|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Fatih Menderes Topcuoğlu
Milyonlarca "Sünnî Suriyeli"yi temsil eden "Halepli Abdüssemî"nin manidar hikayesi de, bu "kurtuluş"tan sonra başlıyordu:
"Fransızlardan sonra her bakımdan rahatladık. İpek Yolu üzerinde bulunduğumuzdan ticaret çok yaygındı. İyi kazanıyorduk. Okuyup memur olmayı 'enayilik' olarak görüyorduk. Çocuklarımızın "maaş mahkumu" olmasını istemiyor; ticarete yönlendiriyorduk. O kadar zengin olmuştuk ki, altın kaplamalı sehpalarımız, bir daireden daha pahalıydı. Otopark kapılarımız bile altın kaplamalıydı. Biz refah içinde yüzerken, Alevîler (Arap Alevîleri/Nusayriler); çocuklarını okutuyor, memur ve asker yapıyorlardı. Bu yüzden de düşük standartlı bir hayat yaşıyorlardı."
Abdüssemî Amca, sonrasını ise ağlayarak anlatmıştı:
"Her şey çok güzel gidiyordu. Bir sabah (8 Mart 1963) uyandık ki; darbe olmuş! Bizim 'enayi' dediğimiz Alevîler(Nusayrîler) yönetimi ele geçirmiş! Öyle bir katliam ve gasp furyası başlamıştı ki, milyonluk kol saatlerimizden birini bile yanımıza alamadan yollara düştük. Üzerimize ise en eski elbiselerimizi giydik. Çünkü Nusayri darbeciler, şehirden ayrılanların yolunu kesiyor; zengin olduğunu tahmin ettiklerini geri döndürüp 'Altınları sakladığınız yeri gösterin' diye işkence ediyordu!"
Evet; azınlıktaki Nusayrîlerin "okumuş" çocukları Muhammed Ümran, Salah Cedid ve Hafız Esad'ın organize ettiği "idealist" azınlık, parlamenter demokrasiyi kaldırarak, yüzde 90 çoğunluğun iradesine; hatta her şeyine el koymuştu
"SABETAY SEVİ'nin soyundan geliyorum. Kendisine hayranım. Keşke bu dünyadaki bütün yahudiler onun mesihliği altında birleşse.."
Atatürkün Yaşami, L. Cilt, sahife 23, TÜRK TARİH KURUMU YAYINLARI, 1980)
Müslümanlığı, Budizmi bir yana bırakarak basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak «birleşik bir dünya devleti» kurma hayalinin tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.
Osmanlı Devletine inanet eden Bir Subay olan Selanikli Yahudi Sabetay Kamâl'in İslam'a ve Kuran'a Zararları ve Hakaretleri.. #ÜstadKadirMısıroğlu
^*
- İslam hariç her dine saygı duyarlar.
- Arapça hariç her dile saygı duyarlar.
- Kur’an hariç her kitabı severler.
- Camiler hariç her mekanı severler.
- Başörtüsü hariç açık giysiye saygı duyarlar.
- Osmanlı tarihi hariç her tarihe inanırlar.
- Türkiye hariç her ülkeyi severler.
İçimizdeki düşmanlar, sebataylar,
EVET, BEN SELANİKLİYİM Ilgaz Zorlu
SABETAYCI ILGAZ ZORLU'NUN İTİRAFLARIYLA
DEVLET YÖNETİMİNDEKİ YAHUDİLER
Sabetaylar, bugüne kadar dönme yani Yahudi olduklarını asla ama asla açıklamadı...
İki isim mertçe ortaya çıkıp,
Bunlardan birisi Ilgaz Zorlu diğeri ise modacı Cemil İpekçi.
İçimizdeki düşmanlar, sebataylar, Türkiyeyi yönetenler
Kendisi de bir Yakubi olan Ilgaz
Zorlu tabuları yıkmakla kalmadı, dönmelerin kirli çamaşırlarını ortaya döktü. .
Türk Masonlarının büyük çoğunluğu
Sabetayistlerin "Kapani" kolundan geliyor.
Türkiye'de uzun yıllar siyaset ve bürokrasi de masonların kontrolündeydi.
Sabetaylar devlete bu mason localarıyla hâkim oldular.
Fahri Korutürk başta olmak üzere, Türkiye'de seçilen Cumhurbaşkanlarının bir kısmı da Sabetayist idi.
Zorlu; "İttihat ve Terakki" diyor.
İttihat ve Terakki Osmanlı'yı yıkıp Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran teşkilattır.
Sultan Abdülhamid Han'ı tahttan indirenler de bu gruptandı.
İttihat ve Terakkicilerin büyük kısmı, Mason görünümlü Sabetaydı.
Kapancılar İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde önemli siyasi roller üslenmiş bir gruptur..
TÜRKLERİN tarih boyunca yuttukları
Munis Tekinalp Gerçek adı ile; Moiz Kohen
Sözde Türkçü Yahudi, şimdi Fransa'da bir Yahudi mezarlığında gömülü bulunuyor. Tekin Alp (Moiz Kohen), CHP'den milletvekili adayı oldu, ancak seçilemedi.
1961 yılında öldü.
Fanatik bir Osmanlı düşmanı olan Tekin Alp'in bütün amacı Türklerin tarihinden Osmanlı'yı silip Türkleri Orta Asyalı Şaman göstermekti.
Osmanlıyı ve Selçukluyu asla Türk görmez.
Onun gözünde Türk, Müslüman olmamış Türk'tür.
Moiz Kohen'e göre Orta Asya'daki Türk ruhu, Atatürk ve İsmet İnönü'de vücut buldu.
Tekinalp, Ziya Gökalp'e “Türkçülüğün hakiki peygamberi", "Türkçülüğün mübeşşiri" gibi sıfatlar vermekle kalmadı, Gökalp'i kendisinin yetiştirdiğini itiraf etti.
Ziya Gökalp'ın, Yahudi ve Kürt olduğuna yönelik farklı iddialar var.TARİH 18 TEMMUZ 1923..CHP'LİLER MECLİSTE DİN DEĞİŞTİRİP HRISTİYANLIĞA GEÇMEYİ TARTIŞIYORLAR..İSMET İNÖNÜ İSE HOCALARI TOPTAN KALDIRALIM AKSİ HALDE BUNLARI YAPAMAYIZ DİYOR..
iSLAM'DAN KOPARIP ALDIKLARI
1 – Islam Hilâfeti’ni kaldirdilar;
2 – Devletin dini Islam’dir“ ibaresini anayasadan cikardilar;
3 – Seyhülislamligi ve Ser’iyye Vekaletini lagvettiler;
4 – Miras hukukunu degistirdiler;
5 – Dinî nikâhi yasak ettiler;
6 – Kocasi ölen veya bosanan kadinlara ait iddet diye bir sey tanimadilar;
7 – Kadinlarin basörtüsüne karsi ciktilar;
8 – evlilik hukunu değiştirdiler;
9 – Ser’î yemini degistirdiler;
10 – Cocuklari sünnet etmeyi yasakladilar (sonra müsaade edildi);
11- Cuma ve Bayram hutbelerinin sünnet vechi üzere Arabî lisanla okunmasini yasak ettiler;
12 – Islam Hukuku yerine, medenî kanunu getirdiler;
13 – Askerî sancaktan, Kelime-i Tevhid’i kaldirdilar;
14 – Istanbul fethinin Sembolü olan Ayasofya Camisini Müzeye cevirdiler;
15 – Hulefa-i Rasidin levhalarini camilerden indirdiler;
16 – Din derslerini mekteplerden kaldirdilar;
17 – Dinî ve Islamî kuruluslari yasakladilar;
18 – Kur’an harflerini yasak edip, latin harflerini getirdiler;
19 – Camilerde Kur’an ögrenmeyi men ettiler (sonra serbest birakildi);
20 – Ezani Türkcelestirdiler (1950′den sonra yasak kaldirildi)
21 – Kur’an cüzlerinin satisini yasakladilar (sonra serbest birakildi)
22 – Dinî kitaplari Halk Partisi binalarina sokmadilar;
23 – Latin Alfabe getirdiler Arabca yerine
24- Medreseleri kapattilar (hâlâ kapalidir!)
25 – Bir cok cami ve mescidleri camilikten cikardilar;
26 – Türbeleri kapattilar;
27 – Tekkeleri kapattilar;
28 – Milletin basina zorla sapka giydirdiler (giymeyenler asildi)
29 – Ser’î talaki (bosanmayi) tanimadilar;
30 – Millet kürsüsünde „Din zehirdir“ dediler;
31 – „Din fikrini milletin kalbinden silmek icin otuz seneye daha ihtiyacimiz vardir“ dediler;
32 – „Din ve Arapca kitaplari toplayip imha edecegiz! dediler;
33 – Hacca gitmeyi yasakladilar (sonradan bu yasak kaldirildi);
34 – Sarik ve cübbeyi yasakladilar (sonralari tek camilerde müsaade ettiler);
35 – Kâbe levhalarini ve benzeri tasvirleri (resimleri) camilerden indirdiler;
36 – Müslüman kizlarin, gayri müslimlerle evlenmelerine müsaade ettiler;
scale(7.99958)'%3E%3Cstop offset='.5618' stop-color='%230866FF' stop-opacity='0'/%3E%3Cstop offset='1' stop-color='%230866FF' stop-opacity='.1'/%3E%3C/radialGradient%3E%3CradialGradient id='paint2_radial_15251_63610' cx='0' cy='0' r='1' gradientUnits='userSpaceOnUse' gradientTransform='rotate(45 -4.5257 10.9237) scale(10.1818)'%3E%3Cstop offset='.3143' stop-color='%2302ADFC'/%3E%3Cstop offset='1' stop-color='%2302ADFC' stop-opacity='0'/%3E%3C/radialGradient%3E%3ClinearGradient id='paint0_linear_15251_63610' x1='2.3989' y1='2.3999' x2='13.5983' y2='13.5993' gradientUnits='userSpaceOnUse'%3E%3Cstop stop-color='%2302ADFC'/%3E%3Cstop offset='.5' stop-color='%230866FF'/%3E%3Cstop offset='1' stop-color='%232B7EFF'/%3E%3C/linearGradient%3E%3C/defs%3E%3C/svg%3E" style="border: 0px; vertical-align: top;" alt="" />
Uyan artık Türk.! ÖNCE BİR OKU.. İSTERSEN.
Şu Filistin dost muymuş, düşman mıymış?
Gerçekten işgal edilmiş mi?
Yıl 1837
Filistin nüfus sayımı yapılıyor, Filistin’de bulunan Yahudilerin toplam nüfusu 9 bin olarak kayıtlara geçiyor.
Filistinli Arapların, Yahudilere toprak satması ile bu rakam elli bine yükseliyor. Böylece 1882'de ikinci Yahudi yerleşimi kurulmuş oldu.
1908'de Yahudi nüfusu yüz binin üzerine çıkmıştı.
Bu topraklar devlet tarafından satılmıyordu,
Bizzat o bölgede yaşayan Arap şeyhlerin şahsi mallarıydı.
Ederinin çok üstünde fiyatlara satmak için Filistinli Araplar adeta yarışıyordu.
Hâlbuki Padişahın bu konuda açık emri vardır. Hiçbir Yahudiye toprak satılmayacaktır.
Her şeyin kılıfını uyduran Yahudiler, Alman kimliği ile, İngiliz kimlikleri ile toprak satın alıyorlardı.
Filistinli Arapların ise gözü doymak bilmiyordu.
Yani öyle işgal ederek başlamadı her şey!
Adamlar bastılar parayı aldılar toprakları.
Demek ki neymiş?
Vatanın her bir karışı kutsal imiş, kutsalı satar isen başına bunlar gelir imiş !
Osmanlı dönemi sonrası Filistin İngiliz himayesi altına girdi ve toprak satışı yasağı kalkınca Yahudiler satın aldıkları toprakların tapularını kendi üzerlerine aldılar.
1925'te 944 bin dönüm olan arazi satılmıştı !
1927'de 1 Milyon 124 bin dönüm arazi satılmıştı.
1930'da satılan arazi miktarı 1 Milyon 700 bin dönüme çıkmıştı...
Bunlar hep satın alınan arazilerdi. Tapulu belgeli !
1948 yılına gelindiğinde bir devlet kurabilecek kadar toprak satın alınmıştı ! Öyle bazılarının söylendiği gibi Filistin işgal edilmiş falan değil !
Peki Bu Filistinliler nasıl insanlar?
Türkler ile bağları neymiş bir de ona bakalım..
Yıl 1915
Filistin askerleri, Türk askerlerine cephe arkasından saldırmış ve 14 Bin Türk askerinin şehit olmasına bir çok askerin yaralanmasına sebep olmuştur. Arap ihaneti ile esir düşen 15 bin Türk askerinin gözleri kör edilerek eziyet edilmişti.
Yıl 1916
Filistin bayrağı, Filistin halkını temsil etmek için kullanılan bayraktır. İlk olarak Şerif Hüseyin tarafından 1916 yılında Osmanlı Devletine karşı başlatılan Arap ayaklanmasının sembolü olarak 4 renkli,
"siyah, beyaz, yeşil ve kırmızı" renklerden oluşan bir bayrak tasarlanır.
En üstteki siyah yatay çizgi, Abbasileri;
Ortadaki yeşil renk Şii Fatımileri;
Alttaki beyaz renk Emevileri temsil eder.
Kırmızı üçgen ise 1916 yılında Osmanlı Devletine isyan eden Şerif Hüseyin’in kabilesi Haşimoğullarını, diğer bir görüşe göre Arapların Osmanlı Devletine karşı bağımsızlığı için dökülen kanı temsil eder.
Yıl 1917
Filistinli Araplar İngiliz Lawrance ile bir oluyor ve tarihe Akabe baskını olarak geçecek ihanete imza atıyorlardı. Akabe'deki tüm Türk askeri katledilmiştir. Bugün Ürdün-Filistin arasındaki Wadi Rum çölünde, Lawrance Rölyefi ile Lawrance'ı dağlara taşlara kazımışlardır.
Aynı yıl yani 1917'de Kudüs Filistinliler tarafından İngilizlere teslim ediliyor !
Bunla da kalmıyor İngiliz General Edmund Allenby Kudüs’e girerken Filistinli Araplar tarafından "El-Nebi" yani peygamber olarak karşılanıyor.
Yıl 1978
Filistin Kurtuluş örgütü terör örgütü PKK'ya kucak açıyor, PKK ile birlikte Türkiye aleyhine faaliyetlere başlıyor.
Yıl 1979
Ankara'da bulunan Mısır Büyükelçiliği Filistinliler tarafından basılıyor bir polisimiz ve bir bekçimiz şehit oluyor.
Yıl 1980
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi lideri George Habash, Lübnan'ın Sidon şehrindeki kamplarını Asala terör örgütüne açıyor, Asala'nın diplomatlarımızı katlettiği eylemlerine bu Filistinli teröristler de destek veriyor.
Yıl 1989
Yaser Arafat, "Ermenistan'ın haklı davasını destekliyoruz"
açıklamaları yapıyor.
Karabağ işgaline ve Ermeni katliamlarına destek veriyor.
Yıl 1993
Filistinli araplar, Mesud Barzani'nin "Bağımsız Kürdistan" fikrine de destek oluyor.
Yıl 2002
Binbaşı Cengiz Toytunç Batı Şeria'da Barış gücünde görevliyken aracı durdularak şehit ediliyor.
Yıl 2009
Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas Kıbrıs'ta Türklerin işgalci olduklarını, Rumların tüm tezlerini desteklediklerini dünyaya açıklıyor.
Yahu sizin gözünüzdeki bu perde nasıl kalkacak !
Yıl 2012
Filistin Devleti Al Nakba kupası adı altında bir organizasyon düzenliyor ve sözde Kürdistan takımını da davet edip, Kürdistan Futbol takımı ile maç yapıyor.
Yıl 2019
Türkiye'nin Suriye'de başlattığı "Barış Pınarı harekatı" için Filistin’in de içinde olduğu "Arap birliği" kınama mesajı yayınladı.
Yıl 2020
Filistin, Türkiye'nin Doğu Akdeniz’deki hak iddialarına karşı olarak kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumuna üye oluyor.(eastern mediterranean gas forum)
Yunanistan, Mısır, Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail ile birlikte Türkiye'nin Mavi Vatan tezine karşı cephe alıyor.
Aynı yıl yani 2020'de
Filistin, Çin'in Uygur Türkleri'ne yaptığı soykırımı destekliyor ve Çin'in Uygur Türkleri politikasına destek verdiğini söylüyor.
Bugün güzel ülkemin güzel sokaklarında bu milletin üzerinde Türk kanının da temsil edildiği Filistin bayrağını şahlandıran bir kesim var.
Onların amaçları nedir bilmiyorum ama, Türkiye’de; İtalyan, Alman, İngiliz şirketleri adı altında İsrail tarafından alınan binlerce dönüm tarım arazisinin satın alındığını herkes biliyor.
Tıpkı vakti zamanında Filistinli Arap şeyhlerin topraklarını sattıkları gibi bizlerde topraklarımızı maalesef ecnebilere sattık, satmaya da devam ediyoruz !.
400 bin dolar veren herkes Türk vatandaşı olabiliyor..
Filistinleşiyoruz ruhunuz duymuyor !
Çocuklarınız sizi nasıl yad edecek ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz!
Evinizi, toprağınızı, yerinizi yurdunuzu yabancılara satarken Filistinliler gibi sizde hatıra fotoğrafı çektirmeyi unutmayın!
Belki sizinde vakti zamanında İsraillilere toprak satarken çekinen Filistinliler gibi bir fotoğrafınız tarihe geçer...
Mehmet Kaya sayfasından alıntı
BİR OSMANLI KARDEŞLİĞİ: TÜRKLER VE ARAPLAR
Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir prestij kazanmış; diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissetmişlerdir.
20 Mayıs 2009 Çarşamba
20.05.2009
Yakında yaptığım bir Orta Doğu seyahatinde, Türkiye’nin Araplar nezdinde itibarının arttığını müşahede ettim. Daha önceki senelerde uzun müddet Arap ülkelerinde yaşadım. Tahsil yaptım. Arapları hasbelkader tanıma imkânım oldu. Ekserisin Türklere karşı sempatisinin bulunduğunu gördüm. Osmanlı devrini hasretle anıyorlardı. Temiz, görgülü, misafirperver insanlardı.
Birinci Cihan Harbi'nde bir Arap şehrinde Osmanlı ordusunun muzafferiyeti için topluca dua ediliyor.
El-Emel fi türkiye
Arap dünyasında bilhassa iki Osmanlı padişahının müthiş itibarı vardır. Birisi İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuşmuş olan Fatih Sultan Mehmed; ikincisi de Filistin’i ne pahasına olursa olsun Siyonistlere teslim etmeyen Sultan Abdülhamid. Bilen bilir, Orta Doğu’da Filistin meselesi daima aktüeldir. Cuma hutbelerinde Filistin’in anılmadığı, dolayısıyla Sultan Hamid’den minnetle bahsedilmediği gün neredeyse yoktur.
Bosna’daki dahilî harb esnasında Medine mescidinde tanıştığım çok ihtiyar Yemenli bir seyyid Habib Zeyn bana, “Bosna’nın Müslümanlığı Fatih Sultan Muhammed Han sayesindedir. Bosnalılara ancak siz yardım edebilirsiniz. Vazifenizdir” demişti.
Seneler evvel Türkiye’deki bir cumhurreisi seçimi arefesinde, Sudan müftüsü iyi birinin seçilmesi için dua ettiğini söyledi. Bir ahbabım “Sudan nere, Türkiye nere!” gibisinden hayret izhar edince müftü, “Niçin şaşırıyorsunuz? Ümid Türkiye’dedir (el-Emel fî Türkiye)” demişti. Arapların neredeyse tamamı, İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağını; tabiri caizse yiğidin düştüğü yerden kalkacağına inanmaktadır.
İstanbul'a layık kumaş
Orta Doğu’nun hangi ülkesinde nereye gidersem gideyim Türk olduğumu öğrenince bir itibar gösterirler; İstanbul’dan geldiğimi öğrenince ikinci bir itibar gösterir; neredeyse toparlanıp hürmeten ayağa kalkarlardı.
Yıllar önce Şam’ın meşhur Hamidiye çarşısında geziyordum. Dükkâncının biri “Akmışa İstanbulî (İstanbul kumaşları)” diye bağırarak malını satıyordu. Yanına yaklaştım. “Kardeşim. Şam’ın üç şeyi meşhurdur. Bunlardan biri de kumaşıdır. Hal böyleyken siz İstanbul kumaşı mı satıyorsunuz?” diye sordum. Adamcağız şaşırdı. Sonra izah etti. İstanbul kumaşları, İstanbul’a lâyık, yani fevkalâde güzel kumaşlar demekmiş. İstanbul malı kumaşlar değilmiş. Şam’da kaldıkça İstanbulî tabirinin büyük bir övgü kelimesi olduğunu iyice öğrendim.
Kahire’de iken Ezher yakınındaki meşhur Fişâvî kahvesinde oturup kahve içiyorduk. Bir ara arkadaşlar aralarında birisinden bahsederken “Vallahi, eş-şahs İstanbulî” dediler. “Kimmiş bu İstanbullu şahıs?” diye merakla soracak oldum. Anladım ki bahsettikleri şahıs İstanbullu felan değilmiş. Kibar, terbiyeli, kültürlü, şık kimselere böyle söylerlermiş.
Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta annesinin, ya ninesinin, yahud ecdadının Türk asıllı olduğunu söyleyip övünenler az değildi. Osmanlı Devleti zamanında buralara yerleşen ve Araplaşan çok sayıda Türk, aslını bilmektedir. Şam’ın el-Meydan adlı koca mahallesinde yaşayan ailelerin neredeyse tamamı Selçuklulardan kalma Türklerdir. Ürdün’de doktora talebesi iken beraber kaldığım Şamlı doktora talebesi arkadaş da Selçuklu kumandanlarından Boğa’nın torunu idi. Tek kelime Türkçe bilmediği halde, Boğa’nın Arapçalaşmış hâliyle el-Buğâ soyadını taşıyordu.
Haleb’den Yemen’e, Fas’tan Basra’ya kadar bütün bir Arap coğrafyasında, memuriyet veya her hangi bir sebeple yerleşip de, imparatorluk dağılınca burada kalanlara rastlarsınız. Anadolu halkı arasında da damarlarında Arap kanı dolaşan az değildir.
Osmanlı ordusunda Arab askerler
Tesbih tanesi gibi
Türklerin müslüman oluşu, hem Türk tarihinde, hem İslâm tarihinde, hem de dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu sayede Türkler üç kıtaya hakim olmuş, buna muvazi olarak bugün bile hayranlıkla anılan bir medeniyet kurmuştur. Onlara bu ikbali açan Araplar olmuştur. Eğer Araplar, Türklerin yaşadığı mıntıkayı istila edip bu yeni dinle onları tanıştırmasalardı, belki de Orta Asya'da yaşayan sıradan bir halk olarak hayatlarına devam edeceklerdi.
Türkler de Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’an-ı kerim lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiştir. Arap ülkelerini sömürge değil, vatan toprağı görmüş; icabında düşmana karşı kanının son damlasına kadar müdafaa etmiştir. Bir Türk için İstanbul veya Üsküp neyse, Şam, Kahire veya Medine aynı kıymeti ifade etmiştir. hepsi vatan parçasıdır. Bu vatan topraklarında yaşayan herkes ya din kardeşi, ya da -müslüman değilse- dost olarak görülmüştür.
Araplar da İslâm kardeşliği kaidesi çerçevesinde Türklerle gayet iyi bir münasebet içinde asırlarca yaşamış, icabında omuz omuza muharebe etmiş, beraberce Türk-İslâm medeniyetini tesis etmiştir. Bilhassa Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir prestij kazanmış; diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissetmişlerdir. Meselâ 1565’de Mısır’da vefat eden meşhur Şâfiî âlimi İmam Şa’rânî, el-Uhûdü’l-Kübrâ adlı eserinde Osmanlı sultanlarının dine bağlılığını ve adaletlerini överek “Bugün dinin koruyucusu ve İslâmiyetin yüzünü ak eden ancak Osmanoğulları ve onların askerleridir” diyor.
1640’da vefat eden Şam ulemâsından Abdülganî en-Nablüsî, “Yeryüzünü sâlih kullarıma miras bırakırım” meâlindeki âyet-i kerîmenin (Enbiyâ: 105) Osmanlı Sultanlarını övdüğünü bildirmektedir. Bunu Bağdad âlimlerinden Numan el-Âlûsî (vefatı: 1899) Gâliyyetü’l-Mevâiz adlı eserinde nakleder. Mekke-i mükerreme Şâfiî müftisi Seyyid Ahmed bin Zeynî ed-Dahlân (v: 1886), Osmanlıların İslâmiyete hizmetlerini anlatmak üzere ed-Devletü’l-Osmâniyye mine’l-Fütûhâti’l-İslâmiyye adında müstakil bir eser kaleme almıştır.
Arap tarihçi, yazar ve gazetecileri, umumiyetle Türkleri seven, bilhassa Osmanlılara bağlı olan zatlardır. Aralarında tek tük ecnebi tesiriyle Arap milliyetçiliği batağına saplananları olmuştur. Bunların da haylisi pişmanlık getirmiş; bunu da açıkça ilan etmiştir. Bir Mısır dışişleri bakanının “Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile tesbih tanesi gibi darmadağın olduk” sözü çok mânidardır.
Türkler, Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’an-ı kerim lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiş; Kavmü Necibi’l-Arab (Soylu Arap Kavmi) diye anmıştır. Arap ülkelerini sömürge değil, vatan toprağı görmüş; icabında düşmana karşı kanının son damlasına kadar savunmuştur.
Muska yapılan para
Ürdünlü yaşlı bir zat, “Benim vaktiyle Osmanlı pasaportum vardı. Nereye gitsem selâm dururlardı. Şimdi yeni pasaportumu gösteriyorum, ciddiye alan yok” diye dert yanmıştı. Bir başkası da “Osmanlının yıkılmasından en çok biz Araplar zarar gördük. Vaktiyle Arap ülkelerinde ne hudut, ne gümrük, ne vize vardı. Şimdi bir Suriyeli, yanı başındaki Irak’a giremiyor” demişti.
Suriye’de Arapların “Osmanlı parası dünyayı alıyordu. Şimdikilerle çay bile içilemiyor” dediklerini işitince, ihtiyar Cezayirlilerin Osmanlı paralarını muska diye boyunlarına taktıklarını hatırladım. Maanlı bir ihtiyar, büyük Arap ihtilaline katılmayıp, Osmanlı askeriyle beraber çarpıştıklarını iftiharla anlatırdı. Suriye’deki Şemmar aşireti reisi Sadun el-Uceymî Bâşâ (Paşa), Osmanlı ordusunun kahraman kumandanlarından idi. Arap aşiretlerinin çoğu İstanbul’a sadâkatten ayrılmamıştır.
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında, İttihatçıların iktidarı ele geçirmesiyle, ülkedeki Türk olmayan unsurlar hayli rahatsız olmuştu. Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, bu unsurlar arasında milliyetçilik tohumları ektiler. Araplar da bundan nasibini aldılar. Ama hiçbir zaman ayrılıkçı faaliyetlere girişmediler ve Osmanlı halifesinin hakimiyeti altında muhtariyet idealini müdafaa ettiler.
İttihatçıların buna cevabı sert oldu. Evvela Arapça konuşma ve yazışmayı yasakladı. Arap çocuklarının Türk mekteplerine gitmesini mecbur tuttu. İttihatçıların Tetrîk (Türkifasyon, Türkleştirme) olarak anılan menfi icraatı, bu milliyetçiliği besledi. Suriye Vâlisi Cemal Paşa, af çıktığı halde, önceki faaliyetlerinden ötürü bazı Arap ileri gelenlerini âleme ibret olsun diye suçlu-suçsuz ayırmadan idam ettirdi.
Bununla da kalmayarak Lübnan’ın yıllardır devam eden muhtariyetini kaldırdı. Milletlerarası hükümlerin ihlali demek olan bu tasarruf üzerine müttefikler Lübnan’ı ablukaya aldı. Sancakta gıda sıkıntısı ve ardından büyük bir kıtlık başgösterdi. Cemal Paşa, yerli halkı, Ermeniler gibi başka mıntıkalara tehcir etmek istediyse de, halk direndi. Yalnızca ileri gelenleri Anadolu içlerine sürmekle iktifa edebildi. Nüfusun çoğu açlık ve hastalıktan öldü. Bunlar, asırlarca Türklerden lütufkâr muameleye alışmış Arap halkını şaşkınlığa, ardından hiddete sevketti. Ortadoğu’da gözü bulunan emperyalistlerin de ekmeğine yağ sürülmüş oldu.
Bunun üzerine Araplar, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa liderliğinde İttihatçı hükûmete ayaklandı. Jön Türkler memleketi Almanların peşinde manasız bir felakete sürüklüyordu. Arapların da buna duçar olmaması için mücadele etti. O sırada neşrettiği beyannamelerinde Şerif, asla Türklere bir düşmanlık hissi duymadığını ve hanedana sadakatten ayrılmadığını açıkça beyan eder. Bu devrede bile Çanakkale’den Galiçya’ya Türk ordusunda savaşıp canını veren Arap gençlerinin adedi hiç de az değildir.
Arap ihtilalcileri, denize düşen yılana sarılacağından, istiklâl mücadelelerinde İngilizlerden medet umdular. İngiltere de bunu fırsat bildi. Arap diyarını bölüp, Fransızlarla paylaşarak sömürge hâline getirdi. Sömürgeciler gittikten sonra geride sosyalist diktatörler bıraktı.
Türkiye’de “Pis Araplar! Bizi arkadan vurdular” edebiyatının benzerini, Arap ülkelerinde iktidarı ele geçiren sosyalist diktatörler Türkler aleyhinde yürüttü. Ama aklı başında kimse bu propagandalara kanmadı. Bugün Arap ülkelerinde Osmanlıları sömürgeci olarak gören kalmamış gibidir.
Kompleksler ağı
Her yerde işler normale dönüyor derken, bambaşka hadiseler cereyan etti. Oryantalistler, son asırda milliyetçilik fikrinin intişarıyla, Arapların, ilk devirde Arap olmayan Müslümanları mevali (azat edilmiş köle) gibi gördüklerini, aşağıladıklarını, ırkçılık yaptıklarını iddia etmişti. Türk ders kitaplarına kadar girmiş bu iddia doğru değildir.
Mevla, azatlı köle demektir. İslâmiyetin ilk yıllarında cihad ile esir edilip müslüman olmuş kimselere böyle deniyordu. Sonradan Arap olmayan bütün Müslümanlara teşmil edildi. Bunda ırkçı bir temayül aramak yersizdir. Arap olmayan demektir.
Bilhassa ırkçılıkla itham ettikleri Emeviler, Türklere fevkalade kıymet vermiş, onlardan müslüman olan hükümdarları tahtında bırakmış, Türklerden ordu birlikleri kurmuştur. Bu siyaseti Abbasiler de artarak devam ettirmiştir.
Son zamanlarda bilhassa mülteciler merkezinde Türkiye’de Araplara karşı menfi bir tavrın yayıldığı görülmektedir. Bu tavır, turistlere kadar teşmil edilmektedir. Latin menşeli yazı ve kelimelere hiçbir şey demeyip, tamamen turistik maksatlarla yazılan tabelalara alerji duyanlar vardır, hatta bazı belediyeler kaldırtmak işgüzarlığına bile girişmiştir. Bu çok aptalca bir ırkçılık misalidir.
Türkiye’ye ve Türklere 100 küsür senedir mağlubiyetlerin ve gerilemelerin hasıl ettiği aşağılık kompleksinin hasıl ettiği şoven hisler ve ulus devletin resmi idelolojisinin telkinlerinin neticesidir. Elinin altındaki imkanlara bunların hazırca konduğunu veya konacağını bilgisizce ve paranoyakça zanneder. Bir de kendi geri kalmışlığını, onların şahsında görür, utanır, kompleksini karşıya yansıtır.
Bunun için Arap beldelerinde Jön Türk idareci elitinin kültürel pozisyonunu kavramak lazımdır. Bunlar kendisini onlardan saymaz, garplılaşmış sayar. “Allahın Arabını Allahın Arabıyla” idare etmek angaryası sırtındadır. Halbuki kendisi Almanya’da bir numaralı akademide tahsil görmüş, onların üniformasını, dilini, üslubunu, kültürünü edinmiştir. Kendisini Avrupalılara yakın hisseder. Onları kendine model ve ideal alır. Ama Arap ülkesindedir. Aslında kendisine çok benzeyen, ama onun kendisine benzetmekten kaçındığı insanların içindedir.
Tanzimattan evvel bu mevzu bahis değildi. Sözde Türkler hakimdi ama, Arab beldelerini mahalli beyler idare ederdi. Hem Türklerde bu aşağılık kompleksi yoktu. Bu kompleks XIX. asırdan bu yana Türk cemiyetine hakim olmuş en güçlü histir.
Denebilir ki Türkler Araplarla XIX. asır sonunda merkezi idarenin güçlenmesiyle beraber daha yakından tanıştı ve adeta nefret etti. Merkezi bürokrasi kuruldu. Garp tarzı tahsil gören, fizik, matematik, coğrafya, Fransızca okuyan mektepli memurlar yetişti. Başında fesiyle boynunda kravatıyla yeni tip bir devlet memuru buralara gönderildi. Kendi iç tenakuz ve tezatlarını, orada bir aynaya aksetmiş gördü. Olmak istediği ile olduğu arasında bir uçurum vardı. Bu o insanlara çok travmatik geldi.
Araplara da böyle geldi, çünki Türkleri hiç böyle beklemiyorlardı. Bu, karşılıklı bir soğukluk meydana getirdi. İnsanlar iki grup insana karşı soğukluk duyar: 1-Kendisine benzemeyenler, mesela beyazlar zencilere karşı böyledir. 2-Kendisine benzediği halde, bunu kabul etmek istemeyenler, Türkler ve Araplar.
.
TÜRKLER, ARAP BELDELERİNİ NASIL KAYBETTİ?
22 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :22 Ocak 2024 00:23
Cihan Harbi sırasında İngiltere, Arap beldelerini ayrı ayrı kişilere söz vermişti. Harb bitince kıyamet koptu!..
Her şey hükûmeti eline alan İttihatçıların Tetrîk (Türkleştirme) ve gayrı Türk unsurlara baskı politikasıyla başladı. İktidardaki sacayağının biri Cemal Paşa, Mayıs 1915’te fevkalâde salahiyetlerle Suriye Vâlisi oldu.
Kendisi de bir İttihatçı olan Arap milliyetçisi Şekib Arslan der ki: “Hükûmet, müstebid Cemal Paşa’yı vali yapmakla hem ona, hem Araplara, hem de Türklere yazık etmiştir. İktidar gözünü döndürdü. Dalkavuklar kibrini azdırdı. Bu da gözünü kamaştırdı. Zulmünün sınırı yoktu.” (Sürgünde Üç Ölüm)
Milliyetçi yaftası vurduğu kişileri idam ederek halka gözdağı vermek istemesi, Arap halkı üzerinde tatbik ettiği siyasi ve sosyal baskı yanında, harbin doğurduğu ekonomik zorluklar, kıtlık ve açlık, halkı Türklerden nefret ettirdi.
Araplardan kavmiyetçi olanlarla 'Modernist İslâmcılar' zaten Osmanlı hilafetine soğuktu. Ama bunların sayısı azdı. Jön Türk icraatları, çok Arab'ı buraya itti. Sıradan insanlar, ülkeler ve halklarla, bunların başındaki muhteris diktatörleri birbirinden ayıramaz.
Halkın bir kısmı ve onların hissiyatına tercüman olan muhtariyet veya istiklal taraftarı cemiyetler Türklerden ümidini kesti, başının çaresine bakmanın yollarını aramaya başladı. Halkın bir kısmı, bu işlere karışmayıp beklemeyi münasip gördü. Hristiyanlar ise harbi müttefiklerin kazanıp kendilerini Jön Türk zulmünden kurtarması için dua etmeye başladılar.
Bu tarihte zaten epeydir neredeyse müstakil hâle gelmiş olan Afrika’daki Arap beldeleri, Cezayir, Tunus ve Mısır sömürgecilerin eline düşmüştü. Hindistan yolundaki Aden’e çöreklenen İngilizlerin desteklediği Yemen’deki Şii isyanlarına hükûmet mukavemet ediyordu. Sultan Hamid’in diğerleri gibi olmasın diye merkeze sıkı sıkı bağladığı Libya, İttihatçı gafletiyle elden çıktı.
Dinleyecek kulak...
Son Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları, yüksek dereceli Osmanlı bürokratlarından idi. Bilhassa Şam Vâlisi Cemal Paşa’nın hukuka, dine, insan haklarına aykırı, keyfî icraatlarından dolayı hükûmeti ikaz etti.
Kulak asan olmayınca iki beyanname ile vaziyeti dünyaya duyurdu. İttihatçı hükûmet, bundan uyanacak yerde, Şerif’i asi ilan ederek, üzerine asker sevk etti. Kanal harekâtına iştirak ederek asker gönderdiği bir esnada isyancı pozisyonuna düşürüldü!..
Araplar arasında bir istiklal mücadelesine liderlik edebilecek karizmaya sahip tek kişi olan Şerif, Arap toprakları üzerinde Hâşimî İslâm İmparatorluğu kurmaya teşebbüsten başka çare olmadığını anladı. 10 Haziran 1916’da üç oğlu ile beraber istiklal bayrağını kaldırdı.
Böylece halkı hem İttihatçıların zulmünden hem de harb kaybedilirse başka felaketlerden kurtarmış olacaktı. Mamafih Arapların hepsi onun davetine müspet cevap vermedi/veremedi. Cihan Harbi’ndeki Türk ordusu mevcudunun %30’u Araptı.
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, İttihatçı sempatizanı olduğu hâlde, ihtilalin İngilizler yüzünden değil, Türklerin Araplara kaba davranışları yüzünden çıktığını söyler. Araplar, Türkleri arkadan vurmadı. Kimse kimseyi arkadan vuramaz. Vurduysa, kabahat vurulandadır: 1-Gafletinden, 2-Vuranı o hâle getirdiği için.
Denize düşen...
Her çeşit siyasi faaliyet için İngilizlerle ters düşmemek lazımdı. Onlar da bu bulunmaz fırsatı kaçırmadılar. Mısır’daki mümessilleri McMahon vasıtasıyla Şerif’in projesine sıcak baktıklarını söylediler, hatta başta biraz da yardım ettiler.
Denize düşen yılana sarılır. Ama İngiltere, bu toprakları bir yandan da başkalarına söz vermişti. Filistin, borç para ve patlayıcı madde için lazım olan aseton imali mukabili Siyonistlere vadedilmişti. Suriye müttefik Fransızlara, Arabistan ise İbnüssuud’a peşkeş çekilmişti. Londra’nın bu riyakarlığı, İngilizlerle bedeviler arasındaki irtibatı yürüten meşhur sanat tarihçisi/istihbarat subayı Lawrence’ı bile iğrendirmiştir.
Şerif muvaffak oldu. Hicaz, Irak ve Ürdün adında birer devlet kuruldu. Başına da Şerif’in üç oğlu geçti. Filistin’de İngiliz, Suriye’de Fransız manda rejimi kuruldu. İngilizler Ürdün ve Irak’tan da tam manasıyla çekilmedi. Bugünki Ürdün hanedanı Şerif’in soyundandır.
Bir hiç veya çok şey! için Almanlarla ittifak yapıp adına cihad-ı ekber diyenler, İngilizlerle ittifak yaptı diye Şerif’i suçlarlar. Hürriyet ve istiklal mücadelesini kendileri için şerefli bir hak olarak görür, başkalarından esirger, hatta onları hainlikle itham ederler. Hainlik, nereden bakıldığına göre mana kazanan bir yaftadır.
Meşru padişah/halifeye isyan edip tahttan indiren, ailesini sokağa atan, mallarına konan, böylece Türkleri arkadan vuran nice Jön Türk, yeni devirde kahraman sayılmışken, kendince meşru bir dava için ayaklanan Şerif’e hain demek trajikomiktir!..
Mekke Şerifi yapan kim?
16 senedir İstanbul’da yaşayan Şûra-ı Devlet azası Şerif Hüseyin’i Mekke Şerifliği’ne Sultan Hamid tayin etti. İttihatçı zihniyetli bazı yazarlar, Padişah’ın Şerif’e itimat etmediğini, hatta bu sebeple İstanbul’da tutmaya itina ettiğini söyleyerek onu bu cihetten gözden düşürmeye çalışırlarsa da doğru değildir.
Bu dedikoduyu, Şerif’in rakibi ve İttihatçıların adamı olan Şerif Ali Haydar çıkarmıştır. Hâlbuki Şerif Hüseyin ailenin en yaşlısı sıfatıyla hakkı olan bu makama getirilmiştir. Şerif’in Kıbrıs’ta sürgünde iken, güya Raif Denktaş’a yaptıklarına nedamet getirdiğini söylemesi de doğru değildir.
Şerif İngilizlerin adamı olsaydı, İngilizler onu sürmezdi. Sultan Vahideddin ve Şerif Hüseyin, benzer kaderi paylaşmış; Orta Doğu’daki İngiliz politikasının önünde engel teşkil ettikleri için tasfiye olunmuşlardır.
Sükse adına tahrif!
Gerek Şerif Hüseyin’in beyannamelerinde, gerekse 1908 Osmanlı Meclisinde Mekke mebusu ve bilahare Ürdün Meliki olan oğlu Abdullah’ın Türkçeye de tercüme edilen hatıralarında, Şerif ve ailesinin, Sultan Hamid’e ve Osmanlı hanedanına samimi bağlılığını anlamak mümkündür.
Kitabın adı 'Müzekkirâtî', yani 'Hatıralarım' iken, yayınevinin sükse yapmak için emanete hıyanetle, ''Osmanlıya Neden İsyan Ettik?'' diye neşretmesi herkesi yanıltmaktadır.
Müzekkirâtî’den başka, Ali Allawi’nin Irak Kralı I. Faysal kitabını okumalıdır. Hatta Naci Kıcıman ile Feridun Kantemir’in Medine Müdafaası adıyla basılan iki Türkçe kitabını insafla okuyanlar, Şerif’in niyetini ve olup bitenleri gayet iyi anlarlar.
Lawrence’ın Seven Pillars of Wisdom adıyla 1926’da neşredilen hatıraları ibretliktir. Mamafih Willy Bourgeois, Türkçe'ye de tercüme edilip 1967'de basılan Lawrence kitabında, kendisini bu işlerdeki rolünü mübalağa eden bir şarlatan olarak vasıflandırır.
Arap ihtilali hakkındaki vesikaları, Mahmud Yunus el-Abbâdî, Evrâku’l-Mağfurin Leh eş-Şerîf Hüseyn bin Ali adıyla 2020 senesinde Amman'da neşretmiştir. Türkiye’de bu mevzuya dair yazılan kitapların hemen hepsi - Hasan Kayalı’nın Jön Türkler ve Araplar kitabı gibi birkaçı hariç- resmî ideoloji istikametinde, taraflı ve tahrifkâr olarak kaleme alınmıştır.
Son perde
1917’de Türklerin elinde sadece Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak kalmıştı. Çanakkale’den sonra Türkleri bir müddet rahat bırakan İngilizler, bu tarihte şarktan ve garptan sıkı bir hücuma giriştiler. Irak ve Suriye cephesi kısa zamanda çöktü. İttihatçılar artık Bakü’yü Bağdat’tan daha mühimsiyordu. Arap beldelerini çoktan gözden çıkarmıştı.
Bir tarafta Bağdat ve Musul; beri tarafta Gazze, Kudüs ve Şam düştü. M. Kemal Paşa’nın kumandanı olduğu Suriye cephesinde on binlerce asker silah atmadan İngilizlere esir düştü. Bütün Arap beldeleri, düşman tarafından işgal edildi. Şerif Hüseyin olmasaydı, vaziyetleri Anadolu’dan kötü olurdu.
Mağlubiyetin ardından İttihatçılar iktidardan düşünce, Osmanlı hükûmeti, işgal altındaki Arap topraklarına, eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki Macaristan’ın statüsü gibi halife/sultanın hâkimiyeti altında geniş bir muhtariyet verilmesini; Hicaz ve Yemen’e ise hilâfete merbut istiklâl tanınmasını teklif etti.
Bunlarda mahdut miktarda muhafız kıtası bulundurulacaktı. Osmanlı bayrağı dalgalanacak, adalet sultan namına icra edilecek, paralarda sultanın ismi bulunacak, vakıfları eskiden olduğu gibi devam edecekti.
Böylece, işgal edilen toprakları kurtarmak ve imparatorluğu toparlamak mümkün olabilirdi. Osmanlı hükûmeti, hilafet vasıtasıyla İslâm âleminin birliğini muhafaza etmek istiyordu. Sultan Vahîdeddin, Mondros’a giden heyete de bu istikamette talimat verdi. Damat Ferid Paşa, Paris Sulh Konferansında yine bu teklifi tekrarladı.
Bu proje, başta İngiltere olmak üzere müttefik hükûmetlerin hoşuna gitmedi. Artık müttefiklerin Osmanlı Devleti’nin istikbali hakkındaki planları değişmişti. Mustafa Kemal Paşa, harb esnasında İngiliz mümessilleriyle yaptığı görüşmelerden bunu anlamış, çok sayıda Türk yaşadığı hâlde, Arap vilayetlerinin muhafazasını hiçbir zaman düşünmemiştir.
Kırmızı-siyah-yeşil-beyaz
1918 ve sonrası eski Osmanlı topraklarında kurulan Arap devletlerinin bayraklarında 1916 Arap istiklal mücadelesinin sembolü olan siyah, kırmızı, beyaz ve yeşil renkler bulunur.
Siyah, Abbasileri, kırmızı, Araplığı, yeşil Müslümanlığı ve beyaz da istiklali sembolize eder. Bunun dışında ülkelere göre ufak tefek sembollerle birbirinden ayrılır. Mesela Ürdün bayrağındaki yıldız, yedi köşeli Amman’ı sembolize eder.
Bu bayrak ilk olarak 1916 ihtilali esnasında Hicaz Emîri Şerif Hüseyin’in bayrağında kullanılmış; sonra diğerlerine numune teşkil etmiştir. İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından tasmim edildiği söylenir.
.
.
TÜRKLERLE ARAPLAR’IN HİKÂYESİ
Müslüman halklardan birbiriyle en çok iç içe girmiş olanı Türklerle Araplardır. Bugün Arapların çoğu, İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağına; tabiri caizse ‘yiğidin düştüğü yerden kalkacağına’ inanmaktadır.
23 Kasım 2015 Pazartesi
23.11.2015
Müslüman halklardan birbiriyle en çok iç içe girmiş olanı Türklerle Araplardır. Bugün Arapların çoğu, İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağına; tabiri caizse ‘yiğidin düştüğü yerden kalkacağına’ inanmaktadır.
Türklerle Arapların münasebeti asırlar öncesine dayanır. Müslüman Araplar, 705’ten itibaren Türk beldelerini fethe girişti. 751 senesinde, Çinlilerle yaptıkları Talas Savaşı’nda, Türkler, Arapların safında çarpıştı. Bu ittifak, aralarında bir yakınlık doğurdu. Türkistan’daki Türk prensleri, ardından da halkları kitle hâlinde müslüman oldu.
Kavm-i Necib
Abbasîler, Türklerden askerî birlikler ve bunlar için de Samarra gibi şehirler kurdular. Savaş kabiliyeti yüksek olan Türkler, orduda yüksek mevkilere getirildiler. Bu da, Türk topluluklarının İslâmiyet’e ısınmasına sebebiyet verdi. X. asra gelindiğinde, Türklerin tamamı, İslâmiyete girmişti.
XI. asırda Bağdad’ın Şiîler tarafından işgali üzerine, Abbasî halifesi, Selçuklu Sultanı’ndan yardım istedi. Sultan Tuğrul, Bağdad’a girerek halifeyi Şiîlerin elinden kurtardı; halifenin kızıyla da evlendi. Türkler, artık Müslümanların yeni lideri olarak tarih sahnesinde mevki elde ettiler. Selçuklu İmparatorluğu, Kuzey Afrika hariç bütün Arap beldelerine hâkim oldu; yıkıldıktan sonra da bu beldeleri ve Mısır’ı Türkler idare etti.
Osmanlı ordusunda Arab zâbitler
1516’dan itibaren bütün Arap toprakları, Osmanlıların eline geçti. Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir itibar kazandı. Diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyete yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissettiler. Arap âlimleri, Osmanlıların İslâmiyete hizmetlerini anlatmak üzere müstakil eserler kaleme aldı.
Türkler de, Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’an-ı kerim lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiş; Kavmü Necibi’l-Arab (Soylu Arap Kavmi) diye anmıştır. Arapları, vatandaşlıktan da öte ‘din kardeşi’ kabul etmiş; Arap beldelerini sömürge değil, vatan toprağı olarak görmüştür.
Arap dünyasında bilhassa iki Osmanlı padişahının müthiş itibarı vardır. Birisi İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuşmuş olan Fatih Sultan Mehmed; ikincisi de Filistin’i ne pahasına olursa olsun Siyonistlere teslim etmeyen Sultan II. Abdülhamid’dir. Orta Doğu’da Cuma hutbelerinde Filistin’in anılmadığı, dolayısıyla Sultan Hamid’den minnetle bahsedilmediği gün neredeyse yoktur.
Osmanlı Kudüs'ü
Arkadan vuran kim?
Araplar, 4 asır Osmanlı hâkimiyetinde sulh ve sükûn içinde yaşadılar. 1908’den sonra Jön Türklerin iktidarı ele geçirmesiyle, ülkedeki Türk olmayan unsurlar tedirgin olmaya başladı. Bunu fırsat bilen emperyalist güçler, bunlar arasında milliyetçilik tohumları ektiler. Araplar da bundan nasibini aldı. İttihat ve Terakki Partisi, Arapça konuşma ve yazışmayı yasakladı. Arap çocuklarının Türk mekteplerine gitmesini mecbur tuttu. Bu gibi menfi icraatlar, Arap milliyetçiliğini besledi.
I.Cihan Harbi sırasında İttihatçı Suriye Vâlisi Cemal Paşa, umumi af çıktığı halde, önceki faaliyetlerinden ötürü Arap milliyetçilerini ibret olsun diye suçlu-suçsuz ayırmadan Lübnan’da idam ettirdi. Bunun üzerine Osmanlıların otonom Mekke valisi Şerif Hüseyn Paşa, 1916’da hükümete nota verdi. İttihatçılar bunu isyan sayıp üzerine asker gönderdiler. Araplar, dönüşü olmayan yola girmişti. ‘Denize düşen yılana sarılır’ atasözü gereğince, istiklâl mücadelelerinde İngilizlerden medet umdular. İngiltere de bunu fırsat bildi. Şerif’e Suriye, Irak, Filistin, Yemen ve Arabistan’ı içine alan büyük bir Arap İmparatorluğu va’detti. Halbuki gizli anlaşmalarla Suriye, Fransa’ya, Irak, İngilizlere, Filistin, Yahudilere söz verilmişti.
Savaş bitince, Şerif’e verilen sözler tutulmadığı gibi, kendisi Kıbrıs’a sürgün edildi. Yalnızca Irak, Şerif’in bir oğlu Faysal’a, Ürdün ise diğer oğlu Abdullah’a verildi. Arabistan ve Hicaz, İngiltere’nin yeni müttefiki İbnussuud’a düştü. Böylece Arap beldelerinin tamamı, İngiliz ve Fransızların sömürgesi hâline geldi. II. Cihan Harbi’nden sonra mıntıkadan çekilirken de, geride sosyalist diktatörler veya kendilerine muhtaç güçsüz devletçikler bıraktılar. Türkiye’de 1920’lerden beri ileri atılan, “Pis Araplar! Bizi arkadan vurdular” sloganının benzerini, yeni kurulan Arap ülkelerinde iktidarı ele geçiren diktatörler, ‘Türkler, Arapları sömürdü’ şeklinde yürüttüler.
Aklı başında kimseler bu propagandalara inanmadılar ama İslâm birliği ideali bundan zarar gördü. Bir Mısır dışişleri bakanının “Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile tesbih tanesi gibi darmadağın olduk” sözü çok mânâlıdır.
Solda Cemal Paşa, Arab kabile reisleriyle. Sağda Arab ihtilali
Her şeye rağmen Arap dünyasında Türklerin ayrı bir kıymeti vardır; Bu, Osmanlıların, İslâmiyete olan bağlılık ve hizmetlerinden dolayıdır. Müslüman halklardan birbiriyle en çok iç içe girmiş olanı Türklerle Araplardır. Beraber geçen uzun bir mazi, iki halkı birbirine ayrılamayacak kadar yakınlaştırmıştır. Haleb’den Yemen’e, Fas’tan Basra’ya kadar bütün bir Arap coğrafyasında, memuriyet veya her hangi bir sebeple yerleşip de, imparatorluk dağılınca burada kalanlara rastlanır. Anadolu halkı arasında da damarlarında Arap kanı dolaşan az değildir.
Şimdi hem Türklerin, hem de Arapların dünyasında işler yavaş yavaş normale dönmektedir. Araplar bugün, sınır, pasaport ve gümrüğün olmadığı, ayyıldızlı Osmanlı pasaportuna şapka çıkarıldığı günleri özlüyor. Arapların çoğu, İslâm dünyasındaki ezilmiş, sinmiş hâlin, Türkiye sayesinde yok olacağına; tabiri caizse ‘yiğidin düştüğü yerden kalkacağına’ inanmaktadır.
.
|
Bugün 53 ziyaretçi (57 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|