ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
“Arap’ın dînî, Araplaştık, İslâm’ı Arap kültürü olarak aldık, İslâm’ı Arap kültürü zannettik, duyduğumuz, yazılıp çizilen yargılardır.” Dahası var: “Yavuz Sultan Selim’e kadar iyiydi. Yavuz’dan sonra Araplaşma arttı, İslâm’ın yerine geçti.” Tabiatıyla genelden çıkarılmış, Türkiye için değerlendirilmiş kanaatlerdir bunlar. Türkiye dışında aynı süreç söz konusudur. Aşırılıklar ve eksiklikler olsa da şüphesiz hakîkat payı oldukça fazla olan bu yargıları, aydın olarak masaya yatırmak, tahlil etmek zorundayız. Genel çizgilerle de olsa din ve kültür ilişkisini doğru anlamadıkça meseleye vâkıf olamayız. “Arap’ın Tanrısı” diye alaycı bir tavırla sorunlara yaklaşamayız. Allah’a inanmamanın, O’nu reddetmenin bir bahânesi ve fırsatı olarak yola çıkmanın ne kişisel ne de toplumsal faydası vardır ve yüzyıllardır da olmamıştır. Din gidecek, bilim, akıl, tabiat kânunları yetecek demek, tam bir ham hayaldir. Bu tabiata, akla ve bilime de saygısızlıktır. Önemli olan gerçek bir din ve onun doğru anlaşılmasıdır.
İnanan inanır, inanmayan inanmaz diye kestirip atmak, şüphesiz doğru bir yaklaşım olabilir. Fakat bu hukûkî, siyâsî, idârî bir tedbirden öteye gitmeyen tavırdır. İnsan sâdece tedbir çerçevesinde kalsaydı, insan için hiçbir ufuk kalmazdı. Hele aydın, bir meseleyi yeteri kadar bildikten ve anladıktan sonra yine de ister inanır ister inanmaz. Ama ancak o zaman özgür irâdesiyle bir şey ifâde eder. Yoksa peşin hükümlerin belki de yanlışların kurbanı olmuş olur.
Din ve kültür ilişkisin de dînin nasıl bir din olduğu önem arz eder. Yalnız kendi topluluğunu ilgilendiren, sâdece kendi kültürüyle bağlantılı, başkalarına da hitap etmeyen, etmeye ihtiyaç duymayan dinlere kültür dinleri diyoruz. Bunlar o kültürce üretilmiş veya gerçek ve açık bir din iken bozulmuş o kültürce boğulmuş, dînin kendisi kültürleşmiş, salt gelenekselleşmiş dinlerdir. Bergson, kültür dîni ve vahiy dîni ayırımı yerine kapalı din, açık din deyimlerini kullanmıştır. Bunlar için ikinci birer ad da kullanır: Statik din, dinamik din. Statik din, kendi içine kapalıdır, kültürün ürettiği ortam olan tabiat ve toplumun kendini koruyucu bir tepkisidir. Aynı zamanda zekânın dağınıklığı ve çâresizliği karşısında tabiî ve toplumsal koruyucu tepkidir. Dinamik din ise açıktır, hayâtın bütününe bağlanmaktır. Statik din o toplumun, o halkın dînidir, kapalıdır. Başkalarına da söyleyerek sözü de buna ihtiyacı da yoktur. Dinamik din, insanlığın dînidir, açıktır. Kapalı dinde nâkil kültür yoluyla olur. Özel bir nakledici yoktur. Açık dinde başlatıcı, nakledici, tebliğ edici bir rol sâhibi vardır. Buna peygamber, elçi denir. Bu din her insana hitap eder ve yayılma özelliği bulunur.
Biri diyebilir ki vahiy dediğinize, yâni bilimsel yönü belirsiz, akılla îzah edilemeyen bir şeye inanmıyorum, bunu kabul etmiyorum ki dinde böyle bir ayırımı kabul edeyim. Sırf mantıkî yönden haklı olabilir böyle bir tavır ancak dîni esas alanının dışına atmaktadır. Dinde îman alanı teşekkül etmiştir. Bu da nihâî olarak “gayb”a âittir. Gayb, nakille kabul edilir veya edilmez. Madde başta her şey kendini kendine âit özelliklerle kabul ettirir ve bunlara bizi alıştırır. Isı, ışık, renk, koku, temas beş duyumuzla alırız ve algılarız. Bu şekilde belli olmayanların çoğunu da akıl yürütmelerle, zekâmızla algılar ve kavrarız. Bu âlem için “inanma” söz konusu değildir. Şu masaya inanıyorum, güneşe, aya, suya inanıyorum denmez. Onlar gayb âleminden değillerdir. Biri, işte din denecekse bundan ve akıl dünyâsından ibârettir, başka bir şey yoktur diyebilir. Zâten inanma veya inanmama böyle bir şeydir. İnanma elbette tamâmen sübjektif, tamâmen delilsiz rastgele bir yöneliş değildir, kendine mahsus delilleri, aklı kullanışı, içsel deney ve tecrübeleri vardır. Fakat yine de sonuçta özel bir aklî-rûhî tavırdır.
Vahyi kabul edince ve inanç teşekkül edince nakleden elçiyi-peygamberi kabul ediyoruz demektir. Artık kültürün içindeyiz ama onu aşmaya yönelmişizdir.
Antropolojik ve sosyolojik olarak şunu biliyoruz ki kültür, yüksek inançlar meydana getiremez. Yâni insânî yüksek bir din oluşturamaz. Kültür ancak inancı besleyebilir. İnancın uyarıcı kaynağı, herkesin alışıp tekrar ettiği kültür değildir. Bâzen o kültüre aykırı istikâmette inanç teşekkül edebilir. Ancak kültür ile din arasındaki karşılıklı tesirler olumlu sonuçlanmalı, sorunsuz bir kimliğe ulaşmalıdır. Evrensel din (buna tevhid dîni diyebileceğimiz gibi gerçek din de diyebiliriz) birçok sorunu aşmak durumunda olarak bunu başarır. Böyle bir din mahallî kültürler karşısında pasif değil aktiftir. Musevi, Hıristiyan, Budist, Müslüman vb. olmadan önce insan, insandır, insanın özelliklerini taşır. Hırs, tamah, haset, bencillik, sabırsızlık, acelecilik veya bütün bunların tersi özellikler, insan türüne hastır. Aşağı ve yukarı diyebileceğimiz iki yön, iniş-çıkış, aynı varlıkta barınırlar. Din bunları yok etmez, terbiye eder ve yukarı çeker. Olandan olması gerekene götürür. Bunu kültürler yapamaz. Kültür, kimliği korur, muhâfaza edilmesi gerekenleri muhâfaza eder, toplumu geçmişten geleceğe taşır. Bundan sonrasını evrensel din yapar. Evrensel din, doğru anlaşılıp iyi uygulanırsa kültürü bozmadan onu yönlendirir, besler, yüceltir. Fakat kültüre mağlûp olmaz. Olursa zâten din bozulmuş demektir. Hz. İsa’nın bildirdiği evrensel din, kendinden önceki safhayı da bozmuş olan İbrani kültürünü terbiye etmeyi ve aşmayı amaçlamış, fakat yer yer o kültüre mağlûp olmuştur. Hz. İsa dışında dîni inşâ etmek isteyenlerce isteyerek-istemeyerek din bozulmuştur. Bunu anlamak için Hz. İsa’nın Yahudilerle ve özellikle Yahudi ruhbanla yaptığı mücâdeleye bakmalıdır.
İslâmiyet’in de aynı şekilde Arap kültürüne mağlûp olmak gibi bir temâyülü yoktur. İslâm: özünü ve amacını belirlemiş fakat pek çok uygulamada, siyâset menfaat, dünyevî birçok unsur dolayısıyla, dengeyi bozan örnekler vermiştir. Yâni Müslüman toplumlarda da bu konuda sorunlar yaşanmış ve yaşanmaktadır. İslâm’ı Arap kültürüymüş gibi alan, uygulayan, eğitimini ve öğretimini böyle düzenleyenler, İslâmî ilke ve amaçlarını anlamayanlardır. Şu hususun da câhili olmamak gerekir ve bâzıları bunu kötü niyetle kullanmaktadır. Arap’a, Arapçaya, Arap kültürüne âit ne varsa silip yok edelim ve dîni kendimize göre âdeta kendimiz inşâ edelim. Böyle bir yaklaşıma şöyle denmez mi: Yapacaksan, bunu Arap aracılığı ile almadan önce yapsaydın ya. Bu basit yargının gerçekle ilgisi yoktur. Yeni hayat tarzının sosyal laboratuvarı orada kurulmuş ve başlamıştır. Örnekler oradadır.
Peygamber ve din söz konusu olunca vahiy o peygamberin diliyle gelmiş olacaktır. Doğaldır ki Hz. Musa’ya İbranice, Hz. İsa’ya İbranice veya onun bir lehçesi olan Aramca, Hz. Muhammed’e Arapça gelmiştir. Bilgi alanımıza girmemiştir ama Türklere gelen de Türkçedir. Kur’an da denir ki: “Sonra peyderpey peygamberlerimizi gönderdik.”(Mü’minûn 44) “Hiçbir topluluk yoktur ki ona haberci (uyarıcı) göndermemiş olalım.”(Fâtır 24) “Her ümmet (toplum) için bir resul (elçi) vardır”(Yunus 47) “Sana bâzılarını anlattık, bâzılarını anlatmadık.”(Nisa 164). Her peygambere kendisinin ve toplumunun bildiği dilde vahiy gelmesi doğaldır ve çünkü maksat anlama, anlaşılmadır. Ne istendiğini bilmektir. “… Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an kıldık.” (Zuhruf 3)“Düşünüp anlayasınız diye size böyle bir öğüt veriliyor”(Nur 27). Kimine Arapça, kimine İbranice, kimine bildiği bir dilde gönderilmesi, esas olanın bu diller olmadığını, dilin vâsıta olduğunu, toplumların anlaması olduğunu ifâde eder. Arapça, kısır zihinlerin zannettiği gibi asla kutsal bir dil değildir. Hiçbir dil kutsal değildir. İfâde, anlatım, anlaşılma, eğitim, öğretim vâsıtasıdır ve çeşitliliği Allah’ın belgelerindendir. “…Dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun âyetlerindendir (belgelerindendir)”(Rûm 22). Kur’an der ki: “Eğer onu yabancı (başka)dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki âyetleri tafsîlâtlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı dilden kitap olur mu?”( Fussilet 44). Peki, başka toplumlar ne yapacak? Bütün insanlar için geldiğine göre… Çâre çok basit. Kur’an ve ilk sosyal laboratuvardaki her şeyi kendi dinlerine çevirecek. Bütün insanların Araplaşması söz konusu olmadığına, bunun zâten imkânsız olduğuna ve Allah’ın irâdesinin ve kânunlarının dışında olamayacağına göre “Rabbin dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.”(Maide 48; Yunus 29, Hud 118; Nahl 93; Şûra , inanan, inanacak olan her toplumun diline vahiy ve uygulamaları aktarılacaktır. Müslüman olmak için değil sâdece İslâmî bilimlerde çalışma ve araştırma yapmak için Arapça bilmek şart olur, o kadar. İslâmlaşma, Araplaşma anlamı asla taşımaz. İslâm’ın buna ihtiyâcı da yoktur. İlke ve hedefleriyle her insana hitap edebilme kâbiliyetine sâhiptir. İslâmiyet geldikten sonra, ilk önce ve bizzat Arap kültürünün kendisi İslâmlaşmaya ve câhiliye döneminden çıkmaya başlamıştır. Hikmet ve mârifet Arap kültüründe olsaydı Hz. Peygamberin gelmesine ne ihtiyaç vardı. Unutmayalım ki reddedenler, Hz. Peygamberle mücâdele edenler, münâfıklar Arap kültürüne dâhildiler.
Ancak şurası bir gerçektir ki başlangıç ve geldiği ilk ortam olarak Arap toplumu olduğu için başka Müslüman toplumlarda bir miktar Arapça anlam kalıpları, kodlar olacaktır ve bu son derece doğaldır. Yayıldığı başka kültürleri bunlar bozmaz. Meselâ Allah kelimesi, Muhammed kelimesi, cennet, cehennem kelimeleri, Türk kültürünü bozmamışlardır. Neden bozsun? Bunların sayısı gereksiz, ihtiyaçsız artmadıkça kelime istîlâsı, kültür baskını olmadıkça Türk kültürüne veya başka bir kültüre zarar vermez. Hatta o kültürleri zenginleştirir. Müslüman olan Fransız, Alman, İngiliz vb. de Allah kelimesini tercih ediyor. Meselâ bir buçuk milyarlık taşıyıcısı olan Çin kültürü, Müslüman olanlarının Allah kelimesini kullanması, Çin kültürüne zarar vermez. Nitekim Çin’de milyonlarca Çinli Müslüman vardır ve Çin kültürüne bir zarar gelmemiştir. Tamâmı Müslüman olsa bile Allah kelimesi Çin kültürünü bozmaz, ancak belli bir istikâmette geliştirir olgunlaştırır. Tabiatıyla bu, algıya ve kabule bağlıdır. Peki, meselâ biz Allah yerine Tann/Tengri, Çalap desek olmaz mı? Bu kelimeleri kullanmakta sakınca yoktur. Eşdeğer bir kelime olarak kullanılmış oluruz. Zâten orijinalinde, Allah kelimesinin yanında, sıfat ve isimlerini ifâde eden başka kelimeler de kullanılmıştır. En üstün terbiye edici anlamında Rab; sâhip, mâlik. Her şeyin herkesin velîsi anlamında Mevlâ gibi. Bunlara Tanrı veya Çalap kelimesini aynı mutlak varlığı kastetmek niyetiyle kullanmanın bir sakıncası yoktur. Allah, özel bir “O” anlamındadır ve tek özel, eşsiz ilâh anlamındadır (el-lah). Kısacası başkası olmayan “O’dur.” Farsça Hudâ kelimesini meşrû sayıp Tanrı kelimesine karşı çıkmak isteyenler olmuştur ki haksız ve çirkin bir yaklaşımdır. Bu ve benzer durumlarda ısrar. Türk bilincine düşmanlık demektir.
Vahiyle gelmiş temel kavramlar, şeklen Arapça olsa da artık o çerçeveyi aşmış. Bütün inananların malı olmuştur. Meselâ Kur’an kelimesinin yerine neyi kullanacağız? Kutsal kitap desek, kitap kelimesi de Arapçadır ve kutsal kitap özel bir ad değildir, Kur’an özel bir addır. Azrail, Cebrail vs. de öyledir. Cennet ve cehennem kelimeleri Türkçeyi neden bozmuş olsun? Türkçenin temel yapısı, kelime ve kavramların ana, baba ve dedeleri yerli yerinde durduktan sonra… Üç-beş kelime ilâvesi o dili zenginleştirir bile. Ufkunu genişletir. Ancak bu kelime ve kavramlar üç-beşte kalmaz, istîlâ hâlini alırsa ve aynı zamanda ona yabancı dilin gramer (dil bilgisi) kuralları musallat olursa işte o zaman Türk dili ve Türk kültürü bozulmaya başlar. Esefle söyleyelim ki bu dönemler yaşanmıştır.
Bu sorun yalnız din alanında değil diğer alanlarda da vardır. Meselâ teknik ve teknoloji alanında da olabilir ve olmuştur. Telefon, televizyon, tren vb. kelimelerin yerine Türkçelerini üretip kullanabiliriz. Fakat zorlamaya gerek yoktur. Bütün dünya bu kelimeleri kullanmaktadır. Fakat zorunlu sınırlar aşılır, gereksiz ve ihtiyaçsız kelime istilâsına mâruz kalınırsa Türk kültürü elbette bozulur, kimliğini kaybeder. Telefon, otomobil, televizyon vb. kelimeleri kullandığımızdan beri Türk kültürümüz bu yüzden bozulmamış fakat sübvansiyon, trend, stand, stard, dessing, hair, tradisyon, antre, vb. yüzlerce kelimeyi kullandıktan hem de anlamını bilmeden kullandıktan beri Türk kültürü bozulmaya başlamıştır. Bu durum, başka bozulmalarla birleşip ilerlerse “Türk kimliği değişmeye, Türk insanı başkalaşmaya doğru yol alır.” Eğer bâzıları dinde Araplaşmadan söz edip haklı olarak yakınırken bu tarafı görmüyorlarsa, samîmî değillerdir veya niyetleri başkadır. Entelektüel (!) züppelik, bilgiçlik hevesi, kendine değer vermemenin işâretleridir. Hayâtı kolaylaştırmalı ama millî bilinci ve bunun sosyal tarlası olan millî kültürü korumalıyız. Olumlu değişmeye, gelişmeye açık olmalı ama bunu kendimiz olarak yapmalıyız. Söz konusu din de olsa durum değişmez. İslâmiyet, Arapçılık, Arap kültürü aktarımı değildir. İlk sosyal laboratuvar olan Hz. Peygamber ve sonra ilk iki başkan zamânı bir imtiyaz örneği değil, ilke ve amaçların örneğini taşırlar. Müslümanlıkta bu anlaşılmadıkça sapmaya adayız demektir ve ne yazık ki çok zaman öyle olmuştur.
Dînî eğitimi meselâ Türkçe değil Arapça yaparsak yalnız Türk kültürü değil bizzat İslâmiyet zarar görür. Kur’an’ın yâni İslâm’ın ilkelerinin en önemlilerinden biri anlamadır. Bunu umursamayan her şey İslâmiyet’e aykırı veya ilgisizdir. Arapça kalıpları ezberletmenin, din yönünden bir anlamı ve faydası yoktur. Olsa olsa bir yabacı dili öğretmenin aracı olabilir. Duâyı biz Türkçe yapacağız, Fransız Müslüman Fransızca yapacaktır. Kur’an, kendi ifâdesiyle öğüttür. Öğüdün anlaşılması gerekmez mi? Allah her dili, her şeyi işitir. Bâzı dillere açık, bazılarına kapalı değildir. Bundan şüpheniz varsa îmânınızı yenilemeniz gerekir. O’nun muhâtap olduğu yer zâten kalptir.
Müslümanlığa dâir, târihî boyutu da olan sorgulamalardan birini, Arap kültürü ve İslâmiyet ilişkisini gözden geçirmeye çalıştık. Her şeyde olduğu gibi İslâm konusunda da sorgulama iki koldan yürüyor. Bir yanlışı fark etmek, doğrusunu bilmek, öğrenmek, öğretmek isteğini ihtivâ eden samîmî bir koldur. Diğeri, karşı çıkmanın ve reddetmenin kurnaz bir üslûbu olarak sorgulamaktır. Haklı gerekçeler bulunabilir. Bunlar istismar edilmektedir. Samîmîyet yok gibidir. Açıkça reddetmenin tabi kendilerine göre delillerini ortaya koymaları, açık davrananlardan bunları ayırt etmek gerekir. Ne samîmî sorgulayanlara ne istismarcılara ne de açıkça karşı çıkanlara bakmaksızın ki zâten samîmîyeti tam olarak anlayamayabiliriz gerçekten yanlış olan anlayış ve uygulamaları açığa çıkarmaya çalışmalıyız. Hem İslâmiyet hem millî hayâtımız, bunu bizden bekler.
Arap Kültürü Hakkında Bilinmesi Gereken 10 Gerçek
Rana Maalouf
Arap kültürü hakkında konuşmaya başlamadan önce zengin Arap dünyasının farklı topluluklardan, gruplardan ve kültürlerden oluştuğu, bu sebeple de tek bir Arap kültüründen bahsedemeyeceğimizi hatırlatmalıyız. Bu farklılıklar yalnızca ülkeler arası değil aynı ülkeye mensup farklı topluluklar arasında da görülebilir.
Bir gruba bağlı herkes aynı özelliklere sahip olmasa da bu grubun paylaştığı kültürü anlatmak için genellemeye başvurmak zorundayız. Arap kültürü, gelenek ve görenekleri ile ilgili bu araştırmada kültür ve yaşam tarzı ile Arap toplumlarının özellikleri konusunda mümkün olduğunca spesifik örnekler koymaya çalıştık ve dikkatli davrandık.
Hızlı Erişim
Arap Ülkeleri Hangi Ülkelerdir?
Arap ülkeleri; Fas’tan Kuzey Afrika’ya kadar, oradan da Basra Körfezi’ne kadar uzanır. Bu bölge, MENA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) bölgesi olarak da adlandırılır.
Bu bölgede bulunan Arap ülkeleri isimlerini şu şekilde sırlayabiliriz; Cezayir, Bahreyn, Komor Adaları, Djibouti, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Libya, Fas, Moritanya, Umman, Filistin, Katar, Suudi Arabistan, Somali, Sudan, Suriye, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen.
Arap Dünyasının Stratejik Önemi Nedir?
22 ülkeden oluşan Arap Dünyası birçok inanca ev sahipliği yapmaktadır. Bu ülkelerde çok sayıda etnik gruptan insan bulunup farklı diller ve lehçeler konuşulmaktadır. Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık yüzde altmışı ya Arap yarımadasında ya da o bölgeye yakındır. Arap coğrafyasında bulunan Suudi Arabistan dünyada en fazla petrole sahip olan ülkedir.
Arap Kime Denir?
Dünya genelinde 200 milyondan fazla Arap olarak nitelendirilen insan vardır. Araplık belli bir ırk ya da dile bağlı olmaksızın tamamen kültürel özelliklere göre belirlenir.
En Sık Görülen Arap Adetleri Nelerdir?
Arap adetlerinde bir şeyi bilmediğinizi itiraf etmek, antipatik karşılanır.
Yapıcı eleştiriler hakaret olarak karşılanabilir, bu konuda dikkatli olunmalıdır. Arap kadınların giyim tarzı batılı kıyafetler içindeyken bile saygılarını belli etmek için başlarını örtmeyi gerektirir. Arap toplumunda kadının yeri, odaya bir kadın girdiğinde erkeğin ayağa kalması gerekmesi ölçüsünde değerlidir. Fakat kadın olmanın getirdiği saygı ve varlığına yansıtılan mesafeye rağmen kadın toplumda erkeklerin sahip olduğu pek çok haktan faydalanamaz.
Aile kavramı onur, bağlılık ve itibarın merkezindedir. Arap ve İslam kültüründe erkekler, ailenin başındadır. İş yaptığınız erkeklerin ellerini sıkmak ama çok sıkı tutmamaya dikkat etmek gerekir. Bir Arap ile iş yapmaya başlamadan önce saygı ve güven inşa etmek önemlidir.
Arap Ülkeleri Tatil Günleri Hangi Günlerdir?
Arap ülkelerinde yaşam ve tatil günleri de İslam etkisi altındadır. Arap takvimi ayın döngüsüne göre belirlenmiştir, bir yıl 12 ay, 353 ya da 354 gündür. Müslümanlar için kutsal gün cumadır. Arap ülkeleri tatil günleri her ülkede farklılık göstermesine rağmen, ortak olan tatil günleri elbette ki dini bayramlar ve özel günlerdir. Ay takvimi kullanıldığından bu tarihler her sene değişir.
Arap Mutfak Kültürü İçindeki Yasaklar Nelerdir?
Arap kültürü ve İslam adetleri iç içe olduğundan Araplar domuz etini, birçok etçil hayvan etini ve pulları olmayan deniz hayvanlarını yemezler. Alkol ise Arap ülkelerinde yasakların başında gelir. Yedikleri tüm hayvanlar İslami kurallara uygun olarak kesilir. Koyun eti en çok tüketilen et türüdür. Arap mutfak kültürü ve yaşam tarzı gereği, misafire her zaman atıştırmalıklar, çay ya da kahve ikram edilir, bunlarla arkadaşlık ve saygı sunulduğundan reddetmek kaba bir davranış olarak kabul edilir. Arap kültüründe size ikram edileni mutlaka sağ elinizle almanız Arap kültürüne daha uygundur.
Peki Arap yemekleri nelerdir?
Arap yemek kültürü ve Arap mutfağı yemekleri bulunduğunuz bölgeye ve ülkeye göre farklı adlandırılmasına rağmen temel olarak benzer yemeklerdir. Arap yemekleri genel olarak bol baharat ve koyun eti içerir, buna ek olarak hamurlu yiyecekler de yaygındır. Arap mutfağı hakkında bilgi edinmek için gideceğiniz bölgenin yemek tariflerini diğer bölgelerdeki tariflerle karşılaştırabilirsiniz.
Arap Kültürü için Hijyen Neden Önemlidir?
Kişisel hijyen Araplar için hem ruhsal anlamda hem de pratikte olağanüstü derecede önemlidir. Çünkü Arap mutfak kültüründe, Arap yemekleri genelde elle yenir, eller yemekten önce her zaman yıkanır. İnançları doğrultusunda yüz, el ve kolları yıkamak gerekir.
Arap Evleri Yapıları Nasıldır?
Arap evleri tek odalı ya da çok odalı olabilir. Tek odalı evlerde uyuma alanı diğer bölümlerden perde ile ayrılır. Tipik Arap evlerinin çatısı düz, duvarları kalın ve açık renk olur. Bazı evler sıcak havadan korunmak için bir bölümü toprak altında kalacak şekilde inşa edilir ve insanlar genelde yerde uyur.
Arap Giyim Kültürü Kadında ve Erkekte Nasıl Farklılıklar Gösterir?
Arap erkek kıyafetleri; batılı tarzda takım elbiselerden kot pantolonlara, tişörtlerden geleneksel uzun elbiselere kadar geniş bir yelpazeden oluşur. Arap erkeklerinin geleneksel uzun elbisesi hava akışı sağladığından vücudu serin tutarken, başlarını örtmeleri onları güneşten korur. Arap giysisi İslami emirlerin yanı sıra coğrafi ve iklimsel şartların etkisine göre şekillenmiştir.
Arap kadın kıyafetleri; Arap geleneksel kıyafetlerine olan bağlılık ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Suudi Arabistan geleneklerine daha fazla bağlıyken Mısır daha az bağlıdır. Geleneksel Arap kadın kıyafetleri tüm vücudu örter. Kırsal kesimde yaşayan Arap kadınları daha az kısıtlayıcı, açık renk ve daha hafif giysiler giyerler. Arap kadınları hakkında bilgi edinmek için mutlaka yaşadıkları bölgeye göre araştırma yapılmalı ve Arap kadınlarının kıyafetleri buna göre değerlendirilmelidir.
Arap Selamlaşması ve Araplarla Yapılacak Görüşmeler Konusunda Tavsiyeler
Dikkat dağıtacak şeylerden uzak, sessiz sakin bir yer seçilmelidir. İlk toplantılar genel konular hakkında konuşmak içindir, Orta Doğulular ilk görüşmede çok fazla konu üstünde tartışma konusunda direnç gösterirler.
Orta Doğulular buluşma saati konusunda esnektirler, gecikme bir saygısızlık işaretli olarak algılanmaz. Arap kültüründe selamlaşma, erkekler ile kıdem sırasına göre el sıkışılarak yapılır, bir Arap kadın elini uzatmadığı sürece onunla el sıkışarak selamlaşılmaz.
Arap kültüründe hediye vermek eğer buluşma evde gerçekleşiyorsa uygundur ve hediyeler mutlaka paketli olmalıdır. Hediye veren kişinin önünde paketi açılmaz ve saygı gereği verilen hediye iki kereden fazla reddedilmemelidir. Hediyeler buluşmanın sonunda herkesin içinde verilmelidir.
Meslektaşınızla buluşmanızda çay kahve gibi içecekler mevcut olmalıdır. Meslektaşınıza görüşme boyunca en az 3 kez çay içmeyi teklif etmeli, size teklif edildiğinde ise en az 2 kere bu teklifi kabul etmelisiniz. Alkol ise asla teklif olarak sunulmamalıdır. Eğer toplantının uzaması bekleniyorsa mutlaka atıştırmalık veya yemek hazırlanmalıdır.
Arap aile yapısında ve Arapların yaşam tarzı gereğince, ortamda yaşça kendilerinden büyük olanların düşündükleri benimsenmektedir. Eğer bir müttefik arıyorsanız önce yaşça büyük olanları etkilemeye çalışmalısınız. Bunun yanı sıra buluşma sırasında saatinize kesinlikle bakmamalısınız. Eğer fotoğraf çekmek istiyorsanız mutlaka izin istemelisiniz.
Arapça tercüme yardımına ihtiyacınız olduğunda, Arap dilleri farklılık gösterebileceğinden size eşlik eden tercümanın ve buluşacağınız kişinin lehçelerinin aynı olmasına dikkat etmelisiniz. Hatta tercümanı görüşme yapacağınız Araplarla aynı Arapça konuşulan ülkeler arasından tercih etmeniz faydalı olacaktır. Eğer tercümanınız bir kadınsa toplantıda uygun karşılanıp karşılanmayacağını görüşmeden önce öğrenmeniz gerekmektedir. Bir tercüman aracılığıyla olsa bile meslektaşınızla göz teması kurun, toplantınız gün ışığında gerçekleşse bile güneş gözlüğü takmayın.
Türkiye’de halkın çoğunluğu, “kendi özümüze dönelim, milli kültürümüzü...
Türkiye’de halkın çoğunluğu, “kendi özümüze dönelim, milli kültürümüzü yaşatalım, batı kültüründe asimile olmayalım, kültür emperyalizmine karşı direnelim, geleneklerimizi ve göreneklerimizi yaşatalım” görüşündedir. Milliyetçilik de dincilik de büyük ölçüde bu dürtü ve gerekçe sonucunda ortaya çıkmıştır.
Oysa “aslımıza sahip çıkalım” adı altında yapılan işlerin önemli bir çoğunluğu, Arap kültürüne sahip çıkmaktan başka bir şey değildir.
Malum Orta Asya’dan gelen Türk kavimler, Türki dilleri konuşan kavimler, yani bugünkü Türkçe’nin atası olan dilleri konuşanlar, aslen Müslüman değillerdi. 10. Yüzyıla kadar Türkler Şamanistti. Yani yeryüzündeki ve evrendeki somut varlıklara taparlardı (fena halde yanlışaa). Örneğin gökyüzü, güneş, ay, rüzgar gibi doğada var olan şeylere tapınmak söz konusu idi.
İslam dini 7. Yüzyılda Araplar’dan çıktı. (Araplar,araplar kendi uydurmuş gibi anlatıyor) daha eski bir din olan Musevilik ve Hıristiyanlık’tan etkilenerek, üçüncü bir tektanrıcı din ortaya koydular. Bu dinin adı İslam’dı. Türkler de Orta Asya’dan Orta Doğu’ya göç ederken Araplar ile karşılaştılar, onlarla etkileşim içinde oldular ve belli bir süre sonra Şamanizmi bırakıp İslam dinini benimsediler. Bu zaman zaman Arap baskısı sonucunda oldu, zaman zaman gönüllü bir din değiştirme olayı olarak gelişti. Bazı tarihçilere ve yorumculara göre,
Türkler Orta Doğu’da etkili olabilmek ve burada yayılmak amacıyla, İslam dinini benimsemek durumunda kaldılar. Nedeni her ne olursa olsun, sonuçta İslam 10. Yüzyıla kadar Türklerin dini değildi.(((tamamaen yanlış bir cümle )
Türkler Araplardan çıkan bir dini benimsediler....islamiyet araplardan çıkmadı Allhü teala tarafından gönderildi.....
Eğer Orta Asya’dan gelen Türkler Müslümanlık yerine Hıristiyanlık ile karşılaşsalardı ve onun etki alanına girselerdi, Hıristiyan da olabilirlerdi.......(((varsayımlarla ilim olmaz)))).... Sonuçta Hıristiyanlık da tektanrıcı bir din ve İslam dini ile birçok ortak özelliğe sahip ((((Tam tersi hırıtıyan üç tanrıcı her bakımdan bozulmuş bir din olduğu için İSLAMİYET geldi VE İSLAMİYETİ BOZULMUŞ DİNLERLE AYNI KEFEYE KOYIYOR ). Türkler Hıristiyan olmuş olsalardı, bugün “aslımıza dönelim” veya “kendimiz gibi olalım” adı altında Hıristiyanlık dinine sahip çıkacaktık, ezan sesi yerine kilise çanları dinleyecektik, büyük olasılıkla müslümanları “misyonerlik yapıyorlar” diye ülkemizden kovalıyor olacaktık, müslümanların mallarına el koyacaktık, cami inşaatlarına sınırlamalar getirecektik, ezan seslerini kısıyor olacaktık. Ama öyle olmadı,
Türkler İslam dinini benimsediler, bu dini de Araplardan aldılar, şimdi de “aslımıza dönelim” adı altında Türkler İslam dinine sahip çıkıyorlar,EEE MÜSLÜMAN OLARAK SAHİP ÇIKMAYALIMDA GAVURMU OLALIM
İslam dinini milli kimliğin en önemli parçası olarak sunuyorlar! ***** ( zira ahiretde geçerli olan ırk değil islamiyet müslümanlık ) *****Yani Arapların Türkleri asimile etmesi sonucu ortaya çıkan bir din kültürü, “otantik, bize ait” bir kültür olarak ortaya konuyor! Hıristiyanlık, Musevilik, Budizm, Taoculuk, Şintoizm, Şamanizm, Ateizm, Agnostisizm ise “gavur icadı, kökü dışarıda, bize ait olmayan şeyler”. İslam dininin kökü içeride, diğerlerinin kökü dışarıda! İslam dininin kökü dışarıda değil!
Oysa Türkler ile İngilizler, Türkler ile Fransızlar, Türkler ile Almanlar, Türkler ile İtalyanlar, Türkler ile Yunanlılar, Türkler ile Ermeniler arasındaki fark ne kadar büyükse,
Türkler ile Araplar arasındaki fark da o kadar büyük....(alakası yok)bizi ingiliz fransız italyanlar hatta almanlar işgal etmedimi kurtuluş savaşını kime karşı verdik)
Türkçe Ural-Altay dil ailesine ait bir dil, Arapça ise Sami dil ailesine ait bir dil. Türkçe dili, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Yunanca, Ermenice’den nasıl farklı bir dil ailesine ait ise, Arapça’dan da farklı bir dil ailesine ait. Yani dilin yapısı, sözcükler, sesler, sözcüklerin cümlelerde dizilim biçimi, gramer vs her şey farklı. Dil malum, bir insanın kültürel donanımını oluşturan en temel unsurdur. İnsan bir dilin içine doğar ve düşüncesi, kültürü o dil ile birlikte, o dilin içinde gelişir. İnsanın temel kültürel kimliğini oluşturan en önemli unsur dildir, din değildir.....****..çok hayret verici bir anlayış dil elbette önemliydide neden deiştirdik....bazı ülkerle neden değiştiriyor****
Üstelik Türklerin 10. Yüzyılda Arapların dini İslam’ı benimsemesiyle birlikte, Türkçe dili de Arap dilinin etkisi altına girmiş, Arapça’dan (ve Farsça’dan da) yüzlerce, binlerce sözcük ithal edilmiştir. Bu ithalat Türk dilini zenginleştirmiş olabilir, burada bir sorun yok, ancak, Yunanca’dan, Ermenice’den, Fransızca’dan, İngilizce’den,Almanca’dan, İtalyanca’dan sözcük ithal etmek “gavur işi” sayılırken((******(yooo hiçde değil efendi yunanca ),***** bu durum özentilik ve “batı kültürünün etkisi altına girmek, aslımızdan uzaklaşmak” olarak görülürken
, Arapça ve Farsça’nın etkisi altına girmek neden bize “aslımıza dönmek” olarak yutturuluyor?! Çünkü onların büyük çoğunluğu Müslüman, ötekiler Hıristiyan! Müslümansa bizden, değilse yabancı! Tam bir ilkellik! Bu din fetişizminden başka bir şey değildir.....alakası yok anlaşılan bu yazar katiline aşık olmuş....)
10., 11., 12. ve 13. Yüzyılda Arapça’nın ve Farsça’nın etkisi altına girmek güzel, ama 18., 19., 20. ve 21. Yüzyılda Avrupa dillerinin etkisi altına girmek kötü. Bu nasıl bir bakış açısıdır? Biz Türk değil Arap olsak, ülkemiz, dilimiz, dinimiz işgal ve baskı altında olsa, aslımıza sahip çıkalım diye Arapça’ya sahip çıksak, bunda hiçbir sorun yok. Ama bize ne oluyor?
Nüfus dairesinde yeni doğan çocuğuna Rumca, Latince, Ermenice, Kürtçe, İbranice veya bu dilleri çağrıştıran isim vermeye çalışan vatandaşlar yıllarca sorun yaşadılar ********bu ülkede; hala da kısmen yaşamaya devam ediyorlar. Nüfus memuru karşılarına dikiliyor: Türkçe isim ver! Dilekçe yaz! Pekiyi Türkçe isimden neyi anlıyorlar? Ali, Mehmet, Abdullah, Mahmut, Raşit, Cemal vs. Bu isimler konsa sorun yok. İyi de bu isimler de Türkçe değil ki, hepsi Arapça! Ama onlar Müslüman ya, bizden sayılırlar.....*****hayır uygulama hiçde öyle değil bir ara arapça isimler verilemedi aslında arapça demekde yanlış o isimler islam büyüklerimizinde hatta atatürkünde ismi*****
Din fetişizminin dili baskı altına almasının en tipik örneğidir bu. (Elbette Kürtler de Müslüman ancak onlar da Kürt sorunu bağlamında mimlenmiş durumdalar; Müslüman olmak o durumda yetmiyor).
Araplar Müslüman, dolayısıyla bizden, dilimiz de sizden olsun! Üstelik bizi Müslüman yapanlar da onlar!
İslam dini Türklerden çıkmamış ki. Araplardan çıkmış. Türklerin büyük çoğunluğu neden Hıristiyan, Musevi olmadı? *****niye olsun bozuk dinlere tabi olup cehennememi gidelim bunumu istiyorsun ey yazar ***************Çünkü Orta Doğu’ya geldiklerinde en fazla Araplarla etkileşim içinde oldular. Arap kültürü diliyle, diniyle Türk kültürünü asimile etti. Gerçek bu kadar apaçık ortada.
yani yazarın amacı türkler müslüman niye oldu olmasaydı islamiyet ve müslümnalık bilgilerini öğrenip dinlerini blip yaşamasaydı diyecek diyemiyor...
.
Şimdi bu asimilasyonu “aslımıza dönmek” olarak vatandaşlarımıza yutturuyorlar. İslamcı siyasetin misyonu bu! Necmettin Erbakan’ın öncülüğünde kurulan ve AKP’nin bugün güya “light” bir biçimde sürdürdüğü “Milli Görüş” anlayışı da tam bir aldatmaca. Asimilasyon kültürü nasıl milli olur bunu anlamak olanaklı değil!
Mustafa Kemal bu asimilasyonu kırmaya çalıştı. Trablusgarp’ta, Şam’da Arap ve İslam kültürü ile bizzat tanışan, bu kültürün bir boyutunun Osmanlı’daki Türk kültürü üzerindeki olumsuz etkisini de çok iyi gören Mustafa Kemal, kimseye dinsiz olmak çağrısında bulunmadı,
ama din fetişizmine, dinciliğe, köktendinciliğe karşı mücadele etti; bu mücadelenin en önemli parçası olan laiklik ilkesini devreye soktu, din ve devlet, din ve hukuk, din ve eğitim işlerini ayırdı;
Türkçe’nin de sadece yabancı dillerden ithalat yaparak zenginleşmesi zorunluluğunun bulunmadığını, Türkçe’nin kendi içinde de zenginleşebileceğini ve kendisini geliştirebileceğini gösterdi. Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu kurma nedenlerinden bir tanesi de,
Türk tarihinin Arap tarihinden ibaret olmadığını, Türk dilinin de Arap dilinden ibaret olmadığını göstermekti
. Söz konusu iki kurum, bazı aksamalara, yapay çalışmalara ve deneme-yanılma olaylarına rağmen, Türk tarihinin ve dilinin gelişmesinde büyük bir rol oynamışlardır. Özellikle Türk Dil Kurumu, Türkçe’nin gelişmesinde son derece önemli bir etken olmuştur.
Türkiye’deki birçok aklıevvel ise hala, “aslımıza dönmek” adı altında Araplardan aldığımız bir kültürel kimliği kendi kültürümüzün en önemli parçası olarak yutturmaya devam ediyorlar. Televizyonlar her gün bu aklıevvellerin gevezelikleriyle dolup taşıyor. İlahiyatçılar, yazarlar, gazeteciler, araştırmacılar televizyonlarda büyük bir hayranlıkla Arap kültürü propagandası yapıyorlar.
Elbette mutlak bir anlamda saf, özgün ve homojen bir kültür yeryüzünde zaten yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Kültür karşılıklı etkileşim sonucunda ortaya çıkar. Farklı kültürlerin birbirini etkilemesi de son derece doğaldır. Ancak bu etkileşim, bir kültürün büyük ölçüde asimile olmaması yoluyla da gerçekleşebilir.
Bunun da ötesinde, Avrupa ile olan etkileşime, Avrupa’da, özellikle 16. yüzyıldan itibaren büyük bir hızla gelişen felsefe, bilim, sanat ve siyaset geleneğine, eziklik, kompleks ve hınç duygusuyla burun kıvırmak, sırt çevirmek, ona alternatif olarak kendini Arap ve Pers dünyasına atmak ve İslam dünyasına monte olmak, çifte standart uygulamaktan, birisinin kölesi olmayım kaygısıyla başkasının kölesi olmaktan başka bir şey değildir.
İşin aslı şudur: Çağdaş uygarlık seviyesinden kopmak nasıl kölelik getiriyor, bunu hep birlikte Türkiye modelinde izlemeye devam ediyoruz. Türkiye, kendisini efendi zanneden köleler ülkesine dönüşüyor!
Arap kültürünü din kabul eden cemaat ve tarikat cahilleri, bu sözlerim siz muhteremleredir.
Şah damarından daha yakın olan Tanrı’yı öteleyip efendi hazretleri olanlar, cahil ve düzgün Müslümanlara Arap kültürünü din diye anlatan şarlatanlar. Samimi müslümanları cennet, huri, 70 bin tabak kahvaltı hayaliyle kandırıp, onları soyanlar.
Şunu unutmayın. Aklınızın bir kenarına not edin, günü gelince sorulacaktır.
Irk kader, din seçimdir gerçeğinden bi haber olan din cahilleri.
Irkları, milletleri yaratan Tanrı’dır. Siz ne hak ve yetki ile buna karşı durmaktasınız ve “Tanrı Türkü korusun” duasını ırkçılık, dinden çıkma, kafirlik olarak anlatırsınız, asil ırkımın beynini yıkarsınız!
Arap’ın kültürü Araba, Türkün kültürü Türk’e aittir. Asla Arap kültürü bize uymaz, uygunda değildir.
Türkler, çocuk yaştaki kızlara nikah kıyıp koynuna almaz,
Türkler tek eşlidir, dört kadınla evlenmez,
Türkler, kadına değer verir, cariye, köle halayık yapmaz, avrat demez, hanım der, ben dağ isem o da karım der,
Türkler, oğlancılık bilmez, erkek çocuklara tecavüz etmez,
Türkler, cesurdurlar, adildirler tarihçiler, onları: “Gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemezler” olarak bilir, tanır ve tarif ederler.
Ey sahte şıhlar, gavslar, efendiler, din tüccarları, emek sömürücüleri bu, böyle biline.
Onun içinde sizlere önerim; titreyin ve kendinize gelin. Arap kültürünü, Emevi İslamını Müslümanlık diye saf Müslümanlara kakalamayın. Son günlerde birde, “Kuran Müslümanlığı diye bir şey çıktı. Bu kafirliktir, zındıklıktır” demekten de vaz geçin. Ya gerçek konuşun adam diyelim ya da susun efendi bilelim. Dinin kaynağı, rehberi elbette Kurandır. Din söylemini elbette Kurana dayandıracaktır. Cehaletten, gariban halkı sömürmekten vaz geçin. Bak Menzilciler birbirine düştü. Hani mülk Allah’ındı?
.
En Bilinen Arap Adetleri Nelerdir?
Arap adetleri arasında bir şeyi bilmediğini söylemek, antipatik şekilde karşılanır. Yapıcı eleştiriler de çoğu zaman hakaret olarak algılanabilir. Bu nedenle bu konuda dikkatli olunması gerekir. Arap kadınların giyim tarzında batılı kıyafetler içindeyken dahi saygı duyduklarını belli etmek için başlarını örtmek önemli bir konudur.
Aile kavramı Arap kültüründe onur, itibar ve bağlılığın merkezi olarak kabul edilir. Arap ve İslam kültüründeki ailelerde her zaman erkekler ailenin başındadır. İş yapılan erkeklerin ellerini sıkmak mümkündür. Ancak çok sıkı tutmamaya özen gösterilmesi gerekir. Bir Arap ile çalışmaya başlamadan önce hem saygı hem de güven inşa etmek son derece önemlidir.
Arap Mutfağında Yasak Olan Şeyler Nelerdir?
Hem Arap kültürü hem de İslam adetleri her zaman iç içedir. Bu nedenle de Araplar domuz eti başta olmak üzere pek çok etçil hayvanın etini yemezler. Aynı zamanda pulları olmayan deniz hayvanlarını da yemezler. Alkol de Arap ülkelerindeki yasakların başında yer alır.
Yedikleri bütün hayvanları İslam çerçevesinde belirlenen kurallar kapsamında uygun olarak kesilir. Koyun eti en fazla tüketilen et çeşididir. Arap mutfağının kültürü ve yaşam tarzı gereğinden dolayı, misafirlere her zaman çeşitli atıştırmalık, çay ya da kahveler ikram edilir. Bunlarla birlikte hem arkadaşlık hem de saygı sunulur. Bu nedenle reddetmek, son derece kaba bir davranış şeklinde kabul edilir. Arap kültüründe birine ikram edileni mutlaka sağ el ile almak gerekir. Bu davranış, Arap kültürüne son derece uygundur.
Eğer Arap yarımadasında yada bu kültürün hakim olduğu ülkelerde iş yapmayı düşünüyorsanız tercüme hizmeti yanı sıra yerelleştirme hizmeti de almanız oldukça önemlidir. Farklı lehçeleri bulunan Arapçada yanlış kullanım ticari hayata büyük zararlar verebilir.
Araplar ile Yapılacak Görüşmelerde Nelere Dikkat Etmek Gerekir?
Araplar ile yapılacak görüşmelerde dikkat dağıtacak şeylerden mümkün olduğunca uzak, sessiz ve sakin bir yer tercih edilmelidir. İlk toplantılar genellikle güncel konulara dair konuşmak amacıyla yapılır. Orta Doğulular ilk görüşmelerde bir konu üstünde tartışma noktasında yüksek oranda direnç gösterirler. Orta Doğulular buluşma saati konusunda bir hayli esnektirler. Onlar açısından gecikme saygısızlık olarak algılanmaz. Arap kültüründe selamlaşma ise erkekler ile kıdem sırası kapsamında el sıkışılarak yapılır. Eğer bir Arap kadın elini uzatmazsa onunla el sıkışarak selamlaşmaya gerek yoktur.
Arap kültüründe, buluşma evde yapılacaksa hediye vermek uygundur. Verilecek hediyelerin mutlaka paketli olması gerekir. Hediye veren kişinin de önünde paket açılmaz. Aynı zamanda saygı gereği verilen hediyenin iki defadan fazla reddedilmemesi gerekir. Hediyeler, mümkünse buluşma sonunda ve tüm kişilerin içinde verilir. Bu tip buluşmalarda çoğu zaman Arapça tercüme yardımına ihtiyaç duyulur. Ancak Arap dilleri farklılık gösterebilir. Bu nedenle çeviri hizmetlerinde lehçelerinin aynı olmasına dikkat edilmesi gerekir.
.Evvel zaman içinde Arap gezginlerin gözüyle Türk kültürü
İbn Hurdazbih, Yakubî, bnu'l-Fakih, Rifaa Rafi' Et-Tahtavi, İbn Batuta, İbn Bibi ve el-Gırnâtî'ye varıncaya kadar uçsuz bucaksız dünyanın en güzel seyahatnamelerini Arap gezginler meydana getirdi
Mehmed Mazlum Çelik @MMazlumcel celikmehmedmazlum@gmail.com Pazar 24 Ekim 2021 11:43
Türkler 1453 tarihinde İstanbul'u fethettiğinde tüm İslam dünyasında son derece saygın bir konum elde etti.
Özellikle Arap dünyası için bu haber mutluluk vesilesi olduğu kadar bir burukluk da oluşturdu; çünkü her Arap hükümdarının en büyük hayali bir gün İstanbul'u fethetmekti.
ADVERTISING
Bu uğurda şehir defalarca kuşatılmış; ancak istenilen netice bir türlü elde edilememişti.
Türklerin bu büyük zaferi Arapların, Türk kültürüne ve beldesine olan merakını artırdı.
Dünyanın dört bir yanından Arap gezgini İstanbul'a gelerek Türkleri yakından tanımaya başladı.
Bu seyyahlardan birisi olan Şamlı Bedreddin el-Gazzî, Türklerin bu beldeyi yurt edinmesini ve şehrin ihtişamını şöyle dile getirecekti;
Adaletin eliyle ahlaki çöküşten kurtulan en büyük şehirdir İstanbul. Oysa geçmişin büyük kralları sürekli ona kur yapmış ve ona büyük başlık paraları teklif etmişlerdi. O ise kendini bu krallara karşı koruyabileceği en iyi şekilde korudu, ta ki uzun uzun izah edilmesi lazım gelen bir mesajla müjdelenen kişi, yani merhum şehid Mehmed Han karşısına çıkana dek. İşte o an inadı bıraktı ve boynunu eğdi.
(Ekrem Kamil - Gazzî-Mekkî Seyahatnâmesi, Tarih Semineri Dergisi)
İstanbul'un fethi Arapların zihnindeki Türk imgesini daha ilgi çekici kılsa da bu ilgi çok daha eskilere dayanmaktaydı.
İbn Fadlan'ın gözünden Türkler
Uzun ismiyle Ahmed b. Fadlân b. el-Abbâs b. Râşid yani İbn Fadlân'ı birçok kişi ilk kez bir Hollywood yapımı olan "Thirteenth Warrior” (Onüçüncü Savaşçı) filmiyle duydu.
Oysa filmdeki kurgunun aksine Fadlân; Vikinglere değil, Türklere gönderilen bir elçiydi.
Abbâsi Halifesi Muktedir Billâh tarafından İdil Türklerinin (Bulgar Türkleri) hükümdarı Almış Hân'a gönderilen bir elçi olan Fadlan ilkel ve barbar bulduğu Türk aşiretleri hakkında oldukça sıra dışı bilgiler veriyordu.
Kimileri Fadlan'ın bu zorunlu yolculuğunu bir prenses ile yaşadığı yasak aşla açıklar.
İddialara göre; inatçı kişiliği ile bilinen Fadlan'ın aşkından vazgeçmeyeceği bilindiği için bir daha dönmesi pek de mümkün olmayan meşhur yolculuğuna gönderirlir.
Fadlan'ın bu yolculuğa pek gönüllü olmadığını ilk tecrübelerinden anlayabiliyoruz; ama eserine gösterilen yoğun ilgi bile iddiaların şayia olduğunu ispat etmeye muktedir.
Muhtemelen bu görevin Fadlan'a tevdi edilmesi politik saiklerle gerçekleşmiş olması seyyahımızın huzursuzluğunun kaynağı olarak gösterilebilir.
Dönemin şartları göz önüne alındığında Fadlan'ın misafiri olduğu İdil Türkleri hakkında anlatılan hikâyeler pek müspet değildir. Son derece vahşi, aile değerleri olmayan ve hiç de misafirperver olmayan kabileler olarak görülüyordu.
Oysa Fadlan; bahsedilen kişilerin Türkler değil, Ruslar olduğunu kısa sürede anlayacaktı. Bunun için Türkler ve Ruslar hakkında söylediklerine yakından bakmakta fayda var.
Öncelikle Türklerin ahlaki durumunu şöyle tespit eder;
Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina eden birini, kim olursa olsun, dört kazık çakıp kollarından ve bacaklarından bu kazıklara bağlarlar. Balta ile onu baştan ayağa onu ikiye bölerler. Kadın için de aynı cezayı verirler. Bundan sonra zina eden kadın ve erkeği parçalarından her birini bir ağaca asarlar. Yüzerken kadınların erkeklerden gizlenmesi için çok uğraştım. Fakat başaramadım. Hırsızı da zina yapan kişi gibi öldürürler.
(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
fadlan seyahatnamesini anlatan minyatür.jpg Fadlan seyahatnamesini anlatan minyatür
Aynı Fadlan, Ruslar içinse hiç hoş olmayan şu ifadeleri kullanır;
Ruslar Allah'ın en pis mahlûklarıdır. Büyük ve küçük tuvaletten sonra hatta cünüp olduktan sonra yıkanmazlar. Yemekten sonra ellerini yıkamazlar. Yollarını şaşırmış eşekler gibidirler. … Arkadaşlarının önünde cariyeleri ile çiftleşmekten çekinmezler.
(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
Fadlan'ın Türklere dair bir diğer önemli tespiti; Türklerde kimliğin en belirleyici faktörünün ırk değil; mensup oldukları boyun olmasıdır.
Örneğin bir Türk boyunun mensubu; misafirperverlik, civanmertlik ve ahlaki açıdan dünyada eşi benzeri bulunmaz tavırlar sergilerken aynı dili konuşan ve benzer kıyafeti giyen ama farklı bir Türk boyunun mensubunu Rusları bile barbarlıkta geride bırakması Fadlan'ı son derece şaşırtmıştır.
Bu yüzden bir Türk boyundan övgüyle bahsederken başka bir Türk boyundan yergi ile bahsedebilmektedir;
Başkurtlardan korktuğumuz için hepimiz tetikteydik. Çünkü onlar, Türklerin en belalısı, kötüsü ve acımasız olanlarıdır. Onlardan bir adam başkasına rastlarsa, onu öldürüp kellesini alır ve vücudunun kalan kısmını geride bırakırdı. Bunlar da diğer Türkler gibi sakallarını keserler ve bitlerini yerlerdi.
Bizim yanımızda sonradan Müslüman olmuş Başkurtlardan birisi vardı ve bizim için çalışıyordu. Bir ara gözüm ona ilişti, elbisesindeki biti yakaladı, eliyle ezdi ve sonra ağzına attı. Benim ona baktığımı görünce ‘iyi' dedi.
(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
Fadlan'ın seyahatnamesi uzun asırlar Arapların belleğinde Türk imgesinin bu şekilde olgunlaşmasını sağladı.
İbn Batuta'nın gözüyle Türkler
Ortaçağ'ın önemli seyyahı Marco Polo'nun en büyük rakibi denilebilecek İbn Batuta, 1304 senesinde Tanca şehrinde dünyaya geldi.
Ailesi, Berberî asıllı Levâte kabilesinden olan Batuta Kuzey Avrupa ve Afrika kıtasının güneyi hariç bilinen dünyanın tamamını dolaştı.
Batuta seyahatlerinin önemli bir kısmını Türk beldelerine yaparak Türk Beylikleri ve aşiretlerinin içerisinde hatırı sayılır bir zaman geçirdi.
Bu yolculuk sırasında defalarca evlendi, kadılık görevi yaptı, vebaya yakalandı; ama hiçbir yerde kalıcı olarak durmadı. Kendi ifadesiyle bir defa gittiği hiçbir yolu ikinci kez kullanmadı.
İbn Batuta'nın Türkler için bu denli önemli olmasının nedeni ise 14'üncü yüzyılda Anadolu'dan Asya bozkırlarına kadar birçok Türk Beyliği ve devleti hakkında tarih kitaplarında yer almayan bilgileri aktarmasıdır.
İlk defa İran çöllerinde tanıştığı Türklerin, Antalya'dan Özbekistan'a kadar uzanan coğrafyada; dilleri, aile yapısı ve hatta yemek yeme kültürlerine kadar birçok değerli bilginin Rıhle'nin muhtevasında mevcut olması bu eseri ve seyyahı Türk milleti için müstesna bir yere taşımaktadır.
ibn_batuta 1.jpg İbn Batuta
Batuta'nın asıl Türk hayranlığı ise Antalya'ya adımını atmasıyla başladı. Anadolu'yu tanımlamaya başlarken "Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum'da (Anadolu)!" ifadelerini kullanan Batuta, ilk durağı olan Alanya'nın güzelliğini ise şöyle betimleyecekti:
Allah dünyanın güzelliklerini ayrı ayrı dağıtırken hepsini burada bir arada bağışlamış.
Kendisi de bir kadı olan Batuta, Türklerin dini anlayışlarına karşı da büyük bir hayranlık beslemişti. Türklerin itikadı anlayışlarını şöyle tasvir edecekti;
Halk, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin mezhebindendir. Hak Teâlâ ondan razı olsun. Hepsi Ehl-i Sünnet'tir. Aralarında ne Kaderî ne Râfıdî [=Râfizî] ne Mu'tezilî ne Hâricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ama haşîş [esrar] yemekten çekinmiyorlar!
Elbette Türkler, Fadlan'ın anlattığı Türkler değildir artık. Batuta'nın görfüğü Türklerin hepsi Müslüman olmuş ve Allah'ın dinini Rum diyarında dalga dalga yayıyordu.
Yine de Türklerin tamamı İslamiyet'i henüz tam anlamıyla ilmi bir seviyeye getirememişti. Batuta karşılaştığı ironik bir vakayı şöyle nakleder;
Hoca yanımıza geldiğinde bize Farsça konuştu, biz de ona Arapça konuştuk ama hiçbir şey anlamadı bizden ve ahı yiğidine dönerek:
'Îşân Arabî kûhnâ mîkuvân! Ve men Arabî nev mîdânem' dedi.
Gelelim açıklamasına; 'Îşân', onlar demektir. 'Kûhnâ' eski demektir. 'Mîkuvân', diyorlar anlamına gelir. 'Men' ben demek, 'nev' yeni demek, 'mîdânem' ise biliyorum anlamına gelir.
Hoca bu sözle ayıbını örtmek istiyordu! Arapça bilmediği hâlde ötekiler onun bu dili bildiğini sanıyordu; şöyle demişti onlara:
'Onlar eski Arapçayı konuşuyorlar, bense ancak yeni Arapça bilirim!'
Ahı yiğit, meselenin hocanın anlattığı gibi olduğunu sandı. Bu iş bize yaradı. Ahı bize bol ikramda bulundu. Şöyle diyordu:
'Bunlara ikram etmek şart, çünkü eski Arap dilini konuşuyorlar. Bu dil Yüce Peygamberimizin ve ashabının dilidir!'
O sıralarda hocanın hiçbir sözünü anlamamıştık! Ama ben onun sözünü ezberlemiştim.
Fars dilini öğrenince meseleyi anlayacaktım. O gece zaviyede kaldık. Bize bir kılavuz gönderildi, Yenicâ'ya varmak için.
Oysa Türklerin tamamı için böyle bir genelleme yapılamaz. Nitekim ilim dünyasına damgasını vurmuş Harzemşah Devleti'ni kuranlar da Türklerdi.
Bu beldeyi ziyarete Endülüs'ten özel bir misafir gelmişti; el-Kaysî el-Gırnâtî el-Kayravânî.
el-Gırnâtî'nin gözüyle Türkler
Harzemşahlar'ın başkenti Gürgenç'i ziyaret eden Endülüslü önemli seyyahlardan el-Kaysî el-Gırnâtî el-Kayravânî Türkler hakkında önemli tespitlerde bulunur.
el-Gırnâtî evvela Türkleri kaba bulur;
Rumlar sarı olmalarıyla, zenciler siyahlıklarıyla, Türkler kabalıklarıyla, Çinliler çirkinlikleri, Ye'cüc Me'cüc kısalığıyla, Zenciler dengesizlikleriyle bilinir.
(Gırnati Seyahatnamesi)
Türklerin savaşçı özellikleri dikkate alındığında bu yorum anormal karşılanmayacaktır.
Nitekim el-Gırnâtî, Türklerin adalete ve hoşgörüye olan düşkünlüğünü Bizans Kralı ile arasında geçen şu diyalogla aktarır;
Bizans Hükümdarı sordu:
-Başkurt Hakanının topraklarıma gelip bizimle savaşma sebebi nedir?
-Başkurt Hakanının yanında Müslüman askerler bulunur. Hakan onları dinlerini yayma konusunda serbest bırakmıştır. İşte bu yüzden onlar senin ülkene ordularla gelip savaşıyor.
-Yanımda bana karşı savaşmayan Müslümanlar var ama! -Sen onlara Hıristiyan olmaları için baskı yapıyorsun.
-Müslümanları Hıristiyan olmaları için asla zorlamayacağım. Onlara mescit yapacağım ki benimle beraber harp etsinler.
(Gırnati Seyahatnamesi)
el-Gırnâtî'nin Başkurt Hükümdarı ile arasında geçen bir başka diyalog ile Türklerin tabiatındaki iyiliği ispat etmektedir.
el-Gırnâtî'nin köleleri azat edin, içki içmeyin ve zina etmeyin tavsiyelerini duyan hükümdar seyyahımızı yanına çağırır ve aralarında şu diyalog geçer:
Bu makul bir durum değildir. Çünkü şarap vücudu dinamikleştirir. Kadınlar ise insanın basiretini ve vücudunu güçsüzleştirir. Demek ki İslam akıl dini değildir.
el-Gırnâtî de tercüman vasıtasıyla ona şöyle söyler:
Hükümdara de ki Müslümanların metodu Hıristiyanlarınki gibi değildir.
Hıristiyanlar şarap içer ancak sarhoşluk bilmezler, bu da onların gücünü arttırır. Ama içki içen Müslüman, sarhoş olur, aklı gider, mecnun gibi olur, zinaya yönelir, öldürülür, küfre bulaşır, bütün iyiliğini kaybeder, atını ve silahını başkasına verir, haz için parasını harcar.
Ona savaşmayı emrettiğinizde ne silahı olacak ne atı ne de parası. Çünkü içki onu mahvetmiştir. Beni anladığınızı düşünüyorum.
Onları isterseniz katledin, darp edin, kovun; isterseniz at ve silah verin yine de ifsada uğrayacaklardır. Ancak senin ordundan olup cinsel hayatı için evlenenler bunun dışındadır. Onlar çoğaldıkça senin de askerlerin artacaktır.
Bunun üzerine Kezâlî şöyle buyurur:
'Bu âlimi dinleyin. O gerçekten çok zeki bir kişi. İstediğinizle nikâh kıyın ve ona karşı gelmekten sakının.'
Sonrasında da el-Gırnâtî "Bu hükümdar rahiplerin dediklerine karşı çıktı ve cariyeleri bütün herkese helal saydı. O hükümdar Müslümanları severdi.
(Gırnati Seyahatnamesi)
İbn Hurdazbih, Yakubî, bnu'l-Fakih, Rifaa Rafi' Et-Tahtavi, İbn Batuta, İbn Bibi ve el-Gırnâtî'ye varıncaya kadar uçsuz bucaksız dünyanın en güzel seyahatnamelerini Arap gezginler meydana getirdi.
Onların bu eşsiz yolculuklarında en çok merak ettikleri millet her daim Türkler oldu.
Gerek Türklerin İslamiyet öncesindeki dönemi ve gerekse sonrasındaki dönemde Araplar, Türkleri her daim yakından tanımak istedi.
Elbette bu karşılıklı bir meraktı ‘Türk gezginlerin gözüyle Arap Kültürü' dosyamızda
Türk seyyahların Arap beldelerindeki gözlemlerinin zenginliği ise bizlere bambaşka maceraların kapısını aralayacak ayrıntılar içeriyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Sen kişisel olarak Arapları kendine yakın görebilirsin ama ben görmüyorum. Türklerin Araplar ile beraber olma zorunluluğu veya aynı dinden diye onlara karşı daha hassas veya duygusal olma zorunluluğu da yok. Türk=Arap olmadığına göre de gelenekler değişebilir. Biz yavaş da olsa gelişen bir ülkeyiz ama Araplarıın çoğu yerinde sayıyor.
(Bolca petrolleri olmasına rağmen) Halklarına bakıyorum.
Kadına verdikleri değer ve bakış açısı hiç değişmiyor. Bizde insan hakları süper mi? Değil. Ama Araplar kadar da geri değiliz. Dolayısıyla yıllar geçtikçe Araplar ile olan benzerlikler daha da uzaklaşabilir. Suriye örneğini vermek istiyorum. pkk'ya destek veren ülkelerden biriydi. Bugün ise ilişkimiz gayet iyi. Yarın ne olacağını garanti edebilir misin? Ülke çıkarları doğrultusunda Suriye ile ilişkimiz olmalı. Din kardeşi açısından değil. Halife Cihad ilan ettiğinde bizim yanımızda değil de İngilizlerle işbirliği yapan yine Araplardı. Olaya din kardeşi olarak bakmadılar ve kendi çıkarlarını düşünüp isyan ettiler. Türkler din kardeşimiz demediler. Aynı dinden diye Araplara karşı hassasiyet gösteremem açıkçası. Sen seversin veya taparsın saygı duyarım. Tekrar söyleyim: Türklerin, Araplarla birlik olma zorunluluğu yok. Türkler İslamiyet'i seçtikten sonra ortak noktalarımız olabilir ama onlarla birlik ve içiçe olduğumuz anlamına da gelmiyor. Onlar da Türk aşığı pek yok. Bizde ise azımsanmayacak derece Arap aşığı var.
.Arkadaslar,islam ile arap kültûrünü karistirmasak. Politikasina ne kadar karsi olsamda,basbakanimizin baska ûlkeleri ziyarete gittiginde yaninda hanimini gôtûrmesi bile arap kültürû ile yakindan uzaktan ilgimiz olmadigini anlatir.Zira hanimi yanindadir.Kendisiyle esittir.Iste bizi araplarla ayiran en önemli ôzellik! Kadinin yeri erkeginin yanidir.Arkasinda veya diger cariyelerle beraber degil .
.Türk kültürünün arap kültüründen arınmasını modernleşme olarak görüyorsam sen beni yanlış anlamış oluyorsun Ama batılıların bize empoze etmeye çalıştığı ahlaksızlığıda modernlik olarak görmüyorum.
.O kadar çok ki. Tabi siz bunların tümünü dinin emirleri olarak algılayacaksınız. Tüm Arap kültürü İslamiyet'e sokulmuş ve dinin gereği diye kabul ettirilmiş.
En başta kadının toplumsal konumu. Türk kadını Orta Asya'da erkeğine eşit iken Araplaşma ile köleleşmiştir. Bir başka çok etkilenilen alan hayata bakış açısıdır. Mistik kader anlayışı insanları köreltmiş ve tembelleştirmiştir. Onur, dürüstlük Orta Asya'da en temel faziletler iken; rüşvet, adam kayırmacılık, vurdumduymazlık Arap kültürünün bize bulaştırdıklarıdır. Göbek dansı bile Arap kültüründen mirastır. Zaten topikte vurgulananlarda bunlar. Olumlu etkileşime kimse bir şey demez.
.***
arkadaşlar sanırım bir şeyler karışıyor
Allahın sünnetini bilmemekten kaynaklanan karıştırma teşhisin yanlış koyulması ve tedavinin yanlış olmasına yol açıyor...
Öncelikle pek çok arkadaşımın karşı çıktığı arap kültürü dedikleri ve aslında islama karşı çıkışın ne kadar tutarsız olduğunu belirtmek isterim.
Peygamber efendimizden önceki ve sonraki arap kültürünü ve araplara ait ne var ne yoksa hepsini peşinen ret eden zihniyetin temel amacının aslında islama karşı oluşun bir ifadesi olduğunun altının çizmek istiyorum.
En azından birazda olsa islam tarihi hakkında bir kaç kitap okumuş olsalar gam yemem. Ancak kuru kuruya birileri öyle dediği için peşin kabul edilen içi boş milliyetçilik lafları...
öncelikle peygamber efendimizin yaşadığı dönem dahil omak üzere ondan önceki belkide binlerce yıllık zaman diliminde bize kültürlerini empoze ediyor denilen insanlrın yaşadığı coğrafyayı bir göz önüne alalım. Mekke-medine hadi bunların etrafından 500 km lik çaptaki bütün halklarolsun. yani şikayet konusu olan bu çap içindeki kültür oluyor bir diğer anlamda. yani onların dilleri, sakalları, kadınların başlarının örtmeleri vb.
bu çaptaki coğrafyanın birde jeopolitik konumuna bakalım. Bir tarafta bizans diğer tarafta persler. Biri ateşe tapar diğeri haça.. her ikiside zamanınn en güçlü devletleri. Siyasi kültür olarakta ve ihraç eden durumunda... peki neden araplar bu kültürlerin etkisi altında kalmamıştır. Neden bu iki devlet o zamanlara göre bile oldukça büyük bir cazibe merkezi olana bir yere saldırmamışlar...dolaysıyla kendi kültürlerini yerleştirmemişler.
Cevap çok basit
Allah bu coğrafyayı öyle titiz bir şekilde korumuş saklamışki hiç kimse ne cesaret edemişmiş nede değer bulmuş.. cesaret edememiş; çünkü merkez konumundaki mekke medine hala bile inanılmaz bir coğrafi savunma olanaklarına sahip
değer konusu: arada geçilmesi oldukça zor olan bir çöl içinde bu yer
ve Allah bu çap içindeki halklara öyel bir huy vermiş ki edebiyat alanında dünyanın en ileri toplumlarından biri olmuş. öylersine ki bir şiir veya şair yüz<ünden kabileler arasında çatışmalar bile çıkabiliyor...
diğer bir ifade ile Allah kulu Muhammedi indireceği toplumu ve toplum vasıtasıylada dünyaya yayılacak kuranı öyle bir gelişmiş dil üzerine getiriyorki ancak anlaşılabilsin... ona rağmen (yani arap diliniin kuranı anlama konusundaki onca üstünlüğüne rağmen) anlaşılmayan pek çok kelime peyagmaber efendimiz tarafından bizzat sahabeye açıklanmıştır.
Yani kısaca şudur. Allah arap toplumunu gerek dil, gerekse temelde bazı kültür dediğimiz sosyal davranış ve yaşam şeklini zaman içinde bizzat geliştirerek islamın gelipte anlaşılır ve yaşanılır bir hale gelmesi için hazırlamıştır. Binler yıl sürecek bir hazırlıktır bu. bu yetiştirme sadece araplara özgü bir olay değildir. aynı zaman diliminde Allah daha sonra bu dini en güçlü hale getirecek olan Türkleride bu güç ve kuvveti kazanacak kollayacak sistem ahline getirecek biçimde eğitmiştir. Onlara gereken her türlü kolaylığı yaşatmıştır.. İşin özü Her şey Allahın dilemesine uygun olarak bina edilmiştir.
şimdi düşünelim...
arap dili oldukça basit sıradan kültür ise şimdi ilkel dediğimiz durumdan bile çok daha geride olsaydı o insanlar arasında çıkacak olan bir muhammet(SAV) ve ona inecek olan kuran nasıl oluşacaktı. nasıl tebliğ yapacaklardı... Peygamber efendimizin tebliği için bile asgari bir seviye olması lazım. işte o zamanki arap toplumu bu tebliğ için kendi konumuna göre en uygun duruma binlerce yıl içinde getirilmiştir. Dilin en alt seviyesi bize göre edebiyatın en üst seviyesidir mesela. Ancak buna rağmen bile yukarda dediğim gibi anlaşılmayan şeyler çıkmıştır. Ancak anlaşılan da şudur. özellikle üzerine basarak yazayım. Arap toplumu o dil seviyesi sayesinde kuranın eşsiz belağatına tanık olmuş, bu eşsiz kültür sonucu kuranın bir kul eseri olmayın ancak ve ancak bir olan Allah a ait sözler olduğu en inkarcılar tarafından bile kabul edilmiştir. öyle müthiş bir belağat ki (o dil kültürü içinde yetişip) duyanlar kuran ayetlerine adeta sihir demişler, gerçektende ayetleri duyduklarında mıhlanıp çakılmışlardır.
Şİmdi sorarım size
çok kültürlüyüz ya !!!!
hangimiz bu ayetleri duyduğumuzda çakılıyoruz...
hiç birimiz
Dil için verdiğim örenke araplara ait bütün kültürrel durumda da ortaya çıkar. Mesela sakal. gerçi o zamanlar dünyadaki bütün erkelerde nerdeyse sıradan olan bir durum peyagamber efendimizde sünnet olarak tescil edilmiştir. Bir zararının olmamasından ziyade bilaki Allahıhn insanlara bir şekilde vermiş olduğu bir özelliğin PEygamber efendimiz vesileis ile tescillenmesidir bu.
Gelelim arap kültürünün peygamber efendimizden sonraki (daha tebliğe başlamasından sonraki) durumuna...
Kim, şimdiki veya o zamanki hehangi bir toplumun sahabeden üstün özelliklerde olduğunun iddia edebilir. her yönüyle..
o sahabeki içlerinden bir kısmı yaşarken daha cennetlikle müjdelenmiş
o sahabeki peygamber efendimiz(SAV) tarafında yıldızlra benzetilmiş
evet o sahabe sadece erkeklerden oluşan bir toplum değil
bütün bir toplum olarak
nesini kötü buluyorsunuzda biz daha iyiidik diyorsunuz.
Herhangi bir çağda herhangi bir topluluk olarak...
sadece ve sadece....
eğer bilerek yapıyorsanız imanınızı gözden geçirin
yok eğer bilmeden yapıyorsanız
sadece şeytanın fısıltılarının yüksek sele söyleyen bir araç durumundasınız dikkat edin..
gul euzu bi rabbin nas, melekinnas, ilahinnas.....minelcinneti vennas
şeytanın vesvesesinden fısıltısndan Allaha sığınırım..
..***
İyi, güzel övmüşsünüz Arapları. Madem İslamiyetten önce bu Araplar süper kültürdü, süper bir yaşayışları vardı (şiir, şair uğruna savaş yapmak ne kadar süperse artık), Arapların İslamiyetten önceki durumuna Cahiliye Dönemi denmiyor mu? Putlara taptılar, kız çocukları gömdüler, vs. vs... Madem Allah bu kadar koruyup kolluyordu Arapları neden bunlar oldu?
Kaldı ki İslemiyetten sonra da Araplar neden güzel Ahlaklarını terkettiler? Din kardeşi olmamıza rağment neden bizi İngilizlere sattılar? Neden arkamızdan vurdular. Kuran da oku, çalış denmesine rağmen, "Komşun açken sen tok durma" hadisine rağmen neden Araplar kendi yarım adalarında Petrol zengini olarak yatıyorlar? Neden? Arapların bugünkü yaşayışına bakın, Kur'an ın emrettiklerine bakın. Kuran'ın indirildiği dili konuşan, anlayan insanlar kitapta emredilenden bu kadar farklı davranıyorsa, Allah'ın onları koruyup kollamasına rağmen, Ahlakları bozulmuşsa, kültürleri bozulmuşsa neden böyle bir milletin kültürüne sahip çıkalım?
.Sen eğer Allah'a inanan biriysen nasıl olurda o kalınlaştırdığım yerleri söylersin?Sen eğer Müslümanlığa inanan biriysen nasıl olurda arapların varolduğu zamandan beri özel bir şekilde korunan gelişmiş bir kültür olduğunu söylersin?Neden Türklere yada başka bir topluma peygamber gönderilmedi?Sebebi sence arapların üstün bir ırk olmasımı yoksa o zamanın en pis, rezil, ahlaksız ırkı olmalarımı?
Bir ırka ait dil ile ibadet yapınca daha mı sevap oluyor?O harfler kelimelerde mi özel bir şekilde Allah tarafından özel bir şekilde korunmuş, öğretilmiş?
Edebiyatta ileri olmak dünyadaki en düşük okuma yazma oranlarına sahip olmak mıdır?Yada edebiyatta iyi olmak Osmanlı zamanında olduğu gibi kendi dilinin kurallarına uygun olmayan aruz ölçüsü ile yazmakmıdır?
Araplara tapmamak onları sürekli övmemek, şeytana tapmak onun fısıldadıklarını yapmak mıdır?
Bu dünyada iyi biri, bilgili biri olmak için Arap olmak şartmıdır?
.***yaniğ o kadar yazdılarımdan bunlarımım anladınız
helal olsun vallahi...
hayran kalınası bi anlayış düzeyi
araplara karşı hiç bir övgünün olmadığı bir yazıdan arapları süper diye bir anlayış getirmek inanılmaz bir şey...
lütfen yazıyı iyice okuyun
Allahın sünnetinden bahsediyorum...
Dilediğini dilediğine veren Allahın yapmış olduğu bir sünneti tarihsel süreç içinde analiz edip önünüze koyuyorum
siz hala garip süzgeçle yazıları okuyorsunuz ve yanlış şeyler çıkıyor...
"Araplara tapmamak onları sürekli övmemek, şeytana tapmak onun fısıldadıklarını yapmak mıdır?"
bu lafınızdan Allaha sığınırım... Nedemek araplara tapmak
fısıltının ne demek olduğu anlayacak bi seviyede olmamanız zaten sizin bütün yazıyı doğru şekilde anlayacak düzeyde olmamanızında en büyük sebebi...
ancak lütfen yazımda dolayıda Allaha inana biriysen gibi lafları kimseye kullanma
Allaha şükür 5 vakit namazımıda kılarım haram ev helallerede azami dikkat ederim
bilgime göre teslim olanlardanım
cahiliye dönemine bakarak veya bugünkü araplara bakarak yorum yapıyorsunuz..(Pis cahil gibi laflar) ancak yazımda da belirttiğim sahabelerin aynı araplar içinde olduğunu es geçiyorsunuz... sakın olaki onlarda şu bu demeyin iki laf uğruna imanınıza zarar gelmesin...sahabelerden bahsediyorum.
.Yazdığınız yazının bir çok bölümü doğru bilgilere dayanmıyor. Dinin öngördüğü iyiliklere ilişkin dilek ve tememnilerinizin Araplarda var olduğunu sandığınızı gösteriyor. Petrol öncesi çöllerle kaplı Arap coğrafyasını kim ne yapsın? Siz bunu Mekke Medinenin coğrafi yapısına bağlıyorsunuz. Tamamen yanlış. Araplardan başka kimse bu coğrafyalarda bağlasanız durmaz. İnsan yaşamına uygun değerli coğrafyalar içinse sürekli savaşlar olmuş ve bu topraklar sürekli sahip değiştirmiştir. bkz. Anadolu.
Traş bıçağının olmadığı bir dönemde sakallı olmak bir kolaylıktır. Bugün sakalı insanlara sünnet diye dayatmak ise dinle tamamen ilgisiz bir hurafedir. En başta dinin emrettiği temizlik açısından zorluk yaratır sakallı olmak. Keza Hz. Muhammed elle yemek yediği için bunu sünnet sanan ve bugün bilimsel kılıflar takarak insanları buna özendirmeye çalışmak hurafeciliktir. O zaman çatal kaşık mı varmış? Mecburen eliyle yiyecek. Yok efendim mikroplara bağışıklık kazandırıyor türü yalanlara bile başvuruyorlar. Oysa doğal mikrop aşı olamayacağı gibi, kalıcı hasarlar açar.
Sahabeler Arap diye Araplara hayran olmak gerekmez. Pasteur'un, Edison'un, Arşimet'in milletine bakan, ulusunu bilen var mı? Aslolan insanlığa yararlı kişilerin kendileridir. Milletleri değil
.
**söz konusu oan araplar dediğinizde tarihsel süreç içindeki bütün herşeyleri ile ele alınıyor...
islamiyetten önce tukaka olabilirler.. Dünyanın pek yöresinde olduğu gibi. İtirazım yok. Şu anda da tukaka olabilirler.. onada itirazım yok.. Hatta hacca gidenlerin bazılarından duyduğum kadarıyla kabede bile hırzılığı epey yaygın olduğu, pislikleri vs vs
onlarada itirazım yok...
hatta ve hatta Allahtan çok amerikadan korktuklarını
filisten e israilden daha büyük kötülük yaptıklarınada katılırım..
ancak bir şeyi unutmayın
İslam medeniyeti diye bir kavram ve realite var. bu kavramın oluşmasında ve yayılmasında tarihsel süreç içinde sürekli tukaka dediğimiz arapların çok büyük fonksiyonları olmuştur. Yani sizin şunun bunu demenizde bu gerçeği değiştirmez. ha ne oldu zamanla bu emaneti taşıyamadılar.. Allah ta taşıyacak bir başka kavme(yavuz sultan selim ile) türklere verdi.. Türkler ise bu medeniyeti çok çok öte götürmüştür.
asıl anlamadığım nokta ise türkçülük akımında o kadar saplantılarımız varki neden se eleştiri konusu hep araplar oluyor. bize düşmanlığı apaçık olan amerika ve yahudiler dost oluyorda !!!
Dil konusuna gelelim
arap harflerinden kurtulmayı türkçülük olarak görenler sanki özel bir türk alfabesimi kullanıyor. Olduğu gibi latin harflerini almış gelmişisz. Arap harflerinden ne farkı.. mademki kültür yozlaşması.. Arap harfi olunca yozlaşmada latin olunca medenimi oluyor. kaldıki oda yarım yamalak alınmış durumda.. şimdi onları telefi etmewk istiyorlar ancak buda kürtçülük akımının zoruyla oluyor..işe bak ya..
.Arapların bizim kültürümüzden etkilenmemelerinin sebebi, onların kendi kültürlerine bağlı olmaları değil, zaten hayatta hiçbirşeyi merak edip sorgulama yeteneklerinin olmamasındandır.
örnek vermek gerekirse; biz neden Amerikan veya Batı kültüründen etkileniriz veya yozlaşırız? çünkü çok merak edip araştırırız, okuruz, kurcalarız... evet bu merakımız yozlaşmamıza neden olur belki ama diğer milletler gibi dünyadan habersiz yaşayan bir millet değiliz.
örneğin Amerikalılar haritada İran'ın yerini bilmiyorlar veya Londra'nın. ayrıca Türkleri Arap kıyafeti giyip deveye binen millet zannetmeleri yine batılıların kara cehâletinden kaynaklanır.
.
***aynı konu içinde bir başkakonuya daha değineceğim. Arapların arkadan vurma hadisesi. Yani arkadaşar bu konuda oldukça taraflı davranıyorlar. Bilgisizlikten ve milliyetçilikten kaynaklanan bir tarafgirlik..
ancak tarihin tarafı olmaz. Olduğu gibi neyse o..
gelelim konu hakkında kısaca başlıklara..
tamam kabul
şimdi ki suudları kurucusu hüseyin şerif osmanlıyı arkadan vurmuştur. ancak ölümüne yakın bunu ne kadar büyük bir hata olduğunuda itiraf etmiş biridir.
Osmanlıyı arkadan vuran bir kabile osmanlı idaresindeki arapların ancak % 2,5 gibi bir oranına sahip. Osmanlının 7 cephede birden savaştığı yıllarda osmanlı ile beraber savaşan arapalrın sayısı ise bunların en az 10 katı. Neden bunlar görünmez.
Osmanlıya sadece araplarmı ihanet etti. Balkanlardaki ihanetler neden gündeme gelmez. Hadi es geçtik balkanları kendi içimizdeki insanların yaptıları neden gündeme gelmez. emin olun oran olarak belki % 2,5 dan azdır ancak sayı olarak ise çok daha fazla bir topluluk gerek osmanlıya gerekse TC nin ilk yıllardında kurtuluş savaşındaki zanlarda ihanet etmişledir. Bunlar neden gündeme gelmez.
son olarak kuyucu murat paşa denilen osmanlı paşasını bi araştırın bakalım. arapların osmanlıya diş bilmesinde bu paşanın rolü nedir.. ne yapmışda araplara arapların bugün bile hala gündemde olan acı hatıraların neler var... kuyucu murat paşa ne etki yapmışda bu kadar sert tepki almış
tamam arabı sevmeyin
bende sevdiğimi söylemiyorum zaten
ancak objektif olmak, adil olmak farklı bir şey.
Araplardan daha fazlasını yapanlar bugün canım ciğerimken neden hala ısrarla bu arap düşmanlığı gündemde
bundan nemalanan hangi çıkar grupları
haklı bile olsa bir tepki sana zarar verecekse neden çıkar gruplarının tyezgahına gelirler hala anlamakta güçlük çekiyorum
- Bir ateist demiş ki: Kuran bölgeseldir demiş ve bir örnekle açıklamış.
- Mesela bir gemiye biniyoruz Kuran i anlatmak için. İste bilmem Avustralya’ya geldik alkolün haram olduğunu söylemek için önce alkol ne onu anlatmak gerektiğini... Allah c.c çenette gölgeler var der. Peki kutuplardaki ülkelere gitsek gölgeler değil güneş istiyoruz derler. Eskimolara oruçtan bahsedelim ama orda bazen güneş hiç batmıyor. Vb..
- Mesela Allah Kuran'da zeytin hurmadan bahseder ama bunlar Arabistan'da var, olmadığı ülkeler de var.
- Yani Kuran evrensel değil mi? (Ayrıca bu örneklerin bazısı Kuran in indirildiği zamana göree değerlendirilerek yazılmış.)
Cevap
Değerli kardeşimiz,
- Bir ateistten, başak ne beklenir? Allah’a inanmayan bir zavallının Kur’an’a inanması mümkün mü?
- Kur’an’da söz konusu edilen bazı ürünlerin özellikle Arap yarımadasında bulunan ve yakından bilinen ürünler olmasından daha tabii ne olabilir?
Bir yerde öğretmenlik yapan bir öğretmenin dersinin iyi anlaşılması için öğrencilerin yakından bildiği konulardan örnek vermesi eğitim ve öğretimin en önemli bir eğitim metodudur.
Bununla beraber, bugün hurma, üzüm, zeytin, incir gibi ürünler dünyanın her tarafında çok rağbet gören sağlığa çok faydalı olan ürünlerdir.
- Eskimolar gibi, güneşin hiç batmadığı veya altı ay gece altı ay gündüz olduğu yerlerde de İslam dininin oruç tutmak, namaz kılmak için yol gösterici olması bu dinin Evrensel bir din olduğunun açık kanıtıdır.
Nitekim, Hz. Peygamber (asm) Deccalin çıkacağı yeri belirlemek üzere “bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını” bildirdiği zaman “o günde namazlar nasıl kılınacaktır?” şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiştir: “Takdir olunarak! Yani uzun günün saatleri takdir edilerek. Hesaplanarak (bu ibadetler yapılır)."(Müslim, Fiten , 20) Yani, günlerin normal olmadığı bölgelerdeki namaz vakitleri ve oruç vakitleri, oraya en yakın olan bölgeye göre ayarlanır.
Demek ki İslam dininin cevap vermediği ve çözüme kavuşturmadığı hiç bir soru ve sorun yoktur. Bu da onun Evrensel bir din olduğunun göstergesidir.
- Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, insanlar güzel ağaçların gölgesinde, bağ ve bahçelerde, denizlerin kenarında oturmaktan zevk aldıkları, bilinen bir gerçektir. Güneşin hiç olmadığı yerde yaşayanlar da güneşin olduğu bir yere seyahat ettiklerinde orada gölgeliklerde oturmak isteyeceklerini kim inkâr edebilir?
Demek ki, insanlar dünyanın neresinde oturursa otursun, cennetin bağlarında, ağaçlarının gölgelerinde ve ırmaklarda yüzmekten zevk alacaklardır.
Kaldı ki, cennette güneş yoktur ki, oranın güneşi ile dünyanın güneşi karşılaştırılsın... Cennet, hiçbir gözün görmediği, hiçbir insanın aklından hayalinden geçiremediği bambaşka bir memlekettir. Oranın gölgeleri de oraya göredir.
- Hülasa: Cennet tasviri, insanların hemen hepsinin candan arzu ettiği bir yerdir. Kur’an’da yapılan bütün tasvirler de insanların arzu ettiği ortak paydalardır.
Hasta olduğu için tatma duygularını kaçıranlar, kendi damaklarını kınasınlar.
Gözü görmeyen bir kimsenin güneşi görmemesinin kabahati güneşte mi, onun gözünde midir; el-İnsaf?..
Kırk yönden Allah’ın sözü olduğunu ispat eden, kırk çeşit mucizeyi barındıran, on beş asırdan beri -bir tek suresinin bile bir benzerinin ortaya konmasının mümkün olmadığını ilan edip- bütün insanlara meydan okuyan Kur’an gibi bir hakikat güneşi karşısında akıl gözü kamaşan yarasa beyinlerin, bu güneşi görmeme kabahatini Kur’an’a yüklemeleri kadar çirkin bir zavallılık örneği olamaz.