|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
"Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır..."
1 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ocak 2024 01:23
Osman Şirvânî ve Pîr Ömer Halvetî, Ahî Muhammed hazretlerini önde gelen talebelerindendir...
Ahî Muhammed hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Türkistan’da Harezm’de doğdu. 1378 (H.780) târihinde Afganistan’da Herat şehrinde vefât etti. Harezm'de ilim ve edeb öğrendi. Sonra Geylan'daki evliyâdan mânevî ilimleri tahsîl edip, zamânın büyük velîleri arasına girdi. Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin önde gelenleri Muhammed Karsî, Osman Şirvânî ve Pîr Ömer Halvetî'dir. Çok kerâmeti görüldü.
Ahî Muhammed hazretlerinin memleketinde birisi, öfkeyle ağzından; "Eğer bu yıl haccetmezsem hâtuna talak verdim" sözü çıktı. Lâkin dediği zamanda hacca gidecek para eline geçmedi. Kadı efendi; "Dînin emri gereği hacılar gelince senin nikâhın bozulur. Hanımın boş olur" dedi. Ahî Muhammed hazretlerine gelip yaşlı gözlerle hâlini arz etti. Ahî Muhammed hazretleri ona merhamet edip; "Sen Zilhiccenin dokuzuncu günü yanıma gel. İnşâallahü teâlâ nasîb olur. Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır" buyurdu...
Adamcağız arefe günü Ahî Muhammed hazretlerinin huzûruna geldi. Ahî Muhammed hazretleri onu tenhâ bir yere götürüp; "Allahü teâlânın izni ile inşâallah şimdi Arafat'a varacaksın. Orada hac ile ilgili vazîfelerini yap. Hemşehrilerinle görüş. Onlardan birinden bir mikdar ödünç para al. Aldığına dâir bir senet imzâlattır. Gelince istediği zaman verirsin" buyurdu. Sonra mübârek ridâlarını çıkardı ve yere serdi ve üzerine oturttu. O kimse bir anda kendini Arafat'ta buldu. Vakfe ve diğer hac vazîfelerini yaptı. Hemşehrileriyle görüştü. Birinden biraz borç aldı. Kâdıya senet imzâlattırdı. Sonra bir anda kendini Harezmî hazretlerinin huzûrunda buldu. Hacda aldığı para da yanındaydı...
Bir zaman sonra hacılar döndü. Hacılar o adamı gördüklerinde; "Sen ne zaman geldin?" diye sordular. Bunu işitenler güldüklerinde; "Siz ne diyorsunuz?" dediler. O zaman adamcağızın yanına hacda iken para aldığı adam geldi ve verdiği parayı istedi. O da ispat et, dedi. Sonra durum kâdıya intikâl etti. Alacaklı dâvâ edip; "Ben buna arefe günü şu kadar para borç verdim. İşte Mekke kâdısının imzâladığı ismi yazılı borç aldığına dâir senet" dedi ve senedi gösterdi. Sonra başka hacılar aynı şekilde şâhitlik yaptılar. Netîcede dâvâsında doğru olduğu, hacca gittiği anlaşıldı ve hanımından ayrılma tehlikesinden kurtuldu...
Bu, Ahî Muhammed hazretlerinin yardım ve kerâmetiyle olmuştu. Bundan sonra insanlar onun velî olduğunu söylemeye başladılar.
.
Dünyâ nimetleri, şekerle kaplanmış zehir gibidir!
2 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :2 Ocak 2024 01:43
"Dünyânın geçici nimetleri ancak, bu parlak dîne uymakta yardımcı oldukları zaman faydalı olur..."
Ubeydullah bin Bâki-Billah hazretleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası olan Muhammed Bâki-billah'ın büyük oğludur. Küçük yaşta babası vefât edince İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühleri ile yetişti ve önde gelen talebelerinden oldu. On sekizinci yüzyılın sonlarında vefât etti. Kabri Delhi'dedir. Bir sohbetinde buyurdu ki:
Yüksek üstadımız İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektubatında buyuruyor ki: Hak sübhânehü ve teâlâ râzı olduğu şeyleri yapmaya kavuştursun! Selâmette olmanızı, kıymetli ve muhterem olmanızı nasip eylesin! Yüksek Peygamberi ve Onun âli hurmetine, bu duamı kabûl buyursun “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât.” Fârisî beyit tercümesi: "Kazanç ve saadet topu ortada duruyor,/Meydânda kimse yok, süvârîler görünmüyor?"
Dünyânın tatlı şeyleri ve geçici nimetleri ancak, bu parlak dîne uymakta yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helâl olurlar. Dünyâ kazancı, âhiret kazancı ile birlikte olduğu zamân işe yarar. Âhıreti kazanmaya yardımcı olmayan dünyâ nimetleri, şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Bunlarla, ahmak olanlar aldatılmaktadır. Allahü teâlânın bildirdiği tiryâk ile bu zehirlere ilaç yapmayanlara yazıklar olsun! Bu şekerli, tatlı zehirleri, İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını yapmak güçlüğüne katlanarak tedâvî etmeyenlere çok acınır.
Kısaca, İslâmiyete uymak için biraz çalışan, biraz harekete geçen kimse, sonsuz olan kazançlara kavuşur. İslâmiyetin emirlerine ve yasaklarına uymak çok kolaydır. Fakat az bir gaflet ile ve gevşeklik ile de bu sonsuz nimetler elden çıkar. Uzağı gören, doğru düşünebilen akıl sâhibinin, bu parlak dîne uyması lâzımdır. Ceviz ile kozalak ile oyuna dalarak faydalı şeyleri elden kaçıran çocuk gibi olmamalıdır. Dünyâ işinizi yaparken, İslâmiyete uymaya dikkat ederseniz, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât vetteslîmât” yolunda bulunmuş olur, bu sağlam dîni nûrlandırmış ve yaşatmış olursunuz! Bizim gibi elinden iş gelmeyenler, senelerce hâlis ibâdetler yapsak, din ile dünyâyı birlikte kazanan sizin gibi kahramanların derecesine yaklaşamayız. Yâ Rabbî! Sevdiğin ve beğendiğin işleri yapmayı bize nasip eyle!
Şunu da bildireyim ki, bu duacınızın kâğıt parçasını size yükselten kıymetli hâce Muhammed Sa’îd ve hâce Muhammed Eşref, sevdiklerimizden ve yakınlarımızdandır. Onlara yapacağınız ihsânlar, bu fakîri çok sevindirecekdir. Allahü teâlâ, kıymetli işler yapmanızı nasip etsin ve şânınızı yüksek eylesin!
.
Akrabana din bilgisi öğretmeyi terk etme!
3 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :3 Ocak 2024 01:04
Kul haklarından en önemlisi akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i mâruf yapmamaktır!
Hacı Sâdık Efendi Kayseri âlim ve velîlerindendir. 1768 (H.1182) senesinde Kayseri'de doğdu. Ürgüp'e giderek Ürgüplü Hacı Mustafa Efendinin derslerine, devâm etti. sonra Amasya, Ankara, bilâhare İstanbul'a giderek meşhûr âlimlerin derslerine devâm etti. İlim ve fazîlette yüksek derece sâhibi oldu. Rüûs imtihanını kazanarak Kayseri Pervâne Bey Medresesi Müderrisliğine tâyin edildi. Erzincanlı Hacı Süleymân Efendinin derslerine de devâm ederek, tasavvufta yükseldi, icâzet aldı.1849 (H.1266) senesinde Kayseri'de vefât etti. Buyurdu ki:
Âkıl ve bâlig olan her Müslümanın, her gün vakitleri gelince, beş kere namaz kılmaları ve her birisini vaktinde kıldığını bilmeleri farzdır. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib olur. Oruç tutmaları için de emreder. İçki içmemesi için de emreder. İyi işlere alıştırır. Kötü işleri yapmamasını emreder. Kimse, kimsenin yerine, onun borcu olan namazı kılamaz. Kendi kıldığı namazın ve başka ibâdetlerinin sevabını, diri veya ölü olan başkasına hediye etmek câizdir. Alacaklının, alacağını istememesi için, namaz kılıp, sevabını ona bağışlamak câiz değildir. Bir dank, yâni bir dirhem gümüş kıymetinin altıda biri kadar [yarım gram gümüş kadar] borç için, şartlarını gözeterek kılmış olduğu namazlardan, yediyüz namazının sevabı, kıyâmet günü, alacaklısına verilecektir. Borçlunun sevapları biterse alacaklısının o kadar günahı, ona yükletilecektir.
Kul haklarından en önemlisi ve azâbı en çok olanı, akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i mâruf yapmamaktır. Bunlara din bilgisi öğretmeyi terk etmektir. Onların ve bütün Müslümanların dinlerini öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek veya aldatarak mâni olanın kâfir olduğu, İslâm düşmanı olduğu anlaşılır. Bid'at sahiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet îtikadını değiştirmeleri, dîni, îmanı bozmaları da böyledir.
Namazın farz olduğuna, birinci vazîfe olduğuna inanmayan, önem vermeyen, kâfir olur. Farz olduğuna inanıp da, tembellik ile, özürsüz kılmayan fâsık olur. Hadis-i şerifte, (Kâfiri Müslümandan ayıran şey, namaz kılmamasıdır) buyuruldu. Bunun için, tembellik ederek namaz kılmayana, Hanbelî mezhebinde kâfir denilmiştir. Terk etmek, tembellikle, bile bile kılmamak demektir. Özür ile kaçırmaya, fevt etmek denir. Özür ile vaktinde kılınmayan namazları acele kaza etmek farzdır. Âilesinin nafakasını kazanacak kadar tehîr etmesi câiz olur.
.
Duânın kabûl olmasının şartları ve edepleri...
4 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :4 Ocak 2024 01:09
"İhtiyaçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O'na sığınarak istemeli, âhiret kurtuluşunu onlarda görmelidir."
Huccetullah Muhammed Nakşibend, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin ikinci oğludur. 1624 (H.1034) senesinde dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefât ettiği yıl doğdu. O doğacağına yakın babası Muhammed Ma'sûm'a, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Bu yakınlarda doğacak oğlun, yüksek mârifetlere ve sırlara kavuşacak, zamânının anlamaktan âciz kalacakları bir insân-ı kâmil olacaktır" buyurdu. Ona Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ismini verdiler.
Muhammed Nakşibend hazretleri, sağlığında zamânın devlet reislerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasîhat eder, uzakta olanlarına ise mektuplar yazarak dînin emirlerini bildirirdi. Bunlar iki cild hâlinde toplanmıştır. Birinci cildde yüz yirmi sekiz, ikinci cildde altmış sekiz mektup vardır. Mektuplarından birinde buyurdular ki:
"Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği kullara selâm olsun. Mektubunuzla şereflendik. İkrâmlarınız da geldi. Duâ etmemize sebep oldu. Hadîs-i şerîfte; (Duâ kapılarının kendisine açıldığı kimseye [yâni duâ nasip olan kimseye] kabûl kapıları ve Cennet, yâhut rahmet kapıları da açılır) buyuruldu. O hâlde duâda kusur etmemelidir. Kapalı kapıları duâ anahtarı ile açmalıdır. İhtiyaçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O'na sığınarak istemeli, âhiret kurtuluşunu onlarda görmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: (Duâ müminin silâhıdır, dînin direğidir. Göklerin ve yerin nûrudur. Her şeyi Hak teâlâdan istemelidir. Ayakkabının bağı, yemeğin tuzu bile olsa.)
Duânın kabûl olması için olan şart ve edepler: Yemekte ve giymekte haramdan sakınmak, Allah'a karşı ihlâslı olmak. Duâdan önce namaz veya benzeri sâlih bir amel işlemek, abdestli olmak, temiz olmak, kıbleye karşı diz çöküp oturmak, duâ ederken Allahü teâlâya hamdü senâ etmek, Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmek, iki elini uzatıp, omuzları hizâsına kaldırmak, elinde eldiven olmamak, isterken Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları ile istemek, meselâ; yâ Rabb-el-âlemîn, yâ Ekrem-el-ekremîn, yâ Erhamerrâhimîn... gibi. Avuç içleri açık olmak, edeb üzere bulunmak, hudû' ve huşû' hâlinde olmak. Kendini eksik, kusurlu, zavallı ve kırık bilmektir.
Duânın kabûl zamanları ise; Kadr gecesi, Arefe günü, Ramazân-ı şerîf ayı, Cumâ günü, gecenin ilk üçte biri, gece yarısından sonra, gecenin son üçte biri, gecenin ortası ve seher vakitleridir. Bunlardan en önemlisi cumâ saatidir.
.
Haram işlememek için camdan atlayan genç!
6 Ocak 2024 07:55 | Güncelleme :6 Ocak 2024 07:57
Memleketin ileri gelenlerinden birinin hanımı, İmâm-ül Ârifîn'e âşık olmuştu. Bir gün!..
İmâm-ül Ârifîn, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin torunu ve Muhammed Sibgatullah'ın ikinci oğludur. İsmi Muhammed İsmâil olup "İmâm-ül Ârifîn" diye meşhur oldu. Hindistan’da Serhend’de doğdu. Küçük yaşta, yüksek dedesi Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretlerinden ilim öğrenip, sohbetleri ile şereflendi. Dedesinin vefâtından sonra, babası Muhammed Sibgatullah hazretlerinin ders ve sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun teveccühleri ile olgunlaşıp, kemâle geldi. Âlimler onun meâlen; "Allahü teâlânın indinde en iyiniz, takvâsı en çok olanınızdır" (Hucurât sûresi: 13) âyet-i kerîmesi ile medh olunanlardan olduğunu bildirdi. Nitekim gençliğinde başından geçen şu hâdise onun takvâ sâhibi olduğunun en açık delîlidir:
Gençti... Fevkalâde güzel bir yüze ve vücûda sâhipti. O memleketin ileri gelenlerinden birinin hanımı, kendisine tutuldu, âşık oldu. Sabrı ve irâdesi kalmadı. Binbir yalan ve hîle ile Muhammed Sibgatullah hazretlerine; "Evimizde bir hasta var. Oğlunuzu, Kur'ân-ı kerîm okumak üzere göndermenizi istirhâm ediyorum" diyerek haber gönderdi. Kadının, Kur'ân-ı kerîm okuma isteğine ve bu yalvarmasına dayanamayan babası, oğlunun gitmesine izin verdi. Eve vardıklarında durumu anlayan Muhammed İsmâil, ikinci katın açık penceresinden aşağı atladı. Fakat yaralandı. Acılarına aldırmayarak süratle orayı terk edip, babasının huzûruna geldi. Durumu olduğu gibi anlatınca, babası oğlunun haramlardan bu kadar çok korkmasına sevindi, cenâb-ı Hakk'a şükür secdesine kapandı...
Vazifeli olarak gittiği yerde babasıyla mektuplaşır, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarını bildirirdi. Babasından gelen bir mektup şöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiği, seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gözümün nûru oğlumun mektubu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmış dostlarınızı unutmamışsınız. Kâbil'e gittiğinizi ve oradaki dostların yakın alâkasını yazıyorsunuz. Bâzı talebelerinizin garip evliyâlık hâllerini ve beyânlarını yazıyorsunuz. Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diğer bizi sevenlerin hepsi, sizin teveccühleriniz altında bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir şey beklemesinler. Bizim rızâmız böyledir. Tasavvufta yüksek velîlerin seçilmişlerine mahsus olan makamlardan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr sizden hiçbir şey esirgemiş değilim, esirgemiyeceğim de. İnşâallah bu yüksek makama yakında kavuşursunuz. Bilmeseniz de zararı yoktur. Çünkü bir şeyin hâsıl olması başkadır, bilinmesi başkadır. Aralarında büyük fark vardır."
.
Dört mezhep imâmları mutlak müctehiddirler
7 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :7 Ocak 2024 01:23
Fakihlerin en yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır.
Ahmed Zühdü Paşa Osmanlı âlim ve devlet adamlarındandır. 3 Şubat 1834’te İstanbul’da doğdu. Tahsilini Maârif-i Adliyye Mektebi’nde yaptı. Hoca Mehmed Efendi ile Mustafa Tevfik Efendi’den şerh-i akaid okuyarak icâzet aldı. Devlet hizmetinde çeşitli makamlarda bulundu. Bursa valiliğine tayin edildi. 1891’de Maârif Nâzırlığına (Millî Eğitim Bakanlığı) getirildi. Sultan Abdülhamid'in talimatıyla, Avrupa standardlarında Üniversite (Dârülfünunun) kurulması hazırlıklarını yaptı. Burada ders vermesi için Avrupa'dan birçok profesör getirtti. 19 Ağustos 1900’de Dârülfünunu öğretime açtı. 12 Nisan 1902’de vefat eden Ahmed Zühdü Paşa Kadıköy Kızıltoprak’ta inşa ettirdiği Zühdü Paşa Camii hazîresindeki kabristana defnedildi.
Çeşitli eserler yazdı. Bunlardan Mecmû’a-i Zühdiyye’nin önsözünde diyor ki: (Fıkıh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır. Bunlara mutlak müctehid denir. Dört mezheb imâmları böyledir. İkinci tabaka, mezhebde müctehid denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsüf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı Azam’ın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin koymuş olduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları hükümlerden bazıları, İmâm-ı Azam’ın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir. Üçüncü tabaka, mes’elelerde müctehid olan âlimlerdir. Bunlar, ortaya yeni çıkan mes’elelerin hükümlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükümlerin ilk iki tabakanın hükümlerine uygun olmaları lâzımdır. Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve benzerleri olan derin âlimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. Mukalliddirler. Meselâ, dördüncü tabakadaki, (Eshâb-ı tahrîc) denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak, bir manâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır. Fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası, (Eshâb-ı tercîh)dir. Kendilerine gelmiş olan, çeşitli haberler arasından sahîh, evlâ olanları seçerler. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Mergınânî bunlardandır. Altıncı tabaka, (Eshâb-ı temyîz) olup, kavî hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri, nâdir haberlerden ayıran mukallid âlimlerdir.
(Kenz), (Muhtâr) ve (İhtiyâr), (Vikâye) ve (Mecma’ul-bahreyn) kitaplarının sâhipleri bunlardandır. Bunların kitâblarında merdûd ve zayıf rivâyetler yoktur.
Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamayan, ancak önceki tabakaların kitâblarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir. Tahtâvî, İbni Âbidîn ve Dürr-ül-muhtâr'ın sâhibi bunlardandır.
.
"Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir..."
8 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :8 Ocak 2024 01:35
“İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”
Kâmil Efendi İstanbul velîlerindendir. 1824 (H.1240) senesi Edremit yakınında Ayvacık kazâsında doğdu. İstanbul'a gelerek Bâyezîd ve Fâtih Medresesi müderrislerinden tahsilini tamamlayıp icâzet aldı. Bu sırada Kuşadalı İbrâhim Efendinin talebelerinden Bosnalı Tevfik Efendinin sohbetlerini dinledi ve tasavvuf yolunun bilgilerini öğrendi. Sonra Kaşgâr Emîri tarafından İstanbul'a gönderilen Yâkûb Hanın sohbetlerine iştirâk etti. Sultan Abdülhamîd Han, Kâmil Efendiyi sever, hürmet eder ve saygı gösterirdi. 1911 (H.1330) senesi İstanbul'da vefât etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
"Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir. İyiler ondan yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan uzaklaşandır. Dünyâ kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer.”
“Yeryüzü iki kişi için gözyaşı döker: Birincisi, üzerinde Allahü teâlâya ibâdet edip, sâlih amel işleyen, ikincisi de üzerinde Allahü teâlâya günâh ve isyânla vakit geçiren kimse içindir. Zîrâ günah işleyen ona çok ağırlık verir.”
“Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, onu dünyâ düşkünlüğünden kurtarır, dinde fakih kılar ve ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
“Üç haslet sâhibinin îmânı kemâle ermiştir. Bunlar huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği hâlde haddi aşmamaktır.”
“Bir şeyi yapmaktan âciz kalırsan, bu âcizliğini, zayıflığını anlamaktan da âciz kalma.”
“Bir kimsenin bir Müslümanı hor görmesi, îmân ve mârifet zayıflığındandır.”
“Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var. Bunlar: Âlimlere (müctehidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri peşinde koşmak. Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineği zayıflatmaktır.”
“İnsanların felâketine sebep; asıl işi bırakıp boş şeyler ile uğraşmaları, nefislerinin isteklerine uymaları ve harama dalıp, şüphelilerden sakınmamalarıdır.”
“İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”
“Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder. Vaktini de boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir.”
.
Sığırın karnından çıkarılan havlu!..
9 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :9 Ocak 2024 01:30
Bir kimsenin çamaşır yıkadıktan sonra bahçeye astığı havlusu kaybolur. Bir türlü bulamazlar!..
Nûreddîn Muhammed Karsî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Kars'ta doğdu. Afganistan’da Herat şehrine giderek evliyânın büyüklerinden Muhammed Harezmî'nin bereketli sohbetlerinde yetişti. Hocasından icâzet alıp memleketi Kars'a döndü. Orada Kars'ın müftîsi ve hatîbi olarak talebe yetiştirdi. 1400 (H.803) târihinde Kars civârında vefât etti. Çok kerâmetleri görüldü. Kars'ta Şeyh Kemâl isminde hâl ehli geçinen biri vardı. Çok kimse onun etrâfında toplanmıştı. Kendisi de bu hâlini beğenir, kibirlenirdi. Ayrıca Muhammed Karsî hazretleri hakkında iyi konuşmaz sûizan ederdi ve; "Hiç bâtınî, kalbî ilimle zâhirî ilim bir araya gelir mi?" diyerek evliyâlık hâllerine inanmazdı...
Bir gün Kars'ta birisinin çamaşır yıkadıktan sonra kuruması için bahçesine astığı havlusu kayboldu. Ne kadar aradılarsa bulamadılar. Netîcede bâzıları kötü zan ve şüphe altında kaldı. Tam o günlerde Muhammed Karsî hazretleri Şeyh Kemâl'in evine gitti ve onun sığırını satın almak istedi. Şeyh Kemâl de sığırını sattı. Muhammed Karsî hazretleri sığırı satın aldıktan sonra hemen orada kesti ve acele ile karnını yardı. İçinden daha önce kaybolan havluyu çıkardı. Şeyh Kemâl bu hâli görünce, Muhammed Karsî hazretlerinin bâtın ilmine sâhip kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anlayıp ellerine sarıldı ve özür diledi. Talebeliğe kabûl etmesini istedi. Onun önde gelen talebeleri arasına girdi...
Meânî ve beyân hakkında eserleri vardır. Minhâc-ül-Müzekkîn onun eseridir. Bu kitabında şöyle anlatır:
Bekara sûresindeki (Allahü lâ ilâhe illâ hu...) âyetinin tamamına (Âyet-el kürsî) denir. Bu âyet-i kerimeyi ihlâs ile okuyanın, insan ve hayvan haklarından ve farz borçlarından başka günahları affolunur. Yâni tövbeleri kabûl olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Her kim farz namazı bitirir bitirmez yerinden kalkmadan bir kere Âyetelkürsîyi okuyup, otuzüç kere Sübhânallah, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere Allahü ekber derse, hepsi doksandokuz olur. Bir kere de Lâilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh lehülmülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr dese, Hak teâlâ o kişinin günahlarını affeder.)
Allahü teâlâ hazretlerinin affettiği günahlar, yalnız kendisi ile o kulu arasında olan, tövbe etmiş olduğu günahlardır. İnsanların ve hayvanların haklarına tövbe ettikten sonra helâlleşmek de lâzımdır.
.
Zinâ eden bir kimse, puta tapan gibidir!..
10 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2024 01:39
Kur'ân-ı kerim, zinâyı kesin olarak haram kıldığı gibi, zinâya sebep olacak her şeyi de yasaklamıştır.
Kemâlüddîn el-Enbârî hazretleri, fıkıh ve kelâm âlimidir. 513 (m. 1119)’da Irak’ta Enbâr'da doğdu. Genç yaşta ailesiyle birlikte Bağdat'a giderek buradaki Nizamiye Medresesi'ne girdi. Zamanın ileri gelen âlimlerinden fıkıh ve hadis tahsil etti. Daha sonra Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'ne müderris tayin edildi. 577 (m. 1181)’de Bağdat'ta vefat etti.
Bu mübarek zat buyurdu ki:
Kur'ân-ı kerim, zinâyı kesin olarak haram kıldığı gibi, zinâya sebep olacak her şeyi de yasaklamıştır. İsrâ sûresinin otuz ikinci âyetinde meâlen: (Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o zinâ, çok çirkin bir amel olup, gayet kötü bir yoldur) buyurulmuştur. Furkan sûresinin altmış sekizinci âyetinde meâlen: (Onlar, [müminler] Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmezler, Allahü teâlânın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zinâ etmezler) buyurulmuştur. Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen (Allahü teâlânın hükmüne [emrine] boyun eğen erkekler ve kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, ibâdete devam eden erkekler ve kadınlar, [fiillerinde ve kavillerinde] sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allahtan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını zinâdan koruyan erkekler ve kadınlar ve Allahü teâlâyı çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allahü teâlâ mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırladı) buyurulmuştur. Nûr sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen (Ey Resûlüm! Müminlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! Îmanı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar) buyurulmuştur.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz de; (Şehvet ile bakan erkeğe ve baktıran kadına, Allahü teâlâ lânet etsin!) (Erkek erkeğin ve kadın kadının avret yerlerine bakmasın!) (Yabancı kadın ile bir odada yalnız kalmayınız) (Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur) (Yâ Ali! Bir kadını görürsen yüzünü ondan ayır. Ona tekrar bakma! Ansızın görmek günah olmaz ise de, tekrar bakmak günah olur) (Avret yerlerini açana ve başkasının avret mahalline bakana Allah lânet eylesin) (Zinâ eden kimse, puta tapan kimse gibidir) buyurdu.
.
"Önce talebelerim..."
24 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :24 Mart 2024 02:01
Mâlikî Mezhebinin kurucusu olan Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh), dokuz yüz âlimle sohbet etti.
Yüz bin hadîs-i şerîfi yazdı.
On yedi yaşındaydı.
Ders vermeye başladı.
Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan daha çoktu.
Sonra bir kapıcı tuttu.
Zîra çok kişi geliyordu.
Önce talebelerine.
Sonra herkese izin verirdi.
Onlar da içeri girerlerdi.
Helâya üç günde bir girer;
"Helâda çok bulunmaktan hayâ ediyorum” derdi.
● ● ●
(Muvattâ) kitâbını yazmaya başladı.
Nihâyet yazma işi bitti.
Ama (İhlâs)ından şüphe etti.
Ve kitâbı suya koyup;
"Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lâzım değil” dedi.
Hiçbir yeri ıslanmadı.
İmâm-ı Mâlik hazretlerinin, Peygamber Efendimize karşı olan sevgi, saygı ve edebi (Sınırsız)dı.
İsmi anılsaydı.
Rengi değişirdi.
Yüzü sararırdı.
Bu hâl, orada olanlara garip gelir, hikmetini anlayamazlardı.
Bir gün bu husus sorulduğunda;
"Benim gördüğüm kişileri siz de görseydiniz, bu hâlimi beğenir, hoş karşılardınız” dedi.
İnsanlar merakla;
“Kimi gördünüz?” dediler.
“Muhammed bin Münkedir'i gördüm. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsaydı, hemen ağlamaya başlardı!” buyurdu.
.
Tevâzu eden, yükselir...
25 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :25 Mart 2024 01:26
Mâlikî mezhebinin kurucusu olan Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh), bir gün mescide geldi.
Ve sohbete başladı.
Tevâzudan bahsedip;
"Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfini rivâyet etti.
Cemaatte halîfe Hârun Reşid de vardı.
Hazret-i İmâma bir katır, bir deve, bir merkep ve beş yüz altın gönderdi.
İmâm, altınları aldı.
Hayvanları geri verdi.
Sebebini sorduklarında;
“Resûlullahın toprak altında bulunduğu bir yerde hayvana binmem” buyurdu.
● ● ●
İmâm-ı Mâlik hazretleri;
“Resûlullahı rüyâda görmediğim hiçbir gece geçmedi” buyurmuştur.
Fetvâ vermede acele etmezdi.
Bâzan da “Bilmiyorum" derdi.
Sebebini sorduklarında;
“Bilmiyorum demek, âlimlerin zînetidir” buyururdu.
Halîfe, Hârun Reşid idi.
Bir gün bu İmâma gelip;
"Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emredeceğim” dedi.
Ama O, uygun görmeyip;
“Öyle yapma” dedi.
Çünkü hadîs-i şerifte; “Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir” buyuruldu dedi.
Ve ilâve edip;
“Âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanları bu rahmetten mahrum bırakma” buyurdu
.
Halîfe özür diledi!..
26 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :26 Mart 2024 00:30
Halîfe Hârun Reşid, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden, her gün evine gelip, oğulları Emîn ile Me'mun'a ders vermesini istedi.
Ama o, kabul etmedi.
Sebebini de bildirdi.
Ve kendisine;
“Ey halîfe! Uygun olanı, çocuklarınızın bizim eve gelmesidir. İlmi azîz eden, kıymet veren, azîz ve kıymetli olur, zelîl eden ise zelîl olur. İlim bir yere gitmez, ilmin yanına gelinir” buyurdu.
Halîfe bunu duydu.
Çok pişmân oldu.
Derhâl özür diledi.
Ve her gün çocuklarını bu büyük İmâm’a göndererek, Onun evinde kendisinden ders aldırttı.
● ● ●
Halîfe Ebû Câfer Mensûr, İmâm-ı Mâlik hazretlerine geldi.
Ve kendisine;
"Ey İmâm! Resûlullahın huzûrunda duâ ederken, yüzümü kıbleye mi döneyim yoksa Resûlullaha mı yönelteyim?" diye sordu.
Hazreti İmâm dinledi.
Ve cevâbında;
"Ey müminlerin emîri! Yüzünü Resûlullahtan başka tarafa çevirme. Çünkü O, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için biricik vesîlemizdir. Yüzünü Resûlullaha dön de öyle duâ et” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de hazret-i İmâma geldiler.
Ve kendisine;
“Allahü teâlânın, bir kulundan râzı olduğu nasıl anlaşılır efendim?” diye sordular.
İmâm cevâben;
“İbâdet etmek tatlı, günah işlemek acı geliyorsa, Allahü teâlâ o kimseden râzıdır” buyurdu.
.
“Kalk, hemen yola çık!"
27 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :27 Mart 2024 00:12
Anadolu'da yetişen evliyâdan Mecdüddîn Şeyh Îsâ hazretleri rahmetullahi aleyh, bir gece rüyâ gördü.
Kendisine;
“Kalk, hemen yola çık" denildi.
Sesi duyup uyandı.
Kendi kendine;
“Bunda bir hikmet var” dedi.
Ve hemen kalktı.
Giyinip dışarı çıktı.
Ve yola düştü.
Ama nereye gidecekti?
Onu da bilmiyordu.
O anda Trakya istikâmetine gitmekte olan bir kervan gördü.
Ve o kervana katıldı.
Malkara kasabasına vardığında, vaktiyle Bursa'da iken kendisinden ilim öğrendiği bir Hocası’nın, oralı olduğunu hâtırladı.
Ziyâret etmek istedi.
Kalbine öyle geldi.
Sorup soruşturdu.
Nihâyet evini buldu.
Meğer bu hocası, bir haftadan beri ağır hasta olup, son anlarını yaşamaktaymış ve bir hafta evvel kendi yakınlarına;
“Vefât edersem, cenâze namazımı talebem Şeyh Îsâ kıldırsın” diye de vasiyet etmiş.
Kapısını çaldı.
Ve içeri girdi.
Hocasını gördü ki, tam da vefât etmek üzere. Şeyh Îsâ hazretleri içeri girince hocası gözlerini açıp;
"Evlâdım Îsâ, nerede kaldın, bir haftadır seni bekliyorum" dedi.
Herkesle helâlleşti.
Ve rûhunu teslim etti.
Şeyh Îsâ hazretleri, hocasının namazını kaldırıp yurduna döndü...
.
Hep ilimle meşgul olurdu
28 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :28 Mart 2024 01:34
Doğu Anadolu'da yetişen evliyânın meşhurlarından Seyyid Mehmed Emîn Efendi’nin (rahmetullahi aleyh) mübârek kabri, Doğu Bâyezid'de aile kabristanındadır.
Geceleri, parmaklarından sızan ' Işık’la yazı yazardı.
Bu kerâmetini görenler;
“Biz bu ışıkta satırları sayardık” demişlerdir.
Zaif yapılı bir zâttı.
Soğuktan sakınırdı.
Ekseriyâ evinde otururdu.
Hep ilimle meşgul olurdu.
Kimseyle görüşmezdi.
Sebebi sorulunca da;
"Herkes fasulyeden, patatesten söz ediyor, Allah’tan Peygamberden bahseden yok” derdi.
Geceleri uyumazdı.
Bunu merak ettiler.
Oğlundan sordular.
Oğlu, cevâbında;
“Ben zâten babamı hiç yatakta görmedim ki” dedi.
● ● ●
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri kuddise sirruh, Doğu Bâyezid'e akrabâ ziyâreti ve irşâd için her gidişinde Seyyid Mehmed Emîn Efendi'nin evinde misâfir olurdu.
Konuşurlardı.
Sohbet ederlerdi.
Bir defâ yine gitti.
O gün Mehmed Emîn Efendi’nin bir oğlu dünyâya geldi.
Ona muhabbetinin çokluğundan, bu bebeği kucağına alıp, ismini kendi ismi gibi “Abdülhakîm” koydu ve kendisine hayır duâlar etti.
● ● ●
Bu zât bir gün;
“Allahın kullarına yardım etmek çok sevaptır ve din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü teâlâdır” buyurdu.
.
"Misâfirinizi teskîn ediniz!..”
29 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :29 Mart 2024 01:16
Doğu Anadolu evliyâsından Seyyid Mehmed Emîn Efendi’nin zamânında Seyyid Muhammed Berzencî, müftü olarak Doğu Bâyezid'e tâyin olunmuştu.
Şehrin eşrâfı ona gidip;
“Hoş geldiniz” dediler.
Müftü efendi sordu:
"Bu şehirde âlim ve âriflerden kimler var acabâ?"
Onlar da Seyyid Mehmed Emîn'den bahsettiler.
Ancak Onun büyüklüğünü bilmediği için, bir müddet “hoş geldine” gelmesini bekledi.
Ama o, gelmedi.
Bu defâ kendisi ona gitti.
Selâm verip, kendini tanıttı.
Sonra da hoş geldine gelmediği için sitemde bulundu.
Ancak bu, büyük zâta ağır geldi.
Müteessir oldu.
Ama belli etmedi.
“Buyurun oturun” dedi.
Müftü Efendi oturur oturmaz büyük bir dehşet ve korku içinde zangır zangır titremeye başladı!
Rengi “Kül” gibi oldu.
Mehmed Emîn Efendi’nin hanımı Seyyide Medîne Hanım, kerâmetiyle bunu sezdi.
Kendisi alt kattaydı.
Oradan efendisine;
"Şeyh Efendi! Misâfiriniz çok korkuyor, onu teskîn ediniz” diye seslendi.
Meğer Mehmed Emîn Efendi hazretlerinin oturduğu sedirin altında, bir “Aslan” saldırmaya hazır vaziyette işâret bekliyormuş.
Mübârek zât kalktı.
Ve eliyle işâret etti.
Aslan da kayboldu.
Sonra misâfirini teskîn etti, rahatlattı. Ancak bu kerâmet, irâdesi dışında vukû bulmuştu..
.
Herkesi ağlatan vaaz!..
30 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :30 Mart 2024 01:41
Irak evliyâsından Mekârim en-Nehr hazretleri, bir gün Cehennem azâbını anlatıyordu.
Herkes korkup ağlamaya başladı!
Lâkin orada Müslüman olmayan “yabancı” biri vardı.
O, hiç umursamadı.
Ve aslâ etkilenmedi.
Kendi kendine;
"Bu, bir korkutmadır. Yoksa gerçekten kimseyi yakacak bir ateş değildir” diye düşündü.
Büyük velî bunu sezdi.
Ve ona, mânâsı "Onlara, Rabbinin azâbından bir kıvılcım dokunsa, elbette (Vây hâlimize, biz zâlimlerden olmuşuz) derler” olan âyet-i kerîmeyi okudu.
O an garip bir şey oldu.
İnkârcının rengi soldu.
Titremeye başladı ve
"İmdât, imdât!" diye bağırdı.
O anda adamın burun deliklerinden siyah dumanlar çıkıyordu.
O, bunu gördü.
Ve çok korktu!
Büyük zât bu defâ, Duhan sûresinden, mânâsı; "Ey Rabbimiz! Bizden azâbı kaldır. Şüphe yok ki biz müminlerdeniz” olan âyet-i kerîmeyi okudu.
Adam rahatladı.
Korkusu kalmadı.
Sonra ayağa kalktı.
Ve Mekârim hazretlerinin ayaklarına kapandı ve iman edip hâlini şöyle anlattı:
“Sizin anlattıklarınızı inkâr edince, içimde bir ateş koru hissettim.
İçime duman doldu.
Boğulacak gibi oldum.
O sırada (İşte bu, yalanladığınız ateştir, yoksa siz inkâr mı ediyorsunuz) meâlindeki âyeti işittim. Sâyenizde kalbim açıldı ve îmân etmekle şereflendim.”
.
“Hak âşıklarının nûru!..
31 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :31 Mart 2024 01:10
Irak evliyâsından Mekârim en-Nehr rahmetullahi aleyh hazretlerinin bir sevdiği şöyle anlatıyor:
Bir gün Mekârim hazretlerinin yanındaydım.
Allahü teâlâya olan sevgi ve muhabbetten konuşuyordu.
Bir aralık;
“Kalbi, Allahü teâlânın aşkıyla yanan âşıkların 'nûr’u gizlense, her yer karanlık olur” buyurdu.
Vaktâki, o böyle dedi.
O anda kandiller söndü.
Zifirî karanlık oldu.
Şaşırıp kaldım.
Karanlıkta kalmıştık.
Mekârim hazretleri, bir müddet sessizce beklediler.
Biraz sonra;
“Allahü teâlânın âşıklarının 'nûr’u ortaya çıkınca, bütün kandiller pırıl pırıl yanar” buyurdu.
O böyle söyledi.
Kandiller tekrar yandı.
Mescit aydınlandı.
Etrâf pırıl pırıl oldu
● ● ●
Bir sevdiği de şöyle anlatıyor:
Mekârim hazretlerinin yanındaydım. İçeri yabancı biri girdi.
Ve büyük velîye yaklaşıp;
“Efendim, mânevî sırlara âşina olan bir kimsenin alâmeti nedir?” diye sordu.
Büyük zât cevâben;
“Bunun alâmeti şudur ki, yanına hiç tanımadığı biri gelse, onun (Hıristiyan) olduğunu anlar ve belindeki (Zünnâr)ı görür” buyurdu.
Adama bir hâller oldu.
Feryat edip düştü!
Sonra kalkıp Mekârim hazretlerinin ellerine kapanıp hürmetle öptü ve belindeki zünnarı kesip imânla şereflendi.
.
“Yaş ağaçları kesmeyin!”
1 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :1 Nisan 2024 01:10
Gâziantep’te yaşıyan velîlerden Memik Dede, Göksüncük köyünde, bir ailenin yanında uzun süre “kâhyalık” yaptı.
Burada çift sürerdi.
Ekin eker ve biçerdi.
Hayvan da güderdi.
Dağdan odun kesip taşırdı.
Yalan ve kötü söz söylemez, harama el uzatmazdı.
Ağasından aldığı parayı hak etmek için hilesiz çalışırdı.
● ● ●
İnsanlara derdi ki:
“Yaş ağaç kesmeyin!”
“Niçin?” dediklerinde;
“Gereksiz yaş ağaç kesmek, adam öldürmek kadar kötüdür” derdi.
Bu yüzden dağa oduna gittiğinde kuruyup kendiliğinden yıkılmış ağaçların dallarından kesip getirirdi.
● ● ●
Bir gün yine öyle yaptı.
Ağası da buna kızdı!
Ve sebebini sordu.
O da cevaben;
“Ne yapayım, yaş ağaçlardan kestiğimde o yerlerden sanki insan öldürmüş gibi (kan) fışkırıyor” dedi.
● ● ●
Hayvanlara da iyi davranılması gerektiğini sık sık söylerdi.
Bir gün hayvanlardan bir “inek” geç geldi.
Memik Dede, o ineğe;
“Niçin geç geldin?” diye sordu.
Hayvan dile geldi.
Ve cevap olarak;
“Buna mecbûrum. Çünkü evin hanımı, beni sağarken fazla süt almaya çalışıyor, iyice doymadan gelirsem yavrum aç kalıyor. Bu yüzden tam doymaya çalışıyorum” dedi.
.
"Ağan olsaydı da şunu yeseydi"
2 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :2 Nisan 2024 02:00
Gaziantep’te yaşıyan velîlerden Memik Dede’nin ağası hac için Mekke’ye gitmişti.
Ağanın hanımı “içli köfte” yapıp;
“Âh oğlum Memik! Ağan olsaydı da şundan yeseydi” dedi.
Memik Dede dedi ki:
“İstersen götüreyim.”
Kadıncağız, “herhâlde yanlış anladı, bir arkadaşına götürecek” diye düşündü ve bir tabak doldurup verdi.
Derken ağa hacdan döndü.
Ziyâretine geldiler.
Hürmet gösterdiler.
Ağa, o gelenlere;
“Hürmet gösterilmesi gereken kişi ben değilim, bizim kâhyadır” dedi.
Sebebini sorduklarında, onlara bu hâdiseyi anlatıp, “köfte tabağını” gösterdi.
Memik Dede yoktu.
Tarlayı sürüyordu.
Tarladan dönüp de kerâmetinin ortaya çıktığını anlayınca oradan uzaklaştı.
Bu iş unutuluncaya kadar kimseye görünmedi.
Derken ölümü yaklaştı.
Ölümünden az önceydi.
“Şimdiye kadar ben size hizmet ettim, bundan sonra siz bana hizmet edeceksiniz” dedi.
Nihâyet vefât etti.
Aynı köye defnedildi.
Gaziantep’in Fransızlar tarafından işgalinde, Ermeniler birkaç defâ Göksüncük köyünü ve Memik Dede’nin türbesini yıkmaya geldilerse de birden geri döndüler.
Sordular ki:
“Niçin geri döndünüz?”
Cevâben;
“Türbenin ve köyün etrâfında çok kalabalık bir askerî birliğin mevzîlenmiş olduğunu görünce geri döndük” dediler.
.
"Bu etler bize lâyıktır"
3 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :3 Nisan 2024 02:13
Zebid şehrinde yetişen Evliyânın büyüklerinden Merzuk Sârifî hazretleri “ümmî” idi. Yâni okuyup yazması yoktu... Fakat Allahü teâlânın inâyetiyle çok ilim sâhibiydi...
Sultân, bu zâtı severdi.
Bir gün haber gönderdi...
Ve ziyâfete dâvet etti.
Maksadı, onun hâlini iyice anlamak, imtihan etmekti.
“Bu zâtın kerâmet sâhibi olduğu söyleniyor, bakalım aslı var mı?” diyordu.
Bir “sığır” alıp kesti.
Bir de “at” kesti.
Ayrı ayrı pişirttirdi.
Ve ayrı ayrı tabaklara koydurdu. Sonra Merzuk Sârifî hazretlerini sofraya dâvet ettiler.
Mübârez zât, birkaç talebesiyle gelip sofraya oturdular.
Sultânın adamları da oturdu.
Merzuk Sârifî şöyle bir baktı.
İçinde “sığır eti” olanları alıp, kendine ve talebelerine dağıttı.
İçinde “at eti” bulunan tabakları da Sultânın ve adamlarının önlerine koydu. Sultân, dikkatle onu tâkip ediyordu. “Sığır etlerini” kendi talebelerine, “at etlerini” ise onlara dağıttığını gördü.
Ve çok şaşırdı tabii.
Yine de kendisine;
“Bunların hepsi ettir. Niçin böyle ayırıyorsunuz?” diye sordu.
Merzuk Sârifî hazretleri;
“Bu tabaktaki etler biz fakîrlere, diğer tabaklardaki etler de size ve adamlarınıza lâyıktır” buyurdu.
Sultân bunu duydu.
Büyüklüğünü anladı...
Hattâ, “evliyâ” olduğunda zerre kadar bir şüphesi kalmadı.
.
"Sen alacağını helal et!.."
4 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :4 Nisan 2024 00:36
Zebid şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Merzuk Sârifî hazretlerinin oğullarından birinin, bir kimsede alacağı vardı. Bir zaman sonra o kimseden alacağını istedi. Lâkin o, borcunu inkâr ettiği gibi Merzuk Sârifî’ye gelerek “Oğlun, hiç alacağı olmadığı hâlde benden para istiyor” dedi.
O da oğlunu çağırdı.
Ve kendisine;
“Oğlum! Sen borcu alacağı, malı parayı boş ver! Nasıl olsa öleceksin. Zâten ecelin de geldi, helâl et gitsin. Böylece âhirette hesaplaşmayı beklemeden bir an önce cennete girersin” buyurdu.
Oğlu başını eğip;
“Peki babacığım” dedi.
Ve o gece vefât etti...
● ● ●
Zamânın kadısı, Zebid’de bir câmi yaptırmıştı. Câmi inşaatı tamamlanmış, sıra, “mihrab”ın yerleştirilmesine gelmişti.
İnsanlar toplanmıştı.
Merzuk Sârifî de vardı.
Mübârek zât mihraba dikkatle baktı, tam kıble istikâmetinde yerleştirilmediğini görünce kadıya, mihrâbın biraz sağa çevrilmesi gerektiğini söyledi.
Ancak o, îtiraz etti.
Bu zâta karşı çıktı.
Merzuk Sârifî, kadıya “İnanmıyorsan gel sen de bak. İşte, Kâbe-i şerîf şu istikâmette” buyurdu.
Kadı, merakla baktı.
Ve Allahü teâlânın izni, Merzuk Sârifî’nin bereketiyle Kâbe-i muazzamayı karşısında gördü.
Çok mahcup oldu.
Ve Merzuk Sârifî hazretlerinden özür dileyip, mihrâbı tam kıble istikâmetine çevirip tekrar yerine yerleştirdiler.
.
Canı erik istemişti...
5 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :5 Nisan 2024 00:49
Hindistan’da yaşıyan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin kabr-i şerîfi Mültan’dadır. Henüz doğmadan kerâmetleri görüldü.
Şöyle ki;
Annesi ona hâmileydi. Komşusunun erik ağacına uzandı bir gün.
Bir tâne "erik" koparacaktı.
Zîra canı çekmişti.
O anda bir şey oldu.
Şiddetli bir “ağrı” duydu karnında.
Büyük bir “acı” hissetti!
Koparmaktan vazgeçti.
Ferîdüddîn büyüyüp de delikanlı olunca, bir gün konuşuyorlardı annesiyle.
Kadıncağız;
“Oğlum! Sana hep helâl lokma yedirdim. Bana da haramdan tek bir lokma yemek nasip olmadı” dedi.
Ferîdeddîn dinledi.
Ve gülümsedi.
Annesi sordu:
“Niçin gülüyorsun?”
Ferîdeddîn;
“Anneciğim! Sen bana hâmileyken komşunun erik ağacına uzanmıştın da tam koparacağın anda karnında bir ağrı hissedip vazgeçmiştin, hâtırladın mı?” dedi.
Annesi düşündü...
Sonra hâtırladı...
Ve “Evet, öyle bir şey olmuştu” dedi.
Oğlu sordu:
“Sebebini anlamış mıydın peki?”
“Hayır, nereden bileyim oğlum!”
Ferîdüddîn;
“Öyleyse ben söyleyeyim. Sana o rahatsızlığı ben vermiştim o gün. Haram yemeni istemediğim için karnındayken acı verdim sana. Sen de vazgeçtin” dedi.
.
Şeker olan taşlar!..
6 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :6 Nisan 2024 01:55
Hindistan’da yaşayan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin kabr-i şerîfi Mültan’dadır.
Bu zât acıkınca, ağzına küçük “taşlar" alırdı. O taşlar, hikmet-i ilâhî, tatlı “şeker" olurlardı.
Hem de çok lezzetli.
Hocası da “Bizim Ferîd, şeker hazînesidir” buyururdu.
● ● ●
Bu zâtın zamânında bir tüccar “şeker" yüklü bir kervanı Delhi'ye götürüyordu ki, bu zât onu görüp sordu:
“Çuvallarda ne var?”
“Tuz var” dedi.
Gûya alaya almıştı bu velîyi.
Büyük zât ona;
“Mâdem tuz var diyorsun, öyleyse ‘tuz’ olsunlar” buyurdu.
Tüccar bunu işitti.
Ve yürüyüp gitti.
Delhi şehrine gidip de çuvalları açınca gördü ki, “tuz”la dolu içleri.
Şaşırıp kaldı tabii!
Ve yoldaki hâdiseyi hâtırladı.
Hatâsını anlamıştı...
Oradan döndü geri.
Ve buldu büyük velîyi.
“Efendim, kusûruma bakmayın, size karşı edepsizlik edip, çuvallarda ‘şeker’ varken ‘tuz var’ dedim, size yalan söyledim” dedi.
Mübârek sordu:
“Şeker mi vardı çuvallarda?”
“Evet efendim, şeker vardı.”
“Pekâlâ, mâdemki, ‘şeker vardı’ diyorsun, öyleyse ‘şeker’ olsunlar” buyurdu.
Adam gelip merakla açtı.
Bir de ne görsün?!
Bütün tuzlar "şeker" olmuştu...
.
Pişmânlık tövbedir...
7 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :7 Nisan 2024 01:42
Hindistan’da yaşıyan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri, bir gün sohbetinde;
“Kardeşlerim! Bir Müslüman bir günah işlediğinde eğer ‘pişmânlık’ duyarsa, bu pişmânlığı onun için bulunmaz nîmettir” buyurdu.
Sordular:
“Neden efendim?”
“Çünkü bu pişmânlığı, tövbe demektir. Allah korusun, eğer üzülmek olmaz ve günah işlemek tatlı gelirse, günahta ısrâr olur ki, çok tehlikelidir!”
Sordular yine:
“Nasıl bir tehlike efendim?”
Buyurdu ki:
“Îmânına zarar verebilir maazallah.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Efendim, insan kabre girince hâli nasıl olur?” diye sordular.
Şöyle anlattı:
Bir kimse vefât edince; onun için değişik bir hayat başlar. Defin bitip cemaat dağılırken, gidenlerin ayak seslerini işitir. Mezarında “yalnız başına” kalır. Amellerinden başka kimse olmaz yanında.
O anda bir “ses” duyar.
Mezarı, ona seslenip;
“Ey Âdemoğlu! Nihâyet içime girdin. Buranın nasıl bir yer olduğunu biliyor muydun? Yoksa öğrenmek lüzûmunu hissetmedin mi? İşte görüyorsun ki, burası hem dardır, hem karanlık. Hem olmaz bu yerde ne yatak, ne de yastık” der.
O, bunları işitir.
Ama çâresizdir.
Zîra imtihan bitmiştir...
.
"Nefsine mağlup oldun!.."
8 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :8 Nisan 2024 00:26
Hindistan’da yaşıyan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin devrinde Delhi'li bir “genç”, Acuzan vilâyetinde evliyâ bir zâtın bulunduğunu işitti.
Çok merak etti...
Sorup araştırdı...
“Onun ismi Ferîdüddîn Genc-i Şeker'dir, büyük bir velîdir” dediler.
Kendi kendine;
"O zâta gideyim. Yanında tövbe edip talebesi olayım" dedi.
Bu niyetle çıktı yola...
Ancak bir “kötü kadın” onu gördü.
Ve ânında “âşık” oldu.
Zîra “yakışıklı” bir gençti.
İltifat görmeyince hile yaptı ve meylettirdi onu kendine.
Delikanlı tam elini kadına uzatıyordu ki, gâipten kuvvetli bir "tokat" patladı suratında!
Ve bir ses;
“Sen kime gidiyordun? Niçin bu kadına aldanıp da nefsine mağlup oldun!” diyordu.
Bu îkazla kendine geldi.
Ve hızla uzaklaştı oradan.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin yerini öğrenip huzûruna girdi.
Büyük velî onu gördü.
Ve kulağına eğilip;
“Ey oğlum! Sen buraya gelirken bir ‘kötü kadın’a meylettin. Ama şu tertemiz elin ona dokunmadan, Cenâb-ı Hak kurtardı seni o haramdan” buyurdu.
Genç, sesinden tanıdı onu.
Ellerine sarılıp;
“Bana tokat vurup o günahtan meneden sizdiniz!” dedi.
Büyük zât gülümseyip;
“Bu, Rabbimizin bir ihsânıydı evlâdım, kimseye söyleme!” buyurdu.
.
“Günahlarıma ağlıyorum”
9 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :9 Nisan 2024 01:57
Bağdat civârında yaşıyan Hubeyret-ül Basrî hazretleri, halkı gayrimüslim olan bir köye gelmişti bir gün. Kalabalık bir grup onu karşıladı.
O an garip bir şey oldu...
Bu zât başladı ağlamaya!
İnsanlar sordular:
“Niçin ağlıyorsun?”
“Günahlarıma ağlıyorum.”
“Allahü teâlâ affeder, bilmiyor musun?”
“Evet biliyorum. Allahü teâlânın merhameti çoktur, affeder. Ama unutmayın ki; azâbı da şiddetlidir. Bu azaptan kurtulmaya elimde senedim yoktur” buyurdu.
Onlar hayret ettiler!
O şöyle devam etti:
“Kur’ân-ı kerîmde meâlen ‘İnsanların birçoğu, cehennemde yanacaktır’ buyuruluyor. Bilmiyorum ki, ben de onlara dâhil miyim? Bir kısmı da cennete girecekler, ama ona girmek için de elimde berâtım yoktur. Velhâsıl cennete mi girerim, yoksa cehenneme mi? Henüz belli değilken ağlamamak elde mi? Bu sebepten ağlıyorum.”
İnsanlar dinlediler.
Ve sordular ona:
“Yâ Hübeyre, sen böyle dersen gayriye nasıl yol gösterirsin?”
Bunu işitince;
“Eyvâh!" dedi.
Ve yere yıkıldı.
O anda gâipten;
“Ey Hübeyre, biz seni dost edindik. Ölünce ebedî cennette olacaksın” diye bir ses işitildi.
Bu sesi herkes işitti.
Gayrimüslimler de işittiler. Bunlar üç yüz kişi idi. Kalpleri İslâm’a meyletti. Birlikte Kelime-i şehâdeti söyleyip, hepsi de îmânla şereflendiler.
.
Tek düşüncesi âhiretti...
10 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :10 Nisan 2024 01:31
Hübeyret-ül Basrî hazretleri, Bağdat civârında yaşamış Allah dostudur. Bir gece aşk-ı ilâhîyle ağlıyordu ki, bir “ses” duydu...
Gâipten geliyordu...
Kulak verip dinledi.
“Ey Hübeyre! Bütün günahların mağfiret edildi. Git, Huzeyfe-i Mer’aşî'ye hizmet et” deniyordu.
Bu “mânevî işâreti” aldı.
Aynı gün düştü yola...
Ve gidip katıldı bu zâtın sohbetine.
Bir sene devam etti.
Mükemmel yetişti.
Ve “mutlak icâzet” aldı.
Devamlı ağlar, yaş dökerdi gözünden! O kadar ki, insanlar hâline acır “Bu zâtın eceline az kaldı” derlerdi.
Tek düşüncesi vardı.
O da ölüm ve âhiretti.
Tek gâyesi, insanları ateşten kurtarmaktı. Bu gâye uğruna geçirdi her gününü ve bu hizmette tamam etti ömrünü.
● ● ●
Bu zât, bir arkadaşına yazdığı mektupta;
"Ey kardeşim! Kendine nasîhat eden, yine kendin ol. Bir kusûrun olduğu vakit gayrinin uyarmalarını bekleme… Bu, güzel bir haslettir; ama ehli kalmadı" diye yazdı.
● ● ●
Uykudan uyandığında su bulup abdest alması gecikecekse, hemen teyemmüm ederdi.
Sordular ki:
"Az bir zamânı için teyemmüm etmenizin sebebi nedir?"
Cevâbında;
"Abdestsiz ölmekten korkuyorum! Çünkü ölümün ne zaman geleceği belli değil" buyurdu
.
"Bunlar hırsız değil...”
11 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :11 Nisan 2024 01:55
Şîraz’da doğup orada yaşayan İbni Hafif hazretleri zamânında iki arkadaş vardı ki, nerede bir evliyâ zâtın olduğunu duysalar, oraya koşarlardı hemen. Bir gün de “İbni Hafîf” ismini duydular.
Ve o beldeye vardılar.
Kapısını çaldılar.
Hizmetçisi çıktı:
“Buyurun, kimi aradınız?”
“İbni Hafîf hazretlerine gelmiştik.”
“Evde yok, sultânın yanında.”
“Peki” dediler.
Ancak şaşırmışlardı.
“Bir velînin, sultân ile ne işi olur?” diyorlardı.
Derken bir terzi dükkânının önünden geçerken terzi bastı feryâdı;
“Hırsızlar! Makasımı siz çaldınız!”
Gençler;
“Biz hırsız değiliz!" demeye kalmadı ki, iki zâbıta memuru ellerini bağlayıp sultâna çıkardılar.
“Hapsedin!” dedi.
İbni Hafîf müdâhale etti:
“Yanlış yapıyorsunuz! Bunlar hırsız değil.”
Sultân, bu defâ;
“Çözün ellerini!” dedi.
Gençler kurtuldu hapisten.
İbni Hafîf hazretleri gençlerin koluna girip birlikte çıktılar saraydan.
Giderken sordu:
“Benim için geldiniz değil mi?”
“Evet efendim.”
“Ben de sizin için gitmiştim sultâna. Sultân, böyle yanlış kararlar veriyor bâzan. Ben de bunları düzeltmek için yanına gidiyorum” buyurdu.
Gençler sevindiler...
Hakîkî bir velînin huzûrunda olmanın sevincini yaşıyordu ikisi de.
.
"İtiraz etmek şeytan sıfatıdır!”
12 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :12 Nisan 2024 01:19
Şîraz’da yaşayan Allah dostlarından Muhammed ibni Hafif hazretleri, bir talebesini diğerlerinden çok sever, onlar da sebebini merak ederlerdi.
Bir gün bu zâta;
“Efendim, filân arkadaşımızı niçin çok seversiniz?” dediler.
O esnâda dergâhın önünde bir deve yatıyordu.
İbni Hafif hazretleri bir talebeye seslenip;
“Ahmed oğlum! Şu deveyi kaldır da dergâhın damına çıkar!” diye emretti.
Çocuk afalladı...
Ve arz etti ki:
“Efendim, ben bu koca deveyi nasıl kaldırıp da dama çıkarabilirim, bu mümkün değil.”
Mübârek zât;
“Peki kalsın!” dedi.
Ve çok sevdiği talebesine seslendi.
“Mehmeet!”
“Buyurun hocam.”
“Oğlum! Sen şu deveyi kaldır da dergâhın damına çıkarıver!”
Genç, düşünmeden;
“Peki efendim” dedi.
Ve başladı uğraşmaya.
O uğraşırken hocası;
“Bırak oğlum, gel!” buyurdu.
Mehmet koşup geldi.
Hocası diğerlerine;
“Şimdi anladınız mı?” dedi.
Ve şöyle îzah etti:
“Ahmed emrimizi dinlemedi. Düşündü, taşındı ve kendi aklına uyarak itiraz etti, kaybetti. Mehmet ise hiç düşünmeden “peki” dedi, kazandı. Unutmayın, ‘peki’ demek melek sıfatı, ‘itiraz’ etmekse şeytan sıfatıdır.”
.
"Her sıkıntıya katlan!.."
13 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :13 Nisan 2024 00:10
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebesidir.
Bir gün birlikte Hac yoluna çıkarlar.
Çıkmadan üstâdı sorar:
“İbrâhim! Yol boyunca birimizin emîr olması lâzım, sünnettir. Hangimiz emîr olsun?”
“Siz olun efendim.”
“Emîr ben isem sen bana uyacaksın, tamam mı?”
“Tamam efendim.”
Ve yola çıkarlar.
Bir müddet sonra yorulur ve bir kuyu başında mola verirler.
Üstâdı, İbrâhim Havvâs’a;
“Sen şu gölgede otur” der.
Kendisi kalkıp çalı çırpı toplar.
Ateşi yakar, kuyudan su çeker.
İbrâhim Havvâs arz eder:
“Efendim, ben de yardım etseydim.”
“Hayır, sen otur.”
Mecbûren susar.
Ama içi içine sığmaz.
Yemeklerini yer, yola devam ederler.
Sonra bir “yağmur” başlar.
Hocası, paltosunu çıkarır.
Onun üzerine tutar.
İbrâhim Havvâs utanır.
“Efendim siz ıslanıyorsunuz.”
“Olsun, ben böyle istiyorum.”
O, yine susar.
Çünkü söz vermiştir.
Hem üstâda ne denir?
Ama içinden geçirir ki:
"Keşke emîr ben olsaydım.”
Haccı edâ edip dönerler.
Hazret-i Cüneyd;
“Bak İbrâhim, emîr olmak böyledir işte. İleride sen de emîr olursan, benim gibi yap! Her meşakkate sen göğüs ger. Her sıkıntıya sen katlan” buyurur.
.
"Hangimizin dîni hak?"
14 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :14 Nisan 2024 00:48
İbrâhim Havvâs hazretleri, Hac yolunda bir “râhiple” karşılaştı...
Yürüyüp hasbihâl ettiler.
Önlerine bir “nehir” geldi.
Râhip, bu zâta;
“Senin dînin mi hak, benimki mi? Tecrübeyle anlayabiliriz” dedi.
“Nasıl anlarız?
“Çok kolay. Şu suyun üzerinden hangimiz yürüyüp karşıya geçerse onun dîninin hak olduğu anlaşılır. Deneyelim mi?”
“Olur, deneyelim.”
Önce râhip yürüyüp geçti karşıya.
İbrâhim Havvâs hazretleri “Yâ İlâhî!.. Bana yardım et, onun karşısında beni mahcup etme” diye yalvardı.
Ve “Besmele” söyledi.
Sâlimen karşıya geçti.
Râhip dedi:
“İkimiz de geçtik, tekrar yarışalım.”
“Olur, yarışalım.”
Râhip;
“İkimiz de acıktık. Hangimizin önüne daha leziz rızıklar gelirse onun dîninin hak olduğunu anlayalım” dedi.
O anda bir “köpek” geldi.
Ağzında bir dilim “ekmek”.
Râhibin önünde durdu.
Râhip, köpeğin ağzından ekmeği aldı ve yemeye başladı.
İbrâhim-i Havvâs duâ etti...
O an “nûr yüzlü” biri geldi.
Elinde bir “sini” tutuyordu.
Üzerinde “leziz yemekler.”
Râhip bunu gördü.
Derhâl insafa geldi.
Kalbi, İslâm’a meyletti.
“Ben iki defâ da sihir yapmıştım. Ama seninki gerçekten kerâmet. Anladım ki, senin dînin haktır” dedi.
Ve şehâdeti getirdi.
Müslüman oldu...
.
“Kardeşin Hızır'ın selâmı var”
15 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :15 Nisan 2024 01:36
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti.
Bir gün Ravda-yı mübâreki ziyârete giderken çölde “vahşî hayvanları” gördü ki, susuzluktan tâkatları, güçleri kalmamıştı.
Acıdı onlara.
Bir şeyler yapmalıydı...
Bir kayaya hafifçe dokundu.
Allah'ın izniyle “su” fışkırdı kayadan.
Çölde susuz kalmış ne kadar hayvan varsa ânında oraya üşüştüler.
Ve o sudan doya doya içtiler.
Sonra yoluna devam etti.
Ve “nûr’lu” biriyle karşılaştı...
O nûr’lu kişi sordu:
“Nereye gidiyorsun yâ İbrâhim?”
“Medîne'ye.”
“Resûlullah’ı mı ziyâret edeceksin?”
“İnşallah.”
“Bir şey ricâ etsem yapar mısın?”
“Emriniz olur.”
“Estağfirullah. Resûlullaha benim selâmımı söyler misin?”
“Hayhay, kimin selâmı var diyeyim?”
“Kardeşin Hızır'ın dersin.”
Hızır kelimesini duydu.
Elini öpmek istedi.
Fakat öpemedi.
Zîra çoktan kaybolmuştu gözden...
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine “Ben, Rabbimden tek bir şey istiyorum!” buyurdu.
Sordular ki:
“O şey nedir?”
“O’na, hiç gıybet etmemiş bir kul olarak kavuşmak. Bunu istiyorum.
Çünkü gıybet, ‘kul hakkı’na girer de ondan. Kıyâmet gününde hiç kimse beni böyle bir şey için arasın istemiyorum” buyurdu.
.
"İmânın esâsı nedir efendim?"
16 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :16 Nisan 2024 00:29
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti.
Bir gün biri sordu ki:
“Îmânın esâsı nedir?”
O kişiye baktı.
“Bu, anlatmakla olmaz. Yaşamakla olur. Ben Mekke'ye gidiyorum. Sen de gel. Yolda cevâbını öğrenirsin” buyurdu.
Adam “peki” dedi.
Ve birlikte yola çıktılar...
Yemekleri gâipten geliyordu...
Derken önlerine bir “çöl” çıktı.
Bu çölde ilerlerken karşıdan bir “atlı” gelip İbrâhim Havvâs hazretlerinin önünde durdu.
“Selâmün aleyküm!”
“Aleyküm selâm!”
İkisi bir şeyler konuştular.
Sonra o atlı kişi uzaklaştı.
Adamcağız merakla sordu:
“Efendim, bu hâl nedir?”
“Sorduğun suâllerin cevâbıdır.”
“Bağışlayın efendim, hiçbir şey anlamadım.”
Şöyle anlattı:
“O zât, Hızır aleyhisselâmdı. ‘Ben de sizinle geleyim mi?’ dedi. Kabul etmedim. O da ‘pekâlâ’ deyip geri gitti.”
Adam şaşkındı!
Sordu hemen:
“Amân efendim! Hızır gibi bir nîmeti neden kabul etmediniz?”
Buyurdu ki:
“Kabul etseydim Rabbime îtimadımın ve tevekkülümün azalacağından korktum! Şöyle ki; Hazret-i Hızır'a güvenerek kalbim rahat olur, Rabbime tevekkülüm bozulabilirdi.”
.
"Aç mısın, susuz musun?"
17 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :17 Nisan 2024 00:15
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti.
Bir talebesiyle yolculuğa çıktı bir gün. Yedi gün yedi gece hiçbir şey yemeden yürüdüler.
Ancak talebe acıktı.
Gücü tâkati tükendi.
Hocası onu gördü.
Hâline acıyıp sordu:
“Evlâdım! Ne oldu sana böyle. Aç mısın, susuz musun?”
Talebe cevâben;
“Hem susuzum, hem açım hocam. Bir şey yemezsem yürüyemeyeceğim” dedi.
Ona sevgiyle baktı.
Ve bir nehri gösterip;
“Öyleyse git şu akan sudan iç. Bundan sonra hiç susamazsın” buyurdu.
Genç, sevinçle baktı.
Ve bir “nehir” gördü önünde.
Hâlbuki az önce yoktu...
Eğilip kana kana içti avcuyla.
Serin ve tatlıydı.
Hiç böyle lezzetli su içmemişti.
Sonra abdest aldı o sudan.
Ve geri geldi.
Dönüp de ardına baktığında göremedi o suyu bir daha.
Kaybolmuştu gözden...
● ● ●
Bir gün bu zâta sordular:
"İnsan, alın yazısını bilebilir mi efendim?"
Cevâbında;
"Evet, bir kişinin gönlünde ne yatıyorsa, alın yazısı odur. Bir ırmağın akış yönünden, hangi noktada denize döküleceği anlaşıldığı gibi, insanın alın yazısı da yaptığı işlerden anlaşılır" buyurdu.
.
"Tatlı nar bulursam yerim"
18 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :18 Nisan 2024 00:25
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti. Bir gün tepsi içinde “nar” görmüştü bir dükkânda.
Sorup “ekşi” olduğunu öğrendi.
Onun canı “tatlı nar” istiyordu.
Ekşisini yemedi.
Kendi kendine;
"Tatlısını bulursam o zaman yerim” diye düşündü.
Oradan ayrıldı.
Ve “tatlı nar” düşüncesiyle ilerledi...
Az sonra birini gördü.
Çok ağır hastaydı.
Bir kenarda yatıyordu.
Çok zayıf ve hâlsizdi.
Eli ayağı da yoktu üstelik.
Onu böyle görünce çok üzüldü!
Yaralıydı vücûdunun çok yeri.
Yaraların üzerine arılar üşüşmüştü.
Kendi kendine;
"Bu kişi evliyâdır" dedi.
Yanına gidip sordu:
“Sen bu dertlerden şifâ bulmak istemez misin?”
“İstemem” dedi.
“Niçin istemiyorsun?”
“Bu dertten kurtulmak, nefsimin arzusudur. Bunu ise Rabbim istiyor. Benim hasta olmamı istemeseydi böyle olmazdım. Hak teâlâ bir dert verirse kula düşen, râzı olmaktır” dedi.
“Yaraların üstüne arılar üşüşmüş. Kovayım mı onları?”
“Hayır, kovma!”
“Neden efendim?”
“Senin de kalbine ‘tatlı nar’ düşüncesi üşüşmüş. Sen, benim arıları bırak da kendi kalbindeki ‘tatlı nar’ fikrini kovmaya bak” dedi.
.
“Zemherîr nedir yâ Resûlallah?”
19 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :19 Nisan 2024 00:33
Hâce Muhammed Mâsum hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğludur. Bu zât şöyle anlatıyor:
Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma buyurmuşlar ki:
Hava sıcak olduğunda, Allahü teâlâ kullarının kalplerine bakar.
Yer ehlini dinler.
Gök ehlini dinler.
Bir kişinin “Lâ ilâhe illallah!.. Bugün ne kadar da sıcak. Allah’ım! Beni cehennemin harâretinden koru” dediğini işitir.
Merhamet eder.
Ve cehenneme;
“Ey cehennem! Kullarımdan biri, senin harâretinden korkup bana yalvarıyor. Şâhit ol, ben o kulumu senin harâretinden korurum” buyurur.
Hava soğuk olduğu zaman da Allahü teâlâ yine kullarını dinler.
Bir kimsenin;
“Lâ ilâhe illallah!.. Bugün hava ne kadar da soğuk. Allah’ım! Beni cehennemin zemherîrinden muhâfaza eyle” dediğini işitir.
Ona da çok acır.
Merhamet eder.
Ve cehenneme;
“Ey cehennem! Kullarımdan birisi senin zemherîrinden kurtarmamı istiyor. Şâhit ol, ben onu o azaptan kurtaracağım” buyurur.
Eshab dinlerler.
Çok sevinirler.
Ve Efendimize “Zemherîr nedir yâ Resûlallah?” diye sorarlar.
Efendimiz;
“Zemherîr, kâfirlerin atılacağı soğuk cehennemdir ki, onun soğukluğuna bir an dayanılmaz” buyurur.
.
Kendini dahi unutan genç!..
20 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :20 Nisan 2024 02:16
Evliyânın büyüklerinden Muhammed Mâsum Fârûkî hazretleri Hindistan’ın Serhend şehrinde yaşadı.
Orada vefât etti.
Bu zâtın zamânında bir genç vardı ki, zaman zaman gelirdi bu büyük velînin sohbetine.
Zîra seviyordu onu.
Ancak güzel bir kız gördü bir gün.
Gönülden âşık oldu ona.
Ve gelmez oldu sohbete.
Çünkü kıza vurulmuştu.
Onu düşünüyordu hep.
Onu bir daha görmenin hesaplarını yapıyordu.
Onun için gelemiyordu.
Muhammed Mâsum hazretleri, onu göremeyince;
“Falan genç görünmüyor, neden acabâ?” diye sordu talebeye.
Dediler ki;
“Efendim, o bir kıza âşık olmuş. Utancından gelemiyormuş.”
Büyük zât anladı.
Bir kimseyi gönderdi...
Ve o genci çağırttırdı.
Geldiğinde;
“Ey evlâdım! Kalp, yâni gönül, sırf Allahü teâlâya âittir. Ona mahsustur. Bir kalp, Allah'tan başkasına tutulmuşsa yıkılmış demektir” buyurdu.
Bu söz, tesir etti gence.
Anladı hatâsını.
Kalbi değişti birden...
Kıza olan sevgisi gitti.
Yerine “Allah sevgisi” girdi.
Kula olan sevgisi, Allah'a döndü.
Kızı da unutmuştu, her şeyi de.
Kendini de unuttu hattâ.
Çok yüksek makamlara yükseldi tasavvufta...
.
“Serhend’e niçin geldiniz?”
21 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :21 Nisan 2024 01:48
Çok uzak diyârdan bir Müslüman, Hindistan evliyâlarından İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin methini duyup Serhend’e geldi.
Ve birine misâfir oldu.
Ev sâhibi sordu:
“Serhend’e niçin geldiniz?”
“İmâm-ı Rabbânî için.”
“Onu ne yapacaksın?”
“Sohbetini dinleyeceğim.”
Ancak ev sâhibi onu sevmiyordu.
İmâm-ı Rabbânî’yi kötüledi.
O kişi bunları duydu.
Fevkalâde üzüldü!
Ve kalbinden;
"Yâ İmâm!.. Ben, sizi görüp istifâde etmek için uzak diyârdan geldim. Ama bu adam beni bu saadetten mahrum etmek istiyor” dedi.
O anda bir şey oldu.
Hazret-i İmâm geldi.
Ve o kişinin kulağını çekip kayboldu.
Misâfir, ertesi gün dergâha gitti.
Hazret-i İmâmın huzûruna girdi...
Geceki hâdiseden bahsedecekti.
İmâm-ı Rabbânî mâni oldu.
Ve o kimseye;
"Gece olanı, gündüz anlatma!" buyurdu.
● ● ●
Evliyâ-yı kirâmın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir sohbetinde;
"İnsan; kulluk vazîfelerini yapmak için ve hep Hak teâlâ ile olmak için yaratıldı" buyurdu.
Sordular ki:
"Buna nasıl kavuşulur?"
Cevâben;
"Bu nîmet, gelmişlerin ve geleceklerin Efendisine tam uymakla ele geçer" buyurdu.
.
“Tek sermâyem, ümitli olmamdır”
22 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :22 Nisan 2024 00:32
Aslen Merv’li olup Basra’da yaşıyan Mansur bin Ammâr hazretleri, gençliğinde yerde bir “kâğıt” gördü gezinirken.
Üzerinde “Besmele” yazılıydı.
Vicdanı sızlayarak eğilip aldı.
Etrâfına bakındı.
O kâğıdı koyacak yüksek bir yer bulamadı.
Yere de atamadı.
Ağzına koydu.
O gece rüyâsına “nûr’lu” bir zât girip “Sen, Rabbinin ismine hürmet ettin. Allah da ilim ve hikmetin kapılarını açtı sana” buyurdu.
Sonra da uyandı...
Çok duygulandı!
Bütün günahlarına tövbe etti...
Çalışıp kısa zamanda evliyâ oldu.
● ● ●
Bu zat, bir gün sevdiklerine "Sizi cehenneme düşmekten muhâfaza edecek olan şeyleri çoğaltınız" buyurdu.
Sordular ki:
"O şeyler nedir?"
Cevap verip; "Allah’ın kullarına ihsân ve iyilik yapmaktır" buyurdu.
● ● ●
Yine o anlatıyor:
Bir âbid vardı.
Onu ziyâret için yanına gitmiştim.
Bir ara sordum:
“Kendini nasıl buluyorsun?”
Cevâben;
“Günâhı pekçok, sevâbı çok az, yolculuğu uzun olan biri gibi buluyorum” dedi.
Sordum ki:
“Azığın nedir?”
Cevâbında;
“Tek sermâyem, Rabbimin af ve mağfiretinden ümitli olmamdır” dedi.
.
“Nasıl duâ istiyorsun?”
23 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :23 Nisan 2024 00:46
Aslen Mervli olup Basra’da yaşayan Mansur bin Ammâr hazretlerinin zamânında bir zengin vardı ki, devamlı içki içip eğlenirdi.
Bir gün kölesine “dört gümüş” verip “Git bana meze al” dedi.
Kölesi “peki” dedi.
Ve çıktı evden...
Çarşıya giderken bir “kalabalık” gördü. Bir kişi sohbet ediyor, halk dinliyordu. Bu zât, Mansur bin Ammâr hazretleriydi.
Ayaküstü dinledi.
Büyük haz aldı.
İlerleyip tam önüne oturdu bu velînin.
Hazret-i Mansur, bir fakîri gösterip “Ey insanlar! Kim bu fakîre dört gümüş verirse ona dört şey için duâ edeceğim” dedi.
Köle, önce davrandı.
Elinde dört gümüş vardı..
Onları verdi o fakîre.
Büyük velî sordu:
“Nasıl duâ istiyorsun?”
Arz etti ki: “Efendim günahlarına tövbe etsin, sonra beni kölelikten âzâd eylesin. Ayrıca bana dört yüz gümüş versin ve Allah ikimizi de affeylesin.”
Büyük velî duâ etti...
Köle de ayrılıp gitti...
Efendisi ona sordu ki:
“Nerede kaldın?”
Köle başından geçenleri anlatıp da aldığı duâları söyleyince duygulandı!
Hemen tövbe etti...
Onu kölelikten âzâd etti.
Ve dört yüz gümüş verdi.
Sonra da el kaldırıp “Yâ Rabbî! Ben üçünü yerine getirdim. Dördüncü sendendir, bizi affet” dedi.
O anda bir “ses” duydu...
Kulak verdi ki;
“Sen vazîfeni yaptın. Allahü teâlâ ikinizi de bağışladı!” diyordu.
..
Mülk dediğin nedir ki!..
24 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :24 Nisan 2024 01:38
Evliyânın büyüklerinden ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; dünyâ düşkünleri ile görüşmezdi.
Kaçardı onlardan.
Birinden "hediye" gelseydi kabul edip aldığı nadir olurdu...
Alsa da kullanmazdı.
Muhtaçlara verirdi.
Zamânın pâdişahı da onu tanırdı.
Birisiyle bu zâta;
“Allah bana, geniş mülk nasip etti. Mübârek hâtırınızdan her ne ki, geçiyorsa emredin, göndereyim” diye haber gönderdi.
Büyük zât, o gelene;
“Mülk dediğin nedir?” dedi.
Adam şaşırdı.
“Anlamadım efendim!”
Buyurdu ki:
“Dünyâ mülkünün, Rabbimizin katında zerre kadar değeri yoktur. Hattâ bu dünyânın tamâmının bir kıymeti yok ki, onun bir parçasının değeri olsun.”
Adam sordu:
“Peki, kıymetli olan nedir efendim?”
Buyurdu ki:
“En kıymetli olan, Rabbimizin sevgisini kazanmaktır.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta; "Hocam! Cennete ne ile girilir?" diye sordular.
Cevâben;
"Ancak Allah’ın rahmetiyle girilir” buyurdu.
Sordular yine:
"Herkes de mi?”
"Evet herkes. Nitekim Efendimiz aleyhisselâm, Eshâbına; ‘Hiçbir kul, kendi ameliyle cennete giremez. Ancak Allahü teâlânın rahmetiyle girebilir’ buyurmuştur” dedi.
.
"Hayırlı işleri tehir etmedim!.."
25 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :25 Nisan 2024 00:00
Evliyânın büyüklerinden ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri anlatıyor:
Yaşım on sekizdi.
Bir arkadaşım “Seyyid Nûr”dan bahsetti bana.
Ben bu ismi işittim...
Kalbime bir hâl oldu.
Elimde olmadan sevdim onu.
Kalbim onun sevgisiyle doldu.
büyük sevinç kapladı içimi.
Henüz onu görmemiştim.
Ama kalbim tutulmuştu.
Artık dayanamadım.
Hemence kalktım.
Gidip kapısını çaldım.
Ve huzûruna vardım.
Daha ilk görüşümde, Allah’ın izniyle anladım...
Çok büyük bir zât idi...
Cemâlinden nûr akıyordu.
Sohbeti, cana can katıyordu.
İyice anladım ki;
“Rabbini arayan, onun himmeti ve yardımıyla kavuşur.”
Ve yine anladım ki;
“Kalbi hasta olanlar, onu bir defâ görse, kalbi nûr ve feyizle dolar."
● ● ●
Bir gün bu zâta; "Muvaffak olmanızı neye borçlusunuz efendim?" diye sordular.
Buyurdu ki:
"Bir hadîs-i şerîfe tam uymama borçluyum."
Merak ettiler...
Ve sordular ki:
"O, hangi hadîs efendim?”
Cevâben;
"Helekel müsevvifûn. Bu hadîs-i şerîfi kendime düstur yaptım ve hayırlı işleri ânında yapıp, az bile sonraya tehir etmedim" buyurdu.
.
Duâ edin de bir oğlum olsun"
26 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :26 Nisan 2024 00:23
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin her duâsı kabul olurdu...
Sevdiği bir dostu vardı.
Bir gün huzûruna geldi.
“Efendim, ne olur, bir duâ edin de Hak teâlâ bana bir oğul versin” diye yalvardı.
Büyük zât severdi onu.
O da buna güvenerek büyük velînin kaftanına yapışıp;
“Efendim, Vallâhi bana bu konuda ‘bir müjde’ vermedikçe, eteğinizi bırakmam” deyiverdi.
Mübârek zât gözlerini kapadı.
Bir müddet murakabeye daldı.
Rabbine yalvardı.
Ve başını kaldırıp;
“Üzülme, Allahü teâlâ sana çok yakında bir erkek evlât verecek” buyurdu.
Adam sevinerek gitti.
Aradan bir sene geçti...
Bir oğlu oldu adamcağızın.
Sevinçten uçuyordu.
● ● ●
Bir gün de bir kimse geldi.
Ve bu büyük velîye;
“Bana nasîhat eder misiniz” diye istirham etti.
Mübârek zât;
“Peki” dedi.
Ve buyurdu ki:
“Kardeşim, senden önce yaşayan insanlar hep öldü. Bütün dedelerin de öldüler, şimdi sıra sende... Çok yakında sen de öleceksin.”
Böyle dedi.
Ve ekledi:
“Orada cennet ve cehennemden başka gidecek yer yoktur. Öyleyse ona göre yaşa bu dünyâda.
.
Huzura ermenin yolu...
27 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :27 Nisan 2024 01:04
Evliyânın büyüklerinden ve kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin, üstâdına olan sevgisi fevkalâde çoktu.
Bir gün dergâha geldi.
Ve sevdiklerine;
“Her neye kavuştuysam hocamın sâyesinde kavuştum. Bir mümin ne kadar çok ibâdet etse de Allah’ın rızâsına ermesi yine zordur” buyurdu
Ve ilâve etti:
“Ama bir ‘Allah dostu’na muhabbet beslerse o zâtın bereketiyle Allahın rızâsına kavuşması kolay olur.”
Sordular:
“Hikmeti ne efendim?”
Buyurdu ki:
“Çünkü evliyâ zâtlar Allahü teâlâya çok yakındırlar. Asıl iş, onların kalbine girmektir. Bunun için ne hüneri varsa göstermelidir.”
● ● ●
Bir gün bu zâta;
"Huzura ermenin yolu nedir efendim?" diye sordular.
Cevâbında;
"Sabırdır" buyurdu.
Ve îzah etti.
"Huzûru, bir odanın içinde kilitli farz edin. İşte o odanın anahtarı sabırdır. Sabrederseniz kapı açılır ve huzûra kavuşursunuz.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta; "Efendim, kibirler içerisinde en kötüsü hangisidir?" dediler.
Buyurdu ki:
"İbâdet edenlerin kibridir."
Bir gün de;
"Her an Allahü teâlâyı hâtırlayan ve Onu bir an unutmayanlar, güler bir hâlde cennete gireceklerdir" buyurdu.
.
Kabir azabından kurtulan kadın!
28 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :28 Nisan 2024 00:51
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, birkaç talebesini yanına alıp kabristana gitmişti bir gün.
Kabir ziyâreti yapacaklardı.
Bir kabrin başında oturdu.
İçeriye teveccüh eyledi.
Merak etmişti.
Nîmet mi var acabâ?
Yoksa azap mı?
Bunu anlamak istiyordu.
Hak teâlâ lütfetti.
Kaldırdı gözünden perdeyi.
Böylece kalp gözüyle gördü kabirdeki ölünün hâlini.
Azap vardı kabirde.
Talebelerine;
“Bu kabir, büyük günah işleyen bir kadına âit. Şu anda kabrinde cehennem ateşi var. Ama kendisi îmânlı mı, değil mi, o belli değil” buyurdu.
Gençler merak etti.
Zîra üzülmüşlerdi.
Mübârek zât;
“Benim, önceden okuduğum yetmiş bin ‘Kelime-i tevhîd’ var. Bunun sevâbını bu kadının rûhuna bağışlıyorum. Îmânı varsa tesirini gösterir” buyurdu
Tekrar teveccüh etti
Bu defâ sevinçliydi...
Gençlere dönüp;
“Elhamdülillah îmânı varmış. Zîra Kelime-i tevhîd tesirini gösterdi ve Hak teâlâ günahlarını affetti” buyurdu.
Gençler sordular:
“Azâbı kalktı mı efendim?”
“Evet, azaptan kurtulup büyük sevince gark oldu kadıncağız” buyurdu.
.
“Vallâhi o zât sensin!”
29 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :29 Nisan 2024 00:18
Kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine;
Resûlullah Efendimiz bir gün bir kabîleye vardı.
Yahûdîler toplanmış.
Tevrat okuyorlardı.
Resûlullah gelince okumayı kestiler.
Efendimiz sordu:
“Niçin sustunuz?”
Kimseden ses çıkmadı.
Nûr yüzlü bir “ihtiyar” kalktı:
“Ben söyleyeyim mi?”
“Peki sen söyle.”
Arz etti ki:
“Tevrat'ta âhir zaman peygamberinin üstün vasıflarını okuyorlardı. Siz gelince sustular.”
Efendimiz;
“Peki, kaldıkları yerden sen oku!” buyurdular.
İhtiyar okumaya başladı.
Okurken Resûlullah’ı süzüyordu gizlice. O sayfayı bitirince artık dayanamadı.
Sevgiyle bakıp:
“Vallâhi o zât sensin!” dedi.
Ve okudu şehâdeti.
Rûhunu teslim etti.
Ne güzel son!..
● ● ●
Bu büyük velîye bâzı gençler;
“Efendim, Ehl-i Sünnet bir Müslüman, cehenneme girecek mi acabâ?” diye sordular.
Cevâbında;
“Eğer günahları çok ve bunlar tövbe ve istiğfâr ile veyâ şefâat ile affolunmadı ise, bu günahları kadar cehennemde yanması câizdir” buyurdu.
.
Şehit olmak isterim!"
1 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :1 Mayıs 2024 00:44
Büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin vefâtı yaklaştı.
İnsanlar akın akın sohbetine geliyordu o günlerde.
Bir talebesi geldi.
Ve huzûruna girip;
“Efendim, izin verirseniz köyüme gitmek istiyorum” dedi.
Büyük velî ona baktı.
“Selâmetle git... Bir daha görüşemeyiz” buyurdu.
Bu sözü duydular.
Ve çok ağladılar!
Vefâtı iyice yaklaşmıştı.
Talebeyi son defâ topladı.
“Kalbimden her neyi geçirdim ve hangi nîmete kavuşmak istedimse Hak teâlâ hepsini ihsân etti, beni, her arzuma kavuşturdu. Ama biri hâriç” buyurdu.
Gençler merak etti...
Ve hemen sordular:
“O nedir efendim?”
“Şehitlik” buyurdu. “Şimdi en büyük arzum, şehitlik rütbesine kavuşmaktır. Ama yaşlandım. Vücûdüm zayıf düştü... Cihad edecek gücüm kalmadı. Nasıl şehit olabilirim?” buyurdu.
1781 mîlâdî senesiydi.
Muharrem’in yedinci gecesi...
Evinin önü bâzı kişilerle doldu.
Onları kimse tanımıyordu.
Bunlardan üçü içeri girdi.
Bunlar Moğol kâfiriydi.
“Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?” diye sordular.
“Evet benim” buyurdu.
O anda hücûm ettiler!
Ve hâince hançerlediler.
Mübârek zât üç gün yattı.
Sonra vefât etti.
Kavuştu özlediği “şehitlik” rütbesine.
.
En sevinçli haber!..
2 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :2 Mayıs 2024 00:39
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, üstâdı Seyyid Nûr’dan feyiz alarak tasavvufun en yüksek zirvesine yükseldi.
Bir gece rüyâsında;
“Ey Mazhar! Seninle yapacak çok işimiz var” denildi kendisine.
Bunu merak etti...
Ve düşündü ki;
"Ne gibi bir iş bu?"
Böyle düşünürken “İnsanların hidâyete kavuşmaları, senin vâsıtanla olacak!” dediler.
Hocası onu çok severdi.
Bir gün kendisine bakıp;
“Ey Mazhar! Senin Allah ve Resûlüne karşı çok muhabbetin var. Bu din, senin vâsıtanla yayılacak. Bunun için sana ‘Dînin Güneşi’ lâkabını münâsip görüyorum” buyurdu.
● ● ●
Bir gün yine üstâdı, tevâzu göstererek eğilip bu talebesinin pabucunu önüne çevirdi.
Ona sevgiyle bakıp;
“Ey Mazhar! Senin gibilerle iftihar ediyoruz” dedi.
Yine bir gün de;
“Cenâb-ı Hak, senin gibi kullarını çoğaltsın” buyurdu.
● ● ●
Bu zat bir sohbetinde;
“Bir kimsenin îmân ile öleceği, son nefeste belli olur. Bir kişi bu devlete kavuşunca Allahü teâlânın ihsânları başlar” buyurdu.
Sordular:
“Nasıl ihsân efendim?”
“O şanslı kula Azrâil aleyhisselâm gelir ve; ‘Korkma, Rabbimizin huzûruna gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!’ der. Ona, bundan daha sevinçli bir haber olmaz” buyurdu
.
"Mazhar'ın selâmı var!"
3 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :3 Mayıs 2024 01:10
Kabr-i şerîfi Delhi’de bulunan Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri; İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok severdi.
Bir gün bir dostu, Serhend'e gidiyordu. Sordu ona:
“Serhend’e niçin gidiyorsun?”
“İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek kabr-i şerîfini ziyâret edeceğim” dedi.
Ona ricâ etti ki:
“Oraya varınca ‘Mazhar'ın size selâmları var’ der misin?”
O kimse;
“Başüstüne, söylerim” dedi.
Ve çıkıp Serhend'e vardı.
Kabr-i şerîfe geldi.
Edeple ziyâret etti.
Ve “Efendim, sizi seven bir kimse size selâm gönderdi” diye arz etti.
O anda bir “ses” duydu...
Kabirden geliyordu...
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kendi mübârek sesiyle cevap verip “O, hangi âşığımızdır bize selâm gönderen?” diye soruyordu.
Hemen arz etti ki:
“Mazhar-ı Cân-ı Cânân’dır efendim.”
Yine aynı “sesi” duydu.
Kabirden geliyordu ve;
“Aleyküm selâm!” diyordu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Cennete gitmenin yolu nedir efendim?” diye sordular.
Cevap verdi ki:
“Resûlullah’a uymaktır.”
“Îmânın esâsı nedir?”
“Resûlullah’ı sevmektir. Şaşıyorum şu insanlara ki, olur olmaz kişilere muhabbet besliyorlar da Peygamber Efendimizi sevmeyi o kadar benimsemiyorlar” buyurdu.
.
"Ömrünü hebâ etme!..”
4 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :4 Mayıs 2024 00:23
Büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri henüz çocukken hidâyet nurları parlıyordu alnında.
Ne zaman Ebû Bekr-i Sıddîk'ın ismini ansaydı, o anda karşısında görürdü kendisini.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini düşünse onun rûhâniyeti gelirdi karşısına.
Babası çok severdi onu.
Bir gün ona bakıp;
“Ey oğlum! Sen dünyâya gelince ben dünyâdan soğudum” dedi.
On altı yaşındaydı...
Babası birden hastalandı.
Bu, ölüm hastalığıydı.
Günleri sayılıydı.
Oğluna döndü ve
“Ey oğlum! Ömrünü boş şeylerle hebâ etme” diye vasiyet etti.
O da cevâben;
“Başüstüne” dedi.
Allah dostlarını buldu.
Ve sohbetlerine devam etti.
Akrabâları mâni oldular.
“Sen ne yapıyorsun? Ecdâdın mevkî sâhibi kimselerdi. Biz, senin de mevkî makam sâhibi olmanı istiyoruz” dediler.
Hoşuna gitmedi bu sözler.
O gece bir rüyâ gördü.
Bir velî zât geldi yanına.
Ona şefkatle baktı.
Ve “Sen akrabâlarına bakma! Bu dünyâ vefâsızdır. Sen âhirete yönel. İnsan, cam parçasıyla, elması değişir mi?” buyurdu.
Sabah uyandı...
Kalbine baktı.
Mevkî makam sevgisinin tamâmen silinip gitmiş olduğunu gördü. Dünyâyı bir tarafa bırakarak kendisini yetiştirecek bir "mürşit" aramaya başladı...
.
Gâipten gelen sofra!..
5 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :5 Mayıs 2024 01:14
Büyük velî Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, bir gün bâzı talebeleriyle yolculuğa çıktılar.
Bir miktar gittiler.
Yorulup acıktılar.
Ama çok yolları vardı daha.
Yanlarında yiyecek de kalmamıştı.
Ayrıca etrâfta bir ev de yoktu misâfir olmak için.
Hiç tâkatleri kalmadı.
Güçlükle yürüyorlardı.
Bu iş nereye varacaktı?
Talebeler;
"Acabâ hocamız bu hususta ne düşünüyor?" diye, merak etmeye başlamışlardı.
Büyük velî sezdi bunu.
Anladı düşüncelerini.
Ve el kaldırıp;
"Yâ Rabbî! Bize sonsuz hazînenden yiyecek gönder!" diye duâ etti.
Yalvardı Rabbine.
Duâsı kabul oldu.
Şöyle ki;
Bir “sofra” geldi önlerine.
Üstünde yemekler vardı.
Çeşit çeşit, tâze ve nefis.
Âfiyetle yediler...
Yollarına devam ettiler.
Ancak az sonra yine acıktılar.
Büyük velî duâ etti...
Bir sofra daha geldi.
Yiyip doydular.
Velhâsıl yolculuk boyunca ne zaman acıksalar, önlerine gâipten bir mükellef “sofra” gelirdi.
Yiyip devam ederlerdi yollarına.
Bunları yaratan Allahü teâlâdır ki, böyle hârikulâde işlere "kerâmet" denir.
O, her şeye kâdirdir.
.
Mazhar'ın verdiği müjde doğrudur”
6 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :6 Mayıs 2024 00:23
Evliyânın büyüklerinden Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, zaman zaman talebelerine ve bir kısım insanlara bâzı müjdeler verirdi.
Buyurduğu şeyler de, aynen gerçekleşirdi.
Ancak bâzıları vardı.
İnanmazdı bu velîye.
Yalanlarlardı bu büyük zâtı.
Bir gün bir “müjde” verdi yine.
Bâzıları yine inanmadılar.
Ve kendisine;
“Bu söylediğin şey imkânsız” dediler.
Büyük velî üzüldü!
Ve o kimselere;
“Eğer inanmıyorsanız önceki velîlerden bir hakem seçelim. Bizim sözlerimizi o velî doğrulasın” buyurdu.
Onlar kabul ettiler.
Ve bu velîye dönüp;
“En büyük hakem, Resûlullah’tır. O seni tasdîk ederse, doğrularsa biz de inanırız” dediler.
Mübârek zât;
“Pekâlâ” buyurdu.
Ve bir “Fâtiha-i şerîfe” okuyup gönderdi Peygamber-i zîşânın mübârek rûhuna.
O an fevkalâde bir şey oldu...
Resûl-i ekrem tecessüm etti.
Ordakilere göründü...
Ve kendi sesleriyle;
“Evet, Mazhar'ın müjdeleri doğrudur” buyurdu.
Eh, bahâneleri kalmamıştı.
Gözleriyle görmüşlerdi.
Kulaklarıyla işitmişlerdi.
Çok mahcup oldular!
Elini öpüp, “talebesi” olmakla şereflendiler.
.
“Ne olur, kusurumu affet!”
7 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :7 Mayıs 2024 00:39
7 Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
Bir gün talebeyle sohbet ediyordu ki, bir “ihtiyar” geldi huzûruna.
Ancak bozuk birisiydi.
İnanmıyordu bu zâta.
Talebe arasına geldi.
Bu velîyi kastederek;
“Bu hocanın hâlleri rahmânî mi, yoksa şeytânî midir?” deyiverdi.
Gençler bunu duydular.
Müteessir oldular.
Büyük velî de üzülmüştü!
Hiddetle ona döndü.
Ve sert bir “nazar” etti!
O anda yere yıkıldı adam!
Ve çırpınmaya başladı!
Anlamıştı sert kayaya çarptığını.
Yerde çırpınırken;
“Ne olur, Allah için kusûrumu affedin” diyordu.
Mübârek, merhamet etti yine.
Elini uzatıp kaldırdı onu yerden.
Hiçbir şey olmamıştı sanki...
Adam, ellerine kapanıp “talebesi” olmakla şereflendi...
● ● ●
Bu zât bir gün sohbetinde;
“Ehl-i sünnet âlimlerini ve evliyâları seven ve İslâm’a hizmet eden bir mümin, çok şanslıdır. Çünkü bir hadîs-i şerîfte; ‘Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehit sevâbı vardır’ buyuruldu” diye nakletti.
Dinleyenler;
“Bu müjdeye nasıl kavuşulur efendim?” diye sordular.
Büyük velî cevâben;
“Bunun için Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını dağıtarak, hediye ederek veyâ satarak İslâmiyeti yaymaya çalışmak lâzımdır” buyurdu.
.
“Fakirlik nedir efendim?”
8 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :8 Mayıs 2024 00:30
Evliyânın büyüklerinden olan ve İstanbul'da medfun bulunan Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, bir gün sevdiklerine şunu anlattı:
Mahşer günü birtakım insanlar Arş'ın altında gölgelenirler. Onlar için azap korkusu yoktur.
Diğer ümmetler onları görünce meleklere sorarlar:
“Bunlar peygamber midir?”
“Hayır.”
“‘Evliyâ mıdır?’’
“Hayır.’’
‘‘Peki, kimdir bunlar?’’
“Onlar ne peygamberdir, ne de evliyâ. Onlar, âhir zamanda gelen bir ümmettir.”
“Peki, husûsiyeti nedir onların?”
“Onlar birbirlerini sırf Allah için severler.”
● ● ●
Bir gün bâzı gençler;
“Efendim, hakîkî bir Müslüman nasıl olur?” diye sordular.
Onlara cevâben;
“Hakîkî Müslüman; her şeyden önce tam ve mükemmel bir insandır... Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Zîra Resûlullah Efendimiz; ‘Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmiştir’ buyuruyor” diye cevap verdi.
● ● ●
Bir gün de bu zâta; “Fakirlik nedir efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Fakirlik, herkesten ümîdini kesmek ve her ihtiyâcını Rabbinden istemektir” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Yâni bir Müslüman ne kadar sıkıntıda olsa, yine de hiçbir işini âciz kullara arz etmemelidir.”
.
"İnsanların arasında bulun!"
9 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :9 Mayıs 2024 00:27
Hindistan evliyâsından Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri zamânında Nasîrüddîn-i Mahmud" adında biri vardı ki, küçük yaşta kaybetmişti babasını.
Annesi ilgilendi onun yetişmesiyle.
Derken Nizâmeddîn Evliyâ’yı gördü.
Ve açıldı kalp gözü. Zîra o, tek bir “nazar” etmişti.
Hem acıyarak.
Ve bir kerecik.
İşte ne olduysa o anda oldu. O nazarla kiri pası temizlendi kalbinin.
Dünyâ muhabbeti çıktı.
"Allah sevgisi" girdi.
Hâlbuki daha önce kırk üç sene uğraşmış, yine de maksadına ulaşamamıştı.
Zîra sırf ilimle olmuyordu bu iş. Bir “Allah adamı”na ihtiyaç vardı.
Onlarsız olmuyordu.
O da “hocasını” buldu.
Kalbi nurlarla doldu.
Nasîrüddîn-i Mahmud, bir süre sonra üstâdından izin alıp memleketine geldi yine. Lâkin hayranlarının çokluğundan, günlük vazîfelerini yapamaz oldu.
Tekrar üstâdına geldi.
Ve huzûruna çıkıp;
“Efendim, izniniz olursa insanlardan ayrılıp uzlete çekilmeyi düşünüyor, tenhâda, ibâdetle vakit geçirmek istiyorum” diye arz etti.
Büyük velî, ona;
“Hayır, buna iznim yoktur. Sakın insanlardan ayrılıp uzlet etme! Zîra insanlar arasında bulunup onlara hizmet etmen, tenhâda yapacağın ibâdetten kat kat kıymetlidir” buyurdu.
.
İmânla şereflenen râhip...
10 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :10 Mayıs 2024 00:38
Saîd bin Cübeyr hazretleri, Kûfe'de yetişen müctehid imâmlardan olup, kabr-i şerîfi Vâsıt şehrindedir.
Meşhur Haccac;
“Saîd bin Cübeyr'i acele bulup bana getirin!” diye emretti.
Maksadı, öldürmekti!
Adamları aramaya çıktılar.
Onu secdede buldular.
Ve emri bildirdiler.
Cevâben “peki” dedi.
Sonra yola koyuldular.
Nihâyet akşam oldu.
Geceyi bir kilisede geçirmek istediklerinde; “Siz girin! Ben dışarıda sabahlarım” dedi.
Kilisenin râhibi;
“Vahşî hayvanlar seni parçalar!” dediyse de, “Ben hiç kimseye zarar vermedim. Onlar da bana dokunmazlar” buyurdu.
Gece yarısı oldu.
Vahşî hayvanlar geldiler. Bu zâtın etrâfında halka olup edeple oturdular.
Râhip bunu gördü.
İmânla şereflendi...
Velhâsıl onu Haccac'ın huzûruna çıkardılar.
“Öldürün!” dedi.
O, İki rekât namaz kılıp; “Yâ Rabbî! Benden sonra Haccac'ı kimseye musallat etme” diye yalvardı.
Haccac emretti.
Başını vurdular.
O anda "Lâ ilâhe illallah!" sedâsı yankılandı. Haccac, o günden sonra hiç uyuyamıyordu.
Sebebini sordular.
“Saîd uyutmuyor” dedi.
Ve çok geçmeden öldü!
Evet, duâ kabul olmuş, Haccac, ondan başkasını öldüremeden ölüp gitmişti.
.
Gece gündüz ağlayan zat!..
11 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :11 Mayıs 2024 00:49
Saîd bin Cübeyr hazretleri, Kûfe'de yetişen müctehid imâmlardan olup, kabr-i şerîfi Vâsıt şehrindedir.
İlmiyle âmil idi.
Günahlarını düşünürdü.
Gece gündüz ağlardı!
Çok ağlamasından, gözlerinin görmesi azalmıştı... Gece Kur’ân-ı kerîm okurken bir azap âyetine rastlasa onu tekrar tekrar okur, hıçkıra hıçkıra ağlardı!
Bir gece kalktı.
Namaz kıldı ve;
“Ey mücrimler! Bugün sevdiklerimden ayrılınız” âyet-i kerîmesini okudu...
Sabaha kadar ağladı!
● ● ●
Bir gün ona sordular:
“Zikir nedir efendim?”
Cevâben; “Zikir, İslâmiyete uymaktır” buyurdu.
Ve açıkladı:
“Yâni İslâmiyete tam uyan bir kimsenin her hareketi zikirdir. Eğer böyle değilse, eline tesbîh alıp, binlerce “Allah, Allah, Allah” dese de zikretmiş sayılmaz.”
Çok ibâdet yapardı.
“Allah korkusundan” ağlardı!
Öyle ki; gözyaşları iz yapmıştı yüzünde!
Bir gün sohbet ediyordu...
Bir ara cemaate;
“Günahları, büyük küçük diye ayırmayın. Zîra günâhın küçüğü de büyüktür” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bâzı gençlere;
“Bütün velîler ve peygamberler ömürlerini insanlara hizmette geçirmişlerdir. Siz de öyle yapın!” buyurdu.
.
"Seni Rum'a saldım!"
12 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :12 Mayıs 2024 00:33
Sarı Saltuk Dede, İznik ilinin mânevî kumandanlarından olup, kabr-i şerîfi, İznik'te, Lefke kapısı dışındadır. Ahmed Yesevî hazretlerinin yetiştirdiği Hak âşıklarındandır bu zât.
Mücâhit Gâzidir.
Bir kumandandır.
Hocası çağırdı bir gün:
“Saltuk Mehmed'im!..”
Koşup geldi hemen:
“Emredin hocam.”
Ona sevgiyle baktı.
Ve kendisine “Seni Rum diyarına saldım. Var git, o diyârda hizmet et İslâm’a. Nâmın kıyâmete kadar unutulmasın!” buyurdu.
Sarı Saltuk;
“Başüstüne” dedi.
Ve başladı hizmete.
Gerçekten de nice asırlar geçti.
"Sarı Saltuk" yine unutulmadı.
Bu Allah adamlarının ağzından bir söz çıkmayagörsün.
Mutlaka yerini bulur.
Rabbimiz mahcup etmez onları.
İşte Sarı Saltuk, emri aldı.
Askeriyle düştü yola...
Ve Anadolu’ya vardı.
Efendimizi gördü rüyâda.
Edeple yanına yaklaştı.
Resûlullah Efendimiz, ona şefkatle bakıp;
“Edirne’yi fethet. O yeri koma düşmana!” buyurdu
Emir, büyük yerdendi.
“Başüstüne” dedi.
Onu ve askerini durdurabilene aşk olsun artık.
Rumeli'ye geçti.
Ve fetih gerçekleşti.
.
Bu sır, aramızda kalsın!”
13 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :13 Mayıs 2024 00:28
Kuzey Afrika’da hizmete başlayan evliyânın büyüğü Ahmed-es Senûsî hazretlerine komşu bir genç vardı ki, gününü gün eden, nefsinin esiri bir kimse idi.
Habersizdi İslâmiyetten.
Bir gece rüyâ gördü.
Yaşlıca bir zât geldi.
Ve ona seslendi ki:
“Kalk yâ filân!.. Abdestini al ve namazını kıl.”
Baktı o seslenen kişiye.
Nûr yüzlü birisiydi.
Çok da sevimliydi.
İtiraz edemedi.
Fırlayıp kalktı hemen.
Ve arz etti peşinden:
“Ama ben, abdest namaz bilmem ki, efendim.”
Bu zât, şefkatle;
“Ben öğretirim” dedi.
Ve bir güzel öğretti ikisini de.
Genç, abdestini aldı.
Namazını da kıldı.
Ve uykudan uyandı...
Baktı ki, sabah ezânları okunuyor.
“Ok gibi” fırladı yatağından.
Ne yapacağını biliyordu.
Acele abdest alıp koştu câmiye.
Mihrapta, nûr yüzlü bir “hoca” vardı.
Çok da sevimliydi.
Dikkatle baktı.
Fakat o da ne?!.
Bu kişi, o zâttı.
Rüyâda görünüp kendisine abdest ve namazı öğreten zât.
Göz göze geldiler bir an.
Gayriihtiyârî heyecânlandı!
Ve sevinçle koştu yanına.
“Sizdiniz!” dedi
Senûsî hazretleri, kulağına eğilip;
“İfşâ etme, sır kalsın aramızda!” buyurdu...
.
Nefis nasıl kırılır?"
14 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :14 Mayıs 2024 00:32
Kuzey Afrika’daki evliyânın büyüklerinden Ahmed-es Senûsî hazretlerinin talebesinden birkaçı, bir gün huzûruna gelip;
“Hocam! Filân yerde bir büyük zât var... Fazîlet ve kerâmet sâhibi bir velî olduğunu söylüyorlar. Ziyâretine gidelim mi?” dediler.
“Olur, gidelim” buyurdu.
Ve kalkıp birlikte gittiler.
O beldeye vardıkları anda o kişi de karşıdan onlara doğru geliyordu... Gençler onu gösterip;
“İşte o zât, bize doğru geliyor efendim” dediler.
Mübârek zât dönüp baktı.
O da o anda yere tükürdü.
Hem de kıbleye doğru.
Büyük velî onu gördü.
Ve o gençlere;
“Geri dönüyoruz!” buyurdu.
Talebeler şaşırdılar!
Ve sordular ki:
“Görüşmeyecek miyiz?”
“Lüzum yok.”
“Neden hocam?”
“O kişi evliyâ olamaz. Çünkü Allah'ın evliyâsı, en ufak bir edepsizliği bile yapmaz. O ise kıbleye karşı tükürdü” dedi.
● ● ●
Bu zat bir sohbetinde;
“İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Dînin her bir emrinde bu nefsi kırmak vardır” buyurdu.
Sordular:
“Nefis nasıl kırılır efendim?”
Cevâben;
“İstişâre edin, nefis, istişâre etmek, fikir sormak istemez. ‘Ben de biliyorum’ der. Yolda bir mümine rastlarsanız önce siz selâm verin. Müsâfaha ederken önce siz uzatın elinizi. Kırıldığınız kimseden önce siz özür dileyin. Bunlar da nefsi kırar” buyurdu.
.
Bir zenginin teklifi!..
15 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :15 Mayıs 2024 00:17
Belh şehrinde yaşayan Şakîk-i Belhî hazretlerinin huzûruna, çok zengin biri geldi bir gün.
Ve edeple arz etti:
“Efendim bir istirhamım olacak.”
“Buyur kardeşim.”
“Estağfirullah. Mâlumunuz, benim bir hayli malım var.”
“Evet, biliyorum.”
“Sizinse pek yok efendim.”
“Evet, öyle.”
“İzninizle, zât-ı âlinizin her ihtiyâcını ben karşılayayım. Bu arada duânızı da almış olurum.
Hazret-i Şakîk;
“Olabilir. Ama bana bu hususta garanti vermelisin” buyurdu.
Adam sordu:
“Nasıl bir garanti hocam?”
“Bak kardeşim!.. Bugün için malın çok. Ama bana verince azalırsa, veyâ hırsız gelip bütün malını çalarsa, yâhut ileride bir hatâmı görüp bu fikrinden vazgeçersen, veyâ ölürsen, o zaman ne olacak? Bütün bu hususlarda bana temînat vermelisin” buyurdu.
Zengin şaşırmıştı!..
Bir şey diyemedi.
Hazret-i Şakîk;
“Şu an benim rızkımı öyle kerîm bir zât veriyor ki, bütün bu hususlarda bana kefîldir. Her canlının rızkını O verir. Yine de hazînesinde hiç eksilme olmaz. Kullarının günahları sebebiyle rızıklarını kesmez. Ve hiç ölmez ve vaadinden dönmez” buyurdu.
Böyle yöyledi.
Ve sordu ona:
“Şimdi söyle. Böyle bir 'Sâhib’im varken Onu bırakıp da başkasına gitmekliğim kulluğa yakışır mı?”
Zengin, özür diledi.
Ve elini öpüp ayrıldı huzurdan.
.
Bakıyorum neşelisin!"
16 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :16 Mayıs 2024 00:30
Belh şehrinde yaşıyan büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, gençliğinde ticâret yapıyordu.
Bir ara kıtlık oldu…
Bu, büyük dert oldu insanlara.
Suratlar asıktı.
Kimse gülmüyordu.
Bir gün bir köle gördü.
Neşeliydi ve gülüyordu.
Yaklaşıp sordu:
“Bakıyorum neşelisin.”
“Evet, elhamdülillah.”
“Bu kıtlıkta herkesin suratı asıkken sen neşelisin. Nedir bunun hikmeti?”
Köle dedi ki:
“Benim, zengin bir efendim var. Hem merhametli ve çok cömerttir. Kıtlığı niye dert edeyim?”
O, bu cevâbı aldı.
Ona hayran kaldı.
Ve içinden “Amân yâ Rabbî! O, bir kula güvenip böyle rahat ediyor, benimse Rabbime, o kadarcık bir tevekkülüm yoktur” dedi.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine;
“Ben, Rabbimden tek bir şey istiyorum!” buyurdu.
“O nedir?” dediler.
“Ona, hiç gıybet etmemiş bir kul olarak kavuşmak istiyorum. Çünkü gıybet, ‘kul hakkı’na girer. Kıyâmet gününde hiç kimse beni böyle bir şey için arasın istemiyorum” buyurdu.
Sordular:
“Bunun için ne yapmalıyız?”
Buyurdu ki:
“Dünyâdayken helâlleşin!”
“Ya helâl etmezse?”
“Ne yapıp edin, o helâlliği alın, yoksa âhirette çâresi bulunmaz” buyurdu.
.
"İmân et ki, kurtulasın!"
17 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :17 Mayıs 2024 01:22
Belh şehrinde yaşayan büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, önceleri gençlerin reîsiydi...
Bir gün bir tapınağa girdi...
Burası Mecûsîlere âitti.
İçeride ateşe tapınan bir genç gördü.
Yanına yaklaşıp;
“Buna niçin tapıyorsun? Allah’a îmân et ki, cehennemde yanmaktan kurtulasın!” dedi
Genç, ayağa kalktı.
Ve ona bir “tokat” attı!
Hazret-i Şakîk üzüldü!
Çok ağlayıp tövbe etti!
Ve aynı gün çıktı Belh'ten.
Yıllar sonra, büyük bir “âlim” ve “velî” olarak geri döndü. O tapınağa geldi yine. İçeride yaşlı biri vardı.
Ateşe tapınıyordu.
Yanına yaklaştı.
Ve ona dedi ki:
“Allah’a îmân et ki, cehennemde yanmaktan kurtulasın.”
İhtiyar itiraz etmedi.
“Peki, olur” dedi.
Ve "şehâdeti" getirdi.
Müslüman oldu...
Hazret-i Şakîk sordu:
“Yıllar önce burada bir genç vardı. O yaşıyor mu acabâ?”
“Evet yaşıyor” dedi.
Ve tanıttı kendisini:
“İşte o genç, benim.”
Hazret-i Şakîk şaşırdı!
“Sen misin?.. Nasıl olur, o zaman da Müslüman olmanı teklîf etmiştim, ama îmân etmemiştin, şimdiyse îman ettin, acabâ sebep nedir?”
İhtiyar, cevâben;
“O zamanki sözün bana hiç tesir etmemişti. Ama şimdi, kalbime işledi” dedi.
.
"Bana nasîhat eder misiniz?"
18 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :18 Mayıs 2024 00:23
Şakîk-i Belhî hazretleri, Allah adamlarındandır. Hârun Reşid, ne zaman sıkılsa bu zâta gider, nasîhatleriyle ferahlarmış.
Bir gün yine gider.
Ve çalar kapısını;
“Selâmün aleyküm Efendi Baba.”
“Aleyküm selâm evlât.”
Oturur, sohbet ederler.
Bir ara büyük velî sorar:
“Ey halîfe! Farz et ki, bir çölde yalnız kaldın. Çok susadın, ama içmek için bir damla suyun yok... Susuzluktan ölecek hâle geldin. O sırada biri gelse ve elinde bir testi serin su olsa, o su için senden servetinin yarısını istese verir misin?”
Halîfe cevâben;
“Elbette veririm, ben ölürken serveti ne yapayım?” der.
Mübârek, “peki” der.
Ve şunu suâl eder:
“O suyu içtin ve kandın. Ölümden de kurtuldun. Ama bu sefer o suyu dışarı atamıyorsun. Sancıdan kıvranıyorsun hattâ neredeyse öleceksin. Bu defâ da bir başkası gelse ve seni bu dertten kurtaracağını söyleyip karşılığında servetinin diğer yarısını istese verir misin?”
Halîfe düşünür.
Cevap verir ki;
“Tabii, seve seve veririm, ben ölürken servetin lâfı mı olur.”
Büyük velî dinler.
Ve şöyle buyurur:
“Ey Hârun! Senin bütün servetinin değeri, bir içimlik su kadarmış. Bununla övünmeye değer mi?”
Halîfe, ona cevâben;
“Değmez efendim" der.
Çok duygulanmıştır!
Elini öpüp huzurdan ayrılır...
.
"Önce dînimi öğrenmeliyim!"
19 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :19 Mayıs 2024 00:16
Büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, gençliğinde tüccarlık yapardı.
Mal almaya Türkistan'a gitti.
Bir puthâne görüp içeri girdi...
Birine yaklaşıp sordu:
“Ne yapıyorsun böyle?”
“İbâdet yapıyorum.”
“Bu putun, ne kendine faydası olur, ne de sana. Hâlbuki seni yaratan bir İlâh var ki, Ona tapsan, her türlü murâdına kavuşursun. O hakîkî İlâh, Allahü teâlâdır” dedi.
Putperest sordu:
“Peki, sen niçin yurdundan çıkıp da buralara geldin?”
“Rızık için.”
“Bahsettiğin o Allah sana rızık vermiyor muydu?”
“Veriyordu.”
“O rızık verirken niçin buralara kadar geldin, Ona güvenin yok mu?”
Büyük velî düşündü...
Ve haklı buldu onu.
Ayrılıp, Belh'e döndü.
Yolda bir ateşpereste rastladı.
Mecûsî, sordu kendisine:
“Türkistan'a niçin geldin?”
“Rızık için.”
“Nereden geliyorsun?”
“Belh şehrinden.”
“Rızık için Belh'ten kalkıp da tâ Türkistan'a gelinir mi? O rızık, senin için ayrılmıştır. O seni bulur” dedi.
Bu sözleri de beğendi.
Âhirete çevirdi yüzünü.
Kendi kendine;
"Bana, önce âhiret ticâreti lâzım. Önce dînimi öğrenmeliyim" diye düşündü...
İslâm ilimlerini öğrendi önce.
Çalışıp büyük bir “evliyâ” oldu ve kararmış gönülleri îmân nûruyla doldurdu
.
Geçimin nasıldır?"
20 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :20 Mayıs 2024 00:33
Belh şehrinde yaşayan büyük velî Şakîk-i Belhî hazretleri, Mekke'ye gitmişti bir zaman.
Biri onu tanıyıp;
“Efendim, bana nasîhat eder misiniz?” diye ricâ etti.
Büyük velî sordu ona:
“Geçimin nasıldır, yiyecek bir şey bulamazsan ne yaparsın?”
Adam cevâbında;
“Bir şey bulunca şükrediyor, bulamayınca sabrediyorum” dedi.
Büyük velî;
“Belh'in köpekleri de öyle yaparlar. Bir şey bulunca yer, bulamayınca sabrederler” buyurdu.
Adam şaşırdı.
Ve sordu ki:
“Peki efendim siz ne yaparsınız?”
Buyurdu ki:
“Biz, elimize bir şey geçerse onu bir din kardeşimize veririz. Geçmezse hiç üzülmez, Rabbimize şükrederiz.”
Bu cevâbı işitti.
Çok hoşuna gitti.
Ve boynuna sarılarak “Efendim, vallâhi siz çok mübârek bir zâtsınız, Hak teâlâ feyzinizi arttırsın” dedi.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine "Âhireti görsem de îmânımda ve ibâdetlerimde bir artma olmaz” buyurdu.
Geceleri uyumazdı.
Bunu bilen kişiler;
"Efendim, niçin uyumuyorsunuz?" diye sordular.
Cevâbında;
“Cehennemin harâreti uykumu kaçırıyor. Cehennem, yakmak için insan beklerken rahat uyuyanlara şaşıyorum" buyurdu.
.
Üç suâle, tek cevap!..
21 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :21 Mayıs 2024 00:16
Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir grup felsefeci geldi bir gün.
Bir tânesi;
“Size üç suâlimiz var” dedi.
Birincisi;
“Allah vardır, görünmez” diyorsunuz. Görünmeyen şeye nasıl inanıyorsunuz?
İkincisi;
“Şeytan ateşten yaratıldı” dersiniz. Sonra da ateşte yanacağını söylersiniz. Hiç ateş, ateşi yakar mı?”
Üçüncüsü;
“İslâm’da kul hakkı var” dersiniz. Bırakın herkesi kendi hâline. Canları ne isterse yapsınlar.
O esnâda Mübâreğin önünde bir “kerpiç” vardı. Onu aldı.
Adamın başına çaldı.
O da gidip kadıya şikâyet etti. Kadı, bu zâtı çağırıp sordu:
“Sen bu adama niçin vurdun?”
Dedi ki:
“Üç suâline tek cevap verdim. Birincisi; Bu adam ‘Görünmeyen Allah’a nasıl inanıyorsunuz?’ dedi, ben de cevâben kerpiçle başına vurdum. Başının acısını göstersin bize.
İkincisi;
Bu adam ‘Şeytan, ateş cinsinden olunca cehennem ateşinden müteessir olmaz’ diyor. Hâlbuki kendisi de topraktan yaratıldı. Bu ‘kerpiç’ten niçin müteessir oldu?”
Üçüncüsü;
Bu kişi, ‘Âhirette hesap falan yok... Bırakın, kim ne isterse yapsın’ diyor. Mâdem öyle, benim canım ona vurmak istedi ve vurdum. Niçin size şikâyet ediyor?”
Felsefeci cevap veremedi.
Ve îmânla şereflendi...
.
Çok sevilen bir talebe...
22 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :22 Mayıs 2024 00:23
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, bir talebesini diğerlerinden daha çok seviyordu.
Öbürleri merak ederdi.
Kendi aralarında “Hocamız onu bizden çok seviyor. Acabâ ne hikmeti var?" diyorlardı.
Hocaları bunu sezdi.
Ve onları bir gün aldı.
Dicle kenarına götürdü. Maksadı, onu niçin çok sevdiğini anlatmaktı diğerlerine. O sevdiği talebe, sohbetin tesiriyle aşka geldi ve “Allaah!” diye bağırdı birden...
Gayriihtiyârî bağırmıştı.
Ama onlar beğenmedi.
Kalplerinden "Gösteriş yapıyor. Biz de onun kadar Allah'ı seviyoruz ama biz, onun gibi riyâ yapmıyoruz" diyorlardı.
Hazret-i Şiblî bunu sezdi.
Çağırdı o hâlis talebeyi.
Ve atıverdi Dicle'ye.
Talebeler bunu görüp “Eyvâh, ne olacak şimdi, mutlaka boğulmuştur” dediler.
Bâzıları da;
“Yazık oldu, biz sebep olduk” diye üzülüyorlardı!
Hocalarıysa rahattı.
Hiç üzülmüyordu.
Onlara; “Siz, onun kalbindeki Allah sevgisini bilseydiniz, hakkında böyle düşünmezdiniz. Eğer o bağırması ihlâsla olmuşsa su ona zarar vermez. Riyâ ile bağırdıysa, boğulur” buyurdu.
Gençler kalplerinden;
"Boğuldu mu, boğulmadı mı?" diyorlardı ki, o esnâda delikanlı çıktı o sudan.
Ve oturdu aralarında. Elbisesi hiç ıslanmamıştı. Özür dilediler hocalarından.
.
İbret böyle alınır!
23 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :23 Mayıs 2024 00:25
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, bu yola girmeden önce, çok çalışkan ve âdil bir vâliydi bir şehirde.
Ahâli çok seviyordu onu. Zamânın Sultânı, vazîfesinde gösterdiği başarı sebebiyle kendisine bir “elbise” vermişti mükâfat olarak.
Bunu, özel günlerde giyer, titizlik gösterirdi kirlenmemesi için.
Ancak bir gün geldi.
Kirletti bu elbiseyi.
Buna çok üzüldü!
Ama oldu bir kere. Bâzı “kötü” kişiler hükümdâra giderek;
“Sultânım! Bu vâli, sizin verdiğiniz o kıymetli elbiseyi hor kullandı, üç günde kirletip tanınmaz hâle getirdi” deyip şikâyet ettiler.
Hükümdâr inandı.
Ve çok sinirlenip;
“Öyleyse azlettim onu vâlilikten. Acele yanıma gelsin!” dedi.
Ve bir “fermân” yazdı.
Bu zâta gönderdi...
Ebû Bekr-i Şiblî bu fermânı aldı.
Okuyunca çok üzüldü!
Ama üzülme sebebi başkaydı.
Kendi kendine;
"Hükümdâr da bir kul nihâyet. Bana verdiği bu elbiseyi az bir ihmâlle kirletince nasıl da kızıp azletti beni vâlilikten" dedi.
Yine içinden;
"Sultânların Sultânı olan Cenâb-ı Allah da bize kıymet vererek bu ‘kulluk’ elbisesini giydirdi üstümüze. Biz, çok kıymetli olan bu elbiseyi günahla kirletirsek Rabbimiz de bize cezâ verebilir" diye düşündü...
Ayrıldı vâlilikten.
Kendini ibâdete verdi.
Ve çalışıp “velîler” arasına girdi...
.
Kendisine üstâd arayan genç...
24 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :24 Mayıs 2024 00:23
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, gençliğinde bir üstâd ararken Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini bulup girdi hizmetine.
Aradığını bulmuştu.
Üstâdı da aradığına kavuşmuştu.
Nitekim Ebû Bekr-i Şiblî'yi gördü.
Ondaki kabiliyeti sezdi.
Ve ilk vazîfeyi verdi.
“Git, çıra sat!”
O da cân-ü gönülden;
“Başüstüne efendim” dedi.
Bir sene müddetle çıra sattı.
Sonra üstâdına gelip;
“Bana başka emriniz var mı efendim?” diye sordu.
Büyük velî ona baktı.
İlerlediğini anlayıp;
“Gel, bir sene de yanımda hizmet et” buyurdu.
Ebû Bekr-i Şiblî sevindi...
“Başüstüne” dedi.
Bir yıl da üstâdına hizmet etti.
Bir sene böyle geçti...
Hocası onu çağırıp;
“Ey Şiblî! Hâlin nasıl? Hâlâ kendi nefsinde bir varlık görüyor musun?” diye sordu.
O da cevâben;
“Yüksek himmetinizle nefsim zelîl oldu. Sâyenizde bir hâle geldi ki, kendini başkalarından aslâ üstün görmüyor” diye arz etti.
Büyük velî sevindi...
Ona sevgiyle bakıp;
“Mâdem nefsini zelîl ettin, bu yola girmek için artık ehil olmuşsun. Zîra tasavvufta ilk adım, nefsini hiç görmektir. Kendisinde bir zerre varlık gören bir kimse, bu yolda yükselemez” buyurdu
.
"Bir hadîs-i şerifi rehber edindim!"
25 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :25 Mayıs 2024 01:12
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretlerinin kabr-i şerîfi Bağdat’tadır. Bir gün sevdiklerine;
“Dört yüz hocadan ders okudum. Onlardan, dört bin hadîs-i şerîf öğrendim, bunların arasından bir tânesini seçip ona uydum” buyurdu.
Merak ettiler;
Ve sordular:
“O, hangi hadîs-i şerîf efendim?”
Buyurdu ki:
Bu hadîs-i şerîfte dört nasîhat var. Nasîhatin birincisi;
“Bu dünyâda ne kadar yaşayacaksan, dünyâ işlerine de o kadar zaman ayır.”
İkinci nasîhat;
“Âhirette ne kadar kalacaksan, âhiret işlerine de o kadar gayret eyle.” Ama unutmayın ki, âhirette sonsuz kalınacaktır.
Üçüncü nasîhat;
“Allahü teâlâya ne kadar muhtaç isen, Ona o kadar ibâdet yap!” O’na muhtaç olmadığımız an yoktur.
Dördüncüsü;
“Cehennem ateşine ne kadar dayanabilirsen, o kadar günah işle!” O ateşe bir an dayanılmaz.
● ● ●
Bir gün gencin biri;
“Efendim, Çok günah işliyorum, bu fenâ hâlden kurtulmak için bana ne tavsiye edersiniz?" diye sordu.
Cevâbında;
"Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarını oku. ‘Allah adamları’nın kitâbını okuyanın kalbi nurlanır, temizlenir ve parlar. Böylece günahlar, o kimseye çirkin gelir" buyurdu.
.
Mühim olan, gönüldür...
26 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :26 Mayıs 2024 00:21
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, nefsinin bir tek arzusunu yapmaz, “yaşayan ölü” gibi bulunurdu bu hayatta.
Bir gün yeni elbise giydi.
Ve evden çıktı.
Birazcık dolaştı.
İnsanlara baktı.
Gördü ki; kimin üstünde “kıymetli elbise” varsa herkes onlara kıymet veriyor, eski elbiseli olanları adamdan saymıyorlar.
Bu hâle çok üzüldü!
Oradan eve döndü.
Eski elbisesini giyinip çıktı.
Hanımı seslendi ki:
“Niçin yeni elbiseni çıkardın?”
Cevâben;
“İnsanların hâline baktım, çok üzüldüm! Zîra herkes insanların zâhirine bakıyor, ona göre değer veriyorlar. Hâlbuki Rabbimiz zâhire bakmaz” buyurdu.
Hanımı sordu:
“Neye bakar efendi?”
“Mühim olan; kalptir, gönüldür hanım. Allahü teâlâ kalbe bakar. Kulun niyetine, ihlâsına göre hüküm verir” buyurdu.
Ve sordu ona:
“Kalbi bozuk bir kişi, çok kıymetli bir elbise giyse Hak teâlâ indinde kıymet kazanır mı?”
“Kazanmaz tabii.”
Buyurdu ki:
“Ama kalbi temiz olan, çul giyse Allah katında makbûldür. Zîra Cenâb-ı Allah kalplere nazar eder. Onun için asıl hüner, kalbi ihlâsla süslemektir.”
.
Geçim derdine düştüm efendim!”
27 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :27 Mayıs 2024 00:34
Bağdat evliyâsından Ebû Bekr-i Şiblî hazretlerinin huzûruna bir gün bir kimse geldi.
Ve arz etti ki:
“Efendim sıkıntıdayım.
“Hayrola nedir sıkıntın?”
“Geçim derdine düştüm. Zîra aile efrâdımız kalabalık, ne yapacağımı şaşırmış hâldeyim” dedi.
Buyurdu ki:
“Çâresi kolay.”
Adam sevindi;
“Nasıl kolay efendim?”
“Şöyle ki; Evine döndüğünde dikkat et, aile efrâdının rızıkları Allah'a mı bağlıdır, sana mı? Hangisinin rızkı sana bağlıysa onu çıkar evden. Böylece mevcut azalır, geçiminiz rahatlar” buyurdu.
Adam dinliyordu...
Şöyle devam etti:
“Kimlerin rızkını da Allahü teâlâya bağlı görürsen, onlara dokunma. Seninle alâkalı değil çünkü.”
Adamın hoşuna gitti.
Hattâ değişti bu fikri.
Ve bu büyük zâta;
“Hocam! Bir kitapta okumuştum. ‘Her mahlûkun rızkına Allahü teâlâ kefîldir’ diye yazıyordu. Gerçekten öyle midir?” dedi.
Büyük velî;
“Elbette” buyurdu.
Ve ona sevgiyle bakıp;
“Bunu bildikten sonra niçin üzülüyorsun? Mâdemki, Allah rızıklara kefîldir, senin ailene de gönderir, hattâ sen istemesen de gönderir. Ama senin vâsıtanla gönderir, öyleyse üzülmeyi bırak” buyurdu.
.
İzinsiz koparılan kavun!..
28 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :28 Mayıs 2024 00:31
Konya’da dünyâya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin kabr-i şerîfi İstanbul’un Vefâ semtindedir.
Büyük evliyâdandır.
"Tâc-ül ârifîn" denilir.
Babası da o zamânın velîlerindendi.
Ölüm hastası idi.
Hanımını çağırıp;
“Ey hanım! Öyle zannediyorum ki, vefâtım yakınlaştı, benden sonra bir çocuk dünyâya getirirsin. Bu çocuk büyüyünce büyük evliyâ olur... Doğmadan önce kerâmetleri görülür. Onun sâyesinde pek çok insan hidâyete kavuşur” diye haber verdi.
Bir müddet geçti...
Ve ayrıldı dünyâdan.
Bir ay sonra da o köy halkıyla birlikte oradan göç ettiler. Derken bir yerde mola verildi.
Bir bostan kenarıydı bu yer. O kâfileden birkaç kişi, o bostandan izinsiz “kavun” kopardılar.
Ve herkese dağıttılar...
Bu hanıma da verdiler.
O da bundan yedi.
Ancak o kavunu yer yemez şiddetli bir “ağrı” saplandı kadının midesine! Acele istifra etti.
Ve çıkardı yediğini.
O anda bir şey hâtırladı
Beyinin vasiyetini.
Kendi kendine;
"O haram kavunu yedim. Ama karnımdaki oğlum, kerâmetiyle çıkarttı bana onu" dedi.
Böyle düşündü...
Aradan iki ay geçti...
Doğum gerçekleşti.
Ebül Vefâ hazretleri dünyâyı teşrîf etti.
.
Henüz iki aylık bebektim..."
29 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :29 Mayıs 2024 00:43
Konya’da dünyâya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri henüz iki aylıkken ramazan ayı başlamıştı. Gündüzleri süt emmezdi annesinden.
Aradan yıllar geçti...
Yürümeye başladı.
Bir gün annesiyle birlikte sefere çıktılar. Bir bostanın yanından geçiyorlardı ki, “Anneciğim! Burayı tanıdın mı?” diye sordu.
“Tanımadım” dedi.
O şöyle hâtırlattı:
“Hani siz bir seferde yorulup bir bostanın yanında mola vermiştiniz, hâtırladın mı anneciğim?”
“Evet hâtırladım.”
“Bâzı yolcular bu bostandan sahibinden izinsiz kavun alıp aldılar. Herkese dağıtıp sana da bir dilim verdiler, öyle değil mi?”
“Evet oğlum.”
“Sen, onun çalındığını bilmediğin için yedin ve yer yemez karnında şiddetli bir ağrı duydun, öyle değil mi?”
“Evet, öyle olmuştu.”
“İşte o ağrıyı sana ben vermiştim anneciğim. Zîra boğazına haram lokma girmişti” dedi.
Ve şunu da sordu:
“Ben iki aylık bebektim ki, ramazanda gündüzleri hiç süt emmezdim değil mi anneciğim?”
“Evet yavrum.”
“Sen, benim hasta olduğumu zannedip üzülürdün. Ama akşamları emince seviniyordun değil mi?”
Annesi hayretle;
“Evet ama sen bunları nasıl biliyorsun yavrum, ben zor hâtırlıyorum” dedi.
O, gülümseyip;
“Rabbimiz bildirdi anneciğim. Zîra Cenâb-ı Hak’ın her şeye gücü yeter” dedi.
.
“Merhabâ ey Ebül Vefâ!”
30 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :30 Mayıs 2024 00:25
Konya’da dünyâya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri henüz sekiz on yaşlarındayken tenhâlarda ibâdet ederdi Rabbine.
O vakit bir âlim vardı.
“Şenbekî hazretleri.”
Bu çocuğun üstün hasletlerini duydu ve arayıp ormanlık bir bölgede ibâdet ederken buldu kendisini.
Yanında aslan vardı.
Bir köpekle oynuyordu.
Arkasından yaklaşıp selâm verdi...
O, yüzünü dönmeden cevap verdi selâmına.
Şenbekî hazretleri;
“Şu iki hayvan birbirlerine düşmanken nasıl oluyor da ikisi böyle oynuyorlar?” diye sordu.
Ebül Vefâ cevâben;
“Hak teâlâ kalbimi temizledi. O zaman aslanla köpeğimin dost olduklarını gördüm” dedi.
Bu cevâbı aldı.
Ve çok beğenip;
“Evlâdım! Seninle sohbet etmek istiyorum” buyurdu.
Ebül Vefâ da;
“Öyleyse gidip annemden izin alıp da geleyim” dedi.
Bir koşu izin alıp geldi.
Sözünü yerine getirmişti.
Şenbekî hazretleri, sözünde durduğunu görünce “Merhabâ ey Ebül Vefâ!” dedi.
Bu, künye oldu ona.
“Ebül Vefâ.”
● ● ●
Bir gün bu zâta; “Mümin nasıl olmalı efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Mümin, ekmek ve su gibidir. Yâhut yumuşak bir halıya benzer ki, onun üzerinde yürüyenler, hiç incinmez” buyurdu.
.
“Tâc-ül ârifîn...”
31 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :30 Mayıs 2024 23:49
Konya’da dünyâya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri, bir gün, hocası Şenbekî hazretleriyle, üç gün üç gece sohbet ettiler.
Dördüncü gün oldu...
Hocası onu çağırıp;
“Ey Ebül Vefâ!.. Velîlerin ruhları her sene bir defâ, falan yerdeki sahrâda hazır olur. Peygamber Efendimiz de o mecliste bulunur” buyurdu.
Ve sordu:
“Ne dersin, biz de o mecliste bulunalım mı acabâ?”
Ebül Vefâ da;
“İyi olur efendim” dedi.
Hemen yola çıktılar.
Ve oraya vardılar.
Gördüler ki, bir nice ehl-i hikmet kişiler toplanmış, Allahü teâlâya ibâdet ediyorlar.
Onlar da başladı ibâdete.
Derken sabah yaklaştı.
İbâdet ediyorlardı ki,
Kuvvetli bir “ses” işitildi.
Gökyüzünden geliyordu.
Ve gök gürlemesi gibiydi.
Çok merak ettiler.
Sonra bir “tâc" göründü.
Nûr’dan bir tâc idi.
Ve öyle parlaktı ki, ışığında bütün kâinat aydınlandı.
Bu "tâc" yavaş yavaş alçaldı.
Nurlar içinde yere kadar indi.
Ve en sonunda Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin başına kondu.
Hocası buna çok sevindi...
Ve Ebül Vefâ’ya;
“Ey Tâc-ül ârifîn!.. Sana müjdeler olsun!” buyurdu.
Bir lâkap daha aldı.
“Tâc-ül ârifîn.”
.
"Senden ziyâfet bekliyoruz!"
1 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :1 Haziran 2024 00:33
Konya’da dünyâya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretleri, Buhâra'da tahsîlini bitirip geri dönüyordu. Arkadaşları dedi ki;
“Bize ziyâfet vermelisin.”
“Niçin?”
“Çünkü tahsîlini mükemmel yapıp bitirdin. Bunun şerefine bizi memnun etmen lâzım.”
Cevap verdi ki:
“Memnûniyetle ama biliyorsunuz ben fakîrim. Size ziyâfet verecek kadar param yok.”
Arkadaşları diretti:
“Biz anlamayız, ne yapıp edip bunu yapmalısın” dediler.
İyi de, nasıl yapacaktı?
Düşündü, taşındı...
Buhâra melikine gidip; “Sultânım! Ben, evlâd-ı Resûl’denim. Tahsîlimi bitirince arkadaşlarım benden yemek ziyâfeti istediler. Bu hususta bana yardım ederseniz çok sevinirim” dedi.
Ancak melik;
“Doğru söylediğini nereden bileyim?” dedi.
Seyyidin kalbi kırılmıştı.
Bu hâliyle çıktı oradan.
Melik, o gece rüyâ gördü. Kıyâmet kopmuş, harâretten yanıyordu ki, Resûlullah Efendimizin, ümmetine “su” dağıttığını gördü.
Huzûruna varıp;
“Yâ Resûlallah! Ben de senin ümmetindenim. Bana da su ver” dedi.
Efendimiz aldırmadı.
Ve hiç oralı olmayıp;
“Doğru söylediğini nereden bileyim?” buyurdu.
O anda uyandı melik.
Fırlayıp koştu dışarı.
Ebül Vefâ hazretlerini bulup “Beni affet” dedi ve ona kırk deve yükü mal verdi. O da hepsini fakîrlere dağıttı.
.
"Allah'ın öyle kulları var ki!.."
2 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :2 Haziran 2024 00:25
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin kabr-i şerîfi İstanbul’un Vefâ semtindedir. Bu zât, Buhâra'ya gidip zâhirî ilimleri tahsil ederek geri döndüğünde hocası Şenbekî hazretleri çok iltifat etti kendisine.
Ancak bu iltifâtı fazla buldu insanlar.
Şenbekî hazretleri; onların da anlamaları için bir ziyâfet tertip edip, herkesi buna dâvet etti.
Bir maksadı vardı.
Ebül Vefâ hazretlerinin gerçek yönünü bilmeyen o insanlara onu tanıtmak istiyordu.
Dicle'nin kenarında kurdurdu sofraları. Bu dâvete yüzlerce insan gelmişti.
Yemekler yenildi.
Şerbetler içildi.
Şenbekî hazretleri, dâvetlilere; “Ey insanlar! Bugün Allahü teâlânın öyle kulları var ki, hırkasını şu suyun üzerine bıraksa ne batar, ne de ıslanır” buyurdu.
Ve çıkardı hırkasını.
O suya attı.
Hırka hem ıslanmadı.
Hem de batmadı.
Su üzerinde öylece durdu.
Kendi de suda yürüdü.
Hırkanın üzerine çıktı.
İki rekât namaz kıldı.
Ve silkeledi hırkasını.
Su yerine "toz" saçıldı etrâfa. Lâkin halk, Şenbekî'yi tanıyordu. Onun için şaşırmadılar. Ama Ebül Vefâ hazretlerini tanımıyorlardı.
Onunsa asıl maksadı,
Ebül Vefâ’yı tanıtmaktı.
O binlerce insana;
“Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki; her talebe, üstâdı sâyesinde saâdete kavuşur ve kıymet kazanır. Ama benim saâdetim, Ebül Vefâ sâyesindedir” buyurdu.
.
Sultâna şikâyet ettiler!..
3 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :3 Haziran 2024 00:28
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerini çekemeyenler, hükümdâra gidip;
“Sultânım! Bu kişiye tâbi olan binlerce insan var. Onlara, ‘sultânlık benim hakkım’ diyormuş” diyerek şikâyet ettiler.
Sultân sinirlendi!
Ve emretti bir adamına;
“Onu huzûruma getir!”
Ebül Vefâ hazretleri, o gelenle Bağdat'a doğru yola çıktı...
Kendisine "on bin kişi" refâkat ediyordu. Deniz kıyısına geldiler. Gemici, Ebül Vefâ hazretlerine;
“Ey seyyid! Gemimiz ücretlidir” deyiverdi.
O da “pekâlâ” dedi.
Bir kese “altın” verdi.
Ama o, kabul etmeyip “Ey efendim, mahşer gününde Sırat’tan selâmetle geçeceğime dâir bana kefîl olursanız sizi gemiye alırım” dedi.
Büyük velî;
“İnşallah selâmetle geçersin” dedi.
Gemici;
“Senet istiyorum” deyince,
gemicinin yüzüne bir baktı.
Gemici "Allah!” dedi.
Ve kaybetti kendisini.
Az sonra ayılınca;
“Tamam, hepiniz gemiye binin!” dedi sevinerek.
Ve şöyle anlattı:
Bayılınca kendimi Sırat köprüsünde buldum. İnsanların pek azı geçiyor, çoğu cehenneme düşüyordu.
Korkumdan;
“Eyvâh, ben şimdi ne yapacağım?” derken, Ebül Vefâ hazretleri geldi.
Elime yapıştı.
Birlikte geçtik Sıratı.
Hem de şimşek gibi!
Âdeta uçarak...
.
Ateş, pamuk ve kar...
4 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :4 Haziran 2024 00:12
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin bir hohbetinde cemaat fevkalâde etkilenmiş, mest olmuştu.
Sultân, tebdîl-i kıyâfetle gelip bütün cemaati nûra gark olmuş hâlde görünce şaşırdı!
Saraya geldi.
Vezîrine “Bir kabın içine bir miktar hamur koyup Ebül Vefâ'ya götür ve ‘Sultânımızın selâmı var. Erkek ve kadınlardan bir meclis kurmanı istiyor’ de!” diye emretti.
Vezîr denileni yaptı.
Ve huzûra vardı.
Ebül Vefâ sordu:
“Ey vezîr, sultân bize yağ ve bal mı gönderdi?”
“Hayır efendim” dedi.
Ve o kabı uzattı
Ama kap açılınca şaşkına döndü!
Zîra yağ ve bal vardı kabın içinde.
Mübârek, sordu:
“Sultân bizden, erkek ve kadınlardan müteşekkil bir meclis kurmamızı mı istiyor?”
“Evet efendim.”
O vakit bir kutu aldı.
Ve başvezîre uzatıp;
“Cevâbımız bu kutunun içindedir. Bunu sultânınıza ver” dedi.
Vezîr geri döndü.
Ve kutuyu arz etti.
Kutunun içine bir miktar “ateş koru” biraz “pamuk”, ikisinin arasına da bir küme “kar” koymuştu.
Demek istemişti ki;
Erkeklerin şehveti “ateş koru” gibidir. Kadınlarınkiyse “pamuk” gibi. Bir yerde durmaları tehlikelidir.
Aralarına “kar” konur.
Ateş, pamuğu yakamaz.
Sultân bundaki "ince mânâyı” anladı...
Ama inâdından vazgeçmedi.
.
Kaptaki yılan yavrusu!..
5 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :5 Haziran 2024 00:30
Konya’da dünyâya gelen Seyyid Ebül Vefâ hazretlerinin büyüklüğüne, zamânın Sultânı inanmıyordu. Onu imtihana kalkıştı.
Baş vezîre emretti:
“Bir kabın içine bir ‘yılan yavrusu’ koyup götür Ebül Vefâ'ya. Bakalım içindekini bilecek mi?”
Baş vezîr geldi bu velîye.
Ve kabı koydu önüne.
Büyük zât gözlerini kapayıp; “Dünyânın her yerini taradım. Sâdece bir ‘yılan yavrusu’ yoktu yerinde. O da bu kutunun içindedir” buyurdu.
Baş vezîr, insafa geldi.
Ve ona “talebe” oldu.
Sultânınsa huzûru kaçtı. "Saltanatım elden gidecek" diye büyük endîşeye kapıldı!
Hâlbuki Ebül Vefâ hazretlerinin böyle bir düşüncesi yoktu.
Sultân, inâdını sürdürüp bir imtihana daha tâbi tuttu bu zâtı. Bir kese aldı.
İçine “yüz dînar" koydu.
Ama hepsi helâlinden.
Arasına "on dînar" koydu.
Ama bunlar haram idi.
Düşündü ki: "Gerçekten velîyse, bu haram dînarları, helâl olanlardan ayırsın bakalım.”
Hizmetçi huzûra geldi.
Bu keseyi ona arz etti.
Ve bir şey demeden oturdu. Ama büyük velî, biliyordu onun niyetini.
Keseyi önüne döktü.
"Helâl" dînarları seçti.
“Bunlar benim” dedi.
Diğer “haram” olan dînarları toplayıp hizmetçiye verdi.
Ve buyurdu ki:
“Bunları sultânına götür.”
Ama sultân, inâda devam etti!..
.
Onu imtihan edelim!"
6 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :6 Haziran 2024 00:58
Seyyid Ebül Vefâ hazretlerini sevmeyen fitneciler zamânın sultânına; “Sultânım! En güvendiğiniz kimseler bile sizden ayrılıp o zâtın hizmetine giriyor” dediler.
Sultânın kafası karıştı.
Âlimleri çağırıp sordu:
“Ebül Vefâ'yı ne yapalım?”
Âlimler;
“İmtihan edelim. En güç dînî meseleleri soralım. Cevaplayamazsa işini bitirelim” dediler.
Sultân emretti:
“Tamam, gidip bunu haber verin kendisine!”
Gidip söylediler.
Mübârek zât; “Peki, filân yeri kazın. Orada demirden bir minber bulacaksınız. Onu çıkarıp etrâfında bolca ateş yakarak iyice kızdırın. Kırmızı kor hâline gelince ben o minbere çıkar ve suâllerinize oradan cevap veririm” buyurdu.
Dediği gibi yaptılar.
Halk meydana doldu.
Sultân yerine oturdu.
Âlimler yerlerini aldılar. En son Ebül Vefâ hazretleri geldi ve “Besmele” çekip çıktı kızgın minbere.
Halk bu hâli gördüler.
Bir dehşete kapıldılar!
Büyük zât; “Ey âlimler! Haydi, ne soracaksanız sorun” buyurdu.
Âlimler, o anki şaşkınlıktan soracakları şeyleri unutmuşlardı!
Ama o, hepsini biliyordu.
Her suâli tek tek cevapladı.
Ve minberden indi.
Bu kerâmeti gören âlimler ve Bağdat halkı elini öpüp özür dilediler. Sultân da bu kerâmeti görüp anladı nihâyet bu zâtın büyüklüğünü.
“İhlâsla” tâbi oldu kendisine.
.
Koş, sen de îmân et!.."
7 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :7 Haziran 2024 00:36
Abbâs adında bir sahâbî anlatıyor: İslâmiyetin yeni teblîğ edildiği günlerdi... Bir ağacın yanından geçiyordum ki, o yönden bana seslenen “bir ses” duydum...
Ve kulak verdim...
"Yâ Abbâs!" diyordu.
Etrâfıma baktım...
Kimsecikler yoktu...
Yoluma devam ettim...
Aynı ses yine yankılandı:
"Dur yâ Abbâs!"
Durdum.
Ses ağaçtan geliyordu...
"Yâ Abbâs! Son peygamber teblîğe başladı... Koş, sen de Ona îmân et" diyordu.
Çok şaşırdım?!
Ağaç konuşuyordu...
Hiç böyle şey görmemiştim ömrümde.
Ağaç tekrar konuştu:
"Yâ Abbâs! O peygamberin adı Muhammed'dir. Emîn ve doğru sözlüdür!" diyordu.
Benim bir putum vardı...
Boynumda taşırdım.
Ondan, beni korumasını niyâz ettim.
Cin miydi seslenen?
Hiçbir şey bilmiyordum.
Puttan medet umuyordum.
Fakat o da ne?!..
Putum da konuştu:
"Ey Abbâs! Ağaç doğru söylüyor… Hemen git ve o Resûle sen de îmân et" diyordu.
Hakîkat ortadaydı.
Hemen eve koştum.
Bunları kavmime anlattım.
“Üç yüz” kişi toplanıp Mekke'ye gittik.
Ve topyekûn îmânla şereflendik.
.
İhsân etmekle emrolundum"
8 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :8 Haziran 2024 00:45
Resûlullah Efendimize doksan bin altın hediye gelmişti. Hiç bekletmeden tamâmını taksîm etti Eshâbına... Az sonra biri daha geldi.
Lâkin altın kalmamıştı.
Ona “Her neye ihtiyâcın varsa git benim nâmıma satın al... Ben sonra öderim" buyurdular.
Bir sahâbî;
“Yâ Resûlallah! Gücünün yetmediği şeyle mükellef değilsin" diye arz etti... Bu söz, Efendimize hoş gelmedi.
Başka bir sahâbî de;
“Yâ Resûlallah, sen yine ihsân et... Allah'ın mülkü vermekle azalmaz!" dedi.
Bu sözü beğendi.
Mübârek yüzü güldü.
Ve tebessüm ederek “Ben zâten ihsân etmekle emrolundum" buyurdular.
● ● ●
Müşriklerden birinin Efendimizden az alacağı vardı... Ödeme gününe henüz üç gün varken gelip dayandı kapıya!
Ve alacağını istedi.
Efendimizin yanında,
Hazret-i Ömer de vardı...
Müşrik, ukalâ bir tavırla "Ey Abdülmuttalip oğulları! Siz borcunuzu niçin vaktinde ödemezsiniz?" diyerek, hakârette bulundu...
Efendimiz sükût ettiler.
Hazret-i Ömer sabretti.
Adam ileri gidince gadaplanıp sert bir şekilde onu azarladı!
Ancak Efendimiz, bu davranışı beğenmedi.
O adam gidince; "Yâ Ömer! Öyle yapacağına; bana, borcumu daha önceden ödememi, ona da, alacak isterken insanca davranmasını söyleyebilirdin" buyurdular.
Hazret-i Ömer yaptığına pişmân oldu.
Ve özür diledi Efendimizden.
.
"Sana havâle ediyorum yâ Rabbî!"
9 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :9 Haziran 2024 01:02
Abdullah İbni Mes’ûd der ki: Resûlullah’ın Kureyş'e bedduâ ettiğini hiç işitmedim. Yalnız bir gün Kâbe-i şerîf yanında namaz kılıyordu.
Ebû Cehil oradaydı.
Yandaşları da vardı...
O esnâda bir kişi geldi ve sürüklediği bir deve işkembesini oraya bırakıp geri gitti.
Ebû Cehil bunu gördü.
O işkembeye baktı.
Ve yandaşlarına;
"Şu iğrenç işkembeyi kim götürür de Muhammed secdeye inince sırtına koyabilir?" dedi.
Bir tânesi fırlayıp;
“Ben yaparım" dedi.
O bedbaht, Ukbe bin Ebî Muayt kâfiriydi. Bu “çirkin” işe girişip onu aldı ve Efendimiz secdeye inince götürüp üzerine bıraktı.
Efendimiz fark ettiler.
Ve secdeden kalkmadılar.
Onlarsa gülüşüyorlardı.
İbni Mes’ûd der ki: Ben uzaktan baktım, lâkin müşriklerin korkusundan yanına varamadım! Nihâyet müminlerden biri Hazret-i Fâtıma'ya koştu.
Bu işi haber verdi...
Az sonra o geldi.
Ve koşup o murdar şeyi mübârek babasının üzerinden kaldırdı. Efendimiz secdeden kalktılar.
Ancak üzülmüşlerdi!
Çok da kırılmışlardı…
Bunu yapanların isimlerini tek tek sayıp "Yâ Rabbî! Bunları sana havâle ediyorum" buyurdular.
İbni Mes’ûd der ki:
"Vallâhi onların hepsi Bedir'de öldürüldü. Müminler onların leşlerini ayaklarından sürüyerek ‘Bedir kuyusu’na bıraktılar" demiştir.
.
"Ben seni tanımıyorum!"
10 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :10 Haziran 2024 00:27
Vaktiyle bir şehirde sâlih bir Müslüman yaşardı. Vakitlerinin çoğunu ibâdetle geçirirdi, ama Resûlullah Efendimize “salevât” okumayı ihmâl ederdi.
Bir gece rüyâ gördü.
Efendimizi görmüştü.
Ancak Resûl-i ekrem Efendimiz hiç iltifat etmeyip mübârek başlarını ondan çevirdiler.
Adam çok üzüldü!
Ağlamaya başladı!
Ve gözyaşları içinde "Yâ Resûlallah, bana niçin böyle davranıyorsunuz?" diye sordu.
Efendimiz;
“Ben seni tanımıyorum!" buyurdular.
Adamcağız kahroldu.
Ne diyeceğini bilemedi?!..
Gözyaşları içinde "Yâ Resûlallah! Ben, senin ümmetinden bir zavallı Müslümanım, beni nasıl tanımazsınız? Hâlbuki siz ümmetinizi; babanın oğlunu tanımasından daha fazla tanırsınız!" dedi.
Efendimiz cevâben;
"Öyledir, ama sen bana hiç salevât göndermiyorsun. Ben, ümmetimi; bana okudukları salevât miktârınca tanırım” buyurdu.
O esnâda uyandı...
Ve hatâsını anladı...
O günden sonra her gün bir miktâr “salevât-ı şerîfe” okumayı âdet edinmişti artık.
Bir gece yattı.
Rüyâda Resûlullah Efendimizi gördü.
Ama memnundu.
Zîrâ Resûl-i ekrem Efendimiz bu defâ ona sevgiyle baktılar ve tebessümle "Seni şimdi tanıdım" buyurdular.
.
En güzel koku ve en güzel yüz!..
11 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :11 Haziran 2024 00:36
Abdülmuttalip ölüm döşeğindeyken sekiz yaşındaki torununu yanına oturttu. Elini omuzuna koyup karşısında diz çökmüş edeple oturan oğullarına sordu:
"Vefâtım yaklaştı, yegâne düşüncem şu yetîmdir. Onu birinize emânet etmek istiyorum; hanginiz Ona hizmet etmeyi kabul eder?"
Ebû Leheb kalktı.
"Ben kabul ediyorum" dedi.
Abdülmuttalip "Evet, senin malın çoktur, onu aç açık bırakmazsın. Ama kalbin katı, merhametin azdır; yetîmlerse yufka yürekli olur" dedi.
Hamza kalktı.
"Bana emânet et" dedi.
Abdülmuttalip "Evet, sen buna lâyıksın. Ama senin de çocuğun yok... Evlâdı olmayan, çocukların hâlinden anlamaz" dedi.
Bu defâ Abbâs kalktı.
"Bana ver babacığım."
Abdülmuttalip "Evet, sen de buna lâyıksın. Ama senin çocukların fazla; lâyıkıyla ilgilenemezsin" dedi.
Ebû Tâlip kalktı.
Ve arz etti ki:
"Bana emânet et. Malım az ise de Ona hizmet etmeyi cana minnet bilirim" dedi. Abdülmuttalip;
Efendimize dönüp;
"Ey gözümün nûru! Sen, şu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin?" diye sordu.
Efendimiz koştu.
Ebû Tâlib'in kucağına oturdu.
Abdülmuttalip'in de istediği buydu.
Güzel torununun başını ve gözlerini öpüp kokladıktan sonra "Şâhit olun ki, ben bundan daha güzel bir koku; bundan daha güzel bir yüz görmedim" dedi.
.
Sen emîn kişisin; ancak!.."
12 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :12 Haziran 2024 00:42
Peygamber Efendimiz her hususta doğru ve emîn idi.
Bunu herkes bilirdi.
Müşrikler de bilirdi.
Hattâ Ebû Cehil bile...
Nitekim Ebû Cehil, Sevgili Peygamberimize geldi ve "Yâ Muhammed, sen aramızda doğru sözlü ve emîn bir kişisin. Yalan söylediğini hiç duymadık. Ama senin getirdiğin o kitap var ya; biz işte ona inanmıyoruz, sana değil!" demişti.
● ● ●
Bedir Savaşı başlamak üzereydi...
İki ordu karşılıklı durdu. Müşrik ordusundan biri, Ebû Cehil'i yalnız gördü.
Usulca yaklaştı.
Ve ona, fısıltıyla;
"Yâ Ebâ Cehil! Sana ‘gizli bir şey’ sormak istiyorum, ama doğru cevap vereceksin" dedi.
Ebû Cehil, ona;
"Tamam, sor" dedi.
O da sordu:
"Muhammed emîn bir kişi midir; yoksa yalancı mı?"
Ebû Cehil dedi ki:
"O, doğru ve emîndir; hiç yalan söylemez."
Adam beklediği cevâbı almıştı.
Buna çok sevindi ve Ebû Cehil’e dönüp;
"Peki, emîn ve güvenilir olan ve hiç yalan söylemeyen bir kimse ile niçin savaşıyoruz, söyler misin?" dedi
Ebû Cehil kurnazdı.
Sıyrıldı işin içinden...
"O başka, biz kendisine bir şey demiyoruz; ancak getirdiği dîni istemiyoruz. Haydi git yat, yarın çok şiddetli bir savaş olacak" dedi.
.
"Ben aranızda oldukça..."
13 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :13 Haziran 2024 00:20
Efendimiz (aleyhisselâm) bin dört yüz mücâhitle birlikte Medîne'den çıktılar.
Hudeybiye'ye geldiler.
Nihâyet suları bitti.
Sâdece Resûlullah Efendimizin ibriğinde bir miktar su kalmıştı. Mücâhitler üzüldü!
Telâşa kapıldılar!
Ama haklıydılar.
Zîrâ bırakın içmeyi; abdest almak için su lâzımdı bir kere.
Çâresizdiler!..
Efendimize gelip "Biz mahvolduk yâ Resûlallah!" dediler
Efendimiz sordu:
"Niçin mahvoldunuz?"
Arz ettiler ki;
"Hiç suyumuz kalmadı, şimdi ne yapacağız?"
Efendimiz;
"Korkmayın; ben aranızda oldukça mahvolmazsınız" buyurdu.
Sonra bir elini uzattı.
Ve parmaklarını açtı.
O anda bir mûcize gerçekleşti.
Şöyle ki;
Resûlullah Efendimizin mübârek parmakları arasından şarıl şarıl sular akmaya başladı...
Aynen “çeşme” gibi.
Eshâba döndüler.
Ve “İşte size su; alın kullanın" buyurdular.
Eshap kalabalıktı...
Hepsi de o sudan içtiler.
Abdestlerini aldılar.
Ve kaplarını doldurdular.
Câbir bin Abdullah “Biz o gün bin dört yüz kişiydik... Lâkin yüz bin kişi olsaydık bile yine kâfî gelirdi” demiştir.
.
"Keşke biz de yetim olsaydık!"
14 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :14 Haziran 2024 00:26
Zaman-ı saâdette on yaşındaki Abdullah, babası bir harpte şehit olunca “yetîm” kalmıştı... Gülmüyor, oynamıyor; oynayan çocuklara bakıp içli içli ağlıyordu!
Efendimiz onu gördü.
Hâline acıdı.
Ve yanına yaklaşıp "Evlâdım! Sen niçin oynamıyorsun bakayım?" diye sordu.
Abdullah, başı yerde olarak “Benim babam yok ki" dedi.
"Kardeşlerin var mı?"
"Kardeşlerim de yok!"
Efendimiz ağladılar ve yetîmin başını şefkatle okşayıp “Sen, Hasan ve Hüseyin'e kardeş olmak ister misin?" diye sordular.
Abdullah'ın gözleri parladı!
Başını kaldırıp baktı.
Ve şaşırıp kaldı!
Zîrâ Efendimizdi bunu soran.
Sevinçle;
“İsterim yâ Resûlallah!" dedi.
Tekrar sordular ki:
"Benim torunum olur musun?"
"Evet, hem de çok isterim."
"Öyleyse sen benim torunumsun; haydi tut elimden bize gidelim!" buyurdu.
Birlikte eve geldiler.
Abdullah mutluydu.
Yetîmliğini unutmuştu. Hâne-i saâdette yemeğini yedi, güzel bir elbise giydi ve koşarak geldi oyun yerine.
Sevinçten yerinde duramıyor “Ben, Peygamberimizin torunuyum!" diyerek neşeyle hopluyordu.
Öbürleri baktılar.
Ona gıbta edip;
"Âh, keşke biz de yetîm olsaydık da senin kavuştuğun şerefe biz de kavuşsaydık!" diyorlardı
.
Bir damla suya hasrettiler
15 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :15 Haziran 2024 00:27
Sevgili Efendimiz henüz sekiz yaşındayken amcası Ebû Tâlib'in evinde kalıyordu... Ancak Mekke'de müthiş bir kuraklık hüküm sürüyordu.
Dereler kurumuş; toprak yer yer çatlamıştı.
Bir damla suya hasrettiler!
Mekke halkı toplandılar.
Her kafadan bir ses çıkıyordu:
"Lât putuna arz edelim!"
"Hayır, Uzzâ'ya gidelim!
"Menât'ın önünde diz çökelim!
● ● ●
Gün görmüş bir “ihtiyar” ayağa kalkıp "Ey kureyşliler! Aramızda İbrâhim peygamberin evlâtları varken, siz hâlâ nelerden medet umarsınız!.." dedi.
Öbürleri; “Haklısın!" dediler.
Ve koştular Ebû Tâlib'in kapısına.
"Yâ ebâ Tâlip, yâ ebâ Tâlip!"
"Buyurun kardeşlerim."
"Yâ ebâ Tâlip! Şu kıtlığı görüyorsun. Çocuklarımız ölüyor, hayvanlarımız kırılıyor; senin mübârek neslini vesîle ederek ‘yağmur duâsı’na çıkalım diyoruz, ne diyorsun?"
"Çok iyi olur!" dedi.
Önde Ebû Tâlip ve Allah’ın sevgilisi.
Arkada bütün Mekke halkı.
Kâbe'ye geldiler...
Ebû Tâlip duâ ederken; Sevgili Efendimiz Kâbe örtüsüne yapışıp mübârek şehâdet parmağını göğe doğru uzattı.
Sonrası mâlûm...
Mavi gök, “yağmur yüklü” bulutlarla doldu bir anda.
Gök gürültüleri...
Sonra şimşekler.
Ardından “rahmet...” İnsanlar da kandı suya, hayvânat da! Evet, O; âlemlere “rahmet” olarak gelmişti.
.
Evinde hiç yemek pişmediği olurdu!..
16 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :16 Haziran 2024 00:49
Sevgili Peygamberimiz fakîrliği severdi. Doyuncaya kadar yediği görülmedi.
Bâzan ekmeğine sirkeyi katık edip yer; bâzen de katıksız yerdi.
Evinde iki üç ay hiç yemek pişmediği olurdu. Vefât ettiğinde zırhı, bir Yahûdî'de çıkmıştı.
Araştırdılar...
Anladılar ki;
Mübârek zırhını “az arpa" karşılığında rehin vermişti o Yahûdîye.
● ● ●
Efendimiz çok da merhametliydi.
Kendisini öldürmek isteyenleri bile affeder hattâ “hayır duâ” ederdi onlar için...
Hazret-i Ömer bir gün "Anam babam yoluna fedâ olsun yâ Resûlallah! Ne kadar merhametlisin ki; peygamberliğini inkâr ettiler, seni Mekke'den çıkardılar, üzerine saldırıp dişini kırdılar da yine onlara bir bedduâda bulunmadın; hattâ hayır duâ ettin" dedi.
● ● ●
Yine bir harpten dönülmüştü. Efendimiz aleyhisselâm ganîmet mallarını dağıtıyordu.
O esnâda biri geldi.
Bu, câhil “bir köylü” idi.
Efendimize yaklaştı hem de lâubâlî bir tavırla "Ganîmet taksîminde adâletli ol!" dedi.
Efendimiz onun bu sözünü işitti.
Fevkalâde üzüldü!
Ama yine de kızmadı...
Hoş gördü onu.
Ve yumuşaklıkla cevap verip "Ben âdil olmazsam kim âdil olur? Ben; peygamber olarak adâlet yapmakla mükellefim, aksi takdîrde dünyâ ve âhiretim yıkılır" buyurdu
.
Bir ahde vefâ örneği...
17 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :17 Haziran 2024 00:35
Peygamber Efendimiz “ahde vefâ” konusunda çok titizdi.
Şöyle ki;
Henüz peygamberliğini teblîğ etmemişken alışveriş yapmıştı bir kişiyle.
Bir miktar borçlanıp ödeme husûsunda anlaştılar...
Falan gün falan saatte bir yerde buluşup ödeyecekti borcunu.
O gün geldi.
O saat oldu.
Efendimiz anlaştıkları yere gitti.
Ama adam yoktu ortalarda.
Ertesi gün yine gitti.
Adam yine yoktu...
O yere gelmemişti.
Üçüncü gün yine gidip aynı yerde bekliyordu ki, o kimse geldi nihâyet.
Ama çok mahcuptu!
"Özür dilerim!" dedi.
İki gün de unuttuğunu söyledi.
Ama Efendimizi çok sevmişti.
Peygamberlik îlân edilince koştu hemen.
İlk îmân edenlerden oldu...
● ● ●
Yine Hayber'den dönülüyordu.
Bir Yahûdî kadını bir eti zehirleyip kızarttıktan sonra Peygamber Efendimize getirdi ve kendisine "Bu eti sizin için kızarttım... âfiyetle yiyiniz" dedi.
Efendimiz yemedi o eti.
Eshâbına da yedirmedi.
Zîrâ et zehirliydi!
Onun için yemedi.
Kadın; ete “zehir” kattığını îtiraf ettiği hâlde yine cezâlandırmadı onu.
O da bu merhameti gördü.
İnsafa geldi.
Şehâdeti söyleyip îmânla şereflendi.
.
Bir vefâkârlık örneği
18 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :18 Haziran 2024 00:26
Âlemlerin Efendisi çok vefâkârdı. Meselâ kendisine bir hediye gelseydi “Onu filân kadına götürün. Çünkü o, Hatîce'nin arkadaşıdır" buyururdu.
Hazret-i Âişe;
"Hatîce'ye gıbta ediyorum. Çünkü Resûlullah ondan çok bahseder; onu çok sevdiğini söylerdi... Ne zaman bir koyun kesilse, onun akrabâsına da gönderirdi" derdi.
● ● ●
Bir gün de Habeşistan Meliki Necâşî'den elçiler geldi huzûruna.
Onlara çok iltifat etti.
İkrâmları bizzat kendisi yaptı...
Sahâbe-i kirâm "Yâ Resûlallah! Siz yorulmayın; biz hizmet ederiz" dediler.
Efendimiz;
"Evet siz yaparsınız; ama onlar, vaktiyle eshâbıma çok hizmet ettiler. Onun teşekkürü için bu hizmeti severek yapıyorum” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de savaş esirleri arasında süt kardeşi Şeymâ'yı gördü, hemen tanıdı ve çok sevindi... Mübârek arkasındaki örtüyü yere serdi...
Üzerine onu oturttu.
Hâlini hatırını sordu.
Ve kendisine "İstersen yanımda kal; istersen seni köyüne göndereyim, ama bir ihtiyâcın olursa yine bana gel!" buyurdu.
● ● ●
Resûlullah Efendimize “doksan bin altın” hediye gelmişti. Hiç bekletmeden tamâmını eshâba taksîm etti.
Sonra biri daha geldi.
Ama altın kalmamıştı.
Ona "Her neye ihtiyâcın varsa, git benim nâmıma satın al; ben sonra öderim" buyurdu.
.
"Sana bir şartla inanırım!"
19 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :19 Haziran 2024 00:18
Bir gün Sevgili Peygamberimiz Kureyş'ten birini îmâna dâvet etti.
Adam dedi ki:
"Îmân ederim, ama bir şartla!"
Efendimiz sordu:
"Şartın nedir?"
Cevâbında;
"Geçen gün Müslüman bir komşumun kızı vefât etti! Ben onu çok seviyordum... O kızı diriltirsen îmân ederim" dedi.
Efendimiz; "pekâlâ" buyurdu.
Birlikte kabristana gittiler.
Efendimiz kabre yaklaştı.
Ve o kızı ismiyle çağırdı.
Kız, dirilip çıktı mezardan!
Efendimiz;
"Ey kızım! Dünyâya geri gelmek ister misin?" diye sordu.
Kız cevap verdi ki:
"İstemem yâ Resûlallah!"
"Niçin kızım?"
"Çünkü burası baba evimden daha rahat yâ Resûlallah! Ben buraya gelince öğrendim ki, müminin âhireti dünyâsından hayırlıymış" dedi.
Adam buna şâhit oldu.
Gözleriyle gördü.
Kulağıyla da işitti.
Ve bütün hücreleriyle “Kelime-i şehâdeti” söyleyip Müslüman oldu...
● ● ●
Bir gün de Efendimiz;
"Ey eshâbım! Allahü teâlâdan hayâ ediniz" buyurdu.
Sahâbîler;
"Yâ Resûlallah, Allah'tan hayâ etmek nasıl olur?" dediler.
Cevâbında;
"Bir kimse ki, yedi âzâsını haramdan korur; Allah korkusu ile her günahtan kaçar, ölümü unutmaz ve hep âhireti düşünür; işte Allah'tan hayâ etmek böyle olur!" buyurdu.
.
"Seni memnun edebildim mi?"
20 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :20 Haziran 2024 00:28
Peygamber Efendimiz herkesi memnun etmeye çalışırdı... Bir gün eshâbıyla oturuyordu...
Oraya bir “köylü” geldi.
Ve biraz “dünyâlık” istedi.
Resûl-i ekrem Efendimiz ona bir şeyler verdi ve "Seni memnun edebildim mi?" diye sordu.
Köylü cevâben;
“Hayır” dedi.
Eshâb-ı kirâm bu cevâba şaşırdılar! Hattâ öfkelendiler içlerinden! Zîrâ Efendimize "hayır" demek; küstahlığın âlâsıydı ve Eshâb da bunun için kızmışlardı.
Ama Efendimiz kızmadı.
Ona başka şeyler verip;
“Nasıl, şimdi memnun oldun mu?" diye sordu.
Köylü memnundu.
Ve yüzü gülüyordu.
Efendimize; "Allah senden râzı olsun, beni ihsâna boğdun" dedi ve huzurdan ayrıldı.
Efendimiz Eshâba;
"Ey eshâbım! Az önce siz o köylüyü neredeyse azarlayacaktınız. Eğer böyle yapsaydınız bizden uzaklaşacak ve helâk olacaktı… Ama şimdi memnun olarak ve bizi severek ayrıldı" buyurdu.
● ● ●
Yine bir gün Câbir bin Abdullah, koyun kesip Sevgili Peygamberimizi dâvet etti.
Efendimiz de "Peki" buyurdu.
Birkaç Eshâbı yanına aldı.
Hazret-i Câfer’in evine vardı...
Ve sofraya oturdular.
Efendimiz "Yiyin, ama kemiklerini kırmayın" buyurdu.
"Başüstüne" dediler.
Ve öyle de yaptılar.
Efendimiz, mübârek ellerini o kemiklerin üzerine koyup "Allah'ın izniyle kalk!" buyurdu. Koyun o anda dirilip kalktı...
.
Resûlullah’ın şefkati...
21 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :21 Haziran 2024 00:15
Peygamber Efendimiz; insanlara olduğu gibi her can taşıyan mahlûka da acır ve şefkat ederdi... Hayvanlara eliyle su kabını tutar içmesine yardım ederdi. Bindiği at koşup da terlese, yüzünü mübârek eliyle silerdi.
Hem mütevâzıydı.
Hem de heybetli!
Bir gün huzûruna biri geldi.
Bir derdini arz edecekti.
Ancak mübârek yüzüne bakınca Efendimizin’in heybetinden terlemeye başladı!
Zîrâ korkuya kapılmıştı!
Efendimiz bunu sezdiler.
Ve o kimseye dönüp;
"Sıkılma! Ben hükümdâr değilim... Ben de herkes gibi yer içer; yorulur otururum" buyurdu.
Adam bunları işitti.
O korkusu gitti...
Ve derdini açabildi.
● ● ●
Efendimiz, genellikle hüzünlü idi! Sebebini sorduklarında "Benim gördüğümü siz görseydiniz, az güler, çok ağlardınız!" buyururdu.
O, Hak teâlânın sevgilisiydi.
Allah, Ona "İste vereyim" dedi.
Ancak O, dünyâ serveti istemedi.
● ● ●
Peygamber Efendimiz Allahü teâlânın Habîbi, Sevgilisi olduğu hâlde Allahtan en fazla korkan da yine O idi! Bir gün evden çıktı...
Mescide geldi ve eshâbına;
"Allahü teâlâdan en çok korkanınız benim!" buyurdu.
Bu korku iledir ki; namaza durunca göğsünün hırıltısı işitilir, su fokurdar gibi sesler duyulurdu! Nitekim Hazret-i Âişe, bu sesi sürekli işittiğini haber vermiştir.
.
"Rabbim onlardan merhametli!"
22 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :22 Haziran 2024 00:59
Câhiliyet devrinde Arabistan'da vahşî bir âdet vardı ki; doğan kız çocuklarını diri diri kuma gömerlerdi!
Bir karı koca vardı...
Bir kızları olmuştu...
Aynı şeyi onlar da yapmışlardı, ama ikisi de îmân edince; o yaptıklarını hâtırlayıp gözyaşı dökerlerdi!
Efendimiz bunu işitti.
O ikisinin yanına gitti.
Onları sevindirecekti.
Onlarla birlikte o bebeğin gömüldüğü yere gittiler... Efendimiz kızın ismini öğrendi.
Ve ona ismiyle hitâb etti:
"Ey filân kızı filâne!"
Kabirden cevap geldi:
"Buyur yâ Resûlallah!"
"Ey kızım! Annen baban senin için gözyaşı döküyorlar! İster misin ki, duâ edeyim; dirilip annene babana kavuşasın?”
Cevap tez geldi.
Ama menfî idi.
"İstemem yâ Resûlallah! Burada çok rahatım, iyi ki, dünyâdan kurtulmuşum. Ben, Rabbimi; onlardan daha merhametli buldum" diyordu.
Onlar bunu duydular.
Sevince gark oldular.
● ● ●
Bir gün de Peygamber Efendimiz Sebir Dağı'na çıkmıştı.
Dağdan bir ses geldi.
Kulak verip dinledi.
"Ey Allah'ın Resûlü!" diyordu.
Etrâfına bakındı.
Kimsecikler yoktu...
Ses dağdan geliyordu...
Ve "Yâ Muhammed! Lütfen inin üzerimden... Zîrâ burada müşrikler size bir zarar verirlerse Rabbim beni azarlar" diyordu.
.
"Yediğinden bana da ver!"
23 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :23 Haziran 2024 00:39
Peygamber Efendimiz eshâbıyla bir bahçede oturmuş yemek yiyorlardı. Bir câriye geçti oradan. (Harpte esir alınan kadın köleye câriye denir.)
O câriye dönüp baktı.
Efendimizi gördü.
Huzûruna yaklaştı.
Ve "Yediğinden bana da ver" deyiverdi. Sahâbe-i kirâm şaşırdılar! Efendimiz, önündeki yemekten bir lokma alıp uzattılar o kadına.
Lâkin câriye almadı.
"Onu istemiyorum."
"Ya ne istiyorsun?"
"Ağzında çiğnediğinden!"
Eshab daha da şaşırdılar!
Hattâ öfkelendiler!
Ama Efendimiz onu kırmadı. Mübârek ağzındaki lokmadan verip onu sevindirdi.
Kadın, Resûlullah Efendimizin elinden o lokmayı alıp da yediği anda hâlinde âni bir değişiklik oldu.
O edepsiz hâli gitti.
Çok pişmân oldu.
Yaptığından utandı!
Kızardı, bozardı...
Önüne bakarak süratle uzaklaştı o yerden. O günden sonra "edep hayâ" timsâli bir hanımefendi oldu. Öyle ki; edep ve terbiyesiyle parmakla gösteriliyordu o havâlide...
● ● ●
Efendimiz aleyhisselâm, çocuk sahâbîlerden Hazret-i Katâde'nin yüzünü sevgiyle okşamışlardı bir gün.
O an yüzü değişti.
Bir parlaklık geldi.
Öyle ki; akrânı arasında hemen fark edilirdi. O parlaklık, ölünceye kadar da hiç gitmedi ondan...
.
Misli görülmemiş bir cömertlik!..
24 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :24 Haziran 2024 00:29
Bir gün Medîne'ye dışardan bir gayr-i müslim gelmişti ve çok da fakîrdi…
Efendimizi bulup;
"Fakîrim, bana bir miktâr dünyâlık verir misin?" dedi.
Efendimiz de ona;
"Bak, şu vâdide yayılmış olan sürüyü görüyor musun?" diye sordular.
O da baktı.
Ve bir “koyun sürüsü” gördü ki; iki dağın arasını tamâmen doldurmuştu.
Efendimize;
"Görüyorum" dedi.
Efendimiz ona;
"O sürü senin olsun; al götür" buyurdular.
Adam şaşırdı!
Şaka zannetti...
Ve arz eyledi ki: "Şaka yapıyorsunuz değil mi?"
Efendimiz;
"Hayır şaka değil. O sürünün tamâmı senindir, al götür" buyurdular.
O, bu ihsânı gördü.
Daha da şaşırdı!
Kalbi değişti ve hemen oracıkta “Kelime-i şehâdeti” söyleyip îmânla şereflendi... Sonra Efendimize vedâ ederek sürüyü de alıp kabîlesine döndü...
Yüksek bir yere çıktı.
Kabîlesine seslendi:
“Ey insanlar!.."
Hepsi gelip toplandılar.
Ancak merak etmişlerdi...
Sordular hemen:
"Hayırdır, ne var?”
O nidâ eyledi ki: "Gidiniz; o ihsân sâhibine siz de îmân ediniz. Ben, hayâtımda Onun gibi cömert bir kimse görmedim.”
Kabîle halkı Medîne'ye aktı.
Ve topluca Müslüman oldular...
.
Tevâzu gösteren yükselir...
25 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :25 Haziran 2024 00:32
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini çok seven bir “genç” vardı.
Bu, bir gün nefsine uydu.
Şarap almış evine götürüyordu.
Ama götüremedi.
Şarap testisi bir duvara çarptı.
Ve kırıldı birden...
İçindekiler döküldü yollara.
Delikanlı çok üzüldü!
Çok da pişmân oldu.
Ama anladı, bunun bir "îkaz-ı İlâhî" olduğunu.
Oradan geri döndü.
Ve doğruca gidip bu büyük velînin huzûruna girdi.
Onu seviyordu.
Büyük velî ona;
“Evlâdım! Kul, günah yolunda bir adım bile atmamalıdır. Eğer o testi kırılmasaydı benim kalbim kırılacaktı” buyurdu.
Delikanlı pişmândı zâten.
Tövbe etti bu zâtın huzûrunda.
Ve bir daha işlemedi bu günâhı.
Zîra tiksiniyordu artık.
Nitekim büyüklerimiz;
"Evliyânın sözünde Rabbânî tesir vardır" buyurmuşlardır.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Her işinde muvaffak olmak, neye bağlıdır efendim? diye sordular.
Cevâbında;
“Mütevâzı olmaya bağlıdır. Tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir. O tevâzu ettikçe daha da yükselir” buyurdu.
Sordular:
“Ya kibrederse efendim?”
Cevâben;
“Kibredeni Hak teâlâ alçaltır. Kibirlendikçe daha da alçalır” buyurdu.
.
"Bu yaptığın doğru mu?"
26 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :26 Haziran 2024 00:16
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün, fakir bir sevdiğine misâfir oldu.
Garip, üstâdını görünce çok sevindi...
Cennetle müjdelenmişti sanki...
Fakat bunun, genç ve güzel bir oğlu vardı ki, bilmiyordu bu zâtın kim olduğunu.
İlk defâ görüyordu zîra.
Bir kenara çekildi.
Ve suratını asıp oturdu.
Hiç ilgi göstermedi bu büyük velîye.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyse aksine o genci çok sevdi ve kendine çekti onun kalbini.
Onun yanına gitti.
Kulağına eğilerek;
“Bu yaptığın doğru mu? Ben de senin yüzünü kara edeceğim, görürsün” buyurdu.
Sonra geri çekildi.
Ve yerine oturdu.
Az sonra genç, fırlayıp Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin önüne geldi.
Ve büyük bir edeple;
“Bir emriniz var mı efendim, emredin?” dedi.
Büyük velî;
“Bir sıcak çorba getir de içelim mâdem” buyurdu.
Delikanlı koştu.
Ve ocağı yaktı.
Çabuk yansın diye de durmadan üflemeye başladı ateşe.
Öyle ki; yüzü gözü “simsiyah” oldu is ve dumandan.
Ocak yanıp tutuşurken kalbi de bu zâtın muhabbetiyle yanıp tutuşmuştu.
Yüzü siyah olmuşsa da, kalbi nurlanmıştı o velînin sevgisiyle.
Nihâyet çorbayı ikrâm etti.
Çok himmetine kavuştu...
Ve bir daha ayrılmadı yanından.
.
Şaşkın hizmetçi!
27 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :27 Haziran 2024 00:27
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kabr-i şerîfi Semerkant’tadır.
Bir gün hizmetçisine;
“Bana Semerkant'tan biraz bal getir” buyurdu.
Hizmetçi;
“Peki efendim” dedi.
Ve hemen çıktı yola...
Hocasının emrettiği kadar bal satın alıp tam dışarı çıkıyordu ki, dükkâna bir “kadın” girdi...
Genç ve güzeldi.
Şeytana uydu.
Ve şehvetle baktı kadına.
Sonra ayrılıp yola koyuldu.
Ve gelip takdîm etti balı hocasına.
Etti, ama hocasının yüzü gülmüyordu.
Hattâ kaşlarını çatıp;
“Sen bal almaya gittin, ama şarap getirdin” buyurdu.
Hizmetçi;
“Estağfirullah efendim, bal getirdim” diye arz etti.
Büyük velî;
“Hayır, şarap getirdin. İstersen aç da bak!” buyurdu
Hizmetçi kutuyu açtı.
Hayretten donakaldı!
Zîra kutudaki bal değildi.
Şarap vardı hakîkaten.
Ne diyeceğini bilemedi.
O zaman anladı hatâsını...
Kendi kendine;
"O kadına şehvetle bakmıştım, ben o günâhı işleyince kutudaki bal da şarap olmuş" dedi.
Böyle düşündü hemen.
Bu, büyük bir ders oldu ona.
Bir daha da bakmadı yabanc bir kadına.
.
"Evliyânın himmeti dağı bile devirir!"
28 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :28 Haziran 2024 00:13
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kabr-i şerîfi Semerkant’tadır.
Bir talebesi vardı.
Ticâret işlerini yapardı bu büyük velînin.
Bir gün büyük bir kervanla ticâretten dönüyorlardı ki, bir grup eşkıyâ ile karşılaştılar birden...
Herkes çok korktu.
Ama o, hiç korkmadı.
Kendi kendine;
"Bu, hocamın işidir, öyleyse o bana yardım eder" dedi.
Böyle düşündü...
Ve “hocasını” getirdi hatırına.
Ondan himmet istedi.
O anda bir güven geldi ona.
Kılıcını çekip saldırdı onlara!
Öyle ki; kendisini, sanki “üstâdının şeklinde" buldu o anda.
Yâni kendisi değil de, üstâdıydı asıl saldıran.
Onlar, kalabalık bir gruptu.
Buna rağmen korktular.
Ve dağıldılar!
O talebe, seferden dönüp hocasının huzûruna geldi.
Olanları anlatacaktı.
Ama lüzum kalmadı.
Zîra hocası, ona;
“Zayıflar, kuvvetli bir düşmana rast geldiğinde, kendi kuvvetlerini düşünmeyip Allah dostu ‘velîler’den yardım isterlerse, Hak teâlâ onlara yardım eder” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hem öyle kuvvetli olurlar ki, düşman korkup darmadağın olur! Evliyânın himmeti dağı bile devirir. Sizin kurtulmanızın hikmeti de budur işte.”
.
"Memleketine hemen git ve gel!"
29 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :29 Haziran 2024 01:01
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bir talebesi vardı.
Onu çok severdi.
Bir gün çağırıp;
“Ey evlâdım! Bu aralar memleketine gitmeyi düşünmüyor musun?” diye sordu.
Genç talebe;
“Hayır hocam, bir mecburiyet olmadıkça yanınızdan ayrılmak istemiyorum” dedi.
Buyurdu ki:
“Ama gitmen gerekiyor oğlum.”
Çocuk merak etti:
“Neden hocam?”
“Çünkü annen ve baban bana sıkıntı veriyorlar. Çabucak git de gel” buyurdu.
Delikanlı bir şey anlamadı.
“Peki efendim” dedi.
Ve memleketi olan Horasan'a gitti.
Anne ve babasına da anlattı bunu.
Onlar, bunu duyunca ağladılar!
Çocuk şaşırdı!
Sordu hemen:
“Niçin ağlıyorsunuz, bir şey mi oldu?”
Annesi anlattı:
“Oğlum, biz babanla, beş vakit namazdan sonra hocan Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine teveccüh edip duâ ediyorduk.”
Genç sordu:
“Nasıl duâ ediyordunuz?”
“Yâ Rabbî! Hocası, oğlumuza izin versin de onu bize göndersin diye yalvarıyorduk.”
Mesele anlaşılmıştı...
Onlarla görüştü.
Aynı gün geri döndü.
Ve bir daha ayrılmadı yanından...
.
Kaybolan köle!..
30 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :30 Haziran 2024 00:29
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini sevenlerden birinin, çok beğendiği, emîn, güvenilir bir hizmetçi kölesi vardı.
Kaybetti bir gün onu.
Çok aradı, bulamadı.
Yine böyle ararken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini gördü.
Koşturdu hemen.
Tuttu atının dizginini.
Ve derdini anlatıp;
“O, benim her şeyimdi, ne olur hâlledin bu derdimi” dedi.
Âdeta yalvardı.
Büyük velî, eliyle bir köyü işâret etti.
Ve sordu:
“Şu köyde aradın mı?”
“Hayır, aramadım efendim.”
“O köye bak! İnşallah orada bulursun” buyurdu.
Adam sevindi.
Ve bir ümitle koştu o köye.
Bir de ne görsün?!
Kölesi, bir çeşmenin başında ve eli şakağında, şaşkın vaziyette oturuyor!
Yanında testi var.
Hem içi de su dolu.
Ona yaklaşıp;
“Sen günlerdir nerelerdeydin?” diye sordu ona.
Kölesi anlattı:
“O gün evden çıkmıştım ki, bir atlı beni tutup uzaklara kaçırdı. Sonra da köle diye sattı birine. Günlerdir onun hizmetlerini görüyordum. Bugün de çeşmeden su almaya gönderdi beni. Suyu doldurup geri dönecektim ki, bu çeşmenin yanında buldum kendimi.”
Adam çok sevindi...
Ve gülümseyerek;
“Bu, o büyük velînin kerâmeti” diye mırıldandı hafifçe.
.
“Eğer şeyhlik yapsaydım…”
1 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :1 Temmuz 2024 00:30
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ekseri sultânlara gider, tesirli sözleriyle onlara nasîhat ederdi.
İslâmı kuvvetlendirirdi.
Üstlerinde öyle çok nüfûzu vardı ki, cihan pâdişahları boyun eğmişlerdi bu büyük velîye.
Nitekim kendisi;
“Eğer şeyhlik yapsaydım, hiçbir şeyh bir yerde bir talebe bulamazdı. Ama bize başka vazîfe verildi” buyurmuştu yakınlarına.
Sordular:
“O, hangi vazîfe efendim?”
Buyurdu ki:
“Dîni kuvvetlendirip İslâmiyeti yaymak görevi verildi ki, biz bunları temin etmeye çalışıyoruz.”
● ● ●
Bir gün bu zâta;
“Efendim, bizler ne zaman bu dünyâya ibret nazarı ile bakan ve ibret alan kimselerden oluruz” diye sordular.
Büyük zât;
“Bu dünyâda her şeyin fâni ve sonunun ‘harap’ ve her kişinin gideceği yerin de ‘toprak’ olduğunu gördüğünüz zaman” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bir dostuna;
“Nasılsınız, iyi misiniz kardeşim?” diye sordu.
O, cevâbında;
“Selâmette ve âfiyetteyim efendim” diye arzetti.
Büyük velî;
“Selâmette olman, Sırat Köprüsü’nü selâmetle geçmekle, âfiyette olman ise Cennete girmekle mümkün olur” buyurdu.
.
"Senin, Sultân'la ne işin olur ki?!."
2 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :2 Temmuz 2024 00:15
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânında Mirza Abdullah diye bir sultân vardı ki, bu büyük zât onu görmeye gitmişti bir zaman.
Kapısını çaldı.
Çıkan görevliye;
“Sultân'ı görmek için gelmiştim” buyurdu.
Adam edepsizdi.
Küstah bir tavırla;
“Bizin pâdişahımız pervâsız biridir. Onunla görüşmek, öyle kolay değildir” dedi.
Büyük zâtı küçümsedi.
Ve küstah bir edâ ile;
“Gördüğüm kadarıyla derviş bir hâliniz var. Bir dervişin koca bir sultânla ne işi olabilir?” deyiverdi.
Dedi, ama iyi olmadı.
Mübârek gadaba geldi.
Ve o edepsize;
“Bana bak!.. Senin o melikin pervâsızsa, onu pervâlı biriyle değiştiririz. Git, söyle bunu kendisine. Ve bir hafta sonra neler olacağını görün” buyurdu.
Kalemini çıkardı...
Ve o melikin ismini duvara yazıp, sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi o yazdığı ismi.
Ve geri döndü.
Taşkent'e geldi.
O gün, büyük bir “korku” girdi melikin kalbine!
Sebebini tahmin etti.
Aradan bir hafta geçti.
Memleketine, bir hükümdâr saldırdı birden... Onu öldürüp bütün Semerkant'a hâkim oldu.
İsmini parmağıyla silmişti.
Cismi de silinip gitti...
.
“Niyetin Allah içinse..."
3 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :3 Temmuz 2024 00:32
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri talebeleriyle bir yere gidiyorlardı ki, bir ara “kâğıt kalem” istedi talebelerin birinden.
“Ebû Saîd” yazdı.
Ve koydu cebine.
Sonra da bir “Fâtiha” okudu onun için.
Fakat kimse bir şey anlamadı.
Bir talebe sordu:
“Efendim, Ebû Saîd ismini, o kâğıda niçin kaydettiniz?”
Büyük velî, ona;
“Bu, öyle birinin ismidir ki, çok yakında Semerkand'ı, Horasan'ı ve Taşkent'i alıp bütün bu bölgelere hükmedecektir” buyurdu.
Fazla zaman geçmedi.
Ebû Saîd ismi yükseldi.
Meğer evliyâdan biri, o gece Ebû Saîd'in rüyâsına girip;
“Yâ Ebâ Saîd! Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, senin ismini yazıp cebine koydu. Ve senin nusretin için Fâtiha okudu. O, bu devrin kutbudur ve Taşkent'tedir. Gir o zâtın hizmetine!” dedi.
O anda uyandı.
Ve kalbine baktı.
Bu büyük zâta tutulmuş gördü. O gün yola çıkıp Taşkent'e vardı. Onu görünce, çok sevdi.
Ve kalbinden;
“İşte, benim ismimi yazıp cebine koyan ve benim için Fâtiha okuyan, bu zâttır” dedi.
Atından inip, attı kendisini mübârek ayağına. Semerkant'ı fethetmek için yardım istedi bu büyük velîden.
Büyük zât ona;
“Niyetin Allah içinse, sana yardım erişir” buyurdu.
Bu sözü alıp yürüdü...
Semerkant’a vardı.
İki saat içinde fethetti bu ülkeyi.
.
"Sana, kardeşine yardım etmek yakışır!"
4 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :4 Temmuz 2024 00:06
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri devrinde zamânın Sultânı, Ahmed Mirza olup, bu zâta bağlıydı.
Hem de gönülden.
Kardeşi Sultân Mahmud da, başka bir yerin hükümdârıydı. Ama bu, kardeşi Ahmed Mirza'nın toprağına göz dikmiş, savaşmak istiyordu.
Ahmed Mirza, bu hâli Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arz etti. Büyük velî, kardeşine mektup yazdı:
“İkiniz kardeşsiniz ve hükümdârsınız. Savaşmak değil, kardeşine yardım etmek yakışırdı sana. Vazgeç bu işten, yoksa sen zararlı çıkarsın.”
Sultân Mahmud okudu...
Fakat dinlemedi.
Ordusuyla yürüdü Semerkant'a.
Ahmed Mirza, bu velîye arz etti ki:
“Bu orduya güç yetiremeyiz.”
Büyük velî de;
“Hiç korkma! Allah'ın izniyle biz bu işe kefîliz” buyurdu.
Nihâyet harp başladı.
Düşman ilerliyordu.
Tam Şehre gireceklerdi ki, kuvvetli bir “kasırga” koptu bir anda. Öyle ki, göz gözü görmüyor, düşman askerleri birbirlerini kırıyordu.
Ana-baba günü oldu.
Kasırganın şiddeti daha da artınca atlar, sâhiplerini çiğneyip kaçmaya başladı.
Sultân Mahmud çâresizdi!..
Kaçtı harp meydanından.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Ahmet Mirza’ya seslendi:
“Kaçanları tâkip et!”
O da emri îfa etti.
Çoğunu kılıçtan geçirdiler. Velhâsıl bu zâtın himmet ve yardımıyla muvaffakiyet, Ahmed Mirza'nın olmuştu yine...
.
"Rûhunuzu faydalı ilimlerle doyurun!"
5 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :5 Temmuz 2024 00:20
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kabr-i şerîfi Semerkant’tadır.
Bu zât bir gün;
“Kardeşlerim! Doğru kitap okuyun, rûhunuzu faydalı ilimlerle doyurun. Nasıl ki, bedenimiz gıdâya muhtaçsa, rûhumuzun da buna ihtiyâcı var” buyurdu.
Ve şöyle devam etti:
“Bedenimiz topraktan yaratıldığı için onun gıdası, topraktan çıkan şeylerdir, ekmek gibi, su gibi, meyve ve sebze gibi. Ama ruh, âlem-i emirden yaratılmıştır. Bedenin gıdasından tat alamaz.”
Dinleyenler;
“Rûhun gıdası nelerdir efendim?” diye sordular.
Büyük zât;
“Rûhun gıdası mânevî şeylerdir. Meselâ ilim gibi, sohbet gibi, ibâdet ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi” buyurdu.
Ve şöyle devam etti:
“Beden, gıdâsını muntazam alamayınca nasıl ki, zayıf düşer ve nihâyet hastalanırsa, ruh da gıdâsız kalırsa zayıflar, hasta olur ve hattâ ölebilir de!”
Cemaat;
“Rûhun ölmesi ne demek efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Rûhun ölmesi demek, mâzallah îmânsız olmasıdır. Cezâsıysa, cehennemde sonsuz olarak yanmaktır” buyurdu.
.
"Hemen çıkın evlerden!"
6 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :6 Temmuz 2024 00:44
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkent'e gidecekti...
Mevsim ilkbahardı.
Yolda akşam olunca bir talebesinin evinde misâfir oldu.
Biraz sohbet ettiler.
Yatma vakti gelince;
“Evlât! Sen de benim yanımda yat” buyurdu ev sâhibine.
Talebe de;
“Başüstüne efendim” dedi.
Ve aynı odada yattılar ikisi.
Talebe tam uykuya dalmıştı ki, bir “ses” duyup uyandı...
Hocasının sesiydi bu.
Kendisine;
“Evlât! Hemen kalk, eşyalarını topla ve hemen dışarı çık. Bütün mahalle halkını da uyandır. Herkes kıymetli eşyasını alıp çıksın evinden!” buyurdu.
Kendi de acele çıktı.
Cümle halk toplanmıştı.
Büyük velî, köy halkına;
“Beni tâkip edin!” dedi.
Ve hızlı adımlarla yöneldi yakındaki tepeye. İnsanlar da peşinden. Az sonra tepenin üstüne toplanmışlardı bütün köy halkı.
Herkes birbirine soruyordu:
“Neler oluyor?”
“Buraya niçin geldik?”
“Bir şey mi var?”
Ancak kimse bilmiyordu bundaki hikmeti. Onlar böyle konuşuyordu ki, yukarıdan bir sel kopup büyük şarıltıyla köye indi.
Her şeyi alıp götürüyordu.
Ağaçlar, evler, hayvanlar.
Korkunç sel, kısa zamanda köyü harâb etmiş; ama insanlar kurtulmuştu.
Bu hârikulâdeyi hepsi gördü.
Ve o gün “talebesi” oldular bu büyük velînin...
.
Talebeliğe kabul edilmeyen kadı!
7 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :7 Temmuz 2024 01:19
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin huzûruna bir gün bir kadı, yâni hâkim gelip;
“Efendim, beni de talebeliğe kabul edin” diye ricâ etti.
Ne hikmettir, bilinmez.
Kabul etmedi mübârek.
Tekrar tekrar arz etti.
Hattâ çok yalvardı.
O yine iltifat etmedi.
Cevap da vermedi.
Bir talebesi;
“Efendim, falan kadı, talebeliğe kabul edilmiyorum diye pek çok üzülüyor” diye arz etti.
Büyük velî;
“Evlâdım! O kadı’nın gönlünde dünyâlık var. On sene sonra kavuşacağı mevkîye hırslı olan bir kimseyi talebeliğe kabul etmek uygun olmaz. Böyle birine büyüklerin yolu anlatılmaz. Siz onu düşünmeyin” buyurdu.
Talebe;
“Peki efendim” dedi.
Aradan on sene geçti...
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de göçtü bu dünyâdan.
O kadı mı?
Başkadı olmuş, murâdına erdiği için de pek sevinçliydi...
Ve artık bu yola girmek gibi bir arzu kalmamıştı kalbinde.
Murâdına kavuşmuştu.
Memnundu hayâtından.
Talebeler bu hâli görüp;
“Hocamızın kerâmeti çıktı. Onu talebeliğe kabul etmemekte ne kadar haklıymış. Meğer adamın kalbinde mevkî makam düşüncesi varmış” dediler.
.
İçimizde bir yabancı var!..”
8 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :8 Temmuz 2024 00:14
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir sohbetinde “Kardeşlerim! Müslüman; Allah'tan başka her şeyden yüz çevirip Rabbinin rızâsını düşünmeli ve gönül ehli bir İslâm âlimi bulup onun rehberliğinde bozuk hâllerini düzeltmelidir” buyurdu.
Ve şunu anlattı:
Bâyezid-i Bistâmî hazretleri bir sabah derse başlıyacaktı ki, bir durgunluk geldi kendisine.
Bir huzursuzluk.
Konuşmuyordu.
Bir türlü toparlıyamıyordu zihnini.
Sebebini tahmin etti...
Ve talebesine;
“Bugün içimizde bir yabancı var. O her kimse, meclisimizi terk etsin!’ buyurdu.
Talebeler şaşırdı.
Etrâfa bakınıp yabancı bir kimseyi göremediler içeride.
Geri geldiler.
Ve hocalarına;
“Aramızda yabancı bir kimse yoktur efendim” dediler.
Buyurdu ki:
“Öyleyse bakın bakalım, yabancı birine âit herhangi bir eşya var mı buralarda?”
Gençler her yeri aradılar. Nihâyet yabancı bir âsâ/baston gördüler bir köşede.
Gelip haber verdiler...
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; o âsâyı, bastonu çıkartıp dersine başlayabildi nihâyet.
Meğer onun sâhibinin zulmeti varmış içeride.
.
Mertlik nedir efendim?"
9 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :9 Temmuz 2024 00:29
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesinden biri, fâsıklardan/günah işleyenlerden birinin gömleğini giyerek sohbete geldi bir gün.
Bu büyük velî de geldi.
Ve talebelere dönüp;
“Bugün meclisimizde yabancı bir koku var” buyurdu.
Talebeler meraklandı.
Ve bu yabancı kimdir diye, etrâflarına bakındılar. Ancak yabancı kimse yoktu o an dergâhta.
Gelip arz ettiler.
Büyük zât bir talebeye bakıp “O koku senden geliyor oğlum. Senin üzerinde bir fâsığın gömleği olsa gerek” buyurdu.
Talebe arz etti:
“Evet hocam, bu gömlek, fâsık bir arkadaşıma âit.”
Buyurdu ki:
“O gömleği değiştir evlâdım!”
Talebe;
“Başüstüne hocam” dedi.
Ve koşup değiştirdi o gömleği.
Mübârek zât rahatladı.
Ve huzur içinde başladı dersine.
● ● ●
Bir gün bu zâta;
“Efendim, mertlik nedir acabâ?” diye sordular.
Büyük zât;
“Kusur ve kabâhati kendinde bilmektir” buyurdu.
Sordular:
“Haklı olsak da mı efendim?”
“Evet, Peygamberimiz aleyhisselâm (Haklı olduğu hâlde karşıdakine ‘ben haksızım’ diyen kimseye, Cennette büyük bir köşk verilecektir, kefîli de benim) buyuruyor” dedi.
..
Allah'ın izniyle Türkler kazandı”
10 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :10 Temmuz 2024 00:15
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir gün dergâhta idi.
Bir perşembe günüydü.
Talebelerine;
“Atımı hazırlayın!” buyurdu.
Ve hızla kalktı yerinden.
Vakit, öğleden sonraydı.
Beyaz atına atladı.
Ve hızla uzaklaştı Semerkant'tan.
Gün batısına doğru gidiyordu...
Bâzı talebeleri, tâkip ettiler onu.
Lâkin Semerkant'ı geçince “Siz burada kalın!” buyurdu.
Kendi yalnız devam etti.
Akşam, geri geldi yine.
Talebeler sordu:
“Nereye gittiniz efendim?”
Büyük velî cevâben;
“Türk Sultânı Muhammed Hân, dün kâfirlerle şiddetli bir savaşa girerken bizden yardım istedi, ona gittim” buyurdu.
Gençler sordu:
“Netîce ne oldu hocam?”
Buyurdu ki:
“Allah'ın izniyle Türkler kazandı.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Efendim! Evliyâ zatları tanıyıp, onları sevmenin, dînimizde ehemmiyeti nedir?” diye sordular.
Büyük zât cevâben;
“Bir kimse, bin senelik ömrünü ibâdetle geçirse, lâkin bir evliyâ zâtı sevmekle şereflenemese, bir başkası da bir velî zâtı çok sevse ve hizmet edip duâsını alsa, bu ikinci kişinin kazandığı sevap, birincinin sevâbından, kat kat çoktur” buyurdu.
.
"Babanızın beyaz bir atı var mıydı?”
11 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :11 Temmuz 2024 00:25
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğlu Abdülhâdî şöyle anlatır:
Ben Anadolu'ya gittiğimde, Sultân Muhammed Hân'ın oğlu Bâyezid Hân Osmânlı Devleti’nde pâdişahtı.
Beni misâfir etti.
Oturup konuştuk.
Sohbet esnâsında;
“Ey Abdülhâdî! Babanızın şemâili şöyle şöyle miydi. Beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu.
Ben ona cevâben;
“Evet, babamın şemâili aynen dediğiniz gibiydi, beyaz atı da vardı” dedim.
Sultân sevindi.
Ve devam etti:
Babam Fâtih Sultân Muhammed Hân’dan dinledim. Şöyle anlatmıştı bize:
Bir Perşembe günüydü...
Savaşın en sıkışık bir ânında ellerimi duâya açıp; “Yâ Rabbî! Bu zamânın kutbu hangi velîyse, onu bize yardıma gönder” diye yalvardım.
O anda biri geldi yanıma.
Nur yüzlü bir zâttı.
Beyaz bir atı vardı.
Onun gelmesiyle hücûma geçti erler!
Allah'ın izniyle bizim oldu zafer...
● ● ●
Bir genç de bu zâta;
“Hiç huzûrum yok efendim, ne yapayım?” diye dert yandı.
Bu büyük velî;
“İslâmiyeti iyi öğren ve tatbîk et, zîrâ Resûlullaha uymak niyetiyle uyumak bile ibâdettir. Nitekim kaylûle etmek, Peygamberimiz’in, âdet-i şerîfesi idi. Öğleden önce az uyumak, kaylûledir” buyurdu.
.
"En mühim iş nedir?"
12 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :12 Temmuz 2024 00:29
Türkistân’ın en büyük velîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatıyor:
“Çocukken mektebe gidiyor, ama Allahü teâlâyı bir an unutmuyordum.
Ben böyle olunca, herkesi de öyle zannederdim.
Bir gün hava çok soğuktu...
Mektebe gidiyordum...
Ayağım çamura battı.
Çamurdan kurtulmaya uğraşırken pabucum ayağımdan çıktı.
Onu kurtarmaya çalışırken,
Allah'tan biraz gâfil oldum.
Zîra o ara pabuçlarımı düşünmüştüm.
Karşıda bir “köylü” vardı.
O da çift sürüyordu.
Ona imrenip;
“Ne mutlu şu köylüye. Kalbi, Allah'tan gâfil değil, ben ise çamur yüzünden Rabbimden gâfil oldum” diye düşündüm...
Ve çok üzüldüm!
Hattâ hüngür hüngür ağladım!
Çok gözyaşı döktüm!
Zîra herkesin, Allah’tan bir an bile gâfil olmadığını biliyor ve öyle inanıyordum.
Sonra anladım hakîkati.
Meğer böyle değilmiş.
Bâzı seçilmiş kullara nasip olurmuş bu nimet.”
● ● ●
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün bâzı gençler;
“Bir mümin için en mühim iş nedir?" diye sordular.
Büyük zât da;
“Bir müminin en mühim tek işi, îmânını korumak ve küfre düşmemektir. Bu da dînin emirlerine ehemmiyet vermek ve bu emirlere saygılı, hürmetli olmaktır” buyurdu.
.
"Ölü kalpleri dirilten!.."
13 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :13 Temmuz 2024 00:21
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatıyor:
Çocukken rüyâ gördüm bir gece...
İsâ aleyhisselâm yanımda oturuyordu.
Başımı okşayarak;
“Evlâdım! Senin yetişmen için ben yardım edeceğim” diyordu.
Nihâyet sabah oldu.
Rüyâmı anlattım âlimlere.
Onlar tâbir ederek;
“İsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir peygamberdir. Mâdemki, seni İsâ Peygamber yetiştirecek, öyleyse bu hasletten sana da verilecek demektir” dediler.
Ve daha îzah edip;
“Yâni O, ölü bedenleri diriltti, sen de inşallah ölü kalpleri dirilteceksin” dediler.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Ölüm acısı ne kadardır efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Yetmiş kılıç darbesinden fazladır” buyurdu.
Ardından;
“Kabir azâbı yanında ölüm acısı hiçtir. Mahşer azâbının yanında kabir azâbı, Cehennem azâbının yanında da mahşer azâbı hiç kalır” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de dostları;
“İyi bir kul nasıl olur efendim?” diye sordular.
Cevâben;
“İyi bir kul, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ehemmiyet verir, eğer günâh işlerse hemence tövbe eder” buyurdu.
.
İmansız ölmek korkusu!..
14 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :14 Temmuz 2024 00:17
Semerkant’ta yetişen büyük velîlerden Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin kabr-i şerîfi, Merv şehrindedir.
Resûlullah Efendimizin mübârek kalbindeki ilim, feyiz ve nurlar, kalpten kalbe akarak ona vâsıl olmuştu...
Orta boylu, buğday benizliydi.
Kumral sakallı, zayıf bir velîydi.
Eline geçeni, muhtaçlara verir, herkese şefkat ederdi.
Çok zaman da ağlardı!
Yetiştirdiği yüzlerce talebesi, büyük âlim ve evliyâ oldular.
Bir yandan, insanların “mânevî” dertlerine devâ sunarken bir yandan da “maddî” hastalıklarına şifâlar sunuyordu.
Her insana şefkatliydi.
Gayrimüslimlere bile...
Onlara nasîhat ediyor, hidâyetlerine sebep oluyordu.
Dünyâya, zerre kadar ehemmiyet vermezdi.
Evinde bir hasır vardı.
Bir de ibrik.
Üzerine aldığı bir keçe.
Ve yemek yapacak tencere...
● ● ●
Bu zâta bir gün dostları;
“İyi bir kul nasıl olur efendim?” diye sordular.
Büyük zât;
“Onlar, insanlardan bir şey beklemez, her ihtiyâçlarını yalnız Rablerinden isterler. Onların tek korkuları vardır” buyurdu.
Sordular:
“O nedir ki, efendim?”
Cevâben;
“Son nefeste imansız ölmekten korkar, Allah’ın rızâsını almak için uğraşırlar” buyurdu.
.
Sadık talebe...
15 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :15 Temmuz 2024 00:33
Yûsüf-i Hemedânî hazretleri evinde oturur, dışarı çıkmazdı.
Fakat bir gün çıkmak istedi.
Böyle bir “istek” doğdu içinde.
Bu arzusu o kadar çoğaldı ki, merkebine binip, sürmeye başladı.
Nereye ve niçin gidiyordu?
Kendi de bilmiyordu...
Gayriihtiyârî çekiliyordu.
Serbest bıraktı hayvanın yularını.
O nereye giderse oraya gidecekti.
Hayvancağız, şehirden çıkıp girdi bir uzun vâdiye.
O, yine diyordu ki:
“Bir hikmeti vardır.”
Bir mescidin önüne geldiler.
Hayvan durdu birden.
O da indi merkebinden.
Ve mescide girdi...
Bir de ne görsün?!
Bir talebesi içeride oturuyor.
Bu zâtın geldiğini gördü.
Ve hürmetle karşılayıp;
“Çok şükür geldiniz, teşrîfiniz ne iyi oldu hocam” dedi.
Hocası sordu:
“Neden iyi oldu evlâdım?”
“Bir derdim vardı efendim, size sormak için teşrîfinizi dört gözle bekliyordum. Az önce ‘yâ Rabbî! Çok acele hocamı bana gönder’ diye yalvardım. Duâm bitti siz geldiniz!”
“Peki ne soracaktın?”
O, suâlini sordu.
Cevâbını aldı ve “Efendim, siz olmasanız biz ne yaparız? Siz yol göstermezseniz, biz bir adım atamayız” dedi.
Büyük velî; “Senin de sadâkatin tammış ki, muhabbet bağıyla bizi çekip getirttin. Ama bir dahaki sefere sen bize gel, bizi yorma!” buyurdu!..
.
Mümine edep yakışır...
16 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :16 Temmuz 2024 00:29
Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin ismini, şu üç ilim talebesi işitip kendisini görmeye gittiler.
Ebû Saîd, İbnüssâkka ve Abdülkâdir-i Geylânî...
İbnüssâkka; “Ona öyle şeyler soracağım ki, bunlara cevap veremeyecek” dedi.
Ebû Saîd; “Ben de ona zor suâller soracağım. Bakayım bunlara cevap verebilecek mi?” dedi.
Abdülkâdir-i Geylânî ise; “O zât büyük bir âlimdir. Ona suâl sormak benim ne haddime. Huzûruna girmeyi nîmet, cemâlini görmeyi şeref bilirim” dedi.
Ve huzûruna vardılar.
Bu zât, İbnüssâkka'ya; “Sende hiç hayâ yok mudur ki, bana suâl sormak ister ve cevâbını veremem zannedersin” buyurdu.
Ve sormayı düşündüğü suâlleri tek tek cevapladı.
Sonra da ona; “Senden ‘küfür kokusu’ geliyor” buyurdu.
Ebû Saîd'e; “Sen de beni imtihana yeltendin öyle mi?” buyurdu.
Onun da suâllerini söyledi.
Cevâbını uzun uzun verdi.
Sıra Abdülkâdir’e gelmişti.
Yüzünü ona dönüp; “Sen, gösterdiğin bu güzel edeple, Allah ve Resûlünün rızâsını kazandın” buyurdu.
Onu sevmişti.
Ve kendisine; “Ben şu anda, senin bir kürsüde, büyük bir cemaate nasîhat ettiğini görüyor ve ‘Benim şu iki ayağım, bu zamandaki evliyâların omuzları üstündedir’ dediğini işitiyorum” buyurdu.
Buyurduğu şeyler, ayniyle vâki oldu.
.
“Aradığınız zât benim...”
17 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :17 Temmuz 2024 00:26
Zengî Atâ hazretlerinin kabr-i şerîfi, Semerkant’ın “Zengî Atâ” köyündedir. O devirde dört arkadaş, ilim tahsîli için Buhâra'ya geldiler. Zâhirî ilimleri bitirince bir “mürşid-i kâmil” bulmak için düştüler yollara.
Biri, “Seyyid Atâ" idi.
Semerkant'tan geçerken bir “ihtiyar” görüp, ona; “Biz, bir mürşit arıyoruz” dediler.
Meğer o ihtiyar, “Zengî Atâ" nâmında bir evliyâ zât imiş.
Onlara buyurdu ki:
“Aradığınız benim.”
Gençler “peki” dediler.
Onların üçü inanırken, “Seyyid Atâ" îtibâr etmedi bu zâta.
Kalbinden dedi ki: "Ben seyyidim, ilmim de var. Bu ihtiyar mı beni irşâd edecek?"
Böyle dedi ve öylesine yapıyordu vazîfelerini.
Öbürleriyse severek, inanarak yapıyor ve her gün ilerliyorlardı.
O ise ilerleyemiyordu.
Hatâsını anlayınca, koştu bu zâtın annesine.
"Anber Anaya”...
Hâlini anlatıp, sordu ki:
“Ne olacak benim hâlim?”
Anber Ana;
“Bu gece bir keçeye sarılıp dergâhın eşiğine yat!” dedi.
O da girdi bir keçe içine.
Uzandı kapının eşiğine.
Zengî Atâ, abdest için dışarı çıkarken Seyyid Atâ, sarılıp öptü ayağını.
Büyük velî sordu:
“Kimsin sen?”
O arz etti ki: “Seyyid Atâ'yım, himmetinize muhtâcım.”
Tutup kaldırdı onu yerden.
Acıyarak baktı bir kere.
Ve çıkardı onu tasavvufta zirvelere...
.
Nice fidanlar düştü toprağa...
18 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :18 Temmuz 2024 00:32
İsfehan’da yetişen Zâhid-i İsfehânî hazretlerinin kabr-i şerîfi Basra’dadır.
O zamanlar bir “tâun illeti” kasıp kavuruyordu ortalığı.
Yakalanan, kurtulamıyordu.
Nice tâze fidanlar düşüyordu toprağa.
İşte o günlerde bir kişi geldi.
Dert yandı bu büyük velîye;
“Hocam! Tâundan üç oğlum öldü, şimdi de dördüncü oğlum yakalandı. Duâ edin de şifâya kavuşsun” diye arz etti.
Büyük velî;
“Hastalığı veren de Allahü teâlâdır, şifâyı verecek olan da” buyurdu.
O kimse sordu: “Ya sizler hocam?”
“Biz âciz bir kuluz.”
Adamın, gitmeye, hiç de niyeti yoktu...
“Efendim, duânızı almadan şuradan şuraya gitmem” dedi.
Mecbur kaldı mübârek.
İki rekât namaz kıldı.
Sonra da açtı ellerini;
“Yâ Rabbî! Şifâ ver bunun oğluna” diye yalvardı.
Bir duâ bu kadar mı serî kabul olur. Oğlu, kapıda karşıladı kendisini.
Sapasağlamdı. Adam sevindi.
Ve oğluna sarılıp; “Ne oldu, anlatsana” dedi merakla.
“Neyi anlatayım babacığım?”
“Nasıl iyileştin?”
Çocukcağız;
“Bilmiyorum. Az önce kımıldamadan yatıyordum. Birden iyileştiğimi hissettim ve fırladım ayağa, ben de bilmiyorum ne olduğunu” dedi.
Adam dedi:
“Ben biliyorum oğlum.”
“Ne oldu baba?”
“Zâhid-i İsfehânî hazretleri duâ etti sana.”
.
"Bu, bana ilâhî bir ikazdır!"
19 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :19 Temmuz 2024 00:18
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin kabr-i şerîfi de Mısır’dadır.
Bir gün çıktı evinden.
Bir su kenarına geldi.
Orada abdest alıyordu ki, az ötede bir “kadın” ilişti gözüne.
Bir kerecik ona baktı.
Sonra kapattı gözünü.
Ama merak etmişti.
Kendi kendine;
"Kim bu kadın, bu tenhâ ve ıssız yerde ne arıyor?" dedi.
Böyle düşündü...
Kadın da onu gördü.
Ve kendisine;
“Ey Zünnûn! Benim sana hüsn-ü zannım vardı. Senin, takvâ ehli bir kişi olduğunu bilirdim. Meğer yanılmışım” dedi.
O, bunları işitti.
Çok garibine gitti.
Kendi kendine;
"Bu hâdisenin, muhakkak bir hikmeti vardır" diyordu.
Böyle düşünüyordu...
Kadın bu defâ da;
“Ne zannettin, tabii ki, hikmeti var. Zîra takvâ sâhibi olsaydın bir yabancı kadına bakmazdın. Ve eğer velîlikten nasîbin olsaydı, Rabbinden gayri biriyle ilgilenmezdin. Evet, isteyerek bakmadın. Ama bilmiş ol ki, velîler bunu da yapmazlar” dedi.
Sonra kayboldu...
O, yine şaşırdı!
Çok garibine gitti.
Yine içinden;
"Bu, benim için İlâhî bir ikaz. O, bir insan değil, melekti muhakkak. Rabbim, öğüt vermeye gönderdi onu bana" dedi...
.
Her şeyin kıymetini ehli anlar"
20 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :20 Temmuz 2024 01:06
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin tanıdığı bir “genç” vardı ki, bilmiyordu bu zâtın kıymetini.
Büyüklüğünü inkâr ediyordu.
Hattâ kendisini kötülüyordu.
Bir gün çağırdı bu genci.
Kıymetli bir yüzük verip;
“Bunu, şu çarşı esnafına bir bir göster. Kim ne kadar para veriyor, öğren” buyurdu.
Delikanlı; “Peki” dedi.
Ve bütün çarşıyı dolaştı.
Fakat ilgilenen olmadı.
Geri gelip; “Hiç ilgilenen olmadı” diye rapor verdi.
Büyük velî;
“Peki, şimdi de sarraflar çarşısına götür. Bak bakalım, kuyumcular ne veriyorlar?” dedi.
Yine “peki” dedi.
Ve o yüzüğü tek tek gösterdi sarraflara. Ancak aldığı cevaplarla şaşkına döndü genç! Zîra çok büyük paralar veriyorlardı.
Hayret içinde kaldı!
Ve geri dönüp;
“Bütün mücevhercilere gösterdim. Hepsi de ‘bin altın'ın üzerinde değer biçtiler” dedi.
Mübârek sevindi.
Ve o gence;
“Demek ki, her şeyin kıymetini ehli anlarmış. İşte tasavvuf bilgisi de çok kıymetlidir, ama ehli anlar. Gülün kıymetini bülbülün bildiği gibi” buyurdu.
Delikanlı utandı.
Anladı hatâsını...
“Efendim, yanlış hareketlerimden dolayı özür diliyorum. Lütfen affedin, câhilliğime bağışlayın” dedi.
Ve “talebesi” olmakla şereflendi...
.
Oğlumu timsah kaptı!"
21 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :21 Temmuz 2024 00:19
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerine, bir gün yaşlı bir kadın, telâşla gelip;
“Efendim, ne olur, oğlumu kurtarın!” diye yalvardı.
Mübârek sordu:
“Ne oldu oğluna?”
“Nehirde timsah kaptı, çabuk olun, kurtarın oğlumu.”
Zünnûn hazretleri;
“ Peki bacım” dedi.
Geldi Nil kenarına.
Ve ellerini açıp;
“Yâ İlâhî!.. Bu kadının oğlunu, o timsahın elinden kurtar” diye duâ etti, yalvardı.
Kadın “âmin” dedi.
O anda timsah görünmüyordu.
Bu duâ üzerine çıktı su zerine.
Sonra kıyıya yaklaştı.
Çocuğu bırakıp gitti.
Sağ sâlim olarak.
Kadın çok şaşırıp;
“Hayret, ben aslında inanmıyordum sizin velî olduğunuza. Denemek niyetiyle gelmiş, duânıza da ümitsizce âmin demiştim. Ama şimdi inandım ki, gerçek velîymişsiniz. Lütfen affedin beni. Ve duânızdan eksik etmeyin!” dedi.
Ve oğlunu alıp sevinçle evine gitti...
● ● ●
Bir gün bu zâta;
“Örnek insan nasıl olur efendim?” diye sordular.
Büyük velî;
“Örnek insan odur ki, din için, insanlara hizmet için, kendini fedâ etmiştir. Yâni kullara faydalı olmak için, kendi kâr ve zararını düşünemez. Bir hadîs-i şerîfte, meâlen (bir kimseye deli denilmedikçe, o kulun îmânı kâmil olmaz) buyuruldu” diye cevap verdi.
.
Öyle kullar vardır ki...
22 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :22 Temmuz 2024 00:27
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretleri, gemiyle yolculuğa çıktı bir gün. Ancak cüzdanını bir yankesiciye kaptırdı.
Bütün parası ondaydı.
Ücretini ödeyemeyince, gemici kızdı ve zulmetmeye başladı.
Büyük velî kalbinden;
"Yâ Rabbî! Suçum olmadığını ancak sen biliyorsun, beni, bu zâlimlerden kurtar" diye yalvardı.
O anda garip bir şey oldu...
Suyun yüzü, yüzlerce balıkla doldu.
Herbirinin ağzında birer “altın” vardı ve bu zâta vermek için yarışırlardı.
Mübârek eğildi.
Birinin ağzından, bir “altın” aldı.
Ve gemiciye verdi. Bunu gören gemici ve bütün yolcular, şaşkına döndüler!
Büyüklüğünü bildiler.
Ve çok özür dilediler.
Bu hâdise üzerine “Zünnûn” lâkabı verildi bu büyük velî’ye.
Zünnûn, balık sâhibi demektir.
● ● ●
Bu büyük zât, bir gün sevdikleriyle sohbet ediyordu ki, şunu anlattı onlara:
Bir gün Resûlullah “aleyhissalâtü vesselâm” Efendimiz, Eshâb-ı kirâma buyurdular ki:
“Öyle kullar vardır ki, günâhı sebebiyle, Cenneti kazanır.”
Eshâb sordu:
“Bu nasıl olur yâ Resûlallah?”
Efendimiz;
“Günâhına öyle çok pişmân olur ki, o günâhı silinip, onun yerine ‘sevap’ yazılır. Hattâ şeytan bile hayret edip, kendi kendine; ‘keşke o kimseyi bu günâha sokmasaydım’ der” buyurdu.
.
Bir küp altını fakirlere dağıttı!
23 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :23 Temmuz 2024 00:36
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretleri henüz doğru yolu bulmamıştı ki, bir gece fakîrlerle sabahlamıştı bir yerde.
Sabahleyin uyandı.
O gün bir küp gördü.
Toprağa gömülüydü.
Eşeleyip çıkardı ki, içi altın dolu.
Ve “Allah” yazısı vardı kapağının iç yüzünde.
Bu yazıyı görünce çok sevindi...
Öyle ki; altını görünce bu kadar sevinmemişti.
Altınları dağıttı fakîrlere. Kendisine sâdece o kapağı ayırıp, onu almakla kârlı buldu kendisini. Zîra ona göre; altından kat kat daha kıymetliydi o kapak.
Çünkü onun içinde, “Allah” yazısı vardı.
O yazıyı öpüp koydu başına.
O gece nûrlu bir zât girdi rüyâsına.
Ve sevgiyle bakıp;
“Seni tebrik ederim. Sen, Allah ismini böyle azîz tuttuğun gibi Allahü teâlâ da seni azîz tutup yüceltsin” buyurdu.
Uyanınca gördü ki, kalbi nûrla dolmuş.
Kalp gözü açılmış.
Yaratılıştan müsâitti zâten. Kısa zamanda büyük bir evliyâ oldu.
● ● ●
Bu zât bir gün sevdiklerine;
“Rastgele kimselerden ve rastgele kitaplardan İslâmiyet öğrenilmez” buyurdu.
Sordular ki:
“Nereden öğrenilir efendim?”
Büyük zat;
“İslâmiyet, sâdece Ehl-i sünnet olan âlimlerden veyâ o âlimlerin yazdığı fıkıh kitaplarından öğrenilir” buyurdu.
.
“Biz seni denedik!.."
24 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :24 Temmuz 2024 00:49
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretleri zamânında bir kimse vardı ki, bunun işi, her yeri gezip tanışmaktı insanlarla. Zünnûn-i Mısrî ismini duydu bir gün.
İnsanlar, o zât için;
“Bu büyük zât, Mısır’da yaşayan ve İsm-i âzamı bilen bir evliyâdır” dediler kendisine.
Mısır’a gidip buldu evini.
Huzûruna girdi ve;
“Bana İsm-i âzamı öğretir misiniz” diye ricâ etti.
Hazret-i Zünnûn, ona bir paket verip “Şu emâneti, filân zâta götürürsen öğretirim” buyurdu.
Adam, “peki” dedi.
Ve aldı o paketi.
Ama merak etmişti.
İçinde ne vardı acabâ?
Gittikçe fazlalaştı merakı.
Sonra dayanamayıp açtı.
Açar açmaz bir “fare” fırlayıp kaçtı içinden...
Oradan geri dönüp söyledi bu olanı.
Hazret-i Zünnûn;
“Biz seni denedik. Ve anladık ki, sana bir fare bile emânet edilmez. Bir fareye ihânet eden kimseye, İsm-i âzam duâsı emânet edilir mi” buyurdu.
● ● ●
Bu zâta bir delikanlı gelip;
“Efendim Cehennemden kurtulmam için bana neleri tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük velî;
“Îmânını, Ehl-i sünnete göre düzelt ve İslâmiyete sarıl. Zîra îmânı, Ehl-i sünnet üzere olup, İslâma uyan bir mümin, âhirette hiç Cehenneme girmeyecek” buyurdu.
.
Malın çoksa fakîrlere dağıt!"
25 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :25 Temmuz 2024 00:54
Büyük velî Zünnûn-i Mısrî hazretleri zamânında Mısır'da zengin bir adam, kendisine çok güzel bir kâşâne yaptırmıştı.
Ne güzel oldu diye, bu evin etrâfında geziyordu ki, Zünnûn-i Mısrî hazretleri gördü onu.
Yanına geldi.
Ve “Ey kişi! Bir dünyâ evine bunca emek değer mi? Üç gün sonra göçersin bu evden. Sen, kendine cennette ev yap ki, o ev çıkmaz elinden” buyurdu.
Ve ekledi:
“Malın çoksa fakîrlere dağıt, hayırlı yerlere sarf et. Zekâtını da ver. Böyle yaparsan âhirette karşılığını görürsün.”
Adam duygulandı.
Bu söz, kalbine tesir etti.
Ve bu büyük velîye;
“Dediğinizi yaparsam cennette bana ev verirler mi?” dedi.
Zünnûn-i Mısrî;
“Elbette, hem de önünden sular akan köşk verirler” buyurdu.
O anda bir şey oldu.
Dünyâ sevgisi çıktı kalbinden.
Ne malı varsa fakîrlere dağıttı. Ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin talebesi oldu artık.
Hâlisen tövbe edip ibâdete başladı.
Kısa bir müddet sonra da vefât etti...
Defnettiler kabrine.
O gece, yakınları, onu rüyâda görüp;
“Hâlin nasıldır?” diye sordular. Adam cevâbında;
“Zünnûn-i Mısrî hazretleri bana ne dediyse hepsi olduğu gibi çıktı, beni cennete ilettiler. Önünden sular akan köşkler ihsân ettiler” dedi.
.
Cenâzeye katılan kuşlar!..
26 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :26 Temmuz 2024 00:21
Zünnûn-i Mısrî hazretleri zamânında o yerin, “sirbaç” diye bir mahallî yemeği vardı ki, çok sevilen bir yemekti o yörede.
Onu ne zaman yemek istese, kendi kendine "Ey nefsim! Eğer şunu yaparsan onu sana yediririm" der ve o işi yaptırırdı nefsine.
Yine bir gün geldi.
Nefsi istedi bu yemeği.
O zaman da; “Ey nefsim! Kur’ân-ı kerîmi bir defâ hatmedersen, onu sana yediririm” dedi.
Ve başladı okumaya.
Hatmi bitirip yedi o yemeği.
● ● ●
Zünnûn-i Mısrî hazretleri vefât edince; cenâzesinde on binlerce cemaat toplandı o mevkîde.
Aşırı sıcak bir gündü.
Namazı kılınıp da cenâze omuzlara alınınca, büyük grup hâlinde “kuşlar” belirdi havada.
Uçarak geldiler.
Yol boyunca kanatlarını açıp ve yan yana uçarak gölgelik ettiler insanlara.
Ertesi gün oldu...
Sevenleri, kabrini ziyârete geldiler.
Kabir üzerinde 'nur’dan bir yazı gördüler. İnsanoğlunun yazısına benzemiyordu. Her okuyan, şaşırıyordu hayretten!
Zîra şöyle yazıyordu:
"Zünnûn, Allah'ın evliyâsı ve dostudur. O, Rabbinin sevgisiyle canını fedâ etmiştir.”
O vefât edince; bâzı büyük âlimler Resûlullahı rüyâda gördüler.
Şöyle ki;
Resûlullah Efendimiz eshaptan birkaç kişiyle otururken;
“Siz, Hak âşığı Zünnûn’u tanıyor musunuz? O, şimdi bize geliyor. Kalkın, onu karşılayalım” buyurmuştu onlara.
.
Mümin, günahtan çok korkar!
27 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :27 Temmuz 2024 00:36
Mısır’da yetişen evliyâdan Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin kabr-i şerîfi de Mısır’dadır.
Bir gün bu zâtın huzûruna genç bir Müslüman geldi.
Ve kendisine;
“Sâlih bir Müslüman nasıl olur efendim?” diye sordu.
Büyük velî;
“Sâlih mümin odur ki; bir günah işlerim diye korkar ve korkudan kalbi titrer!” buyurdu.
Ve îzah etti:
“O, başının üzerinde bir kılıç hisseder. Öyle ki; o kılıç bir kılla asılmıştır. Üstelik de kılıç çok keskin, kıl da çok incedir. 'Biraz gaflet edersem, başıma düşebilir' der.
Ve öyle inanır. Çok da korkar."
Sözüne devamla;
“Sâlih mümin odur ki; her bir adımında ince ince düşünür. Yâni yapacağı iş İslâmiyete aykırı olmasın diye kılı kırk yarar. Eğer dînimize uygunsa onu yapar, yoksa vazgeçer” buyurdu.
Sordular yine:
“Tövbe ve istiğfâr etmek nasıl olmalı efendim?”
Cevâbında;
“Günah işleyen kimse hemen pişmân olmalı ve affı için ağlayıp sızlamalı, gözyaşı döküp Allaha yalvarmalı” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Hakîkî bir Müslüman bir günah işleyince ‘bu günâhımı Allah gördü’ diye düşünür ve öyle pişmân olur ki, ‘bir daha yapmayacağım’ diye söz verir Rabbine. Ve yapmaz artık o günâhı.”
.
"Dînimi öğrenmek istiyorum"
28 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :28 Temmuz 2024 00:22
Bağdat’ta yetişen Alî Bekkâ hazretleri, evliyânın büyüklerindendir... O devirde bir genç, İslâmiyeti öğrenmek istiyordu.
Bir gece yattı.
Ve uyumadan;
“Yâ Rabbî! Ben dînimi doğru öğrenmek istiyorum, bana yardım et" diye duâ etti.
O gece rüyâ gördü.
Nûr yüzlü bir ihtiyar,
O gence sordu ki:
“Sen dînini mi öğrenmek istiyorsun evlâdım?”
“Evet efendim.”
“Çok iyi, ben, falan adreste oturuyorum. Bana gel, dînî sohbetler edelim. Dînini de doğru öğrenirsin burada” dedi.
Ve kayboldu gözden...
O anda genç uyandı.
Ve sabah koştu o adrese.
Evi bulup çaldı kapıyı...
İçeriden nûr yüzlü biri çıktı.
Bu kimse, rüyâda gördüğü o nur yüzlü zât olup, Alî Bekkâ hazretleriydi.
Kendisine;
“Hoş geldin evlâdım! Gel, otur, sohbet edelim. Burada dînini de öğrenirsin!” dedi.
Genç, öptü elini.
Ve en sevdiği talebesi oldu.
● ● ●
Bu zâta, bir gün bâzı dostları;
“Efendim, bir kimse, sabahtan akşama kadar ibâdet edip, Cenâb-ı Hak, rızkımı nereden olsa gönderir derse, o kimse, nasıl biridir, âkıbeti ne olur?” diye sordular. Cevâbında;
“O, câhil bir kimsedir. Çünkü rızık için çalışmak da dînimizde bir ibâdettir” buyurdu.
.
Allah’tan belâ değil, âfiyet istenir”
29 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :29 Temmuz 2024 00:58
Buhâra’da Kasr-ı ârifân diye bir köy vardı ki, Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bu köyde doğmuş olup, kabr-i şerîfi de bu köydedir.
Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri bu köyden geçseydi;
“Bana, burada güzel bir koku geliyor. Bu köyden çok büyük bir evliyâ zât çıkar ve bütün cihana feyiz saçar” derdi.
Bir müddet geçti.
O zât dünyâya geldi.
Dedesi onu kucağına alıp Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerine götürdü.
O, çok sevinip;
“Biz bunu evlâtlığa kabul ettik” buyurdu.
● ● ●
Behâeddîn Buhârî, evlenme çağına gelince Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin dergâhına geldi. Huzûruna çıkmadan önce, mescide girdi...
İki rekât namaz kılıp “İlâhî, belâlara sabredebilmem için, bana güç kuvvet ver” diye duâ etti...
Sonra girdi huzûruna.
Bu zât onu görünce;
“Öyle duâ etme. Allah’tan belâ değil, âfiyet istenir” buyurdu.
Yemek yediler.
Ayrılacağı zaman ona bir “ekmek” verip “bunu al, yolda lâzım olur” buyurdu.
Behâeddîn kalbinden;
“Yemeği yemiştik, bu ekmek niye lâzım olsun ki?” dedi.
Yolda, misâfir oldu bir “fakîrin” evine.
Öyle ki; bir dilim ekmeğe muhtaçtı zavallı. Ekmeği ona verip anladı bu işin hikmetini.
Üstâdına sevgisi kat kat oldu böylece.
.
“Efendim, cennete ne ile girilir?”
30 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :30 Temmuz 2024 00:26
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin annesi şöyle anlatıyor:
Oğlum Behâeddîn dört yaşındaydı ki, kerâmetleri görülürdü zaman zaman.
Bir ineğimiz vardı.
Yavru yapacaktı.
Doğurmasına bir ay vardı ki, oğlum Behâeddîn, bana;
“Anneciğim! Bu inek beyaz başlı bir yavru doğuracak" dedi.
Aradan üç ay geçti...
O inek doğurdu.
Buzağı, beyaz başlıydı gerçekten.
● ● ●
Bir gün bâzı gençler bu zâta gelip; “Efendim, cennete ne ile girilir?” diye sordular.
Buyurdu ki:
“Allah’ın rahmetiyle.”
Sordular:
“Sevaplarımızla değil mi hocam?”
“Hayır, cennete girmek, ancak Allahü teâlânın rahmetiyle olur.”
“Herkes için de böyle midir?”
“Evet” dedi.
Ve şunu anlattı:
Peygamber Efendimiz, bir gün Eshâb-ı kirâm’a;
“Hiçbir kul, kendi ameliyle cennete girmez. Ancak Allahü teâlânın rahmetiyle girebilir” buyurdu.
Eshâb-ı kirâm;
“Sen de mi yâ Resûlallah?” diye sordular.
Efendimiz;
“Evet, ben de” buyurdular.
.
Nefsin sana düşmandır
31 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :31 Temmuz 2024 01:05
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri anlatıyor:
Gençliğimde mübarek bir zatla yakınlığım olmuştu...
Kendisine dedim ki:
“Bana nasihat edin.”
Cevaben “Nefsin sana düşmandır. Dikkat et, günahlar karşısında seni mağlup etmesin. Bu yolda asıl maksat; nefsi temizlemektir” dedi.
Hoşuma gitti.
Ve kendisine;
“Efendim, teveccüh buyurun da bu işi yapmam kolay olsun” dedim.
“Öyleyse insanlardan ümit kesip Allah’a güven” buyurdu.
“Peki efendim” dedim.
Tenha bir dağa gittim.
Orada gece gündüz ibadet yapmaya başladım. Bir müddet sonra tekrar o zatın yanına gittim.
Mübarek zat, bana;
“Şimdi, aç, fakir ve muhtaçları kolla. Hasta, garip ve yaşlılara yardımcı ol. Yetim ve öksüzlerin derdine derman ol. Kâfir de olsa incitme kimseyi. Zira onlar da Allah’ın kullarıdır” dedi.
“Peki efendim” dedim.
Tuttum bu nasihati de.
Sonra huzuruna vardım.
“Şimdi de hayvanlara karşı şefkatli ol. Onlar da Allah’ın mahlûkudur” buyurdu.
“Peki efendim” dedim.
Tuttum bu nasihati de.
Bütün bunlar; nefsimin ıslahı içindi.
Bir müddet sonra yine onun yanına vardığımda;
“Şimdi de, yollarda, yolcuları rahatsız edecek bir şey görürsen eğilip al, yolları temizle” buyurdu.
Bu nasihatini de tuttum.
Nefsimin şerrinden böylece kurtuldum.”
.
Ölümden bahsediyorlarsa
1 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ağustos 2024 01:41
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri şöyle anlatıyor:
Tasavvufa girdiğim ilk günlerde sohbet eden iki mümin görseydim, dinlerdim onları.
Ahiretten, ölümden bahsediyorlarsa ferahlardım.
Dünyalık konuşurlarsa beğenmez, terk ederdim o yeri.
Bir gün kumarhaneye düştü yolum.
İki kişi, kendilerinden geçmiş hâlde kumar oynuyorlardı...
Onları takip ettim.
Birisi hep kaybediyordu.
Yine de vazgeçmiyordu.
Bütün parasını kaybetti.
Sonra diğer dünyalıklarını koydu ortaya. Onları da kaybetti.
Dünyalık bir şeyi kalmadı.
Yine de devam ediyordu.
Onun hâli, bana ibret oldu.
Kendi kendime;
“Demek ki, insan; haram şey olsa bile hırsla devam edebiliyor. Öyle ise ben de hak yolda böyle gayret edeyim” dedim.
Nefsimi ezmek için
daha çok çalıştım.
Zira nefse muhalefetle bu yolda ilerleneceğini biliyordum. Bu yolda ne edindimse nefsimle mücadeleyle edindim.
Ve iyi anladım ki:
nefsi ayaklar altına almadıkça bu yolda ilerlenmez.
Ve iyi anladım ki:
Bu nefsi en ziyade tahrip eden şey, İslam’a sarılmaktır.
Haramı yapmayıp farzı yapmak, nefsi çok tahrip eder.
Ve her işinde sünnete uymak, bir yıllık riyazetten iyidir.
Velhâsıl şu kâinatta ne varsa hepsinden bir fayda gördüm. Ama nefsimden asla.
.
Bir sadâkat örneği
2 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :2 Ağustos 2024 01:14
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri anlatıyor:
Bir kış günü “aşk-ı İlâhî” kapladı beni.
Kendimden geçmiş hâlde dağlara çıktım.
Yalın ayak baş açık dolaştım. Ayaklarım yarılıp parçalandı ve delinip, kanlar aktı dikenlerin yerlerinden!
Bu hâldeyken;
“Gideyim, hocam Emîr Külâl'in dizi dibinde oturup sohbetini dinleyeyim” diye düşündüm...
Ve koşup katıldım o feyzli sohbetine.
Hocam beni görünce;
“Kimdir bu? Niçin bana sormadan içeri aldınız? Çıkarın onu buradan” diye emretti.
Talebeler beni tutup dışarı attılar.
Bu hakaret, çok zor geldi nefsime.
Fakat kalbimden;
“Ey nefsim! Bu davranış gücüne gitti, ama sen daha ağırına layıksın. Sen şimdi kızıp burayı terk etmek istiyorsun. Ama gitmeyeceğim. Çünkü bu büyüklerin her işinde hikmet vardır’ dedim.
Başımı eşiğe koyup yattım.
Fecir sökene kadar bekledim.
Üstüme lapa lapa kar yağdı.
O karların altında kayboldum...
Sabahleyin hocam kapıyı açıp da dışarı çıkacaktı ki, eşikte birikmiş kar yığınını gördü ve başımın üstüne bastı bir ayağını.
Hemen geri çekip;
“Kimdir bu kar altında yatan?” buyurdu.
Ve kaldırdı beni eşikten. Merhametle bir nazar edip, tasavvufun en yüksek derecesine çıkardı beni.
.
Bir şefkatli nazarı
3 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :3 Ağustos 2024 01:26
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini çok seven bir talebesi şöyle anlatıyor:
“Ben hocamı tanımadan önce dinimi bilmiyor, bu sebeple günahlar içinde yüzüyordum.
Hocamın ismini duydum...
Bir tanıdığım, bana;
‘Behâeddîn-i Buhârî isminde bir velî zât var ki, sohbeti çok faydalı ve tatlı’ dedi.
Ben bu ismi işittim.
Ve görmek istedim.
Zira âşık olmuştum.
Gayriihtiyari onun dergâhına doğru çekiliyordum.
Nihayet dergâha gittim.
Ve huzurunda oturdum.
Sohbetini dinledim.
Bana “merhamet nazarıyla” bir kere nazar etti.
O bakışla, kalbimde ne kadar kötü huy varsa, hepsi çıkıp gitti benden. Kalbimi tertemiz bıraktı.”
● ● ●
Behâddîn-i Buhârî hazretlerine bir gün bir genç geldi.
Ve kendisine;
“Efendim dualarım kabul olmuyor.
Bunun için, ne yapmalıyım acaba?” diye sual etti.
Büyük zat sordu:
“Namazlarını kılıyor musun?”
Delikanlı;
“Beş vakit muntazam kılamıyorum efendim” dedi.
Büyük velî;
“Dualarının kabul olmasını istiyorsan, beş vakit namazını, tam ve özenerek kılacaksın. Namazını kılmayan kişinin duası ve hiçbir ibadeti, kabul olmaz” buyurdu
.
Bu zamanda da var mı?
4 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :4 Ağustos 2024 00:30
Evliyânın büyüklerini sevenlerden biri anlatıyor:
Bir gün Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir grup insanla bir ırmak kenarında sohbet ediyor, cemaat hayranlıkla onu dinliyordu...
Dinleyenlerden birkaçı, büyüklüğüne inanmıyorlardı bu zatın.
Onlardan biri;
“Efendim, önceki veliler ne güzel keramet gösterirlermiş... Keşke zamanımızda da öyle veliler olsaydı da, o kerametleri biz de görseydik” deyiverdi.
Büyük veli, ona;
“Bu zamanda da öyle veliler var ki, şu ırmağa emredip (Geri dön, yukarı ak!) dese, su, bu emri dinler ve dönüp tersine akar” dedi.
O böyle buyurdu.
Su hemen geri döndü.
Başladı yukarı akmaya.
Evet, su tersine akıyordu.
Bunu görüp şaşkına döndü cemaat!
Büyük veli, o suya;
“Ey ırmak, sözümüz misal vermek içindir, yoksa murat değildir!” diye seslendi.
O zaman ırmağın yönü değişti.
Aşağı doğru akmaya başladı.
Büyük zat, cemaate;
“Bu hâller hiç mühim değil, asıl mühim olan şey; Peygamber Efendimizin yoluna sarılmak ve bu yoldan kıl kadar ayrılmamaktır” buyurdu.
Ve ilaveten;
“Tasavvuftan maksat, şu iki şeye kavuşmaktır. Birincisi; iman, görmüş gibi kuvvetlenir, öbürü, emirleri yapmak zevkli, haramlar çirkin gelir. Günah işleyenlerde keramet olmaz” buyurdu.
.
“Kırk altının” var ya…
5 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :5 Ağustos 2024 00:24
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri zamanında bir Müslüman, bu büyük velinin ismini işitti.
Merak edip görmek istedi. Ve bir gün huzuruna gidip;
“Efendim, sizi duydum, ama ziyarete gelmekte biraz geciktim; kusuruma bakmayın” dedi.
Mübarek zat da;
“Ama biz, öyle kolay kolay özür kabul etmeyiz. Bize ‘altın’ vermen lazım” buyurdu.
Şaka yapmıştı.
Adam şaşırdı!
Anlamadı şaka olduğunu.
Dedi ki:
“Benim altınım yok ki.”
Büyük veli;
“Evinde sakladığın ‘kırk altın’ var ya, o altınları getirirsen özrünü kabul ederiz” buyurdu.
Adam ister istemez;
“Peki efendim” dedi.
Ve döndü memleketine.
Gerçekten de ziraat yapmak için evinde sakladığı "kırk altını” vardı adamın.
Onları alıp acele geldi.
Ve takdim etti altınları.
Büyük veli, o kırk altından sadece "bir tane" aldı.
Gerisini iade edip;
“Bunlarla ziraat yaparsın” buyurdu.
Sonra o bir altını, o kişiye gösterip;
“Bu altın, sana haramdan gelmiş. Haramda bereket olmaz” buyurdu.
Ertesi gün oldu...
Ona sordular ki;
“Sahi sen o altını nereden almıştın?”
“Kumardan kazanmıştım” dedi.
.
Şu aynada kendine bak
6 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :6 Ağustos 2024 01:01
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin, Emîr Hüseyin adında bir talebesi vardı.
O, şöyle anlatıyor:
Ben Kasr-ı ârifan’da çiftçilik yapıyordum.
Fakat Müslümanlıkla, pek ilgim alakam yoktu...
Tam bir cehalet içinde geçiriyordum ömrümü.
Hayatı, yiyip içip yatmaktan ibaret zannediyordum.
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; bizim mahallemizde ikamet ederdi.
Sık sık karşılaşıyorduk.
Bana bakıp, tebessüm
ediyordu her seferinde.
Bir gece rüyamda gördüm kendisini.
Bana bir ayna verip;
“Al şu aynayı da kendine bir bak!’ buyurdu.
Alıp baktım...
Çok ‘çirkin’ gördüm suretimi.
Öyle ki, iğrendim kendimden.
O anda uykudan uyandım.
Ertesi gün yine karşılaştık.
Yanıma yaklaşıp;
“Rüyada, sana o aynayı kim verdi?” diye sordu.
Cevaben;
“Siz verdiniz” dedim.
“Peki, kendini neden çirkin gördün?”
“Bilmiyorum efendim, neden olabilir” dedim.
Buyurdu ki:
“Namaz kılmadığın için öyle çirkin gördün kendini. Eğer namazlarını güzel kılsaydın çok güzel görürdün kendini aynada.”
O gün namaza başladım.
Ve bırakmadım bir daha.
.
Hocasına itiraz edince…
7 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :7 Ağustos 2024 01:02
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birkaç talebesiyle bir eve yemeğe gitmişlerdi. Sofra kuruldu. Büyük veli ve talebeleri sofraya oturdular.
Ancak biri oturmadı.
Mübarek zat;
“Sen niçin sofraya gelmiyorsun?” diye sordu ona.
O talebe dedi ki:
“Bugün oruca niyet ettim.”
“Farz orucu mu?”
“Hayır, nafile.”
“Öyleyse bozabilirsin evladım!.. Haydi gel, bizden ayrılma.”
Ancak o talebenin gelmeye niyeti yoktu her nedense.
Mübarek, bir daha;
“Haydi gel” buyurdu.
O yine gitmedi.
Açıkça inat ve itiraz ediyordu hocasına.
O vakit büyük veli,
diğerlerine dönüp;
“Bunu terk edin. Bu, Allah’tan uzaktır” buyurdu.
Eyvah!.. Bir Allah dostunu incitmişti.
Hem de hocasını.
O talebenin bu itirazı,
felaketine sebep oldu.
Nitekim sonraları tamamen bıraktı ibadeti.
Kalmadı namaz niyaz.
● ● ●
Bu büyük veliye, bazı gençler; “Zikir ne demektir efendim?” diye sual ettiler merakla.
Büyük zat;
“Zikir, İslamiyete tam uymaktır. Yani İslamiyete tam uyan bir kimsenin her hareketi, ‘zikir’dir. Eğer böyle değilse, eline tesbih alıp, binlerce ‘Allah Allah Allah’ dese dahi o, zikretmiş sayılmaz” buyurdu.
.
İşaretli armut
8 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :8 Ağustos 2024 00:47
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir grup talebesiyle Şeyh Hüsrev adında fakir bir sevdiğinin köyüne gitmişti.
Oturup sohbete başladılar.
Köylülerden biri vardı.
Bu zatı merak etti...
Zira onun, keramet sahibi bir büyük veli olduğunu söylemişlerdi kendisine.
"Gerçekten böyle midir?” diyordu.
Bir tabak "armutla” gitti o eve.
Maksadı, imtihan etmekti bu zatı.
Armutlardan birini işaretledi.
Ve kalbinden;
"Eğer bu armudu bana verirse gerçek veli olduğunu anlarım" dedi.
Armutları verdi ev sahibine.
Büyük veli, ev sahibine;
“O armutları büyükçe bir kaba boşalt getir” buyurdu.
Getirince, içinden bir armut alıp, o köylüye verdi.
Ve sordu ona:
“Bunları getirmekten maksadın neydi?”
Köylü;
“Affedin efendim! Evliya olduğunuzu işitmiştim. Bu armutlardan birine işaret koyup en dibine sakladım ve ‘Bu armudu bulup bana verirse gerçekten velidir’ diye düşünmüştüm” dedi.
Ve elindeki armuda bakıp;
“İşaretlediğim armut” dedi.
Çok mahcup olmuştu!
Büyük veli, ona;
“Kardeşim! Allah’ın evliya kullarını imtihana kalkışmak uygun değildir. Bir daha böyle yapma! İşaretli armudu bulup vermeseydik bizden hiç istifaden olmayacaktı. Mahrum kalmaman için bulup verdik” buyurdu.
.
Nefsini mi azarlıyorsun?
9 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :9 Ağustos 2024 00:56
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevdiklerinden Emîr Hüseyin adında biri anlatıyor:
Hocam beni bir iş için Buhara’ya göndermişti.
Yolda, kendi kendime;
“Ey nefsim! Sen ne zaman ıslah olacaksın. Senin şerrinden ne zaman kurtulacağım. Meğer sen ne hain, ne alçakmışsın. Hatta sen yüz bin şeytandan daha zararlıymışsın” diyerek nefsimi azarlıyordum.
O anda bir “ihtiyar” gördüm.
Nur yüzlü bir zattı:
“Selâmün aleyküm evlat.”
“Aleyküm selâm beybaba.”
“Nefsini mi azarlıyorsun?”
“Evet efendim.”
“İyi de, sen, sana düşeni yaptın mı?”
“Neyi mesela efendim?”
“Dinini öğrendin mi, öğrendiğinle amel ediyor musun? Evet, nefs-i emmâren çok alçak, pek haindir. Ama yola gelmesi de, senin gayretine bağlı” dedi.
Çok hoşuma gitti.
Nasihat istedim ondan.
“Hocan ne emrederse cân-ü gönülden yap. Zira kurtulman, ona tabi olmaya bağlı. Bunu yaparsan, nefsini temizlersin. İtiraz edersen bir milim yol alamazsın” dedi.
Sonra kayboldu gözden...
Sözlerini kalbime yazdım.
Ve çeki düzen verdim hâlime.
Ama kimdi bu zat?
Çok merak etmiştim...
Velhâsıl seferden dönüp hocamın huzuruna geldim.
Bana bakıp sordu:
“Sana, o güzel nasihatleri yapan zatı tanıdın mı?”
“Tanımadım efendim.”
“O, Hazret-i Hızır'dı.”
.
Pişmeyen hamur
10 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :10 Ağustos 2024 01:29
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin her hali sünnet-i seniyyeye tam uygundu.
Şöyle ki;
Resûlullah Efendimiz bir gün eshabıyla ekmek pişirmişlerdi tandırda.
Sahabeden her biri hamurunu alıp eliyle kızgın tandıra yapıştırdı.
Efendimiz aleyhisselâm da mübarek eline hamur alıp yapıştırdı tandırın sıcak gövdesine.
Bir müddet beklediler.
Sonra aldılar tandırdan.
Bütün hamurlar pişmişti.
Ama biri hariç...
Pişmeyen hamur, Resûlullah’ın hamuruydu.
Olduğu gibi duruyordu...
Peki, niçin pişmemişti?
Çünkü Resûlullah efendimizin mübarek eli her neye temas etse, dünyada da, ahirette de, o şeyi ateş yakmaz.
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de; Resûlullah’ın sünnetine uymak için, bir gün tandır başına gelmişti bazı talebesiyle.
Her biri biraz hamur aldılar.
Kızgın tandıra yapıştırdılar.
Bu büyük veli de hamurunu tandıra yapıştırdı.
Az beklediler.
Sonra aldılar tandırdan.
Bütün hamurlar pişmişti.
Sadece biri hariç.
Pişmeyen o hamur,
bu zatın hamuruydu.
Bunu görünce “Çok şükür, bunda da sünnete uyduk” buyurdu.
.
Elmaların zikri
11 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :11 Ağustos 2024 00:45
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfi Buhara’nın kasr-ı ârifan köyündedir.
Bir talebesi bir gün ziyaretine geldi bu büyük velinin.
Gelirken biraz “elma” hediye getirmişti. Hocası, elmaları alıp dağıttı herkese.
Tam yiyeceklerdi ki;
“Durun, yemeyin!” buyurdu.
Şaşırdılar.
Sordular ki:
“Niçin efendim?”
“Çünkü şu anda zikrediyorlar.” “Elmalar mı zikrediyor efendim?”
“Evet.”
“Ama biz duymuyoruz hocam.”
“Duymak ister misiniz?”
“Elbette efendim, çok isteriz.”
Mübarek zat dua etti...
Hepsi işittiler elmaların tesbihini.
● ● ●
Bu büyük zat, bir gün sevdiği bir dostunu üzüntülü görünce;
“Sen üzgünsün, bir derdin mi var?” diye sordu.
“Evet var” dedi.
“Nedir derdin?”
“Çok günah işledim efendim. Ahirette hâlim nice olacak?” dedi.
Büyük veli;
“Merak etme!.. Bu gemi, salimen sahile çıkarsa, içinde kim varsa kurtulur. Sen, bindiğin bu gemiden düşmemeye bak” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bazı gençler;
“Zikir nedir efendim?” diye sordular bu büyük zata.
O da cevaben;
“Zikir, her bir işi yaparken, bu yaptığım günah mı, sevap mı, diye düşünmektir” buyurdu.
.
Gerçek cennet nimeti
12 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ağustos 2024 00:31
Evliyanın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerifi Buhâra’nın kasr-ı ârifan köyündedir.
Bir komşusu vardı.
Yeni evlenmişti.
Bir gün bu zata;
“Ey efendim, çok zor durumdayım. Lütfen bana yardım eder misiniz” diye dert yandı.
Mübarek üzüldü:
“Hayrola evladım ne oldu?”
“Hanımla hiç anlaşamıyoruz. Bu evlilik böyle yürümeyecek galiba. Bana ne tavsiye edersiniz?”
Büyük veli sordu:
“Hanımın namazını kılıyor mu?”
“Kılıyor hocam.”
“Tesettüre riayet ediyor mu?
“Ediyor.”
“Peki, ev işlerini yapıyor mu?”
“Yapıyor efendim.”
Buyurdu ki:
“Daha ne istiyorsun evladım!.. Böyle hanım cennet nimetidir, kıymetini bil!”
Delikanlı;
“Ama başka konularda anlaşamıyoruz” dedi.
O buyurdu ki:
“Bak evladım! Sana bir tavsiyede bulunacağım, dinlersen çok rahat edersin.”
“Buyurun hocam.”
“Din işlerinde taviz olmaz. O konularda senin dediğin olsun. Ama dünya işlerini ona bırak. İstediği gibi yapsın. Dünya işi değil mi, öyle de olur, böyle de, hiç mühim değil.”
Genç adam,
“Peki efendim” dedi, bu nasihate uydu ve çok rahat etti.
.
"Ayrılığıma sabret!"
13 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ağustos 2024 21:29
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevenlerinden Emîr Hüseyin adındaki âşık bir talebesi anlatıyor:
Bir gün hocam bana;
“Ben yarın bir dostumu görmeye gideceğim. İnşallah on beş güne dönerim, ben gelinceye kadar ayrılığıma sabret’ buyurdu.
Ve o sabah ayrılıp gitti...
O gidince, kalbim de kopup onunla beraber gitti sanki.
Devamlı ağlıyordum.
Dergâhta talebeden biri de benim bu hâlime dayanamayıp ağlıyordu!
Ona derdimi açıp;
“İnşallah hocam bu hâlimi anlayıp yarı yoldan döner” dedim.
Ertesi gün oldu.
Duydum ki, hocam geri dönmüş. Çok sevindim. O anda kapı açıldı ve hocam girdi içeri.
Çok heybetliydi!
“Oğlum! Ben sana, on beş gün sabret, dedim, niçin sabretmedin ve niçin muhabbet dağını önümüze set çektin?” buyurdu.
Sonra o arkadaşa dönüp;
“Dün gece, bu bizden bahsedip ne dedi?” diye sordu.
O da cevâben;
“Hocam! Hep sizi anıp ağlıyordu. Bir ara ‘inşallah yarı yoldan geri dönüp gelir’ dedi” diye arz etti.
Üstâdım cevâben;
“İşte bu derece muhabbet, dağ gibi önüme dikildi, onu aşıp da yola devam edemedim. Mecbûren geri döndüm’ buyurdu."
Yine de affetti ve;
“Evlâdım! Benden ayrı kalınca, beni seninle düşün. Çünkü ben, senden ayrı değilim. Ne zaman beni ansan, o anda yanındayım” buyurdu.
.
“Maksadın nedir evlâdım?”
14 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :14 Ağustos 2024 00:23
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir gün dergâhta oturuyordu.
Bir genç girdi içeri.
Ve büyük bir edeple;
“Efendim, eğer kabul ederseniz ben de talebeniz olmak istiyorum” diye arz etti bu zâta.
Büyük velî sordu:
“Maksadın nedir evlâdım?”
Cevâbında;
“Feyiz alıp kalp gözümün açılmasını istiyorum efendim” dedi.
Behâeddîn-i Buhârî;
“Pekâlâ” dedi.
Ve ona “merhamet nazarıyla” bir defa nazar etti, baktı.
O bakışla bir hâller oldu gence.
Bayılıp yere düştü!
Nihâyet ayıldığında, “kalp gözü” açılmıştı.
Yıllarca çalışarak ele geçen bu büyük devlet, Onun bir nazarıyla hâsıl olmuştu...
Sonra o gence;
“Evlâdım! Sana, iyiliklerden en güzel iki tânesini söyleyeyim mi?” diye sordu.
Genç sevindi;
“Lütfedersiniz efendim.”
Buyurdu ki:
“Birincisi; Allahü teâlâya dosdoğru bir îmân, ikincisi; Onun kullarına iyilik etmektir.”
Sordu yine:
“Kötülüklerden en kötü iki tânesini de söyleyeyim mi?”
O genç arz etti ki:
“Sevinirim hocam.”
O vakit büyük velî;
“Birisi, Allahü teâlâya şirk, yâni ortak koşmak, öbürü ise, Allah’ın kullarını incitmek, onlara eziyet etmektir” buyurdu.
.
"Bostanı niçin sulamıyorsun?"
15 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :15 Ağustos 2024 00:20
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi şöyle anlatıyor:
Kasr-ı ârifan'da, bir bostanım vardı.
Orada sebze meyve yetiştiriyordum...
Derken sulama zamânı geldi.
Ama bir damla su yoktu nehirde.
“Ne yapacağım?” diye düşünüyordum ki, hocam teşrîf etti...
Etrâfa şöyle bir bakıp sordu:
“Sulama vakti gelmedi mi?”
“Geldi efendim.”
“Peki, niçin sulamıyorsun?”
“Su yok hocam, ben de onu düşünüyordum az önce.”
Az tefekkür etti.
Ve buyurdu ki:
“Sen şimdi git, bostanın su yolunu aç. Allah, ihtiyâcın kadar su verir sana.”
Buna çok sevinip;
“Başüstüne hocam” dedim.
Ve gidip açtım su yollarını.
Sabaha kadar bekledim.
Tam fecir söküyordu ki, uzaklardan bir su sesi geldi kulağıma.
Ses gittikçe çoğaldı.
Ve büyük bir şarıltıyla girdi bostana.
Çok sevinip suladım bostanımı.
Sonra hocamın huzûruna vardım.
Beni görünce sordu:
“Bostanı suladın mı?”
“Evet efendim çok şükür, ama anlamadığım bir şey var.”
“Nedir o?”
“Dün gece suyun geldiği ırmak kupkuruydu, bu su nereden geldi acabâ?” dedim.
Hocam cevâben;
“Allah’ın ihsânıdır oğlum, ama bunu kimseye anlatma” buyurdu
.
Şeytan niçin sevinmiş?
16 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :16 Ağustos 2024 00:07
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir gün şunu anlattı sevdiklerine;
Sâlihlerden biri vardı.
Bu zât şeytanı görüp;
“Senin gibi mel’un olmak istiyorum, ne yapayım?” diye sordu.
Şeytan sevinip;
“Benim gibi olmak istersen namaza önem verme ve doğru yalan, her şeye yemîn et” dedi.
O kişi bunu duydu.
Ve kendi kendine;
“Hiçbir namazı bırakmayacağım ve artık hiç yemîn etmeyeceğim” dedi.
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi de şöyle anlatıyor:
Hocamız bir gece bize teşrîf etmişti.
Yanında bir grup talebesi de vardı.
Onlara yemek ikrâm etmek istedimse de birazcık “un”dan başka bir şeyimiz yoktu evimizde.
Huzurlarına varıp, durumu arz ettim.
“Onu yanıma getir” buyurdu.
Koşup getirdim.
Ona bir nazar edip;
“Hak teâlâ ‘un’una bereket versin. Ama gizle bu sırrı, başkasına söyleme” buyurdu.
“Peki efendim” dedim.
Ve her gün korkmadan kullandım o unu.
Gerçekten “un”a bereket gelmişti.
O kalabalık misâfirler evimizde iki ay kaldılar da yine hiç azalmadı unumuz...
Bir gün dalgınlığıma geldi.
İfşâ ettim bu sırrı başkasına.
Un’daki bereket gitti.
Azalmaya başladı.
Ve tükendi nihâyet...
.
Rüyâ ve hakîkat...
17 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :17 Ağustos 2024 00:41
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Bir gece Resûlullah’ı gördüm rüyâda.
Çok sevinip;
“Yâ Resûlallah! Çoktandır sizi görmemiştim” diye arz ettim. Yanında olan zâtı gösterip;
“Beni göremezsen, bu zâtı gör” buyurdu.
O anda uyandım.
Çok duygulandım.
O zâtın sûretini, şeklini zihnimde canlandırıp unutmamak için bir kitap kapağının arkasına “Peygamberimizin yanındaki zât, orta boylu, heybetli, yüzü nûrlu ve az değirmiydi. Yüz rengi kırmızı beyazdı” diye yazdım.
Aradan yedi sene geçti.
Bir yerde oturuyordum.
İçeri nûr yüzlü biri girdi.
Orta boylu, heybetliydi!
Yüzü nûrlu ve değirmiydi.
Yanaklarının rengi kırmızı beyazdı.
Evet… Bu kimse, rüyâda gördüğüm kişi olmalıydı.
Çok sevinip;
“Efendim, dâvet etsem, bizim evi teşrîf eder misiniz?” dedim.
“Peki gidelim” buyurdu.
Eve varıp sohbet ettik.
Bir ara kitaplıktaki dizili kitaplardan birini işâret edip, “Şu kitâbı getir” buyurdu.
Getirip arz ettim.
Kapağını kaldırıp;
“Buraya ne yazmışsın, oku” buyurdu.
Bakınca hâtırladım.
Yedi yıl önce gördüğüm rüyâyı ve o rüyâda gördüğüm zâtın eşkâlini yazmıştım oraya.
Ellerine kapanıp;
“Efendim, o, rüyâ idi; ama şimdi hakîkat oldu” diye arz ettim.
.
Niyet hâlis olunca...
18 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :18 Ağustos 2024 00:24
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bir dostunun evinde sohbet ediyordu. Ordakilere;
“Şu anda bir kişi, Tirmiz'den yola çıktı... Maksadı, ‘kâmil bir rehber’ bulmaktır. O, bu yola hâlis niyetle çıktığı için yakında maksûduna kavuşur” buyurdu.
Birbirimize baktık.
Hiçbir şey anlamadık.
Sohbet devam ediyordu ki, kapı önünde bir atlı gelip, âniden durdu. Ve etrâfa baktı.
Büyük velî ona;
“Aradığın buradadır, haydi in de gel!” diye seslendi.
O kişi indi atından.
Büyük velî sordu:
“Yolculuk ne tarafa?”
“Tirmiz'den geliyorum efendim. Dün hâlis niyetle yola çıktım. Gâyem, gerçek bir rehber bulmaktır.”
“Burada niçin durdun?”
“Ben de bilmiyorum.”
“Nasıl oldu, anlat.”
“Tirmiz'den yola çıktım efendim. Sonra serbest bıraktım atımın dizginini. At, başını günbatısına çevirip süratle Buhâra cânibine doğru koşturmaya başladı ve bu evin önüne gelince durdu, ben şaşkın şaşkın etrâfıma bakıyordum ki ‘aradığın buradadır’ diye bir ses işittim ve sizi gördüm” dedi.
Büyük velî ona;
“Niyetin hâlismiş ve hidâyetin buradaymış” buyurdu.
Şefkatle bir nazar etti.
Kalbinden “dünyâ sevgisi” çıktı.
Yerine “Allah sevgisi” girdi...
Aradığı "gerçek rehberi” bulmuştu ki, dünyâda bundan büyük bir nîmet yoktur ve olamaz.
.
Tüccar talebe...
19 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :18 Ağustos 2024 23:19
Evliyânın büyüklerindenin Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Ben hocamı henüz tanımazken bir sandığın içinde yüz altın saklıyor, ve “bununla ticâret yapayım” diye düşünüyordum.
Başladım ticârete.
Hazır elbise aldım.
Ve köy köy gezip satmaya başladım.
O köylerin birinde bulunurken, “bu köye bir evliyâ zât gelmiş” diye işittim birinden.
Çok sevindim.
Zîra evliyâ zâtları severdim.
Mallarımı bir yere emânet ettim.
O büyük evliyâyı ziyârete gittim.
Elini öpüp oturdum bir kenarda.
Hem heybetliydi. Hem de sevimli.
Huzûrunda eriyor gibi oldum sanki...
Bir ara bana bakıp sordu:
“Burada ne yapıyorsun?”
“Ticâret yapıyorum” dedim.
Memnun oldu.
Sonra bana;
“Çok iyi, ticâret yap, para kazan. Ama para ve mal sevgisi kalbine girmesin” buyurdu.
Çok hoşuma gitti.
Sonra buyurdu ki:
“Çalışıp kazanmayı dînimiz de emrediyor. Asıl maksat, İslâmiyetin her emrini yapmak ve kalpten dünyâ sevgisini çıkarmaktır.”
Böyle buyurdu.
O anda kalbime bir şey oldu...
Sanki yıkanmıştı.
Yâhut nurlanmıştı.
“Mal sevgisi” çıkıp gitti kalbimden.
Daha ilk sohbettinde böyle oldu.
Kalbim, “Allah sevgisi” ile doldu.
.
Genç tüccar...
20 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :19 Ağustos 2024 21:16
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfi Buhâra’nın kasr-ı ârifan köyündedir.
Bir sohbetinde şunu anlattı:
Bir gün Kâbe'nin yanında oturuyordum.
Ak sakallı, ihtiyar bir kişiyi gördüm.
Kâbe örtüsüne sarılmış ağlıyor ve “Yâ Rabbî! Yâ İlâhî!..” diye yalvarıp gözlerinden kanlı yaşlar akıtıyordu.
Kalbine bir nazar ettim.
Dünyâ işiyle meşguldü.
Malını, parasını hesap ediyordu kalbinden devamlı.
Gözleri ağlıyordu.
Gözyaşları akıyordu.
Kalbiyse “dünyâlık” şeylerle meşgul oluyordu.
İçi, dışına uymuyordu.
Haccımızı yaptık.
Mina'ya uğradık.
Orada çarşıda “bir genç” gördüm.
Büyük çapta ticâret yapıyor ve bir anda “yüz bin altın” değerinde mal alıp veriyordu.
Para kazanıyordu.
Kalbine nazar ettim.
Rabbini zikrediyordu.
Hayretime gitti.
Zîra zâhiren “dünyâ işiyle” meşgul gibi görünüyorsa da, bir an Rabbini unutmuyordu.
Gıbta ettim ona.
Bu, daha üstündü.
Çünkü bu genç, kendini ticârete vermişse de, “dünyâ sevgisi”ni kalbine sokmamıştı
Büyük çapta ticâret yapıyordu, ama kalbiyle hep İslâmiyetin emirlerini düşünüyordu.
“Günah işlerim” diye kalbi tir tir titriyordu!
.
Söz dinleyen kazanır...
21 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :20 Ağustos 2024 22:25
Büyük velî Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tebesinden Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatıyor:
Bir gün hocamız Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, dergâhın odunluğuna şöyle bir baktılar.
Sonra bize;
“Çokça odun toplayıp odunluğu doldurun, hattâ acele edin ki, hiç belli olmaz. Birden kış bastırırsa yakacaksız kalır, sıkıntı çekeriz” buyurdu.
Biz talebeler;
“Başüstüne” deyip koştuk.
Odunluğu odunla doldurduk.
Az sonra kar yağışı başladı.
Kırk gün, durmadan yağdı.
Ama o kışı rahat geçirdik.
Çünkü Hocamızı dinlemiştik.
Nitekim büyükler; “Söz dinleyen, rahat eder” buyurmuşlardır.
● ● ●
Bir talebesi de şöyle anlatıyor:
Bir gün arkadaşlarla bir yerde oturuyorduk...
Ama biri vardı.
Hocamızın “büyük velî” olduğunu bilmiyor, inanmıyordu.
Aleyhinde lâf ediyordu.
Bizse hep uyarıyorduk.
Bir defâsında;
“Allah dostlarına sataşanlar iflâh etmez” dedik.
Ama dinlemedi.
Devam etti konuşmaya. O sırada bir “arı” gelip girdi ağzına.
Ve dilini çok fecî ısırdı.
Ânında dili şişti adamın. Artık bir kelime bile konuşamıyordu.
O vakit pişmân oldu.
Kalbindeki soğukluk, “muhabbet”e döndü.
Az önce aleyhinde konuşurken, şimdi onun muhabbetiyle yanar oldu kalbi...
.
Bunda da sünnete uyduk"
22 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :21 Ağustos 2024 22:10
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin kabr-i şerîfi, Buhâra’nın kasr-ı ârifan köyündedir.
Sevdiklerinden bir grup Müslüman Beytullah'ta tavaf yapıyor, bu zât da bulunuyordu orada.
Onlar, Mina'da kurban keserken bu büyük zât;
“Bizim de kurban kesmemiz lâzım, ama biz belki oğlumuzu kurban ederiz” buyurdu.
Bu sözü hepsi de işitti.
Ama bir şey anlamadılar.
Bir hikmeti vardır dediler.
O günün tarihini yazdılar.
Hac dönüşü Buhâra'ya geldiklerinde duydular acı haberi.
Evet, büyük zâtın oğlu vefât etmişti.
Tâziyeye gelenlere “Oğlumun vefatıyla, Resûlullaha tâbi oldum. Çünkü Onun da oğlu vefât etmişti” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“O Resûlün başından ne geçtiyse aynen benim başımdan da geçti. Onun yapmış olduğu her işi ben de yaptım. Bir tek sünneti bile terk etmedim hayâtımda.”
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
“Kabul olan bir namaz, insanı günâh işlemekten korur, her namaz değil” buyurdu.
Dinleyenler;
“Hangi namaz kabul olur efendim?” dediler.
Büyük zat;
“Farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine, hattâ edeblerine tam uyarak kılınan bir namazı, Allahü teâlâ kabul eder. O kimse, istese de kötülük yapamaz” buyurdu.
.
"Sesli ağlamayın!"
23 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :22 Ağustos 2024 23:30
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevdiği sâlih bir Müslüman vefât etmişti...
Büyük velî bâzı talebesini alıp evine tâziyeye gitti o kimsenin. Yakınları, yüksek sesle ağlıyorlar ve feryat ediyorlardı!
Çok üzüldü!
Ve o kişilere; “Böyle yapmayınız! Zîrâ sesli ağlamak, ölüye azâb, eziyet verir” dedi.
Ve talebelerine;
“Ben vefât edersem siz sakın böyle yapmayın!” buyurdu.
Aradan az zaman geçti.
Büyük velî hastalandı.
"Ölüm hastalığı" olduğunu anlayıp husûsî odasına çekildi.
Vefâtına kadar çıkmadı.
Lâkin son nefesine kadar talebesinin her biriyle görüştü.
Nasîhatler yaptı...
Vasiyetini bildirdi.
Bir talebesi anlatıyor: Vefât ettiği gün bir ara yanına girdim.
Çok sıkıntısı vardı.
Bir ara gözlerini açıp;
“Sofra getirin, yemek yiyin” buyurdu.
Zîra yemek yedirmeyi çok sever ve bir şeyler yedirmeden göndermezdi misâfirlerini.
Sofrayı getirip biraz yedik.
Sonra kaldırdık yine.
Az sonra gözlerini açtı.
Yemediğimizi görünce;
“Sofrayı getirin, yemek yiyin!” buyurdu.
Tekrar getirdik sofrayı.
Az daha yiyip kaldırdık.
Üçüncüde yine öyle oldu.
Bu defâ bize bakıp “Müslüman; iyi yiyip iyi çalışmalıdır. Çünkü hizmet ve ibâdet, ancak sıhhatle mümkün olur” buyurdu.
.
"Benim için mezar kazın!"
24 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :23 Ağustos 2024 23:26
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebesi olan Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatıyor:
Hocam ölüm döşeğindeydi.
Çok üzülüyorduk.
Son günleriydi.
Huzûruna girdim.
Bana dönüp;
“Alâeddîn! Benim için bir mezar kazıp hazır edin!" buyurdu.
“Başüstüne efendim” dedim.
Ve çıkıp îfa ettim bu emrini.
Sonra huzurlarına gelip;
“Kabir yeri hazır efendim” diye arz ettim.
O ara hastalığı fazlalaştı.
Vefât edeceğini anladık.
Birimiz sesli olarak Yâsîn-i şerîf okumaya başladı.
Dikkat ettim.
O da tekrar ediyordu.
Bir ara ellerini açtı.
Uzun uzun duâlar etti.
Yâsin-i şerîfin yarısına gelinmiştı ki, bâzı nurlar belirdi odada.
Ellerini yüzüne sürdü.
“Kelime-i tevhîd”i söyledi.
Ve rûhunu teslim etti...
● ● ●
Bu büyük zât, bir gün, sevdiği talebelerine;
“Âhirette Cennete girip sonsuz saâdete kavuşmak için, îmânla gitmek lâzımdır. Ama bu, o kadar kolay değil” buyurdu.
Sordular.
“Neden efendim?”
Cevâbında;
“Çünkü bu dünyâda pervâsızca günâh işlenir ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına hiç ehemmiyet verilmezse, son nefeste îmânla ölmek güç olur, hattâ imkânsız olur” buyurdu
.
Cennetten açılan pencere...
25 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :24 Ağustos 2024 23:30
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri vefât edince; büyük bir cemaatle kılındı namazı.
Ve defnedildi nurlu kabrine.
Bir talebesi telkîn verdi.
Hepimiz hüzünlüydük.
Abdülkâdir adında çok sevdiği bir talebe vardı.
O, gördüğü enteresan bir vakâyı şöyle anlatır:
Mübârek hocamızı defnedince kabirdeki hâlini merak ettim...
Haddim olmayarak teveccüh eyledim nûrlu kabrine.
Rabbim yardım etti.
Kaldırdı gözümden perdeyi...
Vâkıf oldum kabir hâllerine.
Şöyle ki;
Kabrine bir pencere açıldı Cennet’ten.
İki hûri içeri girdiler.
Çok da güzeldiler.
Önce selâm verip;
“Efendim, biz nice zamandır sizi bekliyorduk. Allahü teâlâ bizleri sırf sizin için yarattı. Siz bundan sonra fenâ ve çirkin hiçbir şey görmiyeceksiniz" dediler.
Dikkat ettim.
Hocam hûrileri dinledi.
Fakat hiç iltifat etmedi.
Cevap da vermedi.
Hattâ göz ucuyla bile bakmadı o hûrilere.
Onlar merakla;
“Ey efendim, merak ettik, bize niçin bakmıyorsunuz?" dediler.
Büyük velî;
“Rabbimin dîdârını görmedikçe Ondan başka hiçbir şeyi görmemeye ahdettim… Beni sevenlere şefâat etmedikçe de hiç kimseyle meşgul olmayacağım” buyurdu.”
.
Her işinde sünnete uyardı...
26 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :25 Ağustos 2024 23:53
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, orta boylu, nûrlu ve sevimli bir zâttı.
Mübârek sakalının beyazı daha çoktu.
Ne hızlı yürürdü, ne de çok yavaş.
Güler yüzlü ve tatlı dilliydi.
Konuşurken mübârek yüzünü konuştuğu kimseye döndürür ve tâne tâne konuşurdu.
Kahkahayla gülmezdi.
Tebessüm ederdi.
Kimseyi küçük görmezdi.
Güleryüzle karşılardı herkesi.
Ama celâllenip de kaşını çattığında, heybetinden kimse duramazdı karşısında!
Şemâili, aynen Resûlullah’a benzer, her hâli Onun sünnetine tam uygun olurdu.
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebesi Alâeddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlatıyor:
Mübârek hocam çok fakîrdi.
Kışın sergi olmazdı evinde.
Namazlarını, eski bir kilimin üzerinde kılardı.
Helâlden kazanmaya çok dikkat eder, haramdan bir çekirdek bile girmezdi kazancına.
Fakîr olduğu kadar, “cömert” bir zât idi.
Hediye getirene, katbekat verirdi.
Nafakasını kendi temin eder, tarlasını bizzat kendi eker ve kendi biçerdi.
Her işinde sünnete uyardı.
Sonra ‘yemek’te çok titizdi.
Ekmeğini evde pişirttirir, misâfirine bizzat kendi hizmet etmeyi severdi.
.
Öfkeyle pişirilen yemek!..
27 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :27 Ağustos 2024 05:35
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin, Melik Hüseyin adında bir sevdiği, bu zâtı evine yemeğe dâvet etti.
Büyük velî teşrîf etti...
Yanında biri de vardı.
Sofra geldi, yemekler kondu.
Fakat mübârek zât yemiyordu.
Ev sâhibi merak etti...
Ve hattâ çok üzüldü!
"Acabâ bir hatâ mı işledim?" diyordu içinden...
En nihâyet;
“Efendim, yemeklerimiz, şahsî malımdan olup helâl ve tayyiptir. Tek kuruş haram karışık değildir, rahatlıkla yiyebilirsiniz” diye arz etti saygı ve edeple.
O zât buyurdu ki:
“Biliyorum, yemekler helâldir.” Talebe sordu:
“Öyleyse niçin yemiyorsunuz efendim?”
Mübârek zât;
“Bugün Hirat'ta öyle fakîrler var ki, bir lokma ekmeğe muhtaçlar. Onlar bu hâldeyken biz bu çeşitli ve leziz yemekleri nasıl yiyebiliriz?” dedi.
Ve yemeden kalktı sofradan...
● ● ●
Bir gün de bir talebesinin evine gitmişti.
Önüne yemek getirdiler.
Ama yemedi.
Talebe çok üzülüp;
“Efendim niçin yemiyorsunuz?” diye sordu edeple.
Büyük velî;
“Bu yemeği pişiren, gadaplı ve öfkeliymiş! Böyle pişen yemekte hayır ve bereket olmaz, hattâ şifâ değil, hastalık olur” buyurdu.
.
“Yediğin lokmalara dikkat et!”
28 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :27 Ağustos 2024 22:41
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi bir gün bu zâta gelerek;
“Efendim, namazlarımdan hiç zevk alamıyorum, tasavvuf hâllerim de iyi değil, bana ne tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük velî;
“Yediğin lokmalara dikkat et” buyurdu.
Talebe yediklerini araştırdı...
Helâldi hepsi de.
Tekrar gelerek;
“Efendim araştırdım, yemeklerimiz helâl olup, bir kuruş bile haram karışmış değildir” dedi.
Büyük velî tekrar ona;
“Biraz daha araştır. Belki başka hususlarda bir hatâ yapılıyordur” buyurdu.
Çocuk tekrar araştırdı...
Nihâyet farkına vardı bir şeyin. Ocakta "şüpheli" bir odun yakılmıştı.
Koşup sordu hemen:
“Bu olabilir mi efendim?”
“Evet olabilir” buyurdu.
Genç, bundan dolayı tövbe etti...
Ve çabucak kavuştu iyi hâllerine...
● ● ●
Bu zât, sık sık sevdiklerine “Yemek yerken edebi gözetiniz. Kendinizi, Allah’ın huzûrunda farz ediniz” buyururdu.
Talebesiyle yemek yerken birisi gafletle ağzına lokma koymuştu.
Onu böyle gördü.
Ve talebelerine;
“Evlâtlarım! Rabbinizin huzûrunda olduğunuzu bilerek yiyin. Eğer bir yemek öfke ve gafletle pişmişse, onu yemeyin” buyurdu.
.
Sizi incittim, çok pişmânım efendim"
29 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :28 Ağustos 2024 22:23
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine, bir gün birisi hakâret etmişti.
Mübârek zât sustu.
Karşılık vermedi.
Aradan bir müddet geçti...
Adam birden hastalandı.
Ve “ölüm” hâline geldi.
Hatâsını anlayıp pişmân oldu yaptığına ve affetmesi için haber gönderdi bu velîye.
Mübârek, acıdı yine.
Ziyâretine gidip;
“Nasılsın?” diye sordu.
Adam kendini zorlayıp;
“Çok hastayım efendim” diyebildi.
Büyük velî tesellî edip;
“Tek şifâ verici Allahü teâlâdır. İnşallah sana da şifâ verir” dedi.
Duâsı kabul oldu.
Ânında iyileşip kalktı.
Hiçbir şeyi kalmamıştı.
Elerine yapışıp;
“Sizi incittim efendim, ama çok pişmânım; ne olur beni affedin” dedi.
Büyük velî;
“Evet, o zaman kalbimiz incinmişti. Ama şimdi gönlüm size karşı tertemizdir, müsterih ol” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Şunu unutma ki, Allah dostları, kınından çıkmış kılıç gibidirler. Fakat o kılıçla kimseye vurmazlar. Belâsını arayanlar, kendileri gelip, boyunlarını o kılıca vururlar.”
O kimse duygulanıp;
“Bana nasîhat eder misiniz” diye ricâ etti bu zâta.
Büyük velî;
“Nefsine bir an bile fırsat verme... Dâima baskı altında tut, ez onu, yoksa nefsin baş kaldırıp seni ezer” buyurdu.
.
Burada hiç uyunur mu evlat!.."
30 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :29 Ağustos 2024 22:43
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebesinden birini bir yere göndermişti.
Talebe, işini hâlledip geri dönerken bir ağaç gölgesinde dinlendi biraz.
Fakat çok yorgundu.
Uyuyakaldı oracıkta.
Derin bir uykuya dalmıştı ki, rüyâsında hocasını gördü.
Mübârek, hiddetle;
“Oğlum! Hiç burada uyunur mu? Hemen kalk, terk et burayı. Burası tehlikeli yer. Aç kurtlar dolaşıyor etrâfta!” buyurdu.
O anda uyandı...
Ve açtı gözlerini...
Gördü ki; iki aç kurt, hızla kendisine doğru geliyor gerçekten.
Korkuyla fırlayıp kalktı!
Hızla uzaklaştı oradan.
Hiç mola vermeden yürüdü...
Akşam vakti vardı Kasr-ı ârifan'a.
Bir de ne görsün?!
Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri yola çıkmış, merakla kendisini bekliyor.
Koşup hürmetle öptü elini.
Büyük velî “Bizi korkuttun evlât! Tehlikeli yerlerde hiç yatıp da uyunur mu?” buyurdu
● ● ●
Bir genç de, bu zâta;
“Efendim kitaplarda, ‘dünyâdan sakınınız’ diye okuyoruz, bu ne demek?” diye sordu.
Büyük zât;
“Burada anlatılmak istenen, bildiğimiz bu dünyâ değil. Sakınmamız gereken dünyâdan asıl maksat, Allahü teâlânın beğenmediği şeyler, yâni İslâmiyetin yasak ettiği haramlar ve mekruhlardır” buyurdu.
.
"Hüseyin, atla şu suya!"
31 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :30 Ağustos 2024 23:33
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir gün bâzı talebeleriyle yolculuğa çıkmışlardı.
Yolda bir ırmak vardı.
Çok da yorulmuşlardı.
Dinlenmek için oturdular
Su, şarıltılı ve heybetli akıyordu!
Görünüşe bakılırsa derindi de.
Büyük velî, Emîr Hüseyin adındaki talebesine bakıp;
“Hüseyin! Kalk, şu ırmağa atla!” diye seslendi.
Emîr Hüseyin;
“Başüstüne” dedi.
Ve kalkıp atladı suya.
Diğer talebeler korkuya düştüler! Zîra Emîr Hüseyin kaybolmuştu o azgın suyun içinde.
Bir müddet geçti...
Büyük velî nehre doğru “Ey Hüseyin, çık sudan, yanımıza gel” diye seslendi bu defâ.
Emîr Hüseyin ânında çıktı sudan.
Ve gelip oturdu.
Üzeri kupkuruydu.
Büyük velî sordu:
“Suya atladığında ne gördün evlâdım?”
Şöyle anlattı:
Efendim, ben suya girdim.
Kendimi bir odada buldum.
Gâyet güzel döşenmişti.
İnci ve yâkutlarla süslenmişti.
Ama hiç “kapı” yoktu...
Kendi kendime;
“Buradan nasıl çıkabilirim?” diye düşünürken sizi fark ettim yanımda.
Bana bir kapı gösterdiniz.
Ve “İşte kapı!” dediniz.
Hâlbuki az önce kapı yoktu orada.
Açtığınız kapıdan dışarı çıktım.
Ve sizin huzûrunuzda buldum kendimi.
.
Kalpteki altın sevgisi!..
1 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :31 Ağustos 2024 22:23
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Ben Semerkant'ta iken Behâeddîn-i Buhârî ismini işittim.
Ve çok merak ettim.
Gayriihtiyârî sevdim ve onu görmek niyetiyle Buhâra'ya gittim. Annem, dört altın dikmişti gömleğime.
Buhâra'ya vardım. Bu velîyi aradım.
Sohbetine katılıp, beni de talebeliğe kabul etmesini istedim.
“İsteğini yaparız, ama altın vermen lâzım” buyurdu.
Cevap verip;
“Ben fakîr biriyim, bende altın ne arasın” dedim.
Bana baktı ve;
“Annenin, gömleğine diktiği dört altın var ya” buyurdu
Çok utandım. Mahcup oldum!
Mecbûren altınları çıkarıp arz ettim.
Onları alıp uzattı bir çocuğa. Fakat almadı çocuk. Yüzünü buruşturdu.
Başka bir gün de, bir fırsatını bulup;
“Beni ne zaman talebeliğe kabul edeceksiniz?" dedim.
O “dört altın”ı istedi.
Ve bir çocuğa verdi.
Fakat o da reddetti. Hatâmı anladım. Zîra benim kalbimde “altın sevgisi” vardı.
O anda büyük velî;
“Evet öyledir. Kalpte altın sevgisi, bu yolda bulunmaya mânidir” buyurdu.
Ve bir nazar etti bana.
O sevgi çıktı kalbimden.
Yerine “Allah sevgisi” girdi ve o zaman talebeliğe kabul edildim
.
Mürşidimi nasıl tanıdım?
2 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :1 Eylül 2024 22:55
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin sevdiklerinden Abdullah-ı Hâcendî anlatıyor:
Ben, gençliğimde “bir mürşidim olsa da kendisine hizmet etsem” diyordum.
Bu istek dayanılmaz hâl alınca Hakîm-i Tirmizî hazretlerinin kabrine vardım.
Rûhuna “Fâtiha” okudum.
Ve ondan yardım istedim.
O ara uyumuşum. Nûrâni “bir zât” göründü rüyâda.
Ve bana bakıp;
“Ben Hakîm-i Tirmizî'yim. Sen mürşit arıyorsun. Ama onu buralarda bulamazsın” dedi.
Sordum hemen:
“Nerede bulurum efendim?”
“On iki sene sonra Kasr-ı ârifan'a git. Orada Behâeddîn-i Buhârî adında bir evliyâ gelecek. Senin mürşidin o olacak” dedi.
O anda uyandım...
Birkaç sene geçti.
Bir gün iki kişi gördüm ki, konuşuyorlar ve “İnsan, mürşitsiz olmaz” diyorlardı.
Yanlarına gittim.
Ve o kimselere;
“Ben de mürşit arıyorum” dedim.
“Falan köyde var” dediler.
Gidip buldum o velîyi.
Bana bakıp;
“Senin nasîbin, Buhâra'da olan Behâeddîn-i Buhârî hazretleridir” dedi.
On iki sene geçmişti. Buhâra'ya gittim. O zâtı bulup huzûruna girdim.
Bana tebessüm edip;
“Hoş geldin ey Abdullah-ı Hâcendî! On iki senenin bitmesine henüz üç gün var, sen biraz erken geldin” buyurdu.
Daha ilk sohbette, “dünyâ sevgisi”ni çekip aldı kalbimden. Sonra da açıldı kalp gözlerim.
..
"Beni hâtırından çıkarma!"
3 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :3 Eylül 2024 00:11
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin genç bir talebesi vardı ki, bu zâtı çok seviyordu.
Büyük velî, bu talebeye “Her zaman beni yâd et, hâtırından çıkarma” buyurmuştu.
O talebe anlatıyor:
Bu emirle hocamı unutmamaya çalışırdım.
Bir sene babamla hac yoluna çıktık.
Derken Hirat'a ulaştık.
Oradayken bir ara unuttum hocamı.
Unutmamla birlikte, bendeki bütün güzel “hâller” ve mânevî “hasletler” gitti.
Kendimi “kupkuru” hissettim.
Sanki “odun gibi” olmuştum.
Ne aşk kalmıştı ne muhabbet.
Babam farkına varıp “İstersen seni başka bir velîye götüreyim” dedi.
Ben cevâben;
“Hayır, bu hâl benim kusûrumdan oldu” dedim.
“Ne kusûru oğlum?” dedi.
“Ben hocamdan gâfil oldum. Bu yüzden bunlar oldu” dedim.
Haccı edâ edip döndük.
Hocamın huzûruna girdim.
Bana şefkatle bakıp;
“Ey oğlum! Hirat'ta beni unuttuğun için üzülme. Çünkü biz, kasıtsız yapılan kusurları görmeyiz. Ama dostu unutmak, dostluğa sığar mı evlâdım. Seven, sevdiğini unutur mu?” dedi.
Ve ilâveten;
“O velîye gitseydin hiç faydası olmazdı. Çünkü sen, bu menbadan feyiz alıyorsun. Benim talebelerim, sanki benim oğlumdur, başkasının onlara tasarruf haddi yoktur” buyurdu
.
Bir müminin kalbini incitmek!..
4 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :4 Eylül 2024 00:43
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Nesef'te biriyle münâkaşa etmiştim.
Kalbini incitmiştim o Müslümanın.
Ayrıca özür de dilememiştim kendisinden...
Oradan ayrıldım.
Hocama geldim.
Fakat o da ne?!.
Hocam yüzüme bakmıyordu.
Ve hiç iltifat etmiyordu.
Şaşırıp kaldım.
Sebebini anlayamadım.
Araya sevdiği talebeden bâzısını koydum.
Ama fayda etmedi.
Çok üzülüyordum!
Sonunda dayanamayıp;
“Hocam! Farkında olmadan bir hatâm olduysa özür dilerim” dedim.
Bana baktı.
Ve sordu ki:
“Nesef'te bir müminle münâkaşa edip kaba sözler söyledin. Üstelik özür de dilemedin, değil mi?”
Başımı önüme eğip;
“Evet efendim” dedim.
Hatâmı anlamıştım.
O zaman;
“Bir mümini incitmenin, Kâbe'yi yıkmaktan daha büyük günah olduğunu bilmiyor musun oğlum? Ondan özür dileyip helâllik almadıkça, bizim sohbetimize gelme!” buyurdu.
“Başüstüne” dedim.
Ve süratle gittim.
Buldum o kimseyi.
Özür dileyip helâllik aldım. Bunu hocama söyleyince affettiler beni. Böylece sohbetlerine dâhil olabildim
.
"Onu görmeyi çok mu istiyorsun?"
5 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :4 Eylül 2024 22:21
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebelerinden Emîr Burhâneddîn şöyle anlatıyor:
Bir gün Hocamız bizi teşrîf etti.
Mevlânâ Ârif diye bir arkadaşımdan bahsettim kendilerine. Çoktandır görmediğimi arz ettim.
Böyle deyince;
“Onu görmeyi çok mu istiyorsun?” diye sordu.
Cevâben;
“Evet efendim, çok istiyorum” dedim.
Ancak o, uzak bir diyârda yaşıyordu.
Bahçeye çıktı ve;
“Ey Mevlânâ Ârif, acele Buhâra'ya gel!” diye seslendi.
Ve yanıma gelip;
“Sesimi işitti, inşallah yarın gelir” buyurdu.
Ertesi gün oldu...
Sabah geldi hakîkaten.
Sordum ki:
“Nasıl böyle çabuk gelebildin?”
Cevâben dedi ki:
“Dün bu saatlerde evimdeydim ki, bir ara Hocamızın sesini duydum. Beni ismimle çağırarak (Buhâra'ya gel!) diyordu. Ben de bu sabah yola çıktım. Bir anda burada buldum kendimi.”
● ● ●
Bu zâta, sevdiği bir genç;
“Ey efendim! İhlâsımın artmasını istiyorum, acabâ ne yapmalıyım?” diye sordu.
Büyük velî;
“Evliyâ zatların hayat hikâyelerini oku. Onların kalpleri çok nurludur. Hayat hikâyeleri okunursa, sevgileri kalbe dolar. Onları sevince de kalp nurlanır, temizlenir, parlar ve ihlâs hâsıl olur” buyurdu.
.
İmân ile ölmek isteyen..."
6 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :5 Eylül 2024 22:30
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Biz Taşkent'te ikâmet ediyorduk. Hocamı görmek için Buhâra'ya giderdim.
Bir gün yine içimden;
“Hocana git!” diye bir ses duydum.
Zîra çok özlemiştim kendilerini.
Çıkmak için hazırlandım.
Çıkmadan hanımım bir miktar altın getirip; “Bunları o zâtın önüne koy” dedi bana.
Sordum ki:
“Niçin gönderiyorsun?”
“Şimdilik gizli kalsın, daha sonra söylerim” dedi.
Isrâr etmedim.
Alıp gittim ve hocamın önüne bıraktım o altınları.
Hocam bana baktı.
Ve tebessüm edip;
“Bu altınlardan çocuk kokusu geliyor. Ümit ediyorum ki, Cenâb-ı Hak yakında size bir erkek çocuk verir” buyurdu.
Duâsı kabul oldu.
Bize bir “sâlih oğul” verdi Hak teâlâ...
● ● ●
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine, bâzı sevdikleri;
“Efendim, günâh işlemekle îmân gider mi, yâni küfre girilir mi acabâ?” diye sordular.
Büyük zât;
“Îmân gitmez ama küçük günâha devam etmek büyük günâha sebep olur. Büyük günâha devam da insanı küfre sürükler. İmân ile ölmek isteyen bir kimse farzları yapsın ve haramlardan kaçınsın. O kişi îmânını ancak böyle yaparsa kurtarır” buyurdu
.
Hakkı bâtıldan ayıran âlimdir...
7 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :7 Eylül 2024 00:27
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, yemek husûsunda çok titizdi.
Bir yemeği pişiren eğer “öfkeli” ise, yâhut “isteksiz” idiyse bunu anlar ve yemezdi o yemeği.
Bir gün de, yemeğe dâvet ederler bu zâtı.
Gelir, sofraya oturur.
Ama yemek yemez.
Ev sâhibi üzülüp “Efendim, yemeklerimiz helâl ve tayyibdir, ne için yemezsiniz?" der.
Büyük velî;
“Biliyorum, ama bunları pişiren öfkeliymiş; öfkesi yemeklere sinmiş!” buyurur.
● ● ●
Yine sevdiği bir talebesi “Hâllerim iyi değil efendim. Ne yapayım?” diye sorar bu zâta.
Büyük velî;
“Lokmana dikkat et. Bir yemek, gafletle pişer, veyâ isteksiz hazırlanırsa, onu yiyen kimsenin hâlleri bozulur ve günâha girmesi kolay olur” der.
Sorarlar:
“Ya istekli pişerse efendim?”
Buyurur ki:
“O zaman şifâ olur. Onu yiyen, zevk alır ibâdetinden.”
● ● ●
Bu büyük zâtın dostları;
“Efendim, âlim kime denir?” diye sordular bir gün.
Cevâbında;
“Işığı ve karanlığı ayıran kimsedir. Yâni âlim, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırabilen kimseye denir. Bu âlimlerin özelliği, önceki âlimlerden nakil yapar, kendi kafalarından bir şey eklemezler. Kendinden eklerse, ona âlim denmez” buyurdu.
.
Edep, insanı süsler...
8 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :8 Eylül 2024 00:19
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, bir sohbette bâzı sevdiklerine;
“Karşılaştığınız her Müslümana değer verin. Çünkü o kişi, Allah’ın sevgili bir kulu olabilir” buyurur.
Ve şunu anlatır:
Vaktiyle bir talebe çıkar evden.
Medreseye gidecektir. Az sonra karşıdan yaşlı biri gelir.
Genç, durup edeplice kenara çekilir.
Yol verir ihtiyara.
İhtiyar dahî durur.
“Haydi geç!” buyurur.
“Siz buyurun efendim.”
“Yol senin evlâdım.”
“Olsun efendim, siz buyurun.”
Evliyâdan bir zâtmış o meğer.
Ona tek bir “nazar” eder.
O nazarla edepli çocuğa bir hâl olur.
Kalp gözü açılır, evliyâ olur...
● ● ●
Bu zât, bir gence sordu ki:
“Allahü teâlâyı seviyor musun?”
“Seviyorum efendim.”
“Peki, emirlerini yapıyor musun?”
“Tam uyamuyorum hocam.”
Büyük zât;
“Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayan bir kimsenin, (Ben Allah'ı seviyorum) demesi, doğru o lmaz” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de “Efendim, bir kulun Allah'a yakınlığı ne ile ve nasıl anlaşılır?” diye sordular.
Büyük zât;
“Vermesiyle belli olur. Müminin, Allah'a yakınlığı arttıkça, insanlara olan iyiliği ve ihsânı da artar. Ondan uzaklaştıkça bu ihsânı da azalır” buyurdu.
.
Sözümü dinler misin?”
9 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :8 Eylül 2024 22:55
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bir gün Molla Necmeddîn adlı talebesine “Sana bir şey söylesem yapar mısın?” diye sordu.
Molla Necmeddîn;
“Yaparım efendim” dedi.
“Peki, günah bir iş söylesem de yapar mısın?”
Genç, tereddüt etti:
“Nasıl günah hocam?”
“Meselâ hırsızlık yapmanı istesem yapar mısın?”
“Mâzur görün hocam, onu yapamam” dedi.
Başka talebeye sordu:
“Sen yapar mısın evlâdım?”
“Yaparım hocam.”
“Hırsızlık da olsa yapar mısın?”
“Yaparım efendim.”
Büyük velî;
“Pekâlâ, şu yaşlı kadının evine git. Duvardan atlayıp içeri gir. Odanın köşesinde bir torba ‘altın’ olacak, onu al bize getir” buyurdu.
Genç talebe;
“Başüstüne” dedi.
Ve gidip getirdi o altınları hocasına.
Diğer talebeler çok merak etmişlerdi bunun hikmetini.
Nihâyet sabah oldu.
Aynı talebeye o altınları verip; “Al bunları, götürüp yaşlı kadına teslim et. Merak ederse, bu gece hırsız çalacaktı bu altınları. Biz ondan önce davranıp kurtardık dersin” buyurdu.
O talebe;
“Başüstüne” dedi.
Ve fırlayıp gitti.
Büyük velî, öbürüne; “Eğer ‘peki’ deseydin, sana pek çok gizli şeyler âşikâr olacaktı, ama nasîbin yokmuş” buyurdu.
.
Ölmeden önce ne yapayım?"
10 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :9 Eylül 2024 23:35
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi, bu zâtı rüyâda görüp;
“Efendim, ölmeden önce ne yapayım?” diye sordu.
Büyük velî;
“Son nefeste ne yapmak gerekirse onu yap. Hiç değilse ‘Allah’ de” buyurdu.
Genç talebe;
“Hocam! Allah demek, son nefeste gerekir, şimdi hayattayken ne yapayım?” dedi
Büyük velî sordu ona:
“O son nefes dediğin şey ne zaman gelecek evlâdım?”
“Bilmem ki, hocam.”
“Bugün gelebilir mi?”
“Gelebilir efendim.”
“Öyleyse ne duruyorsun, şimdiden ‘Allah’ de. Zîra bu fırsat, yarın olmayabilir.”
Delikanlı sordu:
“Ehl-i Sünnet Müslümanlar hiç mi cehenneme girmeyecek efendim?”
Büyük velî;
“Evet, girmeyecekler. Ehl-i Sünnet âlimlerinden birine tâbi olarak yaşayan, Nuh aleyhisselâmın ömrü kadar ibâdet yapmış gibi sevap kazanır” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“İşte Ehl-i Sünnet olmak bu kadar kıymetlidir. Allahü teâlâ bana, 950 sene ömür, Eyüp aleyhisselâmın sabrı kadar sabır verse, ne yaparım biliyor musun?”
“Ne yaparsınız hocam?”
“Benim Ehl-i sünnet bir Müslüman olmamı sağlayan kıymetli hocama, gece gündüz hizmet ederim. Bir an olsun ayrılmam hizmetinden. Yine de hakkını ödeyemem” buyurdu.
.
Hangi yemek şifâ olur?
11 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :10 Eylül 2024 22:24
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri bir gün sevdiklerine;
“Kardeşlerim! Gadap ve öfkeyle pişirilen yemekte zulmet olur. Böyle yemeklerde hayır olmadığı gibi yiyenlere şifâ değil, bilâkis dert ve hastalık olur” buyurdu.
Sordular:
“Hangi yemeklerde hayır vardır efendim?”
Büyük velî;
“Bir yemek, gaflete dalmadan, Allahü teâlâyı düşünerek neşe ve sevinç içinde yapılırsa, hayırlı ve bereketli olur ve yiyenlere şifâ ve devâ olur” buyurdu.
Şöyle devam etti:
“Allah'ın beğenmediği kötü ameller, şüpheli yemeklerden hâsıl olur. İbâdetlerden zevk almak; bilhassa namazları huşû içinde kılmak da helâl lokma yemeye bağlıdır. Ayrıca yemeğin helâlinden olması kâfi değil.”
Sordular ki:
“Başka ne lâzım hocam?”
“O yemeğin âgâh hâlde hazırlanması gerekir. Yâni Hak teâlâyı hâtırlayarak, gadaplı ve öfkeli olmayarak, seve seve, zevkle pişirilmelidir ki, böyle yemekler yiyene maddî ve mânevî fayda sağlar” buyurdu.
Ve ilâveten;
“Ayrıca yemek yemenin usûlü var. Şöyle ki: Allahü teâlânın huzûrundaymış gibi edeple oturup, âdâbıyla yemelidir. Kim yemekte bunlara dikkat ederse, kıldığı namazlardan tat ve lezzet alır. Her kim de şüpheli yer ve yemek âdâbına riâyet etmezse, kıldığı namazlardan tat alamaz” buyurdu.
.
Çocuklarınızla ilgilenin!..”
12 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :11 Eylül 2024 23:03
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Üstâdımla bir evde oturuyorduk ki, kardeşim hakkında, “Şemseddîn Buhâra'da vefât etti” diye bir haber aldım birinden.
Çok üzüldüm!
Ve hocama;
“Efendim, izin verirseniz kardeşimin cenâzesine gideyim” diye arz ettim.
Hocam cevâbında;
“İstiyorsan git, ama Şemseddîn vefât etmedi, şimdi sağdır. Hattâ o, çok yakınlarda bulunuyor. Kokusunu duyuyorum” buyurdu.
Çok sevinmiştim.
O ara kapı açıldı.
Ve kardeşim Şemseddîn, neşeyle girdi içeri.
● ● ●
Bu büyük zâta bir gün sevdiği bir komşusu gelip;
“Efendim, on yıllık evliyiz. Çocuğumuz olmuyor. Bize ne tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük Velî;
“Tövbe edin. Zîrâ tövbe öyle anahtardır ki, her kapıyı açar. Nitekim Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede meâlen; ‘İstiğfâr ederseniz imdâdınıza yetişirim’ buyuruyor” dedi.
● ● ●
Bir gün de sohbetinde; “Çocuklarınızla ilgilenin” buyurdu.
Sordular ki:
“Nasıl ilgilenelim efendim?”
Büyük velî;
“Kur'ân-ı kerîmi okutun ve Ehl-i sünnet itikâdını ve ilmihâl bilgilerini öğretin. Bunu ihmâl ederseniz, çocuğunuz Cehenneme gider, sizi de berâber götürür” buyurdu
.
Hocamın himmeti olmasa…"
13 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :13 Eylül 2024 00:24
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bir talebesi anlatıyor:
Bir gün hocamı ziyâret maksadıyla evden çıktım. Yolumun üzerinde bir ırmak vardı.
Ve her zaman köprüden geçip giderdim hocamın evine.
Yine öyle yapacaktım.
Ama köprü uzak geldi.
Kendi kendime;
"Suyun üstünden yürüyerek gideyim" dedim.
Büyük bir cesâretle ve Allah'a güvenerek ırmağın üstünden yürüyerek geçtim karşıya.
Başarmıştım bu işi!
Kalbimden;
“Bu, kerâmet” dedim.
Bir anlık gaflet işte...
Hocamın himmetini unutmuştum.
Kendimden bilmiştim.
Nihâyet geldim hocama.
Huzûruna girince, bana;
“Evlâdım! Seni adım adım gözetliyorum” buyurdu.
"Eyvâh” dedim hemen.
Hatâ yaptım gâliba.
Ama ne idi o hatâm?
Onu düşünüyordum ki, Hocam bana baktı ve “Suda yürümeyi, hâtırına ben getirdim ve elimi ayağının altına koydum. Sen de rahatça yürüyüp geçtin. Ama istersem, kalbindeki hâllerin hepsini alır ve seni himmetimden mahrum ederim” dedi.
Nitekim kesti himmetini.
Bütün hâllerimi geri aldı.
O vakit anladım hatâmı. Zîra ben, kendim yürüdüğümü zannetmiş, hocamın himmetini unutmuştum.
Tövbe istiğfâr ettim.
Hocama yalvardım.
Beni affedip bir teveccüh ettiler ve çok yüksek makamlara yükselttiler.
.
Benim duâmdan ne olur ki!.."
14 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :13 Eylül 2024 23:10
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin Seyyid Burhâneddîn adında bir talebesi vardı ki, çok severdi bu büyük zâtı.
O anlatıyor:
Bir gün, hocamın bağda olduğu bir saatte, kendilerine balık götürüp hediye ettim.
Kabul buyurdu hediyemi.
Ateş yakıp pişirmek istedik.
Ve başladık hazırlığa.
Ancak hava karardı birden. Üstelik de yağmur bulutları belirdi gökyüzünde.
Sonra gök gürledi.
Şimşekler çaktı!
Ve peşinden yağmur…
Ama nasıl?
Kovadan boşalırcasına.
Hiç böylesini görmemiştim.
Hocam bana dönüp;
“Burhâneddîn, duâ et de bir müddet için bizim bağa yağmur yağmasın” buyurdu.
Ben cevâben;
“Peki efendim” dedim.
Benim duâmdan ne olurdu ki!..
Ama o emretmişti.
Ellerimi kaldırdım.
Ve kalbimden;
“Yâ Rabbî! Hocamın hatır ve hürmetine bu yağmurunu bu bağa yağdırma” dedim.
Yalvardım Rabbime.
Duâm kabul oldu.
Yağmur yağıyordu.
Ama etrâfımıza yağıyor, bizim bulunduğumuz bağa bir damla bile düşmüyordu.
Çünkü hocamı vesîle etmiştim.
“Onun hürmetine” demiştim.
.
Sevgi ve samîmiyet bitti!..
15 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :14 Eylül 2024 23:09
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin talebesinden Mevlânâ Ârif şöyle anlatıyor:
Bir kış günü, hocamla birlikte bir yere gidiyorduk.
Hava pek soğuk değildi.
Biraz yol gidince birden sertleşti hava.
Sonra “kar fırtınası”na dönüştü.
Öyle ki;
Göz gözü görmüyordu.
Soğuk ve kar, kasıp kavuruyordu her yeri.
Buna rağmen ayakkabı bile yoktu ayağımda.
Yalın ayak yürüyordum.
Hocamın üzüldüğünü anladım!
Nitekim o anda durdu.
Ve şöyle bir baktı gökyüzüne.
Mânâlı bir bakıştı o.
O bakışla durdu tipi.
Kesildi fırtına.
Kar yağışı bitti.
Rüzgâr sona erdi.
Hava açıldı.
Günlük güneşlik oldu etrâf. Biz de zahmet çekmeden devam ettik yolumuza...
● ● ●
Bu zât, bir gün gençlere;
“İnsanların kaybettiğini bulmaya çalışın. Bunlar, sevgi ve samîmiyettir. Sertlikle bir yere varılmaz. İnsanlarla iyi geçinin. İhtilâfa düşünce, ‘ben haksızım’ deyin” buyurdu.
Sordular ki:
“Hikmeti nedir efendim?”
Büyük velî;
“Çünkü Peygamberimiz, böyle yapana Cennette büyük bir köşk verileceğini müjdeliyor. Üstelik ‘kefîli de benim, köşkün anahtarını benden alsın’ buyuruyor” dedi
.
Bize ne oldu böyle?”
16 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :15 Eylül 2024 23:23
Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini çok seven talebeler, bir evde toplandılar.
Gâye, sohbet etmekti.
Ve ondan bahsetmekti.
Çünkü onu çok seviyor; “âah, şimdi hocamız da olsaydı, mübârek ağzından nice hikmetler dökülürdü” diyorlardı.
Ev sâhibi sütlaç yaptı.
Getirip ortaya koydu.
Ve; “Haydi buyurun, hep birlikte yiyelim” dedi.
Gelip oturdular.
Fakat o da ne?!
Hiçbiri yiyemiyordu sütlaçtan. Zîra kıpırdıyamıyordu kimsenin eli.
Sanki elleri bağlanmıştı.
Biri tutuyordu sanki ellerini.
Birbirlerine hayret içinde bakıp; “Hayırdır inşallah, bize ne oldu böyle?” diyorlardı.
İçlerinden biri;
“Bu hâl, elbette hocamızın bir tasarrufudur” dedi.
Velhâsıl hiç yiyemediler.
Ve kalktılar o sofradan.
Aradan bir saat geçmişti ki, büyük velî teşrîf etti. O gelince büyük bir sevince gark oldular.
Büyük velî onlara;
“Ben yola çıktığımda siz sütlacı ocağa koydunuz. Sonra benden bahsedip sohbete koyuldunuz. Ben yarı yoldayken sütlaç pişti. Yemek için oturdunuz, ama yiyemediniz değil mi?”
Talebeler;
“Evet hocam, aynen buyurduğunuz gibi oldu” dediler.
Büyük zât;
“Ellerinizi ben bağlamıştım. Şimdi o sütlacı getirin de hep birlikte yiyelim” buyurdu.
Sevinçle koşup getirdiler. Ve hocalarıyla birlikte, huzur içinde yediler.
.
Sustur şu âsileri!"
17 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :16 Eylül 2024 23:49
Bekâ bin Bâtû hazretleri, Irak'ta yetişen evliyâdandır.
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, bu zâtı çok sever ve methederdi kendisini.
Bu zât bir gün sâhilde dinleniyordu.
O esnâda uzaktan bir gemiyi gördü.
Ancak gemidekilerden bâzısı içki içip ve nâra atarak rahatsız ediyorlardı diğer yolcuları.
Bekâ bin Bâtû hazretleri, bunu firâsetle anlayıp çok üzüldü!
Ve denizin kıyısından;
“Ey kaptan! Sustur şu insanları” diye seslendi.
Hak teâlâ, işittirdi bu sesi o kaptana.
Ama o edepsizler susmadılar. “Allah dostu” gadaba geldi.
Bu defâ o gadapla;
“Ey deniz! Şu âsi insanları içine al” diye seslendi.
O an su yükseldi.
Ve başladı koca gemi sallanmaya.
İnsanları bir “ölüm korkusu” sardı!
Derken gemi batmaya yüz tuttu.
Feryâd-ü figana başladı yolcular!
Tabii o edepsizler de.
Can derdine düştüler.
Büyük velî merhamete geldi yine.
Acıdı onlara. Denizden yürüyüp gitti geminin yanına.
İnsanlar hayretle onu seyrediyordu!
Hatâlarını bildiler.
İstiğfâr eylediler.
O, su üstünde namaz kıldı.
Sonra ellerini kaldırıp;
“Yâ Rabbî! Bu kullar pişmân olup tövbe ettiler. Sen onları boğulmaktan kurtar” diye yalvardı.
Duâsı kabul oldu.
Dalgalar durdu.
Deniz sâkinleşti.
Kurtulmuşlardı ölümden. Dahası, az önce içki içip nâra atan o insanlar, “talebesi” oldular bu büyük velînin.
.
Evliyâya sû-i zan etmek!..
18 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :17 Eylül 2024 22:29
Irak’ta yetişen evliyâdan Bekâ bin Bâtû hazretleri devrinde üç âlim, bu zâtın ziyâretine geldiler bir akşam.
Oturup sohbet ettiler.
Derken yatsı ezanı okundu.
Ve namaza kalktılar...
Bekâ hazretleri imâm oldu. Bu üç âlim, kıraatini beğenmediler bu zâtın.
Hattâ "okuması tecvîde uygun değil" dediler içlerinden.
"Bu zât tecvîd bilmiyor, böyle velî olur mu?" diye düşündüler...
Derken vakit ilerledi.
O evde misâfir kaldılar.
Sabahleyin uyanınca üçü de ihtilâm olmuştu...
Yakında bir “nehir” vardı.
Gusletmek için çıkıp, nehre girdiler üçü de.
Sudan çıktıklarında, elbiselerinin üzerinde koca bir “aslan”ın yattığını görüp dehşete kapıldılar! Ne yapacaklarını şaşırdılar!
Bunun hikmetini, anlar gibi oldular.
O esnâda büyük velî göründü kapıda.
Aslan onu görünce koştu ve yüzünü sürmeye başladı bu zâtın ayağına.
Onlar, bunu görüp, anladılar hatâlarını.
Sû-i zanları, muhabbete dönüştü.
Büyüklüğüne inandılar.
Ve hattâ sevdiler onu.
Hem cân-ü gönülden.
Aralarında konuşup;
“Biz ne yaptık. Bir ‘Allah adamı’nda kabâhat aradık” deyip çok mahcup oldular!
Ve “talebesi” oldular bu büyük velînin.
.
“En akıllı insan kimdir?"
19 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :18 Eylül 2024 22:33
Irak evliyâsından Bekâ bin Bâtû hazretleri bir sohbetinde;
“Allahü teâlâ bizi âhiret için yarattı. Böyleyken bir mümin âhireti bırakıp dünyâya sarılırsa âkıbeti ne olur?” buyurdu.
Ve şöyle devam etti:
“Dünyâ, çok vefâsızdır. Bir üzüntü bir sevinç. Böyle bir yalancıya insan aldanır mı hiç?.. Bak, ömrün azalıyor, ölüme gidiyorsun. Hazırlığın bile yok, niçin düşünmüyorsun?”
Sonra bir nefes alıp;
“Şuna çok şaşarım ki; bâzı insanlar vardır. Âhiretin ebedî olduğunu bilir, ama bildikleri gibi yaşamazlar. Bu dünyâda ‘uyur gezer’ misâli yaşarlar” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sohbetinde; “Gıybet etmenin günâhı, zinâ günâhından daha büyüktür” dedi.
“Hikmeti ne?” dediler.
Cevâbında;
“Çünkü zinânın tövbesi kabul olunur, gıybetinki olmaz, zîra kul hakkına girer. Kul hakkını dünyâda ödemek kolaydır. Âhirette çâresi bulunmaz” buyurdu.
● ● ●
Bir genç de bu zâta; “En akıllı insan kimdir efendim?” diye sordu.
Büyük zât;
“En akıllı insan, kendisini, ateşte yanmaktan kurtarabilen kimsedir” buyurdu.
“Hangi ateşten efendim?” diye sorduğunda;
“Cehennem ateşinden. Kendini yanmaktan kurtaramayana hiç ‘akıllı’ denilir mi” buyurdu.
.
Herkes tarafından sevilmek...
20 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :19 Eylül 2024 22:34
Tâbiîn'den olup, Irak’ta yetişen Bekr bin Abdullah Müzenî hazretleri, bir gün sevdikleriyle oturmuş, onlarla sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
"İyi amellerimin içinde en değerlisi, Allah dostlarına karşı olan sevgim ve muhabbetimdir" buyurdu.
● ● ●
Çok mütevâzı idi.
Bir gün Arafat'a çıktı.
O kalabalığı görünce;
"Bunca insanın arasında eğer ben olmasaydım, Allahü teâlâ hepsini affederdi" dedi.
● ● ●
Bir gün de bir gence;
"Evlâdım! Din kardeşlerinden bir cefâ, sıkıntı görürsen bil ki, bu, işlediğin bir günahtan dolayıdır. Hemen pişmân ol, tövbe et" dedi.
Genç sevinip;
"Biraz daha söyler misiniz efendim" diye ricâ etti.
Büyük velî;
"Eğer din kardeşlerinden bir iyilik görürsen, bu da, yaptığın hayırlı bir işin netîcesidir, bunun için Allah’a şükret" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sevdiği bir talebesi;
“Efendim, herkes tarafından sevilmek istiyorum, bana ne tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük zât;
“Sevilmek istiyorsan, sen kendini sevme. Çünkü bir kalpte iki sevgi olamaz. İnsan, ya Allahü teâlâyı sever, ya da kendini. Kendini sevmezsen, seni herkes sever. Kendini seversen, seni kimse sevmez” buyurdu.
.
Ben hâkimlik yapamam!"
21 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :20 Eylül 2024 22:52
Tâbiîn'den olup, Irak’ta yetişen Bekr bin Abdullah Müzenî hazretlerini, bir zaman kadı/hâkim yapmak istediler bir beldeye.
O, cevâben;
“Ben hâkimlik yapamam” dedi.
Ve kabul etmedi.
Isrâr ettiklerinde;
“Doğru söylüyorum, ben hâkimlik yapamam" dedi.
Onlar yine;
"Yaparsın" dediler.
O zaman da;
"Ben size, hâkimlik yapamam, diyorum. Doğru söylediğime inanıyorsanız mesele yok. Eğer yalan söylediğime inanıyorsanız yalancıdan hâkim olmaz" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de sohbetinde;
"Kardeşlerim! Çocuklarımıza mutlaka Kur’ân-ı kerîmi öğretmeliyiz" buyurdu.
Ve ekledi:
Resûl-i ekrem Efendimiz “Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm öğretenlere, öğretilen Kur'ânın her harfi için, on kere Kâbe-i muazzama ziyâreti sevâbı verilir” buyuruyor.
● ● ●
Bir gün de yolda yaşlı birini gördü.
Kendi kendine;
"Bunun ibâdeti benimkinden çoktur. Onun için o benden daha fazîletlidir" dedi.
Ve yola devam etti.
Sonra bir genç gördü.
O defâ da "Benim günâhım, şu gencin günâhından kat kat çoktur. O hâlde Allah katında, o benden daha kıymetlidir" dedi.
.
Güzel huylu olmak nedir?
22 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :21 Eylül 2024 23:02
Tâbiîn'den olup, Irak’ta yetişen Bekr bin Abdullah Müzenî hazretlerine, birisi kötü sözler söyledi.
O, cevap vermedi.
Ve sükût etti.
Bu defâ adam daha da “çirkin sözler” söylemeye başladı.
O, yine sustu.
Yanındakiler;
"Efendim, o adam size hakâret ediyor, siz susuyorsunuz. Susmayın, siz de ona bir şeyler söyleyin, hakâret edin" dediler.
Onlara cevâben;
"O, benim hakkımda bir şeyler biliyor ki, söylüyor. Ama ben, onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum" buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
"Bir kimseyi ziyâfete çağırsalar, o da ev sâhibine sormadan yanında bir misâfir getirse, bir tokat hak etmiştir" dedi.
Ve ilâve etti:
"Ev sâhibi o kişiye ‘şuraya oturun’ dediği zaman ‘hayır şuraya oturayım’ derse, o adam iki tokat hak etmiştir.”
Sözüne devamla;
"Yemek esnâsında misâfir ev sâhibine ‘haydi siz de buyurun, siz de yiyin!’ derse, o adam üç tokat hak etmiş olur" dedi.
Nasîhat istediler.
Onlara cevâben;
"Güzel huylu olun... Güzel huylu olmak da, herkese güler yüz göstermek, yumuşak davranmak ve kolaylık göstermektir" buyurdu.
.
Ben size aslâ zulmetmedim”
23 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :22 Eylül 2024 22:34
Bekr bin Abdullah Müzenî hazretleri, bir gün şunu anlattı:
Mahşerde hesaplar görülüp herkes lâyık olduğu yere gidince, Hak teâlâ meleklere “Ateş'ten iki kişiyi çıkarıp getiriniz!” diye emreder...
Hemen getirirler.
Onlara sorar ki:
“Yerleriniz nasıldır?”
Derler ki:
“Çok fenâdır yâ Rabbî.”
Allahü teâlâ;
“Ben size aslâ zulmetmedim. Bu cezâ, kendi kazancınızdır, şimdi yerinize dönün!” buyurur.
“Peki” derler.
Ve giderler.
Ancak biri, ardına bakmadan koşarak gider. Öbürüyse yavaş ve isteksiz giderken dönüp dönüp arkasına bakar.
Allahü teâlâ emreder.
Tekrar gelirler.
Hak teâlâ birinciye; “Sen niçin koşarak ve ardına bakmadan gidiyordun?” diye sorar.
O, cevâben;
“Yâ Rabbî! Ben, dünyâda senin emirlerini dinlemeyip bu azâbı hak ettim... Şimdi aynı hatâyı işlemeyeyim diye böyle koşuyordum” der.
Bu defâ ikinciye;
“Sen niçin yavaş gidiyor ve ikide bir dönüp dönüp ardına bakıyordun?” diye sorar.
O da cevâben;
“Yâ İlâhî! Sen bir kulunu cehennemden çıkarınca, tekrar ateşe sokmazsın diye biliyordum. Bu ümitle dönüp dönüp bakıyordum” der.
Hak teâlâ o kuluna;
“Kullarım beni zannettiği gibi bulur. Mâdemki, benim hakkımda zannın böyledir. İkinizi de affettim. Haydi, arkadaşının elinden tut da birlikte cennete girin!” buyurur.
.
Edep, haddini bilmektir!
24 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :24 Eylül 2024 00:13
Tâbiîn'den olup, Irak’ta yetişen Bekr bin Abdullah Müzenî hazretleri hadîs âlimlerindendir.
Dünyâya rağbet etmezdi.
Allah dostlarını severdi.
Sohbetlerinde;
“İyi amellerimin içinde en kıymetlisi olarak Allah adamlarına olan sevgimi biliyorum” buyururdu.
● ● ●
Bir gün yanına bir genç geldi.
Nasîhat istedi.
O gence bakıp;
“Evlâdım! Bir kimseden sana bir sıkıntı gelirse, bil ki, işlediğin bir günâhından dolayıdır, hemen tövbe et” buyurdu.
Ve ilâve etti:
“Eğer bir iyilik görürsen, bu da iyi bir amelinin netîcesidir, Rabbine şükret.”
● ● ●
Bir gün de bir delikanlı gelip; “Dînimizde edep nedir efendim?” diye sordu.
Büyük zât;
“Edep, haddini bilmektir, yâni İslâm’ın çizdiği hudûda riâyet etmektir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet etmekten daha kıymetli ‘edep’ olamaz” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bâzı dostları;
“Efendim dünyâda en güzel şey nedir?” diye sordular.
Büyük zât cevâben;
“Bu dünyâda en güzel şey, bu dünyâya düşkün olmamaktır” buyurdu.
Bu defâ;
“En kötü şey nedir?” dediklerinde;
“Dünyâya düşkün olmaktır” buyurdu.
.
Dert ve belâ, nîmettir!"
25 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :25 Eylül 2024 00:21
Tâbiîn'den olup, Irak’ta yetişen Bekr bin Abdullah Müzenî hazretleri, bir gün sevdikleriyle sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
“Kardeşlerim! Allahü teâlâ bir kuluna hayır murâd ederse, ona biraz acı ve sıkıntı tattırır” buyurdu.
Pek anlamadılar.
O, bunu sezdi.
Ve şöyle açıkladı:
“Dert ve belâ, Sevgili’nin kemendidir. Allahü teâlâ sevdiklerini, bu kementle kendine çeker.”
● ● ●
Bekr bin Abdullah Müzenî hazretleri bir gün sevdikleriyle oturmuş, sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
“Amân kardeşlerim, günahtan çok sakının… Kim bu dünyâda gülerek günah işlerse, âhirette ağlayarak cehenneme girer” buyurdu.
● ● ●
Bu zâtın yanına, bir gün kendini bilmezin biri geldi. Ve sevdiklerinin yanında hakâretler etti bu zâta.
Ama o, hiç kızmadı.
Karşılık da vermedi.
Sükût etti.
Ama adam edepsizdi.
O sustukça daha azdı.
Küstahlaşıp haddi aştı.
Bu defâ bu zâtın yanında olan kimselerin sabrı taştı.
Ve bu zâta;
“Efendim, o size hakâret ediyor, siz susuyorsunuz, niçin cevap vermiyorsunuz?” dediler.
O, bunları dinledi.
Ve cevap verip;
“Bilmez misiniz; her kaptan, içinde olan dışarı sızar” buyurdu.
.
Âhirette en zor şey nedir?"
26 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :25 Eylül 2024 22:35
Tâbiîn'den olup, Irak’ta yetişen Bekr bin Abdullah Müzenî hazretleri, bir Allah dostudur.
Bir gün bu zâta;
“Âhirette en zor şey nedir efendim?” diye sordular.
O da cevâben;
“Kul hakkıdır. Çünkü Allahü teâlâ kendisiyle ilgili günahları affedebilir, ama kul hakkını affetmez. Alacaklı olsanız da helâlleşin, âhirete bırakmayın. Zîra hiç belli olmaz, belki de o haklıdır” buyurdu.
● ● ●
Bekr bin Abdullah hazretleri bir gün sohbetinde;
"Güzel ahlâk sâhibi olmaya çalışınız. Hadîs-i şerîfte ‘Kul, güzel ahlâkıyla cennette yüksek derecelere kavuşur. Kötü huysa insanı cehennemin derinliklerine sürükler’ buyurulmuştur" dedi.
● ● ●
Bir gün de, bâzı sevdikleriyle sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
“Kim, bir haram karşısında, eğer gözünü kapatırsa Allahü teâlâ onun gönlünü îmân ile doldurur. Bu dünyâda gülerek günâh işleyenler, yarın ağlayarak Cehenneme girer ve orada çetin azap görürler” buyurdu.
Dinleyenler;
“Tövbe ederlerse efendim?” dediklerinde,
Mübârek zât;
“Günâhına tövbe eden kimse, hiç günâh işlememiş gibidir. Yâni cenâb-ı Hak onun işlediği günâhı silip, yerine sevap yazar” buyurdu.
.
"Yâ Rabbî! Kimseyi yakma!"
27 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :26 Eylül 2024 22:47
1300’lü yıllar... Gelibolu’da Allah dostlarından biri yaşamaktadır.
Hoca Hamza Efendi.
Bir câmide imâmlık yapar.
Halkı irşâd eder.
Kalplere “Allah sevgisini” nakşeder.
İstemez hiç kimsenin ızdırap çekmesini.
Hele cehennemde yanacak olanları düşündükçe, mahvolur âdeta!
Seherlerde kalkar.
Secdeye kapanıp;
“Yâ Rabbî! Hiç kimseyi ateşte yakma” diye yalvarır.
Gözyaşları döker!
Onun meclisinde gıybete yer yoktur...
Yapan olursa da susturup;
“Eğer birini kötüleyeceksen beni kötüle” buyurur.
Bir gün vâliyi kötülerler.
O kimselere;
“Eyvâh, gitti orucun sevâbı” buyurur.
Onlar derler ki:
“Siz gıybet etmediniz.”
Büyük zât;
“Evet, gıybet etmedim, ama dinledim. Gıybeti dinleyen de günâha ortaktır” buyurur.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine;
“İhlâs, her yaptığı işi, sırf Allah emrettiği için yapmaktır” buyurur.
Dinleyenler;
“Ya ihlâs olmazsa efendim? diye sorarlar.
Cevâbında;
“Nice oruç tutanlar vardır ki, oruçtan kârları, yalnız açlık ve susuzluk, nice ibâdet yapanlar da vardır ki, bundan kârları, sâdece yorgunluktur. Zîrâ bu ibâdetleri, Allah için yapmamışlardır” buyurur.
.
"Sevgiliden gelen, sevilir..."
28 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :28 Eylül 2024 06:06
Gelibolu’da yaşıyan Hoca Hamza Efendi, duâsı makbûl bir Allah dostudur.
Dermansız hastalar ona koşar.
Bir duâsıyla şifâya kavuşurlar.
Kendinde de bâzı hastalıklar vardır.
Bu yüzden namazlarını özürlü kılar.
Dostlarından biri dayanamaz.
Bir gün huzûra gelip;
“Efendim, herkes hastalığı için size geliyor, duânızla iyi oluyor, kendiniz için de duâ etseniz” der.
Mübârek gülümser.
Ve ona cevâben;
“Kardeşim! Onlar hastalıktan kurtulmak istiyor ve kurtuluyorlar. Biz ise râzıyız hâlimizden. 'Sevgili’den gelen sevilir, şikâyet edilmez ki” buyurur.
Bir talebesi;
“İnsanların içinde en akıllı olanı kimlerdir efendim?” diye sorar.
Büyük zât;
“Zâhidlerdir. Çünkü onlar, bu dünyâya pek kıymet vermez. Dünyâya düşkün olmamaları, akıllı olduklarını gösterir. Akıllı insan, evvelâ âhiretini düşünür. Sonra ölüm gelmeden, orası için hazırlanır” buyurur.
● ● ●
Bir gün de bir sevdiği;
“Ey efendim! Cennette namaz kılmak var mı, orada namaz kılacak mıyız?” diye sorar.
Büyük velî;
“Cennette namaz yoktur. Çünkü orası dünyâda yapılan amellerin karşılığının verildiği yerdir” buyurur.
Adam üzülür.
Gayri ihtiyârî;
“Namaz yoksa, orada nasıl durulur ki?” deyiverir...
.
“Kalk, üzme kocanı!..”
29 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :28 Eylül 2024 22:06
Allah dostlarından Hıdır Baba, Edirne'nin mânevî fâtihlerinden bir gâzi derviştir.
Duâsı makbûl bir kişiymiş.
Menkıbeleri anlatılıyor dilden dile.
Bir tânesi şöyle:
Bu zâtın sevdiği biri vardır.
Hanımına kızar bir gün.
Ve bedduâ eder.
Olacak bu ya, tutar bedduâsı.
Aynı gün kadın hastalanır.
Ve ağırlaşır gitgide.
Adam bin pişmândır.
Ama ok yaydan çıkmıştır bir kere.
Kadıncağız “son nefeslerini” vermektedir artık.
Adam koşar Hıdır Baba'ya.
Çâresizlik içinde;
“Hocam! Hâl böyleyken böyle. Hanım ölüyor, ne olur bir duâ edin de iyileşsin” diye yalvarır.
Mübârek zât; “Pekâlâ” der.
Ve açar ellerini.
Yalvarır Rabbine.
Adam üzgün hâlde eve döner.
Fakat o da ne?!..
Hanımı ayaktadır.
Üstelik de neşelidir.
Ve sapasağlamdır.
Adam sorar:
“Hanım ne oldu, anlatsana.”
Kadın anlatır:
Ben de bilmiyorum...
Sen evden çıkınca, olduğum yerde uyumuşum.
Rüyâ gördüm.
Hıdır Baba yanıma geldi ve;
“Kalk, üzme kocanı” dedi.
Uyanıp kalktım.
İşte bu kadar.
Görüyorsun ya turp gibiyim.”
.
Dalından koparılamayan meyveler!..
30 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :30 Eylül 2024 00:46
Allah dostlarından Hıdır Baba, Edirne'nin mânevî fâtihlerinden bir gâzi derviştir.
O devirde bir kadın, bir meyve bahçesinin önünden geçerken durur.
Dikkatini çekmiştir meyveler.
Tamâmı olgunlaşmış, neredeyse düşmek üzeredirler.
Kendi kendine;
"Birkaç tâne koparsam mı?" der.
Ve uyar şeytana.
Asılır bir dala.
Ama ne mümkün!
Bir türlü kopmaz meyveler.
O dalı bırakır, başkasını çeker.
Yine koparamaz.
Kopmamak için sanki inat etmiştir meyveler!
Kadın şaşkındır!
O esnâda biri gelir;
“Bacım, hiç zahmet etme. Bu bahçe Hıdır Baba'ya âittir. Koparamazsın” der.
Kadıncağız utanır.
Uzaklaşır oradan...
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
“Namaza ehemmiyet vermeyen kimsenin îmânı gider. Müslüman, her günâhı işleyebilir. Ama sonra üzülüp pişmân olur ve tövbe eder” buyurdu.
Dinleyenler;
“Ya üzülmezse efendim?” dediklerinde, mübârek zât;
“Üzülmüyorsa, Allah'ın yasak etmesine ehemmiyet vermiyor demektir ki, Allah korusun, îmânını yitirir, yâni kâfir olur” buyurdu.
.
En kıymetli ibâdet hangisidir?
1 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ekim 2024 05:08
Edirne'de, Uzun Kaldırım Caddesi'nde mütevâzı bir kabir var ki, Allah dostlarından, Hırçın Baba'nın kabridir burası. Yüzyıllar önce bu topraklarda yaşamış ve günahla kararmış kalplere feyiz saçmış.
Bir gün, o beldeye, bâzı misâfirler gelir.
Bu zâtı görüp istifâde edeceklerdir.
Bir müddet sohbet ederler. Hac zamânı olduğu için hacdan bahseder mübârek zât.
Kâbe’yi, tavafı anlatır.
Misâfirler duygulanır.
“Âh ne güzel, şimdi hacılar Kâbe'de tavaf yapıyorlar. Keşke biz de orada olsaydık” derler.
Mübârek zât sorar:
“Sahi istiyor musunuz?”
“İstemez miyiz hocam?”
“Çok mu?”
“Hem de pek çok.”
“Ama bir şartla, kimseye demeyeceksiniz” buyurur.
“Tamam” derler. “Söylemeyiz.”
Büyük velî, Allahü teâlânın izniyle bir anda ulaştırır onları Beytullaha...
Tavaf yapıp geri dönerler...
● ● ●
Bir gün, bir talebesi;
“Ey efendim!.. Bizim dînimizde, en kıymetli ibâdet acabâ hangisidir?” diye sordu.
Büyük zât;
“Namazdır. Namaz, îmândan sonra en kıymetli ibâdettir. Özrü yokken bir tek namazı kazâya bırakan, seksen hukbe cehennemde yanacaktır. Bir hukbe, seksen âhiret senesidir ve her günü, seksen dünyâ senesi kadar uzundur” buyurdu.
.
Tevâzu, büyüklük alâmetidir
2 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ekim 2024 23:39
Edirne evliyâsından Ömer Baba, 15. asırda Edirne'de yaşamış.
Mütevâzı bir hayâtı varmış.
Yine de unutulmamış.
Nitekim büyüklerimiz;
“Tevâzu, büyüklüğün alâmetidir, işâretidir" buyurmuşlar.
● ● ●
Ömer Baba, geceyi ibâdetle geçirir, gündüzleri de İslâmiyeti anlatırmış insanlara.
Kalplere işlermiş sözleri.
Geceleri çok az uyurmuş.
Bir gün sormuşlar ona;
“Niçin uyumuyorsunuz?
“Uyuyamıyorum ki.”
“Neden efendim?
“Cehennem korkusu beni uyutmuyor!”
● ● ●
Bir gün nasîhat isterler bu zâttan.
“Mert olun” buyurur.
“Mertlik nedir?” derler
Buyurur ki:
“Suçu kendinde bilmektir.”
Sorarlar:
“Haklı olsak da mı?”
“Evet, Peygamberimiz ‘Haklı olduğu hâlde ben haksızım diyene, cennette köşk verilecektir. Kefîli de benim’ buyuruyor” der.
Ve ekler:
“Unutmayın. Kavga, iki diri arasında olur.”
Ve sorar onlara:
“Siz hiç, ölüyle dirinin kavga ettiğini gördünüz mü?”
“Görmedik” derler.
“Demek ki, bir tarafın 'ölü' olması lâzımmış” der.
Ve açıklar:
“Ölü olmak için ‘kabâhat bende’ diyeceksiniz. O zaman hiç kavga olmaz.”
.
Tövbekâr kadın!..
3 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :3 Ekim 2024 01:14
Allah dostlarından ve Edirne velîlerinden Nûreddîn Baba'nın bir talebesi vardır ki, çok yakışıklıdır.
Üstelik takvâ sâhibidir.
Günahtan çok korkar.
Olacak bu ya…
Ahlâksız bir kadın, âşık olur bu gence.
Peşinde dolaşır...
Ama genç, yüz vermez. Bir gece delikanlı odasında ders çalışırken çalınır kapısı. Açtığında yine bu kötü kadını görür eşikte.
Sertçe sorar:
“Ne var, ne istiyorsun?”
Kadın bir şey demez.
Hemence içeri girer.
Kapıyı arkadan sürgüler.
Sonra da;
“Ya dediğimi yaparsın, ya da bağırır, seni âleme rezil ederim” der.
Ama genç;
“Âhirette rezil olacağıma, dünyâda olayım” der.
Aldırmaz bu tehdide.
Yumar gözlerini...
Ve kalbinden;
“Yâ Rabbî! Kurtar beni bu kadının şerrinden, ben günâha girmek istemiyorum” der.
Yalvarır Rabbine.
O anda kapı açılır.
Hocası girer içeri.
Öyle heybetlidir ki, o kadar olur!
Bir nazar eder o kadına.
O nazar kâfi gelir ona.
O anda kalbi değişir.
Tövbe istiğfâr eder.
Hem sarılır ibâdete.
Öyle ki; iffet ve edepte, parmakla gösterilen bir hanımefendi olur o havâlide
.
Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!
4 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :3 Ekim 2024 21:58
Allah dostlarından ve Edirne toprağını nurlandıran büyüklerden biri de Şekmetî Mehmed Efendi'dir.
Bir yıl, talebesiyle, hac yolculuğuna çıkar bu zât.
Yolda küçük bir kızcağız görür.
Üstü başı yırtık.
Perîşan vaziyette.
Çok fakîr olduğu bellidir hâlinden. Yol kenarında ölü bir kuş görür bu küçük yavrucak.
Eğilir, onu alır.
Bellı ki, rızık yapacaktır.
Yaklaşır mübârek.
Ve ona şefkatle;
“Evlâdım! O kuşu ne yapacaksın?” diye sorar.
Kız utanır, sıkılır!
Söylemek istemez niyetini.
Isrâr edince mecbur kalır.
Utanıp sıkılarak;
“Efendim, biz iki kardeşiz, bir de annemiz var. Üç gündür açız üçümüz de. Babamız vefât etti. Hiçbir gelirimiz de yoktur” der.
Gözleri yaşarır mübâreğin.
Döner talebelere;
“Geri dönüyoruz! Nasılsa ‘nâfile hacca’ gidiyorduk” der.
Yol parasını alır.
Kızcağıza verip;
“Al yavrum! Bu parayı annene götür... Bir müddet bununla geçinirsiniz” buyurur.
Sonra gençlere;
“Evlâtlarım! Onlar bu hâldeyken bizim hacca gitmemiz uygun olmaz. Onları sevindirmek, nâfile hacdan çok daha sevaptır. Unutmayın, merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurur
.
"O, beni benden iyi biliyor"
5 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :4 Ekim 2024 23:16
Edirne’de yaşıyan Allah dostlarından Şekmetî Mehmet Efendi bir kış günü, Edirne pazarında dolaşırken birinin hizmetçisini görür. Sırtında tek bir gömleği vardır zavallının.
Titremektedir soğuktan!
Usulca yaklaşır ve kendisine;
“Evlât! Efendine söyle de sana bir palto alsın, olmaz mı?” der
Hizmetçinin cevâbı şaşırtır büyük zâtı.
Şöyle ki;
“Lüzum yok. O, beni benden iyi biliyor, her hâlimi görüyor” demiştir.
Fevkalâde duygulanır.
Hattâ bayılır ve düşer.
Ayıldığında;
“Ey insanlar! Allahü teâlâya tevekkül etmeyi, o hizmetçiden öğreniniz” buyurur.
● ● ●
Bir gün de, bir genç; “Efendim, Cennete girmenin en kestirme yolu nedir?” diye sordu.
Mübârek zât da;
“Emr-i mâruf yapmaktır. Emr-i mâruf, Allah’ın kullarına hak yolu bildirmektir. Yâni insanlara, İslâmiyeti anlatıp veyâ bir ilmihâl kitâbı verip, ebedî saadete kavuşmalarına sebep ve vesîle olmaktır” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bir genç;
“Sû-i zan günâh mıdır efendim?” diye sordu bu zâta.
Büyük velî;
“Büyük günâhtır... Şöyle ki, bir insanın bir ömür boyunca kazandığı sevapları terâzinin bir kefesine, sû-i zan günâhı diğer kefeye konsa, bu kefe ağır gelir. Üstelik kul hakkına girer ki, bu haktan kurtulmak zordur, çâresi bulunmaz” buyurdu.
.
Yazık oldu zavallıya!"
6 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :6 Ekim 2024 00:26
Edirne’de yaşâyan Allah dostlarından Şekmetî Mehmet Efendi hazretlerinin yanına, kötü huylu bir kişi gelir.
Sohbetini dinler.
Büyük zevk alır.
Ancak bir müddet sonra sessizce ayrılıp gider oradan.
Gelmez olur artık.
Onun ayrılmasına üzülür mübârek!
Yakınları;
“Efendim, niçin bu kadar üzülüyorsunuz?” derler.
Cevâbında;
“Nasıl üzülmeyeyim. O, bizden ayrıldı, ama ‘kötü huyları’ ayrılmadı ondan. Az daha bizimle olsaydı, kurtulabilirdi o kötü huylardan. Yazık oldu zavallıya” buyurur.
● ● ●
Bu zât, kerâmetlerini, insanların görmesinden gizlermiş.
Belli etmezmiş gayriye.
Ve sohbetlerinde;
“En büyük kerâmet, istikâmettir” dermiş.
Dinleyenler;
“İstikâmet nedir ki, efendim?” diye sormuşlar.
Cevâben;
“Doğru yolda olup, hiç sapmadan yürümektir” buyurmuş.
Yine sohbetlerinde;
“Meşgûliyet nîmettir. Mutlaka bir işle iştigâl edin” dermiş.
Ayrıca sık sık;
“Evlâtlarım! Sizi, geçiminizi temin ederken görmek, câmi köşesinde görmekten, bana daha sevimli geliyor” dediği meşhurdur.
● ● ●
Bir gün de ona sorarlar:
“Güzel ahlâk nedir?
Cevap tek kelime:
“Kızmamaktır.”
.
Pişmanlık ateşiyle yanmak!..
7 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :6 Ekim 2024 23:29
Tirmiz’de dünyâya gelen Hakîm-i Tirmizî hazretleri, Allah’tan çok korkar, kaçardı her günahtan.
Şöyle ki;
Hakîm, henüz gençtir.
Güzel ve yakışıklıdır.
Bir kadın, gönlünü ona kaptırır. Devamlı peşinde dolaşır...
Bir gün onu yalnız görür.
Ve usulca yaklaşıp;
“Merhabâ!” der.
O bakar ki, genç ve güzel bir kadın.
Cilveler yapıyor kendisine.
Birden kan sıçrar beynine!
Hiç cevap vermez.
Ve hızla uzaklaşır.
Lâkin kadın bırakmaz peşini.
Başka bir gün Hakîm, bağında yalnızken gidip dikilir yanında!
O, bu kadını görür.
Acele çıkar bağdan.
Kadın da arkasından.
O hızlandıkça, kadın da hızlanır. O koşunca kadın da koşar.
Nihâyet Hakîm'in önüne derince bir “hendek” çıkar.
Her şeyi göze alır.
Atlar, ayağı kırılır.
Ama kurtulur günah işlemekten...
Aradan uzun yıllar geçer.
Yaşı seksenlere ulaşır.
Bir gün bu hâdiseyi hâtırlayınca, nefsinin; “O kadının dediğini yapsaydın ne olurdu? Sonra tövbe ederdin” dediğini duyar.
Birden toparlanır.
“Eyvâh, neler düşünüyorum!” der, Utanır kendinden!
Uykuları kaçar...
Günlerce ağlar! Pişmânlık ateşiyle yanar. İşte bu pişmânlık ve bu gözyaşlarıyla çok yüksek derecelere kavuşur.
.
Kimseye kızmayan zat...
8 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :8 Ekim 2024 00:17
Tirmiz’de dünyâya gelen Hakîm-i Tirmizî hazretleri, Allah dostu bir velîdir.
Kimseye kızmazdı...
Her sıkıntıda, kendinde arardı kusûru.
Nitekim bir gün, en “yeni elbisesini” giyip çıkar evden.
Cumâ namazına gidecektir.
Birkaç talebesi de vardır yanında.
Az sonra bir sokağa girerler. O sokakta kötü huylu bir “kadın” vardır.
Şirret mi şirret.
Bir evin ikinci katında oturmaktadır.
Ve bu zâta düşmanlığı vardır.
Arkasından konuşur.
Gıybetini yapar.
Kötülük yapmak için fırsat kollar.
Bir gün görür onun geldiğini
İşte fırsat düşmüştür.
Bir fenâlık düşünür.
Az önce çamaşır yıkamıştır.
Ve pis sularla doludur leğen.
Kaçırmaz fırsatı.
Mübârek zât tam evin altından geçerken leğeni devirir birden...
Baştan aşağı pis sularla ıslanır mübârek zât.
Ama kızmaz.
Hattâ başını kaldırıp da “Bunu kim yaptı?” diye de bakmaz.
Aksine kendini suçlar.
Talebeleri kadına kızacak olurlar.
Ama izin vermez.
“Hocam! Lütfen izin verin, haddini bildirelim şu edepsizin!” derler.
O, “Hayır olmaz!” buyurur.
Hikmetini sorarlar.
“Bu iş ondan gelmedi, Allah’tan geldi. İnsanlar, ancak bir vâsıtadır. İşi yapan, yaptıran, Allahü teâlâdır. O dilemeseydi o kadın bunu yapamazdı” buyurur.
.
Anneye hizmetin mükâfatı
9 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :9 Ekim 2024 00:37
Hakîm-i Tirmizî hazretleri, büyük hadîs imâmıdır.
Gençliğinde kalbi “ilim öğrenmek” için yanıyor, buna kavuşmanın yollarını arıyordu. İki de arkadaşı vardı. Bir gün üçü uzun uzun konuştuktan sonra “Dînî ilimleri öğrenmek için sefere çıkmalıyız” diye karar verdiler.
Hakîm, koşarak geldi annesine:
“Anneciğim! Biz sefere çıkıyoruz.”
“Ne seferi oğlum?”
“İlim öğrenmeye gidiyoruz.”
“İyi de, ben hastayım, beni kime bırakıp gidiyorsun?”
Annesi üzülünce vazgeçti.
İki arkadaşı gittiler.
O ise tenhâlarda için için ağlayıp gözyaşı dökerdi!
Bir gün kendi kendine "Onlar gitti. Yakında âlim olarak dönecekler, ben ise câhil kaldım. Yâ Rabbî! Din ilmini bana da nasîb et" diye ağlıyordu...
O anda biri geldi yanına.
Nûr yüzlü ve sevimliydi.
Şefkatli bir sesle sordu:
“Evlâdım, Niçin ağlıyorsun?”
“Arkadaşlarım ilim öğrenmeye gittiler, ben gidemedim. Onun için ağlıyorum efendim.”
“Niçin gidemedin oğlum?”
“Hasta annemi yalnız bırakamadım.”
“Mâdemki, annene hizmet ediyorsun. Allah seni mahrum etmez. İster misin her gün gelip dînî bilgileri sana ben öğreteyim?” dedi.
Hakîm çok sevindi...
Ve derse başladılar.
Üç sene devam etti bu dersler. Üç yılın sonunda Hızır aleyhisselâm olduğunu öğrendi bu zâtın.
Soranlara; “Anneme hizmetimin mükâfatı olarak bu büyük nîmete kavuştum” buyururdu
.
Herkese şefkat gösterirdi...
10 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :9 Ekim 2024 22:44
Tirmiz’de dünyâya gelen Hakîm-i Tirmizî hazretleri, büyük hadîs imâmıdır.
Tasavvufta da yüksekti derecesi.
Tevâzu sâhibiydi...
Kaçardı dünyâdan.
Herkese karşı çok şefkatliydi.
Hattâ hayvanlara bile...
Ev olarak küçük bir kulübesi vardı ki, kapısı bile yoktu bu yerin.
Bir perde asılıydı kapı yerinde.
Bir sene hac için terk etti kulübeyi.
O ayrılınca bir köpek, birkaç yavrusuyla mekân tuttu burayı.
Mübârek zât hacdan döndüğünde kulübesinin işgal edildiğini gördüyse de merhametinden ilişmedi hayvana.
Rahatsız etmek istemedi.
Onu, sıcacık yerinden oynatmadı.
Ancak kendisinin de sığınacak bir yeri yoktu bu kulübeden başka.
Köpeği kovmak da, hiç içine sinmiyordu.
Kalbinden;
"Belki kendiliğinden çıkar" dedi.
Ve bekledi biraz oralarda.
Fakat çıkmıyordu hayvan.
Gitti, dolaştı bir müddet.
Dönüp yine geldi.
Çıkmadığını gördü.
Biraz daha dolaştı.
Köpek yine çıkmadı.
Velhâsıl çıkmaya hiç niyeti yoktu hayvanın.
O gece tam seksen defâ gitti, geldi. Yine de köpeğe ilişmedi.
Nihâyet sabaha karşıydı.
Kendiliğinden çıktı hayvan.
O zaman girebildi kendi kulübesine
.
"Günah ateştir" ne demek?
11 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :10 Ekim 2024 21:52
Tirmiz’de dünyâya gelen Hakîm-i Tirmizî hazretlerinin zamânında âbid ve zâhid biri vardı ki, inanmazdı bu zâtın büyüklüğüne.
Aleyhinde konuşurdu.
Tâ ki, Resûlullah Efendimiz o kimseyi îkaz edene kadar.
Şöyle ki;
Bir gece Efendimiz bu kişinin rüyâsına girerek;
“Tirmizî'nin kıymetini bil! Ebedî saâdete kavuşmak istiyorsan, onun hizmetine koş, vakit geçirme!” buyurdu.
Uyandı uykudan.
Anladı hatâsını...
Koştu nemen huzûruna.
Ve affını diledi.
Onu çok sevdi.
Hattâ talebesi oldu.
Ve ayrılmadı bir daha yanından...
● ● ●
Bir gün bir genç;
“Efendim geçen gün sohbette ‘günah ateştir’ buyurmuştunuz, bu ne demek?” diye sordu.
Büyük zât cevâben;
“Herkes kendi ateşini buradan götürür. İşlenen günahlara tövbe edilmemişse, O günahlar, âhirette ‘ateş’e çevrilecek ve gelip sâhiplerini yakacaktır” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bir genç;
“Cehennem ateşinin şiddeti acabâ ne kadardır efendim?” diye sordu.
Büyük zât;
“Cehennem’in ateşi öyle şiddetlidir ki, ondan bir tek kıvılcım dünyâya gelse, bütün bu dünyâyı yakar ve yok eder” buyurdu.
.
Nehre atılan kitap!..
12 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :11 Ekim 2024 22:52
Hakîm-i Tirmizî hazretlerinin tasavvufla ilgili bir kitabı vardı ki, çok önemli ilimlerle doluydu.
Onu bir talebesine verip;
“Git, bunu Ceyhun Nehri'ne at da gel!” diye emretti.
Talebe, “peki” dedi.
Ve onu alıp nehre vardı.
Ama atmaya kıyamadı.
Döndüğünde sordu hocası:
“Kitâbı attın mı evlâdım?”
“Attım hocam.”
“Peki, ne gördün atınca?”
Başını öne eğdi.
“Bir şey görmedim hocam.”
“Öyleyse atmamışsın. Haydi tekrar git, kitâbı suya at!” buyurdu.
Delikanlı “başüstüne” dedi.
Ve kitâbı suya atıp geldi.
Hocası sordu yine:
“Attın mı oğlum?”
“Evet hocam, attım.”
“Peki ne gördün?”
“Atar atmaz bir sandık çıktı sudan. Kitap, o sandığın içine düştü ve kapakları kapanıp suyun dibine doğru indi. Sonrasını göremedim hocam.”
Hocası dinleyince;
“Şimdi atmışsın” buyurdu.
Delikanlı sordu:
“Bunun sırrı nedir hocam?”
Büyük velî;
“Tasavvufla ilgili çok ince bilgileri toplayıp bir risâle yazmıştım. Öyle ki, bu zamânın insanları bunları anlamaktan âcizdiler. Bu kitâbı, hazret-i Hızır istedi benden. Sen onu suya atınca vazîfeli bir balık, onu senden alıp Hazret-i Hızır’a teslim etti” buyurdu.
Ve sordu ona:
“Şimdi anladın mı oğlum?”
“Anladım hocam, bağışlayın.”
.
“İnsanların dertlerine devâ ol!"
13 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ekim 2024 23:18
Tirmiz’de dünyâya gelen Hakîm-i Tirmizî hazretleri, kusûru dâima kendinde bilir, kimsede hatâ kusur aramazdı.
Birine darılsaydı, daha iyi davranırdı o kimseye.
Herkese ihsânda bulunur, kendini üzenlere daha çok ihsân yapardı.
Komşuları da bilirdi bunu. Bir gün komşuları geldiler.
Onun hanımına;
“Hakîm-i Tirmizî'nin hiç kızdığı oluyor mu?” diye sordular.
Hanımı dedi ki:
“Elbette oluyor.”
“Peki, kızdığını nasıl anlıyorsun?”
“İki şeyden anlıyorum.”
“Onlar nedir?” dediler.
Kadıncağız “Birincisi; kızdığı zaman bize karşı daha iyi davranır, daha çok iyilik ve ihsânlar yapar. İkincisi de, kızdığı zaman, daha çok ibâdete sarılır” dedi.
Ve ekledi:
“Ayrıca biz bir kusur yaptığımız zaman kabâhati kendinde bilir, ‘ben iyi olsaydım, onlar da bunu yapmazlardı’ diye düşünürdü.”
● ● ●
Bu mübârek zâta, bir gün çok sevdiği bir talebesi;
“Ey efendim! Bana nâfile ibâdetlerden hangisini yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Mübârek cevâben;
“İnsanların dertlerine devâ ol, kalplerine ferahlık ver, ihtiyâçlarını gider, sevindir onları. Zîrâ, bir Müslümanın, bir hâcetini görmen ve bir sıkıntısını gidermen veyâ herhangi bir şekilde onları sevindirmen, bin sene nâfile ibâdetten daha sevaptır” buyurdu.
.
Allah'ın kullarını sevindir”
14 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :14 Ekim 2024 00:15
Rumeli fâtihlerinden Allah dostu bir velî vardır. Hamza Baba.
Kerâmet sâhibi bir zâttır.
Ziraatle uğraşır.
Büyük bir meyve bahçesi vardır.
Mahsulü toplayınca hemen hesaplayıp “uşrunu” verir.
Ya diğer insanlar?
Onların yoktur böyle bir dertleri.
Îkaz etse de dikkate almazlar.
Bir gün “yangın” çıkar o havâlide.
Ne kadar bahçe varsa, yanar kül olur.
Biri hâriç tabii.
Hamza Baba'nın bahçesi.
Bir tek ağaç bile yanmaz o bahçede.
Bu hâdise ibret olur diğerlerine.
Akıllanırlar.
Hamza Baba gibi uşurlarını hesaplar, verirler muntazaman.
Ne demiş büyükler;
“Bir musîbet, bin nasîhatten evlâdır.”
● ● ●
Bir gün sevdiği bir genç;
“Efendim, bana çok ecir kazandıracak bir amel ve bir ibâdet söyler misiniz” diye arz etti.
Mübârek zât;
“Eğer çok sevap kazanmak istiyorsan, insanların derdini, sıkıntılarını gider, Allahın kullarını ferahlandır, sevindir” buyurdu.
Delikanlı;
“Hocam, evliyâ zâtların şefâatine kavuşmak için ne yapmalıyım?” diye sordu.
Büyük velî;
“O zatlara bir iyilikte bulun, eğer kitapları varsa, onları dağıt. Çocuklarına iyilik yap. Evlâda yapılan, babaya yapılmış gibidir. Veyâ bir ‘Fâtiha’ okuyup, rûhuna gönder” buyurdu.
.
"Yolunu mu şaşırdın evlât?"
15 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :15 Ekim 2024 00:37
Rumeli fâtihlerinden Hamza Baba hazretleri zamânında bir kişi, yolculuğa çıkar.
Edirne'ye gidecektir.
Mevsim kış ve soğuktur.
Az sonra bir “tipi” başlar.
Sonra şiddetlenir!
Öyle ki; bir metre ilerisi görünmez.
Yolcu şaşırır yolunu.
Kalakalır olduğu yerde.
Çâresizdir!
Açar ellerini, yardım ister âlemlerin Rabbinden:
“Yâ Rabbî! Sevdiğin bir kulunu bana yardımcı gönder!”
O anda bir “atlı” belirir önünde.
Nûr yüzlü bir ihtiyar.
Göz göze gelirler:
“Ne o evlât, yolunu mu şaşırdın?”
“Evet baba.”
Terkiyi gösterip;
“Atla arkaya!” der.
Ve sürer atını.
Az sonra “Haydi in” der.
Ve kaybolur gözden...
Adam bakar etrâfına.
Edirne'ye gelmiştir.
İyi de, kimdi o 'nûr’lu zât?
Belli ki, ermişlerden biriydi...
Ama kimdi?
O, bunu düşünürken karşısında bir zâtı görür.
Nûr yüzlü bir ihtiyar.
Evet o, tâ kendisi.
Sarılır ellerine.
Hamza Baba eğilir kulağına;
“Evlât! Sakla bu sırrı, söyleme kimseye!” buyurur.
O gün girer hizmetine.
Hayâtı değişir.
Ahlâkı güzelleşir.
Dünyâsı da kurtulur, âhireti de...
.
Kutlu yolculuk...
16 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :15 Ekim 2024 22:20
Buhâra’da yetişen evliyânın en büyüklerinden Seyyid Emîr Külâl (Gilâl) hazretlerinin kabr-i şerîfi, Buhâra’nın Sühari beldesindedir.
Timur Hân’ın babası, Emîr Toragay Hân olup sâlih bir Müslümandı.
Oğlu Timur’u çok iyi yetiştirmişti.
Vefât edince yerine Timur geçti.
O da babası gibi velîleri çok severdi.
Bir gün hocasıyla birlikte Seyyid Emîr Külâl hazretlerini ziyâretine gittiler.
Yolda, koyun götüren birine rastlayıp onu da aldılar yanlarına.
Meğer o da o zâta gidiyor, hediye olarak koyun götürüyormuş.
Nihâyet köye vâsıl oldular.
Ama o zâtın evini bilmiyorlardı.
O ara yanlarına nûrlu bir zât geldi.
Onları alıp götürdü dergâha.
O zât Seyyid Emîr Külâlmiş meğer.
Onlar bunu öğrenince;
“Affedin efendim, sizi tanımadık” dediler.
Onlara sevgiyle bakıp;
“Garip bir Allah dostunu ziyârete çıkanlara, Allah yardım eder” buyurdu.
Oturup sohbet ettiler.
Hediye getirilen “koyun” kapıda dururken kaçıp gitmiş o arada...
Sâhibi, onu yakalamak için gidiyordu ki, büyük velî;
“Dur, gitme!” buyurdu.
Adam sordu:
“Neden efendim?
“O kendi gelir” dedi.
Cemaatle namaz kıldılar.
Namazdan sonra sohbet oldu.
Adam koyunu merak ediyordu ki, hayvan az sonra gelip kapı önüne yatıverdi âniden.
Mübârek onu görünce;
“Hakk'a tâbi olana, hayvanlar da tâbi olur. Kim Allah’a yönelirse onun işi böyle rast gider” buyurdu.
.
"Kırılan o dişi bana verin!"
17 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :17 Ekim 2024 00:04
Buhâra’da yetişen evliyânın en büyüklerinden Seyyid Emîr Külâl (Gilâl) hazretleri, hocasının şehri olan Semmas’ta bulunurken iki köy halkı arasında bir sebepten dolayı anlaşmazlık çıktı. Sonra büyüdü.
İş kavgaya döküldü.
Ve birinin dişi kırıldı.
Dişi kırılan kimse ve taraftarları, kırılan dişin diyetini almak için hâkime mürâcaat edeceklerdi.
Fakat bunu tehir ettiler.
Aralarından konuşup;
“Hele büyüklere soralım, sonra hâkime gideriz” dediler.
Böyle karar verdiler.
Daha doğrusu önce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerine danışalım, kendi başımıza iş yapmıyalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler.
Doğru ona gittiler.
Durumu arz ettiler.
"Kırılan dişi verin” buyurdu.
Dişi onlardan aldı.
Ve henüz yanında talebe olan Emîr Külâl'e verip "Evlâdım! Şu işi hâllet de aralarındaki anlaşmazlık bitsin” buyurdu.
Seyyid Emîr Külâl;
“Başüstüne” dedi.
Ve evliyâ zâtların rûhâniyetini vesîle kılıp, Allahü teâlâya duâ ederek kırık dişi yerine koydu. O anda duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sapasağlam bir hâle geldi.
Dişi kırılan kimse şaşırdı!
Buna çok hayret etti!
Kızgınlığı da gitti.
Ve dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte yaptıklarına pişmân olup tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.
.
Kim Allah’tan korkarsa..."
18 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :18 Ekim 2024 00:35
Seyyid Emîr Külâl (Gilâl) hazretleri, bir gün birkaç talebesiyle sefere çıkarlar.
Bir “aslan” çıkar önlerine.
Çocuklar korkup; “Eyvâh hocam, şimdi ne yapacağız?” derler.
Büyük velî;
“Korkmayın, o bize zarar yapmaz” buyurur.
Sonra yaklaşır o hayvana.
Yelesini tutup okşar, sever.
Hayvan, hürmet gösterir gibi hareketler yapar ve uzaklaşır.
Hem de geri geri.
Çocuklar şaşırmışlardır?!
“Efendim, koca aslan sizden korktu!” derler.
Mübârek zât;
“Kim Allah’tan korkarsa Onun mahlûkları da ondan korkar” buyurur.
Ve devam ederler yollarına.
Karşılarına “iki kişi” çıkar.
Baba ile oğul.
Çocuk, hoşlanır bu zâttan.
Ve sorar babasına:
“Babacığım, kimdir bu zât?”
Adam oralı olmaz;
“Haydi yürü. Sevecek başka kimse bulamadın mı?” der.
Ama mübârek işitir.
Döner o adama;
“Bana değil, kendine yaptın” buyurur.
Ve yürüyüp gider.
Çok geçmeden çıkar dediği.
Adam “uyuz” illetine yakalanır.
Çâre bulunmaz derdine.
Sonunda anlar hatâsını.
Yakınlarını çağırıp “Beni, Emîr Külâl'e götürün! Benim ilâcım ondadır” der.
Alıp götürürler.
Huzûruna edeple girer.
Ondan özür diler.
Ve kurtulur derdinden...
.
Ölüm meleği gelmeden!..
19 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :19 Ekim 2024 00:15
Seyyid Emîr Külâl hazretlerine, bir gün gencin biri;
“Efendim, Azrâil aleyhisselâm geldikten sonra tövbe etsem kabul olur mu?” diye suâl etti bu zâta.
Büyük velî sordu ona:
“Senin mesleğin ne evlâdım?”
“Terzilik efendim.”
“Terzilikte en kolay şey nedir?”
“Kumaşı kesmektir.”
“Kaç senedir kumaş kesiyorsun?”
“Yirmi senedir.”
“Peki, Azrâil aleyhisselâm rûhunu almaya geldiği zaman da kumaş kesebilir misin?”
Genç düşündü.
“Hayır, bu hiç mümkün değil efendim” deyince, büyük velî;
“Peki, yirmi senedir yaptığın bir şeyi o anda yapamazsan, hiç yapmadığın şeyi nasıl yaparsın?” buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir gün bâzı sevdikleriyle sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
“Allahü teâlâ lütfetti, bizi insan ve Müslüman yarattı. Üstelik Ehl-i sünnet îtikadını nasip etti. Bu, büyük bir şans. Bir başkası bu şansa sâhip değilse ona hiç kızılır mı? Ona acınır, zîra bilmiyor ki” buyurdu.
Dinleyenler;
“Peki ne yapalım efendim?” diye sordular.
Cevâbında;
“Bilmeyenlere anlatalım, kitap verelim. Bir kişiyi kurtarmak, bütün bu dünyâyı kurtarmak gibi kıymetli ve sevaptır” buyurdu.
..
Bu beldede ne işiniz var?”
20 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :19 Ekim 2024 23:25
Seyyid Emîr Külâl hazretleri, ilim ve mârifette devrinin bir tekiydi.
Sâyesinde çok insan kavuştu hidâyete.
Bir gün Medîne'den bir grup insan geldi o beldeye. Hepsi de ilim ehli kişilerdi.
Maksatları, Emîr Külâl hazretlerini ziyâret etmekti.
Buhâra'ya gelince;
“Suhari beldesine nasıl gideriz?” diye sordular ahâliye.
Zîra bu beldede otururdu büyük velî.
Ancak halk, bunları ilk görüyorlardı o beldede.
Sordular:
“Suhari beldesinde ne işiniz var?”
“Emîr Külâl hazretlerini ziyâret edeceğiz.”
“Siz onu tanıyor musunuz?”
“Evet, hocamız olur kendileri.”
Onlar, Emîr Külâl hazretlerinin vefât ettiğini söyleyince çok üzüldüler! Keder kapladı içlerini.
Ve sordular hemen:
“Ne zaman vefât etti?”
“Bir ay önce.”
“Oğullarıyla görüşebilir miyiz peki?”
“Tabii, niçin olmasın.”
“Mâdem hocamız vefât etmiş, bâri oğullarıyla görüşelim” dediler.
Ve ayrıldılar oradan.
Suhari beldesine gidip oğullarıyla görüşüp sohbet ettiler.
Bir ara sordu oğulları:
“Siz Medîne'den mi geliyorsunuz?”
“Evet.”
“İyi ama babamız Medîne'ye hiç gitmedi ki. Böyleyken, nasıl hocanız oluyor?”
Cevâben;
“Emîr Külâl hazretleri o yerlerde meşhurdur. Bizden başka binlerce talebesi var orada. Babanız, bizim diyârda çok sevilir ve tanınır” dediler
.
“Kötülük çabuk yayılır!”
21 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :21 Ekim 2024 00:29
Buhâra’da yetişen evliyânın en büyüklerinden Seyyid Emîr Külâl hazretleri, bâzı sevdikleriyle bir gün sohbet ediyordu.
Hac mevsimiydi.
Bir ara;
“Şu anda bütün hacıları görüyorum” buyurdu.
Sonra hacılar ne yapıyorsa bir bir anlatmaya başladı.
Ancak biri, inanmadı dediklerine.
"Hiç buradan Kâbe görülür mü?” diyordu içinden...
Emîr Külâl hazretleri, onu yanına çağırdı ve;
“Gözünü yum, benim gördüklerimi sen de göreceksin” buyurdu.
O kişi, kapadı gözlerini...
Beytullah'ın yanında buldu kendisini.
Hacıların Kâbe'yi tavaf ettiklerini gördü. Hattâ Emîr Külâl hazretleri de vardı aralarında.
Uzun müddet seyretti onları.
Gözlerini açınca büyük velînin yanında olduğunu gördü yine.
Ellerine kapanıp af diledi.
Ve bir daha ayrılmadı yanından.
● ● ●
Bu zât, bâzı gençlere;
“Kötülük çabuk yayılır. Çünkü nefis ve şeytan ve kötü arkadaş, el ele vermiş, insanı yoldan çıkarmaya uğraşıyorlar. Buna kapılmamak da imkânsız gibidir” buyurdu.
Gençler;
“Ne yapalım efendim?” dediklerinde, mübârek zât;
“İyilerle berâber olun. Peygamberimiz; ‘Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir’ buyuruyor. Kurtulmanın bir tek çâresi vardır ki, o da iyi arkadaş edinmektir” buyurdu.
.
Allah’ın rızasına kavuşmak
22 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :22 Ekim 2024 06:04
Buhâra’da yetişen büyük velî Seyyid Emîr Külâl hazretleri, bir gün bâzı talebeleriyle birlikte kabir ziyâretine gidiyordu ki, yolda koca bir aslan çıktı karşılarına.
Talebeler korktular!
Ve kenara çekildiler.
Emîr Külâl hazretleri;
“Korkmayın, o bize bir şey yapmaz” buyurdu.
Sonra yaklaştı ona.
Tuttu yelesini.
Aslan başını yere koydu.
Çıkarmadı sesini.
Hattâ bu zâta karşı hürmet gösterir gibi hareketler yaptı ve sonra ayrılıp gitti hemen.
Talebeler şaşırdılar.
Ve hocalarına;
“Efendim, bu nasıl iştir, aslan sizi görünce âdeta mahcup oldu, utandı! Bir vahşî hayvanken çekindi sizden, hattâ korktu” dediler.
Merak etmişlerdi.
Mübârek zât;
“Kim Allah’tan korkarsa Onun mahlûkları da ondan korkar. Aksine kim Allah’tan korkmazsa Onun mahlûklarına karşı korkak olur” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bir genç;
“Efendim, Rabbimin merhametine ve rızâsına kavuşmam için, bana neyi yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük velî;
“Bir mümin, bir müminin yüzüne, eğer muhabbetle bakarsa, Allahü teâlâ onu affeder. Yine bir mümin, bir mümini sevindirirse, Allahü teâlâ, o kimseye, on nâfile ‘hac’ ve ‘umre’ sevâbı verir” buyurdu.
.
"Biz de o zatın talebesiyiz"
23 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :23 Ekim 2024 00:21
Buhâra’da yetişen Seyyid Emîr Külâl hazretleri, bir gün talebesiyle sohbet ediyordu ki, bir ara kapı açılıp güzel yüzlü bir “genç” girdi içeri.
Selâm verip oturdu.
Edeple ve diz üzeri.
Emîr Külâl hazretleri, döndü o gelen gence:
“Hoş geldin evlâdım.”
“Hoşbulduk hocam.”
“O iş ikmâl oldu mu?”
“Gece gündüz çalıştık efendim. Çok şükür, himmetinizle tamam oldu.”
“Çok iyi, hayırlı olsun.”
Delikanlı kalktı ve bu zâtın elini hürmetle öpüp ayrıldı.
Emîr Külâl hazretleri devam etti sohbetine.
Ancak bir merak sarmıştı talebeleri.
Öyle ya, kimdi bu gelen?
Onu ilk defâ görüyorlardı.
Hem sonra bu zâta, “hocam” diye hitâb etmişti.
Hocalarına sormaya da çekindiler.
Talebeden biri koşup yetişti gencin arkasından.
“Arkadaş sen kimsin?”
“Emîr Külâl hazretlerinin talebesiyim.”
“Nereden geliyorsun?”
“Rumeli’den.”
“Niçin geldin peki?”
“Bizim diyârda bir câmi inşâ ediliyor, inşaatla da hocam ilgileniyordu. Bize ‘Câmi bitince bana haber verin’ buyurmuştu. Onu haber vermeye geldim.”
Talebe;
“Peki, selâmetle git” deyip dergâha döndü.
Ama allak bullak olmuştu kafası.
Zîra Hindistan nere, Rumeli nereydi
.
"Sana müjdeler olsun!..”
24 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :23 Ekim 2024 23:10
Buhâra’da yetişen Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin talebesinden biri, bir gece yattı ama hiç uyuyamadı.
Kendi kendine;
"Hocama gideyim, bana bir emriniz var mı, diye sorayım" şeklinde düşündü.
Fırladı yataktan.
Gece yarısı idi.
Gidip girdi hocasının odasına. Ancak gördüğü manzara karşısında çok şaşırdı!
Şöyle ki:
Kalabalık bir cemaat vardı içeride.
Yüzlerinin nûrundan hepsi de âlim ve velî zâtlara benziyor ve başları önde, sessizce oturuyorlardı hocasının karşısında.
Odada rûhâni bir hava hâkimdi.
Hem öyle kalabalık idiler ki, oturmaya güçlükle yer buldu.
O da onlar gibi başını eğdi.
Gözlerini kapadı ve beklemeye başladı.
Az sonra başını kaldırınca çok şaşırdı! Zîra odada, kendisiyle hocası vardı yalnızca.
Huzûruna gidip;
“Efendim, bu gördüğüm hâl nedir? Az önce gördüğüm cemaat kimlerdi?” diye sordu.
Hocası da;
“O zâtlar, ricâl-ül gayb'dendi. Yâni geçmiş evliyâların ruhlarıydı. Onlar öyle büyüklerdir ki, öldükten sonra bile dîne hizmet ederler” buyurdu.
Sordu ki:
“Niçin gelmişler hocam?”
“Dînimize hizmet bâbında müşâvere edip, danışıp bâzı kararlar aldık. Onların meclisinde sen de bulundun. Bu, çok büyük nîmettir evlâdım, sana müjdeler olsun!” buyurdu
.
"Seni sevenlere üzüntü yok!.."
25 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :24 Ekim 2024 22:40
Buhâra’da yetişen evliyânın en büyüklerinden Seyyid Emîr Külâl hazretleri, bir gün yakınlarıyla sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
“Kardeşlerim! Yaptığınız her işten hesâba çekileceğinizi unutmayın” buyurdu.
Sözüne devamla;
“Konuşurken, gülerken bir şey yer ve içerken ‘bu yaptığım dîne uygun mu?’ diye düşünüp öyle yapın. Yaptığınız o şey eğer günahsa, âhirette cevâbını veremezsiniz” buyurdu.
Ve ekledi:
“Her işinizi Allah için yapın, yoksa o ameli göremezsiniz defterinizde.”
Bunları söyledi.
Hücresine çekildi.
Ve üç gün müddetle çıkmadı odasından.
Daha sonra çıktı.
Ve şöyle anlattı:
“Bu üç gün içinde, benim ve beni sevenlerin hâli âhirette ne olur?” diye düşündüm kendi kendime.
Tefekkür ettim.
Ve bir ses duydum.
Gâipten geliyordu.
(Ey Emîr Külâl! Sana ve seni sevenlere o gün zevâl ve üzüntü olmaz, hattâ mutfağınızdan uçan bir sineğin konduğu kimseler bile senin hürmetine affolundular) diyordu.”
Talebeler çok sevindiler...
Büyük velî konuşmadı bundan sonra.
Kelime-i şehâdeti söyledi, vefât etti...
Bir perşembe gecesiydi.
Ve fecir vaktiydi...
.
Güreş minderinde bir seyyid!
26 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :25 Ekim 2024 23:25
Buhâra’da yetişen evliyânın en büyüklerinden Seyyid Emîr Külâl hazretleri, gençlik senelerinde güreşirdi.
Güreş minderlerinde geçerdi bâzı vakitleri.
Bir gün yine çıkmıştı er meydanına.
Birisiyle güreşirken, tanıdı onu seyredenlerden biri.
Beğenmedi bu işi.
Kendi kendine;
"Bu seyyid delikanlı güreşle uğraşıyor. Hâlbuki faydalı bir işle uğraşsa daha iyi olurdu" diye geçirdi kalbinden.
Böyle düşünürken uyukladı o ara.
Rüyâsında, çirkef dolu bir “çukura” batmış gördü kendini.
Tam boğulacaktı ki, Emîr Külâl yetişip çıkardı onu o pisliğin içinden...
Ve adam uyandı...
Gördü ki, güreş bitmiş.
Emîr Külâl, doğruca bunun yanına geldi.
Ve kulağına eğilip;
“Güreşiyorum, ama güreşmekten maksadım; senin gibilerini çirkef çukurlarından kurtarmaktır” diye fısıldadı.
O, hatâsını anlamıştı zâten.
“Özür dilerim” dedi.
● ● ●
Bu zâta bir genç;
“Efendim, günâh işlememek için
bana, neleri tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük velî;
“Namaza ehemmiyet ver ve mutlaka kıl! Fakat şartlarına uygun olarak ve tâdil-i erkân ile, dosdoğru kıl! Eğer bunu başarabilirsen, günâh işlemekten korunmuş olursun” buyurdu
.
Gönüllerin pehlivanı oldu!..
27 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :26 Ekim 2024 23:01
Buhâra’da yetişen evliyânın büyüklerinden Seyyid Emîr Külâl hazretleri, bir gün meydanda güreşiyor, çok insanlar da toplanmış, onu seyrediyordu.
O esnâda büyük velî Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri geçiyordu oradan.
Yanında talebeler de vardı.
Kalabalığı görünce, durdu.
Seyretti bu “seyyid” genci.
Talebeler şaşırdılar!
Her biri kalplerinden;
"Acabâ ne hikmeti var ki, güreş tutanları seyrediyor hocamız, hayret" diye geçiriyorlardı.
Zîra onlar, güreşmeyi mâlâyani iş bilirlerdi.
Hocaları, onlara;
“Şu güreşenler içinde genç bir pehlivan var ki, onun bereketiyle çok insanlar hidâyete kavuşup evliyâlık yolunda yükseleceklerdir” buyurdu.
Talebeleri anladı, bu işin hikmetini.
Semmâsî hazretleri bunları söylerken Seyyid Emîr Külâl’le göz göze geldi birdenbire...
Genç seyyid, bu büyük evliyâyı görünce, birden mânevî bir “hâl” kapladı kendisini.
Muhabbetini kalbinde hissetti.
Ve onun câzibesine kapıldı.
Gayriihtiyârî ona doğru yürümeğe başladı.
Hem de hızlı hızlı.
Elinde olmayarak.
Âşık oldu bu zâta.
Büyük bir heyecânla geldi.
Hürmetle elini öptü.
Talebesi oldu.
Ve katıldı sohbet halkasına..
.
Seni evlâtlığa kabul ettik”
28 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :28 Ekim 2024 00:48
Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin zamânında genç bir âlim; bir yerde sohbet ediyor, cemaat de kendisini dinliyordu.
Bir ara onlara;
“Bu zamanda kerâmet ehli velîler kalmadı. Olsaydı, huzûrunda diz çöküp istifâde ederdik” dedi.
Cemaatte biri vardı.
Müsaade istedi ve;
“Bugün öyle büyük bir velî var ki, onun feyiz ve bereketleri bütün cihânı sarmıştır” dedi.
O âlim merakla sordu:
“Nerede bu zât, söyle de gidip ayağına yüz sürelim.”
O kimse de;
“O, benim üstâdım Seyyid Emîr Külâl hazretleridir. Onu görmeyi istiyorsanız O da sizi görmek ister” dedi.
Âlim sordu:
“Onu görmek için ne yapalım?”
“Onu düşünün kâfi.”
Âlim gözlerini kapattı.
Ve düşündü bu zâtı.
Gözlerini açınca, bütün cemaat ayağa kalktılar birden...
Zîra büyük velî girmişti içeri.
O âlim onu bir gördü.
Hemence âşık oldu.
Seyyid Emîr Külâl, o âlime; “Kardeşim! Sizin içinizdeki bu muhabbet, bu arzu, bizi çekip buraya getirdi” buyurdu.
Genç âlim;
“Efendim, talebeniz olmayı cân-ü gönülden istiyorum, lütfen kabul buyurunuz” dedi.
Büyük velî;
“Seni evlâtlığa kabul ettik” buyurdu.
Ardından bir “nazar” etti, tasavvuf'ta ne kadar makam varsa hepsini bir anda geçirtip bitirdi işini
.
"Damda deve aranır mı?"
29 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :29 Ekim 2024 00:46
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır. Bağdat’ta yaşadı, kabr-i şerîfi de Bağdat’tadır. Hârun Reşid zamânında yaşamış olan bir Allah dostudur.
Bir komşusu vardı.
Bu zâtı çok severdi.
İslâma pek uymazdı.
Ama her gece; “Yâ Rabbî! Bana cennetini nasîb eyle” diye duâ eder, öyle yatardı.
Bir gece yine böyle duâ edip uyudu.
Az sonra damda tıkırtılar duydu.
Uyanıp çıktı dama.
Rastladı bir adama.
Seslendi ki:
“Heey! Ne arıyorsun orada?”
Cevap geldi:
“Devem kayboldu da, burada devemi arıyorum.”
Adamcağız;
“Allah Allah! Yâhu damda deve aranır mı, ne garip şey” dedi.
Şaşırmıştı bu işe.
Mânâ verememişti.
Damdaki kişi Behlül Dânâ hazretleriydi.
Oradan seslendi ki: “Haklısın, damda deve aramak garip şey. Ama senin yaptığın daha da gariptir.” Adam, sesi tanıdı.
Ve sordu ki:
“Neymiş o ey Behlül?”
“Yatakta cenneti aramak.”
Adam merak etti.
Ve ona sordu ki:
“Ne demek istiyorsun?”
“Yâhu sen, yattığın yerde cenneti istiyorsun. Hiç ibâdet yapmadan cennete gidilir mi?”
Adam anladı hatâsını...
“Haklısın Behlül” dedi.
.
"Dünyâda en zor şey nedir?”
30 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :29 Ekim 2024 21:37
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır.
Bağdat’ta yaşadı.
Kabri de Bağdat’tadır.
Bir gün Hârun Reşide;
“Ey halîfe-i müslimîn! Sana bir suâlim var” dedi. “Bil bakalım, bu yerin üstünde, yerin altında ve göklerde en çok ne vardır?”
Hârun Reşid;
“Bunu bilmeyecek ne var?” dedi. “Yeryüzünde en fazla olan, bitki ve hayvanlar, yer altında ölüler, gökteyse meleklerdir.”
Behlül Dânâ;
“Hayır, bilemedin” dedi.
Hârun Reşid sordu:
“Doğrusu ne peki?”
Hazret-i Behlül;
“Yer altında çok olan, ölüler değil, ölülerin pişmânlığıdır. ‘Âh!.. Keşke daha çok ibâdet etseydim’ diye yanar tutuşurlar” dedi.
Halîfe sordu:
“Peki, yer üstünde çok olan nedir?”
“Yaşayan insanların ‘hırsları’ ve ‘tamahları’dır.”
“Göklerde en çok ne var?”
“Bu, seninle ilgili.”
“Yaa, nedir o?”
“Âdil hükümdârların kazandığı sevaplar.”
● ● ●
Bu zâta bâzı gençler;
“Efendim, dünyâda en zor şey nedir?” diye sordular.
Büyük velî;
“Hakkı bâtıldan ayırmak, Yâni iyi nedir, kötü nedir? Kim sevilir, kim sevilmez? Bunu iyi ayırabilmektir. Âhirette ‘hak’ diye sarıldığı şeylerin ‘bâtıl’ olduğunu görenler, büyük hüsrâna uğrayacaklar” buyurdu.
.
“Kızdığın kimseye, hayır duâ et!.."
31 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :30 Ekim 2024 22:30
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır. Halîfe Hârun Reşid, bu zâtı çok sever, nasîhatlarından hoşlanırdı.
Bir gün yolda görünce;
“Ey Behlül! Nicedir seninle görüşmek istiyordum” dedi.
O, oralı olmayıp;
“Ben hiç istemiyordum” dedi.
Hârun Reşid kızmadı bu cevâba.
“Nasîhatine muhtâcım” dedi.
O mekân, sarayla kabristan arasıydı.
Ona bu ikisini gösterip;
“Bir şu sarayına bak, bir de kabristana. Bundan ibret almayan, başka neden alır ki? Yarın Allah’ın huzûruna çıkacak ve hesâba çekileceksin. Cevâbın hazır mı?” dedi.
Hârun Reşid, ağladı.
Ve ayrılıp gitti oradan.
● ● ●
Bu zât, bâzı insanlara;
“Bir nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Üstelik de o kişi acı azap görür” dedi.
Dinleyenler;
“En büyük nimet nedir?” diye sordular.
Behlül Dânâ;
“Îmân ve İslâm nimetleridir. Îmân nîmetinin şükrü, ibâdet yapmakla, İslâm ni’metinin şükrü ise, haram ve günah işleri yapmamakla olur” diye îzah etti.
Bir gün de bu zâta;
“Ey Behlül! İnsanın kalbini en fazla nurlandıran şeyler nelerdir acabâ?” diye sordular.
Behlül Dânâ;
“Kızdığınız kimseye, hayır duâ etmektir. En kıymetli insan, Allahın, Resûlullahın ve büyüklerin sözüne ‘peki’ diyendir” dedi.
.
"O bizim işimize karışmasın!"
1 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :1 Kasım 2024 00:54
Behlül Dânâ hazretleri rastladığı kimselere nasîhat ediyor, yanlış iş yapanları îkaz ediyordu. Ancak bâzı kimseler vardı ki, bu hâlden çok rahatsız oluyorlardı.
Bunlar halîfeye gidip;
“Behlül'e söyleyin, bizim işimize karışmasın. Her koyun, kendi bacağından asılır” dediler.
Halîfe de onu çağırıp;
“Ey Behlül! İnsanlar senden şikâyetçiler” dedi.
O da sordu ki:
“Ne diyorlar?”
“O, bizim işimize karışmasın. Zîra her koyun, kendi bacağından asılır diyorlar.”
Behlül Dânâ;
“Pekâlâ” dedi.
Ve çıktı saraydan. Birkaç koyun alıp kesti ve bacaklarından astı herbirini bir sokağın başında.
İnsanlar bunu görüp;
“Ne olacak, deli işte!” dediler. Fakat birkaç gün sonra etler kokmaya başlayınca iş değişti.
Halîfeye koştular.
“Ey halîfe! Behlül'e söyleyiniz. Astığı koyunların kokusundan bîzar olduk” dediler.
Hârun Reşid de;
“Çağırın gelsin” dedi
Gelince ona dedi ki:
“Ey Behlül! Halk senden şikâyetçi.”
“Neymiş şikâyetleri?”
“Astığın o koyunlar.”
“Ne olmuş koyunlara?”
“Çok pis kokuyorlarmış."
Behlül taşı gediğine koydu:
“Evet, ben de onu anlatmak istedim onlara. Demek ki, bir kötünün zararını, bütün bir mahalle halkı çekermiş. Herhâlde anlamışlardır.”
.
"Ne ararsın bu kabristanda?”
2 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :2 Kasım 2024 00:29
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır. Hâl ehli bir velîydi. Çocuklar, taş attılar bir gün kendisine.
Bir taş vücûduna isâbet etti.
Ve kanattı orasını.
Yine de kızmayıp;
“Ey çocuklar! Attığınız taşlar vücûdumu kanattı. Ama bu da Allah'tandır. Bir günah işlemişim ki, bu iş geldi başıma” dedi.
Çocuklar mahcup oldu!
Özür dilediler kendisinden.
● ● ●
Bir gün de bu zâtı kabristanda, kabirler arasında otururken görüp;
“Ey Behlül, ne ararsın bu kabristanda?” dediler.
Onlara döndü.
Kabirleri gösterip;
“Bana hiç eziyet etmeyen ve gıybetimi yapmayan şu insanlarla oturuyorum” dedi.
● ● ●
Bâzı gençler bu zâta;
“Ey Behlül! Çok şükür demekle Allah’a şükredilmiş olur mu?”
diye sordular.
Behlül Dânâ;
“Olmaz. Şükür demek, bir nîmet ne için verilmiş ise, onu o yolda kullanmaktır” dedi.
● ● ●
Bâzı gençler de;
“Ey Behlül, sohbet nedir?” diye sordular.
Behlül Dânâ;
“Sohbet, hiç konuşulmasa da, bir Allah Adamı ile, bir miktar berâber olmaktır. Meselâ, bir İslâm âliminin sohbetinde bir saat bulunmak, yediyüz sene nâfile ibâdet yapmaktan, çok daha hayırlıdır” dedi.
.
"Ben o işe karışmam!"
3 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :2 Kasım 2024 22:23
Bir zaman Bağdat'ta müthiş pahalılık olmuş ve bu musîbete halkın tahammülü kalmamıştı ki, Behlül Dânâ hazretlerine gidip;
“Ey Behlül! Duâ et de, şu musîbet kalksın” dediler.
O ise cevâben;
“Vallâhi ben bu işe karışmam!” buyurdu.
“Neden?” dediler.
“Demek ki, biz buna lâyıkmışız. Zîra biz, Rabbimizin emrettiği gibi yaşasaydık, bir buğday tânesi bir dînar olsa bile hiç sıkıntı çekmezdik!” dedi
● ● ●
Bir gün de; “Bu hayat bir hayâldir, yâhut sanki bir rüyâ. Bu fâniye aldanan, huzur bulamaz. Aklı olan, ona gönlünü kaptırmaz” dedi.
Ve şöyle devam etti:
“Sırf dünyâ için çalışana, Allah dünyâlık murâdı neyse onu verir. Ama âhiret için çalışana, ikisini de ihsân eder. İkisini de elde etmek isteyen, her ikisinden de mahrum kalır.”
Dinliyenler;
“Anlayamadık” dediler.
Bu defâ etrâfına bakındı ve bir “kalas” gördü yerde.
Kalasın bir ucuna geçti.
Ve kaldırıp yere koydu.
Sonra öbür ucuna geçti.
Kaldırdı ve tekrar koydu.
Her iki tarafı da kolayca kaldırıp koymuştu. İnsanlar merak içinde onun ne yaptığına bakıyorlardı ki, bu defâ kalasın ortasına geçti.
Kaldırmaya çalıştı.
Ama oynatamadı yerinden.
Gücü yetmemişti.
Doğrulup sordu:
“Şimdi anladınız mı?”
“Evet, çok iyi anladık” dediler.
.
Kime ‘başarılı’ denir?
5 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :4 Kasım 2024 22:30
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır. Bir gün bâzı kişilere;
“Birinin çok nâdide inci mücevherleri olsa, bunları koyacak bir yer bulamaz. Üstelik hırsız çalmasın diye de türlü çâreler arar, hattâ bu yüzden uykusu kaçar, değil mi?” diye sordu.
Dinleyenler;
“Evet” dediler.
Behlül, onlara; “İşte îmânımız da böyle çok kıymetlidir, onu korumak için tir tir titremeliyiz!” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de insanlara;
"Bu dünyânın çirkinliğini anlamadıkça, ona düşkün olmaktan kurtulamazsınız. Ona düşkün olunca da âhirette felâketten kurtulmak mümkün olmaz" dedi.
● ● ●
Bir gün de bâzı gençler;
"Ey Behlül, bize, namaz kılmak çok zor geliyor. Sebebi nedir acabâ?" diye sordular.
Cevâbında;
"Sebep, nefsiniz. Çünkü nefsiniz, İslâmiyete inanmıyor. Bunun için İslâmiyetin emri olan namaz kılmak ona acı geliyor ve kılmak istemiyor" dedi.
● ● ●
Bir gün de ona; “Ey Behlül, başarılı çalışma nasıl olur?” diye sordular.
Cevâbında;
“Başarılı çalışma, âhirette işe yarayan çalışmadır. Âhirette işe yaramıyorsa, hiç kıymeti yoktur. Çünkü o, âhirette Cehenneme girmekten kurtulamaz. Kendisini ‘ateşten’ kurtaramayan bir kimseye hiç ‘başarılı insan’ denir mi?” dedi.
.
“Evlenmek sünnettir..."
6 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :5 Kasım 2024 22:24
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır. Bağdat’ta yaşadı, kabr-i şerîfi de Bağdat’tadır.
Bir gün halîfe Hârun Reşid, Behlül Dânâ hazretlerine “Bana nasîhat eder misin" dedi.
O da cevâben;
"Allah'tan kork ve Onun Resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol" dedi.
Hârun Reşid;
“Çok güzel söyledin, şu hediyemi kabul et" deyip bir kese altın verdi.
Ama o, kabul etmeyip;
"Onu, ihtiyâcı olan bir kimseye ver" dedi.
Hârun Reşid;
"Borcun varsa onu ödeyeyim" dedi.
Onu da kabul etmeyince "Bâri bir ihtiyâcın varsa, söyle de onu gidereyim" dedi.
Behlül hazretleri;
"Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi benim de rabbimdir. O, seni hâtırlayıp da beni unutmaz" dedi.
Hârun Reşid duygulandı.
Ve uzun süre ağladı...
● ● ●
Bir gün de bir genç;
“Ey Behlül! Ben evlenmek istiyorum. Bana bu konuda ne tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Cevâben ona;
“Evlenmek sünnettir. Bu sünneti yerine getirmeye niyet et. Âlimler; ‘Ailesinin hakkına hukukuna riâyet edemeyecek olan, evlenmesin' buyurdu. Zîrâ kadın esir değildir, köle değildir, hizmetçi de değildir. Velhâsıl İslâmiyete uyan bir kadının, dînimizde hakkı pek büyüktür” dedi.
.
“Evlenmek sünnettir..."
6 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :5 Kasım 2024 22:24
Behlül Dânâ hazretleri meczub bir Hak âşığıdır. Bağdat’ta yaşadı, kabr-i şerîfi de Bağdat’tadır.
Bir gün halîfe Hârun Reşid, Behlül Dânâ hazretlerine “Bana nasîhat eder misin" dedi.
O da cevâben;
"Allah'tan kork ve Onun Resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol" dedi.
Hârun Reşid;
“Çok güzel söyledin, şu hediyemi kabul et" deyip bir kese altın verdi.
Ama o, kabul etmeyip;
"Onu, ihtiyâcı olan bir kimseye ver" dedi.
Hârun Reşid;
"Borcun varsa onu ödeyeyim" dedi.
Onu da kabul etmeyince "Bâri bir ihtiyâcın varsa, söyle de onu gidereyim" dedi.
Behlül hazretleri;
"Allahü teâlâ senin Rabbin olduğu gibi benim de rabbimdir. O, seni hâtırlayıp da beni unutmaz" dedi.
Hârun Reşid duygulandı.
Ve uzun süre ağladı...
● ● ●
Bir gün de bir genç;
“Ey Behlül! Ben evlenmek istiyorum. Bana bu konuda ne tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Cevâben ona;
“Evlenmek sünnettir. Bu sünneti yerine getirmeye niyet et. Âlimler; ‘Ailesinin hakkına hukukuna riâyet edemeyecek olan, evlenmesin' buyurdu. Zîrâ kadın esir değildir, köle değildir, hizmetçi de değildir. Velhâsıl İslâmiyete uyan bir kadının, dînimizde hakkı pek büyüktür” dedi.
.
Korkunç tehlikeler!
7 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :6 Kasım 2024 22:13
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretlerinden, sevdiği bir genç nasîhat istedi.
Ona sevgiyle bakıp;
“Evlâdım! Sen Rabbinin emrini azîz tut ki, Allah da seni azîz tutsun. Bil ki, önünde çok korkunç tehlikeler var!” buyurdu.
Delikanlı merak etti:
“Ne tehlikesi efendim?”
“Ölüm, kabir ve mahşer, sonra mîzan, sırat ve cehennem. Bu tehlikeli geçitlerden geçeceksin. Ya kurtulur, cennete girersin, ya da düşersin cehennem ateşine” dedi.
● ● ●
Bu zât bir gün, bir grup genci gördü ki; içlerinden biri kahkahayla pek fazla gülüyordu.
O gülene;
“Hayırdır evlâdım! Bu kadar çok güldüğünü görünce merak ettim. Yoksa âhirete îmânla gittin de ona mı seviniyorsun” buyurdu.
Genç, büktü boynunu:
“Hayır efendim.”
“Kabir azâbından mı kurtuldun?”
“Hayır.”
“Yoksa Mîzan’da amellerin tartıldı da sevapların ağır mı geldi?”
“O da değil efendim.”
Sordu yine:
“Sırat köprüsünü mü selâmetle geçtin yoksa?”
“Hayır efendim.”
Buyurdu ki:
“Öyleyse bu kadar kahkaha nedir evlâdım? Bir insanın önünde bu kadar tehlikeler varken nasıl böyle sevinir, nasıl böyle çok güler?”
Genç, almıştı alacağını.
Ondan sonra hiç gülmedi artık.
Tövbe edip yöneldi Allah'a.
.
Ahirete hazırlan!
8 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :8 Kasım 2024 00:44
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretleri, nasihat isteyen bir gence;
“Ahirete hazırlık yap evlâdım! Ecel, herkesi bir gün yakalar. Günahtan çok sakın ki, günahın karşılığı, o gün ateş olur!” buyurdu.
Ve sordu ona:
“Bir yılanı ateşte görsen ne yaparsın oğlum?”
“Hemen kurtarırım efendim.”
“Öyleyse sen kendini de ateşe atma evladım! Zira cehennem, insanlar için yaratıldı.”
Delikanlı sordu:
“Yanmaktan nasıl kurtulurum efendim?”
Büyük zât;
“Doğru iman sahibi olursan, cehennemde yanmazsın” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bir sevdiğine;
“Dünya üç gündür. Dün, bugün ve yarın. Dün gitti, geri gelmez. Yarın henüz gelmedi, belki de gelmeyecek, öyleyse bugünü değerlendir” buyurdu.
Adam dinliyordu.
Şöyle devam etti:
“Dostunun çokluğuna da güvenme. Zira öldüğünde yalnız kalacaksın. Kabre yalnız girersin, yalnız dirilirsin. Münker ve Nekir'e yalnız cevap verirsin kabirde.”
Ve ayrıca;
“Hesap ve mizanda da yalnız olur ve yalnız çıkarsın Sırat'ın üzerine. Sana buralarda yoldaş olacak bir tek şey var” buyurdu.
Delikanlı sordu:
“O nedir efendim?”
Buyurdu ki:
“İhlâsla yaptığın amellerindir.”
.
Bir gün hepimiz öleceğiz
9 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :8 Kasım 2024 23:14
Tâbiîn’in en büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretleri, bir gün bir dostunun cenazesine gitmişti. Kabir başında ağlayıp çok gözyaşı döktü!
Sonra başını kaldırıp;
“Ey Müslümanlar! Sonunda hepimizin gideceği yer, işte şu mezar. Dünya konaklarının sonu olan bu kabir, âhiret menzillerinin ilkidir” buyurdu.
Ve ekledi:
“Bir Müslüman, madem bir gün şu mezara girecekse, nasıl günah işleyebilir?”
Cemaat dinleyip ağladılar!
Uzun müddet yaş döktüler.
● ● ●
Bir gün de sevdiklerinden biri, “Efendim, bize bir hadîs-i şerîf okur musunuz” diye rica etti.
“Pekâlâ!” buyurdu.
Ve "Kendilerini kusurlu bilenlere, helâlden kazanıp hayırlı yerlere sarf edenlere, dinini öğrenip öğrendiğiyle amel edenlere, işlerini Allah için yapanlara müjdeler olsun!" hadîs-i şerîfini okudu.
● ● ●
Bir gün de “Ey efendim! Müslümanlık kısaca ne demektir?” diye sual ettiler bu büyük veli zata.
O da cevaben;
“Allahü tealanın emir ve yasaklarına saygılı olmak ve Onun mahlûku olan her canlıya merhamet etmektir” buyurdu.
Sordular yine:
“Mü’minin şiârı nedir?”
Cevaben;
“Güleryüz, tatlı dildir. Münafıklar, çatık kaşlı ve asık suratlı olurlar” buyurdu.
.
Derinde su vardı, ama…
10 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :9 Kasım 2024 23:18
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretleri, büyük bir âlimdir.
Ve velilerdendir.
Bir kişi anlatıyor:
“Biz bir grup Müslüman, Hasan-ı Basrî hazretleriyle hacca gidiyorduk.
Çölde ilerlerken
şiddetli susadık!
Ama “su” yoktu o yerlerde.
Sonra bir kuyuya rastladık.
İçinde “su” vardı.
Ama çıkaramıyorduk.
Zira kova ve ip lazımdı.
Hasan-ı Basrî hazretlerine arz edince “Üzülmeyin, ben namaza durayım, siz suyunuzu için” buyurdu.
Ve namaza durdu...
Su, anında yükseldi.
Kana kana içip doyduk.
Sonra yola koyulduk.
Az daha gidince acıktık bu sefer de.
Hasan-ı Basrî hazretlerine arz ettik.
O an bir “hurma” gördü yerde.
“Bunu yiyin, acıkmazsınız” buyurdu.
O bir hurmayı paylaştık ve yedik.
Ve Mekke'ye kadar hiç acıkmadık.
● ● ●
Bu zat bir sohbetinde;
“Beş vakit namazınızı mutlaka kılın! Zira namaz, bu dinin direğidir” buyurdu.
Dinleyenler;
“Namaz kılmayan kimsenin imanı gider mi efendim?” diye sordular.
Büyük zat;
“Eğer namazı, birinci vazife kabul etmiyor, ehemmiyet vermiyor, kılmadığı için üzülmüyor, azabından da korkmuyorsa, o zaman imanı gider ve kâfir olur” buyurdu.
.
“Bir gün sen de öleceksin!”
11 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :10 Kasım 2024 22:53
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretlerine, halîfe Ömer bin Abdülazîz hazretleri mektup yazdı.
Nasîhat istedi.
O da cevâp yazıp;
“Yâ Ömer! Bir gün sen de öleceksin. Zulme, haksızlığa hiç fırsat verme. Zîra senin asıl vazîfen budur” buyurdu.
Ve devam edip;
“Kendi evlâdına nasıl davranıyorsan, milletine de öyle davran. Sen, Allah'ın emrine itâat et ki, milletin de sana itâat etsinler” dedi.
Ve ekledi:
“Ey emîr-el mü’minîn! Orada sultân olduğuna bakmazlar. Ölüm ve sonrasına iyi hazırlan ki, o gün başkalarının faydası olmaz sana.”
● ● ●
Bir gün Hasan-ı Basrî hazretlerinin yanına biri gelip;
“Efendim, filân kişi sizin gıybetinizi yaptı” diye haber verdi...
Mübârek zât sordu ona:
“O eve niçin gitmiştin?”
“Yemeğe dâvet etmişti efendim.”
“Ne ikrâm etti size?”
“Çeşitli yemekler ve türlü meşrûbât ikrâm etti.”
Büyük velî;
“Peki, bu kadar yiyecek ve içecekleri içinde sakladın da, şu bir çift sözü niçin saklayamadın?” buyurdu o kimseye.
Sonra dışarı çıktı.
Biraz “hurma” aldı.
Ve ona verip;
“Bunu, o gıybet edene götür. O, benim günâhımı alıp bana iyilik etmiş. Ben de bu ikrâmı yapıyorum karşılığında. Lütfen kabul etsin. Onun iyiliği karşısında bu çok az, kusûra bakmasın” buyurdu.
.
"Allah'tan korkan, kimseye zulmetmez!”
12 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :12 Kasım 2024 00:29
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin yanına bir müslüman geldi bir gün.
Ve bu büyük zâta;
“Efendim, kızımı isteyen çok kimse var, hangisine vereceğimi şaşırıp kaldım” dedi.
Ona cevâben;
“Kızını, Allah'tan korkana ver. Eğer kızını severse, zâten iyi davranır, mutlu olurlar. Sevmezse de üzmez onu. Çünkü Allah'tan korkan, kimseye zulmetmez!” buyurdu.
● ● ●
Tâbiîn’in ve o devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlatıyordu...
Bir aralık;
"Siz onları görseydiniz, hâllerine bakıp deli zannederdiniz. Onlar sizi görselerdi, ‘bunlar Müslüman mı?’ derlerdi" buyurdu.
● ● ●
Misâfiri severdi.
Eksik de olmazdı.
Bâzen misâfirle evi dolup taşar, hattâ sabahın erken saatlerine kadar bu zâtın sohbetini dinler, hiç ayrılmak istemezlerdi.
Oğlu dayanamadı.
Bir gün misâfirlere;
"Babamı rahat bırakın, onu çok yordunuz. Zîra daha bir şey yememiş ve içmemiştir" dedi.
Babası duydu.
Ve çok üzüldü!
Oğluna dönüp;
"Sus evlâdım! Allaha yemîn ederim ki, bana, onları görmekten daha güzel bir şey yoktur" buyurdu.
.
"Şeytan da sizden şikâyetçi!"
13 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :13 Kasım 2024 00:28
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretlerine, bir gün birkaç talebesi gelip;
"Efendim, şeytan bize, ‘elinize geçen dünyâlıkları sıkı tutun, ileride lâzım olacak’ diyor" dediler.
Şikâyet ettiler.
Hocaları onlara;
"Şeytan da sizden şikâyet ediyor" buyurdu.
Gençler şaşırdılar.
Ve merakla sordular:
"Ne diyor hocam?"
"Şeytan bana, ‘Hak teâlâ, dünyâyı bana verdi, kanaati de onlara verdi. Ama onlar, aksine kanaatı bırakıp bütün güçleriyle dünyâya sarılıyorlar’ diyor" buyurdu.
Gençler sordu:
"Başka ne diyor efendim?"
Büyük velî;
"Îmânlarını almayınca, onlara dünyâyı vermiyorum, diyor. O hâlde siz de dünyâyı sevmeyin" buyurdu.
Gençler mahcup oldular!
Başlarını eğip ayrıldılar...
● ● ●
Bâzı sevdikleri de;
“Tasavvuf ne demektir efendim?” diye sordular.
Büyük zât da;
“Tasavvuf, bir Allah adamının sohbetini dinleyerek, dünyâ sevgisini gönlünden çıkarmak ve Allah sevgisini sokmaktır” dedi.
Başka gün sordular.
Buna da cevâben;
“Kendinden çok, başkalarını düşünmek, İslâm’a hizmet etmek ve kimseye ‘yük’ olmamak, herkesin yükünü çekmektir” buyurdu.
.
"Sırtımdaki kişi, babamdır!"
14 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :13 Kasım 2024 22:22
Tâbiîn’inden Hasan-ı Basrî hazretleri, Basra’da yaşadı, kabr-i şerîfi de buradadır.
Bu zât Kâbe-i şerîfi ziyâret ederken birinin, sırtında bir zembille tavaf ettiğini gördü.
Garibine gitti.
Ona yaklaşıp;
"Arkadaş, arkandaki yükü yere bırakıp da öyle tavaf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu.
O kimse dönüp;
"Bu, yük değil" dedi.
"Ya nedir?"
"Babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere sırtımda getirip hac yaptırdım" dedi.
Hasan-ı Basrî;
“Niçin?” deyince;
“Çünkü babam bana güzel dînimi öğretti ve beni tam İslâm ahlâkı üzere terbiye etti" cevâbını verdi.
Büyük velî;
"Kıyâmete kadar böyle hizmet edip de bir kere kalbini kırsan, hepsi boşa gider. Bir defâ gönlünü alsan, bu kadar hizmete mukâbil olur" buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir dostunun cenâzesine varıp definden sonra çok ağladı!
Sordular ki:
"Niye ağlarsınız?"
"İşte en son varacağımız yer, şu kabirdir. Buraya hepimiz gireceğiz. Bunu bile bile nasıl günah işleriz?" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de birkaç sevdiğine "Kendinizi vermeye alıştırın" buyurdu.
O kimseler;
"Biz fakîriz" dediler.
"Öyleyse hiç olmazsa tebessüm edin. Bu da bir sadakadır" buyurdu.
.
"Üzülme, inşallah kızın kurtulacak"
15 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :14 Kasım 2024 23:19
Tâbiîn’in büyüklerinden olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin huzûruna bir Müslüman gelip;
"Efendim, kızım vefât etti. Duâ edin de onu rüyâda göreyim" diye ricâda bulundu.
Büyük velî;
"Peki" dedi.
Ve duâ etti. Adam gördü kızını rüyâda. Ancak uyandığında başladı ağlamaya! Zîra kızı cehennemde yanıyordu.
Giyinip koştu hemen bu büyük velînin huzûruna.
Selâm verdi.
Ve arz etti ki:
"Sağ olun efendim, kızımı rüyâda gördüm. Ama hiç sevinemedim. Bilâkis üzüntüm daha da arttı.”
Mübârek sordu:
"Neden arttı?"
"Çünkü yavrum cehennemde yanıyordu.”
Mübârek zât onu tesellî edip; "Üzülme, inşallah kızın kurtulacak" buyurdu.
Çok teşekkür etti.
Sevinçle eve gitti.
Lâkin kendi kendine "Acabâ nasıl kurtulacak?" diyordu. Yatıp rüyâda kızını gördü yine. Ama bu sefer cennetteydi.
Onu kucakladı.
Ve sordu ki:
"Ey kızım, cehennemden nasıl kurtuldun?"
Kız cevâben;
"Babacığım, bu kabristandakiler hepimiz cehennemdeydik. Dün mübârek bir zât geldi ve bir "salevât" okuyup sevâbını bize bağışladı. Onun bereketiyle hepimiz affa kavuştuk ve şimdi cennetteyiz" dedi.
.
Vahşî hayvanların bile itâat ettiği zat!
16 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :16 Kasım 2024 01:12
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarından olup, Basra’da vefât etmiştir.
Evliyânın büyüklerindendir.
Kendi nefsiyle olan riyâzetleri meşhurdur.
O kadar ibâdet ederdi ki, hayvanlar bile itâat ederlerdi ona.
Yanına “vahşî hayvanlar” gelir, sessiz ve sâkin olarak oturur, hiç zarar vermezlerdi.
Duâsı makbûldü.
Herkes bunu bilirdi.
Ve huzûruna gelip duâ isterlerdi kendisinden.
Hasta olan birine duâ etseydi ânında şifâya kavuşurdu.
Kendinin de bâzı hastalıkları vardı.
Ama o, bunları dert değil, bilâkis "büyük nîmet" bilir, hattâ şifâ için duâ bile etmezdi.
Bir gün yakınları;
“Efendim, hastalar sizin müstecap duânızla şifâya kavuşuyor. Sizin de iki mühim hastalığınız var, siz niçin kendinize duâ etmiyorsunuz acabâ?” dediler.
Cevâben;
“Onlar, bu hastalıklarından kurtulmak istiyorlar ve netîcede kurtuluyorlar” buyurdu.
“Ya siz efendim?”
“Ben, hastalıklarımı dert değil, nîmet biliyorum. Çünkü Rabbim gönderiyor. İnsan, içinde bulunduğu nîmetten hiç kurtulmak ister mi?” buyurdu.
Ve devam edip;
“Ben bunlara sabredip şükrettikçe, Rabbim nice yüksek makamlara yükseltti beni” buyurdu.
.
Şifa arayan vali...
17 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :17 Kasım 2024 00:48
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarından olup, Basra’da vefât etmiştir.
Zamânın vâlisi hasta olmuştu.
Hiçbir doktor çâre bulamamıştı.
En son Sehl-i Tüsterî hazretlerini hâtırladılar.
Ve vâliye;
“O size bir duâ etse şifâya kavuşursunuz” dediler.
Vâli çok sevindi...
Ve onu çağırtıp;
“Bana bir duâ etseniz de şu hastalığımdan kurtulsam” dedi.
Ricâda bulundu.
Mübârek zât da;
“Olur, duâ ederim. Ama zindanlarda nice mazlum kimseler varken, benim duâlarım sana hiç tesir etmez” buyurdu.
Vâli önce şaşırdı.
Sonra işi anladı.
Ve ardından; “Öyleyse ben de bütün mazlumları affettim” dedi.
Ve emir verdi.
Ne kadar mahkûm varsa hepsini çıkarttı zindandan.
Sehl-i Tüsterî ellerini açtı ve;
“Yâ İlâhî! Bu vâlinin ne hastalığı varsa şifâ ihsân eyle” dedi.
Rabbine yalvardı.
Elerini yüzüne sürerken vâlinin hastalığından eser kalmadı.
Çok teşekkürler etti.
Bir kese de altın verdi.
Ancak o, kabul etmedi.
Bâzısının kalbine; "Keşke o altınları alsaydı da şehrin fakîrlerine verseydi" diye bir düşünce geldi.
O, bunu sezdi, anladı.
Çakıl taşlarına bir baktı.
Taşlar, ânında “altın" oldu...
.
Üstâda saygı...
18 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :18 Kasım 2024 00:51
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, asrının bir teki olup, üstâdı olan Zünnûn-i Mısrî hazretlerine karşı çok edepliydi.
Şöyle ki;
O hayattayken dînî bir konuda ağzını açmadı. Kendisine suâl sorarlardı.
Fakat o, üstâdına edebinden dolayı cevap vermezdi.
Ama bir gün;
“Kardeşlerim! Dînî bir suâliniz varsa sorun, cevap vereyim” buyurdu yakınlarına.
Onlar şaşırıp;
“Hayırdır efendim, yılardır dînî konularda hiç konuşmazdınız. Hikmeti nedir ki, şimdi İstediğinizi sorun diyorsunuz?” dediler.
Büyük zât da;
“İnsanın hocası hayattayken dînden konuşması, edebe aykırıdır” buyurdu.
Araştırdılar...
Aynı gün hocasının vefât ettiğini öğrendiler.
● ● ●
Bu zât, ömrünün sonlarında hasta oldu. Öyle ki; eli ve ayakları hareket etmiyordu.
Ancak günde beş defâ, namaz vakitlerinde âzâlarına kuvvet gelir, namazlarını ayakta kılardı yine.
● ● ●
Bir gün bâzı sevdikleri;
“Efendim, ihlâs ne demektir?” diye sordular.
Büyük zât;
“İhlâs, her işi sırf ‘Allah için’ yapmaktır. Nice oruç tutanlar vardır ki, o oruçtan kârları, yalnız açlık ve susuzluk; nice ibâdet yapanlar da vardır ki, bundan kârları, sâdece yorgunluktur” buyurdu.
.
Çocukken görülen bir rüyâ...
19 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :19 Kasım 2024 00:43
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarından olup, Basra’da vefât etmiştir.
Üç dört yaşlarında idi ki, bir gece rüyâ gördü.
Şöyle ki; Arş-ı âlâ’da secdeye kapanmış, Rabbine yalvarıyordu.
Rüyâsını dayısına anlattığında, dayısı;
“Bunu hiç kimseye söyleme” diye tembîh etti kendisine.
Evliyâ bir zâttı dayısı.
“Evlâdım! Her gece yatağına yattığında üç defâ ‘Rabbim hep benimledir, beni her an görüyor, sesimi işitiyor, kalbimden geçeni biliyor’ de, sonra uyu” buyurdu.
O da cevâben;
“Peki dayıcığım” dedi.
Tatbîk etmeye başladı.
Her gece yatarken bu cümleleri söyler, sonra uyurdu.
Bu hâl, birkaç sene böylece devam etti.
Kendisi anlatıyor:
Çocuk yaşımda söylediğim bu cümlelerin mânâları, kalbime tesir etti. Ve çok iyi anladım ki: Rabbim, dâima benimledir.
Bu düşünce, günah işlememe mâni oldu.
Ve çok iyi öğrendim ki: Rabbim beni hep görmektedir.
Bu da, Ondan “hayâ” etmeme sebep oldu.
Yine bildim ki: Rabbim her sözümü işitiyor.
Bu da, “çirkin sözleri” söylememe mâni oldu.
Bütün bunlar; içime öyle işledi ki, günahlar “çirkin” ve “iğrenç” gelmeye başladı bana artık.
.
İlim, kalbe hayat verir...
20 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :20 Kasım 2024 01:13
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarından olup, Basra’da vefât etmiştir.
Bir sohbetinde;
“Bir kimsenin kalbinde hakîkî îmân varsa, o kişi Rabbine karşı gelip de günah işleyemez. Çünkü Allah’tan korkar” buyurdu.
Ve ekledi:
“Meselâ ‘kul hakkı’nın önemini bilen ve hep bunu düşünen bir Müslüman, ayağını uzatıp da rahat rahat yatamaz.”
Şöyle devam etti:
Îmânın bir sûreti, yâni görünüşü vardır, bir de hakîkati vardır. Her Müslümanda îmânın sûreti bulunur. Nitekim Hak teâlâ Kur’ân-ı kerîm’inde meâlen “Ey îmân edenler, îmân ediniz!” buyuruyor.
Yâni Allahü teâlâ meâlen kitâbında;
“Ey îmânın sûretini edinen Müslümanlar! Farzları yaparak ve haramlardan kaçınarak îmânın aslına, yâni hakîkatine kavuşunuz” buyuruyor.
● ● ●
Bu zât, bir gün bâzı sevdiklerine;
“Kırk gün içinde bir ilim meclisinde bulunmıyan kişinin, kalbi kararır ve o kimse günâh işlemeye başlar” buyurdu.
Dinleyenler;
“Hikmeti ne efendim?” dediler.
Büyük velî;
“Çünkü ilim, kalbe hayat verir. Kalbin gıdâsı ilimdir, sohbettir, ibâdettir ve İslâmiyeti öğrenmektir. Eğer gıdâsı verilmezse, o ‘kalp’ kararır, paslanır, böylece, ‘günâh işlemek’ kolay olur” buyurdu
.
Hocasına uymak için!..
21 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :21 Kasım 2024 00:55
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarındandır. Bir kimse anlatıyor:
Basra'dayken Sehl-i Tüsterî hazretlerine rastladım bir gün. Baktım, parmağını bir bezle sarmıştı.
Kendisine;
“Geçmiş olsun. Yoksa ağrıyor mu?’ dedim.
“Hayır” buyurdu.
“Niçin sardınız öyleyse?”
Cevap vermedi...
Merak etmiştim.
Sonra oradan ayrılıp Mısır'a gittim. Hazret-i Sehl'in hocası Zünnûn-ı Mısrî hazretlerine rastladım orada da. Baktım, onun da parmağı sarılıydı.
Kendisine;
“Geçmiş olsun, ağrıyor mu?” dedim
Büyük zât;
“Evet, ağrıyor. İlâç koyup sardım” buyurdu.
“Allah şifâ versin” dedim.
Hazret-i Sehl'in hâlini o zaman iyi anladım...
Hocasına uymak için sarmıştı o da parmağını.
● ● ●
Bu zât, bir talebeye; “Evlâdım, sakın ola, gittiğin yerlerde ilahlık ve peygamberlik dâvâsı gütme, zîra çok tehlikelidir” diye tembîh etti.
Delikanlı şaşırıp;
“Tövbe hocam, hiç öyle şey olur mu?” diye arz etti:
Büyük velî;
“Her isteğinin olmasını istemek, ilahlık iddiâ etmek; her sözünün dinlenmesini istemek, peygamberlik dâvâ etmektir. Çünkü yalnız, Allah’ın dediği olur ve sırf Peygamberin sözüne mutlak itâat edilir” buyurdu.
.
Bu kuş, takva kuşudur
22 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :21 Kasım 2024 22:31
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyalarındandır. Kendisi anlatıyor:
Bir gece rüya gördüm.
Bütün insanlar büyük bir meydanda toplanmışlardı.
Onlara sordum ki:
“Niçin toplandınız?”
Cevaben;
“Kıyamet koptu” dediler.
O ara bir “kuş” gördüm.
Uçarak geldi ve mahşer ehlinden bazısını kanatları üzerine alarak cennete götürdü.
Kendi kendime;
“Bu kuş nedir?” dedim.
Doğrusu merak etmiştim.
O ara bir “kâğıt” belirdi havada.
Uzanıp onu aldım.
Baktım, üzerinde;
“Bu, takva kuşudur” yazıyordu.
Kendi kendime;
“Dünyada haramlardan kaçanlara ne mutlu” dedim.
Zira insanlar mahşer meydanında sıkıntıdan kıvranırken onlar, sevinç içinde cennete uçmuşlardı.
● ● ●
Bir gün de bazı sevdikleri, Sehl bin Abdullah hazretlerine;
“Bedbaht olmanın alameti nedir efendim?” dediler.
Cevabında;
“İlmi olup da amel yapmamak ve ameli olup da ihlâsı olmamaktır” buyurdu.
Ve ekledi:
“Üçüncü alametiyse bir veli sohbetine kavuşamamaktır. Zira bir Allah adamını bir evliya zatı tanımamak veya onu görüp de hüsn-ü kabul görmemek, kötü bahtlı olmanın en büyük nişanıdır.
.
Yılandan bile kaçmıyordu
23 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :22 Kasım 2024 21:15
Bir gün Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerinin ziyaretine, sevdiği bir kimse geldi.
Tam içeri adım atmıştı ki, girmeyip birden geri kaçtı.
Zira odanın ortasında
koca bir “yılan” vardı.
O geri giderken Hazret-i Sehl sordu:
“Niçin girmiyorsun?”
“Yılan!” dedi adamcağız.
“Ben böyle büyük ve korkunç yılan görmedim ömrümde!”
Büyük veli;
“Mezardaki yılanlar daha korkunç ve bundan çok daha iridir. Bugün bu yılandan korkarsak, mezarda ne yapacağız?” buyurdu.
Sonra o yılanı tuttu.
Ve attı öbür odaya.
Adam bunu gördü.
O korkusu gitti. Ve gelip oturabildi büyük velinin yanında.
● ● ●
Bu zat, bir gün sevdikleriyle sohbet ediyordu.
Bir ara onlara;
“Öyle yaşayınız ki, sizin yüzünüzden hiç kimse cehenneme girmesin. Velhasıl yaşayışınızla, insanlara örnek olun ve hatta size gıbta ile bakıp, ‘İşte Müslüman dediğin, bu kimse gibi olmalıdır’ desin herkes” buyurdu.
Dinleyenler;
“Ya aksi olursa efendim?” dediler.
Büyük veli;
“O zaman insanlar; ‘Şuna bak! Bir de namaz kılıyor’ derler ve İslamiyet’ten soğurlar. Buna, siz sebep olduğunuz için, siz de onlarla birlikte yanarsınız” buyurdu.
.
Gayrimüslim idi, ama…
24 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :24 Kasım 2024 09:22
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, bir gün talebeleriyle bir yere giderlerken bir “gayrimüslim” kişiye rastladılar yolda. Büyük veli, onu
gençlere gösterip;
“Şu kimse, ileride Müslüman olabilir” buyurdu.
Ve devam ettiler yollarına.
Aradan uzun yıllar geçti...
Hattâ Sehl-i Tüsterî hazretleri göç etti bu dünyadan. Talebesinden biri, bu velinin kabrini ziyarete gidiyordu ki, yolda bu gayrimüslim kişiye rastladı.
Adama yaklaştı:
“Size bir şey diyeceğim.”
“Buyurun, sizi dinliyorum.”
“Hocam Sehl-i Tüsterî hazretleri, sizin hakkınızda ‘Bu kişi ilerde Müslüman olabilir’ buyurmuştu. Sizi görünce hatırladım.”
“Benim için mi söyledi bu sözü?”
“Evet.”
Adam çok duygulandı!
Biraz düşündü.
Sonra o gence sordu:
“Sen nereye gidiyorsun?”
“Hocamın kabrini ziyarete gidiyorum.” “Dur, ben de geliyorum. Birlikte gidelim. Eğer aynı sözleri kendisinden de duyarsam Müslüman olacağım” dedi.
Ve kabre gidip oturdular.
Büyük veli, kabrinden;
“Ey filan!” diye ismiyle hitap etti o kimseye. Adam şaşkın bir vaziyette “buyurun efendim” dedi.
Büyük veli;
“Evet; ben, senin hakkında ‘Bu kişi ileride Müslüman olabilir’ demiştim. Haydi, Müslüman olmanın tam zamanıdır!” buyurdu.
Adam bunu duydu.
Kalbi değişti birden...
Ve Müslüman olmakla şereflendi.
.
“Rabbinden iste!..”
25 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :24 Kasım 2024 22:38
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarındandır.
Bir gün bu zâta biri gelip;
“Efendim, ben köseyim, duâ edin de sakalım çıksın” dedi.
Büyük zât cevâben;
“Elini yüzüne sür!” buyurdu.
Adam sürünce şaşıp kaldı.
Zîra bir tutam sakal geldi eline.
Hem de gür olanından.
“Nasıl olur?” demeyin.
Allah, her şeye kâdirdir.
Cenâb-ı Hak, evliyâ kullarını mahcup etmemek için böyle kerâmetleri yaratır.
Onun, her şeye gücü yeter.
● ● ●
Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretlerinin bir oğlu vardı ki, henüz küçükken hâl ehliydi.
Meselâ yiyecek isterdi.
Annesi ona;
“Rabbinden iste!” derdi.
O da secdeye kapanırdı.
Ve Rabbinden isterdi.
O arada annesi istediği yiyecekleri getirip yanına koyardı gizlice.
Çocuk, secdeden kalkıp o şeyleri görünce sevinir ve annesinin koyduğunu bilmediği için Allahü teâlâdan bilirdi.
Bir gün annesi yoktu.
O, yine acıktı.
Her zamanki gibi secdeye kapanıp bâzı şeyler istedi Rabbinden.
Secdeden kalktığında, o şeyleri yanında gördü.
O sırada annesi girdi içeri.
Yanındakileri görünce;
“Bunlar nereden geldi oğlum?” diye sordu.
Çocuk ona;
“Her gün gelen yerden anneciğim” diye cevap verdi.
“Haydin cenâze namazına!"
26 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :25 Kasım 2024 22:07
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarındandır.
Abdullah bin Mübârek hazretleri; Sehl-i Tüsterî'ye gençliğinde ders okutuyordu.
Kalbine feyiz veriyordu.
Sehl, bir gün geldi ve;
"Hocam! Bundan sonra sizin dersinize gelmeyeceğim" dedi.
Hocası sordu:
“Niçin yavrum?"
"Çünkü sizin câriyeleriniz, çok terbiyesiz. Dün sizin dama çıkmışlar, oradan bana ‘Benim Sehl'im benim Sehl’im’ diye seslenip beni çağırıyorlardı" dedi.
Ve huzurdan ayrıldı.
Abdullah bin Mübârek hazretleri, diğer talebelere;
“Haydi kalkın, Sehl’in cenâzesine gidelim!" buyurdu.
Talebeler sordular:
"Sehl vefat mı etti?"
"Evet, benim câriyem yok. Onun gördüğü kızlar Cennet hûrileriydi ve onu cennete çağırıyorlardı" buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
“Bir mümin, bir müminin yalnız ismini duvarda yazılı görse, ceketini ilikleyip, oradan saygı ile geçmelidir” buyurdu.
Dinleyenler;
“Hikmeti nedir efendim?” dediler.
Büyük zât;
“Çünkü orada cenâb-ı Hakka îmân etmiş birinin ismi yazılı. Müslümanın ismine böyle hürmet lâzım gelirse, kendisine karşı nasıl davranmalı, düşünün artık. Müslüman, Kâbe’den bile kıymetlidir” buyurdu.
.
İnsanları sevindirmek...
27 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :26 Kasım 2024 22:02
Bir gün Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine;
"En büyük mutluluk nedir? diye sordular.
Cevâbında;
"İnsanları sevindirmektir, ama bir şartla" buyurdu.
"O şart nedir efendim?" dediklerinde;
"Unutacaksınız, karşılık beklerseniz, o ticâret olur ki, hiç kıymeti olmaz" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
"İyi insan nasıl olur efendim?" diye sordular.
Cevâbında;
"İyi insan; herkesin ihtiyaç duyduğu kimsedir, su gibi, hava gibi, gıda gibi" buyurdu.
Yine buyurdu ki:
"Onun elinden ve dilinden kimseye zarar gelmez, kimseye yük olmaz, yük çeker. Güler yüzlüdür, onu gören ferahlar.”
● ● ●
Yine bir sohbette;
“Bir zaman gelecek, dünyâda hakîkî bir evliyâ kalmayacak. Bir mürşid-i kâmil bulunmayacak. Yazık o milletin hâline” buyurdu.
Cemaat;
“O zamandaki insanlara, ne tavsiye edersiniz efendim?” dediklerinde büyük velî;
“Muhakkak bir İslâm âliminin, bir evliyâ zâtın kitâbını okusunlar. O büyüklerin kitaplarının okunduğu yerlere rahmet-i ilâhî yağar, bereket iner. O büyüklerin rûhâniyetlerinden çok istifâde ederler” buyurdu.
.
"Allah'ın kullarına iyilik et!"
28 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :27 Kasım 2024 22:13
Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarından olup, Basra’da vefât etmiştir.
Her duâsı kabul olan bir zâttı.
Hangi hastaya duâ etse, o kimseler, şifâ bulurdu.
Kendinin de bâzı hastalıkları vardı.
Ama bunlar için bir şey yapmazdı.
Bir gün sevdikleri;
"Efendim, hastalar duânızla biiznillah şifâ buluyor. Siz de hastalıklarınız için duâ etseniz de kurtulsanız bu dertlerden" dediler.
O, gülümsedi.
Ve o kişilere;
"Bunlar dert değil ki, birer nîmettir. Sabredip, çok sevap kazanıyorum" buyurdu.
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
"Müslüman; insanları memnun etmeyi değil, Allahü teâlânın rızâsını düşünür" buyurdu.
Ve ekledi:
“Bir iş yapacağı zaman ‘İnsanlar ne der?’ hesâbı yapmaz. Bilâkis ‘Rabbim ne der?’ diye düşünür. O râzı olacaksa, o işi yapar, yoksa yapmaz vazgeçer.”
● ● ●
Bir gün de bir talebesine;
"Sana, iyiliklerden en güzel iki tânesini söyleyeyim mi evlâdım? diye sordu.
Talebe arz etti ki:
"Sevinirim hocam."
O böyle deyince;
"Allahü teâlâya doğru îmân et ve Onun kullarına iyilikte bulun!" buyurdu.
.
"Dünyayla işin kalmadı ey nefsim!"
29 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :29 Kasım 2024 00:49
Horasan evliyâlarından Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine, annesinden çok mal kaldı.
Hepsini fakîrlere dağıttı.
Kimde ne alacağı varsa onlara bağışlayıp hakkını helâl etti.
Sonra da Kâbe-i şerîfi tavaf için yollara düştü…
Kendi kendine;
"Ey nefsim! Dünyâyla işin kalmadı. Sana, bundan sonra âhiret lâzım. Sakın dünyâlık bir şey isteme benden. Hem istesen de vermeyeceğim" dedi.
Sonra Kûfe’ye vardı.
Canı “balık ekmek” istedi.
Ama yapmadı nefsinin bu arzusunu.
Az ileride bir un değirmeni ve etrâfında dönen bir “dolap beygiri”ni gördü. Değirmenciye yanaştı.
Ve kendisine;
"Amca, şu dönen beygir için ne ücret ödüyorsun?" dedi.
Değirmenci de;
"İki dirhem" dedi.
Bu cevâbı alınca;
"Ben bir dirheme yaparım" dedi değirmenciye.
Adam sevinip;
"Pekâlâ yap!" dedi.
Çok sevindi.
Geçti atın yerine.
Ve akşama kadar su çekti değirmene.
Akşamleyin bir dirhem ücretini alınca nefsinin istemiş olduğu o “balık ekmek”ten aldı.
Âfiyetle yedi.
Sonra nefsine;
"Bak ey nefsim! İstediğin oldu. Sen de Hak teâlâya ibâdet yapacaksın. Sakın benden günah bir şey isteme. Zîra murâdına kavuşamazsın" dedi...
.
"Bana Şâd-ı dil'i çağırınız!"
30 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :30 Kasım 2024 00:38
Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri; ölüm hastalığında son nefeslerini veriyordu ki, talebeleri;
"Efendim, yerinize kimi bırakıyorsunuz?" dediler.
Buyurdu ki: "Şâd-ı dil'e bırakıyorum."
Talebeler şaşkın hâlde birbirlerine bakıp "Hocamızın aklı gitti" dediler.
Zîra bir kâfirin ismiydi bu.
Sesler yükselince;
" Kalkınız, bana Şâd-ı dil'i çağırınız!" buyurdu.
Önce tereddüt ettiler. Sonra koşup çağırdılar.
Az sonra Şâd-ı dil geldi. Mübâreğin yanına oturdu. O, yatağından doğrulup;
"Ey Şâd-ı dil! Dünyâdan ayrılıyorum, benden sonra minberime çık ve insanlara nasîhat et" buyurdu.
O da şaşırdıysa da; "Peki, olur" dedi.
Hazret-i Sehl rahatladı.
Ve göçtü bu dünyâdan...
Üç gün sonra ikindide Şâd-ı dil geldi.
Cemaat arasına oturdu.
Başında “sorgucu” vardı.
Belindeyse “zünnarı.”
Bu kâfir kıyâfetiyle çıktı minbere. İnsanlar, hayret nazarlarıyla bakarken "Ey Müslümanlar! Ey Sehl-i Tüsterî'nin kıymetli cemaati!" diye seslendi insanlara.
Ve devam etti;
"O büyük zât, vaktiyle bana ‘Ey Şâd-ı dil! Ne zaman aramıza katılacaksın? Ne zaman îmân edip zünnarını atacaksın?’ demişti. İşte ey Müslümanlar! O vakit şimdi geldi ve ben de sizin gibi Müslümanım" dedi.
Başından sorgucunu attı.
Belinden de zünnarını.
Dediği olmuştu mübârek zâtın...
.
"Kim hakkıyla zikrederse..."
1 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :1 Aralık 2024 01:05
Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Horasan evliyâlarındandır.
Basra’da vefât etti.
Ömrünün sonlarında, el ve ayakları hareket etmez oldu.
Namaz vakitleri hâriç...
O vakitlerde açılırdı.
Namaz bitince, yine eskisi gibi hareketsiz olurdu...
Bir sohbetinde;
"Kardeşlerim! Allahü teâlâyı hakkıyla zikreden kimse, ölüyü diriltmeyi kastederse, ölü dirilir" buyurdu.
Bir gün bir yere gitti.
Orada sohbet ediyorlardı.
Önünde “sakat biri” vardı.
Elini o sakata sürdü.
Sakat ânında ayağa kalktı.
Sapasağlam olmuştu.
● ● ●
Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât edince; insanlar cenâze namazını kılmak için toplandılar.
Orada bir Yahûdî vardı.
Yaşı yetmişi aşmıştı.
Dışarıdan sesler duydu.
“Ne oluyor” diye dışarı çıktı.
Cenâzeyi gördü.
Ve yanındakilere;
"Benim gördüğümü siz de görüyor musunuz?" diye sordu.
Onlar sordular ki:
"Ne görüyorsun?"
Yaşlı adam;
"Gökten inen ve cenâzeyle birlikte giden bâzı nurlu kimseleri görüyorum" dedi.
Çok duygulanmıştı!
Kalbi değişti.
Kelime-i şehâdeti söyledi.
Ve Müslüman oldu...
..
Günâh işleyen huzursuz olur!
2 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :1 Aralık 2024 22:50
Evliyânın büyüklerinden olan Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin kabr-i şerîfi, Bağdat’tadır.
Bu mübarek zât yaşadığı bir hâdiseyi, şöyle anlatıyor:
Çarşı içinde bir dükkânım vardı ki, orada alım-satım işiyle uğraşıyordum.
Bir akşam evdeydim...
Yalnız oturuyorken;
“Çarşı yanıyooor!” diye bir ses duydum.
Hemen koşup gittim.
Bütün dükkânlar yanmıştı.
Yalnız benimki yanmamıştı.
Sevinip, gayriihtiyârî;
“Elhamdülillah” dedim.
Ama sonra toparlandım.
Başımı önüme eğdim.
Utandım kendimden!
Zîra diğer Müslüman kardeşlerim üzüntülüydü!
“Onlar üzüntülüyken, ben nasıl seviniyorum?” dedim.
Çok pişmân oldum.
Zîra ben de üzülmeliydim.
Onların derdiyle dertlenmeliydim.
Odaya kapanarak;
“Ey nefsim, sen nasıl Müslümansın ki, kendi menfaatini düşünür, gayriyi düşünmezsin!’ dedim.
O kadar pişmân oldum ki,
Hiç unutmadım bu hatâmı.
● ● ●
Bir gün de bir talebe;
“Ey efendim, ben huzûrlu olmak istiyorum, ne yapmamı tavsiye edersiniz” diye sordu.
Büyük zât, ona;
“Hiç günâh işleme. Huzursuzluk, günâh işlemekten olur. Hattâ, ayağımız taşa takılsa, veyâ evde tabak çanak kırılsa, bu, işlediğimiz bir günâh sebebiyledir” buyurdu.
.
"İyilerle bulunmaya gayret et!.."
3 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :2 Aralık 2024 22:20
Bağdat’ta yaşayan evliyâdan Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin kabr-i şerîfi, Bağdat’tadır.
Bir gün Lübnan'dan biri gelip Sırrî-yi Sekatî hazretlerine;
“Efendim, falan kimseden size selâm getirdim” dedi.
Büyük velî de;
“Aleyküm selâm!” dedi ve sordu ki:
“Tekrar dönecek misin Lübnan'a?”
“Döneceğim efendim.”
“Öyleyse selâm söyle ve benim tarafımdan ona, ‘Dağ başında yalnız durmasın, eve dönsün. İnsanlardan uzaklaşıp tenhâ yerde tek başına yaşamak uygun değildir. Hak âşığı dediğin, bir kenara çekilmez. Bütün gayretiyle kullara hizmet eder. Zîra Allah'ın kullarına hizmet de ibâdettir’ diye söyle” buyurdu.
● ● ●
Sırrî-yi Sekatî hazretleri, ölüm hastalığında en son nefeslerini alıp veriyordu.
Cüneyd-i Bağdâdî, talebesiydi ve yanındaydı. Hocasının vefât edeceğini anlayıp ağlamaya başladı.
Sonra kendini toparlayıp;
“Ey üstâdım! Nasîhatinize muhtâcım” diye arz etti.
Sırrî-yi Sekatî, gözünü açtı ve;
“Kötülerle oturup sohbet etme, iyilerle bulunmaya gayret et. Güçlü insan şudur ki; nefsine hâkim olup onun hiçbir arzusunu yapmaz” buyurdu.
Ve devamla;
“Allah'tan korkanın gözüne uyku girmez. Dâima ölümü ve âhireti düşünür. Yemekten ve içmekten kesilip, bu hayatta ‘yürüyen ölü’ gibi bulunur!” buyurdu.
.
“Sıkıntın nedir evlât?”
4 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :3 Aralık 2024 22:27
Mısır’da yaşayan Muhammed Şüveymî hazretlerinin kabr-i şerîfi de bu yerdedir...
Bir gün sevdiği bir genç geldi.
Ancak “üzüntülü” hâli vardı.
“Sıkıntılısın evlât.”
“Evet efendim, hem de çok.”
“Hayırdır, neyin var?”
“Efendim, ben bir kıza âşık oldum.”
“Olabilir, kim bu kız?”
“Komşumuzun kızı efendim. Evlenme teklîf ettim, reddetti. Delireceğim.”
O gence dergâhın boş bir “oda”sını gösterip;
“Gir şu odaya, o kızın ismini tekrar tekrar söyle” buyurdu.
Delikanlı girdi o odaya.
Yemedi, içmedi, "Nerimân! Nerimân!" dedi durdu devamlı.
Üçüncü gün çalındı kapısı.
İçeriden seslendi:
“Kimsiniz?”
“Ben, Nerimân!”
“Hangi Nerimân?”
Kız sinirlendi;
“Canım hangisi olacak? Sevdiğin Nerimân evlenmek istediğin Neriman.”
“Peki ne istiyorsun?”
“Canım evlenme teklif etmiştin ya, kabul ediyorum!”
Genç, kalbinden;
"Mâdemki, insan sevdiğinin ismini çok söylemekle ona kavuşuyor. Öyleyse Rabbimin ismini çok söyler, Ona kavuşurum" dedi.
Böyle düşündü...
Ve kapıyı açmadan;
“Ben vazgeçtim” dedi.
“Sen neler söylüyorsun?”
“Evet, seninle işim yok.”
Kız, me’yus geri döndü.
O genç, o günden îtibâren “Allah” zikriyle meşgul oldu. Beşinci gün açıldı kalp gözü. Evliyâ oldu.
.
"Hocam hasta, dua edin efendim"
5 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :4 Aralık 2024 22:51
Bir gün İmâm-ı Şâfiî hazretleri hasta oldu. Bir talebeyi Seyyidet Nefîse hazretlerine gönderip;
“Seyyidet Nefîse’ye git, şifâ için duâ iste!” buyurdu.
Talebe “Peki” dedi.
Ve gidip çaldı kapıyı...
Kapı açılınca; “Efendim, hocam çok hastadır, şifâ için sizden duâ istiyor” diye arz etti.
Nefîse hazretleri; “Allahü teâlâ hocana hayırlı şifâlar versin!” diye duâ etti...
Talebe döndüğünde hocası iyileşmişti...
Aradan bir müddet geçti. Büyük İmâm tekrar hastalandı. Yine bir talebesine; “Seyyidet Nefîse’ye git, şifâ için duâ iste!” buyurdu.
Talebe “Başüstüne” dedi.
Ve gidip çaldı kapıyı...
Kapı açılınca;
“Efendim, hocam, şifâ için sizden duâ istiyor” diye arz etti.
Mübârek hanım da; “Allahü teâlâ hocana rahmet eylesin!” dedi.
Talebe geri dönünce Hazret-i İmâm sordu:
“Duâ istedin mi evlâdım?”
“Evet efendim.”
“Ne dedi?”
“Allah hocana rahmet eylesin” dedi efendim.
İmâm hazretleri;
“Vefât edeceğimi haber vermiş” diye mırıldandı.
Ardından; “Ölürsem, cenâzemde Seyyidet Nefîse de bulunsun” dedi.
Sonra da vefât etti...
Talebeleri, Seyyidet Nefîse hazretlerine vefat haberini verip, vasiyetini bildirdiler. Mübârek hanım, en gerilerde durup vasiyeti yerine getirdi.
.
Fakir kadının bohçası!..
6 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :6 Aralık 2024 01:13
Mekke-i mükerreme’de dünyâya gelen Seyyidet Nefîse hazretleri, evliyâ hâtunlardandır.
O devirde fakir bir kadın vardı.
Dört kızı, hafta boyu iplik eğirir, bu da onları satar ve böylece geçinip giderlerdi.
Bir gün iplerini aldı.
Sonra çıktı evden.
İplik bohçasını başında taşıyordu ki, bir “kartal” uzaklardan bu kadına doğru süzüldü ve başındaki “bohçayı” kapıp havalandı.
Kadının sermâyesi gitmişti.
Bayılıp, düştü üzüntüden!
Kendine geldiğinde; “Ne oldu teyzeciğim?” diye sordular.
Kadıncağız anlatınca;
“Ey hâtun! Sen Seyyidet Nefîse hazretlerine git. O, bir duâ eder, işin hâllolur” dediler.
O da koştu bu hâtuna.
Nefîse hazretleri;
“Üzülme, evine git. Yakında rızkın gelir” buyurdu.
Kadın gitti eve.
Az sonra birileri geldi ve Seyyidet Nefîse hazretlerine;
“Efendim, biz bir gemiye binmiştik. Gemimiz su almaya başlayınca batma tehlikesiyle karşılaştık. Sizi vesîle edip duâ ettik. Çok şükür kurtulduk” dediler.
“Nasıl kurtuldunuz?”
Bir “kartal” yukarıdan indi. Ağzındaki bohçayı bırakıp havalandı. Baktık ki, bohçanın içi iplik dolu. O iplerle bağlayıp işi hâllettik” dediler.
Ve beş yüz dirhem verip;
“Bu da hediyemiz, lütfen kabul buyurun” diye ricâ ettiler.
Nefîse hazretleri, o beş yüz dirhemi bu hâtuna verip;
“Rızık için bir daha kendini üzme” diye tembîh etti..
.
“Korkma! Rabbim seni gizler!..”
7 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :6 Aralık 2024 23:33
Mekke-i mükerremede dünyâya gelen Seyyidet Nefîse hazretlerinin zamânında zâlim biri vardı. Suçsuz bir Müslümana zulmetmek için harekete geçti.
Adamları geldiler.
Götürmek istediler.
Adamcağız;
“Bana biraz mühlet verin, bir yere gitmem lâzım” dedi.
Onlar da izin verdiler.
Doğruca Seyyidet Nefîse hazretlerine gitti ve ona;
“Falan zâlime gidiyorum. Duâ edin de onun şerrinden kurtulayım” dedi.
Mübârek hâtun;
“Korkma! O zâlimin gözünden Rabbimiz seni gizler” buyurdu.
Sevinip geri geldi.
Sonra zâlimin yanına gittiler.
Lâkin zâlim, onu göremedi
Adamlarına;
“Dediğim kişiyi niçin getirmediniz, ben sizi nereye göndermiştim?” diye çıkıştı!
Adamlar şaşırıp;
“İşte, istediğiniz adam karşınızda” dediler.
Kızdı zâlim, köpürdü;
“Siz benimle alay mı ediyorsunuz?” dedi.
Durum anlaşılmıştı...
Mecbûren;
“Efendimiz bu kimse buraya gelmeden önce izin alıp Seyyidet Nefîse'ye gitti ve ondan duâ istedi. O da ‘Yâ Rabbî! Bu kulunu o zâlimin gözünden gizle, ona gösterme’ diye duâ etti” dediler.
O zâlim bunu işitince, anladı yanlış yaptığını.
Başını önüne eğip, tövbe etti...
Bir daha zulmetmedi kimseye...
.
"Kimsenin kalbini incitmeyin!"
8 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :7 Aralık 2024 23:01
Mekke-i mükerreme’de dünyâya gelen Seyyidet Nefîse hazretleri, bir gün bâzı hanımlara;
“Hiç kimsenin kalbini incitmeyin, velev ki, kâfir bile olsa” dedi.
Hanımlar şaşırdı.
“Kâfirlerin de mi?”
“Evet, onların da kalbini kırmayacağız.”
“Ama onlar Allah'ı inkâr ediyor” dediler.
Seyyidet Nefîse;
“Olsun, öyle de olsa hiç kimsenin kalbini kırmaya hakkımız yoktur. Kalp kırmak dînimizde haramdır” diye açıkladı.
● ● ●
Bu mübârek hâtun bir gün sevdiklerine “İnsana sıkıntı veren şeyler nedir, biliyor musunuz?” diye sordu.
“Bilmiyoruz” dediler.
Dedi ki:
“Nefse tâbi olmak ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmaktır. Bu iki düşmana uymayan, sıkıntı çekmez.”
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine;
“Îmân ve ibâdet bilgilerini öğrenmek ve çocuklarına öğretmek, her Müslümana farzdır. Öğrenmeyenler ve çocuklarına öğretmeyenler Cehennemde yanarlar” dedi.
Dinliyenler;
“Bunların îmânı gider mi?” diye sordular.
Hazret-i Nefîse;
“Eğer öğrenmeye lüzum görmez, ehemmiyet vermez, hafife alırsa, o zaman îmânını kaybeder ve Allah korusun ‘kâfir’ olur” dedi.
.
“Ne olur, oğlum için duâ edin!”
9 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :8 Aralık 2024 23:25
Mekke-i mükerreme’de dünyâya gelen Seyyidet Nefîse hazretleri zamânında Hristiyan bir kadın, bir de oğlu vardı.
Bu çocuk, sefer için çıktı bir gün evden.
Issız bir yerde yürüyordu.
Eşkıyâlar tutup esir ettiler.
Aradan günler geçtiyse de annesi, hiçbir haber alamıyordu oğlundan.
Çâresizdi.
Seyyidet Nefîse hazretlerine gitti.
Durumu anlatıp;
“Ne olur, oğlum için duâ edin” diye yalvardı.
O da kaldırdı ellerini.
“Yâ Rabbî! Bu çocuğu geri döndür, annesini sevindir!” dedi.
Yalvardı Rabbine.
Hemen o gece kadıncağızın kapısı çalındı. Açınca oğlunu gördü eşikte.
Hasretle sarılıp;
“Nerde kaldın evlâdım? Seni çok merak ettik” dedi.
Çocuk şöyle anlattı:
“Anneciğim! Yolda beni tutup esir aldılar.
At üstünde günlerce yol aldık.
Çok uzaklarda bir yere vardık
Bir hücreye kapattılar beni.
El ve ayaklarımı bağladılar.
Sonra bir ses duydum;
Gâipten geliyordu.
'Salın gitsin. Zîra o, Seyyidet Nefîse'den duâ aldı diyordu.
O ara bir el gördüm.
Çözdü zincirlerimi.
Bir de baktım ki,
evimize gelmişim...”
Kadıncağız bunları duyunca çok duygulanıp îmâna geldi hemen.
Oğlu da peşinden...
.
.
“Bana İslâm’ı anlat!..”
10 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :10 Aralık 2024 00:51
Seyyidet Nefîse hazretlerinin bitişiğinde komşu bir “kadın” vardı.
Yahûdî dîninde olup, “kötürüm” bir kızı vardı.
Bir gün evden çıkarken;
“Kızım sen evde otur, ben biraz sonra gelirim” dedi.
Sakat kız annesine;
“Anneciğim! Ne olur sen gelinceye kadar ben, komşumuzun evinde bekleyeyim” dedi.
Annesi “peki” dedi.
Ve izin alıp, sakat kızını Seyyidet Nefîse hazretlerinin evine bıraktı.
Sonra çıkıp gitti.
Hazret-i Nefîse, abdest alıyor, abdest suyu, o kızın yanından akıyor, kızcağız da bu sulardan avcuna alıp cansız ayaklarının sürüyordu.
Hani oyun olsun diye.
Sürdükçe canlandı ayakları.
Nihâyet kalktı, yürüdü.
Ve koşturmaya başladı.
O ara, annesinin sesini işitti.
Sevinçle koştu annesine.
Kadıncağız kızının koştuğunu görünce ne diyeceğini bilemedi
Şaşırıp kaldı. Gayriihtiyârî;
“Rüyâ mı görüyorum?” dedi.
Kızcağız anlattı bu olanları.
İşte o zaman anladı hakîkati.
Kalbine, “hidâyet nurları” dolmaya başladı.
Kendi kendine;
"Eğer onun dîni hak olmasaydı abdest suyu böyle şifâ ve devâ olmazdı" dedi.
Seyyidet Nefîse’ye koştu.
“Bana İslâm’ı anlat” dedi.
Şehâdeti getirip Müslüman oldu.
Sıra çocuğun babasındaydı.
Akşam da o kavuştu hidâyete...
.
"Bu bezi kefen yaparsın!"
11 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :11 Aralık 2024 00:47
Pîr Alî Efendi, Tekirdağ'a yakın Malkara'da yaşayıp orada vefât etti...
Nûrlu kabri oradadır.
Bu mübârek zât uzun bir yolculuğa çıkmıştı bir gün.
Hanımı hâmileydi.
Ayrılmadan önce çarşıdan bir parça patiska bez aldı.
Hanımına uzatıp;
“Hanım, al şunu” dedi.
Hanımı merak etti.
Ve sordu hemen:
“Hayrola, nedir bu?”
“Kefenlik bez. Ola ki, ben seferdeyken bir oğlumuz olur da aynı gün vefât eder. Eğer böyle olursa bunu kefen yaparsın bebeğe” buyurdu.
Sonra vedâ edip ayrıldı.
Aradan iki gün geçti...
Bir “erkek çocukları” oldu hakîkaten.
Ve o gün vefât etti...
Kadıncağız bebeğini kefenlerken tutamadı gözyaşlarını.
Ağlayarak;
“Âh efendi, sen ne mübârek insansın" diye mırıldandı sessizce...
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
“Bir kişi, ibâdetlerini kusurlu görürse, bunların kıymeti artar, böylece kabul edilmeye lâyık olurlar. Öyleyse siz de, iyi işlerinizi bile dâima kusurlu görün” buyurdu.
Dinleyenler;
“Ama bu, çok zor efendim” dediler.
Büyük zât;
“Evet zor, ama kendisini beğenmek, kul için bir felâkettir. Allahü teâlâ hepimizi böyle felâketten korusun” buyurdu.
.
"İslâmiyet, bir reçetedir"
12 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :12 Aralık 2024 01:04
Pîr Alî Efendi, Tekirdağ'a yakın Malkara'da yaşadı.
Orada vefât etti...
Nûrlu kabri oradadır.
Her zaman olduğu gibi bu büyük zâtı çekemeyenler de vardı.
Hattâ din adamlarıydı.
Bu zâtı imtihan etmeye yeltendiler.
Tefsîr ve hadîs ilminden zor suâller tesbit edip yazdılar bir kâğıda. Bunları ona sorup ilmî derecesini ölçeceklerdi gûya.
Aralarında konuşup;
“Eğer bu suâllere cevap verirse ne âlâ, yoksa câhil biri olduğunu anlar, her yere yayarız” dediler.
Ve hazırladıkları suâllerle gittiler bu zâtın dergâhına.
Mübârek zât, iltifatla karşıladı bu kimseleri.
İçeri alıp yer gösterdi.
Hoşbeşten sonra başladı sohbete.
Ancak sohbet ilerledikçe ona karşı kalpleri değişti bu kimselerin.
Çünkü suâllerine bir bir cevap veriyordu mübârek.
Hem de en mükemmel şekilde.
Soluk almadan dinlediler.
Mest oldular âdeta.
Hayran ve şaşkındılar!
Mahcûbiyet içindeydiler.
Özür dilediler teker teker.
Dahası önünde diz çöktüler.
Ve talebesi oldular aynı gün.
● ● ●
Bir gün bâzı gençler;
“Huzurlu olmanın sırrı nedir efendim?” diye sordular.
Büyük zât;
“İslâmiyete uymaktır. İnsan, uyduğu nisbette huzurlu, rahat olur. Dünyâyı düşününce, huzuru kaçar ve âsabı bozulur. Yâni İslâmiyet, bir reçetedir. Tatbîk edenler, elbet faydasını görür” buyurdu.
.
Dünyada en mühim şey...
13 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :12 Aralık 2024 21:58
Şerbetçi Baba, Gelibolu'yu nurlandıran bir Allah dostudur.
O devirde genç bir âşık, bu zâtın büyüklüğünü işitip Gelibolu'ya geldi. Maksadı, ziyâret etmekti bu mübârek zâtın kabrini.
Ancak çok aradı.
Kabri bulamadı.
Akşam olunca bir eve misâfir oldu.
Bu zâtın sevdiği biri vardı.
O, bir gece yattı.
Rüyâda göründü mübârek.
Ve ona;
“Filân evde misâfir olan genci al da, bana getir!” buyurdu.
Derken sabah oldu.
Gidip buldu o genci.
Ve sordu ona:
“Siz Şerbetçi Baba'yı ziyârete mi geldiniz?”
“Evet.”
Aldı genci, götürdü mübâreğin kabrine.
“Genç âşık”, kabir başında bir müddet sessiz oturduktan sonra konuşmaya başladı kabirdekiyle.
Mübârek zât, gence;
“Evlâdım! En mühim şey; İslâmiyeti öğrenmek ve ona göre yaşamaktır. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ehemmiyet vermeyenler burada çok ‘pişmânlık’ çekiyorlar.” diye nasîhat etti.
Ve şöyle bitirdi:
“Îmân ve îtikat doğru değilse azaptan kurtuluş imkânsız burada. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup, bir an önce îmânını düzeltmeye bak! Ama acele et. Zîra ecelin ne zaman geleceği belli olmaz.”
.
Sana yardıma geldim"
14 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :13 Aralık 2024 23:26
Şerbetçi Baba, Gelibolu'yu nurlandıran bir Allah dostudur. O devirde, yalnız yaşıyan biri vardı.
Evinde ibâdetle meşguldü hep.
Ancak bir ara hastalandı.
Ve gitgide şiddetlendi.
Bakacak kimsesi de yoktu.
Çâresizdi!..
Açtı ellerini.
“Yâ Rabbî! Bana bir yardımcı gönder” diye yalvardı.
O anda aralandı kapısı.
İçeri nûrâni bir zât girdi.
Ve gülümsedi kendisine:
“Yalnızsın gâliba.”
“Evet efendim.”
“Sana yardıma geldim” dedi.
Adamcağız hem sevinçliydi.
Hem de şaşkın.
Sordu hemen:
“İyi ama siz kimsiniz. Hem kapı kapalıydı nasıl girebildiniz içeri?”
Gelen zât;
“Mühim değil, şimdi mühim olan, senin hastalığın” dedi.
Hemen bir ev ilâcı yapıp yedirdi ona.
Allah'ın izniyle adam şifâ buldu.
Mübârek zât çıktı.
Giderken fısıldadı:
“Bana Şerbetçi Baba derler, Gelibolu'da bulunurum.”
Adam merak etti.
Koştu Gelibolu'ya.
İlk rastladığına “Beni Şerbetçi Baba'ya götürür müsün” diye ricâ etti.
O kişi de;
“Hayhay” dedi.
Ve onu alıp bir türbeye götürdü.
“İşte, Şerbetçi Baba burada yatıyor” dedi.
Adam tutamadı gözyaşlarını!
Okuyup, gönderdi rûhuna.
Zor ayrıldı türbesinden...
.
Kurtarıcı aslan!..
15 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :15 Aralık 2024 00:35
Kalender Baba, Gelibolu'yu nurlandıran bir Allah dostudur.
Bir gün birkaç sevdiği huzûruna gelip “Efendi Baba! İzninizle sefere çıkacağız” dediler.
Mübârek zât;
“Hayhay! Selâmetle gidin, bir sıkıntıya düşerseniz, hemen beni hâtırlayın” buyurdu.
“Peki baba” dediler.
Ve düştüler yola.
Ancak bir yere geldiklerinde, “harâmîler” kestiler yollarını.
Şaşırdılar.
Çâresizdiler!..
Hemen Kalender Baba'yı hâtırlayıp “Yâ Rabbî! Sevdiğin o zât hürmetine bizi koru” diye yalvardılar.
O anda bir “arslan” belirdi.
Ve saldırdı soygunculara.
Bir anda toz oldu haydutlar.
Elhamdülillah.
Tehlike bitmişti.
Sefer dönüşü Kalender Baba'nın huzûruna varıp “Biz geldik efendim” dediler.
Mübârek zât;
“Hoş geldiniz, yolculuk iyi geçti mi?” diye sordu.
Onlar;
“Sâyenizde iyi geçti. O arslan olmasaydı mahvolmuştuk!” dediler.
Onlara cevâben;
“Allahü teâlâ, kendisine sığınanlara yardım eder” buyurdu.
Onlara sevgiyle baktı.
Ve nasîhat edip;
“Dünyâ ve âhirette saadete kavuşmak, ancak Resûlullah’a uymakla ele geçer. Ona uymadıkça her yapılan şey burada kalır. Âhirette işe yaramaz” buyurdu.
.
“Namaz, dînin direğidir”
16 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :16 Aralık 2024 00:51
Kalender Baba, Gelibolu'yu nurlandıran bir Allah adamı.
Bu zâtı sevenlerden biri, onu ziyâret için bindi katırına, düştü yola...
Ama bir mola yerinde kaçtı hayvanı.
O ıssız yerde bineksiz kalakalmıştı...
Çâresizdi!..
Ellerini açıp;
“Yâ Rabbî! Kalender Baba hürmetine bana yardım et” diye yalvardı.
O esnâda, hayvanının ilerden geldiğini gördü.
Hem de Kalender Baba getiriyordu hayvanını.
Gözlerine inanamadı...
Sevinçle onlara doğru koşarken kayboldu mübârek zât.
Hayvanına binip geldi Gelibolu'ya.
Bu zâtın huzûruna çıkıp yoldaki hâdiseyi anlatmak isterken, eliyle "sus" işâreti yaptı mübârek.
Ardından;
“Unutma, her yardımı yapan yalnız Allahü teâlâdır” buyurdu.
● ● ●
Bu zât, bir sohbetinde;
“Namaz, dînin direğidir. En mühim ibâdet namaz kılmaktır. Zâten Müslüman, beş vakit namazını, vaktinde kılan insandır” buyurdu.
Cemaat;
“Namaz kılmayan kişinin îmânı gider mi efendim?” dediklerinde; mübârek zât;
“Hiçbir özrü olmadığı hâlde, yâni bile bile kılmayan ve kılmadığına da üzülmeyenin îmânı gidebilir. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm; ‘Namaz kılmayan insanın, İslâmiyetten nasîbi yoktur’ buyuruyor” dedi.
.
Hâlis tövbe eden sarhoş!..
17 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :16 Aralık 2024 22:08
Şam’da dünyâya gelen Ebû Bekr-i Sûsî hazretlerinin kabr-i şerîfi de bu şehirdedir.
Bir gün talebesiyle sohbet ediyordu.
Bir ara dergâhtan içeri bir genç girdi.
Elbisesi kir pas içindeydi.
Üstelik de “sarhoş”tu.
Ayakta duramıyordu.
Talebeler tiksindiler ondan.
O genç, nihâyet bir kenara yığılıp kaldı!
Büyük velî, derse ara verip “Evlâtlarım! Onu böyle görünce hakkında kötü düşünmeyin! O da sizin gibi Allah’ın bir kuludur” buyurdu.
Ve ekledi:
“Hâlis tövbe ederse sizden yakın olur Allah’a. Belki de o, bu yola sizden daha ehil ve lâyıktır.”
Başını önüne eğdi.
Biraz tefekkür etti...
Sonra başını kaldırıp;
“Gün gelir, bu genç benim bu yerimde insanlara nasîhat eder. Haydi, şimdi onu incitmeden götürüp yatırın bir yatağa!” dedi.
Talebeler;
“Başüstüne” dediler.
Emri yerine getirdiler.
Az sonra genç kendine geldi.
Etrâfına bakıp sordu merakla:
“Ben neredeyim?”
“Burası bir dergâh.”
“Kim getirdi beni buraya?”
“Hocamızın emriyle biz getirdik.”
“Hocanız kim sizin?”
“Ebû Bekr-i Sûsî hazretleri.”
Genç bu ismi duyunca birden toparlanıp edeple diz çöktü...
Kalbi değişti birden...
Bütün kötü fiillerine ‘pişmânlık’ duydu.
Ve bu büyük zâta talebe oldu...
.
Abdest alan râhip!..
18 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :17 Aralık 2024 21:31
Câfer-i Sâdık hazretlerine, bir gün “iki genç” gelip, “Efendim, bize abdestin fazîletinden anlatır mısınız” dediler.
Büyük velî, “peki” dedi.
Şu hadîs-i şerîfi nakletti:
(Ümmetimin abdest uzuvları, mahşer karanlığında öyle nûrlu olur ki, etrâflarına ışık saçar. Başkaları onlara gıbtayla bakıp, keşke biz de bu ümmetten olsaydık diye hayıflanırlar.)
Sonra o gençlere;
“Eski peygamberlerin kitaplarında ‘Bir şeyden korkan kimse, hemen abdest alırsa, o şeyin zararından korunmuş olur’ diye okumuştum” buyurdu.
Ve şu hâdiseyi anlattı:
Bir yere gidiyordum...
Bir râhibin evini görünce durup onu îmâna dâvet etmeyi düşündüm...
Varıp çaldım kapıyı.
Ama kapı açılmadı.
Birkaç dakika sonra râhip elinde havluyla çıkıp;
“Beklettim, özür dilerim” dedi.
Sordum:
“Niçin geç açtınız?”
“Abdest alıyordum.”
“Niçin?”
“Sizi pencereden görünce heybetinizden korku geldi kalbime! Hemen abdest almaya gittim. Zîra Tevrat'ın tavsiyesi böyledir.”
“Ne tavsiye ediyor?”
“Bir şeyden korktuğun zaman abdest al ki, ondan zarar görmeyesin, yazıyor.”
Tam vaktiydi...
“Size bir teklîfim var, Müslüman olur musunuz?” dedim.
Râhip Kelime-i şehâdeti okuyup îmânla şereflendi. Bir abdest sebebiyle ebedî cehennemden kurtuldu.
.
"Git, İmâm-ı Câfer'i bana getir!"
19 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :19 Aralık 2024 00:41
Câfer-i Sâdık hazretleri, İslâm âlimlerinin göz bebeğidir. Zamânın hükümdârı, bir gece vezîrine “Git, İmâm-ı Câfer'i bana getir. Onu öldüreceğim" dedi.
Vezîr, ona;
"Amân hükümdârım! Gece gündüz ibâdetle meşgul olan ve devlet işlerine karışmayan bu kimseyi öldürmekten vazgeçin!" dedi.
Ve epey dil döktü.
Ama iknâ edemedi.
Mecbûren gidip çağırdı.
O arada hükümdâr, cellâtlara "İmâm-ı Câfer girer girmez başını vurun!" diye emretti.
O esnâda Câfer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Lâkin Hükümdâr onu görünce derhâl ayağa kalktı. Büyük bir tevâzuyla onu karşıladı ve kendi koltuğuna oturtup kendisi diz çöktü onun önünde.
Sonra saygıyla;
"Efendim, bir emriniz varsa derhâl yerine getireyim" dedi.
Hazret-i İmâm;
"Hiçbir isteğim yok. Yalnız beni rahat bırak!" buyurdu.
Çok heybetliydi!
Gitmek için kalktı.
Hükümdâr, izzet ve ikrâmla uğurladı onu. İmâm gidince, hükümdâr tir tir titriyordu.
Vezîr kendisine;
"Hani onu öldürecektiniz?" deyince de;
“Hiç sorma, Hazret-i İmâm içeri girince yanında koca bir aslan gördüm. Bana sertçe bakıyordu!
Ve lisân-ı hâliyle;
‘Eğer onu incitirsen, seni parça parça ederim!’ diyordu bana. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım!" dedi.
.
Nimetin kıymetini bilmek...
20 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :19 Aralık 2024 22:10
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Medîne’de dünyâya geldi.
Kabr-i şerîfi, Medîne’de, Cennet-ül Bakî kabristanındadır.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri bir gün Câfer-i Sâdık hazretlerinin evine gitti ve huzûruna girip görüşmek için izin istedi.
İzin alınca huzûruna girdi...
Hazret-i Câfer;
"Ey Süfyân! Sen zaman zaman sultânla görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise Sultândan hep uzak duruyorum. Çünkü zamânımız bunu îcab ettiriyor" dedi.
Ve ardından;
“İşte ey Süfyân! Bu sebeple buradan çık git" buyurdu.
Hazret-i Süfyân;
"Peki, ama bir tek nasîhatinizi almadıkça aslâ gitmem" dedi.
Hazret-i Câfer;
"Allahü teâlânın bir nîmetine kavuşan kimse, eğer buna şükrederse işbu nîmet artar" buyurdu.
Ve ilâve etti:
"Çünkü Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de ‘Nîmetlerimin kıymetini bilir, onlar için şükreder ve emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Yok, kıymetini bilmez, beğenmezseniz elinizden alır, şiddetli azap ederim’ buyuruyor" dedi.
Bunun ardından;
“Herkese iyilik etmeye mecbur değilsek de, kimseye kötülük yapmaya hakkımız yoktur. Müslüman, hiç kimseye kötülük yapmaz, elinden geldiğince iyilik yapar” buyurdu.
.
“Emr-i mârufta çok çile vardır!"
21 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :20 Aralık 2024 22:42
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Medîne’de dünyâya geldi.
Kabr-i şerîfi Medîne’de, Bakî kabristanındadır.
Bir kimse İmâm-ı Câfer hazretlerine geldi ve ona;
“Yâ İmâm lütfen duâ buyurun. Allahü teâlâ bana çok mal, çok para versin ve çok hac yapmamı nasip eylesin" diye ricâ etti.
Hazret-i İmâm;
"Pekâlâ" dedi.
Ve el kaldırıp "Yâ Rabbî! Bu kuluna, en az elli defâ hac îfa edecek kadar çok mal ve çok para ihsân et" diye duâ etti.
Duâsı kabul oldu.
Nitekim o kişiye o günden sonra tam elli defâ hac yapmak nasip oldu. Ellibirinciye niyetlenip yola çıktı ama nasip olmadı.
Âniden vefât etti...
● ● ●
Bu zât bir sohbetinde;
“Emr-i mârufta çok çile vardır. Ama sabretmek lâzımdır. Allah’ın dînini yayanlar çok nâzik ve kibar olmalı, gelen sıkıntılara da sabretmelidir” buyurdu.
Cemaat;
“Ya sabretmezlerse efendim?” dediklerinde mübâdek zât;
“O vakit ‘başarısız’ olurlar. Etrâflarında kimse kalmaz. Hak teâlâ; (Ey habîbim, sen sabırlı olmasaydın, kavmine karşı yumuşak davranmasaydın, yanında hiç kimse kalmaz, dağılırlardı) buyuruyor” diye cevap verdi.
.
"Bana nasîhat edin efendim!"
22 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :21 Aralık 2024 22:40
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Medîne’de dünyâya geldi.
Kabr-i şerîfi de ordadır.
Cennet-ül Bakî kabristanında.
Câfer-i Sâdık hazretlerinin dedesinin dedesi Server-i kâinattır. (Aleyhissalâtü vesselâm.)
● ● ●
Dâvud-i Tâî hazretleri, bir sabah Câfer-i Sâdık hazretlerinin yanına geldi.
Ve hürmet gösterip;
"Ey Câfer! Sen Resûlullah’ın torunusun. Bana nasîhat et de kalbim huzur bulsun" dedi.
Hazret-i Câfer ona cevâben;
"Sen zâhid birisin, benim nasîhatime ihtiyâcın olmaz zannediyorum?" dedi.
Dâvud-i Tâî;
"Hayır, ihtiyâcım var. Çünkü sen, Resûlullah Efendimizin evlâdısın. Bunun için her kişi senin nasîhatine muhtaçtır" dedi.
Ve cevap bekledi.
Hazret-i Câfer;
"Ey Dâvud! Bu iş, soy işi değildir. Ceddim Resûl-i ekrem, mahşerde bana ‘Ey oğlum! Niçin bana tam uymadın?’ buyurursa, ben ne yaparım?" dedi.
Dâvud-i Tâî ağladı!
Ve kendi kendine;
"Yâ Rabbî! O Câfer-i Sâdık ki, Resûlün torunu, ilim ve mârifette cihanda bir tektir. Sözleri, yaşayışı bizlere senettir. Buna rağmen o böyle korkarsa, yarın mahşer günü Dâvud'un hâli nice olur?" diyordu yaşlı gözlerle!
.
“Kalbin sıkılıyorsa zikret!"
23 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :23 Aralık 2024 00:39
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Medîne’de dünyâya geldi. Kabr-i şerîfi Medîne’de, Cennet-ül Bakî kabristanındadır.
Bir gün sohbetinde;
"Allah adamlarını çok sevin ve onların hayat tarzını kendinize örnek alın. Allah dostlarını sevmek, insanın ihlâsını arttırır" buyurdu.
Cemaat duygulandı!
Ve merakla sordular:
"Efendim, bu dünyâda kim kimi seviyorsa âhirette de onunla beraber olacakmış, öyle mi?"
Büyük velî;
"Evet" dedi.
Ve Peygamber Efendimizin "Her kişi, dünyâda ve âhirette sevdiğiyle beraber olacaktır" buyurduğunu nakletti cemaate.
● ● ●
Bir gün de, bir genç;
“Efendim, ben çok sıkılıyorum.
Bana, neyi tavsiye edersiniz?” diye sordu.
Büyük zât;
“Kalbin sıkılıyorsa Allahü teâlâyı zikret. Zîrâ kalbin rahatlaması, ancak Allah’ın zikriyle olur. Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmek ve buna göre yaşamak, zikretmektir. Ayrıca kimseye kötü söz söyleme” buyurdu.
Delikanlı;
“Kötülük edene de mi?” diye sorunca, mübârek zât;
“Evet, Müslüman, ona da karşılık vermez. Sabreder, hattâ tatlı dille nasîhat eder” buyurdu.
.
"Kimsede vefâ kalmadı!.."
24 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :23 Aralık 2024 22:42
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Medîne’de dünyâya geldi.
Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilimlerinde devrinin bir tekiydi.
Hattâ İmâm-ı âzam, bu zât hakkında;
“Ben, ömrümde ondan derin bir âlim görmedim" demiştir.
Her mârifette mâhirdi.
Her ilimde üstattı.
Yumuşak huylu olup, kimseyi incitmez, her mümini, kendinden daha üstün bilirdi.
Birkaç kölesi vardı.
Bir gün onları çağırıp;
"Gelin sizinle bir sözleşme yapalım. Hangimiz cehennemden kurtulursak, o kişi, hepimize şefâat etsin" buyurdu.
Çok duygulandılar.
Ve hayret içinde;
"Ey Allah Resûlünün evlâdı! Sizin şerefli ecdâdınız varken, bizim gibilerin şefâatine acabâ ihtiyâcınız olur mu?" dediler.
"Elbet olur" dedi.
Ve ardından;
"Ben bu amelimle büyük dedeme lâyık bir evlât olamam diye, size mürâcaat ediyorum" buyurdu.
Yaşı ilerlemişti.
İnzivâya çekildi.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri;
"Ey Câfer! Neden uzlete çekildin. İnsanlar senden istifâdeden mahrum kaldılar!" dedi.
Önce bir şey demedi.
Sonra cevap verip;
"Şimdi böyle gerekiyor. Zîra zaman bozuldu, insanlar değişti. Kimsede vefâ kalmadı" buyurdu.
.
Kusuru başkasında arama!
25 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :24 Aralık 2024 23:17
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, bir günkü sohbetinde;
"Birine kızarsanız yâhut biri size kızarsa, hemen iki rekât namaz kılıp tövbe edin" buyurdu.
Hikmetini sordular.
Cevâbında;
"Çünkü kusuru başkalarında değil, kendimizde arayacağız, kendimizi kusurlu göreceğiz" buyurdu.
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
"Ey efendim, Allahü teâlâ, fâiz alıp vermeyi niçin haram kılmıştır?" diye sordular.
Cevâbında;
"Eğer fâiz haram olmasaydı, insanlar arasında birbirine karşılıksız iyilik yapan kimse kalmazdı" buyurdu.
● ● ●
Bir gün yolda gidiyor, biri de arkasından tâkip ediyordu.
Bir aralık;
"Yâ Rabbî! Bana bir elbise gönder" diye duâ etti.
O ara biri geldi.
Bir paket verip;
"Efendim, bunu size falanca gönderdi" deyip gitti.
O paketi açtığında, çok kıymetli bir elbise gördü.
Allah’a şükretti.
Tâkip eden kişi;
"Efendim, siz o duâyı yaparken ben de ‘âmin’ demiştim. Eski elbisenizi de bana verin" dedi.
Hazret-i Câfer; "Peki" buyurdu.
Yeni elbiseyi ona verdi.
Huzur içinde evine gitti...
.
"Müslümanlık, kısaca nedir efendim?"
26 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :26 Aralık 2024 00:33
Tâbiîn-i kirâmdan ve evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık hazretleri, Medîne’de dünyâya geldi.
Bir kimse anlatıyor:
Benim, Zeyd isminde bir amcam vardı ki, Câfer-i Sâdık hazretlerini sevmezdi.
Bir gün bir yerde bu velînin kerâmetleri anlatılıyordu.
Amcam geldi. Biraz dinleyince;
“Câfer neredee, böyle işler nerede?" deyiverdi.
Hazret-i Câfer bundan haberdar olunca çok üzüldü!
Gönlü incindi...
Ve kırık kalple;
“Allahü teâlâ, kelp büyüklüğünde bir hayvanı ona musallat etsin!" buyurdu.
Duâsı kabul oldu.
Hem de âcilen.
Aynı gün Zeyd yolda giderken köpek büyüklüğünde bir arslan ona saldırdı ve parçalayıp geri gitti!
● ● ●
Bu zâta bâzı gençler;
“Müslümanlık kısaca nedir efendim?” diye sordular.
Mübârek zât;
“Allahü teâlânın emir ve yasaklarına saygılı olmak, Onun mahlûklarına karşı merhametli olmak, yâni acımaktır” buyurdu.
Cemaat;
“Müslümanın şiârı nedir efendim?” dediklerinde büyük velî;
“Müslümanın şiârı, güleryüz tatlı dil, münâfığınki ise, çatık kaş asık surattır” buyurdu.
.
“İyi insan nasıl olur efendim?"
27 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :27 Aralık 2024 00:22
Belh şehrinde doğan Hâtim-i Esâm hazretlerinin kabr-i şerîfi de bu yerdedir.
Bir gün Resûlullahın ravdasında, yalvardı:
“Yâ İlâhî! Resûlünün hürmetine beni affet.”
O an bir ses duydu.
Gâipten geliyordu...
Kulak verdi.
“Habîbimin hatırı için, orada olanların hepsini affettim” diyordu.
● ● ●
Bir gün bir hastalığa yakalandı.
Doktorlar çâresini bulamadılar.
Nihâyet Resûlullah’ı araya koyup “Yâ Rabbî! Habîbinin hürmetine bana şifâ ver” diye yalvardı.
Sonra yattı.
Bir mübârek zât gördü rüyâsında.
Elindeki reçeteyi uzatıp;
“İşte senin ilâcın. Bu reçete, Resûl aleyhisselâmın emirleriyle yazılmıştır” dedi.
Uyanıp tatbîk etti onu.
Ve şifâya kavuştu
Kurtuldu o hastalıktan.
● ● ●
Bir gün de, bu zâta;
“İyi insan nasıl olur efendim?” diye sordular.
Büyük zât;
“İyi insan, güler yüzlü olur, kimseye yük olmaz, bilâkis herkesin yükünü çeker” buyurdu.
Cemaat;
“Ya namaz ve oruç efendim?” dediklerinde, mübârek zât;
“Namaz ve oruç, her Müslümânın, aslî vazîfesidir ve zâten yapması lâzımdır” buyurdu.
.
"Sana yapılan kötülükleri unut!"
28 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :27 Aralık 2024 23:22
Limân Baba, Anadolu'daki Hak dostlarından olup, kabr-i şerîfi, Lüleburgaz’dadır.
Bu zât sevdikleriyle bir ağaç altında oturuyordu bir gün.
Onlardan biri;
“Efendim, Evliyâullah, Allah'ın izniyle toprağı ‘altın’ yaparlarmış. Acabâ bugün de öyle velîler var mıdır?” diye sordu
O cevap vermedi...
Yerden bir avuç “toprak” alıp o kişinin avucuna koydu. Toprak "altın" oldu adamın avucunda.
Sonra alıp yere attı.
Yine "toprak" oldu.
Ardından;
“Toprağı ‘altın’ yapmak mühim değil. Mühim olan; İslâmiyete uymaktır. İslâm’a uyan, dünyâda da rahat eder, âhirette de” buyurdu.
● ● ●
Bir gün sevdiklerine: “Siz, âhiret sıkıntılarından kurtulmak istiyor musunuz?” diye sordu.
Dinleyenler;
“Elbette isteriz” dediler.
Büyük zât;
“Öyleyse siz, Allah'ın kullarını dünyâ sıkıntılarından kurtarın ki, Allah da sizi âhiret sıkıntılarından kurtarsın” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de genç birine;
“İki şeyi unut, iki şeyi de unutma” buyurdu.
Delikanlı;
“Onlar nedir ki, efendim?” dediğinde;
“Yaptığın iyilikleri ve sana yapılan kötülükleri unut. Ölümü ve Allahü teâlâyı bir an unutma” buyurdu.
.
“Yolunu mu şaşırdın evlat?”
29 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :28 Aralık 2024 23:01
Merzifon'da yaşayan Abdurrahîm-i Merzifonî hazretlerinin kabr-i şerîfi de bu yerdedir.
Onun zamânında bir genç, ata binip köyünden çıktı bir kış günü.
Yolda bir tipiye yakalandı.
Bir adım ilerisini göremiyordu.
Çâresizlik içinde kıvranırken bir el tuttu atının dizgininden;
Nûr yüzlü bir zâttı bu.
Ona sevgiyle bakıp;
“Yolunu mu şaşırdın evlat?” dedi.
Genç, “Evet baba” dedi.
O zaman işâret edip;
“Şöyle git, şehre varırsın” buyurdu.
Ve kayboldu gözden...
Genç, o yöne gidip şehre vardı.
İyi de, kimdi bu ihtiyar?
Nûrâni yüzü, ak sakalıyla bu sevimli çehre hayâlinden silinmedi...
Aradan on sene geçmişti.
Merzifon'da girdi bir câmiye.
Bir hoca sohbet ediyordu.
Ak sakallı, nûr yüzlü, sevimli bir ihtiyardı bu.
Bu sîmâ hiç de yabancı gelmedi ona.
Ama bir türlü çıkaramadı...
Nihâyet sohbet bitti.
Hoca Efendi, kitâbı kapatıp kalktı.
Giderken bu gencin yanına geldi.
Kulağına fısıldadı:
“Tanıyamadın mı evlat?”
“Evet efendim, çıkaramadım.”
“Hani on sene önce şiddetli bir tipide yolunu kaybetmiştin, hâtırladın mı?”
“Evet efendim, hâtırladım.”
“Peki, bunu kimseye söyleme.”
“Başüstüne” dedi.
Sonra sordu:
“Siz kimsiniz efendim?”
“Bana, Abdürrahîm derler. Buralıyım” buyurdu...
.
Derdi olan ona koşardı...
30 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :30 Aralık 2024 00:57
Allah dostlarından Zindan Baba, Lüleburgaz'da yetişen velîlerindendir. 1500'lü yıllarda yaşadı bu topraklarda.
“Allah sevgisiyle” doluydu kalbi.
Derdi olan ona gider, onda bulurdu dermanını.
Bu zât bir gün evinin önünde oturuyordu ki, bir kişi, hanımıyla geldi bu zâtın yanına.
“Selâmün aleyküm baba.”
“Aleyküm selâm evlât.”
Yanlarında on yaşlarında güzel bir çocuk vardı. Onu gösterip;
“Hocam bu çocuğumuz dilsiz. Duâ edin de dili çözülsün” dedi.
Mübârek zât çocuğa şefkatle bakıp “Mâşallah, çok da sevimliymiş” dedi.
Adam üzgündü...
“Evet, ama konuşamıyor.”
“Hiç mi konuşmuyor?”
“Maalesef. Bugüne kadar bir kelime bile etmedi hocam.”
Mübârek zât döndü çocuğa.
Elini şefkatle başına koyup sordu:
“Senin adın ne bakayım?”
“Ahmed.”
“Kaç yaşındasın?”
“On yaşındayım.”
Anne baba, hayretle birbirlerine bakıştılar!
Şoka girmişlerdi sevinçten.
Evet, çocuk konuşuyordu.
Büyük velî, sordu onlara:
“Niçin çocuğa iftirâ ediyorsunuz?”
“Estağfirullah hocam.”
“Az önce konuşmuyor demediniz mi? Ne güzel konuşuyor işte.”
Evet, çocuğun dili çözülmüştü.
Anne baba, sevinç gözyaşlarıyla döndüler evlerine!
Allah’a şükrederek...
.
"Âhiret derdi olanın, dünyâ derdi olmaz!"
31 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :31 Aralık 2024 00:53
Allah adamlarından Garip Baba, duâsı makbûl olan zâtlardandır.
Yüzyıllar evvel Keşan'da yaşamış.
Bir gün sevdiklerinden bir kimse geldi bu zâta.
Ancak üzüntülüydü.
Mübârek zât bir bakışta anladı iç hâlini ve buyurdu ki:
“Bugün üzgün gibisin.”
“Evet hocam, çok fenâyım.”
“Hayırdır, nedir seni böyle çok üzen?”
“Bu gece babamı gördüm rüyâda. Azap içindeydi hocam. Ne olur, duâ edin de kurtulsun bu azaptan.”
Buyurdu ki:
“Allah kerîmdir evlâdım. Dilediğini affeder.”
Adam sevinerek gitti eve.
Ertesi gece yine gördü babasını.
Ama neşeli ve yeşillikler içindeydi bu defâ.
Onu böyle görünce sordu hemen:
“Babacığım, dün azaptaydın, şimdiyse nîmetler içindesin. Merak ettim, nasıl oldu bu iş?”
Babası sevinçle;
“Garip Baba’nın duâsıyla kurtuldum oğlum. Allah adamlarının duâlarıyla nice insanlar affoluyor. Onları sevenlerin işi, burada kolay” dedi.
● ● ●
Bir gün, bir genç;
“Hocam, ben her şeyi kendime dert ediyorum, biri bitip öteki geliyor” diye arz etti.
Büyük zât;
“Yanlış yapıyorsun evlât. Dert, âhiret derdidir. Dünyâyı değil, âhireti dert et. Âhiret derdi olanın, dünyâ derdi olmaz. Âhiret derdi yanında dünyânın bütün sıkıntıları bir araya gelse, yine de hiçtir” buyurdu.
.
.
|
Bugün 654 ziyaretçi (897 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|