-Bütün Dünya'ya rağmen Allah apaçık bir zafer ve fetih lütfetti
Bugün birçok kişi, Suriye direnişinin Beşşar Esed rejimini bu denli hızlı bir şekilde devirmesi karşısında farklı komplo teorilerine yönelmiş durumda. Kimileri bu zaferin arkasında ABD, Batı hatta işgalci İsrail’in olduğunu iddia ediyor, kimileri ise Suriye’nin sınır komşusu diyerek Türkiye’yi gösteriyor. Bütün bu iddialardan sonra şu soruya cevap arıyorum; Suriye direnişinin ve mazlum Suriye halkının kazandığı bu zaferin arkasında kim var?

Samimi bir şekilde, yaşanan gelişmeler karşısında müslümanca bir tavır almak için olayların iç yüzünü ve hikmetini anlamaya çalışanlara bir sözüm yok. Ancak, Allah Teâlâ’nın Suriye halkına, bütün dünyaya rağmen apaçık bir zafer ve fetih lütfetmesine rağmen, siyasi, ideolojik ve çıkar ilişkileri sebebiyle, Suriye halkına bu zaferi yakıştıramayan ve bu zaferin ardında ABD, İsrail, batı ya da bir başka ülkeyi gören komplocu zihniyetlere söyleyeceklerim var.

Bu komplocu zihniyet, İslam düşmanlarının son iki yüzyıldır İslam ümmetinde sebep olduğu büyük tahribat ve sapmaların en belirgin tezahürlerinden biridir. Bu zihniyet, Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olduğu, her şeyi ilmi ve iradesiyle kuşattığı; yaratan, takdir eden, tedbir eden olduğu hakikatlerini göz ardı etmektedir.

Bu sapma, hakim olduğu zihinlerde, olayların ve değişimlerin ardında Alemlerin Rabbi olan Allah’ın iradesini ve muradını yok sayan, her şeyi yalnızca beşeri aktörlerin ve küresel güçlerin planlarına bağlayan bir anlayış geliştirmiştir. Bu anlayış, İslam ümmetini, yaşanan büyük siyasi ve askeri gelişmeleri, Allah’ın ilmi ve hikmetinden bağımsız şekilde okuma yanılgısına sürükleme riski barındırmaktadır. Neticede, her olayın ardında yalnızca küresel hegemonya ve komplolar arayan bir bakış açısı, sünnetullahı göz ardı edip, ümmeti ilahi hakikati ve muradı kavramaktan uzaklaştırarak, basiret ve feraset yoksunluğuna mahkûm etmektedir. Bu komplocu zihniyet, bu yaklaşımıyla İslam düşmanlarının değirmenine su taşımakta ve İslam ümmetinde Allah Teâlâ’nın mutlak kudretine olan inancı zayıflatacak tahribatlara sebep olmaktadır. Bu yaklaşımı gönüllü savunanlar; tam bir ihanet içindeyken, farkında olmadan bu değirmene su taşıyanlar ise; en basit ifadeyle tam bir basiretsizlik halindedirler.

Bu komplocu zihniyet, elli yıllık bir cihadın ve emeğin ardından, Allah’ın yardımı ve zaferiyle önce Rusya’yı, ardından ABD’yi Afganistan’dan çıkaran Afgan kardeşlerimizin zaferini de gölgelemeye çalışmıştı. Bu zaferi Allah’tan değil de, küresel güçlerin kurduğu düzenlerden bilmişlerdi. “Koskoca ABD terlikle gezen Afganlara mı yenilir? Bu işte mutlaka bir oyun var, danışıklı dövüştür bu, bir oyun oynanıyor” gibi söylemlerle kardeşlerimizin kazandığı zaferi itibarsızlaştırmaya çalışmışlardı.

Aynı mihraklar bugün, Suriye halkının altmış yıldır Baas zulmü altında yaşadığı acıların, on üç yıllık şanlı direnişin, dört yıl boyunca gece gündüz devam eden askeri hazırlıkların, sahadaki birliktelik ve dayanışma ruhunun, sonucu olarak Allah’ın ikram ettiği bir zafer olan;  Zalim Esed ve Baas rejimini devirmelerini görmezden gelmektedirler.

Bu mihraklar, zaferin ardında Allah Teâlâ’nın mutlak ilmini, iradesini ve muradını dikkate almadan, gelişmeleri yalnızca küresel güçlerin kurduğu düzenden kaynaklanan bir süreç olarak okumaktadırlar. Oysa her zaferin, her değişimin arkasında Allah’ın kudreti, iradesi ve planı vardır. Suriye halkının Zalim Beşşar Esed rejimini devirmesi, Allah’ın yardımıyla gerçekleşmiş bir zaferdir ve bunu farklı çıkar gruplarına mal etmek, hakkı teslim etmemek anlamına gelir.

ABD ile Irak’ta iş tutup birlikte hareket edenler, Suriye'de, Yemen'de ve Irak’ta mazlumları katledenler, kendi işbirliklerini gizlemek için bu apaçık zaferi, Siyonistlerin ve ABD nin oyunu olarak lanse edip, Suriye halkının zaferini gölgelemeye çalışıyorlar. Şii Hilali stratejisinin darbe almasından dolayı hırslarını, öfkelerini bu şekilde kusuyorlar.


-Ortadoğu veya Dünya'da sadece ABD,Rusya veya İngiltere'nin mi onayı gereklidir?
Bir yaprak dahi Rabbimizin ilmi ve izni dahilinde dalından kopup yere düşerken, yerin altındaki tohumlar dahi onun ilmi ve iradesi dışında yeşeremezken bu kadar önemli gelişmeleri Allah Teâlâ'nın mutlak ilmi, iradesi ve muradını hesaba katmadan değerlendirmek en basit ifadeyle cahilliktir, aymazlıktır

Rabbimiz Kuran'da birçok ayette mazlumların, salih kullarının yeryüzüne varis kılınacağını ifade etmiştir.

Andolsun biz Zikir'den sonra Zebur'da da: "Şüphesiz Arz'a salih kullarım varis olacaklardır" diye yazmıştık. Enbiya Suresi 105. Ayet

Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) vâris kılmak istiyorduk Kasas Suresi 5. Ayet

Bu hakikatlerden hareketle, Suriye'de yaşananlar Allah Teâlâ'nın ilmi, iradesi ve muradı ekseninde gelişmekte ve yaşanmaktadır. Bunun aksini iddia etmek haşa Allah'ın kudretini yok saymaktır.

Bununla birlikte, Rabbimiz, yardımını ve zaferini bazen katından melekler indirerek müslümanlara ikramda bulunur, bazen düşmanların kalbine korku salar, bazen de düşmanları birbirine düşürür ve müslümanlar için ferahlık ve zafer yaratır. Allah’ın takdir ettiği sebeplerle, müslümanlar doğru bir şekilde bu işaretleri okuduklarında ve gerekli hazırlıkları yaptıklarında, zaferin kapıları ardına kadar açılır. İşte tam da bu durum, bugün yaşadığımız sürecin özüdür. Allah, sebepleri yaratır ve onları müslümanlara doğru bir şekilde okuma fırsatı verir, bununla birlikte her şeyin arkasındaki irade ve murad sadece O’nundur.

Rusya'nın Ukrayna'da başta ABD olmak üzere AB ile savaşı, küresel güçler arasındaki gerilimler ve bu savaşın dünya üzerindeki etkileri, ABD Başkanlık seçimlerinde ortaya çıkan tablo, Trump’ın Rusya’yı değil, Çin’i öncelikli tehdit olarak görmesi gibi gelişmeler, İran ve Hizbullah’ın içine düştükleri çöküntü, Almanya başta olmak üzere dünyanın süper güçlerinin yaşadığı ekonomik krizler, Esed ordusunun motivasyon eksikliği ve zayıflığı; işte bunlar, Rabbimizin zaferi müslümanlara ikram etmek için yarattığı sebeplerin birer yansımasıdır.

-Muhalifler gelişmeleri doğru okuyarak etkili ve hızlı bir şekilde Baas rejmini devirdi
Kardeşlerimiz, dört yıl boyunca gece gündüz hazırlık yaparak, Rabbimizin takdir ettiği sebepleri doğru okudular ve uygun zamanda operasyonu başlattılar. Oluşan vakum, sebepler dairesinde üzerine düşeni yerine getirip, ayakları yere sağlam basan mücahitler dışındakileri içine çekti ve bu Allah’ın izniyle, yardımı ve lütfu ile büyük bir zaferin müjdecisi oldu.

Bütün bu hakikatlere rağmen hala bu gerçekliği görmeyenler, görmek istemeyenlere söylenecek tek bir söz var





.


.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx


Köy Enstitülerini Chp Yıkmıştı”

CHP’nin tek başına iktidar olduğu devirde bagajında biriktirdiği Dersim, Türkçe ezan, basını susturma gibi kirli yükten kurtulmak için sık sık kendini aklama çabasına girmesini anlıyoruz. Zira ya Dersim’de katliam yaptığını kabul edecek veya inkâr edecektir; üçüncü şık ise kıvırmak, yani tevile sapmaktır. CHP yöneticileri bunu, kendilerinin açıp kendilerinin kapattığı Köy Enstitüleri söz konusu olduğunda da sık sık yapmaktadır. Nitekim 1970 Ocak’ında basına yansıyan bir mektupta enstitülerin CHP zamanında kapatıldığı suçlamasına karşılık o tarihte 80’ini aşmış bulunan İsmet İnönü “Köy Enstitülerine yazık oldu” beyanatını vermiş, gelen eleştiriler üzerine de “Köy Enstitüleri 1950 seçimlerinden sonra bizim çabamıza rağmen kanunla kapatılmıştır” diye topu Demokrat Parti’ye atarak işin içinden sıyrılmayı denemişti.

Aşağıda yayınlayacağımız belge değerindeki açıklamasında bizzat Köy Enstitülerinin kurucusu Tonguç’un oğlu Dr. Engin Tonguç bunun açık bir yalan olduğunu, enstitülerin kapatılmasının gerçekte 1946’dan sonra CHP’nin başına gelen sağ koalisyonun bir icraatı olduğunun unutulmaması gerektiğini hem zamanın Eğitim Bakanı Sirer’den, hem de babasının sözlerinden deliller getirerek gayet net bir şekilde ortaya koymuş. En çarpıcı açıklaması ise şu: “1950’de Enstitülerin yalnız adı kalmıştı.” Son paragraf ise sanki bugünkü CHP yöneticilerine hitaben yazılmış gibi: Geçmişinizle açık yüreklilikle yüzleşin!

Yazı, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim gazetesinin 10 Şubat 1970 tarihli nüshasından aynen alınmıştır.

Köy Enstitülerinin Yıkılışındaki Gerçek

Sayın İnönü Köy Enstitüleri ve Yücel ile Tonguç konularında bazı suçlamaların yapıldığı bir mektuba 30 Ocak 1970 günkü gazetelerde yayınlanan bir karşılık verdi. İnönü bu karşılığında Yücel ve Tonguç’un yanlış fikirlerinden ötürü değil, aleyhlerinde devamlı olarak yapılan iftiralardan kendilerini ve Köy Enstitülerini sükûnete getirmek için görevlerinden ayrıldıklarını, yerlerine gelenlerin onların eserlerini aynı azim ve inançla devam etmek kaydı ile getirdiklerini, CHP iktidarı zamanında Köy Enstitülerine dokunulmadığını, bunların 1950’den sonra kapatıldığını ileri sürmekte ve bu açıklaması ile “önemli saydığı bir esaslı yanlışı sağlığında düzeltmeyi vazife saydığını” belirtmektedir.

Haksız ve gerçeğe aykırı suçlama ve görüşlerin yanlışlığını düzeltmek için gecikmiş çabalara girişen Sayın İnönü’nün bu açıklamaları ne yazık ki bir yanlışın yerine başka bir yanlışı koymaktan öteye gitmiyor.

Gerçekte iktidar 1950’de değil, 1946’da değişti

Yücel ve Tonguç kendilerini ve enstitüleri iftiralardan korumak ve sükûnete kavuşmak için değil, CHP’nin genel politikasındaki bir yön değişikliğinin gereği olarak görevlerinden ayrılmışlardır. Hemen şunu söyleyelim ki, biz bu yön değişikliğini Sayın İnönü’nün kişisel tutumuna bağlayarak, sorunu “önce kurdu, yıktı”, “sözünden döndü” gibi basit yargılara indirgemek istemiyoruz. Nasıl 1936’da Köy Enstitüleri atılımına temel olan çalışmalara girişilmesi için birtakım tarihsel, siyasal koşullar elverişli bir ortam yaratmışlarsa, 1946’da da değişik koşullar bu atılımın baltalanmasına

yol açmışlardı. Gerçeği görebilmek için CHP’nin tekdüze olmayan, çeşitli güçlerin ve sınıfların temsilcilerinden oluşmuş karmaşık içyapısını, CHP iktidarının her zaman bir iç koalisyon niteliği taşıdığını hatırlamak gerekir. 1936’da da CHP iktidarının iç koalisyon ortakları arasında sayıları az ama düşünce ağırlıkları güçlü ve etkili bir grup sesini duyurabiliyordu. Çeşitli inceleyicilerin çeşitli adlar verdikleri, örneğin milliyetçi devrimciler, millî burjuvazinin ilerici kolu, bürokrat aydın tabaka gibi deyimlerle anlatılmaya çalışılan bu grubun desteği iledir ki Atatürk’ün öncülüğünde eğitim atılımlarına girişilmiştir. 1946’da ise aynı iktidar ortakları arasında bu grubun gücü azalmış, sonunda ortaklıktan ayrılmışlardır. Bu gelişmeye yol açan çeşitli siyasal ve toplumsal nedenler vardır. Örnek olarak Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik koşullar tüccarı, ağayı, eşrafı, kompradoru zengin etmiş, burjuvazi güçlenmiş, CHP içindeki ortaklardan varlıklı sınıf temsilcileri seslerini yükseltebilmişlerdir. İç ve dış siyasal olayların, çok partili rejime geçmeyi gerektiren gelişmelerin de güçlendirdiği bu gruplar, 1946’da CHP içindeki ilerici aydınları iktidardan uzaklaştırmışlardır. Ve partinin sağ kanadı iktidara gelmiştir. Hatta tarihsel açıdan bir 1950-1960 döneminden değil, bir 1946-1960 döneminden söz açmak daha doğru olur. 1946-1950 CHP iktidarları, 1946’dan önceki CHP iktidarına göre 1950’den sonraki DP iktidarlarına çok daha yakındırlar; siyasal alanda bu sonuncularla aynı sınıfsal çıkarların savunuculuğunu yaparlar
 

Muammer Erten – Paşam, bu Köy Enstitülerinin kapanması olayı nasıl oldu ? Siz bu kurumları çok seviyordunuz, ama sonradan siz, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u görevlerinden alıp değiştirince enstitülerin hızı kesildi, nasıl oldu bu?

İsmet İnönü – Köy Enstitülerinin kapanmasından duyduğum acıyı tarif edemem. Bir babanın evladını kaybetmesinden duyduğu acı gibi duyarım, ama herkes zanneder ki Hasan Ali Yücel’i Tonguç’u isteyerek değiştirdim; Köy Enstitülerinin kapanmasına neden oldum diye benim hakkımda kamuoyunda yanlış bir hüküm  vardır; aslında o zaman bir sürü olaylar oldu.  Kurultaylarda Enstitüler aleyhine bir cereyan başladı. Ben bunların doğru olmadığını yerine giderek tespit ettim, ama bu o kadar yoğunlaştı  ki grubu etkiledi. Grubun büyük çoğunluğu Köy Enstitülerinin aleyhine döndü. Bakanlar içinde Köy Enstitülerine karşı vaziyet alanlar çoğaldı.  En çok da bu konuda Köy Enstitülerinden şikayet edilenlerin başında Milli Eğitim Bakanı Yücel’le, Genel Müdür Tonguç hedef alınıyordu. O sırada ordudan, rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’tan (1876 – 1950), o Genelkurmay Başkanlığından ayrılmadan önce, yoğun şikayetler başladı. Mareşal, “ Bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacaksın ? ” diye soruyordu. Mareşal bunu adeta bir mesele haline getirmişti. Köy Enstitüleri etrafında bu çok yoğunlaştı.

Şimdi sana önemli bir şey söyleyeceğim: Herkes benim zayıflığım gibi görür, ama benim gücümdür aslında; mesela ben Köy Enstitüsü fikrine inanmışımdır. İnanmış bir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir, ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben gücüme göre gücümün var olduğu yerde, gücümü gösterebilirim. Ben dahi değilim, gücümle, tecrübemle memleket menfaatlerini en üst seviyede tutarak meselelere çözüm bulurum. Ben gücümün bittiği yerde bir politikacı, bir tecrübe sahibi bir insan olarak bir noktada, onu gelecekte tekrar uygulamak üzere bir noktada durdururum. Bu, aslında benim gücümdür. Çünkü artık gücümü kaybettiğim noktada, “Ben bu işi yürüteceğim !” diye yürüdüğüm zaman, artık tamamıyla yok olma durumu vardır; ben gücümün bittiği yerde, her şeye rağmen, yok olucu bir harekete yönelmem. Orada dururum. Zaman, benim için önemli bir faktördür; zaman içinde imkanlar gelir önüme, bir noktada bıraktığım fikrimi yeniden uygularım. Değişen zaman içinde de bana yeni fikirler gelmemiş, o fikrin doğruluğu bende bir kanaat olarak devam ediyorsa, onu yeniden uygularım. Köy Enstitüleri meselesi de böyle olmuştur.

Benim gücüm o zaman nereden geliyordu ? Partiden, Parti Meclis Grubundan, gücümü ben buradan alıyordum. Bu konuda bütün organlarda gücümü kaybetmişim. Ordunun üst kademesinde de huzursuzluk başlamış. Onun için bir süre en çok bu konuda saldırıya uğrayan, Milli Eğitim Bakanı Yücel’le, Genel Müdür Tonguç’u onların da gönlünü alarak bir süre için bu şimşekleri bu olay üzerinden uzaklaştırmak istedim. Fakat sonradan demokratik hareketleri de başlatınca, olaylar öyle gelişti ki kendi cereyanında yürüdü ve bir an geldi ki artık Köy Enstitülerini, eski gücüyle, eski ruhuyla devam ettirmek olanakları benim elimden çıktı.

Kaynak: Topraktan Parlamentoya – Muammer Erten – Boyut Yayınları 2010 sayfa: 271


.

Köy Enstitülerini kim kapattı?

Aydın Sezer
 
 

Dün yine Köy Enstitüleri’yle ilgili, Demokrat Parti ve Menderes’i suçlayan tweetler atıldı. Tweet atanlar, muhtemelen Atatürk’ten geçinmeli tarihi çarpıtmak için çırpınan esnafın tekinin uydurduğu bilgilerden, kibarca söyleyeyim, etkilenenlerdi.

Köy Enstitüleri gibi bir kurumun gerçek tarihini bilmeden yöneltilen suçlamaların asıl amacı, Menderes’i kötülemek değil, gerçeklerin üzerini örtme çabasıdır.

Köy Enstitülerinin temeli Atatürk’ün son Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan (10.6.1935-28.12.1938) döneminde atıldı. İsmail Hakkı Tonguç’u Saffet Arıkan göreve getirmişti. Önce bazı deneme ve girişimlerden ve ara düzenlemelerden sonra 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde 17 Nisan 1940’da çıkartıldı. Kısaca, Köy Enstitüleri bir Atatürk devrimiydi. İlk dönemlerde Milli Şef İnönü de, desteklemek bir tarafa bağrına basıyordu. Hatta, İnönü 25 Ağustos 1941’de Samsun’da şöyle demişti: “Öğretmenler ve enstitü müdürleri Türk köyünün geleceğini sağlam temellere istinad etmek için aşk ile çalışıyorlar.”

Köy Enstitüleri’nin kaderi 1945-50 arasındaki “karşı devrim” yıllarında belirlendi. İnönü ilk iş olarak Hasan Ali Yücel’i istifaya zorladı. Yücel, 5 Aralık 1946’da istifa etti. Yücel, CHP içerisinde saldırılara uğradı, partisi onu yalnız bıraktı. İsmail Hakkı Tonguç da görevden alınarak, önce Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’na üye olarak atandı, daha sonra, 2 Nisan 1949’da resim–iş öğretmeni yapıldı.

İnönü’nün bakan yaptığı Reşat Şemsettin Sirer’den beklenen, Köy Enstititüleri’ni, Köy Enstitüsü olmaktan çıkartmaktı. Bu görevi başarıyla yaptığını ifade edelim.

İnönü, Atatürk’le yıldızı barışmayanları, onun devrimci davasına ayak uyduramayanları hatta ona ihanet edenleri, kırgınlıkları ortadan kaldırmak için yeniden etkin görevlere getirmişti. Dönemin TBMM Başkanı Kazım Karabekir, CHP iktidarının son başbakanı olacak ve gericiliğe en büyük ödünleri verecek olan Şemsettin Günaltay ve Feridun Fikri Düşünsel ile Kemal Cemal 1946 seçimlerinden sonra Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü denetlemeye geldiler. Geliş amaçları denetlemek değil, adeta öğretmenleri ve öğrencileri terslemekti.

Bir ara Meclis başkanı seslendi, “dinlediklerimiz iyi güzel de bir de Hakkı Tonguç marşınız varmış sizin, şimdi onu söyleyin” Salon durgunlaştı, kimse böyle bir marşı hatırlamıyordu, herkes birbirine bakıp kaldı. Başkan tekrar sordu; “Canım, içinde köylü efendimiz filan lafları geçiyormuş”. Eğitimbaşı Hürrem Arman bağırdı: “Ziraat marşı çocuklar, ziraat marşı” Ölüyü bile canlandıracak güçlü bir ses yükseldi salondan. Atatürk’ün adının geçtiği bir yerde yerinden fırladı Karabekir, “kesin yeter” dedi.

Sonra Köy Enstitülerine karşı acımasız kıyım başladı. Önce Enstitülerin yöneticileri ve öğretmenlerinin yeri değiştirildi, 200 öğrenci okuldan uzaklaştırılıp, ailelerine tazminat davası açıldı.

9.4.1947’de Köy enstitüsü yönetiminde öğrencilerinin söz sahibi olmalarına son verildi.

9.5.1947’de, Enstitülerde kız ve erkek öğrenciler ayrıldı, karma eğitime son verildi.

20.5.1947’de, Köy Enstitüleri kitaplıklarında sakıncalı kitaplar ayıklandı, yakıldı.

4.9.1947’de, Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı.

Karşı devrime baş eğmeyen köy Enstitülerinin fikir babası bir devrimci Saffet Arıkan neden intihar etti?

Arıkan, Çanakkale’de savaşmış bir kurmay yüzbaşıydı. Kurtuluş savaşının kritik günlerinde Moskova’da askeri ataşe olarak görev yaptı. 1923’de milletvekili oldu. 1925-31 döneminde CHP genel sekreterliği görevinde bulundu. Milli eğitim bakanlığı görevi sona erdikten sonra Hitler Almanya’sında büyükelçi oldu.

Berlin Büyükelçiliği görevinden döndükten sonra, Tonguç onu bir gün Hasanoğlan Köy enstitüsüne götürdü. 1945’in son pazar günüydü. Tongüç, ona onun başlattığı atılımların ne kadar geliştiğini göstermek istiyordu. Arıkan gördüklerinden çok duygulandı, öğrencilerle konuştu, konser dinledi. Bu sırada ilginç bir şey oldu. Enstitüyü gezmeye gelmiş bir Amerikalı gazeteci grubuyla karşılaştı. “Yankee’ler buraya da mı burunlarını soktular” diye sordu.

Arıkan oldukça duygusal bir kişiydi. İsmail Hakkı Tonguç onun aynı zamanda yakın dostuydu, yakından tanıyordu. İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç, Arıkan’ın ölümünü şöyle anlatıyordu:

“1947 yılı sonlarıydı, bir sabah erkenden babamı aradılar. Acele çıkıp gitti, daha sonra bize Arıkan’ın ölüm haberini bildirdiklerini, ona gittiğini, Arıkan’ı yatağında cansız yatarken gördüğünü, yatağın yayındaki masada bazı ilaç kutuları ve bir kağıt üzerine çizilmiş bir mezar resmi bulunduğunu” söylemişti.

Tablo tipik bir intihar tablosuydu.

Ne var ki gazeteler, Arıkan’ın ölümünü kalp krizi olarak verdiler.

Ancak, Fahir Giritlioğlu, CHP’nin Atatürk’ün çizgisinden sapması karşısında, Arıkan’ın İnönü ile tartıştıklarını, buna üzülen Arıkan’ın intihar ettiğini şöyle belirtmektedir. “Eski genel sekreterlerden rahmetli Saffet Arıkan İnönü’ye, Partiyi Atatürk’ten böyle mi aldınız, Partiyi ne hale getirdiniz demiş ve sert bir karşılık aldığı için o gece intihar etmişti.”

Arıkan öldüğü gün, CHP’nin 7. Büyük Kurultayı sürmekteydi. Hani Özdemir İnce’nin, Milli görüşün ve mevcut AKP iktidarının temellerinin atıldığını belirttiği Kurultay var ya işe o 7. Kurultay.

İnönü’nün defterine düştüğü not ise sadece 2 kelimeydi, “Arıkan’ın ölümü”.

O dönem gazetelerin, basımevlerinin sopa ve balyozlarla basıldığı, yerle bir edildiği, Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay’ın oğlunun adam öldürmekten hüküm giydiği, Kazım Orbay’ın bu nedenle görevden alındığı, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın bu olay yüzünden kendisini öldürdüğü, gazetecilerin ve yazarların cezaevlerine konulduğu, Sebahattin Ali cinayeti ve Saffet Arıkan’ın intiharı… İşte çok partili düzene geçisin kapkaranlık öbür yüzlerinden birkaç kesit..

Evet, doğru Demokrat Parti ve Menderes, 27 Ocak 1954’de 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri’nin yıkıntılarına da son verdi. Evet, Köy Enstitüleri’ni Menderes kapattı, dilediğiniz gibi küfredebilirsiniz ama Köy Enstitüleri denilince Saffet Arıkan’ı anmadan geçmeyiniz. Büyük haksızlık etmiş olursunuz.

(Yazının ilk iki ve son paragrafı bana aittir. Yazı, Prof.Dr. Çetin Yetkin’in, Karşı Devrim 1945-50 isimli kitabının ilgili bölümlerinden kısaltılarak alınmıştır.)

.

.

 

DEĞERLERİNE YABANCI NESİLLERİN MEMBAI: Köy enstitüleri gerçeği

 
A -
A +

DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
mseker@yildiz.edu.tr
Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

Son zamanlarda ülkemizde eğitim üzerine yapılan çalışmalar ve yapıcı tartışmalar işin üzerine ciddiyetle gidildiğini göstermektedir. Bu süreçte özellikle eğitimin tepe noktasında yer alan yöneticilerin sözleri ve yaklaşımları da bazı belirsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlasa da maalesef yeterli olamamaktadır. Mesela köy enstitüleri konusunda yapılan bazı açıklamalar, toplumda kafa karışıklıklarına sebebiyet vermiş acaba bu konuda geçmişte yapılan hatalar yine mi tekrarlanacak endişeleri tedirginlik uyandırmıştır. (Bu konuda yakın zamanda Babıali Kültür Yayıncılık bünyesinde çıkan “Değer Sizseniz Değer Sizsiniz” adlı kitabımızda eğitimcilerin kafalarındaki suallere cevap aranmaya çalışılmıştı.) Bu kadar kafa karışıklığı varken köy enstitülerine karşı çıkanların da ve destekleyenlerin de mevzuyu tam olarak idrak edemedikleri görülmektedir. Öyleyse köy enstitüleri hakikatte nedir? İnsan yetiştirmek için kurulmuş gerçek bir eğitim yuvası mıydı, yoksa binlerce yıllık geçmişi olan bir milletin kültür zenginliğinin altını oyan bir kurum muydu? Gelin bu mevzuyu bilinmeyen bazı gerçekler ışığında derinlemesine tetkik edelim.

DEĞERLERİNE YABANCI NESİLLERİN MEMBAI: Köy enstitüleri gerçeği
Batı dünyasında, eğitim sahasında yaptığı çalışmalarla meşhur olmuş ancak ruhu ve vicdanı tok başarılı insanlar yetiştirmeyi tam olarak becerememiş eğitim anlayışlarının babası John Dewey, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’ye davet edildi. Dewey’in kafasındaki anlayış, millî eğitimimizi dizayn edenlerin yıllarca hayalini kurduğu sistemle tam olarak örtüşüyordu. Bu yüzden hiçbir fedakârlıktan kaçınmamak gerekiyordu. Hazırlanan raporlara göre eğitim programları oluşturuluyor ama bu programları hayata geçirecek eğitim kadrolarının yokluğu yeni arayışlara yönelmeyi mecburî kılıyordu. Artık yeterdi! Ne pahasına olursa olsun bu fikir hayata geçirilmeliydi. Gerekirse geçmişi bir çırpıda silmeye bile razıydılar ki zaten kafalarındakini hayata geçirmek için bu elzemdi. Yüzlerce yıllık dili değiştirilmiş bir milleti en fazla bir nesil sonra cahil bırakmak hiç problem olmayacaktı ki babalarından ve dedelerinden kalma eserleri bile okuyamayan bir toplumu artık istedikleri kalıba sokmak hiç zor gelmeyecekti. Bu sebeple, Latin alfabesine geçişten iki yıl sonra yani 1930’lu yıllara dayandırılan istatistiklere göre, okuryazarlık oranının çok düşük olduğu, halkın zaten Osmanlıdan cahil geldiği propagandası sürekli dillendiriliyor, yazılı basın ve neşriyatta da bu konu sıklıkla işleniyor, ayrıca insanların bu yalana inanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyordu.  Bu yalan propagandalar arasında köy enstitüleri hızla hayata geçirildi.
Önce 40 çocuk, Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü’nde eğitime alındı. Bu çocuklar burada okuyacak ve kendi köylerine öğretmen olarak döneceklerdi. Fakirlik sebebiyle kendi çocuklarından bile vazgeçmiş ailelere “Çocuğunuzu bedava okutup bir meslek sahibi yapacağız” diyerek yaklaşan profesyonel pedagoglar, öncelikle bu çocuklarla yaptıkları mülâkatlarda, onlarda var olan zekâ pırıltılarını da göz önünde bulundurarak kime nasıl yaklaşacaklarının yol haritasını çoktan çizmişlerdi. Kesinlikle hiçbir şey tesadüfe bırakılamazdı. Zaten bunların tamamı 40 çocuktu. Bu çocuklara ek olarak vatanî görevlerini onbaşı ve çavuş olarak yapan askerlerden de yardım alınmış, bu askerler yetiştirilerek köylerine öğretmen olarak gönderilmişti. Fakat 1 yıl sonra bu askerlerden istenilen verim elde edilemedi. Daha geniş çerçeveli bir program geliştirmenin gerekliliğine inanılıyor ve memleketin farklı yerlerinde okul açmak suretiyle çıtayı yükseltmenin mecburiyeti sürekli dillendiriliyordu. Bekledikleri siyasi destek de zaten hemen arkalarında dikilivermişti. Bu sebeple ülkenin farklı bölgelerinden 21 okulla işe devam edildi. Bu okulların özellikle kolay ulaşılabilirlik noktasında, demir yolu istasyonlarına yakın yerlerde kurulması tavsiye edilmişti. Öğrenciler sabahları davullu zurnalı oyunlarla yataktan kaldırılıyor, sonra okul avlusunda toplanan çocuklarla halaylar çekiliyor, ziraat marşı ile derslere giriliyordu…
“Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz.”

Dersler çeşitliydi. Derse ilk önce okuma saati ile başlanıyor, geri kalan zamanın %50’si ortaöğretim derslerine, özellikle de iş eğitimine ayrılıyordu. Kalan derslerin %25’i uygulamalı tarım derslerine, %25’i de teknik derslere ayrılmıştı. Teknik dersler olarak marangozluk, demircilik, tornacılık gibi meslekler öğretiliyordu. Kız öğrencilere de biçki-dikiş, el sanatları vb. dersler veriliyordu. Hatta ülkenin farklı yerlerinde o bölgenin ekonomik yapısına uygun balıkçılık ve arıcılık gibi faaliyetler de yapılıyordu. Buraya kadar her şey tamamdı. Fakat yolunda gitmeyen bazı şeyler vardı. Çocuklar mutsuzdu ve çocukların sosyal problemleri katlanarak çoğalıyordu. Ayrıca bu ülkenin dokusuna uygun olmayan düşünce ve hayat tarzları talebeler arasında kolay kabul görüyor, yüzlerce yıllık millî/manevi birikim sahibi bu milletin çocukları bir şeyin açlığını çekiyordu. Bu sıkıntıları, programı hazırlayanlar çok iyi biliyordu. Fakat program yapıcıların hedefi ve amacı da doğma/gericilik diye tabir ettikleri bu millete ait yüzlerce yıllık; millî, manevi, tarihî, kültürel değerlerin tekrar canlanmamak üzere kökünden kazınıp bir çırpıda sökülüp atılması ve sonrasında da toprağa gömülmesi değil miydi? Çünkü program incelendiğinde, bu değerlere istenilen ve olması gereken seviyede yer verilmiyordu. Bu eksiklikler; kimliksiz, ruhu boş, millî/manevi hassasiyetleri törpülenmiş, ecdadının yüzlerce yıllık mirasına ve değerlerine mesafeli nesiller yetişmesine sebep oluyordu. Bu adımlar, binlerce yıllık tarihî/kültürel geçmişe sahip körpe dimağların sert ve dondurucu kuzey rüzgârlarının (Komünizm vb.)  olumsuz tesirlerine açık hâle getirilmesine, özellikle de bu topraklara ait olmayan zararlı fikirlerin/anlayışların çocukların benliğine kolayca sirayet etmesine imkân veriyordu. Zira bu kurumların kapanmasına sebep olan şey “Okullarda komünistlik propagandası yapılıyor!” söylemleri olmuştur ki aslında bu okullarda ders planları ve programları çerçevesinde resmî bir komünizm propagandası yapılmıyordu. Sadece bütün bunlar; ruhu, millî ve manevi mayalarla yoğrulmamış, tarihine, kültürüne ve değerlerine olması gerektiği gibi hizmet edemeyen yürürlükteki müfredat programlarının dış fikir akımlarının saldırısı karşısında talebeleri etkisiz, sahipsiz, savunmasız ve manevrasız bırakmasının bir tezahürüydü. Bununla birlikte bu müfredat programında ve programa paralel hazırlanan ders kitaplarında toplumun dinî konulardaki hassas sinir uçlarına dokunulmuş, mukaddes değerler yozlaştırılarak bunlarla alay edilmiş, âyet-i kerîmelerin vahiylerden değil Hazreti Peygamber’in sözlerinden ibaret olduğu, Hicret’in bir “kaçış” olduğu anlatılmıştı. Bunlara ek olarak, okullarda ve ders kitaplarında Latin ve Grek kültürünün öğretilmesine ağırlık verilirken tarihî konular kapsamında, Türklerin İslâmiyet’i kabulüyle gerçekleştirdiği eşsiz medeniyetin kurucuları olan Karahanlı, Gazneli, Tolunoğlu, Akşid, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri hakkında sanki hiç yaşamamışlar gibi bir yaklaşımın sergilenmesi, bu konulara sadece üstünkörü değinilmesi, Türk tarihi olarak sadece “İslâmiyet öncesi Türk Tarihi”nden kısaca bahsedilmesi, insanı değerli kılan ahlak, erdem, adâb-ı muaşeret gibi konuların neredeyse hiç ele alınmaması sadece birkaç örnektir. Ayrıca bu dönemde, karşısında düğme ilikledikleri dünya klasik eserleri devlet bütçesinden yapılan desteklerle tercüme edilirken aynı saygının kendi öz kültürüne ait eserlere yeterli ve olması gerektiği miktarda gösterilmemesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu durum, milletin vicdanında “ret” gören bu eğitim anlayışının bir müddet sonra kendi kendine sistem dışına itilmesine ve “vicdanî ret”in de tesiriyle terk edilmesine sebep olmuştur. Tabii ki bu okullardan mezun olan öğrenciler, buharlaşıp yok olmamışlardır. Köylere gidip kendilerine aşılanan sıkı pozitivist anlayışlarla bu milletin çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlamışlar, “çağdaşlaşmak” adı altında toplumun millî, manevi, insani ve kültürel değerlerini gücü yettiği derecede canla başla törpülemeye gayret etmişlerdi. Buna mukabil büyük ölçüde başarılı da olmuşlardır. Zira eğitimin sürekliliği ve tesirlerinin öğretmenler eliyle körpe dimağlar üzerinden nesilden nesile taşınabilme özelliği sebebiyle bu zihniyet; bugün, beraber yaşadığı toplumun değerleriyle çatışmayı ve karşı duruş sergilemeyi meziyet kabul eden entelektüel kılıf giydirilmiş kimseler yetiştirmiştir. Ayrıca bu anlayışın bıraktığı izler, yakın zamana kadar toplumun, eğitimi gereksiz görmek gibi algısal manadaki mesafeli duruşunun da sebebi olabilir.

DEĞERLERİNE YABANCI NESİLLERİN MEMBAI: Köy enstitüleri gerçeği
Millet ile arasına mesafe koyan hiçbir kimse veya oluşumun başarılı olma şansı yoktur. Köy enstitüleri de Müslüman-Türk milletinin yüzlerce yıllık millî, manevi, tarihî ve kültürel birikimini yok saymanın bedelini ağır ödemiş, bu anlayışın arkasında bıraktığı pozitivist izler, kökü derinlerde olan bu milletin vicdanına çarparak yenilgiye uğramıştır. Aynı zamanda kültürüyle barışık olmayan bir anlayışın, insanın ruhu ve maneviyatıyla yoğrulmadan hayata geçirilmeye çalışılması hâlinde bu köklü/asil milletin vicdanında nasıl ret göreceğine, bundan sonra ütopyalara kapılarak kalkışılacak benzer teşebbüslerin de aynı şekilde hüsranla sonuçlanacağına bir delildir ki bu milletin bu tür hayallerle boşa harcayacağı zamanı kalmamıştır. Ayrıca insani değerler açısından önem arz eden hususları göz ardı ederek geliştirilecek programlar ve anlayışlar, geçmişinde ders almış duyarlı bir milletin vicdanında daha fazla hayat sahası bulamayacağı gibi bundan sonra hatada gereksiz ısrar da kaybolan zaman ve emek olarak karşılık bulacaktır. Öyle ki kaybolan bu kıymetleri, tekrar geri getirmek hiçbir şekilde mümkün olamayacaktır...


.

EĞİTİMİ DÜŞÜNMEK

 
A -
A +
Maarifimiz; eğitim yüz sene, iki yüz sene önce olduğu gibi bugün de en önemli meselemizdir. Hiç şüphe yok ki yüz sene sonra da en önemli meselemiz olmaya devam edecektir.
Tanzimat idaresi, Batı’yla aramızda doğan farkı kapatmak için önde gelen Avrupa şehirlerine talebeler gönderdi. Buralarda okuyan bu gençler, yurda kendileri olarak dönmediler. Başkalaşmışlardı, yabancılaşmışlardı, fikren zehirlemişlerdi.
10 yılda her yaştan 15 milyon genç inşa etme peşindeki Erken Cumhuriyet, din, dil, tarih, irfan ve kültür olarak mazinin her değeriyle irtibatını koparmış yeni bir nesil yetiştirmeyi kendine ideoloji edinmişti. Hasan Ali Yücel, Erken Cumhuriyet’in gördüğü düşü Köy Enstitüleri vasıtasıyla hayata geçirmeye çalıştı.
Ulusalcılar ve Kemalistler için Köy Enstitüleri ve devrin maarif vekili Hasan Ali Yücel bugün de dokunulmazdır.
Adnan Menderes iktidarının Hasan Ali Yücel’e karşı çıkarttığı maarif vekili Tevfik İleri’dir. Tek parti rejimi, mazi ile köprüleri atma hedefi çerçevesinde kıyafet, harf ve dil inkılapları yapıp, dini reforma tabi tutmaya yeltenirken, hatta bu alanda tahribatlar da yapmışken DP/Demokrat Parti, ağırlıklı olarak yol, baraj fabrika gibi yatırımlarla meşgul oldu. Aynı tarz AP ve diğer sağ iktidarlar döneminde de devam etti. Sağ veya şu yahut bu ölçüde yerli ve millî iktidarlar, aradaki kısa kesintiler bir yana bırakılırsa 1950’den bu yana işbaşındadır. Aradan geçen 68 yıl zarfında sağ tarafta Tevfik İleri dışında iz bırakan Millî Eğitim Bakanı hatırlanmıyor. Merhum İleri’yi hatırlayan insan sayısı ise yok denecek kadar azdır.
Yerli kökten gelen iktidarlar, zamana mührünü vuran, abide şahsiyet bir millî eğitim bakanı çıkartamadı. Hüsnüniyetle çalışan, koşturan çok kimse oldu. Ancak bizim kastettiğimiz farklıdır. Adli sahada bir Ahmed Cevdet Paşa örneğini tekrarlayamadığımız gibi o örneğin benzerini eğitimde de göremedik.
Buna mukabil üstelik tek başına iktidar olamadığı, azınlık veya koalisyonla işbaşına geldiği hâlde 1970’lerdeki Ecevit CHP’si Mustafa Üstündağ ve Necdet Uğur ismindeki eğitim bakanlarıyla, DP ve AP eliyle iyi-kötü meydana gelmiş 20 yıllık birikimi hallaç pamuğu gibi atıp millî eğitim teşkilatına 45 günlük tahsillerle militan öğretmenler soktu.
Yerli ve millî unsur, Erken Cumhuriyetten beri dışlanmıştı. Bu vatandaşlar, kendilerini öteki hissediyorlardı. Gizli-saklı yollarla dinî değerler öğrenilse de şehirleşmeyle birlikte eğitimin imkân ve nimetlerinden faydalanma zarureti de doğdu. Bu ihtiyacı, ne tek başına aile karşılayabiliyordu ve ne de horlanan hırpalanan İHL’ler buna cevap verecek şartlara sahipti.
Bu bir boşluktu. O boşluğu Fetullah Gülen gördü veya daha doğru bir ifadeyle önünde böyle bir pencere açtılar. Bunun üzerine resmî ideolojiden yakınanlar ona taraf döndüler. Yeni girilen yolun gerçekte ne olduğunu anlamak için 40 yıl geçmesi, 15 Temmuz 2016 ihanet ve işgal teşebbüsünün yaşanması gerekecekti. Acı sonuç şuydu ki FETÖ, ülkenin çocuklarını devşirip mankurtlaştırmıştı.
Yani:
Millet, Tanzimat’ta kaybetmişti.
Tek Parti’de kaybetti.
70’lerde kaybetti.
Tam buldum derken de FETÖ ihanetiyle kaybetti.
Tanzimat’tan bu yana Türkiye’nin her meselesinden daha önemli büyük bir eğitim meselesi vardır.
Dünün hata, yanlış ve günahlarını bilmeden; çok ciddi şekilde yarını hesap etmeden bugünün üzerinde durmakla bu büyük meselenin halli mümkün olamaz.
Eğitim, süre değildir, mekân değildir. Eğitim; fikri olan, sevdası olan, söyleyecek sözü olan insan demektir. Dünya ile yarışacak millî ve yerli nesiller yetiştirmek demektir.


.

Köy Enstitüleri gerçeği

Köy Enstitülerinin hala örnek teşkil edecek girişimler olduğunu konuşuyor, tartışıyorsak, bu onun ruhundaki sağlam ilkeler, yaratıcı yaklaşımlardandır.
Görseli Büyüt
Köy Enstitüleri gerçeği

 

Kuruluşunun 82. yılında Köy Enstitüleri

 
A -
A +

İsmail Özcan
Eğitimci-Yazar

 

 

Kurulduğu yıllarda %80’i köylerde, bugün tam tersine çoğu kentlerde yaşayan Türkiye nüfusunun eğitim sahasında karmaşıklaşan problemlerine Köy Enstitüleri nasıl bir çözüm olabilir?

“Kaldı ki bizdeki siyasal ve toplumsal şartlar içinde Köy Enstitüleri, köylü çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır işlerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç veremezdi” Kemal Tahir.

 

 

17 Nisan 2022 yani bugün Köy Enstitülerinin kuruluşunun 82. yılı... Hiç şüphesiz laik çevreler her yıl olduğu gibi bu yıl da bu eğitim kurumları için ah’lar vah’lar, sızlanmalar, bitmez tükenmez özlemler eşliğinde anmalar yapacak; ağıtlar dökecektir. Dünyada bir benzeri olmayan, bütünüyle bize özgü eğitim kurumları olarak onlardan yoksun kalışımızın toplumumuza kaybettirdikleri sayılıp dökülecektir! Çünkü Köy Enstitüleri, 1954’te Köy Öğretmen Okullarına çevrildiğinden beri bunlar her yıl aralıksız yapılmaktadır. Dünyada kurulmuş, açılmış, belli dönem işlev görmüş; sonrasında da şartlar gereği ya kapatılmış ya da Köy Enstitüleri gibi rolleri az çok değiştirilerek başka isim altında devam etmiş hiçbir eğitim kurumu hakkında Köy Enstitüleri için olduğu gibi kesintisiz güzellemeler düzüldüğü görülmemiştir! 

Konuyla pek ilgisi olmayan insanlar bu özlemlere, bu güzellemelere bakınca, “Vay bee, biz ne kadar önemli, ne kadar değerli bir eğitim kurumundan mahrum bırakılmışız! Demek ki bu kurumlar hiç değişikliğe uğramadan işlevlerine devam etselerdi biz şimdi Avrupa’yı bile sollamış olurduk!” demekten kendini alamaz.

 

ABARTMA SÖZ KONUSU

 

Oysa işin aslı hiç de böyle değildir. Her şeyden önce bu eğitim kurumları için büyük bir abartma söz konusudur. Ne bir sıra dışılıkları ne de olağanüstülükleri vardır. Sıradan, her yerde, her zaman devreye sokulup devreden çıkarılabilecek kurumlardır.

Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı gibi art arda yaşanan ve 12 yıl sürmüş olan savaşlarda olabildiğince yıpranan Türk toplumunun yaralarını sarmaya, toparlanmaya çalıştığı bir süreçte akıl edilen çözümlerden biri de Köy Enstitüleridir. Adı üzerinde Köy Enstitüleri, nüfusun %80’inin köylerde yaşadığı, bu nüfusun okuma-yazma oranının %5’in bile altında bulunduğu bir zaman diliminde düşünülmüş ve hayata geçirilmiş kurumlardır. Okuma yazma oranı bu kadar düşük köylünün çocuklarına okuma yazma öğretmek, köylünün kendisine de yaşadığı bölgeye göre tarımda, marangozlukta, yapı işlerinde vb.de rehberlik etmek için yetiştirilen ve köylere gönderilen bu gençler bir dönem rollerini yerine getirmişlerdir. Hiç değilse köylerde okuma-yazma oranının yükselmesi amacına erişmede, yararlı olmuşlardır. Bu herkesin kabul etmesi gereken Köy Enstitüleri gerçeğidir.

 

SİHİRBAZ DEĞNEĞİ Mİ!

 

Normal olmayan şey ölçüsüz, sınırsız abartmadır. Köy Enstitülerinin bir eğitim kurumu olarak değil de bir sihirbaz değneği gibi dokunduğu her şeyi anında halleden araçlar olarak takdim edilmesidir. Daha da önemlisi; aradan 82 yıl geçmesine, ülkemizde ve dünyada beklenen ve beklenmeyen gelişmeler yaşanmasına rağmen onların bugün de aranan, bugün de eğitimin-öğretimin tüm aksaklıklarını giderecek, Türkiye’yi şaha kaldıracak eğitim yuvaları olduğuna dair iddia ve inanca sahip olunmasıdır. Bu yıl dönümünde konuşulan ve yazılanlara dikkat edin bu tespitin ne kadar gerçekçi olduğunu göreceksiniz.

Kurulduğu yıllarda %80’i köylerde, bugün ise tam tersine çoğu kentlerde yaşayan Türkiye nüfusunun, eğitim sahasında karmaşıklaşan problemlerine nasıl bir çözüm olabilir? 1940’lı yılların sade ve homojen bir toplumunun çok yalın eğitim sorunlarını çözmek için programlanmış bu kurumlar; aradan geçen 80 yılda nüfusu dört kattan fazla artmış, heterojenleşmiş bir toplumun eğitim sorununu çözmek için nasıl alternatifsiz bir araç olarak sunulabilir? Ama bu sunma, bu kurumların istihale geçirmesinden bu yana aralıksız yapılmış, bugün de buna kayıtsız şekilde devam edilmektedir.

 

“DEVRİM STRATEJİSİ”

 

Buraya kadar Köy Enstitüleriyle ilgili objektif tespitlerde bulunmaya çalıştım. Bu kurumlara olumsuz bakışlara hiç değinmedim. Hâlbuki bu kurumları övenler, yere göğe sığdıramayanlar kadar sayısı çok olmasa da ciddi ciddi eleştirenler, suçlayanlar, Marksist ideoloji aygıtı kurumlar olarak görenler de çıkmıştır:

 “Köy Enstitülerinin fikir babalarından İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç şöyle diyor: Köy enstitüleri sistemi başlı başına ne bir okuma yazma kampanyası, ne öğretmen yetiştirme çabası, ne de köy kalkınması sorunu idi. Temel amacı bakımından tarihsel şartların hazırladığı bir imkândan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi idi.” (Yavuz Bülent Bakiler; Tabuları Yıkmak, s. 113.)

 

“REJİM DÜŞMANLARIYLA BOĞUŞACAKTI”

 

Köy Enstitüleri ile ilgili olarak bugüne kadar buna benzer çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Bu konuda konuşup yazanlar arasında Kemal Tahir’in ayrı bir yeri olduğu su götürmez. İşte şu düşünceler de onun: 

“Köy Enstitüleri, Tek Parti dönemi kuruluşlarından biri olarak düşünülmüştür. Köy çocuklarından özel bir eğitimle yetiştirilecek köy öğretmenleri, tek partinin köyde gözü, kulağı olacak, gerekirse devlet güçlerini yanlarına alarak rejim düşmanlarıyla boğuşacaktı.        

Çok partili bir dönemde böyle bir köy öğretmeninin durumu ne olur? Bunu kestirmek bugün artık hiç kimse için güç değildir. Kaldı ki bizdeki siyasal ve toplumsal şartlar içinde Köy Enstitüleri, köylü çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır işlerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç veremezdi. Nitekim bu deneme son hesaplaşmada biz Türk aydınlarının halk düşmanlığımızı değilse bile halka hiç acımadığımızı ispatlamıştır. Bozkırdaki Çekirdek işte bu çapraşık dramın romanıdır.” (Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek, Bilgi Yayınevi, 3. b. 1972.)

 

GÜNDEMDE OLMAYI HAK ETMİYOR

 

Günümüz Türkiye’sinde bu kurumlarla ilgili doğru tutum, bunların bir dönem görevlerini yaptıktan sonra birçok başka kurum gibi tarihin hafızasına tevdi edilmiş olarak görülmesidir. Çünkü Köy Enstitüleri eğer ideolojik bir dayatma ve inatlaşma söz konusu olmazsa günümüzde hiçbir açıdan gündem olmayı hak etmemektedir.   

 

.

Köy Enstitüleri çağ dışında kalan kuruluşlardı

 
A -
A +

Köy Enstitüleri üzerine bildiklerimi yazsam, bu sütun ebadında 40 sütun bile kâfi gelmez. Köy Enstitüleri gerici bir zihniyetle kurulmuşlardı. Mezunlarına imkân ve fırsat eşitliği tanınmıyordu. Mezunlar, 20 yıl köyde kalmak mecburiyetindeydiler. Enstitüler, önce CHP tarafından frenlenmeseydi, sonra DP tarafından islah edilmeseydi, milletimiz, devletimiz için büyük felâketlere yol açabilirlerdi. Özdemir İnce'ye göre: "Birtakım kimseler, ağızdan dolma bilgilerle Köy Enstitülerini karalamakta onların komünizm yuvaları olduğunu söylemektedirler" Breh! Breh! Breh! Bu konuda, enstitülerin fikir babalarından İsmail Hakkı Tonguç'un oğlu Engin Tonguç'un açıklaması şöyle: "Köy Enstitüleri sistemi başlıbaşına, ne bir okuma-yazma kampanyası, ne bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir köy kalkınması sorunu idi. Temel amacı bakımından, tarihsel koşulların hazırladığı bir olanaktan yararlanarak, iktidara katılıp, elde edilen yürütme gücü ile, emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi." Neymiş efendim? Demek ki Köy Enstitüleri öyle köylüye okuma-yazma öğretmek, öğretmen yetiştirmek için kurulmamış. Köy Enstitüleri, işçi sınıfını teşkilatlandırmak, bilinçlendirmek ve en kısa zamanda Marksist devrimi gerçekleştirmek için düzenlenen taktiklermiş. Yine Özdemir İnce'ye göre: "Bir takım kimseler Köy Enstitülerine kara çalıyorlarmış. Enstitülerde din düşmanlığı yapıldığını iddia ediyorlarmış" Adam, herkesi kör, alemi sersem sanarak desteksiz atıp duruyor. Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişlerinden Fethi İsfendiyaroğlu kılı kırk yararak tuttuğu raporda diyor ki: 1- Enstitülerde, Komünist Manifestosu teksir edilerek dağıtılmıştır. 2- Rus eğitim sistemi övülmüş, enstitülerde de Rus eğitiminin uygulanması istenmiştir. 3- Düziçi Köy Enstitüsünde, bayrağımızdaki ay-yıldız yerine orak-çekiç resmi çizilmiştir. 4- Öğrenciler için düzenlenen konferanslarda denilmiştir ki: "Bugün biz komunizmi kabul etmiyorsak, bu o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafamızın geriliğindendir." "Aile kudsiyeti, bir saçmadan başka bir şey değildir. Tabiat, senin karın-benim karım diye bir ayırım yapmamıştır. Bu insan egoizminin ortaya çıkardığı bir şeydir. Bunları bizler ortadan kaldırmalıyız." "Arkadaşlar, köle olarak yaşayan köylüyü kurtarmak bize kalmıştır. Yegâne çare hükümeti devirerek yerine geçmek, komünizmi ilân etmektir." "Köy Enstitüsü dergisinde açıkça zengin düşmanlığı yapılmakta sermaya sahipleri hain olarak gösterilmektedir." Köy Enstitüleri, gerici bir zihniyetle kurulmuşlardı. Enstitü mezunlarına imkân ve fırsat eşitliği tanınmıyordu. Oradan mezun olanlar 20 yıl köylerde kalmak mecburiyetindeydiler. Maaşlarını Özel idareden alıyorlardı. Aylıkları sadece 25 liraydı. DP devrinde Tevfik İleri, Köy Enstitüsü mezunlarına da fırsat ve imkân eşitliği sağladı. İsteyenler köylerde kaldılar. Daha ileri seviyede eğitim almak isteyenler, şehirlerde okudular. Maaşları 105 liraya çıkarıldı. Şehirlere yerleşenler, eğitimde, şöhrette daha çok yükselenler, kendilerine bu imkânı sağlayan DP'ye ve Tevfik İleri'ye düşman kesildiler. Niçin? diyeceksiniz. Komünist oldukları için.

.