 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
"Allahü teâlâ size dünyâda ve âhirette yardım eylesin!"
1 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :31 Aralık 2024 22:09
"Cenâb-ı Hakk sana iyilikler versin. Magfiret ederek, son nefeste hüsn-i hâtime nasîb etsin."
Şihâbüddîn Ahmed hazretleri evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimidir. Tasavvuf bilgilerini Kutbüddîn Dımeşkî el-İsfeheydî'den öğrendi. Fıkıh ilmini Şihâbüddîn bin İmâd’dan tahsîl etti. 1416 (H.819) senesinde Kâhire’de vefât etti. Çok talebe yetiştirdi.
Talebelerinden birine yazdığı bir mektubunun başında şöyle demektedir: “Elhamdülillahi alâ külli hâl. Ahmed Zâhid’den Şeyh Muhammed Gabrî’nin oğluna. Allahü teâlâ sana iyilikler versin. Magfiret ederek, son nefeste hüsn-i hâtime nasîb etsin. Allahü teâlânın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Allahü teâlâdan, size dünyâ ve âhirette yardım etmesini dileriz.”
Başka bir mektubunda da şöyle yazdı: “Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne salâttan sonra; Ahmed’den, oradaki gönül ehli kardeşlerime. Allahü teâlâ onlara iyilikler versin. Kendisine itâatte yardım eylesin. Allahü teâlâ, fadlı ve rahmeti ile, gönül ehli olan tasavvuf erbâbını üstün kıldı. O, dilediği şeye muktedirdir. Herkesin size muhabbet göstermesi, Allahü teâlânın lütfu ihsânıdır. Hamd, Allahü teâlâ içindir. O’na çok şükrediniz. Devâm üzere de ibâdet ediniz. Allahü teâlâ bizi ve sizleri âhirette sevdikleriyle birlikte bulundursun. İleride İnşâallahü teâlâ yanınıza gelip bir müddet kalacağım...”
Vefâtına yakın buyurdu ki:
“Kelime-i şehâdetin mânâsına kalbiyle inanıp ve diliyle de söyleyen bir kimseyim. İslâm dîni dışındaki her din ve inanıştan ve Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası dışındaki her fırkadan uzağım. Allahü teâlâya ve Allahü teâlâdan gelen şeylerin hepsine, O’nun murâdına uygun îmân ettim. Resûlü Muhammed aleyhisselâma ve getirdiklerine O’nun bildirdiği şekilde îmân ettim. Aklıma, hatırıma gelen şeylerin hiç birisine Allahü teâlâ benzemez. Bu şehâdetimi Allahü teâlâya emânet bırakıyorum. Allahü teâlâ, kendisine emânet bıraktığım bu güzel inanışım ile, muhtâc olduğum son nefesde yardım eder ve îmân ile gitmemi nasîb eder inşâallah...
Ey kardeşlerim, size Allahü teâlâdan korkmayı, O’nun emirlerini öğrenmeyi ve öğrendiklerinizle amel etmenizi tavsiye ediyorum. Beni defnettiğinizde, başucumda Fâtiha ve Bekara sûresini okuyunuz. Yâsîn ve Tebâreke sûrelerini de okuyup, hâsıl olan sevâbı bana hediye ediniz ve üç defâ şöyle deyiniz: (Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun Ehl-i beytinin ve Eshâb-ı kirâmının hürmetine bu meyyite azâb yapma!) Arkamdan hayır ve hasenâtta bulununuz. Talebelerim ve çocuklarım benim vârisimdir.”
.
"Âhirette istirahatin en güzeli âbidler içindir..."
2 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :1 Ocak 2025 23:23
“Ey kardeşim Zürâre! Allahü teâlâdan kork ve ona itâat et! O’nun azâbını unutma!"
Muhammed bin Yûsuf İsfehânî hazretleri Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerindendir. 774 (H. 157)’de İran’da İsfehan’da doğdu. İlim tahsili için uzun zaman Mekke’de bulundu. Basra’da ikâmet etti. Süfyân-ı Sevrî ve Tâbiinin büyük âlimlerinden hadîs rivâyet etti. 804 (H.188)’de Basra’da vefât etti.
Yûsuf bin Zekeriyyâ anlatır: Biz Harran’da idik. Muhammed bin Yûsuf hazretleri yanımıza geldi. Oradaki hadîs âlimleri etrafını çevirdiler. Hemen Harran’dan ayrılıp Resûleyn denilen yere gitti. Bir ay orada kaldıktan sonra geri geldi. Orada neden çok kaldıklarını sordum. “Resûleyn’de bir ay kaldım. Ne kimse beni tanıdı, ne de ben kimseyi tanıdım” buyurdu. Dikkat ettim; Muhammed bin Yûsuf hazretleri, ekmeğini her zaman değişik fırından alırdı. Sebebini sorduğumda; “Her zaman aynı fırından alırsam, belki fırın sâhibi beni tanır ve bana hürmet eder, ben de o zaman dînimi dünyâya âlet etmiş olmaktan korkarım" buyurdu.
Dostlarına; “Bu zaman fazîleti arama zamânı değil, bilakis kurtuluşu arama zamânıdır” buyurdular.
Kardeşi Zürâre’ye yazdığı mektupta; “Ey kardeşim Zürâre! Allahü teâlâdan kork ve ona itâat et! O’nun azâbını unutma! O’nun azâbına kimse karşı koyamaz. Şartlarına sâhib olunca hacca git! Zîrâ hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz; “Her kim ki helâlden kazandığı mal ile Allahü teâlânın rızâsı için haccetse, anasından doğduğu gün gibi günahsız olur” buyurdu.
Bir sohbetinde “Şu gördüğünüz arâzilerin hepsini iki kuruş karşılığında bana verseler hiç sevinmem. Zîrâ bu dünyâdaki bütün mal ve mülk geçicidir. Yok olmaya mahkûmdur. Biz öleceğiz, malımız ve mülkümüz dünyâda kalacaktır” buyurdu.
Mekke yolunda, Abdurrahmân bin Ömer’in elinden tutup buyurdu ki:
“Ey Abdurrahmân! Sen zevk ve keyfiyle uğraşanların kapıları önünden geçtiğinde onlara; 'O yüksek köşkleri ve kaleleri yaptıranlar hani, bu muhteşem köşk ve muazzam kalelerde sizden önce zevk ve sefâ sürenler, bütün dünyâ bizimdir diyenler nerede?' diye sor. Muhakkak ki, onların hepsi ölüp gittiler. Sen, çok ibâdet edenlerin yanlarına varırsan onlara; 'Ey âbidler! Ölüm vaktiniz gelip, âhirete göçtüğünüz zaman, istirahatin en güzeli sizin içindir' dersin.”
Süleymân bin Mihrân’dan duydum, Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: “Cumâ günü bin defa Allahümme salli alâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem demeyi terk etme!
.
Kişinin ayağının sürçmesi, bir kusuru sebebiyledir!..
3 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :2 Ocak 2025 22:27
Düşünmeden konuşan pişmân olur. Konuşmadan önce düşünen selâmet bulur...
Şeyh Hacı Ahmed Efendi Yozgat'ta yetişen velîlerdendir. 1774 (H. 1188) târihinde Yozgat'ta doğdu. İlk tahsilini o zamanki medreselerde yaptı. Sonra Çankırı'nın Çerkeş kasabasındaki Halvetî tarîkatı şeyhi Pîr-i Sanî Mehmed Mustafa hazretlerine intisâb ederek dergâhda bir süre hizmet etti ve tarikatta hilâfet aldı. Bir ara İstanbul'a geldi ve Padişah Abdülmecid Han ile de görüştü. 1897 (H.1314) senesinde vefât etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
“Kişinin ayağının sürçmesi, bir kusuru sebebiyledir.” “Allah korkusu, kalbde yerleşmiş olan bir ağaç gibidir.” “Allah korkusu, ibâdetin süsüdür.” “Düşünmeden konuşan pişmân olur. Konuşmadan önce düşünen selâmet bulur.”
“Kıyâmet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş ve zenginliğe ne ölçüde şükredilmiş ise, o hesâb edilecek. Mesele çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok sabretmek veya çok şükretmektir.”
“Her kimde bulunursa bulunsun, tevâzu güzeldir, ama zenginlerde bulunursa çok daha güzel olur. Her kimde bulunursa bulunsun, kibir çirkindir. Ama, fakirlerde bulunursa çok daha çirkin olur.” “Bir Müslümanı medhedemiyorsan, bâri kötüleme. Faydalı olamıyorsan bâri zararlı olma, sevindiremiyorsan hiç olmazsa üzme.” “Allah yolunda yürümek isteyene en zor gelen şey, yabancılarla berâber olmaktır.” “Esas fakirlik, fakir olmaktan korkmak, esas zenginlik ise, Allahü teâlâya güvenmektir.”
“Senden meydana gelen bir hatâ sebebiyle seni özür dilemeye mecbur eden, berâber olduğunuzda kendisine müdârâ etmen icâbeden ve kendisine, (Allahü teâlâya duâ ettiğinde beni de hatırla) demeye ihtiyaç duyduğun kimse, hakîkî dost olamaz.”
“Yâ Rabbî! Kalbimdeki en tatlı hâl, rahmetinden ümitli olmamdır. Dilimdeki en tatlı hâl, seni tesbih etmemdir. Bana en tatlı gelen zaman da, dîdârını göreceğim zamandır.”
“Bir insan vefât edince, dünyâda onun amelini yazmakla vazifeli iki melek onunla berâber olur. O kimsenin amelleri iyi ise, o melekler kendisine derler ki: 'Allahü teâlâ sana büyük hayırlar versin. Biz senin yanında bulunmakla çok rahatız. Dünyâda hayırlı ameller işledin. Şimdi de hayırlı şeylere kavuştun.' Sonra melekler bunun rûhunu semâvât ehli ile tanıştırırlar. Onlar da onu tebrik edip; 'Allahü teâlâ, kavuşmuş olduğun bu nîmetleri mübârek etsin' derler."
.
"Maksat, Allahü teâlanın rızâsına kavuşmaktır...”
4 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :3 Ocak 2025 22:09
"Kim bir iyilik yapar, Allahü teâlâ için onu gizlerse, yaptığı bu iyilik zâyi olmaz."
Ebü'l-Ferec Ali Halvetî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Afganistan’da Herat’ta doğdu. Önce Pîr Seyfeddîn Halvetî’nin sohbetlerine katıldı. Sonra hocasının izniyle Pîr Ömer Halvetî hazretlerine talebe oldu. Kendisinden icâzet aldı. 1397 (H.800) senesinde Herat civârında Kazergâh’da vefât etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
"Allahü teâlâya ibâdeti ihlâsla, sırf O'nun için yap. Kim bir iyilik yapar, Allahü teâlâ için onu gizlerse, yaptığı bu iyilik zâyi olmaz."
“Bir kimsenin dâimâ Allahü teâlâya tâat üzere olması, emirlerine uyup, hep murâkabe üzere olması için, üzerindeki vazifeleri, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak yerine getirmelidir. Meselâ, kadılık gibi tehlikeli ve zor bir vazifeyi yapmak zorunda kaldığı, ondan kendisini kurtaramadığı zaman, artık o vazifeden ayrılmayı istememelidir. Çünkü o vazifeden ayrılırsa, belki ondan daha kötü bir işe düşebilir. Sonra işlerin sonunun nasıl olacağını bilemez. Bu sebeple, üzerinde bulunduğu vazifede kalmalı ve şu hususlara riâyet etmelidir:
1) Bu vazife kendisini, birinci derecede lâzım olan Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekten alıkoymamalıdır. 2) O vazifede kaldığı müddetçe, kötü ve bozuk birisinin o vazifeyi almaması için kaldığını niyet etmelidir. Böylece o mâkama, lâyık olmayan birisinin gelmesine mâni olmuş olur. Bu niyeti ile, dâimâ ibâdet sevâbı kazanır. Mahkemeye bir dâvâ gelip, burada bir mazlûma yardımcı olup, onun hakkını zâlimden aldığı, hakkı ayakta tuttuğu veya bâtıl ve bozuk bir işe mâni olduğu zaman, kat kat ibâdet sevâbına kavuşur. Müslümanları, onlara zarar verecek şeylere karşı himâye eder. Kendisini, efendisinin, içerisinde çoluk çocuğunun bulunduğu bir eve koyduğu köle gibi ve böyle bir eve lâyık olmadığını düşünür. Bu sebeple, bu evden çıkmak ve ayrılmak istemez. Çünkü, efendisi onu oraya koydu. Emir onun emridir. Onun için, efendisinin çoluk çocuğunun işlerini görmek için olanca gücü ile çalışır. Bu hususta efendisinin rızâsını arar. Bâzen efendisi onu imtihân edebilir. Bu bakımdan, onun her zaman hazır olması, dâimâ efendisinin emirleri istikâmetinde bir köle ve hizmetçi olması lâzımdır...
Kısa bir müddet sonra ölüm gelir. Ya efendisinin emirlerini yerine getirirken, kölelik ve hizmetçiliği üzere can verir veya ondan başka bir hâl üzere vefât eder. Maksat, Allahü teâlanın rızâsına kavuşmaktır.”
Evliyalık, kötü huylardan kurtulmak demektir...
5 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :4 Ocak 2025 23:14
"Bir kimseye evliyalık verilip de, veli olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz!"
Bîçâre Abdullah Efendi Osmanlı âlim ve velîlerindendir. 1657 (H.1068) senesinde İstanbul’da vefât etti. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin talebelerinden Ahmed Efendiden ilim ve tasavvuf yolunun edebini öğrendi. Tahsîlini tamamladıktan sonra, insanları doğru yola sevk etmek için Manisa’ya gitti. Sonra İstanbul’daki Zeyrek Câmiinde vaaz ve nasîhat etmekle vazîfelendirildi. Bilâhare Ali Paşa Dergâhına şeyh tâyin edildi. Konuşma ve hitâbet kâbiliyeti çok yüksekti. Tasavvuf yolunun ince meselelerinden bahsederdi. Vaazlarına uzaktan ve yakından çok kimse gelirdi. Onun zamânında evliyâya dil uzatan çoktu. Bir gün kürsüye çıkıp, tenkid edenleri de iknâ edecek tarzda beliğ bir vaaz verdi. Bu vaazında şunları anlattı:
Evliyalık, kötü huylardan kurtulmak demektir. Evliyanın, kendinin veli olduğunu bilmesi lazım değildir. Evliyalık verilip de, veli olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz. Veli olmak için, Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmalı. Yani Allahü teâlânın sıfatlarına uygun sıfatlar evliyada hâsıl olur; fakat bu benzerlik, yalnız isimdedir ve uygunluk, sıfatların topluluğundadır; yoksa sıfatların özelliklerinde beraberlik olamaz. (Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanın) emrini anlatırken, Hace Muhammed Parisa hazretleri buyuruyor ki:
"Allahü teâlânın bir ismi, Melik’tir. Bu, her şeye hâkim, galip demektir. Talib tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, galip olur ve başkalarının kalblerine tesir etmeye başlarsa, bu sıfat ile ahlaklanmış olur.
Allahü teâlânın bir ismi de, Semi’dir. Yani işiticidir. Talip, kim söylerse söylesin doğru sözü kabul eder ve gizli hakikatleri, can kulağı ile duyarsa, bu sıfatla, huylanmış olur.
Bir sıfatı da, Basir’dir. Yani, Allahü teâlâ, her şeyi görür. Talibin kalb gözü açılır ve firaset ışığı ile, kendi ayıplarını ve başkalarının iyi huylarını görürse, yani başkalarını kendinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her an gördüğünü, göz önünde bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur.
Bir sıfatı da, Muhyi’dir. Yani Allahü teâlâ dirilticidir. Talip, unutulmuş sünnetleri canlandırır, meydana çıkarırsa, bu sıfatla, sıfatlanmış olur.
Bir sıfatı da Mümit’tir, yani öldürücü demektir. Talip, sünnetlerin yerine yerleşmiş olan, bid’atleri yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar, bunlar gibidir."
.
"Bu pişmanlık ona fayda vermez..."
6 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :6 Ocak 2025 00:55
Hep kötülük işleyerek ölen kimse, orada çok pişman olur. Tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Ancak!..
Hasan Zarîfî Efendi Osmanlı âlim ve velîlerindendir. 1477 (H.882) senesinde Rumeli’de Serez şehrinde doğdu. Tahsîlini İstanbul’da yaptı. Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden olan Kemâlpaşazâde’nin talebesi olmakla şereflendi. Sonra Halvetî büyüklerinden Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerinin yolunu devâm ettiren Pîr İbrâhim Gülşenî’nin sohbetlerine kavuştu. İcâzet alıp Bursa’ya gönderildi. Sonra İstanbul’a gelerek Kumkapı yakınında, kiliseden dönme bir mahalle mescidi edinip orada hizmete başladı. Sonra burası bir zelzele sonucu yıkılınca, Maktul İbrâhim Paşanın hanımı Muhsine Hâtun yeniden bir câmi ve dergâh yaptırıp Hasan Efendinin hizmetine verdi. Oraya hizmetliler tâyin etti. Zarîfî Efendi burada sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. Yüz seneyi geçkin ömründe ibâdet ve insanlara doğru yolu anlatmakla meşgûl oldu. Sonra Boğazkesen Hisarına yerleşti. Orada verdiği vâzlara çok gelen olurdu. Ömrünü burada tamamlayıp, 1576 (H.984) da İstanbul’da vefât etti. Hisardaki kayalıklarda bir yere defnedildi. Vefâtından sonra kerâmetleri görüldü:
Bir iş için taşa ihtiyaç olmuştu. Bu sebeple hisar kayalıklarından aşağıya taş yuvarlayıp bunları alıp götürüyorlardı. Taşlar yuvarlanıp aşağıya inerken aslâ Hasan Zarîfî Efendinin kabri üzerine gelmezdi. Sağından ve solundan aşağıya inerlerdi. Bu işle uğraşan taşkesen mîmâr Hıristiyan olup, birkaç defâ bu hâli görünce hayretler içinde kaldı. Evliyâ bir zât olduğunu anlayıp, onun bereketiyle Müslüman olmakla şereflendi. Sonradan orasını çevirip belirli bir hâle getirdiler.
Bir sohbetinde buyurdu ki: Dünyâda hep kötülük işleyen kimse de vefât edince, dünyâda iken onun amellerini yazan iki melek yine onunla berâber olur. Fakat o, kötü amellerinin karşılığı olarak azâb görmekte olduğundan, onun yanında olmakla rahatsız olurlar ve derler ki: “Sen, burada dünyâda yaptığın kötülüklerin karşılığını görüyorsun.” Sonra melekler onu kötü amelli kimse diye tanıtırlar. Diğerleri de bundan tiksinirler. Oraya hep kötülük işleyerek gelmiş olan kimse, bu karşılaştığı hâle çok üzülür, yaptığı kötülüklere çok pişman olur. Tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Lâkin, artık bu pişmanlık ona fayda vermez..."
.
Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem'in çocukları ile bu âlemi süsledi
7 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :7 Ocak 2025 00:35
Allahü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Bu âlemin, kıyâmete kadar insanlarla mamur olmasını istedi.
Muhammed Zehâvî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 1793 (H. 1208) târihinde Irak’ta Süleymâniye kasabasında doğdu. Süleymâniye’de ve Senendec’de medreselerde okudu. İcâzet aldıktan sonra müderris tâyin edildi. Sonra Bağdat’a gitti. 1853 târihinde Irak’a müftü tâyin edildi. 1890 (H.1308) târihinde Bağdat’ta vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Bu âlem, yâni her şey yok idi. Allahü teâlâ, bunları yoktan var etti. Bu âlemin, kıyâmete kadar insanlarla mamur olmasını istedi. Âdem aleyhisselâmı topraktan yaratıp, Onun çocukları ile âlemi süsledi. İnsanlara dünyada ve âhırette rahat yaşamak, saadete kavuşmak için lâzım olan şeyleri bildirmek için, içlerinden bazılarını Peygamber yaparak şereflendirdi. Bunlara yüksek mertebe vererek, başka insanlardan ayırdı. Peygamberlere, Cebrâîl ismindeki bir melek ile emirlerini ve yasaklarını bildirdi. Bunlar da, bu emirleri, Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği gibi ümmetlerine bildirdi. Peygamberlerin birincisi, Hazreti Âdem, son geleni, Muhammed Mustafâ efendimizdir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelip geçmiştir. Bunların adedini, ancak Allahü teâlâ bilir. İsmleri mâlûm olan yirmialtısı şunlardır:
Âdem, Şis [Şît], İdrîs, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, İsmâ'îl, İshak, Ya'kûb, Yûsüf, Eyyûb, Lût, Şu'ayb, Mûsâ, Hârûn, Dâvüd, Süleymân, Yûnüs, İlyâs, Elyesa', Zülkifl, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâdır. “aleyhimüsselam” Bunlardan Şît'ten başka, yirmibeşi Kur'ân-ı kerimde bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerimde, Uzeyr ve Lokman ve Zülkarneyn de yazılıdır. Fakat, âlimlerimiz arasında, bu üçü için ve Tübba' ile Hıdır için, Peygamber diyen olduğu gibi, velî diyen de vardır.
Muhammed Habîbullahdır. İbrâhîm Halîlullahdır. Mûsâ Kelîmullahdır. Îsâ Ruhullahdır. Âdem Safiyyullahdır. Nuh Neciyullahdır. Bu altısı, diğer Peygamberlerden daha üstündür. Bunlara (Ülül'azm) denir. Hepsinin üstünü, Muhammed aleyhisselâmdır.
Allahü teâlâ, yeryüzüne, yüz sayfa ve dört büyük kitap indirmiştir. Bunların hepsini, Cebrâîl getirmiştir. On sayfa, Âdem aleyhisselâma; elli sayfa, Şît aleyhisselâma; otuz sayfa, İdrîs aleyhisselâma; on sayfa, İbrâhîm aleyhisselâma gelmiştir. Dört kitaptan, Tevrât-ı şerif, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr-i şerif, Dâvüd aleyhisselâma; İncîl-i şerif, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerim, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inmiştir.
.
"Senin kapından başka gidecek kapım yok İlâhî"
8 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :8 Ocak 2025 00:50
“İlâhî! Lütfunla ve güzel affın ile bana muâmele eyle. Son nefeste bana lütuf ve ihsân eyle.”
Şeyhülislâm Zekeriyyâ Ensârî hazretleri Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 1423 (H.826) senesinde Mısır’da Senîke’de doğdu. Küçük yaşta Câmi-ül-Ezher’e giderek ilim tahsiline başladı ve zamanının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti. Çeşitli medreselerde ders verdikten sonra Kâdı’l-kudât (şeyhülislam) tayin edildi. 1520 (H.926)'de Kâhire’de vefât etti.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî yine şöyle anlatır:
Şeyhülislâm Zekeriyyâ ile birlikte kitap okurken, bâzen başına bir ağrı gelirdi. O zaman gözlerini kapatıp şöyle derdi: “İlimle şifâ bulmaya niyet ettim.” Gözünü açar, başındaki ağrı ve sızı derhal geçerdi. Bana da bu duâyı okumamı tenbihledi. Ben de başım ağrıdığı zaman; “İlimle şifâ bulmaya niyet ettim” deyince, ânında başımın ağrısı geçerdi...
Zekeriyyâ Ensârî’nin bir şiirinin tercümesi şöyledir:
“İlâhî! Günahım çok. Senin kapından başka gidecek kapım yok. İlâhî! Ben günahkâr kulunum, ne ilmim var, ne amelim. Senden başka yardımcım yok. İlâhî! Hatâlarımı azaltmam için bana yardım eyle. İlâhî! Ben hatâ ve kusurlarımdan dolayı senden çok hayâ ediyorum. İlâhî! Günahlarım yedi deryâ gibi pek çoktur. Fakat senin affın yanında onlar azıcık bir damla gibi kalır. İlâhî! Eğer senin affının genişliğine ve kerîm olduğuna dâir ümîdim olmasaydı, benden meydana gelen hiçbir hatâya sabır ve tahammül edemezdim. İlâhî, Hâşimî kabîlesinden olan habîbin Muhammed aleyhisselâmın hürmeti için, beni azâbından kurtar! Çünkü ben senin azâbından çok korkuyorum. Lütfunla ve güzel affın ile bana muâmele eyle. Son nefeste bana lütuf ve ihsân eyle.”
Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Zekeriyyâ Ensârî Câmi-ül-Ezher’de îtikâfta bulunurdu. Bu sırada Şamlı bir tüccar geldi. Zekeriyyâ Ensârî’ye; “Gözlerim görmüyor, herkes, Allahü teâlânın senin duânı kabûl edeceğini, senin duân hürmetine gözlerimin açılacağını söylediler.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî, Allahü teâlâya onun gözlerinin görmesi için duâ etti. O tüccara da; “Allahü teâlâ duâmı kabûl etti. Fakat sen buradan ayrıldıktan bir süre sonra gözlerin açılacak” dedi...
Tüccar kalmakta ısrar edince, Zekeriyyâ Ensârî; “Eğer gözlerinin görmesini istiyorsan buradan gitmen gerekiyor” dedi. Tüccar bunun üzerine oradan ayrıldı. Gazze’ye gelince gözleri açıldı. Bir mektup yazarak gözlerinin açıldığını Zekeriyyâ Ensarî’ye bildirdi. Zekeriyyâ Ensârî ona cevap olarak; “Eğer Mısır’a gelirsen tekrar gözlerin kapanır” diye bir mektup yazdı. Tüccar vefât edinceye kadar Kudüs’te kaldı.
Kur’ân-ı kerimi okuyanlar yorulsalar da usanmazlar!
9 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :9 Ocak 2025 00:24
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mucizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı kerimdir.
Kemâlüddîn İbn-i Zemlikânî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. 1269 (H.667) senesinde Şam’da doğdu. Şam’da birçok âlimden ilim öğrenip rivâyetlerde bulundu. Fıkıh, hadîs, usûl, tasavvuf, münâzara, edebiyât, nazım, nesir ve diğer birçok ilimde, zamânında bulunan âlimlerin büyüklerinden, önde gelenlerinden oldu. Mısır’a giderken Bilbîs şehri ile Kâhire arasında hastalandı. 1327 (H.727) senesinde vefât etti. Birçok eseri vardır. Bunlardan “El-Burhân fî İ’câz-il-Kur’ân” isimli kitabında şöyle anlatır:
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mucizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı kerimdir. Bugüne kadar gelen bütün şairler, edebiyatçılar, Kur’ân-ı kerimin nazmında ve manasında aciz ve hayran kalmışlardır. Bir âyetin benzerini söyleyememişlerdir. İ’cazı ve belagati insan sözüne benzemiyor. Yani, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manasındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır. Nazmı Arap şairlerinin şiirlerine benzemiyor...
Kur’ân-ı kerim, geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir. İşitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar. Okuması veya dinlemesi, sıkıntıları giderdiği sayısız tecrübelerle anlaşılmıştır. İşitenlerden kalblerine dehşet ve korku çökenler, bu sebepten ölenler bile görülmüştür. Nice azılı İslam düşmanları, Kur’ân-ı kerimi dinlemekle, kalbleri yumuşamış, imana gelmişlerdir. İslam düşmanlarından ve Muattala, Melahide ve Karamita denilen Müslüman ismini taşıyan zındıklardan Kur’ân-ı kerimi değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de hiçbiri, arzularına kavuşamamıştır.
Bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler ve iyi ahlak ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler ve dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak iyilikler ve varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler ve insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi Kur’ân-ı kerimde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbabı anlayabilmektedir. Semavi kitapların hepsinde, Tevrat’ta, Zebur’da ve İncil’de bulunan ilimlerin ve esrarın hepsi Kur’ân-ı kerimde bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerimde mevcut ilimlerin hepsini ancak Allahü teâlâ bilir. Çoğunu sevgili Peygamberine bildirmiştir.
.
“Eğer affederseniz ne güzel olur Sultan'ım!"
10 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2025 00:19
Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı.
Zenbilli Ali Efendi sekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. Aksaray’da doğdu. İlim tahsîline memleketinde başlayıp sonra İstanbul’a gitti. Orada, zamânın meşhûr âlimlerinden olan Molla Hüsrev’in derslerine devâm edip, ilim öğrendi. Edirne ve Bursa’da müderrislik yaptı. İkinci Bâyezîd Hân tarafından 1497 (H. 903)'de Şeyhulislâmlığa tâyin edildi. İkinci Bâyezîd Hân, Yavuz Sultan Selim Hân ve Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde olmak üzere 24 sene şeyhülislâmlık yaptı. 1526 (H. 932) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Zenbilli Ali Efendi, dîne uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Bir defâsında Yavuz Sultan Selim Hân Topkapı Sarayı hazînesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı îdâmını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvân-ı hümâyûn’a koştu. Pâdişâha;
“Fetvâ vazîfesinde (şeyhulislâmlıkta) bulunanların bir işi de, pâdişâhın âhiretini korumak, onları dînen hatâ olan şeylerden sakındırmaktır. Yüz elli kişinin îdâm edilmesine pâdişâh fermanı çıktığını duyduk, öldürülmeleri için, dînen bir sebep tesbit edilmiş değildir. Bunların af buyurulması ricâ olunur” sözü üzerine kızan pâdişâh;
“Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idâresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir” dedi.
Zenbilli Ali Efendi, Pâdişâhın bu sözleri karşısında; “Bu karar âhiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne güzeldir. Yoksa âhirette cezâya müstahak olursunuz” dedi.
Bu sözler, Pâdişâhın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selîm Hân'a; “Âhiretiniz ile ilgili hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var” dedi. Pâdişâh; “Onu da söyle” deyince; “O sözüm de şudur ki, Pâdişâhın affına uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Pâdişâhlığın şânına lâyık mıdır?” dedi. Bunun üzerine Padişâh bunu da kabûl etti. Sultan Selim Hân; “Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğim” dedi. Zenbilli Ali Efendi buna karşı da; “Tâzir (azarlama) pâdişâhın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabûl etmeniz bize yeter” dedi. Sonra teşekkür ederek pâdişâhın huzûrundan ayrıldı.
Yavuz Sultan Selim Hân da onu medhederek uğurladı.
.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler...
11 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2025 22:02
İşlerin nasıl yapılabileceğini, benzeterek anlayabilen âlimlere, "müctehid" denir...
Molla Mahmûd Zengenî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. 1717 (H.1130) târihinde Azerbaycan’da Karabağ’da doğdu. Beldesindeki birçok medresede âlet ilimlerini tahsîl etti. Tahsîlini tamamlayıp icâzet, diploma aldı. Kerkük’e dönüp evlendi ve orada tâliblere ilim öğretmeye başladı...
Bu sırada oraya Hindistan’dan Şeyh Ahmed Lâhorî hazretleri geldi. Molla Mahmûd bu velîye ve yanındakilere hürmet, izzet ve ikrâmda bulundu. Onun bu hâlini gören Şeyh Ahmed Lâhorî çok memnun olup, ona teveccüh ve duâ etti. Molla Mahmûd Zengenî 1800 (H.1215) târihinde Kerkük’te vefât etti...
Bu mübarek zat, bir dersinde şunları anlattı:
Allahü teâlâ ve Peygamberi, müminlere merhamet ettikleri için, bazı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmayanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, (Müctehid) denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Yâni, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, böyle yapmayı emretmektedir.
Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamaya çalışırken yanılırsa, günah olmaz. Sevap olur. Uğraşmasının sevabını kazanır. Çünkü, insana gücü, kuvveti yettiği kadar çalışması emrolundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevap verilir. Doğruyu bulursa, on sevap verilir.
Eshâb-ı kirâmın hepsi büyük âlim, yâni müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zamanlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zamanla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezhep kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhepten başka mezhebe uymadı. Bu dört mezhepten her birine, Ehl-i sünnetten milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin îtikadı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid'at sahibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezheptedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimali daha çoktur bilir.
“Keşke kocam böyle siyah olmasaydı!..”
12 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :12 Ocak 2025 01:45
Bir gün Anber Ana’nın kalbinden; “Keşke kocam böyle siyah olmasaydı” şeklinde bir düşünce geçer!..
Zengî Atâ Türkistan'ın büyük velîlerindendir. İlk terbiyesini babasından aldı. Ahmed Yesevî hazretlerinin terbiyesine teslîm edildi. Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfelerinden Hakîm Atâ’nın hizmetine girdi. Onun yüksek ilim ve feyzinden istifâde etti. Taşkent’te ikâmet eder, Taşkent halkının hayvanlarına çobanlık yapardı. Hocası Hakîm Atâ, 1186 (H.582) yılında vefât edip, Harezm’de Akkurgan’a (Bağırgan’a) defnedildi. Onun en meşhûr halîfesi olan Zengî Atâ, Hakîm Atâ’nın hanımı Anber Ana ile evlendi. Hâdise şöyle oldu:
Hakîm Atâ biraz esmerceydi. Bir gün Anber Ana’nın kalbinden; “Keşke kocam siyah olmasaydı” şeklinde bir düşünce geçti. Hakîm Atâ, onun bu düşüncesini Allahü teâlânın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Ana, bu düşüncesine çok ağlayıp tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın o sevgili kulu dilek dilemiş, iş işten geçmişti...
Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara; “Ölümümden sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddeti bitince, ananızı onunla evlendirirsiniz” dedi. Gerçekten vefâtından bir müddet sonra, bahsedilen kırk mübârek kimse geldi. İçlerinden biri arkada kalmıştı. Târiflere uygun olan o mübârek kimse Zengî Atâ idi. Zengî Atâ, aslında Taşkent taraflarında çobanlıkla meşgûl olurdu. Kalın dudaklı, dişlerinden başka beyazı olmayan, oldukça esmer biriydi...
Anber Ana’nın iddet müddeti (kocası ölen veya kocasından boşanmış olan kadının, ikinci bir nikâh akdinden önce, dînimizce beklemesi gereken zaman) bitince, bir yakınını gönderip nikâh taleb etti. Anber Ana kabûl etmeyip; “Ben Hakîm Atâ’dan sonra kimseye varmam. Hele böyle siyah bir kimseye!” deyip reddetti. Bu esnâda boynu tutuldu. Yüzünü çeviremez oldu. Çok sıkıntı çekti. Zengî Atâ’ya durum haber verildi. Zengî Atâ adam gönderip; "Bilmez misin ki, bir gün hatırından; 'Keşke Hakîm Atâ esmer olmasaydı' düşüncesi geçmişti de, Hakîm Atâ kerâmetle bunu bilip; 'Yakında benden daha siyah birine eş olursun' demişti” dedi...
Anber Ana, takdîrin böyle olduğunu anlayıp, ağlayarak nikâha rızâ gösterdi. Nikâha râzı olur olmaz da, boynu eski hâline döndü. Zengî Atâ ile evlendiler. Çocukları oldu. Soylarından sâlih kimseler, velîler ve âlimler yetişti. Zengî Atâ, 1258 (H.656) yılında, Taşkent yakınlarında vefât etti.
.
Söz, yayından çıkan bir oka benzer...
13 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :12 Ocak 2025 22:14
“İnsandan, yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan ona mahkûm, söz insana hâkim olur.”
Muhammed Zeyneddîn-i Hâfî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerinden olup tasavvufta Halvetiyye yolunun kollarından Zeyniyye yolunun kurucusudur. 1356 (H.757) târihinde Horasan’da Hâf beldesinde doğdu. Memleketi olan Horasan’dan başka Mâverâünnehr, Irak, Âzerbaycan, Şam, Mısır, Hicaz ve başka yerlere gitti. Oralarda bulunan büyük âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda, Nûreddîn Abdurrahmân Mısrî’den feyz aldı. Onun halîfesi oldu. 1435 (H.838) târihinde Herât’ta vefât etti.
Bu mübarek zat, sohbetlerinde buyurdu ki:
“İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, kişiler için zillet, âhireti aramakta ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşlerinde koşarak zillete düşmek, ebedî olanı terk edip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terk edene ne kadar çok şaşılır.”
“Allahü teâlânın dînine, O’nun kullarına hizmet etmekten zevk duyan bir kimsenin hizmetinde bulunmaktan, bütün mahlûklar zevk alırlar.”
"İnsan, Allahü teâlâya ibâdet etmediği müddetçe halîm, yumuşak olamaz." "Her şey, önce küçük olarak ortaya çıkar, fakat sonra büyür. Musîbet ise, insana önce büyük ve ağır gelir, sonra küçülür, hafifler." "Kendini olduğundan fazla gösteren kimse, kendi durumunu inkâr etmiş olur." "Başkasınınkinden önce kendi ayıbına bakanlara, gerçekten tevâzu gösterenlere ne mutlu! Helâl olan malından fakirlere sadaka ver. İlim, hilm, yumuşaklık ve hikmet ehli ile otur ve sohbet et."
"Mümin, günahlarını düşünür, onlar için üzülür. Amellerini küçük görür, yaptıklarından dolayı gururlanmaz."
“Hayâ iki çeşittir: Dînî hayâ, Allahü teâlânın yapılmasını yasakladığı şeyleri yapmaktan duyulan hayâ utançtır. Tabiî veya nefsî hayâ ise, yapılıp yapılmamasında kişinin kendi reyine bırakılan hususlardır. Meselâ kişinin kendisine yakışmayan elbise ile sokağa çıkması, şahsî ve nefsî arzûlara dayanan hayâ, bir çeşit utanç duygusudur.”
“Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zîrâ söz, yayından çıkan bir oka benzer. İnsandan yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan ona mahkûm, söz insana hâkim olur.”
“Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır. Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur. Bu kurbanlar öyle kimselerdi ki, babayiğitler bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinirlerdi.”
"Onlar, malını ilim elde etmek için harcardı!"
14 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :13 Ocak 2025 22:40
"İlim, unutmak ve müzâkereyi (karşılıklı okuyup, anlatmayı) terk etmek ile kaybolur."
Abdullah Uşşakî Efendi âlim ve evliyânın büyüklerindendir. Balıkesir’de doğdu. 20 yaşına kadar memleketinin ulemasından âlet ilimlerini öğrendikten sonra İstanbul'a gelerek tahsilini tamamlamak üzere çeşitli medreselerde meşhur âlimlerin derslerine devam etti. Mezun olduktan sonra bazı devlet hizmetlerinde bulundu. Edirne'de memur iken Şeyh Cemaleddin Uşşakî hazretlerine intisab ederek tasavvufta yüksek derecelere ulaştı. İcazet verilerek memleketine gönderildi. Burada çok talebe yetiştirdi. 1196 (m. 1781)’de Balıkesir’de vefat etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
“Murâkabenin alâmeti, Allahü teâlânın tercih ettiğini tercih etmek, O’nun büyük gördüğünü büyük görmek ve küçük gördüğünü küçük görmektir.”
“Sabır, Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”
“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O’nun sevgili peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”
“Doğruluk, Allahü teâlânın bir kılıcıdır ki, üzerine konulan her şeyi keser.”
“Doğru kimse, dili hak ve gerçek olanı anlatan kimsedir.”
“Kanâat eden rahat bulur, üstün olur.”
“İnsanların ayıpları ile meşgûl olan, kendi ayıbını görmez.”
“Biz öyle insanlara kavuştuk ki, onların her birinin ilmi arttıkça, zühdü de artıyordu. Dünyâya karşı ihtiyaçsız olup, onu sevmiyorlardı. Ama siz, bu hâlin tam zıddına sâhipsiniz. İlminiz arttıkça, dünyâya karşı sevginiz artıyor. Ona kavuşmak için, birbirinizi iterek geçiyorsunuz. Onlar başkaydı. Dünyâ malını ilim elde etmek için harcarlardı, onları böyle gördük. Ama siz şimdi tam tersine; bir bilginiz varsa, dünyâlık sâhibi olmak için, ortalığa saçıyorsunuz.”
“Rûhun sıhhati az günah işlemek, bedenin sıhhati az yemektedir.”
“Sevgi seni konuşturur, korku rahatsız eder, hayâ susturur.”
“İnsanlar Allahü teâlâdan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalblerinden gitti mi, yollarını kaybederler.”
“Bir kula bak, vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor.”
“İlim, unutmak ve müzâkereyi (karşılıklı okuyup, anlatmayı) terk etmek ile kaybolur.”
Fâsık, cimri ve yalancıyla arkadaşlık etme!..
15 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :14 Ocak 2025 20:44
Yalancı, fâsık bir kadına benzer; senin yakınlarını senden uzaklaştırmak ister!
Tâc-ül-Ârifîn Ayderûsî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. 1576 (H.984) senesinde Yemen’in Terim şehrinde doğdu. Zamânındaki âlim ve velîlerin ilim meclislerinde, sohbetlerinde bulunarak zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaştı. Hocaları ona icâzet verdiler. 1631 (H.1041) senesinde aynı yerde vefât etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
“Şu dört çeşit kimselerle arkadaşlık etme, zîrâ fâsık kimse seni bir lokma ekmek için terk eder. Cimri ile arkadaşlık etme, cimri senin çok muhtaç olduğun şeylerini elinden almak ister. Yalancı ile arkadaşlık etme. Yalancı da fâsık bir kadına benzer; senin yakınlarını senden uzaklaştırmak ve senden uzak kimseleri sana yaklaştırmak ister. Bir de sıla-i rahmi terk edenlerle arkadaşlık yapma. Zîrâ onlar Kur’ân-ı kerîmin üç âyeti ile lânetlenmiştir.”
“Kibir sahipleri benim çok garibime gidiyor. Kendilerinin bir damladan meydana geldikleri, sonra da çürümüş, kokmuş leş olacaklarını bildikleri hâlde yine de kibirlenirler; bunlar neyine güvenirler!”
“Allahü teâlânın bütün yaratıklarını gözleri ile müşâhede ettikleri hâlde, öyle kimseler vardır ki Allahü teâlânın varlığı ile birliği hakkında şüpheye düşerler. Yoktan nasıl var edildiklerini gözleri ile gören pekçok insan var ki ölümden sonraki dirilmeyi inkâr ediyor. Bunlar gelip geçici dünyâya emek verip, ebedî olan âhireti unuturlar. Ben bunların bu hâllerine çok şaşarım!”
“Allahü teâlâ, günâhlarına pişman olup, tövbe edenleri sever.”
“Hakîkî cömert; Allahü teâlâya itâat eden, kulların haklarını gözeten, yaptığı iyiliği Allah için yapıp, karşılığında insanlardan teşekkür beklemeyendir.”
“İnsanlar zarûret diyerek, yiyecek kazanma peşinde koşarlar. Hâlbuki esas zarûret günahlardan kaçınmaktır. Fakat çokları bundan kaçınmayıp, yiyecek peşinde koşarlar.”
"İbâdet edenler birkaç kısımdır: Allahü teâlâdan korktukları için O’na ibâdet ederler. Bâzı insanlar da Allahü teâlânın rahmetini ve Cennet'ini istedikleri için O’na ibâdet ederler. Bu ibâdet, tüccar ibâdetidir. İnsanların diğer bir kısmı ise Allahü teâlânın gazâbından korkarak sâdece Cenâb-ı Hak ibâdete lâyık olduğu için, şükrünü îfâ etmek için ibâdet ederler. İşte bu tam mânâda müttekî olanların ibâdetidir.”
“Dünyâda, Allahü teâlâdan en çok korkan kimse, kıyâmet günü insanların en emîni olur.”
Allahü teâlâ affedicidir, affedenleri sever...
16 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :15 Ocak 2025 22:59
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Affedin ki, Allahü teâlâ da sizi affetsin ve şerefinizi yükseltsin!"
Seyyid Zeynelâbidîn Kayserânî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. 1349 (H.750) yılında Medîne-i münevverede doğdu. Medîne-i münevverenin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Evliyâdan feyiz alıp, olgunlaştı. 1397 senesinde Kayseri’ye geldi. 1414 (H.817) yılında orada vefât etti.
Bu mübarek zat sohbetlerinde buyurdu ki:
Allahü teâlâ affedicidir, affedenleri sever. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Affet, marufu emret ve cahillerden yüz çevir!) [Araf 199]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Affedin ki, Allahü teâlâ da sizi affetsin ve şerefinizi yükseltsin!) (Allah rızası için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir.) (Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrum edenlere [Kendine bir şey vermeyenlere] ihsan etmek, güzel huylu olmaktır.) (Sana zulmedeni affet, sana gelmeyene git, sana kötülük edene sen iyilik et, aleyhine de olsa mutlaka doğru konuş.)
(Musa aleyhisselam, “Ya Rabbi, senin indinde en aziz kimdir?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “İntikam almaya gücü yeterken affedendir” buyurdu.)
(Allahü teâlâ merhameti olmayana merhamet etmez, affetmeyeni affetmez.) (Affedin ki affa kavuşasınız!) (Ceza vermekteki hata, affetmekteki hatadan daha kötüdür.) Allahü teâlânın rahmeti, ihsanı boldur. Zerre kadar bir iyiliğe dağ kadar sevap verir. Mülk Onundur. Dilediğine dilediği kadar ihsan eder. Kimse Ondan hesap soramaz. Sevap-günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaratılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarın çokluğunu anlatmak içindir. Allah rızası için yapılan iyiliklerin, sadakanın, zekâtın karşılığı, verenin ihlas derecesine göre, bire ondan bire yediyüze kadar hatta daha fazla olur. Kur’ân-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir. O vasi ve âlimdir.) [Bekara 261] [Vasi, takat ve kudret sahibidir, ihsan ettiği şeyler Ona darlık vermez. Âlim, her şeyi, hâliyle, hakikat ve özüyle bilicidir. İnfak edenin niyetini, ihlaslı olup olmadığını ve infak kudretini bilir. İnfak, ihtiyaç karşılama demektir.]
Sabredenlere verilecek sevap da hesapsızdır. Sabredenlere o kadar çok sevap verilir ki, bunun miktarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez."
İlimsiz amel eden kimse boşuna zahmet çeker!
17 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :16 Ocak 2025 21:53
Dünyâda sahibini günahlardan korumayan bir ilim, âhırette onu Cehennem azâbından nasıl kurtarır?
Muhammed Bekrî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. Mısır’da doğdu. Zamânının büyük âlimlerinden Halebî ve başkalarından okudu. Çeşitli ilimlerde üstün dereceye yükseldi. Câmi-ul-Ezher’de ders okutmaya başladı. Şâziliyye yolunun edebini insanlara öğretip yaydı. Çok kerâmetleri görüldü. 1638 (H.1048) senesinde Mısır’da vefât etti.
Bu mübarek zat buyurdu ki:
Farz olan ibadetlerin yanında batınî ibâdetlerin de öğrenilmesi lâzımdır. Bunlar; tevekkül, rızâ, şükür, sabır, tövbe, sıdk, ihlâs gibi kalb amelleridir. Bunların zıddı olan; gazâb, riya, tûl-i emel, kibir, hırs ve tamah etmekten sakınmak için bunları öğrenmek lâzımdır. Çünkü bunları yapmaya devam ederken, Cehenneme müstahak olabilir. Onun çalışması da, kendisine zarar veren şeyler üzerinde olmuş olur. Bazen, cenâb-ı Hakkın gazâbını celbedecek iş yapar da, onu cenâb-ı Hakka tazarru ve niyaz zanneder. Bazen sırf riya içerisinde bulunur da, onu Allahü teâlâya hamd ve insanları hayra davet zanneder. Allahü teâlâya karşı işlediği günahları tâat zanneder. Cezayı gerektirecek yerde, büyük sevap bekler...
Bu anlatılanlar, ilimsiz amel edenlerin musibetidir. Riya ve ucb gibi tehlikelerden, işlediği amellerini koruma yollarını bilmeyen kimse, ibâdetlerinin sıhhatini zor sağlar. İbâdetlerini, riyadan, ucbdan kurtaramayınca, ancak sıkıntı ve yorulma kalır. Bu da apaçık bir zarardır. Onun için Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “İlim ile olan uyku, cehâletle kılınan namazdan daha hayırlıdır” buyurdu. Çünkü ilimsiz olarak amel eden kimse, yaptığı ibâdetleri ifsâd eder, bozar. Böylece boşuna zahmet çekmiş, yorulmuş olur.
Dünyâda sahibini günahlardan korumayan, ibâdete yöneltmeyen bir ilim, âhırette onu Cehennem azâbından nasıl kurtarır? Bugün sâlih amel işlemeyen ve ömründen boşa geçirdiklerini telâfi etmeye çalışmayan kimsenin kıyâmet günündeki hâlini, Allahü teâlâ, Secde sûresinin 12. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle haber veriyor:
“Yâ Habîbim! Müşriklerin, kıyâmet gününde Allahın huzûrunda, hayâ ve pişmanlıktan başlarını eğmiş oldukları hâlde; 'Ey Rabbimiz! Bize, isyanımız karşılığında vadettiğin azâbı gördük ve peygamberlerinin doğruluğunu senden işittik. Bizi geri dünyâya gönder ki, orada sâlih amel işliyelim. Çünkü biz, inkâr ettiğimiz, öldükten sonra dirilme ve kıyâmeti müşâhede ettik. Bu işin hakîkatini yakînen anladık' dediklerini bir görsen.' O zaman; 'Ey ahmak, sen oradan gelmedin mi?' denilir.”
.
İbâdetlerin en kıymetlisi ilim ve fıkıh öğrenmektir
18 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :18 Ocak 2025 01:00
Din bilgileri, dünyâda ve âhırette huzûru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
İbn-i Münâvî hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. Câmi’-us-Sagîr adlı eseri açıklayan büyük âlim Münâvî’nin oğludur. O da babası gibi âlimdi. Zamanındaki meşhur âlimlerin derslerine devam etti. Bütün hocaları kendilerinden rivâyette bulunmaya onu salâhiyetli kılıp icâzet verdiler. 1613 (H.1022) senesinde Mısır’da vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Din bilgileri, dünyâda ve âhırette huzûru, saadeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: (Ülûm-i âliyye) yanî yüksek din bilgileri ve (Ülûm-i ibtidâiyye) yanî âlet ilmleri. Yüksek din bilgileri sekizdir: 1- (Tefsîr) ilmi. 2- (Üsûl-i kelâm) ilmi. Kelâm ilminin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilimdir. Bu ilim, Hadîka'da açık anlatılmakdadır. 3- (Kelâm) ilmi. Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan, îmânın altı temel bilgisini öğreten ilimdir. 4- (Üsûl-i hadîs) ilmi. Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini öğreten ilimdir. 5- (İlm-i hadîs). Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ef’âl, akvâl ve ahvâlini öğretir. 6- (Üsûl-i fıkıh) ilmi. Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğretir. (Menâr) adındaki üsûl kitâbı meşhûrdur. 7- (Fıkıh) ilmi. Ef’âl-i mükellefîni öğretir. Yani, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan emirleri ve yasakları ve mubâhları öğretir. Fıkıh bilgisi dörde ayrılır: İbâdât, münâkehât, mu’âmelât ve ukûbât. 8- (İlm-i tasavvuf), Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (İlm-i ahlâk), (İlm-i ihlâs) da denir.
Bu sekiz ilimden, kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her Müslümâna "Farz-ı ayn"dır. Öğrenmeyenler ve çoluk çocuğuna öğretmeyenler büyük günâh işlemiş olur. Öğrenmeye lüzûm görmeyen, ehemmiyet vermeyen ise, kâfir olur, îmânı gider. Bu üç ilmin lüzûmundan fazlasını ve öteki beş yüksek din bilgisini ve ulûm-i akliyyeyi öğrenmek "Farz-ı kifâye"dir. Kur’ân-ı kerîmden bir miktar ezberledikden sonra, fıkıh öğrenmek lâzımdır. Çünkü Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasen Şeybânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki: Her Müslümânın harâmları, helalleri bildiren iki yüz bin fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir.
Mezhepler, Müslüman için Allahü teâlânın rahmetidir
19 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :19 Ocak 2025 01:06
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetimin ihtilâfı, [amelde mezheplere ayrılması], rahmettir."
Seyyid Şerefüddîn el-Ermevî hazretleri Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. 691 (m. 1292) senesinde doğdu. 757 (m. 1356) senesinde Kâhire'de vefât etti. Birçok âlimden ilim öğrendi ve hadîs-i şerif dinledi. Fıkıh, usûl ve nahiv ilminde üstün derecelere kavuşmuştu. Buyurdu ki:
Peygamber Efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” fazîletlerini bildiren yüzlerce kitap vardır. Burada bazıarını bildirelim:
İslam âlimleri diyor ki: (Ümmetimin dalâlet üzerinde birleşmemelerini Rabbimden diledim. Kabûl eyledi) hadisi meşhûrdur. Başka bir hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ sizi üç şeyden korumuştur. Bunlardan biri, dalâlet üzerinde birleşmekten korumuştur. İkincisi, sârî [bulaşıcı] hastalıktan ölen, şehit sevabına kavuşur. Üçüncüsü, iki sâlih Müslüman, bir Müslüman için, hayrlıdır [iyi biliriz] diyerek şâhit olursa, o Müslüman Cennete gider) buyurdu.
Bir hadis-i şerifte, (Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmettir) ve (Ümmetimin ihtilâfı, [amelde mezheplere ayrılması], rahmettir) buyurdu. Onun ümmeti hakkı, doğruyu bulmak için çalışırlarken, ihtilâfa düşerler. Bu çalışmaları ise, rahmete sebep olur. Bu hadis-i şerifi iki kimse inkâr etmiştir: Biri mâcin, ikincisi mülhiddir. Mâcin, dîni dünya kazancına âlet eden hîlecidir. Mülhid de, âyet-i kerimelere dünya çıkarlarına göre mâna vererek kâfir olan sapıktır.
Yahyâ bin Sa'îd diyor ki: İslâm âlimleri kolaylaştırıcıdırlar. Bir işe, birisi helâl demiş, başkası haram demiştir. Sâlih insanlar için helâl dediklerine, fesat zamanında haram demişlerdir.
Yukarıdaki hadis-i şerifler gösteriyor ki, (İcmâ-ı ümmet) yâni, müctehid denilen âlimlerin söz birliği, " Edille-i şer'ıyye"dendir. Yâni, din bilgilerinin dört kaynağından birisidir ve dört mezhep haktır. Mezhepler, Müslümanlar için Allahü teâlânın rahmetidirler.
Resûlullaha verilecek sevaplar, diğer Peygamberlere verilecek sevaplardan kat kat ziyâdedir. Makbûl bir ibâdet ve hayrlı bir iş işleyene verilen sevap kadar bunun hocasına da verilecektir. Hocasının hocasına dört misli, onun hocasına sekiz misli, onun da hocasına onaltı misli olmak üzere, Resûlullaha kadar her hocaya talebesinin iki misli sevap verilecektir. Meselâ, yirminci hocasına beşyüz yirmidört bin ikiyüzseksensekiz sevap verilecektir.
Muhammed aleyhisselâma, ümmetinin her bir işinden sevap verilecektir. Muhammed aleyhisselâma her bir işinden verilecek olan sevapların sayısı, bu hesaba göre düşünülürse, hepsinin miktârını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.
“Evlâdım! İt ürür kervan yürür..."
20 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :19 Ocak 2025 21:55
"Sana söylenen sözlerden hiç incinme ve sabret. Zîrâ meyveli ağaç taşlanır...”
Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri Osmanlı âlim ve velîlerindendir. 1813 (H.1228) târihinde Gümüşhâne'nin Emirler Mahallesinde doğdu. İstanbul’da Bâyezîd Medresesine gidip talebe oldu. İcâzet aldıktan sonra Bâyezîd Medresesinde müderrisliğe başladı. Üsküdar’da evliyânın büyüklerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mübârek zât, büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesiydi...
Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri ona “İleride gelecek olan zât sizi irşada izinlidir. Binâenaleyh onun gelmesini beklemek münâsiptir” buyurdu. Kısa zaman sonra Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Ahmed Ervâdî hazretleri İstanbul’a geldi. Onu bularak sohbetlerine devam etti. İcazet alarak talebe yetiştirmeye başladı. 1893 (H.1311) târihinde İstanbul’da vefât etti.
Talebelerinden Aziz Bey anlatır:
Bir gün hocam Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini ziyâret etmek için yola çıktım. Giderken bir tanıdığın evine uğradım. İçeride tanımadığım birkaç kişi vardı. Selâm verdim ve güler yüz gösterdim. Bu hâlimden ev sâhibi çok memnun oldu. Bana nereye gittiğimi sordu. Ben de; “Niyetim büyük velî mübârek hocamı ziyâret etmekti” dedim. Orada bulunanlardan biri; “Kimdir o zât?” dedi. Ben de; “Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleridir” dedim. Meğer onlar, Ahmed Ziyâeddîn hazretlerine karşı nefsiyle mağrur kimselermiş. Benim bu cevâbım üzerine dayanamayıp; “Demek seni de aldatmış o!” dediler. Bu sözüne dayanamayıp ona; “Sus ey inkârcı kişi! Hocam aleyhinde konuşma!” dedim ve o kızgınlıkla yanlarından ayrılıp hocamın yanına gittim. Elini öpüp edeple huzurlarında oturdum.
Hocam bana bakıp; “Evlâdım nereden geliyorsun bana anlat!” buyurdu. Bunun üzerine ben edeple; “Evden geliyorum efendim” dedim. O tekrar bana; “Gelirken bir yere uğramadın mı? Bir kimse görmedin mi?” buyurdu. Ben hayret edip; “Efendim! Bir tanıdığım olan Tahsin Beye uğradım” dedim. O; “Keşke uğramasaydın ve oradaki inkârcı kimseleri hiç görmeseydin” buyurdu. Sonra da; “Evlâdım! İt ürür kervan yürür. Bu hakîkati şüphesiz herkes görmektedir. Sana söylenen sözlerden hiç incinme ve sabret. Zîrâ meyveli ağaç taşlanır” diyerek, bana nasîhatlerde bulundu.
“Duâ ederken nûrlar akıp gelir..."
21 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :20 Ocak 2025 22:37
"Eğer göğüste bir genişleme, kalbde bir açıklık hâsıl olursa, duâ kabûl olmuş demektir."
Şerefüddîn Makdisî hazretleri Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 621 (m. 1224) senesinde Ba'lebek'te doğup, 701 (m. 1301) târihinde yine burada vefât etti. Şam'da; Mısır'da ve Ba'lebek'te birçok âlimden ders alıp ilimde yüksek derecelere erişti. Buyurdu ki:
“Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün kemâlâtı kendinde toplamış idi. Ama o kemâllerden, her asırdaki ümmetinde o vakte uygun olanlar zuhur etmiştir ve edecektir. Feyizler hazînesi olan mübârek bedeninin kemâlleri, aç durmak, cihâd ve ibâdet etmek olup, Eshâb-ı kirâmda göründü. Resûlullah Efendimizin mübârek kalbi ile alâkalı olan kemâller, istiğrak (nurlara gömülme), kendinden geçme, zevk ve şevk, âh, feryâd ve vahdet-i vücûd sırları olup, Cüneyd-i Bağdâdî’nin (rahmetullahi aleyh) dilinden evliyâya verildi."
“Duâ ederken nûrlar akıp gelir. Duânın kabûl olması yönünden bu bereketleri ayırmak zordur. Bazıları demişlerdir ki, eğer iki elde ağırlık hissedilirse, duânın kabûl alâmetidir. Biz de deriz ki, eğer sadrın inşirahı, yani göğüste bir genişleme, kalbde bir açıklık hâsıl olursa, kabûl alâmetidir.”
“İnsanlar dört kısımdır: “Nâmertler, mertler, civânmertler ve fertlerdir. Dünyâyı isteyen nâmert. âhıreti istiyen mert, âhıretle birlikte Hak teâlâyı isteyen civânmert, yalnız, Hakkı isteyen ferttir.”
“Resûlullahtan üveysî olmak isteyen, yatsı namazından sonra, Peygamber Efendimizin mübârek ellerini, kendi elinde imiş gibi tutup şöyle demelidir:
-Ey Allahın Resûlü, sana beş şeyde bî’at ettim: Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü demek, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan ayında oruç tutmak ve gücüm olduğunda Kâbe’ye gidip haccetmek...
Birkaç gece bunu yapmalıdır. Eğer büyüklerden birine üveysî olmak istiyorsa, yalnız olarak oturup, iki rekat namaz kılıp, sevâbını onun rûhuna göndermeli ve rûhuna müteveccihen oturmalıdır.”
“Zevk, şevk, keşf ve kerâmet peşinde olan, Allahü teâlâyı arayıcı değildir.”
“Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin, günahların başıdır. Günahların başı da küfürdür.”
“Hizmet görmek isteyen, hocasına hizmet etsin.”
“Rabbinden bizim için şefaat dile!..”
22 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :22 Ocak 2025 00:49
Hak teâlâ bana buyurur ki: “Yâ Muhammed! Şefaat et, kabûl olunur!”
Hamîdüddîn Râmûşî hazretleri tefsir, hadîs ve fıkıh âlimlerindendir. Buhârâlıdır. 666 (m. 1268) senesinde vefât etti. Zamanının tanınmış âlimlerinden ilim öğrenen Hamîdüddîn Râmûşî, hadîs ilminde hafız (yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen) idi. Naklettiği hadislerden biri:
Hazreti Enes’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Kıyâmet günü insanlar Arasat’ta toplanır. Bir kısmı diğerinin üzerine dalga vurur, birbirlerine karışırlar. Mahşer halkı hep birden, Âdem aleyhisselâma gelirler, “Rabbinden bizim için şefaat dile!” derler. O, “Ben şefaate izinli değilim. İbrâhim aleyhisselâma gidiniz. O Allahü teâlânın Halîlidir” der. İnsanlar ona gelirler. O da: “Ben şefaate izinli değilim. Mûsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Kelimullahtır” der. Ona gelirler: “Ben de şefaat edemem. Îsâ aleyhisselâma gidiniz. O, Rûhullahtır” der. Ona giderler. O da: “Ben şefaate izinli değilim. Muhammed aleyhisselâma gidiniz” der. Mahşer halkı bana gelirler. Ben: “Şefaat ederim” derim. Şefaat etmek için Rabbimden izin isterim, izin verilir. Hak teâlânın bana bildireceği hamdler ile hamd ederim. Sonra yere kapanır, secde ederim. Hak teâlâ bana: “Yâ Muhammed! Şefaat et, kabûl olunur” buyurur. Ben: “Yâ Rabbî! Ümmetime rahmet et, onlara merhamet et” derim. Sonra bana: “Yâ Muhammed! Var, kalbinde arpa ağırlığında îmânı olanı ateşten çıkar” buyurulur. Ben de gider, kimin kalbinde arpa ağırlığında îmânı varsa, ateşten çıkarır geriye dönerim...
Yine o hamdler ile hamd ederim ve secde ederim. Yine bana, “Yâ Muhammed! Söyle, işitilir, iste, verilir. Şefaat et, kabûl olunur” buyurulur. Ben: “Ya Rabbî! Ümmetime rahmet et!” derim. O zaman, “Kalbinde zerre kadar veya hardal danesi kadar îmânı olanları ateşten çıkar” buyurulur. Giderim, kalbinde zerre kadar îmânı olanları ateşten çıkarırım. Yine dönerim, secdeye varır, niyaz ederim. Ve kalbinde zerre kadar îmânı olanları ateşten çıkarırım. Yine döner, secdeye varır, niyaz ederim. “Git, kalbinde hardal danesinden de çok az îmânı olanları da ateşten çıkar” buyurulur. Gider, böyle îmânı olanları da ateşten çıkarırım. Dördüncü defa da Rabbimden, Lâ ilahe illallah diyenlere de şefaat etmemi isterim. Allahü teâlâ: “Onları ateşten çıkarmak senin üzerine değildir. Fakat, İzzetim, Celâlim, Kibriyâm hakkı için onları elbette ateşten, çıkarırım” buyurur.)
"Allah adamlarına karşı gelmekten çok sakın!.."
23 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :22 Ocak 2025 22:21
Büyük bir zatın işlerini beğenmemek, insanı sonsuz felakete götürür.
Şeyh Halîl Cündî hazretleri Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir. Küçük yaştan îtibâren Abdullah Menûfî’nin terbiyesine verildi. Ayrıca hadis, fıkıh ve kıraat âlimlerinin derslerine de devam ederek ilimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaştı, icazet verilerek talebe yetiştirdi. Zamânında Mısır’ın en büyük medresesi olan Şeyhûniyye Medresesinde tâliplerine ilim öğretti. 1374 (H.776) senesinde vefât etti.
Halîl Cündî hazretleri buyurdu ki:
Velî olgunlaşınca kendisine Allahü teâlâ tarafından çeşitli şekillerde görünme kuvveti verilir. Bu da olmayacak bir şey değildir. Çünkü, başka başka görünen şekiller rûhâniyettir. Bedeni, cismi görünmemektedir. Ruhlar, madde değildirler, boşlukta yer kaplamazlar. Allahü teâlâ, evliyânın rûhlarına öyle bir kuvvet verir ki, çeşitli şekillerde görünebilirler. Bedenleri mezardan çıkmaz. Ruhları şekil alıp görünürler...
Ehlullaha, yani Allah adamlarına karşı gelmekten çok sakınmalı. Hele arada pîrlik ve rehberlik bağı varsa ve ondan istifade yolu açılmışsa, onun ufak bir şeyini beğenmemek, öldürücü zehir olur. Büyük bir zatın işlerini beğenmemek, insanı sonsuz felakete götürür. Onun her işi, her sözü iyi ve güzel görünmedikçe, onun feyizlerine kavuşamaz. Ona aşırı sevgisi ve bağlılığı olmakla beraber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu kendi için felaket, yıkım bilmeli...
Bu zamanda doğru ile yanlış, iyi ile kötü birbiriyle karışıktır. Onun işlerine iyi gözle bakmalıdır. Onun hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile itiraz etmemeli. (İnsanların en aşağısı, bu büyüklerde kusur görendir) buyuruluyor. Onda bir üstünlük, bir keramet aramamalı. Bir müminin, bir Peygamberden, bir mucize istediği, hiç görülmüş müdür? Kâfirler mucize ister. Ebu Cehil, (Kureyş büyükleri, zenginler dururken, bir yetim peygamber olamaz) diyerek Resulullah’ın “sallallahü aleyhi ve sellem” peygamberliğini kabul edememişti. Ebu Cehil, burada Allahü teâlâyı suçluyor, (Bu işe layık olmayan birini peygamber yaptın) demek istiyordu. Resulullah Efendimiz, Allahü teâlânın elçisi ve vekilidir. Vekil, kendisine verilen yetki bakımından asıl gibidir, onu temsil eder. Vekile itiraz, asıl zata itirazdır. Ona itaat, asla itaattir. Allahü teâlâ, (Resulüme itaat, bana itaattir) buyuruyor.
"İlim giderse, din de dünyâ da gider!.."
24 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :23 Ocak 2025 22:03
"Tam ehil olmadan fetvâ veren kimse, Allahü teâlânın nezdinde mesul olur!"
İbn-i Şihâb-üz-Zührî hazretleri Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerindendir. İsmi Muhammed’dir. 672 (H.52) târihinde doğup, 742 (H.124) senesinde, Ürdün’de Şegbedâ köyünde vefât etmiştir. Eshâb-ı kirâmdan on kişi ile görüşmüştür. Hadis ilminde, hâfız derecesindedir. İmâm-ı Buhârî’nin Ali-yyül-Medînî'den bildirdiğine göre, Zührî, iki bin hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunların birçoğu, Kütüb-i Sitte denilen meşhûr altı hadis kitâbında ve Muvattâ’da mevcuttur. Zührî’nin buyurdukları sözlerden bâzıları:
“Tam ehil olmadan fetvâ veren kimse, Allahü teâlânın nezdinde mesul olur. Böyle kimse, Cehennem'in tâ kenârındadır.”
Zührî, kabîlesinden Sa'd bin İbrâhim’e; “Hangi şehir halkı daha âlimdir?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâdan en çok korkan” cevâbını verdi. (Burada ilmin esas neticesinin takvâ olduğuna işâret vardır.)
“Biz bir âlime gittiğimizde, bize göre, ondan edep ve terbiyeyi öğrenmek, onun ilminden istifâde etmekten önce gelirdi.”
“İlim bir hazînedir, onu meseleler, müşküller açar.”
“İlim, sormakla kazanılır.”
“Ezberlediğim ve öğrendiğim bir şeyi aslâ unutmadım.”
“Kimse benim gibi ilme sabretmedi. Benim gibi de ilmi yaymadı... Bizden önceki büyüklerimizden duydum: Sünnete sarılmak, insanın dünyâ ve âhirette kurtuluşuna vesîledir. İlmi yaşatmak din ve dünyâ işlerinin iyi olmasını temin eder. İlim giderse, din de dünyâ da gider. Her şeyin nizam ve intizâmı bozulur.”
“Bir gün Ubeydullah bin Abdullah Utbe’nin yanına gittim. Sinirli bir hâli vardı. Kızma sebebini sordum. Az önce bir yere uğradım. Selâm verdim. Selâmımı almadılar. Doğrusu hayret ettim dedi. Bunun üzerine ona; 'Buna hiç hayret etme. Nedense bâzı kimseler, kötü bir huy olduğu hâlde, kibirden sakınmıyorlar. Hâlbuki, topraktan yaratıldı. Yine ona dönecek' dedim.”
“Sizi Cehennem'e düşmekten muhâfaza edecek şeyleri çoğaltınız” dedi. “O şey nedir?” diye sorduklarında; “Mâruf, iyilik” cevâbını verdi.
Zührî hazretlerine; “Eğer, yaşın bir hayli ilerleyip, ömrünün sonlarında olsaydın, Medîne-i münevvereye yerleşir, Mescid-i Nebevî’ye gider, orada direklerden birinin yanında oturur, insanlara bir şeyler anlatır ve öğretirdin değil mi?” dediler. Bunun üzerine o mübarek zat; "Oraya gidenin, gerçekten, dünyâya ehemmiyet vermeyip, hareketlerine çok dikkat etmesi gerekir” deyip, tevâzu göstermiştir.
Bu sûreyi sana kim okuttu ey Hişâm?"
25 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :25 Ocak 2025 00:38
Hazreti Ömer: “Yâ Resûlallah! Bunu, Furkân sûresini bana okuttuğunuzdan başka bir harfle okurken işittim!”
İbn-i Kâbisî hazretleri kırâat, tefsîr, hadîs, kelâm, Arabî ilimler ve Mâlikî fıkıh âlimidir. 324 (m. 936) yılında Tunus’ta Kayrevân’da doğan İbn-i Kâbisî, yine orada 403 (m. 1012) yılında vefât etti. Bazı ilim merkezlerine uğrayıp, âlimlerin ilminden istifâde ederek, Mekke’ye gitti. Geri dönüşünde de, çeşitli şehirlerde ilim öğrenip Kayrevân’a gelip yerleşti. Kâbisî, Kırâat-ı seb’ayı talebelerine öğretir ve “Müslümanların bu meşhûr kırâat imamlarının okuyuşlarından kalbiniz hangisinde müsterih olursa ona uyun” buyururdu. Bu hususta İbn-i Kâbisî’nin rivâyetlerinden biri şöyledir:
Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) buyurdu ki: Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, Hişâm bin Hakîm’in namaz kılarken, Furkan sûresini Resûlullahın bana okuttuğuna uymayan birtakım harflerle okuduğunu işittim. Ona saldırmamak için kendimi zor zaptettim. Namazını bitirince hemen yanına gidip: “Bu sûreyi sana kim okuttu?” diye sordum. Hişâm (radıyallahü anh), “Resûlullah okuttu” dedi. “Bir yanılma olmasın. Çünkü bu sûreyi, Resûlullah Efendimiz bana senin okuttuğundan başka bir şekilde okuttu” dedim. Onu, elinden tutarak Resûlullahın huzûruna götürdüm. “Yâ Resûlallah! Bunu, Furkân sûresini bana okuttuğunuzdan başka bir harfle okurken işittim” dedim. Resûlullah Efendimiz bana “Hişâm’ı bırak” buyurdu. Ona da: “Yâ Hişâm oku!” buyurdu. O da namazda okuduğu gibi okudu. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz “Bu sûre böyle inzal olundu” buyurdu. Bundan sonra bana da “Yâ Ömer oku!” diye emretti. Ben de, Resûlullahın bana vaktiyle okuttuğu gibi okudum. Bana da “Bu sûre böyle indirildi. Bu Kur’ân yedi harf üzerine indirilmiştir. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyunuz” buyurdu...
Yukarıdaki hadîs-i şerîfte harf; lügat, kırâat demektir. Hazreti Ebû Bekr’in topladığı Mushafta, yedi çeşit okumanın hepsi vardı. Hazreti Osman halife iken, Eshâb-ı Kirâmı (radıyallahü anhüm) topladı. Yeni yazılacak Mushafların, Resûlullahın son senesinde okuduğu şekilde olmaları söz birliği ile kabûl edildi. Bu icmâ’ya uygun olarak yazılan Kur’ân-ı kerîmler İslâm memleketlerine dağıtıldı. Kur’ân-ı kerîmi, bu dağıtılan Mushaflara uygun şekilde okumak vâcibdir. Diğer altı şekilde okumak da caizdir.
Rivâyet ettiği hadislerinden biri de şöyledir: Hazreti Âişe (radıyallahü anha); “Resûlullah Efendimiz dabağlandıktan sonra (insan ve domuz derisi hariç), bütün ölülerin derisinden istifâde edebileceğimizi bildirdi” buyurdu.
Benim kadar hiç kimse eziyet çekmedi..."
26 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :25 Ocak 2025 23:12
"Hazret-i İbrâhim’in ateşe atılması belâ değildi. Hazret-i Zekeriyyâ’nın parça parça edilmesi sıkıntı değildi..."
Mehmed Sükûnî Efendi Halvetî tarikatı şeyhlerinden olup Bolu-Mudurnuludur. İlim tahsilini bitirdikten sonra Niyazi Mısrî Hazretlerine intisab ederek tasavvufta yükseldi. Gelibolu müftüsü iken ziyaret maksadıyle Bursa'ya geldiklerinde 1103’de (m. 1691) vefat etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Büyüklerimiz buyurdular ki: Bir kimsenin başkasının emri altında olması, nefsinin emri altında olmasından iyidir. Dervişlerden biri, cuma günleri dışarı çıkar, kimi görse; “Mescide hangi yoldan gitmeli?” diye sorardı. Birisi ona; “Senelerdir mescide gidersin, yolu öğrenemedin mi?” dedi. “Elbette biliyorum; ama gittiğimiz yolda mahkûm olmak, hâkim olmaktan daha iyidir” derdi...
Büyüklerden biri, hiç sağına soluna bakmazdı. Bir gün Kâbe’yi tavâf ederken, birisi ona seslendi. Onun tarafına bakmak istedi. Gâibden bir ses işitti: “Bizden başkasına bakan, bizden değildir.” Kardeşim, bu yolda bin sene yürüsen ve hâtırından; “Bunu kabûl ederler” düşüncesi geçse, hâlâ makam arzusunda olup, hâlâ istek yolunun yolcusu olduğun anlaşılır...
Ey kardeşim! Eğer bu yoldan menzile kavuşmak istersen, sakın kendini arada görme! Tâat zenginliğine kavuşmuş olan büyükler, kendilerini dâimâ müflis olarak, düşünmüşlerdir. Her zaman müflis olanlar ise, kendilerini nasıl zengin yaparlar.
İbrâhim aleyhisselâm ateşe eriştiğinde, ateş ona selâmet oldu. Zîrâ onun kalbi, hakîkî ateşle yanmıştı. Bunun içindir ki, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım” makâmının sâhibi, yâni Resûl-i ekrem Efendimiz; “Benim kadar hiç kimse eziyet çekmedi. Hazret-i İbrâhim’in ateşe atılması belâ değildi. Hazret-i Zekeriyyâ’nın parça parça edilmesi sıkıntı değildi. Belâ ve sıkıntı, bizim başımıza dökülendir. Bizi, gök ve yer ehlinin önüne geçirdiler ve Âdem aleyhisselâmın zürriyetinin günahlarını, benim şefâat eteğime bağladılar” buyurdu.
Derler ki, bir gün bir genç, zengin bir kadının kapısına geldi ve; “Ben ona âşık oldum” dedi. Bu haberi kadına ulaştırdılar. Kadın onu çağırdı ve onunla konuşmaya başladı. “Sakın bir daha bu sözü söyleme!” dedi. “Edemem ki” dedi. “İki bin gümüş vereyim” dedi. “Yapamam” dedi. On bin gümüşe kadar çıkardı. Genç, on bin gümüşü duyunca râzı oldu. Kadın bu durumu görünce, onun dilini kesmelerini emretti ve; “Bizi sevdiğini iddiâ edip de, bize değil malımıza râzı olanın cezâsı budur” dedi.
Kalbini en iyi koruyan diline hâkim olandır...”
27 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :26 Ocak 2025 22:13
"Allah korkusunun alâmeti, diğer bütün korkulardan kişiyi emin kılmasıdır.”
Kırımlı Selim Efendi Kadiri tarikatı şeyhlerindendir. İstanbul'da tahsilini tamamladıktan sonra kadılık mesleğine girdi. Bosna kadı vekilliğinde iken mesleğini terk edip evvelâ Şeyh Muhammed Efendi, sonra Kadiri şeyhlerinden Kesriyeli Şeyh Hüseyin Efendinin sohbetlerine devam edip tasavvufta yükselerek icazet aldı. 1170 (m. 1756)’da Rumeli’de Köprülü’de vefat etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Büyüklerden birine; “Dünyâ neye benzer?” dediler. “Dünyâ, benzeri olmaktan daha aşağıdır” buyurdu.
“Fesadın altı sebebi vardır: 1) Âhiret işindeki niyetin zayıflığı, 2) Bedenin şeytana esir olması, 3) Ecelin yakın olmasına rağmen uzun emelin gâlip gelmesi, 4) Kulun rızâsını Allahü teâlânın rızâsından önde tutmak, 5) Hevâ ve hevese uyup sünneti terk etmek, 6) Önce geçenlerin iyiliklerini söylemeyip kusurlarını araştırmak.”
“Benî İsrâilde yedi yüz sene Allahü teâlâya ibâdet eden bir âbid dâimâ: 'Yâ Rabbî! Senin rızânı isterim!' diyordu. O sırada peygamber olan Danyal aleyhisselâma vahy geldi ki; (O âbide söyle, eğer göktekilerin ve yerdekilerin ibâdetini yapsa, yeri Cehennem'dir!) Danyal aleyhisselâm bunu o âbide bildirdi. Bunu duyunca sevindi ve; 'Ey Rabbimin hükmü! Ne hoşsun! O’nun kazâsı hoş geldin!' dedi. Sonra da; 'Ey Allah'ın peygamberi! Yedi yüz yıl Hakk'ın rızâsını istedim. O’nun mülkünde kendimi sivrisinekten aşağı kabûl ettim. Şimdi, Cehennem’in odunu olmaya lâyık olduğumu ve O’nun rızâsının bunda bulunduğunu, yâni Cehennem'e gideceğimi anladım. Artık O’nun rızâsı olan yeri ister oldum' dedi. Yine vahy geldi ki: (Ey Danyal! O kuluma söyle, o benden râzı olunca, ben de ondan râzıyım. Onu Cennet ve Cemâlime lâyık eyledim.)”
"Kul beş şey ile Cennet'e girer: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk, gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli âşikâr Allahü teâlâyı anmak (murâkabe etmek), yol hazırlığı yapıp, ölüme hazırlanarak, ölümü beklemek, hesâba çekilmeden önce kendini hesâba çekmek”
"Allah korkusunun alâmeti, diğer bütün korkulardan kişiyi emin kılmasıdır.”
“İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse.”
“Kalbini en güzel koruyan, diline en çok hâkim olandır.”
Yemekle dolan midede hikmet durmaz!..
28 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :27 Ocak 2025 22:07
“Eline iki ekmek geçip, bunların hangisi helaldendir diye araştırmadan yiyen kimse, felah bulamaz.”
Ahmed Sûzî Efendi hazretleri âlim ve evliyânın büyüklerindendir. Şeyh Şemseddin Sivasî hazretlerinin torunlarından olup Sivaslıdır. Âlet ilimlerini ve yüksek ilimleri Hâdimî merhumdan, tasavvuf ilmini de Şeyh Abdülmecid Efendiden tahsil etti. 1246 (m. 1830)’da vefat etti. Bir dersinde şunları anlattı:
“Kul kendisini tam mânâsıyla ibâdete verip, insanların nazarında mertebe ve îtibârının silinmesini severek kabûl ettiği zaman onun ihlâs sâhibi kimselerden olduğu belli olur.”
“Bozulan kalbi düzeltmek için beş şey yapmalıdır. Helâl yemek, Kur’ân-ı kerîm okumak, sâlihlerle sohbet, gece ibâdet etmek, seher vaktinde ağlamak.”
“Kur’ân-ı kerîm âlimleri bu yolda dizlerini çürüttü. Ömürlerini ve bedenlerini bu yolda harcadılar. Böylece Kur’ân-ı kerîm ilmine sâhib oldular. Bu ilme vâkıf olabilmek için, bu kadarla kalmadılar. Dudaklarında kan kalmadı. Gözyaşları sel olup aktı. Kur’ân-ı kerîm ilmini onlar böyle buldu. Hidâyete eren bunlar oldu. Îmânlarını emniyet altına bunlar aldı.”
“İnsanı arzulardan kurtaran dost ikidir. Gözü ve kulağı muhâfaza etmektir.”
“Kalbin hasta olmasının alâmeti dörttür: Birincisi; tâattan (ibâdetten) tad, haz almaz. İkincisi; Allahü teâlâdan korkmaz. Üçüncüsü; eşyâya, mahlûkâta ibret gözüyle bakmaz. Dördüncüsü; dinlediği ilim ve nasîhatten istifâde etmez.”
“Öyle birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin.”
“Her âzânın tövbesi vardır. Kalb ve gönlün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi, harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fenâ söz söylemekten, gıybet etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten kendini korumaktır.”
“Şu üç şey ihlâs alâmetidir. Birincisi medh ve kötülenmek ona tesir etmez. İkincisi, amelleri unutur, günahlarını düşünür. Üçüncüsü, Hak teâlâdan gayrısını gönlünden çıkarır.”
“Tövbe iki kısımdır: İnâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan korkup tövbe etmesi. İsticâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan utanıp tövbe etmesidir.”
“Yemekle dolan midede hikmet durmaz.”
“Eline geçen bir parça ekmeğin yanında, ayrıca katık olarak tuz arayan kimse, velîler katında umduğunu bulamaz.”
“İlim tahsil ettiği hâlde, bununla amel etmeyene âlim denilemez."
“Eline iki ekmek geçip, bunların hangisi helaldendir diye araştırmadan, düşünmeden yiyen kimse, hak yoldan felah bulamaz.”
.
Sahte altınla halis altın ayarda bilinir
29 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :28 Ocak 2025 22:43
"Allahü teala kimin ruhuna mihenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırt edebilir."
Musa Safiyyullah Dede Mevlevî şeyhlerindendir. Babası Adanalı Celâl Ali Dede Efendi Trablusşam mevlevîhanesi şeyhi iken Trablus'ta doğdu. Babasından Mevlevî yolu terbiyesi aldıktan sonra tefsir, hadis gibi yüksek ilimleri Abdülgani Nablusî hazretlerinden tahsil etti. Son şeyhliği İstanbul'da Yenikapı Mevlevîhanesinde idi. 1157 (m. 1744)’de vefat ederek adı geçen dergâha defnedildi. Sohbetlerinde Mesnevi’den naklen buyurdu ki:
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma. İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li! Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir. Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.
Kalp (sahte) altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mihenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Allah kimin ruhuna mihenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırt edebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir çöp sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hissi de göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harab etmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
.
Bu âleme gelen elbette göçecektir!.."
30 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :29 Ocak 2025 21:45
"İnsân ölünce, (Dünya hayatı) biter. (Âhiret hayatı) başlar. Âhiret hayatı üç kısmdır."
Mehmed Suhufî Efendi Niyazi Mısrî hazretlerinin baş halifelerinden olup Bursalıdır. 1146 (m. 1737)’de Bursa'da vefat ederek (Niyazi Mısrî Dergâhı)na defnedildi. “Zeynü'l-Â'yâd” ismindeki eserinde şöyle anlatır:
Allahü teâlâ kullarının dünya ve âhıret saadetine kavuşmaları için Peygamberleri vâsıtası ile emirlerini ve yasaklarını bildirdi. Kullarının âhırette azâb veya mükâfât görmelerini dünyadaki yaptıkları birkaç günlük amellerine bağladı. Âhıret yoluna girip, rızasına kavuşmayı, seçtiği ve sevdiği kullarına kolay eyledi.
Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzseksenbeşinci ve El-Enbiyâ sûresinin otuzbeşinci ve El-Ankebût sûresinin elliyedinci âyetinin meâl-i şerifinde, (Her canlı ölümü tadacaktır) buyurdu. Bununla âlemlerin üç ölümünü bildirdi. Dünya âlemine gelen elbette ölür. Ceberût âlemine ve melekût âlemine gelenler de elbette ölür. Bunlardan dünya âleminde olanlar, âdemoğulları (insanlar) ile karada, denizde ve havada olan hayvanlardır. Melekûtî olan [yâni gözle görülemeyen] ikinci âlem, melekler ile cin sınıflarının bulunduğu âlemdir. Ceberûtî olan üçüncü âlem ki, meleklerden seçilenlerin âlemidir.
Nitekim Kur'ân-ı kerimde, Hac sûresinin yetmişbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, meleklerden ve insanlardan Peygamberler seçti) buyuruldu. İşte bu üçüncü sınıf Ceberût âleminin ehli, Kerûbiyân, Ruhâniyân, Hamele-i Arş melekleri ve Surâdıkât-ı celâl ehli olanlardır. Enbiyâ sûresinin ondokuz ve yirminci âyetlerinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde olan öyle melekler vardır ki, kendisine ibâdette, kendilerini beğenmezler ve hiç yorulmazlar. Gece gündüz hep Allahü teâlâyı tesbîh ederler, usanmazlar) buyurularak, bunları bildirmektedir. Allahü teâlâ onları bu âyet-i kerime ile medh buyurmuştur. Bunlar çok şerefli olup, Cennet bahçelerinde bulunurlar.
Bunlar Kur'ân-ı kerimde bildirilmiş olup, sıfatları anlatılmıştır. Bunlar cenâb-ı Hakka yakîn oldukları ve bulundukları mekânları Cennet olduğu hâlde yine ölürler. Allahü teâlâya yakîn olmaları, ölmelerine mâni olmaz. İnsân ölünce, (Dünya hayatı) biter. (Âhiret hayatı) başlar. Âhiret hayatı üç kısmdır: Tekrar dirilinceye kadar, (Kabir hayatı)dır. Sonra, (Kıyâmet hayatı), bundan sonra, (Cennet ve Cehennem hayatı)dır. Bu üçüncü hayat, sonsuzdur.
Sâlih amel işleyenlerin mükâfatları ne güzeldir"
31 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :30 Ocak 2025 22:39
“Kıyâmet günü, fazîlet sâhipleri kalksın diye çağrılır. İnsanlar arasında bir grup kalkar..."
İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretleri Tâbiînin büyüklerinden ve Oniki İmâm’ın dördüncüsüdür. İsmi, Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. 666 (H.46) senesinde Medîne-i münevverede doğdu. Hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilminde âlimdi. Eshâb-ı kirâmdan çoğunu görmüştür. Hazret-i Abdullah ibni Abbâs, hazret-i Ebû Hüreyre, hazret-i Âişe, babası hazret-i Hüseyin, amcası hazret-i Hasan, hazret-i Ümmi Seleme “radıyallahü anhüm” ve diğerlerinden hadîs-i şerîfler işitip rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği bâzı hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte adı verilen altı hadîs kitabında yazılıdır. 713 (H.94) senesinde şehîd edildi.
Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî, İmâm-ı Zeynelâbidîn’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Kıyâmet günü, fazîlet sâhipleri kalksın diye çağrılır. İnsanlar arasında bir grup kalkar. Onlara hadi Cennet’e giriniz denilir. Onlar Cennet’e giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler nereye gidiyorsunuz derler. Cennet’e derler. Hesaptan önce mi Cennet’e giriyorsunuz? derler. Evet cevâbını verirler. Sizler kimlersiniz? dediklerinde, biz fazîlet ehliyiz derler. Sizin fazîletiniz nedir? diye sorarlar. Onlar da, dünyâda bize hakâret edildiğinde tahammül ederdik. Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında affederdik derler. Bunun üzerine melekler, hadi Cennet’e giriniz. Sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler...
Sonra sabır ehli kalksın diye nidâ olunur. Bir grup insan kalkar. Onlara da, hadi Cennet’e giriniz, denilir. Onlar da meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara da aynı şeyi sorarlar. Biz sabır ehliyiz dediklerinde, sizin sabrınız ne idi? derler. Biz Allahü teâlâya ibâdet etme hususunda zorluklara katlandık. Nefsimize uymayıp, günâhlardan sakındık ve bu hususlarda sabrettik, derler. Melekler onlara da, hadi Cennet’e girin, sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler...
Sonra bir nidâ daha gelir. Allahü teâlânın komşuları kalksın, denir. Bir grup insan kalkar, fakat bunların sayıları azdır. Onlara da, hadi Cennet’e giriniz, denilir. Melekler karşılayıp aynı şeyleri onlara da sorarak sizin ameliniz nedir? dediklerinde; 'Biz Allah rızâsı için birbirimizi ziyâret ederdik. Allah rızâsı için oturup sohbet ederdik ve Allah rızâsı için birbirimize mallarımızı bol bol verirdik' derler. Bunun üzerine melekler sâlih ve iyi amel işleyenlerin mükâfatları ne güzeldir. Hadi girin Cennet'e, derler.”
Cennete girenlerin yüzleri ay gibi parlar
1 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :1 Şubat 2025 02:11
“Ümmetimden Cennete ilk girenlerin yüzleri, mehtaplı bir gecede görünen ay gibidir..."
Süleymân bin Mihran hazretleri Tabiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imamlarındandır. A’meş ismiyle meşhur oldu. 61 (m. 680)’de Kûfe’de doğdu. 148 (m. 765)’de vefât etti. Hadîs ilminde hafız olup, yüz bin hadîs-i şerîfi râvileri ile birlikte ezberlemişti. Kırâat ilminde on imamdan sonra meşhûr olan dört kırâat imamından birisi de A’meş hazretleridir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Ümmetimden Cennete ilk girenlerin yüzleri, mehtaplı bir gecede görünen ay gibidir. Bunlardan sonra girenler yüzü, gökte aydınlığı fazla olan yıldızlar gibidir. Bundan sonrakiler, durumlarına göredir. Cennette, büyük ve küçük abdest bozmak yoktur. Cennettekiler, tükürmezler, balgam çıkarmazlar; Tarakları altındandır. Buhurdanlıklarında öd ağacı tüter. Terleri misk gibi kokar. Boyları hep bir hizadadır. Hepsinin boyu, Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) boyu gibidir. Hazreti Âdem’in boyu altmış arşın idi.”
“Bir kimse Cum’a günü güzel abdest aldıktan sonra, Cuma namazına gidip, imamın yakınına oturur, söylenenleri dinler, bu arada konuşmayıp susarsa, iki Cuma arasında işlediği günahlar üç gün fazlasıyla bağışlanır. Bir kimse de hutbeyi dinlemeyip başka şeyle meşgûl olur, lüzumsuz söz söylerse, onun Cuması boşa geçmiş olur.”
“Bir hayrın yapılmasına yardımcı olan kimse, o hayrı işlemiş gibidir.”
“Yaratılmış olanlar hakkında tefekkür ediniz. Yaratan hakkında tefekkür etmeyiniz.”
“Bir kimse, kızını iyi bir şekilde terbiye etse; dinini öğretse ve Allahü teâlânın kendisine verdiği nimetlerden kızına da verse o kızı kendisi ile Cehennem arasında perde olur.”
“Bir kimse, yaşlı ana-babasına bakmak, küçük çocuklarını geçindirmek ve halka muhtaç olmamak için çalışırsa, Allah yolundadır. Ama görsünler ve işitsinler diye çalışıyorsa o zaman şeytanın yolundadır.”
“Hasan ile Hüseyin Cennetteki gençlerin efendisidir.”
“Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir.”
Hazreti A’meş, bir sabah Benî Esed mescidine uğradı. İmam birinci rek’atta Bakara sûresini, ikinci rek’atta Âl-i İmrân sûresini sonuna kadar okudu. Namazdan sonra Hazreti A’meş imâma “Allahtan kork. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) (İnsanlara imam olan, namazı hafifletsin, zira arkasında yaşlılar, zayıflar ve ihtiyâç sahipleri vardır) hadîs-i şerîfini işitmedin mi?" dedi.
Resûlullahı vesîle ederek dua eden muradına erer
2 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :2 Şubat 2025 01:57
İslâm âlimleri, Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan lütuf ve merhamet dilemişlerdir.
Muhyiddîn bin Ebü’l-Kâsım Sa’dî hazretleri Mâlikî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 814 (m. 1411) senesinde Mekke-i mükerremede doğdu. Orada zamânının ileri gelen âlimlerinden fıkıh, hadîs, tefsîr, usûl ve edebî ilimleri tahsil etti. 880 (m. 1475) senesinde yine Mekke-i mükerremede vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:
İslâm âlimleri, her zaman Resûlullahı (sallallahü aleyhi ve sellem) vesîle ederek, Allahü teâlâdan lütuf ve merhamet dilemişlerdir. İnsanların babası yeryüzüne indirildiği vakit, (Yâ Rabbî! Beni, Muhammed aleyhisselâm hürmetine affeyle!) demişti.
Allahü teâlâ, bu duâyı kabul buyurmuştu ve (Sen, Sevgili Peygamberim olan Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben Onu daha yaratmadım!) buyurunca, (Beni yarattığın zaman, başımı kaldırır kaldırmaz, Arş-ı ilâhînin kenârlarında (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılı olduğunu görüp, Muhammed aleyhisselâmın yaratılmışların en üstünü olduğunu anladım. Allahü teâlâ da;
(Ey Âdem! Doğru söyledin. Muhammed aleyhisselâmı çok severim. Ondan daha sevgili, hiç kimse yaratmadım. Onu yaratmak istemeseydim, seni yaratmazdım. Onun hurmeti için af dileyince, duânı kabûl edip, seni affettim) cevabını verdi.
***
İki gözü kör bir kimse, gözlerinin açılması için Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” duâ istedi. Resûlullah de;
(İstersen duâ ederim. Fakat, sabredip katlanırsan, senin için daha iyi olur) buyurdu. (Sabretmeye gücüm kalmadı. Duâ etmeniz için yalvarırım) dedi.
Resûlullah Efendimiz de (Öyle ise güzel bir abdest al! Sonra, “Yâ Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam, seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi, bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duamı kabul et!” diye dua et) buyurdu.
O kimse, abdest alıp bu duayı okudu. Hemen gözleri açıldı. (Tirmizi)
Bu duayı okuyanlar, maksatlarına kavuşmuşlardır.
Toprak, peygamberlerin cesedlerini çürütmez!
3 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :2 Şubat 2025 23:16
"Allahü teâlâ toprağın peygamberleri çürütmesini haram etmiştir."
Ebü’l-Fadl er-Riyâşî hazretleri hadîs, nahiv ve lügat âlimlerindendir. 177 (m. 793) târihinde doğdu. 254 (m. 871) yılında Bağdâd’ta vefat etti. Zamanın büyük alimlerinden ilim öğrendi ve çok talebe yetiştirdi.
Hadis-i kudsîde, (Allahü teâlâ buyurdu ki: Evliyâmdan birine düşmanlık eden benimle harp etmiş olur. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında bana en sevgili olanları ona farz ettiğim şeylerdir. Kulum nâfile ibâdetleri yapmakla bana o kadar yaklaşır ki, onu çok severim ve her istediğini veririm) buyuruldu.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bir kimse bana salevât okursa, bana bildirilir. Ben de ona duâ ederim), (Bir Müslüman bana selâm verince, ruhum bedenime gelir. Selâmına cevap veririm. Peygamberler mezarlarında diridirler),
(Toprak peygamberlerin cesedlerini çürütmez. Cuma günleri bana çok salevât okuyunuz! Ümmetimin okuduğu salevât, her Cuma günü bana bildirilir) buyuruldu. Yâ Resûlallah! Sen mezarda çürüdükten sonra, selâmlar nasıl bildirilir dediler. Cevabında, (Allahü teâlâ, toprağın Peygamberleri çürütmesini haram etmiştir) buyurdu.
Hadis-i şeriflerde, (Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır), (Allahü teâlânın Evliyâsı vardır. Bunlar görülünce, Allahü teâlâ hâtırlanır), (Kabirdekiler olmasa, şehirdekiler yanardı), (Yahyâ bin Zekeriyyânın kabrini bilseydim, ziyâret ederdim), (Mîraç gecesinde, Mûsâ aleyhisselâmın kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu), (Peygamberler, mezarlarında diridirler. Namaz kılarlar), (Allahü teâlâ toprağın peygamberleri çürütmesini haram etmiştir) buyuruldu.
Bir hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, Mîraç gecesinde, bütün Peygamberleri, Peygamberimize gönderdi. Onlara imam olup, iki rekât namaz kıldılar) buyuruldu. Namaz kılmak, rükû' ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, ceset ile, beden ile kıldıklarını gösteriyor. Mûsâ aleyhisselâmın, kabrinde namaz kılması da, bunu göstermektedir.
Ebû Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Kâbenin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Mûsâ aleyhisselâm, ayakta namaz kılıyordu, zayıf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen'e kabîlesinden bir yiğit gibi idi. Îsâ aleyhisselâm, Urve bin Mes'ûd Sekafîye benziyordu) buyuruldu.
“İlmiyle amel etmeyenin ilmine güvenilmez!..”
4 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :4 Şubat 2025 01:20
“İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi.”
Abbâs bin Hamza Nişâbûrî hazretleri hadîs ve tasavvuf âlimlerindendir. Zünnûn-i Mısrî ve Bâyezîd-i Bistâmî ile arkadaşlıkları oldu. Hadîs-i şerîf öğrenmek için memleketleri gezerdi. Vaaz ederek, insanlara emr-i ma’rûf yapardı. Horasan’da Nişâbûr’da doğdu. 288 (m. 900) senesinde vefât etti.
Zünnûn-i Mısrî hazretlerinden nakleder:
“İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi.”
“Ey Allahım! Ben nasıl senin rızân için çalışmayayım ki, sen benim İslâmiyetle şereflenmemi nasîb ettin.”
“Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz.”
Abbâs bin Hamza (radıyallahü anh) buyurdu ki: Hocam Ahmed bin Ebî Havari, hocası Ebû Süleymân Dârânî’den nakletti: “Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok ümit içinde olmalarıdır.” Yine hocası Ahmed bin Ebî Havâri’den nakleder: “Dünyâyı tanıyan ondan vazgeçer, âhıreti tanıyan ona sarılır, Allahü teâlâyı tanıyan da O’nun rızâsına kavuşmak için çalışır.”
“İlmin birtakım düşmanları vardır. Birisi âlimi terk etmek. Böylece, âlim, ölümüyle ilmini de alıp götürür. Diğeri, unutmak. En tehlikeli düşmanı ise, yalandır.”
“Faydalı ilim, Allahü teâlânın indinde, pek fazîletli bir ibâdettir.”
“İlmiyle amel etmeyen âlimin, ilmine güvenilmez.”
“Hakîkî saâdet ve olgunluk, iki cihânın efendisi olan Peygamber Efendimize tâbi olmak, O’nun tebliğ ettiği İslâmiyetin boyasıyla boyanmak, bizzat emirlerine uyarak yasakladığı şeylerden sakınmakla mümkündür. Ayrıca bunları başkalarına da yaptırmalıdır. Bir kimse başkasını İslâmiyetin emir ve nehiylerine muhâlefetten menedecek kudrette olup da onu menetmezse, o kimsenin ortağıdır yâni o işi birlikte yapmış sayılırlar. Bir kimse Peygamber Efendimizin sünnetini ve İslâmiyetin hükümlerini başkasına yaptırsa, ona hâsıl olacak ecir ve sevâbından hiçbir şey noksan olmaksızın kendisine de hâsıl olur.”
Büyüklerden biri, bir kadınla evlendi. Gece olunca ona; “Ey hanım, yatağımı hazırla yatacağım” dedi. Hanımı; “Efendim, senin Mevlâ’n (sâhibin) yok mu?” dedi. “Vardır” buyurdu. “Senin Mevlâ’n uyur mu, uyumaz mı?” dedi. “Uyumaz” buyurdu. “Mevlâ’n uyanık iken sen uyumaktan hayâ etmez misin?” dedi.
İlme, gece gündüz bir dost gibi yapış!
5 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :5 Şubat 2025 00:28
“İlim ona üstün gelme düşüncesiyle alınır ve öğrenmeye çalışılırsa, ilim gâlib ve üstün gelir."
Şumnuluzade Ahmed Efendi Gülşenî tarikatının şeyhlerindendir. Bursa’da doğdu. İlim tahsîli için Mısır'a gitti. Bu esnada Muhyîzade Hasan Efendi vasıtasıyla tarikat yoluna girmiştir. Bundan sonra icazet verilerek Bursa'ya gönderildi. Ulucami yakınında Karaçelebizade Abdülaziz Efendinin yaptırdığı Sıbyan mektebine muallim oldu. 1085 (m. 1670)’de vefat etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
“İlim ona üstün gelme düşüncesiyle alınır ve öğrenmeye çalışılırsa, ilim gâlib ve üstün gelir. Hiçbir şey de elde edilmez. Fakat, ilme, gece gündüz bir dost gibi yapışılırsa, o zaman ilim elde edilir.”
“İnsan, ölüm, fakr ve ateşin (Cehennem'in) yarış meydanındadır. Allahü teâlâ onun terbiyecisi, peygamberler sürücüsü, kitaplar öncüsüdür, o ise serkeştir, söz dinlemez.”
“Eskiden öyle insanlar vardı ki, başkalarının günah işlediklerini duysalar, sıtmalı gibi titrerlerdi. Senin ise kendi günâhından için yanmıyor. Eskiden bir âdet vardı; güller açınca, insanlar oyun oynarlar, eğlenirlerdi. Bu sebebtendir ki, her sene güllerin yetişme, açılma zamanı gelince, Ma’rûf-i Kerhî hazretleri üzülür; 'Gül açtı, şimdi insanlar oyunla meşgûl olacaklar' derdi.”
“Bir kimse, bir dervişe gidip; 'Birkaç gün seninle berâber olayım' dedi. 'Ben olmasam kiminle olacaktın?' diye sordu. 'Allahü teâlâ ile' dedi. 'Benim olmadığımı kabûl et ve şu anda Allah ile ol' buyurdu.”
“Bir gün dünyâ ehli zengin birisi, bir dervişin evinden su istedi. Ona tatsız, ılık bir su verdiler. 'Bu su, sıcak tatsızdır' dedi. O derviş; 'Ey efendi, biz zindandayız. Zindanda olan iyi su içmez' dedi.”
“Bir gün sabahtan akşama kadar nefsinle harb et. Neler zâhir olacağını bir gör. Merd, nefsinde bir eksik görüp de onunla harb edendir.”
“Hak olan bu yolda gerekli olan esaslar şöyledir: 1) Tövbe ve inâbe ile bir büyüğe bağlanmak, 2) Talebelik ve hocalığın şartlarını bilip, îtirâzı terk ederek sohbet ve hizmete devâm etmek, 3) Korku ile ümid arasında bulunmak, ihlâs ve tevekkül ile verilen sözde durmak, irâde ve maksadda doğru olmak, 4) Kişiyi boşuna övünmeye sevk eden süs ve debdebeyi terk etmek ve temizliğe dikkat etmek, 5) Sıhhat ve tefekkür ile zikre ve râbıtaya devâm etmek, 6) Nefs ve şehveti kırarak ahlâkı güzelleştirmek, çok ibâdet ve tâatla Allahü teâlâya yaklaşmaya çalışmak, 7) Rahat ve huzur veren şeylerden uzak bulunup, yalnızlığı seçmek,  Nefsin arzu ve isteklerine uymamak; şeytan, hevâ ve havâtırı yok etmeye gayret göstermek, 9) Tevâzu, şükür ve kanâate sâhib olmak.”
"Yâ Resûlallah! Bugün sana misafir geldim..."
6 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :6 Şubat 2025 00:41
Bir kimse, "Allahümme innî es'elüke bi-câh-i Nebiyyikel-Mustafâ" diyerek bir duâ etse, duâsı reddolunmaz.
Ziyâüddîn Ahıskavî Efendi Osmanlı âlimlerindendir. İsmi Abdullah’tır. 1146 (m. 1733) senesinde şimdi Gürcistan’da bulunan Ahıska şehrinde doğdu. Babasının vefâtından sonra Kars’a gelerek, Berküşâdî’den usûl-i fıkıh ve hadîs ilimlerini okudu. Bu hocası tarafından kendisine icâzet ve “Ziyâüddîn” lakabı verildi. Orada bir müddet kaldıktan sonra Erzurum’a, sonra Diyarbakır’a gitti. Oradaki âlimlerden, İslami ilimleri okuyup icâzet aldı. 1175 (m. 1761) senesinde İstanbul’a gitti. Burada çok talebe yetiştirdi. 1228 (m. 1813) senesinde Üsküdar’da vefât etti. En büyük eseri olan “Revâmîz-ül-a’yân” kitabında şöyle anlatır:
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiğini bildirmiştir. Bunun için, bir kimse, (Allahümme innî es'elüke bi-câh-i Nebiyyikel-Mustafâ) diyerek bir duâ etse, duâsı reddolunmaz. Bununla berâber, ufak tefek dünya işleri için, Resûlullahı vesîle etmek, edebe uygun olmaz.
Hazreti Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan Bilâl bin Hars, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" türbesine gidip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin açlıktan ölmek üzeredir. Yağmur yağması için vesîle olmanı yalvarırım) dedi. Resûlullah o gece rüyâsında görünüp, (Halîfeye git! Benden selâm söyle! Yağmur duâsına çıksın!) buyurdu. Hazret-i Ömer, yağmur duâsına çıktı ve yağmur yağmaya başladı...
Ebül Abbâs bin Nefîs âmâ idi. Üç gün aç kaldı. Hucre-i saadete gelip, (Yâ Resûlallah! Açım) deyip, bir tarafa çekildi. Az zaman sonra, biri gelip, bunu evine götürdü. Karnını doyurdu ve (Ey Ebül Abbâs! Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Seni doyurmamı emretti. Aç kaldığın zamanlar, bize gel!) dedi...
İbn-i Celâh Medîne'de fakir düşmüştü. Hücre-i saadete geçip, (Yâ Resûlallah! Bugün sana misafir geldim. Karnım çok açtır) dedi. Bir kenâra çekilip uyudu. Resûlullah rüyasında görünüp, büyük bir ekmek verdi. Diyor ki, çok aç olduğum için, hemen yemeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum...
Ebül-Hayr Akta' Medîne'de beş gün aç kalmıştı. Hücre-i saadetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rüyâda, Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyy-ül Mürtezâ vardı. Hazreti Ali gelip, yâ Ebe’l-Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalktı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Uyandığında ekmek elinde idi...
İmândan sonra en kıymetli ibâdet namâzdır...
7 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :6 Şubat 2025 22:07
Allahü teâlânın en çok beğendiği ve tekrâr tekrâr emrettiği şey, beş vakit namâzdır.
Ebü’l-Fazl Hemedânî hazretleri Şafiî fıkıh ve hadîs âlimidir. İran’da Hemedân’da doğdu. 433 (m. 1041) yılında Hemedân’da vefât etti. Temel din bilgilerini öğrendikten sonra, çeşitli şehirlere gidip ilim tahsil eden Ebü’l-Fadl Hemedânî, fıkıh ilminde Hemedân’ın en ileri gelen âlimi idi. İnsanların mes’elelerini halleder, fetvâ verirdi. Pekçok talebe yetiştirdi. Birçok eseri vardır. Bunlardan Şafiî mezhebi fıkıh hükümlerini ihtivâ eden, “Şerâ’it-ül-ahkâm” adlı kitabı meşhûrdur. Bu eserinde şöyle nakleder:
Dînimizde, îmândan sonra en kıymetli ibâdet namâzdır. Namâz dînin direğidir. Namâz ibâdetlerin en üstünüdür. İslâmın ikinci şartıdır. Arabîde namâza (Salât) denir. Salât, aslında duâ, rahmet ve istigfar demektir. Namâzda, bu üç manânın hepsi bulunduğu için, salât denilmiştir.
Allahü teâlânın en çok beğendiği ve tekrâr tekrâr emrettiği şey, beş vakit namâzdır. Allahü teâlânın, Müslümânlara îmân ettikten sonra en önemli emri, namâz kılmaktır. Dînimizde ilk emredilen farz da namâzdır. Kıyâmette de, îmândan sonra ilk soru namâzdan olacakdır. Beş vakit namâzın hesâbını veren, bütün sıkıntı ve imtihânlardan kurtulup, sonsuz kurtuluşa kavuşur. Cehennem ateşinden kurtulmak ve Cennete kavuşmak, namâzı doğru kılmaya bağlıdır. Doğru namâz için önce kusûrsuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden namâza başlamalıdır. Namâzdaki her hareketi en iyi şekilde yapmaya uğraşmalıdır.
İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran hayırlı amel, namâzdır. Sevgili Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Namâz dînin direğidir. Namâz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namâz kılmayan, elbette dînini yıkar). Namâzı doğru kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin, kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan namâz, insanı pis, çirkin ve yasak işleri işlemekden korur) buyuruldu.
İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namâz, doğru namâz değildir. Görünüşte namâzdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. İslâm âlimleri, (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyurdu. Sonsuz ihsân sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. Böyle bozuk namâz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demeli, bozuk olanları düzeltmelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.
.
Öfkelenmeyin Sultân'ım mücevherler bulunur..."
8 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :8 Şubat 2025 00:30
Hükümdarın kız kardeşinin mücevherleri çalınmıştı. Sultan 'Hırsızı öldüreceğim' diyordu...
Abdullah el-Ayderûs hazretleri evliyânın büyüklerindendir. 811 (m. 1409) senesinde Yemen’in Terim şehrinde doğdu. 865 (m. 1461) senesinde orada vefât etti. Kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Şöyle nakledilir:
“Bir gün bir kadın Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin hurma bahçesinin önünden geçiyordu. Bahçede bulunan hurmalardan almak istedi. Kadının yanında bir de çocuğu vardı. Kadın çocuğunu bir kenara bırakıp, ağaca çıktı ve bir miktar hurma tapladı. Aşağı indiğinde, Allahü teâlâ, ona oğlunu ölmüş gibi gösterdi. Kadın çocuğunu bu durumda görünce, ağlamaya başladı. Oradan geçenler, 'Bu hurma bahçesi Abdullah el-Ayderûs hazretlerinindir' dediler. Kadın derhâl tövbe edip, hurmaları bahçeye bıraktı. Çocuğunun yanına geri döndü. Çocuğunun tekrar eski hâline dönmüş olduğunu gördü.”
Anlatılır ki: “Abdullah el-Ayderûs’un zamanındaki sultânın bir kız kardeşi vardı. Bu hanımın çok miktarda mücevheri bulunuyordu. Bir gün bu mücevherler çalındı. Bunun üzerine sultan çok kızdı ve; 'Mücevherleri kim aldı ise, onu öldüreceğim' dedi. Abdullah el-Ayderûs bu durumu haber alınca, hemen sultânın yanına gitti ve ona bir süre nasihat etti. Sonra ona; 'Yâ Sultân! Sen hiçbir kimseye zarar verme. Mücevherler bulunur' dedi. Bu söz üzerine sultân rahatladı ve ferahladı...
Gece olunca, Abdullah el-Ayderûs yanına bir talebesini alarak, sarayda çalışan bir görevlinin evine gitti. Onda bulunan bütün mücevherleri istedi. O kişi, evinde bulunan mücevherleri, Abdullah el-Ayderûs’un heybetinden korkarak verdi. Abdullah el-Ayderûs oradan ayrılıp, Şeyh Ömer Mescidi'nin yanına geldi. Yanındaki talebesini saraya gönderip, sultânın kız kardeşini çağırttı. O gelince, ona mücevherlerinin nasıl olduğunu sordu. O da, hepsini bir bir tarif etti. O kişiden aldığı mücevherler arasında bulunan ve tarif edilen vasıflara uyan mücevherleri sultânın kız kardeşine geri verdi. Geri kalan mücevherleri de, tekrar sahibine götürüp teslim etti.”
Süleymân bin Ahmed-i Bâhnâk şöyle anlatır: “Ben bir zaman küffâr beldesinde bulunuyordum. O sırada çok hastalandım. Benim yanımda Şeyh Abdullah el-Ayderûs’un bir elbisesi vardı. Ben onu giydim ve Abdullah-i Ayderûs’u vesile ederek Allahü teâlâdan şifâ ihsân etmesini istedim. Sonra yatıp uyudum. Rüyâmda gördüm ki: Ben bir katıra binmişim ve benim peşimde de bir grup çocuk vardı. Çocuklar; 'Yâ Hannân, yâ Mennân âfi Süleymân' (Yâ Hannân, yâ Mennân Süleymâna şifâ ver) diyorlardı. Ben sabah kalktığım zaman, hastalığımdan hiç eser kalmadığını gördüm.”
.
Bir şey şüpheli ise ondan sakının!.."
9 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :8 Şubat 2025 23:31
İnsanın kalbinde verânın (şüpheli şeylerden sakınma) bulunması, bütün dünyâya bedeldir.
Abdullah Ömerî hazretleri tanınmış hadîs âlimlerindendir. 184 (m. 800) senesinde Medine-i Münevvere’de vefât etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünya husûsunda, kendisinden yukarı olanlara, dîni husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakan kimseyi, Allahü teâlâ şükredici ve sabredici olarak yazmaz. Dünya husûsunda kendisinden aşağıda olanlara bakıp, din husûsunda kendisinden yukarıda olana bakan kimseyi Allahü teâlâ, şükreden ve sabırlı bir kul olarak yazar.”
İbrâhîm bin Sa’d hazretlerinden rivâyet etti: Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Eshâbım hakkında, Allahü teâlâdan korkun! Sakın benden sonra onlara düşmanlık yapmayınız. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden, kin tutan, bana düşmanlığından dolayı böyle yapmış olur. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden, Allahü teâlâya eziyet etmiş olur. Kim Allahü teâlâya eziyet ederse, Allahü teâlânın onu cezalandırması çok yaklaşmıştır, demektir.”
Sâlim bin Abdullah hazretlerinden rivâyet etti: Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmeden önce Ma’rûfu (iyiliği) emredip, Münker’den (kötülükten) nehyediniz (alıkoyunuz.) Günahınıza pişman olup, Allahü teâlâdan afv ve mağfiret dilemeden önce, elbette Allahü teâlâ sizin duâlarınızı kabûl etmeyecek. O zaman afv mağfiret de olunmayacaksınız. Yahudi âlimleri ve Hristiyan din adamları Emr-i ma’rûf ve Nehy-i an-il münkeri terk ettikleri için, Allahü teâlâ onları, kendi Peygamberlerinin lisânı üzere lanetleyip, umûmî bir belâ vermiştir.”
Ebû Ca’fer el-Hızâ, Abdullah Ömerî’nin bir gün büyüklerden birisinin şu sözünü naklettiğini bildirdi: “Kur’ân-ı kerîmi çok okumalı. Çünkü, Kur’ân-ı kerîm, okunup emirlerine uyulduğu zaman, Cennete götürür.”
Ebû Münzir İsmail bin Ömer anlattı. Abdullah Ömerî şöyle diyordu: “İnsanoğlu gaflete dalar da, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz olur. Yasakladığı şeyleri yapmaya başlar, insanlardan korkarak, Emr-i ma’rûf ve Nehy-i an-il-münker (iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma) farzını terk eder.”
Birisi, “Bana nasîhat et” dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek “Verâ çok kıymetli bir haslettir, insanın kalbinde verânın (şüpheli şeylerden sakınma) bulunması, bütün dünyâya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa haram işlersin” dedi.
Sen cenaze yıkar mısın? Yarın bak neler olacak”
10 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :10 Şubat 2025 00:46
Ebû Osman Abdullah hazretlerinin müezzin Davud’a, “Yarın sabah bak ne olacak” demesinin, vefatına bir işaret olduğu anlaşıldı.
Ebû Osman el-Yuneynî hazretleri Şam’da yetişen evliyânın büyüklerindendir 530 (m. 1136) senesinde Lübnan’da Ba’lebek beldesine bağlı Yuneyn köyünde doğdu. 617 (m. 1220) senesinde vefât etti. Zamanın da o beldenin en büyük velisi idi. Çok keramatleri görüldü.
Ebû Osman el-Yuneynî’nin vefatı şöyle anlatılır: “Ebû Osman hazretleri bir cuma günü yıkanmak üzere hamama gitti. Cuma namazı için gusül abdesti aldı. Sonra camiye gelip cuma namazını kıldı. Sonra Dâvûd ismindeki müezzine; “Yâ Dâvûdî sen cenaze yıkar mısın? Yarın bak neler olacak” dedi. Bundan müezzin bir şey anlamadı ve “Efendim! Biz sizin emrinizdeyiz” dedi. Ebû Osman el-Yuneynî, oradan ayrılıp dergâhına geldi. Talebelerini, her zaman altında oturduğu ağacın yanına çağırdı ve onlara; “Beni, buraya defnedin” diye vasiyet etti. O gece bütün talebeleriyle sohbet etti ve onlara ayrı ayrı dua etti.
Onlardan birisi: “Ey Allahü teâlânın dostu! Falanca, sizin için falan yerden bir miktar güzel su getirmiş, içer misiniz?” deyince, Abdullah el-Yuneynî, o suyu alıp içti. Artan bir miktarı ile abdest aldı. Sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra, her zaman çıktığı minderin üzerine çıkıp, kıbleye doğru bağdaş kurup oturdu. Her zaman olduğu gibi tesbihi elinde idi. O hâlde hiç kimse ile konuşmadı. Herkes onun uyuduğunu zannedip usulca oradan ayrıldılar. Bir ara hizmetçisi bir ihtiyacı danışmak için yanına girdi.
Ebû Osman el-Yuneynî’yi uyuyor zannederek yanından çıktı. Bir süre sonra, “Hocamız bu kadar geç kalmazdı” diye düşünerek, özel hizmetçi Abdüssamed tekrar odaya girdi ve “Yâ Seyyidi! Yâ Seyyidi!” diye seslendi, Ebû Osman el-Yuneynî hiç ses vermeyince, yanına gidip baktığında, Ebû Osman el-Yuneynî’nin vefât etmiş olduğunu gördü. Hemen melik Emced’e haber verdiler. O da, derhâl dergâha geldi. Ebû Osman Abdullah’ın hiç renginin değişmediğini ve bağdaş kurmuş bir hâlde vefat etmiş olduğu gördü. Hemen cenaze işlerine başladılar. Müezzin Dâvûd gelip, Ebû Osman Abdullah’ı yıkadı. O zaman Ebû Osman’ın müezzin Davud’a, “Yarın sabah bak ne olacak” demesinin, vefatına bir işâret olduğunu anladılar. Elbisesini vasiyet ettiği kimseye verdiler. Yine vasiyet ettiği üzere, talebeleriyle altında sohbet ettiği ağacın dibine defnedildi. Daha sonra buraya birçok evliya defnedildi.
.
Altın suyu ile üzerinde hat yazılı olan kaftan…
11 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :11 Şubat 2025 00:42
Abdest aldı ve “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim” buyurdu.
Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velilerin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde İran’da Hemedan’da doğdu. 1140 (H.535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefat etti. On sekiz yaşında Bağdat’a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i Şîrâzî’den öğrendi. İki yüz on üç mürşîd-i kâmilden istifade etti. Yedi bin kâfirin imana gelmesine vesile oldu. Hızır aleyhisselam ile çok sohbet etti. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük veliler yetiştirdi.
Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A'zam’a pek çok bağlıydı. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saadet yolunu anlatmak ile meşgul olmuştur. İlmi, fazileti ve kerametleriyle İslam dünyasında tanınıp, çok sevilmiştir.
Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zat şöyle anlatıyor: Bir zamanlar velilerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütalaa ettim. Bana gayet hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zatı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyada, heybetli, vakarlı, ak sakallı, pek nurani bir zatın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthaneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra “Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim. Ona, yani o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.
Cennet ve cehennem ehlinin amelleri nelerdir?
12 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :12 Şubat 2025 01:00
Âdem aleyhisselâm Allahü teâlâya, (Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli nedir?) diye sordu.
Tennurî İbrahim Efendi Osmanlı evliyasındandır. Amasya’da doğdu. Konya’da Mevlâna Sarı Yakup’tan tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet ders okutmakla meşgul olarak sonra da Akşemseddin hazretlerine intisap etti. 887’de (m. 1482) Kayseri’de vefat etti. Buyurdu ki:
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, belini kudretiyle mesh buyurduğu zaman, ondan iki avuç aldı. Birisini sağ tarafından, diğerini ise sol tarafından aldı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler gibi olduğunu gördü. El-Vâkı’a sûresindeki bir âyet-i kerimede meâlen, (İşte bu sağdakiler Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da bir fayda ve bir zarar yoktur) buyuruldu. Âdem aleyhisselâm Allahü teâlâya, (Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli nedir?) diye sordu. Allahü teâlâ da, (Bana şirk koşmak ve gönderdiğim Peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda (Peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyan etmektir) buyurdu.
Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâya duâ ederek, (Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şahit kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler) dedi. Allahü teâlâ da, nefslerini şahit yapıp (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Rabb’imizsin. Biz şehadet eyledik) dediler. Allahü teâlâ, melekleri ve Âdem aleyhisselâmı da şahit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın rubûbiyyetini ikrar ettiler. Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi. Çünkü bunların hayatları yalnız ruhani bir hayat idi. Cismani bir hayat değildi.
Allahü teâlâ bunları Âdem aleyhisselâmın sulbüne yerleştirdi. Ruhlarını kabzedip, arşın hazinelerinden birinde muhafaza kıldı. Bir babanın nutfesi ananın rahminde karar edip, çocuğun cismani sureti tamam olduğu zaman, henüz ölüdür. Melekûtî bir cevheri olduğundan, cesedin fenalaşması menedildi. Allahü teâlâ rahimde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murad buyurduğunda, arşın hazinelerinde bir müddet gizleyip muhafaza buyurduğu ruhu, o cesede iade eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar. Çok çocuk vardır ki, anne karnında hareket eder. Validesi bazen işitir. Bazen işitmez. Allahü teâlânın ruhlara, (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim) diye sorduğu mîsâktan (sözleşmeden) sonraki ölüm yani, ruhunu arşın hazinelerine göndermesi birinci ölüm ve şimdiki ana karnındaki hayat, ikinci hayattır.
"Kim ki bir mümine yardım ederse..."
13 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :12 Şubat 2025 21:46
"Müslüman kardeşinin ihtiyâcını temin edenler, Allahü teâlânın yakın dostu ve velî kulu olur."
Hâfız Cemâlüddîn Makdisî hazretleri hadîs ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimidir. 581 (m. 1185) senesinde Kudüs’te doğdu. Şam’da büyük âlimlerden hadis ilmi tahsil etti. İsfehan ve Nişâbûr’a ilim öğrenmek için gitti, sonra Şam'a döndü. Melik el-Eşref, onun için Sefh’da kendi ismiyle bir hadîs külliyesi yaptırdı ve Ebû Mûsâ’yı rektör tayin etti. 629 (m. 1232) senesinde Şam’da vefât etti. Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet ediyor:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim."
İbn-i Abbâs Peygamber efendimizden şöyle rivâyet etmiştir: "Hayır ve şer Allahü teâlâ hazretlerindendir. Hayır anahtarları ellerine verilmiş olanlara müjdeler olsun. Şer anahtarları ellerine verilen kimselere yazıklar olsun."
Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur; "Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun kullarına kim daha çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever."
Afv el-Müzenî babasından o da dedesinden (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) şöyle rivâyet eder: Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, insanların ihtiyaçlarını gördürmek için öyle kullar yaratmıştır ki, onlara Cehennem azâbı yoktur. Kıyâmet günü olunca onlar için nûrdan kürsüler hazır olur. İnsanlar hesâba çekilirken onlar Allahü teâlâ ile sohbet ederler."
Ali ibni Ebî Tâlib (radıyallahü anh) rivâyet etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşine yardım ve ihtiyâcını temin etmek için harekete geçip yürürse, Allahü teâlânın yolunda harb eden mücâhidler sevâbı verilir."
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir Müslüman kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, Allahü teâlânın yakın dostu ve velî kulu olur. Bir kimse mümin kardeşinin sıkıntısını gidererek sevindirirse, Allahü teâlâ o mümine mahşerde, sırâtı geçerken iki tâne nûrdan ışık verir. Bu iki nûrun ziyâsının kudretini yalnız Allahü teâlâ verir."
Niyet, abdest almaya başlarken yapılır…
14 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :13 Şubat 2025 22:14
Mâlikî mezhebinde gusülde niyet, muvalat ve delk farzdır.
Ebû Muhammed Mısrî hazretleri Mâlikî mezhebi müctehidlerinden olup İmâm-ı Mâlik hazretlerinin talebelerindendir. 55 (m. 772) senesinde Mısır’da İskenderiye’de doğdu. Zamanın birçok âliminden ilim tahsil edip, hadîs-i şerîf rivayet etti. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin en mümtaz talebeleri arasında yer aldı. 214 (m. 829)'da vefat etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Mâlikî mezhebinde gusülde niyet, muvalat ve delk farzdır. Niyet, gusle başlarken yapılır. Unutulursa gusülden sonra hatırladığı zaman niyet etmesi de sahihtir. Gusle başlarken cünüplükten temizlenmeye diye niyet edilir; cünüp olduğunu bilerek gusleden, zaten buna niyet etmiş demektir. Muvalat, uzuvları ara vermeden yıkamaktır. Delk, yıkanan yerleri el ile hafif sıvazlamaktır. Dokunmak da delk yerine geçer. Gusülde saçı hilallemek, [saç arasına iki elin parmaklarını sokup çekmek] farzdır. Kadın, gusülde, saçların dibine, yani başındaki deriye su ulaşabiliyorsa, saçındaki örgüyü çözmez. Yani, örülü saçın dibi ıslanınca, çözmeden örgünün üstünü ıslatmak yeterlidir. Saç dibi ıslanmazsa, örgüyü açmak gerekir. Örülmemiş saçların her tarafını da yıkamak farzdır. Gusülde yıkamadık yer kaldığını bir ay sonra bile hatırlasa, yalnız orayı hemen yıkaması gerekir. Yıkamazsa guslü bâtıl olur.
Abdestte; niyet, muvalat, delk, başın tamamını mesh etmek farzdır. Niyet; elleri, ağzı, burnu veya yüzü yıkarken yapılır. Abdestte kaşların ve kirpiklerin altındaki deriyi yıkamak, kulak arkasıyla saç arasındaki deriyi ve kulak memesi önündeki saç ve deriyi mesh farzdır. Altında deri görünen hafif sakalı mesh, kesif sakalı yıkamak farzdır. Kadın, saçının hepsini mesh eder. Örülü saçını açmaz. Örgünün üstünden mesh eder. Ayak parmaklarını hilallemek müstehaptır. Abdest alırken el parmakları açılıp kapandığı için kendiliğinden delk meydana gelir. Ayrıca hilallemek gerekmez. Hilallemenin mahzuru olmaz. Oğlana, hanımına veya yabancı kadına şehvetle dokunan erkeğin, erkeklere şehvetle dokunan kadının abdesti bozulur. Şehvetsiz dokunursa abdest bozulmaz. Kan, irin, sarı su hastalık sebebiyle çıkarsa, yel elde olmadan kaçarsa yani tutulamasa, idrar tutulamasa, bunlar abdesti bozmaz. Bunun gibi, kadınlardaki akıntı da abdesti bozmaz. Saç tıraşı olunca, tırnak kesilince abdest bozulmaz.
Kur’ân-ı kerimi okurken uyulacak edepler vardır
15 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :15 Şubat 2025 01:21
Kur’an-ı kerimi tecvide uygun ve güzel sesle okumalı, fakat teganni etmemelidir!
Tâcüddîn el-Vâsıtî hazretleri kıraat âlimidir. 671 (m. 1273) senesinde Irak’ta Vâsıt’da doğdu. 740 (m. 1340) senesinde Bağdat’ta vefât etti. Kur’ân-ı kerimin okunuşu ile ilgili olan kıraat ilmini birçok zattan öğrendi. Çok yerler dolaştı. Kıraat ilmine dair birçok eser yazdı.
Tâcüddîn el-Vâsıtî’nin bir kitabının ön sözüne yazdığı kıraat hususundaki kaside özetle şöyledir: “Eserimi yazmaya Allahü teâlâya hamd ve sena ederek başladım. Bütün varlıkların yaratıcısı, yoktan var edicisi yalnız Allahü teâlâdır. O büyüktür. Birdir. Samed’dir (her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz bir yaratıcıdır), Semî’dir (Allahü teâlâ işitir. Vasıtasız, ortamsız olarak işitir. İşitmesi kulların işitmesine benzemez). Basîr’dir (Allahü teâlâ görür. Aletsiz ve şartsız olarak, gizli ve aşikâr olan her şeyi görür). Bâkî’dir (Allahü teâlâ, hiç yok olmaz. Ortağı olmak muhal olduğu gibi zât ve sıfatları için de yokluk muhaldir). Mütekellim’dir (Allahü teâlâ söyleyicidir. Söylemesi âlet, sesler ve dil ile değildir. Kur’ân-ı kerîm onun kelâmıdır). Âlim’dir (Allahü teâlâ herşeyi bilir. Bilmesi yarattığı varlıkların bilmesi gibi değildir. Bilmesinde değişiklik olmaz). Ezelî ve ebedîdir. Mürîd’dir (Allahü teâlânın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her şey onun dilemesi ile olur. İradesine engel olacak hiçbir kuvvet yoktur). Kâdir’dir (Allahü teâlânın gücü her şeye yeticidir. Hiçbir şey ona güç gelmez).”
Kitabın devamında şöyle anlatır: Kur’an-ı kerim okurken şu edeplere dikkat edilmelidir: Abdestli olarak, temiz bir yerde kıbleye karşı diz üstü oturmalıdır! Erkekler başı açık okumamalı, hiç değilse bir takke giymelidir! Takkesiz okumak tenzihen mekruhtur. Mushafa bakarak okumak, ezbere okumaktan daha sevaptır. Kur’an-ı kerim okumaya başlarken Euzü ve Besmele çekmelidir! Manasını bilen de, bilmeyen de ağır ağır okumalıdır! Mümkünse, ağlayarak okumalıdır! Ağlayamayan kimse, ağlamak için kendini zorlamalıdır! Her âyetin hakkını vermeli, yani azap âyetini okurken, korkarak, rahmet âyetlerini heveslenerek, tenzih âyetlerini tesbih ederek okumalıdır! Kur’an-ı kerim okurken, kendisinde riya, yani gösteriş uyanırsa veya namaz kılan kimseye mâni olursa, yavaş sesle okumalıdır! Kur’an-ı kerimi tecvide uygun ve güzel sesle okumalı, fakat teganni etmemelidir!
Nikâhtan sonra nafaka farz olur
16 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :16 Şubat 2025 01:44
Nafaka, insanın yaşayabilmesi için gerekli şey, yiyecek, giyecek ve ev demektir.
İbn-i Adîy hazretleri hadîs ve fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. 277 (m. 890) senesinde İran'da Cürcân'da doğdu. 365 (m. 976) tarihinde Cürcan’da vefat etti. İlim öğrenmek için Şam’a, daha sonra Mısır ve başka yerlere gitti. Verdiği hükümler ve beyanları, kendinden evvel ve sonra gelen âlimlerin hepsinin ilmine ve hükümlerine uygun idi. Kadılar ve âlimler onun hükümlerini aynen kabul edip onun bildirdiğiyle hükmettiler. Buyurdu ki:
Nafaka, insanın yaşayabilmesi için gerekli şey demektir. Bu da, yiyecek, giyecek ve evdir. Yani mutfak masrafı, ev kirası, giyim ve ev eşyası masrafıdır. Bu masraflar, zamana, hâle, örf ve âdete göre değişir. Hanımı zengin olsa bile, bunun nafakasını vermek, kocası üzerine farzdır. Nafaka, nikâhtan sonra hemen farz olur. Erkek ve hanımı fakirlerse, fakir nafakası verir. Zenginlerse, zengin nafakası vermesi gerekir. İkisinden biri zengin olup, öteki fakirse, orta hâl nafakası verir. Örf ve âdete göre, kadına gereken gıda, elbise ve ev eşyasının hepsi, nafakaya dâhil olur. Erkek bunları getirir. Kadın kendi malını kullanmaya zorlanamaz. Kullanırsa, erkek bunların parasını hanımına öder. Her şeyi erkeğin getirmesi gerekir. Kadını, çalışıp kazanmaya zorlamak haramdır. Kız olsun, dul olsun, evli olmayan fakir kadına babası bakmaya mecburdur. Babası yoksa veya fakirse, zengin akrabası bakar. Bunlar da yoksa veya bakamazlarsa devlet maaş bağlar. Ana babası da dâhil, kocasının akrabasından hiç kimsenin evde bulunmamasını istemek, kadının hakkıdır. Kadın izin verirse, kocası mahrem akrabasını evinde bulundurabilir. Erkek de, hanımının ana, baba ve kardeşlerini bile eve sokmayabilir, fakat onları görmesine ve onlarla konuşmasına mâni olamaz. Mâni olursa erkek günaha girer. Buna rağmen kadın, kocasından izinsiz yakınlarını ziyarete gidemez. Giderse, kocasının emrine uymadığı için o da, günah işlemiş olur. Fakir olan küçük çocuğun annesi, kız kardeşi ve amcası zengin olsalar, nafakanın üçte birini annesi, yarısını kardeşi, gerisini amcası verir. Fakir bir kimsenin, zengin bir kız kardeşi ve baba bir kız kardeşi ve anne bir kız kardeşi varsa, bu kimseye üç kız kardeşi ortaklaşa bakar. Nafakanın beşte üçünü kız kardeşi, beşte birini baba bir kız kardeşi, beşte birini de anne bir kız kardeşi verir, çünkü bu kimse ölseydi, mirası bu oranda paylaşırlardı.
.
Kur’ân-ı kerimde üç kısım ahkâm vardır
17 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :17 Şubat 2025 00:35
Kur’ân-ı kerimdeki ahkâmlar o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlamaya insan gücü yetişemiyor.
Ebû Muhammed Takıyyüddîn bin Ahmed hazretleri Hanbelî mezhebi âlimlerindendir. 635 (m. 1237) senesinde doğdu. Birçok âlimlerden hadîs-i şerîf, nahiv ve edebiyat ilmini öğrendi. Bir müddet Hicaz’da ikamet etti. Takıyyüddîn Havranî ve diğer tasavvuf ehli ile sohbet etti; Sonra Mısır beldelerine gidip, bir müddet de oralarda ikamet etti. 718 (m. 1318)’de vefat etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerimden çıkmaktadır. Kur’ân-ı kerim, bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkâmı ve daha fazlasını kendisinde toplamaktadır. Kur’ân-ı kerimdeki bu ahkâm üç kısımdır:
Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akıl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlayabilir. Yani her âyet-i kerimede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün bakımından çeşitli manalar ve hükümler vardır. (Nass), manaları açık ve meydanda olan âyet-i kerimelere ve hadîs-i şerîflere denir. Kur’ân-ı kerimdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkça anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile meydana çıkarılabilir. Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamanında hatalı ve şüpheli olamazdı. Çünkü Cebrâîl aleyhisselâm gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin ahirete teşrifinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahiy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lazımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lazım ise de, icma hasıl olmayan ictihâdlarda şüphe etmek, imanı gidermez. Kur’ân-ı kerimde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmaya insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmiştir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerimden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısım ahkâmda kimse, Peygamberden ayrılamaz.
.
Allahü teâlâ ehl-i bid’ati sevmez!.."
18 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :18 Şubat 2025 00:44
Peygamberimizin ve dört halifesi zamanında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan işler bid'attir...
Ebû Abdurrahmân bin Ahmed bin Hanbel hazretleri, Ahmed bin Hanbel hazretlerinin oğludur. Tanınmış hadîs hafızlarındandır. 213 (m. 828) senesinde Bağdâd’da doğup, 290 (m. 903) senesinde orada vefât etti. Her bakımdan babasından çok istifâde etmiş, onun terbiyesinde yetişmiştir. İmâm-ı Şafiî hazretlerinden de çok ders almıştır. Bildirdiği hadîs-i şeriflerden bazısı:
Babam, Ebû Hüreyre’den şu hadîs-i şerîfi bildirdi. Resûlullah Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Ramazan ayı gelince, rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” Ben bunu duyunca babama; "Fakat, ramazan olduğu hâlde insanlar sar’a hastalığına yakalanmaktadır. Bu nasıl oluyor?" diye sordum. Bunun üzerine, babam bana: “Hadîs-i şerîf böyledir. Bu husûsta artık konuşma” dedi. Sonra yine Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerîfi nakletti. Resûlullah Efendimiz “Bir kimse Ramazan-ı şerîf orucunu, inanarak ve sevâbını Allahü teâlâdan umarak tutarsa, geçmiş günahları af ve mağfiret olur” buyurdu.
“Allahü teâlâ Ehl-i bid’ati (Peygamberimizin ve O’nun dört halifesi zamanında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan sözlere, yazılara, usûllere ve işlere ibâdet olarak inanıp, yapan ve yaptıranları) sevmez.”
Ebû Abdurrahmân buyurdu: “Yahyâ bin Maîn ile beraber San’a’ya gitmiştik, ikindi namazı sıralarında oraya vardık. Büyük âlim Abdürrazzak’ın evini sorduk. 'Ramade' denilen köyde olduğunu söylediler. Orası San’a’ya yakın bir yerdi. Yahyâ bin Maîn San’a’da kaldı. Ben o köye kadar gittim. Çünkü, Abdürrazzak denen âlimle görüşmeyi çok istiyordum. Köye varınca, evini sordum. Bana evi gösterdiler. Evin yanına gittim. Orada oturup bekledim. Akşam namazından az önce, mescide gitmek üzere evinden çıktı. Hemen yanına koştum. Elimde seçtiğim bazı hadîs-i şerîfler vardı. Yanına yaklaşınca, 'Selâmün aleyküm. Allahü teâlâ sana merhamet eylesin. Ben uzaklardan geldim. Bana şu hadîs-i şerifleri okur musun?' dedim. Bana 'Sen kimsin?' diye sordu. Ben de 'Ahmed bin Hanbel’im' dedim. Bu sözüm üzerine, tevâzu ile döndü. Beni kendisine doğru çekti. 'Vallahi, sen Ebû Abdullah’sın' yani Ahmed bin Hanbel’sin dedi. Sonra, elimdeki hadîs-i şerifleri aldı. Okumaya başladı. Karanlık basıncaya kadar devam etti. Sonra bakkâldan, aydınlatacak bir şey istedi. Bana o hadîs-i şerîfleri bitinceye kadar okuyuverdi.”
.
Toprak, peygamberlerin cesetlerini çürütmez!..
19 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :19 Şubat 2025 00:40
"Cuma günleri bana çok salevât okuyunuz! Ümmetimin okuduğu salevât, her Cuma günü bana bildirilir."
Abdullah bin Büreyde hazretleri, Tabiîn devrinin hadîs âlimlerindendir. 14 (m. 635) târihinde Kûfe’de doğdu. Basra’da yaşadı. Merv şehrine kadı olarak tayin edildi ve 115 (m. 707) târihinde orada vefât etti. Eshâb-ı kirâm’dan Abdullah İbn-i Mes’ûd ile görüşmüştür. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:
“Ben sizi (İslâmın ilk zamanlarında) kabirleri ziyâretten menetmiştim. Artık onları ziyâret edin.”
Âişe (radıyallahü anha) şöyle rivâyet ediyor: “Resûlullah Efendimiz rahatsız iken bana, (Ebû Bekr’e gidiniz! Namazı o kıldırsın!) buyurunca, (Yâ Resûlallah! Ebû Bekr (radıyallahü anh), [insanlara İmâm olmak için] sizin yerinize geçince çok ağlar. Ağlamasından dolayı insanlar onun kırâatini anlayamaz. Ömer çağırılsın, o insanlara namaz kıldırsın) dedim. (Ebû Bekr’e gidiniz! Namazı o kıldırsın) buyurdu.”
Ebüdderdâ’nın (radıyallahü anh) bildirdiği hadis-i şerifte, (Toprak Peygamberlerin cesetlerini çürütmez. Cuma günleri bana çok salevât okuyunuz! Ümmetimin okuduğu salevât, her Cuma günü bana bildirilir) buyuruldu.
Abdullah ibn-i Ömer’in (radıyallahü anhüma) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Her peygamberin iki emîn veziri vardır. Benim semâ ehlinden iki vezirim Cebrâil ile Mikâil aleyhisselâm ve yerdeki iki emînim ve vezirim ise, Ebû Bekr ile Ömer’dir.”
Resûlullah Efendimizin yanına Hazreti Osman (radıyallahü anh) gelince, Resûl aleyhisselâm, etekleri ile mübârek ayaklarını örttü. Hazreti Âişe bunun sebebini sorduğunda; “Ondan melekler hayâ ediyor. Ben hayâ etmez miyim?” buyurdu.
Abdullah ibn-i Ömer’in (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bütün insanlar, âhirette kurtuluşu umarlar. Lâkin, Eshâbıma dil uzatanlar müstesna. Âhırette ehl-i mevkîf (mahşer yerinde toplananlar) onlara lanet eder.”
Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anhüma) şöyle anlatıyor: Resûlullah Efendimiz Hazreti Ali’ye (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Ey Ali! Sen Cennettesin. Ey Ali! Sen Cennettesin. Ey Ali! Sen Cennettesin.”
Hazreti Huzeyfe’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı dost edindiği gibi, beni de dost edindi. Cennette benim köşküm ile İbrâhim aleyhisselâmın köşkü karşı karşıyadır, ikisinin arasında Ali bin Ebî Tâlib’in köşkü vardır.”
.
"Ramazanın bereketi hayırları başkadır..."
20 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :20 Şubat 2025 01:15
Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın zâtının ve şü’ûnlarının bütün kemâllerini kendinde toplamıştır.
Erzincanlı Sadık Efendi Osmanlı evliyasındandır. Nakşibendî şeyhlerinden mücahit bir zattır. Anadolu ve Rumeli eyaletlerinde birçok seyahat ettiği ve seferlere katıldığı "Risale-i Mergûbe"sinde yazılıdır. 1209 (m. 1794)’de şeyhi bulunduğu Üsküdar’da Alaca Minare zaviyesinde vefat ederek oraya defnedildi.
Sadık Efendi, bir sohbetinde buyurdu ki:
Mubârek ramazân ayının Kur’ân-ı kerîm ile tam bağlılığı vardır. Bu bağlılıktan dolayı, Kur’ân-ı kerîm bu ayda inmeye başladı. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde, (Kur’ân-ı kerîm ramazân ayında indirildi) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın zâtının ve şü’ûnlarının bütün kemâllerini kendinde toplamıştır, asıl dâiresinin içindedir. Ona hiçbir zıl yaklaşmamıştır. (Kâbiliyyet-i Ûlâ) onun zıllidir.
Ramazân-ı şerîf ayının Kur’ân-ı kerîm ile bağlılığı olduğu için, bu ayda bütün hayırları ve bereketleri kendinde toplamıştır. Bütün bir yıl içinde herhangi bir yoldan herhangi bir kimseye gelen bütün hayırlar ve bereketler, bu çok kıymetli ayın bereketleri denizinden bir damla gibidir. Bir kimse bu ayda kendini toparlarsa, bütün yılı iyi olarak geçer. Bu ayı kötülükle geçirirse, bütün senesi kötü geçer.
Ramazân-ı mubârek ayı bir kimseden râzı olursa, o kimseye müjdeler olsun. Bir kimseye gücenirse, bereketlerinden ve hayırlarından pay almazsa, o kimseye yazıklar olsun! Bu ayda, Kur’ân-ı kerîmi hatmetmek, aslın bütün kemâllerine ve zıllin bütün bereketlerine kavuşmak için olabilir.
Ramazân-ı şerîfde Kur’ân-ı kerîmi hatmeden kimsenin bereketlerine kavuşması hayırlarından pay alması umulur. Bu ayın günlerinin bereketi başka, gecelerinin hayırları başkadır. İftârda acele etmenin ve sahûru geciktirmenin, böylece gecesi ile gündüzünün tam ayrılmasının sünnet olması, bu incelikten ileri gelebilir...
Yukarıda söylediğimiz " Kâbiliyyet-i Ûlâ"ya " Hakîkat-i Muhammediyye" de denir “alâ masdarihessalâtü vesselâmü vettehıyye”... Bu, bütün sıfatları bulunan " Kâbiliyyet-i zât) demek değildir. Büyüklerden birkaçı böyle demiş ise de, öyle değildir. Zât-i ilâhînin ilm i’tibârının kâbiliyyetidir ki, Kur’ân-ı kerîmin hakîkati olan, zâtın ve şü’ûnlarının kemâllerinin hepsine bağlıdır. Sıfatlara bağlı olan ve zât ile sıfatlar arasında bir geçit olan (Kâbiliyyet-i ittisâf), ondan başka bütün Peygamberlerin hakîkatlarıdır “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât”.
"Namaz kılmayan kıyâmet günü perişan olur!..”
21 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :20 Şubat 2025 21:56
“Namazı şartlarına uygun olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delîl ve kurtuluş olur..."
Ebû Abdurrahmân el-Umrî hazretleri, Tabiîn devrinin hadîs âlimlerindendir. 127 (m. 744) yılında vefât etmiştir. Eshâb-ı kiramdan İbn-i Ömer, Enes bin Mâlik’ten (radıyallahü anhüma), ayrıca Süleymân bin Yesâr, Ebî Sâlih bin Semmân’dan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Sahabeden aldığı hadîs-i şeriflerden bazıları şöyledir:
“Ay (Şaban ayı) yirmidokuz gündür. Hilâli görmedikçe oruç tutmayınız. Hilâli görmedikçe bayram etmeyiniz. Eğer ufkunuz bulutlanmış bulunursa sayıyı otuza tamamlayınız.”
“Herhangi bir kimse din kardeşine 'Ey kâfir' derse bu tekfîr sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne âlâ! Aksi takdîrde sözü kendi aleyhine döner.”
“Ey kadınlar cemaati! Sadaka verin! İstiğfarı da çok yapın! Çünkü ben ekseriyetle Cehennemliklerin sizlerden olduğunu gördüm.”
“İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
“Dünyada adâleti gözetenler, kıyâmette, böyle davranmalarının mükafatı olarak inciden minber üzerinde otururlar.”
“İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder.”
“Cebrâil (aleyhisselam) bana komşu haklarından o kadar çok bahsetti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim.”
“Kalbinde kibrin zerresi bulunan, Cennete giremez.”
“Amellerin en efdali hangisidir” diye soruldu. Buyurdu ki: “Fakirlere yemek yedirmek, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermektir.”
“Namazı şartlarına uygun olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delîl ve kurtuluş olur. O’na devam etmeyenler kıyâmet günü perişan olurlar.”
“Cemâatle namaz kılmak için yola çıkan kimsenin, attığı her adımda bir günahı silinir ve amel defterine bir sevap yazılır.”
“Allaha ve âhiret gününe îmân eden, misâfirine ikram etsin. Allaha ve âhiret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin. Allaha ve âhiret gününe îmân eden, hayrı söylesin, yahut sussun.”
“Cehennemden uzaklaşıp, Cennet’e girmek isteyen son nefeste kelime-i şehâdet söylesin ve kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın.”
“Sadakanın en faziletlisi, iki dargın kimsenin arasını bulmaktır.”
“Dört sıfata sahip olduktan sonra dünyâdan başka bir şey kazanamadığına ehemmiyet verme! Bunlar, emaneti muhafaza etmek, sözün doğrusunu söylemek, güzel huylu olmak, afif (iffetli) olmak.”
.
"Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizdeki ondan da beter!.."
22 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :22 Şubat 2025 01:30
"Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez."
Sani Ahmed Efendi Mevlevî şeyhlerinden olup Tokat’ta doğdu. Orada tahsilini ve çilesini tamamladıktan sonra bir müddet memleketinin mevlevîhanesinde şeyhlik yapıp bundan sonra Aydın dergâhı şeyhliğine nakletti. 1290 (m. 1873)’de bir iş için İstanbul'a gelişinde vefat ederek Yenikapı Mevlevîhanesine defnedilmiştir. Sohbetlerinde Mesnevi’den naklen buyurdu ki:
Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var. Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan öyle tavşan maskarası olmaz. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.
Taşlar, taş yürekli kâfirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir hâlde cehenneme girerler. Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
“Doydun mu” denir. O kurt ve sırtlan gibi “Hayır doymadım” der. İşte ateş, işte sana hararet! Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu” diye bağırır.
Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüziler daima küllün tabiatındadır.
Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malum olur. Bel gibi olan el de, Allah işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibarelerindendir. Allah’nın işaretlerini canına nakşederek ve o işarete vefakârlık ederek can verirsen.
Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder. Şimdi yük altındasın; Allah seni yükler, bidirir... Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vasıl olursun. Allah’ın nimetlerine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebriliğin ise o nimeti inkârdır.
Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini arttırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma! Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur? Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun! Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!
Zira şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hâl, şükretmeyeni, ta ateşin dibine kadar çeker götürür. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allah’ya dayan!”
.
Namazı doğru kılan, kötü şeylerden korunmuş olur
23 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :23 Şubat 2025 01:31
İbâdetler îmândan parça değildir. Yalnız, namazda söz birliği olmadı.
Sirâcüddîn Şârmesâhî hazretleri Mâlikî mezhebi fıkıh âlimidir. 589 (m. 1193) senesinde Mısır’da Şârmesah köyünde doğdu. Kahire’de ilim tahsili yaptıktan sonra Mâlikî mezhebi âlimlerinden bazıları ve ailesi ile birlikte Bağdad’a gitti. Oradaki âlimlerle görüştü. Halîfe el-Mustansır, onu hürmet ve saygı ile karşıladı. Mustansıriyye Medresesi’nde Mâlikî mezhebi fıkhını öğretti. Uzun zaman bu vazîfede kaldı. Sonra memleketine döndü 669 (m. 1271) senesinde Şârmesah’ta vefât etti. Birçok eser yazdı. Bunlardan “El-Fevâidü fil-fıkh” kitabında şöyle nakleder:
Peygamberimiz, (Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar) buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur.
Allahü teâlâ, bütün isimlerinin ve sıfatlarının kemâllerini, üstünlüklerini, en sevgili kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde Onda görünmektedir. Ona indirilmiş olan kitap, yâni Kur'ân-ı kerim, bütün Peygamberlere indirilmiş olan kitapların hepsinin hulâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere verilmiş olan din de, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükû etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bazısına yalnız sabah namazı emredilmişti. Başkalarına, başka vakitlerin namazı emrolunmuştu. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri, bu dinde emrolundu. Bunun için, bu dîni tasdik etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdik etmek ve hepsine uymak olur.
Demek oluyor ki, bu dîni tasdik edenler, ümmetlerin en hayırlısı, en iyileri olur. Bu dîne inanmayan, beğenmeyen, buna uymak istemeyen de geçmiş dinlerin hepsine inanmamış, hiçbirine uymamış olur.
Bunun gibi, insanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmayan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allahü teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullaha inanmak, Onun üstünlüğünü anlamak da, bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur.
.
Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur"
24 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :24 Şubat 2025 01:25
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Rahmet melekleri, ceres, [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmez."
Ketile el-Bağdâdî hazretleri Hanbelî mezhebi fıkıh âlimidir. 605 (m. 1208) senesinde Bağdâd’da doğdu. İlim öğrenmek için birçok yerlere gitti. Şam’da, Bağdad’da, Mısır’da meşhur âlimlerden hadis ve fıkıh ilmi tahsil etti. 681 (m. 1282) senesinde vefât etti. Birçok eserler yazdı. “Es-Simâ” isimli kitabında şöyle nakleder:
Simanın caiz olduğu ve caiz olmadığı yerler vardır. Aletsiz, çalgısız nağmeli sese sima denir. Çalgı aleti ile birlikte olan insan sesine gına [müzik] denir. Gına haramdır. Lokman sûresinin 6. âyetindeki lehv-el hadis ifadesini âlimler musiki, çalgı aleti olarak bildirmiştir. İbni Mesud hazretleri yemin ederek lehv-el hadis’ten kasıt, çalgı aleti ve musiki olduğunu söylemiştir. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: (Üçü hariç, her lehv bâtıldır.) Demek ki lehv, bir oyun, bir eğlence, bir çalgı olduğu için böyle buyuruluyor. Müfessirler, İsra suresinin 64. âyetinde şeytana, (Vestefziz… bi savtike [Sesinle oynat]) demenin çalgı ile oynat demek olduğunu, bu âyetin, her çeşit çalgıyı haram ettiğini bildirmişlerdir.
Müfessirler Enam suresinin 70. âyetini, (Dinlerini [şarkı ile, musiki ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak dur) şeklinde tefsir etmişlerdir. (Şimdi siz bu söze [Kur’âna] mı şaşırıyorsunuz? Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz ve siz gafletle oynuyorsunuz.) [Necm 59-61] Müfessirler, “entüm samidün” ifadesini, (Kur’ân okunduğunu işittikleri zaman onu dinletmemek için teganniye [şarkı türkü söyleyerek şamataya] başlarlar, oynarlardı) diye açıklıyor.
İbni Abbas ve Mücahid hazretleri de bu ifadenin şarkı olduğunu söylemiştir. Kur’ân-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Peygamberin emrine uyun, yasak ettiğinden sakının!) [Haşr 7]
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin, pis şeyleri haram kılar.) [Araf 157]
(Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.) [Nisa 65]
(Kur’ânı sana insanlara açıklayasın diye indirdik.) [Nahl 44]
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İlk teganni eden şeytandır.)
(Sesini gına ile yükseltene şeytan musallat olur.)
(Rahmet melekleri, ceres, [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmez.)
(Rahmet melekleri, köpek ve çan bulunan kafileye yaklaşmaz.)
"Şu bedeninin de senin üzerinde hakkı vardır!"
25 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :25 Şubat 2025 01:00
Abdullah bin Amr bin Âs çok ibâdet yapardı. Bütün hayatını ibâdet etmeye vakfetmişti. Ve bir gün...
Ebû Yahyâ eş-Şâmî hazretleri,Tabiîn devrinin hadîs âlimlerindendir. 119 (m. 737) târihinde vefât etti. Şamlıların âlimlerinden olup, Ümm-üd-Derdâ, Recâ bin Hayve, Ubâde bin Sâmid’den (radıyallahü anhüm) hâdîs-i şerîf rivâyet etti.
Naklettiği hâdîs-i şerîflerden bazıları şöyledir:
İbn-i Muhayriz’den rivâyet etti. Resûlullah Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: “Allah yolunda iken hâsıl olan tozla, Cehennemin dumanı, bir Müslümanın üzerinde bir araya gelmez.”
Ebûdderdâ’dan rivâyet etti: Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: “Siz, kıyâmet gününde, kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. Öyleyse, isimlerinizi güzel koyunuz.”
Abdullah bin Amr bin Âs (radıyallahü anhüma) çok ibâdet yapardı. Bütün hayatını ibâdet etmeye vakfetmişti. Zühd ve takvâsı çoktu. Hatta bu hâli sebebiyle, evlendiği zaman, günlerce hanımının yanına varmadı. Babası Hazreti Amr bin Âs, bu durumu Resûlullah’a arz ederek, evlilikten de nasîbini almasını istemişti. O kadar ibâdet yapma arzusu vardı ki, hayatta bulundukça her gün oruç tutmak ve her gece namaz kılmak üzere Allah’a yemîn ederek nezirde bulundu. Onun bu hâlini Resûlullah Efendimize haber verdiklerinde, Ona “Ey Abdullah! Her gün oruç tuttuğun bütün gece namaz kıldığın bana haber verilmedi mi sanırsın!” buyurdu. O da “Evet yâ Resûlallah! Öyledir” dedi. Bunun üzerine Resûlullah “Böyle yapma! Bazı günlerde oruç tut, bazı günlerde iftar et, oruç tutma! Gecenin bir kısmında uyu, bir kısmında da namaz kıl. Çünkü şu bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; gözünün de bir hakkı vardır, hanımının bir hakkı vardır, komşunun da bir hakkı vardır. Binâenaleyh, bu hakların hepsini yerine getirerek, her ayda üç gün oruç tutmak sana kâfidir. Her yapılan iyiliğe ve her hayır ve ibadete karşılık olarak on misli sevap ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç gün orucu, bütün sene orucu demektir” buyurdu.
Hazreti Abdullah da “Yâ Resûlallah! Ben bundan daha fazla ibâdet etmek için kendimde kuvvet buluyorum” dedi. Resûlullah, “Öyle ise Dâvûd aleyhisselâmın orucu gibi oruç tut, fazla tutma!” buyurdu. O da “Dâvûd peygamberin orucu ne kadardır?” diye sordu. Resûlullah Efendimiz cevabında buyurdu ki: “En makbûl oruç, kardeşim Dâvûd aleyhisselâmın orucudur. Bir gün yer, bir gün tutardı.”
"Allah’ım, Ebu Hüreyre’nin annesine hidayet ver!.."
26 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :26 Şubat 2025 01:03
Hazret-i Ebu Hüreyre, annesinin de Müslüman olmasını çok istiyor, fakat bir türlü muvaffak olamıyordu!..
Abdullah Ahvâzî hazretleri hadîs âlimi olup, hafız, yani yüz bin hadîs-i şerîfi ezberden bilirdi. İran’da Ahvâz şehrinin Civâlîk kasabasında doğdu. O devirde yaşayan âlimlerden ders aldı. Hadîs-i şerîf öğrenmek için, birçok şehri dolaştı. Pekçok hadîs âliminden hadîs-i şerîf rivâyet etti. 306 (m. 919) senesinde vefât etti. İlm-i hadîsle ilgili “el-Fevâid” isimli eseri vardır. Bu kitabında şöyle nakleder:
Hazret-i Ebu Hüreyre (radıyallahü teâlâ anh), Eshab-ı kiramın büyüklerindendir. Eshab-ı kiramın, derece olarak, büyüğünün de, küçüğünün de Cennetlik olduğu, hadis-i şeriflerle ve âyet-i kerimelerle bildirilmiştir. Bir âyet-i kerimede buyuruldu ki: (Mekke’nin fethinden önce Allah için mal verip savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlarla eşit değildir. Onların derecesi, sonradan Allah yolunda harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber, Allah hepsine de en güzel olanı [Cenneti] vadetmiştir.) [Hadid 10]
Allahü teâlâ, (Ve küllen vaadallahül hüsna [Hepsi için Hüsnayı [Cenneti] söz verdim.] ) buyuruyor. Hepsi Cennetlik olan insanlar için, nasıl, muteber değildir denebilir ki? Bu, âyet-i kerimeyi inkâr olmaz mı? Ehli bilir ki, hadis ravilerinde, adalet şartı aranır. Ama Eshab-ı kiram ravi ise, onda böyle bir şart aranmaz. Çünkü hepsinin adil olduğunda icma hasıl olmuştur. Eshab-ı kiramdan herhangi birine adil değil diyen, icmaya karşı gelmiş olur. İcma’ya karşı gelmek de küfürdür...
Hazret-i Ebu Hüreyre, Müslüman olduktan sonra, annesinin de Müslüman olmasını çok istiyor, bunun için çok uğraşıyordu; fakat bir türlü muvaffak olamıyordu. Bu hususta şöyle anlatmıştır:
Resulullaha, annemin hidayete kavuşması için dua buyurun dedim. Resulullah, (Allah’ım, Ebu Hüreyre’nin annesine hidayet ver) diye dua buyurdu. Eve varınca annem, ya Eba Hüreyre, ben Müslüman oldum dedi ve Kelime-i şehadeti söyledi. Ben sevincimden ağlayarak annemin Müslüman olduğunu müjdeledim. Dedim ki, ya Resulallah, annemi ve beni müminlerin sevmesi için, bizim de, müminleri sevmemiz için dua edin. Resulullah, (Allah’ım, şu kulunu ve annesini mümin kullarına, müminleri de onlara sevdir) buyurarak dua etti. Artık beni bilen ve gören her mümin sevdi.
Hazret-i Ebu Hüreyre, Eshab-ı kiramın en fakiri olduğu için, Eshab-ı Suffa arasına katıldı. Eshab-ı Suffa, Mescid-i Nebi’de kalır, hep ilimle meşgul olurdu.
"Nefisimizin kötülüğünden Allahü teâlâya sığınırız..."
27 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :26 Şubat 2025 22:13
"Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tevbe etmeli, Ona yalvarmalıdır!"
Kale’î hazretleri, Şafiî mezhebi kelâm, fıkıh ve usûl âlimlerindendir. İsmi, Abdullah bin Halîl’dir. 760 (m. 1359) senesinde Şam kalesinde doğdu. Burada meşhur âlimlerden ilim tahsil etti. Mısır’a gidip oranın büyük âlimlerinden de ilim öğrendi. Sonra Şam’a geldi. El-Akîbet-ül-kebîre isimli zaviyesinde ders verirdi. 833 (m. 1430) senesinde Şam’da vefat etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Bir kimse, kötü huylarını yok etmezse ve emirlere uyarak ve yasaklardan sakınarak kendini süslemezse, bu nîmetim kokusunu bile duyamaz. İslâmiyetten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc denir ki, onu dünyada ve âhırette rezil olmaya sürükler. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ayak uydurmayan bir kimse, felaketlerden kurtulamaz. Birkaç günlük dünya hayatını, Hak teâlânın râzı olduğu şeyleri yapmakla geçirmelidir. Bir kimsenin işlerinden, onun sahibi râzı olmazsa, onun yaşaması nasıl olur? Hak teâlâ, onun büyük, küçük her yaptığını bilmekte ve görmektedir. Hazırdır ve nâzırdır. Utanmak lâzımdır. Eğer bir kimsenin onun çirkin ve kötü işlerini gördüğünü anlasa, onun gördüğü yerde bozuk bir şey yapmaz. Ayıplarını, kusurlarını onun gördüğünü istemez.
Müslümanlara ne oldu ki, Hak teâlânın hazır olduğunu bilerek, Onun beğenmediği şeyleri yapmaktan sıkılmıyorlar? Bu nasıl Müslümanlıktır? Hak teâlâya, kendi kusurlarını gören bir kimse kadar kıymet vermiyorlar. Nefislerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozuk olmasından Allahü teâlâya sığınırız. Hadis-i şerifte, (Lâ ilâhe illallah diyerek îmanınızı tâzeleyiniz!) buyuruldu. Şânı, şerefi çok büyük olan bu sözle her ân, îmanı tâzelemeli. Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tevbe etmeli, Ona yalvarmalıdır! Belki, tevbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadis-i şerifte, (Sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyuruldu. Yâni, iyi işleri geciktirenler, bugünün işini yarına bırakanlar aldandı, ziyân etti. Boş zamanı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır.
Tevbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir. Hak teâlâdan, her ân bu nîmeti istemelidir. İslâmiyeti iyi bilen ve hakîkat âleminden haberi olan Allah adamlarından yardım beklemeli, bunlardan imdâd istemelidir. Böylece, Hak teâlânın lütfuna kavuşarak, Onun mukaddes tarafına çekilir. Ona karşı başkaldıramaz olur. İslâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulundukça, kendini tehlikede bilmelidir. Bu ayrılıkların, uygunsuzlukların hepsini yok etmelidir.
Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar!..
28 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :27 Şubat 2025 22:53
Dîn-i islâm, dört vesîka ile bizlere gelmiştir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer’ıyye) denir.
Şerefüddîn Makdisî hazretleri Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerindendir. 646 (m. 1248) senesinde Kudüs’te doğdu. Zamanındaki büyük âlimlerden ilim öğrendi. Birçok âlim, ona icâzet verdi. Şam’da Müftîlik makamına yükseldi. Bir seneden fazla kadılık vazîfesinde kaldı. Sâhibiyye Medresesi’nde ders okuturdu. Eşrefiyye Medresesi’nin hadîs meşihatına (rektörlüğüne) tayin edildi. 732 (m. 1331) senesinde Şam’da vefât etti.
Bu mübarek zat, bir dersinde şunları anlattı:
Dîn-i islâm, dört vesîka ile bizlere gelmiştir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer’ıyye) denir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir. Tasavvuf büyüklerinin kalplerine gelen ilhâmlar, keşifler, ahkâm-ı İslâmiye için senet ve vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, İslâmiyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, aşağı derecelerdeki Müslümânlar gibi, bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir.
Ahkâm-ı islâmiyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, marifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Yanî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiada bulunanlar, zındıktır, dinsizdir. Böyle kimselerden, aslandan kaçmaktan dahâ çok kaçmalıdır. Aslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır.
İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (Bid’at sâhibi) olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır) buyurdu.
Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun mezhebi yoktur demek, mezheplerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.
Müslümanda bulunması gereken üç haslet...
1 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :28 Şubat 2025 22:44
"Bilmediğini öğren, dinlemesini bil, seni ziyâret etmeyeni ziyâret et!"
Abdullah bin Muhayrız hazretleri Tabiînden meşhûr hadîs âlimidir. 99 (m. 717) senesinde Kudüs’te vefât etti. Birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kütüb-i sitte denilen meşhûr hadîs kitaplarında yer almıştır. Abdullah bin Muhayrız hazretleri, son derece sabırlı ve mütevâzi bir zât idi. O, kendisinin dîn-i İslâmı yaşamadaki gayreti ve takvâsı için bir şey verilmesini istemezdi. Tanındığı zaman oradan uzaklaşırdı. Bu hâli de Eshâb-ı kiramın (aleyhimürrıdvân) hâline tam uygun idi ki onlar kendilerini tanıyıp Eshâb’dan oldukları için normal fiyatından çok tenzilât yapanlardan bir şey satın almazlardı...
Ahmed bin Hanbel hazretleri, İsmail bin İbrâhîm’den rivâyetle Reca’ bin Ebî Seleme diyor ki:
İbni Muhayrız elbise almak için bir manifaturacının dükkânına girdi. Orada olan birisi manifaturacıya, “Sen bu zâtı tanıyor musun? Bu zât İbni Muhayrız’dır” dedi. İbni Muhayrız hemen kalktı ve “Biz paramızla bir şey almaya geldik, dinimizle değil” diyerek oradan ayrıldı.
Buyurdu ki: “İpek elbise giymek sûretiyle haram işlemektense; vücûdumun her yerinin alaca (cilt hastalığı) olmasını daha çok severim.”
Hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bazı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona “Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum” dedi. Bunun üzerine İbni Muhayrız “Nefsimi temize çıkarmaktan Allahü teâlâya sığınırım” dedi. Bundan sonra Mısır kumaşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı.
Allah korkusundan beti benzi sararmış bir halde, “Ey Allahım benzim senin korkundan sararıp solmuş ve rengini kaybetmiş bir hâle gelecek şekilde korkmayı nasip etmeni istiyorum” diye duâ eder ve ağlardı. İnsanların ikiyüzlü olmasına, nefislerinin arzuları peşinden koşmalarına çok üzülür ve bu şekilde onların hâlini şöyle açıklardı: “Eğer sizler iyi güzel şeyleriniz olduğu zaman insanlara gösteriş yapar, öğünür, onu parmağınızla gösterir ve beğenmeyecekleri bir şey olduğu zaman da gizlerseniz; Allahü teâlâ böyle olanları kıyâmet günü Cehenneme atar ve onu yalancı diye adlandırır.”
İbni Muhayrız dedi ki: Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından Fudale İbn-i Ubeyd (radıyallahü anh) ile görüştüm. Nasîhat istedim: “Eğer bu üç haslet sende bulunursa Allahü teâlâ bu hasletlerle sana iyilikler ihsân eder. Bu üç haslet; bilmediğini öğren, dinlemesini bil, kendini ziyâret etmeyeni ziyâret et” buyurdu.
Ferâiz, din bilgisinin yarısı demektir!.."
2 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :1 Mart 2025 23:00
Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde, en açık ve en geniş bildirdiği şey, meyyitten kalan mîrâsın nasıl dağıtılacağıdır
Ebû Hakîm Habri hazretleri hadîs ve Şafiî fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. 476 (m. 1083) yılında Bağdad’da vefât etti. Zamanın meşhûr Şafiî fıkıh âlimlerinden “Tabakât” sahibi Ebû İshâk Şirâzî ve Hüseyn bin Muhammed Vennî’den fıkıh ilmini tahsil etti. Ebû Muhammed Cevherî ve daha birçok âlimden de hadîs-i şerîf dinleyip, ilim öğrendi.
Miras taksiminde, temel ilimlerden olan fıkıh ve matematik ilimlerini iyi öğrenip, ferâiz ilminde meşhûr oldu.
Onun bilhassa ferâiz (miras taksimi) ilmi üzerinde çalışmasının sebebi; Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ferâiz ilmini öğrenmeğe çalışınız! Bu ilmi gençlere öğretiniz! Ferâiz ilmi, din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır” buyurmasıdır.
Bu ilmin unutulmasını önlemek, gençlere öğreterek emr-i Nebevî’yi yerine getirmekti.
Zamanında, Bağdad ve çevresinde bir Müslüman vefât ettiği zaman, hiçbir kimse meyyitin malına dokunmaz, bir taraftan da hemen Ebû Hakîm Habri davet edilirdi. Ebû Hakim Harbi, meyyitin iğneden ipliğe ne kadar malı varsa yazar, mirasçılarına taksim ederdi. Böylece, mirasçıların haksız olarak meyyitin malından kullanması ve haram yemeleri önlenmiş olurdu. Kardeş kardeşe düşman olmaz, herkes hakkına râzı olur, kanâat ederdi.
Bu mübarek zat bir dersinde buyurdu ki:
Vefât eden kimsenin bıraktığı malın kimlere verileceğini ve nasıl dağıtılacağını öğreten ilme, (İlm-i ferâiz) denir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde, en açık ve en geniş bildirdiği şey, meyyitten kalan mîrâsın nasıl dağıtılacağıdır. Burada yapılacak işlerin çoğu farz olarak emrolunduğu için, hepsine (Ferâiz ilmi) denilmiştir...
Kaybolan kimse, hükmen öldü sayılır. Ana rahminde öldürülüp diyeti verilen cenîn, takdîren ölü sayılır. Bu ikisinin de malları vârislerine taksîm edilir. Ölüm zemânında ana rahminde bulunan vâris, takdîren diri sayılır. Bu cenîn, bir oğlan veyâ bir kız imiş gibi iki türlü ferâiz hesâbı yapılıp, ikisinden hissesi çok olanı ayrılıp, geri kalan, diğer vârislere taksîm edilir. Bu cenîn iki seneden önce, diri olarak doğarsa, hemen ölse bile vâris olur ve ölünce mîrâs bırakır.
"Ümmetimin hepsi cennete girer...”
3 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :3 Mart 2025 01:15
"Allahım! Ben bütün yaptıklarımın ve yapmadıklarımın şerrinden sana sığınırım."
İbn-i İdris hazretleri Tebe-i Tâbiîn’in fıkıh, hadîs ve kırâat imamlarındandır. Adı, Abdullah’tır. 120 (m. 737) yılında Kûfe’de doğdu. 192 (m. 807) yılında orada vefât etti. İmâm-ı A’meş, Mâlik bin Enes ve daha birçok âlimden ilim öğrendi. İmâm-ı Mâlik’in sohbet arkadaşlarından olup, onun mezhebinden idi...
Bir defasında birisi name yaparak bir soru sordu. Bunun üzerine buyurdu ki; “Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de buyuruyor ki; (Az kalsın, söyledikleri sözden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yere düşecek.) (Meryem-90) Siz konuşurken name yaptığınız müddetçe ben size hadîs-i şerîf nakletmem.”
Ubâde İbn-i Sâmit’ten (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti; “Biz Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) zorlukta, kolaylıkta, neşede, kederde ve başkalarını bizim üzerimize tercih edilmesi hallerinde itaat eylemek, âmir olan kimselerle emirlik husûsunda nizâlaşmamak, her nerede bulunursak bulunalım, muhakkak hakkı söylemek, Allah yolunda hiç bir kimsenin kınamasından ve kötülemesinden korkmamak üzere bîat edip söz verdik.”
Hazreti Âişe (radıyallahü anha) vâlidemize Peygamberimizin okuduğu bir duâ sorulduğunda; Resûlullahın, “Allahım! Ben bütün yaptıklarımın ve yapmadıklarımın şerrinden sana sığınırım” diye duâ ettiğini buyurdu. Naklettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
Abdullah İbn-i Abbâs hazretlerinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır.”
Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah buyurdu ki: “Girmek istemeyen müstesna, ümmetimin hepsi Cennete girer.” Bunun üzerine orada hazır bulunan bir sahabi Cennete girmek istemeyen kimsenin hâline taaccüp ederek “Cennete kim girmek istemez, ki? Herkesin arzusu Cennete girmektir” diye arz edince, Peygamber efendimiz; “Zâhirî ve batınî olarak emrettiğim ve nehyettiğim işlerde bana itaat eden kimse, ebedî kalıcı olarak Cennete girer. (Bu husûslarda) bana itaat etmeyen ise Cennete girmekten imtina etmiş, girmek istememiş olur” buyurdu.
Resûlullah, Hazreti Âişe’ye buyurdu ki: “Kabrin sıkıştırması ve Münker-Nekir’in suâli ânında hâlin nasıl olacak? Yâ Hümeyrâ! Kabrin sıkıştırması mümin için, annenin çocuğunun ayağını eliyle çekmesi gibidir. Münker ve Nekîrin sorusu da mümin için, ağrıdığı zaman göz için göz taşı gibidir.”
.
Kur’ân okunan eve bereket, iyilik gelir...
4 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :4 Mart 2025 00:03
Kur’ân-ı kerîmi, güzel ses ile, Allah’tan korkarak ve hüzün ile okumalıdır.
İmam-ı İbn-i Kesir hazretleri Tabiîn devrinde Mekke’de yetişen meşhûr kırâat âlimlerinin ikincisidir. 45 (m 665) yılında Mekke’de doğdu. Eshâb-ı kiramın ve Tâbiîn’in büyüklerinden Abdullah bin Zübeyr, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-ı Ensârî, Enes bin Mâlik, Mücâhid bin Cebr ve Abdullah İbn-i Abbâs’ın kölesi Derbâs’a yetişip onlardan ilim aldı, hepsinden rivâyette bulundu. Kur’ân-ı kerîm’in kırâatini arz yolu ile Abdullah bin Sâib’den aldı. 120 (m. 738)’de vefat etti.
Bu mübarek zat, bir dersinde buyurdu ki:
Bir hadîs-i şerîfte, (Ümmetimin yapdığı ibâdetlerin en kıymetlisi, Kur’ân-ı kerîmi, Mushafa bakarak okumaktır) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîm okumanın en efdali, namazda okumaktır. Bir hadîs-i şerîfte, (Namazda okunan Kur’ân, namaz dışında okunan Kur’ândan dahâ hayırlıdır) buyuruldu.
Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: "Namazda ayakta iken okunan Kur’ânın her harfi için yüz sevap verilir. Namaz dışında abdestli okuyunca, her harfi için yirmibeş sevap verilir. Abdestsiz okuyunca, on sevap verilir. Yürürken ve iş yaparken okuyunca, daha az sevap verilir. Manasını düşünerek bir âyet okumak, başka şey düşünerek, bütün Kur’ânı hatmetmekten daha çok sevaptır."
Kur’ân-ı kerîmi, güzel ses ile, Allah’tan korkarak ve hüzün ile okumalıdır. Tegannî ile, şarkı söyler gibi Kur’ân okuyana sevap verilmez. Sûre veya âyet okumaya başlarken E’ûzü okumak vâciptir. Fâtiha okumaya başlarken Besmele okumak da vâciptir. Diğer sûrelere başlarken Besmele okumak sünnettir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Kur’ân-ı kerîmi tecvîd bilgisine uyarak okuyunca, her harfine yirmi sevap verilir. Tecvîde uymazsa, on sevap verilir.)
Bir âyeti ezberledikten sonra unutmak, en büyük günahlardandır. (Kur’ân-ı kerîm okunan evden, Arşa kadar nûr yükselir) hadîs-i şerîftir. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki: "Kur’ân okunan eve, bereket, iyilik gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytânlar oradan kaçar."
Kur’ân-ı kerîmi dinlemek çok sevaptır. Hadîs-i şerîfte, (İnsanın dinlediği bir âyet, kıyâmette kendine nûr olur) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîm okumayı geçim vâsıtası yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Kur’ân-ı kerîm okuyunca, Allahü teâlânın rızâsını ve Cenneti isteyiniz! Dünyâlık istemeyiniz! Bir zaman gelir ki, hâfızlar, Kur’ân-ı kerîmi, insanlara yaklaşmak için vâsıta yaparlar) buyuruldu.
Oruç tutanın, tövbe edenin günâhları yanar, yok olur!
5 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :4 Mart 2025 23:04
İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübarek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır.
Mecdüddîn-i Mûsulî hazretleri Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 599 (m. 1202) senesinde Musul’da doğdu, ilim tahsiline, önce babasından ilim alarak başladı. Sonra Şam’a giderek Cemâlüddîn-i Husayrî’den de ilim tahsil etti. Yaşadığı devirde, fıkıh ve usûl ilimlerindeki âlimlerin en büyüğü oldu. Bir müddet Kûfe kadılığı yaptı. Daha sonra Bağdad’a gidip, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin kabri yanında ders okutmaya başladı. Vefâtına kadar, fetvâ verip ders okuttu. 683 (m. 1284) senesinde vefât etti. “Muhtâr” ve bunun şerhi olan “İhtiyâr” kitapları meşhûrdur. Bu kitabında şöyle anlatır:
İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübarek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Oruç, hicretten onsekiz ay sonra, Şabân ayının onuncu günü, Bedir gazâsından bir ay evvel farz oldu. Ramazan, yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günâhları yanar, yok olur.
Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” bildirdi ki, Resûlullah Şabân ayının son günü hutbede buyurdu ki: (Ey Müslümânlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece [Kadr gecesi], bin aydan daha hayırlıdır. Allahü teâlâ, bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri terâvîh namazı kılmak da sünnettir. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda mü’minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden âzâd eder. O oruçlunun sevâbı kadar, ona sevap verilir.)
Eshâb-ı kirâm, dediler ki: Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluya iftâr verecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz. Resûlullah buyurdu ki:
(Bir hurma ile iftâr verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikrâm edene de, bu sevap verilecektir. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası afv ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmakdır. Bu ayda, emri altında olanların vazîfesini hafîfletenleri Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır. Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelîme-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmekdir. İkisini de, zâten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden Ona sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmayacaktır.)
..
İnsanlar edebe, ilimden daha fazla muhtaçtır...”
6 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :5 Mart 2025 22:52
“Kendisinden ilim öğrendiği hocada, ayıp ve kusur arayan kimse, o zâttan istifâde edemez.”
Abdullah bin Menâzil hazretleri evliyanın büyüklerindendir. Hamdûn-i Kassâr’ın talebesi olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde âlim, faziletler sahibi idi. Hadîs ilminde de âlim olup, çok hadîs-i şerîf dinlemiş ve yazmıştır. 329 (m. 940)’da Horasan’da Nişâbûr’da vefât etti.
Ahmed bin Hamîdî Esved, Abdullah bin Menâzil’e gelerek; “Rüyâmda gelecek seneye kadar öleceğini gördüm, dünyâyı terk etmeye hazırlansan iyi olur” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Menâzil buyurdu ki: “Bize uzun bir süreden bahsettin. Gelecek seneye kadar yaşamaya elimde delîlim var mı?” buyurdu.
Ebû Ali Dekkâk hazretleri şöyle anlatır: “Bir gün Ebû Ali Sakafî konuşurken Abdullah bin Menâzil, ona 'Ölüme hazır ol, çünkü bundan kurtulmanın çâresi yoktur' dedi. Bunun üzerine Ebû Ali Sakafî ona 'Ey Abdullah! Sen de ölüme hazır ol, şüphesiz öleceksin' deyince, Abdullah bin Menâzil kolunu yastık şeklinde uzatarak başını koluna koydu ve 'İşte öldüm' dedi ve derhal rûhunu teslim etti. Bu durum karşısında Ebû Sakafî söyleyecek bir söz bulamadı. Çünkü Abdullah bin Menâzil’e fiilen mukâbele etmek imkânına sahip değildi. Ebû Ali Sakafî’yi dünyâya bağlayan birtakım sebepler vardı. Abdullah bin Menâzil’in ise Allahü teâlâdan başka meşgûliyeti yoktu. Dünyâ ile alâkasını kesmişti."
Abdullah bin Menâzil buyurdu ki: “İnsanlar senin sû-i zannından, sen de nefsinin vesvese ve hevasından kurtulduğun vakit, senin için vakitlerin en fazîletlisidir.”
“İnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtır.”
“Hayâdan bahseden, ama kendisi Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimseye ne kadar şaşılır.”
“İhtiyâcı olmayan bir şeyi kendisine lâzım kılan, ihtiyâcı olan bir şeyi zayi etmek durumunda kalır.”
“Allahü teâlâ çeşitli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, namazı, orucu ve seher vakitleri istiğfar etmeyi buyurdu. İstiğfarı en sonra söyledi. Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusurlu görüp, hepsine af ve mağfiret dilemesi lâzım oldu.”
“Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayırlıdır.”
“Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, o zâtın ilminden, feyiz ve bereketinden istifâde edemez.”
“Tevekkül sahibi kimse, her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâya dönen kimsedir.”
“Farzlardan birini eda etmeyen, sünneti yapmama belâsına yakalanabilir. Sünneti terk edenin ise bidate düşmesi muhakkaktır.
.
İlim, müminin en samîmi dostudur
7 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :6 Mart 2025 23:17
En akıllınız, Allahü teâlâdan en çok korkanınız, emir ve yasaklarına en güzel şekilde riâyet edeninizdir.
Ebü’ş-Şeyh hazretleri hadîs âlimlerinin büyüklerindendir. Adı Abdullah bin Muhammed’dir. 274 (m. 887) senesinde doğdu. On yaşından itibâren hadîs-i şerîf dinlemeye ve ilim öğrenmeye başladı. Zamanındaki büyük âlimlerin derslerine devam ederek hadis rivayet etti. 369 (m. 973) yılında vefât etti.
Ebü’ş-Şeyh’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Allahü teâlâ, yarısı kardan ve yarısı ateşten olan bir melek yaratmıştır. Bu melek 'Allahım! Kar ile ateşi birleştirdiğin gibi, sâlih kullarının kalblerini de birleştir' diye duâ eder.”
“Et, dünyâ ve âhıretin en üstün yemeğidir. O, kulağın işitmesini arttırır. Eğer Rabbimden her gün bana et yemeği nasîb etmesini istesem, nasîb ederdi.”
“Rabbimin katında on ismim vardır. Ben Muhammed’im, Ahmed’im, Mahî’yim; Allahü teâlâ benimle küfrü mahvedecektir. Ben Akîb’im, benden sonra Peygamber yoktur. Ben Hâşir’im, Allahü teâlâ, kullarını beni müteakip haşredecektir. Ben rahmet Resûlüyüm, ben tövbe Resûlüyüm, ben Melâhim Resûlüyüm, ben Mukaftayım. Herkes bana uyar. Ben Kussem’im, yanî olgun ve bütün iyilikleri kendinde toplayan bir kimseyim.”
“İlim; müminin en samîmi dostu, hilm (yumuşaklık, güzel huy) veziri, akıl; ona doğruyu gösteren delîli, amel; fayda ve koruyucusu, rıfk; annesi, mülâyemet; kardeşi, sabır ise ordu kumandanıdır.”
“Bu dünyâ, baştan sonuna kadar yırtılıp da sonunda bir iplik ile tutan elbiseye benzer ki, o da nerede ise kopmak üzeredir.”
“En akıllınız, Allahü teâlâdan en çok korkanınız, emir ve yasaklarına en güzel şekilde riâyet edeninizdir.”
“Üç çeşit komşu vardır. Bunlardan birinin bir hakkı, diğerinin iki hakkı ve üçüncüsünün de üç hakkı vardır. Üç hakkı olan komşu, Müslüman ve akraba olan komşudur. Bunun, komşuluk, İslâmiyet ve akrabalık olmak üzere üç hakkı vardır. Müslüman olan komşunun da, komşuluk ve İslâmiyet hakkı olmak üzere iki hakkı vardır. Müslüman olmayan komşunun ise, yalnız komşuluk hakkı vardır.”
“Dilencilikten korunmak, aile efradına bolluk göstermek ve etrâfındakilere yardımda bulunmak gayesiyle, helâlinden ve meşrû şekilde dünyalık talep eden kimse, yüzü ayın ondördü gibi parlak olduğu hâlde Allahü teâlâya kavuşur.”
.
Kul ile Rabbi arasındaki perde, kendi nefsidir!..
8 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :7 Mart 2025 23:25
Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez.
İbn-i Lebbân hazretleri Hadîs âlimlerinin büyüklerindendir. İsmi Abdullah bin Muhammed’dir. İran’da İsfehân’da doğdu. İsfehân’ın meşhur âlimlerinden hadis ve fıkıh ilmi tahsil etti. Sonra Bağdad’a gelip talebe yetiştirdi. 446 (m. 1054) senesinde orada vefât etti. Birçok eser yazmış olan İbn-i Lebbân’ın en meşhûr eseri, “Dürer-ül-gavvâs fî ulûm-il-Havvâs”dır. Bu kitabında şöyle anlatır:
Kalb, yâni gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevki, medholunmak gibi çeşitli arzuları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakîkatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefislerini düşünmemektedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Çünkü hiçbir şeyi o şey için sevmemektedir. Onun için hiçbir şey perde olmaz...
Kul, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet, ancak tam fena hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. Mutlak olan fena da, Tecellî-i zatîye bağlıdır. Çünkü, ortalıktan karanlığın kalkması, ancak, parlak olan güneşin doğması ile olur. (Muhabbet-i zatiyye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri, sevenin yanında eşit olur. Bu zaman, ihlâs hâsıl olur. Rabbine ancak Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü, ona göre nîmetlerle azâblar arasında başkalık yoktur. İşte bu hâl mukarreblerin derecesidir. Ebrâr böyle değildir. Bunlar, Allahü teâlâya nîmetlerine kavuşmak için ve azâbından korktukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise, nefslerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın zâtını sevmek saadetine kavuşmamışlardır. Bunun için (Ebrârın hasenâtı, mukarreblerin seyyiâtı olmuştur.) Çünkü, ebrârın hasenâtı, bir bakımdan hasenâttır. Başka bakımdan seyyiât olur. Mukarreblerin hasenâtı ise, her bakımdan hasenâttır. Yâni iyiliktir.
.
Büyüklerin çocuklara selâm vermesi câizdir
9 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :9 Mart 2025 00:39
Bir kimseye selâm verirken, cem olarak vermeli, çok kimseye verir gibi vermelidir.
Takıyyüddîn Bağdâdî hazretleri Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 668 (m. 1269) senesinde Bağdâd’da doğdu. Zamanın âlimlerinden fıkıh ilmini öğrendi. Zamanında Bağdad’da ilim husûsunda kendisine müracaat edilen en meşhûr ve başta gelen bir âlim idi. 729 (m. 1329)’da vefât etti.
Bu mübarek zat bir dersinde buyurdu ki:
İki Müslüman karşılaştığı zaman, birbirine (Selâmün aleyküm) demesi ve sonra el ile müsâfeha etmesi sünnettir. Müsâfeha ederken günâhları dökülür. (Selâmün aleyküm) demek, (Ben Müslümanım. Benden sana zarar gelmez. Selâmettesin) demektir. Bir kimseye selâm verirken, cem olarak vermeli, çok kimseye verir gibi vermelidir. Çünkü mümin yalnız değildir. Muhafaza melekleri ve (Kirâmen kâtibîn) adındaki iki melek onunla berâberdir.
Abdüllah bin Selâm “radıyallahü anh” buyuruyor ki: Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’ye hicret buyurduğu zaman, mübârek ağzından ilk işittiğim hadîs-i şerîf şu idi: (Birbirinize selâm veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını gözetiniz! Gece, herkes uyurken namaz kılınız! Bunları yaparak, selâmetle Cennete giriniz!)
Hadîs-i şerîfte, (Tanıdığınız ve tanımadığınız Müslümanlara selâm veriniz!) buyuruldu. Kâfirlere selâm verilmez. Onlar selâm verince, yalnız (Ve aleyküm) denir. Nikâhla alması ebedî harâm olan onsekiz kadına selâm vermek câizdir. Selâmlarına cevâb vermek farz-ı kifâyedir. Bir sebep ile, geçici harâm olan, yani o sebep kalkınca evlenmesi helal olan yedi kadına selâm vermek câiz değildir. Bunların selâmına cevap vermek farz olmaz.
Zengine, zengin olduğu için selâm vermek câiz değildir. Zengin önce selâm verirse, cevap verilmesi farz olur. Büyüklerin çocuklara selâm vermesi câizdir. Selâmda sünnet şöyledir ki, önce büyük küçüğe, şehirli köylüye, devedeki ata binmiş olana, attaki merkepte olana, merkep üstündeki yaya yürüyene, ayakta olan oturana, az olan çok olana, efendi hizmetçisine, baba oğluna, ana kızına verir. Rütbe ve nimeti çok olan önce verir. Nitekim, mirâc gecesi, önce Allahü teâlâ selâm verdi.
İki Müslüman, birbirine aynı anda selâm verirse, her ikisinin de, birbirine cevap vermesi farz olur. Birbirinden sonra selâm verirlerse, ikincinin verdiği selâm cevap yerine geçer. Çok kimseye selâm verildiği zaman, bir kişi, hatta bir çocuk cevap verince, ötekiler vermese de olur.
.
Kıyâmet koptu (kabûl et) onun için ne hazırladın?”
10 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :9 Mart 2025 23:01
Bir kimse geldi ve Peygamber Efendimize “Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman?” diye sordu.
Ebû Bekr Begâvî hazretleri Hadîs âlimlerinin büyüklerindendir. 214 (m. 829) yılında Bağdad’da doğdu. Pekçok âlimden ilim öğrenip büyük âlim oldu. Uzun seneler yaşadı. İlmi her yere yayıldı. 317 (m. 929) yılında Bağdad’da vefât etti. Hadîs ilminde hafızlık derecesine ulaşmış olup, yüzbin adîs-i şerîfi sened ve râvileriyle ezbere okurdu. İmâm-ı Nâfi’ ve İbn-i Ömer (radıyallahü anh) yoluyla rivâyet etti: “Üç kişi bir arada bulunduğu zaman, üçüncüyü bırakıp ikisinin bir arada gizli konuşmasını, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) menetti.”
Yine rivâyet etti ki: “Peygamberimiz bir adamın elinde altın yüzük gördü. Elinden yüzüğü çıkarıncaya kadar onu ikaz etti.”
Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) rivâyet etti. Birisi Resûlullaha gelerek: “Yâ Resûlallah! Dünyalık elde etmek gayesi ile gazâya giden kimse için ne buyurursun?” diye sordu. Resûlullah efendimiz “Onun için ecir (sevâb) yoktur” buyurdular. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) bu durumu Eshâb-ı kiram arasında anlattığı zaman onlar, “Belki sen bunu Resûlullah efendimizden iyi anlamadın” dediler. Bunun üzerine Ebû Hüreyre hazretleri tekrar Resûlullahın yanına döndü ve bu husûsu sordu. Resûlullah efendimiz: Üç kerre,“Onun için ecir yoktur” buyurdular.
Nu’mân bin Beşîr (radıyallahü anh) rivâyet etti: “Kıyâmetin önü sıra, bazı fitneler ortaya çıkar. O zamanda kişi, mümin olarak sabaha çıkar, kâfir olarak akşamlar. Mümin olarak akşamlar, kâfir olarak, sabahlar. Bir topluluk, ahlâklarını, az bir dünyalık karşılığında satarlar.”
Enes bin Mâlik hazretlerinden rivâyet etti. Birisi Resûlullaha geldi. “Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman?” diye sordu. Resûlullah efendimiz, “Kıyâmet koptu (kabûl et). Onun için ne hazırladın?” diye sordu. O zât: “Fazla bir şey hazırlamadım. Fakat ben, Allah ve Resûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: “Senin için tahmin ettiğin vardır. Sen sevdiğin ile berabersin” buyurdu.
Resûlallah Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Her gece Kur'ân-ı kerîmin üçte birini okumak sizin elinizden gelmez mi?” Eshâb-ı Kirâm “Buna hangimiz kâdîr oluruz yâ Resûlallah?" dediler. Efendimiz de cevap olarak "Kulhüvallâhü ehad... sûresini okuyamaz mısınız? Bu sûre Kur'ân-ı kerîmin üçte birine denktir."
.
Hiçbir Peygamberin anası babası kâfir değildi!..
11 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :11 Mart 2025 00:03
"Her asırda, her zamanda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyâya getirildim."
Ebû Muhammed el-Buhârî hazretleri Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 398 (m. 1007) senesinde Bağdâd’da vefât etti. Fıkıh ilminde zamanının en meşhûr âlimi idi. Fıkıh ilmini Ebû Ali bin Ebî Hüreyre ve Ebû İshâk el-Mervezî’den öğrendi. Kendisinden ise Kâdı Ebû Tayyib Mâverdî ve pek çok kimse fıkıh ilmini öğrendi. Bir dersinde buyurdu ki:
Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” babalarının ve analarının hiçbiri kâfir değil, aşağı kimseler değildi. Bunu ispat eden âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
(Buhârî-yi şerîf)deki bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz buyurdu ki: (Her asırda, her zamanda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyâya getirildim.) İmâm-ı Müslim’in “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâbındaki hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, İsmail “aleyhisselâm” evlâdından, Kinâne ismindeki kimseyi ve onun sülâlesinden, Kureyş ismindeki zâtı beğendi, seçti. Kureyş evlâdından da, Hâşimoğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti) buyurdu.
Tirmizî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistân’da yetiştirdi. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyilerini seçip, beni bunlardan meydâna getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim, mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır) buyurulmuştur.
Taberânî’nin kitâbındaki bir hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Her şey içinden insanları sevdi, kıymetlendirdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistân’da yerleştirdi. Arabistân’daki seçilmişler arasından da, beni seçti. Beni, her zamandaki insanların seçilmişlerinde, en iyilerinde bulundurdu. O hâlde, Arabistân’da bana bağlı olanları sevenler, benim için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşmanlık etmiş olurlar) buyurulmuştur.
Abdullah bin Abbâs’ın “radıyallahü anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfte, (Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni, tayyib, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum) buyuruldu. İslâmiyyetten önce Arabistân’da zinâ çok olurdu. Bir kadın, bir kimse ile nice zaman metres olarak yaşar, sonra evlenirdi.
.
"Ara bozuculuk, Allah'ın gazâbına sebep olur!"
12 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :11 Mart 2025 23:22
Şerefüddin Şuayb Efendi buyurdu ki: “Ârif kimse, Allahü teâlâdan gelen hiçbir şeyi acâib karşılamaz.”
Şerefüddin Şuayb Efendi Halveti tarikatının kollarından Gülşenî kolu şeyhlerinden olup Edirnelidir. 1329 (m. 1911)’de vefat ederek şeyhlik makamında bulunduğu Müslim Efendi dergâhına defnedildiler. “İzahu'l-Meram Fi Meziyyeti'l-Kelâm” isminde bir eseri vardır. Bu kitabında şöyle anlatır:
“Sâhip olduğun vakitlerin en faziletlisi; nefsinin istek ve arzularından kurtulduğun ve halk için sû-i zanda bulunmadığın vakittir.”
“Nefsi için bir hizmetçi istemediği müddet zarfında kul, kuldur. Kendisi için bir hizmetçi istedimi, yüksek derecesinden düşmüş ve; kulluğun âdabını terk etmiş olur. Çünkü başkasının kendisine hizmet etmesini istiyecek kadar nefsini büyük görmüştür.”
“Eğer bir kul, bütün ömrü boyunca bir an riyasız ve nifaksız kalırsa, o bir ânın bereketini tâ ömrünün sonuna kadar duyar.”
“Ârif kimse, Allahü teâlâdan gelen hiçbir şeyi acâib karşılamaz.”
“Çarşıya erken girip, son çıkanlardan olma! Zira bu vakitler, şeytanın çoğalıp yayıldığı zamanlardır. Aksi hâlde şeytanın oyuncağı olursun!”
“Çok ağlayın! Ağlayamazsanız, ağlamaklı bir hâlde bulunun. Eğer hakîkati bilseydiniz, sesiniz kesilinceye kadar ağlar ve beliniz kırılıncaya kadar namaz kılardınız.”
“Ölünce müminlerin rûhları arşın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında asılıdır. Kâfirlerin rûhları da yedi kat yerin dibindedir.”
“Bir kadının varlıklı zamanında kocasının yüzüne gülmesi, fakat yokluğu zamanında ona hıyânette bulunması, Cehennemlik olduğunun alâmetidir.”
“Aklınızın ermediği şeyleri terk ediniz.”
“Faydasız söz söylemeyiniz.”
“Müzevvirlik (ara bozuculuk) ve iki dostun arasını açmak, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Eğer siz benim bildiğime vâkıf olsaydınız, çok ağlardınız.”
“Hayrın en iyisi doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itaat eden hanımdır. Şerlerin de en fenâsı yalan söz, fenâ kalb ve itaat etmeyen hanımdır.”
“Allahü teâlâ, şükreden kullarına nimetlerini artıracağını vadetti. Belâlara sabreden için, Zümer suresi onuncu âyetinde meâlen; (Ancak sabırlı olanların mükâfatı, bolca ve hesapsız verilir) buyurdu. Feth-i Mûsulî’yi bir gün sıtma nöbeti tuttu. Bu derdin kendisine geldiğine şükredip, bin rek’at namaz kıldı. Buyurdu ki: Ben O’nu nasıl hatırlayabilirdim ki, Rabbim, yaptığım günahları affetmek için sıtma hastalığını ihsân etti.”
.
Sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid
13 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :12 Mart 2025 23:17
Câmide i’tikâf etmek, ezân, ikâmet okumak, cemaat ile namaz kılmak Sünnet-i hüdâdır.
İbn-i Ziyâd hazretleri Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 238 (m. 852) senesinde Horasan’da Nişâbûr’da doğdu. Buradan Irak, Şam, Mısır şehirlerine giderek ilim tahsil etti. Son olarak Bağdâd’a yerleşti. 324 (m. 936) senesinde Kûfe’de vefât etti. Şamlı, Mısırlı, Bağdâdlı pek çok âlimden ilim aldı, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Müzenî’nin “Muhtasar” kitabına zeyl, ilâve yazmıştır. Bu eserinde şöyle anlatır:
Sünnet iki türlüdür: Sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid. Sünnet-i hüdâ, câmide i’tikâf etmek, ezân, ikâmet okumak, cemaat ile namaz kılmak gibidir. Bunlar, İslâm dîninin şiârıdır. Bu ümmete mahsûsturlar. Çocukların sünnet edilmeleri de böyledir. Bir şehir halkı, bu sünnetlerden birini terk ederse, bunlarla harb edilir. Beş vakit namazdan üçünün revâtib, yani müekked sünnetleri de böyledir.
Sünnet-i zevâid, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” giyim, yimek, içmek, oturmak, barınmak, yatmak ve yürümekteki âdetleri ve iyi işlere sağdan başlamak, sağ el ile yiyip içmek gibidir. Bazı hadîs-i şerîflerde sakal boyamak emrolundu. Bazılarında da yasak edildi. (Hristiyanlar boyar, siz boyamayınız. onlara benzemeyiniz!) buyuruldu. Bunun için, selef-i sâlihînden bir kısmı boyadı. Bir kısmı boyamadı. Çünkü buradaki emre ve yasağa uymak vâcip değildir. Bunun için, bu işte, bulunulan şehrin âdetine tâbi olunur. Âdete uymamak şöhret olur. Mekrûh olur. Resûlullah başörtüsü ile başını örter, entâri, tasmalı ayakkabı ve benzerlerini giyerdi. Halîfe Ömer “radıyallahü anh” da, Azerbaycân’daki askerlerine mektup yazarak, böyle giyinmelerini emreyledi. Memlekette âdet olan şeyler giyilmezse, şöhret olur. Parmakla gösterilmeğe, fitneye sebeb olur. Hadîs-i şerîfte, (İnsanın parmakla gösterilmesi, kendisine kötülük olarak yetişir) buyuruldu. Bunun için, giyinmekte, Müslümânların âdetlerine uymak lâzımdır.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” zamânında, entâri, başörtüsü ve tasmalı ayakkabı giymek müminlerin âdeti idi. Böyle giyinmek, imtiyâza, şöhrete ve parmakla gösterilmeye sebep olmazdı.
Kadınların, önü açık entâri giydikleri yerde, erkeklerin önü kapalı giymeleri, önü kapalı giydikleri yerde ise, önü açık entârî giymeleri lâzımdır. Şöhret âfetdir. Felâkete sebeb olur. (Fitneyi uyandırana, Allah lanet etsin!) hadîs-i şerîftir.
.
En büyük hırsız, kendi namazından çalandır!
14 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :13 Mart 2025 23:25
Bir mümin namazını güzel kılar, rükû ve secdelerini tam yaparsa, namaz sevinir ve nûrlu olur.
Ziyâüddîn Cedrî hazretleri hadîs ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerindendir. Hadîs ve fıkıh ilmi yanında kırâat ve ferâiz ilminde de söz sahibi idi. 679 (m. 1280)’de vefât etti. Bir dersinde buyurdu ki:
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir) buyurdu. Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar? diye sordular. (Namazın rükûunu ve secdelerini tam yapmamakla) buyurdu. Bir defa da buyurdu ki: (Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını Allahü teâlâ kabûl etmez.)
Peygamber Efendimiz bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tam yapmadığını görüp, (Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammedin “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamâmen kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça namazı tamam olmaz.) Bir kere de buyurdu ki: (İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz.)
Birgün Peygamber Efendimiz birini namaz kılarken, namazın ahkâm ve erkânına riâyet etmediğini, rükûdan kalkınca, dik durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp, buyurdu ki: (Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü, sana benim ümmetimden demezler.)
Bir başka yerde de buyurdu ki: (Bu hâl üzere ölürsen, Muhammedin “aleyhisselâm” dîninde olarak ölmemiş olursun.)
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiçbir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini tam yapmayan kimsedir.)
Zeyd ibni Vehb “rahmetullahi teâlâ aleyh” birini namaz kılarken rükû ve secdelerini tam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp, ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun, dedi. Kırk sene deyince, sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen Muhammed Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti [yanî dîni] üzere ölmezsin, dedi.
Bir mümin namazını güzel kılar, rükû ve secdelerini tam yaparsa, namaz sevinir ve nûrlu olur. Melekler, o namazı göğe çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi dua eder ve sen beni kusûrlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza etsin, der. Namaz güzel kılınmazsa, siyâh olur. Melekler o namazdan iğrenir. Göğe götürmezler. O namaz, kılmış olana, fenâ dua eder. Sen beni zâyi eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyi eylesin, der.
Sâlih kimse cesur, hâin korkak olur...”
15 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :15 Mart 2025 04:22
“Yâ ilâhî! Senden haber veren dile, sana delâlet eden ilimlere bakan göze azap etme!"
Ebü’l-Ferec İbni Cevzî hazretleri tefsîr, hadîs, târih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimidir. 511 (m. 1120) senesinde Bağdad’da doğdu. Çok sayıda âlimden ders okudu. 597 (m. 1201) senesinde vefat etti.
Şöyle anlatılır: “Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerini yazdığı kalemleri açarken çıkan küçük yonga parçacıklarını topladı ve 'Ben ölünce, beni yıkayacağınız suyu bunlarla ısıtınız' diye vasiyet etti. İbn-i Cevzî hazretlerinin vasiyeti yerine getirildi. Yonga parçacıkları suyun ısınmasına yettiği gibi, bir miktar da arttı.”
Bağdad’da Ehl-i sünnet ile bid’at fırkaları arasında mücâdele çıktı. Hangi tarafın haklı olduğu hakkındaki konuşma uzadı. İki taraf da İbn-i Cevzî’nin cevâbına râzı olup, hükmünü, geçmişi kapatacak bir belge olarak kabûl edeceklerdi, içlerinden birisi İbn-i Cevzî’ye, “Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullahtan sonra, insanların, yani ümmetin en üstünü kimdir?” diye sordu. İbn-i Cevzî hiç düşünmeden, “Kızı, O’nun nikâhı altında bulunandır” dedi. İki taraf da bu söze râzı oldular. Çünkü Hazreti Ebû Bekr’in kızı, Peygamber efendimizin nikâhı altında ve Resûlullah efendimizin kızı da Hazreti Ali’nin nikâhı altında idi. Bu cevâbı her iki taraf da kendilerine çektiler.
Bir gün birisi “(Yâ Rabbî, seni tesbîh ederim) mi, efdaldir, yoksa (Yâ Rabbî, senden bağışlanmayı dilerim) mi efdaldir?” diye sorunca, İbn-i Cevzî hazretleri, “Kirli elbisenin sabuna ihtiyâcı vardır, kokuya değil” buyurdular. (Yanî önce istiğfar, sonra tesbîh etmelidir.)
Bir gün münâcaatında buyurdu ki: “Yâ ilâhî! Senden haber veren dile azâb etme! Sana delâlet eden ilimlere bakan göze de azâb etme! Senin hizmetinde yürüyen ayağa, Resûlünün hadîslerini yazan ele de azâb etme! İzzetin hakkı için beni Cehenneme atma! Cehennem ehli de, dünyâ da biliyordu ki, ben senin dînini muhafaza etmeye çalıştım. Yâ Rabbî! Senin için dökülen gözyaşlarına rahmet et! Sana kavuşamadığı için yanan ciğere rahmet et! Sana karşı âcizim, yalvarırım.”
İbn-i Cevzî hazretleri buyurdu ki:
“Kim kanâat ederse, geçimi iyi olur. Kim tamah ederse (dünyâ lezzetlerini haram yollardan ararsa), geçim sıkıntısı çeker.”
“Hâin korkak, sâlih kimse cesur olur.”
“İyi niyetle mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir.”
“Dünyâ arzuları olmayan kimsenin, sultanlarla görüşmesinde zarar yoktur.”
.
Helâl kazanmak her Müslümana farzdır
16 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :16 Mart 2025 01:00
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "İbâdet on kısımdır, dokuz kısmı, helâl kazanmakdır."
Abdullah bin Nasır Harrânî hazretleri Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 549 (m. 1154) senesinde Urfa-Harran’da doğdu, 624 (m. 1227) senesinde orada vefât etti. Bağdad’da İbn-i Şâtîl ve başkalarından hadîs-i şerîf dinledi. Daha sonra Vâsıt’a giderek orada ilim tahsil etti. Harran’a dönerek talebe yetiştirdi. Bir dersinde buyurdu ki:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Helâl kazanmak her Müslümana farzdır.) Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek lâzımdır. Helâl ve harâm meydândadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak güçtür. Şüphelilerden sakınmayan, harâma düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilimdir. Mü’minûn sûresi, elliikinci âyetinde meâlen, (Ey Peygamberlerim “salevâtullahi aleyhim ecma’în”. Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!) buyuruldu.
Yine buyurdu ki: (Bir kimse, hiç harâm karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir). Dünyâlık kazanmak için çalışmak günâh değildir. Dünyâlık sevgisi, dünyâya gönül bağlamak günâhtır. Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” dedi ki: (Yâ Resûlallah! Dua buyur da, Allahü teâlâ, benim her duamı kabûl etsin!) Cevâbında buyurdular ki: (Duanın kabûl olması için, helâl lokma yiyiniz!)
Bir hadîs-i şerîfte, (Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua nasıl kabûl olunur?) Bir kere de buyurdu ki: (Harâm yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz.) Yanî sevâbına kavuşamazlar. Yine buyurdu ki: (On dirhemlik elbisenin, bir dirhemi harâm olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz.) Yine buyurdu ki: (Harâm ile beslenen vücûdun ateşte yanması dahâ iyidir.) Yine buyurdu ki: (Malın helâlden mi, harâmdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımayacaktır.) Yine buyurdu ki: (İbâdet on kısımdır, dokuz kısmı, helâl kazanmakdır.) Bir defa da buyurdu ki: (Helâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günâhsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar.) Yine buyurdu ki: (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Harâmdan kaçınanlara hesap sormaya utanırım.) Ve buyurdu ki: (Bir dirhem fâiz [almak ve vermek], otuz zinâdan dahâ günâhtır.) Ve buyurdu ki: (Harâm maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur.)
.
Bize karşı silah taşıyan bizden değildir!..”
17 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :16 Mart 2025 22:57
"Küçüğümüze acımayan, büyüğümüze hürmet etmeyen bizden değildir."
Ebû Hişam el-Kûfî hazretleri Hadîs âlimlerindedir. 115 (m. 733) senesinde doğdu. 199 (m. 814)’de vefât etti. Çok hadîs-i şerîf rivâyet etmekle tanınmıştır. Rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden bazıları:
“Müminin misâli, ekinden bir deste gibidir. Rüzgâr onu eğiltir. Kimi yere yıkar, kimi doğrultur. Nihâyet kurur. Kâfirin misâli ise kökü üzerinde dimdik duran evze ağacı gibidir. O’nu hiçbir şey eğiltemez. Nihâyet sökülmesi bir defada olur.”
“Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Şüpheliler ikisi arasındadır, insanların çoğu bunları bilmez. Kim bu şüphelilerden kaçınırsa, dîni ve ırzı için berât almıştır. Her kimse bu şüphelilere dalarsa harama düşer.”
“Bedende bir et parçası vardır ki, bu parça iyi olursa bütün bedeni iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. Dikkat! O da kalbdir.”
“Biriniz bir şeye yemîn eder de ondan daha hayırlısını görürse hemen o yemînin kefaretini versin ve o hayırlı işi yapsın.”
Ubâde bin Sâmit’ten (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Ubâde hazretleri: “Bir mecliste Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraberdik. Şöyle buyurdular: (Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, zinâ yapmayacağınıza, hırsızlık etmeyeceğinize, Allahü teâlânın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmeyeceğinize dair bana bîat ediyorsunuz. Şimdi sizden her kim sözünde durursa onun ecri Allah’a âittir. Kim bunlardan birini yapar da, o sebeple cezalanırsa bu da onun için keffârettir. Ve kim bunlardan bir şey yapar da Allahü teâlâ onu örtbas ederse onun işi de Allah’a kalmıştır. Dilerse kendisini affeder, dilerse azâb eder.)"
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz, isrâfsız ve tekebbürsüz (kibirsiz) giyininiz. Cenâb-ı Hak nimetlerinin kul üzerinde görülmesini ister.”
“Bize karşı silah taşıyan bizden değildir.”
“Küçüğümüze acımayan, büyüğümüze hürmet etmeyen bizden değildir.”
“Sizin kıyâmet günü bana en yakınınızın, en sevgili olanınızın kim olduğunu haber vereyim mi? En iyi huylularınızdır.”
Birisi Resûl-i Ekrem’e geldi ve “Sana bi’at için geldim. Geride ana ve babamı ağlar bıraktım.” Resûl-i Ekrem ona “Geri dön, onları ağlattığın gibi güldür” buyurmuş ve bi’atını kabûl etmemişti.
Birisi Resûl-i Ekrem’e gelip, cihad için müsâade istemişti. Resûl-i Ekrem sordu: “Senin ebeveynin (annen, baban) hayatta mı?” Gelen adam “Evet” dedi. Resûl-i Ekrem emretti: “Dön ve onlara bak.”
.
Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez!
18 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :17 Mart 2025 22:44
İsrâfın harâm olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur.
İbn-i Şübrime hazretleri Tabiînden olup, Irak-Kûfe’de yetişen hadîs ve fıkıh âlimlerinin üstünlerindendir. 72 (m. 691) senesinde doğdu. 144 (m. 761) senesinde vefât etti. Kûfe’de yaşamıştır. Ebû Cafer tarafından oraya kadı olarak tayin edilmiştir.
İbn-i Şübrime; çevresi ile devamlı iyi geçinir, onlara her işlerinde yardımcı olur ve ihtiyâçlarını karşılardı. Bir gün çok yakın arkadaşlarından birinin ihtiyâcını temin etti. Arkadaşı bu yardımın karşılığı olarak çok kıymetli bir hediye getirerek kendisine vermek istedi. İbn-i Şübrime arkadaşına: “Hediyeni almış gibi oldum. Bu getirdiğin hediyeyi geri alırsan beni çok sevindirirsin. Allahü teâlâ seni mükafatlandırsın. Güvendiğin dostlarına bir işin düştüğünde, dostun işi yapmadığı ve ona elinde bulunan bütün imkânı ile sarılmadığı zaman, sanki cenâze namazı kılar gibi abdest al ve dört tekbir getir. Sonra onu ölülerden say” dedi.
Bir dersinde buyurdu ki:
İsrâfın harâm olduğu muhakkaktır. Kalbin hastalığıdır. Kötü bir huydur. Dînimizin, hasîsliği, cimriliği, isrâftan dahâ çok kötülemesi, isrâfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasîsliğin dahâ çok kötülenmesi, insanların çoğu yaratılıştan, mal biriktirmeyi sevdiği içindir. Bunun gibi, âlimlerimiz, idrârın şaraptan dahâ pis ve dahâ çok harâm olduğunu söyledikleri hâlde, dînimiz bevli, şarap kadar kötülememiş, şarap içenlere, had denilen seksen sopa vurulması emredildiği hâlde, bevl için, had emredilmemişdir. Çünkü insanlar şarap içmeye düşkün oluyor. İdrâr içmek ise, kimsenin hâtırına gelmiyor.
İsrâfın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, (İsrâf etmeyiniz! Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez) meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede de meâlen, (Tebzîr etme! Tebzîr edenler, şeytânların kardeşleridir) buyuruyor. Şeytânın kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü bir isim yoktur. İsrâfı, bundan dahâ çok kötüleyen bir şey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını isrâf edenlere bir şey vermeyiniz diye emrederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!) buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmde Firavun'u kötülerken, (O, isrâf edenlerden idi) buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de, (Belki siz, isrâf eden kavimsiniz!) diye kötülüyor.
.
Kılıcı kesmeyince şaşkına dönen eşkıyanın tövbesi!..
19 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :18 Mart 2025 22:36
Ebû Muhammed Sa’bîye saldıran eşkıya, şaşkına dönmüştü! Çünkü kılıcı kesmiyordu!..
Ebû Muhammed Sa’bî hazretleri Şafiî mezhebi âlimlerindendir. 495 (m. 1102)’de Yemen’de, San’a şehri civarında doğdu. 553 (m. 1158) yılında orada vefât etti. Hicaz’da İslâm âleminin çeşitli bölgelerinden gelen âlimlerin ilminden istifâde etti. Zamanında, Yemen Müslümanlarının en ileri gelen âlimi oldu. İmâm Yahyâ bin Ebü’l-Hayr’la arkadaşlıkları oldu.
Talebeleri anlatır: Bir gün Ebû Muhammed Sa’bî ile birlikte, bir yerden bir başka yere giderken, ıssız bir dağ başında Müleyke kabilesinden eşkıyalar önümüzü kesti. Üzerlerimizde ne varsa önlerine attık. Ebû Muhammed Sa’bî’nin üzerinde hiçbir şey çıkmayınca, para vermek istemeyip sakladığını zannettiler ve kılıçla hücum ettiler. Eşkıya, kılıcını vurduğu hâlde kesmediğini görünce şaşırdı. Tövbe edip, sâdık talebe oldu. Yüksek ilimleri öğrenip, güzel amelli sâlih insanlardan oldu...
Hocamıza kılıcın kesmemesinin sebebini sorduğumuzda, eşkıyanın hücumu sırasında “Hıfz âyetlerini” okuduğunu bildirdi. Bu âyet-i kerîmeleri nasıl öğrendiğini de şöyle anlattı:
“Bir gün arkadaşlarımla beraber dolaşmaktayken, bir kurdun zayıf bir koyunla oynaştığını gördük, merak edip yaklaştık. Kurt koyunla, koyunun yavrusu ile oynadığı gibi oynamaktaydı. Kurt, bizim yaklaştığımızın farkına varınca kaçıp uzaklaştı. Koyunu tutup, kurdun yaralayıp yaralamadığını kontrol ederken, boynuna yazılı bir kâğıdın bağlanmış olduğunu gördük. Kâğıtta; Bekâra sûresi ikiyüzellibeşinci âyet-i kerîmesi, meâlen; (Göklerin ve yerin muhafazası, O’na ağırlık ve zorluk vermez, O çok yüce, çok büyüktür.) Yûsuf sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîmesi, meâlen; (Allah en hayırlı koruyucudur. Ve O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.) Saffât sûresi yedinci âyet-i kerîmesi, meâlen; (Biz semâyı, tâatten çıkmış olan şeytandan koruduk.) Hicr sûresi onyedinci âyet-i kerîmesi, meâlen; (Biz semâyı, Allahü teâlânın rahmetinden kovulan her şeytandan koruduk.) Fussilet sûresi onikinci âyet-i kerîmesi, meâlen; (Biz dünyâ göğünü, duyduklarını çalan şeytandan koruduk, işte bu Azîz, Alîm olan Allahü teâlânın takdîridir.)
Târık sûresi dördüncü âyet-i kerîmesi, meâlen; (Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde amellerini koruyan bir melek bulunmasın) Burûç sûresi, onikinci âyet-i kerîmeden sonuncu âyet-i kerîmeye kadar yazılı idi. İşte orada görüp ezberlediğim âyet-i kerîmeleri burada, eşkıyanın karşısında okuyunca, onların kılıçları kesmez oldu) dedi."
.
Bir bid’at ortaya çıkaran kimseyle harp ederim!..”
20 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :19 Mart 2025 23:05
“Bir sözü anlamayacak kimseye söyleme! Çünkü o söz, ona zararlı olup, fayda vermez.”
Ebû Kılâbe hazretleri Tabiînin büyüklerinden olup hadîs ve fıkıh âlimidir. İsmi, Abdullah’dır. Eshâb-ı kiramdan Sabit bin Kays ve Enes bin Mâlik’ten (radıyallahü anhüm) ders alıp, hadîs-i şerîf rivâyet etti. 104 (m. 722)’de vefat etti. Devamlı helâl kazanmayı teşvik ederdi. Bunun için, Eyyüb-i Sahtiyanî’ye “Çarşıya git iş ara Zira en büyük huzûr, insanlara muhtaç olmamaktır” buyurdu. Yine bir zâta “Seni, geçimini temin ederken görmek, câmi köşesinde görmemden daha sevimlidir.” buyurdu...
Sohbetine devam eden bir talebesi vardı. O döküntü hurma satardı. O’na; “Ben, senin sohbet meclisinden faydalandığını zannediyordum. Fakat şu bir hakîkattir; Allahü teâlâ her düşük şeyden bereketini almıştır” buyurdu.
Namazlardan sonra “Allahümme innî es’elüke’t-tayyibât ve terk-el-münkerât ve hubbe’l-mesâkîn ve en tetûbe aleyye ve izâ eratte lî ibâdike fitneten en teveffanî gayre meftun” duâsını okurdu. Hikmet dolu pek çok sözleri vardır. Buyurdu ki:
“Hem dünyâ, hem de âhirette yaşayan kimseye ne saadet” buyurunca “Âhirette nasıl yaşandığı” kendisinden soruldu. “Dünya yaşayışında Allahü teâlâyı hatırından çıkarmadı ve dâima O’na yalvardı ve bu sayede de âhirette O’nun rahmetine mazhar oldu.”
“Bir kimse bir bid’at ortaya çıkarırsa onunla harp ederim.”
“Allahü teâlâya şükür yapılmasına vesîle olan dünyalık insana zarar vermez.”
“Bir sözü anlamayacak kimseye söyleme! Çünkü o söz, ona zararlı olup, fayda vermez.”
“Arzu ve istekleri peşinden koşanlarla beraber oturup kalkmayınız. Onlarla konuşmayınız. Çünkü, sizi kendi sapıklıklarına düşürmelerinden, zihninizi karıştırmalarından korkuyorum.”
“Sana, din kardeşinden istemediğin bir şey ulaşırsa, onun için bir özür ara. Bir mazeret bulamazsan, kendi kendine, belki benim bilmediğim bir durum vardır, de.”
“Kıyâmet günü Arş-ı a’lâ tarafından bir münâdi Yunus sûresi 62. âyet ile nidâ eder; (Ey Allah’ın sevgili kulları! Sizin için bir korku yoktur. Siz mahzûn da edilmezsiniz.) Bu nidadan sonra herkes, başını yukarı kaldırır ve; inandık îmân ettik, derler. Ancak, münâfıkların başları ise hiç yukarı kalkmaz ve yere eğilirler.”
“Bir kimse ya iyiliği veya kötülüğü ister. Ancak kalbinde bir emredici veya bir yasaklayıcı bulur. Emredici, iyiliği emreder; yasaklayıcı, kötülükten alıkor.”
“Bid’at ehli ile oturmayınız. Onlarla sohbet etmeyiniz. Zira sizi dalâlete düşürebilir veya bilmediğiniz kötülüklere bulaştırabilirler.”
.
İhlâsla 'la ilahe illallah' diyene cehennem ateşi dokunmaz!
21 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :20 Mart 2025 22:47
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Kıyâmet günü terazide en ağır gelecek şey, güzel ahlâktır.”
Humeydî hazretleri Tebe-i tabiînin hadîs âlimlerindendir. 219 (m. 834) târihinde Mekke’de vefât etti. Buradaki büyük âlimlerden ilim alıp, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları:
Ebû Şureyh Ka’bî (radıyallahü anh) rivâyet etti. Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem ) buyurdu ki:
“Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân eden, komşusuna ikram etsin. Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân eden misâfirine ikram etsin.”
Ömer bin Ebî Seleme (radıyallahü anh) rivâyet etti. "Ben Resûlullahın himâyesinde yetim bir çocuk olarak bulunuyordum. Elimi, yemek yerken çanağın çeşitli yerlerine doğru hareket ettiriyordum. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz 'Ey küçük! Yemek yiyeceğin zaman, Besmele söyle (Bismillahirrahmânirrahîm de), sağ elin ile ye ve önünden ye' buyurdu. Ondan sonra, Resûlullahın buyurduğu gibi yedim."
Hâlid bin Velîd (radıyallahü anh) rivâyet etti. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
“İnsanların kıyâmet günü azâbı en şiddetli olanı, dünyâda iken insanlara en çok eza ve cefâ vermiş olan kimsedir.”
Ebû Katâde el Ensârî (radıyallahü anh) rivâyet etti. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
“Sizden birisi mescide girdiği zaman, oturmadan önce iki rek’at namaz kılsın.”
Ebüd-derdâ (radıyallahü anh) rivâyet etti. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “(Kıyâmet günü) terazide en ağır gelecek şey, güzel ahlâktır.”
Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) rivâyet etti: Resûlullah Efendimiz buyurdu ki;
“Kim Ramazân-ı şerîf orucunu tutar, ondan sonra Şevval ayından da altı gün tutarsa, bütün sene oruç tutmuş gibi olur.”
Muâz bin Cebel (radıyallahü anh) rivâyet etti. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
“Kim, kalbinden ihlâsla ve yakîn ile (la ilahe illallah) derse, Cennete girer ve ona Cehennem ateşi dokunmaz.”
Ümmü Seleme (radıyallahü anha) bildirdi. Resûlullah Efendimiz sabah namazından sonra “Allahım! Senden faydalı ilim, temiz rızk, kabûl edilen amel isterim” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) bildirdi. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki:
“Üçüncüyü yalnız bırakıp iki kişi aralarında gizli konuşmasınlar. Çünkü böyle yapmak, yalnız bırakılan o üçüncü şahsı üzer.”
“Pişmanlık tövbedir.”
“Yumuşaklıktan nasîbi olan kimsenin, hayırdan da nasîbi vardır.”
.
Ârif, yalnızca Allah'ın rızâsını düşünür...”
22 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :21 Mart 2025 23:21
Abdullah er-Râzî buyurdu ki: “Kullar arzularına, ancak Allahü teâlânın ihsanı ile kavuşabilirler.”
Şeyh Abdullah er-Râzî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Aslen Reylidir. Fakat Nişâbûr’da doğdu, 310 (m. 922) senesinde orada vefât etti. Horasan’daki büyük velîlerin derslerine devam ederek onlardan ilim öğrendi.
Muhammed bin Hüseyin şöyle anlatır:
“Abdullah er-Râzî, 'kusurlarını bilen insanlar, neden doğru yola dönmezler?' şeklindeki bir soruya şu cevâbı verdi:
-Çünkü onlar ilimleriyle övünüyorlar. Fakat ilimleriyle amel etmiyorlar, zâhirle uğraşıyorlar. Batının edebleri ile meşgûl olmuyorlar. Bunun için Allahü teâlâ bunların gözlerini kör etti. Doğruyu göremez hâle getirdi. Duygularını ibâdetten aldı. Bundan dolayı yanlış yola bağlanıp kaldılar.”
Bir zât Abdullah er-Râzî’ye bana bir duâ öğret de okuyayım deyince; ona şu duâyı okumasını söyledi: “Ey Allahım! Bize ma’rifetin hakîkatini ihsân et! Seninle aramızdaki hareketlerimizi, emirlerine göre düzeltmemizi sağla! Sana hüsn-i zanda bulunmamızı ve her iki âlemde bizi sana yaklaştıracak amelleri yapmamızı nasîb et!”
Abdullah er-Râzî buyurdu ki:
“Ârif, ibâdet ve amelinde, kulun rızâ ve beğenmesini değil, yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünür.”
“Marifet, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeyi kaldırır.”
“Hâlinden şikâyet ve gönül darlığı, marifetin azlığından gelir.”
“Allahü teâlâ ile kul arasında perde olan şey dünyâdır.”
“Kullar arzularına, ancak Allahü teâlânın ihsanı ile kavuşabilirler.”
“Kulların en aşağısı, namazını ve tesbihini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın ki, Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır.”
“Kulluğun en güzeli, Allahü teâlânın verdiği nimetler karşısında, şükretmekten âciz olduğunu bilmesidir.”
“Dünyâdan yüz çeviren kimse, Allahü teâlânın emrettiği işlerle meşgûl olur.”
“Sabrın alâmeti, şikâyeti terk ve kendisine gelen belâları gizlemektir.”
.
Hakkıyla acıyan, affeden ancak sensin ya Rabbi!..”
23 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :23 Mart 2025 00:24
“Her kim, Allah ve âhıret gününe imân ederse, ya hayır söylesin, yâhut sussun..."
İbn-i Vehb hazretleri meşhur hadîs âlimlerindedir. 125 (m. 742)’de Mısır’da doğdu. 197 (m. 812)’de Mısır’da vefât etti. Fıkıh ilminde de çok yüksek idi. Başta Hazreti İmâm-ı Mâlik olmak üzere büyük zâtlardan ilim tahsil etti. İbn-i Vehb (rahmetullahi aleyh), Hazreti İmâm-ı Mâlik’ten rivâyetle buyurdu ki: “Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret edip, selâm vermek isteyen kimse, (Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü) demelidir.”
Bir gün huzûrunda kendisinin teklif ettiği, “Kitâb-u Ahvâl-il-Kıyâme” isimli eserinde, kıyâmet hâllerine âit mevzûlar okunuyordu. Kitâb bittiğinde, sanki benzi sararmış, yüzünün kanı çekilmişti. Bundan sonra, hiç konuşamadı ve birkaç gün sonra vefât etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, namaz kıldığı vakit, ayakları şişecek şekilde ayakta dururdu. Hazreti Âişe: “Yâ Resûlullah! Allahü teâlâ, sizin gelmiş-geçmiş bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde, yine bunu mu yapıyorsunuz?) Bunun üzerine, Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ya Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?”
Bir zaman Yemen’den bir şahıs hicret edip, Medine-i Münevvere’ye, Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine geldi ve dedi ki: “Yâ Resûlallah! Ben Yemen’den hicret edip cihâda gitmek üzere buraya geldim.” Peygamber efendimiz, “Senin Yemen’de kimsen var mıdır?” buyurdular. O kimse, “Evet, Yâ Resûlallah! Anam ve babam var” dedi. Peygamberimiz, “Buraya gelip cihâda gitmek için onlardan izin aldın mı?” buyurdular. O kimse, “Hayır, ya Resûlallah!” dedi. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Sen tekrar Yemen’e dön. Eğer annen ve baban izin verirlerse, o zaman cihâda gel. Şayet izin vermezlerse, onların yanında kal ve onlara hizmet et.”
“Her kim, Allah ve âhıret gününe imân ederse, ya hayır söylesin, yâhut sussun. Her kim Allaha ve âhıret gününe imân ederse, komşusuna ikram etsin. Her kim, Allaha ve âhıret gününe imân ederse, misâfirine ikram etsin.”
Hazreti Ebu Bekr-i Sıddîk, Peygamber efendimize, “Ya Resûlallah! Bana bir duâ öğret ki, namazımda ve evimde onunla duâ edeyim” dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “De ki; Ya Rabbi! Ben nefsime çok zulm ettim. Günahları ise ancak sen affedersin. Bana tarafından mağfiret buyur ve bana acı. Çünkü hakkıyla acıyan, affeden ancak sensin.”
.
Eshâb-ı Kirâma hürmet etmek esastır...
24 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :23 Mart 2025 22:50
Ehl-i beyti sevmek, Eshâb-ı kirâma hürmet etmek, îmân ve kurtuluşun iki esâsıdır.
Abdullah Dehlevî hazretleri “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmisekizincisidir. 1158 (m. 1745) senesinde Hindistan’ın Pencap şehrinde doğdu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine talebe oldu. Onun sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanının bir tanesi oldu. Çok kerâmetleri görüldü. 1240 (m. 1824) senesinde Delhi’de vefât eyledi. Binlerce âlim ve evliya yetiştirdi. Bunların içinde en büyükleri Mevlanâ Hâlid Ziyâeddîn Bağdâdî’dir. Mekâtib-i şerîfe adında bir mektûbâtı vardır. Mektûplarından biri şöyledir:
“Allahü teâlâya, çok, temiz, sevdiği ve beğendiği gibi hamd-ü sena olsun. Ni’metlerine şükretmeyi, ni’metlerini arttırması için vesile kıldı. O’na, nasıl ve ne kadar hamd ve şükredeceğimizi bilemiyoruz. Zîrâ bizi Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden edip, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdı ile şereflendirdi. Ehl-i sünnette, Şeyhayn’ı yani Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’i diğer bütün ümmetten üstün tutmak, iki dâmâdı, yani hazret-i Osman’la hazret-i Ali’yi sevmek, Ehl-i beyti sevmek ve tazim etmek, Eshâb-ı kirâma (radıyallahü anhüm) hürmet etmek esastır. Bu sevgi ve tazim, îmân ve kurtuluşun iki esâsıdır.
Yine Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize peygamberleri evliyâdan üstün tutma i’tikâdını ihsân eyledi. Hiçbir velînin zevk, şevk, sır ve ilimleri, hiçbir peygamberin yüksek derecelerine ulaşamaz. Çünkü velîdekiler sıfatların, peygamberdekiler zâtın tecellîsinden hâsıl olmaktadır. Bunun için evliyâ, enbiyâya tâbi oldu. Hattâ Eshâb-ı kirâmın da (radıyallahü anhüm) evliyâ üzerine üstünlüğü sabittir. Peygamberlerin en üstününün bereketli sohbetinde bulunmakla, ilâhî hikmet çeşmeleri ve nihâyetsiz feyiz pınarları oldular ve Ümmet-i Muhammedin hidâyet ve saadetine çalıştılar. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) inâyet nazarlarından, kalblerinde öyle feyz ve nûr buldular ki, sabır, kanâat, tevekkül, rızâ ve teslimiyet, hayatlarının sermâyesi oldu. Teheccüd ve nafile ibâdetler, kendilerine güzel ahlâk oldu. Allahü teâlâya ve Resûlullaha olan aşırı muhabbetlerinden, îmân etmemiş akrabâları ile muharebeyi iki dünyâ saadeti ve kurtuluşu bildiler. Canları pahasına, din ve İslâmın yücelmesi için, cihâddan hiç geri durmadılar. Yani diğer insanların Müslüman olması için, onlara İslâmı duyurmak için, kendi canlarını verdiler. O hâlde hiçbir velî, en aşağı derecedeki bir sahâbînin derecesine erişemez.
.
Sünneti hafif görerek terk etmek küfürdür!
25 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :24 Mart 2025 23:18
Allahü teâlâ ve O’nun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsânda bulunmuşlardır.
Tâcüddîn Mûsulî hazretleri fıkıh ve hadîs âlimidir. 598 (m. 1202) senesinde Musul’da doğdu. Birçok âlimden ders aldı. Sonra Bağdad’a gitti. Orada kadılık yaptı ve ders verdi. 671 (m. 1272) senesinde Bağdad’da vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:
Namazı cemâat ile kılmak ve “tumânînet” (rükû’da, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû’dan sonra “Kavme” (kalkıp, ayakta her uzuv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında “Celse” (dik oturmak) yapmak bizlere Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdîhân, bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmayanın namazı tekrar kılmasını bildirmişdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vacibe yakın sünnet demişlerdir.
Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükû’unda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamanında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur. Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbih söylemek (ya’nî sübhânallah demek), Resûlullaha (aleyhisselâm) salevât söylemek, günahlara istiğfar etmek ve ihtiyâçları yalnız Allahü teâlâdan isteyerek O’na duâ etmek, namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû’ hâlinde, cansızlar da namazda (ka’dede) oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılarken hâsıl olan safa ve huzûr şaşılacak şeydir.
Namaz kılmak, Mirâc gecesi farz oldu. O gece Mirâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine (aleyhisselâm) uymayı düşünerek namaz kılan bir Müslüman, O yüce peygamber (aleyhisselâm) gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir. Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne karşı edebi takınarak huzûr ile namaz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar.
Allahü teâlâ ve O’nun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsânda bulunmuşlar, namaz kılmayı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükür olsun! O’nun sevgili Peygamberine (aleyhisselâm) salevât ve tehıyyât ve duâlar ederiz!
.
"Her akıl sahibinin îmân etmesi lâzımdır..."
26 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :25 Mart 2025 23:14
“İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?”
İbnü’n-Nefis Sülemî hazretleri fıkıh ve hadîs âlimidir. 570 (m. 1174) senesinde Bağdad’da doğdu. 618 (m. 1221) senesinde Horasan’da şehîd oldu. Birçok hadîs âliminden hadîs-i şerîf dinledi. Hadîs-i şerîf öğrenmede çok gayret sarf etti. Bu ilimde yüksek derecelere kavuştu. Fıkıh ilminde de söz sahibi idi. Hanbelî mezhebinin fıkıh bilgilerini çok iyi bilirdi. Hılâf (mukayeseli hukuk) ilminde de âlim olup, edebiyat ilmine de vâkıf idi. Bir dersinde şunları anlattı:
Îmânı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır...
Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak çâresini arar. Bunun çâresi ise, çok kolaydır. “Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun son peygamberi olduğuna ve O’nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak” insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır.
Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulmak çâresini aramıyorum derse, buna deriz ki: “İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?” Elbet vesîka gösteremeyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, “Sonsuz olarak ateşte yanmak” felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı?..
Görülüyor ki, her akıl sahibinin îmân etmesi lâzımdır. İmân etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli, tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lâzım değildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samimî olarak inanmak kâfidir. Bu inancını, inanmayanlara bildirmek de şart değildir. Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zannetmesi akıl icâbıdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimâli karşısında, bunun yegâne ve kati çâresi olan “Îmân” nimetinden kaçınmak, akılsızlık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?
.
Meşhur olmaktan korkup şehri terk eden zat!..
27 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :26 Mart 2025 23:03
Abdürrahîm-i İstahrî hazretleri dünyâya kıymet vermez; dünyâ malı toplamazdı...
Abdürrahîm-i İstahrî hazretleri evliyanın büyüklerindendir. Hicrî dördüncü asrın ilk yarısında yaşadı. İlim öğrenmek için, Hicaz, Irak, Şam ve başka yerlere seyahatler yaptı. Ruveym bin Ahmed, Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî ve başka büyük zâtlarla görüşüp kendilerinden ilim öğrendi. Hâlini gizlerdi. Dâima neşeli görünürdü. Bazen kıymetli elbiseler giyip, avlanmak için ormana giderdi. Av köpekleri ve güvercinleri vardı. Bir defasında, ava çıkmıştı. Bir kimse, gizlice kendisini takip etti. Gördü ki, bir dağın arkasına varınca köpekleri saldı. Kendisi Allahü teâlâyı zikretmekle meşgûl oldu. Kendisini takip eden kimse diyor ki:
“Zikre başladığı zaman, dağ, zikir sesi ile doldu. Ben anladım ki, o dağda bulunan taşlar, ağaçlar ve vahşî hayvanlar, onun zikrine iştirâk etmektedir.”
Bu mübarek zat dünyâya kıymet vermezdi. Dünyâ malı toplamazdı. Babasından kalan yirmi bin akçenin, on binini insanlara dağıttı. Kalan on bin akçeyi de bir torbaya koydu. Bir gece, evinin damına çıktı. Bu torbada bulunan akçeleri, avuç avuç etrâfa serpti. Kendisine de, ekmek ve bakla almak için çok az miktar bıraktı. Yerler hep akçe doldu. Öyle ki, sabah olunca herkes, o gece gökten akçe yağdı zannettiler...
Abdürrahîm-i İstahrî, kendisi için bir şey istemezdi. Evinde bir sığır derisi vardı. Onun üzerinde istirahat ederdi. Günlerce yemek yemezdi. Bir zaman Abadan’a gitti. Ramazân ayı idi. Orada yirmi bir gün kaldı. Halk kendisine iftar için bazı yemekler getirirlerdi. Sabah olunca, bu yemeklerin aynen durduğunu görürlerdi. Bu hâli gören Abadanlılar kendisini çok sevdiler.
Abdürrahîm hazretleri, halkın bu muhabbetini görünce, meşhur olmaktan korkup Abadan’dan çıktı. Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî hazretlerini ziyârete gitti. Sehl-i Tüsterî, kendisi için hangi yemeği pişirmelerini arzu ettiğini sordu. “Ekşili yemek pişirsinler” dedi. Yemek pişirilip, iftarda getirildi. Bu sırada, kapıya bir fakîr gelip, Allah rızâsı için yiyecek bir şeyler istedi. Abdürrahîm, yemeğin o fakîre verilmesini söyledi. Yemek, çömleği ile fakîre verildi. Onlar da su ile iftar ettiler. İkinci ve üçüncü gün de aynen böyle oldu. Sonra, oradan ayrılıp giderken bir kimse gördü. Suyun kenarına oturup, elinde bulunan ekmeği suya banarak yiyordu. O kimse, Abdürrahîm’i davet etti. Beraberce ekmeği suya batırıp yediler.
.
“Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?”
28 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :27 Mart 2025 22:58
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emîn oldukları kimsedir.”
İbn-i Mende hazretleri hadîs âlimidir. 383 (m. 993) senesinde İran’da İsfehân'da doğdu. 470 (m. 1077)’de vefât etti. Hadîs ilminde Hâfız derecesinde olup, ayrıca târih ilminde de âlimdi. İlim öğrenmek için çok yer gezdi. Hicaz’a Bağdad’a, Hemedan’a, Horasan’a gitti. Zamanının meşhûr âlimlerinden, bilhassa babasından ve İbrâhim bin Harşebe’den, ilim öğrendi. Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
“Şunlar, münafığın sıfatlarındandır: Lanet, onun selâmıdır. Haram kazanç, onun yiyeceğidir. Hıyânet, gündüz insanların arasında bulunup (onlar gibi hareket etmek) ve geceleyin de üstünkörü yapıvermek de, onun ganîmetlerindendir.”
“Her iyilik, sadakadır.”
“Kul hakkından başka şehîdin bütün günahları affolur.”
“Müslüman, insanların elinden ve dilinden emîn oldukları kimsedir.”
“Şüphesiz Cennetlikler, kendilerinden üstün olan köşk sâhiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü, aralarında fark vardır.” Eshâb-ı kiram "Ya Resûlallah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz” dediler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bilakis! Nesfsim yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onlar, Allah’a imân ve Peygamberleri tasdîk eden bazı kimselerdir.”
“Bir sadaka verip de sonra sadakasından dönen kimsenin misâli, kusup da sonra kusmuğunu yiyen köpek gibidir.”
Bir kimse Peygamber efendimize suâl edip, “Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?” dedi. Resûlullah, “Elinden ve dilinden Müslümanların emîn olduğu kimsedir” buyurdu. “Biriniz bir yere indiği zaman, (Eûzü bi-kelimâtillahittâmmâti min şerri ma haleka) desin. Çünkü, oradan gidinceye kadar hiçbir şey ona zarar ve kötülük yapmaz” buyurdu.
“Kul günah veya kat-ı rahm (sıla-yı rahmi terk) dâvasında bulunmadıkça ve acele etmedikçe duâsı kabûl edilir.” Eshâb-ı kiram, “Ya Resûlallah! Acele etmek nedir?” diye sorunca “Duâ ettim de, kabûl edildiğini görmedim der ve o anda vazgeçerek duâyı bırakır” buyurdular.
“Allahü teâlâ, rahmeti yüz parça olarak yarattı. Doksandokuzunu kendi nezdinde tuttu. Bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte mahlûkât bu bir parçadan dolayı birbirlerine acırlar. Hatta hayvan, üzerine basarım endişesiyle, tırnağını yavrusundan kaldırır.”
.
Hiçbir kimse, istişâreyle helak olmamıştır!.."
29 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :28 Mart 2025 23:34
“İstişâre ile gelen hatâ, istibdâdla (zorla kabûllendirme ile) gelen doğrudan daha iyidir”
Debbâg Abdurrahmân hazretleri Mâlikî mezhebi âlimlerindendir. 605 (m. 1208) senesinde Tunus’un Kayravan şehrinde doğdu. Başta Kâdı Ebû Zekeriyyâ Yahyâ el-Berkî olmak üzere, birçok âlimden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, tasavvuf ve târih ilimlerinde büyük bir âlim olarak yetişti. Tasavvuf ilmini, Sûfî Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Abdülgâlib el-Murtâtî el-Kayravânî’den öğrendi. 699 (m. 1300) senesinde Kayravan’da vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:
İstişare, bizzat rüşd ve hidâyet yolu, kapalı kalan görüşün açıklanması ve ortaya çıkmayan doğrunun anahtarıdır. Dînimiz bizi buna teşvik etmiş ve halkı istişâreye davet etmiştir. Allahü teâlâ, Hazreti Peygambere hitaben Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Uhud savaşında sen, Allahtan gelen bir merhamet sayesindedir ki, onlara (Eshâba) yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, muhakkak onlar etrâfından dağılıp gitmişlerdi. Artık onları bağışla ve kendilerine Allahtan mağfiret dile. İş husûsunda onlarla istişâre et. İstişâreden sonra da bir şeyi yapmaya karar verdin mi, artık Allaha güven. Gerçekten Allah tevekkül edenleri sever” buyurmaktadır. (Âl-i İmrân-159)
Hasen-i Basrî hazretleri bu husûsta şöyle diyor: “Cenâb-ı Hak Peygamberine istişâreyi emretmiştir ki; doğru görüşe kavuşsun ve onunla amel etsin diye.”
Ed-Dahhâk ise; "İstişâreyi Hazreti Peygambere, onda faziletin bulunduğunu, faydasının kendisine döneceğini bildiği için emretmişti” diyor. Dahhâk şöyle devam ediyor: “Keskin ve isâbetli fikirlerden, saf ve berrak düşünceden, mümkün olan bir şey kaçamaz. Caiz olan gizlenemez. Hatalı da olsa görüşünü zorla kabûl ettiren kimse, doğrudan uzak, hatâya daha, yakındır. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); (Allaha imândan sonra aklın başı, insanlara dostluk etmektir ve kat’î görüşten vazgeçmektir. Hiçbir kimse, istişâreyle helak olmamıştır. Cenâb-ı Hak kulunu helak etmek isteyince, önce onun görüşünü helak eder” buyurdular.
Peygamber Efendimiz başka bir hadîs-i şerîflerinde; “Akıllarınızı mütâlâa ile durulayın, işlerinizin halli için istişâreye başvurun” buyurmuşlardır. Bazı âlimler de; “İstişâre ile gelen hatâ, istibdâdla (zorla kabûllendirme ile) gelen doğrudan daha iyidir” buyurdular.
Yine hikmetli konuşan âlimler dediler ki: “Senin reyinin yarısı Müslüman kardeşinindir. Reyini tamamlamak için kardeşinle istişârede bulun.”
.
Maaş, ücret ele geçmeden nisap hesâbına katılmaz
30 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :30 Mart 2025 00:33
Müslüman erkek ve kadının, şartları bulununca, zekât vermeleri farzdır.
Şerîf Cemâleddîn Nükrakâr hazretleri Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 706 (m. 1306) senesinde Horasan’da Nişâbûr’da doğdu. Haleb’deki Esediyye Medresesi’nde ders okuttu. Şam ve Kâhire’de bulundu ve buralarda insanlara ilim ve ahlâk öğretti. 776 (m. 1374) senesinde vefât etti. Bir dersinde buyurdu ki:
Zekât vermek İslamın beş şartından biri olup, hicretin ikinci senesinde ramazan ayında farz oldu. (Mükellef) olan, yani âkıl, bâliğ olan ve hür olan Müslüman erkek ve kadının, şartları bulununca, zekât vermeleri farzdır. Zekât vermek, malı Müslüman fakîre temlîk etmekle olur. Yanî, malı fakîrin eline vermek lâzımdır. Zekâtın farzı birdir. Her Müslümanın tam mülkü olan nisap miktarındaki (Zekât malı)nın, belli zamanda, belli miktarını, zekât niyeti ile ayırıp, emredilen Müslümanlara vermektir. Fakîr ve âkıl olan yetîme velîsi yemek yedirse, zekât yerine geçmez. Yemeği yetîmin eline verse veyâ velîsi bu yetîmi giydirse zekât olur. Âkıl olmayan fakîr yetîmle birlikte yemek yeseler zekât vermiş olur. Tam mülk, helal yoldan gelip, kullanması mümkün ve helal olan öz malı demektir. Vakıf malı, kimsenin mülkü değildir. Gasp, sirkat, rüşvet, kumar ve fâsid olarak satın aldığı mal gibi, harâm malı kendi helal malı ile veyâ çeşitli kimselerden aldığı harâm malları birbirleri ile karıştırmamış ise, bu harâm mallar, mülkü olmaz. Kullanması, nafaka yapması helal olmaz. Bunlarla câmi ve başka hayırlar yapamaz. Bunların zekâtını vermesi farz olmaz. Yanî, zekât nisâbının hesâbına katılmazlar. Sâhipleri veyâ vârisleri belli ise, kendilerine geri vermesi farzdır. Belli değil ise, hepsini sadaka olarak fakîrlere dağıtır ise de, sonra sâhibi çıkıp, tazmînini isterse, tazmîn eder. Sâhiplerini buluncaya kadar dayanamayıp bozulacak malı, kendi kullanıp, sonra tazmîn etmesi, yanî benzerini, benzeri yoksa kıymetini ödemesi câiz olur.
Ticâret şirketinde ortak olanın, hissesi nisap miktarı ise, kendi hissesinin zekâtını hesap ederek vermesi lâzımdır.
Din adamlarının, evkaftan alacakları erzâkı, teslîm almadan önce satmaları câiz değildir. Çünkü bunlar, hak edilmiş ücret iseler de, hak edilen mal, kabzedilmeden önce mülk olmaz. Düşmandan alınan ganîmet, dâr-ül-islâma getirilince, askerin hakkı olur. Fakat taksîm edilmeden önce, mülk olmaz. Maaş, ücret ele geçmeden önce, bunlar nisap hesâbına katılmaz. Yanî zekâtları verilmez.
.
Bayram gecesi, melekler yerlerinde duramazlar!
31 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :31 Mart 2025 01:18
Allahü teâlâ buyurur ki: “Ey meleklerim şâhid olun! Ben ki, Allahım, onları mağfiret ettim.”
Zekîyüddîn Abdülazîm Münzirî hazretleri hadîs âlimidir. 581 (m. 1185) senesinde Mısır’ın Fustat şehrinde doğdu. 656 (m. 1258) senesinde vefât etti. Mısır’ın bütün bölgelerini dolaştı. İskenderiyye’ye ve Şam’a gitti. Orada birçok zâtla görüşüp ilim öğrendi. “Et-Tergîb vet-Terhîb” adlı eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri şöyledir:
Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfte beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir: 1. Ramazan’ın birinci gecesi, Allahü teâlâ müminlere rahmet eder. Rahmetle baktığı kuluna hiç azâb etmez. 2. İftar zamanında oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya her kokudan daha güzel gelir. 3. Melekler, ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ eder.
4. Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazân-ı şerîfte Cennette yer tayin eder. 5. Ramazân-ı şerîfin son günü, oruç tutan müminlerin hepsini affeder. Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca, gök kapıları açılır. Hiç bir kapı kapalı kalmaz. Ramazân-ı şerîfin son gecesine kadar böyle kalır. Ramazân-ı şerîfin her gecesinde teravih kılana, Allahü teâlâ, her secdesi için binbeşyüz sevâb yazar. Onun için Cennette kırmızı yakuttan bir ev yaptırılır. Bu evin altmış bin kapısı olur. Her kapının yakutla süslü altın köşkü olur. Mümin bir kimse, ramazân-ı şerîfin ilk günü oruç tutarsa, bütün günahları mağfiret olur. Ramazân-ı şerîfin her gününün orucunun üstünlüğü, sevâbı böyledir. Her gün, onun için yetmiş bin melek, sabah namazından akşam güneş batıncaya kadar af ve mağfiret isterler. Bu ayın gece ve gündüzündeki herbir secde için, Cennette bir ağaç dikilir. O kadar büyüktür ki, bir atlı, bu ağacın gölgesinin bir başından bir başına beşyüz senede ulaşır.” “Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca, Allahü teâlâ kullarına rahmet nazarı ile nazar eder. Allahü teâlâ rahmet nazarı ile baktığı kuluna, asla azâb etmez. Bu ayın her bir gününde, Hak teâlâ, bir milyon âsîyi Cehennem ateşinden azâd eder. Ramazân-ı şerîfin yirmidokuzuncu gecesi olunca, bütün bir ay boyunca mağfiret ve azâd olunan kadar daha, mağfiret ve azâd olunur. Fıtr bayramı gecesi olunca, melekler yerlerinde duramaz olurlar. Allahü teâlâ, hiçbir kimsenin vasfedemeyeceği şekilde nûru ile tecellî eder.
Bayram sabahı Müslümanlar namaz için câmilere toplanınca, Allahü teâlâ meleklere; “Ey melekler, işini bitirenin karşılığı nedir?” diye sorar. Melekler; “Ücretini tam vermektir” derler. Allahü teâlâ, “Ey meleklerim şâhid olun! Ben ki, Allahım, onları mağfiret ettim” buyurur.
.
Kalp inanınca, dil de buna uygun söyler..."
1 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :1 Nisan 2025 00:12
Farzları yapıp, haramlardan kaçan, tam ve olgun bir Müslümandır.
Dârekî hazretleri Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. İsmi, Abdülazîz’dir. Dârekî nisbetiyle meşhûr oldu. 286 (m. 899)’da İran’da İsfehân’ın Dârek köyünde doğdu. 375 (m. 985) senesinde Bağdâd’da vefât etti. Yaşadığı devirde Şafiî âlimlerinin imâmı, en büyüğü idi. Rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İnsanlar, (Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah) deyinceye ve bizim kabûl ettiklerimizi beğeninceye ve kestiklerimizi yiyinceye ve namazlarımızı kılıncaya kadar onlarla harp etmeye emrolundum. Böyle yaparlarsa, onların kanlarına ve mallarına haksız yere dokunmak bize haram kılındı. Artık onların hesabı, Allahü teâlâya âittir.”
Bu mübarek zat derslerinde buyurdu ki:
“Îmân; Allaha, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, âhıret gününe, hayır olsun şer olsun kaderin hepsine (hepsinin, Allahın takdîri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna) inanmaktır. İmânın (Allaha inanmak) ile başlaması, O’nun fadlı, rahmeti ve kullarından dilediğine yaptığı bir ihsândır. Kulunun kalbine, kendisine îmân etmek nimetini ihsân etmekle bir nûr saçar, bu nurla kulunun kalbini aydınlatır. Göğsünü açar, genişletir. Kalbindeki îmânı arttırır ve onu ona sevdirir. Böyle olunca kalb, îmânın bütün şartlarına inanır, öldükten sonra dirilmeye, hesaba çekilmeye, Cennete ve Cehenneme, Allahü teâlânın kalbine saçtığı nûr sebebiyle, hepsine görür gibi inanır. Kalbi inanınca, dili de buna uygun söyler, tasdîk ve şehâdet eder ve bedenin azâları da buna uygun amel işleyip, Allahü teâlânın emrine itaat eder. Farzları yapıp, haramlardan kaçar. Bunu yapınca tam ve olgun Müslüman olur.
Kur’ân-ı kerimde bazı âyet-i kerîmelerde buyruluyor ki: (...Allahü teâlâ size îmânı sevdirdi onu kalblerinizde güzelleştirdi. [Hucûrât-7]) ve “Allahın İslâm nûru ile kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü nursuz gibi midir? Elbette, o Rabbinden bir hidâyet üzeredir.” (Zümer-22)
“Fahr-i âlem, yeryüzünün her tarafında, o zamandan bugüne kadar, ümmetinden harhangi biri ve hele, keşif, şühûd sahipleri çağırınca, imdâdlarına yetişir. Hızır aleyhisselâmın rûhu, çağıranlardan bazılarının imdâdlarına geliyor. Melekler, rûh almak için, bir ânda, istediği zamanda ve yerde bulunuyor.”
.
Müctehidler delillerden hüküm çıkarmışlardır
2 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :1 Nisan 2025 23:43
Hiçbir müctehid, Allah’ın dininde kendi reyi ile konuşmamıştır.
Kâdı İzzeddîn hazretleri Şafii mezhebi fıkıh âlimlerindendir. 694 (m. 1295) senesinde Mısır’da doğdu. Şafii mezhebinde derin bir âlim olarak yetişti. Kâdı’l-kudâtlık vazifesine tayin edildi. 767 (m. 1365) senesinde hacca gitti. O sene Mekke’de vefat etti. Derslerinde buyurdu ki:
Müctehidlerin hepsi, İslâmiyetten buldukları delillerden hüküm çıkarmışlardır. Hiçbir müctehid, Allah’ın dininde kendi reyi ile konuşmamıştır. Mezhebler, Kitab ve Sünnet iplikleri ile dokunmuş birer kumaş gibidir. İctihâd derecesine yükselmeyen herkesin, dört mezhepten dilediğini seçip, bunu taklid etmesi lazımdır. Çünkü mezheplerin hepsi, Cennete giden yolu göstermektedir. Mezheb imamlarından birine dil uzatan kimse, kendi cahilliğini göstermiş olur. Her Müslümanın, mezhep imamlarına karşı edepli davranması lazımdır.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı kerimde icmalen bildirilenleri, yanî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerim kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezhep imamlarımız hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tabi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Allahü teâlâ, Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen; “İnsanlara indirdiğimi onlara beyan edesin” buyurdu. Beyan etmek, Allahü teâlâdan gelen ayetleri, başka kelimelerle ve başka suretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyan edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi ve Kur’ân-ı kerimden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları tebliğ et derdi. Beyan etmesini emretmezdi. Mesela Peygamber efendimiz abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur’ân-ı kerimden çıkaramazdık. Namazların kaç rekat olduktan ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve keyfiyetleri ve nisab miktarları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur’ân-ı kerimden çıkarılamazdı. Kur’ân-ı kerimde mücmel olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Yanî, bunlar hadîs-i şeriflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Din âlimleri ile mücadele etmek, nifak alametidir.
.
Cennetin ırmakları Firdevs’ten çıkar…
3 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :3 Nisan 2025 00:08
Bir ırmaktan dört türlü meşrubat birbirine karışmadan akar.
Seyyid Abdülazîz Debbağ hazretleri evliyanın büyüklerindendir. 1090 (m. 1679) senesinde Fas’ta doğdu. 1132 (m. 1720) senesinde aynı yerde vefât etti. Seyyid Ahmed bin Abdullah’ın talebesidir. Talebesi Ahmed bin Mübârek, hocasının menkıbelerini, kerametlerini, “El-İbrîz” adlı eserde toplamıştır. Bu eserde hocasının bazı keramet ve menkıbelerini şöyle nakletti:
“Hocamla beraber temiz havalı bir yere gitmiştik. Yanımızda bazı talebeler de vardı. Sohbet ettiğimiz esnada birisi geldi ve; 'Efendim! Kardeşim, sultanın oğlu Abdülmelik ile beraberken ortadan kayboldu. Ondan bir haber bekliyoruz. Kendisini sevdiğim bir zat, kardeşimin sağ olduğunu söyledi. Siz bu hususta ne dersiniz?' diye sorunca, Abdülazîz Debbağ hazretleri hiçbir şey söylemedi. Gelen kişi ısrar edince; “Sen muhakkak benden haber almak istiyorsan, sıhhatli haber al. Allah, Hacı Abdülkerîm’e rahmet eylesin. O hem garip, hem de gaiptir. Onun cenaze namazını kılan sana haber verecektir. Sultanın oğlu onu öldürmüştür” dedi... Birkaç gün sonra hocamın verdiği haberin aynısı geldi.”
“Vali ve hâkimlerden bir kısmı, Sultan Nasrullah tarafından görevden alındı. Onlardan birisi göreve tekrar dönmek istiyordu. Abdülazîz Debbağ’dan yardım istedi. Abdülazîz Debbağ hazretleri de ona yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vali olarak tayin etti. Bir süre sonra hocam, valiye haber göndererek, Allahü tealanın kitabını kalbinde taşıyanlara müsamaha edip, iyilik etmesini, vergileri ödemede kolaylık göstermesini rica etti. Fakat makamın verdiği gurura kapılan vali, bu ricayı kabul etmedi. Vali de bir süre sonra tekrar görevden alındı.”
Abdülazîz Debbağ buyurdu ki: “Firdevs cennetinde, bu dünyada işitilen veya işitilmeyen bütün nimetler mevcuttur. Cennetin ırmakları, Firdevs cennetinden kaynayıp çıkar. Bir ırmaktan su, bal, süt ve şarap olmak üzere dört türlü meşrubat akar. Nasıl gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa bu dört meşrubat da birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar müminin isteğine göre akar. Hangisini isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü tealanın iradesiyle olmaktadır.”
“Kulun düşüncesi Allahü tealadan başkasına doğru yönelince, Allahü tealadan uzaklaşmış olur.”
“İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselamı tanımadıkça, ilahi marifete kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında insanları ölü gibi kabul etmedikçe, hocasını bilemez.”
.
"Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?"
4 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :4 Nisan 2025 00:03
"Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!"
Ebû Muhammed el-Ezdî hazretleri hadîs âlimlerinden olup zamanının en meşhûr hâfızlarındandı. Yüz binden çok hadîs-i şerîf ezberlemişti. 332 (m. 944) senesinde Mısır’da doğdu. 409 (m. 1018) senesinde aynı yerde vefât etti. Kendi asrındaki âlimlerden ilim alıp, hadîs-i şerîf dinlemiştir. Naklettiği hadis-i şeriflerden bazıları:
Enes bin Mâlik’ten (radıyallahü anh) şöyle rivâyet eder “Biz, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, çok sıcak bir günde namaz kılıyorduk. İçimizden biri, yere secde etmek istediğinde, yer çok sıcak olduğu için, elbisesinin bir kenarını yere serip onun üzerine secde ederdi. Resûl-i ekrem bu durumu görünce sükût etti.”
Enes bin Mâlik'in “radıyallahü anh” şöyle anlattığını haber veriyor:
Bir defâsında Resûlullah efendimiz bir zâtın ziyâretine gitti. Hastalık sebebiyle o kimse gâyet zayıf ve hâlsiz düşmüştü. Resûlullah efendimiz o kimseye; "Sen Allahü teâlâya nasıl duâ ederdin?" diye sordu. O da; "Ben; "Allah'ım! Âhirette eziyette olmayayım da dünyâda nasıl olursam olayım. Âhirette sıkıntı çekeceksem onu bana dünyâda ver" diye duâ ederdim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki: "Senin buna gücün yetmez. Sen şöyle de: (Rabbimiz! Bize dünyâda da âhirette de iyilik ver. Bizi Cehennem azâbından koru!)" Sonra Resûlullah efendimiz o kimseye duâ etti. O kimse Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu.
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytânlar bağlanır.)
Abdullah bin Kays “radıyallahü anh” diyor ki: "Biz Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir gezintide idik. "Yâ Abdullah bin Kays! Sana Cennet hazînelerinden bir hazîneyi bildireyim mi? 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billah' de!" buyurdu.
Muhammed bin Câfer bin Heyseme'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz Ebüdderdâ'yı “radıyallahü anh” hazret-i Ebû Bekr'in “radıyallahü anh” önünde yürürken gördü ve; "Güneşin, peygamberler hâriç ondan daha hayırlı bir kimse üzerine doğmadığı, Ebû Bekr'in önünden mi yürüyorsun?" buyurdu. Bundan sonra, Ebüdderdâ'yı hazret-i Ebû Bekr'in önünde yürürken kimse görmedi.
Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûl-i ekrem buyurdu ki: “İmân, yetmiş küsur şubedir. En üstünü 'Lâ ilahe illallah' söylemektir. En ednâsı, yoldan eziyet veren şeyi kaldırmaktır. Hayâ da, îmândan bir şubedir.”
.
"Fakir olan borçluları sıkıştırma!.."
5 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :5 Nisan 2025 00:12
"Kim, fakirdeki alacağını tehir eder veya bağışlarsa, Allahü teâlâ da, kıyamet günü onu kendi himayesine alır."
Hüseyn Nakkaş Efendi Osmanlı Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Tebrîz’de doğdu. Asrının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil edip, fazilet, güzel ahlâk ve yüksek ilim sahibi oldu.
Bu mübarek zat, Osmanlı Sultanı İkinci Bâyezîd Hân zamanında İstanbul’a geldi. Şeyh Muzafferüddîn Şirvânî, Mevlânâ Ya’kûb bin Seyyid Ali gibi zâtların ilim sohbetlerinde bulunup, istifâde etti. Bir medresede müderris olarak vazîfelendirildi. Bu medresede vazîfeli iken 964 (m. 1556) senesinde İstanbul’da vefât etti.
Hüseyn Nakkaş hazretleri, bir dersinde şunları anlattı:
Borcunu gerçekten ödeyemeyenlere mühlet vermek farzdır, çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kıyamet gününün dehşetinden kurtulmak ve Allahü teâlânın himayesine sığınmak isteyen, darda kalan borçluya mühlet versin!)
(Darda olanı feraha kavuşturan veya böyle bir kimsenin borcunu ödeyeni, Allahü teâlâ kıyamet gününün dehşet, korku ve sıkıntılarından kurtarır.)
(Fakir borçluya, borcunu ödemesi için kolaylık gösterene, her gün o borç miktarı kadar sadaka sevabı yazılır.)
(Bir kimse, borcunu ödeyebileceği vakte kadar fakire mühlet verse, günahlarından tevbe etmesi için Allahü teâlâ da ona mühlet verir.)
(Musibetten kurtulmak, istediğine kavuşmak ve Arş'ın gölgesine sığınmak isteyen, eli darda olanın borcunun vâdesini uzatsın veya o borcu bağışlasın!)
(Kıyamette günahı çok bir Müslümanı hesaba çekerler. O kimse de "Benim hiç iyiliğim yoktur. Sadece çırağıma, 'Fakir olan borçluları sıkıştırma, ne zaman ellerine geçerse, o zaman vermelerini söyle, bir şey isterlerse yine ver, boş çevirme!' diye söylerdim" der. Allahü teâlâ da, o kimseyi affederek buyurur ki: Ey kulum, bugün sen fakir, muhtaçsın. Sen dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız.)
Borcunu veremeyen fakirleri sıkıştırmak haramdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir Müslümana Allah rızası için ödünç verene, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir.)
(Kim, fakirdeki alacağını tehir eder veya bağışlarsa, Allahü teâlâ da, kıyamet günü onu kendi himayesine alır.)
.
Hocalık ve talebelik, takvâ ile olur...
6 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :6 Nisan 2025 00:37
"Muska yazmayı, hastaları, büyülenmiş olanları okumayı sanat hâline getirmek din işleri değildir!"
Şemsüddîn Hüsrevşâhî hazretleri kelâm âlimlerinin meşhûrlarındandır. 580 (m. 1184) senesinde İran’da Tebrîz’e bağlı Hüsrevşâh köyünde doğdu. Büyük âlim Fahrüddîn-i Râzî’nin talebesidir. İlimlerinin çoğunu ondan öğrendi. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî’nin vefâtından sonra Şam’a geldi. Orada ders okuttu. 652 (m. 1254) senesinde Şam’da vefât etti. Derslerinde buyurdu ki:
Hocalık ve talebelik, takvâ ile olur. Şirkten ve haramlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olması ve bazı şeylerin keşfolunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında, akılları şaşırtacak işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli şeyleri ibâdet olarak yapmak, muska yazmayı, hastaları, büyülenmiş olanları okumayı, üflemeyi, sanat hâline getirmek din işleri değildir. Câhilleri, ahmakları toplamak ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmaktadır.
İslâmiyette bunların kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. İslâmiyette kıymeti olan ve ehemmiyeti olan ve insanı Allahü teâlâya yaklaştıran şey, ancak, O’nun Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, o yüce Peygamberin izinde bulunmaktır. Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i izamın (radıyallahü anhüm) yolu budur. Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmiştir.
Resûlullah efendimiz, bütün peygamberlerin efendisi olup, kemâlât-ı ilâhiyyeyi, yanî Allahü teâlânın ihsân ettiği kemâlâtın cümlesini kendinde toplamıştır. Âlimlerin ve velîlerin gıpta ettiği ilimler ve feyizler, O hazretin kemâlâtından bir nûr zerresidir. Peygamber efendimiz, kendinde toplanan bu kemâlâtı, Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) gönüllerine akıtarak, onları, Allahü teâlâya olan yakınlık mertebelerinin en üstününe ulaştırdı. Böylece Eshâb, ihsân, iyilik, yakîn, muhabbet ve ma’rifet derecelerinde en büyük mertebeye yükseldiler. Dünyâdan yüz çevirmeyi, âhırete dönmeyi ve Peygamber efendimizin bütün sünnetlerine uymayı âdet edindiler. Müminin mirâcı olan ve sünnet üzere (Peygamber efendimize tam uyarak) kıldıkları namazdan, Kur’ân-ı kerîm okumaktan, zikirlerden nasîbdâr oldular. Vatanlarını, mal ve mülklerini terk ederek, kâfirlerle muharebe edip, Allah yolunda şehîd olmayı arzu ettiler. Sekîne ve itminanda öyle idiler ki, Resûlullahın huzûrunda iken, onları taş sanarak başlarına kuş konardı. Resûlullah efendimizin sohbeti ile öyle yüksek derecelere kavuşurlardı ki, O’nun şereflendiği rüyet, sanki bunlara da nasip olurdu. Bu sebeple Eshâb, sohbetten sonra; “Cenâb-ı Hakkın şühûdunda idik” derlerdi.
.
Anne babanın önünden yürümen edepsizliktir!
7 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :7 Nisan 2025 00:12
Kim anne ve babasını ismiyle veya lakabıyla çağırırsa edebsizlik etmiş olur.
Abdülkâdir Feyyûmî hazretleri Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Birçok âlimden ders okudu. Şemseddîn-ı Remlî’nin yanında kalıp derslerine devam etti. Ondan, fıkıh ilmini öğrendi. Müftîlik ve müderrislik makamına yükseltildi. Birçok talebe kendisinden istifâde etti. İlmi ve fazileti ile meşhûr oldu. Çok kitap yazdı. 1022 (m. 1613) senesinde Mısır’da vefât etti.
Abdülkâdir Feyyûmî hazretlerinin evliyâ arasında yüksek bir derecesi vardı. Allahü teâlânın zât ve sıfatlarına âit bilgilerde yüksek ma’rifet sahibi idi. Onun yaptığı duâların kabûl olduğu çok görülmüştü...
Abdülkâdir Feyyûmî, bir gün İmâm-ı Şafiî hazretlerinin kabr-i şerîflerini ziyârete gitmişti. Oraya Zeynel’âbidîn-i Megâvî de gelmiş, yanında çocuğunu da getirmişti. Zeynel’âbidîn, Abdülkâdir Feyyûmî’yi görünce; “Efendim! Çocuğum hastalandı. Günlerce ızdırab içinde kıvranıyor ve derdinden ayağa kalkıp yürüyemiyor. Gitmediğimiz doktor, kullanmadığımız ilâç kalmadı. Fakat hiçbir netice alamadık. Sizden, oğlumun iyileşmesi için bir duâ istirhâm ediyorum” dedi. Abdülkâdir Feyyûmî de; “Kur’ân-ı kerîmden şifâ beklemeyen şifâ bulamaz. Kur’ân-ı kerîmin her harfinde, bin derde bin türlü deva vardır. Hastaya hem Kur’ân-ı kerîm okumalı, hem de ilâç vermelidir” dedi. Ellerini açarak duâ etmeye başladı. Büyük bir acz içinde boynunu bükerek yaptığı duâ daha bitmemişti ki, babasının kucağında gelen çocuk ayağa kalkıp yürümeğe başladı. Uzun zamandan beri yürüyemeyen çocuk onun duâsı bereketi ile iyi olmuştu.
Derslerinde buyurdu ki: “Allahü teâlâ, şeytana lanet edip, ona kıyâmet gününü gösterdi. Şeytan; Yâ Rabbi! İzzetin hakkı için, rûh kendilerinde bulunduğu müddetçe insanların kalbinden çıkmayacağım, dedi. Allahü teâlâ bu söze karşılık, izzetimin hakkı için ben de, onlarda rûh bulunduğu müddetçe tevbe etmelerine engel olmam. Her zaman tevbe edebilirler, vaadinde bulundu.”
“Kim anne ve babasının önünde yürürse haklarına riâyet etmemiş olur. Ancak anne ve babasının yolu üzerindeki eza ve cefâ veren bir şeyi almak için öne geçmesinde bir mahzur yoktur. Kim anne ve babasını ismiyle veya lakabıyla çağırırsa edebsizlik etmiş olur. Ancak babacığım, anneciğim diye söylemesi müstesnadır”
“Anladım ki, içlerinden birisi vefât ettiği zaman Müslümanlar 'Bizleri İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun' derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü ne de, bu söyledikleri sözlerini hatırlarına getirirler.”
.
.
.
.
.
|
Bugün 289 ziyaretçi (1174 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|