ile astronot kıyafetlerinin çok güçlü zırh ile kaplanması gereklidir. Şu andaki teknolojiye göre güçlü radyasyonlara karşı korumalı bir uzay elbisesi içinde hareket etmek bile çok güçtür. Buna karşılık insansız uzay araçları ve sondalar çok kolay bir biçimde hareket ettirilmekte gerektiğinde Ay yüzeyinden taş ve toprak örnekleri alınarak dünyaya getirilmesi mümkün olmaktadır.
Rahman Suresi 33 ile 35. Ayetlerinde mealen şu ifadeler yer almaktadır: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.”
Gerçekten de Rahman Suresinde geçtiği üzere uzay çalışmalarının insanlı olarak yapılması çok zordur. Güneşten ve uzaydan yayılan ışımalara karşı canlı organizmalar hayatını sürdürmekte çok zorlanmaktadır. Allah’ın dünyamızı adeta koruyucu bir zırh olarak çevrelediği manyetik alan sayesinde çok güçlü radyasyonlardan muhafaza ediliyoruz. Eğer bazı ışımalar bu koruyucu kalkanı geçer ise bu sefer “ozon tabakası” adını verdiğimiz ikinci bir koruyucu devreye girmekte atmosferdeki bu gazlar zararlı ışımaları emerek canlı organizmaların hayatta kalmasını sağlamaktadır.
İnsanlar uzay laboratuarı adı verilen dünya yörüngesi üzerinde hareket eden büyük uydularda günlerce hatta aylarca kalabilmektedir. Zira uzay laboratuarları, manyetik alanın içerisinde kaldığı için Allah’ın yarattığı bu koruyucu kalkan astronotları korumaktadır. Aksi takdirde uzun süre Güneş altında kalan insanlarda görülen cilt ve deri hastalıkları, astronotlarda çok daha ciddi bir biçimde meydana gelebilecekti.
Türkiye, uzay çalışmaları konusunda son yıllarda büyük bir atılım içerisine girmiştir. Şu anda 10. uydumuzu gönderme hazırlıklarımız devam etmektedir. İletişim başta olmak üzere birçok alanda ülkemize hizmet eden bu uydular teknoloji alanında ulaştığımız seviyenin bir yansımasıdır. Öyle ki; uzaya gönderilecek Türk vatandaşlarının tespit ve seçimi için müracaatlar dahi yapılmaktadır.
Türkiye, Ay yolculuğu konusunda da önemli bir aşamaya gelmiştir. Önümüzdeki yıl bir Türk sondasının Ay yüzeyine “sert iniş” yapacak şekilde yolculuk yapması için gerekli çalışmalar hâlâ devam etmektedir. Ay yüzeyine kadar gerçekleştirilecek uzun bir yolculuk sayesinde kendi ürettiğimiz teknoloji ile yeni roketler inşa edilmektedir.
Uzay bilimleri konusunda Türkiye’ye sınıf atlatacak derecede önemli olan bu çabanın başarılı olması çok önemlidir. Türkiye’nin insansız silah araçları konusunda gelmiş olduğu seviye dost ve düşman bütün insanlara parmak ısırtmaktadır. Bu güzel gelişmeler Ay yüzeyine başarı ile indireceğimiz sondalar sayesinde çok daha ileri seviyelere ulaşabilecektir. Sert iniş gerçekleştirildikten sonraki aşama; yumuşak iniş ve Ay yüzeyinde hareket edecek kameralı araçlar ile devam edecektir. Bu sayede ABD’nin sahte insanlı Ay yolculuklarının iç yüzü de ortaya çıkarılabilecektir. Bu sefer dünyanın en büyük sahtekârlık örgütü olan NASA’nın skandalları ortaya çıkacak; ABD’nin yalanlar üzerine kurgulanmış gerçek yüzü ile tanışmaya başlayacağız.
Aslında 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı, ABD’nin çirkin yüzünü ortaya çıkarmıştı. Fakat hâlâ medya üzerinde kurulmuş olan güçlü denetim mekanizmaları, gerçeklerin ortaya çıkmasına engel olmaktadır. ABD’nin ikiz kulelere saldırısı, Usame bin Ladin denilen şahıs üzerinde kurgulanmıştı. ABD’nin iddiasına göre dört uçak Müslüman isimleri öne çıkarılan teröristler vasıtası ile ikisi New York bir tanesi ABD Savunma Bakanlığı üzerine kamikaze dalış yapmıştı. Bir başka uçak ise teröristler ile mücadele eden uçak personelinin karşı çıkması nedeni ile düşmüştü. Fakat dünyaya servis edilen görüntülerde sadece bir uçağın gökdelenlere çarptığını canlı olarak izlemiştik.
İkiz kulelere çarpan cisimlerden sadece bir tanesinin Boeing firmasının ürettiği yolcu uçağı olduğunu biliyoruz. Diğerleri hakkında açıklanan bilgiler çok az. Bu nedenle ABD’nin sahte insanlı Ay yolculuğu gibi bir propaganda savaşı yaptığı anlaşılmaktadır. Nitekim bu sayede Müslüman ülkelere yani Afganistan, Irak ve Suriye’ye girilmiş; terörizmle mücadele adı altında kimseye hesap vermeden dehşetli cinayetler işlenmişti. Şimdi gerçeklerle yüzleşme zamanıdır, vesselam…
.
Psikolojik harp ve emekli generaller
Psikolojik savaş, “klasik anlamdaki savaşın kazanılması veya kaybedilmesinde, savaştan sonra da üstünlüğün devam etmesinde yahut sorunların çözülmesinde insanların ruh haline etki ederek sonuç almak” olarak tanımlanmaktadır. Hile ve aldatmaların etkili olabilmesi için sinsi ve gizli olması gereklidir. İşte asıl üzerinde durulması gereken husus hile ve aldatma yöntemlerinin bilinmesidir.
ABD ve Yunanistan, Türkiye’ye karşı eski general ve amiralleri kullanarak büyük bir psikolojik savaşa girmiş durumdadır. Ege Denizi’nde 1996 yılında yaşanan “Kardak krizi” esnasında görev yapan emekli koramiral Yanis Egolfopulos, ülkesinin Türkiye’ye saldıracağını söyleyerek aklı sıra Yunanlıları psikolojik savaşa hazırlamaktadır.
Yunan savaş uçaklarının İstanbul’u bombalayabileceğini söyleyen bu emekli amiral, bir Yunan televizyonunda yaptığı konuşmada, “Rafale uçakları Larisa’dan üç Scalp füzesi atsa İstanbul Boğazı’ndaki köprüleri vurur. Sonra Türklere ‘hadi gelin, konuşalım’ deriz” ifadelerini kullanabilmiştir.
Bu emekli amiral bizdeki 28 Şubat 1997 general ve amiralleri ile aynı dili konuşuyor. Aklı sıra Türk milletini korkutacağını zannediyor. Belli ki Amerikalılar psikolojik harekât yapması için silahların yanında epeyce fikir de vermiş. Aksi takdirde bu derece pervasız konuşmazdı.
Yunanlı eski amirali anlayabiliyorum da bizim 104 emekli amiralimizi ve özellikle de Erdoğan Karakuş denilen zatı hiç anlayamıyorum. Elin gavuru elbette gavurluğunu yapacak. Kendi halkına güven vermek, düşman gördüğü ülkelere de korku vermeye çalışacak. Lakin bizimkilere ne oluyor? Bunların İslam’ın milletimize kazandırdığı yüksek haslet ve vatanperverlik duygularından hiç mi nasibi olmamış. Yunan ağzı ile konuşup İstanbul’daki sivil hedeflerin vurulabileceğini söyleyerek, Türk Silahlı Kuvvetlerinin vatan savunmasında aciz kalacağını söylemek ciddi bir suç ve hıyanettir.
Erdoğan Karakuş’u 28 Şubat generallerine verdiği destekten dolayı iyi tanıyoruz. Güya Sincan’da tanklar yürürken “rutin görev” icra ediyorlarmış. Çevik Bir’in dediği gibi bu darbe teşebbüsü “balans ayarı” değilmiş. Aklı sıra mahkeme hâkimlerini kandırıp, 28 Şubat darbecilerini temize çıkaracak. Böylesine akıl dışı bir sözü kabul etmek zekamızı alaya almaktır. Nitekim mahkeme hâkimleri, gerçek dışı bu beyanları kabul etmeyip darbecilere verilen cezaları değiştirmemiştir.
Karakuş’un geçmişte sarf ettiği akla ziyan daha başka çok söz de vardır. Nitekim İstanbul’un çok ihtiyacı olan köprülerin yapılmasına karşı çıktığı yetmiyormuş gibi millet bahçesi olarak kullanılacak olan eski havaalanına da itiraz ediyor. Aynı muhalif siyasetçiler gibi.
Millet ittifakı ve CHP, heykelden başka yapılan her türlü icraata karşı çıkmakta adeta ülkemizde taş taş üstüne konulmasını istememektedir. Halkımız saatlerce köprülerde çile çeksin, gemiler günlerce bazen haftalarca boğazların önünde beklesin bunların umurunda değildir. Bu ülkeye yapılan her türlü yatırıma karşı çıkan bu zihniyeti iyi tanımak zorundayız. Zira “Kanal İstanbul” gibi ülkemizin çok önemli projelerine karşı çıkmayı maharet olarak görüyorlar. Güya Yunan saldırısı esnasında ordumuzun gerekli takviye birliklerini göndermesi konusunda zorluk çekecekmiş bu nedenle böyle bir kanala gerek yokmuş.
Karakuş, Rusya’dan aldığımız S400’leri “Azerbaycan’a verelim” diyerek de akıl almaz açıklamalarda bulunmuştu. Aklı sıra ABD ile aramızın düzeleceğini zannediyordu. Demek ki; ABD’yi hiç tanımamış. Gerçek dost ve düşman özelliklerinden haberi yok. Yunanistan’ın ani baskın yapabileceğini öne süren ve Yunan medyasınca da övülen Karakuş, nasıl olur da Türkiye’nin şu anda en önemli savunma sistemlerinden birisi olan S400’leri Azerbaycan’a vermek gibi mantıksız bir iddiayı ileri sürebilir; bunu ciddi olarak düşünmek gerekiyor.
Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde çok büyük savunma sanayi yatırımlarına imza atmıştır. Yunanistan gibi derme çatma ve çok çeşitli ülkelerden silah satın almak yerine milli silah endüstrisini kurmuş ve çok önemli ürünler geliştirmiştir. Üstelik bunları satın almak için birçok ülke sıraya girmiştir. Bayraktar isimli silahlı insansız hava araçlarımız için şarkılar dahi söylenmektedir.
Elimizdeki mevcut savunma silahlarını ve F16 uçaklarını yok sayarak, Yunanlıların Ankara’ya kadar gelip sanayi tesislerimizi vuracağı iddiası da Karakuş’un günahları arasındadır. Zira savaş adına söylediği hususlar insanımızı hedef almaktadır. Ülkemizi küçümsemek, mevcut silahlarımızın kapasitesini yok saymak; nasıl bir zillettir? Anlaması çok zordur. Sanki Yunanistan ani baskın yaptığında saldırıyı bekleyen radar ve erken ihbar uçaklarımız yok; elimizde de gece karanlığında dahi görev yapacak F16’lar bulunmuyor!
Askeri sır ve başka nedenlerle birçok önemli silahımızın yetenekleri ortaya çıkarılmamaktadır. Demek ki; psikolojik harp unsurlarının devreye sokulması ve karşı atağa geçme zamanımız gelmiş ve geçmektedir. Bu konuda Karakuş’a sadece bir noktada cevap vereyim. Şu anda Gökdoğan ve Bozdoğan isimli havadan havaya atılan güdümlü mermiler; F16’ların yanında Atmaca isimli SİHA’larımızdan dahi kullanılabilmektedir. Ayrıca yerli olarak hem uçaklarımızı hem de bunların kullandığı füzeleri üretme kabiliyetimiz var.
Daha ilerisini de söylemek gerekiyor. Dünyada ilk defa SİHA’ların konuşlandığı uçak gemisi projemiz son aşamasına gelmiştir. Aynı zamanda çok maksatlı amfibi gemi olan TCG Anadolu, Türk mühendislerinin ulaşmış olduğu büyük bir başarıyı göstermektedir. Dünya savaş stratejilerini değiştiren SİHA’larımız şimdi denizcilik alanında da dünyaya bambaşka bir yön vermektedir.
Demek ki; ABD ve Yunanistan’ın yaptığı gibi psikolojik savaş konusunda atağa geçmemiz gerekiyor. Bu konuda değerli asker arkadaşım Yusuf Çağlayan’ın “Sosyolojik Savaş” ve Üsküdar Üniversitesi Rektörü Nevzat Tarhan’ın “Psikolojik Savaş ve Gri Propaganda” kitaplarının başta askeri okullarımız olmak üzere üniversitelerimizde yardımcı ders kitabı olarak okutulması gereklidir, vesselam
.
Kurtuluş Savaşı diyerek Yunanlıları şımartıyoruz
Kamu kurumlarında hâlâ yönetici olarak görev yapan çok sayıda gayrı milli kişiliksiz insana sahibiz. Bu insanlar gerçek yüzlerini hiç utanıp sıkılmadan gösterebilme cesareti de taşıyorlar. Ne yazık ki yıllardan beri el üstünde tutulan ve korunup kollanan bu insanlara en fazla CHP sahip çıkmaktadır.
Örneğin bizzat Kııçdaroğlu’nun parti rozetini taktığı Emekli Büyükelçi Yalım Eralp, Yunan televizyonuna çıkıp, Türkiye aleyhine zırvaladığı halde CHP’den vatan hainliğine eşdeğer açıklamalar yapan bu kişiye karşı herhangi bir cezalandırma işlemi yapılabilmiş değildir. Bilakis ABD’nin kışkırtması ile pitbull cinsi köpekler gibi Türkiye’ye saldıran Yunanlıları haklı gösterme telaşında bulunan birçok siyasetçiye dahi rastlayabiliyoruz.
CHP ve bazı muhalefet partilerinin yaptığı bu çirkin propagandalar bir yana Milli Eğitim Bakanlığı ve üniversitelerimizde Yunanlıları şımartan söz tutum ve davranışlara da rastlayabiliyoruz. İşte bunlardan bir tanesi Türk Yunan Savaşına yıllardan beri “Kurtuluş” veya “İstiklal” savaşı adı verilmesidir.
Bu konuda defalarca yazı yazarak “Kurtuluş Savaşı” isimlendirmesinin ne derece yanlış ve sakıncalı olduğunu dile getirmiştim. Bunun yerine “Milli Mücadele” kavramı çok daha doğrudur ve gerçeği yansıtmaktadır. Lakin bunu kalın kafalı faşistlere anlatmak çok zordur.
Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı küstah bir tavır içine girerek maksimalist bir genişleme politikasını izlemesinin ardında yatan sebeplerden bir tanesi işte buna benzer hatalı tutum ve davranışlardır.
Resmi açıklamalar ülkenin itibarını ve diplomatik alanda ne derece ciddi olduğunu gösteren en önemli hususlardan bir tanesidir. Bu konuda bazı güzel gelişmeler olsa da yetersizdir. Özellikle bazı akademisyen ve yetkili kamu yöneticileri, 90 yıldan beri kullanılan “Kurtuluş Savaşı” ifadesi yerine “Milli Mücadele” kavramını daha sık kullanılmaya başlamışlardır. Bu olumlu gelişmeye karşılık devlet büyüklerinden bazıları hâlâ “İstiklal Savaşı” ifadesini kullanmaya devam etmektedir. Bu kullanım şekli de çok yanlıştır. Çünkü “istiklal” kelimesinin en çok kullanıldığı mana “bağımsızlık” anlamındadır. Yunan Savaşı için bu ismi kullanmak “Kurtuluş Savaşı” kavramındaki yanlışlıkla eşdeğer bir hatadır.
Özellikle çok fazla rakı içmekten dolayı beyni sulanmış insanların şunu iyi bilmesi gerekir ki; Türk milleti tarihin hiçbir döneminde esir olmamıştır. Özellikle Müslüman olduktan sonra hükmettiği topraklarda İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Haçlı ve Moğol istilalarında bu İslam düşmanı ordulara çok ağır darbeler vurarak daima bağımsız kalmayı başarabilmiştir.
Milli Marşımızdaki şu sözler, bizim gerçek durumumuzu çok güzel bir şekilde ifade etmektedir: “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım./ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! / Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; /Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Şimdi kalkıp böylesine şeref ve gururla dolu bir geçmişi olan bir toplumun; küçücük Yunan’a karşı “Kurtuluş/İstiklal Savaşını Kazandık” demesi akla ziyan bir durum değil de nedir? Kurtuluş Savaşı gibi sözler kahraman Türk milletine karşı yapılmış büyük bir cürümdür, çirkinliktir. Keza “istiklaliyetimizi veya bağımsızlığımızı kazandık” demek bundan daha büyük bir yanlışlıktır.
Doğuda batıda neredeyse bütün illerimizde “kurtuluş günü” düzenlenip Türk milletini küçük düşürecek törenler yapılmaktadır. Özellikle bazı yağcı ve dalkavuk insanlar; kurtuluş, istiklal ve bağımsızlık kelimelerini kullanarak, bu cesur ve kahraman Türk milletini farkında olmadan aşağılamaktadırlar. Halbuki; Ermeni, Rum ve Yahudiler, Müslümanların hâkim olduğu Osmanlı Devletinden ve padişahından kurtuldukları için bağımsızlık günü kutlanmasını isteyebilirler. Fakat Anadolu’yu biz Türklere yurt ve vatan yapan Osmanlı hanedanından kurtulmamızı ima eden bu söz ve ifadeler; gayrı milli ve büyük bir safsatadır. Türk Milletine karşı “kurtuluş/istiklal/bağımsız” kelimesini kullanarak 500 yıldan beri korumamız altında yaşayan küçük toplumları şımartmak, pohpohlamak; aklı başında hiçbir Türk’e yakışmaz.
Biz “İstiklal Savaşımızı sadece Yunan’a karşı yapmadık, İngiliz, Fransız ve Ermenilerle de savaştık” diyenler çıkabilir. Evet, Sütçü İmam ve Arslan Bey liderliğinde Fransızlarla Maraş, Urfa ve Antep şehirlerinde kahramanca savaşıp bu başörtüsü düşmanlarını topraklarımızdan attık. Kazım Karabekir ve Halit Paşa’nın komutasında katliam yapan Ermenileri bozguna uğrattık. Ethem Bey’in bazı Kuvai Milliye askerleriyle küçük de olsa İngiliz askerleri ile çatışmaya girerek bu vatanda kalamayacaklarını bu azılı İslam düşmanına gösterdik. Fakat bu çatışmalar “Kurtuluş Savaşı” denmesini gerektirmez.
Mondros Mütarekesi gereğince bir müddet için topraklarımıza girmelerine müsaade ettiğimiz bu devletler; yine de ülkemizi tamamıyla işgal edememişlerdir. İşgal ettikleri yerlerde ise çok kısa bir süre direnebilmişler sonunda zillet içinde çekilip gitmişlerdir. Ayrıca Batı Anadolu’nun bazı şehirlerini birkaç tabur askerle işgal etmek bağımsızlığımızı kaybettik anlamına gelmez. Bunlara karşı “Kurtuluş Savaşı” yaptık veya “İstiklalimizi kazandık” demek ise milli kimliğimizi inkar etmekten başka bir şey değildir.
Eğer İngilizlerden bağımsızlığını kazanan ABD gibi olsaydık “Kurtuluş/ İstiklal Savaşı” denilmesinde bir sakınca olmazdı. Nitekim bir çeşit sömürge ve köle durumundaki İrlandalı, Alman, İngiliz ve Fransızlardan meydana gelmiş Amerikan kolonileri, İngiltere’den bağımsızlığını kazanmışlardır. İşte körü körüne Batı hayranlığı böylesine hatalı bir tutumu ortaya çıkarmaktadır, vesselam…
.
İftiracılar yalanlar ve doğrular
Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk ve Cumhuriyet’ten Barış Terkoğlu şahsım hakkında gerçeğe aykırı bilgiler vererek itibar suikastı yapmaya çalışıyorlar. Bunlarla mahkemede hesaplaşacağız. Bununla birlikte okuyucularıma yaşadığım olayları ve olayların ardındaki gerçekleri ifade etmeye çalışayım. Zira çok sayıda iftira ve yalan bulunmaktadır.
Öncelikle üçüncü baskısı yapılan ve cep telefonundan pizza siparişi verecek kadar kolay satın alınabilecek “Bahriyede 15 Yıl” isimli kitabımı tanıtmak isterim. Deniz Kuvvetleri Komutanlığında görev yaptığım yılları ayrıntıları ile dile getirdiğim 336 sayfalık bu kitapta hakkımdaki iddialara geniş bir şekilde ve detayları ile cevap verilmiştir. Çok az sayıda insan meslek hayatında geçirdiği süreci benim kadar açık yüreklilikle ve gocunmadan yazabilmiştir.
Burada kısa ve özet olarak birkaç hususa yer vermek zarureti doğmuştur. Çünkü bana tahsis edilen köşede bunları yazmaz isem yalan ve iftiraları kabul etmiş sayılırım. Gerçi bu sütunda defalarca dile getirdim lakin iftiracıların yüzlerine gerçekleri tokat gibi vurmaya devam edelim.
Öncelikle rütbe ve görevimi düzeltmekle başlayayım. Bana “deniz binbaşı” demiş Barış denilen Cumhuriyet yazarı. Hâlbuki Yüksek Askeri Şûra kararı ile emekli edildiğimde “deniz yüzbaşı” rütbesine sahiptim. Sağ olsun beni bir rütbe terfi ettirmiş…
İkincisi “Sadat” isimli şirkete danışman olduğumu söylemiş. Saygı Öztürk denilen yalancı gazeteci de yakın zamanda yazdığı köşe yazısında aynı yalanı söylemiş. Sadat şirketinin ne danışmanıyım ne de hisse sahibi ve de ortağıyım. Bahse konu şirketle hiçbir organik veya manevi bir bağım yoktur. Kaldı ki; Türkiye’nin çok önemli bir ihtiyacı olan savunma sanayini destekleyen böyle güzide şirketlere üye olsam hiç gocunmam seve seve “üyeyim” veya “danışmanıyım” diyerek cevap verirdim.
Üçüncü olarak şahsımı “Fetullah Gülen tarikatı” üyesi olarak suçlamışlar. Karanlık odalar, ismini belirttiğim yazarlar ve Alican Türk isimli Batı Çalışma Gurubu sanığı da aynı yalanı dile getirmektedirler. Bu hususa önceki makalelerimde defalarca yer vermeme rağmen “çamur at izi kalsın” diyerek aynı iftirayı tekrarlamaktadırlar. Bu makale internet yazısı olduğu için sayfa sınırlaması da yoktur. Bu nedenle bir defa daha fakat daha geniş bir şekilde cevap vereyim:
1982 Yılında askeri okula girdiğim ilk günden itibaren Feto denilen şahsın ne derece tehlikeli bir zındık olduğunu anlamıştım. Çünkü namaz konusunda öylesine çirkin söylemleri vardı ki; sıradan bir Müslüman’ın bunu kabul etmesi mümkün değildi. “İma ile namaz” adı altında namazdan çok farklı bir ikiyüzlülüğü birçok öğrenciye benimsetmişti.
Zavallı öğrenciler, askeri okuldan atılırım korkusu ile bu zındığın sözlerine aldanmış İslam’ın en önemli emri olan namazı tağyir etmeye yani bozmaya başlamışlardı. Bunun çok yanlış bir şey olduğunu, kimsenin Allah’ın günde beş vakit emri olan namazı keyfine göre değiştiremeyeceğini; bu öğrencilerden bazılarına söylemiştim. Bu nedenle FETÖ ağına takılan birçok öğrenci, yaptığım tenkitlerden dolayı bana düşman olmuştu. “Donkişotluk yapmayın” ve “Vehbi zaten namaz kıldığı için askeri okuldan atılacak, sakın bu adamla konuşup irticacı damgası yemeyin” diye benden köşe bucak kaçar olmuştu.
Harp Okulunda o yıllarda aşırı sol görüşlü yani komünist örgütler cirit atıyorlardı. Bunlar ile mücadele ederken bir de Fetocularla kavga etmeye başlamıştım. Her taraftan baskıyla karşılaşıyordum. Çünkü Kenan Evren denilen faşist darbeci; binlerce askeri okul öğrencisini sırf “namaz kılıyor” diye okuldan atmış ağır bir tazminatla cezalandırmıştı. Ailelerin bir kısmı Fetocular gibi “aman oğlum okulda sakın namazlarını kılma” diye telkinlerde bulunuyordu.
Kısaca söylemek gerekirse zavallı askeri okul öğrencileri; bir taraftan darbeci cuntanın diğer taraftan FETÖ örgütünün kıskacı altına girmişti. Sınıfımızda Libyalı bir öğrenci olan Salim’den başka namaz kılan bir tek ben vardım. Bazı arkadaşlarım bir müddet namaz kılmaya başlasa da; korkutularak kısa zamanda terk etmek zorunda kalıyorlardı. Ben ise elimden geldiğince uluorta yerlerde değil; merdiven altlarındaki odalarda ve hafta içi günlerde boş olan hapishanede namazlarımı kılmaya çalışıyordum.
Daha 17 yaşında iken yaşadığım bu can sıkıcı ve iğrenç baskı yüzünden komünistlerden daha fazla Fetoculara düşman olmuştum. Aradan 40 yıl geçtiği halde şimdi de aynı düşüncedeyim. Zira “namazı keyfince değiştiren bir kafa yapısı her türlü rezaleti de yapabilir” kanaatine sahibim. Gerçekten de FETÖ’ye bulaşan birçok genç bu İslam düşmanı örgütün pençesine düşmüş namazdan sonra oruç gibi ibadetleri de terk etmişti. Yetmedi güya inançlarını gizlemek için dinimiz hakkında çirkin bir şekilde konuşmaya hatta içki içmek ve daha birçok iğrenç davranışı yapmaya başlamışlardı.
Askeri okuldan mezun olunca FETO’nun rezaletlerinin daha da arttığını görmüş ve şu fikre sahip olmuştum. “İşte ahir zamanda yani kıyamet yaklaştığında ortaya çıkacak İslam Deccalı bu Feto denilen zındıktır” Çünkü bu din ve İslam düşmanı şahıs; Allah’ın emrettiği her hususu reddedip yasakladığı her işi pervasızca yaptırmaya çalışıyordu. Arapça “dicl” yani “aldatmak” kökünden gelen “Deccal” tabiri, tam da Fetullah Gülen denilen bu kişiye uyuyordu. Yüzü kızarmadan yalan söyleyebilen ve ağlayarak konuşabilen bu dehşetli şahıs hakkında hadis-i şeriflerde de yer verildiğini görmüş birçok makalemde dile getirmiştim.
1997 Yılında ordudan re’sen emekli edildikten sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesinde Erdoğan’ın Başkanlığında Müdür Yardımcılığı görevine başladım. Bu arada birçok gazete ve dergide de yazılar yazıyordum. Fetullah Gülen’in “İslam Deccalı” olduğunu ispatlayan yazılarımdan olayı birçok gazete, dergi ve internet sitesi yazılarıma son verdi. Kısaca Feto karşıtlığı yüzünden bedel ödeyen yazarlardan birisi olmuştum.
Ne ilginçtir ki; 15 Temmuz 2016 tarihinden bir yıl önce “FETÖ’nün askeri darbe yapacağını” dile getiren çok sayıda makale neşretmiştim. Hatta 29 Şubat 2016 tarihinde “Kamikaze Fetullahçı Darbe” başlığı ile bir yazı kaleme almış bunu gazete ve internet sitelerinde yayınlamıştım. O zaman Başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nu meydana gelebilecek olaylardan dolayı uyarmıştım. ABD’nin FETÖ örgütü vasıtası ile darbe yapacağını ve bunun başarısız kalacağını iddia etmiş ülkemizin çok büyük bir yıkıma maruz kalacağını, dile getirmiştim.
Maalesef uyarılarım dikkate alınmadı ve FETÖ’nün silahlı kuvvetler içindeki yapılanması çökertilmedi. Halbuki çok önceden yeterli vakit var iken önlemler alınabilirdi. Sonuçta 254 vatandaşımız şehit düşmüş ve binlerce insanımız yaralanarak sakat kalmıştı.
Buraya kadar anlattığım hususlar internette, gazete dergilerde halen mevcuttur. İsteyen herkes ismimi yazarak arama motorlarını yardımı ile FETÖ örgütü hakkında yazmış olduğum bu yazıları okuyabilir. 2007 Yılında ilk basımı yapılan “Bahriye’de 15 Yıl” kitabımda da bu sinsi örgütün Müslümanlara verdiği zararları ve özellikle namaz konusundaki hıyanetini dile getirmiştim. Bu gerçekler ortada iken kalkıp bana “Fetocu” demek kelimenin tam anlamıyla yalanın daniskası ve çirkin bir iftiradır.
Bu garip ülkede hâlâ “Sen, Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okumuşsun bu kitapları okuyanlar suç işlemiştir” diyen faşistlere rastlıyoruz. Evet, genç yaşlarımdan itibaren bu İslam âlimi zatın kitaplarını okudum hâlâ da okumaya devam ediyorum. Zaten askeri okulda ve donanma savaş gemilerinde bana “her ne pahasına olursa olsun namazımı kılacağım” dedirten en önemli motivasyon kaynağı bu kitaplar olmuştur. Buna suç diyenler vicdansız ve din düşmanı faşistlerden başka kim olabilir?
Bediüzzaman’ın namaz, oruç, zekat ve hac gibi İslami emirlerin yerine getirilmesi konusunda gösterdiği çaba emsalsizdir. İman konusunda Türkiye ve dünyada; bu zattan daha fazla gayret eden yok gibidir. Eserleri ortadadır, isteyenler bu hususları kolaylıkla fark edip görebilir.
Fakat Feto’nun Bediüzzaman’ın eserlerini okuduğu ve referans gösterdiği gerekçesi ile saldıran var ise işte bu insanlar gerçekten de vicdansız ve ahlaksızdırlar. Allah, bu iftirayı atanları ruzi mahşere bırakmaz; dünyada dahi kahhar bir el ile cezalandırır. Bu nedenle Bediüzzaman gibi İslam âlimlerine saldırıp tek bir kitabını dahi okumadan iftira atanların ayaklarını denk alması kendi menfaatlerinedir. Bu zavallıları Allah ıslah etsin…
Kısaca söylemek gerekirse şu garip durumu söyleyebilirim. Hayatı boyunca Feto ile mücadele edip de Feto’cu iftirasına maruz kalmak, çok tuhaf bir duygudur. Bu iftirayı atanlar hiç yazılı belgelere bakmazlar mı? Silahlı Kuvvetler içinde yasadışı olarak kurulan Batı Çalışma Gurubu’nun eşi başörtülü ve dindar olan askerleri ordudan atmak için iftiralar ile dolu raporlarını ciddiye alıp, insanları suçlamak; hangi vicdana sığar? Bütün bu çirkin işleri ve iftiraları Allah’a havale ediyorum. Elimden geldiğince mahkemelerde de hesaplaşacağız. Şimdi hakkımdaki diğer yalan ve iftiralara dönelim:
Cumhuriyet’in iftiracı yazarı Barış Terkoğlu diyor ki; “mesai saatlerinde görevi aksatacak şekilde namaz vakitlerinde camiye gitmiş”. Bu gülünç suçlama için şu kadarını söyleyeyim. Donanma Komutanlığında görev yaptığım garnizonlarda 1986-1997 yılları arasında cami yoktur. Camiye gidebilmek için gemiyi terk edip garnizon dışına çıkmak gerekiyordu.
Eğer kasıt Cuma namazı ise şunu söyleyebilirim. Savaş gemilerinde hafta sonu tatili Cuma öğlen başlar. Nöbetçi olduğum zamanlarda Cuma namazlarına gitmem zaten mümkün değildir. Fakat nöbetçi olmadığım zamanlarda öğleden sonra izinli olduğum için Cuma namazlarına gidebilme imkânım vardı ve ben de bu hakkımı kullanıp camiye gidiyordum. Zaten bu konuda hiçbir komutan bana ceza verebilmiş değildir.
Bununla birlikte alkollü içki içmediğim için gemi komutanlarının büyük baskısı ile karşılaşıyordum. Bir defasında İzmir Orduevinde içki içmedim diye ağır hakaretlere uğramıştım. Bendeki inat ise çok güçlüydü. “Şu ana kadar alkollü içki içmedim kelle mi de kesseniz içmem” diyecek kadar pervasızdım. Geminin Çarkçıbaşısı Yüzbaşı Ümit Saydam beni korumasaydı resmen komutan üzerime saldıracaktı. İşte bu yüzden “gözün üstünde kaşın var” diyerek çok cezalar aldım. Fakat “hapis cezası” almama rağmen bir gün dahi hapse girmedim. Askeri okulda namaz kılmak için girdiğim odadan başka bir hapis odası veya bir cezaevi görmedim ve yaşamadım.
Bununla birlikte Terkoğlu’nun yazmadığı daha başka cezalarım da vardır. Fakat bunlar benim için şeref kaynağıdır. Çünkü görevlerimden dolayı değil inançlarımdan dolayı ceza almıştım. Hâlbuki çok önemli görevleri başarı ile yerine getirmiştim. Silah atışlarında birincilik kazanmış muhriplerde sadece iki gemide bulunan silaha kumanda edecek kadar herkesin gıpta ettiği işlerde çalışmıştım. Sovyetler Birliği dağılmadan önce liman ziyareti yaptığımız Sivastopol şehrinde tören kıtası komutanı olarak resmigeçit yapmış Rus dergilerinde sayfa sayfa resimlerim yayınlanmıştı. Eğer disiplinsiz bir subay olsaydım bu görevlere beni getirmezlerdi. Bilakis; işlerimi ciddiyetle yaptığım için saygı ve takdir alıyordum. Takdir belgelerim de vardır. Rabbime şükürler olsun çok onurlu ve gurur duyduğum işlerde çalışmak nasip oldu.
Son olarak okuyucularıma şu hususları söylemek isterim. Bu yazının maksadı kendimi övmek değil şahsıma karşı yapılan iftiraları dile getirip çürütmektir. Eğer bunları yazmaz ve cevaplamaz isem atılan çamur üzerime yapışacaktır. Madem bana ayrılan bir köşe var elbette iddialara cevap vermem gerekiyor. Aksi takdirde çalıştığım müessese de zarar görebilir. Bu nedenle iftiralara cevap vermek zorunluluğu vardır. Suskun kalmak daha birçok nedenden dolayı doğru değildir, vesselam
.
Rüşdü Erdelhun’un darbeci askerlere karşı nutku
27 Mayıs 1960 darbesinin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, ABD’nin ülkemizde darbe yapacağının istihbaratını almıştı. Askerlerin siyasete karışmasının ne derece kötü sonuçlar doğuracağını görmüş ve bunun ülkemize vereceği zararları fark etmişti. Komuta kademesinde bulunan fakat darbeden sonra emekli edilen 265 general ve 5000’e yakın subay da aynı düşünceye sahipti.
Fakat içlerinde Ümit Özdağ’ın babası Yüzbaşı Muzaffer Özdağ’ın da bulunduğu ABD’nin kandırmış olduğu subaylar; vatan hainliğine eşdeğer bir darbe kararı almışlardı. ABD’nin gizli servis elemanları birçok ülkede olduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde sinsi bir şekilde yuvalanmış ve halkın seçtiği iktidarı devirmenin planlarını yapmıştı. Çünkü Adnan Menderes, Batının Türkiye’de kurmak istemediği çok önemli sanayi tesislerini Sovyetler Birliği ile beraber inşa ediyordu.
Darbe hazırlığını fark eden Erdelhun, faşist cunta yapılanmasının önüne geçmek için Ankara dışından takviye kuvvet getirilmesini emreder. Fakat CHP, darbeyi desteklemektedir. Bir de hükümet içinde cuntacılarla işbirliği yapan Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes bulunmaktadır.
Samet Kuşçu isimli bir subay, cuntacı subayları ifşa etmiş fakat mahkemede 27 Mayıs darbesini yapacak bu subaylar beraat ederken; Kuşçu hapis cezasına çarptırılmıştır. Kısaca ABD ve CHP, Menderes hükümetini yargı dâhil her yönden kuşatmıştır. Savunma Bakanının sinsiliği sayesinde Adnan Menderes kandırılır ve takviye kuvvet getirilmesi konusu rafa kaldırılır.
Erdelhun Paşa, yine de darbeyi önleyebilmek maksadı ile 27 Mayıs’tan bir gün önce cuntacıların da aralarında olduğu subayları Genelkurmay Karargahı’nda toplar ve tarihe geçecek şu konuşmayı yapar:
“1912 Balkan Harbi’nde Silahlı Kuvvetler; İttihatçı ve İtilafçı diye ikiye bölündü. Emir komuta ve idarenin muhal (boş) olması neticesinde Osmanlı İmparatorluğu parçalandı. Bütün bu misaller askerlerin mesleklerinden gayri bilmedikleri ve rejimin kendilerine vermediği hakları zorla alarak ya aşırı milliyetperverlik ya da birden, sıfırdan yüze çıkabilmek için yaptıkları hareketlerdir. Anayasa iç hizmet kanunu ile silahlı kuvvetler, millet iradesi yetkisine verilmiştir. Parlamento ve onun icra ettiği hükümetin elindeki bir kuvvettir. Demokratik rejimlerde parlamento ve hükümet, milletin seçimi ile meydana gelir. Partiler içerisinde en çok rey alan iktidara geçer. Bugün Demokrat Parti iktidardır. Silahlı Kuvvetler parti diye değil, seçimle gelmiş bir iktidar hükümetinin emrindedir. Yarın seçimleri Halk Partisi kazanırsa ordu onun başkanına da itaat etmeye ve emirlerini yapmaya mecburdur. Seçimle gelen hangi iktidar veya partinin herhangi bir kusuru olursa onu millet takdir eder. Ve seçmez, düşürür. Kulağıma gelen bazı haberlere göre Ankara’da 60 kadar subay Sayın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü ve Millet Meclisi’ni basarak istifalarını isteyecekmiş. Bugün Türkiye’nin en değerli malı Silahlı Kuvvetlerdir. Bunun diğer maddi ve fiziki kıymetlerinden başka hassaten itaatkârlığı, hükümet ve milletime; kanunlarına riayeti sayesinde malıdır. (Silahlı Kuvvetler’de) Kıta ile veya kıtasız, cüzi ve külli yapılacak böyle bir hareket, yukarıda Türkiye için değerli mal olarak ifade ettiğim biricik kıymetli silahlı kuvvetlerin bu değerini gaip etmesiyle (kaybetmesiyle) neticelenir. Sonra, demokrasiye ve seçime bir darbe olacak böyle bir hareketin milletin büyük ekseriyetince tutulmayacağından neticesi hüsran olur.”
Sözlerini askerlerin siyasete müdahaleleri konusunda örneklerle sürdürür: “1941’de İkinci Dünya Harbi’nde Japonlar, Amerikalılarla anlaşmaya çalışırken silahlı kuvvetlerin tazyiki ile Pearl Harbour baskını yapılarak Amerika ile harbe tutuşmuş ve neticesinde mağlup olup kayıtsız şartsız teslim olmuşlardır. Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin Geminis hükümetine müdahalesi neticesinde Milli mücadelede bize karşı mağlup olmuşlardır. İtalyan ordusunun Mussolini ile faşizme kayması neticesinde silahlı kuvvetler siyasete girmiştir.”
Erdelhun, bu konuşmadan yalnızca 12 saat sonra 27 Mayıs günü gece saat 3’te tutuklanarak Harp Okulu’na götürülür. Küfürler altında hakarete uğrayarak yaka paça dövülerek askeri disiplini ayaklar altına alan cuntacı askerler tarafından aşağılanır.
Bundan sonrası ise Türkiye için acı olayların başlangıcı olacaktır. Türkiye en az 40 sene geriye gider. Daha kötüsü ise darbeci askerlerin kurmuş olduğu “askeri vesayet sistemi” sayesinde her 10 senede bir darbeler yapılması sağlanmış olur.
İşte Erdelhun’un bu sözlerinin aksine hâlâ askeri okullarda devrimci ve darbeci ruhu ayakta tutan eğitime ve müsamerelere devam edilmektedir. Halkın seçtiği yöneticilere bağlılığı arttırmak yerine öğrenciler, CHP’nin faşist ruhlu ilkelerini benimsemeye ve itaat etmeye zorlanmaktadırlar.
Umulur ki; Erdoğan hükümeti ülkemizin karşı karşıya kaldığı bu büyük tehlikeye karşı gerekli tedbirleri alır. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden şu ana kadar yapılan icraatlar önemli ise de yeterli değildir.
Halkın seçtiği siyasetçilerin yönetimine saygı duyulması için Erdelhun’un yukarıda arz ettiğim konuşmasını bütün askeri okul öğrencilerine öğretmek ve benimsetmek için çalışmalar yapılması zorunludur, vesselam
.
Harp okulu Ankara’dan taşınmalıdır!
Türkiye her 10 yılda bir askeri darbe ile karşılaşmaktadır. Bu darbelerin tamamında azmettirici rolünü üstlenen en önemli ülke ise ABD’dir. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde çeşitli cuntalar kurarak yuvalanan bu ülke; hâlâ ülkemizin içişlerine karışacak kadar küstah bir tutum içerisindedir.
Öyle ki; ABD Başkanı Biden, daha başkan seçilmeden önce Erdoğan hükümetini görevden indireceğini söyleyecek kadar ileri gidebilmiştir. Darbeler yerine başka yöntemleri uygulayacağını açıkça ilan eden ve başka ülkelerin içişlerine karışmayı alışkanlık eden bu ülkeye karşı acil tedbir alınması zaruridir.
ABD, İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgeci yönüyle İngiltere’nin yerini almıştır. Askeri danışmanlar sayesinde Türkiye’nin yönetiminde de söz sahibi olmuştur. Özellikle askeri eğitim ve silah alımları nedeni ile bu ülkeye gönderilen subaylar, ABD’li embedded (iliştirilmiş) subaylar vasıtası ile adeta kafakola alınmıştır. Kendileri ile işbirliği yapılabileceği raporları verilen askerler; silahlı kuvvetlerde kritik ve terfide öncelikli mevkilere getirilerek ABD’nin hegemonyası sürdürülmeye çalışılmıştır.
15 Temmuz 2016 tarihi ABD’nin Türkiye üzerinde yaşadığı en büyük bozgun olmuştur. Yıllardan beri ABD’de bunan Feto elebaşının yönettiği büyük bir organizasyon; ABD’nin yönettiği diğer darbeci generaller ile işbirliği yaparak büyük bir darbeye kalkışmışlardır. Bu darbe teşebbüsü tanklara karşı halkın göğsünü siper etmesi sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat geride 254 şehit ve binlerce yaralı bırakmıştır.
Atalarımız “Su uyur düşman uyumaz” demiştir. Her 10 yılda bir darbe yaparak ülkemiz menfaatlerini ABD ve batılı ülkelere peşkeş çeken darbecilere karşı önlem almak halkın seçtiği hükümetlerin en önemli görevleri arasındadır. Bu maksatla alınması gereken bazı önlemleri önceki makalelerimde dile getirmiştim. Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması; alınmış önlemler içerisinde en önemlisidir. Başka tedbirler alınmış olsa da bunların ABD’nin darbeci geleneği sürdürmesine engel olamaz.
İster ABD ister başka bir güç; halkın seçtiği siyasi liderlerin yerine geçmemelidir. Bir ülkenin geleceğini belirleyen asli unsur o ülkenin kendi halkı olmalıdır. Bu nedenle alınması gereken tedbirler hafife alınmamalı ve Batılı ülkelerin kışkırttığı darbeci askerlere fırsat verilmemelidir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi askeri ve özellikle zırhlı birlikler; şehirlerin dışına çıkarılmalı ve ülke savunması açısından stratejik bölgelere kaydırılmalıdır.
Kara Harp Okulu yıllardan beri askeri darbelerin odak noktası olmuştur. Darbelerin anası olan 27 Mayıs 1960 öncesinde Kara Harp Okulu öğrencileri darbeci askerlerin kışkırtması ile Ankara Atatürk Bulvarı’nda yürüyüş yapacak kadar politize olmuştur. Öyle ki; darbeden bir hafta önce 20 Mayıs’ta Türkiye’yi ziyaret edecek olan Hindistan Başbakanı Nehru’yu karşılayan Başbakan Menderes’e askeri öğrenciler saldıracak kadar kışkırtılabilmiştir.
Türkiye’nin en önemli darbecilerinden bir tanesi olan Talat Aydemir, darbe için en etkili yöntemin Meclis’in yanındaki Kara Harp Okulu’nu kontrol etmek olduğunu düşünmüş ve bu maksatla okulun komutanı olmuştur. Bu görevde iken 22 Şubat 1962 tarihinde darbeye kalkışmış hemen yakınındaki bu okulu darbe karargâhı olarak kullanmıştır.
Aslında ilk darbe başarılı olmuş ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın komuta ettiği askerler sayesinde Meclis ve hükümet üyeleri tamamen kontrol altına alınmıştı. Fakat darbecilere göre akılsızca bir emirle milletvekillerinin hepsi serbest bırakmıştı. Aydemir, liderlik vasfı olmayan ve aşırı derecede kibirli biriydi. Eline geçirdiği büyük fırsatı tepmiş ceza almaması karşılığında ilk darbe teşebbüsünden vazgeçirilmişti.
Emekliye ayrıldıktan sonra Ankara’da kaldığı evin balkonuna geçip Kara Harp Okulu öğrencilerinin resmigeçit yapmasını izleyen bu faşist ruhlu insanın; nasıl yetiştiği ve bu hale nasıl geldiği ciddi bir araştırma konusudur.
Ne yazık ki; bu acı ve ibretli örnekler askeri okul öğrencilerinin eğitimi ile yakından alakalıdır. Halkın seçtiği yöneticilere saygılı olunması konusunda hükümet ve eğitimciler yeterli ölçüde gayret göstermemektedir. Hâlâ üniversitelerde birçok öğretim görevlisi askeri darbeleri ve özellikle 27 Mayıs 1960 darbesini göklere çıkarmakta ve faşist ruhu taşıdığını açıkça ifade edebilmektedir.
Talat Aydemir, 20 Mayıs 1963 yılında bir defa daha darbeye teşebbüs etmiş fakat çılgınlık boyutuna gelen bu teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fethi Gürcan ile birlikte idam edilmesine rağmen askerler arasındaki darbeci ruh hâlâ ayakta durabilmektedir.
Darbeci askerlerde, Rüstü Erdelhun gibi en üst komutanları olan Genelkurmay Başkanını küfürlerle dövecek kadar militan bir ruh bulunmaktadır. Her darbe teşebbüsünde dünyadakilerden farklı olarak yüzbaşı ve binbaşı rütbesindeki askerler darbeye katılarak askeri disiplini zirü zeber edebilmiştir.
İşte bu acı olayların tekrarlanmaması için başta eğitim olmak üzere acil olarak alınması gereken tedbirler vardır. Daima askeri darbelerin odağında olan Kara Harp Okulunun başkent Ankara’dan çıkarılarak Anadolu’nun yiğit insanlarının bulunduğu yerlere taşınması gereklidir.
Bu maksatla Kara Harp Okulunun Erzurum gibi bir şehrimize taşınması bence çok yerinde olacaktır.
Faşist eğitim anlayışı Milli Eğitim Bakanlığından tutun üniversitelere kadar yaygın ve güçlüdür.
Ne yazık ki; birkaç yazarın dışında bu büyük tehlikeye dikkat çeken kimse ve siyasi düşünce grubu da yoktur, vesselam…
.
Gürcistan’da Müslümanların asimile edilmesi
Gürcistan’da Müslümanların asimile edilmesi Bu haftaki denizcilik hatıralarım insanın tüylerini ürpertecek kadar acı ve dehşetlidir. İnşallah Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ilgili devlet yöneticileri konuya el atıp gerekli düzenlemeleri yaparlar. Aksi takdirde bin yıldan beri Müslüman yurdu olan Gürcistan ve özellikle de Başkenti Batum olan Acaristan Özerk Cumhuriyeti pek yakın bir zamanda tamamen Hıristiyan memleketi olacaktır.
Türkiye’nin hariciye teşkilatı Sabetay Tarikatı mensuplarının adeta çiftliği haline dönüşmüştür. Her ne kadar vatanperver ve inançlı dışişleri bakanları bulunsa da aşiret yapılanmasına benzeyen bu bakanlık mensuplarının halkımızın dini ve milli yapısına uygun vasıfta olmaları mümkün olamamıştır.
Halen Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Mevlüt Çavuşoğlu, hiçbir hariciye bakanına nasip olmayacak derecede güçlü bir şekilde ülke menfaatlerimizi savunan açık sözlü bir hükümet yetkilisidir. Öyle zannediyorum ki bu makalede yayınlamış olduğum hatıralar ve acı gerçekler gerekli tedbirleri alması için yeterli olacaktır.
Aksi takdirde Türkiye, Müslüman kardeşlerimizin karşı karşıya kaldığı çok büyük problemlerin mesuliyetini sırtına almış olacaktır. Meselenin özü Gürcistan Müslümanlarının çeşitli baskı yöntemleri ile asimile edilmesidir. Binlerce Müslüman Acara halkı Hıristiyan yapılmıştır. Halen bu asimilasyon uygulamaları acımasız bir şekilde devam etmektedir.
Öncelikle kendi yaşadığım acı hatıraları dile getireyim. Sonrasında da bunun nasıl mümkün olduğunu değerli araştırmacı Naciye Saraç hanımefendinin çalışmalarından yararlanarak ifade etmeye çalışayım.
Gemilerde süvari yani gemi kaptanı da diğer kaptanlar gibi seyir vardiyası tutar. Her gün sabah ve akşam saat 8 ile 12 arasında köprüstünde gemi kaptanını görmek mümkündür. 4. Kaptan küçük gemilerde bulunmaz. Fakat büyük gemilerde ve özellikle çok sık manevra yapılan konteyner gemilerinin çoğunda bulunur. İşte ben de gemi kaptanı iken 4. Kaptanla beraber Hint Okyanusunda seyir vardiyası tutuyordum. Bir defasında inanılması güç bir durumla karşılaştım.
Birçok gemide olduğu gibi kırlangıç dediğimiz köprüüstündeki iskele tarafta 4. Kaptanla dini konularda sohbet ediyordum. Konu namaza gelmişti ve aslında “namazın bir çeşit dua” olduğunu ifade etmiştim. Örnek olarak Subhaneke duasından başlayarak Fatiha suresi ve son olarak da Ettehiyyatü duasının kısa bir mealini anlatmaya çalışıyordum.
Subhaneke duasının önce orijinal halini okurken yarısına geldiğimde birden gece vardiyasında gözcü olarak bulunan Gürcistan’lı gemici duanın son kısmını okumaya başladı. Telaffuzu gayet güzeldi. Fakat kendisinin Hıristiyan olduğunu biliyordum. Elbette çok şaşırmıştım. Sordum: “Yahu sen Hıristiyan değil miydin?” Gemicinin cevabı ise adeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldu: Bana “Ben Hıristiyan oldum” dedi. Bundan sonrasını kulağa hoş gelmese de halk lisanı ile anlatmaya çalışayım.
“Oğlum sen manyak mısın” dedim. “Hiç insan dinini bırakıp Hıristiyan olur mu?” diye sordum. Bana diğer bir gemicinin de aynı şekilde Hıristiyan olduğunu söyledi. Gerçekten de gemimizde 8 Gürcü vardı ve 6 tanesi Hıristiyan 2 tanesi Müslüman ismi taşıyordu.
Hayretim iyice artmıştı ve “Peki, annen baban da senin gibi Hıristiyan oldu mu?” diye sorduğumda “Hayır, onlar Müslüman kalmaya devam ediyorlar” diye cevap verdi.
Kafam öylesine karışmıştı ki ilk defa “mürted” yani dinden çıkmış bir insan ile karşılaşıyordum. Derhal Hıristiyan olmuş arkadaşını da köprüüstüne çağırmasını söyledim. Kısa bir süre içinde diğer gemici de köprüüstüne gelmişti. Maalesef diğer gemicide kendisini doğruladı.
Bu sefer “Yahu siz manyak mısınız? İnsan futbol takımı değiştirir gibi din değiştirir mi?” diye bu sefer ikisini de soru yağmuruna tutmaya başladım. Her iki gemici de başlarını önüne eğmişti. Bir tanesi yutkunarak şunu söyledi “Bizim büyük büyük dedelerimiz Hıristiyanmış.”
“Ulan benim eski dedelerim de şaman imiş. Hak geldi batıl zail oldu. Şimdi ben de Müslümanlığı bırakıp şaman mı olacağım” diye kızgın bir şekilde her iki gemiciye bağırmıştım. Öylesine kötü bir durumdaydım ki daha fazla köprüüstünde kalamadım ve gemi komutasını 4. Kaptana bırakarak kamarama inmek zorunda kalmıştım. Ertesi gün Müslüman olan Gürcü gemicileri kaptanın ofisine çağırdım. Biri makine da diğeri ise güvertede görev yapıyordu. Bana bazı kişiler Hıristiyan olsa da kendilerinin Müslüman kalmaya devam edeceklerini söylediler. İnanılması zor anlar yaşıyordum ve hemen sordum:
“Bu arkadaşlarınıza baskı yapıldı mı?” Hemen inkar ettiler; “Hayır kendi istek ve arzuları ile Hıristiyan oldular” dediler. O zaman “Tabii, misyonerler para veriyorlar değil mi?” diye sorunca bunu da inkâr ettiler. Bu Müslüman Gürcü gemiciler benim sorularımdan çok korkmuşlardı.
Neticede ekmek parası için bir Türk şirketinde çalışıyorlardı. Gemi kaptanının meseleyi soruşturduğu takdirde ülkelerine döndüklerinde bu durumdan zararlı çıkacakları endişesine kapılmışlardı. Ben de daha fazla ısrar etmeden her ikisine de görevlerinin başına dönmelerini söyleyerek ofisten gönderdim.
Hayatım boyunca hiç yaşamadığım duyguları yaşıyordum. Allah hiç kimseye böyle bir durumu yaşatmasın. Geceler boyunca uykum kaçmış bu zorla din değiştirme meselesine kafam takılmıştı. Pazar günü bütün Gürcü gemicileri ofisime çağırdım. Hepsine güzel bir iki söz söyleyerek denizcilikle ilgili konuşmaya başladım. Gemiye gelecek misafirler için ayrılan ikram içeceklerinden verdim. Sonrasında da Gürcistan’da insanların din değiştirmeye zorlanıp zorlanmadığını sordum. Konunun nereye geleceğini bilen Gürcü denizciler belli ki hazırlık yapmışlar; tek bir cümle ile cevap vermeye başlamışlardı. Önce Müslüman Gürcü konuşmaya başladı. “Süvari Bey. Gürcistan din özgürlüğüne önem veren bir ülkedir. Kimseye başka dine geçmesi için baskı yapılmaz.”
Diğer Gürcü gemiciler de papağan gibi aynı nakaratı söylediler. Belli ki; benim bu sorularım kendilerini çok rahatsız etmişti. Meselenin büyümemesi için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Çaresiz hepsini istirahat günü olduğu için dinlenme salonlarına göndermek zorunda kaldım. Fakat kamara ve ofisimde perişan bir vaziyette kalmıştım. Türkiye’ye dönünce ülkeyi ayağa kaldırıp, hükümetten hesap soracaktım. Bin yıldır İslam bayraktarı olan ve hayatını Müslümanların özgürce yaşamasına adamış Türklerin böylesine acı ve dehşetli bir asimilasyona sessiz kalmasını, ilgililere söyleyip çareler arayacaktım. Zira Bosna Hersek’te yaşanan Müslüman soykırım ve asimilasyonu, burnumuzun dibinde hemen sınırımızın karşısında tekrar cereyan ediyordu.
Fakat bunların hiç birisini yapamadım. Çünkü gemimiz kısa bir süre sonra Hint Okyanusunda dehşetli Muson fırtınalarına tutuldu. Koca gemi ortasından çatlamış su almaya başlamıştı. Çok geçmeden ikiye ayrılarak battı. Gemi kaptanı olarak ikinci bir faciaya daha şahit olmuştum. Bereket, bütün denizciler sağ salim kurtulmuştu. Aylarca Hindistan’da kalmış mahkemeler ve sigortacılarla uğraşmıştım. 2010 Yılında Türkiye’ye geldiğimde birkaç makalede bu Hıristiyanlaştırma sürecini yazmış daha fazla hiçbir şey yapamamıştım. Demek ki; zamanı bugüneymiş. Yeni Akit gazetesi köşe yazarlarından Hüseyin Öztürk Bey’in Gürcistan ile ilgili makaleleri yayınlanınca içimdeki acı ve hüsran yeniden alevlendi. Meselenin iyice içine girerek gerçeklerle yüzleşmeye başladım. Evet, ne yazık ki; Gürcistan, Batılı devletlerin oyuncağı ve maskarası olmuştu. Hıristiyan misyonerler dünyanın en önemli kavşak noktalarından bir tanesi olan Gürcistan’ı bin yıllık İslam geçmişinden kopararak halkını din değiştirmeye zorluyorlardı.
Öyle ki; Gürcistan Demokratik Cumhuriyetinin bayrağında 1918 ile 2004 yılına kadar hiçbir haç ve Hıristiyan işareti bulunmaz iken 18 yıl önce 5 tane haçı yerleştirivermişlerdi. Sonrasında da Gürcistan’a bağlı bir Özerk Cumhuriyet olan ve özerkliği Kars Antlaşması gereği Türkiye Cumhuriyeti’nin garantörlüğü altında bulunan Acaristan’da, Müslüman asimilasyonu çok hızlı bir şekilde devam etmektedir. 1920’li yıllardan beri Müslümanlara karşı uygulanan dini baskılar; Erdoğan hükümetleri döneminde de azalmamıştır. Dünyanın her yerinde Müslümanların hamisi ve koruyucusu olan Türkiye, ne yazık ki Gürcistan’da meydana gelen dehşetli olaylar karşısında sesini çıkaramamaktadır.
30 yıldan beri Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinde artış hiç azalmamıştır. 400.000 civarında nüfusu olan ve yaklaşık bu nüfusun % 70’i Müslüman olan Acaristan’da halkın dini görevlerini yerine getirmede pek çok sorunu vardır. Gürcistan yönetimi, misyonerlik faaliyetleri kapsamında Müslüman halka; atalarının asıl olarak Hıristiyan olduğu, Gürcistan’da Yunanlılar ve Rumların yüzyıllardır Gürcüler ile birlikte sorunsuz yaşamalarının arkasında Ortodoks birliğinin bulunduğu, Hıristiyanlığı seçmeleri halinde istedikleri bir Avrupa ülkesine gidebilecekleri vaat etmektedir. Müslümanlıktan vazgeçmeleri karşılığında iş garantileri verilmekte, hatta kişi başına 3.000 Dolar teklif edilmektedir. Sovyetlerin 70 yıllık dinsiz yönetimi sonrasında çaresiz kalan Gürcistanlı Müslümanlar, şimdi de Batılı misyoner teşkilatlarının tehditi altında hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Gürcistan sınırları içindeki Müslüman Abaza ve Osetlerin bulunduğu bölgeler; Rusya işgaline uğramıştır. Burada da Gürcistan yönetimine benzer bir şekilde Müslümanlar hedef alınarak asimilasyona tabi tutulmaktadırlar. Fakat Türkiye ile Gürcistan’ın arasında Acaristan bölgesi yani Batum’un başkent olduğu topraklarda garantörlük anlaşması bulunduğu için Türkiye’nin Kıbrıs’ta olduğu gibi müdahale hakkı bulunmaktadır.
Çünkü Acara Özerk Cumhuriyeti toprakları, doğrudan Gürcistan merkezi yönetime bağlanmak istenmektedir. “Büyük Gürcistan” planını gerçekleştirme çerçevesinde, Acara halkını asimile etmek için önce Acara bölgesinin bayrağına 5 haçlı Gürcistan bayrağı konulmuştur.
İslam, Acaristan’da, 16. ve 17. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’da genişlemesi ile birlikte yayılmaya başlamıştır. İslamiyet, Osmanlı Devleti’yle kaynaşan Acaralı yerel beyler ve elitler arasında gelişmiştir. Osmanlı dönemi boyunca Gürcü ulusal kimlik duygusu ise oldukça zayıf kalmıştı. Acaralılar kendilerini öncelikle Müslüman olarak görmüşlerdir. Ruslar ise kendi yönetimi altındaki tüm Müslümanlara “Tatarlar” ismini vermiş İslam kimliklerini bu şekilde muhafaza etmişlerdir.
Osmanlıların geri çekilmesinden uzun bir süre sonra dahi onların İslam mirası; Acaristan’da yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasına kadar, eğitim hâlâ medreselerde verilmekteydi. Türkiye’den gelen imam ve hocalar; Acaralılar için örnek modeller olarak kalmıştı.
Birinci Dünya Savaşı boyunca, çoğu Acaralılar, Türklerle birlikte Rus İmparatorluğu’na karşı savaştı. Bu durum, Acaralıları sınırdışı etmeye çalışan, fakat çok hızlı bir şekilde, bu gibi bir politikanın ortaya çıkardığı düşmanlıklardan çekinen Ruslar için büyük bir sorundu. Öte yandan, 1920’li yıllarda Gürcistan’ın ve dolayısı ile Acaristan’ın Rus yönetimi altına girmesiyle birlikte bölgedeki Müslümanlara karşı büyük bir baskı başlamıştır. Örneğin ibadet yapmak yasaklanmış camiler çeşitli sebepler ile kapatılmıştır. Sarp sınırına giden Acaristanlı Müslümanların Türkiye’den okunan ezanı dinlemeleri veya dinlerken tekrar etmeleri, yüksek sesle dua okumaları yasaklanmıştır. Bölgede imam ve hoca olarak bilinen dini önderler, Rusya’ya çalışmaya gönderilerek, bölgeden uzaklaştırılmıştır.
Savaş yıllarında Müslümanlığı yok etmek için bölgeye birçok Ortodoks rahip gönderilmişti. Rahipler, Rus askerlerinin desteğiyle çeşitli yerlerde kiliseler yaptırdı ve yeni doğan çocukları bu kiliselerde vaftiz ederek Hıristiyan bir nesil meydana getirmeye çalıştılar. Bu arada Müslüman adet ve ibadetlerinin bozulması için yeni seküler davranışlar zorla dayatılmaya başlandı. Öyle ki; bu çalışmalar uzun vadede sonuç vermiş bugün Acaristan’da Kurban veya Ramazan Bayramı’nda misafirlere şarap ikram edilmeye, birçok yerde domuz eti yenilmeye başlanmıştır.
Çarlık Rusyasının yıkılışından sonra, Acaristan’ın Sovyetler Birliği içindeki tek dini Müslüman belirliliği, Moskova tarafından da, Gürcistan içinde Acara bölgesine gerçek bir özerklik verme için bir kriter olarak kullanılmıştır. Ancak Acaralıların İslami özellikleri nedeniyle sağlanan bu özerklik, baştanbaşa tüm Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, bölgedeki İslam’a karşı bir yok etme politikasına öncülük etmiştir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra tüm cumhuriyetler, dini bir uyanış yaşamış ve ulusal kimlik ile dini hisler arasındaki bağlantılar yeniden tanımlanmıştır. Gürcistan’da Zviyad Gamsahurdiya, kiliseye dayanarak, yeni bir devlet ve yeni bir vatandaşlık oluşturmaya karar vermiş entelektüeller, yakınlarda yeniden açılan Türk sınırından kaynaklanan, faal bir İslam’ın gelişmesine ilişkin endişelerini dile getirmişlerdir.
İşadamlarının ve Türk rehberlerin geri dönüşü, Osmanlıların ve Osmanlı döneminin bir geri dönüşü olarak görülmüş Batum’daki Batılı medyanın uyarısı üzerine, Gürcü yetkililer, Gürcü Kilisesi’nin yardımıyla Acaristan’ı Hıristiyanlığa döndürme politikasını tekrar uygulamaya başlamışlardır. Misyonerlik çalışmaları sayesinde Hıristiyanlığın normalliğe geri dönüş olduğuna inanan bazı Acaralı gençlere rastlanmaktadır. İşte ticaret gemisinde yaşadığım acı verici olaylar bunun sadece bir delilidir. Acaralı gençler arasında hâlâ Müslümanlık asimile edilmeye devam etmektedir.
SSCB’nin dağılmasının ardından, Hıristiyanlığa döndürme süreci Gamsahurdiya ve Şevardnadze döneminde devam etmiştir. Ortodoks Kilisesi ve Tiflis’teki yetkililerden destek alan, Saakaşvili iktidarı da göreve geldikten sonra benzer politikaları devam ettirmiştir.
Yeni yönetim, Acara Özerk Cumhuriyetinin bir Hıristiyan toprağı olduğu imajını uyandıracak için yeni düzenlemelere gitmiştir. Bu yeni düzenlemelerin en dikkat çekici olanı, Artvin-Hopa-Sarp Hudut Kapısı’ndan Gürcistan’a giriş yaptıktan sonra Batum’a kadar olan karayolu üzerinde 10 kilometrelik mesafelerle krom nikelden yapılmış haç işaretleri konulmuştur.
Bu yeni düzenlemeler, Acaristan’daki Müslüman halk üzerinde artış gösteren Tiflis kaynaklı dini baskıların, dini ibadetlerin sınırlandırılması, bölgeye Abhazyalı Gürcü muhacirler yerleştirilerek, halk arasında görüş ayrılıkları meydana getirilmesi, Hıristiyanlık propagandasının desteklenmesi gibi Acaristan halkını huzursuz edici uygulamalar tarzında devam etmektedir. 1990’lı yıllardan bu yana Acaristan’ın eski bir Hıristiyan bölgesi olduğu ve Acaristan’da Hıristiyanlığın tarihsel geçmişi gibi konulara yer veren “Acaristan’da Hıristiyanlık”, “İncil”, “İsa Dünyanın Tek Umududur” gibi Gürcü dilinde bastırılan kitaplar, özellikle Müslümanların yoğun olduğu bölgelerde ücretsiz olarak dağıtılmaya devam etmektedir.
Ayrıca, Acaristan’da 1993-1994 öğretim yılında ilk defa müfredata ilk ve orta dereceli okullarda Hıristiyanlığın öğretilmesi amacıyla din dersleri konulmuş; Acaristan’ın Keda Bölgesi’nde bulunan Sirabidzeebi Köyünde de Ocak 2006’da çocuklara Hıristiyanlık eğitimi vermeyi amaçlayan bir okul açılmıştır. Bunun dışında Kvaştat, Vayo ve Zvare Köylerinde de okul açılması planlanmaktadır. Bölgede, Tiflis'ten çeşitli kiliselerden bölgeye gönderilen din görevlileri de misyonerlik faaliyetleri yürütülmekte çeşitli köylere giden papazlar, köylerdeki Müslümanlara para vererek, boyunlarına haç takıp, günahlarından arındıklarını belirterek, cennete gideceklerini vaat etmektedirler.
Halkın ekonomik sıkıntısı nedeniyle maddi menfaat karşılığı Hıristiyanlığı kabul etmelerini sağlayan papazlar, bazı vatandaşları Tiflis’e götürüp televizyon programlarında “Kendilerinin Müslüman olduğunu ama çocuklarının Hıristiyan olmasında bir problem olmadığını” söylemelerini sağlamaktadırlar. Gürcistan genelinde yayın yapan televizyonlar, Hıristiyanlığı seçenlerin katıldığı dini törenleri sürekli yayınlayarak Hıristiyanlık propagandasına devam ediyorlar.
Diğer taraftan, kilisenin Hıristiyanlık propagandaları çerçevesinde toplu vaftiz törenleri gerçekleştirilerek, halkın din değiştirmesi sağlanmakta papazlar ayrıca köylerdeki Ortodokslara verdikleri maddi destek karşılığı kilise kurmalarını talep etmektedirler. Örneğin, Batum’un güney doğusunda yer alan ve tamamı Müslümanlardan oluşan Hulo ve Keda köylerinde, Ekim 2004 tarihinde kiliseler açılmış Müslüman isimleri taşıyanların adları Hıristiyan isimleri ile değiştirilmiştir. Bu çerçevede sadece Temmuz 2006’da Batum’un Kobuleti ilçesinde gerçekleştirilen vaftiz töreninde yaklaşık 300 kişinin Hıristiyanlık dinini kabul ettiği iddia edilmektedir.
İslam dini eğitimi verilmesinin yasak olduğu, Hıristiyanlık eğitiminin ilkokuldan itibaren ders olarak okutulmaya başlandığı Acaristan Özerk Cumhuriyeti'nde, özellikle gençler arasında “Hıristiyan olmak, modern olmak” gibi lanse edilmeye ve bir moda akımı halinde benimsetilmeye çalışılmaktadır. Halk arasında, “Gürcistan ile Acaristan Özerk Cumhuriyeti arasında inanç açısından büyük bir fark kalmadığı, Acaralıların Müslümanlaştırılmış Gürcüler oldukları ve şimdi esas dinlerine döndükleri, bu nedenle özerkliğe ihtiyaç kalmadığı, otonom statünün sona erdirilmesi gerektiği” yönünde propaganda faaliyetlerinin de yürütüldüğü biliniyor. Bu kapsamda, 2004 içerisinde üç Maçahel köyünün çeşitli vaat ve psikolojik baskılarla Hıristiyanlaştırıldığı basına da yansımıştır. Acaristanlı yöneticiler özellikle Ramazan ayında bölgede vaaz vermek ve namaz kıldırmak için gelecek hocalara izin verilmemektedir. Acaralı Müslümanlar, inançları üzerinde kurulan psikolojik baskılar neticesinde, ibadetlerini özgürce yerine getirememekte ve Müslüman kimliklerini özgürce ifade edememektedir. Acaristan’da yaşayan Müslümanlar, bu tür olayların ilk defa yaşanmadığını, Abaşidze döneminde Hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin gizli yürütüldüğünü, Saakaşvili darbesinden sonra ABD’nin mali desteği ile bunların açıktan yapıldığını, Osmanlı mirası olan bu toprakların, haçlı bayrakları ve kiliselerle donatıldığını söylemektedirler.
Gürcistan Merkezi Hükümeti, Acaristan Özerk Cumhuriyeti Müslümanlarının dini faaliyetlerini sınırlama, Acaristan’a Abhazyalı Gürcü muhacirleri yerleştirme, Müslümanlara yönelik Hıristiyanlık propagandasına göz yumma gibi toplumu huzursuz edici uygulamalara zemin hazırlayıcı faaliyetlerde de bulunmaktadır. Acara Özerk Cumhuriyeti’nde Kızıl Haç’a bağlı olarak faaliyet gösteren “Sınır Tanımayan Doktorlar ve Eczacılar”, komünist dönemde dinden uzaklaşmış Abhazyalı Gürcü göçmenlere yönelik yoğun Hıristiyanlık propagandası sürdürürken propagandanın etkisinde kalan Abhazyalı Gürcü göçmenler; Acaralı Müslümanlarla sık sık dini tartışmalara girmektedir. Batum’da yaşayan Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında da Gürcistan yönetimi tarafından ayırım yapılmaktadır. Dağlık bölgelerde bulunan Müslüman köylerine mescid açılmasına izin verilmemekte bu çerçevede Batum’da bulunan Türk camisinden bile ezan okunması yasaklanmaya çalışılmaktadır. Acara’da Müslüman kimliğini göz ardı eden ve Gürcü Hıristiyan yaşantısını benimseyen kişiler, yönetimde yer almaktadır. Müslümanlara resmi kurumlarda iş imkanı sağlanmamakta Ortodoks Hristiyanlığa geçen Müslümanlara, kamu sektöründe iş bulmaları hususunda yardımcı olunmaktadır. Bu nedenle, Müslümanlar kimliklerini gizlemek zorunda kalmaktadırlar. Acara’daki cami ve medreselere atanan kişilerin özellikle Müslüman halkın sempati duymadığı ve İslamiyet konusunda herhangi bir bilgisi bulunmayan kişilerden seçildiği hususu da dillendirilmektedir.
Acara’da Müslüman halka İslamiyet’i anlatacak herhangi bir kurumun olmaması çok önemli bir sorundur. Acaristan’da Hıristiyanlığın yayılmasında ısrarlı bir tutum izleyen Gürcistan yönetimi, son dönemde bölgeye yaptığı yatırımları artırarak Acaristan halkından gelebilecek tepkileri de bertaraf etmeye çalışıyor. Ancak sürekli olarak Gürcü yönetiminin Hıristiyanlık propagandasına maruz kalan Acaristan halkına Türkiye’nin gerekli desteği vermesi şarttır. Türkiye’nin Kars Antlaşması gereğince Acaristan Özerk Bölgesi için garantörlük sıfatı bulunduğu Gürcistan yönetimine bildirilmeli ve ayağını denk alması gerektiği dile getirilmelidir. Aksi takdirde benim yaşadığım gibi dehşetli ve üzücü çok daha vahim olayları yaşayabiliriz, vesselam…
.
İlkeli siyaset ve CHP’nin resimleri
Türkiye’de ciddi bir salgın hastalık var. Bu hastalığın adı “sevgisizliktir”. Diğer bir ismi ise kendi kardeşine, komşusuna veya farklı düşüncedeki insanlara karşı “düşmanlık” duygusudur. Hâlbuki sevgi ve muhabbet insanı insan yapar. Düşmanlık ise insanı canavar bir hayvan eder.
Bu tedavisi çok zor olan hastalığı yenmek zorundayız. Aksi takdirde âleme maskara olduğumuz gibi Allah katında da mesul ve günahkâr olacağız. “Muhakkak mü’minler kardeştir (Hucurat Suresi. 10)” ayetine karşı gelmek yani Müslüman kardeşine düşmanlık yapmak kanser gibi çok belalı bir hastalıktır.
İnsanların her biri sevgiye muhtaç olduğu gibi sivil toplum örgütleri hatta siyasi partilerin dahi bu ulvi ve yüksek duyguya ihtiyacı vardır. Fakat ne yazık ki; özellikle seçim dönemleri yaklaşırken siyasetçiler ve partiler düşmanlık söyleminin zirvesine çıkmaktadırlar. Ellerinden geldiği kadar rakip siyasi grupları karalamaya ve çirkin sözlerle hakaret boyutlarına varıncaya dek konuşmaya, yazmaya devam ederler.
Hâlbuki bu düşmanlık duygusu yerine “sevgi” ve “kardeşlik” esas olsaydı; siyasi mücadeleler böylesine çirkin bir hal almazdı. Örnek verelim: Siyasi partiler, muhalif olduğu diğer bir partiye şöyle bir eleştiri yapmaz: “Bu partinin düşünceleri güzeldir. Fakat bizim partimiz daha güzeli olan şu tedbiri almaktadır”. Bunca yıl çok az sayıda benzer bir eleştiri görmüşümdür.
Sadece siyasette kalsa yine iyi! Eğitim kurumlarında, ticari hayatta ve sosyal ilişkilerde dahi buna benzer bir durum söz konusudur. Düşmanlık öylesine içimize işlemiş ki; bu kanserden beter hastalık toplumun her kesimine sirayet etmiştir. Mesela malını satan esnaf dahi “komşumun malı da güzeldir” demez; diyenler çok azdır.
Siyasi partiler daima rakip gördüğü partinin kötülüklerini sayıp dururlar. Hatta hiçbir yönü için dahi güzel bir söz söylemezler. Nerede kaldı sevgi duygusunu öne çıkarıp diğerinin iyi taraflarını anlatabilsinler. Bu gidişat artık dayanılmaz boyutlara varmıştır. Somut örnekler vererek meseleyi muğlâk bırakmayalım. Herkes kolayca anlayabilsin. İşte geçen hafta CHP, İstanbul Maltepe’de bir miting yapıyor. Rakip partilerden yapılan eleştiri ise çok manidar. İktidar partisi ve destek veren basın mensupları diyor ki; “Mitingde CHP’nin ilk genel başkanının resmi yok” CHP yöneticileri ise cevaplarında “sana ne kardeşim!” diyemiyor. “Meydanın şurasında resim koymuştuk” benzeri cevaplar ile bunu savuşturmaya çalışıyorlar. Aslında doğru olarak sorulması gereken soru şudur: “Kardeşim benim ilk genel başkanım olan siyasi liderin resmini sen niçin kullanıyorsun?”
“CHP Genel Başkanı ülkemizin kurucusudur” sözünü ele alalım. Bir ülkenin kurucusu ve lideri tek bir şahıs olamaz. Özellikle kahraman yiğitleri ile meşhur Türk milletinin başarısını tek bir şahsa indirgeyemezsiniz. Kazım Karabekir’den Sütçü İmam’a, Rauf Orbay’dan Ethem Bey’e, Bediüzzaman’dan Mehmet Akif Ersoy’a kadar milli mücadeleye katkı sunan çok sayıda insanımız vardır. Bunları görmezlikten gelmek ciddi bir hatadır. Çünkü başarıları tek bir şahsa verirseniz bunu küçültürsünüz. Mağlubiyet ve başarısızlıklar ise şahıslara verilir. Zira bu sayede milletin gururu ve morali yükselip kısa bir zamanda mağlubiyetin izleri silinecektir. Fakat Türkiye’de tam tersine; başarıyı tek bir şahsa yükleyip, mağlubiyet ve hatalı davranışları millete yüklemek alışkanlık haline gelmiştir.
Siyasi partiler eğer ilkeli ve doğru bir siyaset yapmak istiyorlar ise başkasının kusurları ile ilgilenmek yerine kendi güzelliklerini ve doğrularını anlatmak zorundadırlar. Her hangi bir lideri ön plana çıkarmak istiyorlar ise “başarılı sonuçlara imza atan politikaları” öne sürmelidirler. Bunun yerine rakip bir partinin kurucusunu öne çıkarıp her yere resmini asmak ilkeli ve doğru bir siyaset değildir. Hele hele “sen kendi partine ait genel başkanın resmini asmadın” diyerek karşı çıkmak; absürt ve kabul edilemez bir davranıştır. Kendi geçmişine karşı saygı ve güveninin olmadığına bir delil olur.
Bu yazıdan en önemli maksat; CHP’nin tek partili faşist zihniyetinin ortaya çıkarılmasıdır. Çünkü; 21. Yüzyılda bütün milletlerin ilerlediği bir yolda düşünce bakımından çok geri kaldık. Dünyadaki birçok halk; geçmişi ile gururlanmak ve geleceğe güvenle bakmak için milli kahramanlarını cilalayıp parlatarak öne sürmeye çalışırlar. Fakat Türkiye’de bütün siyasi muhalif liderler, özellikle isimlerinin başlarına “Çerkes, deli, topal, komünist” gibi yakıştırmalar ile aşağılanıp hakarete uğramaktadırlar. Hatta 2. Abdülhamid gibi siyasi dehaları bile “Kızıl Sultan” benzeri isimlerle anmak inanılması güç bir akıl tutulmasıdır.
Sonuç olarak CHP, kendi geçmişi ile yüzleşip “helalleşme” benzeri söylemlerle halkımızla barışmaya çalışmaktadır. Aksi takdirde yüzde 25’i aşmayan müzmin bir muhalefet partisi olmaktan kurtulamayacaktır. Bu partiye ilkeli ve doğru bir siyaset kazandırmak ülkemiz için çok önemlidir. Biraz yardım gerekmez mi? Vesselam
.
Müslüman yurdunda sessiz istila
Sultan 2. Bayezid, bütün Avrupa’da ve özellikle İspanya’da Yahudilere uygulanan soykırıma karşı Osmanlı Devletine sığınmak isteyenlere izin vermişti. Çünkü İslam dini isterse gayrimüslim olsun daima mazlumlara karşı merhametli olmayı emreden bir dindir. Fakat maalesef kendilerini aynı Şeytan gibi “üstün ırk” olarak gören Yahudiler, kendilerini misafir olarak kabul eden bu koca cihan devletinin yıkılmasında mühim roller üstlenmişlerdir.
1492 yılından itibaren binlerce Yahudi gemilerle getirilerek İstanbul, İzmir ve Selanik gibi önemli ticaret merkezi olan şehirlerimize yerleştirildiler. Kendi aralarında kurmuş oldukları örgütler sayesinde hem çoğaldılar hem de ekonomik ve sosyal olarak güçlenmeye başladılar. Öyle ki; Osmanlı Devletinin savaştığı ülkelerle dahi işbirliği yapacak derecede söz sahibi olan kişiler yetiştirdiler.
Yahudilerin İslam toplumuna verdiği en büyük zarar ise faiz ve bankerlik kurumları ile olmuştur. Öncelikle devlet memurlarını rüşvete alıştırmış halkın bir bölümünde ve özellikle Osmanlı sarayında sefahat ve israfın yayılmasında büyük roller üstlenmişlerdir. Nihayet mali açıdan iflas eden bu devlet, kendi paşası olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşaya karşı İngiltere ve Rusya’dan yardım istemek zorunda kalmıştı.
Osmanlı Devletinde devamlı surette güç kazanan Yahudiler arasında 1660’lı yıllarda büyük bir karışıklık çıkmıştı. Kendisini Mesih olarak ilan eden Sabetay Sevi, önce Yahudiler tarafından desteklenmiş olsa da mistik Kabala yorumları, reenkarnasyon inancı ve aile kavramını ortadan kaldıran sapkın düşünceleri nedeniyle çatışmalara yol açmıştı.
Nihayet Yahudiler, Sevi’yi Padişah 4. Mehmet’e şikâyet ettiler. Padişah da her gün daha da çok artan şikâyetler nedeni ile Sevi’yi yargılamaya karar verdi. Mahkeme esnasında ilginç bir biçimde Sevi, Müslüman olduğunu söyleyerek Yahudilere karşı pozisyon almıştı. Aslında bu durum kendisini Yahudilerden korunmak içindi. Yoksa gerçek bir Müslüman olmamıştı. Kendisine bağlı 200 aile ile birlikte Yahudi ayinlerini gizli bir şekilde yapmaya devam ediyorlardı.
Osmanlı Mahkemesi Sevi’nin Müslüman olmasını ve Mehmet Efendi ismini almasını memnuniyetle karşılamış cezalandırılmasını isteyen Yahudilere karşı kendisini korumaya almıştı. Hatta memurluk ve iyi de bir maaş bağlanmıştı. Bu durum birçok Yahudi üzerinde kötü etki bırakmıştı. Sevi’ye karşı iyice düşman olmuşlardı. Bugün dahi İsrail Devleti, Sabetay Sevi’ye karşı din değiştirdiğinden dolayı düşmanca davranmaktadır. Sabetay Tarikatına mensup Yahudilere vize verilmemekte ve bu gizli tarikat mensuplarını Yahudiliğe ihanet etmiş sapkın bir örgüt olarak görmektedirler.
Buna karşın son bir yıldan beri Portekiz ve İspanya devletleri, Sabetay Yahudilerine vatandaşlık belgesi vermeye başlamıştır. Bu maksatla gerekli aile bağlarını gösteren mezar taşı ve soy kütüğü belgeleri ile müracaatları, kabul görmektedir. Suzan Nana Tarablus isimli bir yazarın “Baba Bize Neden Döneme Diyorlar” isimli kitabında bu durum genişçe izah edilmektedir.
Tarablus, kitabında çok sayıda Sabetaycı kişiyle röportaj yapmıştır. Kendisini Sabetaycıların; Yakubi, Karakaşi ve Kapani kollarına mensup olduğunu ifade eden birçok vatandaşımıza Portekiz ve İspanya devletinin vatandaşlık belgesi verildiği ileri sürülmektedir.
Tarablus’un kitabında Sabetay Sevi Tarikatına mensup kişilere karşı; Osmanlı Devleti ve Türkiye tarafından baskı ve zorlama yapıldığı iddiaları da vardır. Hâlbuki Osmanlı Devleti ve Müslüman ahali gayrimüslimlere dokunmamış serbestçe ibadetlerini yapmalarına ve ticari işletmeler kurmalarına müsaade etmiştir. Bilakis “Sahte Mesih” iddiası, Yahudi cemaatine aittir ve Sevi’yi en çok Yahudiler suçlamaktadırlar.
Yahudilerin geleneksel mağdur rolü üstlendikleri ve bunu sıkça kullandıkları bilinen bir gerçektir. Sabetaycılarda böyle bir yol izleyerek “ağlama duvarında” yapılan ayinler gibi bir yol izlemektedirler. Bununla birlikte CHP devrinde uygulanan “Varlık Vergisi” kanunu ile kendi toplulukların ezildiği inancı da çok yaygındır.
Öncelikle şu hususu belirtmek gerekir ki; Sabetaycılar, gayrimüslimler kadar ağır vergilere maruz kalmamışlardır. Özellikle bazı ailelere ayrıcalıklı davranılarak Müslüman ahaliden dahi daha az vergi alındığı; bilinmektedir. Aksi takdirde günümüzde Türkiye’deki sanayi tesislerinin büyük bir bölümüne sahip olmaları mümkün olamazdı.
Soyadı kanunu sayesinde geçmiş izlerini kaybettiren Sabetaycıların isimlerinin başına “D” harfi konularak Varlık Vergisine maruz bırakılması; devletin bu kişileri gayet iyi bildiğini göstermektedir. Bununla birlikte özellikle Silahlı Kuvvetler, medya, üniversiteler, yargı, sanat camiası ve bankacılık sektöründe çok güçlü bir şekilde varlıklarını sürdüren bu tarikat mensupları ile ilgili bilinenler, bilinmeyenlerden çok fazladır.
Elbette gizli Yahudi Sabetay Tarikatı dışında da gayrimüslim kökenli olan fakat kendisini Türk gibi gösteren başka guruplar da vardır. Özellikle Ermeni ve Rum kökenli olup çeşitli Türk isimleri ile dolaşan ve gerçek Türklere düşman olan insanları sıklıkla görebiliyoruz. Bu kişi ve grupların en önemli özellikleri İslam’ın sembollerine karşı gösterdikleri sert ve acımasız tutum ve Türklerle evliliğe girişmemesidir. Çok bariz hususiyetleri şunlardır: Kadınların başörtüsünden nefret ederler. Asla namaz kılmaz ve oruç tutmazlar. Camilerden okunan ezana karşı inanılmaz bir düşmanlıkları vardır.
Askeri darbelerde ve özellikle 28 Şubat 1997 sürecinde bu kişilerin ne derece güçlü olduklarını devleti nasıl soyup soğana çevirdiklerini açık bir şekilde gördük. Öyle ki; sırf eşi başörtülü olduğu gerekçesi ile 10 bine yakın asker ordudan atıldı. Demek ki; Sabetay Tarikatı mensupları başta olmak üzere gayrimüslim topluluklar ülkemizde çok güçlü bir şekilde varlıklarını sürdürmektedirler. Fakat sesleri daima gür çıkmaktadır.
Suriyeli Müslümanların iç savaştan kaçarak ülkemize sığınmasını “sessiz istila” olarak gösteren Ümit Özdağ gibi darbeci Milli Birlik Komitesi üyesi çocukları sayesinde bu acı gerçekleri yazmak zorunda kaldım. Bize “Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya” muamelesi yapan bu İslam düşmanlarını umarım şimdi daha iyi tanımışsınızdır, vesselam…
.
Eğer söz konusu iman ise gerisi teferruattır
Gerçek, elemsiz bir lezzet ve huzur sadece Allah’a imanda bulunur. Bundan gayrı ne varsa hepsi boştur, geçicidir ve kaybolup giderler.
Peki! Bu kadar kesin ve açık bir şekilde konuşmak kolay mıdır? Gerçek huzur ve lezzet nedir? Veya elemsiz lezzet olur mu? Her insan bu yalın soruları çok defa hem kendine hem başkalarına sormaktadır. Özellikle bir yakını vefat ettiğinde veya mezarın yakınına geldiğinde, istese de istemese de akıl ve kalp bunları sorgulamaya başlar. Eğer makul bir cevap bulamaz ise derhal düşüncelerini bu sorulardan uzaklaştırmak üzere oyun ve oyalanmaya girişir. Bunu da beceremez ise bir kısım insanın yaptığı gibi beynini uyuşturacak şekilde alkol ve uyuşturucuya kaçmaya çalışır.
“Din afyondur” diyen Marx ve onun felsefesini esas tutanlar bilseler ki; insanın en temel ve basit sorularının cevabı sadece dinde bulunur; böylesine cahilce bir sözü söylemezlerdi. Zira ölüm gerçeği karşısında tıp ilmi veya felsefe öğretileri, cevap veremezler. O halde deve kuşunun yaptığı gibi avcıyı görünce başını kuma gömme budalalığından kurtulmak gerekiyor. Merdane, erkekçe davranıp korkup kaçmadan bu ölüm denilen olayın içyüzünü öğrenmeye çalışmak lazımdır. Sonra da gerçek bir lezzet ve huzur nasıl bulunacak buna bakabiliriz.
O halde önce her canlının gözü önünde duran şu ölüme ciddi bir şekilde bakalım. Kutsal kitaplar ve felsefe hocaları bunun hakkında ne söylüyorlar?
Genel olarak üç görüş ortaya çıkmaktadır. İlk ikisi felsefecilerden geliyor. Birincisi diyor ki; “ölüm bir hiçliktir, yok oluştur”. Genellikle materyalistler yani hayatın maddeden ibaret olduğunu düşünenler böyle cevap verirler.
İkinci görüş ise ruha inanan fakat öldükten sonra dirilmeye inanmayan kişilerden gelir. Derler ki; ölüm ve sonrasında insanların atıldıkları kabir, aynı müebbet hapis cezasına atılan mahkûmlar gibi karanlık ve böcekler ile dolu bir işkence odasıdır. Kıyamet kopsa dünya yıkılsa bile; ruhumuz bu hücrede kapalı kalıp duracaktır.
Üçüncü görüş ise Allah’a ve elçisi Hazreti Muhammed’e (asm) iman etmiş insanoğlu insanlara aittir. Derler ki; ölüm, daha güzel ve sonsuz bir dünyaya gitmek için bir müddet ruhumuzun yaşayacağı bir çeşit bekleme salonudur.
İlk iki görüşe sahip olanların hayattan lezzet almaları ve mutlu bir şekilde yaşamaları, kendi ifadelerine göre dahi mümkün değildir. Sarhoşlar gibi veya akıl hastalarına benzer şekilde oyun ve eğlencelerle geçirilmesi gereken 80 veya 100 senelik acı ve ızdırap dolu bir hayat önlerinde durmaktadır. Ellerine ne kadar büyük servetler geçse veya çok büyük makamlara ulaşıp insanların gözünde büyük bir lider dahi olsalar; ölüm gelip hepsini birden elinden alıp yok etmektedir. Mezarlar “asla vazgeçilmez derecede büyük” zannettiğimiz insanlarla doludur. Çoğu kişi bunlara arkasını dönüp bakmaz bile…
Materyalist veya maddeden başka ruha da inanan felsefecilerin gittiği iki yoldan başka bir “üçüncü seçenek daha var” demiştik. İşte, Kur’an ve Allah’ın elçileri vasıtası ile gönderdiği mesajlar, hayatın böylesine acı ve ızdırap olmadığını; bilakis huzur ve mutluluk getirdiğini göstermektedir. Çünkü öldükten sonra yeniden dirilmeye yani sonsuz bir ahiret yurduna inanan insanlar, çok büyük haksızlıklara hatta zulümlere dahi uğrasalar, en nihayetinde gerçek adalet sahibi olan Allah’ın huzurunda; bu kötülüklerin karşılıksız kalmayacağını bilirler. Daha da güzeli ise sonsuz ve ebedi bir gençliğin bulunduğu cennet gibi bir mükâfat kazacağını düşünürler. Hatta cennetten daha güzel olan Allah’ı görmek gibi bir şeref ile taçlanacaklarına iman ederler.
Üçüncü yol yani Allah’a iman etmenin insana kazandırdığı güzellikleri binlerce peygamber bize müjdelemiştir. Kur’an’da en önemli peygamberlerden sadece 25’inin ismini biliyoruz. Bu konuda milyonlarca büyük âlim, asfiya ve veli insanlar da aynı noktaya parmak basmaktadırlar. Ağızlarından hiçbir yalan çıkmamış ve sadece gördüklerini söyleyen bu insanlara inanmak yerine; materyalistleri veya dinsiz felsefecileri dinleyenlere ise ne söylense azdır. Allah, bütün okuyucularımı ve yakınlarımı, böylesine acı ve kederle dolu bir hayattan muhafaza etsin.
Demek ki; huzur ve mutluluk için Allah’a imandan başka bir yol yoktur. Peki, elemsiz lezzet olur mu? Her şeyin yıkılıp gittiği, öldüğü, elimizde kalmadığı bir dünyada; elemsiz bir lezzet veya huzur bulunabilir mi?
Evet, dünyada da bulunur ve mümkündür. Zira sevdiğimiz her insan, anne ve babamız, çocuklarımız, malımız, mülkümüz; bir müddet için ayrılsak bile yeniden hem de mükemmel bir şekilde bize verilecektir. Ölüp gitmeleri sonsuza kadar değildir. Elemsiz bir lezzet veya mutluluk için tek bir şart vardır. O da Allah’ı sevmek ve O’na dayanmaktır. Çünkü Allah, bakidir, sonsuzdur, merhameti nihayetsizdir. Annelerdeki şefkat dahi Allah’ın şefkati yanında denizdeki bir damladan ibarettir.
Kıssadan hisse bu olmak gerektir ki; her şeyin başı imandır. Yaratılışın en yüksek gayesi ve insan fıtratının en yüce neticesi, Allah’ı bilmektir. İnsanın ulaşabileceği en yüksek mertebe ve makam budur. İnsanın en parlak saadeti ve en tatlı nimeti ise Allah sevgisidir. Bütün insanlar için en saf huzur, sürur, sevinç ve mutluluk ise Allah sevgisi içinde bulunan ruhani lezzetlerdir, vesselam…
.
Deniz Harp Okulunda namaz
Denizcilik hayatımın en önemli ve zor günleri Bahriye Mektebi de denilen Deniz Harp Okulunda geçmişti. Burada çok önemli bir karar vermem gerekiyordu. Ya namazlarımı kılacaktım ya da darbeci askerlerin acımasızca uyguladığı yasaklara uyarak namazımı terk edecektim. Çünkü okul yöneticileri okulda namaz kılan öğrencileri fişleyip okuldan atıyorlardı. İşte 17 yaşımda bu çok önemli kararını vermek durumunda kalmıştım.
1982 yılında Bahriye Mektebine girmiştim ve o yıllarda ülke olarak çok sıkıntılı yıllar geçiriyorduk. 12 Eylül darbesi yapılmış darbeci cunta her yerde terör estiriyordu. Komünist militanlardan kurtulmuştuk lakin faşist darbeciler onları aratmıyordu…
Askeri okullarda ise tam bir facia yaşanıyordu. Nerede namaz kıldığı tespit edilen öğrenci bulunsa derhal disipline veriliyor ailesi çağrılarak okuldan ayrılması için ikna ediliyordu. İkna odaları daha o zamandan kurulmuştu. İstanbul Üniversitesinde ise çok sonra yani 15 yıl geçince Rektör Yardımcısı Nur Serter görevdeyken yeniden uygulanmıştı.
Din ve vicdan özgürlüğüne karşı uygulanan terör öylesine şiddetliydi ki; kandil gecesi namaz kılan bazı arkadaşlarım bu şekilde görüldükleri zaman derhal birileri tarafından ikaz ediliyor bir daha namaz kılmaması için uyarılar yapılıyordu.
Bu yıldırma ve baskıların önemli bir kısmı darbeci amirallerden gelirken bir kısmının ise FETÖ örgütü tarafından yapıldığını anlamıştım. Hatta daha ileri gidilerek kanca attıkları kişilerin benim gibi namaz kılan birisiyle arkadaşlık yapmalarını da şiddetle yasaklıyorlardı.
FETÖ fenalıklarına bir yenisini daha eklemiş “namazları ima ile kılmak” diye bir soytarılığa da imza atılmıştı. Resmen dinin direği namaz tağyir ediliyordu (Tağyir = Dini emrin ortadan kaldırılıp değiştirilmesi). Güya kitap okurken meğerse namaz kılıyorlarmış. Hiçbir Müslüman toplumda ve hiçbir mezhepte böylesine çirkin bir uygulama görülmemiştir.
İma ile soytarılık yapan öğrencilere bunu “yapmayın, etmeyin” dedimse de kimseyi ikna edemedim. Bir tanesi en sonunda bana “böyle yapmak hiç namaz kılmamaktan daha iyidir” diyerek kendini müdafaa etmeye çalıştı. Ben de “tam tersine ima ile namaz yoktur, bunu yaparak dinin en önemli emrini böylesine keyfi bir uygulama ile kaldırmaya çalışmak daha büyük günahtır” diyerek cevap vermiştim.
Evet, “okuldan atılırım” korkusu ile namaz kılamayanlar için bundan daha iyi bir çözüm vardı. En azından hafta sonları evlerinde namazını kılıp Allah’tan af dileme imkânı vardı. Fakat böyle maymun gibi şaklabanlık yaparak güya ibadet etmek, hiçbir dini terbiye ve kitapta yazmıyordu.
İşte mankurt böyle yetişiyordu. İma ile uyduruk bir şekilde namaz kıldığını zanneden zavallı öğrencilere daha sonra daha başka fenalıklar yaptırılıyordu. Örneğin oruç tutmamaları tavsiye ediliyordu. Asıl gaye; inançlı öğrencilerin dini bağlarından tamamen koparılması idi.
Hatta birinci sınıfta yasak olmasına rağmen oruç tutan bazı kişiler, oruç serbest bırakılınca FETÖ örgütünün baskısı ile bu sefer de oruç tutmamaya başlamışlardı. Nedenini sorunca “midem ağrıyor” gibi bahaneler söylüyorlardı. Zaman içerisinde FETÖ sistematik bir şekilde beyin yıkamaya devam ediyor akıllara durgunluk veren bir biçimde öğrenciler mankurtlaştırılıyorlardı. Bunlar Zerdüşt dininin “ibahe mezhebine” benzer şekilde sırası ile alkollü içki içmeye başlıyorlar, sefahat, tesettürsüzlük gibi her haltı yemeye devam ediyorlardı.
Peki, bunları okul idarecileri ve darbeci amiraller bilmiyor muydu? Bence çok iyi biliyorlardı. Fakat böylesi işlerine de geliyordu. Benim gibi namazını kılan münasebetsiz (!) adamlarla uğraşmaktansa bu şekildeki mankurtlarla rakı sofralarında bayağı iyi arkadaş olabiliyor, dine sövmekten gelen şeytani bir zevk alabiliyorlardı.
Allah selamet versin! Salim adında Libyalı bir öğrenci arkadaşım vardı. O da benim gibi 5 vakit namazını kılar hiçbir zaman ve durumda asla aksatmazdı. Hatta zaman ve yer bulamayınca gocuğunu yere serer orada milletin içinde hiç çekinmeden namazını kılardı. Bense merdiven altlarında, spor odası ve kalorifer dairesi gibi toz toprak içinde çok fazla görünmeden namazımı kılmaya çalışırdım. Yanımda kitapları kapladığımız kap kâğıtlardan bulundurur vakit girince bunu seccade yaparak namazımı kılmaya çalışırdım.
Sınıf arkadaşlarım benim bu halimi görünce genellikle takdir ederlerdi. Kaç defa yanıma gelip, “Vehbi senin namaz kılmana imreniyorum, inşallah mezun olunca ben de namazlarımı kılacağım” diye söylemişlerdir.
Fakat öyle olmuyordu maalesef. Kıtaya çıkınca yani mezun olup savaş gemilerinde görev yapmaya başlayınca iş daha da zorlaşıyordu. Bu sefer içki içme konusunda çok büyük bir baskı uygulanıyordu. Eğer savaş gemisinde içki içmeyen namaz kılan subay ortaya çıkarsa olay oluyordu. Bu geminin komutanıyla dalga geçiliyor “bir teğmene sözünü geçiremiyorsun, senden komutan olmaz” gibi alaycı yaklaşımlarla askerlik mesleğinin disiplini zirüzeber ediliyordu.
Son sınıfa gelince bazı arkadaşlarım namaz kılmaya başlamıştı. Fakat kısa zamanda bunlara da baskı ve korku ile ibadetlerini yapmayı terk ettirdiler. Darbeci faşistlerle, Fetocular işbirliği halinde öğrencileri kıskaca almış başta namaz olmak üzere dini konularda çok acımasız davranıyorlardı.
Sonunda 28 Şubat 1997’de “eşinin üstünde başörtüsü var” diyerek benimle birlikte on binlerce askeri ordudan atmaya muvaffak oldular. Başta din adına mangalda kül bırakmayan Cumhurbaşkanı Demirel vardı. Neredeyse her konuşmasında “ordudaki din düşmanlığını kaldıracağız” diye vaatler veren bu zavallı siyasetçi, ilk önce benim gibi askerlerin ordudan atılması için o yıllarda yargıya kapalı olan Askeri Şûra kararları ile resmen büyük bir kıyım yaptılar.
Askeriyede olanlar böyle de; sivilde durum çok mu farklıydı. Kamu kurumlarında, hatta şirketlerde dahi namaz kılanlara engeller çıkarılıyordu. Namaz kılan kişiler, mesleklerinde liyakatli olmalarına karşın terfileri çoğu zaman engelleniyordu. İşte 1980’li yıllarında yaşanan bu olaylara, denizcilik hatıralarında yer vermemek olmazdı. O halde bu hususlara da yer verip Türkiye’de yaşanan acı gerçekleri genç nesillere ibret almaları için anlatmak gerekiyor.
Artık olanlar oldu ve bitti. Bütün bu fenalıklar geçmişte kaldı. Ruz-i Mahşerde bunların hepsinin hesabı sorulacak. Zira zulmü yapanların çoğu toprak olup kabir azabı ile meşgul durumdalar. Biz şimdi önümüze bakalım. Zira benim öğrencilik yıllarında yaşadığım bu kötü hatıralara karşın çok güzel icraatlar yapılıyor. Başörtüsüne karşı gösterilen öfke ve hınç duyguları neredeyse hiç kalmadı, diyebiliriz. CHP’li siyasetçiler dahi “başörtüsünden sana ne kardeşim!” diyecek kadar özeleştiri yapabiliyorlar. Fakat bundan sonra aynı muamelelere maruz kalmamak için neler yapılabilir biraz da buna bakalım.
15 Temmuz 2016 darbesinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan askeri okullarda cami yapılması talimatı vermiş nihayet bu camiler inşa edilmeye başlanmıştır. Yakın zamanda açılacağı gün de gelecektir. Geç de olsa alınan bu karardan dolayı teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
Bütün askeri okullarda Batı standartlarına uygun olacak bir biçimde ibadet mahalli açılması bir zorunluluktur. Bölük komutanlarının odalarının hemen yanında fişleme için açılan mescidlere değil; rahatlıkla ve özgürce ibadetlerin yapılabildiği camilere ihtiyacımız vardır.
Namaz ile ilgili olarak Meclis’te geçen tarihi bir olayı anlatayım. 1922’de Bediüzzaman Meclis’e davet edilip törenle karşılandığında; karşılaştığı en önemli sorunun namaz konusunda olduğunu ve bu önemli ibadet hususunda ihmal olduğunu görür. Derhal bir beyanname neşrederek namazın önemini vurgular.
Meclis kürsüsünde 10 maddelik bu beyanname okununca ilk karşı çıkan Halk Fırkası reisi olur. Mecliste herkesin ortasında, “hocam biz sizi ilminizden istifade etmek için davet ettik, siz ilk iş olarak namaza dair beyanname neşrettiniz, aramızda ihtilaf çıkardınız” diye itiraz edince, Bediüzzaman; “Paşa, Paşa, imandan sonra en büyük hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur (reddedilir)” diyerek şiddetle karşılık verir. Namaz konusunda bu denli tepki beklemeyen reis geri adım atar ve Bediüzzaman’dan özür diler.
Namazı, sadece Cuma günü kılmakla “namaz kılıyorum” denilmez. Namaz günde 5 defa kılınmak üzere emredilmiştir. Konuyu önemine binaen biraz daha açmak gerekiyor. Zira bu konuda ne kadar izahat yapılsa azdır.
Namazın önemini daha iyi anlamak için Kur’an-ı Kerim’e bakmak yeterlidir. Çünkü Kur’an’da 86 yerde namaz açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ayrıca namazla dolaylı yoldan alakalı çok ayet de vardır.
Sahih hadis kaynaklarında da namaz sıklıkla zikredilir. Birisi Peygamber Efendimiz’e (asm) gelerek dinin başı nedir diye sorması üzerine, Resul-u Ekrem (asm) “Esselatu imadüddin – Namaz dinin direğidir” demiştir.
Ülkemizde namaz en çok ihmal edilen konuların başında gelir. Her ne kadar halkın çok büyük çoğunluğu Müslüman olduğunu söylese de namaz kılanların oranı en dindar mahallelerde dahi % 20’yi geçmez. Yapılan anketler kimseyi yanıltmasın zira “düzenli olarak namaz kılıyorum” diyenlerin bir kısmı sadece Cuma namazlarını kastetmektedir. Bu durum gerçekten de içler acısıdır. Düzeltmek için çok çaba sarf edilmesi gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığının tavrı bu konuda oldukça ihmalkar ve baştan savmacıdır. Cami mihrabına kiliselere benzer şekilde zincirler çekip imamları ruhban sınıflarına benzetmeye çalışadursunlar. Veyahut cami girişlerine “çorapsız girilmez” gibi levhalar asıp Müslümanları camilerden kovadursunlar. Hutbe ve vaazlarda çevre korumasından tutun siyasi konulara kadar her konuda gerekli-gereksiz açıklamalar yapan bu resmi kurum; namazla ilgili olarak nasihatlerde çok zayıf kalmaktadır. Hâlbuki İslam’ın imandan sonra en büyük şartı namazdır. Diğer konularda bir kere hutbe ve vaaz verilse, iman ve namaza dair en az 10 kere bahsi gereklidir.
Namazın önemini İslam âlimlerinin yazmış olduğu eserlerinde de görmek mümkündür. Örneğin 115 farklı kitaptan meydana gelen Risale-i Nur Külliyatında en çok üzerinde durulan husus iman ve sonrasında da namaz konusu gelmektedir. Hayatı boyunca da namaz konusunda çok titiz olan Bediüzzaman, namazını vaktinde kılar gecikmesine müsaade etmezdi. Hatta mahkemede hâkim izin vermeyince oturduğu yerden kalkıp namazını oracıkta kılması, Müslümanlar içinde gıpta ile karşılanmıştır.
Denizcilik hayatım boyunca çok farklı işlerde ve işyerlerinde çalışmak zorunda kaldım. Çalıştığım gemi ve iş yerlerinde gördüğüm en kötü durum; namazın ihmal edilmesiydi. Ne yazık ki çoğu kere yalnız olarak namazımı kılardım. Bu durumdan hem ben hem de iş arkadaşlarım rahatsız olurlardı. Ben “niçin bu kadar önemli konuda ihmalkârlık yapılıyor” diye üzülürken; bazı kişiler namazımı gizlemeden kıldığım için “bak gösteriş yapıyor” diye rahatsız olabiliyordu.
Hâlbuki “farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslamiye’de ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz” İman zaafları ile beraber, fıtraten riyakâr olan insanlar elbette bahsimizden hariçtir.
İslâm’ın sembollerine temas eden ibadetlerin gösterilmesi, gizlenmesinden çok daha sevaplıdır. İmam-ı Gazali gibi zâtlar: diğer nafile ibadetlerin gizlenmesi çok sevaplı olduğu halde, İslam sembollerine temas eden, özellikle uydurmaların revaçta olduğu zamanlarda sünnetlere uymanın öneminden bahsetmektedir.
Günümüzde teheccüd, evvabin namazı gibi farz olmayan namazlar çok teşvik edilmekte açıktan kılınmasına rağbet edilmektedir. İlginç olan ise farz namazların gizlenmesi gerektiğine dair sözlere de şahit olabiliyoruz. Hâlbuki durum tam tersinedir. Sünnet ve nafile namazlar gizlenmeli, farz namazlar açıktan kılınmalıdır.
Bu konuda ne kadar söz söylense yazı yazılsa azdır. İşte sözlerin en güzeli olan Kur’an; bakın ne söylüyor? Namazın önemine dair 86 Ayet mealini yazarak ispatlama ihtiyacı duydum. Bakalım, okuyucularım bu ayet meallerinin tamamını okuyabilecek mi?
Namazdan direkt bahseden 86 Ayet meali (sure ve ayet sırası ile) şu şekildedir:
2.3: Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.
2.43: Hem namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.
2.45: Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah’a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.
2.83: Hani bir vakitler İsrailoğulları’ndan şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık: Allah’tan başkasına tapmayacaksınız, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyecek, namazı kılacak, zekatı vereceksiniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hâlâ da dönüyorsunuz.
2.110: Siz namazı hakkıyla kılmaya bakın ve zekatı verin! Kendi nefsiniz için her ne hayır yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.
2.125: Biz ta o zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namazgah edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail’e şöyle ahit verdik: “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!”
2.153: Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
2.177: Yüzlerinizi bazen doğu, bazen batı tarafına çevirmeniz erginlik değildir. Fakat eren o kimselerdir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlığı olanlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirleri kurtarmaya seve seve mal verirler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. Bir de antlaştıkları zaman sözlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık gösterenler var ya, işte doğru olanlar da bunlardır, korunanlar da bunlardır.
2.238: Namazlara ve orta namaza devam edin ve Allah için boyun eğerek kalkıp namaza durun.
2.239: Eğer bir korku hâlindeyseniz, yaya veya binekli olarak giderken kılın, (korkudan) emin olduğunuz zaman da böyle bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin (namazlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile kılın).
2.277: İman edip iyi işler yapan, namazı dosdoğru kılıp zekâtı verenlerin Rableri katında elbette mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku olmadığı gibi, onlar mahzun da olmazlar.
3.39: Zekeriya mabette namaz kılarken melekler ona: “Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi doğrulayıcı, efendi, nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler” diye ünlediler.
4.43: Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüb iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelince veya cinsî münasebette bulunup, su da bulamazsanız o zaman tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
4.77: Kendilerine, “Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin” denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve “Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Ne olurdu bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?” derler. Onlara de ki: “Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret, Allah’a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.”
4.101: Yeryüzünde sefere çıktığınızda kâfirlerin size bir kötülük yapacağından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Kuşkusuz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.
4.102: Sen onların aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı seninle beraber namaza dursun. Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunsunlar, silahlarını yanlarına alsınlar. Kâfirler arzu ederler ki, silahlarınızdan ve eşyanızdan bir gafil olsanız da size ani bir baskın yapsalar. Eğer size yağmur gibi bir eziyet erişir veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda bir vebal yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Kuşkusuz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
4.103: O korkulu zamanda namazı kıldınız mı gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep Allah’ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.
4.142: Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar.
4.162: Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, namazı kılan, zekâtı veren, Allah’a ve ahiret gününe iman edenlerdir. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.
5.6: Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı mesh edin, iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut biriniz abdest bozmaktan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Bunun için de yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla mesh edin. Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye de üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor.
5.12: Allah, İsrailoğulları’ndan söz almıştı. İçlerinden on iki müfettiş göndermiştik… Allah şöyle demişti: “Ben, muhakkak sizinle beraberim. Namazı dosdoğru kıldığınız, zekâtı verdiğiniz, peygamberlerime iman ettiğiniz ve onlara yardımda bulunduğunuz, (mallarınızı) Allah yolunda güzelce sarf ettiğiniz takdirde, günahlarınızı mutlaka örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere korum. Fakat sizden her kim de, bundan sonra küfrederse, dosdoğru yoldan sapmış olur.”
5.55: Sizin asıl dostunuz Allah’tır, O’nun Resulüdür ve namazlarını kılan zekâtlarını veren ve rükû eden müminlerdir.
5.58: Namaza çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu onların, akıllarını kullanmayan bir toplum olmalarından dolayıdır.
5.91: Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?
5.106: Ey iman edenler! İçinizden birine ölüm (emareleri) geldiği zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şahitliğin hükmü, kendi içinizden iki adaletli şahit yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, ölüm (emareleri de) size gelip çatmışsa, sizden olmayan diğer iki şahit tutmaktır. Eğer (bunlardan) şüpheye düşerseniz, namazdan sonra onları alıkorsunuz. Onlar da Allah’a şöyle yemin ederler: “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah’ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz”.
6.4: Onlara Rab’lerinin ayetlerinden hiçbir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.
6.72: Bize: “Namazı dosdoğru kılın, Allah’a karşı gelmekten sakının” (diye emredildi), toplanacağınız yer O’nun huzurudur.
6.92: Bu Kitap (Kur’ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman edenler bu Kitab’a da iman ederler ve onlar namazlarına da devamlıdırlar.
6.162: De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir.
7.170: Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz.
8.3: Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar.
9.5: Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekatı verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
9.11: Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz âyetleri, bilen bir kavme açıklarız.
9.18: Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.
9.54: İnfakların onlardan kabul olunmamasına sebep, gerçekte Allah’a ve Resulüne inanmamaları, namaza ancak üşene üşene gelmeleri, verdiklerini de ancak istemeye istemeye vermeleridir.
9.71: Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vaz geçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle yargılayacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir.
9.84: Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.
10.87: Biz Musa ile kardeşine şöyle vahyettik: “Kavminiz için Mısır’da birtakım evler hazırlayın ve evlerinizi kıbleye karşı yapın ve namazı kılın ve müminlere müjde verin.”
11.87: Dediler ki; “Ey Şu’ayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysaki sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir adamsın.”
11.114: Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. Bu ise, düşünebilenlere bir öğüttür.
13.22: Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akıbeti kendilerinin olacak olanlardır.
14.31: (Ey Muhammed!) İman eden kullarıma söyle: “Namazı dosdoğru kılsınlar, alışveriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan açık ve gizli (Allah için) harcasınlar.”
14.37: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bir kısmını namazı dosdoğru kılmaları için, senin Beyt-i Haram’ının yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmını onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler.
14.40: “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazını dosdoğru kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! Duamı kabul et!
17.78: Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.
17.70: Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur’ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.
17.110: (Sen onlara) de ki: İster “Allah” deyin, ister “Rahmân” deyin, nasıl çağırırsanız çağırın. En güzel isimler O’nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da gizli okuma, orta yolu seç.
19.31: “Beni, nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.”
19.55: Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti.
19.59: Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. (Cehennemdeki “Gayya” vadisini boylayacaklardır.)
20.14: Şüphesiz ben Allah’ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.
20.132: (Ey Muhammed!) Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel akıbet takva sahiplerinindir.
21.73: Onları buyruğumuz altında (insanlara) doğru yolu gösterecek önderler kıldık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdir.
22.35: Ki Allah anıldığı vakit onların kalpleri titrer. Onlar başlarına gelene sabreden, namaz kılan kimselerdir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.
22.41: Onlar (o müminlerdir) ki, eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve fenalığı yasak ederler. Bütün işlerin sonu sırf Allah’a aittir.
22.78: Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur’ân’da, Peygamberin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, size Müslüman adını veren O’dur. Artık namaz kılın, zekât verin, Allah’a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!
23.2: Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler,
23.9: Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler,
24.37: Birtakım insanlar (Allah’ı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.
24.56: Hem namazı kılın, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki rahmete eresiniz.
24.58: Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz.) İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
27.3: Ki o (müminler) namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve ahirete de kesin olarak iman ederler.
29.45: Sana vahy edilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.
30.31: Başkasından geçerek hep O’na gönül verin ve O’ndan sakının. Namaza devam edin ve müşriklerden olmayın.
31.4: Onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar.
31.17: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret, çünkü bunlar, azmi gerektiren işlerdendir.”
32.16: Onların yanları yataklardan uzaklaşır, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayıra sarf ederler.
33.33: Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devrinde olduğu gibi süslenip çıkmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah ve Resûlü’ne itaat edin. Ey ehli beyt! Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz, pirüpak yapmak istiyor.
35.18: Hem günah çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. Fakat sen ancak o kimseleri sakındırsın ki, gaybda Rablerinin korkusunu duyarlar, namazı dürüst kılarlar. Temizlenen de sırf kendisi için temizlenir. Nihayet dönüş Allah’adır.
35.29: Allah’ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak verenler, kesinlikle batma ihtimali olmayan bir ticaret umarlar.
42.38: Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.
58.13: Gizli (özel) bir şey konuşmanızdan önce sadaka vermekten korktunuz da mı yerine getirmediniz? Fakat Allah da sizi affetti. Şu halde namazı kılın, zekatı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.
62.9: Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
62.10: Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.
70.22: Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.
70.23: Onlar ki namazlarını sürekli kılarlar.
70.34: Namazlarına devam ederler.
73.20: Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur’ân’dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah’ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur’ân’dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarf edin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah’tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
74.43: Cehennem ehli (sakar) der ki: “Biz namaz kılanlardan değildik.”
75.31: Fakat o, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı.
87.15: Rabbinin adını anıp namaz kılan.
96.10: Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?
98.5. Hâlbuki onlar, dini sadece Allah’a tahsis ederek, Allah’ı birleyerek, ancak Allah’a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekâtı vermekle emr olunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur.
107.4: Vay haline o namaz kılanların ki,
107.5: Kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler.
108.2: Öyleyse Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.
Bu ayet meallerinden başka namazdan bahseden diğer ayetlerde vardır. Fakat salât yani namazın geçtiği bu ayet mealleri dahi bu ibadetin ne derece önemli olduğunu ispatlamaktadır.
Geçenlerde bir arkadaşım teheccüd namazından bahsetti. Hatta kuşluk namazını kılmanın faziletlerini anlattı. Herhangi bir söz söyleyememekle birlikte çok taaccüp ettim. Bu dostum hangi ülkede yaşıyor diye kendi kendime sormaya başladım.
Yahu insanlar farz olan yani bir Müslümanın kendisinin yapmakla mükellef olduğu en önemli ibadeti doğru dürüst yapmazken bu nafile namaz nereden çıktı? Farzları yaptık da nafileye zaman mı kalıyor?
İşte toplumumuzun içinde bulunduğu bu sıkıntılı durumun düzelmesi için hatıralarımda namaz ile ilgili bahislere yer vermek gerektiğini düşünüyorum, vesselam…
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
-Bütün Dünya'ya rağmen Allah apaçık bir zafer ve fetih lütfetti
Bugün birçok kişi, Suriye direnişinin Beşşar Esed rejimini bu denli hızlı bir şekilde devirmesi karşısında farklı komplo teorilerine yönelmiş durumda. Kimileri bu zaferin arkasında ABD, Batı hatta işgalci İsrail’in olduğunu iddia ediyor, kimileri ise Suriye’nin sınır komşusu diyerek Türkiye’yi gösteriyor. Bütün bu iddialardan sonra şu soruya cevap arıyorum; Suriye direnişinin ve mazlum Suriye halkının kazandığı bu zaferin arkasında kim var?
Samimi bir şekilde, yaşanan gelişmeler karşısında müslümanca bir tavır almak için olayların iç yüzünü ve hikmetini anlamaya çalışanlara bir sözüm yok. Ancak, Allah Teâlâ’nın Suriye halkına, bütün dünyaya rağmen apaçık bir zafer ve fetih lütfetmesine rağmen, siyasi, ideolojik ve çıkar ilişkileri sebebiyle, Suriye halkına bu zaferi yakıştıramayan ve bu zaferin ardında ABD, İsrail, batı ya da bir başka ülkeyi gören komplocu zihniyetlere söyleyeceklerim var.
Bu komplocu zihniyet, İslam düşmanlarının son iki yüzyıldır İslam ümmetinde sebep olduğu büyük tahribat ve sapmaların en belirgin tezahürlerinden biridir. Bu zihniyet, Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olduğu, her şeyi ilmi ve iradesiyle kuşattığı; yaratan, takdir eden, tedbir eden olduğu hakikatlerini göz ardı etmektedir.
Bu sapma, hakim olduğu zihinlerde, olayların ve değişimlerin ardında Alemlerin Rabbi olan Allah’ın iradesini ve muradını yok sayan, her şeyi yalnızca beşeri aktörlerin ve küresel güçlerin planlarına bağlayan bir anlayış geliştirmiştir. Bu anlayış, İslam ümmetini, yaşanan büyük siyasi ve askeri gelişmeleri, Allah’ın ilmi ve hikmetinden bağımsız şekilde okuma yanılgısına sürükleme riski barındırmaktadır. Neticede, her olayın ardında yalnızca küresel hegemonya ve komplolar arayan bir bakış açısı, sünnetullahı göz ardı edip, ümmeti ilahi hakikati ve muradı kavramaktan uzaklaştırarak, basiret ve feraset yoksunluğuna mahkûm etmektedir. Bu komplocu zihniyet, bu yaklaşımıyla İslam düşmanlarının değirmenine su taşımakta ve İslam ümmetinde Allah Teâlâ’nın mutlak kudretine olan inancı zayıflatacak tahribatlara sebep olmaktadır. Bu yaklaşımı gönüllü savunanlar; tam bir ihanet içindeyken, farkında olmadan bu değirmene su taşıyanlar ise; en basit ifadeyle tam bir basiretsizlik halindedirler.
Bu komplocu zihniyet, elli yıllık bir cihadın ve emeğin ardından, Allah’ın yardımı ve zaferiyle önce Rusya’yı, ardından ABD’yi Afganistan’dan çıkaran Afgan kardeşlerimizin zaferini de gölgelemeye çalışmıştı. Bu zaferi Allah’tan değil de, küresel güçlerin kurduğu düzenlerden bilmişlerdi. “Koskoca ABD terlikle gezen Afganlara mı yenilir? Bu işte mutlaka bir oyun var, danışıklı dövüştür bu, bir oyun oynanıyor” gibi söylemlerle kardeşlerimizin kazandığı zaferi itibarsızlaştırmaya çalışmışlardı.
Aynı mihraklar bugün, Suriye halkının altmış yıldır Baas zulmü altında yaşadığı acıların, on üç yıllık şanlı direnişin, dört yıl boyunca gece gündüz devam eden askeri hazırlıkların, sahadaki birliktelik ve dayanışma ruhunun, sonucu olarak Allah’ın ikram ettiği bir zafer olan; Zalim Esed ve Baas rejimini devirmelerini görmezden gelmektedirler.
Bu mihraklar, zaferin ardında Allah Teâlâ’nın mutlak ilmini, iradesini ve muradını dikkate almadan, gelişmeleri yalnızca küresel güçlerin kurduğu düzenden kaynaklanan bir süreç olarak okumaktadırlar. Oysa her zaferin, her değişimin arkasında Allah’ın kudreti, iradesi ve planı vardır. Suriye halkının Zalim Beşşar Esed rejimini devirmesi, Allah’ın yardımıyla gerçekleşmiş bir zaferdir ve bunu farklı çıkar gruplarına mal etmek, hakkı teslim etmemek anlamına gelir.
ABD ile Irak’ta iş tutup birlikte hareket edenler, Suriye'de, Yemen'de ve Irak’ta mazlumları katledenler, kendi işbirliklerini gizlemek için bu apaçık zaferi, Siyonistlerin ve ABD nin oyunu olarak lanse edip, Suriye halkının zaferini gölgelemeye çalışıyorlar. Şii Hilali stratejisinin darbe almasından dolayı hırslarını, öfkelerini bu şekilde kusuyorlar.
-Ortadoğu veya Dünya'da sadece ABD,Rusya veya İngiltere'nin mi onayı gereklidir?
Bir yaprak dahi Rabbimizin ilmi ve izni dahilinde dalından kopup yere düşerken, yerin altındaki tohumlar dahi onun ilmi ve iradesi dışında yeşeremezken bu kadar önemli gelişmeleri Allah Teâlâ'nın mutlak ilmi, iradesi ve muradını hesaba katmadan değerlendirmek en basit ifadeyle cahilliktir, aymazlıktır
Rabbimiz Kuran'da birçok ayette mazlumların, salih kullarının yeryüzüne varis kılınacağını ifade etmiştir.
Andolsun biz Zikir'den sonra Zebur'da da: "Şüphesiz Arz'a salih kullarım varis olacaklardır" diye yazmıştık. Enbiya Suresi 105. Ayet
Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk Kasas Suresi 5. Ayet
Bu hakikatlerden hareketle, Suriye'de yaşananlar Allah Teâlâ'nın ilmi, iradesi ve muradı ekseninde gelişmekte ve yaşanmaktadır. Bunun aksini iddia etmek haşa Allah'ın kudretini yok saymaktır.
Bununla birlikte, Rabbimiz, yardımını ve zaferini bazen katından melekler indirerek müslümanlara ikramda bulunur, bazen düşmanların kalbine korku salar, bazen de düşmanları birbirine düşürür ve müslümanlar için ferahlık ve zafer yaratır. Allah’ın takdir ettiği sebeplerle, müslümanlar doğru bir şekilde bu işaretleri okuduklarında ve gerekli hazırlıkları yaptıklarında, zaferin kapıları ardına kadar açılır. İşte tam da bu durum, bugün yaşadığımız sürecin özüdür. Allah, sebepleri yaratır ve onları müslümanlara doğru bir şekilde okuma fırsatı verir, bununla birlikte her şeyin arkasındaki irade ve murad sadece O’nundur.
Rusya'nın Ukrayna'da başta ABD olmak üzere AB ile savaşı, küresel güçler arasındaki gerilimler ve bu savaşın dünya üzerindeki etkileri, ABD Başkanlık seçimlerinde ortaya çıkan tablo, Trump’ın Rusya’yı değil, Çin’i öncelikli tehdit olarak görmesi gibi gelişmeler, İran ve Hizbullah’ın içine düştükleri çöküntü, Almanya başta olmak üzere dünyanın süper güçlerinin yaşadığı ekonomik krizler, Esed ordusunun motivasyon eksikliği ve zayıflığı; işte bunlar, Rabbimizin zaferi müslümanlara ikram etmek için yarattığı sebeplerin birer yansımasıdır.
-Muhalifler gelişmeleri doğru okuyarak etkili ve hızlı bir şekilde Baas rejmini devirdi
Kardeşlerimiz, dört yıl boyunca gece gündüz hazırlık yaparak, Rabbimizin takdir ettiği sebepleri doğru okudular ve uygun zamanda operasyonu başlattılar. Oluşan vakum, sebepler dairesinde üzerine düşeni yerine getirip, ayakları yere sağlam basan mücahitler dışındakileri içine çekti ve bu Allah’ın izniyle, yardımı ve lütfu ile büyük bir zaferin müjdecisi oldu.
Bütün bu hakikatlere rağmen hala bu gerçekliği görmeyenler, görmek istemeyenlere söylenecek tek bir söz var
.
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Köy Enstitülerini Chp Yıkmıştı”
CHP’nin tek başına iktidar olduğu devirde bagajında biriktirdiği Dersim, Türkçe ezan, basını susturma gibi kirli yükten kurtulmak için sık sık kendini aklama çabasına girmesini anlıyoruz. Zira ya Dersim’de katliam yaptığını kabul edecek veya inkâr edecektir; üçüncü şık ise kıvırmak, yani tevile sapmaktır. CHP yöneticileri bunu, kendilerinin açıp kendilerinin kapattığı Köy Enstitüleri söz konusu olduğunda da sık sık yapmaktadır. Nitekim 1970 Ocak’ında basına yansıyan bir mektupta enstitülerin CHP zamanında kapatıldığı suçlamasına karşılık o tarihte 80’ini aşmış bulunan İsmet İnönü “Köy Enstitülerine yazık oldu” beyanatını vermiş, gelen eleştiriler üzerine de “Köy Enstitüleri 1950 seçimlerinden sonra bizim çabamıza rağmen kanunla kapatılmıştır” diye topu Demokrat Parti’ye atarak işin içinden sıyrılmayı denemişti.
Aşağıda yayınlayacağımız belge değerindeki açıklamasında bizzat Köy Enstitülerinin kurucusu Tonguç’un oğlu Dr. Engin Tonguç bunun açık bir yalan olduğunu, enstitülerin kapatılmasının gerçekte 1946’dan sonra CHP’nin başına gelen sağ koalisyonun bir icraatı olduğunun unutulmaması gerektiğini hem zamanın Eğitim Bakanı Sirer’den, hem de babasının sözlerinden deliller getirerek gayet net bir şekilde ortaya koymuş. En çarpıcı açıklaması ise şu: “1950’de Enstitülerin yalnız adı kalmıştı.” Son paragraf ise sanki bugünkü CHP yöneticilerine hitaben yazılmış gibi: Geçmişinizle açık yüreklilikle yüzleşin!
Yazı, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim gazetesinin 10 Şubat 1970 tarihli nüshasından aynen alınmıştır.
Köy Enstitülerinin Yıkılışındaki Gerçek
Sayın İnönü Köy Enstitüleri ve Yücel ile Tonguç konularında bazı suçlamaların yapıldığı bir mektuba 30 Ocak 1970 günkü gazetelerde yayınlanan bir karşılık verdi. İnönü bu karşılığında Yücel ve Tonguç’un yanlış fikirlerinden ötürü değil, aleyhlerinde devamlı olarak yapılan iftiralardan kendilerini ve Köy Enstitülerini sükûnete getirmek için görevlerinden ayrıldıklarını, yerlerine gelenlerin onların eserlerini aynı azim ve inançla devam etmek kaydı ile getirdiklerini, CHP iktidarı zamanında Köy Enstitülerine dokunulmadığını, bunların 1950’den sonra kapatıldığını ileri sürmekte ve bu açıklaması ile “önemli saydığı bir esaslı yanlışı sağlığında düzeltmeyi vazife saydığını” belirtmektedir.
Haksız ve gerçeğe aykırı suçlama ve görüşlerin yanlışlığını düzeltmek için gecikmiş çabalara girişen Sayın İnönü’nün bu açıklamaları ne yazık ki bir yanlışın yerine başka bir yanlışı koymaktan öteye gitmiyor.
Gerçekte iktidar 1950’de değil, 1946’da değişti
Yücel ve Tonguç kendilerini ve enstitüleri iftiralardan korumak ve sükûnete kavuşmak için değil, CHP’nin genel politikasındaki bir yön değişikliğinin gereği olarak görevlerinden ayrılmışlardır. Hemen şunu söyleyelim ki, biz bu yön değişikliğini Sayın İnönü’nün kişisel tutumuna bağlayarak, sorunu “önce kurdu, yıktı”, “sözünden döndü” gibi basit yargılara indirgemek istemiyoruz. Nasıl 1936’da Köy Enstitüleri atılımına temel olan çalışmalara girişilmesi için birtakım tarihsel, siyasal koşullar elverişli bir ortam yaratmışlarsa, 1946’da da değişik koşullar bu atılımın baltalanmasına
yol açmışlardı. Gerçeği görebilmek için CHP’nin tekdüze olmayan, çeşitli güçlerin ve sınıfların temsilcilerinden oluşmuş karmaşık içyapısını, CHP iktidarının her zaman bir iç koalisyon niteliği taşıdığını hatırlamak gerekir. 1936’da da CHP iktidarının iç koalisyon ortakları arasında sayıları az ama düşünce ağırlıkları güçlü ve etkili bir grup sesini duyurabiliyordu. Çeşitli inceleyicilerin çeşitli adlar verdikleri, örneğin milliyetçi devrimciler, millî burjuvazinin ilerici kolu, bürokrat aydın tabaka gibi deyimlerle anlatılmaya çalışılan bu grubun desteği iledir ki Atatürk’ün öncülüğünde eğitim atılımlarına girişilmiştir. 1946’da ise aynı iktidar ortakları arasında bu grubun gücü azalmış, sonunda ortaklıktan ayrılmışlardır. Bu gelişmeye yol açan çeşitli siyasal ve toplumsal nedenler vardır. Örnek olarak Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik koşullar tüccarı, ağayı, eşrafı, kompradoru zengin etmiş, burjuvazi güçlenmiş, CHP içindeki ortaklardan varlıklı sınıf temsilcileri seslerini yükseltebilmişlerdir. İç ve dış siyasal olayların, çok partili rejime geçmeyi gerektiren gelişmelerin de güçlendirdiği bu gruplar, 1946’da CHP içindeki ilerici aydınları iktidardan uzaklaştırmışlardır. Ve partinin sağ kanadı iktidara gelmiştir. Hatta tarihsel açıdan bir 1950-1960 döneminden değil, bir 1946-1960 döneminden söz açmak daha doğru olur. 1946-1950 CHP iktidarları, 1946’dan önceki CHP iktidarına göre 1950’den sonraki DP iktidarlarına çok daha yakındırlar; siyasal alanda bu sonuncularla aynı sınıfsal çıkarların savunuculuğunu yaparlar
Muammer Erten – Paşam, bu Köy Enstitülerinin kapanması olayı nasıl oldu ? Siz bu kurumları çok seviyordunuz, ama sonradan siz, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u görevlerinden alıp değiştirince enstitülerin hızı kesildi, nasıl oldu bu?
İsmet İnönü – Köy Enstitülerinin kapanmasından duyduğum acıyı tarif edemem. Bir babanın evladını kaybetmesinden duyduğu acı gibi duyarım, ama herkes zanneder ki Hasan Ali Yücel’i Tonguç’u isteyerek değiştirdim; Köy Enstitülerinin kapanmasına neden oldum diye benim hakkımda kamuoyunda yanlış bir hüküm vardır; aslında o zaman bir sürü olaylar oldu. Kurultaylarda Enstitüler aleyhine bir cereyan başladı. Ben bunların doğru olmadığını yerine giderek tespit ettim, ama bu o kadar yoğunlaştı ki grubu etkiledi. Grubun büyük çoğunluğu Köy Enstitülerinin aleyhine döndü. Bakanlar içinde Köy Enstitülerine karşı vaziyet alanlar çoğaldı. En çok da bu konuda Köy Enstitülerinden şikayet edilenlerin başında Milli Eğitim Bakanı Yücel’le, Genel Müdür Tonguç hedef alınıyordu. O sırada ordudan, rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’tan (1876 – 1950), o Genelkurmay Başkanlığından ayrılmadan önce, yoğun şikayetler başladı. Mareşal, “ Bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın ? ” diye soruyordu. Mareşal bunu adeta bir mesele haline getirmişti. Köy Enstitüleri etrafında bu çok yoğunlaştı.
Şimdi sana önemli bir şey söyleyeceğim: Herkes benim zayıflığım gibi görür, ama benim gücümdür aslında; mesela ben Köy Enstitüsü fikrine inanmışımdır. İnanmış bir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir, ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben gücüme göre gücümün var olduğu yerde, gücümü gösterebilirim. Ben dahi değilim, gücümle, tecrübemle memleket menfaatlerini en üst seviyede tutarak meselelere çözüm bulurum. Ben gücümün bittiği yerde bir politikacı, bir tecrübe sahibi bir insan olarak bir noktada, onu gelecekte tekrar uygulamak üzere bir noktada durdururum. Bu, aslında benim gücümdür. Çünkü artık gücümü kaybettiğim noktada, “Ben bu işi yürüteceğim !” diye yürüdüğüm zaman, artık tamamıyla yok olma durumu vardır; ben gücümün bittiği yerde, her şeye rağmen, yok olucu bir harekete yönelmem. Orada dururum. Zaman, benim için önemli bir faktördür; zaman içinde imkanlar gelir önüme, bir noktada bıraktığım fikrimi yeniden uygularım. Değişen zaman içinde de bana yeni fikirler gelmemiş, o fikrin doğruluğu bende bir kanaat olarak devam ediyorsa, onu yeniden uygularım. Köy Enstitüleri meselesi de böyle olmuştur.
Benim gücüm o zaman nereden geliyordu ? Partiden, Parti Meclis Grubundan, gücümü ben buradan alıyordum. Bu konuda bütün organlarda gücümü kaybetmişim. Ordunun üst kademesinde de huzursuzluk başlamış. Onun için bir süre en çok bu konuda saldırıya uğrayan, Milli Eğitim Bakanı Yücel’le, Genel Müdür Tonguç’u onların da gönlünü alarak bir süre için bu şimşekleri bu olay üzerinden uzaklaştırmak istedim. Fakat sonradan demokratik hareketleri de başlatınca, olaylar öyle gelişti ki kendi cereyanında yürüdü ve bir an geldi ki artık Köy Enstitülerini, eski gücüyle, eski ruhuyla devam ettirmek olanakları benim elimden çıktı.
Kaynak: Topraktan Parlamentoya – Muammer Erten – Boyut Yayınları 2010 sayfa: 271
.
Köy Enstitülerini kim kapattı?
Dün yine Köy Enstitüleri’yle ilgili, Demokrat Parti ve Menderes’i suçlayan tweetler atıldı. Tweet atanlar, muhtemelen Atatürk’ten geçinmeli tarihi çarpıtmak için çırpınan esnafın tekinin uydurduğu bilgilerden, kibarca söyleyeyim, etkilenenlerdi.
Köy Enstitüleri gibi bir kurumun gerçek tarihini bilmeden yöneltilen suçlamaların asıl amacı, Menderes’i kötülemek değil, gerçeklerin üzerini örtme çabasıdır.
Köy Enstitülerinin temeli Atatürk’ün son Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan (10.6.1935-28.12.1938) döneminde atıldı. İsmail Hakkı Tonguç’u Saffet Arıkan göreve getirmişti. Önce bazı deneme ve girişimlerden ve ara düzenlemelerden sonra 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde 17 Nisan 1940’da çıkartıldı. Kısaca, Köy Enstitüleri bir Atatürk devrimiydi. İlk dönemlerde Milli Şef İnönü de, desteklemek bir tarafa bağrına basıyordu. Hatta, İnönü 25 Ağustos 1941’de Samsun’da şöyle demişti: “Öğretmenler ve enstitü müdürleri Türk köyünün geleceğini sağlam temellere istinad etmek için aşk ile çalışıyorlar.”
Köy Enstitüleri’nin kaderi 1945-50 arasındaki “karşı devrim” yıllarında belirlendi. İnönü ilk iş olarak Hasan Ali Yücel’i istifaya zorladı. Yücel, 5 Aralık 1946’da istifa etti. Yücel, CHP içerisinde saldırılara uğradı, partisi onu yalnız bıraktı. İsmail Hakkı Tonguç da görevden alınarak, önce Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’na üye olarak atandı, daha sonra, 2 Nisan 1949’da resim–iş öğretmeni yapıldı.
İnönü’nün bakan yaptığı Reşat Şemsettin Sirer’den beklenen, Köy Enstititüleri’ni, Köy Enstitüsü olmaktan çıkartmaktı. Bu görevi başarıyla yaptığını ifade edelim.
İnönü, Atatürk’le yıldızı barışmayanları, onun devrimci davasına ayak uyduramayanları hatta ona ihanet edenleri, kırgınlıkları ortadan kaldırmak için yeniden etkin görevlere getirmişti. Dönemin TBMM Başkanı Kazım Karabekir, CHP iktidarının son başbakanı olacak ve gericiliğe en büyük ödünleri verecek olan Şemsettin Günaltay ve Feridun Fikri Düşünsel ile Kemal Cemal 1946 seçimlerinden sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü denetlemeye geldiler. Geliş amaçları denetlemek değil, adeta öğretmenleri ve öğrencileri terslemekti.
Bir ara Meclis başkanı seslendi, “dinlediklerimiz iyi güzel de bir de Hakkı Tonguç marşınız varmış sizin, şimdi onu söyleyin” Salon durgunlaştı, kimse böyle bir marşı hatırlamıyordu, herkes birbirine bakıp kaldı. Başkan tekrar sordu; “Canım, içinde köylü efendimiz filan lafları geçiyormuş”. Eğitimbaşı Hürrem Arman bağırdı: “Ziraat marşı çocuklar, ziraat marşı” Ölüyü bile canlandıracak güçlü bir ses yükseldi salondan. Atatürk’ün adının geçtiği bir yerde yerinden fırladı Karabekir, “kesin yeter” dedi.
Sonra Köy Enstitülerine karşı acımasız kıyım başladı. Önce Enstitülerin yöneticileri ve öğretmenlerinin yeri değiştirildi, 200 öğrenci okuldan uzaklaştırılıp, ailelerine tazminat davası açıldı.
9.4.1947’de Köy enstitüsü yönetiminde öğrencilerinin söz sahibi olmalarına son verildi.
9.5.1947’de, Enstitülerde kız ve erkek öğrenciler ayrıldı, karma eğitime son verildi.
20.5.1947’de, Köy Enstitüleri kitaplıklarında sakıncalı kitaplar ayıklandı, yakıldı.
4.9.1947’de, Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı.
Karşı devrime baş eğmeyen köy Enstitülerinin fikir babası bir devrimci Saffet Arıkan neden intihar etti?
Arıkan, Çanakkale’de savaşmış bir kurmay yüzbaşıydı. Kurtuluş savaşının kritik günlerinde Moskova’da askeri ataşe olarak görev yaptı. 1923’de milletvekili oldu. 1925-31 döneminde CHP genel sekreterliği görevinde bulundu. Milli eğitim bakanlığı görevi sona erdikten sonra Hitler Almanya’sında büyükelçi oldu.
Berlin Büyükelçiliği görevinden döndükten sonra, Tonguç onu bir gün Hasanoğlan Köy enstitüsüne götürdü. 1945’in son pazar günüydü. Tongüç, ona onun başlattığı atılımların ne kadar geliştiğini göstermek istiyordu. Arıkan gördüklerinden çok duygulandı, öğrencilerle konuştu, konser dinledi. Bu sırada ilginç bir şey oldu. Enstitüyü gezmeye gelmiş bir Amerikalı gazeteci grubuyla karşılaştı. “Yankee’ler buraya da mı burunlarını soktular” diye sordu.
Arıkan oldukça duygusal bir kişiydi. İsmail Hakkı Tonguç onun aynı zamanda yakın dostuydu, yakından tanıyordu. İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç, Arıkan’ın ölümünü şöyle anlatıyordu:
“1947 yılı sonlarıydı, bir sabah erkenden babamı aradılar. Acele çıkıp gitti, daha sonra bize Arıkan’ın ölüm haberini bildirdiklerini, ona gittiğini, Arıkan’ı yatağında cansız yatarken gördüğünü, yatağın yayındaki masada bazı ilaç kutuları ve bir kağıt üzerine çizilmiş bir mezar resmi bulunduğunu” söylemişti.
Tablo tipik bir intihar tablosuydu.
Ne var ki gazeteler, Arıkan’ın ölümünü kalp krizi olarak verdiler.
Ancak, Fahir Giritlioğlu, CHP’nin Atatürk’ün çizgisinden sapması karşısında, Arıkan’ın İnönü ile tartıştıklarını, buna üzülen Arıkan’ın intihar ettiğini şöyle belirtmektedir. “Eski genel sekreterlerden rahmetli Saffet Arıkan İnönü’ye, Partiyi Atatürk’ten böyle mi aldınız, Partiyi ne hale getirdiniz demiş ve sert bir karşılık aldığı için o gece intihar etmişti.”
Arıkan öldüğü gün, CHP’nin 7. Büyük Kurultayı sürmekteydi. Hani Özdemir İnce’nin, Milli görüşün ve mevcut AKP iktidarının temellerinin atıldığını belirttiği Kurultay var ya işe o 7. Kurultay.
İnönü’nün defterine düştüğü not ise sadece 2 kelimeydi, “Arıkan’ın ölümü”.
O dönem gazetelerin, basımevlerinin sopa ve balyozlarla basıldığı, yerle bir edildiği, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlunun adam öldürmekten hüküm giydiği, Kazım Orbay’ın bu nedenle görevden alındığı, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın bu olay yüzünden kendisini öldürdüğü, gazetecilerin ve yazarların cezaevlerine konulduğu, Sebahattin Ali cinayeti ve Saffet Arıkan’ın intiharı… İşte çok partili düzene geçisin kapkaranlık öbür yüzlerinden birkaç kesit..
Evet, doğru Demokrat Parti ve Menderes, 27 Ocak 1954’de 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri’nin yıkıntılarına da son verdi. Evet, Köy Enstitüleri’ni Menderes kapattı, dilediğiniz gibi küfredebilirsiniz ama Köy Enstitüleri denilince Saffet Arıkan’ı anmadan geçmeyiniz. Büyük haksızlık etmiş olursunuz.
(Yazının ilk iki ve son paragrafı bana aittir. Yazı, Prof.Dr. Çetin Yetkin’in, Karşı Devrim 1945-50 isimli kitabının ilgili bölümlerinden kısaltılarak alınmıştır.)
.
.
DEĞERLERİNE YABANCI NESİLLERİN MEMBAI: Köy enstitüleri gerçeği
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Son zamanlarda ülkemizde eğitim üzerine yapılan çalışmalar ve yapıcı tartışmalar işin üzerine ciddiyetle gidildiğini göstermektedir. Bu süreçte özellikle eğitimin tepe noktasında yer alan yöneticilerin sözleri ve yaklaşımları da bazı belirsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlasa da maalesef yeterli olamamaktadır. Mesela köy enstitüleri konusunda yapılan bazı açıklamalar, toplumda kafa karışıklıklarına sebebiyet vermiş acaba bu konuda geçmişte yapılan hatalar yine mi tekrarlanacak endişeleri tedirginlik uyandırmıştır. (Bu konuda yakın zamanda Babıali Kültür Yayıncılık bünyesinde çıkan “Değer Sizseniz Değer Sizsiniz” adlı kitabımızda eğitimcilerin kafalarındaki suallere cevap aranmaya çalışılmıştı.) Bu kadar kafa karışıklığı varken köy enstitülerine karşı çıkanların da ve destekleyenlerin de mevzuyu tam olarak idrak edemedikleri görülmektedir. Öyleyse köy enstitüleri hakikatte nedir? İnsan yetiştirmek için kurulmuş gerçek bir eğitim yuvası mıydı, yoksa binlerce yıllık geçmişi olan bir milletin kültür zenginliğinin altını oyan bir kurum muydu? Gelin bu mevzuyu bilinmeyen bazı gerçekler ışığında derinlemesine tetkik edelim.
Batı dünyasında, eğitim sahasında yaptığı çalışmalarla meşhur olmuş ancak ruhu ve vicdanı tok başarılı insanlar yetiştirmeyi tam olarak becerememiş eğitim anlayışlarının babası John Dewey, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’ye davet edildi. Dewey’in kafasındaki anlayış, millî eğitimimizi dizayn edenlerin yıllarca hayalini kurduğu sistemle tam olarak örtüşüyordu. Bu yüzden hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak gerekiyordu. Hazırlanan raporlara göre eğitim programları oluşturuluyor ama bu programları hayata geçirecek eğitim kadrolarının yokluğu yeni arayışlara yönelmeyi mecburî kılıyordu. Artık yeterdi! Ne pahasına olursa olsun bu fikir hayata geçirilmeliydi. Gerekirse geçmişi bir çırpıda silmeye bile razıydılar ki zaten kafalarındakini hayata geçirmek için bu elzemdi. Yüzlerce yıllık dili değiştirilmiş bir milleti en fazla bir nesil sonra cahil bırakmak hiç problem olmayacaktı ki babalarından ve dedelerinden kalma eserleri bile okuyamayan bir toplumu artık istedikleri kalıba sokmak hiç zor gelmeyecekti. Bu sebeple, Latin alfabesine geçişten iki yıl sonra yani 1930’lu yıllara dayandırılan istatistiklere göre, okuryazarlık oranının çok düşük olduğu, halkın zaten Osmanlıdan cahil geldiği propagandası sürekli dillendiriliyor, yazılı basın ve neşriyatta da bu konu sıklıkla işleniyor, ayrıca insanların bu yalana inanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyordu. Bu yalan propagandalar arasında köy enstitüleri hızla hayata geçirildi.
Önce 40 çocuk, Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’nde eğitime alındı. Bu çocuklar burada okuyacak ve kendi köylerine öğretmen olarak döneceklerdi. Fakirlik sebebiyle kendi çocuklarından bile vazgeçmiş ailelere “Çocuğunuzu bedava okutup bir meslek sahibi yapacağız” diyerek yaklaşan profesyonel pedagoglar, öncelikle bu çocuklarla yaptıkları mülâkatlarda, onlarda var olan zekâ pırıltılarını da göz önünde bulundurarak kime nasıl yaklaşacaklarının yol haritasını çoktan çizmişlerdi. Kesinlikle hiçbir şey tesadüfe bırakılamazdı. Zaten bunların tamamı 40 çocuktu. Bu çocuklara ek olarak vatanî görevlerini onbaşı ve çavuş olarak yapan askerlerden de yardım alınmış, bu askerler yetiştirilerek köylerine öğretmen olarak gönderilmişti. Fakat 1 yıl sonra bu askerlerden istenilen verim elde edilemedi. Daha geniş çerçeveli bir program geliştirmenin gerekliliğine inanılıyor ve memleketin farklı yerlerinde okul açmak suretiyle çıtayı yükseltmenin mecburiyeti sürekli dillendiriliyordu. Bekledikleri siyasi destek de zaten hemen arkalarında dikilivermişti. Bu sebeple ülkenin farklı bölgelerinden 21 okulla işe devam edildi. Bu okulların özellikle kolay ulaşılabilirlik noktasında, demir yolu istasyonlarına yakın yerlerde kurulması tavsiye edilmişti. Öğrenciler sabahları davullu zurnalı oyunlarla yataktan kaldırılıyor, sonra okul avlusunda toplanan çocuklarla halaylar çekiliyor, ziraat marşı ile derslere giriliyordu…
“Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz.”
Dersler çeşitliydi. Derse ilk önce okuma saati ile başlanıyor, geri kalan zamanın %50’si ortaöğretim derslerine, özellikle de iş eğitimine ayrılıyordu. Kalan derslerin %25’i uygulamalı tarım derslerine, %25’i de teknik derslere ayrılmıştı. Teknik dersler olarak marangozluk, demircilik, tornacılık gibi meslekler öğretiliyordu. Kız öğrencilere de biçki-dikiş, el sanatları vb. dersler veriliyordu. Hatta ülkenin farklı yerlerinde o bölgenin ekonomik yapısına uygun balıkçılık ve arıcılık gibi faaliyetler de yapılıyordu. Buraya kadar her şey tamamdı. Fakat yolunda gitmeyen bazı şeyler vardı. Çocuklar mutsuzdu ve çocukların sosyal problemleri katlanarak çoğalıyordu. Ayrıca bu ülkenin dokusuna uygun olmayan düşünce ve hayat tarzları talebeler arasında kolay kabul görüyor, yüzlerce yıllık millî/manevi birikim sahibi bu milletin çocukları bir şeyin açlığını çekiyordu. Bu sıkıntıları, programı hazırlayanlar çok iyi biliyordu. Fakat program yapıcıların hedefi ve amacı da doğma/gericilik diye tabir ettikleri bu millete ait yüzlerce yıllık; millî, manevi, tarihî, kültürel değerlerin tekrar canlanmamak üzere kökünden kazınıp bir çırpıda sökülüp atılması ve sonrasında da toprağa gömülmesi değil miydi? Çünkü program incelendiğinde, bu değerlere istenilen ve olması gereken seviyede yer verilmiyordu. Bu eksiklikler; kimliksiz, ruhu boş, millî/manevi hassasiyetleri törpülenmiş, ecdadının yüzlerce yıllık mirasına ve değerlerine mesafeli nesiller yetişmesine sebep oluyordu. Bu adımlar, binlerce yıllık tarihî/kültürel geçmişe sahip körpe dimağların sert ve dondurucu kuzey rüzgârlarının (Komünizm vb.) olumsuz tesirlerine açık hâle getirilmesine, özellikle de bu topraklara ait olmayan zararlı fikirlerin/anlayışların çocukların benliğine kolayca sirayet etmesine imkân veriyordu. Zira bu kurumların kapanmasına sebep olan şey “Okullarda komünistlik propagandası yapılıyor!” söylemleri olmuştur ki aslında bu okullarda ders planları ve programları çerçevesinde resmî bir komünizm propagandası yapılmıyordu. Sadece bütün bunlar; ruhu, millî ve manevi mayalarla yoğrulmamış, tarihine, kültürüne ve değerlerine olması gerektiği gibi hizmet edemeyen yürürlükteki müfredat programlarının dış fikir akımlarının saldırısı karşısında talebeleri etkisiz, sahipsiz, savunmasız ve manevrasız bırakmasının bir tezahürüydü. Bununla birlikte bu müfredat programında ve programa paralel hazırlanan ders kitaplarında toplumun dinî konulardaki hassas sinir uçlarına dokunulmuş, mukaddes değerler yozlaştırılarak bunlarla alay edilmiş, âyet-i kerîmelerin vahiylerden değil Hazreti Peygamber’in sözlerinden ibaret olduğu, Hicret’in bir “kaçış” olduğu anlatılmıştı. Bunlara ek olarak, okullarda ve ders kitaplarında Latin ve Grek kültürünün öğretilmesine ağırlık verilirken tarihî konular kapsamında, Türklerin İslâmiyet’i kabulüyle gerçekleştirdiği eşsiz medeniyetin kurucuları olan Karahanlı, Gazneli, Tolunoğlu, Akşid, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri hakkında sanki hiç yaşamamışlar gibi bir yaklaşımın sergilenmesi, bu konulara sadece üstünkörü değinilmesi, Türk tarihi olarak sadece “İslâmiyet öncesi Türk Tarihi”nden kısaca bahsedilmesi, insanı değerli kılan ahlak, erdem, adâb-ı muaşeret gibi konuların neredeyse hiç ele alınmaması sadece birkaç örnektir. Ayrıca bu dönemde, karşısında düğme ilikledikleri dünya klasik eserleri devlet bütçesinden yapılan desteklerle tercüme edilirken aynı saygının kendi öz kültürüne ait eserlere yeterli ve olması gerektiği miktarda gösterilmemesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu durum, milletin vicdanında “ret” gören bu eğitim anlayışının bir müddet sonra kendi kendine sistem dışına itilmesine ve “vicdanî ret”in de tesiriyle terk edilmesine sebep olmuştur. Tabii ki bu okullardan mezun olan öğrenciler, buharlaşıp yok olmamışlardır. Köylere gidip kendilerine aşılanan sıkı pozitivist anlayışlarla bu milletin çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlamışlar, “çağdaşlaşmak” adı altında toplumun millî, manevi, insani ve kültürel değerlerini gücü yettiği derecede canla başla törpülemeye gayret etmişlerdi. Buna mukabil büyük ölçüde başarılı da olmuşlardır. Zira eğitimin sürekliliği ve tesirlerinin öğretmenler eliyle körpe dimağlar üzerinden nesilden nesile taşınabilme özelliği sebebiyle bu zihniyet; bugün, beraber yaşadığı toplumun değerleriyle çatışmayı ve karşı duruş sergilemeyi meziyet kabul eden entelektüel kılıf giydirilmiş kimseler yetiştirmiştir. Ayrıca bu anlayışın bıraktığı izler, yakın zamana kadar toplumun, eğitimi gereksiz görmek gibi algısal manadaki mesafeli duruşunun da sebebi olabilir.
Millet ile arasına mesafe koyan hiçbir kimse veya oluşumun başarılı olma şansı yoktur. Köy enstitüleri de Müslüman-Türk milletinin yüzlerce yıllık millî, manevi, tarihî ve kültürel birikimini yok saymanın bedelini ağır ödemiş, bu anlayışın arkasında bıraktığı pozitivist izler, kökü derinlerde olan bu milletin vicdanına çarparak yenilgiye uğramıştır. Aynı zamanda kültürüyle barışık olmayan bir anlayışın, insanın ruhu ve maneviyatıyla yoğrulmadan hayata geçirilmeye çalışılması hâlinde bu köklü/asil milletin vicdanında nasıl ret göreceğine, bundan sonra ütopyalara kapılarak kalkışılacak benzer teşebbüslerin de aynı şekilde hüsranla sonuçlanacağına bir delildir ki bu milletin bu tür hayallerle boşa harcayacağı zamanı kalmamıştır. Ayrıca insani değerler açısından önem arz eden hususları göz ardı ederek geliştirilecek programlar ve anlayışlar, geçmişinde ders almış duyarlı bir milletin vicdanında daha fazla hayat sahası bulamayacağı gibi bundan sonra hatada gereksiz ısrar da kaybolan zaman ve emek olarak karşılık bulacaktır. Öyle ki kaybolan bu kıymetleri, tekrar geri getirmek hiçbir şekilde mümkün olamayacaktır...
.
EĞİTİMİ DÜŞÜNMEK
.
Köy Enstitüleri gerçeği
Kuruluşunun 82. yılında Köy Enstitüleri
İsmail Özcan
Eğitimci-Yazar
Kurulduğu yıllarda %80’i köylerde, bugün tam tersine çoğu kentlerde yaşayan Türkiye nüfusunun eğitim sahasında karmaşıklaşan problemlerine Köy Enstitüleri nasıl bir çözüm olabilir?
“Kaldı ki bizdeki siyasal ve toplumsal şartlar içinde Köy Enstitüleri, köylü çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır işlerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç veremezdi” Kemal Tahir.
17 Nisan 2022 yani bugün Köy Enstitülerinin kuruluşunun 82. yılı... Hiç şüphesiz laik çevreler her yıl olduğu gibi bu yıl da bu eğitim kurumları için ah’lar vah’lar, sızlanmalar, bitmez tükenmez özlemler eşliğinde anmalar yapacak; ağıtlar dökecektir. Dünyada bir benzeri olmayan, bütünüyle bize özgü eğitim kurumları olarak onlardan yoksun kalışımızın toplumumuza kaybettirdikleri sayılıp dökülecektir! Çünkü Köy Enstitüleri, 1954’te Köy Öğretmen Okullarına çevrildiğinden beri bunlar her yıl aralıksız yapılmaktadır. Dünyada kurulmuş, açılmış, belli dönem işlev görmüş; sonrasında da şartlar gereği ya kapatılmış ya da Köy Enstitüleri gibi rolleri az çok değiştirilerek başka isim altında devam etmiş hiçbir eğitim kurumu hakkında Köy Enstitüleri için olduğu gibi kesintisiz güzellemeler düzüldüğü görülmemiştir!
Konuyla pek ilgisi olmayan insanlar bu özlemlere, bu güzellemelere bakınca, “Vay bee, biz ne kadar önemli, ne kadar değerli bir eğitim kurumundan mahrum bırakılmışız! Demek ki bu kurumlar hiç değişikliğe uğramadan işlevlerine devam etselerdi biz şimdi Avrupa’yı bile sollamış olurduk!” demekten kendini alamaz.
ABARTMA SÖZ KONUSU
Oysa işin aslı hiç de böyle değildir. Her şeyden önce bu eğitim kurumları için büyük bir abartma söz konusudur. Ne bir sıra dışılıkları ne de olağanüstülükleri vardır. Sıradan, her yerde, her zaman devreye sokulup devreden çıkarılabilecek kurumlardır.
Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı gibi art arda yaşanan ve 12 yıl sürmüş olan savaşlarda olabildiğince yıpranan Türk toplumunun yaralarını sarmaya, toparlanmaya çalıştığı bir süreçte akıl edilen çözümlerden biri de Köy Enstitüleridir. Adı üzerinde Köy Enstitüleri, nüfusun %80’inin köylerde yaşadığı, bu nüfusun okuma-yazma oranının %5’in bile altında bulunduğu bir zaman diliminde düşünülmüş ve hayata geçirilmiş kurumlardır. Okuma yazma oranı bu kadar düşük köylünün çocuklarına okuma yazma öğretmek, köylünün kendisine de yaşadığı bölgeye göre tarımda, marangozlukta, yapı işlerinde vb.de rehberlik etmek için yetiştirilen ve köylere gönderilen bu gençler bir dönem rollerini yerine getirmişlerdir. Hiç değilse köylerde okuma-yazma oranının yükselmesi amacına erişmede, yararlı olmuşlardır. Bu herkesin kabul etmesi gereken Köy Enstitüleri gerçeğidir.
SİHİRBAZ DEĞNEĞİ Mİ!
Normal olmayan şey ölçüsüz, sınırsız abartmadır. Köy Enstitülerinin bir eğitim kurumu olarak değil de bir sihirbaz değneği gibi dokunduğu her şeyi anında halleden araçlar olarak takdim edilmesidir. Daha da önemlisi; aradan 82 yıl geçmesine, ülkemizde ve dünyada beklenen ve beklenmeyen gelişmeler yaşanmasına rağmen onların bugün de aranan, bugün de eğitimin-öğretimin tüm aksaklıklarını giderecek, Türkiye’yi şaha kaldıracak eğitim yuvaları olduğuna dair iddia ve inanca sahip olunmasıdır. Bu yıl dönümünde konuşulan ve yazılanlara dikkat edin bu tespitin ne kadar gerçekçi olduğunu göreceksiniz.
Kurulduğu yıllarda %80’i köylerde, bugün ise tam tersine çoğu kentlerde yaşayan Türkiye nüfusunun, eğitim sahasında karmaşıklaşan problemlerine nasıl bir çözüm olabilir? 1940’lı yılların sade ve homojen bir toplumunun çok yalın eğitim sorunlarını çözmek için programlanmış bu kurumlar; aradan geçen 80 yılda nüfusu dört kattan fazla artmış, heterojenleşmiş bir toplumun eğitim sorununu çözmek için nasıl alternatifsiz bir araç olarak sunulabilir? Ama bu sunma, bu kurumların istihale geçirmesinden bu yana aralıksız yapılmış, bugün de buna kayıtsız şekilde devam edilmektedir.
“DEVRİM STRATEJİSİ”
Buraya kadar Köy Enstitüleriyle ilgili objektif tespitlerde bulunmaya çalıştım. Bu kurumlara olumsuz bakışlara hiç değinmedim. Hâlbuki bu kurumları övenler, yere göğe sığdıramayanlar kadar sayısı çok olmasa da ciddi ciddi eleştirenler, suçlayanlar, Marksist ideoloji aygıtı kurumlar olarak görenler de çıkmıştır:
“Köy Enstitülerinin fikir babalarından İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç şöyle diyor: Köy enstitüleri sistemi başlı başına ne bir okuma yazma kampanyası, ne öğretmen yetiştirme çabası, ne de köy kalkınması sorunu idi. Temel amacı bakımından tarihsel şartların hazırladığı bir imkândan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi idi.” (Yavuz Bülent Bakiler; Tabuları Yıkmak, s. 113.)
“REJİM DÜŞMANLARIYLA BOĞUŞACAKTI”
Köy Enstitüleri ile ilgili olarak bugüne kadar buna benzer çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bu konuda konuşup yazanlar arasında Kemal Tahir’in ayrı bir yeri olduğu su götürmez. İşte şu düşünceler de onun:
“Köy Enstitüleri, Tek Parti dönemi kuruluşlarından biri olarak düşünülmüştür. Köy çocuklarından özel bir eğitimle yetiştirilecek köy öğretmenleri, tek partinin köyde gözü, kulağı olacak, gerekirse devlet güçlerini yanlarına alarak rejim düşmanlarıyla boğuşacaktı.
Çok partili bir dönemde böyle bir köy öğretmeninin durumu ne olur? Bunu kestirmek bugün artık hiç kimse için güç değildir. Kaldı ki bizdeki siyasal ve toplumsal şartlar içinde Köy Enstitüleri, köylü çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır işlerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç veremezdi. Nitekim bu deneme son hesaplaşmada biz Türk aydınlarının halk düşmanlığımızı değilse bile halka hiç acımadığımızı ispatlamıştır. Bozkırdaki Çekirdek işte bu çapraşık dramın romanıdır.” (Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek, Bilgi Yayınevi, 3. b. 1972.)
GÜNDEMDE OLMAYI HAK ETMİYOR
Günümüz Türkiye’sinde bu kurumlarla ilgili doğru tutum, bunların bir dönem görevlerini yaptıktan sonra birçok başka kurum gibi tarihin hafızasına tevdi edilmiş olarak görülmesidir. Çünkü Köy Enstitüleri eğer ideolojik bir dayatma ve inatlaşma söz konusu olmazsa günümüzde hiçbir açıdan gündem olmayı hak etmemektedir.
.
Köy Enstitüleri çağ dışında kalan kuruluşlardı
Köy Enstitüleri üzerine bildiklerimi yazsam, bu sütun ebadında 40 sütun bile kâfi gelmez. Köy Enstitüleri gerici bir zihniyetle kurulmuşlardı. Mezunlarına imkân ve fırsat eşitliği tanınmıyordu. Mezunlar, 20 yıl köyde kalmak mecburiyetindeydiler. Enstitüler, önce CHP tarafından frenlenmeseydi, sonra DP tarafından islah edilmeseydi, milletimiz, devletimiz için büyük felâketlere yol açabilirlerdi. Özdemir İnce'ye göre: "Birtakım kimseler, ağızdan dolma bilgilerle Köy Enstitülerini karalamakta onların komünizm yuvaları olduğunu söylemektedirler" Breh! Breh! Breh! Bu konuda, enstitülerin fikir babalarından İsmail Hakkı Tonguç'un oğlu Engin Tonguç'un açıklaması şöyle: "Köy Enstitüleri sistemi başlıbaşına, ne bir okuma-yazma kampanyası, ne bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir köy kalkınması sorunu idi. Temel amacı bakımından, tarihsel koşulların hazırladığı bir olanaktan yararlanarak, iktidara katılıp, elde edilen yürütme gücü ile, emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi." Neymiş efendim? Demek ki Köy Enstitüleri öyle köylüye okuma-yazma öğretmek, öğretmen yetiştirmek için kurulmamış. Köy Enstitüleri, işçi sınıfını teşkilatlandırmak, bilinçlendirmek ve en kısa zamanda Marksist devrimi gerçekleştirmek için düzenlenen taktiklermiş. Yine Özdemir İnce'ye göre: "Bir takım kimseler Köy Enstitülerine kara çalıyorlarmış. Enstitülerde din düşmanlığı yapıldığını iddia ediyorlarmış" Adam, herkesi kör, alemi sersem sanarak desteksiz atıp duruyor. Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişlerinden Fethi İsfendiyaroğlu kılı kırk yararak tuttuğu raporda diyor ki: 1- Enstitülerde, Komünist Manifestosu teksir edilerek dağıtılmıştır. 2- Rus eğitim sistemi övülmüş, enstitülerde de Rus eğitiminin uygulanması istenmiştir. 3- Düziçi Köy Enstitüsünde, bayrağımızdaki ay-yıldız yerine orak-çekiç resmi çizilmiştir. 4- Öğrenciler için düzenlenen konferanslarda denilmiştir ki: "Bugün biz komunizmi kabul etmiyorsak, bu o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafamızın geriliğindendir." "Aile kudsiyeti, bir saçmadan başka bir şey değildir. Tabiat, senin karın-benim karım diye bir ayırım yapmamıştır. Bu insan egoizminin ortaya çıkardığı bir şeydir. Bunları bizler ortadan kaldırmalıyız." "Arkadaşlar, köle olarak yaşayan köylüyü kurtarmak bize kalmıştır. Yegâne çare hükümeti devirerek yerine geçmek, komünizmi ilân etmektir." "Köy Enstitüsü dergisinde açıkça zengin düşmanlığı yapılmakta sermaya sahipleri hain olarak gösterilmektedir." Köy Enstitüleri, gerici bir zihniyetle kurulmuşlardı. Enstitü mezunlarına imkân ve fırsat eşitliği tanınmıyordu. Oradan mezun olanlar 20 yıl köylerde kalmak mecburiyetindeydiler. Maaşlarını Özel idareden alıyorlardı. Aylıkları sadece 25 liraydı. DP devrinde Tevfik İleri, Köy Enstitüsü mezunlarına da fırsat ve imkân eşitliği sağladı. İsteyenler köylerde kaldılar. Daha ileri seviyede eğitim almak isteyenler, şehirlerde okudular. Maaşları 105 liraya çıkarıldı. Şehirlere yerleşenler, eğitimde, şöhrette daha çok yükselenler, kendilerine bu imkânı sağlayan DP'ye ve Tevfik İleri'ye düşman kesildiler. Niçin? diyeceksiniz. Komünist oldukları için.
.
.