|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Uzakdoğu’nun yükselen devi: Çin |
İsmail KAHRAMAN-Milli Gazete-13.08.2005 |
Karadeniz semalarından Rusya Federasyonu hava sahasına giren uçağımız Soçi üstünden Kafkas Dağlarını geçerken sarsılmaya başladı. Çeçenistan’ın başkenti Grozni üstünden geçip Hazar denizi semalarına giriyoruz. 10 saat sürecek uzun uçak yolculuğumuz devam ediyor. Kazakistan semaları ve Aral gölünün üstünden uçarken Türk tarihini hatırlıyorum. Atalarımızın at sırtında yıllarca göçebe olarak geldiği yerlerin üstünden uçarak Çin’e doğru gitmek içimde farklı bir his uyandırıyor.
Çin’e gitmeye karar verdiğimde Çin’le ilgili kitap ve bilgi araştırması yaptım. Ancak yeterli bilgi yoktu. Mevcut kaynaklar da çok eski ve de bu kitaplar yabancı yazarların kitaplarından tercüme edilmişti. Elimizdeki bilgileri derleyerek 9 Nisan 2006 Pazar günü saat 24.00’de Çin’in başkenti Pekin’e gitmek için Türk Havayolları ile yola çıktık. 10 saatlik uçak yolcuğumuz başladı. Uçağımız 11 bin metre yükseklikte saatte 850 km. hız yaparak uçarken ben de elimdeki notlarımı karıştırmaya başladım.
Karadeniz semalarından Rusya Federasyonu hava sahasına giren uçağımız Soçi üstünden Kafkas Dağlarını geçerken sarsılmaya başladı. Çeçenistan’ın başkenti Grozni üstünden geçip Hazar denizi semalarına giriyoruz. 10 saat sürecek uzun uçak yolculuğumuz devam ediyor. Kazakistan semaları ve Aral gölünün üstünden uçarken Türk tarihini hatırlıyorum. Atalarımızın at sırtında yıllarca göçebe olarak geldiği yerlerin üstünden uçarak Çin’e doğru gitmek içimde farklı bir his uyandırıyor. Uçağın genel havasına alıştık. Artık kendimizi sanki bir otobüste hissediyoruz. Zaman zaman sarsıntılar ve pilotun uyarıları ile kendimize geliyoruz. Zamanı iyi değerlendirerek Çin ile ilgili daha önce hazırladığım notları okumaya çalışıyorum.
Uçak’ta Çin hakkında genel bilgileri okuyorum
Çin beş bin yıllık geçmişi ile yazılı tarihi olan bir millet. Türk tarihi ile ilgili önemli bilgiler de Çin kaynaklarından elde ediliyor. Çin’in Resmi dili Mandarin, Çince’nin en çok kullanılan lehçesi. Çin’de ayrıca; Pekin’de, Hunan, Gan ve Huizhov gibi farklı lehçeler de konuşulmakta. Çin Devletinin resmi dini olmamakla birlikte nüfusun büyük bir çoğunluğu Budist, Taoist ve Konfüçyüs felsefesini benimsemekte. Çin’de Hıristiyan ve Müslümanlar da bulunmaktadır..
* Başkent Pekin (Beijing)
Uçakta elimdeki belgeleri okumaya devam ediyorum. Çin’in Önemli şehirlerinden bazıları; Şanghay, Tianjin, Xi’an, Jiangsu, Hubei, Chongqing. Bu şehirlerden bazılarına gideceğiz. Şimdiden merak etmeye başladım, bu şehirleri.
* Çin Devlet Başkanı Hu Jintao, Başbakan Wen Jiabao.
Türkiye’den on kat daha büyük olan Çin’in coğrafi konumunu okuyorum. Yüzölçümü 9.572.419 km olan Çin’in 2005 yılı tahmini nüfusu; 1.306.313.812, Nüfus Yoğunluğu KM. 2136,5 kişi olduğunu öğreniyoruz.
Kendilerini dünyanın merkezi olarak gören Çin’in Coğrafi konumu; Kuzeyinde Moğolistan Halk Cumhuriyeti, kuzey doğusunda Rusya ve Kuzey Kore, doğusunda Sarı Deniz ve Doğu Çin Denizi, güney doğusunda Güney Çin Denizi, güneyde Vietnam, Laos, Birmanya, Hindistan, Bhutan ve Nepal, güney batıda Pakistan, Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan ile çevrilidir.
2004 yılı verilerine göre kişi başına düşen yıllık milli gelir 1.089 US-$. Para birimi Yuvan’ın dolar karşısındaki değeri çok düşük. (1. Dolar 8 Yuvan)
* Çin’in milli günü Bağımsızlık ilan edildiği gün 1 Ekim 1949. Çin’in Topografik yapası; Batıda yüksek doğuda alçak: dağlık alan 33.3 %, plato 26 %, havza 18.8 %, düzlük 12 % tepeler 9.9 %. Çin Dağları: Dünyada bulunan 7000 metreden yüksek 19 dağın 7 tanesi Çin’de bulunmaktadır. “Dünyanın Çatısı” olarak bilinen QingHai- Tibet platosunda pek çok yüksek dağ bulunur. Ortalama 6000 metre yüksekliğe sahip olan Himalayalar, deniz seviyesinden 8848 metre yükseklikte olan dünyanın en yüksek tepesi Qomolangma’ya sahiptir.
Çin adeta nehirler kenti. Çin’in başlıca Nehirler : Yangtze Nehri, 6,300 km uzunlukta, Nil ve Amazondan sonra üçüncü. Sarı Nehir, Çin’de en uzun ikinci, 5,464 km uzunlukta.
Kanyon: Yalu Tsangpo Nehrindeki kanyon, dünyanın en geniş kanyonu, 504.6 km uzunlukta ve 6,009 metre derinlikte.
Çin’in İklimi: Coğrafi olarak güneyde tropikal ve astropikal bölgeden kuzeyde çok soğuk bölgeye uzansa da, ülke genel olarak ılıman bölgededir.
Vahşi Hayvanlar: Çin pek çok çeşit yabani hayvana sahiptir. 4400 çeşit omurgalı, 100’den fazla nadir tür, panda, altın maymun, beyaz dudaklı geyik, güney Çin kaplanı, yunus balığı, timsah.
Bitki: Çin çok çeşit bitkiye sahiptir. 32,000 tür bitki, hemen her türlü bitki çeşidi kuzey soğuk bölgelerde ve ilimli bölgelerde mevcuttur. Elimdeki bilgileri okurken bir taraftan da uçağımızın geçtiği yerleri düşünüyorum.
Uçağımız Ortaasya semalarında
Çin’le ilgili bilgileri incelerken Uçak pilotumuz Çin ile Türkiye arasında 5 saatlik zaman farkı olduğunu söyleyen sesi ile kendime geliyorum.
Uçağımız Kazakistan’ın eski başkenti Almatı üstünden Altay dağlarını aşarak Çin hava sahasına giriyordu. Çin semalarına girdiğimizde uçağımızın camından dışarı baktığımda çoktan güneşin doğduğunu gördüm. Artık Çin semalarındayız. Çin devleti sınırları içindeki Uygur özerk bölgesine giriyoruz. “Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacib’in memleketindeyiz.
Uçağımız Doğu Türkistan semalarında. Doğu Türkistan ilk kurulan Türk Devleti. Urumçi, Kaşgar, Turfan gibi yerleri ile kültür ve medeniyet tarihimizde çok önemli yeri var. Uçağın camına yaklaşıyorum. Merakla aşağılara bakıyorum. Urumçi’yi göremesem de hiseediyorum. İlk Türkçe Sözlük olan Divan-ı Lügat-it Türk-i’nin yazarı Kaşgarlı Mahmut aklıma geliyor. Kaşgarlı Mahmut ‘un memleketi Kaşgar illerini seyretmek istiyorum. Ancak hava bulutlu bembeyaz bulutların üstünde uçuyoruz. Beyaz bulutlar Doğu Türkistan illerini kaplamış. Hiçbir şey gözükmüyordu. Uçağımız artık Taklamakan çölü üstünde uçmaya başlıyor.
Taklamakan çölünden sonra bir süre sonra Moğolistan semalarına giriyoruz. Moğolistan, Cengizhan ve başkent Ulan Batur kitaplarda okuduğumuz yerler. Moğolistan topraklarından kilometrelerce yüksekte de olsak kendimizi Moğolistan’ın topraklarında hissediyoruz. Uçağa bineli saatler olmuş, 10 saatlik sürenin yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Uçağın alçalmaya başladığını hissediyoruz. Bir süre sonra pilot kemerlerimizi bağlamamızı istiyor ve uçağımız Çin Halk Cumhuriyeti’nin Başkenti Pekin havalimanına inişe geçiyor. Pekin şehrini uçağın penceresinden seyrederken Pekin’in düz bir ovada büyük binlar ve düzenli bir şehir olduğu ilk etapta görülüyor ve saatler süren uçak yolculuğumuz tekerin piste değmesi ile sona eriyor.
Uçaktan inip pasaport kontrolünden geçerken tipik Çinli yetkililer bizleri karşılıyorlar. Hava limanı ter temiz. İşler seri yapılıyor. Çince yazıların yer aldığı Türkiye’den uçakla 8 bin kilometre uzakta çok ayrı bir dünyadayız. Havalimanında Çin Seddi’nin ihtişamlı manzarası beni etkiliyor. Pasaport kontrolünden geçerek Pekin toprağına ayak basıyoruz. Otobüslere binerek 30 Km. uzaklıktaki Pekin şehir merkezine doğru yola çıkıyoruz. Pekin Havalimanının genel durumu ve yolumuz üstündeki fabrika ve binaların Pekin ve Çin’in bizim bildiğimiz gibi geri kalmış bir yer değil de önemli bir merkez olduğunu anlıyorum.
1 milyar 500 bin nüfuslu Çin nereye gidiyor?
Araştırmacı gazeteci ve belgesel yönetmeni olarak 9-19 Nisan tarihlerinde Çin’e giden İsmail kahraman, başkent Pekin, Çin Seddi, Yasak şehir, Pekin’deki Hamdiye Üniversitesi, Tarihi İpekyolu’nun başladığı Şian şehri, Çin’in ekonomi başkenti Şangay, Fuarlar kenti Guanzo, Çin’in elektronik ve kültür şehri Şencan ve dünya ekonomisine yön veren Çin’de devlet içinde Devlet Hongkong’da arıştırma yapıp belgesel çekti. Ekonomi, siyasi ve sosyal açıdan güçlenen 1 milyar 500 bin nüfuslu Çin nereye gidiyor?
Pekin, Bilim ve Teknoloji Şehri
Çin’in mimarî mirasını aksettiren Pekin’in bazı kesimlerinin modernleştirilmiş olmasına rağmen, geleneksel yerlerin korunması için yüzyıllardır büyük bir itina gösterilmiş. 1949’dan bu yana şehrin görünümünde meydana gelen en büyük değişiklik, eski surların dışında kalan sokakların uzatılması olmuş.
Çin Halk Cumhuriyeti'nin başşehri Pekindeyiz. Otelimize yerleştikten sonra şehir içinde gezmeye başlıyoruz. Önce Pekin’in sembolü olan Pekin şehir meydanındayız. Akşam olmasına rağmen meydan ışıl ışıl. Her yer turist akınına uğramış. Meydandaki yüksek binalar ve geniş caddelerle kendinizi sanki Paris veya Londra’da sanırsınız. Pekin’e bir çok ülkeden turist gelmiş.
Pekin meydanında beni en çok ızgara ve yiyecek satış büfeleri ve pazarda Çin yiyeceklerinin satıldığı yerler ilgilendirdi. Sıra sıra dizilmiş bir çok büfede Çin'e özel deniz mahsulleri, ahtapot, çeşitli böcekler ve yılanların pişirildiği ızgara büfeleri karşılıyor. Ekmeksiz yenen ızgaralar ve koku bizleri rahatsız etse de Çinliler ve turistiler halinden memnunlar. Meydanda Türk döneri satan bazı büfeler de yok değildi. Büfelerin girişinde de Türk kebabı adı asılmış. Dönerlerin hemen yanında da ızgaraya geçirilmiş pişmeyi bekleyen Canlı böcekler müşterini bekliyor. Hediyelik eşya satıcıları ve baharatçılar, tarihi Çin’i ve Pekin’i yaşatıyorlar. Pekin şehri ve bölgelerinin nüfusu toplam 15 milyona yakın. 4547 km2 olan şehir alanı metropoliten alanla 16.810 km2’yi bulur. Düz bir ova olan Pekin görmeye değer. Pekin’in kurulu olduğu 30-40 m yüksekliğindeki düzlüğün kuzey kenarını Moğolistan Platosu, kuzeydoğu kenarını ise Yan Dağları oluşturur. Jeologların “Pekin Koyu” adını verdiği çukur alan şehri kuzeydoğudan güneybatıya doğru kuşatıyor, güney ve doğudan da asıl büyük ovaya açılıyor.
Pekin şehri ve çevresinin büyük bir metropol olarak düzenlenmesinin geçmişi 15. yüzyıl başlarına kadar uzanır. Bugünkü metropoliten alan 1959’da kurulmuştur ve dördü şehir merkezinde, altısı banliyölerde olmak üzere 10 semt (Chu) ile çevredeki dokuz ili (Xian) kapsıyor. Pekin’de, ılıman kuşakta görülen karasal bir muson iklimi hüküm sürüyor. Kışlar Moğolistan Platosundan gelen Sibirya hava kütlelerinin tesiriyle uzun, soğuk ve kurak geçer. En soğuk ay olan Ocakta ortalama sıcaklık -4°C’yi bulur. Yaz aylarında genellikle güneybatıdan Kuzey Çin’e giren sıcak ve nemli hava yağışlara yol açar. Yıllık yağış miktarının büyük bölümü bu mevsimde düşer. En sıcak ay olan Temmuzda ortalama sıcaklık 26°C’dir.
Pekin 1950 ve 1960’lardaki yatırımlarla Çin’in önde gelen sanayi merkezlerinden biri durumuna gelmiştir. Şehrin sanayisi ağırlıklı olarak çelik, makine, hassas ölçüm aletleri, petrokimyasal maddeler, dokuma ve elektrikli makine üretimine dayanır. Ayrıca kilim, halı, porselen, çini, yeşim taşı ve fildişi oyma işleri gibi malları üreten geleneksel el sanatları da ekonomide belli bir pay sahibidir. Temelde devlet kuruluşlarının yönetiminde olan hizmet sektörü büyük ölçüde gelişmiş. Çin Milletlerarası Seyahat Servisi ve Çin Denizaşırı Turizm Servisinin çalışmaları ve giderek sayıları artan oteller canlı bir turizmin dayanağını oluşturuyor. Asıl Pekin şehri temelde surlarla çevrili iki eski şehirden oluşuyor: Kuzeydeki iç şehir (Kabaca Dadu) adlı Moğol şehrinin bulunduğu yeri kaplayan “Tatar Şehri” ile güneydeki Dış Şehir (Ming hanedanı döneminde inşa edilen “Çin Şehri”). İç şehir sınırları içinde kalan eski imparatorluk şehrinin bir parçası olan “Yasak Şehir”de imparatorluk sarayı yer alıyor.
Pekin Bilim ve Teknoloji Şehri
Çin'in başkenti Pekin ünlü Çin lideri Mao’nun doğduğu köyün bulunduğu yer. Bu bakımdan Pekin’in başkent olması tesadüfi değil . Çin yönetimi Pekin’e büyük önem vermiş. Son yıllarda Pekin bir üniversite ve teknopark şehri haline gelmiş. Çin üniversiteleri, dünyanın en başarılı ilk 500 üniversitesi arasında çok sayıda üniversite ile temsil ediliyor. Pekin Üniversitesi'nin ilk 10 arasında yer aldığını öğreniyoruz. Pekin Üniversitesi’ne dünyanın bir çok yerinden öğrenci gelmiş. Türkiye’den gelen bazı öğrencilerden bilgi alıyoruz.
Son yıllarda Çince’yi öğrenmek için Türk gençleri ciddi çalışmalar yapıyor. Dünyanın en zor dili olan Çince, Avrupa ülkeleri ile Arap dünyası Çince’ye büyük önem vermiş. Pekin başlı başına teknopark ve üniversite kenti haline gelmiş. Bizlere rehberlik yapan Türk öğrenciler, yüksek binaları göstererek bunların üniversite ve teknopark merkezleri olduğunu söylüyorlar.
Dünyanın en zor dillerinden birisi Çince. Çin alfabesi ve Çince yazısı, şekle dayalı kelimelerin temelinde, sese önem verilerek oluşturulan, anlam ifade eden bir yazı sistemidir. Yaklaşık 10 bin karakter içeren Çince yazının yaklaşık 3 bin karakteri, çok sık kullanılmaktadır. Bu 3 bin karakter, sayısız sözcük ve cümleler oluşturuyor. Çince yazısı, Çin’le komşu olan ülkeleri de derin olarak etkilemiş. Japonya, Vietnam ve Kore gibi ülkelerin yazlarının hepsi, Çince yazısı temelinde üretilmiştir. Gerek Türkiye ve gerekse Çin’de Çince’yi yazıp öğrenmek isteyenlerin sayısı hızla artıyor.
Pekin’in bir yükseköğretim merkezi olma özelliği 1949’dan sonra pekişmiştir. Meşhur Pekin ve Qinhua üniversitelerinin çevresinde gelişmiş olan bilim ve eğitim merkezleri semtinde ideolojik eğitim, tıp, müzik ve teknik alanlarla ilgili çeşitli uzmanlık kurumları da yer alıyor. Ayrıca Çin’in en önde gelen araştırma kurumu olan Çin Bilimler Akademisi Pekin’de. Ülkenin en seçkin kültür kurumları olan Pekin Kütüphanesi, Pekin İmparatorluk Müzesi ve Çin Tarih Müzesi yine buradadır. Pekin aynı zamanda Çin’in önde gelen yayımcılık ve kitle iletişim araçları merkezidir.
Çin’in mimarî mirasını aksettiren Pekin’in bazı kesimlerinin modernleştirilmiş olmasına rağmen, geleneksel yerlerin korunması için yüzyıllardır büyük bir itina gösterilmiş. 1949’dan bu yana şehrin görünümünde meydana gelen en büyük değişiklik, eski surların dışında kalan sokakların uzatılması olmuş.
Pekin’de şehir içi taşımacılık yaygın bir otobüs ve tramvay şebekesiyle sağlanıyor. Bisiklet de burada çok kullanılıyor. Muntazam otobüs seferlerinin işlediği karayolları, yakın yerleşim merkezleriyle başlıca bağlantıyı sağlayan demiryolları ve havayolu merkezi olan Pekin, Çin’in çeşitli büyük şehirlerine, ayrıca Moskova, Kuzey Kore, Moğolistan ve Vietnam’ın da başşehirlerine tren ekspres seferleriyle bağlanıyor. Çin’in başkenti Pekin’i yakından tanımak için günler hatta aylar gerekmekte. Çin'i tanımak için Pekin'i tanımak ve gezmek gerekiyor. Biz de imkanlar ölçüsünde Pekin’i gezerek tanımaya çalışıyoruz. Pekin’deki yüksek binalar ve geniş caddeler insanı etkiliyor. Kitaplarda okuduğumuz Çin ile gördüğümüz Çin arasında büyük fark var.
Pekin’de Uygur lokantası
Çin’in yemek kültürü çok farklı. Uygur Türkleri tarafından açılan lokantalar olmasa büyük sıkıntı çekeceğiz. Pekin’de kaldığımız ilk gün Uygur lokantasına gidiyoruz. İçeri girdiğimizde bizden ve kültürümüzden çok şey var. Uygur gençlerinin hazırladığı sofralar ve yemek kültürü asırlar öncesinden bizim kültürümüzü yansıtıyordu. Lokanta içindeki özel müşteri gurupları için kurulan geniş masalı salonlardan birisine oturuyoruz. Masa üstünde dönen cam üzerinde bizlere yabancı olmayan yemekler, pideler ve şişeler bir bir gelmeye başladı. Yemeğe şekersiz Çin çayı içerek başlıyoruz. Uygur özerk bölgesinden gelen nar suyu, kola ve sıcak su, müşteri ile yakından ilgilenen lokanta yetkilileri…
Bizler yemeklerimizi yerken, Uygur müziği eşliğinde, Uygur gençleri, Uygur dansı yapıyor. Uygur müzik aletlerinin çıkardığı seslere kulaklarımız yabancı değildi. Lokantadan çıkıp Otelimize geldiğimizde gece yarısını geçmişti. Oteldeki odamda Çin’le ilgili bilgileri gözden geçirmeye çalışıyorum. İşte Çin’le ilgili bir kaç not; Pekin’deki Otel odamda aldığım bu notları sizlerle paylaşmak istiyorum. Dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesi Çin’in yaklaşık dört bin yıl geriye uzanan bir kültürel geçmişi var. Günümüz medeniyetinin temel taşlarını oluşturan kağıt, barut, pusula gibi pek çok buluşun kökenleri Çin’e dayanıyor.
Komünist yönetimin etkisiyle bir süre ekonomik açıdan duraklama yaşayan ülke son yıllarda dünyanın en önemli ekonomik güçlerinden biri haline gelmeye başladı. Çin’in bölgede nüfuzu da askeri alandan çok ekonomi üzerinde kendisini hissettiriyor. Binlerce yıl süren hanedanlar ardından 20. yüzyılın başında cumhuriyet yönetimine geçen Çin’de 1949’da, Komünist Parti ve Mao Zedong öncülüğünde Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Bu tarihe kadar ülkeyi yöneten Çan Kay-Şek’in yönetimden isimlerle Tayvan’a kaçması, günümüzde hâlâ süren Tayvan sorununun da başlangıcı oldu. Uzun yıllar kapalı bir ekonomi yapısı gösteren Çin, 1980’lerin başlarında, kollektif tarım uygulamasını durdurdu ve özel teşebbüse yeniden izin verdi. Şu anda Çin dünyanın en büyük ihracatçılarından ve rekor düzeylerde dış yatırım çekiyor.
Dünya Ticaret Örgütü’ne katılma hakkı kazanan Çin’in bu anlamda yakında yeni bir devrim yaşayacağı düşünülüyor. Bu şekilde Çin dış pazarlara daha kolay erişim hakkı kazanacak, ancak dış rekabete de açık hale gelecek. Bu durumun özel sektör yatırımlarını arttırması ve devlet hâlâ iktidarda tekelini ve bireyler üzerindeki sıkı denetimini sürdürüyor. Yetkililer muhalefet yönünde hareketleri vakit kaybetmeden bastırırken, sözünü sakınmayanlar çalışma kamplarına gönderiliyor.
Çin Dünya Ticaret Örgütü Üyesi Oluyor
2001 yılının Aralık ayında, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Dünya Ticaret Örgütü’yle 15 yıldır sürdürdüğü üyelik müzakereleri tamamlanmış ve hükümet, başta ticaret rejimi olmak üzere ekonomide çeşitli yapısal değişikliklere gideceği ve uluslararası ticaret kurallarına uyumlu hareket edeceğinin sözünü vermiş. Hemen ertesinde yıllardır sinyalleri verilen yüksek büyüme hızı gelmiş, ticaret hacimlerinde rekorlar kırılmış, uluslararası doğrudan yatırımların en cazip çekim merkezi ÇHC olmuştur. Satın alma paritesine göre hesaplandığında dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan ÇHC’nin normal şartlar altında 20 sene içerisinde bu sıralamada birinci sıraya yükselmesi öngörülmekte.
Başlıca İhracat Yaptığı Ülkeler: ABD (%21.1), Hong Kong (%17.4), Japonya (%13.6), Güney Kore (% 4.6), Almanya (% 4), Hollanda (%2.7), Singapur (%2.2)
Başlıca İthalat Yaptığı Ülkeler: Japonya (%18), Tayvan (%11.9), Güney Kore (%10.4), ABD (%8.2), Almanya (%5.9), Hong Kong (%3.9), Rusya Federasyonu (%3.3), Malezya (%2.5)
Çin’in Başlıca İhraç Ürünleri; Rafine edilmiş petrol ürünleri, yağlama maddeleri, kimyasal ürünler, alkollü ve alkolsüz içecekler, bitkisel ve hayvansal yağlar, elektrikli makineler ve ulaşım ekipmanları, büro malzemeleri, canlı hayvanlar, su ürünleri, pirinç, çay, konserve meyve-sebze, ham ipek, kömür, pamuk ipliği, hazır giyim eşyası, ayakkabı, spor eşyası, hafif sanayi mamulleri, demir-çelik ürünleri, oyuncaklar, elektronik eşya, telekomünikasyon ekipmanları ihraç ediyorlar.
Başlıca İthal Ürünleri ise Muhtelif gıda ürünleri, elektrikli makineler ve motorlu taşıtlar, ham petrol, yağlama maddeleri, bitkisel ve hayvansal yağlar, doğal kauçuk, kereste, kağıt hamuru, pamuk, demir cevheri, gübre, plastik ürünler, çelik mamulleri, elektronik devreler, kimyasallar.
Dünya Bankası verilerine göre Çin Halk Cumhuriyeti’nin milli geliri 2004 yılında bir önceki yıla göre 200 milyar ABD doları artarak 1.649 milyar dolara çıkmıştır. Buna göre 1.300 milyonluk nüfusa sahip ülkede kişi başına düşen gelir 1.304 dolardır. Çin nüfusunun yüzde 92’sini Han ulusu olarak bilinen etnik Çinliler oluşturur. Bunun dışında hükümet tarafından tanınan 55 etnik grup vardır. Çin’deki etnik gruplar nüfusa oranlarına göre aşağıdaki gibi sıralanmaktadır: Ülkenin resmi bir dini yoktur ; ancak Çin ile birlikte anılan Budizm, Taoizm, İslam gibi inançlar ülke nüfusunun yaklaşık %4-6’sını oluşturduğundan nüfusun geriye kalan çoğunluğu ateist olarak nitelendirilebilir. Genel hatları ile bu bilgileri okuyup derin bir uyku çekiliyorum. Sabah erken kalacağız, yolumuz tarihi Çin seddi’ne doğru. Okuduğum bu bilgilerle düşlerimde Çin’le ilgili düşüncelerimi tazeliyorum.
Pekin’de ezan sesi
Sultan Abdülhamid Han, gerek devlet, gerekse cemaat olarak yaşayan bütün Müslümanlarla irtibat kurar, onlara heyetler gönderip, hem maddî hem de manevî yardımlarda bulunurdu. Japonya’dan Amerika’ya kadar bütün Müslümanları maddeten mümkün olmasa bile, manevî bir çatı altında bulundurmayı hedeflemişti. Sultanın bu faaliyeti sistemli bir Panislamizm siyaseti idi. İşte bu teşebbüslerinden biri de Çin’e giden nasihat heyetidir.
Çin’in başkenti Pekin’de gezimiz devam ediyor. Şimdiki durağımız Pekin’deki tarihi cami. 1000 yıllık Pekin Camii çok geniş bir alanda yeşillikler içine kurulmuş. Caminin çevresindeki market, dükkan ve lokantaları; Çinçe, İngilizce ve Arapça olarak Müslüman mahallesi olduğunu gösteren yazılar süslüyor. Yemyeşil büyük bir parkı andıran alanın içine yapılmış tarihi cami içinde kendimizi çok farklı bir dünyada hissediyoruz.
Her yer tertemiz. Tipik Çin mimarisi ile yapılan tarihi cami gerçekten görülmeye değer. Cami içinde Çinli Müslümanlar namaza hazırlanıyor. Tipik Çin mimarisi ile yapılan minareler ve caminin genel durumu bizleri ayrı bir dünyaya götürüyor. Çinli Müslümanları selamlayarak tanışıyoruz. Caminin içide dışı gibi çok muhteşem. Tungan adı verilen Çinli Müslümanlar ellerinde iki havlu ile abdest alıyor. Havludan birisi yüz ve ellerini silmek için, diğerini de ayaklarını silmek için kullanıyorlar. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bizlerle yakından ilgileniyorlar. Türkiye’den daha çok İstanbul'u tanıyorlar.
Caminin müezzini Tipik Çin mimarisi ile yapılan minarelerin altında gür sesi ile hoparlör olmadan ezan okuyor. Kameramızı çalıştırarak Pekin semalarına yükselen ezan sesini çekerken tarihe doğru yolculuğa çıkıyoruz. Caminin baş imam ve yardımcıları ezan okunurken müezzinin yanı başında duruyorlar.
Tercüman aracılığı ile Çinli Müslümanlarla konuşuyoruz. Pekin’de 70 caminin olduğunu, bir çok caminin 1949 Mao devrimi sırasında yıkılmış olduğunu öğreniyoruz. Son 20 yıldır Çin’de kısmen serbestlik var. Herkes dininde serbest. Caminin içinde Çince ve Arapça levhalar görülmeye değer. Camide yaşlılar için oturarak namaz kılacak yerler yapılmış. Uzun sakallı yaşlı nur yüzlü Çinli ihtiyarlarla sadece selam vererek anlaşıp el sıkıp kucaklaşıyoruz. Camide bol bol belgesel çekimleri yaparak tarihe not düşüyorum. Pekin’in 1000 yıllık tarihi camisinde hoş bir sürprizle karşılaşıyorum. Bu bölgeye 1901 yılında Osmanlı Sultanı Abdülhamit Han’ın "Hamidiye" adında bir medrese kurduğunu Çin'e Osmanlı heyeti gönderdiğini öğreniyoruz. Heyette bir çok kişi var. Bu olay tarihi belgelerle sabit.
Osmanlı Çin ilişkileri ile ilgili önemli araştırmalar yapan tarihçi-yazar dostlarımdan Ömer Faruk Yılmaz beyden ayrıntılı bilgi alıyorum. Osmanlı - Çin ilişkileri gerçekten çok önemli. Bugün Hamidiye Medresesinden hiç bir iz kalmamış. Türk kamuoyu Osmanlı- Çin ilişkileri ile ilgili fazla bir bilgiye sahip olmasa da öğrendiklerimiz karşısında heyecanlanıyorum. Başbakanlık Devlet Arşivlerindeki Tarihi belgelerin ışığı altında Osmanlı Çin ilişkilerini birlikte okuyalım.
Sultan Abdülhamit Han’ın Çin’e gönderdiği irşat heyeti
Sultan Abdülhamid Han, gerek devlet, gerekse cemaat olarak yaşayan bütün Müslümanlarla irtibat kurar, onlara heyetler gönderip, hem maddî hem de manevî yardımlarda bulunurdu. Japonya’dan Amerika’ya kadar bütün Müslümanları maddeten mümkün olmasa bile, manevî bir çatı altında bulundurmayı hedeflemişti. Sultanın bu faaliyeti sistemli bir Panislamizm siyaseti idi. İşte bu teşebbüslerinden biri de Çin’e giden nasihat heyetidir.
Çinli Müslümanlara nasihat için heyet gönderilmesi hakkında vesika (BOA, İrade Hususi, nr. 47)
19. yüzyıl başlarında İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Belçikalılar hatta Avusturyalılar bile Çin’de sömürge elde etmek yarışına girmişlerdi. Bunların yanında Japonya ve Rusya'da kendilerine bir pay elde etmek için yarışıyorlardı. Fakat, bu sırada Çin’de kurulmuş olan Boxer isimli bir ihtilal cemiyeti, Çin’i baştan başa kana buladı ve batılı emperyalisttere karşı ayaklanma çıkardı. Yabancılara ait ne varsa yerle bir edildi.
Çinlilere karşı Saltanat-ı Seniyyeye bağlılıklarını bildirerek, Sultan adına para bastırıp, hutbe okuttuklarını bildiren Doğu Türkistan -Kaşgar halkının, bu sebeple Kaşgar’ın vilâyet-i Mahsusa’dan sayıldığını ve Çinlilere bırakılmamasını bildirdikleri bir vesika (BOA, YEE, 33, 1638)
Çin Müslümanları ve Osmanlı Heyeti
Çin’in 1900 senesindeki nüfusu yaklaşık 400 milyon idi ve bunun en az 70 milyonu Müslümandı. Bu arada ayaklanmada, Almanya’nın büyükelçisi de linç edilmişti. Bunun üzerine, birleşik bir haçlı ordusu Almanların emrine verilerek, Çinlileri katletmeye başladılar. İşte bu katliamda Müslümanların zarar görmemesi ve isyanların yatışması için Alman İmparatoru Sultan Abdülhamid Han’a müracaat ederek yardım istedi. Bunun üzerine de Sultan Abdülhamid Han tarafından Çin’e bir nasihat (İrşad) heyeti gönderildi.
Bu heyette; Enver Paşa , Kolağası Ömer Nazım Bey, İslâm alimi Dadaylı Mustafa Şükrü Efendi, Kadı Hacı Tahir Efendi, Sarıklı Zühaf alayından Humuslu Muhafız Mahmud, Muhafız Hasan, tercüman Viçin Ço Kinyoli, hizmetli Mehmed Efendi vardı.
Nasihat heyeti, Sultan Abdülhamid Han’ın Yıldız Sarayı’ndan sadrazama gönderdiği 9 Nisan 1317 (1901) gün ve 26 sayılı emri üzerine, gemi ile, 18 Nisan günü yola çıkmıştı. Kızıldeniz yolu ile giden heyet, 33 gün sonra Çin’e vardı. Yollarda uğradıkları yerlerdeki Müslümanlarla görüştüler ve onlara halifenin selamını ilettiler. Heyet, 4 Mayıs 1901 günü Kolombo limanında Müslümanlar tarafından heyecanla karşılandı. Halk, ülkelerindeki camileri ve ziyaret yerlerini gezdirmek için sıraya girmişti.
Osmanlı Heyeti Singapur’da coşku ile karşılanıyor
Heyet Singapur’dan ayrılırken de yüzlerce sandal dolusu Müslüman tarafından büyük bir çoşku ile uğurlandı. Her tarafı Osmanlı bayrakları ile süslemişlerdi. Gerek Şanghay’da, gerek Hong Kong’da halk, o güne kadar görülmemiş tezahüratta bulundular. Heyet Çin’e varır varmaz, oradaki bütün elçilikler ve yerli hükümet temsilcileriyle görüşmeler yapıldı. Ünlü Çin generali, Lin-Van-San ve KocongKi heyeti kabul ederek görüştüler. Bu esnada Çin Müslümanlarından oluşan bir askerî tabur tarafından karşılandılar. General, heyete akşam yemeği verdi.
Heyet, devlet temsilcileri ile görüştükten sonra, Müslüman halka, halifenin nasihatını havi mesajını da tebliğ ettiler. Padişahın hediyeleri dağıtıldı. Bu arada ayaklanma sırasında, mezarlarına el konulan Müslümanların mezarlıkları heyet tarafından kurtarıldı. Heyet, ayrıca İstanbul’da Çince bastırılan ve halifenin emir ve hissiyatını ifâde eden beyannameler; buradaki Müslümanlara dağıttı. Bu beyannamede, halifenin selamı, bütün Müslümanlara duası ve muvaffakiyetlerinin temini için yardım mesajları vardı. Çin Müslümanları üzerinde tesirli olan bu beyannameyi, bir abide gibi sakladılar ve ona hürmette bulundular.
Heyet Çin’den ayrılırken, Müslümanların hediyelerini koyacak yer kalmamıştı. Hediyeler arasında, koyunlar, kazlar dahi vardı. Çinli Müslümanlar, heyeti göz yaşları ve tezahüratla, tekbir ve tehlillerle uğurladılar. Sultan Abdülhamid Han’ın Ümit Burnu’nda Gab şehri Müslümanlarının çocukları için tayin edilen hocaların maaşının arttırılmasına dair bir emri (1315/1897).
Çin seyahatinden sonra, Padişaha bir rapor verildi. Bu raporda, Doğuda mühim yerlerin İngilizlerin elinde olduğu, Türk konsolosluklarının bulunmayışının verdiği eziklik, Çin Müslümanlarının dini tedrisat verecek hocalarının olmadığı ve bunun için buralara hocaların gönderilmesi gerektiği yazıyordu.
Korku abidesi, Çin Seddi
Çinli Müslümanların, hilâfet merkezi ile olan irtibatları, aradaki mesafenin uzaklığı sebebiyle zor oluyordu. İstanbul ve diğer İslâm memleketlerinden haber almak isteyen Çinli Müslümanlar, bu isteklerini Sultan Abdülhamid Han’a bir mektub yazarak bildirmişlerdi. Çince olan olan mektubun tercümesi şöyledir:
- "Bismillahirrahmanirrahim;
Âdem oğlunu faziletli edip, onları alemin üstünü kılan yüce Allah’a hamdolsun. Ve dünyanın nuru hidayetiyle münevver kıldığı (nurlandırdığı) Resûl-ü Ekrem Muhammed Mustafa ve bütün ashabına bol bol ve sayısız selamlar olsun. Pekin şehrindeki Büyük Mescid’de müftü olan Davud oğlu Abdurrahman fakir ve hakir bendeniz tarafından, Sultanü’l-Muazzam Sultan Abdülhamid Han’ın yüce makamına. Allah, dünya durdukça mülkünü daim kılsın ve taki O'nun gölgesi altında barınan insanların tamamı O'nun lütûf ve inayeti altında mutlu olsunlar. Pekin Müftüsü Davutoğlu Abdurrahman tarafından Sultan İkinci Abdülhamid Han’a yazılan, Çin Müslümanlarının durumunu anlatan mektubu (BOA, Yıldız Maruzat, 1210, sıra no: 4628) Allah, yüce Sultan’ın saadetini ve devletini devamlı kılıp dünya ve ahiretteki bütün afetlerden muhafaza buyursun. Böylece, ey affı geniş ve ey keremi sonsuz olan Hazreti Allah (c.c.)’ın yeryüzündeki gölgesi ve halifesinin halifesi malumu aliniz olsun ki, Pekin’deki garip ve fakir Müslümanlar Nebi’nin hicretinden sekizyüzyıl sonra Çin’in Nankin şehrinden geldiler ve bu hicret beşyüz seneden daha fazla hâlâ devam edegelmektedir. Pekin’deki devlet idarecisi çok muhteremdir ve halkına çok iyi muamele etmektedir. Ancak, yardımcılarının çoğu melânet ve kötülükle dolu olup gözleri malda ve halka zulmetmektedirler.
Hıristiyan ve Yahudilerle birleşerek idârecinin tuttuğu iyi siyaseti bozup mülkünü ıslah yolundaki çabalarını da yıkmaktadırlar ve böylece idarecinin yetkisi zayıf ve Hıristiyanların bu güçlü durumunda bir şey yapamaz durumda kalmaktadır. Ancak, Allah’a hamdolsun, Müslümanlar bu zümrelerin istediklerine boyun eğmiyorlar. Bu zümrelerin oynadıkları oyun ve entrikalarla mallarımız terkedilip, pazarlarımız da güçsüz kaldı. Tüccarlarımız sıkıntı içinde kaldılar.
Pekin idarecisine gelince; Hırisyanlarla savaştı ve bizden on bin ve daha fazla Müslüman öldü. Böylece biz Müslümanların durumu, kâfirlerin idareci nezdindeki mertebelerine göre çok zayıftır. Biz Müslümanların ilim ve irfan yönünden durumumuz da pek zayıftır. Zira bir kısmı yıkık olan Pekin’in 29 mescidinde okumak ve tedrisat (eğitim) yapmak çok az olup, biz İstanbul’daki ve sair (diğer) Müslümanların ahvalini ve efendimiz ulu Sultan’ın ahvâl-i şerifleri (şerefli hallerini) hakkında meşhur seyyah ve faziletli alim ve müdekkik (araştırmacı) Muhammed Ali gelinceye kadar bir şeyler bilmiyorduk. Ondan Efendimiz Sultanımızın memleketine ve Müslümanlara dair sorduğumuz suallere cevaben, oralardaki din ve dünya bereketini, İslâm iman ve saadetini duyduk ve Allah’a şükür ve hamdettik. Sizin yüce makamınızı ziyaret etmeyi her ne kadar ister ve arzu ediyor isek de ne yazık ki, bu mümkün değildir.
Allah’tan sizin ve devletinizin devamı için dua ve niyaz ederiz. Çin’de Müslüman pek çok olup, hepsi de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tendirler. Bir çok yerde mescidlerimiz ve imamları da mevcuttur. Cehalete gelince; onun sebebi ise, kitap ve derslerin az olmasıdır. Fakat İslâm’ın buradaki zayıflığının sebebi, aramızdaki haberleşmenin mümkün olmayışıdır. Halbuki, Pekin idarecisine Hıristiyanlar elçi gönderdiler. Sizden ricamız, zat-ı şahanelerini temsil edecek bir elçinin Pekin’e gönderilmesidir. Böylece, biz burada zat-ı şahanelerinin yardımıyla daha da güçlenir, İslâm’ın nuru artar ve Şeriat-ı mübin daha da kuvvetlenecektir. Hiç bir zaman bizleri unutmamanızı, her hal ve karda alakadar olmanızı rica eder ve bizleri hayır dualarınızdan eksik etmemenizi niyaz ederiz.
Bütün ehl-i İslâm’a ve Sultan-ı Muazzam Efendimiz hazretlerine selâmlarımızı sunuyor, Allah’tan Zât-ı Şâhânelerine, Müslümanların sevabının kat kat artmasını ve düşmanlara karşı her zaman mansur ve muzaffer eylemesini dileriz. Hazreti Allah (c.c.) Zât-ı Şâhânelerinin oğlunu ve oğlunun oğlunu her zaman korusun. Âmin. Yâ Rabbel Âlemin. 4 Zilhicce 1317 .
Türk ve Moğol Akınlarını önlemek için yapılan Çin Seddin’deyiz
“Adriyatik’ten Çin Seddine" deyimini ben biraz daha geniş coğrafyaya yayarak değiştirdim. “Zaferler Tarihimiz” kitabımıza da isim verdiğim Endülüs Medeniyetini de içine alan “Cebel-i Tarık’dan Çin Seddi’ne” deyimini ilk kullanan gazeteci ve televizyon belgeselcisi benim. 2000 yılında gittiğim bir zamanların Endülüs ülkesi olan İspanya’nın Cebel-i Tarık Boğazı’nda Çin Seddi’ne ne zaman gideceğim diye hayal etmiştim.
Bir grup arkadaşdan Çin’e gitme teklifi geldiğinde programda ÇİN SEDDİ’ni gördüğümde hemen gitmeye karar verdim. Artık Pekin’deyim ve Çin Seddi çok yakınımda. Türklerin yazılı tarihine de önemli kaynak olan Çin Seddi Türkler ve Moğol akınlarına karşı yapılmıştı. Pekin’de kaldığım otelin yola bakan penceresi önünde Çin Seddi’nin tarihi ile ilgili elimdeki bilgileri okurken geçmişte bu bölgelerde yaşanan ihtişamlı Türk medeniyetini düşünüyordum. Çin’e geliş nedenimin başında yer alan Çin Seddi kültür tarihimizde önemli yer tutmakta. 10 Nisan 2006 günü sabah erkenden kalkarak Pekin’e 60 kilometre mesafedeki Çin Seddi’ne gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yıllardan beri bir çok televizyon programında adından söz ettiğim Çin Seddi benim için çok önemli. Otobüste Çin Seddi’ne doğru yol alırken tarihi geçmişi düşünüp Çinle ilgili kaynak kitapları okuyordum.
Uzaktan Çin Seddi gözükmeye başladı. Dağların arasından Çin Seddi’ne çıkacağımız yere geldiğimizde otobüslerden inip topluca hatıra resmi çekiyoruz. 10 dolar karşılığı 80 Çin Yuvan’ı ödeyerek alana giriyoruz. Çin Seddi’ne iki türlü çıkma imkanı var. Biz yaya olarak çıkma yerine teleferikle çıkmaya karar veriyoruz. Teleferiklerle Seddin olduğu tepeye çıkarken binlerce kilometre uzunluğundaki Çin Seddi’nin ihtişamlı manzarası karşısında kendimizden geçip gözlerimiz bir büyüye takılırcasına geçmişle gelecek arasında köprü kurmaya çalışıyoruz.
Rehberimiz Çin Seddi’ni anlatıyor
Çin Seddi’ni gezmeye başlamadan rehberimiz Çin Seddi ile ilgili özetle şu bilgileri veriyordu. “M. Ö. 221-210 yılları arasında, Çin İmparatoru Si-Huangti tarafından yaptırılan sed, Sarı Denizin kuzeyindeki Liaotung Körfezi kıyılarından başlar, dağları ve boyun noktalarını takip ederek Kansu eyâletine kadar devâm eder. 5000 km uzunluğunda ve 5-10 m yüksekliğinde, 5-8 m genişliğinde, kalın ve yüksek duvarlardan ibâret olan bu surların üstünde her 200 adımda bir 12 m yüksekliğinde kuleler bulunur. Ayrıca başlıca karayollarına tesadüf eden geçit yerlerinde de 40 kadar abidevî kapısı vardır.
Çinliler Türk ve Moğolların istilâsından korktuğu için bu Seddi yapmışlardır. Bu seddin yapılmasına rağmen Türk ve Moğolların akınlarıyla Çin ülkesi fethedilmiş ve Çinliler yapılan saldırıları engelleyememişler. M.Ö. 211 senesinde Hun Türkleri tarafından aşılan Çin Seddi, ikinci defâ 1644’teki Mançu istilâsında da aşılmıştır. Çin mimarlığının en eski ve büyük eseridir. On beş ve on altıncı asırlarda önemli tamir gören Çin Seddi günümüzde turistlerin çok ilgisini çekmektedir."
Gerçekten dünyanın dört bir yanında Çin Seddi’ne ziyaretçi geliyor. Rehberimiz Komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mao’nun şu sözlerini hatırlatıyor. “Çin Seddi’ne çıkmayanlar, gerçek adam sayılmaz.” Dünyanın “7 Harikası”ndan biri olarak adlandırılan Çin Seddi, dünyanın en uzun geçmişe sahip ve en büyük çaplı askeri savunma projesidir. Çin Seddi dünyada insanlar tarafından yapılan uzaydan gözüken tek eser olduğu söylenmekte. 1980 yılında Çin’in uluslararası simgesi olarak kabul edilmiş bir eser. Geçtiğimiz aylarda Çin tarafından uzaya gönderilen uzay mekiğindeki Çinli astronot Çin Seddi’ni uzaydan göremedim dese de Çin Seddi insanı etkilemeye devam ediyor.
Çin Devlet Yönetimi “Adriyatik’den Çin seddine” sözüne fena kızıyor
Binlerce kilometre uzunluğunda olan Çin Seddi, 3 bin yıl önce yapılmış. Çin Seddi’nin inşasında yüz binlerce kişi ölmüş. Çinliler Moğollara karşı yapıldığını söylüyor, ancak bizler Türklere karşı yapıldığını biliyoruz. Çin devlet yönetimi merhum Turgut Özal’ın "Adriyatik’ten Çin Seddi’ne" sözüne fena halde kızıyorlar. Bir başka söylentiye göre Zamanın Orta Çin Krallıkları insanları meşgul etmek ve devlete baş kaldırmalarını önlemek için bu Seddi yapmışlar. Resmi kaynaklar kuzeydeki Moğol- Hun saldırılarını engellemek için, sınırlarda duman işaretlerinin verildiği kule ve kaleleri birbirlerine setlerle bağladılar. Çin Seddi böylece oluşturulduğu yazılır.
Çin Seddi’ni büyük bir heyecanla gezerek belgesel çekip Çin Seddi’nin bir çok yerinde sunumlar yapıyor ve rehberimizin eşliğinde dünyanın çeşitli yerlerinden gelen turistlerle konuşuyoruz. Çinlilere Türkiye’yi soruyoruz. Çinliler daha çok İstanbul’u biliyor. Çin Seddi’nin duvarlarını çoğunluğu, büyük tuğlalar, toprak ve küçük taşlardan yapılmıştır. Duvar yüksekliği yaklaşık 10 metre, genişliği 4-5 metre arasındadır. Dört atın yan yana yürüyebildiği bu genişlik, askerlerin hareketlerine , tahıl ve silahların nakliyesine elverişliydi. Çin Seddi’nde belli aralıklarla kuleler bulunur. Askerler, bu kulelerde dinlenir, silahlar ve tahıl da kulelerde korunurdu. Düşmanlar gelince, kulelerden yakılan ateşten çıkan dumanlarla savaş işareti verilirdi.
Çin Seddi her bakımdan görülmeye değer. Çin Seddi’nde zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Yaşlı, genç, çocuk her renkten ve her milletten insanlar akın akın Çin Seddi’ni geziyor. 1 saatlik belgesel çekiminin sonuna geldiğimden son konuşmamı yapıp, elveda Çin Seddi deyip, buradaki gezimi noktalıyorum. Tekrar teleferikle geri dönüyoruz, aklım Çin Seddi’nde kalıyor. Bazı kaynaklar Çin Seddi’nin uzunluğunu 7500 kilometre olarak veriyor.
Teleferikle Çin Seddi’nden ayrılırken kendi kendime düşünüyorum... Çin Seddi’nin uzunluğu ne olursa olsun 3 bin yıl önce yapımına başlanan ve yapımında yüz binlerce kişinin öldüğü Çin Seddi Türk akınlarına karşı yapılsa da Türkler bir çok kez Çin Seddi’ni aşarak Çini ele geçirmişler. Çok sabırlı bir millet olan ve 5 bin yıllık yazılı tarihe sahip olan Çinliler kendilerini işgal eden herkesi asimile etmişler. Çin Seddi’ni aşan Türkler ünlü Türk hakanı Bilge Kağan'ın "Çinlilerin ipekleri ve kadınlarından uzak durun" nasihatine kulak verselerdi bugün Çin’de asimile olmamış ve Türklüklerini kaybetmemiş milyonlarca Türk olurdu.
Evet bugün bile cebine 5-10 bin dolar koyarak ticaret yapmak için Çin'e giden Türklerin bir çoğu Çin İpeğinden uzak dursa da ucuz Çin mallarını Türkiye’ye getirerek ekonomimize zarar vermekte. Çin kadınlarına ilgi gösterip binlerce dolar harcamakta, daha sonra anlatacağım Çin'in fuarlar kenti Guvanzo’da gördüğüm üzücü manzaralar bana Bilge Kağan'ın ünlü sözünü hatırlattı... Bilge Kağan ne kadar haklıymış...
Tianenmen Meydanı ve Yasak Şehir
Çinde Türk damak zevkine uygun yemek bulmak çok zor. Ekmeğin olmadığı haşlanmış Pirinçin ekmek olarak yendiği Çin’de helal yiyecek de çok zor. Kedi, köpek ve daha bir çok yenmemesi gereken hayanların kesilip yendiği Çin’in en özel yemeğinin yılan eti yemeği olduğunu öğreniyoruz. Yılan yetiştirmek için özel çiftlikler kurulduğunu, yılan turşusunun en önemli konuklara ikram edildiğini öğreniyoruz. Çin’in yemek kültürü gerçekten çok ilginç. Çin’de bir zamanlar Sars salgın hastalığı olarak bilinen mikropların kedi ve köpek yenmesinden kaynaklandığı söyleniyor. Sars salgınından sonra bu tür hayvanların daha az tüketildiğini öğreniyoruz.
1 milyar 500 milyon nüfusa sahip Çin’de Sars mikropunun yayılmasında halk büyük sıkıntılar yaşamış. Rüzgar ve hava akımı ile yayılan mikrop yüzünden Çin şehirleri ve tüm sokaklar boşalmış, insanlar günlerce evlerine kapanmışlar. Çin bu korkunç salgın hastalıktan kaç kişinin öldüğünü açıklamak istemiyor. Bazı söylentilere göre yüzbinlerce kişinin bu salgından dolayı öldüğü söyleniyor.
Saras mikrobunu; ekonomik ve siyasi olarak gelişen Çin’in önünü kesmek için Amerika’nın biyolojik saldırısı olduğu ve Çin devleti tarafından yapılan araştırma’da Sarsın laboratuvarlarda üretildiğinin tesbit edildiği söyleniyor. Ancak bir gerçek var Sars; salgını ile ilgili dünya kamuoyu yeterli bilgiye sahip değil. Gerçekten ABD ile Çin arasında gizli bir biyolojik savaş mı yapıldı? Tarih bir gün bu olayı araştıracak, gerekli hükmünü verecektir.
Bitki çayı ve sıcak suyun Çinlilerin hayatında özel yeri var
Kuş gribinin ilk yayıldığı Çin’de bu salgından çok sayıda Çinlinin öldüğü biliniyor. Et ve pirincin çok tüketildiği Çin’de zeytin, beyaz peynir, ekmek tüketilmemekte. Ekmek Uygur lokantalarında pide şeklinde bulunmakta. Biz yemek sıkıntısını Pekin’de kaldığımız otelde yaşadık. Daha önce uyarıldığımız için Çin’e hazırlıklı gittik. Bavullarımızda beyaz peynir ve zeytin paketlerinin ayrı bir yeri vardı. Pekin’de kaldığımız oteldeki özel kahvaltı bölümüne geldiğimizde masanın üstünde bulunan yiyecekler karşısında şaşırdık. Kahvaltı masasında bulunan hiç bir şeyi yiyemedik.
Çay yerine çeşitli türden çorbalar var. Soya fasülyesi ile yapıldığı için hoş olmayan kokular yüzünden çorba içemedik. Çin’de özel bitki çayları var. Oteldeki odamızda Çin bitki çayı, fincan ve sıcak su ısıtıcıları var. Kendi çayımızı kendimiz yaptık, kahvaltımızı Türkiye’den getirdiğimiz yiyeceklerle otel odamızda yaptık.
Garsonlardan su istediğinizde sıcak su getiriyorlar. Çinliler sağlıklarına çok önem veriyor. Soğuk su içmiyorlar. Arabalar ve işyerlerinde her Çinlinin kendisi için bitki çayları var. Cam termoslar bitki çayları ile dolu. Herkes bitki çayı içiyor. Ufek tefek olan Çinliler çok iyi yemek yiyorlar. Çubuklarla yemek yemeleri görülmeye değer.
Biz de Pekin’deki otelin kahvaltı salonunda iki çubukla yemek yemeye çalışıyoruz. Ama yemek yemek ne mümkün. Yarım saat uğraştıktan sonra çubuklarla az da olsa yemeye çalışıyoruz. Çin’deki yemek kültürünü anlatmak için sayfalar yetmez. Çin’in yemek kültürü başlı başına incelenmeli.
Çin yemek çubukları (Kuaizi)
Rehberimizden Çin sofralarının simgesi yemek çubukları (Kuai zi) için bilgi alıyoruz. Genellikle kabul edildiği üzere dünyada yemek yemek için üç yöntem vardır. Doğrudan elleriyle yemek yiyenler, insanlığın yüzde 40’ını; çatal, kaşık ve bıçakla yemek yiyenler yüzde 30’unu; çubuklarla yemek yiyenler ise yüzde 30’unu oluşturuyor.
Çin yemek çubukları olan “Kuai zi”nin nasıl keşfedildiğine gelince… Bazı tahminlere göre, eski insanlar yiyecekleri pişirirken rastgele iki ince ağaç veya bambu dalını kesiyor, yiyecekleri ateşin üstünden bu çubuklarla alabiliyorlardı. Böylece yemeklerin lezzeti ve sıcaklığı kaybolmuyordu. İnce ağaç dalları Kuai zi (çubuklar ) halinde geliştirildi.
Kuai zi’lerin yalnızca iki ince çubuk olduğunu zannetmeyin. Bu iki ince çubuğu iyi kullanabilmek için zamana ve çaba harcamaya ihtiyaç vardır. Çinlilerin çubuk kullanmadaki ustalıkları yabancıların dikkatini çekmektedir. Hatta bazı batılı ülkelerde çubukları kullanmayı öğreten “yetiştirme merkezleri” de açıldı. Bazı tıp uzmanları, çubukları kullanırken insan vücudunda 30’dan fazla eklemin ve 50’den fazla kasın harekete geçtiğini, çubuk kullanımının parmakların çevikliğine ve beynin gelişmesine son derece yararlı olduğunu belirtiyorlar.
Çin’e gideceklere önemli hatırlatma
Evet Pekin’de kaldığımız otelin kahvaltı salonunda tanıdığımız yemek çubukları artık Çin’de kaldığımız 10 günlük süre içinde hayatımızın bir parçası oldu. Çatal-kaşık bırakmalarına rağmen ben sofrada çubuklarla yemek için çaba harcıyorum. Çubuklarla yemek yemeye başladığım sırada Çin gezimizin de sonuna gelmiştik. Hatıra olarak Çin’den iki yemek çubuğu getirmeyi ihmal etmedim.
Bir gün yolunuz Çin’e düşerse Çin’e gitmeden önce Türkiye’den zeytin, sallama çaylar, beyaz ve kaşar peynir almayı unutmayın. Ben yanıma aldığım zeytin, peynir ve çay sayesinde sıkıntı çekmedim. Siz siz olun bu yiyecekleri yanınıza almayı unutmayın. Uygur lokantalarına gidip Doğu Türkistan yemek kültüründen, mutfağından doya doya yiyebilirsiniz. Ancak her Uygur lokantasını Müslüman Uygurlular işletmiyor. Bu lokantalarda yılan, kedi ve köpek ızgaraları da pişiriliyor. Aman dikkat.
Pekin’deki Tianenmen meydanı ve yasak şehri geziyoruz
Pekin’de son günümüz. Bugün Tianenmen meydanı ve Yasak şehri gezeceğiz. Tianenmen meydanında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucusu Mao’nun mumyalanmış anıt mezarı var. Meydan çok geniş. Mao’nun 1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan ettiği konuşmayı Yasak şehrin (Kraliyet Sarayları) girişindeki tarihi Sarayın hemen önünde yapmış. Bu meydanda 20 yıl önce özgürlük isteyen binlerce Çinli öğrenci Çin askeri tanklarının altında ezilmişti. Çinli öğrencileri Amerikalı ünlü dolar milyarderi, Gürcistan, Kırgızistan ve Ukraynadaki pembe ve turuncu devrimlerin düzenleyicisi George Soros’un kışkırttığı ve öğrenci eyleminden hemen önce Soros’un Çin’deki tüm faaliyetlerinin durdurulduğunu öğreniyoruz. Bu meydandan Yasak şehre gitmek için acele ediyoruz.
Tianenmen meydanı çok geniş bir alan. Mao’nun anıt mezarının bulunduğu binaya gitmek için binlerce kişi kuyrukta bekliyor. Çinli asker ve polislerin görev yaptığı alanda istediğimiz gibi belgesel çekimleri yapıyorum. Tarihi binalar ve anıt mezarların olduğu bina ve meydan kızıl Çin bayrakları ile süslenmiş. Mao’nun mumyasını görmek için insanlar saatlerce soğuk ve yağmurda bekliyor. Köylüler ve fakirler Mao’yu halen çok seviyor.
Tianenmen meydanını geride bırakarak Yasak kente geliyoruz. Yasak kent diye anılan Kraliyet Sarayının girişi bile gerçekten görülmeye değer. 600 yıldan beri Çin kralı olan her hanedan kendi adına bir saray yapmış. Kraliyet döneminde halka kapalı olan bu kent ve saraylar bugün turistlere açık. Pekin’de görmemiz gereken Yasak şehre mesai saati geçtiği için giremiyoruz. Yasak kentin kapısı kapanmış. Kapalı Saray Kapısının önünde üzgün bir vaziyette Yasak kentle ilgili rehberimizden bilgiler alıyoruz.
500 imparatorun yaşadığı Pekin’deki yasak kent (Gugong)
Çin’in başkenti Beijing’in merkezinde altın gibi parlak ve çok görkemli eski bir yapı bulunuyor. Bu yapı, dünyaca tanınmış Yasak Kent’tir. Beijing’deki Yasak Kent, Çin’in eski çağlarındaki imparatorluk saraylarının “incisi” ve dünyanın en büyük çaplı, en iyi muhafaza edilen ahşap yapı topluluğu olarak kabul ediliyor. Yasak Kent, 1987 yılında, “Dünya Mirasları Listesi’ne girdi.
1406 yılında hüküm süren Ming hanedanının ikinci imparatoru Zhu Ding’in emriyle inşa edilmeye başlanan Yasak Kent, 14 yılda tamamlandı. Çin tarihinde son hanedan olan Qing hanedanının yıkıldığı 1911 yılına kadar geçen yaklaşık 500 yıl içinde, toplam 500 imparator Yasak Kent’te yaşadı ve devlet işlerini gördü. Beijing’deki Yasak Kent, büyüklüğü, tarzı, mimarlık sanatı ve lüks süslemeleri açısından dünyada nadir görülen örneklerden biridir.
Yaklaşık 720 bin metrekare alanı kaplayan Yasak Kent, güneyden kuzeye yaklaşık bin metre uzunluğunda, doğudan batıya yaklaşık 800 metre genişliğindedir. Yasak Kent’in dört tarafı, 10 metreyi aşkın yükseklikteki duvarlarla çevrilidir. Kent duvarı dışında 5 metre genişliğinde koruma kanalı vardır. Yasak Kent, feodal hanedanın kuralları, siyasi ölçütleri ve töre ruhuna sıkı bir şekilde uyularak yapılmıştır. Yasak Kent, yapısı, ölçüsü, mimarlık tarzı, kullanılan renk ve yapılan süsler açılarından imparatorun yetkisinin her şeyin üstünde olduğunu ve katı sınıf yapısını gösterir.
Yasak Kent’in, ziyaretçilerin dikkatini en çok çeken üç salonu vardır. Bunlar Taihe, Zhonghe ve Baohe salonlarıdır. Bu üç salon, imparatorların yönetim yetkisini kullandıkları ve önemli törenlerin yapıldığı ana yerlerdir. Taihe Salonu, Yasak Kent’in merkezidir. İmparatorların altın koltuğu, bu salondadır. Yasak Kent’in en görkemli yapısı olan Taihe Salonu, 30 bin metrekarelik büyük meydanın tam kuzeyinde yer alıyor. 8 metre yüksekliğindeki beyaz taş merdiven üzerinde inşa edilen Taihe Salonu, 40 metre yüksekliğiyle, Yasak Kent’in en yüksek yapısıdır. Çin kültüründe ejderha, imparatorun yetkisini simgelemekteydi. İmparator, “ejderhanın gerçek oğlu” olarak adlandırılırdı. Taihe Salonu’nun dekorasyonunda büyük oranda ejderha figürleri kullanılmıştır. Tüm salonda yaklaşık 13 bin ejderha figürü vardır.
Çin mimarisinin zirvesi: Yasak Kent
Yasak Kent’teki yapıların birçok özelliği var. Yasak Kent’te birçok salon ve kulübe bulunmaktadır. Rivayete göre, Yasak Kent’te “9999.5” oda varmış. Eski çağlarda yaşayan Çinliler, Gök Tanrısı’nın oturduğu sarayda en fazla 10 bin odaya sahip olduğuna inanmışlar. Tanrının oğlu olarak imparatorun kaldığı saraydaki odaların sayısı bu yüzden 10 bini aşamazmış. Bu nedenle Yasak Kent’teki odaların sayısı, Gök Tanrısı’nın sarayındakinden yarım oda daha azdır.
Görkemli Yasak Kent’teki yapılar topluluğu, Çin halkının zeka birikimini gösterir. Mimarlık yapısından, değişik damlarına, kapı ve duvarlarındaki süslere kadar tüm tasarımlar, büyük hayal gücünü yansıtır. Örneğin, Taihe Salonu’nun beyaz taş temeli, salonun daha görkemli ve güzel görünmesini sağlar. Taş temelin, aynı zamanda binayı nemden koruma işlevi de vardır. Temeldeki kanalizasyon şebekesi, masallardaki gibi bir tür ejderha şeklindedir. Üç katlı temelde toplam binden fazla ejderha başı şeklinde su boşaltma borusu vardır. Yağmur yağdığında sular, ejderhaların ağzından boşatılmaktadır. Bu manzara, sanki bini aşkın gerçek ejderha, aynı anda ağızlarından su döküyorlarmış gibi görünür.
Yasak Kent’teki salonların ve odaların tümünün ahşaptan yapılmasından dolayı, yangından korunma konusu, Ming ve Qing hanedanlarının inşaatçılarının başını ağrıtmış. Örneğin, Yasak Kent’te dört sıra, içi büyük taşlarla doldurulmuş evler vardır. Bu evler, yangından koruyucu duvar olarak tasarlanmıştır. Yasak Kent’teki her avluya aynı zamanda toplam 308 büyük bakır kavanoz konulmuştur. Yangın çıktığında söndürmek için bakır kavanozların içine su depolanırdı. Kış aylarında kavanozların içindeki suların donmasını önlemek için altlarında özel ateş yakılırdı.
Tarihi kayıtlara göre, Ming hanedanı döneminde Yasak Kent inşa edilirken, 100 bin işçi ve onlara yardımcı milyonlarca kişi kullanılmıştır. Yasak Kent’in inşası için kullanılan malzemeler, birkaç bin kilometre uzaklıktaki, ülkenin güneybatısındaki Yunnan eyaleti de dahil hemen hemen Çin’in dört yanından gelmiştir.
Yasak Kent’de yer altı odaları
Ayrıca, imparatorluk sarayı olarak Yasak Kent’te birçok değerli tarihi eser korunuyor. Eldeki verilere göre, Yasak Kent’te toplam bir milyonu aşkın tarihi eser bulunmaktadır. Bu sayı, Çin’deki tüm tarihi eserlerin altıda birini oluşturur. Bunların çoğunluğu, dünyada eşi bulunmayan eserlerdir. 1980’li yıllarda Çin hükümeti, 100’den fazla yeraltı odası inşa etti ve tarihi eserlerin çoğunluğu, bu odalarda saklanmaya başladı. Görkemli ve son derece güzel Yasak Kent’teki yapılar, Çin milletinin parlak kültürünün sembolü olarak kabul ediliyor. Çinli ve yabancı inşaat mühendisleri, Beijing’deki Yasak Kent’in tasarım ve inşasının, eşi görülmemiş bir şaheser olarak, Çin’in uzun geçmişe sahip olan kültürel geleneğini gösterdiği gibi, 500 yılı aşkın süre önce Çinli inşaatçıların inşaat alanındaki seçkin başarılarını da yansıttığı görüşündeler.
Yasak Kent’in inşasından bu yana 580 yıl geçti. Yasak Kent’in çoğu yapıları eskidi ve son yıllarda Yasak Kent’i ziyaret edenlerin sayısı, sürekli olarak artarak yıllık ortalama ziyaretçi sayısı 10 milyonu aştı. Yasak Kent’i daha iyi korumak için Çin hükümeti, geçen yıldan itibaren kapsamlı bir onarım yapmaya başladı. Alınan bilgiye göre, bu onarım projesi, 20 yıl sürecek.
İmparatorlar kenti Şian
12 Nisan 2006 tarihinde sabah saat 08.30’da Pekin’den ayrılarak uçakla Çin’in İmparatorlar şehri Şian kentine gidiyoruz. Pekin Havaalanından Çin Hava Yollarına ait uçakla Şian’a giderken, karlı dağlar ve düz ovalardan geçiyoruz. 2 saate yakın bir uçak yolculuğu yapacağız. Uçağın penceresinden uçsuz bucaksız karlı dağlar ve düz ovalar Çin’in ne kadar büyük bir coğrafyaya sahip olduğunu gösteriyordu.
Şian şehri, araştırmacılar ve belgeselciler için çok önemli. Çin hanedanlarına 1000 yıl başkentlik yapmış bir yer. Dünyaca ünlü İpek Yolu ticaret kervanlarının başlangıç noktası. Bugün 7 milyon nüfusa sahip bu şehirde 1 milyon Çinli ( Tungan) Müslüman yaşıyor. Tarihi geçmişi ve kültürel zenginliği ile önemli olan bu şehri gezeceğiz. Uçağımız karlı dağların üstünden kuş gibi süzülerek uçarken, ben de elimdeki Çinle ilgili bilgileri okuyordum. Çin’in gerçekten muhteşem bir tarihi geçmişe sahip olduğunu daha iyi anlıyorum.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde bugün 60’a yakın etnik millet var. Bu bakımdan pek çok dine inanan insan yaşamakta. Çin’deki dinlerden en yaygın olanları; Konfüçyüzm, Budizm, Taoizm, İslâmiyet. Bugün misyonerler sayesinde Hıristiyanlık hızla yayılmakta. Elimdeki dünya haritasına baktığımda Çin’in doğusunda Güney Kore, kuzeydoğusunda ve kuzeybatısında Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan, kuzeyde Moğolistan, güneybatıda Afganistan ve Pakistan, güneyde Hindistan, Nepal, Butan, Birmanya Laos ve Kuzey Vietnam, doğusunda ise Büyük Okyanus ile çevrili olduğunu görüyorum. Çin’in hem geçmişte ve hem de bugün nasıl yönetildiğini insanın aklı almıyor. Çin gerçekten çok önemli bir ülke. Bugün bile bu kadar geniş bir coğrafyada onlarca etnik millet nasıl bir arada tutuluyor gerçekten araştırılmaya değer bir konu.
Beş bin yıllık yazılı Tarihi olan Çin’in, geçmiş dönemlere ait yapılan araştırmalarda; Çin hakkında devamlı yeni bilgiler bulunmakta. Şian şehrindeki yeni bulunan tarihi belgeler Çin’in tarihinin ne kadar zengin olduğunu da gösteriyor. Ülkeyi yöneten ilk hanedan olarak Hya ve Şang sülaleleri bilinmektedir. Hya sülalesi hakkında bilinen tek bilgi hükümdarların isimleridir. Şang sülalesinin, yapılan araştırmalar neticesinde yaklaşık olarak M.Ö. 1450-1050 seneleri arasında Çin ovalarına hakim oldukları bilinmektedir. M.Ö. 1050-220 yılları arasında değişik çeşitli uygulamalarla Çov Sülalesi yönetmiştir. Şang Sülalesini yıkarak başa geçen Çov Sülalesi, M.Ö. 1050-771 seneleri arasında feodal bir idare kurdular. Ülkede, feodal devletler bağımsız devletler halinde gelişmeye başladı. Bu durum hükümdarın gücünün azalmasına ve feodal devletler arasında savaşa sebep oldu. Batıdan gelen Türk ve Moğollar, ülkenin büyük bir kısmını fethettiler. Batı milletlerinin eline düşmüş olan topraklarından büyük bir kısmını Çin beyi Tsin, geri aldı. Böylelikle devleti önemli feodal devletlerden biri oldu.
Tarihte Çin’i ilk defa tek bir yönetim altında toplayıp, İmparatorluk haline getiren Çin krallarının yaşadığı Şian şehrinde 1975 yılında bulunan Taş askerlerin olduğu müzeyi ziyaret edeceğiz. Uçağımız Şian Hava Limanına inmek üzere alçalırken, etrafı karlı dağlarla çevrili yemyeşil bir bölgeye geldiğimizi anlıyoruz. Çin köyleri birer şehir gibi tarım alanları ve pirinç tarlaları önemli bir ressamın fırçasından çıkan muhteşem bir tablo gibi.
Çin’in tarih ve kültür kenti Şian
Hava limanı ile 1975 yılında bulunan Taş asker heykelerin olduğu yerin arası 30 Km. Önce Taş asker heykellerinin bulunduğu müzeyi gezeceğiz. Etraf karlı dağlarla çevrilmesine rağmen hava sıcak, Nisan ayının başı olmasına rağmen bu bölgeye çoktan bahar gelmiş; insan temiz yayla ve ova iklimini bir arada yaşıyor. Rehberimiz Çin tarihi ile ilgili bilgi vermeye devam ediyor.
Türk tarihi ile çok yakın ilişkisi olan Çin tarihi hakkında verilen bilgileri can kulağı ile dinliyoruz. Rehberimizin verdiği bilgiler özetle şöyle:
.... “M.Ö. 770-472 devri: Feodal beylerin kendi aralarında iç savaşlara giriştikleri bir devirdir. Bu savaşlar neticesinde yedi bey kalır ve bunlar da kral şanını alarak Çov Sülalesinden ayrılırlar. M.Ö. 472-221 iç savaş sonunda M.Ö. 453 senelerinde Tsin’in feodal devleti üç devlete bölünür. M.Ö. 221-206 aralarında Tsin’in Sülalesi memleketi mutlakıyetle idare eder. Tekerlek dingillerinin standartlaştırılması ve bazı ölçü birimlerinin kullanılmaya başlaması Çin tarihinin bu safhasına ait önemli hadiselerdir. M.S. 168 senesinde meydana gelen bir hükümet darbesi üzerine 220 senesine kadar devam eden iç savaşlar devri başlar. Büyük bir halk ayaklanması bastırılır. Bu iç savaş neticesinde ülke üçe bölünür, kuzeyde Vey (220-264), güneydoğuda Vu (229-280), güneybatı Şu (221-263) imparatorlukları kurulur. Göçlerin arttığı devirde, Tsin Sülalesinin (265-316) başa geçerek, parçalanan Çin’i birleştirmeleri de ülkeye huzur ve istikrar getirdi. Daha önceleri ücretle kullanılan milletler bu savaşlarda (asillerin savaşlarında) o derece kuvvetlendiler ki, bunlardan Hyung-nu’lar (Hunlar) 303’te yeni bir devlet (Han) kurdular. Bu sülale Çin İmparatorunu iki defa esir almış ve 317’den başlayarak bütün Kuzey Çin’de hakimiyet kurmayı başarmıştır. Bunun üzerine Tsin Sülalesi kuzeye inerek burada Doğu Tsin Sülalesini (317-419) kurdu..”...
Şianda kurutularak satılan meyveler
Çin tarihi gerçekten çok ilginç. Kısa bir zaman içinde Çinle ilgili her şeyi bilmemiz mümkün değil. Ama gerçekten gördüğümüz yerler, aldığımız bilgiler Çin hakkında bize önemli fikir veriyordu. Yollar geniş, her yerde oto yol var. Eski bildik fakir Çin çoktan değişim ve dönüşüm sürecini tamamlamış. Çin’de sadece büyük şehirlerde değil Şian gibi iç kesimlerdeki şehirlerde yeni binalar ve yollar yapılmış. Yol üzerindeki büyük fabrikalar bizleri etkiliyor.
Şian kenti bir meyve ve sebze kenti. Üzüm bağları ve meyve ağaçları görülmeye değer. Yol üzerindeki mola verdiğimiz bir tesiste elmadan armuda, hurmadan üzüme bir çok meyve çok modern tesislerde kurutularak satılıyor. Mağazasında onlarca Çinli kız satıcı mal satmak için birbiri ile yarışıyordu. Çok temiz ve güzel bir şekilde ambalajlarda satılan kurutulmuş meyvelerden satın alırken neden Türkiye’de aynı tip üretim yapılmaz diye üzülüyorum. Çok sabırlı ve çalışkan olan Çin insanından alacağımız derslerin olduğuna inanıyorum.
Çin ve dünya uygarlığının başlıca beşiği olan ülkeleri bir araya getiren Deniz İpek Yolu, geçtiği ülkeler arasındaki ekonomik ve ticari temasları yoğunlaştırdığı için “Doğu ve Batı Arasındaki Diyalog Yolu” olarak da adlandırılıyor. Tarihi kayıtlara göre Marco Polo, Çin’e Deniz İpek Yolu üzerinden gelmiş, dönüşte yine Çin’in Fujian eyaletine bağlı Quanzhou limanından gemiye binerek bu yolu izleyip memleketi Venedik’e dönmüştü.Doğu-Batı diyalog yolu: İpek Yolu
Genel anlamdaki İpek Yolu, Batı Han hanedanı döneminde Zhang Qian tarafından başlatılan, doğuda Chang’an şehrinden başlayan, batıda Roma imparatorluğunda son bulan bir kara ulaşım hattıdır. İki güzergaha bölünen İpek Yolu’nun güney güzergahı, Dunhuang ve Yangguan geçidinden geçtikten sonra batıya doğru ilerleyerek Kunlun Dağları ve Conglin Dağları’nı aşar, oradan da Da Rouzi (bugünkü Xinjiang Özerk Bölgesi ve Afganistan’ın kuzeydoğusu), Anxi (bugünkü İran) ve Tiaoshi (bugünkü Arap yarımadası) üzerinden Roma İmparatorluğu’na ulaşırdı. İpek Yolu’nun kuzey güzergahı, Dunhuang ve Yumen geçidinden geçtikten sonra batıya doğru ilerleyerek Tianshan Dağları’nın (Tanrı Dağları) güney eteklerinden Conglin Dağları’nı aşar, oradan da Dawan ve Kangju devletleri (bugünkü Orta Asya) üzerinden güney güzergahıyla birleşirdi. Bu iki güzergah, “Kara İpek Yolu” olarak da adlandırılıyor.
Çin ve dünya uygarlığının başlıca beşiği olan ülkeleri bir araya getiren Deniz İpek Yolu, geçtiği ülkeler arasındaki ekonomik ve ticari temasları yoğunlaştırdığı için “Doğu ve Batı Arasındaki Diyalog Yolu” olarak da adlandırılıyor. Tarih kayıtlara göre Marco Polo, Çin’e Deniz İpek Yolu üzerinden gelmiş, dönüşte yine Çin’in Fujian eyaletine bağlı Quanzhou limanından gemiye binerek bu yolu izleyip memleketi Venedik’e dönmüştü.
Şian Taş Askerler
Çin’in batısındaki Xi’an kentinde bulunan Qin Shihuang Mezarlığı, dünyanın en büyük çaplı, ilgi çekici ve zengin içeriğe sahip imparator mezarlıklarından biridir. Quin Shihuang, kendini döneminde, emek gücünü aşırı kullanarak ve aşırı para harcayarak, kendi mezarını ve çok lüks bir saray olan A’anggong Sarayı’nı inşa ettirdi. Qin Shihuang, Çin’i birleştirdikten hemen sonra, kendi mezarının inşasını başlattı. Qin Shihuang, mezarı inşa ettirmek için 700 bin kişi kullandı. Mezar, 40 yıl boyunca, yani imparator ölünceye kadar bile tamamlanamamıştır. Qin Shihuang Mezarı, Çin’in Sha’anxi eyaletinin Xi’an kenti civarındaki Lishan bölgesinde bulunuyor. 56 kilometrekareyi kapsayan mezarın temeli, dörtgen şeklinde. Temeli güneyden kuzeye 350, doğudan batıya 345, yüksekliği ise 76 metreye ulaşır. Mezar, genel olarak bakıldığında piramit şeklinde görünür. Şu ana kadar 500 asker heykeli, tahtadan yapılmış 18 savaş arabası, 100’den fazla at heykeli çıkarıldı. Bu heykel askerlerin ortalama boyu, 1 metre 80 santimetre civarında. Gerçek bir kişiymiş gibi görünen bu heykel askerlerin her birinin yüz ifadesi farklıdır. Tüm bunlar, Qin hanedanı döneminde heykel sanatının eriştiği üst düzeyi yansıtır.
Güney Çin’de 580 senesine kadar çeşitli sülalelerin kurduğu muhtelif devletler görülür. Suy Sülalesi (581-618) Çin’i birleştirmeye muvaffak oldu. Bu kısa ömürlü hanedan zamanında Çin, Vietnam’ın kuzey ve güneyini ve Tibet’in kuzeyini ele geçirdi. Çin’in nüfûzunu tekrar Orta Asya’da hissettirdi. Bu devrede Kuzey ve Orta Çin Ovasındaki ticari münasebetleri kolaylaştırmak için kanallar açıldı. Ancak bütün bu işlerin yapılması için yabancılardan yardım istenmesi Suy Sülalesinin sonu oldu. T’ang Sülalesi (618-907) işbaşına geldi. Bu hanedan devrinde (664) toprakların yeniden taksimi ve vergilendirilmesi yapılmıştır. Müslüman Arapların saldırıları üzerine Türkistan Çin’in elinden çıktı.
Bundan sonra Türkler devlet idaresinde önemli mevkilere yerleştiler ve sık sık vukû bulan ihtilallerde önemli rol oynadılar. T’ang Hanedanının düşüşünden sonra 960 tarihine kadar 5 küçük hanedan iş başına geçti. Bu devirde Kuzey ve Güney Çin’de küçük eyaletler şeklinde devletler meydana çıkmıştı. 960 tarihinde iş başına geçen Sung Hanedanı zamanında Çin İmparatorluğunun birliği yeniden tesis edilmeye çalışılmış, ancak bunda muvaffak olunamamıştır. Bu hanedan devrinde birçok şehirler kuruldu ve barut kullanılmaya başlandı. Mimari, tarih, şiir, resim, porselen ve bahçecilikte çok yüksek bir seviyeye ulaştılar. Elde bulunan tarihi dokümanlar bu medeniyetin yüksekliğine delil teşkil etmektedir.
Cengiz Han, 1206-27 yılları arasında Çin’i işgal etti ve Moğollar, 1214 yılında Sarı Nehirin kuzey tarafındaki bölgede hakimiyeti ele geçirdiler. 1271 tarihinde Kubilay Han, imparatorluğunu ilan etti. Böylece Yüan Hanedanının (1260-1368) ve başşehir Yenching (Pekin)i kurdular. Moğollarla beraber Yüan Hanedanı bütün Çin’i fethederek hakimiyetleri altına aldılar. Bundan sonra Moğollar Çin kültürünün etkisi altına girerek, din, örf ve adetlerinde, giyim ve kuşamlarında Çin örf ve adetlerini benimsediler.
Chu Yüan Chang, Yüan Hanedanı yerine Ming Hanedanını (1368-1644) kurdu. Bu hanedan zamanında Moğollar, Baykal Gölünün kuzey tarafına sürüldü ve imparatorluk eski kuvvetine kavuştu. Yine bu devirde Avrupalılar Çin’e ulaştılar. Portekizliler ve İspanyollar 16. yüzyılda, Alman ve İngilizler 17. yüzyılda buraya geldiler.
Ming Hanedanından sonra işbaşına geçen Ch’ing Hanedanı (1644-1912) zamanında, Avrupalı tüccarlar, Çin’in önemli kaynaklarını yıllarca batıya aktarıp, bundan istifade ettiler.
Çin, uzun yıllar batıya kapalı kaldı. Çin’in batıya açılması 19. yüzyıl ortalarında başladı. Bu yıllarda Portekiz, İngiltere, Fransa, ABD ile ticari, siyasi münasebetler başladı. Bunlardan İngilizler, Hint pamuklukları ve afyonunu, çay ve ipekle değiştiriyorlardı. Çin üst makamları bu ticareti engellemeye çalıştılar. Bununla ilgili olarak afyon ithalini yasaklayan kararlar aldılar. Bunun üzerine İngilizlerle anlaşmazlıklar çıktı ve savaşlar başladı. Ancak bu savaşlar İngilizlerin galibiyeti ile sona erdi (1842). Yapılan anlaşma sonunda İngilizler daha geniş haklara sahip oldular. Bunun neticesi olarak beş Çin limanı İngilizlere açıldı ve Hong Kong Adası da İngilizlere bırakıldı. Bu savaşlara “Afyon Savaşı” adı verildi. Daha sonra yapılan anlaşmalarla ABD ve Fransa’ya aynı haklar tanındı.
Zamanla anlaşmaların uygulanması aksadı. Çinliler yabancıları ülkelerinden atmak istiyorlardı. Fakat onlar elde ettikleri imtiyazları geri vermeye niyetli olmadıkları gibi, bunları az buldular. Böylece, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ülkede ayaklanmalar oldu. Fakat bu ayaklanmalar yabancı güçler tarafından bastırıldı. 1858 yılında anlaşma uyarınca İngiliz ve Fransızlar yeni haklar kazandılar. Bir müddet sonra aynı menfaatler ABD ve Rusya’ya da tanındı. Bu olaylardan sonra, Çin’de bir sükûnet dönemi başladı.
Çin-Japon Savaşları:
Çin’in Kore üzerinde hakimiyet kurmak istemesi üzerine 1894 yılında ilk savaş başladı. Kore’de çıkan ayaklanmayı bastırmak üzere her iki ülke de Kore’ye asker gönderdi. Ayaklanma bastırıldı. Fakat daha sonra her iki ülke birbirleriyle savaşa tutuştular. Bu savaşlar sonunda Çin büyük kayıplara uğradı. 1895 yılında savaş sona erdi ve Çin, Kore’nin bağımsızlığını tanıdı, ayrıca Formoza Adasını da Japonya’ya vermek mecbûriyetinde kaldı.
1911’den sonra başa geçen Yuan Şik’ay monarşik bir idare kurmaya başlamışsa da muvaffak olmayarak 1916’da öldü. Bu arada 1917’de sembolik olarak Birinci Dünya Savaşına girmiş ancak bir çok şehirleri bu arada Şanghay, Japonya tarafından işgal edilmiştir.
1925 yılında milliyetçilerin önderi olan Çiank Kayşek yönetimi ele geçirdi. Orduları ile Japonlara karşı savaşarak bir çok yerleri geri aldı. Bu arada Şanghay tekrar ele geçirildi.
Ülkede 1920 yılında Komünist Partisi kuruldu ve taraftar toplamaya başladı. Bu parti, ülkede bir çok karışıklıklar çıkardı. Çiank- Kay-Şek bir taraftan Japonlarla savaşırken, bir taraftan da bu ayaklanmaları bastırmaya uğraşıyordu. Nihayet 1927’de komünistlerin başına geçen Mao Çe-Tung, Çu Enlay ve Çu Di’ ile komünist partisi güçlenerek ülke çapında teşkilatlanmaya, hükümet kuvvetleri ile çarpışmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı sona erince, komünistlerle milliyetçiler başbaşa kaldılar. Mao Çe-Tung yönetimindeki komünist birlikleri ülkeye hakim oldular. ABD milliyetçilere yardım eder göründü. ABD’nin Çin’e gönderdiği diplomatlar hep milliyetçilerin aleyhine çalışmış, onların komünistlerin eline geçmesine sebeb olmuşlardır.
Yönetim tamamen komünistlerin eline geçince, Milliyetçi Çin hükümeti, Formoza (Tay-Van) Adasına çekilmek zorunda kaldı. Böylece Çin ikiye ayrıldı: Çin Halk Cumhuriyeti ve Milliyetçi Çin Cumhuriyeti.
1 Ekim 1949 yılında Mao Çe-Tung’un başkanlığında Çin Halk Cumhuriyeti kurulmuş oldu. Böylece Çin’in Asya kıtasındaki bütün toprakları Çin Halk Cumhuriyeti’nin eline geçti. Milliyetçi Çin Cumhuriyeti de Formoza Adasına çekildi ve orada hükümet kurdu. Mao, 1976’da öldü. Mao’nun ölümünden sonra, Maoizm açıktan tenkid edilmeye başlandı. Çin idarecileri ABD ve Japonya ile ekonomik iş birliği yaptı. Mareşal Ye Cienying, Mao’nun yanlışlarını açıkladı. Eski katı durum kaldırılarak ekonomik ve siyasi yönde yumuşama başladı. Çin kapıları yabancı sermayeye açıldı. Son yıllarda demokratikleşme hareketleri kanlı bir şekilde bastırıldı. Fiziki Yapı 9.572.900 km2lik yüzölçüme sahip olan Çin, fiziki yapı itibariyle genellikle doğu, batı olmak üzere iki bölüme ayrılır. Ülkenin batısı; güneybatı ve kuzeybatıda iki farklı yapıya sahiptir. Güneybatı Hindistan ve Bangladeş ile olan sınırlarını, dünyanın en yüksek tepesine sahip olan Himalaya Sıradağları teşkil eder. Himalayaların kuzeyinde yer alan 1 milyon km2 yüzölçüme ve ortalama 3900 m yüksekliğine sahip olan Tibet Yaylası, kuzeyden Astin Tagh ve Nam Şam sıradağlarıyla çevrilidir. Bu dağlarla Himalayalar ülkenin batısında birleşirler. Ülkenin kuzeybatısını teşkil eden Astin Tagh Dağlarının kuzeyi, Doğu Türkistan’ın tarım havzasıdır. Ülkenin kuzeybatı bölgesinde, Tiemşan Dağları, Moğolistan sınırını meydana getiren Altay Dağları, batıda Torbagatay ve Çungarski Alatau ile çevrili geniş Çungarya düzlüğü yer alır.
Ülkenin kuzeyini Gobi Çölünün güney kısmı kaplar. Doğusunda yüksekliği batıya göre fazla olmayan tepeler bulunur. Bu tepeler ülkenin kuzeydoğusundan, güneybatısına doğru uzanarak dağlık bölgeyle birleşirler. Kıngan, Çangpai ve Çangvansai dağlarıyla çevrili olan kuzey doğu bölgesi Mançurya olarak isimlendirilir.
Çin’de nüfus ve sosyal hayat
Doğu Çin’in kuzey kısmı Hai Ho, Hvang Ho ve Kuai Ho nehirlerinin havzalarından meydana gelen düzlüklerden, güney kısmı ise Kuzey Burma ve Çin Hindi yarımadası sınırında yükselen yaylalardan meydana gelir. Bu iki bölge arasında ülkenin en bereketli ovalarının bulunduğu ve nüfusun en kalabalık olduğu kesimdir. Toplam sınır uzunluğu 42.500 km olan Çin’in bu sınır uzunluklarının 22.500 kilometresi Büyük Okyanus iledir. Kıyıları Liatoung ve Şantung yarımadalarında genellikle yüksek, diğer kesimlerinde alçak ve alüvyonlu ovalar halindedir.
Ülke topraklarının üçte biri dağlık, dörtte biri yayla, beşte biri vadi, onda biri tepeler, yüzde on ikisi ise ovalıktır. Akarsuları doğu ve batıda farklı özelliklere sahiptir. Çöl ve yüksek yaylaların bulunduğu batı kesimindeki akarsular, daha çok yeraltı veya çorak havzalar halindedir. Doğu bölgelerindeki akarsular ise genellikle Pasifik Okyanusuna dökülür. Çin’deki zayıf akarsuların suladığı topraklar yüzölçümünün beşte ikisini teşkil eder. En önemli akarsular, Doğu Çin bölgelerinde bulunur. Kuzey doğudaki Mançurya bölgesinde Sungari-Lia Ho ve doğu bölgesinde Sarı Nehir (Huanghı), orta kısımda Mavi Nehir (Yang-tse kiang) ve güneyde İnci Irmağı (Şi-kiang) en önemli nehirlerdir. Doğu bölgesindeki ırmaklar yön değiştirebilme özelliğine sahiptirler. Eriyen kar sularıyla beslenmeler, buharlaşma, kat ettikleri yoldaki çöl şartları bu nehirlerin debileri ve yönlerinin değişmesine etki eden en büyük faktörlerdendir. Mavi Nehir (Yang-tse kiang) 5552 km uzunluğuna sahib olup, dünyanın dördüncü uzun nehridir.
Batı Çin’de seyrek rastlanan akarsular göl havzalarında veya kıraç topraklarda yeraltı suları halinde sona erer. Ülkenin iki büyük ırmağı olan Huang-Ho (4845 km) ve Yang-tse kiang, Tibet’te doğar. Kuzeyde Moğolistan kısmında Huang-Ho Nehri ülkenin en önemli nehridir. Batıdaki tarım havzasında birkaç küçük göl vardır. Moğolistan’daki tuz gölleri, doğu bölgelerdeki Tung-Ting, Pu-yang ve Tai gölleri en önemli gölleridir. Ayrıca pekçok küçük göle (daha ziyade doğuda) sahip olmasına rağmen, başka önemli gölü yoktur. Güney kesimlerinde muson iklimi hakim olan Çin’de, özellikle kuzeybatı kesimleri sert kara ikliminin hüküm sürdüğü bölgelerdir. Kış mevsiminde Orta Asya üzerinde bulunan soğuk, kuru ve yüksek basınçlı hava, karalardan denizlere doğru bir rüzgara sebep olur. Yazın bu durum tam tersine olarak meydana gelir. Denizlerden karalara doğru esen rüzgarlar haliyle nemli olurlar. Doğu kesimleri bilhassa yaz aylarında musonlar sebebiyle bol yağış alır. Batı kısımları yağış yönünden son derece fakir bölgelerdir. Kuzeybatıda senelik 50 mm civarında olan yağış ortalaması, güneydoğu kesimlerinde 3000 mm gibi çok yüksek bir rakamı bulur. Mayıs ve ekim ayları arasında yağan yağmur, senelik miktarın yaklaşık % 80’ini teşkil eder. Kuzey bölgelerinde temmuz ve ağustos ayları yağmur mevsimleridir.
İklim
Güneyde tropikal iklim sıcaklıklarına karşı kuzeyde kara iklimine uygun sıcaklıklar görülür. Yaz mevsiminde kuzey ve güney bölgeleri hemen hemen aynı sıcaklığa sahipken, kış aylarında sıcaklık farkı 35°C gibi büyük bir rakama ulaşır. Kuzey bölgesi, kışın sert kara iklimi sebebiyle soğuk bir kış mevsimi yaşarken, güneyde ılıman bir ekvatoral iklim hüküm sürer. Güneydoğuda uzun ve sıcak yazlar, özellikle Tibet ve Tsinghai platolarında ise çok uzun ve sert kışlar hüküm sürer. Burada yazlar aksine kısa ve sıcak geçer.
Tabii Kaynakları
İklim ve fiziki yapısının tabii neticesi olarak doğu bölgeleri ormanlarla kaplı, batısı ise çayırlık, geniş olarak da çöl bitkileri ile kaplıdır. Ormanların kapladığı alan, toplam yüzölçümün yüzde onunu teşkil eder. Güney kesimlerde tropikal ağaçların teşkil ettiği ormanlar kuzeye gidildikçe yaprak döken ağaçlardan meydana gelir. Biraz daha kuzeye gidilince, ülkenin orta kesimlerine gelinir ki, buralarda yaprak dökmeyen kozalaklı ağaçlar mevcuttur.
Kuzeyde, step ve çöl bitkileri hakimdir. Güneybatıdaki Tibet soğuklarının bulunduğu bölgede nadir rastlanan dağınık ve bodur bitkiler yetişir. Dünyadaki hayvanlardan kuş türlerinin % 12’si, memeli hayvan türlerinin % 10’u, balık türlerinin de % 9’u Çin’de yaşamaktadır. Pandalar ve semenderler Çin’de yaşıyan ve dünyada nesli tükenmekte olan hayvanlardır.
Madenler bakımından pek fazla zengin olduğu söylenemez. Mevcut zengin maden yataklarının pek çoğu ulaşım ve teknik imkansızlıklar sebebiyle işletilememektedir. Ülkenin özellikle kuzey ve orta kısımları demir üretiminde dünyada ilk sıralarda yer almaktadır. Antimon ve tungsten üretiminde de dünyada ilk sırayı alan Çin, kalay üretiminde ise dünyada ikinci sırada bulunmaktadır. Molibden, civa ve bizmuttan başka az miktarda bakır, çinko, kurşun ile krom ve nikel vardır. Kalsiyum florür, grafit, mağnezit, talk, tuz mineralleri, asbest ve baryum rezervlerinin yanısıra, kükürt ve fosfat da kayda değer madenlerdendir.
Hızla artan nüfus
Çin, nüfus bakımından dünyanın en kalabalık ülkesidir. Nüfusun çoğu, sahil bölgelerinde, delta ve nehir vadilerinde, Szechwan’ın merkez platosundaki münbit arazilerde ve Kuzey Çin’in Büyük Vadisindeki ekilebilir arazide yerleşmişlerdir. Bu bölgelerde nüfûsu iki milyonun üzerinde birçok büyük şehir merkezleri bulunmaktadır. Hükümet nüfus kontrolü ile ilgili tedbirler almasına rağmen, yıllık nüfus artışı 15 milyonun üzerindedir. Ülkenin tabiat şartları, nüfusun, ülkenin her yanına eşit olarak dağılımını engellemektedir. Nüfus yoğunluğu ortalaması 109’dur. Fakat bu ortalama yoğunluk olup, batıya doğru yoğunluk azalır ve bir kilometre kareye bir kişiden daha az düşer. Çin’in nüfus yoğunluğu bakımından en kalabalık bölgesi, büyük şehirlerin yığıldığı kuzey doğu bölgesidir. Bu bölge Çin topraklarının % 40’ını teşkil ettiği halde, nüfusun % 90’ını barındırmaktadır. Burada nüfus yoğunluğu kilometrekare başına 450 kişidir. Nüfusun geri kalanı arazinin % 60’lık bir bölümünde yaşarlar. Bu bölgelerin başında Çinlilerin “Yeni Arazi” (Sömürge) dedikleri Doğu Türkistan ile Tibet gelmektedir. Komünist idare başa geçtikten sonra doğudan birçok Çinli bu bölgelere yerleştirilmiştir. Bilhassa çok kalabalık olan şehirlerde geçim sıkıntısı sebebiyle kırsal bölgelere göçler yapılmaktadır. Komünist idare 1960 yılından beri doğum kontrolü, aile planlaması, kırsal bölgelere teşvik vb. tedbirler alınmasına rağmen nüfus hızla artmakta ve nüfus problemi çözülemeyecek hale gelmektedir.
Çin’in büyük nüfus artışı yeni bir mesele değildir. M.Ö birinci asırda Çin’in nüfûsu 50 milyon civarındaydı. M.S. 1200 yıllarında 100 milyona çıkmıştı. 1368’de 65 milyona düşen nüfus, 1600 yıllarında 150 milyona, 1800 yıllarında 430 milyona fırlıyordu. Bugün 1 milyarın üzerine çıkmış durumdadır. Dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmektedir. Ülkede senede 10 milyondan fazla evlilik olmaktadır. Bu kadar büyük nüfusu olan Çin’de 56 etnik grup vardır. Bu etnik grupların % 94’ünü Hanlılar teşkil etmektedir. Hanlılar asıl Çinliler demektir. Türkçedeki Han Kağan ile alakası yoktur. M.Ö. 202-220 yılları arasındaki Hun Hanedanından adını almaktadır. Diğer 55 etnik grup da azınlıkları teşkil etmektedir. Başlıcaları:
Türkler: Çinlilerin işgal ederek buradaki Türk devletinin varlığına son verdikleri Doğu Türkistan’da oturmaktadırlar. Çoğunluğu Uygur Türkleri olup, Kazak, Özbek, Kırgız Türkleri burada bulunmakdadır. Nüfusu yaklaşık 19-20 milyondur. Bu bölge 1867 yılında kesin olarak Çin’in sömürgesi olmuştur. İslâm dini ve Türk gelenekleri yasaklanmış, camiler ve medreseler kapatılmıştır.
Türklerden sonra gelen başlıca azınlıklar: Şuanglar, Hueiler, Tibetliler ve Moğollardır. Şuangların nüfûsu 10 milyon kadar olup, Orta Çin’in güney kesimlerinde, Kuang-si Şuang eyaletinde yaşamaktadırlar.
Tibetliler: Nüfusu 4 milyon kadar olup, Yüksek Tibet yaylalarında dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.
Huei’ler: Ning-hsia-huei eyaletinde yaşamaktadırlar. 5 milyon civarında nüfusları vardır.
İpek Yolu’nun Başladığı Çin’in Şian (Xi’an) Kentinde Gezimiz Sürüyor
İpek ve Porselen sanayiinde öncü, barut ve kağıt gibi önemli medeniyet eserlerini bulan Çin tarihinde İpek yolunun önemi büyük. Bizde tarihi İpek yolunun başlangıç notası Çin’in Şian kentinde gezimize devam ediyoruz. İpek Yolu’nun Hunlar, Türkler ve İslâmiyet’in Çin’de yayılmasında önemli rol oynadığı görülüyor. Türkiye’yi de yakından ilgilendiren İpek Yolu ile ilgili bilgilerimizi hatırlayalım.
pekyolunu; Çinliler değil Hunlar gerçekleştirdi
Dünyanın çeşitli ülkeleri ve kavimleriyle her türlü ekonomik ve ticari ilişki kuran Hunlar zamanında İpek Yolu oluşturulmuş ve durgun Orta Asya topraklarına ekonomik canlılık kazandırılmıştır.
Türk tarihinin öncüsü olan Hunlar zamanında Türkler, derlenip toparlanmışlar ve dağınık yaşamaktan kurtulmuşlardı. Hele Mete Han gibi büyük örgütçü ve asker bir devlet adamına sahip olmak o dönemde Hunların en büyük şansı olmuştu. Mete zamanında genişlik bakımından Hun İmparatorluğu İran, İskender ve Roma İmparatorluklarını geçerek dünyanın en büyük devleti oldu. Tüm doğal zorluklara karşılık Mete, döneminin en büyük askeri olduğunu kazandığı zaferler ile kanıtlamıştı. Hunlar kurdukları geniş devlet ile Yakın ve Uzakdoğu arasında bir tarih köprüsü oluşturmuşlardı. Arkeolojik araştırmalar sonunda Orta Asya’da bulunan eski kalıntılar Hunların zengin bir ekonomik ve ticaret yaşamına sahip olduklarını göstermektedir. Dünyanın çeşitli ülkeleri ve kavimleriyle her türlü ekonomik ve ticari ilişki kuran Hunlar zamanında İpek Yolu oluşturulmuş ve durgun Orta Asya topraklarına ekonomik canlılık kazandırılmıştır.
Daha sonraları Çin, bu İpek Yolu’nun denetimini eline geçirmek için Hun bölgesine saldırılara başlamış, milat sıralarında Türk ve Çin orduları bu yolun denetimi için birçok kez savaşmışlardır. Casusluk yapan diplomatları aracılığıyla Çinliler, yavaş yavaş Hunların askeri sırlarını öğrenmişler ve ordularını ona göre yetiştirmişlerdir. Çinlilerin yeni kurdukları ordu Hun yöntemleri ile daha başarılı sonuçlar alırken Hun orduları da yenilmeye başladılar. Çin orduları bir yandan kuzeyde Hun akınlarının önüne geçerken, diğer yandan da İpek Yolu’nun denetimini yavaş yavaş ellerine geçirmişlerdir.
İnsanlık Tarihinde İpek Yolu’nun önemi
İpek yolu, insanlık tarihinin aydınlığa ulaşmasındaki en büyük geçitlerden biri olmasının yanında, günümüz seramik kültürünün oluşmasında önemli katkıları olan bir güzergahtır. Bu yoldan sadece değerli ipekler, seramikler ve porselenler değil, değişik kültürlerin, inançlarından dillerine, çalgılarından masallarına, yemeklerinden oyuncaklarına kadar bir çok kültürel değer de aktarılmıştır.
İpek yolu, günümüz seramik kültürünün oluşmasında önemli katkıları olan bir güzergahtır. Sert seramikler olan porselenler 7. yüzyıldan itibaren Çin’de yapılabilmekteydi. Batı dünyası porselenle İpek Yolu sayesinde ancak 17. yüzyılda tanışabildi. İpek Yolu kervanlarının ipekten sonra en değerli malları, değeri ağırlığınca ölçülebilen ve “Beyaz Altın” olarak da adlandırılan porselenlerdi. Çin, Kubilay Han’ın yönetimindeyken batıya pek çok porselen taşınmış ve porselenin tüm Avrupa’da tanınması sağlanmıştır. Bu seramiklerin en önemli türleri olan seladonlar, 13. yüzyıla ait Yunan seladonları ve su altı mavi dekorlu porselenleridir. O dönem seladonlarının en iyi örnekleri İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır.
İpek Yolu, üzerinde bulunan Anadolu, geçmişi insanlık tarihi kadar eski zengin bir seramik kültürüne sahiptir. Anadolu, özellikle tüm dünya kültürüne kazandırdığı İznik ve Kütahya çinileri ile Çanakkale seramikleri konusunda zengin örneklerle doludur.
İpek yolunun Türk tarihindeki yeri
Çin’i, Asya üzerinden Anadolu ve Avrupa’ya bağlayan târihî kervan yolu. En çok taşınan ticaret eşyası ipek olduğu için, bu yola İpek Yolu adı verilmiştir. İpek Yolu milattan önce kullanılmaya başlandı. İpek Yolu esas itibariyle Antakya’dan başlayarak İran ve Afganistan’ın kuzeyinden geçerek Pamir Ovasına kadar varırdı. Burada Taş Kule denilen yerde batıdan gelen ticarî mallar, doğunun mallarıyla değiştirilirdi.
İpek Yolunun bir kolu Baktriyo yolundan Hindistan’a gider, başka bir kol da Batı Türkistan’ın güneyinden geçerdi. Doğu Türkistan’a Taklamakan Çölünün güneyinden veya kuzeyinden geçilirdi. Bundan sonra iki yol tekrar birleşerek Doyang bölgesine uzanırdı.
İpek Yolu kültür tarihinde de önemli bir rol oynamıştır. Bu yol ile felsefeler, daha ziyade sanat, ahlâk, örf ve adetler değiştirilmiştir
İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuş; Uzak Doğudan gelen ipek ve baharat, Bat dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. İpek, ayrıca, Doğu kültürünün Batı tarafından tanınmasını da sağlamıştır. Doğunun ipeği ile baharatının kervanlarla batıya taşınması, Çin’den Avrupa’ya ulaşan ticaret yollarını oluşturmuştur.
Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin’in Xian (Şian) kentinden hareket ederek Özbekistan’ın Kaşgar kentine gelirler; burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizine; diğeri ile de Karakurum Dağlarını asarak İran üzerinden Anadolu’ya ulaşırlardı. Anadolu’dan deniz yolu ile veya Trakya üzerinden karayolu ile Avrupa’ya giderlerdi. Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette, daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır.
İpek Yolu’nun Dünya Kültürüne Katkısı..
Yoğun bir şekilde ipek, porselen, kağıt, baharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkan sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları, zaman içinde ‘’İpek Yolu’’ olarak adlandırılmıştır.
İpek Yolu, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yasayan kültürlerin, dinlerin, ırkların da izlerini taşımakta ve olağanüstü bir tarihi ve kültürel zenginlik sunmaktadır.
Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, İpek Yolunun hem bir ticaret yolu, hem de tarihi ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme gelmiş, bu yol boyunca inşa edilmiş ve artık kullanılmayan yapıların, yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları için çalışmalar başlatılmıştır.
Anadolu’nun İpek Yolları Anadolu, coğrafi konumu nedeniyle, eski çağlardan beri çeşitli uygarlıkların doğup geliştiği bir yer olduğu gibi, doğu ile batı arasında bir geçit ve köprü işlevi de görmüştür. Bunun sonucu olarak, çeşitli dönemlerde, Kral Yolu (M.Ö. VI. yy.), Roma Devri Yolları (M.Ö. II. yy.) gibi, değişik doğrultu ve karakterde olan yol ağları Anadolu’yu sarmıştır.
Neden İpek Yolu dendi?
Doğunun ürünlerinin kervanlarla Batıya taşınması, Çin’den Avrupa’ya uzanan ve bugün ‘’İpek Yolu’’ olarak adlandırılan ticaret yollarını oluşturmuştur. Ancak, İpek Yolları yalnızca ticaret yolları olmakla kalmamış, yüzyıllar boyu doğu ile batı arasında kültür alışverişini de sağlamıştır. Anadolu, İpek Yolunun en önemli kavşak noktalarından birini oluşturmuştur. Orta Çağda, ipek yolları Çin’den başlayıp Orta Asya’da birden fazla güzergahı izleyerek köprü niteliği taşıyan Anadolu’yu geçip Trakya üzerinden Avrupa’ya uzanmıştır.
Çin’in Şian kentini tarihi İpek Yolu’nun başladığı yer. Çin’in İpeği, kağıdı, barut ve seramiği karayolu ile Hindistan, İran, Arapyarımadası, Ortaasya, Anadolu ve Avrupa bölgelerine Şian’dan gidiyordu. İslâmiyet Çin’e 1300 yıl önce ticaret kervanları ile gelmişti. Şian kentinde 1300 yıl önce yapılan tarihi Şian İpekyolu Camii’ni ziyaret ediyoruz. Camideki tarihi eserler ve yazılı anıt taşlar bölgenin tarihinin ne kadar eski olduğunu gösteriyor. Çin’de İslâmiyet’in en eski tarihi belgesi olan Taş Kitabe Camii’nin bahçesinde.
Doğunun ipeği ile baharatının ve diğer ürünlerinin kervanlarla Batıya taşınması, Çin’den Avrupa’ya uzanan ve bugün ‘’İpek Yolu’’ olarak adlandırılan ticaret yollarını oluşturmuştur. Ancak, İpek Yolları yalnızca ticaret yolları olmakla kalmamış, yüzyıllar boyu doğu ile batı arasında kültür alışverişini de sağlamıştır. Anadolu, İpek Yolunun en önemli kavşak noktalarından birini oluşturmuştur. Orta Çağda, ipek yolları Çin’den başlayıp Orta Asya’da birden fazla güzergahı izleyerek köprü niteliği taşıyan Anadolu’yu geçip Trakya üzerinden Avrupa’ya uzanmıştır.
İpek Yolu’nun Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğundaki Yeri
Şian’da gezimize devam ediyoruz. Çin’in Şian kentini tarihi İpek Yolu’nun başladığı yer. Çin’in İpeği, kağıdı, barut ve seramiği karayolu ile Hindistan, İran, Arapyarımadası, Ortaasya, Anadolu ve Avrupa bölgelerine Şian’dan gidiyordu. İslâmiyet Çin’e 1300 yıl önce ticaret kervanları ile gelmişti. Şian kentinde 1300 yıl önce yapılan tarihi Şian İpekyolu Camii’ni ziyaret ediyoruz.
Camideki tarihi eserler ve yazılı anıt taşlar bölgenin tarihinin ne kadar eski olduğunu gösteriyor. Çin’de İslâmiyet’in en eski tarihi belgesi olan Taş Kitabe Camii’nin bahçesinde. Beni en çok Caminin içindeki Tahta levhaya 800 yıl önce Kur’an-ı Kerim’in Arapça ve Çince yazılmış olması etkiledi. İpek Yolu kervanları Çin’e geldiğinde karşılandığı ve Çin’den ayrılırken uğurlandığı bu cami içinde zaman duruyor, kendimizi asırlar öncesine gitmiş gibi hissediyoruz.
İpek Yolu kervanlarının uğurlanıp karşılandığı tarihi İpek yolu Şian Camii bahçesine oturup ipek yolu ile ilgili tarihi bilgileri okumaya devam ediyorum.
İstanbul’un Fethi İpek Yolunun Kaderini değiştiriyor.
Batıya pusula, kâğıt gidince Avrupa’nın deniz gücü gelişti. Hıristiyan âleminin doğudaki son temsilcisi Bizans da 1453’te Türkler tarafından fethedilince târihî İpek Yolu önemini kaybetti. Avrupa devletlerinin gemileri ticâreti devam ettirebilmek için Ümit Burnunu dolaşarak, Hindistan’a ve Çin’e gelmeye başladılar. Kanunî Sultan Süleyman, körleşmeye yer tutan İpek Yolunun canlandırılması için bazı teşebbüslerde bulundu. Avrupa ticaretini Anadolu’ya çekmek için Fransızlara bazı haklar verdi. Bunları vermekle Fransa’yı Avrupa devletlerinden ayırmayı, Hıristiyan bir devleti himayesi altında tutmayı ve ticareti canlandırmayı düşünmüştü.
Gemilerin gelişmesi, Anadolu ve diğer yerlerde zaman zaman devam eden asayişsizlik İpek Yolunun işlememesine sebep oldu. Zamanla önemini tamamen kaybebetti.
İpek Yolu’nun birleşme noktası İstanbul
Avrupa, doğunun kaliteli ipek ve baharatı ile tanışınca, bu ürünlere büyük bir talep doğmuş ve “İpek Yolu” olarak adlandırılan tarihi ticaret yolları yapılmıştır. Çin’in en uç noktasından başlayıp Anadolu’nun çeşitli yerlerinden geçerek İstanbul’da birleşen ve oradan da Avrupa’nın içlerine giden bu yol boyunca, yükleri taşıyan kervanlar sadece ticaretin gelişmesini değil, Asya ile Avrupa arasında günümüzde de izleri görülen kültür alışverişini de sağlamıştır.
İpekyolu ve Anadolu
Ortaçağda İpek Yolu, Antakya’dan başlayıp, Gaziantep’ten geçerek İran ve Afganistan’ın kuzeyinde Pamir Ovası’na kadar uzanmaktadır. Ayrıca, Anadolu’da Güneydoğu Bölgesi’nde bulunan Gaziantep ve Malatya’yı geçip, Trakya üzerinden ve Ege kıyılarında İzmir, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de ise Alanya ve Antalya gibi önemli limanlar üzerinden Avrupa’ya ulaşırdı.
İpekyolu ayrıca, Ege kıyılarında Efes ve Milet, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de Alanya ve Antalya gibi önemli limanlar kullanarak deniz yolu ile Avrupa’ya ulaşmıştır. Anadolu’da İpek Yolu: Kuzeyde: Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Sivas, Tokat, Amasya, Kastamonu, Adapazarı, İzmit, İstanbul, Edirne; Güneyde: Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş, Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Konya, Isparta, Antalya, Denizli merkezlerini izlemektedir.
Ayrıca, Erzurum, Malatya, Kayseri, Ankara, Bilecik, Bursa, İznik, İzmit, İstanbul güzergahının da kullanıldığı bilinmektedir. Kuzey ve Güney güzergahlarında bulunan Sivas ile Kayseri bağlantısıyla oluşan Antalya-Erzurum güzergahının uzantısı, Anadolu’yu İran ve Türkmenistan’a bağlamaktadır.
İpek Yolu’nun Deniz Bağlantıları
İpek Yolu’nun ticaret akışında, karayolunun yanı sıra deniz yolu da kullanılmış olup, Karadeniz’de: Kuzeyden gelip Batum üzerinden Trabzon, Samsun, Sinop, İstanbul, Bursa, Gelibolu, Venedik; Akdeniz’de: Suriye üzerinden Antakya, Antalya, İzmir (Foça), Avrupa hattını izlemektedir. 14. yüzyıldan sonra, Osmanlılar döneminde de önemini sürdüren İpek Yolu, Yeni Çağda yapılan keşifler sonucu canlılığını yitirmeye başlamıştır.
16. ve 17. yüzyıllarda ipeğin Avrupa’da da üretilmeye başlanmasından sonra eski önemini kaybetme tehlikesiyle karsılaşmıştır. Artan denizcilik faaliyetleri ile de, kervanlar ortadan kalkmaya ve Uzak Doğu ürünleri çekiciliğini yitirmeye başlamıştır. 19. yüzyıldan itibaren, İpek Yolu kullanılmaz olmuştur. Orta Çağda, Doğunun zengin ürünlerinin Anadolu üzerinden Batıya güvenli bir şekilde sevkini sağlayan Selçuklular, aldıkları önlemlerle ticari faaliyeti canlı tutarak devletin zenginliğini de artırmışlardır. Zira, Orta Çağ Anadolu’sunda ticaret, devletin zenginliğini birinci derecede etkileyen faaliyetler arasında yeralmaktaydı.
Selçuklular, yabancılarla ticari anlaşmalar yapmışlar; Hıristiyan tacirlere, Müslüman tacirler gibi Anadolu topraklarında ticaret özgürlüğü tanımışlar; yolculuklarında karşılaşabilecekleri soygunlara ve her türlü zarara karşı devlet güvencesi sağlamışlardır. Ticari yaşamı gözetmek amacıyla ‘’devlet sigorta sistemini” ilk kullanan ve ayrıca gümrük vergilerinde uyguladıkları indirimlerle ticari hayatı özendirmeye çalışan yine Selçuklular olmuştur.
Han ve kervansaraylar, bu aktif ortamın önemli görevler yüklenen kuruluşlardır. Issız yollar üzerinde kaleyi andıran görünümleri, zengin taş süslemeleri, gelişmiş mekan tasarımlar ile, mimari açıdan da etkisi büyük olan bu görkemli yapılar, belli bir ulaşım programının ve güçlü bir yol politikasının uygulanması bakımından titizlikle ele alınmışlardır.
Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı dönemlerinde inşa edilen kervansaraylarda, kervanlar askeri birlikler tarafından korunurdu. Kervansarayda kalındığı sürece yolcuların can ve malları teminat altına alınır, her türlü bakım ve hizmetlerin yerine getirilmesinden doğan giderleri karşılamak amacıyla vakıfları bulunurdu. Bu yapılar, seyahat ve ticareti güvence altına alan, sosyal dayanışmayı sağlayan nitelikleri yanında, gelen tacirlerin mallarını pazarladıkları durak yerleri ve ayrıca önceden depolanan erzak ile mühimmatın ordunun sefer zamanında ikmalini kolaylaştıran üslerdi. Genellikle yaya yürüyüşü ile 8-10 saati geçmeyen, deve yürüyüşüyle de bir gün süren 30-40 kilometrelik mesafelerde inşa edilmişlerdir.
İpek Yolu üzerindeki Selçuklu ve Osmanlı Kervansarayları
Anadolu Selçukluları tarafından bu ticari yollar üzerinde inşa edilmiş olan konaklama kuruluşlarından devlet büyükleri ve hayır sahipleri tarafından yaptırılanlara “HAN”, sultanlar tarafından yaptırılan ve diğerlerine göre daha büyük ve görkemli olanlarına “SULTAN HAN” denmektedir. O çağda, kırsal alanlarda kurulan han ve kervansarayların kaleye benzer, kalın ve sağır duvarlarıyla dışa kapalı yapılar olarak inşasını zorunlu kılan neden, güvenlik idi. İçlerinde yolcuların yatmasına mahsus odalar, atların dinlenmesi ve eşyaların korunması için bölümler, mescit, yıkanma yerleri, çeşmeler ile nalbant, doktor, veteriner, araba ve koşum onarım hizmetleri de yer almaktaydı.
Anadolu’da 200 Han ve Kervansaray yapıldı.
Han ve kervansaraylarda konaklayan yolcular din, dil, ırk farkı gözetilmeden üç gün kalabilir, hastaysa tedavi edilirdi. Günde iki öğün yemek verilen, banyo ihtiyaçları karşılanan, hayvanlarına bakılan ve yem temin edilen bu yolculardan üç gün süreyle hiçbir ücret alınmaz, tüm giderler vakıftan karşılanırdı. Bu vakıfların vakfiyelerinde nasıl yönetilecekleri, gelirlerinin neler olduğu, görevlilerin çalıştırılma şekilleri ve ücretleri açık olarak belirtilmekteydi. Yapılan araştırmalar sonucu, Anadolu’da yaklaşık 200 han ve kervansaray olduğu tespit edilmiştir.
”
.Üç mescid Müslümanların gönül dünyalarında çok özel bir yere sahiptir. Buralarda namaz kılmak onların her zaman özlemini duydukları, Peygamberlerine kendilerini daha yakın hissettikleri ve manevi susuzluklarını giderdikleri yerlerdir. Mekke'de Mescid-i Haram, Medine'de Mescid-i Nebevi ile Kudüs'teki Mescid-i Aksa, Hac ve umre ibadeti nedeniyle Mekke ve Medine'ye giden müminler manevi akülerini adeta tekrar şarj ederek büyük bir imani doygunluk ve mutluluk içinde yurtlarına dönerlerken üçüncü mescide gidememeleri nedeniyle de içlerinde her zaman bir burukluk hissederler.
Peki Mescid-i Aksa'nın önemi nereden gelmektedir? Malum olduğu üzere, Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblesiydi. Kabe kıble olmadan önce Müslümanlar namazlarını Kudüs'e, Mescid-i Aksa'ya doğru kılmaktaydılar. Allah Teala da isra gecesinde elçisi Hz. Peygamber'i Mekke'den alıp götürdüğü Mescid-i Aksa'nın bulunduğu yerin ve etrafının mübarek bir yer olduğunu İsra suresinin ilk ayetinde açıklamaktadır. Hz. Muhammed de pek çok hadislerinde burada kılınan namazın -Mekke ve Medine hariç- diğer mescidlerde kılınan namazlara göre daha faziletli olduğunu dile getirmişlerdir. Bu nedenle Mescid-i Aksa ve içinde bulunduğu Kudüs şehri Müslümanlar için aziz ve mübarek bir belde olagelmiştir. Tıpkı Yahudiler ve Hıristiyanlarca mukaddes olduğu gibi.
. Tarih boyunca Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında Kudüs'ü almak için yapılan savaşların kökeninde şehrin her iki tarafca kutsal kabul edilmesi yatmaktadır. İsrail'in 1967'de işgal ettiği Kudüs'ü ebedi başkent ilan etmesinin nedeni de aynıdır.
Osmanlı döneminde üç din mensubunun huzur içinde yaşadığı bu şehir, Türkiye'den Ürdün üzerinden karayoluyla hacca gidildiği ve bölgenin nispeten huzurlu olduğu dönemlerde hac güzergahı üzerindeydi. Hacılar Mescid-i Aksa'ya uğradıktan sonra Medine'ye gidiyorlar, oradan Mekke'ye geçiyorlardı. Böylece Hz. Muhammed'in içlerinde namaz kılınmasını teşvik ettiği üç mescidi de ziyaret etmiş oluyorlardı.
Mescid-i Aksa her Müslüman gibi benim yüreğimde de ziyaret edilecek yerlerin başında gelmekteydi. Bu nedenle bu yıl Ürdün üzerinden iki ziyaret gerçekleştirdim. İstisnasız her sokağını arşınladığım Eski Kudüs yanında Ramallah, Yafa, Tel Aviv, Eriha ve Beytullahim'e gitme imkanı buldum. Bu arada Mes'ade, Scrolls Cave gibi tarihi mekanları da gezdim. Gözlemlerimi ve tahlillerimi, bölgede ortamın sıcak olduğu, İsrail'in Gazze ve Batı Şeria'nın bir bölümünden çekildiği, duvarı tamamlama sürecini başlattığı şu günlerde okuyucularla paylaşmak istedim.
Sınırda:
Ürdün, İsrail'e en geniş sınırı olan ve nüfusunun çoğunu sığınmacı Filistinlilerin oluşturduğu bir ülke. Bu nedenle Ürdün-İsrail sınırı her zaman çok yoğun olmaktadır. Sınırın Ürdün tarafında Filistinliler ile diğer ülkelerin vatandaşları ayrı yerlerde pasaport işlemlerine tabi tutuluyorlar. Aynı şeyi İsrail tarafında da görüyoruz. Yüzlerce Filistinli itiş kakış içerisinde pek de insani olmayan bir muameleye tabi tutuluyorlar.
Ürdün'den İsrail'e geçiş şekline gelince; İsrail, Ürdün sınırıyla arasındaki yolcu taşımacılığını Ürdünlülere havale etmiş. Kudüs ve diğer Filistin şehirleri ile sınır arası yolcu taşımacılığını da Filistinlilere bırakmış. Bu nedenle, çıkış işlemlerinin ardından iki km.lik yol için Ürdün otobüsüne biniyoruz. Filistinliler ise ayrı otobüslerle taşınıyorlar.
İsrail sınırına vardığımızda, İsrailli askerler altı da dahil otobüsü boydan boya teftiş ediyorlar. Daha sonra muhtemelen içerideki yoğunluğun azalması veya başka sebeplerden dolayı 15-20 dakika otobüs içinde bekliyoruz.
Dönüşte Kudüs'ten sınıra doğru gelirken –Kudüs'e giderken olduğu gibi- pek çok kontrol noktasından geçmek durumunda kalıyorsunuz. Bindiğiniz taksi veya minibüsün altı kontrol edilip kaputu açılıp teftiş edildikten sonra pasaportlar tek tek yüzünüze bakılarak inceleniyor. Daha sonra şoföre içinde yolcu sayısını ve plakayı belirten bir kağıtla geçiş izni veriliyor. İkinci noktada şoför bu kağıdı polise verip alana geçmesi için yaklaşık 15 dakika beklemek durumunda kalıyor, tıpkı Ürdün tarafından girişte olduğu gibi. Bu arada yolcu sayısını belirten kağıdı alan polis bir yere telefon ediyor. Şoförün söylediğine göre, ilk kontrol noktasını arayarak kağıttaki bilgileri geçtiğimiz ilk kontrol noktasıyla teyit ediyormuş.
. İsrail'e girerken otobüsden indikten sonra bir şey dikkatimizi çekiyor: İsrail askerleri turistlerle ilk muhatap oluşlarında Filistinli elemanları aracı olarak kullanıyorlar. (Mescid-i Aksa'da dinlediğim bir vaiz, Filistin devleti kurulduktan sonra memuriyetler dağıtılırken İsraillilerle işbirliği yapanların durumlarının mutlaka göz önünde bulundurulacağını dile getiriyordu). Bunu yapmaktaki amaçları, yolcuların intihar eylemcisi olmaları riskine karşı kendilerini emniyete almak. Bu amaçla İsrailli asker 7-8 metrelik uzaklıkta beton veya demir bariyer arkasında durarak Arap elemana İbranice talimatlar veriyor. Yolcunun valizlerini alarak bir el arabasına koymasını istiyor. Sonra da aynı yolcunun pasaportunu alarak kendisine getirmesini istiyor. Burada hem pasaportun sırtına hem de valize aynı numarayı içeren bir etiket vuruluyor. Daha sonra valizler tüm işlemler bittikten sonra içeriden alınmak üzere yürüyen banda konuluyor. Bunların içeride nasıl bir kontrolden geçirildiğini bilmiyoruz ama tüm arama ve işlemler bittikten sonra valizlerimizi iç salonda hazır halde buluyoruz. İsrail'den çıkarken de benzer işlemlerle tabi tutuluyoruz ama bu sefer valizlerimiz salona alınmadan direk Ürdün otobüsüne konuyor. Tamamen korku üzerine inşa edilmiş ama çok disiplinli ve katı bir uygulama.
Valizleri teslim ettikten sonra x-ray cihazından geçmek için sıraya giriyoruz. Ara işleri yapan Arap eleman pasaportlarımız yanında kemerlerimiz de dahil metal herşeyi çıkarıp cihazın yanındaki masanın üzerine, İsrail askerinin önündeki küçük sepete koymamızı istiyor. Küçük çantaları olanların da bunları yürüyen banta koymasını söylüyor. İlk Filistin ziyaretimde bu noktadan sorunsuz geçmiştim ancak ikincide ceplerimi boşaltmama rağmen cihaz her girişimde ötünce ayakkabılarımı yürüyen banta koymamı söylediler. Bunu yapınca cihazın içinden çorapla yürüyerek geçmek durumunda kaldım. Çoğu insan belki de alışmış olduklarından bu manzaraya gülüyorlardı ama insan bir taraftan kemerini bağlamaya diğer taraftan da ayakkabısını giymeye çalışırken kendisini aşağılanmış hissediyor.
. İlk Filistin ziyaretimde burayı geçtikten sonra pasaport işlemleri için yabancılar için ayrılan bölümde sıraya girmiştik ancak bu sefer yeni konulmuş bir makinenin içinden geçmemiz istendi. Önümde bulunan Filistin asıllı Amerikalı yolcu bu makineye asla girmeyeceğini zaten önceki cihazdan geçmiş olduğunu söyledi. İsrailli asker ile aralarında bir münakaşadır başladı. Tavizsiz ve ödün vermeyen bir disiplin anlayışına sahip olan İsrailli asker ona en son olarak "öyleyse geldiğin yere, Amman'a geri döneceksin" dedi. O da naçar kalıp geçmek durumunda kaldı. Sıramız gelince asker makinenin ortasında durmamızı söyledi. Ne olacak diye dikilirken içinde çeşitli aralıklarla bulunan kollardan başımıza ve her yerimize kuvvetli bir şekilde hava püskürtüldü. Dezenfekte mi edildik yoksa başka bir kontrolden mi geçirildik bunu anlayamadım. Çıkarken "neydi bu" diye dönüp baktığımda, içerisindeyken çeşitli açılardan birkaç fotoğrafımın çekilmiş olduğunu gördüm.
Pasaport işlemleri için ana salona girdiğimizde Filistinlilerin bir tarafta yığıldığını görüyoruz. Gözlerinde yorgunluk, aşağılanmışlığın verdiği makusiyet ve işlerini bir an önce bitirmek için İsrail askerlerine zoraki gösterdikleri ama sonuçta hiçbir fayda temin etmeyen sözde güler yüzleri içinizde düğümlerin oluşmasına neden oluyor. Bir insanın kendi yurduna girmek için bir başkasından izin istemek durumunda kalması ve bunu da eğilip bükülerek yapmak durumunda kalışı insanda ister istemez inkisara neden oluyor.
Araplarla İsrailliler arasındaki Ali-Cengiz Oyunu:
Sınırda resmi işlemleri yapmaya geçişimden önce, Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki traji-komik oyuna değinmek istiyorum. Arap ülkelerinin çoğu vatandaşlarına İsrail'e gitmeyi yasaklamış durumda. Bunlardan biri olan Suriye devleti ülkelerini ziyaret etmek isteyenlere İsrail'i ziyaret etmemiş olma şartını getiriyor. Suriye sefaretlerine vize için başvurduğunuzda doldurmanız gereken formda "işgal edilmiş Filistin topraklarını daha önce ziyaret ettiniz mi" diye masumane bir soru soruluyor. Siz bu tuzak sorunun niye sorulduğunu bilmezseniz ve çeşitli nedenlerden dolayı "evet" kısmını işaretlerseniz Suriye size vize vermiyor. Vize vermiş olsa bile, Suriye'ye girişte İsrail'e gittiğinizi anlarlarsa sizi Suriye'ye sokmuyorlar. Nitekim, pasaportunun arkasına İsraillilerin yapıştırmış olduğu valiz etiketini sökmeyi ihmal eden bir dostumuz vize almış olmasına rağmen Suriye'ye sokulmamıştı.
Suriye ve diğer pek çok Arap ülkesi İsrail'e gitmeyi bu şekilde önlemek isterken (ki bazı Arap devletlerinin pasaportlarında "bu pasaportla İsrail'e girilmez" ibaresi bulunmakta) İsrail pratik bir çözüm bularak Arapların sözde engellemesini çok basit bir yolla aşmış durumda. Bu nedenle, istemeniz durumunda sefaret vizeyi kağıda basmakta; sınırda da ad-soyad, pasaport numaranız, İsrail'de kaç gün kalacaksınız gibi sorulara yanıt isteyen bir form doldurmanız istenerek bütün işlemler bu kağıt üzerinde bitirilmektedir. Böylece pasaportunuza hiç dokunulmamış olmaktadır.
İsrail kendince bu sıkıntıya bir formül bulmuştu ancak Ürdün tarafı çıkış ve girişlerde mühür bastığından dolayı Suriyeliler pasaporta İsrail vizesi basılmamış olsa bile bununla İsrail'e girildiğini anlıyorlar ve Suriye'ye girişe izin vermiyorlardı. Çünkü Ürdünlülerce basılan çıkış-giriş mühürleri bir yerlere gidildiğinin deliliydi. Bu da İsrail'di. Ancak neredeyse bütün geliri sadece turizmden olan ve bu alanın bütün inceliklerini bilen Ürdünlüler oldukça döviz kazandıkları bu sıkıntıyı vize işlemlerini sadece bilgisayara girerek halletmiş durumdalar. Böylece hem çıkışta hem de girişte işlemleri bilgisayara yapıyorlar ve çıkışta aldıkları 10 YTL.lik makbuzun arkasına bir mühür basarak işlemleri bitiriyorlar. Bu yolla başta Suriye olmak üzere Arap ülkelerinin sözde engeli aşılmış oluyor.
Ali-Cengiz oyunu esasında her alanda sürmektedir. Bu nedenle de Arap ülkelerinin İsrail'le ilişkileri esasında tam bir paradokstan ibarettir. Bu devletlerin çoğunun İsrail ile resmi düzeyde ilişkisi bulunmamakta, ilgili devletlerin liderleri görünürde İsrail'e karşı çok katı bir tutum takınmaktadırlar. Ancak aynı ülkeler İsrail'le ilişkileri en iyi düzeyde olan Ürdün'ü cezalandırmak yerine maddi destekte bulunmaktadırlar. Örneğin İsrail ile kanlı bıçaklı görüntüsü veren Suriye yaklaşık iki ay önce Ürdün'e su yardımı yapmaya başladı. Arabistan ise üç ay öncesine kadar petrolü Ürdün'e maliyetine vermekteydi. Bunların nedenleri ve yorumları ebette siyaset bilimcilere ve uluslar arası ilişkiler uzmanlarına düşmektedir ancak Arap halkları kendilerini yönetenlerin tutum ve davranışlarını çok güzel anlamakta ve çözümlemektedir. Baskıcı rejimler nedeniyle bunların seslendirilemeyişi bizleri yanıltmasın. Dolayısıyla İsrail ile açık ilişki içine giren Mısır gibi ülkeler diğerlerine göre daha dürüsttürler.
.Burada yeri gelmişken, Ürdün Üniversitesi'nin rehberliğinde Ürdün İsrail sınırında katıldığım bir geziden bahsetmek istiyorum.
Ürdün sınır boyundaki sıkı denetimler ile her tarafa serpiştirilmiş gözetleme kuleleri bizleri şaşırtacak boyuttaydı. Hatta İsrail sınırının Ürdün tarafından korunduğu gibi bir izlenim edindim. Sınır komutanına buralarda olay olup olmadığını sorduğumda, arada bir çalışmak için İsrail'e kaçak gitmeye çalışanları yakaladıklarını bunun dışında olay olmadığını söyledi. İsrail'le Ürdün arasında yer alan Ölü Deniz'e gitmek istediğinizde de önünüze çıkan pek çok denetim noktası sınırı korumaya verilen önemi göstermektedir. Hatta bir defasında kiraladığım arabayla akşam dokuzda Kerak tarafından Ölü Deniz'e gitmek istediğimde, gerekli izni almadığım gerekçesiyle ilk kontrol noktasında geri çevrildim. Hava karardıktan sonra yabancıların izin belgesi olmadan buraya inmelerine izin verilmediğini 130 km. boş yere gittikten sonra öğrenmiş oldum.
Uygulanan çok sıkı denetimler nedeniyle Ürdün'ün etrafındaki komşulara göre en huzurlu ve güvenilir ülke olduğunu itiraf etmek durumundayız. Körfez ülkelerindeki zengin-fakir Arapların tatil için doğal zenginlik fakiri Ürdün'ü tercih etmelerinin nedenlerinden birisi budur. (Bu arada yazları Ürdün'ü dolduran Iraklı, Faslı, Tunuslu ve Cezayirli genç kızları da anmamız gerekir). Arsa ve daire fiyatlarının fırlamasına neden olan binlerce zengin Iraklının Ürdün'ü seçmeleri de aynı sebeptendir.
. İnsanı takatsiz bırakan bekleyiş:
Yeşil pasaportum nedeniyle önceden İsrail sefaretinden vize almam gerekmediğinden, yukarıda bahsettiğim formu doldurarak yabancıların kuyruğa girdiği yerde bir buçuk saat ayakta sırada bekledim. Sıram gelince pasaportumu görevli askere teslim ettim. Görevlinin pasaportumla bir yerlere birkaç kez gidip gelmesinin ardından, yaklaşık yarım saatte işlemlerimi tamamladım. Kağıda mühür vuracağı zaman da Suriye dönüşümü ne olur ne olmaz diyerek garantiye almak amacıyla "lütfen pasaportuma mühür basmayın" hatırlatmasında bulundum. O da sebebini bildiği halde nedenini sordu. Ben de ülkeme Suriye üzerinden döneceğimi söyleyince "durumun farkındayım" cevabını verdi.
Ailemle yaptığım ikinci Filistin ziyaretimde ise pasaport işlemleri için tam 4,5 saat bekledim. Sıra kendime gelip pasaportumu uzattığımda ilgili görevli sefaretten vize almamız gerektiğini söyledi
. Ben artık her yarım saatte bir durumu kendisine sormaya ve her defasında da "bekleyin" cevabı almaya başladım.
Yaklaşık 4 saat sonra Amerikalı bayanın adını anons edip pasaport işlemlerini tamamladılar. Bu arada kendisinden yazı örneği aldılar. Bundan bir yarım saat sonra ise pasaportlarımızın bırakıldığı odadan çıkan bir bayan "vizeniz olmadığı için sizi Amman'a geri göndereceğiz" dedi.
Beynimden vurulmuşa döndüm. Beklemekten asabım iyice bozulmuş bir halde bu pasaporta vize gerekmediğini söyledim. Bana "bu pasaport diplomatik değil. Dolayısıyla sefaretten vize gerekiyor" dedi.
Bununla vizesiz olarak Avrupa'ya gittiğimi, daha önce de İsrail'e girdiğimi söyledimse de çok katı bir tutum sergileyerek bizleri valizlerimizin bulunduğu salona aldı. "Valizlerinizi şuradan alın. Geldiğimiz yerden geri çıkacağız" dedi.
Bense bu arada ona derdimi anlatmaya, yapılan işin yanlışlığını ifade etmeye çalışıyorum. Bayan askerin ise beni dinlemeye hiç niyeti yoktu.
..
10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29
30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56
..... |
Nil’in sularıyla bereketlenen topraklar |
Necmettin Çakmak-Milli Gazete-13.06.2005 |
Burası Kahire…
Kahire Mısır'ın başkenti olmasının yanında Afrika kıtasının da en büyük şehirlerinden. Nüfusu, 18 milyona kadar çıktığı söyleniyor. Gündüz ve gece her yerden insanlar çıkıyor karşınıza.
Bir başka dünya aslında Kahire. Zaten buraya gelenler ya burayı çok seviyor bir kez daha gelmek istiyor, ya da nefret edip bir daha uğramıyorlar. Kahire'de gezecek ve yapacak çok şey var. Bir yanda binlerce turist akın akın buraya akarken, bir yanda yıllardan bu yana değişmeyen şehir...
Kahire Havalimanı’a iner inmez, dünyada çok az havalimanında karşılaşacağınız bir manzara sizi bekliyor. Körüklerden çıkar çıkmaz banka şubeleri. Bunların burada ne işi var diye düşünürken, biraz sonra nedenini anlıyorsunuz.
Ülkeye giriş için vize almadıysanız, bu bankalara kişi başına 15 dolar yatırarak vize alabiliyorsunuz. Bu iyi bir kolaylık gibi gözükse de, bu bankaların vize için hazırlanan özel pulu sattıklarını size kimse söylemiyor. Paranızı verip vize pulunu alıyorsunuz. Yine ilginç bir şekilde pulu kendiniz pasaporta yapıştırıyor ve pasaport bankoları önünde sıraya giriyorsunuz. Sıra size gelince görevli polisler hemen işleminizi yapıyorlar ve pasaportuna el koyup, sizi sıra sonuna gönderiyorlar. Hatta ‘sıra dışına çıkın orada oturun’ diyorlar. Şaşırıyorsunuz. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorsunuz. Ama yorulmayın. Amaçları, pul alarak vize alanları bilgisayara geçirmek ve isimlerini kontrol etmek. Ama bunu size kimse söylemiyor.
Sıra sonunda, oturarak bir müddet bekliyorsunuz. Sonra bir polis gelip elindeki pasaportları isimleri okuyarak dağıtıyor.
Sabırla bekleyin. Çünkü özellikle Mısır'da aceleye hiç gerek yok. Öyle acele edip de işinizi bir an önce bitirmeye kalkmayın. Daha çok dikkat çekiyorsunuz. O zaman da görevliler, "Bu adam niye acele ediyor. Demek ki sakladığı bir şey var" diyerek sizinle özel olarak ilgileniyor.
Pasaportu kaptıktan sonra, bulduğunuz boş kapılardan içeri girin. Tekrar sıraya girmeyin çünkü sizin işiniz bitti. Valiziniz varsa onu alın. Yoksa sağ tarafta bulunan gümrük bölümüne gidin. Burada yeşil ve kırmızı hatlar var. Her yerde olduğu gibi. Ama nereye girerseniz girin sizi mutlaka kontrol ediyorlar. Özellikle de çantanızda video kamera varsa özel ilgi gösteriyorlar. Bunu pasaportunuza yazmak istiyorlar. Çünkü ülkede 10'larca yıldır en tehlikeli maddelerden biri video kamera.
Nil onlar için hayat
Kahire'de gün, çöl sessizliğiyle doğuyor sabaha. Önce köylü kadınlar 'güneş ekmek'lerini hazırlamaya başlıyor çoluk çocuğuna. Fellahlar rızklarını toplamaya çıkıyor Nil'in sularıyla bereketlenen tarlalarında. Nil her sabah olduğu gibi ekmek dağıtmaya başlıyor yine insanlara. Balıkçı tekneleri, yolcu tekneleri bir bir bırakıyorlar kendilerini gittiği her yeri yeşile boyayan bu sihirli suyun kucağına. Nil bizim için ne kadar rüyaysa, onlar için işte o kadar hayat, Mısırlıların damarlarına akıyor adeta. Kana kana içilen su oluyor Nil buralarda.
Dünyanın en uzun nehirlerinden Nil, Mısır’ın ortasından geçen, halka yaşam ve geçim sağlayan bir kaynak. Üzerinde 14 köprü, 3 ada var. Tüm sanayileşmeye rağmen hâlâ tertemiz ve yeşil. Nil’de gezinti Kahire seyahatinin olmazsa olmazlarından. İki alternatif var: "Felluka" adındaki beyaz yelkenli teknelerle ya da ‘Nile Cruise’da akşam yemeği ve geleneksel Mısır gecesi eşliğinde Nil gezintisi yapılabilir. O Nil ki çöle hayat veriyor. Bize de ferahlık huzur vermez mi acep? Aman yarabbi! O ne muhteşem bir güzellik. İnsan; Tales'in "Bütün hayatın ve canlıların başlangıcı sudur" sözünü, Nil'de gezerken daha iyi anlıyor. Bembeyaz çölde, yemyeşil ve ılık bir nefes, işte Nil bu. Onun geçtiği heryerde hayat var, onun olmadığı yer ise çöl... Sizi temin ederim ki, sırf Nil'de bir saatlik motor turu için Mısır'a gelmeye değer.
Mısır, tarih boyunca bilinen en eski uygarlıklardan biri. Sivilleşmiş, yerleşik düzene geçip kentleşmiş coğrafyaların en eskilerinden. Mısır denildiğinde ilk akla gelenler ise piramitler, çöl ve develer. Bir Mısırlıya göre ülkesi önce Nil Nehri demektir. Çünkü, Nil, onlar için asırlardır hayat iksiridir, vazgeçilmezdir. Öyle ki, geniş topraklara sahip Mısır’da hayat yalnızca Nil çevresinde dönüyor. Geçim kaynakları, zevkler, inançlar Nil ile çakışıyor bir noktada.
Mısır'ı Mısır yapan başka özellikler de var. Tarih kokulu coğrafyalar ziyaret edilirken hissedilen şey ‘zamansızlık’tır. Zamandan sıyrılır kişi. Renkler, sesler, yüzler geçmişe dönmüştür. Gezilen yöre bir masal diyarıymış gibi içine alır modern zaman seyyahını.
“Yavaş yavaş Hasan Şaş”
Türkler burada çok seviliyor. Mısır'da en ünlü Türk ise Hasan Şaş. Öyle ki Türk olduğunuz öğrenilir öğrenilmez "Yavaş yavaş Hasan Şaş" tezahüratı yapılıyor.
İstanbul Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali işletmecisi TAV’ın (Tepe-Akfen-Ventures) aralarında inşaat devi Bin Ladin Group’un da aralarında bulunduğu yedi grupla yarışarak aralık ayında kazandığı Kahire yeni havalimanı iç ve dış hatlar terminal inşaatının temel atma töreni için bulunduğumuz Kahire’de ilk gün Han el Halil Çarşısı’nın yolunu tuttum.
1382 yılında Memluk Sultanı Berkuk'un at bakıcısı tarafından kervansaray olarak inşa ettirilen ve Osmanlı döneminde bir ticaret merkezine dönüştürülen bu çarşı bizim Kapalı Çarşı’ya benziyor. Burada dar sokaklardaki küçücük dükkanlarda, her türlü hediyelik eşyayı bulmak mümkün. Satıcıların tümü Arapça ve İngilizce hariç en az bir dil biliyor. Ağır baharat, yemek kokuları ve sıcakta bunalmışken, Türk olduğunuzu anladıklarında sıcacık yaklaşımları yüzlerde tebessüm oluşturuyor. Eski Mısır’a dair tüm simgeleri, kişileri bilseler de söz konusu bilgileri yalnızca ticari maksatla kullanıyorlar; taştan hediyelik piramitler, sfenksler, firavun heykelleri satarak. El Halil Çarşısı’nda oldukça uygun fiyatlara altın, gümüş, mercan, turkuaz gibi mücevherler mevcut. Zaten Mısır’ın genelinde taşlar, altın ve deri çok ucuz.
Kahire caddeleri F1 pistlerini andırıyor
Kahire'de havaalanından çıkar çıkmaz dikkati ilk olarak trafik ve trafikte seyreden araçlar çekiyor. Araçların çoğu hurdadan çıkmış gibi. Farları bulunmayan, camları kapanmayan, tamponları iple bağlanmış, kapı tutacakları sökülmüş birçok araç var Kahire yollarında.
Ancak tüm bu dış görüntüye inat birçok aracın içi bir vitrin gibi süslü. Şoförlerin çılgınlığı ise trafiğin tuzu biberi. Trafik kurallarının işlemediği Kahire’nin caddeleri F1 pistlerini kıskandırıyor. İsteyen istediği şeride girip, çıkıyor. Trafik ışığı ve yol çizgisi yok.
Trafik kazaları nedeniyle yaralanan ya da hayatlarını kaybedenlerin "zayiat" olarak nitelendirildiği şehirde en kolay para kazanma yolu da trafik polisi olmak. Bütün gün oturuyorlar ve varlıklarını hissetmeniz için iyi bir gözlemci olmak zorundasınız. Şaşırtıcı olan ise tüm bu olumsuz tabloya rağmen, Kahire’de kaza oranı çok düşük. Büyük çoğunluğunda ya hasardan ya da gereksiz olduğunu düşündüklerinden çıkartmış olabilecekleri dikiz aynası eksikliği de dikkatimi çeken bir başka olguydu. Bu arada şunu da öğrendim ki, o da "cana geleceğine mala gelsin" anlayışının hakim oluşuydu. Bir de yollardaki kalabalıklar vardı. Her sabah milyonlar sokaklara dökülüyor, neredeyse omuz omuza, bir yandan diğer yana koşturuyorlardı. Binlerce yüz, iyisinden kötüsüne çeşit çeşit koku, gülme, bağırma ve konuşmanın oluşturduğu ses cümbüşü... Ve onların üstünde yeryüzünün tüm renklerinden oluşan giysiler. Tüm bunlar, insanı başka bir boyuta taşıyan, hoş bir sersemliğe sürükleyen, kendinden geçiren görüntü ve ses karmaşasına neden oluyordu. Bu karmaşanın içinde ilgimi en çok siyah-beyaz taksiler çekti. Ve mevcut taksimetreler çalışmıyordu. Şoförler yerli halka ve turistlere ayrı tarifeler uyguluyorlardı.
El Ezher’den yükselen Allah-u Ekber sesleri
Türkiye sevilen bir ülke Mısırlılar için... Kölemenler (Memlûkîler) günlerini de, ardından gelen Kavalalı Mehmet Ali Paşa günlerini de Türkler'in kendilerini yönettiği dönemler olarak biliyor Mısırlılar. Her üç kişiden en az biri, "Benim atalarım Türk'tü" diye övünen insanlar buralılar. Türkiye'nin ülkedeki temsilî varlığı da büyük devletlerle eşdeğerde; en kalabalık büyükelçiliklerden biri bizimki, yeri ve görkemi de ona göre... Labirent benzeri sokakları arşınlamaktan yorulunca, yine çarşı kadar ünlü El Fis Hawi adlı nargile kahvehanesine oturduk. İşte burası M. Akif Ersoy'un Mısır'daki yıllarında oturduğu, nargile içtiği, şiirlerini yazdığı tarihi bir kahvehane. Gözler Akif'i nargilelerin dumanlarında, marpuçlarında aradı ve hüzünlendik! İçi büyük boy aynalarla kaplı bu asırlık kahvede, naneli çayımı yudumlarken, Mısırlı yazar Necib Mahfuz'un, bunca gürültüye kafasını takmadan, kelimeleri peşpeşe nasıl dizdiğini de düşündüm. Sokaklarda mutmain yüzler seline kapılmış gidiyorken şehrin gölgeli, buğulu havası yerini birden bire mor günbatımına bırakıveriyor. İşte o anda kulağınıza yanık, tanıdık bir ses ulaşıyor: Ezan sesi! El Ezher Camii'nden yükselen 'Allah-u Ekber' sesi hatırlatır zamanı insanlara. Kübik yapıları, köşeli minareleriyle Mısır camileri, Mısırlı Müslümanları tempolu bir okumayla 'selah'a çağırıyor. Size bir anda Kahire’de; aynı dinin ve ortak tarihin birleştirdiği dost ve kardeş ülke Mısır’da olduğunuzu hatırlatıveriyor!
10. yüzyılda Fatımiler'in kurduğu El Ezher Cami ve Üniversitesi, Mısır'ın en önemli kültür merkezlerinin arasında yer alıyordu ve almaya devam ediyor. Bir zamanlar Türkiye’den binlerce öğrenciye evsahipliği yapan bu külliye, şimdi sadece 200 kadar Türk öğrenciyi ağırlıyor. YÖK’ün despotik uygulamaları sonucunda denkliği kabul edilmeyen bu üniversite biz Türkler için mahzuniyetin ifadesi olsa da İslam Dünyası için bir Oxford olmayı sürdürüyor. El Ezher yabancıları bünyesine çekerken, Mısırlı gençler ise dünya devlerinin okulları tarafından paylaşılamıyor.
Camide namazı eda ettikten sonra tekrar çıktığım sokaklarda her köşede bir seyyar arabada, pide içinde fasulye ezmesi satılıyordu. Kahve önlerinde oturanlar nargileye dalmışlardı. Kasaplar etlerini, dükkanların önüne gerdikleri iplere asmışlardı. Onların hemen yanında, leğen içinde, temizlenmiş işkembe ile paça satılıyordu. Bir kadın, sepet sepet hurmaların ardında müşteri bekliyordu. "Ayş" denen pide yığınlarının önünde oturan kadınlar, "buyurun, buyurun" diyerek beni çağırıyordu.
Derken, tekrar ezan sesiyle içinde bulunduğumuz egzotik atmosferden sıyrılıyoruz. Han Halil ve El Ezher’le aynı bölgede bulunan İmam Hüseyin Camii ve türbesine gidiyoruz. Peygamber Efendimiz’in (A.S) mübarek torunlarından olan Hz. Hüseyin’in (Ra) kafasının defnedildiği türbe ile iç içe bulunan camide yatsı namazını eda ediyoruz. Bu arada türbede dua eden, ağlayan onlaraca insan.
Putların sergilendiği müze
Piramitlerden sonra Mısır Tarihi Eserler Müzesini ziyaret ediyoruz. Buraya Firavunlar müzesi demek daha doğru olacaktır. 2 kat ve 40-50 civarında odadan oluşan bu müzede, putun her çeşidini bulabilirsiniz. Ağaçtan, mermerden, taştan onlarca çeşit heykel, bütün Mısır Firavunlarının heykelleri ve mermerlerden oyulmuş, üzerinde resim kabartılmış tabutları.
Ayrıca o dönemde kullanılan her türlü ev eşyası, takı, gerdanlık, keser, kaşık vb. ev aletleri, ok, yay, hayvan figürlü sedyeler, saray malzemeleri, altından tapınak maketleri, hayvan kabartmaları ve daha yüzlerce çeşit tarihi eser. Şimdi de İslam Eserleri Müzesi... Mısır'da hüküm sürmüş bütün İslam devletlerinin Kur'an-ı Kerimler, çeşitli sanat eserleri ve kılıç vb. savaş aletlerinin yanı sıra, tahta oymacılık eserleri, mihrap, ahşap tavan ve daha birçok süsleme eserleri... Firavunların kalıntılarından sonra, İslam eserlerini görmek, doğrusu iman aydınlığı veriyor ruhlarımıza...
Piramitlerin mesajı neydi?
Kahire’de ikinci gün yoğun bir program bizi bekliyordu. Rotamız Giza bölgesi. Dünyanın yedi harikasından biri olan bu bölge Kahire’nin ve Nil’in batı kıyısında kalıyor. Bir vadi içerisinde bulunan ve yıllardır birçok gezginin Mısır seyahati için ilk sebep olduğu piramitler bu bölgede bulunuyor. Bugün bunca teknolojik imkana rağmen, pramitlerin bir benzeri yapılamıyor. İnsan aklı, çölün ortasında, 800 km. uzaktan getirilmek sureti ile, her biri 10 ila 15 ton arasında değişen, sadece birisinde 2,5 milyon taşın üst üste konulması ile 300 yılda meydana getirilmiş devasa yapıtın sırrını hâlâ çözebilmiş değil.
Ülkenin farklı bölgelerinde 110 piramit var. En meşhurları ise herkesin bildiği gibi Keops, Kefren ve Mikerinos. Bu piramitler isimlerini mumyalarına yataklık ettikleri firavunlardan almış. Keops ve Kefren tüm dünyanın tanıdığı "tarihi ve kültürel markalar" niteliğinde. Özellikle Keops devasa bir yapı. Her biri 10—15 ton ağırlığındaki 2 milyon 500 bin blok taşın üst üste yerleştirilmesiyle ve 100 bin işçi tarafından 30 yılda tamamlanmış. Ama bu piramitlerin bir anlamı, bir iddiası,bir mesajı olmalı diye düşünüyoruz. Bu, Firavunların tam bir güç gösterisi; acaba, "Yer tanrısı benim, gök tanrısına, yaptırdığım bu merdivenlerle ulaşmak, onu yok etmek istiyorum, ona isyan ediyorum. En büyük benim" mi denmek isteniyor? Hz. Musa'nın Allah'la konuştuğu Turi Sina'yı görmesekte, anlatılanlara itimatla, Piramitlerin sanki bu dağlara nispet yapıldığı kanaati doğuyor bizde. Allah (C.C.), kulunu (Hz. Musa'yı), konuşmak üzere, iki ihtişamı mukayese edebilmesi için, Turi Sina'ya çağırıyor. O taşların taşınmasında hayatını kaybeden, belki de yüz binlerce işçi/köle anısına, tüm mazlumlara Allah'ın bir ibret, cesaret müjdesi: "Ey zalimler biliniz ki hiçbiriniz zulumde ve isyanda Firavunları geçemeyeceksiniz. Onu ise, kekeme ve yetim bir çocuk olan Hz. Musa yeryüzünden sildi. Zalimler için yaşasın cehennem!...
Tarihin en önemli medeniyetlerinden birinin doğduğu ve izlerini taşımaya devam eden bu topraklar her sene tam 5 milyon turisti ağırlıyor. Ne var ki, bu devasa yapıları toz ve kir içinde gezmek zorundasınız...
Ölüler şehrinde yaşayan diriler
Müzeden çıktıktan sonra Peygamberimizin torunu, Hz. Ali’nin kızı Seyyide Zeynep Camii’ne gidiyoruz. Çift şeritli yolların refüjlerinde, ağaç gölgesinde, bazıları sere serpe uzanmış yatıyor, bazıları seyyar satıcılık yapıyor, hatta saçını kestiriyor yüzlerce insan.
Yol boyunca Enver Sedat’ın öldürüldüğü tören alanı, sol tarafımızda Ezher Üniversitesi’nin fakülte ve hastanelerini görüyoruz. Yol boyunca boz sarıya boyanmış ve çatısız binalar dikkatimizi çekiyor. Meğerse, evlerin çatısının olmamasının sebebi hükümetin çatı vergisi almasıymış. Garip bir uygulama! Ancak, biz Türklerin Türkiye’de asfalt vergisi ödediği düşünülünce aslında bu uygulamayı çok da garipsememek lazım.
Yine savaş sonrası harabeyi andıran, duvarları kalın yüzlerce evden oluşan garip yerleri soruyorum rehberimize; “Buralar mezar evlerdir. Kahire’de üç milyon kişi bu evlerde yaşar. Bu evlerin altları mahsendir ve o mahzenlere ailenin ölülerini koyarlar. Çürüyünce, kalan kemiklerini de bahçe gibi yerlere gömerler...” diyor. İtiraf etmeli ki, tüylerimiz diken diken oluyor.
Nasır döneminde oturma izin verilmiş
Ölüler Şehri mezar evlerden oluşan genişçe bir bölge. Mezarlıklar; kapısı, penceresi olan ve odalardan oluşan evler biçiminde yapılmış. Tek katlı evler görünümündeki mezarlıklar da, yakınlarını kaybeden Kahirelilerin bir süre yaşadığı anlatılıyor. Aile fertlerinden biri vefat edince o aile kendilerine ait olan mezarevinin alt katına defin işlemini gerçekleştiriyormuş. Definden sonra üst kata çıkan yakın akrabalar bir süre burada yaşayarak taziyeleri kabul ediyor. Bu gelenek halen sürmesine karşın Kahire çok fazla göç alan bir şehir olduğu için de zamanla yoksul göçmenler bu mezar evlerde yaşamaya başlamış. Toprağın altına ölülerin gömüldüğü, içinde ise insanların yaşadığı evleriyle “Ölüler Şehri” Kahire’nin keşmekeşine nazaran her zaman sessiz. Adeta, yaşayan kimse yok.
Aslında biz oraya gitmeden epey uyarılmıştık. Çünkü gerek burada yaşayan aileler gerekse Mısır hükümeti bu bölgenin haber yapılmasını istemiyor. Çünkü, milyonların burada yaşadığının duyulması Mısır için sorun olabiliyor. Libya Lideri Muammer Kaddafi bir dönem Mısır’la araları bozulduğunda bu evleri gündeme getirmiş, Mısır hükümetini ayıplamak için “siz insanları mezarda yatırıyorsunuz” demişti.
Yüksek duvarlarla çevrili, sokakları, çölden kopup gelen kumlarla örtülü bu semtte yoksul kesim, ölülerle içiçe yaşıyorlar. Yarısı mezar olan evlerin önüne oturmuş kadınlar, yoksul giysileri içinde koşturan çocuklar, fotoğraf çektiğimde “bahşiş” nidalarıyla etrafımı çevirenler, üstüste yığılmış çöpler, buradaki yaşamın bir bakışta gözüme çarpan görüntüleriydi.
Başkent Kahire’nin Kadim Kahire (Eski Kahire) bölgesinde bulunan Ölüler Şehri’ne Mısır’ın 2. Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır döneminde, kırsal kesimlerden gelenler için oturum izni verilir. İsrail savaşlarının ardından Mısır’ın iskan politikasındaki belirsizlikler, Ölüler Şehri’ne göçü hızlandırır. Tarihi eser niteliğindeki mezar evler tek kat ve iki odadan oluşuyor.
Mezarlar çoğu kez evin bahçesinde, ya da bir odasında bulunuyor. Mezar evlerde yaşayan halk, çoğu kez bir odada yaşamak zorunda. Memluklular’ın ihtişamlı birer sanat eseri olarak bıraktıkları türbe ve ev tipi bahçeli mezarlar sadece Mısır’da bulunuyor.
“Burada yaşamak çok normal”
1960’lı yıllardan itibaren mezarlarla iç içe yaşamaya başlayan halk, mezar evlerde yaşamaktan ötürü herhangi bir korku duymadığını belirtiyor. Ölüler Şehri’nde 7 yıldan beri yaşayan Osman İbrahim (70) evinin içinde mezar olmadığını söylüyor, fakat yaşadığı yer bir mezar ev. Evinin bahçesinde bir mezar bulunan ve tek odalı bir yerde yaşayan 3 çocuk annesi Ayşe Halime (40) ise, “Burada yaşamak çok normal, hiçbir korkum yok” diyor. Mısır’da halk 3 sınıfa ayrılmış. Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde yaşayan eğitim seviyeleri ve maaşları yüksek kentli insanlar. Nil kıyısına yerleşmiş, tarımla ya da el sanatlarıyla uğraşan köylüler. Çölde yaşayan ve hayvancılıkla uğraşan bedeviler. 76 milyonluk nüfusun yarıdan fazlası ise Nil Deltası’nda yaşıyor.
Türk gençlerini kuşatma altına alan pop kültürü Mısırlı gençleri de tesir altına almış. Caddelerde arabaların içinden yükselen yüksek volümlü yabancı müzikler bunun en bariz göstergesi. Mısır’da da bizdeki gibi popstar türü yarışma programları düzenleniyor.
Elveda Nil, elveda Mısır!
Bizler Kahire ile sınırlı olan proğram dolayısıyla İskenderiye başta olmak üzere Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Hz. Musa’nın (a.s.) beldesi Sina Dağı gibi önemli olan beldeleri göremedik. Ancak, anlatılanlar bizi en kısa zamanda buralara tekrar sürükleyecek gibi gözüküyor.
Evet sırada Kavalalı Mehmet Ali Paşa kalesi, cami ve türbesinden oluşan muhteşem bir eserler manzumesi var. Kale, Selahattin Eyyübi zamanında başlanıp, Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanında tamamlanmış devasa bir yapı... Yirmi cüneyh verip giriyoruz. Türbenin hemen yanında şu an müze olan Mehmet Ali Paşa’nın konağı var. Konak da konak yani. İlk günkü ihtişamı ile karşılıyor sizi. Sağlı sollu, o zamandan kalma halılar, koltuklar, ev eşyaları karşınızda, Kavalalı oturmuş (maket) nargile içiyor, 6 arkadaşı ile birlikte adeta mumyalanmış.
Sonra çalışma odasına giriyorsunuz. Çalışma masaları divan meclisi toplantı yerleri... Alınan kararları merak etmeye fırsat kalmıyor; kapıyı çıkınca 1.5 m. çapında, üstü demir parmaklıklarla örtülü bir kuyu görüyoruz. Bir de öğreniyoruz ki, orası M. Ali Paşa’nın Tolunoğullarının üst düzey yöneticilerini öldürüp attırdığı, Nil’den getirilen bir su kanalı imiş!... Eh ne diyelim, şimdi herkes gibi o da onlarda yüce divandalar!... Mısır Milli Askeri Müfrezesi var. M. Ali Paşa’dan, Enver Sedat’a, Hüsnü Mübarek’e gelinceye kadar bütün üst düzey başkan ve askeri erkan, Osmanlı, Memluklu, Selçuklu ve daha birçok askeri kıyafet ve silah numuneleri capcanlı; sanki askeri geçit yapıyor.
Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii klasik Osmanlı mimarisinin ileri türünün Kahire’de ki belirgin temsilcisi. Caminin konumu, tam kubbe ve yarım kubbelerin yapısı, ana gövde ile uyumu, minarelerin yapısı diğer tarihi Mısır yapılarına göre daha bir uyum içinde ve zerafeti haiz geldi bize. Tabii bunda İstanbul’daki göz alışkanlığının etkisini de unutmamak gerekiyor. Mehmet Ali Paşa Külliyesi’nin hemen yanındaki El Nasır Muhammed İbni Kallavî Camii de bize çok entersan geldi. Caminin bizatihi kendisi üstü açık. Açık hava camii adını verdik. Mihrabın üzerinde bir küçük kubbe, bizim camilerin son cemaat mahalli revakları gibi, cami duvarlarının iç tarafında iki metre genişliğinde revakları ve onların iç sütunları var. Ortanın üstü açık ve boş. Görevliye ana kubbe var idi de sonradan yıkılmış mı, diye soruyoruz, orjinalinin böyle olduğunu söylüyor. Entersan olan, revakları kapatan küçük kubbelerin iç sütunlarının her biri bir dönem medeniyeti temsil etmekteymiş. Cami miladi 1400 yapımı, şu roma sütunu, şu Fatımî sütunu, şu Endülüs sütunu, şu Selçuklu-Osmanlı (ilkdönem galiba) sütunu diye sütunları gösterdi.
Bu arada, Kahire Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenci ile tanışıyoruz. Türk olduğumuzu öğrendikten sonra bize “Muhterem Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı tanır mısınız, biz onu çok severiz” diyor. Bu sözleri, hem zaman, hem de bulunduğumuz mekan açısından, -ki Hz. Musa’nın yolunda yürüyorduk- son derece manidardı!...
Turi Sina’ya çıkıp Rabbimize yakarmak
Bizler Kahire ile sınırlı olan proğram dolayısıyla İskenderiye başta olmak üzere Sina Dağı gibi önemli olan bölgeleri göremedik. Ancak, anlatılanlar bizi en kısa zamanda buralara tekrar sürükleyecek gibi gözüküyor. Eminim ki, sizlerde böyle düşüneceksiniz. Kısaca özetleyecek olursak, Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de “İncire, zeytine ve kutsal Sina Dağı’na, kutsal beldeye yemin olsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” şeklinde taltif ettiği Hz. Musa’nın beldesi Turi Sina’ya yol alırken, güzergah boyunca uzun çöl yolunda “Elhamdulillah, Subhanallah, Allahuekber” gibi bazı tesbihat tabelaları konmuş. Hz. Musa’nın Allah’la buluştuğu o tepe noktaya, ne pahasına olursa olsun ulaşmak, güneşin o muhteşem doğuşu ve nasıl dağları farklı farklı renklere boyadığı seyredebilmek ve “Ya Rab ne olacak bu ümmetin hali, ne olacak benim ülkemin hali” diye haykırmak, Tûri Sina’dan inerken, Hz. Şuayp’in (as) koyunlarını otlattığı yerleri, Hz. Yakup’un (as) yaşadığı makamı Yakup’u, Salih (as)’nin makamını ziyaret etmek inşallah sizlere ve bizlere nasib olur.
Deveye binmek bedava! İnmek parayla!
Mısır, ekonomi ve sosyal hayat açısından Türkiye’nin 1970’li yıllarını yaşıyor. Halk genelde dindar. Kur’an-ı Kerim her yerde okunuyor, dinleniyor. Çok çalışkan değiller, haftanın 4 günü zaten tatil. Perşembe Cuma resmi, Cumartesi Pazar ticari tatil. Geri kalan günlerde 10,00-10,30’dan önce, zaten her taraf kapalı. Varın gelişmeyi siz düşünün. Sanayi yok denecek kadar az. İki gelir kaynağı var: Petrol ve turizm. Petrol tarafını bilmem, ama turizmde amatörler. Tarihi mirası hoyratça harcıyorlar, kalite, bakım yetersiz. Alışveriş yaparken, çok dikkatli olun. Size ne söylerlerse söylesinler, hemen pazarlığa başlayın. Pazarlık alışverişin olmazsa olmaz kuralı burada. Ama insan bir süre sonra bunalıyor. Yine de keyfini çıkarın! Bahşiş: Mısır’da belki de en çok duyacağınız kelime bu. Yol sormak için birine yanaştığınızda bile sizden bahşiş isteyecek haldeler. Piramitlerin bulunduğu Giza bölgesinde develere ya da atlara binmek isteyenlere; binmek bedeva, inmek ise parayla. İnmenin bedeli ise 25 dolar.
Seyyide Nefise; alime, hadisçi bir hanım
Ölüler Şehri’nden ayrıldıktan sonra asıl ziyaret noktamız olan Seyyide Nefise (ra) Camiine geliyoruz. Seyyide Nefise Peygamberimizin torunu, alime, hadisçi bir hanım. Ölümünden birkaç ay önce buraya mezar kazdırıp, günlerce içinde yatmış... Cami bakımsız... Adeta ümmetin bu günkü dağınık, başsız, tembel duruşunu anlatıyor. Mübarek bir şahsiyet olan Seyyide Nefise (ra) ilgili bir kıssa var ki insanın tüyleri diken diken oluyor: “Kahire yakınlarında dört kızıyla yaşayan dul bir kadın vardı. Çoluk çocuk bir hafta iplik eğiriyorlar, iplikleri pazarda yirmi dirheme satıyorlar, on dirhemiyle yeniden iplik için pamuk alıyorlar, on dirhemiyle de geçiniyorlardı.
Bir gün kadın bir haftadan beri eğirdikleri iplikleri bohçaya koyar, bohçasını koluna takar ve pazara satmaya götürür. Fakat yolda ne olduysa olur; bir kartal havadan hışımla iner, kadının kolundaki bohçayı kaptığı gibi gözden kaybolur!
Kadın bir müddet çaresizlik içinde kartalın peşinden koşar. Fakat elinden bir şey gelmez, bir köşeye çöküp ağlamaya başlar. Bir haftalık çalıştıkları boşa gitmiştir. Garip kadın günlerce sızlanır. Nihâyet bir gün feyiz almak için Seyyide Nefise Hazretlerine gider. Durumu ona da anlatır. Seyyide Nefise Hazretleri sadece, “Sabret bakalım, sabret!” der.
On dakika ya geçer, ya geçmez; Seyyide Nefise Hazretlerinin yanına heyecanla genç bir hanım girer.
“Seyyide anne,” der, “Sana öyle bir şey anlatacağım ki inanamayacaksın!”
Seyyide Nefise Hazretleri, “Anlat kızım!” der. “Biliyorsun, beyim gemicidir. İskenderiye açıklarında seyrederlerken teknenin tahtaları oynuyor, ambara su girmeye başlıyor. Ellerinde azıcık pamuk ipliği olsa katrana bulayıp kalafat yapacaklar, ama derya ortasında pamuk ipini nerede bulsunlar?
“Arkadaşları çaresizlikten çırpınıyor, ama kocam ümidini hiç kaybetmiyor. Ellerini açıyor ve ‘Ya Rabbi’ diyor, ‘Seyyide Nefise Hazretleri hürmetine bize yardım eyle!’ diye duâ ediyor.
“Az sonra ne oluyor, biliyor musunuz? Bir kartal geliyor ve güverteye bir bohça bırakıyor. Bohçayı açıyorlar. Bir de ne görsünler; bir bohça dolusu ip! Allah nelere kâdir Seyyide anne! İpi kalafat yapıp kurtuluyorlar.” Genç kadın sonra elini koynuna atıyor ve bir kese çıkararak, “Seyyide anne!” diyor, “Kocam bu 500 dirhemi fakir fukaraya, ihtiyacı olanlara ve hak sahiplerine dağıtmanız için size gönderdi. N’olur kabul edin, bizi sevindirin!”
Seyyide Nefise Hazretleri gemicinin hanımını uğurlayınca para kesesini iplikçi kadının önüne koyuyor.
“İşte paran!” diyor, “Yirmi dirhemlik ipi beş yüz dirheme satacağın aklına gelir miydi?”
.
Erkan ŞİMŞEK - esimsek1@anadolu.edu.tr - 13 Mart 2003 |
BİR BAKIŞTA
İSosyalist dönemden kalma bir kocaman ama gerçekten kocaman hotele yerleştik. O kadar büyük ki 20 yıllık personel hâlâ hotelin bilmediği yerleri olduğunu söyledi. Bir örnek vereyim: Sıcak su musluğunu açıyorsunuz, sıcak su 5 (yazıyla beş) dakika sonra gelıyor. Burada tam bir Slav Estetiği!!! var.
1950 ve 1960'lı yıllarda ailem Makedonya'nın Tito Veles (Köprülü) kazasının Gorno Vranofca köyünden göç etmiş ve Türkiye'ye yerleşmişlerdi. Bu yıllar ailemin Türkçe öğrenmek ve ekmek derdine düştüğü yıllardı. Şimdi Türkiye'de, büyük çoğunluğu Karşıyaka İzmir'de yaşayan büyük bir topluluğuz. İstanbul'da, Bursa'da ve başka şehirlerde Makedonya'dan göç etmiş binlerce aileye daha rastlamak mümkün. Kültürümüz, düğünlerimiz, dilimiz ve alışkanlıklarımızla hâlâ sanki oralarda yaşıyoruz...
Bütün bunlardan etkilenip de Makedonya'yı görmek isteyen yüzlerce gençten biri olarak oraları bu sene -2002 yılında- ikinci kez gezmek istedim memleketimi. Memleketim diyorum zira hâlâ şarkılarıyla eğlenip, kargaşasıyla üzülüyorum. Hatta futbol liginde tuttuğum bir takım bile var. Dedelerimin Osmanlıca yazılmış mezar taşları ise ayrı bir bağlılık vesilesi... Soy-sopçuluğu, folkloru aşan çokça duygusal bir bağ bu. İşte böyle güçlü bağlantı noktalarıyla başlayan bu küçük seyahat ister istemez bir günlüğe dönüştü. Sınırlı ve bir o kadar subjektif gözlemlere dayanan bu günlük haylaz bir öğrencinin gezi notları olarak da okunabilir ama yine de hepsi gerçektir. Bilgisayarda temize çekilirken de o güzelim Makedonya türküleri MP3 formatında da olsa bu satırların yazarına eşlik etmiştir.
Sevdiğim, hatta hayran kaldığım bir ülkeyi bu ikinci ziyaretim ilkinden daha kısa fakat daha yoğun oldu. Dillerini, paralarını anlıyor olmam ve gazetelerini, yol tabelalarını takip edebilmem büyük avantajdı. Bir de tip itibariyle sarışın, mavi gözlü olmak da işimi kolaylaştırdı doğrusu... İşte partizanların, yüksek dağların, etnik mozaiğin, üzüm bağlarının ve gülen insanların ülkesine doğru yola çıkıyorum.
İlk olayı tabii ki Yunan Konsolosluğunda yaşadım. Adamların yaptığı sistematik işkenceden sonra militarist duygularım kabardı!! Konsolos memurlarının ve gümrük muhafızlarının dillere destan bir performansı var. Daha içeri girer girmez size "suçüstü yakaladık" dercesine bakıyorlar ve bakışlarında "çıkar o üstündeki 3,5 kilo saf eroini ve bizi uğraştırma" edası var... Onlara göre, silah taşıyan ya da üstün Yunan ırkının manevî şahsiyetini zedeleyecekmiş gibi bir haliniz var. Acaip sakınıyorlar memleketlerini. İnanın bizimkiler bile en azından sınırlarda daha çok insan muamelesi yapıyorlar... Antipropagandanın da politikanın da yeri değil fakat Balkanlara gidip de bu ikisiyle karşılaşmamak daha uzun yıllar mümkün görünmüyor. Acı gerçeklerin ilki bu olsa gerek.
Kazasız belasız Yunanistan topraklarına girdiğimizde farklı bir dünya hayal etmiştim ancak otoyolun güzelliği hariç her şey tam da bizim Türkiye gibiydi. Fazla takip edemedim ama Yunanlılar tuhaf insanlar. Kulaga hoş gelen o kadim dilleri dışında bize cok benziyorlar. Bir kere AB üyesi olmaları birşeyi değiştirmemiş zira polisi alaturka, yolların büyük kısmı alaturka, benzinlikleri alaturka, gümrük muameleleri alaturka hatta tuvaletleri bile alaturka. Tuvalet ihtiyacı açısında zor durumda kaldığımız anlar oldu. İngilizce bilen birini bulmak mümkün değil. Bizim Sultanahmet meydanında İngilizce konuşan 0-12 yaş çocuklardan orada bir tane bile yoktu orada.
Üstelik sınırda fotoğraf cekmek, kamera kullanmak, bir de ıslık calmak yasak (tecrubeyle sabit). Millî güvenlik gerekceleri burada da kapı gibi işliyor. "Yassah kardesim" menkıbesi burada da mevcut maalesef... Yassahlar ulkesi olması da benzerliklerimizden birisi olarak algılanabilir. Bu küçük Helenistik tecrübeden sonra bizi sisli dağlarıyla karşılayan Büyük İskender'in ülkesine girdik.
Tabii bu arada Yunanistan Büyük İskender'in aslında Yunan olduğunu iddia etmekte ve Makedonlarca sürekli vurgulanmasına karşı çıkmaktadır. Ayrıca diplomatik olarak da henüz tanımamıştır ve geçtiğimiz senelerde bir tuhaflık yaparak Makedonya'nın bayrağındaki Vergina yıldızını sahiplenerek tehdit yoluyla bayrağı değiştirtmiştir. Aynısını Sırplar da Bosnalılara yapmaya çalıştılar. İlginç bir kıta olduğu için de Avrupa bu tiyatroyu ön sıradan izlemekle yetindi.
Böyle bir başlangıçla nihayet Makedonya'ya girdik. Adına Radoviş derler bir şehre gittik ilk olarak. Sosyalist dönemden kalma bir kocaman ama gerçekten kocaman hotele yerleştik. O kadar büyük ki 20 yıllık personel hâlâ hotelin bilmediği yerleri olduğunu söyledi. Bir örnek vereyim: Sıcak su musluğunu açıyorsunuz, sıcak su 5 (yazıyla beş) dakika sonra gelıyor. Burada tam bir Slav Estetiği!!! var. Tipler ise tabii ki "Homo Sovieticus". Zira eğitimin şekillendirme mekanizması burada çok iyi çalışıyor. Mesela 80 doğumlu gençlerin tamamı aynı zamanda Sırpça'yı çok iyi konuşuyor. Eski Yugoslavya dönemine ve Sırplara karşı ayrı bir hayranlıkları var. Pop müzik olarak genelde gençler Belgrad ve Zagreb kaynaklı şarkıları dinliyorlar. Spor karşılaşmalarında onları tutuyorlar.
Hotelde vakit geçirmeye devam ettikten sonra yemek vakti geldi. Akşam yemeğinde tatlı olarak Eti Popkek verdiler. Süt ve tatlının ülkesinde bu bir skandaldı. Hotelcilik hakkındaki Makedon işletmecilik tasavvuru buraya kadarmış. Varlık içinde yoluk çekmek buna denir. Çarşısında Türkçe bilen ve Galatasaray hakkında uzman bir Makedon esnafıyla sohbet ettim başkente geçmeden önce. Türkiye hakkında bildiği üç şeyi saydı ayaküstü: Hakan Şükür, Hagi ve Galatasaray...
Ardından başkent Üsküp'e gittik. Kendi dillerinde Skopje dedikleri harika bir şehir burası. Türklerin ve Arnavutların büyük kısmı bu şehirde yaşıyor. Bit pazarı dedikleri büyük pazarda ve eski çarşıda esnaflıkla meşguller. Eski Üsküp denilen Vardar Nehri'nin güney yakasında yer alıyorlar. Nehrin karşı tarafı ise modern çarşı denilen ve Makedonların daha çok tercih ettiği bir yerleşim tarafı ve ekseriyet bu tarafta yaşıyor. Müslümanların yoğun olduğu tarafta lokantalar ve kebapçılar İslamî usûlleri gözetiyorlar ve harika kebap yapıyorlar. Güveçte kuru fasulye ise mükemmel ve sadece bunun için bile tekrar gelinebilir.
Bu küçük yemek turundan sonra hemen oranın en büyük üniversitesine gittim. Kampüs zaten yok da okul resmen bizim tıp fakülteleri gibi bir binadan oluşuyor ve her katta bir fakülte her koridorda bir bölüm şeklinde düşünülmüş. Sanki Sovyet uzay istasyonundan bozma bir yer gibi duruyor. Üstelik bizim SSK hastaneleri bile okuldan daha temiz. Hemen Türk dili edebiyatı bölümünü buldum ve oradaki Türk hocalarla sohbete daldım. Hatta varsa master imkanlarını sordum. Çok ilginç bir uygulamayla karşılaştım. Bölümün ismi Türkçe olsa da dersler Makedonca ve master tezleri Makedonca hazırlanıp, savunulmak zorundaymış. Düşünsenize bizim her hangi bir üniversitede İngiliz dili edebiyatı bölümü Türkçe okutuluyor ve tezler Türkçe savunuluyor...bu bayağı saçma bir uygulama. Umarım düzeltilir.
Bu can sıkıcı konulardan hemen sıyrılıp burada biraz Türklerle takılıp Vardar nehrinin kıyısında Yahya Kemal misali romantik bir tur attım. İnsan burada kesin aşık olur. Nehir ve üzerinde kurulu olan ünlü Taşköprü -kamen most- harika ve bir o kadar tarihî bir ikili oluşturuyorlar. Şehir halkının en büyük geçiş kolaylığını bu köprü sağlıyor. Ben bu şekilde dolaşırken bir yandan da Yahya Kemal'in doğduğu evi sormaya başladım karşılaştığım Türklere. Beşir Ayvazoğlu ustanın ünlü şairimizin hayatını anlattığı "Bozgunda Fetih Rüyası" adlı biyografik romanı yeni okumuştum ve şaire , yaşadığı döneme ve o günün düşünce iklimine ilgim artmıştı.
Derhal o yerleri görmeliydim. Ancak maalesef doğduğu evin yerinde şimdi Üsküp şehir tiyatrosu vardı. Buna karşın hâlâ yaşayan akrabaları olduğunu duymak sevindiriciydi. Hafif bir yağmurun eşliğinde bu kısacık bir ziyaretin sonuna gelmiştik ve tekrar dönmek üzere bu güzel şehirden ayrıldık. Ben ne kadar da tek başıma gezsem bir grupla gelmiştim ve şehirlerarası transferler bu grup eşliğinde gerçekleşiyordu. Grubun büyük kısmı Makedonya doğumlu olup her biri hasret giderme derdiyle bu ülkeyi ziyaret etmekteydi. Kimisi ilk defa kimisi belki onuncu defa Makedonya'yı görmüştü.
Bir sonraki durağımız ise yakın zamandaki bilinen iç savaşın yaşandığı meşhur Tetovo -Kalkandelen- şehri oldu... ve inanın silah sesi denen o iğrenç gürültüyü duydum... Her neyse, "Burası Tetovo buradan çıkış yok" sloganının sessizce her yerde hissedildiği bir kuzey Makedonya şehri burası ve meşhur Şar dağlarında hala silah sesleri mevcut. Dağların arkası zaten Arnavutluk ve silah sesleri "biz buradayız hâlâ" demek isteyen Şiptar milislerinden geliyor. Bu arada, televizyonda gördüğümüz o meşhur görüntüdeki, elinde tuttuğu cep telefonu "bomba" sanıldığı vurulan Arnavut yurttaşın oğlu dağlardaymış ve babasını vuran Makedon askerini tespit edip öldürmüş. Tevatür olabilir ama bir Türk çocuğu bana olayı sesini kısarak anlattı; korkuyordu.
Burada tıpkı bizim Eskişehir'in kafeleri gibi on beş yirmi cafe var. Geceleri çok canlı bir ortamda yapılan müzik ve dans sanki birşey yokmuş hissi veriyor ama adım başı Makedonya polisi ve askeri ile KFOR (yani NATO askerleri [Kosovo Forces]) yakalarındaki Fransız bayrağı ile asayişi!!! temin ediyor. Eller tetikte gezen devriyeler bana bilhassa 90'lı yılların güneydoğu manzaralarını ve yaşama tutunmaya çalışan insanları hatırlattı. Tam bir tedirginlik şehre hakim maalesef.
Tabii bir de benim bu hengâmede kişisel tecrübelerim de oldu. Turistik rehber kitaplarının beylik kısımları vardır, şunları bunları yapmayın diye: Mesela Japonya'da bağırmayın, Çin'de insanları öpmeyin, İran'da başınız açık dolaşmayın gibi öneriler. Ben de size iki öneride bulunacağım ve ikisi de hayatî öneme haizdir. Birincisi Arnavut kızlarına yan bakmayın. Bu feci bir durum; ağabeyleri ve şehrin namus bekçileri yeterince Makedoncanız yoksa hayati bir organınızı geriye dönülmez bir şekilde zedeleyebilir ve ikincisi daha korkunç; Arnavut berber çıraklarına sakal traşı yaptırmayın. Onun yerine bir Wes Craven filmine gidin bari sanal gerilim yaşayın... Bunlar işin latife tarafı elbette ancak haklılık payı yok değil. Ama Tetovo denince hatırlanacak güzel şeylere engel değiller.
Burada meşhur bir Bektaşi tekkesi bulunuyor ve içinde Hz. Ali'nin meşhur temsilî resimleri var. Görseniz kendinizi hemen bir Anadolu kasabasında hissedebilirsiniz. Tekkenin ismi Harabatî Baba Tekkesi olarak geçiyor ancak bazıları tarafından da "serseri baba tekkesi" olarak ifade ediliyor. Zira buraya bir dönem ziyarete gelen bir paşa, uhrevi havayı teneffüs edince bütün apoletlerini , rütbelerini söküp burada hizmetçiliğe başlamış bu hareketiyle serseri olarak anılmaya başlanmış. Tekkenin çeşitli rivayetleri var ve bunları iyisi mi oradaki bekçiden dinlemek en güzeli. Torbeşlere has şiveli bir Türkçeyle konuşan harika bir bakıcısı var tekkenin.
Tekkenin duvarında UÇK milisleri tarafından silah namlusu çıkarmak için açılmış delikler hâlâ duruyor... Yamaçlarda ise simsiyah yanık evler... Savaşın izleri belli oluyor ve Arnavutlarla Makedonlar arasında dile gelmeyen bir gerginlik tazeliğini koruyor. Türkler ise ülkenin diğer yerlerinde olduğu gibi gerginlikten uzak kalmaya çalışıyorlar ama iki taraftan da kaynaklanan sessiz baskılara maruz kalıyorlar. Bazı Türkler ise çocuklarını artık Arnavut okullarına göndermek zorunda kalmış ki bunun acısını anlatırken bile yaşıyorlar. Ama içeri girip de "iki çay biri açık olsun" diyebileceğiniz ve duvarlarında Sibel Can'ın, İbrahim Tatlıses'in ve Galatasarayın posterlerini görebileceğiniz küçük Türk kahveleri de mevcut ve direniyorlar.
Artık burayı terk etmenin vakti geldi. Biz de öyle yaptık ve II. Meşrutiyetin ilan bildirisinin Enver Paşa tarafından okunduğu tarihî Veles (Köprülü) şehrine doğru yola çıktık. Burası eski adıyla Tito Veles yeni adıyla sadece Veles olarak anılan ve haritaya baktığınızda Makedonya'nın tam ortasına düşen küçük bir şehir. Tito ismini maalesef çıkarmışlar. Halbuki sosyalist bir devrim sonrasında bu ülkeyi kalkındırmış ve zenginlik içinde yaşatmış özgürlükçü bir adamdı, her şey serbestti. Hatta tarikatlar ve tekkeler bile açıktı. Dinî kıyafetler gündelik hayatta serbestçe giyilebiliyordu.
Buranın nüfusu 60 bin civarında ve öylesine kendi halinde gariban bir şehir Veles. Bizim köy (Gorno Vranofca) burada bulunuyor ve evimiz şimdi müze olarak iyi bir şekilde korunuyor. Çünkü partizanlar Alman işbirlikçisi faşistlerle ve kralcılarla yapıp kazandıkları savaşın karargahını bizim eve kurmuşlar ve devrimin Makedonya ayağını buradan idare etmişler. Bugün hâlâ varolan "Nova Makedonija" gazetesinin ilk sayısını burada basmışlar. Yani bu köy aynı zamanda yakın tarih açısından bir açık hava müzesi niteliği taşıyor. Şimdi ise Kosova'dan kaçan Arnavutlar yerleşmiş ve sefalet içinde yaşamaya çalışıyorlar. Miloşeviç ismini duyduklarında ise tüyleri diken diken oluyor, açık bir nefret yüzlerinden okunuyor. Dağları sürekli sisli, devamlı yağmur yağan, çamurlu, atların ve ineklerin, türbelerin ve mezarların bol olduğu film seti gibi bir yer burası. Ürpertici olduğu kadar çekici, medeniyetten uzak ve kesinlikle görülesi bir yer...
Bizim evin kapısında "Makedonya Komünist Partisi Merkez Komitesi Hatıra Müzesi" mealinde bir tabela var. İçinde ise eski Yugoslav bayrakları ve "dünyanın bütün işçileri birleşin" yazılı flamalar mevcut, ziyaretçileri bekliyor. Mavzerler, manyetolu telefonlar ve II. Dünya Savaşı filmlerinin unutulmaz aksesuarı olan büyük masalara açılmış geniş haritalar da aynı kaderi paylaşıyor şimdi. Her biri birer 'dekor'a dönüşmenin, tarih olmanın örtülü hüznünü yaşıyor.
Aslında yüzlerce sayfaya sığmayacak bir serüveni var bu ülkenin. Nice seyahatlere çıkmak suretiyle bu ülkenin romanını yazmak isterdim. Bu da benim fantastik bir hayalim olsun. Şimdi biraz da bitirirken Makedonyanın hal-i pür melâlinden bahsedeyim kısaca. Sosyalist dönemin bütün argümanlarından sıyrılmak isteyen ama bunu başaramayan bir ülke burası. Hâlâ herşey devlet tarafından üretiliyor. Özelleştirme çabaları sonsuz ama pek başarılı değil. Ancak ilginç nokta şu, problemli olmalarına rağmen Yunanistanlı müteşebbisler her iş koluna girmeye çalışıyor. Başta GSM sektörü olmak üzere. Ülkeyi saran cep telefonu çılgınlığını ise bir yerlerden hatırlıyorum. Herkeste hep son model telefonlar var. "Makedonya çıldırmamak için cep telefonuyla konuşuyor" diyebiliriz.
Türkiye'ye bir diyar-ı bereket! olarak bakıyorlar. Ben oradayken her yerde grev vardı. Ders yok, iş yok, öğretmenler çalışmıyor. Yollarda seyyar döviz bürolorı var. Hemen para bozdurabiliyor ve kaçak sigaralardan satın alabiliyorsunuz. Tabii ticarî hayat söz konusu olduğunda Arnavut olmak burada büyük avantaj. Fettullah Hocanın her yerde bulunan okullarından burada da var. İsmi Yahya Kemal Türk Koleji. Orta sınıf ve üstü Makedonlar çocuklarını bu okula seve seve gönderiyorlar. Burada Türkiye kaynaklı gazete olarak sadece Zaman gazetesi var ve Kiril alfabesiyle hem de Türkçe çıkıyor. Ayrıca Makedonya'daki Türklere ait Vardar ve Birlik gazeteleri de mevcut. Devlet televizyonunda ise Türkçe yayın dairesi var ve burada çalışan Türkler günün belirli saatlerinde yayınlanan Türkçe programları hazırlıyorlar. Aynı uygulama Arnavutlar için de geçerli.
Otellerine gelince, söylenecek tek şey var. O da bütün otellerin, sosyalist dönemden kaldığı için hep aynı planla yapılmış, büyük, geniş sağlam ve tektip olmasıdır. Birini ezberlediniz mi diğerlerinde kaybolmuyorsunuz ama her biri kaybolunacak kadar karmaşık. Kapılar 5 santim, küvetler aynı, yataklar 250 kilo ve musluklar birbirinin kopyası olarak bütün otellerde karşınıza çıkmaktadırlar. Bütün şehirlerde aynı olan oteller aynı dervlet firması tarafından yapılmış. Estetik değil statikler. Belgradlı bürokratlar tatil yapsın diye mecburen yapılmış. Yemekleri anlatmıyorum. Tamam etleri lezzetli ama çeşit yok ordöv yok salata yok... Sadece 1.kalite içkileri varmış; içenler hem şaraplarından hm de ev imalatı rakılarından memnun kalıyorlar. Benim uzmanlık alanıma girmedikleri için bu konuda bayağı cahilim.
Ohrid haricinde güzel hotel yok. Ohrid ise tam bir Akdeniz şehri gibi. Makedonya'nın Antalya'sı diyebileceğimiz tarih ve doğal güzellikleri ve ismini aldığı gölüyle meşhur küçük bir şehir. Onu anlatmak ise ayrı bir yazının konusu olabilir ancak. Mimarisini Safranbolu'ya benzetenler de var. Üsküp'te ise haliyle hoteller mükemmel ve pahalı. Ülkenin nüfusu 2 milyon civarında ve üçte biri Üsküp'te yaşadığı için burada ev fiyatları ortalama metrekaresi 500 euro. Yani 100 metrekare ev elli bin euro... Yaşaması zor bir şehir ve üniversiteleri berbat. Tıp fakültesini bitiren doktorlara yurtdışında doktorluk izni verilmiyor. Buranın bir de Bitola şehri ( Manastır) var. Mustafa Kemal askerî idadiyi burada okumuş ve şimdi o bina bir müze. İçinde Atatürk anı odası var. Tabii ben de ziyaret ettim. Üstelik içerdeki balmumundan Atatürk heykelini Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen yapmış. Çok hoşuma gitti.
Gezimizi bu şekilde tamamladıktan ve Makedon polisini bir takım paralarla ihya ettikten sonra Yunanistan üzerinden ülkeye geri döndük. Yunanistan'dan geçerken otobüsteki bütün Makedonca yazılı kitap, dergi, gazete, ağrı kesici ve çukolata ambalajını yok ettik. Zira Yunan polisi Yunan sınırları dahilinde "Makedon propagandası"!! yapabileceğimizi iddia edebiliyor. Neyse dönüşte problem yaşamadık. Türkiye'ye geldiğimizi ise gümrükte uyuyan ve bir türlü uyanmayan memurdan anladık. Onu uyandırdık ama bu sefer önümüzdeki TIR'ın şöföru uyuduğu için çıkamadık. 42 plakalı bir TIR'dı ve bizi Türkiyeye geldiğimize ikna etti. Artık yurdumuzdaydık...
. |
Petrolün getirdiği refah
İstanbul ve Ankara gibi -hele de bu mevsimde- birer çamur deryası olan iki "mega köy"den gelen bizler için, ilk durağımız olan Cidde kenti hazmı oldukça güç bir kalite standardına sahipti.
Aslında en sonda söylemeyi planladığım bir sözü en başta alenen dile getirmek, Suudi Arabistan izlenimlerimizin doğru yorumlanması açısından belki de çok daha yararlı olacak. Hem böylelikle, meseleye benim gibi bakmaktan hoşlanmayanların da bu sütunları okuyarak gereksiz yere vakit kaybetmesini önlemiş oluruz.
Bu mini yazı dizisinin amacı, öyküyü -"Arabistanlı Lawrence" ve "Hicaz katliamı" gibi- pek çoğumuzun tüylerini diken diken eden kimi tarihsel simgelerden başlatıp sözü eninde sonunda şu meşhur "Arap ihaneti"ne getirmek, oradan hareketle de zaten 90 yıldır karşılıklı olarak üzerinde yeterince başarıyla çalıştığımız "Türk-Suud soğukluğu"nun temellerine yeni nefret tohumları ekmek değil.
20'nci yüzyılın başlarında Suudilerle Türkler arasında bir dizi sıcak çatışma oldu ve bunun sonucunda da kutsal topraklar Türklerin elinden çıktı. Bu vakıayı lise yıllarındaki okul kitaplarımızdan geriye kalan bilgi kırıntılarıyla dahi hepimiz gayet iyi biliyoruz.
İki din kardeşi ulus arasında yaşanan trajik olaylar üzerine bugüne dek çok şey yazılıp söylendi. Gönül elbette ki tarihin bu şekilde akmasını istemezdi, ama olanlar oldu. Bizim buradan tarihin o malûm kavşakları üzerine tekrar tekrar hamaset yüklü analizler yapmamız ne olup bitenleri değiştirecek, ne de günümüz insanlarına herhangi bir fayda sağlayacak. Üstelik, devletlerarası ilişkilerde sürekli bu mantıkla hareket edecek olursak, birilerinin bize 1915'te Çanakkale'de 252 bin askerimizi şehit vermemize neden olan İngiliz ve Fransızlarla NATO'da nasıl müttefik pozisyonunda olduğumuzu, 1923'lerde Türkiye Cumhuriyetinin varlığını tanımakta bir hayli nazlanan Amerika Birleşik Devletleri'yle günümüzde nasıl "stratejik ortak" konumuna geldiğimizi de adamakıllı açıklaması gerekiyor.
Velhasıl, okuyacağınız bu yazı dizisinin temel derdi "geçmiş" değil, "günümüz"... Bu en baştan böyle biline!
7 Mart Cuma günü, hükümetin hiper-aktif Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen'in liderliğindeki 120 kişilik bir bürokrat, işadamı ve gazeteci grubuyla birlikte Suudi Arabistan'a gittik. Cidde ve Riyad'ı kapsayan beş günlük "hızlandırılmış" bir geziydi bu. Heyetin -benim de aralarında bulunduğum- bir avuç işadamı ve gazeteci üyesi gezinin ziyaret programına sonradan üçüncü bir kent daha ekledi ki, burası bir geceyarısı apar topar hazırlanıp Umre yapmak üzere yalnızca üç-dört saatliğine gittiğimiz mubarek Mekke idi.
Bir ülkeyi tanımak ve anlamak için beş gün yeter mi? Tabiî ki yetmez. Pekiyi bu kısa süre, içinde yaşadığı toplumda ömrü boyunca Araplarla ilgili sürekli olarak kötüleyici (ve aşağılayıcı) öyküler dinlemiş birinin önyargılarının sarsılmasına yeter mi? Evet, yeter.
Suudi Arabistan'da geçirdiğim toplam 100 saatte, bu ülke ve bu ulus hakkında, çocukluğumdan itibaren damarlarıma zerkedilmiş olan bütün o geleneksel önyargılarım derinden derine sarsıldı. Hele de, bize din kardeşlerimizle her türlü kültürel, ticari ve askeri işbirliğini şiddetle meneden kimi batılı dostlarımızın, aynı "düşman ülkeleri" nasıl da boylu boyunca işgal edip iliğine kadar sömürdüklerini gözlerimle gördükten sonra daha bir yıkıldım.
İşte, bu mini dizi kapsamında, topu topu yüz saate sığdırdığım Suudi Arabistan izlenimlerimi sizlerle paylaşmayı, orada geçirdiğim zaman zarfında yaşadığım kültürel şokun gerekçelerini içtenlikle aktarmayı amaçlıyorum. Kimbilir, hem çok yakınımızda hem de çok uzağımızda duran bu "kardeş" ülkeyi, yalan söylemeye ve dezenformasyon yaymaya hiç mi hiç ihtiyacı olmayan birinin ağzından dinlerseniz belki sizin de bazı önyargılarınız sarsılabilir...
Araplar pek o kadar da "pis" değilmiş (!)
7 Mart sabahı, Türk Havayolları'ndan kiralanan bir Boeing 737-800 charter uçağıyla Cidde'ye hareket ettik. O gün, mutlu bir tesadüf ile benim de 35'inci yaşgünümdü. Gazetemizin çok başarılı geçen -ve bu fakirin de kreatif ekibinde yer aldığı- "İslâm Peygamberi" kitap kampanyasının olumlu yankılarını ardımızda bırakarak, Atatürk Havalimanı'nda sayıları 120'yi bulan kafile üyelerinin arasına karıştım.
Medyamızın mümtaz temsilcileri, öteden beri bu tür dış gezilerde "skandal" damgasına lâyık bir gelişme söz konusu olduğunda fırsatı hiç kaçırmaz, yemeyip içmeyip durumu derhal merkezlerine bildirirler. (Örneğin, 1996'da Libya'da gerçekleşen o gerilimli Kaddafi-Erbakan görüşmesini ve sonrasında kopartılan abartılı fırtınayı hatırlayalım.) Ancak, yine aynı gezilerdeki olumlu gelişmeleri ise kamuoyuna yansıtmakta ise pek bir nazlı davranır habercilerimiz.
Bu gezinin ilk olumlu yanı, Ak Parti hükümetinin yürürlüğe koyduğu sıkı tasarruf kuralları gereği, bütün katılımcıların masraflarının kendileri tarafından karşılanıyor olmasıydı. Daha da Türkçesi, ne işadamları, ne de gazeteciler olarak, bu beş günde devletimize tek kuruş masraf çıkarmadık. Yaptığımız bütün harcamaları da paşa paşa ödedik.
Suudi Arabistan'dan önce benzer bir biçimde Irak, Cezayir, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan'a da heyetler götürmüş olan Bakan Tüzmen, aynı tasarruf kurallarını orada da uygulamıştı. ANAP iktidarları zamanındaki o meşhur saltanat gezilerinden hayli farklı olan bu uygulama sayesinde - "yolculuk harcı" konusundaki görüşlerini sorduğum- hemen herkes, "halkın parasıyla yolculuk yapmadığını bilmenin iç huzurunu taşıdıklarını" söylüyordu uçuş öncesi.
Uçaklarla aram gayet iyi olmasına karşın, Türk Hava Yolları ile aram ise oldum olası biraz limonîdir. Kimbilir, belki de ömrüm boyunca meslekî gezilerde sürekli "millî havayolumuzu" tercih etseydim, KLM, SAS, British Airways, Lufthansa ve Air France gibi şirketlerin uçuşlarıyla hiç tanışmamış olsaydım, THY'nin standartlarına bayılabilirdim. Ancak, uçuş hizmetinin başka uluslarca nasıl verildiğini bir kez gördükten sonra artık bizimkilere maalesef bayılamıyorum. Öte yandan, yeterince şovenist olmayan bu tercihime çevreden pek de destek bulduğum söylenemez. Bakıyorum, bu gezide de yol arkadaşlarım arasında THY'nin uçuş standartlarını hâlâ "dünyanın en yüksek kalite standartları" olarak gören bir sürü insan var!
737'nin bunaltıcı üçlü koltuklarından birinin tam ortasında, acil inişte yapılması gerekenleri gösteren THY broşürünü tekrar tekrar inceleyerek, İstanbul-Cidde arasındaki mesafeyi tüketmeye çabalıyorum. THY beni hiç yanıltmaz, bu gezide de yanıltmıyor. Lake ile kaplanmış o lüks "acil durum" broşüründe "mecburî iniş" cümlesini "mecrubî iniş" şeklinde yazmışlar. Yakışır! (Oysa, broşürde, toplasanız bir paragraf yazı dahi yok.)
Suudi Arabistan, THY'nin hiç kuşkusuz en sevdiği güzergâh olmalı. Ne de olsa onbinlerce hacı bu kuruluşa her yıl akıttıkları milyonlarca dolarla "görev zararları"nın telafisinde büyük bir katkı sağlamaktalar. Hacca karayoluyla gitmek yıllardır devlet emriyle yasak, başka havayoluyla gitmek yasak, yolculuk tarifeleri mesafeye göre oldukça tuzlu, ayrıca çoğunun saçı sakalı bembeyaz olmuş bu insanlar ülkeye sağladıkları onca artı değere rağmen Atatürk Havalimanı'ndaki erotik bilboardlardan rahatsız olunca derhal hakaret bombardımanına tutulup "gerici" ilan edilebiliyorlar, ama olsun! Vatan sağolsun! Bu güzide kurumumuz sözkonusu katı kurallar sayesinde -dünyadaki pek çok havayolu şirketi çatır çatır batarken- kâra geçebiliyor, öyle değil mi ya!
Ben bunları düşünürken, tam o sırada kabin görevlilerinden biri, yanımda oturan ve "Öf, çok sıkıldım, artık dayanamıyorum!" diyerek bir sigara yakan -tütün tiryakisi olduğu her halinden belli- yaşlı bir işadamının üzerine, neredeyse beni de çiğneyerek abanıyor, bu arada bütün uçağı ayağa kaldırarak avaz avaz bağırıyor: "Verin o sigarayı bana! Beni işimden mi etmek istiyorsunuz! O sigarayı ağzınızdan alma yetkim var benim!"
Derken, biraz sonra bir bardak su istiyorum. İkinci tekrarın ardından, yaklaşık 15 dakika geçtikten sonra nihayet geliyor suyum.
İşte bu "yüksek kalite standartları" içinde Cidde'ye iniyoruz. (Dönüş uçağında hosteslerin bazı yolcularla yarım saat içinde sözlü olarak ve el kol hareketleriyle nasıl yüz göz olduklarını, bazılarının da yapılan çıkma tekliflerini nasıl sevinç çığlıklarıyla karşıladıklarını ise dizinin son bölümünde anlatacağım.)
Pırıl pırıl bir kent: Cidde
İstanbul'un, bir aydır ruhumuzu karartan kurşunî göklerini yarıp, üç buçuk saat sonra pırıl pırıl ve güneşli bir havanın egemen olduğu, gündüz sıcaklığı 28 derecelerde seyreden Cidde'ye ayak basmak, heyetimizin lideri Bakan Tüzmen dahil hepimize son derece iyi geliyor.
Vaktiyle, "Suudiler'in pasaport kontrolünde dünyanın en yavaş adamları olduklarına dair" bir rivayet duymuşum. Bu verinin ışığında, kendimi havalimanında en az üç saat geçirmeye peşinen hazırlamış durumdayım. A-aa, bir de bakıyoruz ki resmî işlemler orada da tıpkı bizim diyardaki gibi yürüyor ve kısa süre sonra otele doğru hareket ediyoruz. (Nitekim, sonradan bunun VIP statüsündeki Bakan'ın heyetinde olmamızdan kaynaklanan sıradışı bir durum ya da bir iltimas olmadığını, havalimanında işlerin zaten bu şekilde yürüdüğünü dönüşümüzdeki standart kontrol prosedüründen süratle geçerken de açıkça görüyoruz.)
Ayrıca, muhatap olduğumuz istisnasız bütün Arap görevlilerin kendilerine ne zaman "Es-selamû Aleyküm" desek gözlerinin ışıldayışı ve ağız dolusu bir "Ya Aleyküm Selam" ile cevap verişleri de hemen dikkatimi çekiyor. Yakalarımızdaki Türk-Suudi bayraklarını taşıyan rozetlerden kim olduğumuzu az buçuk biliyorlar ve onları İslâm dünyasının bu ortak koduyla selamlamamız belli ki hoşlarına gidiyor. Tabiî ki, bu esnada heyetimizde Arap muhataplarına "Hi!" demeyi tercih edenler de var.
Havalimanından çıkıyoruz. Dışarıda püfür püfür bir rüzgâr esmekte. Heyetimize tahsis edilmiş otobüslerle bakımlı Cidde otobanlarından geçerek, Suudi Arabistan'da ikamet eden Türk işadamlarıyla tanışmak üzere Hilton Oteli'ne gidiyoruz. Özellikle Kızıldeniz boyunca uzanan ve "Corniche" adı verilen sahil şeridi olağanüstü bir güzelliğe sahip. Binlerce palmiye ve bakımlı, şık binalar ardı ardına gelip geçiyor camlarımızdan.
Benim ise özellikle yolların olağanüstü temizliği dikkatimi çekiyor. İstanbul ve Ankara gibi -hele de bu mevsimde- birer çamur deryası olan iki "mega köy"den gelen bizler için hazmı oldukça güç bir manzara bu. Çünkü ne de olsa beyin kıvrımlarımıza adeta birer yılan gibi çöreklenmiş olan o ünlü önyargının doğrulanmasını bekliyorduk gezimizin hemen ilk dakikalarında: "Araplar dünyanın en pis milletidir!" Oysa ne ortalıkta dolaşan insanlarda, ne de o insanların yaşadıkları mekanlarda kendimizi temizlik açısından onlardan üstün ve ayrıcalıklı görmemizi sağlayabilecek en küçük bir emare dahi yok.
O an şaşkınlık içinde farkediyorum ki, hayatım boyunca haritayı açıp bir kez bile Cidde'nin yerine doğru düzgün bakmamışım. Oysa New York'un, Londra'nın ve Paris'in harita üzerindeki konumlarını ezbere biliyorum. Kafamda "Suudi Arabistan" ve "deniz"i hiç bir zaman bağdaştıramadığımdan, coğrafî konumunu o güne dek tam olarak yerli yerine oturtamadığım Cidde'nin görkemli deniz manzarası beni müthiş şaşırtıyor. Tıpkı benim gibi, o güne dek bu topraklarla hiç işi olmamış bazı gazeteci ve işadamlarını da!
Türk işadamları dert küpü
Hilton'a vardığımızda, geziyi düzenleyen özel turizm firmasının neden olduğu "Türk usûlü" geleneksel organizasyon kargaşasından sonra, bütün heyet üyeleri kendilerine ayrılmış odaların anahtarlarını taksit taksit almayı başarıyorlar. Otelin büyük konferans salonunda Bakan Bey'in de katılacağı büyük bir tanışma toplantısı olacak. Bu nedenle odalara yerleştikten sonra hiç vakit kaybetmeden salondaki yerlerimize geçiyoruz.
Son derece görkemli bir konferans salonundayız. Konuşmacıların yer aldığı masada Tüzmen'in yanısıra, Türkiye'nin Riyad Büyükelçisi Osman Durak, Cidde Başkonsolosu Hilmi Dedeoğlu ve Cidde Ticaret Ataşesi Özkan Aydın da bulunuyor.
Karşılarında belki de yıllar sonra ilk kez işine canla başla sarılan bir hükümet üyesini görmenin doğurduğu umutla, mikrofonu alan her iş adamımız (ve iş kadınımız) resmiyeti bir kenara bırakarak, dostça ve samimiyetle içini döküyor Bakan'a. Suudi Arabistan'da yatırım yapmanın en beylik ön şartı olan "kefil gölgesinde çalışma zorunluluğu"ndan (yoksa "işkencesi" mi demeli?) Türk yetkililerin devlet dairelerinde yaşanan gündelik sorunlara karşı sergiledikleri ilgisizliğe dek, yığınla kemikleşmiş sorun çekincesizce yatırılıyor masaya...
Türkiye'nin Cidde Başkonsolosluğu Ticaret Ataşesi Özkan Aydın'ın Bakan Kürşad Tüzmen'e verdiği brifingte aktardığı şu inanılmaz bilgi notu, brifingi dinleyen pek çok kişi gibi benim de dudağımı uçuklattı. "Suudi Arabistan'ın 1980 yılındaki kişi başına millî geliri Amerika Birleşik Devletleri'yle eşitti" diyor Aydın, "Yani tamı tamına 36 bin dolar. Bu rakam 2002 yılında Suudi Arabistan'da 7400 dolara kadar gerilerken, ABD'de ise 38 bin dolar düzeyine çıktı."
Suudi Arabistan'ın Körfez Savaşı'ndan sonraki ekonomik çöküşünü herhalde bundan daha güzel anlatan bir istatistik olamazdı. Nitekim, Cidde ve Riyad'da görüştüğüm pek çok Suudi vatandaşı da bu gerilemenin gündelik hayatlarında meydana getirdiği değişiklikleri çarpıcı örneklerle desteklemekteydi. Bir işadamı "Eskiden her türlü teknolojik ürünü bir süre kullanır ve hafifçe eskidiğinde de hemen atardık" diyor, "Şimdi ise ister altımızdaki otomobil, isterse de evimizdeki televizyon olsun, sahip olduğumuz bütün cihazları bozulduklarında tamir ettirmeyi öğreniyoruz!"
Eh, ABD bu, tarih boyunca kendisiyle yakın duran kim kazançlı çıkmış ki Suudiler kazansın!
Ancak, her büyük musibetin ardından eninde sonunda yine bir ışık doğuyor. 11 Eylül'den sonra Amerikan yönetimi tarafından açıkça "terorist" ilan edilen Suudi Arabistan vatandaşları, Washington yönetimine bu ilkel tavrından dolayı öfke kusuyorlar. Sözkonusu öfkenin izlerini -en zengininden en yoksuluna dek- konuşma fırsatı bulabildiğim hemen her sınıftan Arap'ta gözlemledim.
Son dönemlerde bir çok varlıklı Suudi, çoluk çocuğuyla birlikte Amerikan havalimanlarına indiğinde oradaki görevlilerin hakaretleriyle karşı karşıya kalmış ve vizesi olmasına rağmen geri gönderilmiş. Ülkeye girmeyi başaranlar ise bu kez sivil halkın tacizleriyle karşılaşmış. Bizim "parasıyla rezil olmak" diye tanımladığımız bu durumu sık sık yaşamaya başlayan Araplar da, özellikle 2002'den itibaren ABD'nin hem turistik hem de ticarî arenasından süratle çekilmeye başlamışlar.
Şimdiki bilgi yine Ataşe Özkan'dan: "Eldeki verilere göre Suudiler'in dünya üzerinde toplam 600 milyar dolarlık yatırımı var. Ve bu rakamın ABD'deki 150 milyar dolarlık bölümü 11 Eylül'den sonra ülkeyi hızla terketti. Şimdi onbinlerce Suudi yatırımcı saygı ve ilgi göreceği yeni limanlar arıyor."
Dikkat ediniz, burada sözü edilen seyyar sermaye Türkiye'nin neredeyse bütün dış borcuna karşılık gelmekte. Ancak, çok zengin bir ülke olduğumuz için (!) olsa gerek, özellikle "Ecevitli yıllar" boyunca İslâm ülkelerindeki sermaye birikimine burun kıvırmaya devam etmişiz.
Bir içten "selam"a 20 milyon dolar
Yine, Bakan Tüzmen'in liderliğinde ziyaret ettiğimiz Cidde'deki İslâm Kalkınma Bankası'nda, Türkiye'nin -kurucu üyesi ve yüzde 8 sermayedarı olduğu- bu önemli finans kurumuyla son dört-beş yıldır dişe kovuğa gelir hiç bir resmî teması olmadığını öğreniyoruz. Öyle ki, dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in atması gereken rutin bir imzayı atmaması yüzünden, Türkiye İKB ile yeni bir kredi ilişkisi dahi kuramamaktaymış. Ey 28 Şubat, sen nelere kadirsin!
Bu arada, eğer İslâm Kalkınma Bankası'nda yaşanan ikili görüşmeyi sizlere birinci elden aktarmazsam kesinlikle çatlarım! Başkan Dr. Ahmed Muhammed Ali'nin konuğu olarak bu kuruluşa gittiğimizde, kendisi Türk heyetini aynen şu cümlelerle karşıladı: "Değerli Türk dostlarımız, kendi öz bankanıza hoşgeldiniz. Bizler, uzun yıllardır ilk kez kendimizi bu denli yakın hissettiğimiz bir Türk hükümet yetkilisiyle karşılaşıyoruz. Bankamız, kardeş ülke Türkiye'yle daha yakın bir işbirliğine girmeyi öteden beri arzulamaktadır; ancak son dönemlerde Ankara'dan ne yazık ki yakınlaşma adına herhangi bir sinyal alamadık."
Toplasanız bir saati bile bulmayan bir görüşmenin sonunda, İslâm Kalkınma Bankası, batılı finans kurumlarında eşine asla rastlayamayacağınız bir faiz oranı ve geri ödeme takvimiyle Türkiye'ye ihracat finansmanında kullanılmak üzere 20 milyon dolarlık sembolik bir kredi veriyor. İKB Başkanı Dr. Ali sözkonusu rakamın yalnızca bir başlangıç olduğunu vurgularken, Türkiye'nin bunu "iyi niyetlerinin bir göstergesi" olarak kabul etmesini diliyor.
Burada küçük bir not daha ekleyelim. İKB, uluslararası kredilendirme kuruluşu Standard and Poor's'tan son değerlendirmede tam üç adet "A", yani yüksek güven puanı alan son derece güçlü bir finans örgütü.
Kral Fahd'ın sıradışı kabulu
Geleneksel protokol kurallarına göre bakan düzeyindeki yabancı konukları çoğunlukla kabul etmeyen Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz, Türk hükümetinin temsilcisi Kürşad Tüzmen için bu kuralı çiğnedi. İlerleyen hastalığına karşın Tüzmen'i 45 dakika kadar ağırlayan Kral, Ak Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın Siirt seçimlerini ezici bir zaferle kazanıp parlamentoya girdiğini de görüşmenin yapıldığı dakikalarda danışmanlarından öğrendi. Bakan aracılığıyla Erdoğan'a tebriklerini ileten Fahd, ayrıca Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve o tarihte henüz başbakanlık makamında olan Abdullah Gül'e de dostâne selamlarını gönderdi. Kral'ın, gezi öncesinde alınmış resmî bir randevu olmamasına karşın Bakan Cidde'deyken spontane biçimde gerçekleşen bu ziyaret talebini yine de kabul etmesi, Suudi tarafının Türk heyetine bir diğer önemli diplomatik jestiydi.
Tüzmen, Fahd'ın ardından ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prens Abdullah ile de görüştü ve ticarî ilişkilerin artırılması yönünde her iki liderden de destek sözü aldı.
Güç bela gerçekleştirdiğimiz Umre ziyareti
Bakan'ın Cidde'deki temasları sürerken, 8 Mart akşamı, kaldığımız otelde gazeteciler ve işadamlarından oluşan çekirdek bir grup oluşturuyoruz. Amacımız, buralara kadar gelmişken yalnızca 80 kilometre uzaktaki mûbarek diyar Mekke'ye de gidip Umre yapmak. Zamanlama çok büyük bir sorun, ancak bunu da Mekke'ye geceyarısı gitmek suretiyle aşmayı planlıyoruz.
Ekibin -aralarında benim de bulunduğum- pek çok üyesinin "İslâmî bilgi" açısından hâli tam anlamıyla içler acısı. Çoğumuz büyük bir samimiyetle Umre yapmayı istiyoruz, ancak "küçük hacc"ın kurallarını hiçbirimiz tam olarak bilmiyoruz. Bunun üzerine, gezinin organizatörü olan şirket bir otobüs tutuyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı bir Türk görevlinin refâkatinde gece 23.30 dolaylarında Mekke'ye doğru yola çıkıyoruz.
Hayatımın en duygusal anlarından biri bu. Hiç tahmin edemeyeceğim bir zamanda ve hiç hesapta yokken üzerimde ihramlarla mûbarek kente doğru ilerliyorum. Bir çok Türk işadamı sürpriz Umre gezisini duyar duymaz kafilemize katılmış durumda. Ayrıca, TRT, Anadolu Ajansı, Star gazetesi ve Hürriyet'ten de meslektaşlar var. Yüksek sesle dualar okuyarak neşe içinde otobanları katediyoruz. Kameralarımız ve fotoğraf makinelerimiz görüntü kaydedici cihazların yasak olduğu son noktaya kadar çalışıyor, ondan sonra ise bütün ekipmanlar çantalara kaldırılıyor.
Nihayet, sabaha karşı 01.00'de Mekke'deyiz. Kâbe'nin çevresi dev projektörlerle ışıl ışıl aydınlatılmış durumda. . Burası, yeryüzünün dört bir yanından gelen ziyaretçileriyle, adetâ yaşadığımız dünyanın tamamen dışında, başka bir gezegenin yüzeyiymiş gibi geliyor gözlerime. Ekibimize liderlik yapan Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi, son bilgileri de verdikten sonra hepimizi ardına takıyor ve Kâbe kompleksine giriyoruz.
Bu olayın kendi adıma şu küçük hayatımın en özel tecrübesi olduğunu belirtmeme hiç gerek yok sanırım. Özellikle de gecenin ışıkları altında Kâbe ile ilk karşılaşmamızı tanımlayabileceğim herhangi bir kelime bulamıyorum dağarcığımda. Allah, gönülden dileyen herkese o ânı yaşamayı nasip etsin.
Grup içindeki bütün rütbeler, sosyo-ekonomik statü gösterileri bir anda ortadan kalkıveriyor; Kâbe'nin çevresinde tavaf etmeye başladığımızda garip bir biçimde çocuklaşıyoruz. Artık zenginiyle yoksuluyla, sarısıyla, siyahıyla, beyazıyla, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkesiyle hepimiz eşitiz! Normal yaşantımda röportaj için randevu talep etsem, atılan tafralardan oldukça zor biraraya gelebileceğim bir sürü simâyla yanyana vakar içinde yürüyoruz. Kimsenin üzerinde fazladan bir kol saati, bir evlilik yüzüğü dahi yok. Yalnızca kefen benzeri iki bembeyaz havlu. Daha bir gün öncesinde heyet içinde herkesin duyabileceği bir ses tonuyla Suudi Arabistan'daki toplumsal düzenin çağdışılığından söz edip duran, "İyi ki böyle bir ülkede doğup büyümemişim" diye propaganda yapan bir bayan yöneticiye gözüm takılıyor. Sırf merakından dolayı son anda katıldığı gezide, başını ve bütün bedenini tamamen örtmüş, hipnotize olmuş gözlerle bakıyor insanlığın ilk evine.
Umre yapmak için nisbeten sakin bir gece olmasına karşın yine de yüzlerce insan var meydanda. Yanımızdan din kardeşlerimiz gelip geçiyor. Nijerya'dan, Malezya'dan, Endonezya'dan, Sudan'dan, Bangladeş'ten, Bosna'dan ve daha nice uzak diyarlardan. Tavafın ardından Hacer annemizin İsmail'ine bir yudum su bulabilmek için çektiği çileyi yâdetmek üzere Merve ve Safa tepeleri arasında "say" turlarına başlıyoruz. O sırada milliyetlerini -İngilizceyi "gargara yapar gibi" konuştukları- güneyli aksanlarından çıkardığım iki Amerikalı Müslüman da hemen yakınımda yürüyor. Bu ne garip bir iştir Ya Rabbi? İslâm dünyasının gırtlak gırtlağa gelmeye hazırlandığı bir ulusun temsilcileriyle, aynı yüce makamın rızasını kazanmak için aynı yolda yanyana yürüyoruz. Nefret yok, ırkçılık yok, önyargı yok. Yalnızca tek bir hedefe doğru yöneliş ve yoğun bir kardeşlik duygusu var. Şimdi bu insanlar savaş meydanında karşıma çıksalar, onları nasıl öldürebilirim ki?
Sözün özü, Kâbe insanın hayata bakışını ve algılarını allak bullak eden çok özel bir yer. Orada geçirdiğimiz 3-4 saat içinde ruhlarımızın arındığını ve içimizdeki henüz hiç kirlenmemiş, taptaze bir ikinci "ben"in kabuğunu yırtıp dışarı çıktığını hissediyoruz. Belki başkaları adına görüş belirtmek yanlış olabilir, ancak en azından duygularını sorduğum yolculuk arkadaşlarımın büyük bir bölümü buna benzer tanımlamalar getirmekteydiler yaşadıkları tecrübeye.
Bu arada olayın manevî boyutunu bir kenara koyup hemen belirteyim ki, Suudiler'in bu gezi sırasında görme fırsatı bulduğumuz diğer kentlerdeki imar düzeni ne denli göz kamaştırıcıysa, Mekke'de, Kâbe çevresinde uyguladıkları kentleşme modeli de o denli içler acısıydı. Güzelim mabed dünyanın en ünlü beş yıldızlı otelleri arasında daracık bir alana sıkışıp kalmış. Öyle ki Kâbe'ye giriş noktalarından biri dahi Intercontinental Oteli'nin altından geçiyordu, bizler de homurdanarak bu yolu kullandık.
Suudi yetkilileri, ne zaman Mekke'deki çarpık yapılaşma konusu açılsa derhal yüzlerini ekşitiyor ve eleştirilere "Her yıl aynı anda iki milyon insanı başka türlü nasıl konaklatabiliriz ki? Tek seçeneğimiz mevcut bütün boş alanları yüksek binaların yapılması için imara açmak" şeklinde cevap veriyorlar. Geçtiğimiz yıl Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini iyice geren "Ecyad kalesi" yıkımında da gerekçeleri buydu. Umremizi tamamlayıp dışarı çıktığımızda Ecyad'ın enkazında hâlâ devam eden hafriyat çalışmalarını uzaktan izliyoruz. Bölgede "Bin Ladin" grubu tarafından beş yıldızlı bir otel yapılacağı söyleniyor.
Doğrusu Suudiler'in bu gerekçesini yüzde yüz haklı görmeye pek imkân yok. Çünkü ben de pek çokları gibi, insanoğlunun gözbebeği olan böylesi bir mekânda konaklama ihtiyaçlarından ziyade "kutsallığın" korunmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Suudiler, henüz yıllar öncesinde dengeli bir imar politikasını benimseyip yapılaşmayı Kâbe'den bir kaç yüz metre ötede başlatsalardı, bugün Mekke bir beş yıldızlı otel tarlasına dönüşmezdi. Kentin yetkilileri şimdilik bu konuda hiç kimseye hesap vermek istemiyorlar, ancak bu çirkin manzaradan doğrudan doğruya sorumlu olanlar eninde sonunda en yüce makamın huzurunda hesap vermek zorunda kalacaklar.
"Kaçırdıklarınız Beyrut'a gidiyor"
Mesleğimiz bizlere, geride bıraktığımız yıllarda resmî üniformalar içindeki kişilerin her sözüne itibar etmemeyi fazlasıyla öğretti. Ben de bu nedenle gezimiz boyunca sık sık devlet erkânının dışındaki sivil Suudiler'le görüş alışverişinde bulunmaya gayret ediyorum. Bir Suudi işadamı, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin ticarî boyutunun yanısıra o ana dek hiç dikkatimi çekmeyen değişik bir noktaya temas ediyor. "Sırf AB ülkelerine ve ABD'ye şirin görünmek için bize vize uygulamaya başladınız" diyor Arap muhatabım. "İyi de" diyorum, "Siz Türklere yıllardır vize uyguluyordunuz. Vizede karşılıklılık diye bir kural var". Gülüyor ve şöyle devam ediyor. "Biz zaten bütün dünyaya vize uyguluyoruz. Çünkü üçüncü dünyadan ülkemize çok ciddi bir işçi akını var. Bu sirkülasyonu kontrol altında tutmazsak Suudi Arabistan'ın nüfusu bir yılda beşe katlanır. Ayrıca, siz batı baskısı olmadan önce vizede mütekabiliyet esasına hiç de itibar etmiyordunuz. Sınırlarınızda yurttaşlarımıza vize uygulanmıyordu ve pek çok Suudi dilediğinde atlayıp kolaylıkla Türkiye'ye gidiyordu. Vizeden sonra ise, bu tür bürokratik işlemlerden hiç haz etmeyen pek çok varlıklı Arap tatil yapmak için artık ailece Lübnan'a gidiyor. Şu kış sezonunda bile Lübnan'da en az 100 bin Suudi bulabilirsiniz. Oysa bu tatilcilerin çoğu şimdi Türkiye'de olabilirdi."
Doğu ülkelerini "sürgün yeri" olarak görenler
Suudi Arabistan, Körfez Savaşı'ndan sonra yaşadığı -ve yukarıda sayısal ifadesini sunduğum- büyük ekonomik yıkıma rağmen, bugün hâlâ kişi başına 7400 dolar gelire sahip bir ülke. Bu ise Türkiye'nin ulusal gelirinin neredeyse üç katına eşit bir rakam. Yani, Suudiler'in "en bitik hali" bile toplumsal refah istatistiklerinde bize üç tur bindirmiş durumda.
Burada aklıma şu ünlü "Sarıyer vak'ası" geliyor. Bir dönem İstanbul caddelerini dolduran onca varlıklı Arap ailesi bir anda nasıl da buharlaşıp yokoldu? Cevap basit: Acımasızca kazıkladık, hakaret ettik ve hepsini küstürüp geri postaladık. Son yıllarda büyük kentlerimizde, elinizde mumla arasanız, geleneksel entarileri içinde bir tek Arap turist dahi göremiyorsunuz. Gelmiyorlar, çünkü 150 milyar dolar dış borçla kendimizi hâlâ "dünyanın merkezi" olarak görmekte direniyoruz. Kendi hayat tarzımızın dışında kültürel alışkanlıklara ve farklı dış görünümlere sahip bütün yabancılara karşı önyargılı ve kabayız. Tıpkı Rusların istisnasız tamamına "fahişe" muamelesi yapıp, bu furyada kendi halindeki pek çok bavulcu aileyi kaçırdığımız gibi Arapları da kaçırdık.
Pekiyi ya, batılıların böyle durumlardaki tavrı acaba nasıl?
Daha önce ziyaret etme şansı bulduğum diğer üç önemli İslâm ülkesi, Mısır, Türkmenistan ve İran'da bunun en ibret verici örnekleriyle karşılaştım. Uluslararası ilişkilerde tarz olarak benzer bir köylülüğü paylaştığımız Amerikalılar bir kenara bırakılırsa, başta Almanlar, Fransızlar ve İngilizler olmak üzere önde gelen bütün batılı yatırımcılar, duygusal anlamda hiç bir yakınlık hissetmedikleri bu uluslarla -adına "profesyonellik" denilen ve bizim henüz yeterince nasiplenemediğimiz- bir hayat disiplini içinde ilişki kurmaktalar. Bir bakıyorsunuz, Almanya'nın Tahran büyükelçisi bir "Fars dili ve edebiyatı uzmanı" çıkıyor, eşi sırf "public relations" sanatının gerekleri adına başında bir türban ile sosyal faaliyetlerde boy gösteriyor. Bu gibi örneklerin ardından, bizim "hariciye" kültürünün geleneksel temsilcileri içinse İslâm ülkelerinin (ve Ortaasya Türk cumhuriyetlerinin) başkentlerindeki görev yılları "cehennem azabı"ndan farksız bir sürgün dönemi olarak algılanmakta. Askerlerin er defterine tezkere için habire çarpı atmaları gibi "Roma, Londra ve Paris'e atanacakları güzel günlerin" hayâliyle yaşayan kimi diplomatların, bu ülkelerde bulundukları sürelerde ne kadar verimli olabileceklerinin takdirini ise yine sizlere bırakıyorum.
Müslümanların ortak dili "İngilizce" mi?
Cidde'deki iki yoğun günün ardından geçtiğimiz başkent Riyad'da da ticarî hayatın boydan boya Amerikan bayrağıyla kaplanmış olduğunu üzüntü içinde gözlemliyorum. Manzara özellikle Suudi Arabistan pazarı ile yeni yeni tanışan işadamlarımızı bir hayli sinirlendiriyor. Hepsi de böylesine büyük ve iştahlı bir coğrafyanın iç politikadaki akıl almaz tercihler sonucunda bu denli boş bırakılmış olmasına karşı yurtseverce bir isyan sergilemekteler. Bunlar arasında sosyal demokrat çizgide insanların olması beni hiç şaşırtmıyor; çünkü aklı olanlar için aklın yolu bir. Sonuçta onlar da yıllardır nasıl bir treni kaçırdığımızın farkındalar.
Bakan Tüzmen, gezimizin son gününde yaptığı değerlendirmede, "Ben ticaret sözkonusu olduğunda yalnızca gözümle gördüğüm ve önüme konulan paraya inanırım" diyor, "Bu para da ancak ihracattan gelir. Bizi, iç piyasası henüz mal ve hizmete doymamış bölge ülkeleriyle yapacağımız uzun soluklu dış ticaret bağlantıları kurtaracaktır, sağdan soldan toplayacağımız ağır faizli krediler değil!"
Bakan, ayrıntılarını aşağıda bulacağınız yoğun bir görüşme trafiği içinde, iki ülke arasında yıllardır tam anlamıyla soğumaya bırakılmış olan ilişkileri biraz olsun canlandırmaya çalışırken, ben gezimizin dördüncü gününde bir kez daha hayatın içine, Riyad sokaklarına karışıyorum. Amacım biraz fotoğraf çekip, hatıra olarak bir de Suudi kefiyesi satın almak.
Turistik eşyalar satan genç bir satıcıyla ayak üstü sohbet ediyoruz. Şuurlu birine benziyor. Kefiyelerin kırmızılı beyazlı kumaşlarının Suudi malı olup olmadığını sorduğumda, "Ne gezer" diyor, "İngiltere'den geliyorlar!" Ardından "Neredensin?" diye soruyor. "İstanbul" deyince de günlerdir kulağımda çınlayan şu sözleri söylüyor. "Görüyor musun birader, seninle Arapça ya da Türkçe anlaşamıyoruz. Yüzyıllarca birarada yaşadıktan sonra anlaşabilmek için İngilizce konuşmaya ihtiyacımız var!"
"Direncinizi umutla izliyoruz"
Dinlenmeye ne zaman fırsat bulduğunu bir türlü anlayamadığım Bakan Tüzmen Ortadoğu'nun en önemli Arap liderleriyle ardı ardına toplantılara girerken, biz gazetecilerin görüşmelere alınmadığı küçük boşluklarda, ziyaret ettiğimiz iki büyük kentin -Cidde ve Riyad- arka mahallelerine açılıp, "sokaktaki insan"ın nabzını biraz olsun tutmaya çalıştım. Bu süreçte yeni yeni insanlarla tanıştıkça, hafıza kayıtlarımdaki ikinci büyük Türk efsanesi olan "Araplar mankafadır, hiç bir şeyden anlamazlar" şeklindeki önyargının da ardarda ciddi yaralar aldığını vurgulamak siterim.
Karmaşık global meseleleri yerkürenin hangi ülkesinde gidip bir "mankafa"ya danışırsanız, size dişe kovuğa gelir bir cevap veremeyeceğiı aşikârdır. Ancak, Hilton'un resepsiyonundaki -annesi Türk, babası Lübnanlı- Ömer'den, karşılıklı nargile fokurdadıp Sudan çayı içtiğimiz kahveci Muhammed'e, taksi şoförü Kâsım'dan kebapçı Süleyman'a dek muhabbet etme fırsatı bulduğum düzinelerce genç kuşak Suudi, bana "emperyalizm" illetini yorumlayışları açısından hiç de boş gelmediler doğrusu...
Bu insanların tümü, yaşadıkları ülkedeki sistemin ne kadar "İslâm", ne kadar "mutlâkiyet" olduğunu gayet doğru tartabildikleri gibi, Türkiye'nin "Irak'ı yok etme operasyonu"ndaki kritik rolünü de büyük bir dikkatle izliyorlardı. Çünkü ülkedeki televizyon ve yazılı basın haberciliği ne denli tek taraflı olursa olsun, özgürlük sevdalılarının ellerinde zaptedilemeyen iki tehlikeli silah bulunmakta artık. Bunlardan birincisi "internet", ikincisi ise "çanak antenler"...
Özellikle kahveci Muhammed'in şu sözlerini sigara paketinin üzerine özenle not ediyorum: "İstanbullu kardeş" diyor Arap dostum, "Önceden siyonizmin oyunlarına çok daha kolay teslim oluyordunuz. Bu da bizleri büyük hayâl kırıklığına sürüklüyordu. Son zamanlarda ise mümkün olduğunca direndiğinizi görüyoruz. Hem de bütün Arap lidenlerinden daha çok! Fazla şansınız olmadığının da farkındayız. Ekonominiz sizi zorluyor. Ancak, Türkiye şu ana kadar elinden geleni yaptı. Bundan sonrasını ise ancak Allah bilir!"
Konuştuğum "sıradan" Araplar'ın çoğunun Türkiye'deki "savaşa hayır" mitinglerinden, kamuoyunun bu konudaki duyarlılıklarından ve ilk tezkerenin Meclis'teki reddinden haberleri vardı. Bir köşebaşı kahvesinde millete nargile taşıyıp duran o gariban Arap, bazı "seçkin ortamlarda" tanıştığımız ve bizlere "tek geçerli yolun Sam Amca'nın kucağına oturmak olduğunu" hararetle savunan kimi anlı şanlı diplomatik misyon temsilcilerimizden çok daha doğru okuyordu ülkemizde olup bitenleri.
Ve hiç kuşkusuz ki bu açıdan çok daha yakınımda duruyordu.
Bir gün devran dönecek inşaallah...
Velhasıl kelam, İstanbul'dan 3 saat 15 dakika uzaklıkta durum aynen böyle. Sizlere en önemli gördüğüm konu başlıklarıyla aktarmaya çalıştığım bu hızlandırılmış gezi, bana tarihsel arka bahçemizdeki akrabalarımızı birilerinin dolduruşuyla hatıra defterlerimizden nasıl sorgusuzca sildiğimizi ve bu yolla koskoca bir kültürel mirası nasıl ziyan ettiğimizi bir kez daha gösterdi. 11 Mart 2003 Salı... Yeniden THY uçağındayız. Charter seferinin hostesleri "geleneksel Türk konukseverliği"nden olsa gerek, bazı yolcularla son derece sulu diyaloglar içindeler. Özellikle zıpırlık peşindeki kimi genç işadamları, hostes kızlarımıza ilan-ı aşk ediyor, ardından da evlenme teklifleri havalarda uçuşuyor. Kabin görevlilerimizin keyifleri pek yerinde, bir tanesi utandığını belli etmek için âni bir atakla kendisine evlenme teklif eden gencin ağzını kapatıyor. Oysa, ikisi birbirlerini göreli henüz yarım saat olmadı bile. Anlayacağınız ortam çocuk bahçesi gibi. Bu kadar sıcaklığı ve samimiyeti (!) ne Lufthansa'da, ne SAS'ta, ne de Air France'da bulursunuz. Yazı dizimizin en başında da belirttiğim gibi, THY bambaşka canım! Bana gelince... Çılgın kalabalıklardan epeyce uzaklaşmış bir hâlde, Peygamberimizin ülkesinden içim acıyarak dönüyorum.
Gezi:Ali Murat Güven - 2003 Yenişafak.
.
Hac yolunda devrim: Hicaz Demiryolu |
Ürdün’ün önemli şehirlerinden biri olan Maan, Hicaz Demiryolu üzerindeki başlıca istasyonlardan biriydi. Günümüzde demiryolunun Suudi Arabistan’daki kısmı kullanılmadığı için Maan sıradan bir ara istasyona dönüşmüş durumda. Hicaz Demiryolu inşaatında 2666 kâgir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmıştı.
Şam-Hicaz demiryolunun onu başka hatlardan farklı kılan pek çok olağanüstü özelliği var. Esas yapılış nedeni, inananların mukaddes topraklara yapacakları hac seyahatini eskisine göre daha kolay hale getirmek.
Hicaz Demiryolu, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde hem dinî, hem de stratejik sebeplerle inşa edilmişti. Ülkedeki diğer demiryollarının aksine, maliyeti iç kaynaklar ve İslâm âleminden yollanan bağışlarla karşılanmıştı.
Binbir Gece Masallarının ruhuyla yoğrulmuş bu topraklarda, esrarengiz bir vadinin kayalık yamaçlarında Zümrüd-ü Anka kuşunun yumurtasına ya da sihirli bir lambadan çıkan bir cine rastlamak hiç de şaşırtıcı olmayabilir. Demiryolu Şam’da hac seyahatinin başlangıç noktası olan Bab-ı Allah’tan başlar. Raylar Şeria Nehri’nin kollarından Yarmuk’u takip eder. Buradaki koyaklar inşaatta pek çok mesele çıkartmış, ama hepsinin üstesinden gelinmiştir. İtalya, Karadağ, Hırvatistan, Yunanistan ve başka Avrupa ülkelerinden bir çok işçi, bu bölümün kaya kırma işleriyle tünel ve köprü yapımlarında çalışmıştı. Hattın geçtiği yerde, Şeria Vadisi Akdeniz’den 245 metre aşağıdadır; ama Yarmuk’tan sonra denize doğru yumuşak bir meyille çıkılır.
Deraa’nın güneyinde, demiryolu bereketli mısır tarlalarını terk edip rüzgârlı Başan yaylasındaki otlaklara doğru yol alır. Baharda buralarda gezinen ceylanlar ile demiryolunun kıyısında Bedeviler eşliğinde dolanan deve sürüleri göze çarpar. Tren güneye indikçe manzara solgunlaşmaya başlar.
Baştan sona eski hac yolunun izinden giden bu demiryolunun istasyonlarında, hacıların su ihtiyacını karşılayan eski taş sarnıçlar ve su depoları dikkat çeker. Su azaldıkça, bazı yerlerde kuyulardan motorlu pompalar ile su çekilir. Buralarda her nedense artezyen kuyusu yok. Kayalık bir arazideki bir sondajda makineler kırıldıktan sonra bu yöntem rafa kaldırılmış.
Maan, Amman’ı geçtikten sonra, istasyon kuyularında ya da bu küçük kasabanın pınarlarında su bulabileceğiniz ilk noktadır. Burası resmî taş binaları, ufak tefek onarımlar için küçük atölyesi, hastanesi, küçük de olsa oldukça iyi oteliyle büyük bir demiryolu merkezidir. Demiryolundan 1,5 kilometre uzaktaki bir tepenin arkasındaki, taş ve kerpiç evlerden kurulu bu küçük kasaba trenden görülmez. İki gür pınar kasabanın su ihtiyacını karşılar.
Hurmalıklar, cins cins yemiş ağaçlarıyla dolu küçük bahçeler ve tek tük mısır tarlalarıyla kaplı bu topraklar, uzaktan bakıldığından kurak ve tekdüze manzaranın içinde koyu birer yamaya benzer. Buralardaki en benzersiz yer, sekiz saat mesafedeki Petra’dır. 1075 rakımlı, etrafı kurak ve canlandırıcı çöl iklimiyle çevrili Maan’ın yaz ve kış zindelik veren bir havası var.
Bölgenin en zorlu özelliğinin kum fırtınaları olduğu söylenebilir. Baharda yağmur alışılmadık bir şey değildir ve kurak manzarayı yeşile büründürür. Eski saklı kent Petra ve günümüzdeki Maan özelliklerini, Arabistan’ın kapısını tutmalarına ve bu ülkenin kuzeyini kat eden o uzun kasvetli yoldan önce Suriye ve Batı uygarlığının son ileri karakolu olmalarına borçludur.
Çağlar boyunca, daha hac yolculukları başlamadan çok çok önce bile bu yol altın, tütsü ve Arap mallarının Suriye’ye taşındığı güzergâh olarak önem kazandıysa da, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz’deki buharlı gemilerle yapılan nakliyat yüzürden burada ticaret bitmiş, geriye sadece hacılar kalmıştır.
Maan’dan ayrıldıktan sonra tren artık tek bir yerleşimin olmadığı, inlerle cinlerin top oynadığı bir dünyada yol alır. Yolculuğun en ıssız kısmı, Maan’ın güneyindeki eski hac yolunda geçer. Kervanların zorlukla ilerlediği bu yolda, hep ölmüş ya da can çekişen develer görülürdü.
Manzaradaki en büyük değişime Maan’ın 80 kilometre kadar güneyinde şahit olursunuz. Çünkü nihayet Arabistan’ın gerçek kapısına ve cinler diyarına varılmıştır. Ansızın, yol sizi dimdik yükselen bir uçurumla karşılaştırır. Burası Batn el Gul (Cin Kovuğu) diye bilinir.
Batn el Gul istasyonunda, 30 kilometre kadar doğuya uzanan ve iniş için tek bir geçit vermediği söylenen sarp uçurumu seyredebilirsiniz. Ve nihayet, hac yoluyla demiryolunun yokuş aşağı yan yana uzandığı, nispeten kolay bir iniş başlar.
Tepelerden görünen son derece çarpıcı manzaraya, parlak kırmızı ve sarı tonları hâkimdir; bu renkler mora, eflatuna ve siyaha dönerken, tabiatta yeşilden başka her renk görülür. Kumtaşı yarım aşınmış yerleri kırmızı ve sarıya çalar. Bu toprakların tamamen susuz olduğunu düşenseniz de, Maan-Cûf yolu üzerinde birkaç kuyu vardır. Kızıldeniz’e inen bölgedeki birkaç köyde de küçük pınarlar olduğu söylenir.
Şam’dan 690 kilometre uzaktaki Tebuk, yol üstündeki ilk vahadır.
Ardındaki uzun ve kurak çöl yoluna koyulmadan, tren burada suyunu depolar. Tebuk, demiryolunda çalışanlar için yapılmış birkaç bina, bir küçük tamir atölyesi ve 60 yataklı hastaneden ibaret bir istasyondur. Hac yolundaki durak yerlerinin simgesi olan taş hisarlardan birinin içindeki bir havuzda toplanan büyük pınar, 800 metrekarelik bir hurmalığı sular. Tebuk’un esas sakinleri birkaçının bahçesi duvarla çevrili, 60 kerpiç evde oturur. Yolda hep zencilere rastladık, bu civarda Arap yerleşimleri çok seyrek.
Bahçelerde limon ve nar da var. Buğday ise taze hayvan yemi olarak ekiliyor. Demiryolunun bu kesiminden sorumlu İtalyan mühendis, kumda bol sulamayla, Avrupa’daki birçok sebze türünün yetiştiği bir bahçe yapmış. Ama yöre sakinlerinden hiçbiri onun yaptığı işi denemeyi düşünmemiş.
Hz. Muhammed’in ilk seyahatlerinde Tebuk’u ziyaret etmiş olduğu bilinir; Cebel Şerora’nın ise Peygamber’in minberi olduğu söylenir. Bu belkide, buranın etrafını saran topraklara hâkim konumu yüzündendir.
Fazla hayvan türünün olmadığı bu yörede, az miktarda, yerel halkın “lasar ireği” dediği oryx beatrix türü antilaplor yaşar. Maan’ın kuzeyinde büyük sürüler halinde gezen gazeller burada yok. Nadiren rastlandığı söylenen devekuşlarından birinin postu Maan istasyonunda muhafaza edilmektedir.
Tebuk’un güneyinde su, yine büyük bir sorun; karakolların su ihtiyacı her gün trenle karşılanıyor.
Demiryolunu baştan sona Osmanlı askerleri kurmuştur; ama çok sayıdaki taş istasyon binası, köprü ve menfezi çoğunlukla İtalyanlar ile Yunanlı ve Karadağlı işçiler inşa etmiştir. İnşaat sürerken Tebuk çevresinde tutuculuktan neredeyse eser görülmemiş, bu sayede İtalyan işçiler yeni bir cami yapmıştı. Avrupalılar tarafından eğitilen Türk mühendisler ise El Ula’dan Mekke-i Mükerreme’ye uzanan yolu inşa etmişlerdir.
Bu demiryolunun çok işlek olacağını veya Orta Arabistan’la ticareti canlandıracağını düşünmek hatalı olur; çünkü Maandan Medine’ye kadar uzanan bölge, hiçbir gelişme imkânı olmayan, çorak topraklardan geçer. Üstelik iç Arabistan’ın satabileceği fazladan malı yoktur. Mekke ve Medine’de dahili ya da harici her türlü ticaretin, uzun karayolundan çok demiryolunun denize kavuştuğu Şerm Rabiğ limanından yapılması daha olasıdır.
Demiryolunda işleyen vagonlar Belçika’dan, lokomotifler Almanya’dan satın alınmıştır. Raylar ise Amerika’dan, Rusya’dan üretim yapan bir Fransız firmasından ve Belçika’dan temin edilmiştir.
Ayrı bölümlerden sorumlu mühendisler Fransa, Polonya, Macaristan gibi farklı farklı ülkelerden gelmişti. Bu inşaatın başında ise gayet yetenekli ve becerikli bir Alman olan Meissner Paşa vardır. Ayrıca, demiryolunu başarıyla Medine’ye getiren ve genel idareden sorumlu olan Kâzım Paşa ile Medine’ye varan son bölümü Avrupalıların yardımı olmaksızın başarıyla tamamlayan, bütün modern metotlara hakim Türk mühendis Hacı Muhtar Bey’in haklarını da teslim etmek gerek.
Sonuç olarak en çok neyi takdir edeceğimize karar verebilmek zor iş: Demiryolunu kurarak hem dininin çıkarlarını gözeten hem de geniş imparatorluğun uzak yerlerini birleştiren Padişah Hazretlerinin ileri görüşlü fikri mi; yoksa bu projeyi hayata geçiren, neredeyse hiç suyun olmadığı ıssız topraklarda, kilometrelerce uzunluktaki demiryoluna emeği geçen Osmanlı askerinin sessiz ve sarsılmaz sadakati mi?
Gezi:National Geographic’in Aralık 2002 sayısından alınmıştır.
.. |
Uygarlıklar kenti
Anadolu'nun, tarihe şahitlik yapmış kadim kentlerinden biri Hasankeyf. "Uygarlıklar kenti" ya da "Mezapotamya'nın mağaralar başkenti" olarak da anılıyor. Yüz yıllarca önce insan emeği ile kayalara dantel gibi işlenen Günedoğu'nun Efes'i... Binlerce yılın tozu toprağına göğüs germiş, istilalar görmüş bağrı yanık bir kent Hasankeyf. Ne haçlı seferleri, ne Moğalların saldırıları ne de Timur'un Anadolu'yu istila etmesi Hasankeyf'i yok etmiş. Ancak bugün yanlızlık mı, terk edilmişlik mi, baraj sularının altında kalacağını bilmenin acısı mı; bir hüznü, bir keyifsizliği var Hasankeyf'in. ihtiyarlar bezgin,
Dicle'nin kıyısındaki tarihi mekanları mesken tutmuş, oyun oynayan çocukların gözleri umutsuz ışıklar saçıyor sanki. Ortaçağ sonlarına kadar Mezapotamya ile Anadolu'nun birleşim noktasında ticaret ve ekonominin odak noktası olmuş Hasankeyf'in kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmiyor. Bu görkemli şehir, ilkçağda "Cefa" adını taşımış ve Süryani piskoposluğunun da merkezi olmuş. Mezapotamya'nın başlangıç noktasında Doğu ve Batı kavimlerinin de gözbebeği Hasankeyf, antik dönem dışında Bizans, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Mervaniler, Artuklular, Eyyubiler ve Osmanlılar'a da ev sahipliği yapmış.Medrese, Rasathane, Darüşşifa ve diğer eğitim kurumlarıyla bölgenin ilim ve kültür merkezi olan Hasankeyf, ulaşım yolları ve ticaret merkezlerinin yer değiştirmesiyle önemini ekonomik anlamda yitirirken, üzerindeki tarih ve kültürel mirası bugünlere ulaştırmayı ihmal etmemiş. Yüzyıllarca nice medeniyetlere ev sahipliği yapan Hasankeyf'te Antik dönemden beri halkın o görkemli mağaralarda yaşıyor olmasını fakirlik belirtisi sayan yöneticiler, insan var ama ev yok deyip, devlet eliyle tarihsel kentin üstüne 40'ar metrekarelik evler yaptırarak pek çok anıtı yok etmiş. Antik taşlar inşaatlara temel taşı olurken halk, devlet yapıyor diye ses çıkaramamış. 1980'lerin başına gelince bölge birinci derecede SiT alanı ilan edilmiş. Edilmiş ama, yağma sürmüş durmuş. Devlet, Hasankeyf'i Hasankeyf yapan eserlerin sayımını yapmadığı gibi, bir görevlisini bile yollamamış. Kaderine terk etmiş Hasankeyf'i.
Hasankeyf'e baraj yapılacağı gündeme gelince terk edip gidivermiş halk. ?imdi geriye sadece ihtiyarlar ve birkaç fakir aile kalmış; bebeleriyle. Sindirmek kolay değil, böylesi bir ihtişamdan Türkiye'nin en fakir dördüncü ilçesi durumuna düşmeyi.Her yıl yeniden ölüp ölüp diriliyor Hasankeyf. Bir "Hasankeyf sular altında kalacak" deniliyor, bir "Hasankeyf kurtuldu". Kent bizi, "Tarihi mirasımız Hasankeyf'i koruyalım" levhasıyla karşılaşıyor.Ve tıpkı bir zaman tünelindeymişiz gibi başlıyor zamana yolculuğumuz. Önce, zamanında 300 bin kişinin yaşadığı mağaraların bulunduğu kale. Kalenin birinci kapısı, 1993'de kaya düşüp, göçtüğü için ikinciye, yani Eyyübiler zamanında yapılan yılanlı kapıya geliyoruz. Dut ağacının altına rastlayan kapının tek kanadı yerinde dururken, diğeri, doğanın acımasız şartlarına terk edilmiş. Kalenin eski çağlardan beri bir iskan yeri olarak kullanıldığı mağara yapılarından anlaşılıyor. Ancak kale olarak kullanılmaya başlaması Bizanslılar dönemine rastlıyor. Yekpare taştan olması nedeniyle çok korunaklı oluşu, üzerinde birkaç tarihi eserin bulunması gizli yollarla nehre inilmesi ve kaleye çıkan yol üzerindeki zarif, muhteşem taş kapısıyla dikkatleri çekiyor. Kaleye doğudan merdivenli bir yolla ulaşılıyor. Bu yolun üst tarafında da kısmen harap olmuş diğer bir kapı var. Kalenin kuzeydoğu ucunda dev bir kule gibi yükselen Küçük Saray yer alıyor. Kalenin dikkate değer özelliklerinden biri de, gerek Artuklular, gerekse Eyyubiler döneminde buraya su çıkarılmış olması. Asırlarca kale bu su ile hayat bulmuş. Bu suyun kesildiği olağanüstü zamanlarda kalenin kuzeyinde yer alan merdivenli yollarla nehirden su alınmış. Eyyubilerin Hasankeyf'teki ilk eseri olan Ulu Camii de Kalenin içinde bulunuyor. 1325 yılında bir kilise kalıntısı üzerine inşa edilmiş. Yapı gibi minaresi de genellikle moloz taşlardan yapılmış. Minarenin kuzeyinde bulunan alçı süsleme ve kitabe dikkate değer. Cami minberindeki ahşap kitabe, yazısı ve oyma süsleriyle günümüze ulaşan nadir parçalardan biri. Ve köprü. Tarihi kaynaklarda köprünün 1116 tarihinde Artuklu Fahrettin Karaaslan tarafından yapıldığı yazılı. Kemer açıklıkları itibariyle Ortaçağ'da yapılan taş köprülerin en büyüğü.Ortadaki büyük kemeri taşıyan iki orta ayağın arasındaki açıklık 40 metre. Doğu ve batıdaki küçük kemerler dışında ortadaki büyük kemerler tamamen yıkılmış durumda.Eskiden köprünün en büyük kemerinin ortası ahşaptanmış. Düşman şehre saldırdığı zaman yerinden kaldırılır, düşmanın şehre girişi engellenirmiş. Bu özellik köprünün ömrünü kısaltmış. Köprünün önemli özelliklerinden biri de orta ayaklar üzerinde yer alan ve 12 burcu simgelediği tahmin edilen figürler. Bir ikisi dışında tahrip olmuş ve şekil olarak ne ifade ettikleri anlaşılmaz hale gelmiş. Köprünün ne zaman yıkıldığı da bilinmiyor.
Kalenin kuzeyinde Ulu Cami'nin altında büyük saray yer alıyor. Büyük ölçüde yıkılmış ve göçükler altında kalmış. Yapının en önemli özelliği, binadan bağımsız, giriş kapısının karşısında dikdörtgen bir kulenin yükseliyor olması. Burasının gözetleme kulesi veya yıldırımlık görevi gördüğü tahmin ediliyor. Binlerce yıl insanlara hizmet eden patika yoldan kışın sıcak, yazın serin olan mağaralardayız artık. Sanırsınız ki 80 metrekarelik bir apartman dairesi. Ocaklı büyük bir salon, yan yana dizili odalar, mutfak, kiler ve banyosu da var bu yüksek tavanlı mağaraların. Bazıları kendi haline bırakılan mağaraların bir kısmı pırıl pırıl temizlenip, içi kilim ve yastıklarla donatılmış.Dicle nehrinin doğusunda köprü ayağına yakın bir mevkide El-Rızk Camii yer alıyor. Eser, 1409 yılında Eyyubi Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış.
Bu gün camiden sadece minare sağlam kalmış. Kısmen yıkılmış giriş kapısında yer alan kitabenin altında Allah'ın 99 ismi yazılmış. Caminin önemli özelliklerinden biri de, cami minaresinin çift yollu olması. Betonarme köprünün batı yakasındaki tepecikte ise imam Abdullah Zaviyesi yer alıyor. Eser asli yapısını koruyamamış sık sık tadile uğramış. Kubbenin bitişiğindeki minare amaçlı kullanılan kule, kısmen harap olmuş. Kısa bir süre Hasankeyf'de hakim olan Akkoyunlular'a ait tek eser olan Zeynel Bey Türbesi ise Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey'e ait. Türbenin silindirik gövdesi üzerinde turkuvaz ve lacivert sırlı tuğla ve kuşaklar oluşturulmuş. Bu kuşaklarda sıra ile "Allah, Muhammed ve Ali" isimleri hayranlık verici bir şekilde yazılmış. içeriden sekizgen bir özellik arzeden yapının mezar bölümü açılmış. Hasankeyf'teki birçok eser gibi bu da yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Kendi türünün Anadolu'daki nadir örneklerinden olan türbenin, Hasankeyf'teki diğer eserlerle beraber koruma altına alınması ve restore edilmesi gerekiyor. Mezapotamya'nın bu en eski yerleşim biriminde, tarihte bilinen en eski darphanelerden birinin bulunduğu biliniyor. Ancak yüzyıllardır depremler, toprak kaymaları sonucu yüzlerce metre yüksekliğindeki tarihi kentin altında kaldığı belirtilen darphaneye, yıllardır sürdürülen kazılara rağmen ulaşılamamış. Definecilerin talanına, çeşitli yerlerde ele geçirilen buluntulara rağmen, Hasankeyf'in halen bir altın deposu olduğuna inanıyor yöne insanları.
Hasankeyf'te Yetişen Bilginler
Hasankeyf, Ortaçağ'ın önemli idare ve ticari merkezlerinden biri olduğu gibi, birçok bilginin yetiştiği bir mekan olmuş. Hasankeyf'in yetiştirdiği bazı bilginler şunlar: 1- Alaaddin Haskefi (Ö. 1677). Hanefi fıkhı alimi. 2- Ebu'l-Lutf Haskefi (Ö. 1455). Fıkıh ve Arap Edebiyatı bilgini. 3- El-Hatib el-Haskefi (Ö. 1158). ?afii fıkhı, Arap Edebiyatı ve ?iir alimi. 4- Ahmet ibn Muhammed Haskefi (Ö. 1599). Hem din hem fen ilimlerini tahsil eden bilgin. Bunların dışında başka alimlerin de burada yetiştiği ve ders verdiği biliniyor. Bunlardan biri ünlü Sibernetik bilgini Bediüzzaman Ebul-iz El-Cezeri'dir. icad ettiği robotları Hasankeyf Artuklu Sultanına hediye ettiği, ayrıca bir çok farklı aletler yaptığı söyleniyor.
Hasankeyf Efsaneleri
Hasankeyf'in yazılı kaynaklarda yer almayan ancak, insanlar arasında anlatılan ve devirden devire aktarılmak suretiyle efsaneleşen hikayeleri de meşhur. işte ortak noktaları olan, ancak anlatım tarzlarında bazen farklılıklar gösteren bir kaç hikaye;
Hasan Keyfe'nin Hikayesi
Zamanın birinde Hasankeyf çevresini haraca bağlayan, adamları ile birlikte yolları kesip halkı soyan Hasan isminde bir eşkıya varmış. Bu adam sonunda yakalanmış ve Hasankeyf Kalesi'nde zindana atılarak hapsedilmiş. Bir süre sonra da idama mahkum edilen Hasan, cezasının infazı için Kaledeki meydanda kurulan dar ağacına getirilmiştir. Ancak, idamdan önce son dileği sorulurken Hasan, görevlilerden bir küheylan getirmelerini istemiş, ata binip meydanın bir ucundan diğer ucuna bir cirit oyunu oynamayı arzuladığını ifade etmiştir. Dileği yerine getirilir, Hasan ata biner ve son hızla Hasankeyf Kalesi'nden 200 metre aşağıdaki Dicle Nehri'ne atlar. bu atlayıştan sonra at ölür ancak Hasan, karşı sahile kadar yüzerek kurtulur. Bu esnada meydanda toplanmış bulunan halk, Hasan'ın bu atlayışına karşı hep bir ağızdan "Hasan Keyfe (Hasan neden yaptın!)" nidasında bulunarak olay karşısında üzüntülerini dile getirirler. Hasankeyf isminin bu olaydan dolayı bu yöreye verildiği anlatılmaktadır.
İki Yollu Minare
Sultan Süleyman bin Turan şah Eyyubi'nin hükümdarlığı döneminde yapılan Sultan Süleyman Camii minaresi, daha inşaat halinde iken usta ile kalfa arasında inşaat tekniği açısından bir anlaşmazlık çıkar. Minarenin henüz dikdörtgen kaidesi yapılmakta iken usta ile kalfa arasında başlayan bu tatlı çekişme, kalfanın usta tarafından kovulmasıyla son bulur. Bu olay kalfanın çok zoruna gider. Ancak buna karşılık vermek için Dicle Nehrine hakim kayalıklar üzerinde bulunan El Rızk Camiinin minaresini yapmayı üstlenir. Kalfanın buradaki amacı, ustasının yapmakta olduğu minareden daha güzel bir minare yapmaktır. Nitekim öyle de olur. Usta ile kalfa minarelerini birlikte yapmaya başlarlar. Her iki minare de yükseldikçe.
İhtişamları da belirginleşmeye başlar. Ancak kalfa, yapmakta olduğu minarede herkesten saklı tuttuğu bir ayrıntıyı özenle korumaktadır. Minareler, ilk bakışta dış görünüş itibariyle birbirine benzemektedir. Ancak halk, zarafet ve estetik açısından minareleri karşılaştırınca, kalfanın yapmakta olduğu minarede herkesten saklı tuttuğu bir ayrıntıyı özenle korumaktadır. Minareler ilk bakışta dış görünüş itibariyle birbirine benzemektedir. Ancak halk, zarafet ve estetik açısından minareleri karşılaştırınca, kalfanın yapmakta olduğu minarede daha güzel ve göze hoş gelen desenler bulunmaktadır. Zaman ilerledikçe, her iki minarenin inşaatı da hızlanmaktadır. Bir süre sonra minareler birlikte tamamlanır.Usta yaptığı minarenin açılışını, başta melik olmak üzere kentin ileri gelenlerinin iştirakiyle gayet şatafatlı ve görkemli bir törenle açar. Kalfa ise yaptığı minarede sır gibi sakladığı bir inşaat tekniğini yalnız ustasının görmesini istemektedir. Bu nedenle minarenin açılışını yapmadan önce, ustasına karşı duyduğu saygıyı ön planda tutarak ve mütevazı bir tavırla ustayı açılışa davet eder ve minarenin açılışını ona yaptırır. Minarenin açılışından sonra usta, minarenin merdivenlerini kontrol etmek ve rahat olup olmadığını anlamak için minarenin tepesine çıkar. Birde ne görsün, kalfada minarenin tepesinde kendisini beklemektedir. Bu durumu hayretle karşılayan usta, kalfaya "Buraya nasıl çıktığını" sorar. Kalfa da her zaman olduğu gibi tevazuyu elden bırakmadan ustasına "?u yan tarafta bulunan ikinci yoldan çıktım" der. Bunun üzerine usta, şöyle bir yan tarafına bakar ki birde ne görsün, minarede çift yol yapılmış. Üstelik bu yollardan çıkan ve inen birbirlerini görmeyecek şekilde bir inşaat tekniği kullanılmış. Oysaki kendisinin yaptığı minarede böyle bir teknik kullanılmamış ve yalnızca minaresinde bir yol vardır. Bu durum karşısında ne yapacağını şaşıran usta, kalfasının bu şahane eserini takdir edeceği yerde gururuna yenik düşerek geçirdiği bunalım sonucu minarenin tepesinden aşağıya atlamış ve intihar etmiştir. Bu nedenle, Hasankeyf'te bulunan minareler, işte böyle tatlı, ancak sonu dramatik olan bir rekabet anlayışı içinde yapıldığı için üstün bir inşaat tekniğine ve üstün bir sanat değerine sahiptir. Efsaneleriyle, medreseleriyle, rasathaneleriyle, kiliseleriyle, kalesiyle ve diğer eğitim merkezleriyle bir çok uygarlığın beşiği olmuş bu doğa harikası şehir artık yorgun ve hüzünlü. Tarihin bize emaneti olan bu şehir yok olmak üzere. Böylesine kıymetli bir mirasın sular altında kalmasına, çamura gömülmesine ramak kaldı. Hâlâ doğal yapısını koruyan belki dünyanın nadir kentlerinden Hasankeyf, ılısu Barajı gölünde intihar edeceği günü bekliyor. Her şeyini paylaştığı Dicle'nin kendisini yutacağını duymak onu kahrediyor. Dicle onu yutmadan, o intiharı düşlüyor ölüm sessizliğinde. Hasankeyf Ege'de bir "Efes" olsaydı ya da bir "Aspendos" olsaydı yine de böyle sahipsiz olur muydu bilemiyorum, ancak belki barajın su yolu başka tarafa çekilir ve bir tarih kurtulur. Ama ya kurtarılmazsa!...
Gezi: Ferman FIRAT
Anadolu Gençlik - sayı 33 - Ekim 2002 alıntılanmıştır.
. |
'Rüzgarlı şehir' Bakü
Sabaha karşı "rüzgarlı şehir" Bakü'ye ulaşıyoruz. Alandan kalacağımız otele kadar 45 dakika daha yolculuk yapmamız gerekiyor. Apşeron Yarımadası'nın çevresi petrol kuleleriyle dolu. 20. yüzyıla dünyanın bir numaralı petrol üreticisi olarak giren Azerbaycan, çoktandır aynı noktada olmamasına rağmen belini "neft" satışıyla doğrultabiliyor. Dinamitin mucidi Alfred Nobel, Apşeron Yarımadası çevresinde ilk petrol kuyularını açan adam olarak biliniyor. Otobüsümüz ağır-ağır "The Crescent Beach"e doğru ilerliyor.
Pupa yelkenli gemiler döneminde okyanusları aşarak dünyayı turlayan Britanyalılar, Sovyet İmparatorluğu'nun nihayete ermesiyle birlikte "neft kokusunu" takip ederek kapağı yine Bakü'ye atmışlar. Sadece onlar mı? Amerikalılar, Hintliler, Japonlar, Çinliler, Ruslar da "Kardeş Ülke"nin her yanına dolmuş. Birkaç dönerci, fırıncı da var bizleri temsil eden. Dünyanın en büyük ilaç fabrikalarına sahip, eski milli güreşçi, günümüzün Güreş Federasyonu Başkanı Osman Şansal'la birlikteyiz. Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Gürcistan ve Azerbaycan'ı içine alan geniş bir "ilaç ağı" kuran Osman Şansal, 800 çalışanının bulunduğu Bakü'ye ilk kez geliyor, ben de öyle! İlaçla aram iyi değil, cebimde bir tablet Asprin bile yok! Kendi-kendime nazar değdirmeden yol boyunca gördüklerimi sunayım:
GÜLÜNÇ TABELALAR
Tam 2500 yıl İran etkisinde kalan Azerbaycan'ın uyanışı 19. yüzyıla rastlıyor. Bizim konuşmamıza onlar, onların konuşmalarına da bizler gülüyoruz. "Nagliyyat xidmetleri" (Ulaşım), "Te'cili yardım" (İlk Yardım) "Toyug, göbelek, çeddar pendiri" (Tavuk, göbelek (her ne ise) ceddar peyniri) dikkatimizi çeken ilk işaretler. Vala-Nurettin (Va-Nü) gibi ben Bakü'de Shekespeare'in eserlerinden birini izleme şansı elde edemedim. Mesela: Romeo-Julliet'yi Azeri aksanıyla izlemiş olsaydım, neler hissederdim bilemiyorum!
Azerice, kimi sesbilgisi ve biçimbirim özellikleri bakımından Türkiye Türkçesi'nden farklılıklar gösteriyor. Türkiye Türkçesi'ndeki ön, iç ve son seslerdeki k'lar Azerice'de g oluyor: gapı (kapı), gıymet (kıymet), nögte (nokta), barmag (parmak) gibi. İç ve son seslerdeki k'lar da Azerice'de h'ye dönüşüyor: ohı (oku), yahın (yakın), yoh (yok), balıh (balık) gibi.
HAYDAR ALİEV'LE
Sovyet İmparatorluğu'nun parçalanmasından sonra, emperyalist milletlerin gözlerini çevirdiği Azerbaycan'ı derleyip-toparlayan Haydar Aliyev oldu. Azerbaycan Cumhurbaşkanı, kendi ülkesinde "Heyder Elirzaoğlu Eliyev" olarak tanınıyor. Sovyet İmparatorluğu zamanında Başbakan Birinci Yardımcılığı yapan emekli general Haydar Aliyev'le 1992 yılında yaklaşık 3 saat süren bir konuşma yapmıştık. Tuttuğunu koparan, dost ülke Azerbaycan Cumhurbaşkanı "Kiril alfabesini, soyadlardaki takıları" kaldıracağını anlattıktan sonra şunları söylemişti:
"-Rus Gizli Servisi'nde bir general olmama rağmen benim kalbim daima Türklük için attı. Leonid Brejnev'e Bakü'de daça (yazlık) yaptırttım. Neden? Türkler'e daha fazla yakınlık göstersin, Türk evlatlarına daha fazla burs temin edeyim diye. Kendisiyle teklifsiz görüşürdük. O bana Ali, ben de ona Leonid derdim..."
KOLAY DEĞİL
Rus yayılmacılığının esasını teşkil eden "alfabeleri karmaşık hale getirmek" uçsuz-buçsuz Orta Asya topraklarında yaşayan Türkler'i birbirleriyle anlaşamaz hale sokmuş! Azeri, Türkmen, Kazak, Özbek biraraya geldiğinde ortak dil Rusça oluyor, başka türlü ifadede bulunmak yararsız. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, 1992 yılında bana açıkladığı gibi Kiril alfabesi yerine Latin alfabesini getirmiş ama anlayamadığım kimi noktalar var.
Sözün gelişi q, x Azerice'de yer alıyor. H harfi yerine x yazıp, h sesiyle okuyorlar. E harflerinin açık yanı sağa değil, sola bakıyor, küçük a'lar da aynı şekilde. Gazetelerin yarısı Kiril, diğer yarısı ise Latin harfleriyle yayınlanıyor.
Bir milyon Azeri çadırlarda yaşıyor
Bakü'de son model arabalar, Paris ayarında kafeteryalar, lokantalarda dilenciler de var. Dünyanın bu en eski mesleğini lüks otellerin önünde, ana caddelerde icra edenler, yokluk ve zaruret içinde yaşamak zorunda bırakılan Azerilerden başkası değil.
Bir Ermeni Soykırımı tutturulmuş gidiyor. Dünyanın adeta mezbaha halinde olduğu dönemlerde karşılıklı vuruşmalar olmuş, emperyalist devletler Ermenileri üstümüze saldırtmış. 90 yıldır soykırım iddiaları sürüp gidiyor ve bu arada Karabağ'dan tam bir milyon Azeri'yi çıkaran, yüzbinlercesini öldüren Ermeniler'in bu vahşetinden hiç söz eden yok!
Bakü'de son model arabalar, Paris ayarında kafeteryalar, lokantalarda dilenciler de var. Dünyanın bu en eski mesleğini lüks otellerin önünde, ana caddelerde icra edenler, yokluk ve zaruret içinde yaşamak zorunda bırakılan Karabağlı Azerilerden başkası değil. "Bir çöreg pulu" (Bir ekmek parası) diyerek önleri kesilmeyen, yardım talep edilmeyen giyimli-kuşamlı kişi yok gibi! 5 Mayıs 2002'de Bakü'de bulunduğum gün "Cemiyet Haberleri" içeren bir gazete satın aldım. Ufak boy bu gazetenin 9. sayfasında en altta ve sadece çift sütuna şu haber vardı:
KARABAĞ SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
"Rusya ile Azerbaycan arasında diplomatik münasebetlerin kurulmasının 10. yılında gazetecilerin sorularını cevaplandıran Rus Diplomatı "Bu sorunu Rusya tek başına değil, Minsk gurbu temsilcileriyle birlikte hareket ederek çözebilir" demiştir. Nikolay Ryabov, sözlerine şöyle devam etmiştir: "Biz Azerbaycan'ın arazi bütünlüğünü hiç bir zaman reddetmedik ve etmiyoruz da! Karabağ sorunu etap-etap hallolunmalı. İlk adım, işgal altında tutulan Azerbaycan topraklarının boşaltılması ve mültecilerin evlerine yerleştirilmesidir. İkinci etap ise Dağlık Karabağ'ın statüsünün yeniden gözden geçirilmesidir..."
ÇAĞDAŞ AZERİ EDEBİYATI
Sovyet İmparatorluğu döneminden kalma alışkanlıklardan biri kentin her yanının heykellerle donatılmış olması. Hem yazılı, hem sözlü çok zengin bir edebiyat birikimi olan Azeriler, Kadı Burhanettin, Erzurumlu Darir, Nesimi, Abdülkadir Meragi, Kurbani, Fuzuli, Genceli Nizami gibi bestekar, şair ve yazarların heykellerini kentin dört bir yanına oturtmuşlar. Elbette, bir milletin geçmişteki büyüklerini unutmaması gerek. Törelerini, büyüklerini unutanların tarihte yok oldukları biliniyor. Azerbaycan'ın İran sınırları içinde kalan kesiminde (sayıları 30 milyondan fazla) Türkçe yayın yasaklandığından, burada yaşayan Azeri şair ve yazarları (Şehriyar, Samed Behrengi, Mirza Ali Muciz, Etimad, Ali Tude, Tebrizli Ali) yapıtlarını Farsça yazdılar. 1920 yılında Sovyet İmparatorluğu'nun bir parçası olan Azerbaycan, 1939 yılında Kiril alfabesi kullanmağa başladı. Bahtiyar Vahapzade, Resul Rıza, Osman Serıvelli, Süleyman Sani Ahunbay, Seddar Ahundov gibi edebiyatçılar eserlerini Kiril alfabesiyle yazdılar. Cumhurbaşkanı Haydar Aliev, bu yakınlarda yeni bir devir başlattı ama Latin alfabesinin tamamen yerleşmesi için zamana ihtiyaç olduğu kesin.
EV KİRALARI ÇOK YÜKSEK
1 milyon Dağlık Karabağlı Azeri'nin çadırlarda yaşamak zorunda bırakılması, neft kokusunu duyan yabancıların para izini sürerek Bakü'ye dolmaları sonunda ev kiraları astronomik şekilde yükselmiş. 2 oda bir salondan ibaret katlar, bulundukları semtlere göre 2 bin ila 3 bin Amerikan Doları aylık ödemeler karşılığında hizmete açılıyor. Türkiye'den Azerbaycan'a giden turistlerden vize ücreti olarak 40 Amerikan Doları alınıyor. Orada iş kuranlar ayrıca her yıl 300 Amerikan Doları oturma parası ödemek zorunda.
YILDA 16 BİN ARTIŞ
Azerbaycan Devlet İstatistik Enstitüsü'nde 1 Nisan'da açıklanan rakkamlara göre Azerbaycan'ın nüfusu her yıl 16 bin kişi artıyor. Yeni yerleşim yerleri yapımının henüz hızlandırılamamış olması konut sorununu gözler önüne seriyor.
Devlet binalarının çoğunun yapımı da tamamlanmadığından bazı bloklar harabe halinde. Azerbaycan'da 3 milyon 983 bin erkeğe karşılık, 4 milyon 175 bin kadın bulunuyor. 192 bin kadın fazlalığı var.
Buna karşılık aralarında tarihi düşmanlık bulunan Ermenistan'da yaşayanların % de 70'ini kadınlar teşkil ediyor. Çağlar boyunca Ermenistan'da doğan her 4 bebekten 4'ü kız olmuş. Havanın, suyun etkisi, belki de Yaradan'ın istediği bir denge bu?
Azerbaycan'a gitmiş olmaktan hiç pişman olmadım. Göze çarpan bir-iki küçük noktayı belirtmek onlar için "üzücü" olmasa gerek! Azerbaycan, toparlanma devresinde ve toparlanacak.
45. Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası sırasında salonu dolduran 15 binden fazla Azeri kardeşimizin "Türkiye!.. Türkiye!.." diye bir bağırışları vardı ki, böylesine yürekten haykırışları Türkiyemizde bile duymamıştım. Başarı dileklerimi ve gönlümü bu kardeş ülkede bırakarak vatana döndüm...
BAĞIMSIZLIĞIN ŞEREFLİ GURURUNU YAŞIYORLAR
1901 yılında Rusya'nın petrol üretiminin % 95'ini üreten Azerbaycan, bugün şerefli bağımsızlığın gururu içinde. Ülkede sadece petrol değil, iyot bromürlü sular, kurşun, çinko, demir, bakır cevheri, nefelin siyenit, tuz, kireç, mermer de var. Sanayi büyük çeşitlilik gösteriyor: Enerji, imalat, ağır sanayi, kimya, pamuklu ve yünlü dokuma, şarapçılık, üzüm, çay üretimi, arıcılık, ipekböcekçiliği, balıkçılık, havyar ihracatı ile ülkeye her yıl milyarlarca Amerikan Doları giriyor. Yabancıların bu ülkede turlamalarının ana sebebi de, zenginlikten pay kapmaktan başka ne olabilir?
Atasözleriyle Azeri zekâsı
Ruslar'da birkaç atasözü vardır ki, Tatar ya da Azeri her ne olursa olsun, temelde Türk kastedildiğinden tekrarlamaya değer. Ruslar, "Başarılı her Rus'un arkasındaki perdeyi kaldır bir Tatar çıkar" der.
Tarih boyunca ot yiyenleri, et yiyenler, et yiyenleri de balık yiyenler yendiler. Hazar Denizi kıyısına yerleşen Azeriler, dünyaya "havyar"ı tanıtan milletlerden biridir. Anadolu topraklarında yeşerip büyüyenlerden Azeriler, çok daha boylu ve iriler, erkekleri de kızları da! Günlük gıdalarının balık olmasının yanında iyotlu ve zengin mineraller içeren içme suları onlara böylesine bir özellik vermiş. Bakü'de kaldığımız sürece hemen her yerde iri-kıyım "korumalar" gördüm, sonra baktım ki, sokak ve caddelerde yürüyenlerin de onlardan farkı yoktu.
NERİMANOV DA AZERİ'YDİ
Anılarında "Kalmuk Türkü" olduğunu yazan Lenin'in sağ kolu Dr. Neriman Nerimanov, Azeri soyluydu. Bir zaman geldi onu zehirlediler. İddialar bu merkezdedir. Uzay yarışında Birleşik Amerika'yı yaya bırakan Sovyet İmparatorluğu'nda bu işin başında General Kerim Kerimov bulunuyordu. Kerimov, bugün 83 yaşında ve Bakü'de yaşamını sürdürüyor. Zaten Ruslar'da birkaç atasözü vardır ki, Tatar ya da Azeri her ne olursa olsun, temelde Türk kastedildiğinden tekrarlamaya değer. Ruslar, "Başarılı her Rus'un arkasındaki perdeyi kaldır bir Tatar çıkar" der. Gorbaçov'un eşi Raisa da Akmescit doğumlu ve Tatar soyluydu ama, tıpkı o da namlı balet Nuriyev gibi anılarında "Damarlarımda Slav kanı dolaşıyor" diye yazmıştır. Kuzey komşumuzla geçmişi eşeleyip yeniden aramızı bozmanın hiç gereği yok. Sadece kimi atalar sözünü buraya kaydederek düşmanlık tohumlarının filizlenmesine ve sürmesine Ruslar'ın sebep olduğunu belirtmek istiyorum.
Türkçemiz'de Ruslar'ın aleyhinde herhangi bir atalar sözü ya da deyim olduğunu hatırlamıyorum. Sadece "Moskof gavuru gibi davranma" tembihi hafızamda kalmış. Fakat kuzey komşumuzun deyim ve atasözlerini kurcaladığımızda önümüze asla kabullenemeyeceğimiz tavsiyeler içeren tekerlemeler çıkıyor.
Sözün gelişi; "Türk'ten karını, Çeçen'den canını, Azeri'den paranı koru" lafı Rus insanlarının arasında dilden dile dolaşır. Sovyet imparatorluğu yıkıldıktan sonra artık onların da bize yönelik tavırlarını değiştirmeleri gerek, tıpkı bizler gibi...
Sarı Gelin türküsünün Ermenice olduğunu öne sürenler yanılıyorlar. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hiçbir zaman "köle" muamelesi görmediler, onların arasından vezirler, büyükelçiler, paşalar, dışişleri bakanları çıktı. Levon Çark'ın "Türk Devlet Hizmetinde Ermeniler" adlı eseri bunun belgesidir. Zaten, Osmanlı İmparatorluğu'nun son Reisülküttab'ı (Dışişleri Bakanı) Gabriel Nurodikyan, adından da anlaşılacağı üzere Ermeni soyluydu. Bakü'de konuklar şerefine verilen bir akşam yemeğinde Türk misafirseverliğinin izlerini gördüm. masalar alabildiğince yiyecekle doluydu. Bu arada boylu-poslu, çıplak kollu ve kolları hamur gibi olan bir şarkıcı mikrofon başına geçmeden önce 6-7 yaşlarında bir kız çocuu sahneye çıkarak dans etmeye başladı. Ne yazık ki bu miniğe "dansöz" libası giydirilmişti. İçim sızladı! Az sonra Azerbaycan Güreş Federasyonu Başkanı Abbasov, ki ev sahibiydi, ağır sözlerle puf böreği gibi kolları olan obez şarkıcıya hakaret ederek miniği sahneden çekmesini istedi.
SARI GELİN TÜRKÜSÜ
Bu arada "Sarı Gelin" türküsünü tamamlamış olan bayan şarkıcının yediği zılgıttan son derece meyus olduğunu görerek "Yahşi söylüyor" dedim, o da beni gösterip, "Bakınız yahşi söylediğimi belirtiyor" dedi ama, hatası büyüktü. Minikle birlikte o da sahneden alındı. Milyonlarca Azeri, İran'da, Rusya'da yaşıyor. Ukrayna, Beyaz Rusya, Rusya, Estonya, Litvanya, Özbekistan ve Türkmenistan'da çok iyi yerlerde olan Azeriler gördüm. Azeriler'in anavatanları Azerbaycan'ı hiçbir zaman unutmadıklarını da türlü-çeşitli yayınlardan anlamak mümkün. Azeri milleti, hem iri-yarı, hem de uzun yaşıyor. Karabağ'dan, Şuşa'dan sürüldüler. Dağlık Karabağ'da binlerce yıldan beri ortalama hayat 100 yıl olarak belleklerde.
Şuşa'nın Dağları, Sarı Gelin, Ermeniler'in meydana getirdikleri dram, çözülecek gibi değil. Bu yüzden Azerbaycan'da oynak havalar, dansöz kırıtmalarına rastlanmıyor. Azerbaycan, bir milyon Karabağ göçmeniyle birlikte kan ağlıyor ama ticaretin çarkları da bu acı, bu umutsuzluk içinde, yine de dönüyor. Otlukbeli Meydan Savaşı'nda Uzun Hasan'ı, Çaldıran'da Şah İsmail'i, Ridaniye'de Tomanbay'ı, daha öncelerine inersek 1402'de Ankara'da Yıldırım Beyazıt'ı yenip esir alırken, kardeş, kardeşi vururken, Türklük bilinci yoktu. Çadırının üstünde "Türk ve Moğol İmparatoru" diye yazan Timur, binlerce Türk'ü canlı canlı toprağa gömerken, sadece bir tek şey düşünüyordu: "Yıldırım Beyazıt'ın taraftarlarını ezmek." Kaşık kadar bir ülke olan ve nüfusunun % 70'i kadınlardan ibaret olan Ermenistan, Azeri kardeşlerimizi böylesine perişan etme hakkına sahip değil. Birlik ve beraberlik, bunun da üstesinden gelir.
Azerbaycan Fotoğrafları
Ali Gümüş
YeniŞafak - 2002
.
Safranbolu ya da Dünyada Mekan...
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Görmek mi daha çok şey kazandırır, hayal etmek mi? Alın işte. İnsana fenalık getiren sorulardan bir kaçı. Gezmek ve okumak, görmek ve hayal etmek birbirinden ayrılabilir mi? Ayrılamaz. Ama illaki bir tercih yapmak gerekirse çoğunuzun "çok gezmek"e göz kırptığınızı biliyorum. Gezmek, görmek bunlar bizim genlerimize, kültürümüze daha uygun. Biz leyleği havada görmüş bir milletiz. "Yolda olmak" deyimi bizden doğan ve yine bizi en iyi anlatan söz değil mi?
Yolculuk Başlıyor
Safranbolu'ya... Orada evler vardı, işte o kadar biliyordum. Otobüste akranlarımızın neşeli kahkahaları, sohbetleri arasında bir-iki satır bir şey okumaya gayret ettim, ama nafile. Kendimi yola verdim. Uzayıp giden yol, ağaçlar, gittikçe ağırlaşan zaman...
"Safranbolu'ya girdik" anonsuyla beraber hemen toparlanıp, etrafa baktım. Önce inanılmaz bir şaşkınlık. Son derece çirkin, çoğu tam bitirilmemiş beton binalar, derme çatma dükkanlar, sokak satıcıları ile bildik bir taşra kasabasıydı burası. Güzel binalardan, küçük, dar, taş sokaklardan hiç iz yoktu neredeyse. Derken bizi gezdirecek olan kafile başkanının açıklamaları imdadımıza yetişti. Burası "Yeni Safranbolu" idi. Safranbolu halkından zengin olanlar, kendi evlerini bırakıp buraya taşınmışlardı. Bu hiçbir özelliği olmayan apartmanların işgal ettiği yere... Hepimizin yüzünden hoşnutsuzluk okunuyor olmalı ki; kafile başkanı burasının eski Safranbolu'dan çok farklı olduğun ısrarla sözlerine ekledi. Gerçek Safranbolu uzaktan göründüğündeyse, adeta şimdiki hayattan kopup, eski bir medeniyete ayak basıyormuşuz hissi ve buna eşlik eden heyecan kulağımıza, burada göreceklerimizin güzel evlerden çok daha fazla olacağını fısıldıyordu.
Kulağımızda Dua Fısıltıları...
Bizi evvela şehri şöyle yüksekçe bir yerden görmemiz için bir tepeye çıkardılar. Hava inanılmaz sıcaktı. Oysa Safranbolu'nun çok uzun süren sonbahar ve ilkbaharı ile ünlendiğini biliyorduk. Yılın büyük çoğunluğu o hafif serin bahar havaları ile geçiyordu. O dönemi kaçırdığıma hayıflanarak etrafa bir göz gezdirdim. Kent uzaktan ne kadar düzenli görünüyordu. Bir yandan tüm şehire göz gezdirip, diğer yandan anlatılanları dinliyorum. Sırasıyla Hititler, Frigler, dolaylı yoldan Lidyalılar, Persler, Helenistik krallıklar, Romalılar, Selçuklular ve nihayet Osmanlıların egemen olduğu Safranbolu'da yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi olduğunu öğreniyorum kafile başkanımızdan. Bizi hayran bırakan düzenli görünüşün bir tesadüf olmadığını, tüm evlerin kendilerine göre daha merkezi konumdaki kamu binalarına, dini yapılara ve anıt eserlere dönük olduğunu, hangi evden bakılırsa bakılsın, manzaranın kapanmadığını ve hiçbir evin, bir diğerinin önüne geçmediğini öğrenmek hayranlığımızı bir kat daha artırıyor. Birçok Anadolu kentinde olduğu gibi Safranbolu'da iki yerleşim biriminden oluşmuş. Çarşı ve Bağlar... Çarşı, kışın oturulan, dükkanların, kamu binalarının, dahası şehrin olduğu kısım. Bağlar ise birkaç yüz metre daha yüksekte, hava akımlarına açık ve daha geniş bir arazi üzerine kurulmuş, yazlık evlerin olduğu kesim. Medeniyetin gereklerine uygun olarak mevsimleri rahat geçirecekleri farklı evler edinmiş insanlar.
Hıdırlık tepesinden şehir iki katlı ahşap evleri, ağaçları, daha arkalarda ormanları, hanı, hamamı, camileri, dar sokakları ve sakinliği ile yaşanmaya değer derken, bulunduğumuz tepenin aslında açık bir namazgah olduğunu öğreniyorum. Arkamızdaki taş namazgah mihrabları bunu doğruluyor. Bayramlarda bütün kent buraya toplanır, toplu halde bayram namazı kılarmış.
Safranbolu, tarih boyunca en çok şehit veren beldeler arasında sayılıyor. Savaşlara çocuklarını yollarken yine bu tepede toplanırmış Safranbolu halkı. Namaz kılar, dualar eder, tekbir sesleri arasında çocuklar buradan uğurlanırmış. Yavaş yavaş viraneye dönen, yosunlanmış mihrablara ve ayaklarımın altında, binlerce alnın secde ettiği toprağa bakıyorum. "Her şey ne olursa olsun canlı" diyorum. Uzaktan uzağa duyuyorum sanki; dua fısıltıları, tekbir seslerine, coşkulu bayramlaşma dilekleri, çocuklarını belki ölmeye gönderen annelerin ağlamalarına karışıyor.
Sürgün Memleket Safranbolu
Tepeden aşağıya doğru, şehre iniyoruz. Şehrin hemen hemen ortasına düşen oldukça büyük, ihtişamlı bir han var. Halen restorasyonu devam eden bu han, zamanında çok önemli bir işleve sahipmiş. Çünkü
17.yy.'da İstanbul-Bolu-Amasya-Tokat-Sivas kervanyolunu Sinop'a bağlayan yol, Gerede-Safranbolu güzergahını izlemekteymiş. Cinci hoca adlı, sarayda da görev almış, son derece saygı duyulan bir zatın adıyla anılan Cinci Hanı, ipek yolunun da üzerinde bulunuyor aynı zamanda. Yolcular ve hayvanları bu handa hiç karşılık sorulmaksızın üç gün üç gece kalırlarmış. 350 yıllık bir maziye sahip bu han, bu topraklardaki medeniyetlerin bir zamanki gücünü gözler önüne seriyor. Dar, ama huzurlu sokaklarda yürürken gördüğümüz her evin bir diğerinden daha güzel olduğunu fark ediyorum. Camiler özellikle sert kayaların üzerine bina edilmiş. En önemli camilerden birisi Köprülü Mehmet Paşa cami. Safranbolu, İstanbul'un "arka bahçe"si olarak biliniyormuş, zira bir paşa saraydan, dolayısıyla İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenirse, hemen Safranbolu'ya gönderilirmiş. Köprülü Mehmet Paşa da uzun sadrazamlık hayatında bu sürgün hikayesinden nasibini almış elbette. Safranbolu'ya gönderilmiş. Sürgün edildiğine çok üzülmüş olmalı ki, "eğer buradan kurtulup, tekrar İstanbul'a dönebilirsem, aht olsun, buraya bir cami yaptıracağım" demiş ve sözünü tutmuş. İşte Köprülü Mehmet Paşa cami bu cami. Öyküsü daha da ilginç olan bir diğer cami de Kaçakçı cami. Hikaye şöyle; Safranbolu'nun yerlilerinden olan bir kadın hacca giderken, "eğer dönmezsem, mal varlığımla bir cami yaptırılsın" diye vasiyet etmiş. O zamanın şartları oldukça ağır. Nasıl olduysa kadıncağızın öldüğü haberi gelmiş ve hemen caminin yapımına başlanmış. Yaklaşık 15 gün sonra haberin yanlış olduğu anlaşılmış, ama camiyi yarım bırakmak istemeyenler, kadın hacdan dönene kadar camiyi bitirmişler. O yüzden caminin adı Kaçakçı cami olarak kalmış. Ne şekilde yapıldıkları, isimlerini nasıl aldıkları bir yana, tüm camiler gibi, avlularında ya da cami içlerinde hararetimizi ve yorgunluğumuzu aldılar ve ruhumuzu sükunete yaklaştırdılar.
Sokağı Eve Getiren Pencereler
Öğleden sonra tüm dikkatimizi evlere veriyoruz. Akla ve insana dönük olarak, fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmış. Mübadeleye kadar burada çok sayıda Rum yaşıyormuş. Evlerin taş kısımları, taş işçiliğinde son derece güçlü olan Rumların elinden çıkmış. Kıymet biçilemeyen ahşap oyma işler ise Türklerin. Su arada geniş bahçeler içine inşa edilen evlerin saçak köşelerine uğur getirmesi için geyik boynuzu asılmasının bir gelenek olduğunu öğreniyorum. Öte yandan evlerin saçağa yakın köşelerinde, sokaktan görülecek yüzeylerinde ya da sofa çıkmalarının alınlıklarında Arap harfleri ile yazılmış bazı dualar ve bazen evin yapılış tarih yazılı. Genellikle barok tür çerçeve içinde ibrik, sürahi, vazo, kandil, armut benzeri yapılar içine "Maaşallah", "maşalla u kane", "ya hafız" yazıları olduğunu da kitabi bilgi olarak dinliyorum. Evlerin çift kanatlı kocaman kapıları var. Her kapı üzerinde büyük kilitlere, kilitlerin yanında halkalara, kapının çalınması için demir "şakşak" ve mandal düzeneğine rastlanıyor. Yabancılar evi şakşakla çalarlarmış. Komşu kadınların kapı çalmada demir halkaları kullanma alışkanlıkları ise gelenin kim olduğunu anlamayı kolaylaştırır şekilde kodluymuş. Ev içleri sizi hemen ferahlatıyor. Alışık olduğumuz ev tipinden çok uzak bir plan ile karşı karşıya olduğumuzu hemen anlıyoruz. Hiç umulmadık yerlerden kapılar açılıyor. En fazla, küçücük bir koridora açılacağınızı sandığınız bir aralıktan, geniş odalar, büyük sofalar karşınıza çıkıyor. Alt kat selamlık olarak kullanılıyor. Harem diye nitelenen üst katlara göre bir hayli sönük. Son kat Safranbolu evinde mükemmelliğe varılan son nokta denilebilir. Her şey çoğunluk evden çıkmayan hanımların rahatına göre düzenlenmiş. Odalara sekiz kenarlı bir çokgenden oluşan sofanın, daha kısa olan dört çapraz kenarından açılan kapılardan giriliyor. Odaların giriş kapıları köşelerde ve giriş kapılarında oda ile doğrudan teması kesen özel ahşap paravana düzeni bulunuyor. Sofalar ve odaların tavanları ahşap süslemelerle kaplı. Özellikle misafir odalarının tavanındaki işlemeler muhteşem. Gülümseyerek burada kalan misafirleri tüm gece tavanı seyretme zevkinden dolayı uyku tutmuyordu herhalde diye düşünüyorum. Her odada sedir düzenine, çoğu zaman ocaklara rastlamak mümkün. Oda yan duvarlarında ahşap dolaplar ve sergen yer alıyor. Sofalarda, eyvanlarda ve odalarda zaman zaman kalemişi süslemelere rastlanıyor. Pencereler çok özel biçimde tasarlanmış. Dar ve uzun. Ahşap kanatlı olan bu pencerelerdeki kafeslere "muşabak" deniliyor. Bazı büyük odaların bir cephesinde dört, diğer cephesinde dört olmak üzere sekiz penceresi var. Safranbolu evindeki çıkmalar, sedirde oturup dışarıya bakan kimsenin sokağı baştan başa görmesini sağlıyor.
Havuz Başında Çay
Müzeye dönüştürülen bu ferah evden çıkıyoruz. Karşımda çok daha eski olduğunu tahmin ettiğim restore edilmemiş bir başka ev var. Kapısında da ihtiyar bir teyze. Hemen resmini çekiyorum. Sonra da biraz sohbet etmek umuduyla yanına gidiyorum. Selam veriyorum."-Teyzecim bu ev senin mi?"
Teyze hararetle anlatmaya girişiyor. On yıldır bir tansiyon rahatsızlığı yüzünden gözleri görmüyormuş. Bu evi kalabalık olan ailesi ile oturmak için almış. Ama ailesi onunla oturmak istememiş. Evin çok büyük olduğundan, ona tek başlarına bakamadıklarından yakındı biraz. Dinledikçe içim burkuldu. "Gün gittikçe kararıyor" diye mırıldandım. Hüzünle veda ettim ona.
Alışveriş için bizi serbest bıraktıklarını öğrendiğimde, avare avare, kozalakları tekmeleyerek sokaklarda dolaşmaya başladım ben de. Tüm dükkanlar yerli ve yabancı turistler için hazırlanmıştı. Sokak aralarında, güzelim evlerin bahçeleri, artık cafe-bar olarak hizmet veriyordu. Restore edilmiş bir çok ev, otel olarak kullanılmaktaydı. Kederim biraz daha arttı. Demek modernizmin yılan gibi sokulmayacağı hiçbir yer yoktu. Demek, geçmişten bir hava yakalamaya çalıştığımız bu toprakta bile, bize, şehir hayatıyla zehirleyecek bir damar mutlaka vardı. Ya da biz içimizde taşıyorduk bu damarı. İşte buraya kadar getirmiştik.
En son havuzlu konağa gidiyoruz. Yorgunluğumuzu atıp bir çay içmek için. Geniş bir salon, tam ortasında derinliği bir metreyi aşan bir havuz var. Havuz başında, üzerinde "Allah" lafzı yazan bir çeşme görüyorum. Etrafında oturup çaylarımızı yudumluyoruz. Sohbet sırasında Safranbolu adının safran bitkisinden geldiğini öğreniyorum. Kendi ağırlığının yüz bin katı kadar sıvıyı sarıya boyayabilen bir bitkiymiş bu. Ayrıca kimya sanayiinde ve baharat yapımında da kullanılıyor. Son derece güzel olan bu bitkinin yetiştiği ender yerlerden birisi Safranbolu.
Sonra Safranbolu'nun mutfağından söz ediyoruz. Öğlen yediğimiz Kuyu Kebabının tadı damaklarımızda. Ünlü yemekleri arasında Bütünet yamağı, Koruklu etli bamya, Su böreği, Yayım (erişte), Makarna, Perohi (mantı), Borana, Haluşka, Höşmerim sayılabilir.
Cüzzamlılar Hastanesi
Ayrılırken yorgun, ama mutluyuz. 300 yıllık saat kulesine son kez dönüp bakıyorum. Şehrin hafif dışında, şimdilerde meslek lisesi olarak kullanıma hazırlanan bu esrarengiz binaya bakıyorum. Cüzzamlılar hastanesi. İsmi ne kadar soğuk, ama gizemli. Bina biraz uzakta, ama güzel. Dikkat edince, pencerelerinden uzanan hasta başlar görür gibi oluyorum. Bu bina bizi uğurluyor. Gittikçe, daha çok turistlerin olan şehre veda ediyor, tekrar yola dönüyorum. Gördüğüm her şeyi, "bir gün kaybolursa" korkusuyla hafızama, nakşediyorum.
Gezi:Sümeyye ÖZTÜRK
Anadolu Gençlik - sayı 30 - Ağustos 2002 alıntılanmıştır.
.
Sevgili Arkadaşlar, işte yepyeni bir gezi yazısıyla, birkez daha beraberiz. Bu yazımızda da yine güzel Türkiye'mizin harikulade şehirlerinden birine gidecek, oraları tanımaya çalışacağız. Artık okullar da tatile girdiğine göre rahat rahat gezebiliriz.
Yolumuz tam bir serhat (sınır) şehrine gidiyor. Eğer hazırsanız yola çıkabiliriz. İstikamet Edirne.
Edirne'ye doğru yol alırken sizlere birazcık bu güzel şehrin geçmişinden bahsedeyim.
İlk çağlardan beri birçok devlet hep buralara sahip olmak istemiştir. Çünkü burası Asya ile Avrupa arasında transit yol üzerinde bulunmaktadır. Öncelikle Büyük İskender'in babası fethediyor buraları, ardından Roma ve Bizans hakimiyetine geçiyor. Bizans'ın sonlarına doğru taht kavgaları başlıyor. İmparator olmak isteyen Kantakuzen'in, Osmanlı padişahı Orhan Beyden yardım istemesi üzerine Orhan Bey oğlu Süleyman Paşayı buralara göndermiş ve bu yardım karşılığında Avrupa tarafından ilk kez bir toprak sahibi olmuştur. Süleyman Paşa burayı üs olarak kullanarak kısa sürede Edirne'ye doğru birçok yeri ele geçirmiş. Ne yazık ki Edirne'ye doğru sefer yaptığı bir gün atından düşerek şehit olmuş. Bugün kendisi atı ile birlikte Bolayır'da yatıyor. Bir süre sonra tahta geçen 1.Murat Edirne'yi fethetmiş ve artık Edirne İstanbul'un fethine kadar Osmanlıya başkentlik yapmaya başlamış. Bundan sonra Osmanlı orduları sefere hep buradan çıkmışlar. Hatta Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alacağı fetih ordularını burada hazırlamış. Edirne'nin dümdüz ovalarında İstanbul surlarını yıkmak için yaptırdığı dev topları denemiş. Hele dökümünü Edirne de yaptırdığı dev bir şahi topu varmış ki, sadece onu çekmek için yüzlerce öküz kullanılıyormuş.
Edirne'yi Osmanlı padişahlarının gözünde vazgeçilmez kılan en önemli yönlerden biri de mükemmel bir av sahası olmasıymış. Çünkü buralarda o dönemde akla hayale gelmedik bir sürü canlı yaşıyormuş. Padişahlar genellikle her yaz dönemini burada geçirirlermiş. Bu nedenle de Edirne de birçok yazlık kasır yaptırmışlar. Özellikle Kanuni, Edirne'siz yapamazmış. Buralara geldi mi İstanbul'a dönme tarihini geciktirmek istermiş ama bir süre sonra Edirne derelerinin meşhur kurbağaları o kadar çok bağırmaya başlarlarmış ki sonunda bu gürültüye dayanamaz İstanbul'a dönmeye karar verirmiş.
Gözbebeğimiz Edirne'nin bizim elimizde iken birkaç kez işgale uğradığını da söyleyelim. İki kez Ruslar, bir kez de Bulgarlar kısa süreliğine burayı işgal etmişler. Özellikle Balkan Savaşı yıllarında Bulgarların kuşattığı Edirne'yi Kahraman Şükrü Paşamız aç susuz aylarca savunmuş, sonunda yiyecek ve cephanenin kalmadığı Edirne, Bulgar işgaline uğramış. İşte Edirne'nin kısa geçmişi.
Bu arada Trakya topraklarına girdik bile. Yol kenarlarında sağlı sollu uzanan şu uzun boyunlu bitkilerin çekirdeklerini sanıyorum hepiniz çok seviyorsunuz. Yemeye başlayınca bir türlü bırakamadığımız bu kara çerez tabi ki ayçiçeği. Bugün Türkiye'de Ayçiçeğinin en çok yetiştirildiği yer Edirne bölgesi. Bazı yörelerde bu bitkiye "günebakan" da derler. Çünkü sabah güneşin doğduğu taraf olan doğuya kafasını çevirir akşama kadar güneşle beraber döner.İsterseniz bir takibini yapın. Hayretler içinde kalacaksınız.
İşte Edirne görülmeye başladı bile. Ve o harikulade görkemi ile Selimiye Camii de bizlere el sallıyor. Şimdi Edirne'ye bu asfalt yol üzerinden ilerlerken Selimiye Caminin minarelerini sayalım. Kaç tane görüyorsunuz. İki tane değil mi? Yaklaşın yaklaşın hala iki tane. Evet ama dört minaresi yok muydu bu caminin. İşte bir mimar estediği daha. Minareleri birbirleriyle o kadar uyum içinde ki Edirne'nin içine girene kadar arkadaki iki minareyi göremiyorsunuz. Neyse birazdan Selimiye'ye uğrayacağız. Ama öncelikle gelin Şehitliğe gidelim. Bu güzel şehri bizlere emanet etme şuuru ile canlarını seve seve veren atalarımızın mezarlarını ziyaret edelim. Tabi onların komutanı olan ve sizlere az önce bahsettiğim büyük Kahraman Şükrü Paşamızın kabrini ziyaretide unutmayalım. Ayrıca buraları gezerken, Bulgar kuşatmasına karşı Edirne'nin müdafaa edildiği tabyalarıda görebiliriz.
Buradan şehir merkezine iniyoruz. Tam ortada üç muhteşem cami "bize doğru gel" der gibiler. Bunlar Eski cami, Üç Şerefeli Cami, Selimiye Cami.
Şehir içindeki gezimize yaşlılığına hürmeten, Eski Camiden başlayalım. Bu yapıyı inşaya Yıldırım Bayezid'in oğlu Süleyman Çelebi başlamış, kardeşi Mehmet Çelebi bitirmiş. En göze çarpan yönü, duvarlarındaki siyah renkli, kocaman kocaman yazı ve tuğralar. Cami yanında bir de kapalı çarşı var. Evliya Çelebinin anlattığına göre bu çarşı o kadar çok değerli eşyaya sahipmiş ki geceleri 60 yeniçeri tarafından korunuyormuş.
Şimdi de Üç Şerefeli Camiye gidiyoruz. İsmi bir hayli ilginç. 2.Murad burayı yaptırdığında dünya üzerinde üç tane balkonu olan başka hiçbir cami yokmuş. Bu özelliği halkın bir hayli dikkatini çekmiş. Bu nedenle de camiye üç şerefeli diye hitap etmeye başlamışlar. Yazının başında ki şiirde de bahsedildiği gibi, caminin en göze çarpan yönü ahşap kapılarıdır. Zira Osmanlı ahşap işleme sanatının en güzel örneklerini üzerinde taşır. Yine bu cami, Osmanlının ilk dönem çok kubbeli camilerinden, Mimar Sinan'ın yaptığı tek kubbeli camiler arasında bir geçiş özelliği taşır.
Artık Mimar Sinan'ın ;
-" Bu benim ustalık eserimdir." Dediği muazzam yapıya giriyoruz. Dünya üzerinde kubbesi en büyük olan bu cami Selimiye'dir. Bizzat Peygamber Efendimiz Kanuni'nin oğlu 2.Selim'in rüyasına girerek bu camiyi Edirne'ye yapmasını söylüyor.
Minarelerine aynı anda üç kişi üç ayrı yerden, birbirlerini görmeden çıkabiliyorlar. Çevresinde medreseleri de mevcut. Müezzin mahfilinin mermer ayaklarından birinin altında ters bir lale motifi vardır. Onu oraya bizzat Mimar Sinan koydurmuştur. Sebebi de, bu caminin yeri alınırken burada lale bahcesi olan bir kadının kendilerini epey uğraştırmasıdır. Neyse ki sonunda bu ters kadın ikna edilmiştir. Ama buraya ters bir lale koyduracak kadar da Mimar Sinanı uğraştırmıştır.
Edirne'nin Roma ve Bizans'a ait kalıntılarını görmek için şehir içinde sur içi denilen bölgeyi gezmemiz gerekiyor. Yine şehrin en eski evleri de burada bulunuyor.
Edirne'nin Tunca nehrine doğru olan bölümüne geldiğimizde Osmanlı Sarayının kalıntıları ile karşılaşıyoruz. Fatih'in eğitim gördüğü ve oğullarına sünnet töreni yaptırdığı meşhur yerler işte buraları.
Bu bölgeyi meşhur yapan en öneli şeylerden biri de her yıl geleneksel olarak düzenlenen Kırkpınar Güreşleri. Siyah deri kıspetlerini giyen ve tüm vücutlarını yağlayan güreşcilerimiz bu geniş çayırlarda kurulan er meydanında güreş tutuyorlar. Şampiyon olan kişi, altın kemeri bir yıl taşıma hakkı kazanıyor. Anlatıldığına göre Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa, buraların fethine geldiğinde savaş harici günlerde askerler eğlensinler diye güreş müsabakaları düzenlermiş. Bu adet sonra her yıl tekrarlanır olmuş.
Gezimizin son durağı, ağzınızı bir karış açık bırakacak bir hastane. Fatih S.Mehmet'in oğlu 2.Bayezid'in inşa ettiği külliye içindeki hastaneyi gezeceğiz. Bayezid Külliyesi içindeki, eski adıyla Darüşşifa, Trakya Üniversitesi tarafından restore edilmiş. Şifahanenin içine orjinalindeki gibi hastaların mankenleri konmuş. Bunları o kadar güzel yapmışlar ki, sanırsınız gerçekten çevre Osmanlı Kıyafetli insanlarla dolu. Avrupa'da delilerin içine şeytan girdiğine inanıldığı ve yakıldığı bir dönemde, Osmanlılar onları iyileştirmek için harika tedavi yolları bulmuşlar. Mesela Evliya Çelebi'nin anlattığına göre bu hastanede haftada üç gün konser verilir ve musiki ile tedavilerine çalışılırmış. Hastanenin içindeki dev havuzun fıskiyesi de gün boyu su sesi ile hastaları dinlendirirmiş. Bu kadarına da pes doğrusu diyerek buradan da ayrılıyoruz.
Evet sanıyorum artık yoruldunuz. Ama bir o kadar da keyif aldınız bu geziden. İnanıyoruz ki ilerde sizler, ailelerinizle buralara gelecek ve onları bu tarihi şehirde sizler gezdireceksiniz. Ama sakın yazımızın başına koyduğumuz şiiri ezberlemeyi unutmayın. Çünkü o mısralar hemen tüm Edirne'nin kısa özetini veriyor bizlere.
Hepinize iyi gezmeler.
yedinciboyut@yedinciboyut.com
.
Âlemlerin öğüncü Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamber olmadan önce iki defa gittiği ve rahip Bahira’dan peygamberlik müjdesini aldığı Busra şimdi sınırları içerisinde bulunduğu Suriye’nin tahıl ambarı olarak biliniyor.
Bir şehir ki, tüm ticaret yollarının üzerinde, zengin mi zengin... Bir şehir ki, Yahudilerden Hıristiyanlara kadar her dine evsahipliği yapmış, önemli mi önemli. Ama onu şehir yapan şey ne zenginliği ne de önemi. Onu şehir yapan şey, âlemlerin öğüncü Hz. Muhammed’in (s.a.v) kendisini şereflendirmesi.
Henüz 12 yaşında olan Hz. Muhammed’i (s.a.v) görüp peygamber olduğunu anlayan rahip Bahira’nın şehri Busra’dan bahsediyoruz.
Şimdi Suriye sınırları içerisinde kalan şehir eski ihtişamından çok uzakta. Virane ama Hz. Peygamber'in ayağının değmesinden dolayı kazandığı şereften hiç bir şey kaybetmemiş. Suriye’nin başkenti Şam’ın yaklaşık 140 kilometre güneyinde bulunuyor Busra. Ürdün sınırına da 30 kilometre yakınlıkta. Şam otogarından yaklaşık 2 saatlik bir otobüs yolculuğuyla ulaşmak mümkün. Bu yolculuğun rahat olduğunu söylemek zor. Kutlu müjdenin verildiği şehir
Busra’yı da içine alan bölge Suriye’nin önemli tahıl, sebze ve meyve merkezlerinden biri olarak biliniyor. Turistlerin büyük ilgi gösterdiği kentin birazcık dışarısına çıkınca otlayan deve sürüleriyle karşılaşmanız işten bile değil.
Eski şehir kalıntıları arasında en çok ilgi gören yerlerin başında Rahip Bahira’nın manastırının kalıntıları geliyor. Arap kültüründen daha çok Roma ve Türk Selçuklu eserlerinin bulunduğu şehrin yaşayan belki de en ilginç siması eskici Ebu Muhammed.
Bahira’nın manastırı yanında bulunan küçük kulübesinde Arap kültürünü yansıtan antika eşyalar satıyor bu yaşlı adam. Ebu Muhammed, stratejik önemini halen yitirmeyen şehirde bir zamanlar Hindistan ve Çin’den gelen malların satıldığı pazarların kurulduğunu söylüyor.
Bu sempatik ihtiyar âlemlerin efendisinin henüz 12 yaşındayken Busra’ya gelişini kendince şöyle hikaye ediyor; “İslam paygamberi Hz. Muhammed (s.a.v), amcası Ebu Talib ile birlikte ticaret için burayı şereflendirmiş. O dönemde burada son peygamberin gelişini bekleyen rahip Bahira isimli biri varmış. Önceden Yahudi olan Bahira Hıristiyan dinini kabul edip o kutlu kişinin gelmesini beklemeye başlamış. Rahip Bahira, küçük Muhammed’in (s.a.v) bulunduğu kurvandaki olağanüstülükleri görünce tüm kervanı yemeğe çağırmış. Bu davette Hz. Mahammed’i (s.a.v) görüp amcasına peygamberlik müjdesini vermiş ancak Yahudilerin şerrinden korkarak hemen şehirden ayrılmasını istemiş”.
Hz. Paygamber’in daha sonra 25 yaşındayken Hazreti Hatice’nin kervanları başında 2. kez geldiği şehir, tarih boyunca Yahudilere de ev sahipliği yapmış.
Roma döneminden kalan şehir kalıntılarına bakıldığında şehrin bir zamanlar Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden olduğu hemen anlaşılıyor. Büyük Constantinus zamanında (306–337) önce piskoposluk merkezi haline getirilen Busra, daha sonra Antakya patrikliğine bağlanarak Arabistan başpiskoposluğunun merkezi olmuştu.
Busra, hacca develerle gidildiği zamanlarda da önemli bir buluşma noktası olarak kullanıldı. Kuzey’den gelen hacı kafilelerinin, geride kalanlar yetişsin diye 4 gün bu şehirde kalması adetten sayılırdı.
Selçuk döneminden kalan han ve hamam kalıntıları şehrin özellikle görülmesi gereken yerlerinden. Aslında bunlara kalıntı demek de pek mümkün değil, çünkü binaların büyük kısmı halen iyi durumda. 1174 yılında Selahaddin Eyyübi idaresine geçen kent, bir daha Hıristiyan idaresine düşmemiş. Selahaddin Eyyübi Haçlıların hücumundan daha iyi korunsun diye şehri takhim ve imar ettirmiş. Bu tahkim kapsamında Roma–Bizans döneminden kalma antik tiyatro kaleye çevrilmiş. Tiyatro, hipodrom, halkın babü’l kandil dediği iki zafer takı, Selçuklulardan kalma 3 hamam, bir katedral, üç kilise, rahip Bahira’ya izafe edilen bazilika ve içinde deniz savaş oyunlarının tertip edildiği bir havuz halen ayakta.
İslam eserleri bakımında da zengin olduğu dikkatlerden kaçmayan kentte bulunan Camiu’l Ömeri, Emeviler döneminde yapılmış ve günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış.
Şimdi yaklaşık 5 bin nüfusun yaşadığı şehire meşhur gezgin Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de rastlamak mümkün. Seyahatnamesi’nde “Busra 300 haneli ve camili mamur köydür” diyen Evliya Çelebi’nin aktardığına göre Anadolu’nun değişik yerlerindeki Türkmen aşiretleri kışı geçirmek için buraya gelirlermiş.
Ebu Muhammed, şehirle ilgili bilgiler verirken önemli bir ayrıntıdan bahsediyor. Ayrıntının konusu; Miktadiyye isimli bir aile. Muhatabımızın oldukça saygıyla bahsettiği bu aile, sahabi Mikdad b. Esved’in soyundan geliyor. Şimdi de oldukça saygıdeğer olan bu ailenin Osmanlı döneminde Saray’da büyük itibarı bulunuyormuş. Hatta Sultan II. Abdülhamid, Hicaz demiryolu döşenirken sırf bu aile için demiryolunun geçtiği Müzeyrib ile Busra arasına tali bir hat çektirmiş.
Murat Uçar muratucar@mynet.com (Aksiyon-10.06.2002 - 392.sayı)
.
Bir Başka İklim - Moğolistan |
.
.Uçsuz bucaksız çayırlar gözümü alıyordu. Mevsim yazdı, yemyeşil vaktiydi toprağın. Ben gözlerimi şenledirmeye çalışırken bu manzarayla, yüreğimde hiç tanımadığım bir burukluk var gibiydi. Apartmanlara, apartmanların sağını solunu kapladığı sokaklara, araba gürültüsünün ayyuku inlettiği şehirlere öyle alışmış ki gözlerim, bir türlü göğün mavisinin canalıcılığına, bembeyaz bulutların rakseder gibi salınışına inanamıyordum. İnanamıyordum, toprağın kendineliğini bunca yaşadığına. İnanmak da nasıl bir şeydi
ki! İnsan hep gördüğüne, hep duyduğuna mı inanmalıydı! Kıvrım kıvrım yolda ilerleyen araba, tepelerin arasında sarsılıyordu. Vardı her şey. Daha ne isterdi insan. Gökyüzü bir başkaydı belki. Toprak bir başkaydı belki. Yollar, otlar, bayırlar bir başkaydı belki... Ama yeryüzüydü işte, yeryüzünün bir parçasıydı işte. Neydi bu toprakları bu kadar ulaşılmaz yapan? Ya ben bilmiyordum ya da bilen birilerine henüz rastlayamamıştım. Hayat bu sorunun cevabını belki getirmemişti bana, belki getirmişti de ben farkedip alamamıştım heybeme. Kim payına düşeni eksiksiz toplayabiliyordu ki!
Bebeler yürümeden önce, ata binmeyi öğreniyor
Bir lütuftu belki bu. Bana haketmediğim bir dünyanın kapıları aralanır gibiydi. Üzerime düşense, bu kapıdan girip sunulanı almaktı. Öyleydi öyle olmasına da, bende bir ürkeklik vardı. Tanımadığım, bilmediğim bir ürkeklik. Daha önce kendimde hiç karşılaşmadığım bir ürkeklik... Bu; çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık, al yanaklı, siyah saçlı, keskin bakışlı, basık burunlu insanların etkisi olabilirdi. Sanki korkuyordum onlardan. Atlara binip dörtnala, dört bucağa koşturuyorlardı. Bebeler yürümeden önce ata binmeyi öğreniyorlardı, ki daha ben iki bacağım üstünde zor adımlıyordum, ki daha ben yürümenin bu ayaklarla yapıldığını sanıyordum. Meğer hiç de öyle değilmiş. Yürümenin başka başka yolları, başka başka anlamları da varmış. Öğreniyordum. Yaşayarak öğreniyordum. Yaşamayı öğreniyordum. Yaşamanın öğrenilebileceğini daha önce bir anlatan da çıkmamıştı nedense.
Bu topraklar, bana öğrenmenin dahi öğrenilebileceğini anlatıp duruyordu usanmadan. Daha önce ne kitaplarda, ne dergilerde,ne televizyonda karşılaştığım hayvan sürüleri dağılmıştı çayırlara.Çift hörgüçlü develer,hörgüçlerini titrete titrete yürüyürlardı.Bodur atlar paçalarını savuruyorlardı koşarken. Ucu bucağı olmayan,başı sonu bilinmeyen bir hayvanat bahçesi gibiydi karşılaştığım manzara.Tepelerin eteklerine serpilmiş iki üç Moğol çadırı, ger, tepeden tepeden bakınıyordu. Ben eziliyordum altlarında. Neydi onları böyle yapayalnız bırakan? Neydi beni, böyle yalnız olduklarını bile farketmeyen insanlar arasında yapayalnızlığa sürükleyen? Bilmiyordum. Yalnızlıksa, çokça dilediğim, dilenmemesi gerekenmiş meğer.
Yol boyunca dev bir nehir bizimle yarışmada inad ediyordu. Biz akıyorduk yolda, o akıyordu yara yara toprağı. Gide gide Orhon-Selenge nehirlerine kavuşacaktı. O, çocukluğumun tarih kitaplarında, adına sık sık rastladığım, Türk diyarının meşhur nehirleri... Burada olduklarını bilmediğimden utandım. Dedim kendime: Yanlış olmalı birşeyler. Sanki bu nehirler Kaf Dağı'nın ardında gizliydi. Sanki bu nehirler hiç yoktu da, hiç olmamıştı da efsanelerden taşmış taşmış da gelmişti kulaklarımıza. Sanki yoktu böyle bir şey de, biz hayallerimizden çıkarıp satırlara taşımıştık
"Hayret" dedim. "Hayret demek varmış." Demek gerçekmiş. Demek akarmış oradan oraya. Hayret! Yoksa ben masallarla büyümeye çok mu alışmıştım da, her şey bir masal tınısıyla kulağıma çarpıyordu!Şehirler ara ara karşımıza çıkınca, bir garip heyecana kapıldım. Birkaç küçük, çok da yüksek olmayan apartman ve bu apartmanların çevresinde uzandıkça uzanan ahşap barakalar... Varoşlar bunlar mıydı?Onca okuduğum Rus klasiklerinde çizilen varoş barakaları, bu barakalarda yaşamaya çalışan varoş halkı... Dikkatle bakıyordum yüzlerine.
Birşeyler arar gibi bir halim vardı. Ama ne aradığımı ben de bilmiyordum. Ne bulmak istediğimi ben de bilmiyordum. Yıllarca merakıyla çevrelendiğim duvarların ardına girmiş olmam mıydı, beni böyle şaşkına çeviren, böyle aramaya-aranmaya iten...
Toprağa ekmek, su içmek günah...
Buralarda genellikle trenle yolculuk yapıldığını, karayolunun zaten bu işe elverişli olmadığını yavaş yavaş görecektim. Günler-haftalar-aylar, hatta yıllar bana öyle çok şey öğretecekti ki... Buna ben bile inanamayacaktım. Şimdilerde "Bir rüyaydı, uyandım" havasına sıkça girmeye başladım. O kadar inanılası olmayan hayatlardı ki o topraklardaki. Bütün hayatını et yiyerek geçiren, toprağı ekmenin büyük bir günah olduğunu söyleyen bu insanlar, su içmenin zararından bahsedeceklerdi bir de. Dinleyecektim elbet onları. Dinledikçe kendimden geçecektim. Yaşamın insan sayısınca yüzü olduğuna tanık olacaktım. Ben birden bu yüzlerin telaşına düşecektim... Yaşlı insanların peşine düşecektim. Fakat öyle az yaşlı insan vardı ki yaşayan. Nedendi ömür kısalığı Moğollar'da? Zor iklim mi? Zor hayat şartları mı? Yoksulluk mu? Evsizlik mi? Yoksa hepsi birden mi? Ya da bilmediğim bir sebepten mi?
Biz Moğoluz, üşümeyiz...
Eksi kırklara varan kış soğuğu ile mücadele etmek gerekiyordu. Akdeniz ikliminde yaşamış ben, bir lahanaya benziyordum sokağa çıktığımda. Kat kat giydiğim kazaklar bile beni ısıtmaya yetmiyordu. Gözbebeklerim donuyordu. Bakışlarım puslanıyordu. Kirpiklerim kırılıyordu. Donuyordum soğuktan. Boğazıma doladığım atkı donuyordu. Elbiselerim donuyordu. Ayakkabılarım donuyordu. Titriyordum. Moğollarsa bir ceket altına giydikleri tişörtlerle geziniyorlardı ortalıkta. "Biz Moğoluz, üşümeyiz" diyerek övünüyorlardı. Bana bol bol yağ yememi söylüyorlardı. Yeni doğan bebeklerin vücutlarına kuyruk yağı sürüyorlardı üşümesinler diye. Burada bebekler hayata kolayca ayak uydururken, ben tökezleyip düşüyordum her adımda. Bu kadar mı narin büyütülmüştüm, bu kadar mı güçsüz...
Hayat şartları beni bu yüzden mi kolayca sarsabiliyordu?Daha dirençli olmalıydım.Moğolla'ra baktıkça ne kadar da çabuk pes ettiğimi gördüm.Ufacık bir kırıklıkta hayattan,bir daha bana sunulmayacak sevgili hayattan, en kıymetli taşlardan daha bir kıymetli olması gereken hayattan, sınanmak için, öğrenmek için gönderildiğim kendi hayatımdan bile, öyle kolay vazgeçiyordum ki... Onlarsa dimdik duruyorlardı. Yükseliyorlardı karşımda, geçit vermez dağlar gibi. Hayat bana direnmeyi öğretiyordu şimdi de. Her ne olursa olsun direnmek ve yılmamak. Düşe düşe öğrendim ayakta durmayı sonunda. Lakin öğrenirken, birşeyleri, sanki birşeyleri kaybediyordum farkında olmadan. Çocukluğumu belki. Saflığımı belki. Değmemişliğimi belki. İdeallerimi belki. Hayallerimi belki. Deli doluluğumu belki
Farkettim ki yavaş yavaş ben de sertleşiyorum.Onlar gibi.Gülmeyi unutmuş halleri vardı.Yüzlerindeki çizgiler gülmekten değil de acı çekmektenmiş, gördüm.Her bir çizginin,bir değil,yüzlerce anısı olduğunu gördüm. Anlatsalar bitiremezlerdi. Yazsam bitiremezdim. Yine de bir nehir gibi çağladılar. Ben de çağlayanlarına ayak uydurmaya çalışarak, karşılık verdim onlara. Onlar gibi bakmaya çalıştım önüme.
Ve yazdım... İsteklerimin nasıl da dua yerine geçip bir bir karşıma çıkışını. İnsan isterken temkinli olmalıydı. Ne istediğini belki bu yüzden bilmeliydi insan, birgün gelip,isteklerinin karşısına dikilmesinden endişe duyarak. İnsan, istediği şeyi gerçekten isteyip istemediğini kendisine sorduktan sonra, uzun uzun,söze dökmeliydi.Bir kere ağzından çıktı mı,bir kerecik söz olarak döküldü mü,onu geri alamıyordu. Bunu görmeliydi. Ben de yaşayarak gördüm işte.
Gitsen buralardan, özler misin anneni?
Bir zamanlar sorarlardı, "En sevdiğin meyve hangisi?" Derdim elma. Öyle bir memlekete yolum düştü ki, elmadan başka meyve yok. Şükürler olsun beni bu kadar sevdiğin için!Bir zamanlar sorarlardı, "En sevdiğin mevsim hangisi?" Derdim kış, sırf kazak giyme merakım yüzünden.Öyle bir memlekete vardım ki, kıştan başka mevsim yok. Şükürler olsun bana bu kadar değer verdiğin için!Bir zamanlar sorarlardı, "Nereye gitmek istersin?"Derdim,yalnız olabileceğim bir yere.Öyle bir memlekete gittim ki konuşabildi-ğim duvarlarla çevriliydi her yanım. Şükürler olsun beni dinlediğin için! Bir zamanlar derlerdi ki, "Ne yapmak istersin?" Derdim, almak isteyeceğim birşeyleri, ama bulamayacağım hiçbir yerde. Öyle bir memlekete savurdu ki yel beni, satın alabileceğim hiçbir şey yok. Şükürler olsun, beni bu kadar önemsediğin için!
Bir zamanlar derlerdi ki, "Gitsen buralardan, özler misin anneni, taşını toprağını yurdunu?" Derdim, yok böyle bir şey, ne diye özliyeyim! Öyle bir memlekete uçurdular ki beni, özlemek değil, yanmak, kavrulmak nedir anladım. Şükürler olsun beni böylesine sınadığın için! Şimdi... Kelam önce yüreğimde doğuyor. Ölçüp biçiyorum bir bir. Yüreğim aklıma sesleniyor derinlerden. Sana yürekten sözler gönderiyorum, kabul mü? Aklım diyor, gönder, bir de ben bakayım şu sözlere. Kelam varıyor aklımın bir köşesine. Bekliyor... Bekliyor... Belki oradan dilime varıyor, belki varamıyor. Her şey dokuzuncu boğuma takılıyor epey bir zamandır. Moğollar gibi...Ser verir sır vermez tavrı,havadan sudan konuşu-yorlar çoğu zaman. "Huur" alıp ellerine, bir atın ağıdını yakıyorlar. Çalıyorlar "huur"u. Müzik eşliğinde dans ediyor genç kızlar. Acılarını tazeliyor gibi ağlıyor yaşlılar. Kaybettiklerine belki. Yaşayamadıklarına belki. Bilmediklerine belki. Kendilerine belki. Kim bilir, benim bir yabancı oluşuma belki.
Tibetçe dua
Turuncu elbiseli, saçsız "lam"lar ağır ağır geziniyorlar sokaklarda. "Sum" onların ibadet mekanı. Mumlar yakılıyor. Dualar okunuyor Moğollar'ın da bilmediği bir dilde. Soruyorum nece bu dualar. Diyorlar Tibetçe. Tütsüleri sallıyorlar bir ileri, bir geri, bir ileri, bir geri. Mırıldanmaya devam ediyorlar. Budistler'in inançlarıyla Moğollar'ın inançları birbirine çarpıyor. Bir Budist et yememeli diyorum. Siz yiyorsunuz. Susuyorlar. Bir Budist alkol içmemeli diyorum. Siz içiyorsunuz. Susuyorlar. Sorularım havada kalıyor. Birileri onlara dinlerini unutturmuş. Birileri ahlakın adını unutturmuş. Birileri çalışma azmini unutturmuş. Birileri inanmayı unutturmuş. Kim bu birileri? Nedir alıp veremedikleri? Gördüm ki sosyalizm onları da vurmuş
Kültigin ve Orhun Abideleri
Başkent Ulanbatur'a çok yakın olan Kültigin Abideleri'ni ziyarete gidiyoruz günlerden birgün. Tarih kitaplarından ezbere bildiğim Orhun Abideleri'nin bir parçasını göreceğim. Diğer bir parçası da Tonyukuk Abideleri bir başka yerde uzanıyor göğe.İnanılmaz bir heyecan var içimde. Fotoğraflayacaktım. Onlara dokunacaktım. Gözlerim görecekti, velhasılı bütün dünyanın bildiği o taşları. Kendimi tarih kitabında hissettim bir an. Hani bu da bir masaldı ya da bir paragraftı okunması için yazılmış. Öyle geliyordu bana. Hayal aleminde dolanır gibiydim. Moğollar'ın alelade taş olarak gördükleri bu anıtları biz ziyarete gidiyorduk ve onlar bunu anlayamıyorlardı. Dev bir Lenin heykeli karşısında nasıl saygıyla eğildiklerini unutup, bizim, bu taşlarda nasıl bir anlam bulduğumuza gülüyorlardı. Biz de onlarla gülüyorduk, belki başka başka şeylere, ama gülüyorduk sonuçta.
Vardık Kültigin Abideleri'ne. Dimdik duruyorlardı asırlardır. Yıkık döküktüler. Bakımsızdılar, ama yıkılmamışlardı. Bulabildiğim bütün taşları aldım neredeyse, doldurdum çantama. Ve taşıdım ta Türkiye'ye, anılarımla beraber. Bir düzlükte, üç beş anıttan ibaretti Kültigin. Dikkatimi çeken bir şey oldu orada. Abidelerin hizasında, düzlük boyunca tepelere kadar, yüzlerce küçüklü büyüklü taşlar sıralanmıştı. Neydi bunlar? Neden buradaydılar? Kim koymuştu onları? Sordum. Çok eski zamanlarda yedi farklı ırk yaşarmış Moğol topraklarında. Bunlardan biri de Türkler imiş. Sürekli savaşırlarmış. Türkler'in savaş meydanlarında bir geleneği varmış o zamanlar Her Türk,öldürdüğü her kişi için başına bir taş dikermiş savaş meydanına.Öğrendim ki Moğolistan'ın pek çok yerinde böyle sıralı taşlar var.
Fakat garip birşey dikkatimi çekmişti.Bu taşları nereden bulup getirmişlerdi. İnsan şöyle bir çevresine baktı mı, taş adına hiçbir şey göremiyordu. Etkileyiciydi bütün bunlar. Yeryüzünde bir taşın bile öyküsü olduğunu bilmek ne de az şey bildiğimi yeniden hatırlatmıştı bana işte. Jim Crace'nin Taşların Dili adındaki kitabını hatırladım bir de. Kim bilir daha neler hatırımdan geçti gitti. Ve ben geçtim gittim, o topraklar üzerinden, adım adım. Kartallar akbabalar süzülürdü hep gökyüzünde. Pazarlarda Gobi Çölü'nden getirdikleri dinazor yumurtalarını satardı insanlar. Kışın atların burun deliklerinden aşağı buz parçaları sarkardı. Çöl rüzgarı bir esti mi savurur, önüne katar götürürdü
Dev köpekler dolanırdı sokaklarda, bir bir vururlardı alınlarından.Dinazor iskeletleri sergilenirdi tarih müzesinde.Para birimi "Tugruk"tu. Yabancılar yürüyen dolardı onlara göre. Merdiven boşluklarında insanlar uyuyakalırdı.Teknoloji henüz elini uzatamamıştı o diyarlara. Apartmanlar bir fabrikadan çıkma seri imalat gibiydi.Ölüm sessizce gelir, ruh bir başka bedende vücut bulurdu. Yaz gelip buzlar eridiğinde, cesetler ortaya çıkardı. Dış kapılar içeriye değil, dışarıya açılırdı. Halıları evlerin duvarlarına asarlardı. Vesaire vesaire..
Anadolu Gençlik dergisi - Kasım 2001
.
.
Şu Anki Durum
1992-95 yılları arasında üçbuçuk yılık bir savaş yaşayan ve Dayton Antlaşması sonrası hayata dönmeye çalışan Bosna’da şartların "normal" olmadığı ülkeye daha ilk girişten belli oluyor: Saraybosna havaalanı sivil uçuşların yanısıra NATO üssü olarak da kullanılıyor. "Uluslararası Toplum" adına NATO öncülüğünde ülkeye yapılan müdahale sonrasında oluşturulan düzenin iki temel direği var. Askeri kanat, SFOR (Stabilization Force İstikrar Gücü), silahlı çatışmaların önlenmesinden ve yurtlarına dönen mültecilerin güvenliğinden sorumlu. Daha önceki adı IFOR (Implemantation Force, Uygulama Gücü) olan bu askeri varlık ilk misyonu olan barışın uygulanması görevinden ülkenin istikrarının sağlanmasına yöneldi. (Bu tür isim değişiklikleri Kuzey Irak’taki istikrarsızlık sonrası oluşturulan Çekiç Güç, Çevik Güç tartışmalarından aşina olduğumuz diplomatik alan genişletmelerine iyi bir örnek) Düzenin ikinci ayağını ise sivil hizmetlerin organizasyonundan sorumlu olan başta BM olmak üzere AGİT, Avrupa Yatırım Bankası, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar oluşturuyor.
NATO tarihinde askeri güç ilk defa Bosna’da kullanıldı ve NATO’nun misyonu Doğu Bloku ülkelerinden gelecek herhangi bir saldırıyı önlemekten bölgesel çatışmaları önlemek ve terörizmle mücadeleyi de içinde barındıracak şekilde genişletildi. Bosna ve Kosovada bulunan 57 bin kişilik bir gücün çekirdeğini NATO oluşturmakla beraber Rus kuvvetleride Peacekeeping (Barışı koruma) operasyonlarında görev almaktalar ve öyle görülüyor ki Slavların olduğu tüm sorunlarda NATO Rusya’yı operasyonlarına ekleyecek. Bölgeye yönelik askeri müdahale ve daha sonrasında oluşturulan yapının askeri yapısına yönelik eleştirilerde NATO’nun bir çıkış stratejisinin olmaması üzerinde durulmakta ve özellikle Amerika içkamuoyundaki tartışmalarda Balkanların Amerikan ulusal güvenliği için öneminin fazla olmadığı ve dolayısıyla burada yoğun kuvvet bulundurmanın gereksizliğinden ve mümkünse işi Avrupalılara devretmekten bahsediyorlar. NATO içinde yoğunlaşan AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği), tartışmasında bu konu önemseniyor. Avrupalılar Amerikalıların davranışlarından rahatsızlık duymakta ama aynı zamanda kuvvet sevki ve komuta kontrol açısından yeterli yetkinlikte olmamaları dolayısıyla NATO imkanlarını kullanan fakat kendi içinde otonom bir güç geliştirme yoluna gitmeleri hızlandı. "Not separate, but separebable" (Ayrı değil, ama ayrılabilir)
Bosna’daki sivil işlerin merkezinde BM Yüksek Temsilciliği bulunuyor. Bosna Hersek’in dünya’daki son manda devleti özelliğide buradan kaynaklanıyor. BM Yüksek temsilcisi ülkedeki en yüksek yasama ve yürütme yetkilerini elinde bulunduruyor. Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi ülkenin en yüksek siyasi mevkisi ve üç etnisiteyi temsilen bir Boşnak, bir Hırvat ve bir Sırp’tan oluşuyor ama yüksek temsilcinin bunlardan birini görevden alabilme yetkisi mevcut. Yüksek Temsilci seçim listelerine ve siçilmişlere müdahale edip görevden alabiliyor ve seçimlere girilmesini engelleyebildiği gibi ülkenin bayrağının ve yasasının nasıl olması gerektiği gibi konularda da müdahil olduğu gözleniyor.
Bosna’da oluşturulan yapı ve geliştirilmeye çalışılan "model" ciddi bir sosyal deney özelliği gösteriyor. Eğer uygulama başarılı olur ve bir model üretilebilinirse, bu benzer etnik ve dinsel çatışma sorunları yaşayan diğer bölgelerede uygulanacak. Hedeflenen modelin oluşturulmasının önündeki ciddi engellerin başında yaşanılan iç savaşın tahribatları gelmektedir. Savaş boyunca Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birbirleriyla savaştığı için savaş sonrasında üç etnisiteyi tekrar entegre etme oldukça zor gözükmektedir. Bunun sağlanması için geliştirilen politikalar; tüm kurumlarda katılımcı ve tam temsile dayanan bir yapının oluşturulması, mültecilerin bulundukları yerlerde yerleştirilmesi ve koşullarının geliştirilmesi yerine eski yerlerine gönderilmesi, üç toplumun savaşı yürüten milliyetçi partilerinin güçten düşürülmesi ve tüm etnisiteleri içinde barındıran parti ve sivil organizasyonların oluşturulması ve desteklenmesi, medyanın yeniden örgütlenmesi oluşturmaktadır. Eğer bu politikalar başarılı olur ve yeniden entegre olmuş bir devlet modeli geliştirilebilinirse bu model en başta Kıbrıs olmak üzere Lübnan, Kosova ve diğer tüm etnik çatışmaların olduğu yerlere örnek oluşturacak ve uygulamaya sokulacak.
Ancak bu politikaların ciddi açmazları var. Uluslararası toplum üç etnisitenin milliyetçi partilerini güçten düşürmeye çalışıyor. Gerektiğinde seçim listelerinde değişikliğe gitmeyi zorunlu kılıyor veya diğer partilerin önünü açmaya çalışıyor, ama üç toplumda da savaşı bu partiler verdiği ve toplum nezdinde saygın kişiler bu hareketlerin içinde yeraldığı için bunun başarılması zor gözükmektedir. Savaş boyunca konumları gerilemiş ve bir kenara çekilmek zorunda kalan entellektüel/bağımsız meslek gruplarına mensup yeni bir toplumsal aktör siyasetin içine girmiş olmakla beraber halka sirayet etme noktasında son derece zayıf kalmaktadırlar.
Mültecilerin yerlerine dönmesi konusunda çok hassas davranılmakla beraber güvenliğin dışındaki sebepler dolayısıyla bu kampanya istenilen başarıyı sağlayamamaktadır. İnsanların azınlıkta olan bölgelere geri dönmelerini engelleyen en önemli engel ekonomik şartlar oluşturmaktadır. Mülteciler yaygın bir istihdam imkanının olmadığı yerlere dönmek yerine bulunulan yerlerde konumlarını geliştirme yoluna gitmektedirler.
Medyanın yeniden şekillenmesi ve yayın dilinin tüm çatışmacı ifadelerden arındırılması çalışmaları başarılı görülmektedir. Uluslararası finansmanla oluşturulmuş son derece yaygın bir medya organizasyonu mevcut ancak bu yapının uluslararası finasman olmadan sürdürülebilir olmadığını belirtmek gerekir.
Savaşın tüm izlerini Saraybosna ve Mostar’da görmek mümkün. Saraybosna’ya girişte tamamen tahrip edilmiş huzurevi, medya binası, parlemento, ulusal kütüphane, iş ofislerinin olduğu binalar savaşın izlerini gösteriyor. Saraybosna’daki hızlı yeniden inşa ve tamir işleri yoğun olduğundan Mostar’da savaşın asıl tahrip edici yanını görmek mümkün. Doğu ve Batı Mostar ayırımlarını Mostar’ın ortasından geçen Neretva ırmağının iki yanı değilde doğu ve batı kısımlarındaki yerleşimler belirliyor. Cephe hattının olduğu bölge tamamen tahrip olmuş durumda ve daha yeniden inşası gerçekleşmemiş bulunuyor. Bölgede daha önce bulunan binaların sadece iskeletleri duruyor. Hırvatlar kentin Katolik ve Hırvat kimliğini vurgulamak için kentin etrafındaki yüksek bir binaya geçen yıl yüksek bir haç inşa etmişler. Kentin her tarafından görülen ve bana Çanakkale Abideleri heykelini hatırlatan haçın amacı sadece bölgede olduğuna inanılan azizlerin ruhlarına saygıyı ifade etmiyor. Tepedeki haç ve kentin Hırvat kısmında yapılan katedral ve tüm minarelerden daha yüksek çan kulesi kentin aidiyetini göstermeye yönelik. Tabi tüm bunların ne kadar provakatif hareketler olduğunu belirtmeye gerek yok. Brçko kentinin statüsü Dayton Antlaşmasında belirlenemeyince konunun çözümü daha sonraki müzakerelere bırakıldı ama sonuç çıkmayınca kent kendi başına merkezi yönetime bağlı oldu. Kentte simgelerin savaşı var. Savaşta kentin üç camiside tamamen tahrip edildiği gibi kentin girişine iki kuleli büyük bir katedral inşa edilmiş bulunuyor.
Etnisiteler arasındaki güven sorununu çözmeye yönelik projelere katılım ve güven inşasını engelleyen savaş travmaları geçmiş değil. Savaşın şiddeti ve Boşnakların yaşadığı katliamlar hafızaların canlı kalmasını sağlıyor. Kocasını savaşta yitirmiş ve mülteci durumuna düşmüş yaşlı bir Boşnak kadının Bosna Hersek içindeki Republica Srpska için derin bir of çektikten sonra söyledikleri entegrasyonun ne kadar zor olduğunu gösteriyordu: "Republica Sırpska yüreğimde bir bıçak gibi."
İHH ve Bosna Diyanetinin ortak çalışması sonucu Bosna’nın kuzeydoğusunda, Republika Srpska’nın içinde kalan ve mültecilerin geri döndüğü yerlerde kurban kesimleri yapıldı. Savaş sırasında yaptığı yardım faaliyetleri ile savaş şartlarının hafifletilmesinde büyük katkıları olan İHH, kurban kampanyası ile bölge halkına savaş sonrası dönemde kendilerini unutmadıkları mesajını verdi. Mültecilerin yeni döndükleri bölgelerde daha yoğun olarak organize edilen kurban kesimlerinde benim için en dramatik an bir mülteci kampındaki kurban dağıtımıydı. 1994’ten beri mülteci kampında yaşayan 76 ailenin yaşadığı küçücük odalar ve çocukların çektiği ızdırap ve sorunlar "mülteci" olmanın tüm ağırlığını ortaya koyuyordu. Daha önce gördüğüm bir Filistin mülteci kampında, ziyaretçileri gezdiren rehber, mülteciliğin ne kadar zor olduğunu belirtmek için, "Hepiniz birazdan burdan gideceksiniz ve ülkelerinize döndüğünüzde bu ziyaret bir anı olacak ama burda yaşayan insanlar tüm bu yoksulluğu yaşamaya devam edecekler." demişti. Savaşın yıkıcı ve öldürücü yanının dışında savaş sonrasında hayatta kalanlara yarattığı sorunlar da en az savaşın kendisi kadar tahripkar.
.
ÇİNDEN BANA KALANLAR |
Çölün rengi gün yükseldikçe göz alıyordu. Tren düz, dümdüz ilerliyordu. Sarı kumların üstünde çalılar çırpınıyordu. Bir de tepecikler vardı çöle eğim veren, ara ara. Her istasyonda iki-üç baraka karşılıyordu treni. Ve elinde turuncu sopalı adam...
Rüzgar bir savruldu mu, kumlar hortumlaşıyordu, küçük küçük. Bir sürüngen koşuyordu, çalının birinden diğerine, telaşla. Aklıma evimizin bahçesindeki koccaman ağacın tepesinden sapır sapır dökülen kertenkeleler geldi. Sırf bu yüzden o ağacın altında duramayışım...
Kompartmanın üst yataklarından birine uzanarak bakıyordum dışarı; "Manzara değişse de, gözlerim şenlense" diyordum. İç Moğolistan'a kadar böyleydi hep. Çöl, kum, kuru çalılar ve birkaç baraka.
Sonra kum toprağa bıraktı yerini. Yeşermeye başladı toprak. Ve ağaçlanmaya... Ve sular akmaya küçük derelerde... Ekilmiş tarlalar bile vardı. Çin'e yaklaştıkça ağaçlar yükseliyordu. Bir yandan fotoğraflıyordum her şeyi, bir yandan yazıyordum aklıma. Bir de günlüğüme...
Dev yarıkların dağlara doğru uzanması "Ergenekon"u anımsattı. Dev yarıklardan çıkmak zor görünüyordu bulunduğum yerden. Moğolistan'dan İç Moğolistan'a geçerken durdu tren. Evler vardı, insanlar vardı. Birşeyler satıyorlardı. Bize bakıyorlardı... Biz de onlara bakıyorduk. İçimizde gözlerimize ve de sözlerimize yansıyan bir sevinç vardı. Nedenini onlar nereden bilebilirlerdi ki, biz bilirdik ancak. İki kişiydik. Ben ve o. Bir sırt çantamız vardı taşıdığımız. Bir de kendimiz...
Çin sınırında
Tren durdu. Resmi giyimli adamlar, resmi giyimli kadınlar geldi. Bir şeyler sordular. Anlamadık. Yine sordular. Yine anlamadık. Birileri birilerini çağırdı sonra. Birilerinin çağırdığı birileri geldi yanımıza. İngilizce, "İngilizce biliyor musunuz?" diye sordu birileri bize. "Biliyoruz" dedik o birilerine. Ellerinde pasaportlarımız vardı. Bir pasaportlarımıza baktılar, bir bize. Bir bize baktılar, bir birbirlerine. "Siz Türk müsünüz?" diye sordular sonra. "Evet" dedik, "Biz Türküz."
Birileri birilerine seslendi tekrar. Trende ne kadar birileri varsa resmi giyimli, yanımıza geldi. Konuştular, konuştular... Bize baktılar, bir de pasaportlarımıza. Bir bize baktılar, bir birbirlerine... "Türk!", "Türk!" diye bağırdılar sonra. Çantalarımızı açtı birilerinden bazıları. İçinde ne var, ne yok döktüler. Bir bir açtılar. Evirdiler, çevirdiler, uzun uzun baktılar...
"Türk" dediler sonra. Onları seyrettik biz de uzun uzun. "Niye geldiniz?" diye sordular. "Gezmeye" dedik, "Görmeye", "Öğrenmeye", "Anlamaya", "Tanımaya", "Sevmeye" dedik... Pasaportlarımızı verdi birileri. Birileri, "Hoşgeldiniz" dedi. Birileri, ardına baka baka uzaklaştı. Birileri korkmuş gibiydi. Kontrol bitti. Tren hareket etti. Sevindik. İçimizde bir heyecan vardı, yeni yerler görecektik. Yeni toprakların kokusu dolacaktı içimize. Ama trenin dev bir binaya girdiğini farkettik. Vagonları yavaş yavaş havaya kaldırdılar. Şaşırdık. Hiç böyle bir şey görmemiştik. Neden vagonlar kaldırılırdı ki havaya!
Demiryolları bile farklı
Tekerleri kaldırdılar raylardan bir kenara koydular. Başka tekerleri getirip raylara yerleştirdiler. Vagonlar indi yavaş yavaş geri. İşte o zaman anladık. Moğolistan'ın rayları dardı, Çin'in rayları geniş. Bizim tren bu rayların içine düşerdi. Düşmesin diye trenimiz, uğraştı insanlar.
Dolar mı?... O da ne?
Dışarıda ise meyve satan köylüler vardı. Meyveyi özlemiştik çok. Meyveler bizi özlemiş miydi, anlayamadık. Tarttık. Meyvemiz olacaktı. Ama bir şeyi unuttuk. Paramız yoktu. Elimizdeki para orada geçmiyordu. Demek her yerde para, para değildi. Her yerde dolar, para değildi demek.
"Dolar bu" dedik; "Alın!"...
"Aman aman" dediler.
Kaptılar meyvelerimizi elimizden. Birbirimize baktık, ben ve o. Şaşırdık. "İstemeyiz dolar" dediler. Ceplerimizi karıştırdık. Tugruk çıktı. Moğol parası Tugruk. Uzattık, "Bunları alın madem. İç Moğolistan ya burası." Paraları aldılar. Evirdiler, çevirdiler. Bir bize baktılar, bir birbirlerine baktılar. Bir meyvelere baktılar, bir bize baktılar. Meyveler bize baktı mı, anlayamadık. Kabul ettiler. Verdiler bize meyvelerimizi. Sevindik. Şaşkınlığımız geçmiş, gülüyorduk şimdi olanlara. Neden gülüyorduk! Onlar gayet ciddiydiler. Gülmeyi unutmuş gibiydiler üstelik. Ve... Yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ettik. Geceydi artık. Işıkların olmadğı yerde bir şey göremiyorduk.
Çin Seddi sarmış her yeri
Çin bizi bereketle karşılıyordu. Tepeler penceremizden görünmeye başladı, tepeler dağlara dönüştü. Orman, sıkı, sımsıkıydı. Ağaçlar dev gibiydi. Göğe uzanıyordu başları. Şehirler geçtik. Şehirlerde insanlar vardı. Bisiklet vardı. Bisikletlere binenler vardı. Bir sürü. yeni ve değişik şey vardı. Ama neden insanlar aynı renk elbise ve aynı model ayakkabı giymeyi tercih ediyordu acaba? Önce anlayamadık. Sonra anlayamadığımız şeyi, neden anlayamadığımızı yavaş yavaş anlamaya başladık. Çin'de olmayı henüz idrak edememiştik. Çin dünyasının bir başka dünya olduğunu henüz farkedememiştik.
Bilmek ve yaşamak!
İşte o zaman görmek ile bilmek arasında büyük ayrılıklar olduğuna, bilginin görmekle tamamlandığına, görmeden bilginin edinilmiş eksiklikler olduğuna inandık. Yaşayarak inanmak buydu demek. Ya inanarak yaşamak! O nasıl bir şeydi!
Biz mi büyülenmiştik, yoksa gerçek bir büyü müydü içinde bulunduğumuz ortam, ayırdına varamadık. Şehirler geçtik. İstasyonun birinde indik trenden. Bir büfeye yanaştık. El kol hareketleriyle "Su"yu anlatmaya çalıştık. Nasıl anlatılırdı ki su, el kol hareketleriyle, bilmiyorduk. Anlatamadık. Gördük, sonunda işaret ettik. "Su" dedik sevinçle, çölde kalmış susuzların sevinciyle neredeyse. Yine aynı sorun vardı şimdi.
Para! Bu sorunu unutmuştuk işte. O kadar çaba sonunda, bulmuşken suyumuzu alamadan geri mi dönecektik? Olmazdı ki! Nasıl olurdu ya! Nasıl olurdu! Ben ve o birbirimize baktık. Cebimizden dolar çıkardık yine. Büfedeki iki genç kızın gözleri yuvalarından fırladı neredeyse. Suyu kaptıkları gibi pencereyi kapattılar yüzümüze. Artık bir suyumuz yoktu. Elimizde korkunç bir şey tuttuğumuzu düşünmeye başladık haliyle. Dolar mıydı onları bu kadar ürküten? Ama niye? Dünyanın dolarsız iş yapamadığı şu zamanda, dolar ne yapmıştı ki onlara? Anlayamadık. Dahası düşünemedik. Demek hâlâ Çin'de olduğumuzun idrakinde değildik. Bulutlardan mı bakıyorduk ne? Döndük, bindik trenimize. Lokanta bölümüne geçtik. Lokanta Moğolistan-Çin sınırında değişmişti. Moğol lokantası, yerini Çin lokantasına bırakmıştı. Bir köşede oturan bir adam gözümüze çarptı şiddetle. Darbe yer gibi olduk. Dolar alıyor, yen veriyordu. Koştuk. "Al, al" dedik. "Bizim dolarımızı da al." Adam bizim neden bu kadar heyecanlandığımızı, dolar taşımanın insana ne zorluklar yaşatabileceğini nereden bilecekti ki! Bilemedi. Bilemezdi de...
Başkent farkı; çeşitlilik, renklilik
Artık tren Pekin evlerinin arasından kayıyordu. Binalar yükselmeye başladı sonra. Yükselen binalarla biz de yükseldik sanki. Hayat renklendi. Elbiseler, ayakkabılar modellendi. Başkent ayrıcalığı mıydı bu! Anlayamadık. Ve tren son durakta bizi indirdi. Çantasını alan bir yön seçti kendine. Biz de aldık çantalarımızı. Bakındık sağa sola. Herkesin gidecek bir yeri vardı. Biz de önümüzde duran istasyon binasına yöneldik. Kalabalıktı. Gelen geçen çoktu. Gelen geçene çarpan çoktu. Biz de çarptık mecburen. Biz de gelen
geçenden biri olduk mecburen. Kalabalıktı. Koşanlar vardı. Yürüyenler vardı. Duranlar vardı. Telefon aradık önce. Nasıl telefon edilirdi ki bu ülkede. Bir harita satıyordu adamın biri. Pekin haritası... Pekin yol haritası... Pekin gezi haritası... Aldık bir tane.
Pekin meydanında...
Yorulduk. Kaldırımın birine oturduk herkes gibi. Herkes birilerini bekliyor gibiydi. Biz de birilerini bekliyor gibi yaptık. Oturanlar bizimle konuşuyordu. Evet, evet bu insanlar konuşmayı çok seviyordu. Biz de dinlemeyi sevmeye başladık. Sevmeyince bir şeyi, çok zor oluyor katlanmak. Sevdik... Baktık ki, sevince; anlamadığımız insanları da sevmeye başlamıştık. Çince bilmesek de onlar konuştu, Çince bilmesek de biz dinledik. Onlar güldü. Biz de güldük. Onlar sustu. Biz zaten susuyorduk. Ve bir saat geçti. Beklediğimiz ama tanımadığımız, sadece adını bildiğimiz çıktı geldi.
"Merhaba" dedi. "Merhaba" dedik.
Sonunda anladığımız biri vardı yanımızda. Sevindik.
Bisiklet ve Çin sefası
Çıktık yola, ben ve o. Caddeye kadar yürüdük. İnsanlar vardı yürüyen, insanlar vardı bisiklete binen. İnsanlar vardı, bir şekilde bir yerlere giden. Durduk. Baktık... baktık... baktık... Pekin böyle yaya gezilecek yer değildi. Olamazdı da. Aylara sığdıramazdık yoksa bu geziyi. Bizim aylarımız da yoktu bu iş için.
Ben ve o birer bisiklet aldık. Elimizde Pekin yol haritası. Önce evimizin olduğu yeri işaretledik. Ve vurduk yollara. Yollar öyle genişti ki, yollar bisiklet yolu. Yollar dümdüz. Yollar kalabalık. Yollar düzenli. Biz yolları da sevdik. Önünden geçtiğimiz her binaya baktık. Her parkta konakladık. Her yeşili kokladık, içimize çektik doya doya. Daldıkça içine daha bir çözmek istedik Pekin'i. Daha bir anlamak insanları... Caddelerden ara yollara saptık. Ara yollarda kıvrıla kıvrıla gezindik. Ağaçlar bize gölge oldu. Bazen ağaçlar yolumuza çıktı fırtınadan devrilmiş olarak. Yağmura tutulduk. Herkes kaçarken yağmurdan biz üstüne üstüne gittik yağmurun. O bizi ıslattı. Yollar boşaldı. Bir biz kaldık. Bir de arabalar. İnsanlar kuytulara çekildi. Bisikletler durdu. Biz durmadık. Biz inmedik. Dizimize kadar suya battık. Suda bisiklet sürmenin ne zor olduğunu anladık. Yılmadık. Güle oynaya sulara daldık bisikletimizle. İnsanlar bize baktı. Biz insanlara bakmadık. Mutluyduk. Gerisi boştu. Pekin bize yağmurla eşlik etmek istiyordu, biz de izin verdik. Islandık. İliklerimize kadar ıslandık. Artık üzerimizdekileri taşıyamaz olmuştuk. Ağır gelmeye başlamıştı her şey. Boşverdik. Devam ettik kaymaya yollarda. Güneş çıktı. Bulutlar çekildi. Açıldı gökyüzü. İnsanlar geri döndüler hayatın hızına. Çevremizde gidenler çoğaldı. Bize bakanlar çoğaldı. Biz ıslaktık, onlar kuru. Güldüler halimize, biz de güldük. Hayata güldük, hayatın getirdiklerine güldük, hayatın sürprizlerine güldük.
Sanırım herkes görmek istediği şeyi görüyordu. Sanırım herkes bilmek istediği şeyi biliyordu. Gerçekler her ne olursa olsun... Yine de bakış açısına göre gerçekler değişmiyordu. Tarih yazmıştı bir kenara bu gerçekleri.
Okumayı bilen için...
Dediler ki, "Bu set insan etiyle yapıldı.' Şaşırdık. "Nasıl yani?" dedik. Kim bilir kaç kişi can vermişti seddin yapımında? Kim bilir kaç kişi... Her ölü beden taşların arasına yerleştirilirmiş. Bir ölü, iki ölü, üç ölü..İnsan elinden çıkma set, insan bedeninden de parçalar almıştı. İşte böyleydi hayat.
Onlar çocuk oyunlarında bir gün dev Çin Seddine taş olacaklarını nereden bilebilirlerdi! Şaşkınlığımızı yendik. Bu fikre de alışmıştık belki. Her şeye alıştığımız gibi. Alışmak hiç de zor değildi aslında, kötü olduğu kadar. Bir müzeye uğradık sonra. Müze sahnelerden oluşuyordu. Savaş sahneleri. Ölüm sahneleri. Ağlayan annelerin sahneleri. Vesaire vesaire... Onlarca sahne karanlığın içindeyken bir adımla aydınlanıveriyordu. Belki sahneleri dehşet kılan da buydu. Koridorda giderken puslu ışık altında aniden bir sahne çıkıyordu ortaya. Ürkütüyordu. Etkiliyordu. Yine acı saplanıyordu içimize. Fena olduk. Seyrettik de bir yandan yürürken.
Karşımıza kral çıktı. Tahtında oturuyordu. İki kadın yelpaze ile serinletmeye çalışıyordu kralı, iki yanında. Askerler vardı karşısında, dimdik duran. Gittik yanlarına. Ellerine baktım. Elbiselerine baktım. Tırnaklarına baktım. Bir de gözlerine... Tuhaf bir şeyler hissettim o an. Durdum. "Ne oldu?" dedim kendime. Bir daha baktım... Bir daha... Sonra bir daha... Aynı his artarak yerinde duruyordu. Anladığım şeyin doğru olmamasını istedim sanki. Sormak istedim birilerine. Sordum alacağım cevaptan endişeli, "Bunlar manken mi?" "Hayır" dedi, "Onlar manken değil, insan!"
İşte buydu hayat. Kimilerini toprağa sokardı, kimilerini ısrarla bu dünyaya bakmaya zorlardı... Bu, olmak zorunda mıydı! Böyle bir şeyi isterler miydi acaba? Demek bu yüzden acı vardı bu müzede, demek bu yüzden. Kaçtık oradan. Neden! Ölüm korkuturdu insanı, belki ondan. Ölüm düşüncesi yüreğimize ağır gelirdi, belki ondan. Ölüm sonrası titretirdi insanı, belki ondan. Amellerimiz mi çıktı karşımıza yoksa! Bize neyi hatırlattı acaba bu mumyalar, neyi! Hangi gerçeği!
Çin bizi şaşırttı
Bu kadar çok Amerikanvari fast food oluşu beni şaşırttı. Prinç pilavını yağsız, tussuz ve lapa olarak yiyişleri beni şaşırttı. Salatalığı yağda kızartmaları beni şaşırttı. Susam yağının farklı bir tadının oluşu beni şaşırttı. Çubuklarla lokmaları yakalayışları beni şaşırttı.
Pandaların öylesine masum ve durgun ve yalnız oluşları beni şaşırttı. Sonra, sonra şaşırmamaya da alıştım. Ama bu alışkanlık beni rahatsız etti. Şaşırmayı yitirdiğim an, hayatın bana getirdikleri, beni heyecanlandırmayacaktı hiç. Bunu göze alamadım, alamazdım. Bu yüzden şaşırmak sonrası öğrenmeyi deniyorum. Hayatın binlerce, hatta yeryüzüne gelmiş insan sayısınca versiyonu olduğunu öğrendim. Hayat çok başka, çok.
.
* AMERİKAYI YAŞAMAK |
Kemal ÖZTÜRK - Altınoluk Aralık-2000 |
Uçağın tekerleri yerden kesildiğinde, önümde on bin km yol, heyecan verici bir gelecek ve hiç görmediğim yeni bir kıta vardı. Kavimler yuvası, tarihin kalbi, insanlığın beşiği eski kıta, tüm anılarımla birlikte geride kalmıştı.
Gözleri kamaştıran, hayalleri süsleyen ve dünyanın patronluğuna oynayan Amerika ve son beş yıldır Birleşmiş Milletler tarafından “dünyanın en iyi yaşanılır ülkesi seçilen” Kanada’da hem İngilizce eğitim alacak hem de çeşitli konularda araştırmalar yapacaktım.
Ama kaldığım sürece gözlemlerimi mesleğim olan bir gazeteci gibi değil, ülkesi batıya öykünen, vatandaşları o ülkenin hayalleriyle büyüyen ve ideolojik olarak hep nefretle yetiştirilen biri olarak anlamaya ve izlemeye çalıştım Amerika’yı. O filmleri bizi esir eden, uçak gemileri korkutan ve uzayı fetheden koca Amerika’yı böyle görmek istedim.
CANAVAR GÖKDELENLER
Maalesef geçmişim, tarihim ve duygularım, bu büyülü kıtaya doğru Atlantik üzerinde uçak yolculuğu yaparken heyecanlanmamı engelliyor. Ne New York’un muhteşem gökdelenleri, ne Washington’un dünyaya meydan okuyan politik görünümü, ne de başka bir şey beni biraz olsun cezbediyor. Her halde Amerika da ilk defa benim gibi ruhsuz bir turisti ağırlıyor olacak.
Yeni kıtanın görkemli şehri New York’a ilk adımımı attığımda, yaklaşık bir yıl sürecek maceramı ama gerçekten büyük tecrübe olacak maceramı da başlatmış oldum...
Sabah elimde harita, sırtımda çantam dünyanın en geniş ve karmaşık metrosu New York Metrosu’nda buldum kendimi. Yerin altındaki dünya ve onun sakinleriyle ilk defa burada tanıştım. Hangi bölgeden binmişseniz metroya ona göre değişiyor metro sakinleri. Bazen uzak doğulular çoğalıyor, bazen zenciler, bazen Hintliler, bazen de Latin Amerikalılar. Yerin altında ürkütücü bir hızla çalışan 12 ayrı metro hattı, New York’un ve Amerika’nın kalbi Menhattın’a öbek öbek insan taşıyor.
Amerikan filmlerinin vazgeçemediği ara taksim görüntülerin en popüleri, Amerika’dan gönderilecek kartpostalların tek manzarası ve kuşkusuz Amerikan rüyasının en görkemli fonu Menhattın daha ilk buluşmamızda bana kabus yaşattı. Sisten ucu gözükmeyen gökdelenler, betonun sevimsiz rengi, geniş ama araba dolu caddeler ve akıl almaz bir şekilde bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar... Işıklar, zenginlik, hükümranlık ve tutku... New York’un geçek kimliği gözlerimin önündeydi ve bir doğuluyu kendine köle yapacak her şeyi sergiliyordu.
New York’un sembolü, Amerikalıların gurur kaynağı Empair State binasının tepesinde şehrin izlendiği yer, doğulu ruhların en çok teslim alındığı yerdir. O görkemli binalar, izleyeni anında boyun eğdirtecek bir meydan okumayla duruyorlar. Ne gülümsüyorlar, ne sevimliler ama herkesin vazgeçilmez bir şekilde kendilerine itaatini sağlıyorlar. Gece rengarenk ışıltı, gündüz şapka düşürten devasalık, hep aynı hükümran mesajı veriyor insanın ruhuna.
Caddelerde yürüdüğünüzde görkem tepenizden bakıyor size. Onun azameti karşısında bir karınca gibi hissediyorsunuz kendinizi. Başınızı kaldırıp bu devlerin yüzüne bakmak isteseniz hemen bir baş dönmesi ile bakışlarınızı yine yere çevirirsiniz. Başınız yerde gökdelenlerin hükümranlığında yaşamaya alışacaksınız.
O geniş caddelerde Amerikan rüyasının sakinleri, rüyalarının kabusa dönmemesi için bir aşağı bir yukarı gidip gelirler. Turistlerin dışında New York’ta avare avare dolaşan birini göremezsiniz. Herkes bu koca gökdelenler diyarında yere düşüp de yok olmamak için, yani hayatta kalabilmek için çırpınıp duruyor. Bazen ürkütücü, bazen dramatik, bazen gıpta edici, bazen nefret uyandırıcı ama en çok da hayret verici duygular arasında gidip geliyorum o meşhur sokaklarda.
VAHŞİ BATI
Belki 1800’lü yılların Amerika’sında yaşanan vahşi kovboy manzaralarını göremezsiniz şimdilerde. Ama nedendir bilmem, “Vahşi Batı” varlığını sürdürüyor gibi geldi bana. Elbette kullandığı enstrümanları değiştirerek. Yıllardır “vahşi kapitalizm” üzerine kitap okumuş biri olarak, ne kadar az okuduğumu ve ne kadar az anlatıldığını anladım kapitalizmin.
Ne tuhaftır ki bir burukluk ve duygusallık içinde gezdim bu şehrin sokaklarını. Vahşi yaşamın dişlerinde ezilmemek için çırpınan insan ruhlarının görünümü acı aşıladı bana. Zencilerin, Çinlilerin, İspanyolların, Türklerin bin bir çeşit milletin hatta bir kısım beyaz Amerikalının dört elle, bütün bedenleriyle yaşamak için, ayakta kalabilmek için çalışmaları ve bunu bütün duygulardan uzak bir makine ayarında yapmaları zannederim herkese hüzün verir.
Ayakta kalabilmek...
Bu savaşın anahtar kelimesi, yaşamın birici amacı, sihirli dünyanın tek geçerli kuralı bu. Canhıraş çırpınışlar, uykusuz geceler, ezik bakışlar, isyankar naralar, hüzünlü duruşlar... hepsi var olma mücadelesi veren bir insan topluluğunun dışa vuran görüntüsü.
Peki nerede bu rüyalar ülkesinin sefası?
Bunu henüz bilmiyorum ama beli bükülmüş bir Çinlinin lokantasında çalışırkenki görüntüsü; onun ve kuşağının hiç de bu sefayı yaşayamadığını gösteriyor.
BÜYÜK VE ÇOK
Amerika benim için görsel olarak böyle tanımlanabilir: “Büyük ve çok”. Boydan boya 5 bin kilometreyi bulan bu ülkede küçülmeyi ve azalmayı gerektirecek hiçbir gerekçe yok. Bilakis her şeyi büyütecek ve çoğaltacak etkenler daha fazla. Topraklar geniş, ne kadar büyük alana kurulursan kurul dert değil. Arabanın büyük olması, motorunun çok benzin yakması da sorun değil, zira benzin çok, yol geniş... Her şey büyük gözüküyor insana... Bir yiyecek porsiyonu, bir kahve, patlamış mısır kutusu, pizza, hamburger, pasta... her şey büyük zira boğazdan kısmayı gerektirecek bir durum yok. Para var, çok ama çok mal da var. Tüketimi ne engelleyebilir.
Çokça üretilmiş ürünler büyük marketlerde tüketilmeyi beklerken, cebine yeşil dolarları doldurmuş tombul Amerikalıyı kim durdurabilir ki. Kartpostal satıcısından araba satıcısına, bilgisayar satıcısından “fast food”culara her işyerinde müşteri var ve her işyerinde çokça üretilmiş büyük ürünlerden birileri bir şeyler alıyor.
İnsanlar şaşılacak derecede her zaman ya bir şey yiyor, ya da bir şey içiyor. Metroda, yolda, arabada, işyerinde, parkta anlayacağınız her yerde, her zaman bir şey yiyen, içen insan görürüsünüz. Elinde termosla kahve içen, kova kadar büyük kutularda mısır patlağı yiyen, sürahi gibi plastik bardaklarda bir şeyler içen Amerikalılar dolayısıyla anormal derecede şişmanlar.
Sokakta abartılmış şişmanlığa rastlamak çok normalken, şişman standardına giren insanların sayısı, normal görünümlü insan sayısından fazla oluyor bazen caddelerde. Vücutlardaki şekilsiz şişmanlık sonucu, tuhaf bir baldır, kocaman bir sırt ya da kol, bazen hepsi birden dikkat çekiyor. Hormonlu yiyeceklerin sonuçları böyle yansıyor insan vücuduna demek ki. Tüm bunlara rağmen bu insanların umarsızca tüketmeleri ve her şeyden öte tüketirken tanımlanamaz zevk alışları insanı hayrete düşürüyor.
“TÜKET”
Aslında benim gibi az kazanıp az harcamak zorunda kalan ve geleceğini garanti altına almak için ha bire para biriktirmeye çalışan üçüncü dünya ülke çocuklarının bu durumları anlaması biraz zor. Amerika’da sistemin anahtar kelimesi “tüket”. Öyle ya onca Kapitalizm hakkında okuduğumuz kitaplarda, “bu sistemin temeli tüketimdir, burada yaşayanlar da tüketim toplumudur” denmiyor muydu? İnsan okuduğu şeylerin içinde yaşayınca şaşırıyor demek ki.
Evet Amerikan sistemi vatandaşlarına sadece bir şey söylüyor: “Tüket”. Bu sistemde yaşamak istiyorsan sadece tüketeceksin. Tüketmek için tabii ki paran olması gerekiyor. Bunun için çalışmak zorundasın. Ama en kötü işte çalışsan bile alacağın para yeterince tüketmeni sağlayacaktır. Zaten her şeyi nakit paraya almak zorunda değilsin. 10 bin doların varsa 300 bin dolarlık evi satın alabilirsin. 35 yıla yayılmış taksitlerle, ayda 200 dolar ödeyerek ev sahibi olabilirsin. Eh azıcık faiz falan binecektir üstüne lakin 35 yılda aylık ödenecek 200 doların kime ne zararı olabilir ki!? Unutmadan yine 200 dolar taksitle arabanı yenileyebilir, tatile çıkabilir, üniversite parasını ödeyebilir özetle hayatını yenileyebilirsin. Bütün taksitler 300 doları geçmez. Para biriktirmene, tüketimden kısmana, tutumlu olmana gerek yok. Sam Amca her şeyi küçük parçalara bölüp tüketmeni kolaylaştırıyor.
35 yıl taksit bu sistemin gücünü ve insana verdiği gelecek güvencesini gösteriyor bu bir yana. Ama bu uzun vadeli taksitlerle ev alan biri bu kadar yıl çalışmak zorunda kalacak. Bu kadar yıl iş bulmak ya da bulduğu işi kaybetmemek için uğraş verecek. İşini kaybettiği anda taksitlerini, faturalarını ödeyemeyecek ve elindeki bütün her şeyi daha korkuncu tüketme zevkini kaybedecek. Bunun ne kadar büyük bir stres olduğuna çok şahit oldum.
Biriken faturalar, taksitler, ödemeler bir süre sonra Amerikalının en büyük işi haline geliyor. Amerikalıların % 17 si bu ödemeler yüzünden psikolojik sorun yaşıyorlarmış. Bu sorunu yaşayanların % 7 si de daha sonra psikosomatik (fiziki probleme dönüşen psikolojik) hastalıklara yakalanıp tedavi görüyorlar.
300 milyonu aşan Amerikan nüfusu bu ülkenin en büyük ve en önemli pazarıdır. Tüketmenin kolaylığı ve rahatlığı sayesinde cebinde para olan herkes, her şeyi satın alma gücüne sahiptir. Yaşlı bir Amerikalı bu tüketim çılgınlığının sebebinin televizyon olduğunu anlattı bana. “Her şeyi satın almamız gerektiğini şu televizyon söylüyor. Üstüne üstlük her sene aldığımız şeyi tekrar yenilememizi istiyor. Evimizin içinde her gün bas bas bağırıyor bu şeytan kılıklı alet.” Diyordu yaşlı Amerikalı kumar şehri Las Vegas’a giderken.
Amerika’da üretilen bazı ürünler yurt dışına ihraç edilemeden iç piyasada tüketiliyor. Bazen iç piyasaya yetmeyen mallar ithal ediliyor. Hayal edemediğim şey bu tüketim zevkini Amerikalının elinden alınca olacak şeyler. Hele kıtlık olduğunu düşünmek bile istemiyorum.
KAPİTALİZMİN KENDİSİ
Özgürlük anlayışı, din devlet ilişkisi, yönetim şekli açısından çok şey yüklediğim Amerika için şaşırıp duruyordum ilk günlerde. Geçtiğimiz yüzyılın son yarısına damgasını vuran ülkenin burası olduğuna ve bunu yapanların şu tombul insanlar olduğuna inanmak zor. Hele önümüzdeki yılların yine bu ülkenin etkisinde olacağını düşünmek daha zor.
Kapitalizm üzerine çok bilge şeyler yazıldı ve söylendi. Büyük tahliller, analizler yapıldı. Ben Amerika’da tüm bunların ötesinde bir dramatik yaşamın sürdüğüne şahit oldum. Aşkın, duygunun, dostluğun, dokunmanın, sarılmanın, başkası için çaba göstermenin ve ağlamanın... özetle kalbe ait şeylerin yavaş yavaş öldüğünü görmek acı bir şey. Bu konuları tartıştığımız bir Kanadalı öğretmen “evet dostluğun ve yardımlaşmanın öldüğüne katılıyorum ama ne olur bana aşkın da öldüğünü söyleme, buna inanmak istemiyorum” demişti ağlamaklı bir sesle.
Amerikanın yaşadığı toplumsal sorunlar başlı başına bir araştırma konusu. Fakat dindar Amerikan toplumu, çektiği sorunların tümünün Tanrı’nın buyruklarından uzaklaşmadan kaynaklandığına inanıyor. Çözümün de tekrar Tanrıya yaklaşarak bulunabileceğine inanıyor. Kiliselerin her Pazar dolu olmasına, dini içerikli yayınların ve dokümanların çokluğuna ve en önemlisi muhafazakar partilerin gittikçe güç kazanmasına bakılırsa dinin Amerika ve Kanada halkının hayatında daha fazla yer kaplayacağına dair ip uçları bulmak kolay olur.
ALIŞILMAMIŞ ŞEYLER
Bunca yazıda sanki bir felaket ülkesinden bahsedermiş gibi olduk. Oysa Amerika’da bir takım güzellikler var ki bizim için son derece ilginç ve alışılmadık. Sizin ilk dikkatinizi çekecek olan şey burada “önce birey ve onun hakları önemlidir” diyen bir zihniyet olacaktır. Sokakta, trafikte, işyerlerinde, devlet dairelerinde, polis karakolunda yani meşhur kamusal alanda hep siz kendinizin önemli olduğunu, her şeyin sizin mutluluğunuz için düzenlendiğini görecek önce şaşıracak, sonra yüreğiniz burkulacak. Zira sizin ülkenizdeki halkın neden bu duyguyu vatanında yaşayamadığını düşüneceksiniz.
Enflasyonsuz bir yaşamda paranın en küçük birimi olan “cent”in hayatta kullanılır olduğunu görecek, kağıt bir dolarları elleyecek ve yüz doların “çok büyük” para olarak algılanmasına, bol sıfırlı para kullanan biri olarak şaşıracaksınız.
O özlediğiniz özgürlüğün tadına varacaksınız. Bizim gibi ülkelerde yaşayanların kavrayamadığı bir şekilde, polis size her dönemeçte kimlik sormayacak, konuşmaktan, eleştirmekten korkmayacak, bir protesto gösterisinde polis size yardımcı olacak, doya doya slogan atacaksınız.
Muhteşem bir doğa ile karşılaşacak, onunla haşir neşir olmuş şehir planlarını görecek, “gece kondu, gündüz uçtu” tabirini unutacak, şehrin rant için değil sizin rahat yaşamınız için planladığını göreceksiniz.
Adaletin herkes için olduğuna ve her zaman işlediğine öykünerek şahit olacaksınız.
Birbirine karşı saygılı olmanın gereğini, özür dilemenin yaygınlığını, sakinliği, sessizliği, gerilmemiş sinirleri ve gerilecek bir durum olmadığını, dünyaya tepeden bakılacak yerleri görecek, ne kadar daraldığınızı, ne kadar kısırlaştırıldığınızı, ne kadar ufku dar, kalbi dar insanlar tarafından yönetildiğinizi göreceksiniz.
YİNE DE ÜLKEM
Her şeye, oradaki her güzelliğe, zenginliğe, ihtişama, güce, paraya Amerika’ya rağmen yani... “ülkem” diyeceksiniz. Tutkulu bir sesle ülkenizi sevdiğinizi ama çok sevdiğinizi haykıracaksınız. Tarihiyle, geleneğiyle, medeniyetiyle, coğrafyasıyla doğduğunuz toprakları özleyeceksiniz. İstanbul’u, Karadeniz’in rüzgarını, Akdeniz sıcaklığını, Doğu’nun kışını, misafirperverliğini hatta yolların çamurunu, şehrin kalabalıklığını, sokakların darlığını yokuşunu özleyeceksiniz.
Sonra şunu anlayacaksınız:
Biz Amerika’da rahat olabiliriz ancak, mutlu değil.
Bizim mutluluğumuz doğduğumuz toprakların özgürleşmesine bağlıdır.
.Suriyeleşmek mi Cezayirleşmek mi Yoksa Tunuslaşmak mı?
TUNUS’UN KIMLIK KARTI
Resmi adi: Tunus Cumhuriyeti
Nüfus: 8 milyon 550 bin
Baskenti: Tunus (Nüfusu: 670.000).
Yüzölçümü: 164.150 km2
Dil: Resmi dil Arapça. Halkin çogunlugu Fransizcayi da konusabilmekte.
Din: Resmi din Islâm. Halkin % 99.3’ü Müslüman. Kalan nüfusu hiristiyanlarla yahudiler olusturuyor.
Cografi durumu: Kuzey Afrika ülkelerinden olan Tunus, kuzeyden ve dogudan Akdeniz, güneydogudan Libya, batidan Cezayir’le çevrili.
Yönetim sekli: Tunus’ta görünüste çok partili ancak gerçekte tek parti diktatörlügüne dayanan bir sistem hâkim. Cünkü seçim kanunu muhalefet partilerine 163 üyeli parlamentoda sadece 21 sandalyelik bir kontenjan tanimakta. Bu itibarla muhalif partilerin ittifak halinde bile iktidar partisinin herhangi bir uygulamasini engelleme imkânlari yok.
Dis problemleri: Islâmi akimlari destekledigi iddiasiyla Sudan’la iliskilerini askiya aldi. 1993 Haziran’inda Kahire’de gerçeklestirilen Afrika Birligi zirvesinde Sudan’a karsi olusturulan cephenin içinde yer aldi.
Iç problemleri: Tunus’un en önemli iç problemi yönetimin uyguladigi baski politikasindan kaynaklanan siyasi meselelerdir. Bu baski çok sayida Tunus vatandasini, ülkesini terk ederek degisik ülkelerden siyasi siginma hakki istemeye zorladi.
Son zamanlarda Türkiye’de yasanan gelismelere paralel olarak Ortadogu ve Afrika’daki bazi ülkelerde uygulanan yönetim modellerine atifta bulunularak yapilan yorumlarla sikça karsilasmaktayiz. Kimi zaman Türkiye’nin "Suriyelesmek" tehlikesi ile karsi karsiya oldugu kimi zaman da "Cezayirlesmek" üzere bulundugu yönünde yorumlar yapilmakta. "Suriyelesmek"ten kasit, Türkiye’de azinliktaki bir mezhebe dayali antidemokratik bir yönetim modelinin yerlestirilmek istendigi kastedilmektedir. "Cezayirlesmek" ten ise önce bir askerî darbe, sonra da sürekli bir kaos ortami kastedilmektedir.
Kuzey Afrika’da müslüman bir baska ülke var ki orada olup bitenlerle ülkemizde cereyan eden gelismeler yan yana getirildiginde bu yakistirmalara bir yenisini daha eklemek mümkün; "Tunuslasmak"...
"Suriyelesmek" denince akillara azinliktaki bir güç odaginin Suriye topraklarinda estirdigi despot bir yönetim, "Cezayirlesmek" dendiginde ise demokrasinin katledilmesi ve kaos akillara geliyor. Peki "Tunuslasmak" denince ilk akla gelen ne? Iste bu dosyamizda "Tunuslasma"nin ne anlama geldigini anlatmaya çalisacagiz...
Diktatör Burgiba’yi 1987 yilinda devirdikten sonra Tunus yönetimini ele geçiren Zeynel Abidin’in geçen on yil boyunca bu güzel Kuzey Afrika ülkesini nasil idare ettigini, devlet halk iliskisini, sosyal-ekonomik sorunlarinin neler oldugunu, Tunus siyasetinde müslümanlarin ne durumda bulundugunu anlatmaya çalisacagiz...
Sömürgeden Dikta Dönemine Geçis
Uzun yillar Fransiz sömürgesi altinda kaldiktan sonra 1950 yilindan itibaren büyük bir kiyama geçen Tunus halki ülkelerini Fransiz sömürgesinden kurtardilar. Fransizlar Tunus’u 1956 yilinda terk ettiler. Sömürgeci güçler ülkeyi terk etmesine ettiler ama geride kendilerine son derece "sadik" dost yönetim kadrolari biraktilar. Bu "sadik ve dost" yönetim kadrolari Fransizlarin menfaatlerini kendilerinden daha fazla korumaya, bu ülkenin insanlarina onlardan daha fazla zulmetmeye yöneldiler. Bu "sadik" kadrolarin basinda Habib Burgiba vardi...
Burgiba, Fransizlara karsi verilen bagimsizlik savasindan sonra 1956 yilinda cumhurbaskani olmus ve bu görevini 7 Kasim 1987’de bir darbeyle devrilince kadar sürdürmüs bir kisi. Bir baska deyisle 31 yil boyunca Tunus’u tek basina yönetmis bir diktatör. Burgiba, Fransizlarin ülkeden ayrilmasiyla birlikte kollarini sivadi ve ilk is olarak Tunus Cumhuriyeti’ne Amerikan Anayasasi’na benzer bir anayasa hazirladi.. 1957 yilinda, kabul edilen anayasa ile Islâm devlet kontrolüne sokuldu, yargida ve egitimde ise Fransiz sistemi kabul ettirildi. Burgiba kararliydi. Tunus’un yüzü Bati’ya dönük olacakti...
Burgiba iktidarinin ilk yillarinda, antidemokratik, ve adeta Islâm dinini kusatma altinda tutan yönetimine ragmen ülke genelinde Tunuslu müslümanlarin günden güne islâmî sahsiyetlerini kazanmalarini önlenemedi. 1970’lerde baslayan, giderek gelisen ve bütün Tunus’u kusatan islâmî uyanis, genci, yaslisi, kadini ve ögrencisiyle bir çig gibi büyüdü. Prof. Rasid el Gannusi tarafindan kurulan "Islâmî Yönelis Hareketi" üniversitesinden, isci hareketlerine, hayir kurumlarindan halk kesimlerine varincaya kadar bütün ülke genelinde kendini göstermeye basladi.
Burgiba yönetimi, ülke genelinde büyük bir sempati toplamaya baslayan bu hareketin önüne geçilmedigi takdirde kurulan düzenin zora girecegini gördü. Bir an evvel bu hareket durdurulmaliydi. Nitekim çok geçmeden Burgiba’nin emriyle ülke genelinde müslümanlara yönelik akil almaz bir kusatma baslatildi. "Islâmî Yönelis Hareketi" bir gecede darmadagan edildi. Tüm liderleri tutuklandi. Aylar süren tutukluluk döneminden sonra yargilanan hareket liderlerinin tümü, idam, müebbet ve 20’ser yillik hapis cezalarina çarptirildilar. Hareketin lideri Rasid Gannusi cezalardan payini alarak müebbet hapse mahkum edildi. Mahkemelerin hemen akabinde idam cezalari derhal yerine getirildi. Hareketin önde gelenlerinin haricinde binlerce kisi daha basit gerekçelerle tutuklandilar...
Burgiba bundan sonra da her alanda zulmünü gösterdi. Tunus’un sembolü olan Zeytune Üniversitesi basta olmak üzere Islâmi egitim kurumlarini kapattirdi. Camileri de siki denetim altina alarak belli vakitlerin disinda namaz kilinmasini yasakladi.
Habib Burgiba, halkina dini konularda fetvalar vermeyi de ihmal etmedi. Ramazan aylarinda televizyona çikip raki içerek ülkesinin kalkinma hamlesini "cihad" olarak nitelendirip, cihad zamani oruç tutulamayacagini belirtti ve orucu yasaklama cüretini gösterebildi...
Kasim 1987 yilina gelindiginde ise Tunus’ta önemli bir gelisme oldu. Tunus’un gelecegi için özenle yetistirilen Zeynel Abidin Bin Ali; artik ölüm dösegine gelen Burgiba’yi bir darbeyle devirdi. Böylece otuz küsur yillik iktidari döneminde Tunus müslümanlarina kan kusturan Burgiba, kendisine halef olarak yetistirdigi Zeynel Abidin’in darbesi ile yikilmis ve iktidarini noktalamis oldu.
Zeynel Abidin veya Ikinci Burgiba Dönemi
Zeynel Abidin, üzerinde batinin büyük emegi olan bir kisi. Ögrenimini Fransa’da tamamlayan, orada egitilen ve kendisine batili bir anlayis verilen Zeynel Abidin’in, diktatör Burgiba’yi devirip yönetimi devr almasi Tunus halki için pek olumlu bir anlam ifade etmedi. Cünkü Burgiba’nin zorla yaptiklarini, Zeynel Abidin hissettirmeden yapacakti. Zira yeni Baskan bir dönemlerin emniyet genel müdürü ve içisleri bakani idi ve bu dönemlerinde müslümanlara karsi sürdürdügü kati ve acimasiz tutumuyla taninmaktaydi.
Zeynel Abidin yönetimi devr aldiktan sonra halk üzerinde sevimli görünmeye ve sempatik davranmaya özen gösterdi. Özellikle de müslümanlara karsi. Nitekim, Tunus halkini kendisine inandirabilmek için Cuma günlerini tatil ilân ettirdi. Televizyon yayinlari Kur’an’i Kerim okunarak açilmaya basladi. Zeynel Abidin, bu tür uygulamalarinin ardindan müslümanlarin sempatisini kazandiracagini düsündügü bir büyük adim daha atti. Burgiba döneminde hapislere atilan altibin müslümanin dörtbinini serbest birakti. Sürgündeki Islâmî Yönelis’in ileri gelenlerinin de ülkeye geri dönmelerine izin verdi.
Fakat Zeynel Abidin’in estirdigi bu olumlu hava fazla uzun sürmedi. Zeynel Abidin gerçek yüzünü 1989 yilinda gerçeklestirdigi genel ve cumhurbaskanligi seçimleriyle koltugunu saglamlastirdiktan sonra gösterdi. Sözde demokratik seçimlerde, muhalefetin adaylarinin seçimlere katilmasini önlemek amaciyla sayisiz bürokratik engeller çikartilmis, megafon kullanmalari, bildiri dagitmalari ve salon kiralamalari bile önlenerek propaganda yapmalari engellenmisti. Seçmen yasindaki 3 milyon 800 bin Tunusludan 1 milyonuna seçmen karti gönderilmeyerek muhalif seçmenlerin seçim disi kalmalari saglanmisti. Sonuçta, Zeynel Abidin’in anayasayi ve demokrasiyi aslinda pek kaale almayan Anayasal Demokrasi Birligi büyük bir basari (!) elde etmisti. Zeynel Abidin de ayni basariyi göstererek oylarin %99’unu (!) almis ve cumhurbaskani seçilmisti.. Seçimden güçlü çikan tek muhalif grup vardi: Islâmî Dirilis Hareketi (Nahda). Bütün seçim hilelerine, liderleri Gannusi’nin sürgünden yeni dönmüs olmasina, siyasi parti olusturmalari yasak olmasina mukabil, Nahda hareketi adaylari bagimsiz olarak girdikleri seçimlerde oylarin yüzde 14’ünü almislar, kirsal kesimde ise oylarini yüzde 30’lara kadar çikarmislardi.
Tunus lideri iste bu sözde demokratik seçimlerden sonra Burgiba çizgisine girdi ve Tunus’u bir polis devleti yapmak için kollarini sivadi. Ilk hedef islâmî muhalefetti. Nahda hareketine yönelik büyük bir operasyon baslatti. Hareketin mensuplarindan pek çok kimseyi tutukladi. Lider Rasid Gannusi basta olmak üzere hareketin ileri gelenlerinin çogunu vatanlarini terk etmeye zorladi. Hareketin yayin ve egitim faaliyetlerini tamamen durdurdu. Bu harekete destek verdikleri bilinen ticari kuruluslara karsi ambargo koydurarak kapanmalarini sagladi.
Zeynel Abidin’in islâmî çalismalar üzerindeki zulümleri sadece Nahda hareketiyla sinirli kalmadi. Bütün islâmî çalismalari yasakladi.
1994 seçimlerinde de %99.91(!) oraninda oy alarak 1989 yilindaki basariyi gösteren Zeynel Abidin bundan sonra da polis devleti kurma yolundaki icraatlarina adim adim devam etti. Iktidarini kuvvetlendirmek için tüm muhalefetin sesini kisan Bin Ali, Burgiba zamaninda 20 bin olan polis sayisini yüzde 400 artisla tam 85 bine çikardi. Yani her 100 Tunuslu’ya bir polis tahsis etti.
Zeynel Abidin, Tunus’ta iktidara gelisinin onuncu yilini geçen ay doldurdu. Fransiz medyasi da bir zamanlar sömürdükleri ülkenin bugünki liderinin bu on yilini ve Tunus’un genel görünüsünü degerlendirdiler. Fransiz medyasi bile Tunus liderini insan haklari konusunda yogun bir sekilde elestirdiler. Tunus’ta insan haklari ihlallerinin had safhaya vardigini ifade eden Fransiz medyasi bu ihlallere somut örnekler verdiler. Fransa’nin önde gelen yayin organlarindan haftalik L’Express Tunus Insan Haklari Baskan Yardimcisi Salah Zecidi’nin açiklamalarina yer vererek Tunus’taki Zeynel Abidin yönetimini sert bir sekilde elestirdi. Dergide yer alan demecinde Salah Zecidi, Tunus’daki durumu söyle özetliyor: "Sürekli baski altinda yasiyoruz. Bizim bildirilerimizi hiçbir gazete yayinlamiyor. Telefonlarimiz dinleniyor. Büromuzun önünde polisler 24 saat nöbet tutuyor" Adinin gizli tutulmasini isteyen eski bir bakan ise sunlari ilâve ediyor: "Siyasi konusma diye bir sey yok artik. Sadece Zeynel Abidin’in söz hakki var. Bakanlar çenelerini kapamak zorundalar" seklinde ülke gerçegini dile getirmekte.
Bir profesör de Tunus’taki Zeynel Abidin dönemini su sözleriyle anlatiyor: "Burgiba zamaninda muhalifler için siyasi dâvâlar açilirdi. Hiç degilse, olaylar belli bir açiklik içinde seyrederdi. Bugün bizleri korkutan nokta, oyunun bir kurali olmamasidir. Bir anda elinizden pasaportunuzu alabilirler, isten atabilirler, sebep göstermeden görevinize son verebilirler. Evinize uyusturucu veya bir para demeti saklayip sizi suçlu ilân edebilirler. Komsulariniza sizinle ilgili fotomontaj fotograflar postalayabilirler" (1)
Yine L’Express dergisine göre, Tunus’ta kimse telefonlarda hükümet, zamlar veya diger hassas konularda tek kelime konusmuyor. Halk sadace siyaset disi konularda telefon sohbeti yapabiliyor. Hükümet muhalifi bir kadin, "Paranoyak bir duruma geldik. Artik kendi evlerimizde bile yüksek sesle konusmaktan korkuyoruz. Hep alçak sesle konusuyoruz" diye sizlaniyor. Fransiz dergisi ilaveten su tespitte bulunuyor: "Vatandaslardan etliye sütlüye karismamalari, sadece ülkenin ekonomik büyümesinden istifade etmeye bakmalari isteniyor. Rahatlari için böyle yapmalari gerek, zira polis ve "semt komiteleri" onlari sürekli gözetim ve denetim altinda tutuyor" deniliyor. (2)
Fransa’nin haftalik dergilerinden bir digeri Le Nouvel Observateur de Tunus hükümetinin yeni bir baskici kanunu yürürlüge koyacagina dikkat çekmekte. Bu ceza kanununa göre, "Hakikate muhalif veya Tunus’un imajina gölge düsüren haberleri, yabanci bir ülkenin temsilcisine veya milletlerarasi bir örgüte aktaran her Tunuslu, bes ilâ on iki yil arasinda agir cezaya çarptirilacaktir."(3)
(1,2,3) 2 Kasim 97 Akit
Tunus’ta Kadin Olmak
Tunusun dindar kadinlari herhalde, Zeynel Abidin döneminde gördükleri zulmü tarihlerinin hiç bir döneminde görmemislerdir. Tam on yildir büyük bir kusatma içerisinde bulunan Tunuslu müslüman kadin dünyanin en dikta rejimlerinde ancak görülebilecek bir zulümle karsi karsiya bulunuyor. Zeynel Abidin yönetimi inançli Tunus kadinini toplumundan soyutlayabilmek için dinî, ahlakî ve kültürel tüm degerleri ayaklar altina almaktan kaçinmamakta.
Bugün Tunus’ta inançlarini yerine getiren bir kadin olmak demek, devlet dairelerinde çalisamamak demek. Inançli kadin olmak demek üniversiteye girememek demek, doktor, mühendis vs. olamamak demek. Basörtülü olmak demek devlet hastanelerinde tedavi olamamak demek. Tunus’ta köktendinci yaftasiyla rejimin aradigi adamin esi, kizi, kiz kardesi olmak demek en kahpece ve utanç verici baskilara maruz kalmak demek... Kisaca Tunus’ta inançli kadin olmak demek çok zor bir tercihle karsi karsiya kalmak demek.... Ya inandigi gibi yasamamak ya da akil almaz bir bir zulme dayanmak....
Oysa, 1987 yilinda diktatör Burgiba’dan sonra yönetimi devralan Zeynel Abidin, tüm Tunus halkina vaat ettigi gibi inançli kadinlarin da artik özgürce inançlarini yerine getirebileceklerini söylüyordu. Inançli kadinlar da Tunus toplumunda yerlerini alabileceklerdi. Fakat Zeynel Abidin’in vaatlerinin koca bir yalan oldugu çok geçmeden ortaya çikti. Birakin daha çok özgürlüge kavusmayi, inançli Tunuslu kadin, neredeyse diktatör Burgiba dönemindeki son derece kisitli olan özgürlüklerini dahi arar hale geldi.
Zeynel Abidin yönetimi, çikardigi 108 nolu yasa ile, basörtüsü, degil devlet dairelerinde, okullarda, iste ve hatta sokaklarda dahi yasak hale getirildi. Yasayi ihlal edenler pasaport ve kimlik gibi en dogal insan haklarindan mahrum birakildi. Devlet hastanelerine alinmadilar. Uydurma suçlarla mahkum edilen kisilere daha çok zulmetmek için onlarin eslerine, kizlarina, kiz kardeslerine akil almaz baskilar uygulanmasi ise Tunus rejiminin insan haklari ihlallerinde ulastigi noktayi gösteriyor. Zeynel Abidin yönetimi kadinlari, adeta tutuklu insanlarin en zayif noktasi olarak görmekte ve en ufak suçlari olmadigi halde en agir baskilara maruz birakmakta...
Gerek uluslararasi gerekse yerel insan haklari örgütlerinin raporlarina göre Tunus’ta insan haklari ihlalleri sürekli artis halinde bulunuyor. Bu ihlallere en çok maruz kalanlar ise kadinlar ve kiz talebeler. Basörtüsü takan kadinlari ve genç kizlari en Nahda üyesi olmakla suçlayan Tunus rejimi onlari iki tercihle karsi karsiya birakiyor ya isleri -okullari ya da basörtüleri... Siyasi gerekçelerle tutuklanarak cezaevlerine atilan kadinlari sayisi da azimsanmayacak kadar fazla. Insan haklari örgütlerinin raporlarinda cezaevlerinde kadin erkek ayirimi yapmaksizin akil almaz bir iskence ve kötü muameleye maruz kaliyorlar.
"Sehid Tunus" isimli dergi 83. Sayisinda Zeynel Abidin yönetiminin zulümlerine maruz kalan Tunuslu kadinlarin yasadiklari iskence dolu hayatlarindan kesitler sunuyor. Dergi, Tunus hapishanelerinde bir süre kalmis, daha sonra serbest birakilan bir tutuklunun agzindan anlatiyor: " Hapishanede beraber kaldigimiz, üç çocuk annesi ve dört aylik hamile bir kadin vardi. Polis kendisini evinden alip getirmis. Kadincagizi acimasizca dövdüler. Polislerden bir tanesi özellikle kadinin karnina vuruyor ve söyleniyordu, "karninda tasidigin bu siyonist çocuk yarin bizim basimiza bela olacak, onun için simdiden ölmeli" diyordu. Nitekim kadincagiz çocugunu düsürdü. Rahminin asiri derecede darbe almasi sebebiyle de bir daha çocuk sahibi olamayacagi anlasildi."
Tunus Islâmî Dirilis Partisi (Nahda) Genel Baskan Yardimcisi Seyh Muhammed Hadi Zemzemi’nin Görüsleri:
"Tunus Bir Halk Hapishanesi"
Altinoluk -Tunus’da, Zeynel Abidin Bin Ali yönetimi Kasim ayinda onuncu yilina girmis bulunuyor. Geçen bu on yili degerlendirir misiniz? Diktatör Burgiba’dan sonra Tunus’da degisen bir sey var mi?
Muhammed Hadi- Burgiba’dan sonra Tunus’ta degisen bir sey yok. Aksine demokrasi, insan haklari, basin özgürlügü her geçen gün daha da kötüye gidiyor. General Zeynel Abidin’in kasim ayi itibariyle iktidardaki 10. yilini doldurdu. Kendisi geçen on yil boyunca devleti askeri zihniyetle yönetti. Ilk iktidara geldigi zamandan (1987) 1988’in sonuna kadar sonuna kadar bir uzlasma atmosferi içindeydi. Muhalefet partileriyle dialog kurdu. Özellikle Islâmî çevrelerle. Fakat sonra gerçek niyetini göstererek 1988’in sonunda Islâmî çevrelere cephe aldi.
Siyasi faaliyetleri durdurdu, insan haklari dernekleri kapatildi. Sonra sendikalardan muhalif ve rejimi elestiren insanlari çikardi ve rejime yakin kisileri getirdi. Sendikalar devlet organi haline gelip, dekoratif bir hal aldi. Yollarda, resmi dairelerde ve üniversitelerde 108 nolu bir kararla resmi olarak tesettür tamamen yasaklandi. Cogu ögrenci, okullarina devam etmek için basörtüsünü çikartmak zorunda kaldi. Basi örtülü kadinlar, is hakki, okula gitme hakki, pasaport ve hastaneden ilâç alma gibi dogal haklardan mahrum edildi.
Zeynel Abidin’in amaci; islâmcilara is vermeyip, kendilerine muhtaç birakmakti. Sonra Tunus istihbarati ile isbirligi içinde islâmî hareketi terörist olarak göstermek için provakatif eylemler hazirlatti. Ülkeye gelen turistlere, batililara karsi bombalar patlatildi. Ancak basin organlari bunlarin islâmcilar tarafindan yapildigini öne sürdü. Ve resmi dairelere karsi sabotajlar yaptirildi. Amaç yine islâmî hareketi kötülemekti.
Bu arada islâmî muhitlerin Sûdan ve Iran’dan para yardimi aldiklari iddialari ortaya atildi. Tunus’taki islâmî hareketlerin bu iddialari yalanlamasina ragmen baskilar daha da artirildi. "Rejim düsmani ve islâmci propangandalar yapiyorlar" diye dâvâlar açildi. Bu yüzden birçok vatandasimiz siyasi mülteci olarak Tunus’tan disari çikmak zorunda kaldi. Su anda 20.000’ e yakin Tunuslu ülke disinda mülteci olarak yasiyor. Tahminen 3000’i bayan olmak üzere 10.000 kisi de yargisiz olarak hapiste yatiyor.
Zeynel Abidin’in baskilari sadece islâmcilara karsi degil. Ayni baskilar solculara, liberallere karsi da uygulanmakta. Su anda sol ve liberal partilerinin hepsi kapatilmis durumda.
Tunus Islâmî Hareket Partisi (Nahda) bu baskilara ragmen; baris için, demokrasi için, ve Islâm düsmanlarina firsat vermemek için Tunus rejimi ile dialog baslatmak için çalisiyor. Fakat Tunus rejiminden bu noktada herhangi bir olumlu tepki alabilmis degil.
Altinoluk-Tunus liderinin prototipini çizmeniz mümkün mü? Devlet-halk iliskisi ne durumda?
Muhammed Hadi-Tunus lideri Zeynel Abidin askeri bir egitim almis fakat hiçbir kültürü olmayan bir kisi. Iktidara gelisinin 10.yili olmasina ragmen su ana kadar hiçbir basin toplantisi düzenlemis degil. Yabanci gazetecilerin röportaj yapmasi için ise önceden sorulari hazirlayip göndermesi gerekiyor.
Zeynel Abidin Amerika’nin yörüngesinde politikalar takip ettigi için Washington’dan kredi ve silâh destediginin yanisira siyasi destek de aliyor. En önemli ikinci destekcisi ise Israil... Bu ülkeyle de ticari iliskilerimiz Zeynel Abidin sayesinde had safhaya ulasmis bulunuyor.
Tunus halki sunu çok iyi biliyor ki kendilerini hem polis hem de askeri zihniyet yönetiyor. Herhangi bir Tunus vatandasi mutlaka iktidar partisine üye olmak zorunda, aksi taktirde düsman olarak görülüyor. Yani halk-devlet iliskisinde tamamen güvensizlik mevcut. Yani özetle diyebiliriz ki Tunus halki kelimenin tam anlamiyla ülkelerinde hapis hayati yasiyorlar.
Altinoluk-Tunus müslümanlarinin siyasi arenadaki konumlari nedir? Tunus’da siyasi açidan müslümanlari ilgilendiren ne gibi gelismeler yasaniyor? Geçmisle bugün arasinda nasil bir farklilik var?
Muhammed Hadi -Tunus islâmî hareketi çok entellektüel bir harekettir. Üye sayisinin çoklugundan ziyade egitimli insan sayisina önem veriliyor. Üyelerin %90’i üniversite tahsilli, %30 mastir ve doktor sahibi. Bizim siyasi mücadelemiz; Tunus islâmî kimligini muhafaza etmek ve netlestirmektir.
Egitim sistemimiz su anda tamamen Fransiz hakimiyeti altinda bulunuyor. Egitimizi Fransiz hakimiyetinden kurtarmak ve kendi kimligimize uygun bir egitim modeli getirmeyi istiyoruz.
Eski Cumhurbaskani Habib Burgiba zamanimizda ülke ekonomimiz %100 Fransa ekonomisine bagliydi. Zeynel Abidin ise siyasi açidan oldugu gibi ekonomik açidan da Amerika’ya yönelmis durumda. Tunus islâmî hareketi olarak hedefimiz bagimsiz, açik bir ekonomi politikasi izlemek ve yeralti zenginliklerimizi en iyi sekilde kullanmaktir. Kapali bir ekonomi istemiyoruz; hedefimiz diger ülkelerle (Fransa, Amerika... vs.) esit seviyede olmaktir.
Tunus islâmî hareketi demokrasiden yanadir. Tunus’un istikbali, insan haklari ihlallerinin önüne geçilmesi, halk ile rejim arasinda uzlasmanin saglanmasi için liberal olsun solcu olsun her kesim ile dialog kurmaya haziriz. Dis iliskilerimiz de Arap ve Islâm ülkelerine öncelik tanimaktan yanayiz. Bati ülkelerine de kapimizi açik tutmak taraftariyiz. Su anda Tunus Islâmî Hareketi, Zeynel Abidin tarafinda illegal bir örgüt olarak nitelendirilmis durumda onun için faaliyetlerini gizli olarak gösteriyor. Hareket ülke disinda Tunuslu mülteciler tarafindan yönetiliyor. Tunus muhalefet partileriyle ve uluslararasi insan haklari dernekleri ile iliskilerimiz devam ediyor.
Türkiye’deki entellektüel insanlara, insan haklari derneklerine ve tüm Müslümanlara sesleniyoruz: Tunus müslümanlarinin maruz kaldiklari baski ve iskenceleri kinamanizi ve Tunus’ta cereyan eden bu baski ve siddet karsisinda susmamizi temenni ediyoruz.
ABD Raporu:
Bütün Haklar Kagit Üstünde Kalmis...
ABD Disisleri Bakanligi nin tüm dünya genelinde gerçeklestirdigi insan haklari ihlalleriyle ilgili raporunda Tunus un oldukça kötü bir sicile sahip oldugu gözlenmekte.. ABD Disislerinin Tunus la ilgili raporu bir kaç baslik altinda hazirlanmis. Raporda önce Tunus yönetiminin mevcut yasalari açiklanmakta daha sonra da bu yasalarin uygulanip uygulanmadigi somut örnekler verilerek ortaya konmakta...
-Faili Meçhul Cinayetler: Raporda son zamanlarda siyasi gerekçelerle islenen faili meçhul cinayetlerde büyük bir artisa dikkat çekilmekte. -Iskence ve insanlik disi muamele: Raporda, mevcut Tunus kanunlarinda yasaklanmasina ragmen, Tunus emniyetinde yapilan iskence ve insanlik disi muamelelerin haddi hesabi yok deniliyor. -Özel Hayata Müdahale: Zeynel Abidin yönetiminin özel hayata müdahale etme noktasinda en asiri seviyeye geldigi ifade ediliyor. Evler, isyerleri izinsiz olarak araniyor, telefonlar dinleniyor hatta mektuplar bile denetimden geçtikten sonra sahiplerine ulasiyor veya yok ediliyor. -Basin Özgürlügü: Rapora göre, Tunus yönetimini elestirmek yayin organlari için kapama sebebi olarak yeterli bulunmakta.-Gösteri ve Protesto Eylemleri:Raporda bu dogal hak da digerleri gibi hayata geçirilemeyen ve sadece yazili metinlerde kalan haklar arasinda yer aliyor. -Seçme ve Seçilme Özgürlügü: ABD raporu Tunus halkinin bu hakkinin hiçbir kiymeti harbiyesi olmadiginin göstergesi olarak 1956 yilindan bu yana Tunus’u tek bir partinin yönetiyor olmasini göstermekte.
.
Batı Afrika’da Yoksul Bir İslâm Ülkesi
SIERRA LEONE
Sierra Leone Neresidir?
Sierra Leone, Afrika kitasinin batisinda Atlas Okyanusu kiyisinda yer alan bir Islâm ülkesi. Ülkenin Atlas Okyanusu’na olan kiyi uzunlugu 340 km.yi bulur. Ülke, kuzey ve dogudan Gine, güneydogudan Liberya ve batidan Atlas Okyanusu ile sinirlanmistir. Resmi adi; Sierra Leone Cumhuriyeti. Baskenti Freetown, Resmi dili; Ingilizce, Resmi para birimi Leone (Le), Resmi dini; Islâmdir.
Birlesmis Milletler (BM), Ingiliz Milletler Toplulugu (Commonweath) ve Afrika Birligi Örgütü (OAU), Afrika, Antiller ve Pasifik Sözlesmesi (ACP), Bati Afrika Devletleri Ekonomik Toplulugu (ECOWAS) gibi teskilâtlara üye olan Sierra Leone; ayni zamanda Islâm Konferansi Teskilâti ve Islâm Kalkinma Bankasi’nin bir üyesidir. Ülkenin toplam yüzölçümü 71.740 km2., nüfusu 4,5 milyon kadardir.
Tarihi Gelisim
Nijer Havzasinda gelisen büyük Bati Afrika devletlerinin 1200 yillarinda birbirleri ile baslayan savaslari, bölgede huzuru bozunca, bazi kabileler, daha sakin bölgelere göç etmeye basladi. Bu arada Mandingo irkindan bazi Sudanli gruplar, Sierra Leone topraklarina yerlesmeye basladilar. 15.yüzyilda önce Temmeler, ardindan Sussular gelerek yerlestiler. 16.yüzyilin sonlarinda Manolar geldiler. Bölgeye yerlesen farkli kabileler arasindakiler çatismalar yillar boyu devam etti.
1462 yilinda Portekizli Pedro de Sintra ve bir grup denizci, bugünkü baskent Freetown’un bulundugu yarimadaya ayak bastilar. Yarimadadaki dagin ufka düsen görüntüsü aslana benzedigi için, bu daga “Sierra Lyoa ya da Sierra Leone =Aslan Dagi” adini verdiler. 1495’de burada bir kale insa ettiler. Ardindan Sierra Leone kiyilarini isgâl ettiler. Bölge kiyilari, korsanlik ve köle ticareti için Portekizli, Ingiliz, Fransiz ve Hollandali deniz korsanlarinin mekani oldu.
1772’de Londra’da köleligin sona erdirilmesi ve kölelerin özgürlüge kavusmasi yönünde alinan karar, tüm Afrika’nin kaderini degistirdi. Ingilizler, Amerika ve Ingiltere’deki özgürlügüne kavusan zenci köleleri yerlestirmek için yeni topraklar aradilar ve bu arada Sierra Leone kiyilarinda toprak satin alarak, özgürlüge kavusmus zenci köleleri yerlestirmeye basladilar. 1792’de “Özgür Kasaba” anlamini tasiyan Freetown kuruldu. 1808 yilinda Freetown, bir Ingiliz sömürgesi oldu. Ingilizler, Freetown’a, 1808-1864 yillari arasinda 50 binden fazla köle yerlestirdiler. 1829’da Afrika’nin ilk üniversitesi sayilabilecek, ilk din okulunu açtilar. Ingilizler, sömürge topraklarinin sinirlarini yavas yavas genisleterek, 1896’da, bugünkü Sierra Leone topraklarinin tamamini ellerine geçirdiler. Ingilizlerin Freetown’a yerlestirdikleri melez halk ile yerli halki kaynastirma çabalari basarili olamadi.
1950’li yillardan sonra, Ingilizler Sierra Leone’de bagimsizlik çalismalarina basladilar. 1951 yilinda yapilan seçimlerde Dr. Milton Maragi baskanligindaki Sierra Leone Halk Partisi kazandi. 27 Nisan 1961’de, Sierra Leone, Commenwealth üyesi bir ülke olarak bagimsizligina kavustu. Maragi basbakan oldu. Maragi 1964 yilinda ölünce yerine üvey kardesi Sir Albert Maragi geçti. 1967 seçimlerinde, Halk Kongresi (APC) çogunlugu elde etti ve Dr. Siaha Stevens basa geçti. 1971’de cumhuriyet ilan edildi ve Stevens cumhurbaskani oldu. Stevens ülkeyi tek partili bir sistemle yönetti. 1985’de partinin lideri olan Tümgeneral Joseph Saidu Momoh baskanliga getirildi. 30 Nisan 1992’de askeri darbe oldu. 7 Mayis 1992 tarihinde ise, Albay Valentine E.M.Strasser devlet baskani oldu.
Askeri darbelerin yönlendirdigi ülkenin toplam aktif askeri gücü (1995), 6.200 kisidir. Bunun % 96,8’i kara, % 3,2’si ise deniz gücüdür. Hava kuvveti ise yoktur. Gayri safi milli gelir çok düsük oldugundan askeri harcamalara dünya ortalamalarindan ( % 3,3), daha az bir pay (% 2,2) ayrilmaktadir.
Sierra Leone’de Islâmiyetin Yayilisi
Ilk Müslüman seyyah ve tüccarlarin, 11.yüzyilda Sierra Leone kiyilarina kadar geldikleri bilinir. Ancak Bati Afrika’da, Islâmiyet’in en etkili sekilde yayilisi, 18.yüzyilda Futa Calon bölgesinde bir Müslüman devletinin kurulmasiyla baslamistir. Özellikle Kadiri, Ticani ve Kadiyâni tarikatlarinin etkisiyle, yerli kabileler toplu halde Müslüman olmuslardir. 1923’de Nijerya’da kurulan Ensarü’d-din teskilatinin çalismalari sayesinde Sierra Leone topraklarindaki Müslümanlarin sayisi gittikçe artti. Birlesik Arap Emirlikleri tarafindan desteklenen Müslüman Kardeslik Teskilâti, 1959 yilinda, Sierra Leone’de kurulduktan sonra Müslümanlarin etkisi daha da fazlalasti ve özellikle egitim alaninda kayda deger basarilar elde edildi.
Sierra Leone topraklarinda yasayan Müslümanlarin sayisi daha yakin zamanlara kadar, bilinçli olarak az ve azinlikta gösterilmistir. 1970’li yillari kapsayan istatistikler, Müslüman nüfus oraninin ülke nüfusunun % 30’unu teskil ettigini belirtirken, 1980 istatistikleri (Britannica) % 40 olarak vermislerdir. Ancak 1996 Dünya Yilligi (The Word Almanac 1996) ve 1997 Britannica Yilligi, 1993 yili verilerine dayanarak, Sierra Leone toplam nüfusunun % 60’ini Müslümanlarin teskil ettigini belirtmektedirler. Saniriz bu hizli degisim, ülkedeki Ingiliz hakimiyetinin azalmasi ve islâmiyetin hizli bir sekilde yayilmasi ile ilgilidir. Bugün ise, ülke nüfusunun %70’den fazlasinin Müslüman oldugu sanilmaktadir.
Dogal Özelliklerin Etkileri
Sierra Leone topraklari, Atlas Okyanusu kiyilarinda genis alçak düzlükler ile baslar, iç kesimlere dogru hafifçe yükselerek devam eder. Orta kesimlerde yükselti nispeten artar ve doguda Loma daginda 1941 m.ye ulasir. Daglik kesimden ovaya geçiste, akarsular çok sayida selaleler olusturur. Kiyi kesiminde gemilerin yanasabilecegi çok sayida koylar vardir.
Sierra Leone’de tropikal iklim hüküm sürer. Kiyi kesiminde sicakliklar 25-28 derece arasindadir. Haziran-Eylül arasinda devam eden siddetli yagislar, kiyi kesimindeki daglik alanlara 5.000 mm.nin üzerinde yagis birakir. Iç kesimlere dogru sicaklik ve yagislar kismen azalsa da, yillik yagislar yine 3000 ile 2000 mm. arasindadir. Bu sebeple, ülke topraklari zengin tropikal ormanlarla kaplidir.
Selalelerin çoklugu zengin hidroelektrik potansiyeline, koylarin çoklugu deniz ticaretinin gelismesine, ormanlarin çoklugu ise ormanciligin gelismesine imkan hazirlamislardir. Ancak ülkenin uzun yillar sömürge devleti olmasi yüzünden, bu dogal kaynaklar yeterince degerlendirilememistir.
Sierra Leone’nin Nüfusu Ne Kadar
Sierra Leone’nin nüfusu 1974 sayimlarinda 2,7 milyon kadardi. Bu nüfus 1980’de 3,5 milyona, 1990’da 4,1 milyona, 1995’de 4,5 milyona ulasmis ve bugün ülkede (1997) 4,8 milyon dolayinda insanin yasadigi tahmin edilmektedir. Ülkenin dogum (_ 48) ve ölüm oranlari (_ 21), dünya ortalamalarinin üstündedir ve yillik dogal nüfus artis hizi _ 26’dir. Ortalama ömür çok düsük olup, erkeklerde 42, kadinlarda 45 yastir.
Ülkede 18 kadar etnik grup yasamaktadir. Ancak en kalabalik olan etnik gruplar; Mendeler (%35), Temmeler (%32)’dir. Diger etnik grublar ise, Limbalar (% 8,4), Konolar (% 5,2), Bullom-Sherbrolar (% 3,7), Fulaniler (% 3,7), Kurankolar, Yalunkalar, Kissiler’dir. Ülke toplam nüfusunun % 60’ini Sünni Müslüman, % 30’unu geleneksel inanislar (animist) ve % 10’unu Hiristiyanlar teskil eder.
Sierra Leone’nin Zenginlik Kaynaklari
Ülke yüzölçümünün % 28,5’ini ormanlar, % 30,7’sini çayir ve otlaklar, % 7,5’ini ekili ve dikili alanlar, % 33,3’ünü diger alanlar teskil eder. Sierra Leone’nin temel ekonomisi, tarim, ormancilik ve madencilige dayanir. Tarim genelde tüketime yöneliktir. Çogu tarim ürünleri iç tüketimi karsilayamaz. Bunun nedeni, halkin madencilige yönelmesidir. Baslica tarim ürünleri pirinç, manyok, sekerkamisi, palmiye yagi, kahve kakao gibi tropikal ürünlerdir. Hayvancilik iç kesimlerde yapilir. Baslica beslenen hayvan türleri; sigir (362 bin bas), koyun (302 bin bas) ve keçi (168 bin bas)dir.
Ülke madencilik yönünden zengin sayilir. 1930 yillarinda, Yengeima ve Kenema yörelerinde bulunan zengin maden yataklari, uzun yillar Ingilizler tarafindan isletilmistir. Bagimsizliktan sonra, % 51’i devletin, % 47’si Ingiliz De Beers sirketinin olan Diminco sirketi kurulmustur. Ayrica ülkede 2.000’den fazla elmas arayan küçük sirketler grubu vardir. Elmas üretimi yil geçtikçe düsmektedir. 1970’li yillarda 2 milyon kirat elmas üretimi var iken, 1978’de 800.000 kirata, ve 1995’de 191.000 kirata düsmüstür. Bugün ülkenin elmas rezervleri tükenmek üzeredir. Ülkenin zengin elmas yataklarinin isletilmesi esnasinda ancak % 10’u denetim altina alinabilinmistir. Geri kalan yataklarin hepsi kaçak isletilmis ve çikarilan elmaslar kaçak yollardan çok ucuz fiyatlarla Liberya’ya satilmistir. Ülke madenlerinin isletilmesinde Ingilizlerin hakim olusu ve öte yandan kaçak satislar neticesinde, Sierra Leone halki sahip oldugu elmas yataklarindan hakkiyla yararlanamamistir. Aksine zarari olmustur. Çünkü ülkede elmas bulununca, tarimla ugrasan yerli halkin çogunda elmas arama sevdasi baslamis ve tarim felce ugramistir.
Ülkenin devlet borçlari yil geçtikçe artmaktadir. 1988’de 510 milyon dolar iken, 1994’de 909 milyon dolara yükselmistir. Gayri Safi Milli Gelir, oldukça düsüktür. 1990 yilinda 594 milyon dolar iken, 1993 yilinda 625,5 milyon dolar olmustur. Kisi basina düsen milli gelir ise, 1990’da 149 dolar iken 1993’de 140 dolar olarak gerçeklesmistir. Süphesiz bu degerler göstermektedir ki, Sierra Leone, gelir düzeyi bakimindan Islâm Dünyasi içinde en düsük olan bir Islâm ülkesidir.
Sierra Leone’nin Ticareti ve Gelecegi
Sierra Leone’nin ticareti, komsu oldugu diger bati Afrika ülkelerine benzer. Yillik (1995) 84,1 milyar Leone (Le) ithalatina karsilik, 45,2 milyar Leone (Le) ihracati olmustur.
Ülkenin Islâm ülkeleri ile olan ticari iliskisi çok zayiftir. 1990 yilinda 150 milyon dolarlik ihracatinin tamamini Islâm Ülkesi olmayan diger ülkelerle yapmistir. 196 milyon dolar ithalatinin da ancak 38 milyon dolarlik bölümünü Islâm Ülkeleri ile gerçeklestirmistir. 1993 yilinda ise 227 milyon dolarlik ihracatinin sadece 1 milyon dolarlik, 245 milyon dolarlik ithalatinin 13 milyon dolarlik bölümünü Islâm Ülkeleri ile yapmis oldugu görülür. Ithalatinda Islâm Ülkelerinin payini biraz yükselten sebep, bölge ülkesi olan Nijerya ile olan ticari iliskisidir.
Dünyanin en yoksul ülkeleri arasinda yer alan Sierra Leone ile diger Islâm Ülkeleri arasindaki siyasi, kültürel ve ticari iliskilerin biraz daha canlanmasi gerekmektedir. Çünkü açlik ve sefalet içinde kivranan Sierra Leone halkinin çektigi sikintilar, tüm Islâm Ülkelerinin ortak sorunudur.
|
.
Ortadoğu’da Petrolün Ortaya Çıkardığı Bir Devlet
KATAR
Katar Neresidir?
Resmi adi Katar Devleti ( Devlet-ül Katar) olan bu ülke, Basra körfezinde, kuzeye dogru uzanan bir yarimada üzerinde yer alir. Yarimadanin batisi, kuzeyi ve dogusu Basra körfezi ile çevrilidir. Güneyden ise Suudi Arabistan ve Birlesik Arap Emirlikleri ile sinirlidir. Yüzölçümü 11.427 km2.dir.
Ülkenin resmi dini Islâm, dili Arapça ve para birimi Katar Riyali(QR)’dir.
Tarihi Gelisim
Katar’in tarihçesi, Ortadogu tarihi kadar eskidir. Yarimadanin ilk sakinlerini, usta birer gemici olan Kananitler olarak bilinir. 628 yilinda Islamiyeti kabul eden Kananitler, denizcilikten sagladiklari gelirlerle zengin ve lüks bir hayat sürmekteydiler. Bu sebeple, Emeviler ile aralari açildi ve bagimsiz bir yönetim kurdular. Ülkeye adini veren Katari Ibn el Fucaa, bir hariciydi. Onun yerine geçen Ali bin Muhammed, sistemli bir ordu kurarak, hakimiyet alanini Bahreyn ve Katar yarimadasinin disina kadar genisletti. Abbasi döneminde (869) , Katar topraklari yeniden fethedildi.
Abbasi yönetimi altindayken, Ebu Said el-Cannabi bölge topraklari üzerinde Karmati mezhebini kurdu ve bu mezhebi daha sonra Ebu Tahir Süleyman bütün körfez bölgesine ve Güney Arabistan’a kadar genis bölgeye yaydi ve bölgede zulüm ve baski düzeni kurdular. 1076 yillarinda, Körfez bölgesi ve Güney Arabistan halki ayaklanarak, zulüm ve baskidan kurtuldular. Bundan sonra Karmatiler kendi bölgelerine yani Katar ve çevresine çekildiler.
1520 yillarinda Katar kiyilarina Portekizliler geldiyse de pek fazla tutunamadilar. 16 yüzyilda, Arap yarimadasi ile birlikte katar, Osmanli hakimiyetine girdi. Arabistan’da Vahhabi mezhebinin ortaya çikisi ve hizla yayilisi ile birlikte Katar Vahhabilerin eline geçti. 19.yüzyil ortalarina kadar, bölge topraklari, Osmanli, Iran Safevileri ve Kaçarlar arasinda sik sik el degistirdi. Ingiliz nüfuzunun hissedildigi yillarda, Katar yeniden Osmanli hakimiyetine girdi (1870). Ancak Katar seyhleri, Ingilizlerle isbirligi yaparak, Osmanli güçlerini yendi. Katar seyhligi, 1916 Antlasmasiyla, savunma ve disisleri bakimindan Ingiltere’nin egemenligine girdi.
1939 yilinda ülke topraklari üzerinde zengin petrol rezervleri bulundu ve 1949 yilinda ticari olarak petrol ihraç edilmeye baslandi. Petrolün bulunusuyla birlikte, ekonomik yönden Ingiliz nüfuzu iyice artti. 1970’te Ingiltere’nin Körfez’den çekilmesiyle birlikte, 1 Eylül 1971’de Ülke, bagimsizligina kavustu ve Arap Birligi ile Birlesmis Milletler’e üye oldu. 22 Subat 1972’de Emir Ahmet’in yerine Seyh Hamad bin Halife et-Thani iktidari ele geçirdi. Emir ve Basbakanlik görevlerini üstlenen Et-Thani, 1995 yilinda bütün yetkilerini oglu Emir et-Thani’ye devretti.
Katar, Islâm hukukuna dayali mesruti monarsi ile yönetilmektedir. Bakanlar kurulu üyelerinin çogunlugunu Et-Thani ailesinin fertleri olusturur. Bakanlar kuruluna, “Es-Sura” adi verilen ve toprak sahiplerini, çiftçileri ve is adamlarini temsil eden 30 üyeli bir Danisma Meclisi yardim eder.
Dogal Sartlarin Etkisi
Ülkenin yeryüzü sekilleri genelde engebesiz düz arazilerdir. Orta bölümde hafifçe yükselir. Hafifçe yüksek olan bu platolarin yapisi kireçtasi olup, yükseltisi 100 m. dolayindadir. Yaklasik 60 km. uzunlugunda ve 8 km. genisliginde yer alan yayla görünümlü bu yükseltilerin adi, Cebel Duhan’dir. Ülkenin petrol kuyularinin çogu burada yer alir. Güneydeki topraklarin büyük bölümünü rüzgârlarin getirdigi kumlar örter. Güneydoguda da çok sayida kumul vardir. Ülkenin geri kalan bölümü çogunlukla tuzlu çukurluklar, kumul çölleri ve kiraç ovalardan olusur. Katar’a ait çok sayida ada ve mercan resifi vardir.
Ülkenin büyük bir bölümü çöllerle kaplidir. Çöllerde 150’yi askin bitki türü yetismektedir. Bunlarin çogu yaz yagmurlariyla birlikte kisa süreli yeseren ve çiçek açan bitkilerdir.
Katar’da önemli bir akarsuyu yoktur. Yeralti sulari çok zengin mineral içerirler. Bu nedenle içmeye elverisli degildirler.
Katar’in Nüfusu Ne Kadar?
Katar’in nüfusu 1975’de 180.000, 1980’de 229.000 kisi kadardi. Bu nüfus, 1990’da 301.000, 1991’de 518.000’e ulasmistir. Nüfus yogunlugu km2.ye 50 kisi düser. Nüfusun % 80’inden fazlasi, dogu kiyisindaki baskent Doha ve yakin çevresinde yasar.
1991 yili sayimlarina göre toplam nüfusun 329.000’ini erkek, 189.000’ini kadin nüfus olusturur. Erkek nüfusun fazlaliginin nedeni, Bahreyn’de oldugu gibi, Katar’in nüfus yas piramidinde de açikça ortaya çikar. Ülkedeki mevsimlik isçi sayisi oldukça fazladir. Yillik % 5,3’lük bir nüfus artisi ile, ülke nüfusunun 13 yil gibi kisa bir sürede ikiye katlanacagi hesap edilmekteydi. Oysa Körfez Krizi dolayisiyla, ülkeye olan göçler nispeten azalmis ve ülkeden geri dönüsler olmustur. Böylece nüfus artis hizi düsmüstür. Katar’in nüfusu 1993’de 574.000 1995’de 534.000 kadar oldugu hesaplanmistir. ulasti. Ülkenin gelecekteki nüfusu, 2010’da 660.000’e, 2020’de ise 735.000’e ulasacaktir.
Nüfusun yarisini Filistinli mülteciler teskil eder. Yerli Katarlilarin sayisi yalnizca 50.000 dolayindadir. Toplam nüfusun % 40’ini Araplar, % 18’ini Pakistanlilar, % 18’ini Hintliler, % 10’unu Iranlilar ve geri kalanini diger milletler olusturur. Toplam nüfusun % 95’i Müslümandir.
Sosyal refahin yüksek olmasindan ötürü, yasama standartlari yüksektir. Ortalama ömür erkeklerde 70, kadinlarda 75 yastir.
Katar’in Sehirleri
Sehirsel nüfus orani % 89’dur. Bu küçük bagimsiz Arap ülkesinin baskenti Doha (Ed-Davha)’dir. Ülke nüfusunun yarisinin yasadigi baskent Doha (Ed-Davha), daha önceleri küçük bir balikçi köyü idi. 1940’larda petrolün bulunmasiyla, zamanla geliserek büyük bir kent merkezi olmustur. Bugün Doha, gökdelenleri, lüks otelleri, spor ve eglence merkezleri, banka binalari, park ve bahçeleri ile Arap dünyasinin en rahat ve en iyi planlanmis sehirlerinden biridir. Nüfusu 236.000’i asmistir.
Katar’in bati kiyisinda Zikrit, dogu kiyisinda Umm-Said (Musayid) liman kentleri gelismistir. Sig, fakat elverisli olan Zikrit limani, Bahreyn’den ithal edilen mallarin bosaltildigi önemli ithalat limanidir. Umm-Said ise, kiyilarinin derin olmasi dolayisiyla, deniz tankerlerinin ve sileplerin girip çikmasina müsaittir. Böylece Umm-Said limani, önemli petrol ihraç limanidir. Nüfusun ikinci yogun oldugu merkez, Doha’nin 54 km. kuzeyindeki El-Hureys’dir.
Katar’in Zenginlik Kaynaklari
Petrolde çalismayanlarin büyük kismi, balikçilikla ugrasir. Ülke, balikçilik, tarim ve hayvanciliktan da gelir saglar. Toplam isgücünün ancak % 2’si tarimda çalisir. Genellikle çorak bir ülke sayilan Katar, 1970’lerden sonra önemli gelismeler kaydetmistir. Sebze üretimi, ülke ihtiyacini karsiladigi gibi, bir miktarini da ihraç etmektedir. Katarli zenginlerin sahibi oldugu çiftliklerde, daha ziyade Filistinli göçmenler çalisirlar. Toplam tarimsal gelirin % 25’ini sebze üretimi, % 20’sini hayvan yemi, % 12’sini süt ürünleri teskil eder.
Yeralti suyu bakimindan zengindir ancak çok miktarda mineral ve tuz içerdiginden, tarimda ve içme suyu olarak kullanilamaz Son yillarda kurulan tesislerle, deniz suyu aritilarak tarim ve içme suyu ihtiyaci karsilanmaya çalisilmaktadir. Ayrica Doha’nin güneyinde, bir de atik su temizleme istasyonu kurulmustur. Bu istasyonun arittigi sular, yeniden kullanilmaktadir.
Katar’in temel ekonomisini petrol ve dogal gaz olusturur. Milli gelirin % 90’indan fazlasi petrolden saglanir. 1930’da bulunan petrol, 1949’a kadar ticari bir deger tasimamistir. Ülkede baslangiçta Katar Petrol Sirketi (QPC) adiyla bir petrol sirketi vardi. Bu sirket BP, CFP, Shell, Exxon, Mobil gibi dev petrol sirketlerinin ortakligi ile kurulmustur. Daha sonra bir tane daha Devlet Petrol Acentasi kuruldu. 1975 yilinda hükümet tüm petrol sirketlerini millilestirdi ve iki sirket 1980 yilinda Katar Genel Petrol Anonim Sirketi (QGPC) adiyla birlesti. Bu sirket, ülkenin tüm petrollerini çikarmaya, isletmeye ve ihraç etmeye yetkilidir. Petrolün az bir kismi ülkedeki petro-kimya tesislerinde islenir. Ancak büyük bir kismi ise ihraç edilir. Katar, dünya petrol üretiminin % 0,6’sini, OPEC’e bagli ülkelerin toplam petrol üretiminin % 2’sini karsilar. Bununla birlikte, Katar’in petrol rezervleri sinirlidir. 1993 yili verilerine göre ülkenin petrol rezervi 3,7 milyar varil, dogal gaz rezervi 4,6 trilyon m3.olarak belirlenmistir. 1992 yilinda, 167 milyon varil petrol, 9 milyar m3.dogal gaz üretimi gerçeklesmistir. Ülkenin petrol rezervinin tükenme süresi 26 yil olarak belirlenmistir. Bu sebeple, gelecek için bütün umutlar, zengin rezervler içeren dogal gaza baglanmistir. Dogal gaz rezervleri, Doha petrol yataklari bölgesinde ve kuzeybati Doma’da bulunmaktadir.
Katar’in baskenti olan Doha yakinlarinda petrol yataklari isletilmeye basladiktan sonra, 1940’lardan itibaren özellikle petro-kimya sanayiinde gelismeler kaydedilmistir. 1975’de kurulan gübre fabrikasi, iki yil sonra hizmete girmistir. Ayni yillarda 400 bin ton/yil kapasiteli bir çelik fabrikasi isletmeye açilmistir. Çelik üretiminin % 30’u iç tüketime ayrilmakta, geri kalani ise Suudi Arabistan ve B.A.E’ ye ihraç edilmektedir. En önemli sanayi bölgesi Umm-Said’dir. Umm-Said’de, iki petrol rafinerisi, çelik fabrikasi, petro-kimya tesisleri ve bir adet un fabrikasi bulunmaktadir.
Katar’in milli geliri hayli yüksektir. Toplam gayri safi milli gelir 8,8 milyar dolar olup, kisi basina 17.500 dolar düsmektedir.
Ülkenin ihracati, ithalatinin iki katidir. Ihracatinin büyük bir bölümünü (%84’ünü) ham petrol olusturur. Ayrica çelik, balik ürünleri ve sebze ihraç eder. Buna karsilik islenmis gida ürünleri ve çesitli sanayi ürünleri satin alir. Ülkenin 1993 yili verilerine göre, toplam ihracati 3 milyar dolar, ithalati ise 1,8 milyar dolar olarak gerçeklesmistir. Ihracatta Japonya (%61), ithalatta ise Japonya (% 14) ve Ingiltere (% 12), A.B.D (% 12) önde gelir. Ihracatinin % 14,5’ini (447 milyon dolar), ithalatinin ise % 15,3’ünü (277 milyon dolar) diger Islâm Ülkeleri ile yapmistir.
Katar, geçmiste oldugu gibi bugün de, Basra Körfezi’nde jeopolitik ve jeostratejik açidan büyük öneme sahiptir. Geçmiste korsan kiyilari olarak bilinen Katar kiyilari, bugün ham petrol ve petrol ürünleri yükleme tesisleriyle doludur.
Bugünkü sosyal refahini tamamiyle sahip oldugu petrol ve dogal gaz rezervlerine borçlu olan Katar’i, bu kaynaklarin tükenisi ile birlikte büyük sikintilar beklemektedir. Bu zenginlik kaynaklari tükendiginde, ülkede yasayan toplam nüfusun % 90’i Katar topraklarini terk edecektir. Ve böylece, gelecekte Katar; geçmiste oldugu gibi, geçimini balikçilik ve göçebe hayvancilikla saglayan, 50.000 nüfuslu, küçük bir emirlik haline gelecektir. Bugünün modern petrol sehirleri, tarihi birer müzeye dönüsecektir. Bu sebepledir ki, Katar yöneticileri; gelecegi mutlaka görmek zorundadir. Aksi halde, hem kendilerinin ve hem de halkinin gelecek nesillerini büyük bir sefalete sürükleyeceklerdir.
.
|
|
|
|
Bugün 36 ziyaretçi (39 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|