ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Guguk kuşu, kuşlar arasında en alçak ve hain olanıdır.1
Bu kuşlar asla zahmete girmez, başka kuşların saflığından yararlanır.
Bir kuş, yumurtalarının üzerine kuluçkaya yattığında, guguk kuşu gelir yanındaki dala konar.
Sabırla anne kuşun yuvadan ayrılmasını bekler.
Anne kuş yuvadan ayrıldığında, guguk kuşu yuvaya konar ve yumurtasını oraya bırakır.
Yuvasına dönen anne kuş, daha iri olan guguk kuşu yumurtasını ayırt etmeden kuluçkayı sürdürür.
Guguk kuşu yavrusu yuvanın esas yavrularından daha da iridir.
Tek başına beslenebilmek için, annenin gerçek yavrularını teker teker yuvadan atıp, öldürür. Zavallı anne kuş bütün gününü kendinin olmayan bu iri guguk kuşu yavrusunun karnını doyurmakla geçirir. Türk milletinin en alçak ve hani olan FETÖ’de, kendisine guguk kuşlarını rol model aldı.
FETÖ, sızmak istediği bütün cemaatlere birkaç guguk kuşu yumurtası bıraktı.
O cemaatlerin özellikle yurtlarına yerleştirilen bu guguk kuşları, zamanla yumurtadan çıktı.
Büyüdüler, bulundukları cemaat içerisinde farklı farklı görevler aldılar… Kimisi o cemaatin başına geçti, kimisi cemaatlerin idare heyeti içerisinde yer aldı.
FETÖ büyük bir sabırla 20 sene, 30 sene bu guguk kuşlarının cemaatleri ele geçirmesini organize etti.
Şöyle bir etrafınıza bakın…
Türkiye’de iç harp çıkmayan, birbirine girmeyen cemaat var mı?
Hepsinde fitne kol geziyor…
Fitneyi çıkaran bu guguk kuşları.
Onların vazifesi; cemaatleri içeriden birbirine düşürüp parçalamak ve yok etmek.
Menzilden Süleymancılara, İsmailağadan muhalif Nurculara kavga çıkan bütün cemaatlerde FETÖ operasyonu var.
“Bize sızamadılar” demeyin…
Belki de en çok bize sızdılar.
Çünkü en büyük düşmanları ve önlerindeki engel bizdik… Şimdi sizi 18 Nisan 2007’ye götüreyim.
Malatya'daki Zirve Yayınevi'ne yapılan baskında, biri Alman ikisi Türk üç Hristiyan'ın boğazları kesilerek öldürüldü.
Hıristiyanları koyun keser gibi boğazlayan 4 genç, kitapevinde yakalandı.
Kitapevinde bulunan Emre Günaydın isimli beşinci genç, vahşetin etkisine daha fazla dayanmayıp kendini balkondan attı. Bu beş öğrenci İhlas Vakfı Erkek Öğrenci Yurdu'nda kalıyorlardı.
Ertesi gün Zaman Gazetesi, “İhlas Yurdu’nda kalan 5 öğrenci papazları boğazladı” manşetiyle çıktı.
Sonradan anlaşıldı ki, bu canilerin İHLAS’la hiçbir alakası yoktu… İşte bu 5 kişi, FETÖ tarafından İhlas yurduna yerleştirilen guguk kuşlarıydı.
FETÖ bu kuşları, vahşi bir katliamda kullandı.
Niyetleri bir taşla iki kuş vurmaktı. Birinci vurmak istedikleri nokta; İhlas camiasıydı. İHLAS yurtlarında cani ve katillerin barındırıldığını fikrini hem içeride hem dışarıda yaymaktı.
Böylece İHLAS’ı bütün dünyada radikal bir örgüt kapsamına aldırmaktı.
O tarihte Enver Abi’nin gayretleriyle bu hain plan bozuldu. İkinci vurmak istedikleri nokta; Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümetiydi.
AK Parti hükümetini, Hıristiyanları ve papazları boğazlatan radikal dinci bir hükümet gibi tanıtmak istediler… Bu 5 caninin FETÖ ile bağları ortaya çıkmaya başlayınca, örgüt korkunç bir kumpas kurdu.
Sahte ihbar mektuplarıyla, vahşeti TSK’ya yıkmak istediler.
FETÖ’cü savcılar; o dönem emekli Orgeneral Hurşit Tolon, Malatya eski İl Jandarma Komutanı Kurmay Albay Mehmet Ülger, Malatya eski İl Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Yarbay Haydar Yeşil, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Ruhi Abat, astsubay ve uzman çavuşlar olmak üzere toplam 13 kişiyi vahşetin azmettiricisi olarak suçladı.
Gerçek ortaya çıkınca olayın azmettiricisi örgüt elemanları ile ihbar mektuplarını yazan FETÖ’nün mahrem imamları tutuklandı ve mahkûm oldu.
Tarihe dikkatinizi çekeyim. FETÖ bütün bu alçak organizasyonu 2007 yılında tezgâhladı.
O tarihte AK Parti ile flört halindeydi.
FETÖ flört evresinde bile AK Parti’yi aldatmaya kalktı.
Karşımızda böyle namussuz bir örgüt var. Herkesin sandığı gibi FETÖ’yü AK Parti palazlandırmış değil.
FETÖ, AK Parti kurulmadan çok önce zaten palazlanmıştı.
İsmet İnönü ve Kasım Gülek’ten sonra Gülen’in öz geçmişindeki önemli mason isimlerden birisi de dönemin Edirne Müftüsü Yaşar Tunagür’dü. Tunagür, Gülen’i hep koruyup kolladı.
15 Mart 1967’de 429050 numaralı makbuz ile CHP İzmir teşkilatına 5 bin lira bağışta bulunan Gülen, ne tesadüftür ki aynı gün Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği İzmir Üçgen Locasına kabul edildi.
Masonlar tarafından 1955’te başlatılıp yürütülemeyen Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü Projesi ile 1963’teki “İbrahimi Dinler Projesi” daha sonra Gülen’e devredildi. Masonların dinlerarası diyalog projesinin Türkiye ayağı olan Fetullah Gülen, 1971 senesinde önemli bir adım attı.
O sene iş adamı Vehbi Koç’un evinde bir toplantı yapıldı.
Toplantı için Vehbi Koç’un evinin seçilmesi tesadüf değildi.
Koç’un evi en korunaklı evdi.
Dışarıdan birisinin içeride ne olduğunu görmesi ve bilmesi imkânsızdı.
MİT’in kayıtlarında o toplantıyla ilgili şöyle deniliyor;
kayıtlarında o toplantıyla ilgili şöyle yazılmış; - 1971 yılında Vehbi Koç’un evinde bir toplantı düzenlendiği ve bu toplantıya Fetullah Gülen, Vehbi Koç, dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür ve aralarında TSK mensubu olan önemli isimlerin katıldı…
Toplantı sonunda masonlar tarafından desteklenen, Amerika tarafından onaylanan FETÖ kuruldu.
FETÖ’yü AK Parti kurdu diyenlere notum; FETÖ kurulduğunda Erdoğan henüz 17 yaşındaydı. Bir hain olarak yaşayan Fetullah Gülen, Hıristiyan adetleriyle bir KARDİNAL gibi gömüldü.
Allah bu haine, bir tekbiri bile nasip etmedi.
Tekbir’i nasip etmediği gibi Fatiha bile okunmadı. Helallik alınmadı.
Bunlar bile Fetullah’ın ahiret hayatında ne yaşayacağının açık ispatı.
Örgüt; Münker ve Nekir sorguya geldiğinde onlara sohbet etsin diye gömerken sırtına yastık bile koydular.
Sonuç itibarıyla Fetullah; kafir memleketinde, kafir adetlerine göre kafir toprağında öldü gitti.
O öldü ama onun yetiştirmesi guguk kuşları hala aramızda yaşıyor. Bunlardan bazıları maalesef aramızda dolaşıyor.
Onu da yeni yazımda anlatayım..
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
.
FETÖ’NUN CEMAATLERDEKİ GUGUK KUŞLARI…(2)
FETÖ yumurtalarını sadece Malatya’daki yurda bırakmadı.
Pek çok yere bu yumurtalar bırakıldı.
Yumurta bırakılan yerlerden birisi de Ankara’daki yurttu.
Bu yurtta kalan iki guguk kuşu, Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi aleyh hakkında fitne çıkarmaya başladı.
Konu Enver Abi’ye gidince; tepkisi sert oldu.
Yurtta kalmayan ancak bunlarla teması olan birisi daha vardı.
Bunların yurda girişlerini yasakladı:
İsmi lazım değil o guguk kuşları çekip gitti, diğeri ise içeride kaldı.
İçeride kalan sinsi bir şekilde pusuya yatıp sabırla bekledi..
Enver Abi vefat ettiğinde; meydanı boş bulup, ortalığa döküldü…
Kendisini camiaya kabul ettirmek için büyükler hakkındaki hatıraları toplayıp kitap yaptı…
Cemaate şirin görünmenin en kestirme yolu.
Kripto, yazdığı kitaplarında Said Nursi ile alakalı sinsi sinsi ekleme ve çıkarmalar yaptı.
Kitabında Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh’in ağzından şunu yazdı;
-Kuleli Askeri Lisesi’ndeyken, bir gün bir ziyaretçin var dediler. Gelen Salih Özcan isminde birisiymiş. Bahçedeki bir banka oturduk. Kendisini Said’i Nursi göndermiş. ‘Kuleli ’de bir mücahit albay var, onu ziyaret et ve selamımı söyle! Tuttuğu yol doğrudur bu yoldan ayrılmasın” demiş.”
Bu ‘Tuttuğu yol doğrudur, yoldan ayrılmasın’ cümlesi, hatıranın orijinalinde bulunmuyor.
Guguk kuşu, bu cümleyi buraya sokuşturmuş…
Aklı sıra; “Said-i Nursi yolunuzu doğru buluyordu. Hocanız Hüseyin Hilmi Işık’a da nasihat ederek yoldan ayrılmamasını tavsiye etti” demeye getiriyor.
Said-i Nursi Hüseyin Hilmi Işık efendinin üzerinde bir kimse mi ki, ona nasihat etsin.
Hüseyin Hilmi Işık Efendi (Rahmetullahi Aleyh) zaten Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin talebesiydi ve onun yolundan gidiyordu.
Madem şeyhin Hüseyin Hilmi Efendinin yolunun doğru olduğunu biliyordu da, kendi gelip niçin bağlanmadı? Bağlanmadığı gibi düşman oldu.
Yazdığı kitabında Said Nursi ile alakalı olumsuz bölümleri çöpe atıp yok etti.
Çöpe attığı bölümlerden biri şöyle;
-… Bir kış günü Efendi Hazretleri ile odada oturuyorduk.
Soba yanıyordu. Kapı açıldı, bir de baktık ki içeriye Said’i Nursi girdi.
Efendi hazretleri buyurun dedi.
Oturdu. Çay ikram ettik, çay içti.
Efendi hazretlerine; ‘Ben’ dedi ‘tefsir yazdım. Şimdi matbaadan geliyorum, bu tefsiri bastıracağım. Size de takdim edeceğim. Kabul eder misiniz?’ dedi.
Efendi Hazretleri de, “Öyle mi, vah vah! Sen tefsir mi yazdın? Tefsirler yazılmış, bu iş bitmiş. Senin yazdığın eğer o tefsir âlimlerinin tefsirine benziyorsa, ne mutlu, başımızın üzerinde yeri var.
Ama onlar varken senin tekrar yazman, şöhret alametidir. Sen meşhur olmak istiyorsun. Kendini meşhur etmek istiyorsun. Şöhrete kapılmışsın.
Yok, sen onların aynını yazmıyorsan, onlardan toplamıyorsan, kendin yaptınsa, o zaman da senin tefsirinin yeri şu soba olur. Büker büker sobaya atarım senin tefsiri.
Sen kim oluyorsun tefsir âlimlerine uymayan, benzemeyen tefsir yazacaksın?
Bir kimse kendi kafasından tefsir yazarsa, kendi kendine mana vermeye kalkarsa, kâfir olur efendim. “
Sen demek ki tefsir âlimlerinin tefsirini bir yere koyacaksın, kendi kendine mana vereceksin, ee kafir olur insan” dedi.
Gidiş o gidiş, Said’i Nursi bir daha gelmedi Efendi hazretlerine…
Söyle bakalım KRİPTO..
Efendi Hazretleri ile alakalı kitaba bu kısmı neden koymadın?
Bunu koymadığın gibi hocan Said Nursi’yi yüceltecek bir cümle ekledin?
Bunlar tipik bir FETÖ’cü tavrıdır.
Bu arada bu kripto Efendi Hazretlerinin, “sobaya atarım” dediği kitabı tavsiye ediyor. “Okunmasında hiçbir mahsur yok” diyor…
Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh ile alakalı da bir kitap yazdın.
Orada da eklemelerin çıkarmaların var.
Mübareklerin en önemli hatırasını yine almamışsın. Onu ben yazayım;
- Benim Kuleliden bir talebem vardı. Şaban Tok. Yozgatlı. Şimdi orda öğretmen lisede. Bana kitap göndermiş bir paket kitap. Açtım kitabı. Said’i Nursi’nin Hakikat Nurları.
Said’i Nursi ne diyor o kitapta: Misafirliğe gittim, diyor. Geceleyin orda kalmak icab etti diyor. Geceleyin bana bir oda gösterdiler. Yatak odası. Uykum kaçtı diyor.
Şöyle bir etrafıma baktım ki ooo duvarda kütüphane diyor.
Açtım dolabı, kocaman bir kitap çıktı karşıma. Yaldızlı bir kitap. Bir de elime aldım baktım ki diyor, Abdülkadir Geylani hazretlerinin Günyetü't Talibin kitabı diyor.
Onun kitabı çok hoştur. Aldım diyor, açtım diyor bir sahifeyi, bir de ne bakıyım diyor,
Bir sahifede bazı yazılar çıktı diyor. Hiç hoşuma gitmedi diyor.
Allah Allah diyor. Bıraktım, kapadım diyor. Aldığım yere koydum diyor.
Yanında daha süslü başka bir kitap var diyor. Onu aldım diyor. Açtım, bir de baktım ki İmam Rabbani hazretlerinin Mektubatı diyor.
Onun Mektubatı bütün kitapların en efdalı, en üstünü. Kuranı kerimden sonra ve hadisi şeriflerden sonra İslam kitaplarının en üstünüdür Mektubat.
Eh açtım diyor bir yerini, bir de ne görüyüm diyor.
Bismillahirrahmanirrahim. Besmeleden daha kıymetli ne olabilir diyor.
Hâlbuki o Mektubat’ta ne diyor? Allahü teâlânın sıfatlarının en üstünü muhabbet sıfatıdır. Rahmet sıfatı değildir. Muhabbet, sevgi. Bu da hoşuma gitmedi diyor.
Allah Allah niye böyle ters yazmış. Canım sıkıldı diyor. Onu da kapadım, diyor.
İmamı Rabbani hazretleri diyor, her ne kadar benim üstatlarım arasında ise de diyor, onun bu sözünü ben kabul edemem diyor. Yaaa..
Bu bölümü de çöpe atmışsın..
Bizim guguk kuşu Hocası Said Nursi’ye o kadar bağlı ki, ona toz kondurmuyor.
Şöyle yazmış;
- Said Nursî bugün dünyada yaşayıp İslamiyet’i hakkıyla işitmemiş olan gayrimüslimlerin ehl-i fetret olup cennete gideceğini söylediği için tenkit edilmektedir.
Oysa bu sözü doğrudur........(eşari ye göre)
Hocasının söyleyip guguk kuşunun onayladığı bu mesele için İmam-ı Rabbani Hazretleri Rahmetullahi Aleyh şöyle buyurdu;
“ Dağda ve çölde İslamiyet’ten bihaber müşrikler, ne Cennette, ne Cehennemde kalmayacak, âhirette diriltildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatleri kadar mahşer yerinde azap çekecektir.
Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir.
Dârülislâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmîlerin [gayrımüslim vatandaşların] çocukları da dârülharbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünkü bu çocuklarda iman yoktur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, tekliften sonra inanmamanın cezasıdır. Çocuk ise, buna mükellef değildir.
Bunlar hayvanlar gibi diriltilip, hesapları görüldükten sonra yok edileceklerdir.
Bizim kripto da, “İmam-ı Rabbani hazretlerinin hükmü yanlış, Said Nursi’nin hükmü doğru” diyor.
Fetullah denilen münafık da kitaplı bütün dinlerin mensuplarının direk cennete gireceğini, Allah’a inanmayanların az yanıp sonra cennete döneceğini savundu.
Guguk kuşu bizi Said Nursi ve Fetullah Hainine inandırmaya çalışıyor.
Kalkmış salyangozlarını bizim mahallede satmaya kalkıyor.
Yemezler guguk kuşu yemezler…
ARKADAŞLAR sizden 3 ricam var..
1. Yazının altına bu kişinin kimliğiyle alakalı bir şey yazmayın.
2. Her hangi bir kişi hakkında olumsuz söz içeren yorumlar yapmayın.
3. Bu yazıyı paylaştığınız bir kişi, “Abiler fitne çıkarmayın” derse bilin ki o bir guguk
kuşudur.
Ona deyin ki;“ Üstadını incitene darılmaz, gücenmezsen, köpek senden daha iyidir.”
Bu kişinin ismini bana iletin ki bende bir araştırayım.
Yazıyı beğenmekten çekinmeyin ki camianın meseleden haberdar olduğunu bilsinler...
Bu guguk kuşu Efendi Hazretleri’nin Said Nursi’yi azarlamasına o kadar kinlenmiş ki; kalktı bu Mübarek zata ve cümle Arvasilere iftira attı.
- Arvasîlerin Seyyid olduğuna dair şecere yok.
Bunu yazarken de Efendi Hazretleri’nin, “Ben Seyyidim” sözünü görmezden geldi. Daha doğrusu Efendi Hazretlerine de bir yerde haşa “yalancı” dedi.
- İlmihalde, (Arvasîlerin Seyyid oldukları, Irak’taki şeri mahkeme defterlerinde yazılı olduğu gibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani’nin torunu olan Seyyid Abdürrezzakın mübarek el yazısı ile de tasdik edilmiş olduğu, açıkça yer aldı.
Van mebusu İbrahim Arvas’ın bastırdığı Seyahatname-i Kasım-ı Bağdadi kitabında bu belge yazılıdır
Kusur aramak için mübareklerin bütün kitaplarını satır satır kurcalamış olan bu zat, ilmihaldeki bu belgeden habersiz olabilir mi?
Elbette olmaz.
Onun derdi; ortaya bir yalan atıp camiada fitne çıkartıp, aklınca seyyidleri önemsizleştirmek.
Ona tavsiyem Arvasîlerin şeceresini araştıracağına önce kendi şecereni araştır.
Seyyidlere iftirası bununla da kalmadı.
Seyyidlere kurtuluşunun kesin olmadığını iddia etti.
Belge veya kaynak var mı?
Ne gezer?
Milletin aklını bulandırmak için işkembeden salladı.. Salladı ama cümle seyyidlerin de ahını aldı.
Senin; “kurtuluşu kesin değil” dediğin Mübarek soya, her Mümin her namazında dua ediyor. Bu kadar dua alan Peygamber Efendimiz’in mübarek soyunu cehennem yakabilir mi?
Bu şahıs; Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyhi ve onun kitaplarını kendine hedef etti.
Şöyle yazmış; “Hüseyin Hilmi Işık’ın 1990’da neşrettiği Bir İngiliz Casusunun İtirafları isimli kitabının orijinali yoktur”
Burada aklınca bir kelime oyunu yapmış…
“Hüseyin Hilmi ışık bunları uydurdu” diyemiyor, aklı sıra ilmi siyaset yapıp, “orijinali yok” diyor.
Orijinali yok demek, uydurdu demek.
Bunun, “orijinali yok” diyerek Mübareklere iftira attığı kitabın aslı görüntülendi.
O dönemde ATV program yapımcısı Faysal Atıl, Londra’da British Museum’da İngilizlerin bu kitabı gururla sergilediğini gördü.
Ramazan Ayvalı şöyle yazdı, “Mısır'da Ayn-ı Şems Üniversitesi Edebiyât Fakültesinde "İ'tirâfâtu'l-Câsûsi'l-Biritânî Mister Hepmpfer" isimli Arapça bir eser var. Orada yazılanlar ile merhûm Hocamızın neşrettiği Bir İngiliz casususun itirafları isimli kitap, bire bir örtüşüyor.”
Güvenlik ve Terör Uzmanı, Emekli İstihbarat Albay- Psikolojik Harp Uzmanı, Coşkun Başbuğ geçenlerde çıktığı CNN Türk ekranlarında İngiltere’de bu kitaba rastladığını anlattı.
Başbuğ şöyle dedi, “Kitapta müthiş bilgiler var. Herkesin mutlaka bunu okuması lazım”
O bunları zaten biliyor. Bildiği halde Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi aleyhe iftira atmaktan çekinmiyor.
Bu iftirası üzerine Osman Ünlü Hoca kendisine, “Münafık” dedi.
Buna rağmen ne özür diledi ne de iftirasını geri çekti.
Sonra Mübareklerin Efendi Hazretlerinin vekili olmadığını söylemeye başladı.
İçimizdeki bütün münafıkların sıklıkla kullandığı bir iftira…
Buradan da sonuç alamayınca; İlmihalde yer alan bazı fıkıh bilgilerinin yanlış olduğunu yazdı.
Onları tek tek sıraladım. (Yardımcı olan arkadaşlardan Allah razı olsun)
- Kitaplarda “Radyodan, hoparlörden çıkan ses, imam efendinin sesi değildir. Bu sesin benzeridir. Bunu işitenler, imam efendinin sesini değil, bu sese benzeyen başka bir sesi işitmektedirler. İmamın, müezzinin seslerine uymayıp, başka sese tabi olanın ve imamdan başkasının okuduğu Fatihaya âmin diyenin namazı sahih olmaz.” buyurulduğu halde, “SELİMİYE CÂMİİ GİBİ YÜZLERCE SAFIN EN ARKASINDAKİ KİMSENİN İMAMA UYMASI SAHİHTİR. BU KİMSEYE İMAMIN SESİ HOPARLÖR VASITASIYLA GELSE BİLE, İMAM İLE AYNI MEKÂNDA BULUNDUĞUNDAN NAMAZI SAHİHTİR.” diyerek hoparlöre uyarak namaz kılmaya cevaz veriyor.
-Hüseyin Hilmi Işık hazretlerinin dolgu diş hükmünün doğru olmadığını savunuyor.
-Her fırsatta Yahudileri övüyor.. Yahudilerin “BİLGE” olduklarını söylüyor.
- Yahudiler Müslümanlarla düşmanlık için değil, vatanlarını savunmak için savaştılar.
Kitaplarımızda ise buyuruluyor ki: Dininin bâtıl olduğunu bilerek, akrabalık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebep olmaz ise de, câiz değildir. Çünkü bu muhabbet, zamanla dinini beğenmeğe sebep olur. Âyet-i kerime, bu muhabbeti men’ etmektedir.
- “NOEL NE ZAMANA DENK GELİRSE GELSİN, HAZRET-İ İSA'NIN VELÂDETİ (DOĞUM GÜNÜ) TEBRİKE ŞÂYÂNDIR (KUTLAMAYA LÂYIKTIR) ”
NOELE KIZIP DA NOEL BABAYI KÖTÜLEMEK OLMAZ. NETİCEDE O DA (NOEL BABA) MÜMİN BİR KİMSEDİR. Diyor.
- “NOEL BABA OLARAK BİLİNEN AYA NİKOLA’NIN BAZI KERAMETLERİ VAR. BİZİM İNANCIMIZDAKİ HIZIR ALEYHİSSELAMA ÇOK BENZİYOR” DİYEBİLİYOR.
“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o da ondandır” hadisi şerifi var iken, “YILBAŞI KUTLAMANIN DİNEN HİÇBİR MAHZURU YOKTUR.” diyebiliyor.
Hristiyanlar gibi, (Bu dinin isminin İslamiyet değil, Muhammedîlik olması gerekirdi) diyor.
- “İsrail peygamber adıdır. İsrail’e ve altı köşeli yıldıza düşmanlık etmenin manası yoktur” diyor.
- Açık ayetlere ve Hadis-i şeriflere rağmen, “Gayri Müslümlere düşmanlık emredilmedi” diyor.
- Said Nursi ile benzer ifadeler kullanarak, (Bazı âlimler çalgı çalmaya ve dinlemeye helal demiştir, çalgıyı kuş ve su sesine benzetmiştir) diyor.
- “Müziğe helal dediğim için sapıkmışım. Bunlar (HÜSEYİN HİLMİ IŞIK EFENDİNİN TALEBELERİ) at gözlüğü gibi tek bir yere (SAADETİ EBEDDİYYE) bakıyorlar. Hâlbuki “müziğe haram demeyen” binlerce muteber fıkıh kitabı var.” Dedi.
Bizim öyle kıymetli, öyle Mübarek bir hocamız vardı ki; sahih olan bütün fıkıh kitaplarını tek tek okuyup onların özünden, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye’yi yazdı.
Biz yorulmayalım diye; binlerce çiçekten polen toplayıp, dünyanın en saf ve lezzetli balını yaptı. Yani İlmihal’i hazırladı.
Sorun Mübareklerin balında değil, senin bozuk ağzında…
Yaban arısı baldan ne anlar?
VESSELAM
NOT 1: Yukarıdaki bilgiler kendisinin sayfasında gelen sorulara verdiği cevaplardan alınmıştır.Emin olun İlmihal’le taban tabana zıt daha yüzlerce bozuk sözleri var ama onlara benim yerim yok.
NOT 2 : Soru soranlara verdiği cevapların büyük kısmı Said’i Nursi’nin kitaplarından alınma..(METİN ÖZER/)HABERVİTRİNİ!
Sual
Osmanlı sarayında padişahlar ve ailesi arasında musiki ( müzik ) yaygın mıydı? Padişahlar arasında beste yapan, ney çalanlar olduğu kaynaklarda geçiyor. Ayrıca müzikle tedavi yapıldığı söyleniyor. Musiki dinen caiz olmadığına göre bunu nasıl izah edilebilir?
Cevap
Evvelemirde şunu söylemek gerekir ki musiki matematik ilminden çıkma bir ilimdir. Musiki bilmek başkadır; beste hazırlamak başkadır; musiki yapmak veya dinlemek başkadır. Ulemâ musikinin bazısını câiz görmüş; bazısını görmemiştir. Bunlar hakkında da ulemâ arasında görüş birliği her zaman bahis mevzuu olmamıştır. O halde musiki haramdır diyerek kesip atmak doğru değildir. Adam öldürmek büyük günah iken, kendini müdafaada câiz ve cihadda lâzım hâle geliyor.
İmam Gazâlî Hazretleri İhyâ ve Kimyâ kitaplarında musikiyi uzun anlatıyor. Buna göre musikinin hükmü üç şekilde ele alınmaktadır:
1-Şarkının sözleri haram ise, söylemek ve dinlemek ittifakla haramdır.
2-Söyleyen kadın ve dinleyen yabancı erkek ise, ittifakla haramdır.
3-Dinlenen meclis fısk meclisi ise veya dinleyenler fâsık ise, ittifakla haramdır.
4-Çalgıların hepsi hakkında açık ve kesin nass olmadığı için din âlimleri ihtilaf ettiler. Düğünde def çalmak câizdir. Ramazanda sahur veya iftarı ilân etmek için davul çalmak câizdir. Hac yolunda, cihada giderken, asker karşılarken, bayramlarda davul çalmak câizdir. Sürünün veya kervanın önünde kaval çalmak da câiz görülmüştür. Ney çalmak, bazı Şâfiî âlimlerine göre câizdir. Bando ve mehterde çalgı câizdir. Her çeşit düğünde, seferden dönüş gibi sevinç günlerinde, ezcümle arkadaşların ziyaretinde, arkadaşlarla karşılaşmakta, onlarla bir yemekte çalgı çalınması câizdir. (İhyâ’dan hülâsa tamam oldu.)
Hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Kettânî'nin Terâtib kitabında yazdığı üzere, Hafız Ebu'l-Fadl Muhammed bin Tahir el-Makdisî gibi bazı ulemâ, çalgı âletlerini kuş veya su sesine benzetmiş; kadın sesi ve sözleri tahrik edici olmadıkça çalgı âletiyle musiki dinlemeyi mübah görmüştür. Kettânî, buna dair yirmi kadar kitabın ismini sayıyor. Bununla beraber fıkıh kitaplarında tercih edilen görüş, yukarıda İmam Gazâlî’nin naklettikleridir.
İbni Hacer, Zevâcir’de diyor ki: Cüneyd-i Bağdadî, Ebu Tâlib-i Mekkî, Sühreverdî gibi zâtlar der ki, “Çalgı dinlemekte insanlar ya avamdır; avam, nefislerini öldürmedikleri için onlara bunu dinlemek haramdır; ya da zâhidlerdir. Onların mücâhedeleri devam ettiği için, bunlara mubahtır. Yahut da âriflerdir; kalbleri uyanık olduğu için onların dinlemeleri de müstehabdır” demiştir. Reşahat’ta anlatıldığı gibi, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin huzurunda çalgı çalındığı zaman, biz yapmayız; yapan tasavvufçuları da inkâr etmeyiz sözünde de buna işaret vardır.
Netice itibariyle mehter, bando, kahramanlık türkülerini gerektiğinde ve zaman zaman dinlemek herkese câizdir. Çalgısız ve yabancı kadın sesi olmadan ve sözlerinde dinen mahzurlu bir husus bulunmadıkça şarkı dinlemek de câizdir. Bir erkeğin veya kadının kendi kendine veya kendi cinsi arasında eğlence için değil de, bayram gibi neşe zamanlarında veya sıkıntıyı gidermek veya düzgün konuşmak yahud kafiye öğrenmek maksadıyla çalgısız şarkı söylemesi âlimlerin çoğuna göre câizdir. Beste yapmak da câizdir. Beste ilahi bestesi de olabilir, mehter bestesi de olabilir, şarkı bestesi de olabilir.
Osmanlı sarayında Enderun mektebindeki gençlere musiki dersi verildiği gibi, haremdeki cariyelerden de istidatlı olanlara musiki dersi verilirdi. Sarayda kızlar bandosu vardı. Bunlar bayramlarda, düğünlerde marşlar çalardı. Son zamanlarda piyano da kullanılmıştır. Piyano davul gibi vurmalı çalgılardandır. Vurmalı çalgıların muayyen zamanlarda çalınmasına izin veren âlimler olduğu yukarıda zikredilmiştir. Padişahlar pek çok meziyeti yanında, hat gibi sanatlarda da maharet göstermiştir. Bunlar arasında musiki ile uğraşıp beste yapanlar olduğu gibi, tamamen uzak duranlar da vardır. Beste yapabilmek musikiden haberdar olmak demektir ki bir insan için meziyettir. Bu da Osmanlı hükümdarları için bir üstünlüktür. Şiir yazabilmek de böyledir. Sarayda musiki dinlenmişse bile, bunun şimdiki insanlar gibi müptezelce yapılmadığına hüsnü zan etmek lâzımdır. Hâdü'd-Dâllîn kitabında da yazdığı üzere bazı âlimler hükümdar her an devlet işleriyle meşgul bulunduğundan sarayını harb meydanı hükmünde görmüş ve burada musiki dinlemeyi bando dinlemek gibi sayıp mahzurlu bulmamıştır. Nitekim hükümdarın vaziyeti, sıradan insanlar gibi değildir. Mamafih ulemanın ekserisi insanların suiistimal edeceklerini düşünerek musikinin mübah olanından bile uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir. Musiki ile tedavi İslam dünyasında tatbik edildiği gibi, Selçuklu ve Osmanlılar da bilhassa akıl hastalarını su ve kuş sesinden başka musiki ile tedavi etmeye çalışmıştır. Nitekim Edirne Sultan Bayezid Dârüşşifâsında, İstanbul Toptaşı Bimârhânesinde (akıl hastahânesinde), Kayseri Gevher Nesibe Dârüşşifâsında, Edirne Sultan Bayezid Bimarhânesinde, Haleb Arguniyye Bimarhânesinde hep musiki ile tedavinin tatbik edildiği bilinmektedir. İbni Âbidin hazretleri der ki: “Allahü teâlâ haramda şifâ yaratmamıştır” hadis-i şerifi, bunda şifâ olduğu bilinmediği zamandır. Nitekim haramda şifâ müşahede edildiği zaman kullanmak câiz olur. Hastaya kan vermek bu hükme istinaden meşru olmuştur. Musikiye haram diyen ulemâ zaten eğlence vesilesi olduğu için men etmektedir. Tedavi için musikiden istifade etmenin eğlence olmadığı ortadadır. Musiki matematikten çıkma bir ilim olduğu için, makamların bazen kaybedilen muhakemeyi düzeltmeye yardımcı olduğu ilmen müşahede edilmiştir. Musiki ile tedavinin caiz olduğu İbni Hacer'in Zevâcir kitabında 451. kebîre bahsinde yazılıdır.
Raks da bazen câizdir. Harb oyunları gibi. Mescid-i Nebevi'de Habeşliler raksetmişler, Hazret-i Peygamber de seyretmiştir. Demek ki harb oyunları, mehter gibi sulh zamanında da caiz olmaktadır. Çeçen, Çerkez dansları da buna katılabilir. Bunun dışındaki rakslar ulema arasında ihtilaflıdır. Tasavvufçularınki de cezbe hâlinde ise caiz görülmüş; değilse görülmemiştir. Bugün Mevlevi dervişi kisvesi altında gezenlerin çoğu gösteriş ve şov maksadıyla raks ediyor ki dinen çok mahzurlu bulunmuştur.
Dindar insanlar fıkıh kitaplarındaki sahih kavillere uyarlar. İhtilaflı mevzularda farklı hareket edenlere de bir şey demezler. Nitekim Şahı Nakşibend hazretlerinin yanına ney ve saz getirdiklerinde, “Biz bunları dinlemeyiz. Dinleyen tasavvufçuları da inkâr etmeyiz” buyurdu. Padişahlar da insandır. Masum değildir. Yanlış bir şey, bunların işlemesiyle doğru olmaz. Şu kadar ki, hayırlı işleri daha çoktur.
.XXXXXXX
GUGUK KUŞU BİR ULAKLA HABER YOLLAMIŞ…4
Yazılarım oldukça tesirli olmuş ki, geçenlerde Ankara’daki bir ulağı aracılığıyla bana haber yolladı.
Bu sayede Ankara’daki adamlarını da öğrenmiş olduk.
Bana yolladıkları mesaj Guguk kuşunun cazgırından geliyor.
Şöyle demiş;
-Saygıdeğer Metin Bey, senden ağabeyinin hatırına rica ediyoruz artık bize vurma.
Hoca bütün isteklerini yerine getirecek.
“Kitaplarımdaki yanlışları tek tek bildirsin, hepsini değiştireceğim” dedi.
Neyse meseleniz halledelim.
Daha uzun da özeti böyle…
Yahu siz hala MESELEMİ anlayamadınız mı?
Guguk kuşu; Efendi Hazretleri’ne, Hocamıza ve seyitlere iftira etti.
Yetmedi Hüseyin Hilmi Işık (Rahmetullahi Aleyh)’in kitaplarına iftira edip, yalanladı.
İlmihalde verilen pek çok hükmünün doğru olmadığını iddia edip, aksine hükümler verdi.
Bunun gibi yüzlerce mesele var ama çok daha önemli olanı iman meselesi..
Guguk kuşu imanın şartlarını değiştirip ekleme yaptı ve “Şöyle yazdı;
- İman 4 asla irca edilir. Allah’a, Peygambere ve Ahirete iman etmektir. Bir de Adalet. Şeri hüküm budur...............(r.s imanın şartı 6 diye öğrettiler)
Guguk kuşu, “Şeri hüküm budur” diyorsun.
Bizim dinimizde ve Ehlisünnet kavlinde verilen her hükmün ve fetvanın kaynağı olması lazımdır.
İmanın 4 esası olduğu ve bunlardan birisinin adalet olduğunu iddia ettiğin şeri hükmünün, kaynağı kimdir ve nedir?
Soru çok basit…
Bu hüküm senin değilse, mutlak bir kaynağın olmalı…
Tabi bu kaynağı asla ama asla söyleyemezsin.
Senin asla açıklayamayacağın kaynağını ben söyleyeyim.
Fetva; Fetullah Gülen haini tarafından verildi.
Bu münafık, yazdığı PRİZMA kitabının (2/162) sayfasında şöyle dedi;
-İman esasları Muhakkikin yaklaşımı ile dört asla irca edilebilir ki bunlar;
Allah’a, Ahirete ve peygambere iman. Bir de ubudiyet veya adalettir.
FETÖ’cü Zaman Gazetesi Kutlu Doğum haftasını bahane ederek, haftalık Ailem dergisi çıkardı.
16 Nisan 2005’de, 2.5 milyon basıp dağıttığı o dergide, Fetullah haininin bu sapkın fetvası yer aldı. O fetva ile yüzbinlerce kişi imansız edildi.
İlmihalde aynen şöyle diyor;
- - İmanın şartını beşe indiren ve yediye çıkaran sapıklar varsa da, imanın şartlarından herhangi birini inkâr eden veya yeni şart ilave eden kâfir olur.
Guguk kuşu
Hocana bağlılığın her türlü takdirin üstünde.
20 yıl önce inananı imansız eden fetvasını virgülüne bile dokunmadan kendi hükmün gibi umuma yayınladın.
Senelerce onu sayfanda tuttun.
Hocan yüzbinleri imansız etti.. Sen kaç kişiyi imansız ettin?
Hala tövbe ettiğine dair bir emare vermedin.
İmanın şartları arasına olmayan bir madde sokmak küfürdür.
Bunu umuma açık olarak yapmak ve yaymak umumun önünde tövbe gerektirir.
Allah’tan af dileyip tövbe etmemişsin, bir de beni ikna etmeye çalışıyorsun..
Benden korkma, Allah’tan kork.
Bana hesap vermeyi düşünme, sen Allah’a ne hesap vereceksin onu düşün.
Bir hukukçu olarak İmanın şartlarının arasına Adaleti ekledin.
Doktor olsan Allah bilir İmanın şartlarının arasına neyi koyardın?
Demem şu ki; Fetullah imanın şartı 4 deyip imansız gitti.
Sen sağsın. Hala tövbe etme şansın var. Gel bu işten vazgeç.
İlmihalde senin itiraz ettiğin dolgu diş meselesine tam uyarak abdest al ve imanını tazele…
Tövbe ederken de sakın ola FETÖ tövbesi etmeyesin.
FETÖ tövbesi; DİL İLE İKRAR, KALP İLE İNKÂRDIR.
Tövbe ederken samimi ol, bu bayat numarayı yapma.
Yaparsan vallahi halin felaket.
Guguk Kuşu
İmanla ilgili bu sözünde bana yakalanınca, apar topar o bölümü yok ettin.
FETÖ ile bağının ortaya çıkması seni panikletti. Çünkü bu açık bir delil.
Korkudan sildiğin sayfayı değiştirip geri getirmişsin.
İşin ilginç yanı hem soruyu değiştirmişsin, hem de cevabı.
Hayrola soruyu soran tanıdık biri mi?
Tabi tanıdık.. Çünkü soruyu soran da sensin.
Sorudan da cevaptan da imana eklediğin Adalet hükmünü çıkarmışsın.
Hocan öldü tabi… Fetvasını değiştirdiğin için sana kızamayacağını biliyorsun.
Bu seferde; “İmanın şartı” 3 demişsin, diğer 3 şartı bunların içine koyup durumu kurtarmaya kalkmışsın.
Anladım ki senin derdin imanın şartı değil, FETÖ’den yakalanmak.
Devletin seni FETÖ’cü olarak yakalamasından korktun.
O yüzden Fetullah hainiyle bire bir aynı olan iman tanımını yok ettin, Ama yine de imanın şartı 6’dır diyemedin.
Kusura bakma bu seni kurtarmaz.
Uçurduğun bölüm, pek çok kişinin bilgisayarına düştü.
Açık delil elde yani…
Başka bir yerde şöyle diyorsun…
-Said’i Nursi ve Fetullah Hoca Ehlisünnetti. İkisinin de BİDAT EHLİ olduklarına dair bir bilgiye ulaşmadım.
Yav Guguk Kuşu şaka gibisin.
Bak ben yukarıda Fetullah’ın bidat ehli olduğuna şıp diye ulaştım.
Tabi sen Hoca dediğin Fetullah’ın gözlerle hayran hayran baktığın için kusurlarını göremiyorsun.
Talebenin hocasına aşkı böyle bir şey.
Rabbime şükürler olsun ki, pek çok arkadaşın gözünü açıp imanlarına zarar gelmemesine vesile olduk…
Çok az bir kısmı, hala buna inanıyor.
Onların da guguk kuşu yumurtaları olduğuna inanıyorum.
Bu arada ilginç bir olay yaşadım.
Bir arkadaş mesaj atmış;
- Abi bunun imanı sıkıntılı demişsin. Bu biraz ağır kaçmamış mı?
Ben de dedim ki;
-Kardeşim bir kişi imanın maddeleri arasına başka bir madde ekliyor, sayısını da değiştiriyorsa imanı gider.
Bu benim hükmüm değil ki. İlmihalde de yazıyor.
Ne dese beğenirsiniz?
- Abi, bunu bizim hocalara sormam lazım…
Yav kardeşim; son nefeste, kabirde ve mahşerde sana soru sorulduğunda, “Dur, ben hocalara sorup geleyim mi?” diyeceksin.
Buradan anladım ki İLMİHAL okunmuyor.
Bütün bu ispat ve belgelere rağmen hala inanmayan, bunun arkasından devam eden ve bunu seven varsa; şahsen benim onlara diyecek bir şeyim kalmadı.
O 3-5 kişi bu musibetten kurtulsunlar diye çırpınıyorum… NAFİLE.
Ben daha ne yapayım?
Allah şahidimdir ki; başka bir hesabım, gizli bir düşüncem ve ajandam yoktur.
Cehennem çok çetindir. Bu camianın mensupları düşmesin diye çabalıyorum.
Fetullah yüzbinlerce kişiyi ardına takıp imanlarını aldı.
Bütün bu belge ve izahlardan sonra; hala bunun kitaplarını paylaşan, kendisine teşekkür eden, muhabbet duyan, değer verip saygı gösterenler var.
Onlar hocasının gemisinden inip, guguk kuşunun kayığına binmiştir.
O kayıkta yollarına devam etsinler… Guguk kuşunun sevenlerini götüreceği yer bellidir.
Dünyada görmedikleri ve görüşmedikleri Fetullah ’la ahirette tanıştıklarında, beni hatırlasınlar…
KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR. (HAYIRDA VE ŞERDE)
RABBİM CÜMLEMİZİ, EVLATLARIMIZI, SEVDİKLERİMİZİ BUNUN GİBİ İMAN HIRSIZLARINDAN KORUSUN (ÂMİN)
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
X
Sual
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin 3. cild 17. Mektubunda, iman edilmesi şart olan şeyler sayılırken, kader bunlar arasında zikredilmemiştir. Bunu nasıl anlamalıdır?
Cevap
İmanın şartları, Kur’an-ı kerimde beşi bir arada; kader ise ayrı bir yerde zikredildiği için, bazı kitaplarda böyle zikredilir. İmanın şartı altıdır; kadere iman etmeyen; iman etmiş sayılmaz
.
Sual
Resulullah’ı sevmek imanın şartı mıdır?
Cevap
İman ettikten sonra bu imanın devam etmesi için 6 şart daha var o 6 şarttan biri de hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır. Peygamberi sevmeyen mümin olamaz.
.
Sual
Gayba inanmak niçin bu kadar mühimdir? Aklî delilleri kabul ederek inanmak göz ile bakarak inanmaktan daha katî ve kıymetli değil midir?
Cevap
İslamiyet gayba imanı emreder. Dinin haber verdiklerini kati olarak gördükten sonra hasıl olan iman iman değil kendi aklını tasdiktir. Dinde aklın almayacağı şey yoktur, ama akılla anlaşılmayacak şeyler çoktur. Mucize, imanın şartı değildir. Her mucize gören iman eder diye bir kaide de yoktur.
.
Sual
Resulullah’ı sevmek imanın şartı mıdır?
Cevap
İman ettikten sonra bu imanın devam etmesi için 6 şart daha var o 6 şarttan biri de hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır. Peygamberi sevmeyen mümin olamaz.
.
GUGUK KUŞU VE MUSTAFA İSLAMOĞLU HÜSEYİN HİLMİ IŞIK EFENDİYE İFTİRADA BULUŞTU…
Günlerdir Guguk kuşunun Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh’in meşhur kitabı ‘Bir İngiliz Casusunun itirafları’ kitabına neden taktığını, bu kitabı neden itibarsızlaşmaya kalktığını anlamaya çalışıyorum. Allahü teala aradığım soruların cevabını önüme getirtti.. Youtube’den bir şey ararken karşıma Mustafa İslamoğlu çıktı.
Biliyorsunuz ben kendisine ‘kâfir oldu’ dedim. Beni mahkemeye verdi. Mahkeme beni haklı bulup berat ettirdi. Böylece İslamoğlu’nun imanının düştüğünü mahkeme kararıyla da onaylatmış olduk. İslamoğlu söze şöyle başladı; “Bunların dağıttığı bir kitap var. Felaketi Ebediyye değil başka bir kitap” Şöyle devam etti; Bahsettiğim o kitap değil. Bir İngiliz Casusunun itirafları.. O kitap yalan. O kitap uydurma.. O kitabın orijinali yok, o kitabın aslı yok. Uydurma kitabı yazdı bunlarda yüzbinlerce dağıttı… İslamoğlu’nun bu sözleri size kimi hatırlattı? Tabi ki Guguk kuşunu… Bire bir aynı… Valla günahları boyunlarına, acaba bunlar görüşüp kendilerine hedef mi belirliyorlar diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Biri bu camianın dışarıdan düşmanı, öteki sözde bu camianın elemanı… Nasıl oluyor da Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri’ne düşmanlıkta ve iftirada buluşabiliyorlar? Guguk Kuşu İngiliz Casusunun İtirafları kitabı için aslı yok diye yazdı. Bununla da kalmadı; “Suudi Arabistan’da sorduğum bazı üst düzey isimler de böyle bir kitabın olmadığını söyledi ”dedi… Zavallı Guguk Kuşu, bu kitabın aslının olup olmadığını sormak için Suudi Arabistan’a gidip, orada İngilizlerin kurduğu Vehhabiliğin üst düzey isimlerine soracağına, hemen yan odadaki Ramazan Ayvalı hocaya sorsaydın.. Sormadın çünkü sen FİTNE derdindesin. Ne yazdı Ramazan Hoca; “ …
Bey, İngiliz Casusunun itirafları kitabı için de aslı yok diye yazdı. Ben, merhum Hocamızın, o kitabı neşretmesinden 15-20 sene evvel, 1975’te Mısır’da Arapçasını satın almıştım; Farsçası da var. Prof. Dr. İhsân Süreyya Sırma, Türkçeye tercümesini yaptı; Şefkat Yayınevi sâhibi Mehmet Can başka bir tercümesini yaptı; diğer tercümeleri de var. Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Prof. Dr. Orhan Çeker, İnternet Sitesine koydu. Bunu, İngilizler ve Vehhâbîler elbette inkâr edecekler, Hattâ aleyhlerinde olan bütün belgeleri yok edeceklerdir. Bunlara cevabı Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh, zaten yaşarken vermiş. İçeride ve dışarıdaki bozguncuların bu kitaba saldıracaklarını ta o zaman görmüş ve kitabının 77’nci sayfasında şöyle yazmış: DİKKATLİCE OKUYUN..
Tenbîh: Bu kitâbı dikkat ile okuyan, islâmın en büyük düşmanının, ingilizler olduğunu anlıyacak, şimdi bütün dünyâdaki müslimânlara saldıran vehhâbîliği, ingilizlerin kurduğunu ve onları beslemekde olduğunu iyi öğrenecekdir. Her memleketde bulunan mezhebsizlerin, vehhâbîliği yaymağa çalışdıklarını işitiyoruz. Hattâ, Hempherin i’tirâflarının, hayâl mahsûlü olarak başkaları tarafından yazıldığını söyliyenleri var. Fekat, bu sözlerine bir vesîka gösterememekdedirler.
Vehhâbîlerin kitâblarını okuyarak, onların aslını, iç yüzünü öğrenen büyük islâm âlimi Habîb Alevî bin Ahmed Haddâd, (Misbâh-ul-enâm) kitâbında, ingilizlere satılmış olan Muhammed bin Abdülvehhâbın Hempher ile berâber hâzırladıkları, âdî, alçak yazılarına vesîkalarla cevâb vermekdedir.
1216 [m. 1801] da yazılmış olan bu kitâb, 1416 [m. 1995] da Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset ile basılarak bütün islâm memleketlerine gönderilmekdedir. İngilizler, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, hakîkî müslimân olan Ehl-i sünneti yok edemiyecekler, kendileri yok olacaklardır. Çünki, Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 81. ci âyetinde, bozuk yolda olanların da zuhûr edeceklerini, fekat hak yolda olanların karşısında, bunların mağlûb olarak, yok olacaklarını müjdelemekdedir. BU MÜJDE HEPİMİZE… CANIM HOCAM BENİM… MÜBAREKLER daha kitabı yazarken, Guguk Kuşu ve İslamoğlu gibi İngiliz aşıklarının maskesini düşürmüş. Bu kitap konusu hocamın bu sözleriyle bitmiştir. Yüzü ak olan da kara olan da ortaya çıkmıştır. Artık bunun peşinden giden guguk kuşu yavrularını ikaz bile etmiyorum. Onların doğruya dönememesinin Allahü teala’nın bir hikmeti olduğunu düşünüyorum. Guguk kuşu meselesi hak, ile batıl meselesidir. Batılı tercih edenler; Guguk kuşunun imanın şartlarının arasına Adaleti katması da dâhil, bütün bidatlarına günahlarına ve iftiralarına ortak olmuştur.. Kişi sevdiğiyle beraberdir hükmünce bunlar onların amel defterine de düşmüştür BENİM ONLARA DA SÖZÜM BİTMİŞTİR. Hakkın yanında duranlara bir çağrım var. Onlardan olmadığınız için şükür edin. Allahü teâlânın bizi hala doğru yolda ve Hocamızın ardında tuttuğu için ne kadar sevinsek ne kadar şükür etsek azdır. İnşallah, yaşarken ardından durduğumuz hocamızın, mahşerde de sancağının ardında durur cennette komşusu olmakla şerefleniriz.
Osman Ünlü hoca iki gün önce Guguk kuşunun İngiliz hayranlığından bahis etti. İşte o hayranlığın zirvesi olan bir belge yayınlıyorum. GUGUK KUŞU; İNGİLİZ KRALİÇESİNİN SOYUNUN PEYGAMBER EFENDİMİZE (SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM) DAYANDIĞINI YAZDI… Şok olduğunuz biliyorum.. Emin olun kendi iddiası.. Kendi kendine soru sormuş; İngiliz Kraliçesinin soyunun Peygamber Efendimize dayandığı doğru mudur? Cevap vermiş; Evet, böyle bir rivayet vardır. Bu rivayete göre 1092’de Castilla ve Leon Kralı VI.Alfonso ile evlendirilen bir Endülüs prensesi (Zeida) vâsıtasıyla, Hazret-i Muhammed’in torunu olmaktadır. Çüş yani… Guguk kuşu İngiliz kraliyet ailesinin Seyit olduğunu iddia ediyor. Osmanlı’yı kim yıktı? İngilizler… İslam Âlemini kim böldü? İngilizler… Suudi Arabistan’ı ve Vehhabiliğin kim kurdu? İngilizler… İsrail’i kim kurdu? İngilizler… Amerika’yı kim kurdu? İngilizler… Guguk kuşu bu İngilizlerin seyit olduğunu savunuyor. Bu söz sadece seyitlere değil, cümle Müslümanlara ve Peygamber Efendimize (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve onun Mübarek soyuna hakarettir. İşin aslı şu; Zeida dediği kadın İspanya’ya sığınan bir mülteci. Hele hele asla seyit değil ve bu konuda bir belge de yok. Bu mülteci kadın krala metres yapılıyor. Sonra kral evlenmek istiyor. Evlenmek için Katolik olma şartı var. Kadın Katolik olarak Isabel adını alıyor. Kralla Katolik olarak evleniyor. İşte bizim Guguk kuşu alakasız bir durumu
Peygamber Efendimizin Mübarek soyunu karalamakta kullanıyor. Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) MÜBAREK SOYUNA İFTİRA EDEN, BAŞKALARINA NELER EDER? Allah bunların şerrinden ve iftiralarından korusun. Ekteki diğer belgede asker arkadaşı gibi saygısızca hitap ettiği Hazret-i Ali Radıyallahü anhın iyi bir yönetici olmadığını iddia etmiş.. Diğer belgede ise Kuran-ı Kerim’e saygısızlık etmiş.. Öteki belgeler İngilizlere hayranlığının açık birer kanıtı.. Biliyorsunuz Guguk kuşu bir süre İngiltere’de kalmıştı. Rabbim cümlemizi doğru yoldan ayırmasın… Hepinize selam olsun. METİN ÖZER
.GUGUK KUŞUNUN YAŞAYAN MÜCEDDİDİ AZILI FETÖ’CÜ ÇIKTI, ÖLDÜRÜLDÜ
Hatırlarsınız geçenlerde yazmıştı.
Bizim Guguk kuşu Silsile-i Aliye’nin paralelini kurmuş, kafasına göre Müceddidler tayin etmişti.
Son devrin Müceddidleri arasına ilmi siyaset icabı Kerhen Hüseyin Hilmi Işık’ı Rahmetullahi aleyhi koymuştu.
Kerhen demem şu ki, Müceddid ilan ettiği Mübareklerin yüzlerce hükmüne reddiye yazdı.
Bu kadar reddiye yazdığı birisini Müceddid ilan etmesi belli ki camiayı kandırma amaçlı.
O listede Ömer Nasuh Bilmen ’in yanında bir isim daha vardı; Saîd Ramazan el-Bûtî…
Kim bu Saîd Ramazan el-Bûtî?
Saîd Ramazan el-Bûtî, 1929 yılında Cizre’nin Cilika köyünde dünyaya geldi. Küçük yaşta ailesiyle birlikte Şam’a göçtü.
El-Bûtî, 1953 yılında el-Ezher Üniversitesi’nin Şeriat Fakültesine kaydoldu. Lisans eğitimini tamamladıktan sonra Suriye’ye dönerek Humus ’ta din kültürü öğretmenliği yapmaya başladı.
Birkaç yıllık öğretmenlik vazifesinin ardından 1960 yılında Şam Üniversitesi Şeriat Fakültesi'nde asistanlığa başladı.
1964'te dindarlığıyla bilinen Hama şehrinde Baasçı bir öğretmenin, Allah'ın varlığını inkâr eden ve İslam'a hakaret eden sözleri büyük tepkiye sebep oldu.
Iraklı Şii Baasçı şair Ali el-Hilli "Amentu bi-l Baası Rabben la şerike leh, ve bi-l Urubeti dinen ma lehu sani" HAŞA (Rab olarak ortaksız Baas'a, din olarak ikincisine yer olmayacak şekilde Araplığa iman ettim" şeklinde bir şiir yazmış ve bu marş haline getirilmişti.
Bu küfür marşı; radyolarda ve okullarda okutulmaya başlanınca iman sahipleri ayaklandı.
Bütün âlimler, ulema ve Müslümanlar sokağa döküldü.
Hafız Esad orduyu Müslümanların üstüne sürerek kanlı bir katliam yaptı.
Bu eyleme destek vermeyen tek isim Ramazan El Bûtî idi…Buti Esad'ın yanında durarak cümle Müslümanlara ihanet etti.
Suriye nüfusunun henüz 10 milyonu bulmadığı 1976-1982 döneminde Esad rejimince 60-100 bin Suriyelinin katledildiği tahmin edilmektedir. Buti de bu katliamlardan mesuldür.
Hafız Esad’a ve Baas’a açık destek veren el-Bûtî, 1975 yılında profesör oldu ve kısa bir süre sonra da Şeriat Fakültesi Dekanlığına atanarak emekliliğine değin bu görevini sürdürdü.
Bûtî; Suriye televizyonunda yaptığı konuşmalarda olaylardan ötürü Sünni dindar kesimi suçlamış, Hafız Esad’ın katliamında haklı olduğunu iddia etmişti.
Esad’ın; dini, ahlaki ve insani pisliklerini temizlemede bulaşık makinası görevi üstlenen Bûtî, verdiği fetvalarla BAAS dinsizliğine arka çıktı.
Buti o süreçte; içki ve uyuşturucu kullandığı ve pek çok defa evlilik dışı ilişkisi olduğu bilinen, yolsuzluk paralarıyla son derece lüks bir hayat yaşayan Basil Esad’ı öve öve göklere çıkardı.
Bu övgüleri o kadar abarttı ki; "Basil, tüm Ümmetin ahlakında, doğruluğunda birleştiği, Allah'ın doğruluk bahşettiği, ıslah için çalışan biriydi" gibi ifadeler kullandı.
Esad’ın kendi yerine diktatörlüğe hazırladığı, Basil bir trafik kazasıyla geberince, Suriye büyük bir beladan kurtulmuş oldu. Bunun yerine Beşar koltuğa oturdu.
Ülkede yaşanan hemen her kritik olaydan sonra Suriye Devlet Televizyonu’na çıkması ve halkı ikna etmesi için yapılan teklifleri hiçbir zaman geri çevirmedi ve hakkında yapılan eleştirilere kulak tıkadı.
Bûtî; 21 Mart 2013’te Şam’daki İman Mescidinde hutbe verdiği sırada uğradığı bombalı saldırıyla öldürüldü.
İŞTE BİZİM GUGUK KUŞUNUN MÜCEDDİDİ, DİNİNİ DÜNYAYA SATAN BÖYLE BİR YALAKAYDI.
El Bûtî sadece Esad değil, fanatik bir Fetullah Gülen hayranıydı.
Guguk kuşu gibi bütün Fetullahçıların çok sevdikleri bir isimdi.
Nedeni sık sık Fetullah hainini övmesiydi.
Fetullahçılar 2011 yılında kendisini İstanbul’a getirip ağırladılar.
Bûtî orada mürşidin sıfatlarını anlattığı kitabına; “Burada yazdığım sıfatlar Fetullah Gülen’le birebir örtüşüyor. Dilerim Allah’tan onunla yüz yüze görüşürüm…” diye yazdı.
Bûtî,” Hocaefendi Hakiki Mürşittir, zamanın Mevlana’sıdır.” Dedi.
BUTİ’NİN FETULLAH’I, GUGUK KUŞUNUN BUTİ’Yİ BULDUĞU GİBİ KÖTÜ KÖTÜYÜ NASIL BULUYOR, GÖRÜYORSUNUZ değil mi?
El Bûtî FETÖ’nün Suriye imamıydı. FETÖ’cülere Suriye kapısını açan isimdi. ESAD’ı FETÖ ile tanıştıran da Bûtî idi…
Camianın kuş severleri toz kondurmadığınız hocanız kimi Müceddid ilan etmiş anladınız mı?
Nerede? Biliyorum ki bu bilgi ve belgede sizi değiştirmez.. Kuş sevginiz azalmaz.
Fetullah haini Buti’yi Suriye’ye özellikle de ESAD ailesinin yanına sızmak için fırsat gördü.
Bunu başardı da..
Bu konuda Fuat Uğur şöyle yazdı; “FETÖ, Baas rejimine ve Esad ailesine kadar sızmayı nasıl başarmıştı?
İşte şu ünlü EMEVİ CAMİİ’nin Vaizi Ramazan el Bûtî idi Esad ailesinin kapısını açan maymuncuk. Ramazan El Buti’nin isteğiyle Şam’a gelen Cemaat mahrem imamları kısa sürede Fetullah Gülen’in talimatıyla çok ilginç yöntemlerle Esad ailesinden birine kız alıp kız vererek akraba oluverdi”
Fetullah Gülen hainine mektup gönderen Bûtî kendisinde, “HOCAM” diye hitap etti.
Ey Guguk kuşu, mertsen, şu soruma cevap ver;
- MÜCEDDİD ilan ettiğin Saîd Ramazan el-Buti’nin ‘Hocam’ dediği yani benden de üstün dediği Fetullah Gülen’i listene neden koymadın?
Ya hapsi boylamaktan korktun, Ya da Fetullah hainini MÜCEDDİDLERİN de üzerinde KÂİNAT İMAMI kabul ediyorsun…
Buyur cevap ver..
Bu arada elime bir ses kaydı geldi…
Guguk kuşu, abilerin gençlerine sohbet ediyor.. Sohbetin bir yerinde şöyle diyor;
“Fetullah Gülen Hocaefendi kötü demekle her şeyi kötü demek değildir. Çok güzel fikir ve sözleri var. Bunları yok sayamayız. Fetullah Hocayı kötüleyerek güzel şeylerini görmezden gelemeyiz”
Aman abiler… Sizleri bir kez daha uyarıyorum. Çocuklarınızı bundan uzak tutun. Çünkü bu onları zehirliyor.
Önlem almazsanız Allah göstermesin evlatlarınız birer FETÖ’cü olarak karşınıza çıkar.
Guguk kuşunun tüyünü okşayanlar,size bir sözüm yok.
Siz zaten FETÖ’CÜ olmakta bayağı yol katettiniz. Pensilvanya’ya doğru emin adımlarla ilerliyorsunuz.
Guguk kuşu yakında sizden HİMMET toplamaya da başlar. Cebinize sahip çakın da söğüşlenmeyin.
‘GUGUK KUŞU’na gıkı çıkmayanlar, dillerini yutanlar, bunun icraatlarından siz de sorumlusunuz.
Sessiz kalmanız, sizi kurtarmaz tam aksine batırır.
İstediğiniz kadar KUZULARIN SESSİZLİĞİNİ oynayın.
Er veya geç kasap boğazınıza bıçağı çalar. O zaman uyanırsınız ama artık sizin için yapacak birşey kalmaz...
Rabbim geç olmadan hepimize hidayet versin.
GUGUK KUŞUNA KEFİL OLAN Kalbi örtülülere sözüm yok. Yolları açık olsun.
METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ
EKE GUGUK KUŞU YUMURTALARI KOYDUM. BAKARSANIZ İYİ OLUR
.
GUGUK KUŞU CEVAPLADI… FETULLAH’A FETOŞ DEMEK GÜNAH MI?
Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh’in muhteşem kitabı İngiliz Casusunun İtirafları kitabı için de aslı yok diye yazdı.
Bununla da kalmadı iftira ederek Hüseyin Hilmi Işık Efendinin bu kitabı uydurduğunu söylemek cüretini gösterdi.
Camiada infiale neden oldu.
Merhum Seyyid Mehmet Saîd Arvas abinin İhlâs Yuva Mescidindeki İmâm odasında, hesaba çekildi.
Bunu internet sitenden sil denildi.. Kabul etmedi.. Halen de duruyor.
Peki, Meselenin aslı ne?
Ramazan Ayvalı Hoca, merhum Hocamızın, o kitabı neşretmesinden 15-20 sene evvel, 1975’te Mısır’da Arapçasını satın aldı; Farsçası da var.
Prof. Dr. İhsân Süreyya Sırma, Türkçeye tercümesini yaptı; Şefkat Yayınevi sâhibi Mehmet Can başka bir tercümesini yaptı; diğer tercümeleri de var.
Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Prof. Dr. Orhan Çeker, İnternet Sitesine koydu.
Bunu, İngilizler ve Vehhâbîler elbette inkâr edecekler, hatta aleyhlerinde olan bütün belgeleri yok edeceklerdir.
Demek ki guguk kuşu fitnesi sadece benim değil camianın önemli isimlerinin de meselesiymiş.
PATRİK GREGORYUS’UN RUS ÇARI ALEKSANDIR’A YAZDIĞI MEKTUP
Gazetemizde çıkan bir makalesinde, “Patrik Gregoryos’un Rus Çarı Aleksandır’a yazdığı ve İgnatiyef’in hâtıralarında geçen mektubun aslı yoktur” diye yazdı.
Mübareklerin gazetesinde Mübarekleri yalancı ilan etti.
Bu mektup, hem 147 baskı yapan İlmihâlde, hem yüzden fazla baskı yapan Herkese Lâzım Olan Îmân kitabımızda var, hem de Ahmed Şimşirgil hoca yazdı, Hayâtî İnanç yazdı, Kadir Mısıroğlu’nun konuşmasında var.
İftirası ortaya çıkınca basılmış gazetedeki yazısı apar topar çıkartıldı.
Böyle durumda özür dileyip, iftirasını çekmesi lazım değil midir?
Guguk kuşunun utanması yok ki…
HÜSEYİN HİLMİ IŞIK RAHMETULLAHİ ALEYH’E HAKARET
Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyhi kendisine hedef seçen Guguk kuşu, iftiralardan sonra hakaretlere başladı.
“Bazı âlimlerin ilmi çok olmasına rağmen hizmeti kıttı. Hüseyin Hilmi Efendi KIT İLMİNE RAĞMEN ÇOK HİZMET ETTİ..”
ÇÜŞ GUGUK KUŞU ÇÜŞ..
Sen daha imanın şartından bihaber adamsın.
Sen kimsin yav, Mübareklere hakaret ediyorsun…
Bu hakaretin üstüne Osman Ünlü Hoca çok sert tepki gösterdi.
“Profesör bozuntusu” diyerek, it, melun diye saydırdı.
Osman Hoca’nın bu video hala internette yayınlanıyor.
Bana fitneci diyen Guguk kuşunun enikleri Osman Hoca da mı fitneci?
Guguk Kuşu kendi sitesindeki soru cevap kısmında, kendi kendine şöyle bir soru sordu
- İbrahim’e İbo, Zeynep’e Zeyno, Fethullah’a Fetoş denirse günah olur mu?
Şöyle cevap vermiş;
- İbo veya Zeyno diye meşhursa caizdir. Değilse, mübarek isimleri değiştirmek çok mahzurludur. Mübarek isim olmasa bile, sahibi üzülürse caiz değildir. Mesela malum terörist, Apo diye meşhurdur. Bu ismi kullanmak caizdir.
Fatoş adında artistler vardır. Bunu söylemek böyledir.
Guguk Kuşu gerçekte şöyle diyor, “Fetullah hocamın ismi mübarektir. Ona FETÖŞ demek günahtır. Böyle söylemek onu da üzer.........................
Abdullah Öcalan denilen teröriste APO demekte mahsur yoktur.…
KAFİRLERE CENNETLİK DİYEN SAİDİ NURSİ DOĞRU DEDİŞ..
Guguk Kuşu; Gayrimüslimlerin cennetlik olduğunu söyleyen Said Nursi’yi doğrulayarak diyor ki:
Said Nursî Efendi, eserlerinde, günümüzde İslamiyet’i hakkıyla işitmemiş gayrimüslimlerin ehl-i fetret olduğunu ve cennete gideceklerini ifade etmektedir. BU SÖZÜ DOĞRUDUR.
Guguk kuşu bu sapkın fetvasında yakalanınca; Önce “Bu sözü doğrudur” ifadesini güya biraz hafifletmek için “Bu sözü yanlış değildir” olarak değiştirdi. Daha sonra bu son cümleyi tamamen internet sitesinden çıkardı.
Said Nursi’nin savaşta ölen Hıristiyanlar için şehit demesi hakkında ise diyor ki: Bunların şehit olacağı sözü problemlidir.
GUGUK KUŞU kafir asla şehit olamaz diyemiyor,, o sözü problemli diyebiliyor.
Hak nedir batıl nedir öğrendik HOCAMIZ'dan
Din iman öğrenilir mi sinsi "GUGUK KUŞ'undan!
Kanı bozuk olandan kan alınmaz kan verilmez
Böyleleri ölürken can çekişir, can veremez!
Bidat ehli değil onlar, ancak küfr ehlidir
Mektupları ortada, VATİKAN köpeğidir!
İmansızlık alameti; say say bitmez ifadeler
İmandan dinden eden pek nursuz risaleler
Kırık Mızrap, Sızıntı; mümine tuzak oldu
"Ehli sünnet iman"dan, okuyan uzak oldu!
Guguk kuşu, ayrık otu her devirde var oldu
Kafire yâr oldu da mümine ağyar oldu
Bu ne çetin imtihan; dost düşman iç içedir
Görevler taksim olmuş, acep kim cephededir!
Tarafını belli et, bitaraf bertaraftır
Münafığın cezası, sonsuz acı azaptır
✍️ Alaaddin Erdoğan
Muhammed Ömür
Muhammed Ömür Gürsoy
GUGUK KUŞU VE MUSTAFA İSLAMOĞLU HÜSEYİN HİLMİ IŞIK EFENDİYE İFTİRADA BULUŞTU…
Günlerdir Guguk kuşunun Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh’in meşhur kitabı ‘Bir İngiliz Casusunun itirafları’ kitabına neden taktığını, bu kitabı neden itibarsızlaşmaya kalktığını anlamaya çalışıyorum.
Allahü teala aradığım soruların cevabını önüme getirtti..
Youtube’den bir şey ararken karşıma Mustafa İslamoğlu çıktı.
Biliyorsunuz ben kendisine ‘kâfir oldu’ dedim. Beni mahkemeye verdi.
Mahkeme beni haklı bulup berat ettirdi.
Böylece İslamoğlu’nun imanının düştüğünü mahkeme kararıyla da onaylatmış olduk.
İslamoğlu söze şöyle başladı; “Bunların dağıttığı bir kitap var. Felaketi Ebediyye değil başka bir kitap”
Şöyle devam etti; Bahsettiğim o kitap değil. Bir İngiliz Casusunun itirafları.. O kitap yalan. O kitap uydurma.. O kitabın orijinali yok, o kitabın aslı yok.
Uydurma kitabı yazdı bunlarda yüzbinlerce dağıttı…
İslamoğlu’nun bu sözleri size kimi hatırlattı? Tabi ki Guguk kuşunu… Bire bir aynı…
Valla günahları boyunlarına, acaba bunlar görüşüp kendilerine hedef mi belirliyorlar diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım.
Biri bu camianın dışarıdan düşmanı, öteki sözde bu camianın elemanı…
Nasıl oluyor da Hüseyin Hilmi Işık Hazretleri’ne düşmanlıkta ve iftirada buluşabiliyorlar?
Guguk Kuşu İngiliz Casusunun İtirafları kitabı için aslı yok diye yazdı.
Bununla da kalmadı; “Suudi Arabistan’da sorduğum bazı üst düzey isimler de böyle bir kitabın olmadığını söyledi ”dedi…
Zavallı Guguk Kuşu, bu kitabın aslının olup olmadığını sormak için Suudi Arabistan’a gidip, orada İngilizlerin kurduğu Vehhabiliğin üst düzey isimlerine soracağına, hemen yan odadaki Ramazan Ayvalı hocaya sorsaydın.. Sormadın çünkü sen FİTNE derdindesin.
Ne yazdı Ramazan Hoca; “
… Bey, İngiliz Casusunun itirafları kitabı için de aslı yok diye yazdı. Ben, merhum Hocamızın, o kitabı neşretmesinden 15-20 sene evvel, 1975’te Mısır’da Arapçasını satın almıştım; Farsçası da var.
Prof. Dr. İhsân Süreyya Sırma, Türkçeye tercümesini yaptı; Şefkat Yayınevi sâhibi Mehmet Can başka bir tercümesini yaptı; diğer tercümeleri de var.
Selçuk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Prof. Dr. Orhan Çeker, İnternet Sitesine koydu. Bunu, İngilizler ve Vehhâbîler elbette inkâr edecekler, Hattâ aleyhlerinde olan bütün belgeleri yok edeceklerdir.
Bunlara cevabı Hüseyin Hilmi Işık Rahmetullahi Aleyh, zaten yaşarken vermiş.
İçeride ve dışarıdaki bozguncuların bu kitaba saldıracaklarını ta o zaman görmüş ve kitabının 77’nci sayfasında şöyle yazmış: DİKKATLİCE OKUYUN..
Tenbîh: Bu kitâbı dikkat ile okuyan, islâmın en büyük düşmanının, ingilizler olduğunu anlıyacak, şimdi bütün dünyâdaki müslimânlara saldıran vehhâbîliği, ingilizlerin kurduğunu ve onları beslemekde olduğunu iyi öğrenecekdir.
Her memleketde bulunan mezhebsizlerin, vehhâbîliği yaymağa çalışdıklarını işitiyoruz.
Hattâ, Hempherin i’tirâflarının, hayâl mahsûlü olarak başkaları tarafından yazıldığını söyliyenleri var. Fekat, bu sözlerine bir vesîka gösterememekdedirler.
Vehhâbîlerin kitâblarını okuyarak, onların aslını, iç yüzünü öğrenen büyük islâm âlimi Habîb Alevî bin Ahmed Haddâd, (Misbâh-ul-enâm) kitâbında, ingilizlere satılmış olan Muhammed bin Abdülvehhâbın Hempher ile berâber hâzırladıkları, âdî, alçak yazılarına vesîkalarla cevâb vermekdedir.
1216 [m. 1801] da yazılmış olan bu kitâb, 1416 [m. 1995] da Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset ile basılarak bütün islâm memleketlerine gönderilmekdedir.
İngilizler, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, hakîkî müslimân olan Ehl-i sünneti yok edemiyecekler, kendileri yok olacaklardır. Çünki, Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 81. ci âyetinde, bozuk yolda olanların da zuhûr edeceklerini, fekat hak yolda olanların karşısında, bunların mağlûb olarak, yok olacaklarını müjdelemekdedir.
BU MÜJDE HEPİMİZE… CANIM HOCAM BENİM…
MÜBAREKLER daha kitabı yazarken, Guguk Kuşu ve İslamoğlu gibi İngiliz aşıklarının maskesini düşürmüş.
Bu kitap konusu hocamın bu sözleriyle bitmiştir.
Yüzü ak olan da kara olan da ortaya çıkmıştır.
Artık bunun peşinden giden guguk kuşu yavrularını ikaz bile etmiyorum.
Onların doğruya dönememesinin Allahü teala’nın bir hikmeti olduğunu düşünüyorum.
Guguk kuşu meselesi hak, ile batıl meselesidir.
Batılı tercih edenler; Guguk kuşunun imanın şartlarının arasına Adaleti katması da dâhil, bütün bidatlarına günahlarına ve iftiralarına ortak olmuştur.. Kişi sevdiğiyle beraberdir hükmünce bunlar onların amel defterine de düşmüştür
BENİM ONLARA DA SÖZÜM BİTMİŞTİR.
Hakkın yanında duranlara bir çağrım var. Onlardan olmadığınız için şükür edin.
Allahü teâlânın bizi hala doğru yolda ve Hocamızın ardında tuttuğu için ne kadar sevinsek ne kadar şükür etsek azdır.
İnşallah, yaşarken ardından durduğumuz hocamızın, mahşerde de sancağının ardında durur cennette komşusu olmakla şerefleniriz.
Osman Ünlü hoca iki gün önce Guguk kuşunun İngiliz hayranlığından bahis etti. İşte o hayranlığın zirvesi olan bir belge yayınlıyorum.
GUGUK KUŞU; İNGİLİZ KRALİÇESİNİN SOYUNUN PEYGAMBER EFENDİMİZE (SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM) DAYANDIĞINI YAZDI…
Şok olduğunuz biliyorum.. Emin olun kendi iddiası..
Kendi kendine soru sormuş;
İngiliz Kraliçesinin soyunun Peygamber Efendimize dayandığı doğru mudur?
Cevap vermiş;
Evet, böyle bir rivayet vardır. Bu rivayete göre 1092’de Castilla ve Leon Kralı VI.Alfonso ile evlendirilen bir Endülüs prensesi (Zeida) vâsıtasıyla, Hazret-i Muhammed’in torunu olmaktadır.
Çüş yani…
Guguk kuşu İngiliz kraliyet ailesinin Seyit olduğunu iddia ediyor.
Osmanlı’yı kim yıktı? İngilizler…
İslam Âlemini kim böldü? İngilizler…
Suudi Arabistan’ı ve Vehhabiliğin kim kurdu? İngilizler…
İsrail’i kim kurdu? İngilizler…
Amerika’yı kim kurdu? İngilizler…
Guguk kuşu bu İngilizlerin seyit olduğunu savunuyor.
Bu söz sadece seyitlere değil, cümle Müslümanlara ve Peygamber Efendimize (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve onun Mübarek soyuna hakarettir.
İşin aslı şu; Zeida dediği kadın İspanya’ya sığınan bir mülteci. Hele hele asla seyit değil ve bu konuda bir belge de yok.
Bu mülteci kadın krala metres yapılıyor. Sonra kral evlenmek istiyor. Evlenmek için Katolik olma şartı var. Kadın Katolik olarak Isabel adını alıyor. Kralla Katolik olarak evleniyor.
İşte bizim Guguk kuşu alakasız bir durumu Peygamber Efendimizin Mübarek soyunu karalamakta kullanıyor.
Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) MÜBAREK SOYUNA İFTİRA EDEN, BAŞKALARINA NELER EDER?
Allah bunların şerrinden ve iftiralarından korusun.
Ekteki diğer belgede asker arkadaşı gibi saygısızca hitap ettiği Hazret-i Ali Radıyallahü anhın iyi bir yönetici olmadığını iddia etmiş..
Diğer belgede ise Kuran-ı Kerim’e saygısızlık etmiş..
Öteki belgeler İngilizlere hayranlığının açık birer kanıtı.. Biliyorsunuz Guguk kuşu bir süre İngiltere’de kalmıştı.
Rabbim cümlemizi doğru yoldan ayırmasın… Hepinize selam olsun.
METİN ÖZER
GUGUK DİNİMİZ İSLAM SİTESİNE VE RAMAZAN AYVALI HOCA’YA BULAŞTI 25 OCAK 2025
Şu mübarek günde bir şey yazmayayım diyorum ama bunlar rahat durmuyorlar…
Kuşun taraftarlarından birisi, Guguk kuşunun 4 sayfalık açıklamasını yayınladı.
Dört sayfalık açıklama deyince ‘Tövbe etti’ deyip sevindim.
Ne gezer…
Israr ve inatla Peygamber Efendimizin intihara teşebbüs ettiğini ispat etmeye çalışıyor.
Şöyle demiş; O yani ben istediği kadar KÜLLİ YALAN desin, peygamber Efendimizin intihara kalkıştığı tarihi hakikati değiştiremez.
YUH SANA
İftirasını dayandırdığı Sahih-i Buhari’nin o bölümünü yayınladığım halde, aksini savunuyor.
Allah aşkına söyler mısınız?
- Kim kendi peygamberini bu kadar kötülemeye çalışır?
- Kim peygamberini kötüleyeyim diye bu kadar can-hıraş uğraşır?
Açıklamasında Buti’nin Mezhepsizdik bidattir kitabını göstererek , “Hüseyin Hilmi Işık Efendi Bûtî’yi övdü. Sen kalkmış Bûtî’yi sapık ilan diyorsun” dedi.
Senin hayatın yalan ve iftira olmuş.
Birincisi; Hocamız Bûtî’yi övmemiş. O kitapta yazan bazı bölümleri övmüş.
İkincisi; Övebilirdi de ayrıca. O tarihte Bûtî doğru yolda ise elbette övebilir.
Ancak şimdi yoldan çıktı ve biz onun için sapık diyoruz.
Fetullah’ı ‘Zamanın Gazali’si’ ve ‘Hoca Efendi günümüzün Müceddidi’ diyene de sapık denir ayrıca.
Esad’ın Sünni katliamını övene de cani denir. O yüzden de patlattılar kendini.
Üçüncüsü; Bizim dinimiz başa bakmaz, sona bakar. Başta âlim olan nice kişi, son nefeste kâfir gitti.
ÖĞREN DE GEL GUGUK KUŞU.
Bu arada bana ‘Cahil’ demişsin…
Valla; senin gibi Amentüden bihaber âlim olmaktansa, Amentü’ye iman eden bir cahil olmayı yeğlerim.
Fetullah ’tan arakladığı şekliyle; “İmanın şartı üçtür bir de Adalet oldu dört” diyen bir ilim sahibi olmaktansa, imanın şartı altıdır diyen cahil bir mümin olmayı yeğlerim.
İlim sahibi olduğunu iddia edip, Peygamber Efendimizin intihara teşebbüs ettiğini ispat etmeye çalışan biri olacağıma, Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Selleme ŞEKSİZ VE ŞÜPHESİZ inanıp iman etmiş bir cahil olmayı yeğlerim.
Peygamber Efendimize iftira etmeye kalkan bütün Melunlarla da mücadele etmeyi bir görev bilirim.
GUGUK KUŞU…
Sen nerede yanılıyorsun biliyor musun?
Sen, okuyarak elde ettiğinin ilmine güvenerek yanılıyorsun.
O ilmin sende KİBİR oluşturmuş. Burnunun ucunu bile göremiyorsun.
ŞEYTAN DA BİR ALİMDİ BUNU UNUTMA..
İlim tek başına bir işe yaramaz.
İLMİNLE AMEL EDERSEN, ilminin kıymeti olur.
SENDE İLİM VAR AMEL YOK...
Mahşerdeki sual da budur zaten.
Mahşerde, “İlim sahibi misin?” diye sorulmayacak.
Mahşerde, “İlminle amel ettin mi? Diye sorulacak.
İşte son nefes imanlı gidebilirsen, mahşerde burada çakacaksın.
İlminle amel etmediğin için; Peygamber Efendimize çok rahat iftira edebiliyorsun. Hocamızı ‘İlmi kıt’ diye küçümsüyorsun. Hocamızın yazdıklarında kusur arıyorsun vs.
BU ARADA CEPHEYİ GENİŞLETMİŞSİN…
Bu camianın gözdesi Dinimiz İslam sitesiyle alay edip, Ramazan Ayvalı Hoca’ya küçümsemişsin…
ŞÖYLE YAZMIŞ,
“…..Aksini iddia edenler (Peygamberin intihara teşebbüsü hakikatini) utanır mı bilmem. Herkes adına ben onlardan utanıyorum.
Herkesin itibar ettiği bir dini sitenin cevap heyetine mi şaşırayım? (DİNİMİZ İSLAM’DA İFTİRA OLDUĞU İSPATLANDI YA ONU KAST EDİYOR)
Yoksa hadis profesörü namını alıp da “Sahih-i Buhari’de böyle bir hadis-i şerife rastlamadım. Görmedim göreni de duymadım” diyene mi şaşırayım.(Ramazan Ayvalı)
BANA BAK GUGUK KUŞU.
Sen Ramazan Ayvalı Hoca’ya kurban ol. Sen onun tırnağı olamazsın.
Ramazan Hoca senin gibi fitne çıkarmak için olmayan yerleri kurcalamaz. Senin gibi Hadis-i şerif de değil bir rivayetin bir kısmı kesip diğer kısmıyla iftira atmaz.
Peygamber Efendimize iftira atmaktan HAYÂ EDER.
Ramazan Hoca Peygamber Efendimize karşı edeplidir. Rasûlullah’ın şanına yakışır itibarını yüceltecek bilgiler verir.
Dinimiz İslam’da ise senin soru cevap sitende yaptığın gibi KÜFÜR VE BİDAT paylaşımları yapılmaz. EHLİSÜNNETE uygun cevaplar verilir.
YAKALANDIN GUGUK KUŞU; ŞÖYLE YAZMIŞSIN
Nursî Efendi, eserlerinde, günümüzde İslamiyet’i hakkıyla işitmemiş gayrimüslimlerin ehl-i fetret olduğunu ve cennete gideceklerini ifade etmektedir. Bu sözü doğrudur.
Said Nursi’nin savaşta ölen Hıristiyanlar için şehit demesi hakkında ise şöyle demişsin.
Bunların şehit olacağı sözü problemlidir. Şehitlik, yalnızca Allah yolunda ölen Müslümanlar için söz konusudur.
Bu GUGUK KUŞU BU FETVASINI UNUTMUŞ…
Irak yahut Afganistan’da öldürülen bir Amerikan askerinin mezarının başında babasına selam veren çocukla ilgili şunu yazmış;
“ŞEHİT BABASININ MEZARI OLMAKTA BİR ŞANS”
Hani bunların şehit olacağı problemliydi.
Sen yalan dolan olmuşsun. Bir Müslüman bu kadar yalan söylemez.
HEPİNİZİN AFFINA SIĞINIYORUM.
EMİN OLUN BU MÜBAREK GÜNDE BİRŞEY YAZMAYACAKTIM. İFTİRADA ISRAR VE CAMİAYA HAKARETİ GÖRÜNCE KALEMİM YERİNDEN OYNADI.
HAKKINIZI HELAL EDİN.
KANDİLİNİZİ TEBRİK EDER, SİZE VE SEVDİKLERİNİZE İKİ CİHAN SAADETİ DİLERİM
Piyasada İngiliz Casusu'nun İtirafları adında bir kitap dolaşıyor. Bunun orijinalinin bulunmadığı, kurgulanıp yazıldığı söyleniyor. Doğrusu nedir?
Cevap
İngiliz Casusunun İtirafları adıyla Türkiye'de neşredilen kitap, Suudi Arabistan'da Vehhabiliğin doğuşunda İngiliz gizli servisinin rolünü anlatan bir hatıra kitabıdır. “Memoirs of Hempher, The British Spy to the Middle East” adlı bu kitabın evvelâ Alman gazetesi Spiegel’de, sonra da meşhur bir Fransız gazetesinde tefrika olunduğu bilinmektedir. Sonra Lübnanlı bir doktor tarafından yapılan Müzekkirâtü Mister Hemfer isimli Arapça tercümesi, diğer lisanlardaki tercümeye esas olmuştur. “Hâtırât-ı Hampher Casus-ı İngilisî Der Memâlik-i İslâmi” adıyla da Dr. Muhsin Müeyyidî tarafından İngilizce’den Farsça’ya tercüme edilip 1359/1940’da Tahran’da basılmıştır. Arapça ve Farsça nüshasından Türkçe’ye yapılmış ve basılmış başka tercümeler de vardır. Kitabın Arapça’sı ile Farsça’sı arasında farklılıklar vardır. Hakîkat Kitâbevi’nin neşrettiği nüsha, Arapça tercümeye dayanır. Bu metni Hilmi Işık Efendi (M. Sıddık Gümüş), tedkik edip, bazı izah ve dipnotlar ekleyerek İngiliz Casusunun İtirafları adıyla bastırmıştır. 2013’te gazeteci Bekir Hazar’ın, Faysal Atıl’ın bu kitabı Londra'da British Museum'da gördüğünü yazdığını naklediyorlar. Benim de yakın dostum olan Faysal Atıl’a mevzuyu sorduğumda, 1990’larda TGRT'de muhabir olarak çalışırken; lisan öğrenmek üzere Londra’ya gittiğini, Türkiye gazetesinin Londra muhabiri Mustafa Köker ile British Museum’u gezerken, orada teşhir edilen kitaplardan biri için, casusun itirafları olabilir, dediğini, kitabı yakından tetkik etmediğini, camekândaki yazıları okumadığını, fotoğrafını da çekmediğini söyledi. Müzedeki bütün objelerin sayıldığı kataloglara bakıldığı zaman British Museum’da böyle bir kitabın bulunmadığı anlaşılıyor. İstihbarat raporları arşivde durur ve pek kimseye gösterilmez. Hatıratlar ise kütüphanelerde bulunur. İngilizlerin böyle bir kitabı sergilemeleri de zaten düşünülemez. Bu başka bir meseledir. Kitabın orjinalitesini sorgulayan bir hayli kitap ve makale yazılmıştır. Mamafih Vehhabî mezhebi mensuplarının ve Suudi Arabistan’ın kendileri aleyhindeki neşriyata karşı çıkmaları gayet tabiîdir. Kitabın orijinalitesinin isbatı şu an için mümkün olmasa bile, anlatılan hâdiselerin tarihî ve aktüel hakikatlere uygunluğu cihetiyle söylenecek söz yoktur.
.
ingiliz Casusu Hempher’in İtirafları
28 Mayıs 2018
0 1.160 10 dakika okuma süresi
Bu bölümde ise, tarihi gerçekleri dikkatlice okuyunca İngiliz casusu Hempher’in itiraflarını ve vehhabiliğin fikir babasının aslında kimler olduğuna dair ön bilgilere sahip olacaksınız. Hempher’in, Muhammed bin Abdulvahhab’ı nasıl kandırıp yoldan çıkardığını anlayacaksınız. Ayrıca, Hempher’in bu işi yaparken pek de zorlanmadığını göreceksiniz. İkisi de aradıklarını biribirlerinde bulmuşlardır. İngiliz casusunun istediği fitne çıkartacak bir adam, Muhammed bin Abdulvahhab’m istediği ise maddi menfaat ve her türlü destektir. Aşağıdaki bilgiler “İngiliz Casusunun İtirafları”1 adlı kitaptan özetlenerek alınmıştır.
Hempher, sömürge bakanlığından aldığı casusluk vazifesiyle daha Önce de bildiği Türkçe’yi, daha iyi konuşabilmek için İstanbul’da iki yıl kaldı. Burada Türkçe ile birlikte Kuran-ı Kerim okumayı ve İslam Dininin inceliklerini, Ahmet Efendi isminde bir alimden, kendisini Muhammed admda bir müslüman gibi tanıtarak öğrendi. Bu iki yıl sonunda Londra’ya dönüp hilafet merkezi ile alakalı bir rapor sunup yeni emirler alarak müslümanlar araşma ihtilaf sokmak amacıyla Basra’ya doğru yola çıkan Hempher, anlatmaya devam ederek; son talimatları almak üzere, bakanlık binasına gittiğimde, İngiliz Sömürge Bakanlığı Sekreteri, Irak seferine çıkmadan önce, bana dedi ki:
“Hempher! Bu sefer vazifen, bu ihtilafları iyice tanımak ve bakanlığa bilgi vermektir. Müslümanların arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizler, refah ve saadet içinde yaşamamız için, bütün dünya devletlerinde ve sömürgelerimizde tefrikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıkabiliriz. Böyle olmazsa, sayıca az bir millet, sayısı çok olan bir millete nasıl hükmedebilir? Bütün gücünle, zayıf noktaları ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşıyorlar. Bunun için, senin vazifen, halkı, idarecilere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, “Bütün inkılapların, halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir/’ Müslümanların birlik beraberliği ve kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz,” dedi. Altı ay sonra, kendimi Irak’ın Basra şehrinde buldum. Basra’da, Arap, Fars ve biraz da Hıristiyan vardı.
Bir marangozun yanmda çok az bir ücretle bir iş bulup oraya yerleştim. Marangoz Abdür Rıza Horasanlı bir Şii idi. Ondan Farisi öğrenmeye başladım. Her gün, İranlı Şiiler, onun yanmda toplanır, siyasetten iktisada kadar, her konuda, konuşurlardı. Hem kendi hükümetlerine, hem de İstanbul’daki Halifeye çok dil uzatırlardı. Yabancı biri gelince, hemen sözü değiştirirlerdi. Bana çok itimat ediyorlardı. Sonradan anladım ki, Türkçe bildiğim için, beni Azerbaycan halkmdan zannediyorlarmış.
Marangoz dükkanına bir delikanlı arada bir uğrardı. İlim talebesi kıyafetinde ve Arapça, Farca, Türkçe biliyordu. İsmi Muhammed bin Abdulvahhab Necdi idi. Bu delikanlı, son derece yüksekten konuşan ve gayet asabi biriydi. Osmanlı hükümetini çok kötülediği halde, İran hükümetinin aleyhine konuşmazdı. Onun dükkan sahibi Abdürrıza ile dostluğunun sebebi, ikisi de İstanbul’daki Halifeye muhalif idiler. Ama bu delikanlı, Farisi’yi nasıl biliyor ve Şii olan Abdürrıza ile nasıl arkadaşlık edebiliyordu?
Necid’li Muhammed, sünni idi. Sünnilerin çoğu, şiilerin aleyhinde konuşmalarına ve hatta bir kısmı, Şiileri tekfir etmelerine rağmen, o hiç Şiileri rencide etmezdi. Necid’ii Muhammed, Sünnilerin dört mezhebinden birine tâbi olmayı gerektiren, herhangi bir sebep görmüyordu ve “Kur’anda bu mezhepler hakkında hiçbir delil yok/’ diyordu. Bu husustaki hadislere de hiç önem vermiyordu. Kendini beğenmiş bu Necid’ii genç, Kur’anı ve Sünneti anlama hususunda, nefsine uyardı. Sadece kendi zamanındaki âlimlerin ve dört mezhep imamının değil, Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin de görüşlerini hiçe sayardı.
Aradığımı bu gençte bulmuştum. Zira, onun âlimlere saygısızlığı, dört Halifeye de önem vermeyişi, Kur’am ve Sünneti anlama hususunda müstakil bir görüşe sahip oluşu, onu avlayıp elde etmek için, en zayıf noktalanndandı. Bu mağrur genç nerede, Türkiye’de yanında okuduğum Ahmed efendi nerede! O âlim, selefleri gibi, dağa benziyordu. Hiçbir güç, onu yerinden oynatamazdı. Ebu Hanife’nin ismini zikir etmek istediği zaman, kalkar abdest alırdı. Buhari isimli hadis kitabını eline almak istediği zaman, yine abdest alırdı.
Necid’ii genç ise, Ebu Hanife’yi çok hafife alır, “Ben Ebu Hanife’den daha iyi biliyorum,” derdi.
Ben, Necid’ii genç ile çok yakın bir arkadaşlık kurdum. Daima onu övüyordum. Bir gün ona: “Sen Ömer ve Ali’den daha büyüksün. Peygamber şimdi hayatta olsaydı, onları değil seni kendine halife tayin ederdi. Ben, İslam’ın senin elin üzerinde yenilenmesini ve yükselmesini umuyorum. İslam’ı cihana yayacak biricik âlim sensin,” dedim.
Onunla Kur’an-ı; sahabenin, mezhep imamlarının ve müfessirlerin tefsirlerine muhalif bir şekilde, tamamen kendi fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık. Kur’am okuyor ve bazı âyetler üzerinde konuşuyorduk. Bundan maksadım, onu tuzağa düşürmekti. Zaten o da, kendini devrimci olarak göstermek ve daha fazla itimadımı kazanmak için, görüşlerimi memnuniyet ile karşılardı.
1 İngiliz Casusunun itirafları ve İngilizlerin islam düşmanlığı, Tercüme: M. Sıddık Gümüş, Hakikat Kitabevi yay. 63. Baskı, İstanbul-2009. Bu kitap Hempher’in anıları, “Ortadoğu için İngiliz Casusu” başlığıyla, Alman Spiegel dergisinde yayınlanmış. Sonra Bir Lübnanlı doktor bu belgeyi Arapçaya tercüme etmiş ve oradan İngilizce ve diğer dillere tercüme edilmiştir.
Bir kere, Cihad farz değildir dedim. İtiraz etmesine rağmen onu ikna ettim, kabul etti. Bir kere de, ona müt’a nikahı caizdir, dedim. İtiraz etti ve Hz. Ömer, Peygamber zamanında mevcut olan mut’a nikahını yasak etti ve onu yapanı cezalandıracağını bildirdi, dedi. Ben, sen hem Ömer’den daha iyi biliyorum diyor, hem de ona tâbi oluyorsun. Kaldı ki Ömer; Peygamber helal ediyordu, ben yasaklıyorum, demiştir.1 Sen niye Kur’an ile Peygamberin sözünü bırakıp, Ömer’in sözünü tutuyorsun, dedim. O cevap vermedi. Anladım ki, ikna oldu. Onun canının kadın istediğini biliyordum, kendisi bekâr idi. Ona, gel mut’a nikahı ile birer kadm alalım. Onlarla eğleniriz, dedim. Başını sallayarak kabul etti. Bu fırsatı büyük bir ganimet bildim ve ona eğlencelik bir kadm bulmaya söz verdim. Benim gayem, onun insanlardan olan korkusunu kırmaktı. Fakat o, bu işin aramızda sır olarak kalmasını ve ismini de kadına söylemememi şart koştu. Alelacele, orada müslüman gençleri yoldan çıkarmak için, sömürgeler bakanlığı tarafından gönderilen, hıristiyan kadınların yamna gittim. Onlardan birine meseleyi anlattım. Kabul edince, ona Safiye ismini verdim. Necid’li genci onun evine götürdüm. Evde sadece Safiye vardı. Necid’li genç için bir haftalık mut’a yaptık. O da kadma ücret olarak biraz altm verdi. Ben dıştan, Safiye içten, Necid’li genci avlamaya başladık.
Safiye, onu iyice eline aldı. Zaten, o da, ictihad ve fikir hürriyeti bahanesi ile, İslamiyet’in emirlerine karşı gelmenin nefsani tadını duymuştu.
Mut’a nikahının üçüncü gününde, Âyet ve Hadis’lere rağmen içkinin haram olmadığına dair uzun uzadıya onunla münakaşa ettim. Sonunda, sarhoş etmeyecek kadarı içmek haram değildir diye inandı ve “içki sarhoş etmediği zaman, haram değildir” dedi.
Aramızda geçen bu içki ile alakalı münakaşayı Safiye’ye bildirdim ve ona çok kuvvetli bir içki içirmesini tembih ettim. O da, “Senin dediğini yaptım, içkiyi içirdim, oynadı,” dedi. İşte böylece, Safiye ile birlikte, onu iyice ele geçirdik. Sömürgeler bakam ile vedalaştığım zaman bana, “Biz İspanya’yı müslümanlardan içki ve zina ile aldık. Yine bu iki büyük kuvvet ile, diğer bütün topraklarımızı da geri alalım,” demişti. Bu sözünde ne kadar haklı olduğunu şimdi anlıyorum.
Bir gün ona oruç meselesini açtım. Oruç sünnettir, farz değildir dedim. Buna da itiraz edip, “Beni temelli dinden mi çıkarmak istiyorsun?” dedi. Ben de ona, din, kalbin temizliği, ruhun selameti ve başkasının hakkma tecavüz etmemektir. Peygamber, “Din sevgidir” dememiş mi? dedim.
Sünnilik ve Şiiliğin haricinde, kendisine bir yol tutmasını telkin ettim. O da, bu fikrime önem veriyordu. Zira mağrur birisiydi. Onun yularım Safiye sayesinde, ele geçirdim.
Bir kere de, Peygamber eshabını birbirine kardeş yapmış, doğru mu? dedim. “Evet”, dedi. Bunun üzerine, İslam’m ahkamı geçici mi, devamlı mı? dedim, “devamlıdır. Zira Peygamberin helali kıyamet gününe kadar helal, haramı da kıyamet gününe kadar haramdır,” dedi. Ben de, öyleyse gel seninle kardeş olalım dedim ve onunla kardeş olduk. O günden sonra, ondan hiç ayrılmadım. Sefere çıktığında da beraberdik. Kendisine çok önem veriyordum. Zira, gençliğimin en kıymetli günlerini vererek diktiğim ağaç, meyvesini vermeye başlamıştı.
Londra’ya, Sömürgeler bakanlığına her ay bir rapor gönderirdim. Gelen cevaplar çok cesaret verici ve teşvik edici idi. Necid’li genç, kendisine çizdiğim yolda yürüyordu. Benim vazifem ona, istiklal, hürriyet ve şüpheciliği aşıla maktı. İstikbalinin çok parlak olacağmı söyler ve onu çok överdim. Bir gün, şöyle bir rüya uydurdum:
– Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Hocalardan duyduğum sıfatlarını da söyledim. Bir kürside oturuyordu. Etrafında, hiç tanımadığım âlimler vardı. Siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamberin yanına vardığınızda, Peygamber yerinden kalktı ve her iki gözünüzün arasını öptü. “Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin, din ve dünya işlerinde, benim vekilimsin,” dedi. Siz, “Ya Resulallah, ben ilmimi insanlara açıklamaktan korkuyorum?” dediniz. Peygamber cevaben, “Sen büyüksün, hiç korkma,” dedi. Rüyayı duyduktan sonra, sevincinden uçuyordu. Birkaç defa “doğru mu,” diye sordu. Ben de, her seferinde yemin ettim ve elbette doğrudur, dedim. O da, doğru söylediğime emin oldu. O günden sonra, yeni bir mezhep kurmaya karar verdi.
Şiilerin en çok sevdiği, aynı zamanda onlarm ilim ve ruhaniyet merkezi Kerbela ve Necef şehirlerine gitmek için, Londra’dan emir geldi. Necid’li genç ile görüşmemize son vermeye, Basra’dan ayrılmaya mecbur oldum. Ama bu cahil ve ahlakı bozulan adamm, yeni bir fırka kuracağına ve İslamiyet’in içerden yıkılmasına sebep olacağına ve bu fırkanın bozuk inançlarını hazırlamış olduğuma sevinerek, Basra’dan ayrıldım.
Nihayet Londra’ya dönmek için emir geldi. Londra’ya döndüm. Londra’da sekreter ve bazı bakanlık mensupları ile görüştüm. Onlara uzun seferimde yaptıklarımı ve müşahedelerimi anlattım. Çok sevindiler ve memnuniyet-lerini bildirdiler. Daha önce gönderdiğim raporu da görmüşlerdi. Safiye de, benim raporuma mutabık bir rapor yollamış. Yine öğrendim ki, her seferimde, bakanlığın adamları, beni takip etmişler. Onlar da, gönderdiğim raporlara ve sekretere anlattıklarıma uygun raporlar vermişler. Sekreter, Bakan ile görüşmem için bana vakit verdi. Bakanı makamında ziyaret ettiğimde, beni İstanbul’dan döndüğüm seferden farklı bir şekilde karşıladı. Kalbinde, müstesna bir yer işgal etmiş olduğumu anladım.
Bakan, Necid’li genci elde ettiğime çok memnun oldu. “O, bakanlığımızın aradığı bir silah idi. Bütün mesain, sadece onu elde etmek için olsa da değer,” dedi.
Ben de: “Necid’li genç için çok endişeli idim. Zira fikrinden dönmüş olabilir,” dedim. “Kalbin rahat olsun. Ondan ayrıldığında sahip olduğu fikirlerden dönmemiştir. İsfahan’da bakanlığımızın casusları, onunla görüşmüşler, bakanlığa onun bozulmadığını haber vermişlerdir,” dedi. Kendi kendime dedim ki: “Necid’li genç nasıl sırlarını başkasma anlatabilir!” Bunu bakana sormaya cesaret edemedim. Fakat, sonra Necid’li genç ile görüştüğümde anladım ki, İsfahan’da Abdülkerim isminde bir adam onunla görüşmüş ve “Ben Şeyh Muhammed’in [Beni kast ediyor] kardeşiyim. Sizin hakkınızda ne biliyorsa hepsini bana söyledi,” diyerek, Necid’li Muhammed’i aldatmış ve onun sırlarını öğrenmiş.
Necid’li Muhammed bana: “Safiye benimle İsfahan’a geldi ve iki ay daha, onunla müt’a nikahı ile yaşadık. Abdülkerim de, benimle Şiraz’a geldi ve Safiye’den daha güzel ve daha cazip Asiye isminde bir kadın daha buldu. O kadınla da müt’a ile, hayatımm en neşeli dakikalarını geçirdim” dedi.
Daha sonra öğrendim ki, Abdülkerim, İsfahan havalisinden Celfa’da oturan, bakanlığın hıristiyan bir ajanıdır. Asiye ise, Şiraz Yahudilerinden olup, bakanlığın başka bir ajanıdır. Dördümüz, Necid’li genci ileride kendisinden bekleneni en güzel bir şekilde yapabilecek surette yetiştirdik.
Londra’da bir ay daha kaldıktan sonra, tekrar Necid’li Muhammed ile görüşmek üzere, Irak’a gitmek için emir aldım. Sefere çıkarken, sekreter bana dedi ki: “Necid’li Muhammed hakkmda bir ihmalkârlık yapmayasm! Casuslarımızın gönderdikleri raporlardan anlaşıldığı gibi o, planlarımızı gerçekleştirmek için çok uygun bir ahmaktır. Onunla açık konuş! İsfahan’da ajanlarımız, onunla açıkça konuşmuş, o da, isteklerimizi bir şart ile kabul etmiştir. Onun şartı şudur: Görüşlerini açıklayınca, kendisine saldırması muhakkak olan, devlet adamlarmdan ve âlimlerden kendini korumak için, kâfi derecede mal ve silahla takviye edilmesi, memleketinde kendisine küçük de olsa, bir beylik kurulmasıdır. Bakanlık da, bu şartları kabul etmiştir.”
Bu haberin verdiği sevinçle, az daha uçacaktım. O zaman, sekretere bu hususta, ne yapmam gerektiğini sordum. Cevabmda: “Necid’li Muhammed’in tatbik etmesi için, bakanlık ince bir plan hazırlamıştır.”
Şöyle ki:
1. Bütün Müslümanları, tekfir edip, onları öldürmenin ve mallarını ellerinden almanın; namuslarına tecavüzün, erkeklerini köle ve hanımlarım cariye yapıp, köle pazarlarında satmanın helal olduğunu söyleyecek.
2. Hac ibadetini ortadan kaldırmak için, kabileleri hacılara saldırtıp, mallarını ellerinden almaya ve onları öldürmeye teşvik edecek.
3. Müslümanları, Halifeye itaat etmekten men etmeye çalışacak. Onları Halifeye karşı isyan etmeye teşvik edecek ve bu iş için, ordular hazırlayacak.
4. Mekke, Medine ve diğer İslam ülkelerinde bulunan türbe, kubbe ve mukaddes yerlerin put ve şirk olduklarım söyleyerek, yıkılmalarının lazım olduğunu ilan edecek.
5. İslam ülkelerinde mümkün mertebe ihtilal, zulüm ve anarşiyi temin edecek.
6. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşretmeye çalışacak.
Sekreter, yukarıdaki altı maddelik planı söyledikten sonra dedi ki: “Bu büyük program seni korkutmasm. Çünkü vazifemiz, İslamiyet’i yok etme tohumunu atmaktır. Bu işi tamamlayacak nesiller gelecektir. İngiliz hükümeti, sabretmeyi ve adım adım yürümeyi âdet edinmiştir.”
Bir kaç gün sonra, bakan ve sekreterden izin aldım, aile ve dostlarıma veda ettim. Basra’ya doğru yola çıktım. Yorucu bir seferden sonra, nihayet geceleyin Basra’ya vardım. Abdürrızanın evine gittim, uyandırdım. Beni görünce, çok sevindi. Beni ağırladı. O gece, orada kaldım. Sabahleyin bana: “Necid’li Muhammed bana uğradı ve sana bu mektubu bırakarak gitti” dedi. Mektubu açtım. Memleketi olan Necid’e gittiğini ve adresini yazıyordu. Ben de hemen oraya doğru yola çıktım. Onu evinde buldum.
Biz aramızda, benim onun kölesi olduğumu ve beni bir yere gönderdiğini, şimdi de geri döndüğümü herkese söylemek için anlaştık. Beni halka böyle bildirdi.
Onun yanmda iki yıl kaldım. Davetini ilan etmek için bir program hazırladık. Nihayet, 1730’da, onun azmini kuvvetlendirdim. O da, kendine yardımcı topladıktan sonra, kapalı bazı cümlelerle davetini kendine çok yakın olanlara anlattı. Sonra, davetini günbegün genişletti. Onu düşmanlarından korumak için, etrafına muhafızlar koydum. Ve onlara istedikleri kadar mal ve para verdim. Düşmanları tecavüz etmek istediği zaman, muhafızların gayretlerini arttırıyordum. Daveti yayıldıkça, muhalifleri çoğalıyordu. Kendisine fazla hücum yapıldığı zaman, davetten vazgeçmek istiyordu. Ama onu yalnız bırakmıyor, azmini kamçılıyordum.
Biz daima düşmanların hücumuna uğrayabilirdik. Bundan dolayı muhaliflerine karşı, parayla satm aldığım casuslar koydum. Düşmanları ona bir zarar vermek istediğinde, onlar beni haberdar ediyor, ben de zararlarını tesirsiz hâle getiriyordum.
Planın 6. maddesini icra edeceğini bana vaad etti: “Şimdilik, bunlardan ancak bir kısmını yerine getirebilirim” dedi. Bu sözünde haklı idi. O zaman, hepsini yapması mümkün değildi. Tahrif edilmiş bir Kur’an neşir etmeyi de red etti. Bu hususta, en çok Mekke’deki Şeriflerden ve İstanbul’daki hükümetten korkuyordu. Bana, “Bu hususu açıkladığımız taktirde, kuvvetli bir ordunun hücumuna maruz kalacağız,” dedi. Onun mazeretini kabul ettim. Zira, doğru söylüyordu. Şartlar müsait değildi.1
Sömürgeler bakanlığı, birkaç yıl sonra Deriyye emiri Muhammed bin Suud’u da safımıza çekmeye muvaffak oldu. Bana bu haberi vermek ve her iki Muhammed’in arasmda muhabbet ve yardımlaşmayı tesis etmek için, bir haberci gönderdi. Müslümanların kalplerini ve itimatlarım, dini yoldan temin için, Necid’li bizim Muhammed’den; siyasi yoldan temin için de, Muhammed bin Suud’dan istifade ettik.
İngilizler, bu ikisi arasında yakınlık kurabilmek için akrabalık bağı oluşturmuşlardır. Nitekim; Muhammed bin Suud, Muhammed bin Abdulvahhap’m eniştesidir.2
Böylece, devamlı kuvvetlendik. (Necid bölgesinde olan) Deriyye şehrini merkez yaptık. Din olarak da VAHHABİLİK dinini tesis ettik. Bakanlık, yeni vahhabi hükümetini gizlice destekliyor ve takviye ediyordu. Yeni hükümet: Arapçayı ve çöl muharebesini çok iyi öğrenmiş 11 İngiliz subayım, köle ismi altında satın aldı. Planları, biz bu
1 Daha sonra gelen vahhabiler anlaşmanın bu maddesini de yerine getirmişler ve bir çok
Ayet-i Kerime’lerin manalarını kendi istedikleri gibi değiştirerek çarpıtmışlar. Günümüzde, “Kuran-ı Kerim’i 20. Yüzyıla göre yeniden tefsir edelim,” diyenlerde aynı amaca hizmet etmektedirler.
2 Ebu Zehra, İslam’da Siyasi, itikadi ve fıkhi mezhepler tarihi, Mütercim: Abdulkadir
Şener, Hisar yay. İstambul s. 261.
subaylarla beraber hazırlıyorduk. Her iki Muhammed de, gösterdiğimiz yolda yürüyorlardı. Bakanlığın özel bir emri olmadığı zaman, konuları biz karara bağlıyorduk.1
Kısacası, İbn-i Teymiye’nin fikirleri ile İngiliz casuslarından Hempher’in yalanlarının karışımına Vahhabilik, denilmektedir. Görüldüğü üzere vahhabilik, bir çok batıl fikrin karışımıdır. İslam’m en büyük düşmanının, kimler olduğu, bütün dünyadaki müslümanlarm itikadını bozmaya çalışan ve hızla yayılan Vahhabiliği, aslmda kimlerin kurdurduğu ve onları nasıl beslemekte olduğu çok net görülmektedir.
Eyüp Sabri Paşa ve o zamanın Safi müftüsü Ahmet bin Zeyni Dahlan; vehhabiliğin, İngiliz altın ve yardımları ile kurulduğunu olayların başından beri söylemekteydiler. İngiliz casusunun itirafları ise çok daha sonraları yayınlanmıştır. Dolayısıyla bu durum, Eyüp Sabri Paşa ve zamanm müftüsünün verdiği bilgilerin ne kadar doğru ve güvenilir kaynaklardan alındığının en önemli göstergesidir. Çünkü; İngiliz casusu bu zaatların söylediğine paralel bu
bilgileri, uzun yıllar sonra itiraf etmiştir.
1 Bu söz, Hemper’in Muhammed b. Abdulvahhab’ı kandıra bilmek için söylediği bir yalandır. Mut’a nikahı gerçekte ise bizzat Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) tarafından yasaklanmıştır
Sual
İslâmiyetten haberi olmayan Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin âhirette gideceği yer hususunda Müslüman kaynakları ne söylemektedir?
Cevap
“Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” mealindeki âyet-i kerimeleri (İsrâ: 15, Kasas: 59) nazara alan İmam Eş’arî, kendilerine peygamber gönderilmeyen gayrımüslimlerin ehl-i necat olduğunu, yani cehenneme gitmeyeceklerini söylemiştir. Çünki İmam Eş’arî, Şâfiî usulüne tâbi olduğu için, ibarelere çok ehemmiyet vermektedir. Ama aklî delillere ve şeriat sahibinin maksatlarını ön planda tutan İmam Mâtüridî, bunu gayrımüslimlerin peygamber gönderilmedikçe ibâdetten mesul tutulamayacağı mânâsına hamletmiş; Hazret-i İbrahim’in Kur'an-ı kerimde anlatılan yıldızlara, sonra aya, sonra güneşe bakarak, hepsinin battığını, o halde bunları böyle hareket ettiren ve asla batmayan (yok olmayan) bir yaratıcının bulunduğunu anlamak gerektiğini bildiren kıssasına (En’am: 76-78) bakıp, insanların aklıyla bir yaratıcının varlığını bulmaya muktedir olduğunu, o halde aklıyla bir yaratıcının varlığını bulamayanların ehl-i necat olmadığını söylemiştir.
Ehl-i necat demek, cehenneme gitmez demektir. Peki nereye gider? Onu ikisi de söylemiyor. Bu hususta sonra gelenler tarafından çok farklı söylenmiştir. Bazıları cennete girer demiştir. Bazıları A’raf’ta, yani cennet ile cehennem arasında bir yerde kalır demiştir. Muhyiddin Arabî gibi bazıları, kıyamet günü Hazret-i Peygamber onları dine davet eder; kabul eden cennete, etmeyen cehenneme gider demiştir.
Müşriklerin küçükken ölen çocukları için de bazıları “Her doğan, müslüman fıtratı üzere doğar” hadîs-i şerîfi gereği cennete gider dedi. Bazıları “Rabbimden müşrik çocuklarının cennette müminlere hizmetkâr olmasını diledim. Rabbim kabul etti. Çünki onlar babaları gibi müşrik değildir. Önceki misaktadır (yani ezelde verdikleri iman sözü üzeredir)” hadîs-i şerîfi gereğince cennette müslümanlara hizmetçi olur dedi. Bazıları Cennet ve Cehennem arasında kalan A’raf adlı yerdedir dedi. Bazıları, ilm-i ilahîde âkıl ve bâliğ oldukları zaman mümin olacağı belli ise cennete, değilse cehenneme gider dedi. Bazıları anne ve babalarına tâbi olarak cehenneme gider dedi. Nitekim Hazret-i Hadice, Hazret-i Peygamber’e Câhiliye devrinde ölenlerin çocuklarının hâlini sorduğu zaman “Onlar ateşdedir” cevabını almıştı. Bazıları Allah’ın dilediği yerdedir dedi. Bazıları âhirette imtihan olunur ve mihnet çekerler dedi. Bazıları hayvanlar gibi toprak olurlar dedi. Bazıları ise sükûtu tercih etti. Bütün bunlar İmam Süyûtî’nin Tevşîh adlı eserinde zikredilmektedir. Hâdimî Berîka’da (C. I, s. 287-288) ve Kâdızâde Âmentü Şerhi’nde (s. 277) naklediyor. Görülüyor ki bu hususta hadîs-i şerifler ve kaviller muhteliftir. Süyûtî sahih kavli, İmam Muhammed’den ve Devânî’nin Nevevî’den naklettiği üzere Allahü teâlâ günahsız hiç kimseye azap etmeyeceği vechile bunların cehennemlik olmadığı istikametinde bildiriyor.
Bu mesele, İmam Rabbani hazretlerinin Mektûbât’ında da ele alınmaktadır (I. Cild 259. mektub) Kelâmda müctehid olan İmam Rabbânî, şöyle diyor: “Ebû Mensur Mâtüridî ve yetiştirdiği büyükler, acaba neden Allahü teâlânın varlığını ve birliğini aklın yalnız başına bulabileceğini söylediler? Dağda, çölde yetişip de putlara tapanların, peygamberlerden haberi olmasa bile Cehenneme gideceklerini söylediler. Akılları ile bulmaları lâzım idi, dediler. Biz böyle anlamıyoruz. Bunların kendilerine, hakikat duyurulmadıkça, kâfir olmayacaklarını söylüyoruz. Bu haber de, peygamberler ile gönderilmektedir. Evet, Allahü teâlâ, aklı, doğru yolu bulmak için yaratmış ise de, yalnız başına bulamaz. Akla, o yol haber verilmedikçe, şiddetli azap yapılmaz.”
Şöyle bir sual sorulsa: “Dağda yetişip, hiç bir din duymayıp puta tapan müşrikler, Cehennemde sonsuz kalmazsa, Cennete girmesi lâzım gelir. Bu da olamaz. Çünki müşriklere, Cennet haramdır, yani yasaktır. Bunların yeri Cehennemdir. Nitekim, Allahü teâlâ, Mâide sûresi 72. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın meâlen, (Allahü teâlâdan başkasına tapınanlar, başkalarının sözlerini Onun emirlerinden üstün tutanlar, Cennete giremez. Onların konacağı yer Cehennemdir) dediğini beyan buyurdu. Âhırette Cennet ile Cehennemden başka yer de yoktur. A’raf’ta kalanlar, bir müddet sonra Cennete gideceklerdir. Sonsuz kalınacak yer, ya Cennettir, ya Cehennem! Bunlar hangisinde kalacaktır?”
“Bu suali halletmek için, Fütûhât-i Mekkiyye sahibinin [Muhyiddin el-Arabî]: (Peygamberimiz, kıyâmet günü, bunları dine davet eder. Kabul eden Cennete, etmeyen Cehenneme sokulur) sözü, bu fakire iyi gelmiyor. Çünki âhıret, mükâfat yeridir, hesap yeridir. Emir yeri, iş yeri değildir ki, oraya peygamber gönderilsin! Çok zaman sonra, Allahü teâlâ, merhamet ederek, bu meselenin hallini ihsan eyledi. Şöyle bildirdi ki, bu müşrikler, ne Cennette, ne Cehennemde kalmayacak, âhırette diriltildikten sonra, hesaba çekilip, kabahatleri kadar mahşer yerinde azap çekecektir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmayacaklardır. Herkesin aklı birçok dünya işlerinde bile şaşırıp yanılırken, iyiliklerine, merhametine son bulunmayan sahibimizin, peygamberleri ile haber vermeden, yalnız akılları ile bulamadıkları için, kullarını sonsuz olarak ateşte yakacağını söylemek, bu fakire ağır geliyor. Böyle kimselerin sonsuz olarak Cennette kalacaklarını söylemek, nasıl çok yersiz ise; sonsuz azap çekeceklerini söylemek de öyle yersiz oluyor. Nitekim, itikadda ikinci imamımız Ebul-Hasen Eş’arî, bunların Cehenneme girmeyeceklerini söylüyorsa da, bu sözünden, Cennette kalacakları anlaşılıyor. Çünki ikisinden başka yer yoktur. O halde cevabın doğrusu, bize bildirilendir. Yani bunlar mahşer günü, hesapları görüldükten sonra, yok edileceklerdir. Bu fakire göre, kâfirlerin çocukları da böyle olacaktır. Çünki Cennete girmek, iman iledir. Ya kendisi iman etmiş olacak, veya imanlının çocuğu olduğu için, yahud ana-babası birlikte mürted olunca [dinden çıkınca], kendisi dârülislâmda kaldığı için imanlı sayılmış olacaktır. Dârülislâmda bulunan müşriklerin çocukları ve zimmîlerin [gayrımüslim vatandaşların] çocukları da dârülharbdeki kâfirlerin çocukları gibidir. Çünki bu çocuklarda iman yoktur. Bunlar Cennete giremez. Cehennemde sonsuz kalmak da, tekliften sonra inanmamanın cezâsıdır. Çocuk ise, mükellef değildir. Bunlar hayvanlar gibi diriltilip, hesapları görüldükten sonra yok edileceklerdir. Eskiden bir peygamberin vefatından sonra çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozularak unutulduğu zamanlarda yaşayıp, peygamberlerden haberi olmayan insanlar da kıyâmette böyle sonradan tekrar yok edileceklerdir.”
İmam Rabbânî hazretleri bu sözüyle Mâtüridiye ile Eş’ariye mezhebinin sözlerinin arasını bir bakıma bulmuş oluyor. İnsan, aklıyla düşünerek yaratıcının varlığını bilebilir. Ancak emir ve yasaklarla muhatap olmak, bir peygamberin bildirmesiyle olur. Bir yaratıcının varlığının bilgisi kendisine ulaşan bir kimse, düşünmezse ve düşünmediği için anlamaz ve iman etmezse veya düşünüp bulduktan sonra, bu akla ve fenne uygun değildir diyerek iman etmezse, mesul olur. Kendisine bir peygamber tebliği ulaşmadığı için, aklıyla düşünmeyip, bir yaratıcının varlığını anlamayan kimse, iman etmiş sayılmaz; ancak mesul de olmaz. Cennete de, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azap, buna yapılmaz. Hesabı görüldükten sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. İmam Rabbânî hazretlerinin, kıyamette hayvanların toprak olmasına kıyas ederek bu ictihada vardığı anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Rabbânî hazretleri Mebde ve Me’âd kitabının otuzuncu fıkrasında der ki, “Kelâm ilmine ait meselelerde bu fakirin kendine mahsus görüşü ve hususî ilmi vardır. Mâtüridiye ve Eş’ariye arasındaki ihtilaflı meselelerin çoğunda, o meselenin anlaşılması başladığı zaman hakikatin Eş’ariye tarafından olduğu malum oluyor. Fakat keskin görüş ve firâset nuru ile bakılınca, açıkça anlaşılıyor ki, hak, Mâtüridiye tarafındadır. Kelâm ilmindeki ihtilâflı meselelerde, bu fakirin reyi Mâtüridî âlimlerinin görüşüne uygundur.”
Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizamı incelemek; peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrendikten sonra farz olmaktadır. Hanefî âlimi İbni Âbidîn hazretleri Reddü’l-Muhtar’ın mürted bâbında buyuruyor ki: “Buhârâ âlimleri dediler ki, peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz. Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtar olan kavl de budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allah’ın varlığını anlamaması özür olmaz) sözünden murat ve maksat, peygamberlerden işittikten sonra, anlamaması özür olmaz demektir, dediler. Bu takdirde İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin: (İnsanların akıllarıyla Allah’ı bilmeleri vâcib olurdu) kavlindeki (vâcib olurdu) kelimesinin manasını (lâyık olurdu) manasına hamletmek gerekir.” Demek ki Hanefî âlimlerinden bir kısmı da İmam Eş’arî’nin görüşündedir.
Netice itibariyle İmam Rabbânî hazretlerine göre: Şâhikü’l-cibâl yani dağlarda yaşayıp kendisine peygamber tebliğatı ulaşmayan veya ehl-i fetret, yani bir peygamberden çok zaman geçip, iman bilgilerinin unutulduğu veya zâlimlerce değiştirildiği bir zamanda (fetret devrinde) yaşayan müşrikler cehenneme gitmeyecek, hayvanlar gibi yok edileceklerdir. Kâfirlerin küçükken ölen çocuklarını da böyledir.
Şu kadar ki, dağlarda veya fetret devrinde yaşayıp, peygamber tebligatı kendisine ulaşmayan, fakat tevhid inancında olanlar ve bunların küçükken ölen çocukları böyle değildir. Bunların Mâtüridî ve Eş’arî mezhebine göre ehl-i necat olup, cennete gidecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim Kâdızâde Ahmed Efendi, Ferâidü’l-Fevâid adındaki Âmentü Şerhi’nde diyor ki: “Aklı olana özür ve bahane yoktur. Eğer câhil, İslâm dinini işitmeyip, nazar ile sahih marifet elde ederse, hakikaten mümin olup, Cennetlik olur. Eğer imandan ve küfrden birini elde edemezse, mazur olup, hükmen mümin kılınıp, Cennet ehli olur. Küfr itikad ederse, mazur olmaz, kâfir olur, Cehennem ehli olur. Zira ehliyeti olduğu açıktır. Âlimlerin çoğu Ebû Hanife mezhebini böyle beyan ettiler. Bazıları İmam-ı A’zam’a göre İslâm dinini duymayıp, küfr ve iman etmeyen mazur olduğu gibi; dini duyup, mukaddem tertiplerde [yani İbrahim aleyhisselâm kıssasında anlatıldığı üzere kâinattaki düzene bakarak Allahü teâlânın varlığını ve birliğini anlamakta] hata edip kâfir olan dahi mazur olur dediler. Eş’arî’den, “İslâm dinini duymayan, kâfir de olsa mazurdur. Ehl-i cennettir” diyenler buna delil İsrâ sûresi onbeşinci âyet-i kerimesinin sonu olan (Biz bir ümmete resul gönderip hak yoluna davet etmeyince, azab etmeyiz) kelâmını göstermektedirler. Hanefîler tarafından bu âyet-i kerime şer’î hükümler hakkında olup, ma’rifet hakkında değildir. Bu bildirilen ayrılıklar, ayırıcı akıl hakkındadır.” (İstanbul 1978, s. 22-23)
İmam Gazâlî hazretleri Türkçeye de çevrilip basılmış olan Faysalü’t-Tefrika kitabında, “Hazret-i Muhammed’in ismini hiç işitmeyenlerle, ismini işitse bile vasıf ve hususiyetlerini işitmeyenler veya bu vasıfları zıdlarıyla beraber işitenler rahmet-i ilahiyyenin şümulünde olup ehl-i necattır. Bugün İslâm daveti kendilerine ulaşmayan Rumlar ve Türkler böyledir. Çünki bunlar Hazret-i Peygamber’i belki işitmiştir ama, hayalî veya yalancı bir şahıs olarak işitmiştir” diyor. (Kâhire 1325/1907, s. 22 vd.) Bu da İmam Rabbânî hazretlerinin yukarıda zikredilen kavliyle benzemektedir. Nitekim bugün bütün dünyada Hazret-i Peygamber ve tebligatı doğru olarak herkes tarafından bilindiği kat’î olarak söylenemez. Hele İslâmiyet aleyhinde yoğun bir propagandanın yürütüldüğü bir zamanda, basit insanların İslâmiyet ve Hazret-i Peygamber hakkında doğru bir bilgi öğrenmesi fevkalâde zordur.
Said Nursî bugün dünyada yaşayıp İslâmiyeti hakkıyla işitmemiş olan gayrımüslimlerin ehl-i fetret olup cennete gideceğini söylediği için tenkid edilmektedir (Kastamonu Lâhikası, s. 69-70, 111; Mektubat, 28. mektup, 8. mesele, s. 385). Eş’arîler fetret ehline ehl-i necat dediği için, kendisi de Şâfiî-Eş’arî olan Said Nursî Efendi böyle söylemiştir. Burada onbeşinden küçük olanların ne dinde olursa olsun şehid olacağı; onbeşinden büyük olanların ise cihan harbine sebebiyet vermeyip, masum ve mazlum iseler şehid olacağı sözü problemlidir. Bir çocuk onbeşinden önce de bülûğa erebilir ve şer’en mükellef hâle gelir. Ayrıca eğer bu gayrımüslimler hakikaten ehl-i fetret iseler, ehl-i necattır. Ehl-i necat, ehl-i cennet kabul edilse bile; şehidlik ancak Allah yolunda ölen müslümanlar için sözkonusudur. Hükmî şehidlik gibi istisnaî bir hâli burada mevzubahis etmek, doğrusu söz götürür. Üstelik cihan harbine sebebiyet verip vermemenin ahkâm-ı islâmiyye bakımından bir ehemmiyeti yoktur. Bu, siyasî bir keyfiyettir. İmana tealluk etmez. Nitekim önceki cihan harbine sebebiyet verenlerin bir kısmı da Müslüman Türkler arasından çıkmış olup, Said Nursî Efendi’nin eserlerinde bunlardan övgüyle bahsedilmektedir. Bir başka enteresan husus da, müsamahaya mazhar görülen sınıfın Hıristiyanlar oluşudur. Bu mantıkla Yahudîlerin de ehl-i necata dâhil edilmesi beklenirdi. Yahudîlerin, tevhide Hıristiyanlardan daha yakın olduğu herkesçe malumdur. Avrupa’da tarih boyunca hunharca katledilen, mallarına el konulan ve yurtlarından atılan Yahudîlerin sayısı, mazlumen ölen Hıristiyanlardan az değildir.
Sual
İbrahim’e İbo, Zeyneb’e Zeyno, Fethullah’a Fetoş denirse günah olur mu?
Cevap
İbo veya Zeyno diye meşhursa caizdir. Değilse, mübarek isimleri değiştirmek çok mahzurludur. Mübarek isim olmasa bile, sahibi üzülürse caiz değildir. Mesela malum terörist, Apo diye meşhurdur. Bu ismi kullanmak caizdir. Fatoş adında artistler vardır. Bunu söylemek böyledir.
.
PATRİK GRİGORYUS’TAN ÇAR ALEKSANDR’A İBRETLİK MEKTUP
PATRİK GRİGORYUS’TAN ÇAR ALEKSANDR’A İBRETLİK MEKTUP
PATRİK GRİGORYUS’TAN ÇAR ALEKSANDR’A İBRETLİK MEKTUP
.
PATRİK GRİGORYUS’TAN ÇAR ALEKSANDR’A İBRETLİK MEKTUP
İstanbul Patriği’nin Yunan İsyanı sırasında Çar’a yazdığı iddia edilen gizli mektup, asırlar sonra meşhur olmuş ve epik literatürdeki yerini almıştır.
8 Ağustos 2022 Pazartesi
8.08.2022
Ekzantrik gazeteci ve popüler tarih yazarı Cemal Kutay’ın çıkardığı Tarih Konuşuyor isimli aylık mecmuanın Kıbrıs meselesinin aktüel olduğu günlerde neşredilen Şubat 1964 tarihli ilk sayısında, “Patrik Grigoryus'un Çar Birinci Aleksandr’a Tavsiyesi” başlıklı bir yazı çıkmıştır.
Yazının bir yerinde “General Ignatyef’in hatıratında Grigoryus’a ait asıl büyük ifşaat vardır. İbretle okuyalım” ibaresinden sonra diyor ki:
“Mahmud Nedim Paşa'nın sadaretten istifası [istifa değil azil] günü idi ki, patrikhaneye gitmiş idim. Patrik Yermanos sohbetimiz sırasında, Patrikhanedeki inşaat sırasında çıkan iki sandık içinden, Sultan Mahmut zamanında Yunan istiklaline yardım töhmetiyle asılan selefi Grigoryus'un o zamanki Çarımız Aleksandr'a gönderdiği bir mektubun müsveddesini bana okudu.
Ele geçtiği zaman Yermanos'un da sebeb-i felaketi olabilecek bu mektub, müteveffa Patrik'in Türkleri dünya hayat-ı siyasiye ve askeriyesinden korkulacak bir mevcudiyet halinden çıkarmak, hatta müstakil bir millet olabilmekten mahrum edecek çok şayan-ı dikkat tavsiyeleri ihtiva ediyordu. Vazifem müddetince edindiğim tecrübeler ve şahit olduğum hadiselerin doğruluğunu tasdik ettiğini, maalesef iş işten geçtikten sonra anladığım bu tavsiyeler şunlardı:
‘Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkindir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabrlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-ü idare edecek reislere sahib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan merbutiyyetlerinden, ahlaklarının selâbetinden gelmektedir.
Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi rabıtalarını kesr etmek, dini metanetlerini zaafa uğratmak icab eder. Bunun da en kısa yolu, an’anat-i milliyye ve maneviyyelerine uymayan harici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
Türkler, harici muaveneti reddederler. Haysiyet hisleri buna manidir. Velev ki muvakkat bir zaman için zahiri kuvvet ve kudret verse de, Türkleri harici muavenete alıştırmalıdır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.
Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için mücerred olarak savaş meydanlarındaki zaferler kâfi değildir ve hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekarını tahrik edeceğinden, hakikatlere nüfuz edebilmelerine sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere bir şey his ettirmeden, bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır.’
Benim Osmanlı Devleti nezdinde vazifede olduğum esnada bu teşhisler tamamen isabetle tecelli etti.”
Yazının sonunda 13 Aralık 1924 tarihli Cumhuriyet gazetesinden bir haber var. Buna göre Patrikhane, polis müdürlüğüne bir hırsızlık ihbarı yapıyor. Patrik Grigoryus'un torbası çalınmıştır. Patrikhanede çalışan iki Rum, polisçe yakalanmıştır. Mecmua, bu torbada ne vardı, niye açıklanmadı diye soruyor ve mahut mektup ile torba arasında irtibat bulunduğunu ima ediyor.
Mektup nerede?
Kont Nikolay Pavloviç Ignatiyef, 1864-1877 arası İstanbul’da Rus sefiri olarak bulunmuş; bu zaman zarfında Rumeli’nin kaybına yol açan yolda uğursuz ve kışkırtıcı bir rol oynadığı meşhurdur. Ignatyev’in hatıraları Istoricheski Vestnik isimli Rusça tarih mecmuasında 1914 senesinde CXXXV-CXXXVIII sayılarında neşredilmiştir. Alexander Onou tarafından The Memoirs of Count N. Ignatyev adıyla 1931-1932 senesinde Slavonic and East European Review isimli mecmuada İngilizce hülasa edilmiştir.
Ne var ki, Kutay’ın Kont’un hatıralarında anlatıldığını iddia ettiği hâdiseye, bu hatıraların İngilizcesinde de Rusçasında da rastlanmamaktadır. Hatta hatıralarda Grigoryus ve Yermanos ismi bile geçmemektedir. Kutay’dan evvel böyle bir mektuptan bahsolunduğu tespit edilememiştir. Ne Rus ne de Osmanlı Arşivi’nde mevzuya dair bir vesika mevcuttur. Olsaydı zaten, Mora İsyanı sebebiyle Patrikhane basılıp mürettep vesikalar ortaya çıkarıldığı zaman, bu mektubun da bulunması icap ederdi ki, patriği asanların çok işine yarardı.
Üstelik İgnatiyef’in İstanbul’da bulunduğu esnada Yermanos adında bir patrik olmamıştır. Bu devirdeki patrikler şunlardır: III.Sofranios, VI.Gregori, VI.Anthimos ve II.Ioakim. Mahmud Nedim Paşa ilk sadrazamlığından 31 Temmuz 1872 ve ikinci sadrazamlığından da 31 Mayıs 1876 tarihinde azledilmişti. İlkinde VI. Anthimos, ikincisinde ise II. Yoakim patrik idi. IV.Yermanos 1842-1845 ve 1852-1853; V.Yermanos da 1913-1918 tarihleri arasında patriklik yapmıştır.
Resmi tarihin ekzantrik inşacılarından Kutay, bu hikayeyi nerde okumuştur, kimden dinlemiştir, buna dair bir kayıt bulunmuyor. Ancak kendisinin böyle tek kaynak olduğu başka rivayetler de vardır. Okuduklarını, duyduklarını ve gördüklerini, kendine mahsus bir tarzda ve geniş bir hayal dünyasında tefsir ve tabir etmekle tanınmış bir yazardır.
Tarihi şahsiyetler arasında gönlünce muhavereler (diyaloglar) uydurması; vesikalarda araya girip, sanki vesikada mevcutmuş gibi kendi fikirlerini eklemesi; uzun ömründe toparladığı çok sayıda evrakı kafasına göre kesip biçerek neşretmesi; sonra da arşivim yandı diyerek orijinallerini ortadan kaldırması meşhurdur. Kaynak sorulduğu zaman, “Ben kendim kaynağım. Kaynak belge bulamadığım zaman, yatarım, gece o olayı rüyamda görür ve sabah kalktığımda da onu yazarım” derdi.
Çar ve Patrik
Aslında en bariz vasfı Türklerin gururunu okşamak olan böyle bir mektup, bir düşmandan değil, hakikatli dosttan bile umulmaz. Ancak bu yazının mevzuu, burada anlatılanların doğruluğu değil, mektubun orijinalliğini sorgulamaktır.Nitekim mektubun muhtevası, tarihi vakalarla birebir mutabakat hâlindedir. Yani tarih, mektupta yazılanları doğrulamıştır.
İstanbul Patriği için yegâne imparator, -sevse de sevmese de- Osmanlı sultanıdır; Çar veya başkası değildir. Patrikhane, İstanbul’da Sultan Fatih tarafından tekrar kurulmuştur. Sultan’ın himayesi kadar avantajlı bir pozisyon İstanbul Patriği için mevzubahis değildir. Bu, reelpolitiğin icabıdır.
Türklerin, Ruslara mağlubiyetinin de Patrik’e faydası değil, zararı vardır. Zira Balkan Ortodoksları Patrikhane’den ayrılıp, Moskova’nın kontrolüne girer.
Ruslara göre Ortodoksların yegâne lideri, Moskova Patriği’dir. İstanbul Patriği, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden sonra meşru ruhani lider olmaktan çıkmıştır. Moskova ile İstanbul’un arası bugün bile açıktır.
Çar, İstanbul üzerinde hayalleri olsa bile, Cevdet Paşa’nın da yazdığı gibi, Balkanlardaki statükoyu bozmasından endişe ettiği için Yunan İhtilali’ne destek olmamıştı. Babıali de isyanı bastırmaktaki aczini Patrik ve metropolitleri asarak örtmeye çalışmıştı.
Buna rağmen selefi asılmış bulunan Patrik, sebeb-i felaketi olacak bir mektubu, Rusya sefiri gibi birine ifşa etmekten çekinmiyor ki, şaşılacak iştir.